Aralık 2007
Başkasını Ezen Bir Ulus Özgür Olamaz! • Kürt sorununda büyüyen açmaz • Psikolojik savaş
33
• İnsan hakları ve işçi sınıfı • Çürüyen kapitalizm • Özelleştirilmiş savaş aygıtları
E
ylül ayının sonlarından bu yana Kürt sorununun bir kez daha ülke gündeminin merkezine oturduğu çalkantılı bir siyasal süreç yaşanıyor. Bu, çelişik görünümlü birçok hamlenin yapıldığı, enformasyon ve dezenformasyonun yoğun biçimde iç içe geçtiği, neyin gerçek neyin şaşırtmaca, neyin planlı hamle, neyin münferit hadise, neyin doğaçlama reaksiyon olduğunu anlamanın oldukça zor olduğu son derece karmaşık bir süreç. Neredeyse bütün Irak Kürdistanı’nın işgal edileceği izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, ABD’ye bile gözdağı mesajlarının verildiği, savaş ulumalarının yeri göğü sardığı günlerden, yatıştırma çabalarının ve Kürt sorununda açılım yapılabileceği tartışmalarının ortalığı kapladığı günlere geliverdik. Bunun, sürecin kendiliğinden gelişimi sonucu gelinen bir nokta olmadığını anlamak için derin strateji uzmanı olmak gerekmiyor. Şu günlerde sözü çok edilen “plan” (ya da “paket”) henüz açıklanmamış olsa da, gelinen noktanın, düzen cephesinde Kürt sorununa yönelik yeni bir süreç başlatma yönünde bazı hazırlıklara işaret ettiği açık. Bu hazırlıkların, şimdiye kadarkinden farklı, yeni bir durum ortaya çıkarıp çıkarmayacağını elbette önümüzdeki günler gösterecek. Ancak son iki aydır yaşananların kesin olarak gösterdiği bir şey varsa, o da Kürt sorununda yıllardır hâkim olan geleneksel inkâr ve imha politikasının iflasının bir kez daha ortaya çıkmış olmasıdır. Yaşananlar, Kürt sorunundaki sıkışmışlığı aşmak, ya da hiç olmazsa yeni bir manevra alanı açmak için başlatılan bir seferberlik niteliğini taşıyor. Yıllardır
Kürt Sorununda Büyüyen Açmaz Levent Toprak
1
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33
Son iki aydır yaşananların kesin olarak gösterdiği bir şey varsa, o da Kürt sorununda yıllardır hâkim olan geleneksel inkâr ve imha politikasının iflasının bir kez daha ortaya çıkmış olmasıdır. Yıllardır tüm psikolojik harp teknikleri kullanılarak, sorun yok gösterilmeye, olduğundan az ya da hallolmuş gibi sunulmaya çalışılsa da, Kürt sorununun bir kor gibi yanmaya devam ettiği açıktır. tüm psikolojik harp teknikleri kullanılarak, adeta Orwell’in Büyük Birader’ine rahmet okutacak şekilde, sorun yok gösterilmeye, olduğundan az ya da hallolmuş gibi sunulmaya çalışılsa da, Kürt sorununun bir kor gibi yanmaya devam ettiği açıktır.
Kürt sorununun değişen boyutu ve kendini dayatan ikilem Kürt sorunu Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgaliyle birlikte (2003) geçmiştekinden bambaşka bir düzleme geçmiştir. Bu durumun sermaye devletinin bu konudaki geleneksel siyasetinin menteşelerini zorlamakta olduğunu zaten uzun zamandır vurgulamaktayız. Son yaşanan gelişmeler sorunun salt TC sınırları içindeki bir sorun olmadığını bir kez daha tescillemiştir. Sınırın ötesinde Kürt ulusal kimliğine dayanan bir devlet oluşumu yükselmektedir. Bu durumun Kürt halkındaki ulusal bilinç oluşumuna büyük bir itilim verdiği açıktır. Bunun Türk egemenler açısından savaşın ideolojik-psikolojik cephesinde dramatik bir mevzi kaybı anlamına geldiği malûmdur. Tam da bu nedenle, Genelkurmay bile Kara Kuvvetleri Komutanının ağzından bunu ilk kez itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin, bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir. Bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.” (25 Eylül 2007) Türk burjuvazisi, ya da onun belirli bir kesimi açısından Güney’deki Kürt devletleşmesi süreci ve bunun ABD’nin hamiliğinde yürütülüyor olması PKK’den daha büyük bir tehlike olarak algılanmaya çoktandır başlanmıştı. Burada onun uykularını kaçıran en büyük güçlük, Kürt dev-
2
letleşmesi sürecini destekleyen ABD gibi bir gücün olmasıdır kuşkusuz. Bu nedenle ilk Körfez Savaşı döneminde ABD karşısında iki yönlü bir siyaset izlenmişti. Bir yandan, sürecin tümüyle kendi dışında işlememesi için, istemeye istemeye, ABD’nin yanında Güney’deki devletleşmeye yardımcı olmakla sonuçlanan bir yol tutulmuştu. Diğer yandan da ABD’ye, “eski dostluğa” daha kadirşinas davranması ve bu işi daha fazla ileri götürmemesi telkin edilmeye çalışılmıştı. Ne var ki, ABD emperyalizminin yeni dönemdeki çıkarları ve siyaseti ile Türk devletinin çıkarları ve siyaseti arasındaki uyuşmazlık giderilemedi ve giderek belirginleşti. Elbette bu uyuşmazlık mevcut aşamada mutlak ve bütünsel bir uyuşmazlık değildir. Ama “dostlar arasında olur böyle şeyler” denilebilecek türden önemsiz bir uyuşmazlık da değildir. Yeni bir emperyalist savaş konjonktüründe ihtiyaçları ve kaprisleri artmış ABD’nin Ortadoğu ve Avrasya’ya dönük politikalarının mutlak bir taşeronu ve kurşun askeri olunmadıkça da bunun değişmesi mümkün görünmemektedir. Irak konusunda ABD’nin istediği ölçüde ona hizmetlerini sunamayan, burada tökezleyen Türk devleti, İran ve Suriye konularında isteksiz davranmakta, “bağımsız politika” güttüğü iddiasıyla arabulucu rolüne soyunmaktadır. Özellikle İran’la anlaşmalar yaparak ABD ambargosunu delen ve yanı sıra zaman zaman İsrail’i de kızdıracak adımlar atan TC, böylece pazarlık kartlarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu noktada onun en temel sorunlarından biri, ABD’nin Ortadoğu ve Avrasya’ya dönük planlarında, yeni ve sadık bir müttefik olarak Güney’deki Kürt yönetimini seçmiş olmasıdır. ABD için ideal bileşimin İsrail’in, Türkiye’nin ve Güney’deki Kürt yönetiminin mutlak bir uyum içinde Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket etmesi olduğu açık. Ancak, hem Kürt sorunu dolayısıyla hem de özellikle İran sorununun çok büyük
Aralık 2007 • sayı: 33
riskler taşıması dolayısıyla bu konuda tereddütler geçiren Türk burjuva kesimler, ABD’nin Kürt egemenleri pohpohlamasını sineye çekmek ve kaçınılmaz olarak bazı bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. Güney’de ABD’nin hamiliğinde yaşanan devletleşme sürecinin kritik bir aşamasının Kerkük’ün ele geçirilmesi olduğu ise uzun boylu izaha gerek olmayan bir olgu. Petrol yatakları açısından zengin ve herkesin ağzını sulandıran Kerkük’ün, oluşum halindeki Kürt devletine güçlü bir iktisadi temel kazandıracağı iyi biliniyor. Bu nedenle Türk burjuva devleti uzunca bir süredir Kerkük referandumunu engellemek için her türlü açık ve örtülü faaliyette bulunmaktaydı ve halen de bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Kerkük’ün federe Kürt devletine dahil edilmesiyle sonuçlanacağı kesin gibi görünen referandum için ilk öngörülen tarih Ekim 2007 sonu iken, daha sonra bu Aralık 2007 olmuştu. Ancak Güney’deki Kürt egemenleri bu referandumdan caydırmak ya da en azından bunu erteletmek için başta Türkiye olmak üzere, İran, Arap devletleri ve Irak içindeki Kürt karşıtı güçlerin yoğun çabaları sonucu, referandum şimdilik Mayıs 2008’e ertelenmiş gözüküyor. Ancak bu ertelemenin Türk devletinin gönlünü rahatlatması elbette mümkün değildir. Onun gönlüne bu bağlamda su serpebilecek şey, referandumun tümüyle gündemden kaldırılması ya da sonucu Arap ve Türkmenler lehine değiştirecek değişimlerden sonra yapılmasıdır. Türk burjuva devleti açısından kaygı verici bir diğer kritik gelişme ise ABD’nin İran’a dönük olarak Kürt örgütleriyle işbirliğine gitmek istemesidir. Örneğin geçtiğimiz aylarda PJAK’ın bazı temsilcilerinin Washington’da ağırlandıklarına dair haberlerin geniş yankı uyandırması şüphesiz alarm zillerinin daha fazla çaldığının bir işareti. Sonuç olarak, Türk devletinin Kürt sorununda şimdiye kadar izlediği siyasetin, kendi hedefleri açısından pek başarılı olmadığının ve bir iflas noktasına doğru hızla ilerlendiğinin belirginleşmeye başladığı bir durum ortaya çıkmıştır. Emekli komutanların Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalar da bir yönüyle iflasın itirafı anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, gelinen noktada sermaye devleti açısından ikilem kendisini tüm ağırlığıyla dayatmaktadır. Tavizsiz giderek, adeta “ya hep ya hiç”in peşini kovalamak mı, yoksa bazı tavizler vererek daha büyük kayıpları önlemeyi denemek mi?
Ne Oluyor? İşte son iki ayın gelişmelerini bu acilleşen ikilem çerçevesinde ele almak gerekiyor. Sermaye devleti, politikasındaki tüm saldırganlığa rağmen sanki birtakım tavizler vermek üzere hazırlık yapıyor gibi görünmektedir. Bizce son gelişmeleri, bir yandan Amerikan emperyalizmiyle pazarlıkta mümkün en az tavizi vermek ve elini güçlendirmek, bir yandan da Kürt ulusal hareketinin beklentilerini daha da düşürmek üzere saldırı ve şantaj taktiğine başvurmak
marksist tutum
olarak görmek en doğrusu olacaktır. Bu çerçevede, sıkışmışlık durumunu en azından ertelemek üzere zaman ve manevra alanı kazanmak istenilmektedir. Gelinen noktada, havası yaratılan türde kapsamlı bir sınır ötesi harekâtın yapılamayacağı gözlerden saklanamayacak biçimde ortaya çıkmıştır. Önce savaş naralarının atıldığı bir şovenist nefret ve galeyan dalgası yaratılıp halkın kışkırtılması ve savaş düzenine sokulmasının, sonra ise, sadece hükümet değil, ordu ve CHP de dahil olmak üzere düzen içi kapışmanın ana aktörlerinin de yer aldığı genel bir yatıştırma çabasının kaynağında bunlar yatmaktadır. Hatta ilk galeyan evresinin gazıyla giden medyanın, kantarın topuzunu kaçırması üzerine ordudan bile balans ayarı yemesi bu açıdan anlamlıdır. Yatıştırma çabaları sadece hükümet cephesinden geliyor olsaydı bu sonucu çıkarmak pek kolay olmazdı. Ancak, CHP’nin, özellikle Erdoğan’ın Amerika ziyaretinden sonra hükümeti sıkıştırmaktan kaçınan, hatta bir ölçüde teşvik ediyor görünen bir hat izlemeye başlaması, üstüne üstlük Güney’e yönelik olarak bir paket açıklaması, ordu cephesinden gelen geçmişe dönük itiraflar ve itidal çağrıları, şovenizmi körükleyen medyanın bile frenine basılması, düzen cephesinin bu işte az çok bütünlüklü hareket ettiğine işaret ediyor. Bir yatıştırma evresinden söz ediyor olsak da, sürecin bütününün Kürt halkına dönük bir saldırı karakteri taşıdığı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Sopa taktiği varlığını sürdürmekte, hatta güçlendirilmektedir. Sadece bunun yanına şimdilerde yeni bir havuç eklenmek istendiği anlaşılmaktadır, hem de boyutu elden geldiğince küçük tutulmaya çalışılan bir havuç. “Paket” henüz bir spekülasyon konusu iken, Kürt ulusal hareketine yönelik baskıların hemen her düzeyde arttırıldığı somut bir gerçektir. Ancak bir yatıştırma evresinden söz ediyor olsak da, sürecin bütününün Kürt halkına dönük bir saldırı karakteri taşıdığı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Sopa taktiği varlığını sürdürmekte, hatta güçlendirilmektedir. Sadece bunun yanına şimdilerde yeni bir havuç eklenmek istendiği anlaşılmaktadır, hem de boyutu elden geldiğince küçük tutulmaya çalışılan bir havuç. “Paket” henüz bir spekülasyon konusu iken, Kürt ulusal hareketine yönelik baskıların hemen her düzeyde (askeri, siyasi, diplomatik, hukuki) arttırıldığı somut bir gerçektir. Sınır içi operasyonlar sürdüğü gibi, sınır dışı bir harekât olasılığı da ortadan kalmış değil. Bölgeye büyük bir yığınak yapıldığı biliniyor. DTP’ye açılan kapatma davası, tedbir olarak 150 bin parti üyesine varıncaya kadar siyaset yasağı talebi, mil-
3
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33
başta devrimci basın olmak üzere genel olarak muhalif basın üzerindeki baskı şiddetlendirilmektedir. Bunlar hiç de genel anlamda bir ferahlama dönemine girildiğinin işaretleri olmasa gerek.
Çözümsüzlük “paketleri”
letvekillerini parlamentodan hapse yollamak için başlatılan salyalı girişimler ortada. Bunların, devlet aygıtının sürece ayak uydurmak istemeyen unsurlarının işgüzarlıkları olduğu söylenebilir mi? Doğrusu, bunun beklentileri düşürmek için sopanın hep devrede olduğunu gösteren planlı bir adım olduğunu düşünmek daha yerinde olur. Önemli olan, her halükârda kapatma davasının bir koz olarak kullanılacağı ve sürecin gidişine göre yönlendirileceğidir. Bunun yanı sıra Kürt halkı genel olarak aşağılanmakta, hakarete maruz kalmakta, örgütleri üzerindeki baskı arttırılmakta, beklentileri düşürülmeye çalışılmakta, daha fazlasına layık olmadığı telkin edilmektedir. Öte yandan bir başka cepheden baktığımızda, toplumsal-siyasal süreçlerin bir makinenin düğmelerini açıp kaparcasına, geride iz bırakmadan başlatılıp durdurulamayacağını da görmek gerek. Şovenist kışkırtmalar hiçbir şey olmamışçasına geçip gitmiyor. Zaten bu psikolojik harbi yönetenler sürecin yatıştırma evresiyle tümüyle başlangıç noktasına dönülmesini de hedeflemiyorlar. Esas olarak taktik dönüşlerde ciddi bir sorun çıkmamasına yetecek ölçüde bir atmosfer değişimi hedefleniyor. Yoksa ekilen şoven tohumlar, güçlü bir devrimci işçi hareketi olmadığı için, ne yazık ki kolayca kaybolmuyor, bir sonraki galeyan dalgası için daha da verimli bir harcın şekillenmesine yol açıyor. Böylece en ufak bir provokasyonda kitlesel bir cinnet dalgasına daha meyilli bir zemin yaratılmış oluyor. Diğer taraftan her zaman olduğu gibi, saldırılardan Kürt halkının yanı sıra, başta devrimci muhalefet olmak üzere diğer muhalif kesimler, işçi sınıfı ve demokratik kazanımlar da nasibini alıyor. Polis, güçlendirilmiş yetkileriyle birlikte, gittikçe daha belirgin su yüzüne çıkan biçimde, sokakta her gün keyfi olarak taciz etmekte, dövmekte, yaralamakta ve katletmekte, cezaevlerinde politik tutsaklara yönelik baskılar artmakta, en son Kızıl Bayrak gazetesi örneğinde görüldüğü gibi,
4
Bir “plandan” söz edildiğini belirttik. Nedir bu plan? Kürt halkı ve ulusal hareket açısından tatmin edici bir çözüm söz konusu olabilir mi? Henüz açıklanmış bir plan olmamakla birlikte, bazı gazeteciler bu planın ana hatları olabilecek kimi hususları dile getirdiler. Herhalde bunun en iyi özetleyen Hasan Cemal oldu: “(1) Amerika, önce uyguladığı baskıyla PKK’ya ciddi bir ateşkes ilan ettirecek. (2) Yine Amerika, PKK’yı Türkiye’den çekerek, daha çok -PJAK aracılığıyla- İran’a yönlendirecek. (3) PKK’nın önkoşulsuz ve ucu açık ateşkesiyle işlemeye başlayacak süreçte, hükümet tarafından Güneydoğu için yeni paket açılması gündeme gelecek. (4) Kuzey Irak’la en üst düzeyde diyalog kapıları açılacak. (5) PKK’yı dağdan indirmek için yasal düzenlemelere sıra gelebilecek. (6) Ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri önlemlerin bir bütünlük içinde uygulanmasıyla birlikte PKK iyice tecrit edilecek ve silah bırakması için dört bir yandan sıkıştırılacak.” (Milliyet, 15 Kasım 2007) Bunlar niyetleri, ya da en azından bir bölümünü yansıtıyor olsa gerek. Bunların hayata geçmesi mümkün mü? Evvelâ, bu tür planlar için yüreği pır pır eden ve “ah keşke olsa” diyen Hasan Cemal’in bile, “Bilemiyorum. Geçmişte de çok senaryo yazıldı ama hepsi kâğıt üzerinde kaldı” diyerek pek ümitli olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığını belirtelim. Ama Hasan Cemal bir yana, bu tür bir “paketin” Kürt hareketi muhatap alınmadığı sürece bir açılım olamayacağı açıktır. Oysa söz konusu “planın” temel ayağı olarak Kürt hareketinin tasfiyesinin öngörüldüğü söylenmektedir. Sorulması gereken soru öncelikle bunun gerçekten mümkün olup olmadığı ve bir an için mümkün olduğu varsayılsa bile bunun bir çözüm olup olmadığıdır. Ezilen ulusun özlem ve duyarlılıkları giderilmedikçe, hele hele belirli bir ulusal bilinç uyanışı yaşanmışsa, bunlara tercüman olacak ulusal hareketler eninde sonunda ortaya çıkarlar. Tarihin yasası budur. Peki, Kürt ulusal hareketinin bir şekilde kabullendiği bir planın varlığından söz edilebilir mi? Eğer öyle olsaydı Kürt ulusal hareketinin kaynaklarından bir şekilde bunu dışa vuran mesajların gelmesi beklenirdi. En azından henüz böyle bir şeyin olmadığı açıktır. Var olduğu söylenen “plan” bağlamında şu ana kadar ortaya çıkan tüm göster-
Aralık 2007 • sayı: 33
geler, hem PKK’yi hem de DTP’yi bir biçimde dışlamak ve hatta etkisiz kılmak suretiyle bir “çözüm” arayışının söz konusu olduğuna işaret ediyor. Böylece bütün bu seferberlik sürecinin temel mantığının, havuç ve sopanın eşgüdümlü yoğun bir kullanımı yoluyla yeni bir “uslu Kürt/asi Kürt” saflaşması yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu dayak ve ödül sistemiyle “asiler” marjinalize edilecek ve usluların safları genişletilecek! Bu noktada AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde bölgede ciddi bir başarı elde etmesinin, ardından yeni cumhurbaşkanının göreve gelir gelmez bölgeye yaptığı gezisinin sonuçlarının da, bu politikayı devreye sokmada cesaret verici bir etmen olarak hizmet ettiği muhakkaktır. Gelecek yıl yapılacak yerel seçimlerde bunun daha ileriye taşınması yolunda AKP cephesinde büyük bir çaba olduğu biliniyor. Meseleye bir başka yönde yaklaşmak da gerekli. Ulusal hareketler doğaları gereği ruşeym halindeki burjuva devletler gibi hareket etmeye eğilimlidirler ve her türlü diplomasi, manevra, anlaşma ve pazarlık bu hareketler için mümkün ve doğaldır. Bu tür hareketler, sonu gelmez devletler arası çelişki, çekişme ve çıkar çatışmalarından elbette yararlanırlar ve buradan bir anlamda beslenirler. Ortadoğu gibi dünyanın en girift ilişkilere konu bir bölgesinde, çatışan sayısız gücün tümüyle anlaşarak bir ulusal hareketi yok etmeye çalışacağını düşünmek de pek inandırıcı değildir. Bütün bu hususları topladığımızda, ortada, sorunun bir çözüm yoluna girmesi anlamına gelecek bir açılımın da, düzen temsilcilerinin sunduğu türden sonuçları (ulusal hareketin tasfiyesi gibi) doğuracak bir “çözümün” de olmadığı görülüyor. Ama bu, hiçbir “yenilik” olamayacağı anlamına da gelmiyor. Büyük ihtimalle bazı hak kırıntılarının verildiği, ama kimsenin tatmin olmadığı, iki ileri bir geri, bildik gelgitlerin yaşandığı bir sürece tanık olacağız. Son olarak önemli bir noktaya daha işaret etmek gerekli. Her ulusal sorun, ulusal sorun sıfatıyla ortak bir öz taşımakla beraber, içinde bulunduğu coğrafi, demografik, siyasal, tarihsel koşullardan kaynaklanan somut farklılıklar da taşır. Bir ulusal sorun olarak Kürt ulusal sorunu, dün-
marksist tutum
yanın en çalkantılı, en karışık bölgelerinden biri olan Ortadoğu’da, dört bölge devletine yayılmış 20-25 milyonluk bir halkı kapsamaktadır. Dolayısıyla tüm Kürt halkını kucaklayacak bir ulus devletin kurulması, en az dört devleti doğrudan ilgilendiren, ama genel olarak tüm Ortadoğu’da sınır ve dengelerin değişmesi anlamına gelen çok büyük çaplı bir değişimdir. Bu bakımdan Kürt sorunu bir İrlanda, Bask ya da hatta Filistin sorunundan daha büyük, daha karmaşık ve çetin bir sorundur. Bu durum, söz konusu bölgelerde dahi büyük zorluklarla işleyen ve kimisinde hâlâ sonuca da ulaşamamış benzer “çözüm” süreçlerinden çok daha zor olan bir duruma işaret etmektedir. Bu somut koşullar ve zorluklara işaret ediyor oluşumuz, ulusal sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceğini söylemek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ama diğer taraftan somut bir sorunu inceleyerek bunun somut güçlüklerini görmezden gelmek de söz konusu olamaz. Marksistler başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkesinden hareketle, ulusal sorunun çözümünün ayrılma hakkını da içerecek şekilde kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasından geçtiği bilincini işçi sınıfına kazandırmaya çalışırlar. Bunun ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında samimi güven duygularına dayanan gerçek bir sınıf dayanışmasının oluşmasının temel bir şartı olduğunu savunurlar. Bu hak bir kez elde edildikten sonra ezilen ulusun bu hakkı nasıl kullanacağı onun bileceği bir iştir. Bu noktada ezilen ulusun taleplerini az ya da fazla bulmak ezen ulus Marksistlerinin işi olamaz. Ulusal sorun işçi sınıfı açısından son tahlilde sınıfsal sorunu bulandırıcı bir işlev gören negatif bir sorundur ve bu nedenle devrimci işçi sınıfı bu sorunun çözümünü içtenlikle ister. Ezilen Kürt halkının tek gerçek müttefiki ve dostu devrimci işçi sınıfıdır. Onu “namerde muhtaç etmemek” için, dört ülkenin işçilerinin de boynuna borç olan görev, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını elde edebilmesi için kendi burjuva devletlerine karşı devrimci mücadeleyi yükseltmektir.
Marksistler başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkesinden hareketle, ulusal sorunun çözümünün ayrılma hakkını da içerecek şekilde kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasından geçtiği bilincini işçi sınıfına kazandırmaya çalışırlar. Bunun ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında samimi güven duygularına dayanan gerçek bir sınıf dayanışmasının oluşmasının temel bir şartı olduğunu savunurlar.
5
Apoletli Medya İftiharla Sunar
Bir Psikolojik Savaş Klasiği Kerem Dağlı
Ekim ayının başından beri Türk medyası, tam anlamıyla savaş düzeni almış durumda. MGK’nın talimatları doğrultusunda seferber olan burjuva medya, gazetesiyle, radyosuyla ve televizyonuyla, geçen iki ay boyunca toplumun bilincini teslim almaya dönük topyekûn bir taarruz düzenledi. Yalan ve uydurma haberlerle, eksik bilgilerle, olayların tek taraflı ve yanlı verilmesiyle ve daha pek çok yöntemle toplum manipüle edildi, oluşturuldu ve MGK’nın istediği kıvama getirilmek istendi. Böylece, işçiemekçi kitlelerin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda girişilecek bir emperyalist savaşa ikna edilmeleri sağlanmaya çalışılmıştı.
6
E
kim ayının başından beri Türk medyası, tam anlamıyla savaş düzeni almış durumda. Şimdilerde, yine Genelkurmay’ın talimatıyla “kırmızı alarm” durumundan “sarı alarm” durumuna geçilmişse de, gazeteciler, muhabirler, haber spikerleri hâlâ teyakkuz halindeler. Bu durum, burjuvazinin topluma karşı yürüttüğü psikolojik savaş harekâtının bir parçasıdır. Amaç, yoğun bir şovenizm ve savaş kışkırtıcılığı propagandası ile toplumu yakın bir savaş psikolojisinde tutmaktı. Yazılı ve görsel medyada estirilen ırkçı ve şovenist rüzgâr sayesinde halk, özellikle asker cenazeleri üzerinden Kürt halkına karşı kışkırtıldı. Böylece işçi-emekçi kitlelerin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda girişilecek bir emperyalist savaşa ikna edilmeleri sağlanmaya çalışılmıştı. MGK’nın talimatları doğrultusunda seferber olan burjuva medya, gazetesiyle, radyosuyla ve televizyonuyla, geçen iki ay boyunca toplumun bilincini teslim almaya dönük topyekûn bir taarruz düzenledi. Savaş kışkırtıcısı köşe yazarları ve televizyon kanallarının demirbaşları olan “kaşarlanmış” haber sunucuları üzerinden burjuvazi, istediği her türlü yalan dolan kampanyasını, üstelik de en bayağı biçimde uygulayabildi. Halkın örgütsüzlüğünden ve bilinçsizliğinden faydalanarak en kokuşmuş “dolmaları” bile yutturabildi, kelimenin tam anlamıyla bir “beyin yıkama” operasyonunu rahatlıkla gerçekleştirdi. Yalan ve uydurma haberlerle, eksik bilgilerle, olayların tek taraflı ve yanlı verilmesiyle ve daha pek çok yöntemle toplum manipüle edildi, oluşturuldu ve MGK’nın istediği kıvama getirilmek istendi.
Perde açılıyor… Üzerinde durduğumuz son süreç 29 Eylülde Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde gerçekleşen ve bir minibüsün taranması sonucu 7’si korucu 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayla başlamıştı. Olayın aslını astarını araştırmadan istisnasız bütün burjuva medya olayı sürmanşetten ver-
Aralık 2007 • sayı: 33
miş ve PKK’nin ne kadar acımasız, sivilleri hedef alan kanlı bir “terör örgütü” olduğu yolundaki haberler ardı ardına dizilmeye başlanmıştı. Bu gelişmelerin ardından Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Harp Akademilerinin açılış töreninde yaptığı konuşması geldi. Burjuvazinin statükocu kanadının sözcüsü olan Büyükanıt, bu konuşmayla, adeta girişilecek psikolojik savaş operasyonunun ana hatlarını çiziyordu; “PKK’ya karşı mücadelede kararlılığımız devam edecektir. DTP’liler, terör örgütünün Türkiye’deki siyasi uzantılarıdır. Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek federatif bir devlet Türkiye için büyük risk oluşturacaktır. Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bağımsız bir devlet, hem siyasi hem de güvenlik boyutuyla Türkiye Cumhuriyeti için birinci dereceden risktir.” Büyükanıt’ın burada, sadece, kendisinin temsil ettiği burjuva kanadın kırmızı çizgilerini bir kez daha çizmekle kalmadığı ve bu konuşmanın bir “düğmeye basma” olduğu ise daha sonraki gelişmelerden anlaşılacaktı. Genelkurmaya “akredite” olan 12 basın kuruluşunun temsilcileri, önceden aldıkları belli olan talimatlar doğrultusunda hep bir ağızdan, TSK’nın basın sözcüsü gibi, bu çizginin propagandasını yapmaya başladılar. Bu çıkış, bir gün sonra (1 Ekim 2007), Bahçeli’nin mecliste yaptığı tezkere önerisiyle desteklendi. CHP de Bahçeli’nin bu önerisini canı gönülden destekliyordu. Statükocu güçler ve emrindeki medya “sınırötesi bir operasyon”un gerekliliği konusunda, AKP’nin tereddütlerini kırarak üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlardı. Şırnak’taki saldırıdan birkaç gün sonra, 6 Ekimde yine Şırnak’ta, Gabar dağlarında 13 askerin ölümüyle sonuçlanan çatışma gerçekleşti. Savaş çığırtkanlığına zaten başlamış olan koro, sesini iyice yükseltti ve kamuoyunda öyle bir hava yaratıldı ki, haftalardır tezkere önerisine ayak sürüyen AKP’nin süngüsü düştü ve 8 Ekimde hükümet tezkereyi meclise göndermeyi kararlaş-
marksist tutum
tırdı. Böylece oyunun ilk perdesi tamamlanmış, AKP’nin direnci kırılmış ve işler “yoluna girmeye” başlamıştı. Medya, ölümlerden sorumlu tuttuğu PKK’yi “şerefsizler, hainler” diye suçlarken, olayın aslının pek de öyle “kahraman Türk medyası”nın yansıttığı gibi olmadığı, sonradan anlaşılacaktı. Birincisi PKK, ilk gerçekleşen saldırıyı üstlenmemişti ve bu katliamı kontr-gerilla birliklerinin, JİTEM’in gerçekleştirdiğini söylüyordu. Nitekim mecliste kurulan araştırma komisyonunda yer alan Akın Birdal da, bunu doğrular bir şekilde, köylülerin kendisine verdiği yazılı bilgi notlarında (çünkü köylüler gerçekleri direkt olarak jandarmaya söylemeye cesaret edemiyorlardı) olayın yansıtılanlardan farklı gerçekleştiğinin anlatıldığını açıkladı. Buna göre, olayı gerçekleştiren, zaten belirli bir süreden beri bölgede dolaşan ve PKK gerillalarının kıyafetlerini giyip, onların silahlarını kullanan JİTEM’e bağlı kontr-gerilla birliğiydi. Tabii ki emir eri burjuva medya olayın bu yönünden asla bahsetmedi. Onun yerine, 30 yıldır sürmekte olan bir savaşı sanki yeni başlamış gibi gösterdi. Bu arada, Büyükanıt’ın konuşmasındaki hedef göstermenin ardından DTP’ye yönelik ciddi bir karalama kampanyası başlatılmış, devletin savcıları, polisi de boş durmayarak ardı ardına DTP’li belediye başkanlarını, parti yöneticilerini tutuklamaya, gözaltına almaya, soruşturma açmaya başlamıştı. Irkçı-şoven propagandanın etkisiyle ve faşist çeteler aracılığıyla Kürtlere yönelik saldırılar düzenlenmeye, DTP binalarına saldırılmaya başlandı ve medya da bunları “halk tepkisini sokağa taşırıyor” diyerek meşrulaştırmaya çalıştı. Tezkerenin 19’a karşı 507 oyla mecliste kabul edildiği 15 Ekime kadar geçen sürede, burjuvazi tüm kurum ve temsilcileriyle adeta coştu. Çünkü içerde yaratılacak “kurtuluş savaşı” havasıyla ve dış dünyaya verilecek “Türkler kafasına koydu mu dediğini yapar” imajıyla, ABD’ye kafa tutma havasına girildi. Gazetelerin köşe kadıları, burjuvazinin kalemşorları, sanki geçmişte 1 Mart tezkeresinin çıkması için salya sümük yalvaran Amerikan yalakaları kendileri değilmiş gibi, en büyük anti-Amerikancı kesilmişlerdi. Medya, Erdoğan’ın “Kasımpaşa tarzı” açıklamalarıyla dolup taşıyordu, “inceldiği yerden kopsun”, “kimse bize akıl vermesin, Amerika Irak’a girerken bize sordu mu?” vs.
“Tezkere çıkardık dünya tutuştu” Ancak henüz ABD’den olumlu bir sinyal alınamamıştı. Aksine tezkerenin geçmesinin ardından Bush, bizzat kendisi bir konuşma yaparak, “Türkiye’ye açıkça söylüyoruz ki, Irak’a daha fazla asker göndermeleri, çıkarları açısından iyi olmayacaktır. Bölgede zaten bir kısım asker bulunduruyorlar. Sorunun çözülebilmesi için, Türklerin de bu ülkeye yığınla asker göndermesinden daha iyi yollar var” demiş ve burjuvazinin “sınırötesi” hevesini kursağına tıkmıştı. Yine de medya “sınırötesi” sevdasından vazgeçmedi. İstediği
7
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33
alınmayınca ağlamaya başlayan küçük çocuklar gibi, burbaşladı” diye veriliyordu. Sınırdaki birlikleri izlemekle göjuva medya da, “sınırötesi operasyon”un gerekliliği ve fayrevlendirilmiş muhabirler, sürekli olarak şişirme ve yalan daları üzerine zırvalıyor, ama bu “sınırötesi” ile neyin kashaberler üretiyorlardı. Yıllar önce terkedilmiş harabe binatedildiğini kimse anlatmıyor ve sormuyordu. Oysa Bush’lar “PKK’nın barındığı karakollar” olurken, F-16’lar sınıun da pek açık bir şekilde belirttiği gibi sınırötesinde zarötesine geçip bu “barınak”ları bombalıyor, rutin uçuşunu ten Türk askerleri mevcuttu (ki sonradan Talabani de bir yapan meteoroloji uçakları ABD’nin casus uçakları diye açıklamasında Kürt federe bölgesinde Türkiye’nin 4 adet fotoğraflanıyordu. Birliklerin dağı taşı bombalarken yahut üssü olduğunu ve buralarda 1200-2000 civarında askeri kışlada eğitim yaparken çekilmiş görüntüleri, hatta yıllar bulunduğunu söylemiştir) ve daha önce 20’den fazla opeöncesindeki operasyonlardan kalma görüntüler “PKK’lı rasyon düzenlenmişti. Kastedilen PKK kamplarına yöneteröristler işte böyle vuruldu” diye televizyon ekranlarında lik “sınırlı” bir harekât ise, bunun için icazete gerek olmaizlettiriliyordu. Gazı alan başbakan bile, “biz sınırötesi dığını ABD zaten söylüyordu. Yok, eğer Irak Kürdistaoperasyona başlıyoruz” diye Rice’ı aradığını, onun da nı’nın işgali isteniyorsa, o zaman “kusura bakmayın” di“kendisinden birkaç gün süre istediğini” açıklamaktan çeyordu Bush, “herkes haddini bilsin”. kinmedi. Hatta bazı gazeteciler, “sınırötesi harekâtın” zaBu durum, kuşkusuz, burjuvazinin bilmediği yahut ten başlamış olduğunu, sınırın artık bir önemi olmadığıöngörmediği bir şey değildi, fakat yine de burjuvazi, Günı, Türkiye’nin kendi güneyi ile Irak’ın kuzeyinde büyük ney’e yönelik baskının dozunu arttırarak ve ABD’yi “ya bir savaşın içinde olduğunu söylüyorlardı. Böylelikle Kürt Kürtler ya biz” şeklinde bir tercihle karşı karşıya getirerek, yönetiminin ve ABD’nin üzerindeki basınç arttırılmaya en azından pastadan daha fazla pay almayı umuyor ve çalışılıyordu. Medyasından hükümetine, emekli generalinGüney’deki Kürt yönetiminin güçlenmesini ya da bağımden MGK’sına kadar herkes, tezkerenin “dolapta dursun sızlığa doğru gitmesini engellemeye çalışıyordu. Genelkurdiye” çıkartılmadığını, zamanı gelince kullanılacağını, may’ın “fahri sözcüsü” Ertuğrul Özkök, 16 Ekim tarihli “sınırötesi”nin eli kulağında olduğunu söylüyordu. yazısında, Barzani’yi ve Kürt yönetimini uyararak, ABD’Tabloyu tamamlamak ve Barzani-Talabani ikilisi neznin birgün oradan çekileceğini, o zaman baş başa kalacakdinde Kürt yönetiminin “iyi bir köteği hak ettiğine” halkı larını ve ABD ile işbirliği yapmanın kendilerine bir şey inandırmak için de, Barzani ve Talabani hakkında uydurkazandırmayacağını söylüyordu. Barzani’yi açıkça tehdit ma haberler yapılmaya başlandı. Hesapta Kürt yönetimi eden yazısını, “çok iyi biliyorum ki, biz Türklerin bugün büyük telaşa kapılmıştı ve Türkiye’ye tehditler savuruyormillet olarak çektiği üzüntü, duyduğu infial, onların çekeceği du. Türkiye, “sınırötesi operasyon” yapmamaya karşılık acıların, yaşayacakları trajedilerin yanında mütevazi kalaTalabani’den PKK’li yöneticileri istemiş, o da “Türkiye’ye caktır” diyerek bitiriyordu. Bu tehditkâr ve saldırgan tubir kedi bile teslim etmeyiz” diyecek kadar ileri gitmişti! tum karşısında Kürt yönetiminin yaptığı açıklamalar ise Basında yer alan haberlere göre Barzani ve Talabani, basında dalga geçilerek, küçümsenerek veriliyor, “aşiret rePKK’ye açıkça sahip çıkıyor, Türkiye ile alay ediyordu. isi yine konuştu”, “peşmerge PKK el ele” gibi manşetlerle Hadlerini bildirmek, boynumuzun borcu olmuştu! Oysa toplum nezdinde de aynı düşmanlık yayılmaya çalışılıyorgerçekte, Talabani’den teslim etmesi istenen kişiler arasındu. Tüm çırpınmalara rağmen ABD belirgin ve tatmin edici bir açıklama yapmadıkça, güneydeki Kürt yönetiminin de sesi gür çıkmaya devam ediyordu. Bunun üzerine MGK, artık hükümeti de yedeğine almış olarak, ikinci perdeyi sahnelemeye başladı. “Kahraman Türk medyası”, tezkerenin dünya basınındaki yansımalarını “tezkere çıkardık dünya tutuştu” gibi tamamen uçuk ve kendini dev aynasında gören bir tarzda veriyor, “sınırötesi operasyon”un artık farz olduğunu, ABD gerekeni yapmazsa “aslan Mehmetçik”in işi bitireceğini ileri sürüyordu. Bizzat MGK’nın açıklamaları yoluyla, her an “sınırötesi operasyon” başlayacakmış havası yaratıldı. MGK’nın talimatları doğrultusunda seferber olan Gazeteler sürekli olarak “sınırda gergin saatburjuva medya, geçen iki ay boyunca toplumun ler”, “Mehmetçiğin eli tetikte” türünden bilincini teslim almaya dönük topyekûn bir manşetler atıyor, sınırda mevzilenmiş birlikletaarruz düzenledi. rin en küçük hareketleri bile “aha operasyon
8
Aralık 2007 • sayı: 33
da –ki yaklaşık 150 kişilik bir listeydi bu– PKK’yle hiçbir alakası olmayan insanlar bulunduğu gibi, listede Kürdistan parlamentosunda milletvekili olan Mahmud Othman, Barzani’nin oğlu ve güvenlik servisinin şefi Masrür Barzani, Türkmen liderlerden Abdülkadir Bezirgân gibi isimler de yer alıyordu. İşte bu listeyi görünce Talabani, gayet doğal olarak kızmış ve “hiçbir Kürdü, hatta bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz” demişti. Tam bu esnada, yani 20 Ekimde, Şırnak’taki Dağlıca taburundan çıkarak sınırı geçmeye çalışan birkaç askeri timin, kalabalık bir PKK grubu tarafından kuşatılarak zayiata uğratılması, tüm bu gelişmelerin üzerine tuz biber ekti. Resmi rakamlara göre 12 asker öldürülmüş, 8 askerle de “irtibat kesilmiş”ti. Oysa PKK, ölü sayısının çok daha fazla olduğunu ve “irtibat kurulamayan” 8 askerin de ellerinde esir olduğunu duyurmuştu. Askerlerin isimlerinin Roj TV’de yayınlanmasıyla bu bilgi doğrulanmış oldu. Ancak MGK bunu kabul etmiyor, çatışmaların sürdüğünü, PKK’ye ağır kayıplar verdirildiğini, 30’dan fazla PKK’linin öldürüldüğünü, bu 8 askerle de hâlâ “irtibat kurulamadığı”nı iddia ediyordu. Kavramlarla bu şekilde oynanması, tastamam psikolojik savaş taktiğinin bir gereğiydi. Bu tansiyonu yüksek hava, Bush-Erdoğan görüşmesine kadar sürdü. Görüşmeye bir gün kala, tüm ırkçışoven koro bir anda ses tonunu düşürmüş, Bush-Erdoğan görüşmesinin sonucunu beklemeye başlamıştı.
İkinci perde: yelkenler suya iniyor Erdoğan’la birlikte giden askeri heyetin alınmadığı görüşmeden sonra, her iki taraf da pek fazla açıklama yapmazken, gazete köşelerinde kalemşorlar, söylenen birkaç cümleden yola çıkarak tahliller yapma konusunda şiddetli bir yarışa tutuştular. Burjuvazinin görüşmenin sonuçlarını ve detaylarını kendi içinde değerlendirdiği birkaç günlük süre boyunca medya da, tüm enerjisini rehin durumdaki 8 askerin serbest bırakılması olayına harcadı. Bu olay medyada ciddi ölçüde yankı buldu. Serbest bırakılan erlerin teslim alınmasından sonra ise, bakan Mehmet Ali Şahin’in “kurtulmalarına sevinemedim” açıklaması kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Bu olaydan sonra medyada, orduya daha kuşkulu ve sorgulayıcı tarzda sorular sorulmaya başlandı. “Irak’ın bir ucundan girer, öbür ucundan çıkarız” gibi söylemlerin yerini, artık meselenin sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, sınır ötesi harekâtla bir şey elde edilemeyeceği gibi söylemler aldı. Bu değişim hükümetin söyleminde de belli bir yumuşama yaratmış, Erdoğan “silahları bırakın siyaset yapın” türünden açıklamalar yapmaya girişmişti. Savaş şakşakçısı medyanın ve statükocu-milliyetçi kesimin bu yumuşamaya tepkisi çok büyük oldu. Hükümetten gelen en küçük itidal çağrıları bile “AKP, PKK ile uzlaşıyor” türünden suçlamalara maruz bırakıldı. Kürt düşmanlığı ve Barzani karşıtlığı iyice azdırıldı. Barzani de babası
marksist tutum
gibi hain ilan edildi. Tehditler ardı ardına sıralanmaya başlandı; “sizi Amerikanız bile kurtaramayacak”, “artık söz, Türk F-16’larına doğru gitmektedir”, “bölücü örgütün başı artık İmralı değil Barzani denilen çete reisidir”, “onlarla tek ilişkimiz, kalleşliklerinin hesabını sormaktan ibaret olacaktır”, “o adamlar bizim için düpedüz katil sürüsünün yatakçısıdır”. Özkök’ün Barzani’yi hedef gösteren yazısına “teşhis budur” diyerek destek çıkan Büyükanıt, “onlara hayal bile edemeyecekleri acılar yaşatmaya kararlıyız” diye beyanlarda bulunuyor, ABD’nin arkasına sığınmalarının fayda vermeyeceğini iddia ediyordu. AKP hükümeti ise iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan hamasi nutuklarla kamuoyunun gözünde puan kaybetmemeye çalışıyor, diğer yandan da sınırın öte yanında ABD’nin olduğunu pekiyi bildiğinden, dışarıya karşı diplomatik bir dil kullanmaya özen gösteriyordu. Bu 8 asker, “cenazeleri gelse daha iyiydi” sözleriyle karşılandıktan sonra, derhal sorgulamaya alındılar ve kısa süre sonra da askeri mahkemede yargılanıp, “emre itaatsizlik ve izinsiz olarak sınırı geçmek” gibi trajikomik gerekçelerle tutuklanıp cezaevine kondular. Askerlerin aileleri şok içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, medya da devletle elbirliği içinde, askerleri teslim alanlardan DTP milletvekili Fatma Kurtulan’a karşı ağır bir karalama kampanyasına girişti. Önce Kurtulan’ın eşinin PKK’li olduğu ve halen dağda bulunduğu haberleri, “terörist vekil”, “eşi dağda, kendi mecliste”, “Fatma’yla evlendi dağa kaçtı” gibi düzeysiz başlıklarla yayınlandı. Ardından da Akşam gazetesinin üstün gazetecilik yeteneğine sahip (!) muhabirleri sayesinde üretilen tamamen uydurma bir haberle, bizzat kendisi “terörist” ilan edildi. Akşam gazetesi, bu konuda uzmanlaşmış Amerikan medyasını bile gölgede bırakacak bir şekilde, eski bir itirafçının sözde ifadesine dayanarak ve tamamen uydurma bir fotoğrafla (bu, Kurtulan’ın güya PKK kampındayken çekilmiş bir fotoğrafıydı), tam anlamıyla bir iftira kampanyası başlattı. Cumhuriyet başsavcısı da bu düzmece fotoğrafı delil sayarak, Kurtulan hakkında soruşturma başlattı. Oysa sadece fotoğrafa bakmak bile, resimdeki kişinin Fatma Kurtulan’la alakası olmadığını anlamaya yetiyordu. Bu arada apoletli medya, yavaş yavaş Bush-Erdoğan görüşmesinin “şifrelerini çözmeye” başlamıştı. Pek zeki köşe yazarları, çok hevesli oldukları “sınırötesi”nin suya düştüğünü görmüşlerdi! Medyadaki savaş düzeni yerini yavaş yavaş, ABD’nin vereceği istihbarat doğrultusunda gerçekleştirilecek “sınırlı bir sınırötesi harekât” söylemine bırakıyordu. Barzani’ye bağlı kuvvetlerin, Kandil dağına giden yolları kontrol altına almasına yönelik adımları, medyada “Kuzey Irak’ta PKK’ya abluka”, “PKK’ya büyük kuşatma” gibi iddialı ve abartılı başlıklarla yer buluyordu. Medyanın abartılı yaklaşımının sebebi ise, şimdiye kadar yürüttükleri psikolojik savaş harekâtının sonuç verdiğini ispatlama kaygısıydı. İşi, Erdoğan’ın ağzından “sınırötesi
9
marksist tutum
yakın, kış başlamadan bu iş olur” biçiminde yalan haberler vermeye kadar vardırdılar. Bu olay, adeta bardağı taşıran son damla işlevi gördü. Önce Erdoğan “sınırötesine herhangi bir operasyon söz konusu değildir” diye açıklama yaptı. Ardından Org. İlker Başbuğ “medya, karar alıcıları rahat bıraksın” diye talimatı verdi ve basında yer alan “sınırötesi” haberleri kayda değer ölçüde kesildi. Savaşa girilmesi için canını vermeye hazır olan “komando gazeteci” Özkök bile, “Türk hükümetinin bütün diplomatik yolları sonuna kadar tüketmeye çalışması, herkesi ikna etme gayreti, bir zaman geçirme taktiği değildir” diye yazmak zorunda kaldı.
Vurun abalıya! Bu noktadan sonra devletin taktik değiştirdiğini söyleyebiliriz. ABD’nin Barzani’nin de kulağını çekerek PKK’yi yalıtmaya yönelik birtakım adımlar atacağı beklentisi hâkim olmaya başladı. Dolayısıyla da buna uygun bir yöntem izlenmeliydi. Hükümet, Kürt sorununa ilişkin bir şeyler yapmaya çalıştığı izlenimi yaratıyor, Genelkurmay da MHP-CHP-medya korosu eşliğinde DTP’yi olabildiğince köşeye sıkıştırarak, vebayı gösterip sıtmaya razı etmeye uğraşıyordu. Bunun anlamı DTP’ye yönelik linç kampanyasının dozunun iyice arttırılması ve ABD ile AB “dur” deyinceye kadar Kürt hareketini olabildiğince teslim almaktı. DTP milletvekili Fatma Kurtulan’a yönelik karalamalarla tırmanmış olan kampanya, Diyarbakır’da yapılan “Demokratik Toplum Kongresi”nde çıkan Sonuç Bildirgesinin, DTP kongresinde de kabul edilmesiyle son noktasına ulaştı. Karalama kampanyası, adeta DTP’nin imha edilmesine yönelik bir sürece dönüştü. DTP’nin düzenlediği demokrasi mitinglerine polis türlü bahanelerle saldırırken, “fahri polis” medyaya göre her miting DTP’nin PKK’nin uzantısı olduğunun bir kanıtıydı. Öcalan’a Kürt
Aralık 2007 • sayı: 33
halkının önderi denmesi ya da DTP’nin PKK’ye “terörist örgüt” demekten kaçınması yeterli delil kabul ediliyordu! Büyükanıt DTP’nin ismini ağzına bile almak istemediğini beyan ediyor ve Kürtlerin toplumda bir çatışma ortamı yaratmak istediklerini söyleyecek kadar ileri gidebiliyordu. Ankara cumhuriyet başsavcılığı DTP başkanı hakkında “askere gitmemek için sahte çürük raporu aldığı” gerekçesiyle dava açıyor, Diyarbakır başsavcılığı da ABD’deki bir müzik festivalinde Diyarbakır Belediyesi çocuk korosunun güneydeki Kürt yönetiminin milli marşını söylediğini iddia ederek soruşturma başlatıyordu. İş o denli çığırından çıkartılmış ve komediye dönüştürülmüştü ki, bir grup faşist, Irak devlet başkanı Talabani hakkında İstanbul cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuş, ama savcılık “bir başka ülkenin devlet başkanının yargılanamayacağı” gerekçesiyle takipsizlik kararı vermişti. Ancak bu hezeyanın ve saçmalıklar komedyasının tepe noktası, 15 Kasımda açılan DTP’yi kapatma davası oldu. Kapatma davası, başlı başına bir saçmalıktı ve ilginç gerekçelerle, taleplerle doluydu. Savcılık, özeti “DTP, PKK’nin uzantısıdır” diyebileceğimiz tam 141 nedenden kapatma isteminde bulunmuştu. Savcılığın iddianamesinde hukuki dayanaklardan çok siyasi değerlendirmelerin yer alması, kapatma davasının asıl sebebini de son derece açık bir biçimde ortaya koyuyordu. İddianameye göre DTP’liler, PKK’yi desteklemek suretiyle “şiddeti siyasal amaçlarına ulaşmak için benimsemiş”, takiyye yapan “gizli teröristler”di. Öcalan’ın talimatlarıyla kurulmuş bu parti (bu iddianın dayanağı, bir gazetenin bunu vaktiyle haber yapmış olması ve DTP’den hiçbir yalanlama ya da düzeltme gelmemiş olmasıydı), parti içi muhalefete olanak tanımamış ve adında yer alan “demokratik toplum” ifadesine yakışır davranmamıştı! Bir diğer gerekçe de, partinin kuruluşuna katılmayan (ve bu yüzden muhalif olduğu varsayılan) Hikmet Fidan’ın PKK tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen ölüm olayını hiçbir DTP’linin kınamamış olSavcılık, özeti “DTP, PKK’nin uzantısıdır” diyebileceğimiz tam 141 nedenden dolayı DTP için kapatma isteminde bulundu. İşin vahim yanı, hukuk tarihinde ilk kez, daha yargılama sürerken dahi, üye kayıtlarının dondurulmasının, tüm üye ve yöneticilerin ve seçilmişlerin seçimlere katılmalarının engellenmesinin ve yasaklanmasının istenmesidir. İddianamede, 8’i milletvekili olmak üzere 221 yönetici hakkında ve yaklaşık 150 bin DTP üyesi için asgari 5 yıllık siyaset yasağı isteniyor.
10
Aralık 2007 • sayı: 33
marksist tutum
Geriye dönüp baktığımızda, gözaltıların, tutuklamaların ve hak ihlallerinin 1993 yılının bile üzerine çıktığını görüyoruz. Ocak ayından bu yana Kürt basın-yayın organlarına defalarca kapatma cezası verilmiş durumda. Şu anda tüm Kürt gazeteleri yasaklı. İnternet sitelerine erişim engelleniyor. Roj TV’nin kapattırılması için de çabalar sürüyor. masıydı. Cenazenin kaldırılması için Diyarbakır belediyesinin cenaze arabası göndermemiş oluşu bile iddianamede yer alabilmişti. İşin vahim yanı, hukuk tarihinde ilk kez, daha yargılama sürerken dahi, üye kayıtlarının dondurulmasının, tüm üye ve yöneticilerin ve seçilmişlerin seçimlere katılmalarının engellenmesinin ve yasaklanmasının istenmesidir. İddianamede, 8’i milletvekili olmak üzere 221 yönetici hakkında ve yaklaşık 150 bin DTP üyesi için asgari 5 yıllık siyaset yasağı isteniyor. İşin abartısını AKP bile anlamış olacak ki Erdoğan, “parlamento dışı kalırlarsa dağa gönderirsiniz” derken, bakan Şahin de “Türkiye’nin siyasi parti mezarlığı görüntüsünden kurtulması gerekir” açıklaması yapmak zorunda kaldı. Linç kampanyası öylesine kudurgan bir biçimde yürütüldü ki, geriye dönüp baktığımızda, gözaltıların, tutuklamaların ve hak ihlallerinin 1993 yılının bile üzerine çıktığını görüyoruz. Ocak ayından bu yana Kürt basın-yayın organlarına defalarca kapatma cezası verilmiş durumda. Şu anda tüm Kürt gazeteleri yasaklı. İnternet sitelerine erişim engelleniyor. Roj TV’nin kapattırılması için de çabalar sürüyor. 2007’nin sadece ilk beş ayında 500’ün üzerinde DTP’li tutuklanmış, binden fazlası da gözaltına alınmıştı. Gazeteler DTP’yi “vatan haini” ilan etmiş durumda. DTP’nin Kürt sorununa ilişkin siyasi açılımları medyada asla gündeme getirilmiyor ve tartışılmıyor. Sadece yafta yapıştırılıp, damgalanıp, “bunlar zaten bölücü, takiyye yapıyorlar, söyledikleri her şey mutlaka bölücülüğe hizmet ediyordur” yaklaşımıyla dışlanıyorlar. Öte yandan ortalıkta gizli bir reform paketinin varolduğu söylentileri bolca dolaşmaktadır, ama paketin kendisinden henüz bir haber yoktur. Hükümetin şimdilik tek icraatı, Kürt köylerine helikopterlerle atılan “teslim ol” çağrılı bildirilerdir: “Özgürlüğe giden yol! Karar ver örgütten ayrıl! Yandaki numarayı ara, sevgiyle karşılanacaksın!”
Bu yazıların yanında da, teslim olurken gülümseyen itirafçı fotoğrafları yer alıyor. Bu bildiriler neticesinde kaç PKK’li teslim olur bilemeyiz, ama ellerine aldıklarında hepsinin yüzünde bir gülümseme olacağı kesin… Aynı AKP, 2003 yılında da “PKK terörünün bitirilmesi” maksadıyla benzer bir paket hazırlamıştı. Tıpkı bugün olduğu gibi, af tartışmalarına yol açan Topluma Kazandırma Yasası çıkartılmış ve bununla PKK militanlarının dağdan inmesi hedeflenmişti. Üstelik yine bugünkü tartışmalara benzer şekilde yasa, Köye Dönüş Projesi ve geri kalmış bölgelerdeki yatırımlardan vergi alınmaması gibi önlemlerle desteklenmişti. Dönemin İçişleri Bakanı Aksu, CHP’nin ve MHP’nin itirazları üzerine, bunları psikolojik savaşın bir parçası olarak tarif etmişti. Yine aynı yıl, ABD ve Türk heyetleri, Irak’ta teröre karşı yürütülecek eylem planlarını belirlemek için biraraya geliyor, Bush aynı kararlılıkla “PKK elimine edilecek” diye söz veriyordu. ABD’yle birlikte, örgüte karşı psikolojik savaş yürütülecek, nokta operasyonlar yapılacaktı. Örgütün mali bağlantıları kesilecek, diplomasi hızlandırılacak ve baskı kurulacaktı. Gerisi malumunuz… Diyeceğimiz odur ki, ne psikolojik savaş yöntemleri ne de sınırötesi operasyonlar, Kürt sorununun çözümünde yol alınmasını sağlayabilir. Görünen o ki, Türkiye burjuvazisinin derdi Kürt sorununu gerçekten çözmek değil, hâlâ Kürtleri kandırarak, çok çok ağızlarına bir parmak bal sürerek, ama daha ziyade onlara acı çektirerek, zulmederek, bir şekilde ulusal hareketi bertaraf etmeye çalışmaktır. TC burjuvazisi açısından Kürtlerin sorunu değil, Kürtlerden kaynaklı bir sorun söz konusudur. Dolayısıyla da yaklaşımlar Kürtleri hizaya getirmek üzerine kuruludur. Ve bu dar kafalı burjuva anlayış sürdükçe Kürt sorununun çözümü mümkün olmayacaktır.
11
Burjuvazinin İmhacı Geleneğini Unutma! Selim Fuat
TC’nin kuruluşundan bu yana egemen sınıfın sürdürdüğü inkâr ve imha politikalarının yaşam bulmaya devam edip etmeyeceğini önümüzdeki süreçteki mücadeleler belirleyecektir. Burjuvazinin bu politikalarının karşısına, ezilen Kürt halkının yanında yer alan ve burjuvazinin ve küçükburjuvazinin her türlü ideolojik yaklaşımından arınmış bir sınıf mücadelesiyle çıkılmadıkça da ezilen halkların ve işçi sınıfının kaderi öncekilerden farklı olmayacaktır. Bu önemli tarihsel süreçte Türkiye işçi sınıfına düşen başlıca görev, TC’nin zalim uygulamalarına karşı Kürt halkıyla kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Aksi takdirde Kürt halkı için hazırlanan cehennem ateşi Türkiyeli işçileri de yakacaktır.
12
2005
Newrozundan beri, özel harp teknikleri kullanılarak yürütülen psikolojik savaşla planlı bir biçimde yükseltilen militarizm, milliyetçilik ve şovenizm, toplumun belirli bir kesimini etkisi altına almış görünüyor. Özellikle PKK’nin Dağlıca baskınından sonra, “bölücü teröre tepki” bahanesiyle sokaklara dökülmesi sağlanan on binlerce insanın katıldığı ve faşistlerin başını çektiği gösterilerin mahiyeti, egemen sınıfın böylesi bir psikolojik savaşı fiili savaşın hizmetine soktuğunu gösteriyor. Gösterilere katılmaları için organize edilip ellerine bayraklar verilen ilköğretim ve lise öğrencileriyle, öğretmenlerle ve miting saatlerinde mesailerine ara verdirilen devlet memurlarıyla hareketlendirilen meydanlara ve demagojik içerikli haber ve yorumlarıyla savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medyanın yayınlarına bakıldığında bu gerçeklik tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor. Bütün kapitalist ülkelerde burjuva egemenliğin devamını sağlayabilmek için başvurulan psikolojik savaş uygulamaları, devletin çoğunlukla açıkta olmayan unsurları tarafından örgütlenir ve bu örtülü unsurlarla ilişki halinde olan bazı “sivil” güçlerin de katılımıyla geniş bir harekâta dönüştürülür. Bu yüzden, “Meclisi basarız, 23 kişiyi asarız”, “Bir papaz öldü, Hıristiyan oldular. Bir Hrant öldü, Ermeni oldular. Ama Türk olamadılar”, “Hepimiz Türküz, hepimiz Mehmetçiğiz” veya “Ya sev ya terk et” pankartları ve sloganlarıyla sokağa sürülen kitlelerin eylemlerini, cumhuriyet mitinglerinden bu yana süren bayrak duyarlılığını ya da futbol maçlarının milliyetçi hezeyanların ifade edildiği gösterilere dönüşmesini, toplumun kendi iradesiyle, içgüdüsüyle ortaya koyduğunu düşünmek, sınıflı toplumların doğasını kavrayanlar açısından mümkün değildir. Kuşkusuz toplumda, çeşitli kesimlerin “hassasiyet”lerinin arttırılmasıyla oluşturulmuş bir tepki mevcuttur. Ama bu tepki egemen sınıfın psikolojik savaş aygıtları tarafından örgütlenen ve kontrol edilen bir tepkidir. Son sürecin Genelkurmay Başkanının “Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir” açıklamasının ardından şekillendiril-
Aralık 2007 • sayı: 33
diği anımsanırsa, iplerin kimlerin ellerinde olduğu alenen ortadadır. Zaten unutulmasın ki, faşizm bile bu ülkede sivil bir faşist hareketle değil, askeri diktatörlükle kurulmuştur. Bu yüzden son dönemde oluşturulan siyasal atmosferin egemen sınıfın planları doğrultusunda yaratıldığını bilmek ve bu doğrultuda değerlendirmeler yapmak gerekir. Sözü edilen gösteriler sırasında, örneğin Bursa’da, “PKK’ya yardım ediyorlar” türünden dedikodular yayılarak Kürtlere ait bazı işyerlerinin yağmalanırken, pek çok ilde DTP, İHD, TKP, SDP, Halkevleri gibi parti ya da kurumların binalarına saldırılılar düzenlendi. Bütün bunlar Genelkurmayın açıklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, egemenlerin, son çare olarak gerekli görmeleri halinde bir Kürt-Türk çatışması yoluyla Kürt halkını hedef alacak bir etnik arındırma planını bile devreye sokmaya yeltenebileceklerini düşündürtmek için yeterince güçlü veriler sunmaktadır. Emperyalist paylaşım savaşının yarattığı konjonktürün ne gibi olasılıkları gündeme getirebileceğini bugünden kestirmek şüphesiz olanaklı değildir. Ancak Türk burjuvazisinin devlet geleneğini bilenler için bu değerlendirmeler hiç de mesnetsiz değildir. Çünkü egemen sınıfın çeşitli dönemlerdeki ihtiyaçlarına göre gerçekleştirilen pogromlar ve katliamlar, ulus devletin kurulmasına giden yolda ve sonraki dönemlerde pek çok defa yaşanmıştır. 1915’te İttihat Terakki hükümetinin gerçekleştirdiği Ermeni kırımından, 1934’teki “Trakya olayları” olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılara, 1930’larda Kürtlere uygulanan iskân politikalarından 6-7 Eylül olaylarına kadar pek çok vakada, egemen sınıflar azınlıklara karşı kıyıcı yüzünü ortaya koymuştur. Devletin resmi ağızları, normal olarak, Kürtlere dönük etnik arındırma gibi bir politik tutumdan bugün bahsetmiyorlar elbette. Ancak sıkça, “Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir” diyerek, tehdit algılamasını üst düzeyde tutuyorlar. Egemenlerin bu türden ifadelerle ortaya koyduğu hissiyatın, Ermeni tehciri öncesindeki ruh haliyle benzerlikleri çarpıcıdır. Resmi ağızların vurgusu farklı olsa da, devlet katında saygın kabul edilen kimi burjuva ideologların söylemleri, zihinlerin gerisindekileri anlamamız açısından bizlere önemli ipuçları veriyor. Bunların önde gelenlerinden Gündüz Aktan, 24 Kasım 2005’te Radikal gazetesinde yayınlanan “Çözüm Felaket mi?” başlıklı yazısında, “Güneydoğu olaylarına karamsar bir bakış, Türkiye’nin 1913 Balkan faciasına benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor” derken, bu dönemdeki mübadeleleri ve Ermeni tehcirinin koşullarını hatırlatarak bu ruh halinin burjuvazi açısından tarihsel sebeplerini belirtiyordu. Aktan aynı yazısında, “Asıl önemli sorun bölge nüfusunun Türkiye geneline oranla birkaç kat yüksek olması. Bunda PKK’nın siyasi amaçlı çoğalma söyleminin etkisi var. Öte
marksist tutum
yandan, bölge kadınının belki de dünyada eşi benzeri görülmeyen ölçüde aşağı statüsü ve bu bağlamda çokeşliliğin yaygınlığı nüfus artışını rekor düzeye çıkarıyor. Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt nüfusun bu artış hızıyla 2025’te ülkenin geri kalan nüfusuna eşit olacağı hesaplanıyor. İyimser tahminler Kürtlerin bu hedefe en geç 2035’te ulaşacağını gösteriyor” diyordu. Böylece, TC’nin gizli anayasası olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesine 1997’de giren, burjuvazinin Kürtlerin nüfuslarının artmasıyla ulus devletin Türk temelinin sarsıntıya uğramasına dönük kaygılarına tercüman oluyordu. 10 Ocak 2006 tarihli yazısında ise, “PKK terörü artarak sürerse, kentlerde ve turizm bölgelerinde masum siviller ölürse; geçen yıl Diyarbakır’da Öcalan posterli ve konfederasyon bayraklı nevruz gösterisiyle başlayan, Bozüyük’te halkın kışkırtılması, Şemdinli’de cenaze yürüyüşü ve bölge belediye başkanlarının Roj TV’ye ilişkin talebiyle süren itaatsizlik eylemleri kitlesel nitelik kazanırsa; tekil yapımızın iki unsurlu federal sisteme dönüştürülmesi şart koşulursa; Güneydoğu’daki nüfus artışı Türkiye genelinin beş katı olmaya devam ederse; Kürtler, Akdeniz kıyılarında yerleştikleri her yerin kendilerine ait olduğunu ileri sürerlerse bizimle birlikte yaşamak istemediklerini anlayacağız. Bu durumda, ülkeyi kana bulamadan, böyle düşünen ve hareket eden Kürtlerin kendi rızalarıyla Kuzey Irak’a gitmeleri en doğru çözüm olacak. Amerika’nın göz yumması ve Kürtlerin baskılarıyla varlıkları tehlikeye düşen Türkmenler de isterlerse Türkiye’ye gelebilmeliler. Yunan isyanının ve bağımsızlığının Anadolu için yarattığı
13
marksist tutum
tehlike zorunlu mübadele ile çözümlenmişti. Günün şartlarında ancak gönüllü bir mübadele söz konusu olabilir” diyerek burjuvazinin en azından bir kesiminin ne tür hesaplar yapıp, nelere niyetlendiğini açık ediyor. Aktan’ın bu belirlemelerini ve değerlendirmelerini, burjuvazinin bugünden yarına hayata geçireceği bir planın unsurları olarak ele almak doğru olmasa da, dikkate almak gerekiyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgedeki emperyalist paylaşım savaşının gidişatı, ezilen Kürt halkının ve nihayet işçi sınıfının mücadelesi, bu düşüncelerin hayata geçip geçmemesinde belirleyici olacaktır. Ancak TC burjuvazisinin böylesi projelerinin olamayacağını düşünmek safdillik olur. Bu konuda en önemli dayanağımız ise daha önce söylediğimiz gibi tarihsel hafızamızdır. Çünkü TC’nin kuruluşunda önemli roller üstlenen kadrolar, daha baştan ulus-devleti yaratmanın baş şartı olarak ulusun Türkleştirilmesini öngörmüşlerdir. Bu yüzden yeni kurulan devlet, yapılan antlaşmalarda azınlıklara haklarını garanti etmesine, Kürtleri de başlangıçta kurucu unsur gibi göstermesine rağmen, Anadolu’da yaşayan halklara karşı açık bir arındırma ve asimilasyon politikası gütmüştür. 1946’da yazıldığı tahmin edilen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Raporda, 1950’lere kadar Anadolu’nun Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmesinin ve sonra İstanbul’un, Yunanistan’la olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmasının zorunlu olduğu belirtilir.
Gayrimüslimlere yönelik pogromlar Nitekim 1920’lerde Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen “gönüllü” mübadelelerle temelleri atılan bu arındırma projesi adım adım hayata geçirilmiştir. 1934 yılının Haziran ayının son günlerinde Trakya kentlerinde yerleşik Yahudilere karşı girişilen saldırılar ve yağma olayları sonucunda, binlerce Trakya Yahudisi, bütün mal ve mülklerini geride bırakarak İstanbul’a kaçmıştır (bkz. Rıfat Bali, “1934 Trakya Olayları”, Tarih ve Toplum, Haziran ve Temmuz 1999). İkinci Dünya Savaşının arifesinde Avrupa’dan gelecek tehlikeler karşısında bölgeyi “güvenilmez” unsurlardan temizlemek üzere bizzat devletin organize ettiği saldırılarda, o sırada bölgede “görevli” namlı milliyetçiler de (örneğin Nihal Atsız) rol alır. O dönemde mecliste İskân Kanunu olarak bilinen önemli bir yasa kabul edilmiştir. Bu yasaya göre, içişleri bakanı, “Türk kültürüne bağlı olmayan göçebeleri, toplu olmamak üzere kasabalara ve serpiştirme suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtıp yerleştirmeye; casuslukları sezilenleri sınır boylarından uzaklaştırmaya” yetkili kılınmıştır. Bu yasaya dayanarak pek çok gayrimüslim halkla beraber Kürt halkından da binlerce insan yerlerinden edilip asimilasyona ya da ülkeyi terk etmeye zorlanmışlardır.
14
Aralık 2007 • sayı: 33
Devlet eliyle örgütlenip kitlelere yaptırılan pogromların doruğu ise 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Psikolojik harp uzmanlarının eliyle tezgâhlanan 6-7 Eylül olayları, o güne dek baskı altına alınıp iyice azaltılan ve sindirilen büyük şehirlerdeki gayrimüslim unsurların da son bir hamleyle göçe zorlanmaları girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde Londra’da sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in gayrimüslim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı. Üstelik olayları “Komünist tahriki” diye sunarak da sosyalistlere saldırı bahanesi yaratmış oldu. Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin 6 Eylül günü radyodan okunması ve bu haberin İstanbul Ekspres adındaki bir gazetenin akşam baskısında duyurulmasıyla başladı. İstanbul Ekspres, MİT mensubu Mithat Perin’in çıkardığı DP yanlısı bir gazeteydi. Bu haberin yayılmasının ardından, Beyoğlu İstiklâl Caddesinde gayrimüslimlere ait tüm dükkânlar yerle bir edildi. Örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış yığınlar, Taksim, Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Gedikpaşa, Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy’ün de aralarında bulunduğu 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla, tarihi ve kültürel pek çok değeri de tahrip ettiler. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’nin Ermenilere, yüzde 12’nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır. Mahkeme zabıtlarına göre, 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5317 mekân saldırıya uğramıştı. Hasar yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktaydı; bu rakam o dönemin 54 milyon Amerikan dolarına eşdeğerdi. 6-7 Eylül olaylarının kapsamlı bir hazırlığın ve devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin ağzından itiraf edilmiştir. Olayların “Türk Gladyosu”
Aralık 2007 • sayı: 33
olarak tabir edilen Özel Harp Dairesinin “muhteşem bir örgütlenmesi” olduğunu övünerek itiraf eden General Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları anlatmaktadır: “Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. –Pardon paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?– Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” (Tempo, 9-15 Haziran 1991) Selanik’te hayata geçirilen bomba provokasyonunun devlet tarafından organize edildiğinin maddi kanıtlarından biri de, bombanın yerleştirilmesinde azmettiricilik yapan ve yaptığı işi “kahramanlık” olarak sahiplenen Oktay Engin’in devlet kademelerinde hızla ilerleyerek 1992’de Nevşehir Valiliğine kadar gelmesidir. Olay esnasında Selanik Üniversitesinde öğrenci olan Oktay Engin, daha sonra TC vatandaşlığına alınmış ve öğrenimini Türkiye’de sürdürmüştü. Emniyet Genel Müdürlüğünde ve MİT’te aldığı görevlerden sonra ise Nevşehir Valiliğine atanan Engin, sonradan Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanı olmuştur. Sonuç olarak, 6-7 Eylül olayları, Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olur. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuş, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de baskıya ve ayrımcılığa maruz kalacakları düşüncesi azınlıkların yurtdışına göç kararını vermelerine yol açmıştır. Bu olayların ardından birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiye’de yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra gerçekleşen göç dalgasıyla ulusu Türkleştirme planında bir adım daha atılmış olur.
Irkçı politikalara karşı koymanın yolu halkların kardeşliğini güçlendirmekten geçer! Cumhuriyetin kurucuları, kuruluştan bu yana, “bu Kürtlerle ne yapacağız?” diye ifade ettikleri temel soruna, yani Kürt sorununa da, hep inkâr ve imha temelinde yürütülen politikalarla yaklaşmışlardır. TC burjuvazisi, bugün de, kadim sıkıntısı olan Kürt Sorunu ile ilgili yine
marksist tutum
kâbuslar gördüğü bir dönemden geçmektedir. Gelişmelerin kontrolünden çıkması endişesi burjuvaziyi germekte ve giderek hırçınlaştırmaktadır. Bu gerilimin belirlediği atmosferde, Türkiye toplumu uzun süredir örgütlü çabalarla bir linç kültürüne alıştırılmakta ve Kürt halkı bu tehditle terbiye edilmek istenmektedir. On binlerce, belki de yüz binlerce insanın katledilmesine yol açabilecek bir iç savaşı körüklemekte hiçbir beis görmeyen burjuvazi, Türk ve Kürt halklarını adeta dönüşü olmayan bir yola inat ve ısrarla sürüklemektedir. Bu yüzden, savaş çığırtkanlığının ve milliyetçi hezeyanın alabildiğine yükseltildiği bir ortamda, Kürt halkının hedef alındığı saldırgan kampanyanın önüne geçmek, bugün Türkiye işçi sınıfı açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü TC’nin zalim ve kıyıcı burjuvazisi yükselttiği bu milliyetçi dalgayla bir Kürt 6-7 Eylülü yaratma potansiyelini bünyesinde fazlasıyla barındırdığını bizlere bir kez daha göstermiştir. Daha yakın tarihlerde, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün zemini döşenirken Çorum ve Maraş olaylarında, 90’larda da Sivas’ta devlet kontrolünde gerçekleştirilen katliamlar, gerektiğinde aynı kıyıcılığın gösterileceğini fazla söze gerek bırakmadan ortaya koymaktadır. TC’nin kuruluşundan bu yana egemen sınıfın sürdürdüğü inkâr ve imha politikalarının yaşam bulmaya devam edip etmeyeceğini önümüzdeki süreçteki mücadeleler belirleyecektir. Burjuvazinin bu politikalarının karşısına, ezilen Kürt halkının yanında yer alan ve burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin her türlü ideolojik yaklaşımından arınmış bir sınıf mücadelesiyle çıkılmadıkça da ezilen halkların ve işçi sınıfının kaderi öncekilerden farklı olmayacaktır. Bu önemli tarihsel süreçte Türkiye işçi sınıfına düşen başlıca görev, TC’nin zalim uygulamalarına karşı Kürt halkıyla kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Aksi takdirde Kürt halkı için hazırlanan cehennem ateşi Türkiyeli işçileri de yakacaktır.
15
İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı Akın Erensoy
16
B
irleşmiş Milletler’in 10 Aralık 1948’de ilan ettiği, bu sene 59. yılı kutlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kökleri iki buçuk asır öncesine dayanıyor. İlk “İnsan hakları” bildirgesi 12 Haziran 1776’da ilan edilen Virginia İnsan Hakları Bildirgesi’dir. Bu bildiri Amerikan anayasasının da temelini oluşturur. İkinci bildirge 13 yıl sonra, 1789 Fransız devrimiyle gelmişti: İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi! İşte BM’nin anayasa olarak da kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bu iki metinden hareketle yazılmıştır. Bu üç metin de kapitalist üretim ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını temel veri alır ve bu zemin üzerine genel ve soyut bir insan eşitliği ve özgürlüğü inşa eder. Ancak toplumun sınıflara bölündüğü, sınıf farklılıklarının toplumsal yaşamın her alanına damgasını bastığı kapitalist düzende, insanların “hukuken eşit” ve “özgür” oldukları söyleminin gerçek bir karşılığı yoktur. Tam da bu noktada, burjuva “insan hakları” beyannamelerinden tümüyle farklı olan, 1917 Ekim proleter devriminin can verdiği Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi’ni anmak gerekiyor. Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet anayasasının temel bir bölümü haline getirilen bu bildirgede, somut yaşamda eşitsizliklerin kaynağı olan ve geniş işçi-emekçi kitleleri esaret zinciriyle bağlayan insanın insan tarafından sömürülmesine, dolayısıyla da sınıfsal farklılıklara son verileceği ilan ediliyordu. Bu iki bildirge arasındaki temel fark, işçi sınıfının “insan hakları” meselesine nasıl bir perspektiften yaklaşması gerektiğini de ortaya koyar. İşçi sınıfı için “insan hakları” istemi sınıfsız bir toplum kurma yolunda verdiği demokratik haklar mücadelesinden ayrılamaz. Daha doğrusu “insan hakları” meselesi demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Aralık 2007 • sayı: 33
“İnsan hakları” düşüncesinin tarihsel gelişimi “İnsan hakları” kavramının burjuva içeriğini ve gerçek yaşamdaki sınırlarını daha net kavramak için, tarihin hangi aşamasında sahne aldığına yakından bakmak gerekiyor. Bilindiği üzere, Avrupa’da Orta Çağ’a ve oradan burjuvazinin siyasal iktidarı fethettiği 17. ve 18. yüzyıllara uzanan döneme kadar tüm toplumsal yaşama damgasını vuran kilise ve dinsel düşünceydi. Dinsel düşünceye göre siyasal iktidarın kaynağı “Tanrısal düzen”di. Böylece dönemin egemen sınıfları aristokrasi ve kilisenin ruhban sınıfı, mutlak ve tartışılamayacak ayrıcalıklarını “Tanrısal düzen”e dayandırmış oluyorlardı. Bu ideolojiye göre dünyevi yaşamda insanlar eşitsizdi ve bunun sebebi de insanların mukadderatıyla ilgiliydi. Söylemde maddi değerler yerine maneviyatı öne çıkaran, dünyevi hazları aşağılayan, tüm bunları “öteki-dünya”ya havale eden ruhban sınıfı, gerçekte ikiyüzlüce bir tutum sergileyerek “dünyevi” nimetlerden keyfince yararlanıyordu. Tüm “insan hakları” bildirgeleri daha ilk maddelerinde genel ve soyut insan eşitliğine ve özgürlüğüne vurgu yaparlar. Ancak soyut haklar bakımından eşit olan insanlar, somut-gerçek yaşamda toplumsal bakımdan hiç de eşit değillerdir. Soyut düzeyde “eşitlik” ve “özgürlük” gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetini eline geçiren burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve işgücünden başka satacak şeyi olmayan proletarya! Bu temel antagonizma üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğup gelişmesiyle tarih sahnesine çıkan, ama bu “Tanrısal düzen”de kendisine yer bulamayan burjuvazi, feodal düzenin sınıflarına karşı siyasal-hukuksal “eşitlik” talebini yükseltmeye başladı. Kapitalist üretim ilişkilerinin ön açmasıyla gelişen ve Orta Çağ’ın karanlığını yırtarak insanı yücelten, bilimin yeniden filizlenmesini sağlayan Rönesans, Katolik Kilisesine baş kaldırarak Protestan mezhebini kuran Luthercilik-Reformculuk, dinsel düşüncenin yerine insan aklını ve bilimi geçiren Aydınlanma çağı, burjuvazinin “eşitlik” ve “siyasal iktidar” savaşımının geçiş durakları olarak tarihte yerlerini almışlardır. Fakat burjuva “eşitlik” ve “özgürlük” anlayışının ve siyasal-hukuksal düzenin ideolojik temelleri özellikle Aydınlanma döneminde atılmıştır. Aydınlanma çağının Locke ve Rousseau gibi filozofları dinsel düşünceye ve skolastik felsefi anlayışa sert eleştiriler
marksist tutum
yöneltirken, iktidarın kaynağının da “Tanrısal düzen” değil, insan aklı olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Dönemin tüm düşünürleri insanı başlangıçta bir “doğa durumu”nda tasvir ediyor ve insanın bu “doğa durumu”ndan bir “toplum sözleşmesi” düzeyine yükselmesi gerektiğini savunuyorlardı. Dönemin filozofları salt insan aklının her şeyi çözebileceğine öyle inanmışlardı ki, verili toplumsal gerçeklik ve sınıf farklılıkları onlar için pek bir anlam ifade etmiyordu. Önemli olan bir şeyin akla uygun olması ya da olmamasıydı. İnsanlar özgür iradelerini ve akıllarını kullanarak “doğa durumu”ndan “toplum sözleşmesi” düzeyine yükselmeye karar verdiklerinde, bireysel erklerini ortak bir otoriteye-devlete devrediyorlardı. Devlet toplumdaki eşit ve özgür bireylerin kendi arasında yaptığı sözleşme ile varlık bulan, ama toplumun üzerinde yer alan, tarafsız ve herkesin çıkarını korumakla mükellef bir genel irade idi! Locke, devlette birleşmenin nedenlerini ortaya koyarken, özellikle mülkiyet hakkının korunmasına vurgu yapıyordu. Ona göre, aristokrasinin ya da ruhban sınıfın ayrıcalıkları olmamalı, asaletler ortadan kalkmalı ve bütün insanlar hukuken, yasalar karşısında eşit olmalıydı. Locke ve benzeri düşünürler “toplum sözleşmesi” savunusuyla kapitalist düzende sınıfsal ilişkilerin aldığı siyasalhukuksal biçimi ve onun ideolojik temellerini de döşemiş oluyorlardı. Fakat Locke ya da Rousseau gibi filozofların bu düşünceleri kuşkusuz birdenbire, kendiliğinden peyda olmamıştı. Esasında söz konusu düşünceler kapitalist gelişime bağlı olarak ortaya çıkmış, 1640 İngiliz burjuva devrimiyle kısmen de olsa hayata geçmiş ve bu düşünürlerin önünde somut bir deneyim oluşturmuştu. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri süreçleri ile birlikte, insanların doğuştan birtakım “doğal haklara” sahip oldukları, “eşit” ve “özgür” doğdukları, siyasal erkin kaynağının “Tanrısal düzen” değil de akıl ve toplum olduğu düşüncesi, yukarıda sözünü ettiğimiz bildirgelerde ete kemiğe bürünecek ve burjuva düzenin siyasal-hukuksal temelini oluşturacaktı.
“İnsan hakları” bildirgelerinin eleştirisi Tüm “insan hakları” bildirgeleri daha ilk maddelerinde genel ve soyut insan eşitliğine ve özgürlüğüne vurgu yaparlar. Virginia İnsan Hakları Bildirgesi: “Tüm insanlar eşit derecede özgür ve bağımsızdırlar.” Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi: “İnsanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar.” BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” Ancak soyut haklar bakımından eşit olan insanlar, somut-gerçek yaşamda toplumsal bakımdan hiç de eşit değillerdir. Soyut düzeyde “eşitlik” ve “özgürlük” gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetini eline geçiren burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve
17
marksist tutum
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
işgücünden başka satacak şeyi olmayan proletarya! Bu temel antagonizma üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir. Fakat denebilir ki, söz konusu “insan hakları” bildirgeleri toplumdaki sınıfsal farklılıkların üzerine çıkıp “ideal toplum”u tarif etmektedir. Bu bakış açısı son derece yanıltıcı olur. Daha girişte vurguladığımız üzere, üç bildirge de sınıf farklılıklarını veri alır, her biri de mülkiyet hakkına özenle vurgu yapar ve onu “doğal haklar” içinde sayar. Virginia bildirgesi “yaşama ve özgürlük haklarıyla, mülk edinme ve sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve kazanma olanağı da bunların arasındadır” der. 1789 Fransız bildirgesi “özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya direnme” hakkından söz eder. BM bildirgesine göreyse “her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez”. Çok açık ki bu bildirgelerdeki mal-mülk ya da mülkiyet hakkı denen şey, burjuvazinin üretim araçlarına sahip olma hakkından başka bir anlama gelmemektedir. Esasında “insan hakları” bildirgelerinin gerçek muhtevasını BM beyannamesinin giriş kısmında ifade edilen şu sözler özetlemektedir: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına…” karar verilmiştir. Yani sömürülen ve ezilen kitlelerin kapitalizme karşı ayaklanmaması ve devri-
18
Aralık 2007 • sayı: 33
me yeltenmemesi için onları aldatmak gereklidir! Bundan dolayıdır ki, kapitalist sömürü düzeninin üzeri soyut “eşitlik”, “özgürlük”, “hukuksal eşitlik” ya da “insan hakları” gibi ideolojik kavramlarla örtülmektedir. Oysa Marx’ın da değindiği üzere her verili hukuk, verili üretim ilişkilerinin, yani kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin bir tezahüründen başka bir şey değildir. Kapitalistin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma özgürlüğünün işçinin ücretli köleliği üzerinde yükseldiğini de unutmamak gerekiyor. Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan ve işgücünü satarak hayatını idame ettiren bir işçinin özgürlüğünün sınırları nedir? İşçi ya işgücünü satarak yaşamını devam ettirecektir, ki bu durumda sömürülmeden yaşama özgürlüğünü yitirmektedir ya da çalışmama özgürlüğünü tercih edecektir, ki bu durumda da aç kalacaktır! Tam da bu noktada burjuva eşitliğinin ve özgürlüğünün foyası açığa çıkmaktadır. Eşitliği biçimsel bir şey olarak gören burjuvaziye göre, işçi işgücünü satmış ve kapitalist de ona karşılığını ödemiştir; söz konusu olan bir “eşitler” değişimidir; üstelik işçi “özgür iradesiyle” bu “eşit değerler değişimi”ne katılmıştır! Ama bu “eşitler değişimi”, her ne hikmetse, bir tarafın devasa bir zenginliğe kavuşmasına diğer tarafınsa korkunç bir sefalete sürüklenmesine yol açmaktadır! Hem de özgürce! “Eşitlik” ve “özgürlük” isteminin tarihsel arka planını yukarıda ortaya koymuştuk. Bir kez daha altını çizmek gerekirse, 1789 Fransız devrimine “eşitlik, özgürlük, kardeşlik!” şiarıyla damgasını basan bu istemin gerçek hedefi, siyasal iktidarı elinde tutan aristokrasi ile burjuvazi arasında hukuksal eşitliği sağlamaktı. Eşitlik; evet, aristokrasi ile üçüncü sınıfın –Tiers Etat– bir parçası olarak görülen burjuvazinin eşitliği! Özgürlük; evet, burjuvazinin üretim araçlarını edinme ve ticaret özgürlüğü! Lakin burjuvazi, feodal sınıflara karşı geniş işçi-emekçi kitlelerin desteğini arkasına almak için “eşitlik ve özgürlük” sloganına “kardeşliği” de eklemiş ve sanki tüm toplumun “eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği” mevzu bahismiş gibi, büyülü bir retorikle sunmuştur. Bu noktada, Marx’tan aşağıya alacağımız alıntı sanırız sadece Fransız burjuvazisinin değil, ama “insan hakları” bildirgelerinin de gerçek doğasını ortaya koyacaktır: “Gerçekten, kendisinden önce hükmetmekte olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır. Ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” (“Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Sol Y., s. 57) Aynı sayfada Marx, Fransız burjuvazisi, aristokrasinin egemenliğini devirdiği zaman, bununla, proletere de, proletaryadan daha yükseğe çıkma olanağı verdi der: “Ama yalnız şu anlamda ki, onların kendileri de burjuva oldular.” Yani burjuvazi siyasal iktidarı fethettikten sonra, kitlelerin anladığı anlamda “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik”
Aralık 2007 • sayı: 33
hâsıl olmamış ve sınıfsal farklılıklar ortadan kalkmamıştır. Burjuvazi tüm emekçilere kendisi gibi olma, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma hakkını tanımış, bu bağlamda “hukuki eşitlik” sağlanmıştır. Ne var ki, toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan ve işgüçlerinden başka satacak –tabii iş bulabilirlerse– şeyleri olmayan ve ancak yaşamlarını idame ettirebilen işçi-emekçi kitlelere üretim araçlarının mülkiyetine sahip olma hakkının verilmesinin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Bir hakkın soyut düzeyde tanınması ile somut yaşamda karşılık bulmasının apayrı şeyler olduğu gerçeğini bir başka örnekle somutlayalım. İşçi sınıfının uzun savaşımlar sonucunda elde ettiği sosyal kazanımlar BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne de girmiş ve bu bildirgenin önemli bir kısmını oluşturmuştur. Bildirgenin 23. maddesinin 1. bendinde şöyle denmektedir: “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.” Oysa sınıflara bölünen ve her düzeyde keskin çelişkiler ve eşitsizlikler üreten kapitalist topluma gözlerini açan bir işçinin geleceği daha baştan çizilmiştir. İşçinin öncelikle hedefi şu ya da bu iş arasında tercih yapmak, canı hangi işte istiyorsa onda çalışmak değil, içine doğduğu koşulların ona verdiği vasıfla veya vasıfsız olarak bir iş bulmak ve kendisiyle birlikte ailesinin karnını doyurmaktır. İşgücünden başka satacak “malı” olmayan işçi, “yok ben beğenmedim bu işi” dediği anda, kendisini işsizler ordusu içinde, açlıkla yüzyüze bulacak ve kapitalist onun yerine yedek sanayi ordusundan bir başka işçiyi işe alacaktır. Yani işçinin işini seçme özgürlüğü, kapitalist toplumda tatlı bir masaldan başka şey değildir. Bununla birlikte, bildirgelerde dile getirilen “hukuksal eşitliğin” bile herkes için geçerli olmadığını, burjuvazinin ikiyüzlüce davrandığını vurgulamak gerekiyor. Örneğin, Amerika’da, Virginia bildirgesinin bir kopyası olan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yayınlanmasının ardından siyahlar yıllarca köle olarak kalmaya devam etmiş ve ancak 1861’de kölelik kaldırılmıştır. Lakin köleliğin şeklen kaldırılması
marksist tutum
da bir şeyi değiştirmemiştir; genel olarak siyahlar ikinci sınıf insan yerine konarak horlanmaya ve aşağılanmaya devam ederken, bazı eyalet devletleri bunu resmi düzeye taşımışlardır. Fransa örneği ise daha çarpıcıdır. Devrimden ve “insan hakları” bildirgesi yayınlandıktan sonra Fransa’nın sömürgesi olan ülkeler sömürge olarak kalmaya devam etmiş, sömürgelerdeki insanlar, insan sayılmadığından olsa gerek, ne “eşit” ne “özgür” ne de “kardeş” sayılmışlardır! Tam da yeri gelmişken, “insanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar” sözünün koca bir yalan olduğunu, sömürgeler somutunda bir kez daha vurgulayalım. Ve bu koca yalanı Birleşmiş Milletler, evrensel bildirgesiyle evrensel düzeye yükseltmiştir. Söz konusu bildirgenin ikinci maddesinin ikinci bendinde şöyle denmektedir: “Bundan başka, bağımsız memleket uyruğu olsun, vesayet altında bulunan, özerk olmayan veya bir başka egemenlik sınırlamasına tâbi ülke uyruğu olsun, bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu memleket veya ülkenin siyasi, hukuki veya milletlerarası statüsü bakımından hiçbir ayrılık gözetilmeyecektir.” Ne lütuf, ne lütuf! Çok açık ki bildirge, kaleme alındığı 1948 yılında henüz pek çok sömürgesi bulunan emperyalist ülkelerin sömürgelerdeki durumunu meşrulaştırmaktadır. Bununla birlikte bu bildirge, aynı zamanda bugün Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak’taki işgalini, Filistin ve Kürt halklarının ezilmesini de meşru kılmaktadır. Ama bildirgeye göre bir ülkenin insanlarının vesayet altında olmalarında sorun yoktur; böyle olsalar bile vesayeti altına girdikleri ülke insanları ile “hukuken eşittirler” ve “aynı haklara sahiptirler!” Bu, düpedüz bir yalandır! Zira bir halkın özgürlüğünü elinden alarak onu boyunduruk altına sokmak zaten “evrensel hukuksal eşitliği” ortadan kaldırmaktadır. Virginia ve Fransa bildirgeleri bir anlamıyla bireysel hakları kapsarken, BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi devletlerarası hukuk niteliğindedir. Yani bu bildirgenin altına imza koyan devletler, uluslararası düzeyde bir taahhüt altına girmiş ve bildirgeyi sahiplenmişlerdir. Böy-
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin beşinci maddesinde ise şöyle deniyor: “hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tâbi tutulamaz.” Oysa demokrasinin görece geniş olduğu gelişmiş kapitalist ülkeler de dâhil, dünyanın her köşesinde işkence yapılmakta, insan haysiyeti ayaklar altına alınmaktadır! ABD emperyalizminin Ebu Garip ve Guantanamo cezaevlerinde insanlara reva gördüğü zulmün, Türkiye’de devrimcilere ve Kürt halkına dönük baskı ve işkencenin haddi hesabı yoktur.
19
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33 Devletlerin uygulamalarına baktığımızda, ülke anayasalarında ifadesini bulan “insan hakları”nın bir kandırmaca ve sadece kâğıt üzerinde olduğu gerçeğini daha net görürüz. Örneğin, BM beyannamesinin üçüncü maddesi “yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” demesine rağmen, bildirgenin altına imza koyan ve onun hükümlerini kendi anayasasına sokan ABD emperyalizmi Afganistan’ı ve Irak’ı kan deryasına çevirmiş ve yüz binlerce insanın yaşama hakkını elinden almıştır.
lece “eşitlik” ve “özgürlük” üzerinde yükselen evrensel burjuva hukuku, bildirgeyi kabul eden her ülkenin anayasasında da ifadesini bulmaktadır. Devletlerin uygulamalarına baktığımızda ise, ülke anayasalarında ifadesini bulan “insan hakları”nın bir kandırmaca ve sadece kâğıt üzerinde olduğu gerçeğini daha net görürüz. Örneğin, BM beyannamesinin üçüncü maddesi “yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” demesine rağmen, bildirgenin altına imza koyan ve onun hükümlerini kendi anayasasına sokan ABD emperyalizmi Afganistan’ı ve Irak’ı kan deryasına çevirmiş ve yüz binlerce insanın yaşama hakkını elinden almıştır. Beyannamenin beşinci maddesinde ise şöyle deniyor: “hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tâbi tutulamaz.” Oysa demokrasinin görece geniş olduğu gelişmiş kapitalist ülkeler de dâhil, dünyanın her köşesinde işkence yapılmakta, insan haysiyeti ayaklar altına alınmaktadır! ABD emperyalizminin Ebu Garip ve Guantanamo cezaevlerinde insanlara reva gördüğü zulmün, Türkiye’de devrimcilere ve Kürt halkına dönük baskı ve işkencenin haddi hesabı yoktur. Dokuzuncu madde ise insanı sadece güldürüyor: “Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez.” Oysa başta ABD olmak üzere dünyanın her köşesinde burjuva devletin kolluk güçleri keyfi tutuklamalar yapmaktan geri durmamaktadır. Amerika’da ya da Fransa’da “siyah derili” bir insan, tutuklanması için hiçbir sebep olmasa da, siyahlar ikinci sınıf insan ve potansiyel suçlu sayıldığından ötürü, tutuklanmakta ve hatta öldürülmektedir. Keza başta Müslümanlar olmak üzere Latin Amerikalı ve Asyalı göçmenler emperyalist metropollerde “terörist” muamelesi görmekte ve polisin her türlü keyfi uygulamasına maruz kalmaktadırlar. Türkiye’de ise bir insanın keyfi bir biçimde tutuklanması için Kürt ya da devrimci olması yeterli bir sebeptir. Polis her zaman ve her yerde istediği gibi arama yapabilmekte, dilediğini tutuklamakta ve son günlerde ayyuka çıktığı üzere, doğrudan in-
20
sanların üzerine kurşun yağdırmaktadır. En temel hak ve özgürlükler arasında olan “basın özgürlüğü” nedense söz konusu olan sosyalist ve Kürt basını olunca unutulmakta, sosyalist ve Kürt basını ya kapatmalarla ya da büyük para cezalarıyla susturulmaktadır. Emperyalist savaş konjonktürüyle birlikte tüm dünya parlamentoları anti-demokratik ve faşizan içerikli yasaları yürürlüğe sokmuş ve polis devleti uygulamaları baş göstermiştir. Yani burjuva ideologların kıvançla tekrarladığı ve adeta evrensel erdemin cisimleşmesi olarak yücelttikleri insan hakları; “kamu yararı” veya “kamu düzeni” ya da “ulusal güvenlik” gibi bahanelerle kaldırılıp bir tarafa atılmaktadır. Böylece söz konusu olan şeyin genel bir “insan hakları” olmadığını, esas olarak “burjuva insanın hakları” olduğunu, “evrensel insan hakları” masalının ise bir kandırmaca olduğunu, düzen her tehlikeye girdiğinde emekçi sınıflara gösterilen sopayla görmüş bulunuyoruz. Özetle, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler, yani sınıf farklılıkları, kadınların ikinci cins sayılması, çocukların her türlü istismarı, halkların ezilmesi ve aşağılanması “insan hakları” bildirgelerinin yayınlanmasıyla ve o bildirgelerin “evrensel hukukun” temeli olarak kabul edilmesiyle ortadan kalkmamıştır, kapitalizm yıkılmadığı müddetçe de kalkmayacaktır!
Gerçek eşitlik ve özgürlük sosyalizmde Burjuva “eşitlik” ve “özgürlük” anlayışının ne kadar soyut, somut yaşamda karşılığı olmayan ve esas hedefinin de kapitalist egemenliği perdelemek olduğu su götürmez bir gerçek! Oysa toplumsal eşitliği sağlamak için soyut bildirilerden öte, eşitsizliklerin kaynağı olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekiyor. İşte 1917 Ekim Devrimiyle iktidarı fetheden işçi sınıfı, Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi ile gerçek yaşamda eşitsizliklerin kaynağı olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracağını ilan ediyordu.
Aralık 2007 • sayı: 33
10 Temmuz 1918’de toplanan Beşinci Tüm-Rusya Sovyetleri Kongresi bu bildirgeyi ilk Sovyet Anayasası olarak kabul ederek, hem devletin niteliğini İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti olarak tanımlamış ve hem de bu devletin nihai amacını –burjuva ikiyüzlülüğü bir kenara iterek– bildirge aracılığıyla, ikircimsiz ortaya koymuştu. Bildirge üçüncü maddede temel amacını “insanın insan tarafından sömürülmesini ve toplumun sınıflara ayrılmasını tamamen yok etmek, sömürücüleri acımaksızın ezmek, toplumu sosyalist bir temelde örgütlemek” olarak koymaktaydı. Dokuzuncu madde ise, bu maddeyi daha da açıyor ve proletarya iktidarının geçişsel karakterine dikkat çekiyordu: “Mevcut geçiş dönemi için hazırlanan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti anayasasının ana hedefi, burjuvaziyi tümüyle bastırmak, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak ve ne sınıflara bölünmenin ne de devlet iktidarının var olacağı sosyalizmi inşa etmek…” Temel amacını sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak, devletsiz ve sınıfsız bir toplum olarak açıklayan proletarya bildirgesi, dikkat çektiği geçiş döneminde ise bu toplumun koşullarının yaratılacağını açıklıyordu. Dolayısıyla da ilk önce yapılması gereken, sınıf farklılıklarının ve eşitsizliklerin kaynağı olan üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermekti. Üçüncü madde altında, bütün toprakların toplumsallaştırıldığı ve özel mülkiyete son verildiği, bütün toprakların halkın tümüne ait olduğu, bütün ormanların, maden kaynaklarının, ulusal öneme sahip su kaynaklarının, bütün büyük ve küçükbaş hayvanların, çiftliklerin ve içindeki tarım aletlerinin halkın malı olduğu yazıyordu. Aynı madde altında şunlar da deniyordu: “İşçilerin kontrolü ve Yüksek Ekonomik Konseye dair Sovyet yasaları, emekçilerin sömürenler üzerindeki iktidarını güvence altına almak için ve bütün fabrikaların, madenlerin, tren yollarının ve bunun dışındaki üretim ve taşıma araçlarının İşçi ve Köylü Sovyetleri Birliğine devrinin bir ilk adımı olarak, burada tasdik olunur.” İşçi devleti, insanının insan tarafından sömürülmesine son vermiştir. Böylece insanın doğada ve toplumsal yaşamdaki varlığıyla örtüşen ve kendisini anlamlı kılmasını sağlayan “çalışma”, kapitalist piyasanın kamçısından kurtarılarak işçinin kendisine ve topluma yararlı bir faaliyete dönüştürülmüştür. Bunlarla birlikte, burjuva düzende genel ve soyut şeyler olmaktan öteye geçemeyen haklara, işçi sınıfı, kendi iktidarı altında kavuşmuştur. Bildirgenin birinci maddesinde de dendiği üzere, “merkezi ve yerel, tüm güç sovyetlerin elindedir.” Yani siyasal iktidar sovyetler aracılığıyla tüm işçi-emekçi sınıflardadır. Kitleleri siyasal ve ekonomik iktidarın yönetimine katmayan burjuva demokrasisinin temsili yapısının aksine, işçi demokrasisi, tüm işçi-emekçi yığınları sovyetler üzerinden siyasal ve ekonomik yönetime katan bir doğrudan demokrasidir. Bildirge, tüm sovyet görevlilerinin işçilerin oylarıyla seçilmesini, seçilen görevlilerin doğrudan seçmenlere hesap
marksist tutum
vermesini ve istenmediği takdirde ise geri çağrılabilmesini, ayrıcalıklar oluşmasın ve görevliler yerlerini rahatlıkla başkalarına bıraksınlar diye tüm görevlilerin ücretinin ortalama bir işçi ücretini geçmemesi gerektiğini kayıt altına alıyordu. Ayrıca bildirge, işçi-emekçi kitlelerin düşünce ve vicdani özgürlüklerini de güvence altına aldığını açıklıyordu. On üçüncü madde, kilisenin devletten ve okulun da kiliseden ayrıldığını, bütün vatandaşların dini ve din karşıtı fikirlerini yayma hürriyeti olduğunu belirtirken, on dördüncü madde, emekçilerin düşünce özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla basını, tüm olanaklarıyla birlikte onların hizmetine koştuğunu ilan ediyordu. Bildirgenin en önemli maddelerinden biri de, ezilen halkların bağımsızlık hakkını tanıdığını ilan etmesiydi. Dördüncü maddenin son bölümünde ve altıncı maddede şöyle denmektedir: Sovyetler “ulusların kendi kaderini özgürce tayin hakkı… arkasında kayıtsız ve şartsız durmaktadır.” Sözümona “evrensel hukuk”un temeli olarak sunulan, ama ezilen halkların boyunduruk altında olmasını meşrulaştıran burjuva İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi mi daha üstün, yoksa birtakım soyut “hukuksal eşitlik” yaveleri yumurtlamadan, doğrudan ezilen halkların özgürlüklerini ilan eden Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi mi? Kabul etmek gerekiyor ki Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi, burjuva devletlerce uluslararası üst anayasa olarak kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden milyon kere daha demokratiktir. Buna karşın, elbette insanların belirli haklara sahip olduğunu ortaya koyması bakımından burjuva “insan hakları” bildirgeleri önemsiz değildir. Geçmişteki sınıflı toplumlarda bugünkü burjuva anlamda ne “insan hakları” ne de “hukuksal eşitlik” vardı. Dolayısıyla genel ve soyut düzeyde de olsa insan “eşitliği” ve “özgürlüğü” ya da bunların tümünü kapsayan “insan hakları” genellemesi, insanlığın sınıfsız topluma doğru ilerlerken basacağı bir basamaktır ve küçümsememek gerekir. Lakin var olan her şey, günü gelir eskir ve kendisinden ileride olanla kıyaslanır. Dolayısıyla da bizim, proletarya demokrasisi ile burjuva demokrasisini veya burjuva “insan hakları” bildirgeleri ile işçi sınıfının sınıfsız toplumu örgütlemek üzere ilan ettiği bildirgeleri karşılaştırmamızın nedeni budur. Nasıl ki, feodalizm kapitalizme göre tarihsel açıdan geriyse, burjuva demokrasisi de işçi demokrasisine göre geridir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, soyut insan “eşitliği” ve “özgürlüğü” üzerinde yükselen “insan hakları”nın kâğıt üzerindeki varlığı, sınıf farklılıklarını ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlamamaktadır. Gerçek anlamda toplumsal eşitlik ve özgürlük, toplumun sınıflara bölünmesinin evrensel düzeyde ortadan kalktığı, insanın insanı sömürmediği, eşitsizliklerin kaynağının kuruduğu sosyalizmde gerçekleşecektir.
21
Türk-İş Genel Kuruluna Giderken Çiğdem Kozlu
22
T
ürkiye’nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş, sendika genel merkezlerinin gerçekleştirdiği genel kurulların ardından, 6-9 Aralık tarihleri arasında 20. Olağan Genel Kurulunu yapacak. 35 sendika, 650 şube ve yüz binlerce işçiyi temsil eden Türk-İş’in genel kurul hazırlıklarına her yıl olduğu gibi bu yıl da kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar damgasını basıyor. Basında olası başkan adaylarının isimleri yer almaya başladı bile. Genel kurula (son anda aralarında anlaşmazlarsa) “iki liste ile gidilecek” yönünde bilgiler dolaşıyor. Birisi mevcut Genel Başkan Salih Kılıç, diğeri ise yine aynı yönetimde olan Demiryol-İş Genel Başkanı Ergün Atalay ve Tes-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun yer aldığı ve başkan adayı olarak Kumlu’nun konuşulduğu liste. Türk-İş yöneticilerinden Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel’in tavrının kesinleşmediği yine gelen bilgiler arasında. Genel Maden-İş’ten gelme Çetin Altun’un ise Salih Kılıç’ın yanında yer aldığı söyleniyor. Bir önceki genel kurulda Salih Kılıç’ın listesine karşı çıkan bazı sendika genel başkanları, “bu yönetimle Türk-İş biter” diyerek Salih Kılıç’ın listesine alternatif liste çalışmaları yapmışlar, ancak başarılı olamamışlardı. İşin tuhaf yanı, ağırlıklı olarak sol söylemli olan ve bir önceki Türk-İş genel kurulunda “muhalif ” olan Sendika Genel Başkanlarının bu yıl Salih Kılıç’ı destekleyecekleri konuşuluyor. Türk-İş’in içinde demokrat-sol yelpazede bilinen sendika genel merkezlerinin, Salih Kılıç’ın karşısındaki alternatif listenin kazanması durumunda Türk-İş’in tamamen AKP’nin etkisi altına gireceğini düşünerek Kumlu’ya karşı Salih Kılıç’ı destekleyecekleri sızan haberler arasında. Genel kurullarda ne olacağı, herkesin ezberlediği üzere son gece
Aralık 2007 • sayı: 33
belli olur. Sendikal anlayışların, ilkelerin ve bu ilkeler etrafında şekillenen ekiplerin çarpıştığı genel kurullar bu topraklarda yaşanmıyor ne yazık ki. Hal böyle olunca yıllardır gelen gideni aratıyor. Başkanlığı döneminde haklı nedenlerle eleştirilen Bayram Meral yerini Salih Kılıç’a bıraktıktan sonra, bu kez “Bayram Meral daha iyi başkandı” denilerek Salih Kılıç eleştirilmeye başlanmıştı. Şimdi ise Salih Kılıç’ın karşısına aday çıkacak olan Kumlu-Ergün listesine karşı Salih Kılıç tercih ediliyor. Mevcut Türk-İş Başkanı Salih Kılıç’ın karşısına çıkacağı söylenen Kumlu-Ergün listesinin hükümetle daha fazla içli dışlı olacağı kesin. Ergün Atalay’ın başbakan ve bazı bakanlarla çok yakın “dostluk” ilişkisi içinde olduğunu bilmeyen yok. Salih Kılıç’la bugüne kadar sorun yaşamayan AKP’nin buna rağmen dikensiz gül bahçesi istediği anlaşılıyor. AKP’nin sendikaları tam olarak kontrol altına almak amacıyla operasyona girişmiş olduğu söyleniyor. “AKP Türk-İş’i ele geçirecek” diye endişelenen bazı genel merkezler (Petrol-İş, Hava-İş, Deri-İş, Belediye-İş, Tümtis vb.) hâlâ Türk-İş’in sendikal anlayışını temelden sorgulamaya yanaşmıyorlar. Salih Kılıç’ın bugün karşısında aday olan Türk-İş yöneticileri zaten dört yıldır Salih Kılıç başkanlığında Türk-İş’i birlikte yönetiyorlardı. Salih Kılıç da dahil olmak üzere, yönetimde olanların hiçbirisi AKP ve sermayenin diğer temsilcilerine karşı işçi sınıfının hak ve çıkarlarını savunmadılar. Zaten Türk-İş yönetimleri hangi hükümet gelirse gelsin onunla hevesle kol kola yürümüştür. Türk-İş bürokratları, Türk-İş kurulduğundan bu yana, işçi sınıfının mücadelesinin önünde, mücadeleci sendikacıların önünde her zaman en büyük engeli teşkil etmişlerdir. Demokratik dönüşümlerin ve mücadelenin değil, muhafazakâr-milliyetçi-şovenist politikaların hizmetkârı olmuşlardır. Diğer yandan sendikal harekette en rahat eleştirilen kurumlardan birisi Türk-İş’tir. Çünkü sendika genel merkezleri ile şubeleri arasında organik yaptırım bağı varken, sendikalar ve şubeleri ile konfederasyon arasında organik bir bağ yoktur. Örneğin bir sendika genel merkezi herhangi bir sendika şubesini olağanüstü genel kurulla tehdit edebilirken, muhalif şube ve yöneticilerine maddi ambargo ve ihraç uygulayabilirken, Türk-İş kendisine bağlı sendika genel merkezlerine bu şekilde karışamamaktadır.
marksist tutum
Genel merkezlerini korkudan eleştiremeyen şube başkanları, söz konusu Türk-İş üst yönetimi olunca, salvo atışına geçmekte bir beis görmezler. Aynı eleştirilerin sendika genel merkezlerine yapılmasıysa hayli zordur. Buna karşın sınıf uzlaşmacı sendikal anlayışın savunucusu genel başkanlar zaten Türk-İş yönetimi ile ilişkilerini oldukça sıkı tutarak çıkar birliklerini sağlama almayı da ihmal etmezler. Türk-İş bürokratlarının topunun işçi sınıfına ihanetleri deneyimle sabittir. Yine Türk-İş bürokrasisi, 12 Eylül faşist diktatörlüğü de dâhil, her türlü burjuva iktidarla içli dışlı olmuştur. İşçi sınıfının mücadelesinin önünde aşılması gereken engel niteliğinde olan bu güruh, köklü ve militan mücadele olmaksızın Türk-İş’ten defedilemez. Bunun olabilmesi içinse işyerlerinden başlayan mücadeleci-militan sendikal bir gelenek yaratmak zorunludur. Bu gelenek şube ve genel merkez genel kurullarını sallamalıdır. Sendikal hareketin gün geçtikçe kan kaybettiği, işçi sınıfının haklarının birer birer elinden alındığı, sendikaların yok olma tehdidiyle yüz yüze bulunduğu bu karanlık dönemde, Türk-İş genel kurulu sendikal hareketin genel durumundan ve görevlerden bağımsız tartışılamaz. Gündemdeki ehven-i şer yönetici adayı tartışmaları Türk-İş bürokrasisinin değirmenine su taşıyacaktır. Mücadeleci sendikal anlayışa sahip delegelerin Türk-İş yöneticileri arasındaki çıkar kavgasında taraf tutmaları, Türk-İş’in bildik politikalarının A ya da B bürokratı tarafından hayata geçirilmesini sağlamaktan öteye gidemeyecektir. Genel kurula 10-15 gün kaldığı halde, hâlâ “nasıl bir Türk-İş” tartışması gündemde yoktur. O nedenle bu genel kuruldan da işçi ve emekçiler lehine bir sonuç beklemek beyhudedir. Bugün işçi sınıfı devrimcilerine, öncü işçilere düşen en büyük görevlerden biri, Türk-İş bürokrasisinde sembolleşen sınıf uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal anlayışa karşı militan sınıf sendikacılığı için işyerlerinden başlayarak mücadeleyi yükseltmektir. Ancak işçi sınıfı devrimcileri, bu mücadelenin, bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı yürütülen devrimci mücadeleden bağımsız olamayacağını da öncü işçilere anlatabilmelidirler. Çünkü uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal anlayışı üreten bataklık bizzat kapitalizmin bataklığıdır. İşçi sınıfının tarihsel göreviyse bu bataklığı kurutmaktır.
23
Çürüyen K
apitalizm emperyalizm aşamasına ulaştığı 20. yüzyıl başlarından günümüze dek, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde biçimlenen küresel işleyiş ve ilişkileri geliştirdi. 80’ler sonrasında Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik rejimlerin çöküşü ve ardından Rusya, Çin gibi muazzam coğrafyaların kapitalizme entegre olmasıyla birlikte kapitalist sistem kelimenin gerçek anlamında küreselleşti. Bu gelişmelere bağlı olarak, kapitalizmin artık eski dönemlerdeki işleyişe benzemeyen yeni bir aşamaya ulaştığı tartışmaları da gündeme taşındı. Burada en baştan belirtmek gerekirse, küresel kapitalizm kimilerinin iddia ettiği gibi emperyalizm ötesi yeni bir aşama değildir. Küreselleşme kavramıyla anılır hale gelen günümüz kapitalizmi, mali sermayenin egemenliğine dayanan emperyalizmin bayatlamış halidir. Bu, artık sürekli bir istikrarsızlık ve hegemonya krizi içinde debelenen bir kapitalizmdir. Günümüz dünyasını kavrayabilmek için, kapitalist gelişme konusunu yerli yerine oturtmak gerekiyor. Kapitalizm bir zamanlar gençti, tarihsel açıdan toplumu ilerleticiydi ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında üretici güçleri muazzam ölçüde geliştirme kapasitesine sahipti. Nitekim kapitalizmin yarattığı sanayileşme ve büyük ölçekli üretim, bir ölçüde sosyalizmin maddi temellerini de döşedi. Ama bu sonuçlar kapitalizmin yarattığı gerçekliğin yalnızca bir yüzüdür. Madalyonun diğer tarafında ise, emperyalist aşamaya ulaşan kapitalizmin artık gençlik dönemini geride bıraktığı ve giderek yaşlanan bünyede çürüme eğiliminin ağır bastığı gerçeği yer alır. Lenin’in yıllar öncesinden dikkat çektiği gibi, emperyalizm asalaklaşan ve çürüyen kapitalizmdir. Kapitalizmin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizzat emperyalist ilişkiler temelinde aldığı yol, bu asalaklaşma ve çürüme olgusunu büsbütün derinleştirmiştir. Kapitalizm artık sermayenin işçi haklarına küresel ölçekteki saldırısı ve küresel savaşlarla birlikte seyrediyor. Küresel kapitalizm, en büyük üretici güç olan insanı ve doğayı küresel ölçekte yıkımlara sürüklüyor. Bu belirtiler, kapitalist
24
üretim tarzının üretici güçlerin gelişimini ve dünyanın varlığını tehdit eden bir tarihsel tükenmişlik noktasına dayanmış olduğunun ifadesidir. Ekonomik işleyişteki dönemsel iniş çıkışlar her ne olursa olsun, kapitalizm bir daha hiç genç olmayacak. Tam tersine, yaşlanan ve ölüme yüz tutan beden zoraki önlemlerle yaşatılmaya çalışıldığı ölçüde can çekişme süreci sancılı biçimde uzayacak. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün yetersizliği nedeniyle yıkılması geciktiği oranda, kapitalizmin yarattığı tahribat büyüdükçe büyüyecek.
Küresel çürüme Asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm tespiti, günümüz koşullarında daha da büyük bir önem taşıyor. Ancak bu doğru tespitten yanlış sonuçlar üretilmemeli. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla ilerleyiş içinde giderek çok daha belirgin hale gelen çürüme eğilimi, kapitalist ekonominin büyümesini veya kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde yaygınlaşıp derinleşmesini durdurmamıştır. Kapitalizm var olduğu sürece ülkeler, bölgeler, sektörler vb. arasındaki eşitsizlikleri arttırma pahasına artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırır, sermayeyi büyütür. Fakat çürüme eğilimi derinleştikçe, ekonomik büyüme toplumsal açıdan büsbütün dengesiz ve sağlıksız bir niteliğe bürünür. Emperyalist aşama boyunca yol alan kapitalizm, toplumsal ihtiyaçlarla kâr için üretim olgusu arasındaki uçurumu inanılmaz derecede büyütmüştür. Kapitalizm altında sağlanan ekonomik ve teknolojik gelişme, insanlığın çıkarları açısından ciddi biçimde sorgulanması gereken bir niteliğe ulaşmıştır. Burjuva ideolojisinin küreselleşme konusunda kitleleri aldatmasına göz yumulamaz. Gerçek şudur ki, kapitalizmin küresel gelişimi dünyayı abat etmiyor, tam tersine bir yok oluşa sürüklüyor. Kapitalizm, bir taraftan yaparken diğer taraftan çok daha fazlasını acımasızca yıkan korkutucu bir kör güç gibi insanlığın üzerine çullanıyor. Günümüz dünyası, hegemonya için, nüfuz alanlarını
Kapitalizm Elif Çağlı
yeniden paylaşmak için çeşitli bölgeleri, o bölgelerin yoksul insanlarını haksız savaşların cehennem ateşine sürükleyen birkaç güçlü emperyalist ülkenin oyuncağına dönüştü. Emperyalist güçler burunlarını soktukları bölgelere özgürlük değil, büyük tekellerin hegemonyasını ve onların çıkarları uğruna başlatılan kargaşayı götürüyorlar. Emperyalizm demokrasi değil siyasal yaşamda gericileşme üretiyor; mevcut toplumsal çelişkileri muazzam ölçüde yoğunlaştırıyor. Tekelcileşen, emperyalistleşen, küreselleşen kapitalizm, çeşitli üretim sektörleri ya da tarım, sanayi ve hizmetler gibi kesimler arasında daha orantılı ve uyumlu bir işleyiş sağlamıyor. Aksine, bütünsel üretim sürecindeki anarşik yapılanmayı ve orantısızlıkları büyütüp azdırıyor. Tekelleşmeyle birlikte kapitalizmin krizlerinin daha seyrek ve zayıf hale geldiği veya küreselleşen tekellerin üretimi dünya ölçeğinde planlayıp kapitalist bunalım kaynaklarını kurutacağı iddiaları büyük palavralardan ibarettir. Günümüzde ulus-devlet engellerini aşıp küresel evlilikler temelinde oluşan devasa finans grupları dünyayı kuşatmışlardır. Ama bu merkezileşme planlı bir ekonomik işleyişe yol açmamakta ve kapitalizmin bunalımlarını ortadan kaldırmamaktadır. Tam tersine bu gelişme, çeşitli ülkeler piyasalarını ve borsalarını eşzamanlı olarak sarsan büyük bunalımları tetikliyor. Büyük ölçekli kapitalist üretim, verimliliğin arttırılması için büyük buluşların yapılmasını körüklemiş ve teknik ilerlemeyi teşvik etmiştir. Fakat kapitalizm toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını değil kapitalistlerin daha çok kâr elde etmesini amaçlayan bir üretim tarzı olduğundan, teknolojinin dağılımındaki dengesizlik de akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Kapitalizm, bir yanda içecek bir damla temiz su bulabilmek için çırpınan insan topluluklarını en ilkel koşullarda yaşamaya (daha doğrusu sürünmeye) mahkûm kılıyor. Diğer yanda ise son derece ayrıcalıklı bir azınlık yalnızca onlara hitap eden cicili bicili yeni teknoloji ürünleriyle şımartıldıkça şımartılıyor. Kapitalizm işte budur. Kapitalizmin derinleşip yaygınlaşan küresel işleyişinin ge-
rek ülkeler arasındaki gerekse ülke içindeki sosyal eşitsizlikleri alabildiğine büyüttüğü ayan beyan ortadadır. Kapitalist gelişme üretimi toplumsallaştırdıkça, kapitalist özel mülkiyet de üretici güçlerin önüne daha büyük bir engel olarak dikilmiştir. Geçmiş dönemlerin tekil sermaye sahipliğine dayanan kişi şirketleri büyüyen yatırım projeleriyle bağdaşmamaya başladığında, kapitalizm hisse senetli anonim şirketleri yaratarak yoluna devam etmiştir. Çok sayıda mülkiyet sahipliğine paylaştırılmış sermaye yapılanmasıyla özel mülkiyet engelini aşma çabası kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırmamıştır, yalnızca onun biçimini değiştirmiştir. Tekil kişilere ait özel mülkiyetin belirleyiciliği önemsizleşirken, hisse senetli ortaklık biçimindeki kapitalist mülkiyet ağırlık kazanmıştır. Bu mülkiyet paylarının çeşitli kapitalist ülkelere yayılması yoluyla büyük sermaye çokuluslu veya bir başka deyişle ulus-ötesi bir nitelik kazanmış, sermayenin küresel hareketi giderek yaygınlaşmış ve yoğunlaşmıştır. Ama tüm bu gelişmeler dünyanın ulus-devletler biçimindeki parçalanmışlığını ortadan kaldırmamıştır. Kim ne derse desin, kapitalizm son tahlilde ulus-devlet biçimlenmesine dayanan bir üretim tarzıdır. Dünya ölçeğinde etkili olmak isteyen büyük finans grupları, karşılarına çıkan ulus-devlet engellerini muhtelif biçim ve yöntemlerle aşmaya çalışarak yollarına devam ederler. Büyük tekeller veya kapitalist devletler arasındaki rekabet mücadelesi, ekonomik tehdit ve yaptırımlardan ince diplomasiye, siyasi baskı ve entrikalardan açık savaşlara varana dek çeşitli yöntemlerle yürütülür. Kapitalizmin geçmiş dönemlere oranla çok daha derin ve yaygın ölçekte küresel ilişkileri geliştirdiği bir gerçektir. Fakat bu küreselleşme tam anlamıyla çürüyen bir kapitalizmin küreselleşmesidir. Çürüyen kapitalizm doğayı zehirleyip insan yaşamını tehdit ettiği gibi, tüm dünya üzerinde genel bir istikrarsızlık eğilimini besleyip büyütmekte ve sürekli kılmaktadır. Üzerinden atlanmaması gereken bir başka önemli husus da, Rusya ve Çin gibi ülkelerde ilerleyen kapitalistleşmenin işte böyle bir küresel kapitalizmle
25
Aralık 2007 • sayı: 33
marksist tutum
bütünleşmekte olduğudur. Bürokratik rejimlerin çöküşü veya çözülüşü, geniş coğrafyaları, muazzam büyüklükteki işçi-emekçi kitleleriyle dünyada belirleyici bir yere sahip bulunan Rusya ve Çin’e demokrasi getirmiş değildir. Bunlar bir bakıma demir yumrukla yönetilen ülkeler olarak dünya kapitalizmine eklemlenmektedirler. O nedenle, küresel kapitalizm çağında dünyayı etkisi altına alan siyasal gericileşme olgusunu ve daha da ötesi faşizm tehlikesini kavramaya çalışırken, yaşadığımız dönemi belirleyen bütün bu faktörleri hesaba katmamız gerekiyor. Bugün kapitalizm dünyanın her yerinde işçi sınıfına ve ezilen halklara tüm melanetiyle saldırıyor. ABD gibi büyük emperyalist güçler, Türkiye örneğinde açıkça görüldüğü üzere, stratejik ortak diye de adlandırılan alt-emperyalist güçlerle birlikte Kürt halkının veya bir başka örnekte Filistin halkının vb. kaderiyle ilgili kanlı oyunlar tezgâhlıyorlar. Emperyalist ülkelerin rekabet mücadelesi, Ruanda, Somali, Sudan, Etiyopya gibi çeşitli Afrika ülkelerinde yoksul halk kitlelerini korkunç kitle kırımlarıyla yüz yüze getiriyor. Yaşanan bu insanlık trajedilerine bir de burjuva medyanın sistematik beyin yıkama yöntemleriyle gerçekleri kitlelerden gizleme kampanyası eşlik etmektedir. İletişim teknolojisinde kaydedilen muazzam gelişmelerle, burjuva egemenlerin haber üretme ve yayma araçları üzerinde kurdukları tekel tam bir çelişki oluşturmaktadır. Hesapta geniş kitlelerin haber kaynaklarına ulaşma araçları büyük ölçüde çeşitlenmiş, fakat fiiliyatta kitleler burjuva medya eliyle muazzam bir akıl tutulmasına uğratılmışlardır. Büyük medya adeta partiler üstü bir güç gibi doğrudan büyük sermayenin emrinde kitleleri yönetiyor, istenilen yönde kamuoyu oluşturacak sahte haber yayma yöntemleriyle onlarla kukla gibi oynuyor. Son dönemde Türkiye’de yaşananlar bu durumun en çarpıcı örneklerini sergilemektedir. Kendi hallerine bırakıldıklarında günlük ya-
26
şamın sorunlarıyla boğuşmaktan başka bir şey düşünmeyen milyonlarca sıradan insan, bir günde medyanın yarattığı milliyetçi histerinin esiri olabiliyor. Daha düne kadar Kürt halkıyla kardeş kardeş yaşadıklarını söyleyen insanlar, bugün burjuva medyanın gazına gelip Kürtlere karşı düzenlenen linç girişimlerine alkış tutabiliyorlar. Çünkü örgütsüz halk bir sürüdür ve örgütsüz sürülerin kendilerine ait bağımsız düşünceleri olamaz. Ve en önemlisi, örgütsüz sürüler rahatlıkla faşizmin kitle tabanını oluşturabilirler. Sorun yalnızca Türkiye’den ibaret değildir. Hemen her ülkede burjuva siyaset neredeyse bir bütün olarak, “derin devlet” de denen gizli ve merkezi devlet aygıtlarının kontrolü altında yapılanmaktadır. Gerçi olağan ve olağanüstü burjuva yönetim biçimleri arasında farklılık vardır, ama değinmeye çalıştığımız tüm bu gelişmeler burjuva parlamenter sistemin artık iyice aksadığına işaret ediyor. Gelişkin kapitalist ülkeler de dahil burjuva demokrasisinin çerçevesi daralırken, devlet yönetimleri tüm kapitalist ülkelerde daha totaliter bir niteliğe bürünüyor.
Sürekli istikrarsızlık Kapitalizmin, canlanma, yükseliş, kriz ve durgunluk gibi evreleri içeren sanayi çevrimleri temelinde yoluna devam etmesi bu üretim tarzının olağan işleyiş yasasıdır. Daha önce ele aldığımız üzere, kapitalizmin anarşik yapısının periyodik aşırı üretim krizlerini yarattığı ve bu nedenle krizsiz bir kapitalizm düşünülemeyeceği açıktır (bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.). Kapitalizm krizlerini ancak daha büyük krizlerin mayalanması pahasına atlatabilmektedir. Fakat kapitalist üretim sürecinin kriz olarak adlandırılan evreleri devresel çöküntüleri tetiklediği kadar, krizlerin yaşanması yeni bir canlanma evresinin de yolunu açar. Sanayi çevrimlerinin işleyişi genelde bu gibi yasaları içermekle birlikte, tekelleşmenin derinleşmesine koşut olarak kriz mekanizmasının iyileştirici rolü günümüzde azalmıştır. Kapitalist işleyiş periyodik krizlerde somutlanan kısa dönemli eğilimlerin yanı sıra, sınıf mücadelesinin seyrine ve uluslararası gelişmelere bağlı olarak genel bir yükseliş ya da düşüş yaratan uzun dönemli eğilimler de sergiler. Nitekim kapitalist dünya sistemi İkinci Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkan canlanma potansiyelleri eşliğinde 70’li yıllara dek süren uzun bir yükseliş dönemi yaşadı. Yükseliş dalgasının geri çekilmesiyle kaçınılmaz iniş başladı ve böylece kapitalizm daha sarsıcı ve daha sık aralıklarla patlak veren krizlerin belirlediği bir uzun dönemli durgunluk eğilimine girdi. Bu iniş dalgası boyunca kuşkusuz yine geçici iyileşme ve canlanma evreleri yaşanıyor. Ama eskiye göre daha sık cereyan eden ve daha uzun süren krizler nedeniyle kapitalizm belirgin ve istikrarlı bir yükseliş kayde-
Aralık 2007 • sayı: 33
demiyor. Günümüzde açıkça gözlemlendiği üzere, kapitalist devletlerin uyguladığı merkezi para ve faiz politikalarıyla, kredilerin şişirilmesiyle vb. krizlerin yaşanması geciktirilmeye çalışılmaktadır. Her an patlak verebilecek bir kriz korkusuyla, neredeyse süreklilik arz eder biçimde anti-kriz politikalar uygulaması gündeme sokulmuştur. Ekonomik devrelere yapılan bu müdahaleler krizlerin dengeye getirici mekanizmalarını laçkalaştırıyor ve bu mekanizmaları büyük ölçüde işlevsizleştiriyor. Kısacası, kapitalizmin tarihsel açmazlarına rağmen yol alabilmek için başvurduğu araçların etkinliği gün geçtikçe azalmakta ve böylece ani ve büyük çöküşlerin yolu döşenmektedir. Emperyalizm çağında kredi sistemi kapitalizmin işleyişi içinde muazzam önemde bir yere sahiptir. Kitlelerin satın alma gücünün düşüklüğü nedeniyle ekonomik döngüde oluşacak tıkanıklıkları savuşturmak amacıyla, tüketim borçlandırma yoluyla canlı tutulmaya çalışılır. Bankalar sanayicilere verdikleri kredilerin yanı sıra, dar gelirli insanlara da son derece yüksek faizlerle borç verip kendi fonlarını kârlı kılmaya çalışırlar. Ne var ki, faizleri ve ana paraları ödeme sıkıntısı çeken insan sayısı geometrik dizilerle artmaya koyulduğunda, kredi sistemi art arda gelen depremlerle sarsılmaya başlar. Son dönemde Mortgage kredileriyle ilgili olarak ABD’de bankaların yaşadığı sarsıntıları, İngiltere’de aynı nedenle batmaya yüz tutan bankaların devlet eliyle kurtarılma çabalarını bu kapsamda yorumlamak gerekir. İçinden çıkılamayan durgunluk eğilimine karşı yatırımları canlı tutma çabası, özellikle konut sektöründe kredi balonunun alabildiğine şişirilmesinde somutlanıyor. Bu durum Türkiye’de de yakından tanık olunduğu gibi, bankacılık sisteminde ve çeşitli borsalarda yaşanan istikrarsız ve kırılgan koşulları yarattı. Bu bakımdan burjuva medyadan yayılan ekonomi haberlerine ve resmi istatistiklere eşlik eden rakamlar her ne olursa olsun, kapitalizmin zaman içinde daha yıkıcı krizlerle seyrettiği ve seyredeceği aşikârdır. Bilimsel yasalardan ebediyen kaçıp kurtulmanın yolu yoktur. Balonu ne kadar şişirirseniz içinde o kadar çok gaz birikir ve bir noktada artık kaçınılmaz hale gelen patlama da o denli şiddetli ve gürültülü olur. Bu durum özellikle 80’lerden bu yana patlak veren borsa krizleriyle çeşitli kereler ispatlandı ve burjuvazi artık küresel ölçekte neredeyse sürekli bir kriz fobisiyle yaşam sürdürüyor. Sorunu bir başka açıdan da ele alabiliriz. Günümüzde büyük sermaye tehlikeli gördüğü bir alandan apar topar kaçıp daha kârlı addettiği bir başkasına atlarken, bir bütün olarak dünya piyasalarındaki oynaklığı ve istikrarsızlığı artırmaktadır. İstikrarsızlık eğiliminin ortadan kalkmaması, tersine daha da ciddi boyutlara ulaşması, sanayide yatırım arzusunu baltalayan ve sermayeyi kısa dönemli, yüksek getirili para oyunlarına yönelten bir faktördür. Ancak, yaratılan toplam artı-değerde reel artış sağlanmadan paradan para kazanma hırsının bir kumardan başka
marksist tutum
bir şey olmadığı da açıktır. Dünya işçi sınıfının ürettiği toplam artı-değer kümesinin kâr, faiz veya rant biçimindeki paylaşımı için yürüyen çekişme muazzam bir spekülasyon kaynağı oluşturmaktadır. Para oyunları peşinde dünya borsalarında gezinen sıcak paralar temelinde ekonomiye dair rakamlar sanal olarak büyümektedir. Ne var ki, spekülasyonla şişen rakamlar er geç kendi gerçekliklerine dönerler. Burjuvazinin kapitalist düzene dair kitlelerde yarattığı yanılsamaları ortadan kaldırmak için, kitlelere çok yönlü gerçekleri açıklamak gerekir. Buna ekonomik gerçeklerin teşhiri de dahildir. Ama burada tarz ve içerik son derece önemlidir. Beyinler ve kalemler, kapitalizme karşı işçi sınıfı mücadelesini yükseltme amacının hizmetine koşulduğu oranda devrimci bir işlev görebilirler. Reformist sol basının ya da akademik solcuların fazlasıyla itibar edip ürettikleri ve günübirlik veya kısa dönemli rakamsal oynamaların teşhirine odaklanan ekonomi tahlilleri aslında burjuva iktisatçıların tarzıdır. Devrimci çözümleme ise, buna öykünmeyen ve kapitalist gidişata ilişkin ana eğilimleri açıklayıp işçi sınıfını mücadeleye çeken bir niteliğe sahip olmalıdır. Çünkü devrimcilik, kapitalist dünyayı yorumlamakla yetinmeyip ona karşı mücadele bayrağının yükseltildiği noktada başlayabilir ancak.
Küresel saldırı: Neo-liberalizm 80’li yıllar, kapitalist dünya sisteminin içine sürüklendiği durgunluk eğiliminin iyice açığa çıktığı bir tarihsel dönemeci oluşturuyor. Buna paralel olarak, dünya kapitalizmi de işçi haklarına ve sosyal fonlara karşı neo-liberalizm diye adlandırılan genel bir saldırı dönemini başlattı. ‘80 dönemecine damgasını basan bu gelişme, ABD’de Reaganizm ve İngiltere’de Thatcherizm örnekleriyle somutlanıyordu. Neo-liberalizm dalgası emperyalist sistemin merkez ülkelerinden başlayarak çevre ülkelere yayıldı. Bu dalga Türkiye’de de yansımasını 80’li yıllardan itibaren egemen olan Özalcı yeniden yapılanma seferberliğinde buldu. Aynı dönem boyunca Doğu Bloku’nun ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi, eski dünya dengelerini tamamen alt üst eden tarihsel olaylar da yaşandı. Bunun neticesinde dünya üzerinde tek başına kalan kapitalizm büsbütün fütursuzlaştı, büsbütün saldırganlaştı. Tekelci sermayenin dünyada işçi-emekçi kitlelerin tarihsel mücadelelerinin ürünü olan sosyal kazanımları tasfiyeye girişen neo-liberal seferberliği, her şeyin piyasanın insafına terk edilmesini savunan ekonomik liberalizm anlayışının egemenliğini ilan etmesi demekti. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomide yeniden toparlanmanın sağlanması amacıyla kapitalist devletlere öğütlenen Keynesci politikaların da artık gözden düşmesi anlamına geliyordu. Keynescilik, toplam talebi canlandırmak ve işsizliği azaltmak üzere devlet harcamalarının arttırılmasını savunan bir iktisadi politikaydı. Kapitalizmin savaş sonrası ge-
27
marksist tutum
nişleme dönemine denk düşen Keynesci politikalara, tüketimin canlandırılması için yoksul kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarında belirli iyileştirmelerin sağlanması gibi unsurlar eşlik etmişti. Bu tür uygulamalar neticesinde işçi sınıfı ve emekçiler, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde, sağlık, eğitim, işsizlik, emeklilik gibi konularda devletin de katkısıyla daha fazla sosyal haklara ve buna karşılık gelen fonlara sahip olmuşlardı. Bu tür uygulamaların yaygınlaşmasında kuşkusuz ki yalnızca iktisadi faktörler rol oynamamıştı. O dönemlerde dünyanın siyasal iklimini belirleyen farklı koşullar vardı. Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde egemen olan bürokratik rejimler sözde bir sosyalizm bile olsa, bu ülkelerde geçerli olan devletçiliğin ve onun uzantısı olan parasız sağlık, parasız eğitim, düşük kiralar, çalışan annelerin çocukları için bedava kreşler gibi uygulamaların, kapitalist ülkelerdeki işçi-emekçi kitlelere cazip görüneceği aşikârdı. Bu durum bürokratik rejimlerin çökmeye başladığı tarihsel dönemece dek, sosyal fonlarda kesintiye gidilememesi yönünde kapitalist devletler üzerinde ciddi bir basınç oluşturdu. Kapitalizmin uzun süreli bir canlanma ve yükseliş eğilimiyle seyrettiği İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme eşlik eden bu ortam, kapitalizmin artık eski dönemlerdeki gibi vahşi bir kapitalizm olmaktan çıktığı yolundaki burjuva propagandasını da inandırıcı kılmıştı. Buna göre, kapitalizm dünyayı savaşlara sürükleyen büyük krizler dönemini atlatmış, kendini reforme ederek kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmiş ve böylece artık “sosyal refah devleti” dönemine girilmişti. Kırk yıllık kurdun kuzu postuna bürünerek karşısındakileri aldatmaya koyulması ne yazık ki karşılığını bulacak ve özellikle sosyal iyileştirme politikalarının fiilen uygulanabildiği gelişkin kapitalist ülkelerde işçi-emekçi kitleler devrim ihtiyacını unutup reformizmin batağına sürükleneceklerdi. Orta ve az gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde ise iktisadi koşullar farklıydı, buralarda burjuva düzenin kimi reformları uygulamak bakımından nefesi yetersizdi. Bununla birlikte, kapitalist devletin bir “sosyal refah devleti”ne dönüştürülebileceği yolundaki reformist görüşler –Batı Marksizminin de ağırlıklı etkisiyle– Türkiye gibi ülkelerde de karşılığını buldu. Netice olarak, 80’ler dönemecine dek hemen tüm kapitalist ülkelerde sosyal demokrat veya benzeri akımlar kapitalizmin sorunlarını giderecek bir sol alternatif olarak göründü. Ne var ki uluslararası büyük sermaye kuruluşlarının dünya genelinde neo-liberal politikaları uygulayıp yaygınlaştırmasıyla birlikte, sağıyla soluyla burjuva partilerin fiili uygulamaları arasındaki farklar da önemini yitirmeye başladı. Kendilerini niteleyen siyasi sıfatlar her ne olursa olsun, çeşitli burjuva partilerin hükümet programları dünya sermayesinin istemleriyle uyumlu hale getirildi. Burjuvazinin sosyal demokrat partileriyle muhafazakâr ya da liberal partileri, dünya sermayesinin neo-liberal politikaları temelinde aynılaştılar.
28
Aralık 2007 • sayı: 33
Neo-liberalizm, ekonomide devletin emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirici uygulamalarına son verilmesi anlamına geliyor. Siyasal alanda ise buna demokrasinin daraltılması eşlik ediyor. ABD örneğinde açıkça görüldüğü üzere, neo-liberal uygulamalar neo-con (yeni-muhafazakârlar) diye adlandırılan ekipler tarafından yürütülmekte, böylece ortaya tuhaf bileşimler çıkmaktadır. Bu durum burjuva siyaset yelpazesinde yansımasını, “milliyetçi, muhafazâkar, liberal, demokrat” vb. gibi bilumum sıfatların tek bir siyasi oluşumun bünyesinde toplandığı alaşımlarda bulmuştur. Bu tür alaşımların muhtelif örneklerine Türkiye de dahil çeşitli kapitalist ülkelerde rastlamak mümkündür. Açık ki, böylece neo-liberalizm şu ya da bu burjuva hükümet politikasından çok öte geniş bir anlama bürünmüş ve kapitalizmin içine girdiği istikrarsızlık ve nefessizlik döneminin ideolojisi olmuştur. Bu “yeni” liberalizm, ekonomik liberalizmle siyasal liberalizm arasındaki açıyı da büyütmüştür. Bilindiği gibi, ekonomik liberalizmin ağır basan yönü vahşi piyasa yasalarını savunmaktır. Siyasal liberalizm ise bunu bir ölçüde demokratik haklar savunusuyla yumuşatmaya çalışır. Neo-liberalizm bu siyasal liberalizmden uzaktır ve siyasi açıdan gericiliği tırmandırmaktadır. Diğer yandan, neo-liberalizmin genelde devletçiliğe karşı çıkan yönünü de doğru yorumlamak gerekir. Günümüzde burjuva ideologların iddialarının aksine, kapitalist devlet ekonomik yaşama müdahaleden bütünüyle elini çekmiyor. Geçmiş döneme oranla değişen yön, devletin şimdi de yeni dönemin gerekleri doğrultusunda büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Kapitalist devlet bazı sektörlerde yatırımlarına son verirken, kârlı yatırım alanlarının özelleştirmeler vb. yoluyla büyük tekellerin eline geçmesine aracılık ediyor. Kolektif kapitalist olarak sosyal fonların birikimine ve dağılımına müdahalede bulunuyor. Bu fonlara devletin katkı payının azaltılmasının yanı sıra, işçi-emekçi kitlelerden çeşitli biçimlerde yapılan kesintilerle ve vergilerle oluşan fonların dağılımı tekellerin çıkarına olacak biçimde yeniden tanzim ediliyor. Kitlelere tahsis edilecek sosyal fonlar söz konusu olduğunda azılı bir devletçilik karşıtı kesilen büyük sermaye çevreleri, sıra kendi çıkarlarını korumaya geldiğinde sırtlarını devlet gücüne yaslamaktan bir an bile geri durmamaktadırlar. Geniş kitlelerin lehine olacak sosyal harcamalar kısılmakta ve buralardan kaydırılan fonlarla savaş bütçelerine ayrılan paylar artırılmaktadır. Emperyalistinden az gelişmişine dek tüm kapitalist ülkelerde yaratılan savaş histerisine koşut olarak silahlanma harcamaları baş döndürücü bir hızla tırmandırılmaktadır. Bu nokta son derece önemlidir. Silah tekellerinin en büyük alıcılarının kapitalist devletler olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa, ekonomik liberalizm konusunda atılan nutuklara rağmen kapitalist devletlerin nasıl da ekonomik yaşamın içinde olduğu görülür.
Aralık 2007 • sayı: 33
Küresel savaş Emperyalizm çağına genelde yükselen bir militarizm dalgası eşlik eder. Kapitalizmin emperyalist aşamasını militarizm ve yayılmacı savaşlar olmaksızın tahayyül etmek mümkün değildir. Günümüzde ise kapitalist devletler, derinleşen ve neredeyse süreklilik kazanan krizlerini atlatabilmek, dünya üzerindeki nüfuz alanlarını yeniden paylaşabilmek ve kitlelerin yükselen isyan dalgalarını vahşice bastırmak gibi emellerle büsbütün militer niteliğe bürünmektedirler. Tüm kapitalist ülkelerde egemen burjuva güçler bir dış düşman yaratarak toplumu militarize etmeye ve militarizmi sınıf baskısının aracı olarak kullanmaya çalışıyorlar. Küreselleşen kapitalizm altında rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşları, alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazanıyor. Günümüz dünyasına damgasını vuran gelişmeler tam da bu yöndedir. Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Küresel ölçekte peş peşe yaşanan olaylar, uluslararası ilişkiler alanında daha önceki dönemlerde gözlemlenen geçici istikrar durumunun sona erdiğini açıkça gözler önüne seriyor. Hegemonya için çekişen büyük güçler arasındaki rekabet nedeniyle kızıştırılan bölgesel sorunlar diplomasi masalarından siperlere taşınmakta, emperyalist savaşların alanı genişlemektedir. Günümüz tam anlamıyla sıcak savaşlar dönemidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce iki süper güç arasındaki denge durumu nedeniyle varlık sürdürmüş olan “soğuk savaş” dönemi tamamen sona ermiştir. Hatırlanacak olursa bu eski dönemde, ABD ve SSCB arasındaki nükleer güç dengesinden kaynaklı bazı uluslararası geliş-
marksist tutum
melerden (nükleer silahlarda sınırlandırmaya ve indirime gidilmesi gibi) söz edilirdi. Şimdi ise nükleer silahlanmayı tırmandırma konusu, ABD, Rusya, Çin gibi büyük emperyalist güçlerden başlayarak kendi bölgelerinde alt-emperyalist bir güç olmaya göz diken Hindistan, Türkiye, İran gibi ülkelere varıncaya dek çeşitli kapitalist devletlerin fiilen gündemindedir. Bu koşullarla birlikte yaygınlaşan emperyalist savaş dalgası, insan yaşamı açısından gerçekten de ürkütücü boyutlar içermektedir. Kapitalizm altında barışın sağlanabileceği konusunda boş hayallere kapılmak kadar tehlikeli bir şey olamaz. Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir. Savaş araçlarının ve savaş tekniklerinin tarihin ilerleyişi içinde değiştiği bilinen bir gerçektir. O nedenle, yeni bir dünya savaşının birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının bir kopyası gibi cereyan etmeyeceği açıktır. Bu nokta da son derece önemlidir. Bu konuda yanılgıya düşen veya gerçeği kasıtlı olarak saptıran taraflar, gözlerinin önünde cereyan eden ve yayılma eğilimi sergileyen savaş cehennemine gelip geçici bir olgu olarak bakmaktadırlar. Oysa dünya, ABD, AB, Japonya gibi kadim emperyalist güçlerle yeni dönemin yükselen emperyalist güçleri olarak Günümüzde emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Açıkça yaygınlaşma eğilimi gösteren emperyalist savaşlar döneminin kaotik ortamından işçiemekçi kitleler lehine yegâne çıkış yolu işçi devrimleridir.
29
marksist tutum
sahneye çıkan Rusya ve Çin’i de kapsayan çok taraflı bir küresel kapışma döneminin içine girmiş bulunuyor. Hatırlanacak olursa, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı döneminde Avrupa ülkeleri hegemonya için çekişirlerken, Amerikan emperyalizmi muazzam bir yükseliş içindeydi. ABD’nin emperyalist-kapitalist sistemin tartışmasız hegemonu oluşu bu eski dönemi sona erdirebilmişti. Ne var ki günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir. İşçi-emekçi kitleleri ilgilendiren temel husus bu kaotik durumun hangi emperyalist gücün üstünlüğüyle sona ereceğine kafa yormak olamaz. Temel sorun, emperyalist-kapitalist sistemin hangi biçimler altında varlığını sürdürebileceğini tartışmak değildir; ona nihai olarak son verebilmektir. Açıkça yaygınlaşma eğilimi gösteren emperyalist savaşlar döneminin kaotik ortamından işçi-emekçi kitleler lehine yegâne çıkış yolu işçi devrimleridir. Nesnel bir değerlendirme yapılacak olursa, kapitalizmin bu son aşaması çılgınca savaşlara olduğu kadar toplumsal devrimlere de gebe bir dönem olarak somutlanmaktadır. Vaktiyle Troçki’nin dediği gibi, işçi sınıfının devrimci öncüsünün savaşlarla, ayaklanmalarla, kısa ateşkes molalarıyla, yeni savaşlar ve yeni ayaklanmalarla geçecek yıllara, hatta on yıllara hazırlıklı olması gerekiyor. Bu bakımdan bugün Amerikan emperyalizminin Bush yönetimi altında sergilediği yıkıcı savaş dalgasına karşı mücadele sorununu devrim eksenine oturtmak, alternatifi olmayan ve ertelenemez bir görev oluşturuyor. Sorun bu derece ciddiyken, pasifist ve reformist sol güçler bu emperyalist savaş dalgasının ABD’de bir başkan ve politika değişikliğiyle durdurulabileceği yanılsamasını yayıyorlar. Bu tür görüşlere inanmak ve bu tür eğilimlere kapılmak büyük bir aymazlık olur. İşçi sınıfının devrimci güçleri soruna yalnızca şu ya da bu burjuva hükümetin yürüttüğü politikanın eleştirisi gibi yanlış ve dar bir açıdan bakamazlar. Günümüzün yakıcı sorunlarına, emperyalist-kapitalist sistemin içerdiği genel tehdit açısından yaklaşmak zorunludur.
Dünya tehdit altında Yaşadığımız dönemde öne çıkan önemli hususlardan birini de, savaş koşullarına bağlı olarak burjuva medyadaki askerileşme eğilimi teşkil ediyor. Son dönemde sayıları pıtrak gibi artan çeşitli stratejik araştırma kurumlarının uzmanlarını burjuva basın ve medya kanallarında istihdam etmek moda oldu. Ekonomi haberlerinin gündelik hayatın bir parçası haline getirilmesine benzer biçimde, şimdi de dünyadaki hegemonya savaşlarının gidişatına dair yorumlar gırla gidiyor. Çeşitli strateji uzmanlarının dile getirdiği yorumlar gelişmeleri derinlemesine tahlil eder gibi görünseler de bunların hiçbiri tarafsız olamaz. Çünkü
30
Aralık 2007 • sayı: 33
bu alan, rakip emperyalist güç odakları arasındaki savaşın bir parçası olan psikolojik savaş alanıdır. Farklı tarafların çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturmak için propaganda edilen bu stratejilerden hangisi üstün gelirse gelsin, çözümlenmeyen hegemonya krizi koşullarında sonuç yine savaş, yine savaş demektir. Büyük paylaşım savaşlarının tarihi, hegemonya mücadelesinin sonucu alınmadığı sürece genel savaş durumunun devam ettiğini gösteriyor. Bu nokta günümüzdeki olası gelişmelere de ışık tutmaktadır. ABD uzun yıllar boyunca kapitalist sistemin ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tartışmasız hegemon gücü olmuştu. Günümüz koşullarında ABD’nin bu pozisyonu artık tartışma konusu yapılabilse bile, ne AB ne Rusya ne de Çin tek başına onun yerini alıp hegemonya krizine son verecek bir güce sahiptir. Dolayısıyla ABD’nin rakip güçler tarafından Ortadoğu’da geriletilmesi söz konusu edilebilse dahi, böyle bir durum dünyadaki hegemonya krizini sona erdirmeyecektir. Tersine azdırma olasılığı çok güçlüdür. Çünkü yine aynı tarih, ABD gibi büyük güçlerin bazı hezimetlere uğradıkları durumlarda geri çekilmelerinin geçici ateşkes dönemlerinden ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. Bu tür savaş aralarının yeniden yıkıcı saldırılara geçmek için değerlendirilen hazırlık dönemleri olduğu açıktır. Kısacası kapitalist sistemin mevcudiyeti koşullarında hangi olasılığı irdelerseniz irdeleyin, sonuç işçi sınıfı ve yoksul kitleler açısından değişmiyor. O nedenle, günümüzdeki gelişmelere dair çeşitli spekülasyonlar arasında çıkış yolunu yitirmeden ve burjuva kamplardan birinin kuyruğunda sürüklenmeden, yükselen emperyalist savaş dalgası karşısında sınıfsal tavır almak yaşamsal bir önem taşıyor. Tehditleri devrimci fırsatlara dönüştürmek gerek. Çürüyen kapitalizm büsbütün saldırganlaşıyor. Diğer yandan çağımız, siyasal koşullardaki ani değişimlerle seyreden patlayıcı bir nitelik taşıyor. Nitekim günümüz dünyasında çeşitli bölgelerde ve ülkelerde birbiri ardı sıra patlak veren karışıklıklar, halk ayaklanmaları vb. bu tespiti doğrulamaktadır. Kapitalist devletler, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki muazzam karşıtlığın tetiklediği isyan dalgalarını, siyasi gericiliği tırmandırarak ve kıyıcı yöntemlerle bastırmaya çalışıyorlar. Hangi güncel sorunu ele alırsak alalım, kapitalizmin insanlığın geleceğini tehdit eden küresel bir canavara dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşıyoruz. 21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerle adeta kapitalizmin kıyamet çağına dönüşmüş durumda. Kapitalizm kendi haline bırakılırsa modern insanlığın yeni bir yüzyılı olmayacak. Ya kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve dünya üzerindeki insanları bir çöküşe sürükleyecek ya da işçi-emekçi kitleler onu yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği kendi elleriyle yaratacaklar. Başka seçenek yok, zaman daralıyor! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Özelleştirilmiş Savaş Aygıtları ve Profesyonel Ordular İlkay Meriç
G
eçtiğimiz Eylül ayında Irak’ta faaliyet gösteren ABD merkezli bir “özel güvenlik şirketi”ne bağlı paralı askerlerin 17 sivili tarayarak öldürmesi ve 20’den fazlasını yaralaması, gözlerin bir kez daha bu özelleştirilmiş savaş aygıtlarına çevrilmesine neden oldu. Söz konusu olayın sorumlusu olan ve askerlerine ateş açıldığını iddia ederek sorumluluktan kaçmaya çalışan Blackwater adlı kiralık katil şebekesinin, aynı zamanda Felluce katliamından da sorumlu olması bir başka dikkat çekici noktaydı. 2004 yılında Felluce’de dört Blackwater askerinin öldürülmesini bahane eden ABD ordusu, bu kenti kimyasal ve radyoaktif silahlarla ağır bir bombardıman yağmuruna tutmuş ve 2 binden fazla insanı hunharca katletmişti. Çeşitli ülkelerdeki vukuatları saymakla bitmeyen Blackwater türü özel ordular, yasal muafiyetleri nedeniyle dokunulmazlık zırhına bürünmüş durumdalar. Bu savaş örgütlerinden suç teşkil eden eylemlerinden ötürü hesap sorulamıyor. Blackwater türü şirketlerin ana üssü konumunda bulunan Amerika ve İngiltere’de, hükümetler, suçun inkâr edilemeyecek kadar aşikâr olduğu tüm vakalarda, ölenlerin ailelerine tazminat ödeyerek pisliklerinin üzerini kapatma yoluna gidiyorlar. Ancak yaşanan her
olay, tepkileri daha fazla yükseltiyor. Sonuncu vakada da böyle oldu ve Amerikan hükümeti tüm örtbas etme girişimlerine ve mazeret üretme çabalarına rağmen Irak’tan yükselen sesi kısmayı başaramadı. Nihayetinde, Irak hükümeti ABD’den Blackwater askerlerinin Irak’taki faaliyetlerine son verilmesini ve suçluların Irak’ta yargılanmasını istedi. Tüm bunlar olurken ABD Temsilciler Meclisi ise Ekim ayı başlarında, Irak’taki “özel güvenlik şirketleri” mensuplarının suç işledikleri takdirde ABD’de yargılanmalarını öngören bir yasa tasarısını kabul etti. Ne var ki, Demokratların hazırladıkları bu tasarıyı şiddetle eleştiren Bush yönetimi, “onaylanması durumunda ulusal güvenlik açısından istenmeyen ve telâfi edilemeyecek ağır sonuçlar doğurabileceği” gerekçesiyle tasarının Kongreden geçmemesi yönünde çaba harcayacağını duyurdu. Aslında Demokratların tasarısı söz konusu şirketleri suç işledikleri ülkelerin elinden kurtararak güvenli sularda koruma altına alma operasyonundan başka bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla gerek Demokratlar gerekse Cumhuriyetçiler için bu tür şirketlerin gözden çıkarılması diye bir durum asla söz konusu değil. Zira emperyalist savaşı tüm dünyaya yaymayı
31
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33
Özelleştirmeci zihniyet, her sektörde olduğu gibi savaş sektöründe de kendini gösteriyor. Ulus-devletlerin kuruluş dönemlerinin yaygın işleyiş modeli olan zorunlu askerliğe dayalı ordular artık yerini tüm dünyada profesyonel ordulara ve giderek de bunlara destek olarak düşünülen özel ordulara bırakıyor.
bir devlet politikası haline getiren ABD’nin bu şirketlere fazlasıyla ihtiyacı var. Peki nasıl pıtrak gibi çoğaldılar bu şirketler ve neden resmi orduların bu tür taşeronlara başvurması giderek yaygınlaşıyor? Bunun yanıtı elbette, son tahlilde, izlenen ekonomik politikalarda saklı. Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi, “1980’ler, dünya burjuvazisinin krizin sonuçlarının realize olacağı yeni bir döneme hazırlandığı dönemeç oldu. Ekonomik koşullardaki değişime bağlı olarak, egemen ekonomi politikalarında da değişiklik ihtiyacı kendini dayattı. Bu nedenle kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrası yükseliş dönemine eşlik eden Keynesci politikalar, ilerde tekrar ihtiyaç duyulacağı günler gelinceye dek gözden düşürüldü. Yüksek kamu harcamalarını gerektiren kapitalist devletçilik politikası krizlerin yaratıcısı olarak ilân edilip suçlandı, artık yeni dönemin gereksinmeleriyle bağdaşmayan mali politikaların tasfiyesi yoluna gidildi. Bunun yerini ise, kapitalist devletin, iktisadi devlet teşebbüslerinden ve eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgârlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan neoliberalizm aldı.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Y., s.56) Böylece, çeşitli mal ve hizmetlerin üretiminde doğrudan rol oynayan kapitalist devletler, 70’li yılların sonlarından itibaren bu alanlardan çekilerek yerlerini özel şirketlere terk etmeye başladılar. Ancak bu uygulamalar, temel kamusal hizmetlerin ya da devlet tekelindeki çeşitli üretim alanlarının piyasaya açılmasıyla ve bu işlerin özel şirketlere devredilmesiyle sınırlı kalmadı. Şiddet tekelini elinde tutan ulus-devletlerin hapishaneleri ve iç ve dış savaş aygıtları (polis ve ordu) da söz konusu özelleştirme furyasından nasiplerini aldılar. Gelinen noktada, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkede, fabrikalardan alışveriş merkezlerine, özel okullardan bankalara, üniversitelerden tersanelere, hastanelerden havaalanlarına, otellerden lüks sitelere kadar çok geniş bir sahada, sermayenin güvenliğini sağlama görevi özel şirketlere devredilmiş durumda. Dola-
32
yısıyla özel “güvenlik” şirketleri pek çok alanda polisin yerini alıyor. Ancak çoğu emekli subay ya da polisler tarafından kurulan bu şirketlerin sundukları “hizmetler”, yukarıda saydıklarımızla sınırlı değil. Bu şirketler aracılığıyla artık ordular da özelleştiriliyor. Savaş makinelerinin profesyonel ordu adı altında paralı askerlerden oluşan aygıtlara çevrilmesine ek olarak, devletler ve ordular, kimi zaman savaştırmak üzere, kimi zaman eğitim verdirmek üzere, kimi zamansa üst düzey devlet adamlarının korunmasını sağlamak üzere özel şirketlerden “hizmet” satın alıyorlar. Orduların lojistik, yemek, temizlik vb. ihtiyaçlarının özel şirketler tarafından karşılanmasından söz etmeye bile gerek yok. Bu politikaların bir sonucu olarak, örneğin ABD ordusu Soğuk Savaş döneminin sona ermesini takiben yüzde 35 oranında küçültülmüş durumda. Ne var ki, aynı ABD ve müttefikleri, bir yandan da dünyanın jandarmalığına soyunup tüm gezegeni savaş alanına çevirmeyi planlıyorlar. İşte burada karşımıza, ihtiyacı özelleştirilmiş savaş aygıtlarıyla karşılama modeli çıkıyor. Yani özelleştirmeci zihniyet, her sektörde olduğu gibi savaş sektöründe de kendini gösteriyor: benim çok büyük ordular beslememe gerek yok, ihtiyaç duyduğumda özel ordularla anlaşarak eksiğimi takviye ederim! Böylece ulus-devletlerin kuruluş dönemlerinin yaygın işleyiş modeli olan zorunlu askerliğe dayalı ordular artık yerini tüm dünyada profesyonel ordulara ve giderek de bunlara destek olarak düşünülen özel ordulara bırakıyor. Önce profesyonel ordu olgusuna değinelim.
Profesyonel ordular: para için askerlik Dünyanın en büyük profesyonel ordusuna sahip olan ABD’de, bu ordu yapısına geçiş esas olarak Vietnam savaşının ardından yaşanmıştı. Bu savaşta yaklaşık 55 bin Amerikan askerinin ölmesi, ülke içinde hükümete karşı büyük bir öfke patlamasına yol açmıştı. Çığ gibi büyüyen tepkiler sonucunda savaşı sona erdirmek zorunda kalan ABD, buradan gerekli dersleri çıkarmakta da gecikmedi. “Ülke savunması”yla bağlantısı olmayan, dolayısıyla
Aralık 2007 • sayı: 33
emekçi kitleleri savaşın haklılığına ikna etmenin çok daha zor olduğu sınır ötesi savaşlarda (yani emperyalist niteliği çok daha açık olan savaşlarda) “gönüllü” askerlerin ölmesi bir süre sonra büyük bir tepki doğurmaya başlıyordu. Bunun önüne geçmek için bulunan çare ise, askerliği bir meslek olarak, yani para karşılığında yapmak isteyenlerden oluşturulacak bir profesyonel orduydu. Avrupa’da ise bu dönüşüm SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından gerçekleşti. Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından en büyük düşmanı komünizmden kurtuluşunu ilan eden ABD öncülüğündeki NATO’da bu dönemde yeni bir “konsept” benimsendi ve bu doğrultuda NATO üyesi ülkelerin orduları teker teker profesyonelleştirilmeye başlandı. Bu, zorunlu askerliğe dayalı büyük orduların yerini paralı askerliğe dayalı daha küçük ve vurucu gücü fazla profesyonel orduların alması anlamına geliyordu. 11 Eylül sonrasında bu sürecin iyice hızlanması sonucunda, bugün NATO ülkelerinin büyük bir bölümünde profesyonel orduya geçilmiş durumda. Bunun yanı sıra uzun bir süreden beri profesyonel ordu NATO’ya üye olmak isteyen ülkeler için önkoşul halini almış bulunuyor. Asker sayısı azaltılan bu ordular, teknolojik bakımdan oldukça üstün ve pahalı silahlarla donatılıyorlar. Böylece onlarca ülkenin ordusunda yeniden yapılanmaya gidilmesi, aynı zamanda silah tekellerine de gün doğması anlamına geliyor. Profesyonel orduya geçiş, NATO üyesi bir ülke olan Türkiye’de de uzunca bir süredir tartışılıyor. İlk adımları atılmaya başlanan bu tür bir orduya geçiş için askeri kurmayın kafasında belli ki bazı soru işaretleri mevcut. Sorunun bir boyutunu geçişin ekonomik yükü oluştururken, daha önemli bir boyutunu zorunlu askerliğin avantajlarının önemli ölçüde ortadan kalkması meydana getiriyor. Bu ikinci boyutun doğrudan Kürt savaşıyla ilgili olduğu da şüphe götürmüyor. Yaşar Büyükanıt, geçtiğimiz günlerde, profesyonel orduya ilişkin bir soruya verdiği yanıtta şunları söylüyordu: “Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri
marksist tutum
bütçeden önemli pay alıyor, ama profesyonelleşme olursa bu payın iki katına çıkması gerekir. Bu olayın bir yönü, ama asıl olan Mehmetçiğin vatan sevgisidir. Kurtuluş Savaşını da bu Mehmetçikle yapmadık mı?” Emekçi çocuklarını milliyetçilik bombardımanına tutup, “vatan savunusu” adı altında, “düşman” belletilen insanların üzerine sürmek, “vatan görevi yapıyorsunuz” diye askere alınan bilinçsiz genç çocuklarda oldukça başarılı sonuçlar verebiliyor. Buna bir de şahadet edebiyatı eklendiğinde, burjuva devlet, ana-babalarda bile “çocuklarımız vatana feda olsun, ötekini de göndereceğim, ben de gideceğim” ruh halini kolaylıkla yaratabiliyor. Ancak belli bir sınır aşıldığında, yani ölü sayıları psikolojik sınırı zorlamaya başladığında, olayın boyutu değişiyor ve toplumsal infialler yaşanabiliyor. Paralı askerliğe dayanan profesyonel orduların avantajları da burada devreye giriyor. İşte bir burjuva gazetecinin ağzından bu avantajlar: “Profesyonel askerlik bazı avantajlar sağlar siyasetçilere. Örneğin askerinizi savaşa yollarken fazla düşünmezsiniz çünkü bir kontrat vardır aranızda ölmeye yolladıklarınızla... Onlar gerektiğinde tehlikeye atılabileceklerini bile bile bu mesleği seçmişlerdir. Yani öyle yaşı geldi diye evden alınıp asker ocağına gönderilen askerlere benzemez onlar. Öyle alınan askerlerin komutanı da siyasetçi de bu tür orduyu savaşa yollarken iki kez düşünür. Çünkü kendi isteği dışında, vatan vazifesi diye asker olanın tabutunu eve teslim etmek çok zor iştir. (…) Profesyonel askerin ölümünde ise «Ne yapalım işin gereği buydu» deme şansınız vardır.” (Serdar Turgut, Akşam, 14 Temmuz 2003) Profesyonel ordunun bir başka avantajı daha bulunuyor. Grevlerin, direnişlerin, mitinglerin, çeşitli halk hareketlerinin ve günü geldiğinde devrimlerin bastırılmasında kullanılan ordular içindeki halk çocukları, tarihte pek çok örneği görüldüğü üzere, bu tür durumlarda kolayca saf değiştirebilirler ve sınıflarının safına geçebilirler. Oysa bu işi para karşılığında yapan askerler gerekli bilinç yıkama ve yeniden oluşturma işleminden derinlemesine geçirildikleri Vietnam savaşında yaklaşık 55 bin Amerikan askerinin ölmesi, ülke içinde hükümete karşı büyük bir öfke patlamasına yol açmıştı. Çığ gibi büyüyen tepkiler sonucunda savaşı sona erdirmek zorunda kalan ABD, buradan gerekli dersleri de çıkaracaktı. Sınır ötesi savaşlarda doğacak muhtemel tepkilerin önüne geçmek için bulunan çare, askerliği bir meslek olarak, yani para karşılığında yapmak isteyenlerden oluşturulacak bir profesyonel orduydu.
33
marksist tutum
için, içinden geldikleri sınıf sonuçta aynı olsa da, bunların diğerleriyle benzer tepkiler verme, dolayısıyla burjuvazi için sağlam durmama riski, önemli ölçüde azaltılmıştır. Devrimci durumlarda polisteki yarılmanın erler içindeki yarılmaya göre çok daha zor gerçekleşmesi bunun bir sonucudur ve burjuvazi paralı askerler aracılığıyla orduları da böylesi bir yarılmaya karşı daha bağışık hale getirmek istemektedir. İşin emekçiler boyutuna gelecek olursak, işsizliğin kol gezdiği, hiçbir iş garantisinin olmadığı, düzenli sigortanın bile azınlığa ait bir “ayrıcalık” haline geldiği günümüzde, paralı askerlik, işsiz ve çoğu mesleksiz gençler için her şeyden önce, piyasa koşullarına göre ortalamanın oldukça üzerinde bir maaş, sigorta, emeklilik gibi bulunmaz nimetler anlamına gelmektedir. Durum böyle olunca, burjuvazi “yemlik” bulmakta da zorluk çekmemektedir.
Profesyonel orduların şemsiyesinde özel ordular Özel ordularsa, yukarıda da söz ettiğimiz gibi, özelleştirmeci zihniyetin ve profesyonel orduların mantıki bir uzantısı olarak hayat buluyorlar. Askerlik bir kez paralı hale getirildiğinde, bu “iş”in özel ya da devlet şirketi tarafın-
Aralık 2007 • sayı: 33
dan organize edilmesi, neo-liberal zihniyete tali bir sorun olarak görünüyor. Zira akıl almaz kârlı bir alanın ve devasa yekûnlar tutan ihalelerin söz konusu olması, siyasetçisiyle, askeriyle, kapitalistiyle bir bütün olarak burjuvazinin ağzının suyunu akıtmaya fazlasıyla yetiyor. Ardından kurulsun şirketler, aksın paralar, bölüşülsün kârlar… Özel orduların ve genel olarak “özel güvenlik şirketlerinin”, esas olarak 90’lı yıllardan itibaren belirgin bir artış gösterdiği biliniyor. SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşü sonucunda bu ülkelere ait orduların ve istihbarat örgütlerinin de çökmesi ve izleyen dönemde emperyalist ülke ordularının da belirgin bir şekilde küçültülmesi, 90’lı yıllarda dünya ölçeğinde sayıları milyonları bulan bir ordu personeli kitlesinin boşa çıkmasına yol açmıştı. Bundan daha da önemlisi, “sosyalist” blokun çöküşüyle, milyonlarca savaş aracının (makineli tüfeğinden tankına, uçağından füzesine kadar) ortaya saçılmasıydı. Ortaya saçılan bu savaş araçlarından bir kısmının da Türkiye’ye girdiğine hiç kuşku yoktur. Nitekim eski Genel Kurmay Başkanlarından Doğan Güreş geçenlerde gazeteci Fikret Bila’yla yaptığı bir söyleşide, Doğu Almanya’nın çöküşünden sonra, oranın genelkurmay başkanıyla olan dostluğu sayesinde100 bin kalaşnikof tüfeği hiçbir ücret ödemeden, kayıtsız kuyutsuz bir şekilde nasıl temin ettiğini ve sonradan bu silahları
Blackwater: Savaşın Kârlı “Karasu”larında Bir Ölüm Mangası Blackwater, Felluce katliamıyla ve Irak’ta 17 sivilin katledilmesiyle ünlenen ABD kökenli özel ordulardan biri. Amerikan devletinin sözleşme yaptığı üç büyük şirketten biri olma özelliğini taşıyan bu şirketin kuruluş hikâyesi, kurucularının özelliği, Bush ekibine yakınlığı vs., bize bu tür şirketlerin yapıları hakkında da oldukça önemli veriler sunuyor. Blackwater’ın tarihine baktığımızda, şirketin, ABD ordusundan ayrılmış genç bir deniz komandosu tarafından 1997’de kurulduğunu görüyoruz. Zengin bir ailenin çocuğu olan Eric Prince, aynı zamanda aşırı muhafazakârlığıyla ve ailece Cumhuriyetçilere olan yakınlıklarıyla tanınıyor. Cumhuriyetçi Partinin ve Bush’un finansörleri arasında bulunan Prince, bunun karşılığını, Irak’ta, Afganistan’da, Katrina kasırgası sırasında şirketiyle imzalanan yüz milyonlarca dolarlık devlet sözleşmeleriyle fazlasıyla almış ve almakta. Yani, Bush ikinci kez seçildiğinde bir Blackwater yöneticisinin, çalışma arkadaşlarına sevinçle, “Bush kazandı, dört yıl daha!! Hooyah!!” konu başlıklı bir mail göndermesi boşuna değil! Blackwater’ın başkan yardımcılığı düzeyindeki iki yöneticisinden biri olan Cofer Black’ın CIA’nın terörle mücadele eski başkanı, Robert Richer’in ise yine CIA bölüm başkanı olması da, bu şirketin gerek Amerikan
34
devletiyle gerekse Bush ekibiyle olan yakınlığını ve “ortaklığını” gösteriyor. Nitekim Bush’un Senato üyelerinden biri, Blackwater’ı, “terörle küresel mücadelenin sessiz ortağı” olarak nitelendiriyor. Özellikle 11 Eylül’den sonra, Afganistan ve ardından da Irak’ta, Blackwater türü özel ordular Amerikan ordusunun tamamlayıcı unsurları olarak değerlendirilmeye başlandılar. Emperyalizmin ateşe verdiği çeşitli bölgelerde faaliyet gösteren 20 binden fazla paralı askeri olan bu “sessiz ortak”, paralı asker kiralamaktan askeri eğitime, üst düzey adamlara korumalık yapmaya kadar pek çok “hizmet” veriyor. Bu “hizmet”lerin alıcılarıysa ABD ile sınırlı değil. Meselâ Azerbaycan da bunlar arasında. Bugün Irak’ta 750’ye yakını Amerikalı olmak üzere toplam 1000 civarında Blackwater askeri var. Görüldüğü üzere, Blackwater’ın çalışanlarının tamamı Amerikalı değil. Bunlar arasında örneğin Pinochet döneminin tecrübeli faşist askerlerinden olan 60’tan fazla Şilili de bulunuyor. Yani, amacını “her yerde güvenlik, barış, demokrasi ve özgürlüğü desteklemek” olarak açıklayan bu şirket, dünyanın dört bir yanından süzme faşistleri bünyesinde toplayıp, bu “kutsal değerler” için mücadelesini sürdürüyor! Ne de olsa bu “kutsal değerler” için savaşmanın çok daha kutsal olan bir getirisi var: milyarlarca dolar!
Aralık 2007 • sayı: 33
PKK ile savaşan koruculara ve özel timcilere nasıl dağıttırdığını övünerek anlatmıştı. Üstelik bu silahlara sadece devletler düzeyindeki ilişkilerle ve askeri personel eliyle değil, parayı bastıran siviller eliyle de rahatlıkla ulaşılabilmesi durumun vahametini ve yaşanan rezaletin boyutlarını ortaya koymaktadır. Böylece, ucuz silahlar ve eğitimli personelin bir araya gelmesiyle oluşan fazlasıyla bereketli ortam, özel savaş şirketleri için bulunmaz bir cennet olarak ortada duruyordu. Ardından bunlar, çeşitli devletlerle, uluslararası kuruluşlarla ya da özel şirketlerle yaptıkları anlaşmalar sonucunda, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Asya’ya ve Latin Amerika’ya, dünyanın tüm çatışmalı bölgelerine ve emperyalist savaşın hüküm sürdüğü bütün coğrafyalara akbaba gibi üşüşmeye başladılar. Savaş, milyonlarca insan için ölüm, sakatlık, hastalık, açlık, sefalet demekken, onlar için tatlı bir kâr kaynağıydı. 11 Eylül ise bunlar için bir başka dönüm noktası oluşturdu. Bu ordular aracılığıyla “özelleştirilmiş savaş” Afganistan’da tırmanışa geçerek Irak’ta doruğa ulaştı. Özel orduların ve lojistik hizmet sağlayan özel şirketlerin, ABD’nin Irak ve Afganistan’da yüz milyarlarca doları bulan askeri harcamalarından yüzde 20-25 oranında pay aldıkları tahmin ediliyor. Bugün Irak’ta asker sayıları toplamda 50 bine yaklaşan özel ordular, ABD ordusundan sonraki ikinci büyük gücü oluşturuyorlar. Amerikan ve İngiliz şirketlerinde, Güney Afrika’daki apartheid rejiminin deneyimli SAS komandolarının, Sırp ve Hırvat paralı askerlerin, Pinochet döneminin eğitimli faşist askerlerinin de aralarında bulunduğu, onlarca farklı ülkeden toplanmış binlerce profesyonel katil bulunuyor. İşgal altındaki ülkede onlarca özel ordu firması faaliyet gösteriyor ve ABD ve İngiltere bunlarla milyarlarca dolarlık sözleşmeler imzalamış durumda. Bunlardan sadece biri olan Blackwater ile ABD ordusu ve Dışişleri Bakanlığı arasında, paralı asker temini, ordu personeline ve polise eğitim verme, üst düzey
marksist tutum
ABD’li diplomatların korumalığını yapma gibi pek çok konuda imzalanan sözleşmelerin her biri yüz milyonlarca dolar bedelinde. Bu firmalarla iç içe olmanın siyasetçilere, askerlere ve bürokratlara sağladığı karşılıklı maddi çıkarların yanı sıra, savaşlarda özel ordulara başvurmanın devletler düzeyinde sağladığı birtakım avantajlar da mevcut. Her şeyden önce, riskli bölgelerde özel orduların kullanılması, resmi orduların asker kaybını azaltabiliyor ve bu da hükümetlerin kamuoyu karşısında hesap verme yükünü hafifletiyor. Çünkü devletler, özel şirketlere bağlı paralı askerleri kendi askerleri olarak görmüyorlar ve onların kaybını ülkenin verdiği resmi kayıplara dahil etmiyorlar. Örneğin Irak’ta ölen özel ordu askerlerinin ABD’nin ya da İngiltere’nin vs. kaybı olarak gözükmemesinin yanı sıra, bunların sayısı hakkında hiçbir resmi açıklamada da bulunulmuyor. Bunun yanı sıra, devletler, bu şirketlerin personelinin işledikleri suçların, insan hakları ihlallerinin vs. sorumluluğunu da yüklenmiyorlar. Dolayısıyla bu, özel şirketler için de, burjuvaların “kolektif şirketi” olan kapitalist devlet için de her açıdan son derece kârlı bir iş. Ancak dezavantajlar da yok değil. Çoğu alanda orduların emir-komuta zincirine tâbi olmayan bu askerlerin denetim dışı faaliyetlerde bulunuyor olmaları, devlet tekeli dışında oluşumlara silahlı güç hakkı tanınmasının ne gibi sorunlar doğurabileceği benzeri konular burjuva ideologlar tarafından yüksek sesle tartışılmaya başlanmış durumda. Fakat burjuvazi, kirli işlerini bir şekilde yürütmek ve belli riskleri göze almak zorunda. O öncelikle bugünün hesabını yapıyor. Yarın sorun çıktığında başka bir yöntem arayışına girmesi ve o an için kendisine en az sorunlu görünen yöntemi uygulamaya sokması onun için çok makul ve mantıklı bir iş. Bugün, Ebu Garip cezaevinde yaşanan insanlık dışı uygulamaların sorumluluğunu orada görev alan “özel güvenlik şirketlerine” yıkıp vicdan rahatlatan, Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Kolombiya’da ve daha nice coğrafyada ortaya çıkan benzer uygulamaları özel orduların kendi başlarına buyrukluğuyla açıklama yoluna giden, böylelikle burjuva orduları masumlaştırıp aklayarak onlara insani, demokratik, özgürlükçü vs. misyonlar biçen ve tüm bunlardan yola çıkarak burjuvaziyi aklıselime davet eden burjuva ideologların sayısı hiç de az değil. Ama bunlar, emperyalist-kapitalist orduların, devletlerin ve burjuva sömürücülerin yarattığı pisliğin üzerini ne kadar örtmeye çalışırlarsa, gerçek apaçık ortada duruyor. Tüm bu gerçekler karşısında insanlığın ortak aklı ise, savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir dünya için kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını emrediyor. Bunun ötesinde bir akılcılık aramak beyhudedir!
35
AIDS: Çağımızın Yeni Vebası Suphi Koray
İ
nsanlık tarihinde hastalıklarla mücadele önemli bir yer tutar. Cüzamdan vebaya, gripten AIDS’e kadar birçok hastalıkla boğuşmak zorunda kalan insan toplulukları, nüfuslarının çok ciddi bir kısmını da bu hastalıklar sonucunda kaybetmişlerdir. Tarihte pek çok kez, tıbbın yeteri kadar gelişmemiş olmasından dolayı, bazı salgın hastalıklar milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Örneğin, 14. yüzyıldaki veba salgını Avrupa nüfusunun üçte birini yok etmişken, 1918 yılında başlayan İspanyol gribi salgını iki yıl gibi kısa bir süre içinde elli milyondan fazla insanın ölmesine yol açmıştır. Ticaret yollarının gelişimi ve bunun sonucunda insanlar arasındaki ilişkilerin sıklaşması, hastalıkların çok daha kolay ve kısa sürede dünyaya yayılarak salgın boyutuna ulaşmasının önünü açmıştır. Uygarlığın gelişmesine paralel olarak tıp ve bilim alanında da ilerlemeler olmuştur, fakat insanların salgın hastalıklar sonucu can vermesinin önüne hâlâ geçilememiştir. Kuşkusuz bunda, insanlığın çıkarlarını değil ilk elde kârı gözeten bir sınıflı toplumda, yani kapitalizmde yaşamamızın temel bir rolü bulunuyor. Bu sistemin hastalıkla-
36
rı yok etmek bir yana, pazarı daha fazla geliştirmek için yeni hastalıklar üreten bir sömürü sistemi olduğu düşünülürse, bugün ölümcül olan pek çok hastalığın çaresinin “bulunamamasında” aslında şaşılacak bir şey de yoktur. Kapitalist bataklık her geçen gün yeni mikroplar üreterek çok daha büyük ve yok edici salgın hastalıkların doğmasına sebep olmaktadır. Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı Dünya Sağlık Örgütünün “Güvenli Bir Gelecek” adlı 2007 yılı raporunda, son 40 yılda 39 yeni salgın hastalık türünün ortaya çıktığı açıklandı. Yani her yıl yeni bir tür salgın hastalık ortaya çıkmaktadır ki, tarihte bunun eşine rastlamak mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyıl ortaya çıkan yeni hastalıklardan birisi AIDS’tir. Kısa sürede çağımızın en tehlikeli hastalığı haline gelen AIDS, ilk kez 1981’de ABD’de kaposi sarkoma (kemik, kıkırdak, deri ve lifli dokularda tutunan bir kanser türü) adlı bir hastalığın olağandışı artışı sonucunda tespit edildi. “Edinilmiş bağışıklık yetersizliği sendromu” sözcüklerinin İngilizce baş harflerinden oluşan AIDS, birkaç yıl içinde dünyanın dört bir köşesine yayılarak ölümcül bir salgın boyutuna ulaştı. Özellikle Afrika ülkeleri gi-
Aralık 2007 • sayı: 33
bi gelişmemiş ülkelerde AIDS’in yol açtığı tablo çok daha yıkıcı oldu. AIDS, bulaştığı insanda bağışıklık sistemini zayıf düşürerek, vücudun hastalıklar karşısında savunmasız ve çaresiz kalmasına yol açıyor. Sonuç olarak, sağlıklı bir insanda bağışıklık sisteminin hızlı bir şekilde yok edebildiği mikroplar, AIDS hastalarında ölüme neden oluyor. BM’nin geçen yıl yayınladığı rapora göre, dünyada 40 milyona yakın insan AIDS’in pençesinde boğuşuyor. Yine bu rapora göre, her gün 11 bin kişi, yılda ise 4,3 milyon kişi AIDS hastalığına yakalanmaktadır. Bugüne kadar AIDS yüzünden ölenlerin toplam sayısı 25 milyon iken, sadece geçtiğimiz yıl 2,9 milyon kişi bu amansız hastalık yüzünden hayatını kaybetmiştir. Üstelik dünyayı kana bulayan emperyalist sistemin bir kurumu olan BM’in yayınladığı rakamların gerçeğin çok altında kaldığı da su götürmez bir gerçektir. Kapitalizmin eşitsiz doğası sonucu sağlık hizmetine ulaşamayan yoksul kesimleri ve AIDS hastalarının cüzamlı gibi toplum dışına itilmekten korkup hastalıklarını gizlediklerini göz önüne aldığımızda, hastalığı taşıyan insan sayısının 40 milyonun çok üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki bu ölümcül hastalık nasıl ortaya çıktı? İlk hastalık vakası 1981’de tespit edilmiş olmasına karşın, AIDS’in tarihi daha öncesine gidiyor. Bu yeni hastalığın farkına varılmasından dört yıl sonra, hastalığa sebep olan ve cinsel ilişkiyle, kan yoluyla ve anneden bebeğe geçerek insandan insana bulaşan HIV virüsü tanımlandı. Yapılan araştırmalarda, virüs ilk kez 1959 yılında Kongolu bir kişiden alınmış kan örneğinde bulundu. HIV virüsünün nasıl ortaya çıktığı ve insanlara nasıl geçtiği konusunda tam bir netlik bulunmuyor. Ancak “virüsün insana maymunlardan geçtiği” görüşü ilgili bilim camiasında yaygın kanı halini almış bulunuyor. HIV’in tespitinden sonra yapılan araştırmalarda, bu virüsün maymunlarda bulunan başka bir virüsle benzer özellikler taşıdığı görüldü. Maymunlardaki bu virüsün insanlara nasıl geçtiği konusunda da çeşitli teoriler ortaya atıldı. Aynı çevrelerde hâkim olan kanı, bu virüsün Orta Afrika’daki bir maymun türünden insana geçtiği ve dünyaya yayıldığı yönündedir. Bu çerçevede ileri sürülen teoriye göre, maymun eti yiyen insanlara bir şekilde geçen virüs, insan vücudu içerisinde değişikliğe uğrayarak, zararsız bir virüsten ölümcül bir virüse dönüşmüştü. Böylece salgın bir hastalık olan AIDS ortaya çıkmıştı. Ancak bazı araştırmacıların ve bilim insanlarının bu konudaki çalışmaları, bu hakim teorinin doğru olmadığını gösterdi. Yüz binlerce yıldır maymunlarla birlikte yaşayan Orta Afrika’daki bu insanlara neden şimdiye kadar bu hastalık bulaşmamıştı? HIV neden 1950’lilerde ortaya çıkmıştı ve biyolojik tarih açından çok kısa bir süre olan on yıllar içinde küresel bir salgın boyutuna nasıl ulaşabilmişti? Bu soruların cevabı kapitalizmin uyguladığı sağlık politikalarında gizliydi. AIDS’in ortaya çıkış tarihi ve yeri, çocuk felci aşısının ilk kez denendiği tarih ve yerle çakışıyor.
marksist tutum
1957-1960 yılları arasında Kongo civarındaki bir milyon kişi üzerinde çocuk felci aşısı denemeleri yapılmıştı. AIDS de ilk kez Kongo’da bu aşıların denenmeye başlanmasından hemen sonra görülmüştü. Ayrıca, 1980’de Afrika’da teşhis edilen 28 AIDS vakasından 23’ü, bu aşıların yapıldığı merkezlerin yaklaşık 300 kilometre civarındaki yerleşim birimlerinde ortaya çıkmıştı. Bu verilerin ışığında, HIV virüsünün bu aşıların üretiminde kullanılan maymun böbreği dokularından insanlara bulaştığına dayanan karşıt bir teori ileri sürüldü. HIV’in kökenine dair bu yeni teori, “saygın” bilim çevreleri tarafından pek hoş karşılanmadı ve çürütülmesi için hemen çalışmalara başlandı. Nature ve Science gibi “saygın” bilim dergileri, kendi dallarında uzman bilim insanlarının çocuk felci aşısı teorisine dair makalelerini bile yayınlamayı reddetti. 1957’den önce AIDS’e yakalanmış bir hastanın bulunması çocuk felci aşısı denemelerini yapanları suçsuz kılacaktı. Nitekim İngiliz bir denizcinin bu tarihten daha önce AIDS yüzünden öldüğünün klinik testlerle ispatlandığı duyuruldu. Ancak daha sonra bu denizcinin AIDS’ten ölmediği ve tahlillerin doksanlı yıllarda AIDS’ten ölen başka birinin tahlilleriyle “karıştığı” ortaya çıktı. İnsan sağlığı gibi hayatî bir konuyu iş edinse de, burjuvazinin hizmetinde olan her sektör gibi, bilim de, aynı telden çalıyor, gerçekleri çarpıtmak, efendisinin suçunu gizlemek için her türlü yalana ve hileye başvurabileceğini gösteriyordu. AIDS’in ortaya çıkış yeri ve zamanının aşılama kampanyası ile çakışması, aşının benzer bir virüsü insanlara geçirmiş olması, muhafaza edilen aşıların test ettirilmesinin kabul edilmemesi ve her şeyden önce de kapitalist sistemde paranın insan sağlığından önce geldiği gerçeği, bu muhalif teoriyi akla yatkın kılıyor. Kullananlar üzerinde ne tür etkilerinin olacağı bilinmeyen ilâçların Afrika’nın yoksul halkları üzerinde denenmesi, ilâç tekellerinin başvurduğu klasik bir yöntemdir. Novartis, Pfizer gibi birçok dev ilâç tekeli, Afrika’daki çocukları adeta denek hayvanı
37
marksist tutum
gibi kullanıp ciddi sağlık sorunlarına, hatta ölümlerine dahi yol açmaktadır. Hakeza AIDS belâsının yarattığı sorunlardan dünyada en fazla muzdarip olanlar da bahtı kara Afrika halklarıdır. Emperyalist çıkarların kıskacında birbirlerine kırdırılan, açlıkla ve susuzlukla boğuşan Afrikalılar, bir de AIDS gibi salgın hastalıkların pençesinde kıvranıyorlar. Bugün dünyada bilinen 40 milyon AIDS hastasının 25 milyonu, Sahra-altı Afrika’da yaşıyor. Bölge halkının yaşadığı açlık, susuzluk ve sefalet koşulları, AIDS hastalığının hem yayılmasını hızlandırıyor, hem de hastalığın çok daha kısa sürede ölümle sonuçlanmasına sebebiyet veriyor. Örneğin 1990’da Güney Afrika’da ortalama yaşam süresi 64 iken, bugün 51’e inmiştir ve önümüzdeki yıllarda daha da düşeceği tahmin edilmektedir. AIDS’in en büyük yıkıma yola açtığı Afrika ülkelerinden biri olan Tanzanya’da ise ortalama yaşam süresi 44 yıla inmiş durumdadır ve on binlerce çocuk, anne ve babasını bu hastalık sonucu yitirerek yetim ve öksüz kalmıştır. 2006’da AIDS’ten ölen 3 milyona yakın kişinin 2 milyonundan fazlası Afrika’dandır. Her yıl yaklaşık 3 milyon kişinin AIDS hastalığına yakalandığı Afrika’da, bu gidişata bir çözüm bulunamazsa, 2025 yılında hasta sayısının 90 milyonu bulacağı öngörülüyor ki, bu da kıta nüfusunun %10’una tekabül etmektedir. 2005 tarihli BM raporunda, Afrika’da 16 milyon AIDS hastasını kurtarmak, 43 milyon insanın da hastalığa yakalanmasını önlemek için 200 milyar dolara ihtiyaç duyulduğu, daha iyi tedavi koşulları sağlansa bile AIDS’ten ölenlerin sayısının 67 milyonu bulmasının beklendiği belirtiliyor. Her yıl savaş endüstrisine ayrılan 1,2 trilyonun yanında 200 milyar, küçük bir rakam gibi dursa da, kapitalizm, dolarlarını hastaları sağaltmak için değil, Afganistan’da, Irak’ta ve Afrika’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi insanları öldürmek için kullanıyor. AIDS hastalarının daha uzun süre hayatta kalabilmeleri için iyi koşullarda ilâç tedavisi görmeleri şart. Hastalık,
38
Aralık 2007 • sayı: 33
bağışıklık sistemini çökerttiği için tüberküloz, hepatit gibi fırsatçı hastalıklar, iyi beslenemeyen güçsüz bedenlerde ölümü çabuklaştırıyor. Açlığın ve susuzluğun zayıf düşürdüğü Afrikalılar, AIDS karşısında çaresiz kalıyorlar. Bir AIDS hastasının yıllık ilâç masrafı on bin dolara kadar çıkabiliyor. Açlıktan ve susuzluktan milyonların öldüğü yoksul Afrika’da bu ilâçları alabilmek ise nerdeyse imkânsız. Resmi rakamlara göre tüm dünyada, AIDS hastalarının sadece %28’i hastalığın gelişimini yavaşlatan ilâçlara ulaşabiliyor. Afrika’da ise bu oran çok daha düşük seviyede bulunuyor. Üstelik her yıl HIV bulaşan insan sayısı artarken, AIDS ilâçlarını temin edebilenlerin sayısı gittikçe azalıyor. Hastaların AIDS ilâçlarına erişimlerinin, bu kadar zor ve sınırlı olmasının nedeni, dev ilâç tekellerinin yürüttüğü politikalardır. Bu tekeller, bir yandan HIV taşıyan çocukları ebeveynlerinin rızasını almadan laboratuar deneği olarak kullanıp işleri bittiğinde bir kenara atarken, bir yandan da ucuz ilâç üretimini engelleyerek milyonlarca hastayı ölüme mahkûm ediyorlar. AIDS’i yavaşlatıcı ilâçların patentlerini kasalarında saklayan bu tekeller yüzünden ilâçların benzerleri üretilemiyor. Patent yasasını çiğneyen Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler ise, uluslararası tekellerin baskıları sonucu jenerik (orijinal olmayan) ilâç üretimini kısıtlamak zorunda kalıyorlar. İlâç tekelleri, yıllık 730 milyar doları bulan bu kanlı ve kârlı pazarı kaybetmek istemiyorlar. Yani kapitalizmin temel yasası burada da aynı şekilde işliyor: Önce kâr! Kazanılacak dolarlar, emperyalizm için insan hayatından daha önemli. G-8 zirvelerinde alınan kararlar veya BM’nin düzenlediği AIDS’le mücadele konferansları sorunu çözmek bir yana, oyalama, göz boyama ve kandırmacadan ibarettir. Keza bugüne kadar verilen hiçbir söz tutulmamıştır. Hiç kuşkusuz AIDS gibi bir hastalığın salgın boyutuna varıp yok edici bir tehlike haline gelmesinin de, Afrika veya Güneydoğu Asya gibi bölgelerde AIDS’in toplumsal felâket haline gelmesinin de sorumlusu, kapitalist-emperyalist sistemden başkası değildir. Dolayısıyla emperyalist sistemin kurumlarından AIDS’e çözüm bulmasını beklemek saflık olur. AIDS’in çağımızın vebası olması kapitalist-emperyalist sistemin suçudur. İnsanlık, AIDS de dâhil olmak üzere tüm hastalıklara çözüm üretebilecek olanaklara sahiptir. Ancak kapitalizm, bu olanakların insanlığın yararına kullanılmasının önündeki en büyük engeldir. Kapitalizmin insanı değil kârı baz alan doğası, sorunları çözmek bir yana, ondan kâr elde etmenin yollarını arar. Sonuç olarak, bütün hastalıkların müsebbibi kapitalizmdir. Bütün hastalıkların devası da bu kapitalizm mikrobuna karşı verilecek mücadelededir.
Kavganın Ezgisi:
Enternasyonal Ilgın Çevik
M
arx ve Engels’in ortaya koyduğu, işçi sınıfının kurtuluşunun onun uluslararası mücadelesinden, “bütün dünyanın işçilerinin birleşmesi”nden geçtiği düşüncesi bugün her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Savaşlarla, insanlığa yaşattığı acılarla ayakta kalmaya çalışan kapitalist sistemi yıkacak tek güç işçi sınıfının uluslararası ölçekte örgütlü mücadelesidir. Bu anlamda da insanlığın kurtuluşu enternasyonal mücadelede saklıdır. Enternasyonal, işçilerin dünya çapındaki örgütlülüğüdür. Bu da ulusal sınırları aşan bir örgütlü mücadeleyi ve dayanışmayı gerektirir. Bundan 135 yıl önce Eguene Pottier tarafından yazılan Enternasyonal marşının sözleri, tüm bunların bir simgesi olarak, bir kavganın ortasından, komünist bir işçinin yüreğinden kaleme dökülmüştür. Ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı olan kavgasının bu ezgisi, kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştır. Birçok dil gibi Türkçeye de çevrilen Enternasyonal, bu topraklarda da mücadeleci işçiler tarafından sahiplenilmiş ve burjuvalarca katledilen her komünistin cenazesinin başında, eylemlerde, mitinglerde, grevlerde, hücrelerde burjuvaziye inat okunmuştur. Sınıf mücadelesi kimi zaman yükselmiş kimi zaman da ‘80 darbesinden sonra olduğu gibi gerilemiştir. Ancak faşizmin yaşandığı dönemler de dâhil burjuvazinin tüm baskı koşullarına rağmen Bolşevik geleneğe bağlı komünistler, devrimci Marksist, enternasyonalist değerlere sahip çıkıp bunları yaşatmaya devam etmişlerdir.
Enternasyonal marşının yazarı Eguene Pottier bir proleterdi. Hayatı boyunca işçilik yapmış, ambalaj işçiliğinde, kumaş baskıcılığında, sanayide çalışmıştır. Bilinçli bir işçi olarak kavgadan geri durmamış; 1848’de barikatlarda savaşmış, 1871’de işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olan Paris Komününün tüm çalışmalarına katılmıştır. İşçilerin verdikleri bu haklı mücadeleye olan inancını ve ümidini ise Enternasyonal marşının sözlerinde en güzel şekilde ortaya koymuştur. Enternasyonal işçi sınıfının burjuvaziye karşı iktidar savaşında, komünarların kavgasının içinden çıkmıştı. Paris Komünü yenilmişti belki ama işçi sınıfının iktidarı alabileceği gerçeği çıkmıştı ortaya. Bu bile çok önemli bir kazanımdı. Çünkü komünarlar katledilmiş de olsa, Komün burjuvazi tarafından dağıtılmış da olsa, iktidarı fethetme kavgasının sona ermeyeceği gerçeği burjuvazinin de işçi sınıfının da belleğine kazınmıştı. Kavga diyalektik bir süreçtir, tıpkı komünarların ölümünün Ekim Devrimini yaratanlara hayat vermesi gibi... “Cellâtların döktükleri kan kendilerini boğacak, bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak” dizeleri çok değil 46 yıl sonra 1917’de kızıl Ekim Devrimiyle gerçeğe dönüşmüştü. Esirler dünyası 1871 Paris Komünüyle uykusundan uyanmış, isyan ateşini körüklemiş, 1917 Ekim Devrimiyle de hem fabrikaların hem de toprağın emeğin malı olması gerektiği gerçeğini tüm asalakların yüzüne haykırarak kendi iktidarını kurmuştu. Nasıl mı? Elbette Paris Komününden çıkarılan
39
Aralık 2007 • sayı: 33
marksist tutum
Enternasyonal Uyan artık uykudan uyan Uyan esirler dünyası Zulme karşı hıncımız volkan Bu ölüm-dirim kavgası Yıkalım bu köhne düzeni Biz başka alem isteriz Bizi hiçe sayanlar bilsin Bundan sonra herşey biziz Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık Enternasyonal’le kurtulur insanlık Tanrı, patron, bey, ağa, sultan Nasıl bizleri kurtarır Bizleri kurtaracak olan Kendi kollarımızdır İsyan ateşini körükle Zulmü rüzgarlara savur Kollarının bütün gücüyle Tavı gelen demire vur Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık Enternasyonal’le kurtulur insanlık Hem fabrikalar, hem de toprak Her şey emekçinin malı Tufeyliye tanımayız hak Her şey emeğin olmalı Cellatların döktüğü kan Bir gün onları boğacak Bu kan denizinin ufkundan Kızıl bir güneş doğacak Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık Enternasyonal’le kurtulur insanlık!
40
derslerle. Bu, Çarın olmadığı, burjuvaların yönetmediği, başka bir dünya isteyen işçilerin Bolşeviklerin önderliğinde örgütlenip verdikleri kavgayla gerçekleşti. Marx ve Engels’in proleter devrimci mücadele çizgisine sahip çıkan ve Marksizmin enternasyonalist özüne yürekten bağlı Lenin önderliğindeki Bolşevikler Ekim Devriminin ardından III. Enternasyonal’i (Komünist Enternasyonal) kurdular. Böylece, enternasyonal bir mücadele anlayışını benimseyen ve işçi sınıfının vatanının tüm dünya olduğunu kavrayan, kurtuluşun dünya burjuvazisine ve kendi burjuvalarına karşı verilecek mücadele ile olabileceğine inanan işçiler Enternasyonal’de birleştiler. Birinci Dünya Savaşıyla birlikte II. Enternasyonal’de gerçekte milliyetçi bir anlayışın egemen olduğu ortaya çıkmış, onun önderleri işçileri kendi burjuvalarının peşine takmıştı. Reformistler, Marksizmin en temel ilkelerinden birini, işçilerin burjuvaziye karşı uluslararası ölçekte mücadele etmeleri gerektiği ilkesini ezip geçmişti. Oysaki Birinci Dünya Savaşı sınıf savaşımı değil, burjuvazinin yürüttüğü emperyalist bir paylaşım savaşıydı. Burjuvazi daha fazla kâr edebilmek için milyonlarca işçiyi ölüme gönderiyordu. İkinci Enternasyonalse böylesi bir ortamda savaş karşıtlığı temelinde işçileri harekete geçirip sınıf savaşımı çağrısı yapması gerekirken, işçilerin ellerinin sınıf kardeşlerinin kanına bulanmasına göz yummuştu. İşte bu nedenle Bolşevikler tarafından kurulan Üçüncü Enternasyonal çok büyük bir önem taşımaktadır. Çarı iktidardan defeden Bolşevikler ve devrimci işçiler aynı zamanda emperyalizme, burjuva devletlere, burjuva mülkiyete, eşitsizliğe tüm dünyada karşı çıkıyor ve bunun için mücadele edenleri aynı çatı altında ortak mücadeleye çağırıyordu. Bu Sovyet devriminin ulusal sınırlar içinde kalmayacağını ve dünya proletaryasını kapsadığını gösterdiği gibi enternasyonalin gerçek anlamını da yeniden ortaya seriyordu. Ekim Devriminin marşı Enternasyonal, örgütü ise Bolşeviklerin önderliği
ile kurulan Komünist Enternasyonal’di. Ancak Lenin’in ve tüm Bolşevik komünistlerin çabasına rağmen devrim tek bir ülkede yalıtık kalmış, kısa bir süre sonra bürokrasinin egemenliği ele almasıyla da tüm kazanımlar kaybedilmişti. Enternasyonal anlayışın yerine bürokrasinin milliyetçi anlayışını egemen kılan Stalinizm, dünya devrimi fikrinden sapıp tek ülkede sosyalizm anlayışına saplanıp kalmıştır. Enternasyonal marşının yerine Rus şovenizmini öne çıkartan bir ulusal marşı geçirmiş, daha sonra da işçilerin uluslararası örgütü olan Komünist Enternasyonal’i kapatmıştır. Bu dünya işçi sınıfına korkunç bir ihanettir. Ekim Devrimi tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Birçok ülkede komünist partiler kurulmuştur. Ancak egemen Stalinist anlayışın sonucu olarak bunlar mevcut milliyetçi yaklaşımlarından sıyrılmak şöyle dursun bunu daha da perçinlemişlerdir. İşçi sınıfının dünya partisini güçlendirmek, dünya devrimini yükseltmek yerine Stalinist tek ülkede sosyalizm anlayışına saplanıp kalmışlardır. Hatta bir süre sonra bu anlayışın önünde engel olarak beliren Enternasyonal, Stalinist bürokrasinin marifetiyle tasfiye edilmiştir. Ancak Ekim Devrimi bürokrasi tarafından ezilse de, Marksizmin enternasyonal geleneğine sahip çıkanlar ve yaşatmaya çalışanlar her zaman olmuştur. Tıpkı bütün dünyanın işçilerinin birliğine sonuna kadar inanan ve Dördüncü Enternasyonal’i kuran Troçki gibi, Marksizme yürekten bağlı olup dünyanın dört bir yanında mücadele eden diğer komünistler gibi… Bu topraklardaki enternasyonalist komünistler olarak bizler de “işçi sınıfının vatanı enternasyonaldir” sloganıyla devrimci Marksizme sahip çıkıyoruz. Enternasyonal marşımızı dilimizden, coşkusunu yüreğimizden eksik etmeden kavgada yerimizi alıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bu kavga ya en sonuncu kavgamız olacak ve Enternasyonalle kurtulacak insanlık ya da yok oluşa sürüklenecek!
Dubai’de İnşaat İşçilerinin Grevi Sona Erdi Berdan Güney
A
rap Yarımadasında, Körfeze kıyısı olan Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan yedi emirlikten biri olan Dubai’de, Güney Asyalı inşaat işçileri, düşük ücretleri, uzun çalışma saatlerini, kötü çalışma ve barınma koşullarını protesto etmek için 29 Ekimde greve gitmişlerdi. Grevci işçilerin sayısı başlangıçta 4 binken, bu sayı birkaç gün içerisinde yaklaşık 40 bine yükselmişti. Grevin yasak olduğu Dubai’de, hükümetin yasağa karşı gelenleri sınır dışı edeceğini açıklaması ve pek çok işçiyi tutuklatması da işçilerin kararlığını kırmaya yetmedi. 700 dirhem olan maaşlarının 500 dirhem (136 dolar) arttırılmasını, çalışma koşullarının ve barınma olanaklarının iyileştirilmesini talep eden işçiler, yapımı bittiğinde dünyanın en yüksek binası olacak olan Burj Dubai gibi gökdelenlerin inşasında çalışıyorlardı. Grev nedeniyle inşaat sektörü dururken, greve tepki gösteren Birleşik Arap Emirlikleri’nin Çalışma Bakanı Ali bin Abdullah al-Kaabi ise işçileri “uygar olmamakla” ve ulusal güvenliği tehlikeye sokmakla suçlamıştı. Ancak burjuvazinin tüm baskılarına rağmen, inşaat işçileri kararlılıklarını korudular ve yaklaşık 10 gün süren grev sonucunda hükümeti ve patronları dize getirmeyi başardılar. Çalışma Bakanlığı, İnşaatçılar Birliği ve Dubai polisi ile grevci işçilerin temsilcilerinin katıldığı bir dizi toplantının ardından anlaşmaya varılınca, işçiler 10 Kasımda grevi so-
41
marksist tutum
na erdirdiler. Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışan Güney Asyalı göçmen işçilerin sayısı 700 bini buluyor. Ağırlıklı olarak inşaat sektöründe çalışan Güney Asyalı işçilerin büyük çoğunluğu kaçak işçi durumundalar ve dolayısıyla sendikasız ve her türlü iş güvencesinden yoksun olarak çalışıyorlar. Dubai’de çalışan göçmen işçiler arasında Türkiye’den gidenler de var. Türkiye’deki firmalar aracılığıyla Dubai’ye giden bu işçiler de sigortasız çalıştırılıyorlar. Dubai’ye aylık 500-600 dolar ücret karşılığında giden, fakat çalışma koşullarının zorluğuna dayanamayıp bir süre sonra geri dönen işçiler, sigortalarının yapılmamış olduğunu ancak dönüşlerinde öğrenebiliyorlar. Dubai’nin ihtişamlı görüntüsünün altında petrolün yanı sıra göçmen işçilerin çok düşük ücretlerle çalıştırılarak sömürülmesi yatıyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin en zengin emirliği olan Dubai’de, petrolün bulunmasından önce de ticaret ve gemi inşaatı merkezi olmasından dolayı gelir düzeyi yüksekti. Bölge, sahip olduğu özellikler nedeniyle daha 16. yüzyılda sömürgeci ülkelerin ilgisini çekti. Portekiz, uzun yıllar boyunca bölgeye nüfuz etmeye çalışmış, Umman Sultanlığının başkenti Maksat’ı zapt ederek bölgeye yerleşmiştir. Portekizlilerden sonra 19. yüzyıl başlarından itibaren İngilizler de bölgeyle ilgilenmeye başladılar. Fakat İngilizler Portekizlilerden daha farklı yöntemlerle nüfuz oluşturmaya çalıştılar. Bölgedeki Arap kabileleriyle ticaret ve saldırmazlık anlaşması imzalanmasıyla başlayan süreç, İngiltere’nin kendisine bağlı Doğu Hindistan Şirketinin bölgedeki çalışmalarına hız vermesiyle devam etti. İngiltere’nin bu şekilde nüfuzunu kurup geliştirmeye çalışması, kapitalizmin sömürgecilikten emperyalizm dönemine geçtiği döneme tekabül etti. Bu dönemde sanayi devrimini çoktan gerçekleştirmiş olan Avrupa’nın gerisinde kalarak zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti, İngilizlerin bölgede güçlenen etkisini kırmak istese de kendi so-
42
Aralık 2007 • sayı: 33
runları bu isteğe engel oldu. 1892 yılında sahil boyundaki emirliklerle yapılan anlaşmayla emirlikler, iç işlerinde bağımsız, dış işlerde ve savunma konularında İngiltere’ye bağlı oldular. Bu durum 1947 yılına kadar sürdü. İngiltere, bu tarihte Hint yarımadasından çekilmesine rağmen topraklarında petrol olan emirlikleri elinde tutmaya devam etti. İngilizlerin emirlikler üzerindeki etkisi 1968 yılına kadar varlığını sürdürdü. Bu tarihte bölgedeki emirlikler kendi aralarında bir birlik oluşturmaya karar verdiler. Topraklarında petrol çıkarılmaya ve işlenmeye başlandığı tarihten itibaren emirliklerin ekonomisi hızla gelişmeye başladı. Ekonomideki hızlı gelişme, nüfusun da büyük oranda artmasına neden oldu. Ülkede yabancı işgücüne duyulan ihtiyaç, işgücü göçünün bu ülkeye akmasına neden oldu. Son 20 yıllık dönemde nüfuz büyük ölçüde arttı. 20. yüzyılın başında 100 bin olan nüfus, 1975’te 656 bine, günümüzde ise 4 milyona ulaşmış durumda. Bu nüfusun yarısını Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’ten gelen göçmenler, %18’ini ise İranlılar oluşturuyor. Ancak 4 milyon kişinin sadece %20’si vatandaşlığa sahip. Dubai, zenginliğini esas olarak kötü koşullarda ve çok ucuza çalıştırdığı işçilere borçlu. Edindiği zenginliğin karşılığını ise sömürüyü daha da arttırarak veriyor. Hakkını arayan işçiler “uygar olmamak”la suçlanabiliyor. Fakat işçilere karşı uygulanan polis zorbalığı, ağır koşullar altında güvencesiz çalıştırılmaları, gayet “uygar” bir davranış! Zaten bu “uygar”ların diğer “uygar” kardeşleri de, dünyayı kan gölüne çevirenler değil mi? Dubai’de ve dünyanın birçok ülkesinde köle gibi çalıştırılan işçilerin kurtuluşları, bütün ülkelerin işçilerinin uluslararası düzeyde kapitalizme karşı mücadele bayrağını yükseltmeleriyle mümkün olabilecektir ancak.
Aralık 2007 • sayı: 33
marksist tutum
Yoksulluk Burjuvazinin Değil Bizim Sorunumuzdur! B
irleşmiş Milletler tarafından 17 Ekim 1992 tarihinde ilan edilen “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” nedeniyle, bu yıl da 17 Ekimde birçok ülkede çeşitli etkinlikler ve protestolar düzenlendi. Yoksulluğa Karşı Küresel Eylem Çağrısı ve BM Milenyum Kampanyası, hükümetlerin yoksulluk sorunuyla yeterince ilgilenmemelerini protesto etmek için, o gün dünyanın dört bir yanında “ayağa kalk ve konuş” kampanyası düzenledi. Bu kampanyaya 90 ayrı ülkeden katılan eylemciler, kamu alanlarında, okullarda, spor ve kültür merkezlerinde ve işyerlerinde toplandılar. Başta BM Genel Sekreteri olmak üzere burjuvazinin birçok temsilcisi ise kampanyaya “yoksulluk artık ortadan kalkmalı” mesajları gönderdi! BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon kampanyayla ilgili şunları söylüyordu: “On milyonlarca kişi, bugün, yoksulluğa karşı çıktıklarını dile getirecek… Bugün bize, yoksullukla ilgili sağladığımız ilerlemenin bir muhasebesini yapmamız ve çalışmalarımıza yeni bir ivme kazandırmamız için imkân sağlıyor.” Bu tür açıklamalar yapan burjuvaların “yoksullukla ilgili sağladıkları ilerlemeye ve çalışmalarına” bir bakarsak, onların ikiyüzlülüğünü görmüş oluruz. Bugün dünyada 2,5 milyar insanın günlük geliri 2 doların altında. Bu kesim dünyanın %40’ını oluşturuyor ama toplam gelirden ancak %5 pay alabiliyor. En zengin %10’sa toplam gelirin %54’üne sahip. 1,1 milyar kişi temiz içme suyuna ulaşamıyor. Her gün 50 bin insan önlenebilir hastalıklardan dolayı yaşamını kaybediyor. Saatte 1200 çocuk çeşitli hastalıklar yüzünden ölürken, 2015 yılına kadar önlem alınmazsa 41 milyon çocuğun daha öleceği tahmin ediliyor. Önlem alınmadığı takdirde 210 milyon kişinin temiz suya erişmekten yoksun kalacağı ve günde 1 dolardan az parayla yaşamak zorunda olan nüfusa 380 milyon kişinin daha ekleneceği tahmini de göz önünde bulundurulursa, kapitalizmin insanlara açlık, susuzluk, sefalet getirmekten ve onları yok etmekten başka bir şey yapmadığını görürüz. Yukarıdaki veriler bize, Ban Ki Monn ve diğer burjuvaların, yoksullukla ilgili yaptıkları ve yapacaklarının “ivme”sini göstermektedir. Onlar değil yoksulluğu çözmek, tam aksine daha da arttırmaktadırlar. Her konuş-
malarında açlığı, yoksulluğu, işsizliği çözeceklerini vaat ederlerken, rakamlar burjuvazinin bu açıklamalarının ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmaktadır. Burjuvazi açlığı, yoksulluğu, sevgiyi, barışı ve birçok şeyi “günleştirerek” önümüze koymakta. Böyle yapmakla burjuvazi, kendi belirlediği günler içerisinde bizim öfkemizi sönümlendirmektedir. Burjuvazi yoksullukla mücadeleyi bir güne sığdırmış, ama biz yoksulluk mücadelesini bir güne sığdıramayız. O nasıl bizi gün gün, saat saat yoksullaştırıyorsa, biz de yoksulluğun kökü olan kapitalist sistemi yıkmak için, bilinçli ve örgütlü işçiler olarak, gün gün, saat saat mücadele etmeliyiz. Çünkü bizim yaşadığımız açlık, yoksulluk, savaş, sömürü bu sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır. Biz onu yıkmadıkça, onun bize sunduğu bu yaşamdan da asla kurtulamayız. Kapitalizmde yoksulluk, bolluktan meydana gelmektedir. Bizler bugün yeryüzünün tamamına yetecek kadar üretim yapıyoruz. Ama üretim araçlarını tekeline alan burjuvazi, ürettiğimiz tüm ürünleri gasp ediyor. İnsanların ihtiyacı için değil kâr için üretim yapan burjuvazi, kendisine kâr getirmeyecek olan “fazla” ürünleri ise ya imha ediyor ya da çürümeye terk ediyor. Ne tuhaftır ki bir yanda dünyayı cennete çevirecek kadar yiyecek, içecek, giyecek varken diğer tarafta yoksulluk, sefalet, açlık var. İşte bu kapitalist sistemin çelişkisidir. Bir yan bataklık diğer yan ise gül bahçesidir. Bizi hep bataklıkta yaşamaya mahkûm eden burjuvazi, bizden sömürdükleriyle gül bahçesinde yaşamaktadır. Sonuç olarak, yoksulluk burjuvazinin değil, bizim sorunumuzdur. Yoksulluk da dâhil tüm sorunlarımızın ortadan kalkması için kapitalizmi yıkmalıyız. Bu da ancak bilinçlenerek, örgütlenerek ve örgütleyerek olacaktır. Kapitalizm demek; savaş, açlık, sefalet, yoksulluk, susuzluk, ölüm, yani içinde yaşanılmayacak bir dünya demektir. Ama bunların olmadığı bir dünya da mümkün; adı da SOSYALİZM! Kapitalizm öldürür. O bizi öldürmeden, biz onu öldürelim! 1 Mayıs Mahallesinden bir işçi
43
marksist tutum
Aralık 2007 • sayı: 33
Sendikal Bürokrasi Savaşırsak Yok Olur! B
en Tuzla’da plastik enjeksiyon işi yapan bir fabrikada çalışmaktayım. Çalışma koşullarının kötülüğü, ücretlerin düşüklüğü… Ben de diğer fabrikalarda çalışan arkadaşların yaşadığı sorunlarla aynı sorunları yaşamaktayım. Sorunlarımızın aynı, çıkarlarımızın ortak; bu yüzden de mücadelemizin birlikte omuz omuza yürütülmesi gerekiyor. Yani “YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ” şiarıyla hareket etmeliyiz. Aksi takdirde kaybeden bizler, yani işçi sınıfı oluyor. Tabii burada sorunlarımızı çözmek için mücadele vermeleri, ortak çıkarlarımızı savunmaları gereken sendikal örgütlülüklerimize de büyük iş düşüyor. Fakat sendikalarımızda gerçek anlamda sınıf sendikacılığı yapılmıyor. Buna elbette tabanın örgütsüzlüğü, yani işçi arkadaşlarımızın birlik olamayışı, sınıf bilincinden yoksun, egemen burjuva ideolojinin pompaladığı bireysellik, milliyetçilik vb.den etkilenen, sorunlarını paylaşmayan, çıkarlarını savunmayan içi boş kalabalıklar oluşumuz yol açıyor. Durum böyle olduğunda, patronların sömürüsü daha da artmış oluyor. Çünkü karşılarında ne görevini yapan sendikalar, ne de bunları zorlayacak bir işçi sınıfı var. İşçilerle birlikte olması gereken, işçilerin öz örgütlülüğü olan sendikalar burjuvaziye bizi satabiliyorlar. İşçi arkadaşlarımızın işyerlerinde aldıkları kararlarsa sendika bürokrasisini aşamıyor. Burada düşman ikiye çıkıyor. Patronlar ve içteki düşman, yani bizleri satan sendika bürokrasisi. Fakat bunları aşmak yine bizim ellerimizde. Örnekleri tarihimizde bizlere yol gösteriyor. Yeter ki İŞÇİ SINIFI istesin, bu selin önünde duracak bent yoktur. Çalıştığım yerde Türk-Metal sendikası örgütlü. 2006 yılında toplu sözleşme yapıldı. Yüzde kaç zam için masaya oturulduğu, neler istendiği, tüm bunların işçiye sorulup sorulmadığı hepimizin malûmu. Ne bir toplantı, ne başka bir şey. Ne de bunu zorlayacak bir birliktelik. Bu nedenle, güya işçileri temsil eden sendika masa başında işçileri satabiliyor. Hatta %0’ın altına dahi imza atabiliyor. En son altı aylık zam %1,6 oldu. Maaşlara yedi sekiz ya da on lira etki edecek. Bu konuyu yani zammın yetersiz olduğunu sendika temsilcisine sorduğumuzda “yapacak bir şey olmadığını, yukarda alınan kararlara karışılamadığını” söyledi. Yani birileri bizim adımıza karar alıyor, sözleşmeler imzalıyor, ama biz buna müdahil değil kabullenici oluyoruz. Bu konuşmanın ardından işyerine konuyu görüşmek, güya bizim taleplerimizi dinlemek için şube temsilcisi geldi. Vardiyalarla ayrı ayrı konuşuldu. Şube temsilcisi yapılan zamdan memnun olmadığımızı bildiğini, fakat zamların enflasyona göre yapıldığını söyledi. Peki enflasyon oranları gerçeği mi gösteriyor? Şube temsilcisi enflasyonun gazyağı lambası fitili, pinpon topu gibi birçok şeyin fiyatlarındaki artışların baz alınarak hesaplandığını söylediğinde, bir arkadaşımız bunun neden yemek, gıda, barınma, ilaç, kırtasiye, eğitim, sağ-
44
lık, giyim gibi şeyler dikkate alınmadan yapıldığını sordu. Temsilci “bunları biz belirleyemiyoruz” dediğinde, arkadaşımız “madem bizimle birliktesiniz, bizim sorunlarımızı paylaştığınızı söylüyorsunuz, o zaman söylediklerimizi yapacak çözümler üretelim. Metal sektöründe en büyük örgütlülük olduğumuzu söylüyorsunuz, o zaman gücümüz var, değiştirmek için mücadele edelim” dedi. Diğer bir arkadaş işverenle pazarlığa oturulurken belli bir kota konmasını ve kesinlikle onun altına inilmemesini, başka bir arkadaş sendikanın %0’a imza attığını, bir arkadaşımız da aldığı maaşın kirasını ancak karşıladığını söyledi. Temsilci 2008 yılı sözleşmesinde yeni yöntemlere gidileceğini söylediğinde, bir arkadaşımız bu yöntemlerin 2006 yılı sözleşmesinde neden denenmediğini, başka biri de bu yeni yöntemlerin içinde GREV olup olmadığını sorduğunda, temsilci grevin iyi bir şey olmadığını söyledi. Grevin iyi bir şey olmadığını duymak bize ne kadar anormal geliyorsa, onlara o kadar normal geliyor. Oysa grev işçi sınıfı için bir okuldur. Dayanışma ve mücadelenin yaşandığı yerdir. İşçi sınıfı grevle birçok şeyi kazanmasını bilmiştir. Yani “HAK VERİLMEZ,ALINIR” bilincinin yükseltildiği bir mücadele biçimidir grev. Ayrıca şube temsilcisi işçileri AKP’ye oy vermekle suçlamakta, ama kendilerinin işveren sendikasıyla iç içe geçtiğini görmezden gelmektedir. Muhalifliği, burjuvazinin dünden razı olduğu bir hükümet karşıtlığından yani AKP karşıtlığından öteye geçmezken, sık sık milliyetçi söylemler kullanmaktan geri durmayan bir sendika temsilcisinden, şunu sorgulamasını beklemek saflık olurdu: Bu işçi ve emekçi yığınlar neden böyle burjuva partilere oy veriyor? Aslında cevap gayet açık, alternatif olmayışı. Ayrıca işçi hareketinin suskunluğunun nedeninin, işçilerin örgütsüzlüğünden ve devrimci bir önderliğinin olmayışından kaynaklandığını biliyoruz. Evet arkadaşlar, sendikalar ve sendikacı profili gayet açık. Bu tür sendikalar ve sendika bürokrasisi işçi hareketinin, grevlerin, eylemlerin istenilen sonuçlara ulaşmasını engellemektedir. Sonuçta bu durum burjuvazinin ve onun devletinin işine gelmekte, onlara soluk aldırmaktadır. Oysa işçi sınıfı geçmişte taşıdığı devrimci değerleri ortaya çıkardığında, bu yolda örgütlendiğinde mücadeleye daha kolektif ve militan katılacaktır. Bu örneklerle dolu bir tarihe sahibiz. Yani BİRLEŞEN İŞÇİLER YENİLMEZLER! Kaybedilen Mevziler Mücadeleyle Kazanılır! Ne burjuvalara ne onların devletine ne de sendikal bürokrasiye, ama mücadelene ve örgütlülüğüne güven! Tuzla’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Aralık 2007 • sayı: 33
marksist tutum
“Siz Bunu da Ücretsiz İzin Olarak Sayın” Merhaba dostlar. Ben geçtiğimiz günlerde, birçok arkadaşımla birlikte işten çıkartılan bir Arçelik işçisiyim. Sizlerle işten çıkartıldığımız süreçte yaşadıklarımı paylaşmak istedim. Gebze Organize Sanayi Bölgesinde kurulu bulunan Arçelik LG Klima fabrikasında çalışıyordum. Biz bu fabrikada klima üretimi yapıyorduk. Ürettiğimiz klimaların bir tanesinin fiyatı 3 aylık ücretimize denk düşüyor. Evimde klima olma olasılığını bir kenara bırakalım, klima üretilen bir fabrikada 55 derece sıcaklıkta ter içinde çalışıyoruz ve hiçbir havalandırma sistemi ya da soğutucu yok çalıştığımız alanlarda. Söz konusu işyerinde geçici işçi olarak güvencesiz çalıştığım 9 aylık süreçte, zorunlu hafta sonu mesailerinin de olduğu yoğun bir tempo ile çalıştırıldık. Bu dönemde fabrikanın üretim hedefi ise “yılda 1 milyon klima” idi. Eylül ayında işlerin durduğu bahane edilerek, ay içinde toplam iki hafta ücretsiz izne çıkarıldık. Eylül ayının sonuna gelindiğinde, işlerin bittiği bahane edilerek 150 arkadaşımız işten çıkartıldı. Daha sonra da Ekim ayında, 150 işçi arkadaşımız daha bölgede iş bulmanın çok zor olduğu bir dönemde işten çıkartıldı. Bu işçi kıyımından sonra bizlere, “artık yeni çıkış olmayacak, siz bizim çekirdek kadromuzsunuz, bundan sonra sizinle devam edeceğiz!” denildi. Bu sözlere rağmen Kasım ayında, benim de içinde olduğum tam 65 işçi daha işten çıkartıldı. İşten çıkartılacağımız güne kadar bize hiçbir şey söylenmedi, sadece 20 günlük bir ücretsiz izin daha olacağından bahsedildi. Yönetimin bu ikiyüzlülüğünün ve birer pet şişe gibi kullanılıp atılmanın verdiği öfke ile birkaç arkadaşla birlikte sendikaya gittik. Tabii sendika ağalarımız rahat bir şekilde klimalı odalarında oturuyorlardı. Bize yaptıkları açıklama ise “kadrolu işçiler ücretsiz izni kabul etmedi, biz de bunun üzerine işverenle görüştük, ücretsiz izni kabul etmeyeceğimizi söyledik, işveren de bunun üzerine işçi çıkartma yoluna başvurdu, işten çıkarılacak arkadaşlar için yapabileceğimiz bir şey yok, biz doğru olanı yaptık” denildi. Türk-iş’e bağlı metal kolundaki sendikamızın (Türk Metal) bu tutumu bizleri şaşırtmadı, sendika bürokratlarının birer arpalığa çevirdiği şube-
nin böylesi pasif tavırları ile daha önce de karşılaşmıştık çünkü. Ertesi gün, işten çıkartılacak olanların ismi okundu ve çıkışları imzalamaya gönderildik. 15 arkadaşımla birlikte çıkış kâğıtlarını imzalamadık ve tekrar sendikaya gittik. Sendikanın kapısı kilitliydi, o gün sendikacılar işe gelmemişlerdi. Bunun üzerine insan kaynakları müdürüne gittik. İnsan kaynakları müdürü bize şu pişkin cevabı verdi: “Arkadaşlar kusura bakmayın, böyle olsun istemezdik, ama Irak savaşıyla birlikte üretim düştü, biz de böyle bir yola başvurduk. Fakat bunu bir çıkış olarak görmeyin, bunu da ücretsiz izin olarak sayın. Biz sizi iki ay sonra üretim başlayınca tekrar çağıracağız.” Bu arada 2007 yılı üretim hedefi 1 milyonken, 2008 yılı üretim hedefi 1 milyon 800 bin olmuştu. İşe başladığımda 1500 işçinin çalıştığı fabrikada ben çıkarken sadece 650 işçi kalmıştı. Bu fabrikada her yıl yaz döneminde yüzlerce işçi alınırken, kış aylarında hiçbir tazminat ödenmeksizin yine yüzlerce işçi sokağa atılıyor. Esnek çalışma yasası sayesinde her şeyi bir güzel kanununa da uyduruyorlar. Ücretsiz izinlerde bizden aylıklarımız kesilirken hiçbir şey yapmayan sendika, aylık 20 YTL sendika aidatını kesmeyi hiç ihmal etmiyor. Sonuçta tüm bu sorunların yaşanmasının tek nedeni, işçi sınıfının örgütsüz ve bilinçsiz olması. Haklarımızın her geçen gün daha fazla gasp edildiği bir dönemde, biz işçiler gücümüzün farkına varıp örgütlü bir mücadeleye atılamıyoruz. İşçi sınıfı olarak bizler tüm bu saldırılar karşısında burjuvaziye karşı sesimizi yükseltemezsek, ilerleyen süreçlerde haklarımız daha çok gasp edilecektir. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yok, yapmamız gereken tek şey örgütlenmek ve sermayenin karşısına dikilebilmektir. Kapitalizm var olduğu sürece gözlerini kâr hırsı bürümüş burjuvazi biz işçilerin emeğini sömürmeye, bizleri savaşlarda öldürmeye, bizleri birbirimize düşman etmeye devam edecektir. Kapitalizm insanlığı yok etmeden biz onu yok edelim! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Gebze’den bir metal işçisi
45
Okurlarımızdan Cezaevleri Dolup Taşıyor Cezaevleri toplumun kanayan yarası olmaya devam ediyor. Yıllardır politik tutsaklar üzerinde bir cendere işlevi gören cezaevleri şimdi de adli tutuklu ve hükümlülerle dolup taşmasıyla gündemde. Artan doluluk oranları kapitalist sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne seriyor. Gazete haberlerine göre cezaevleri, 12 Eylül sonrasındaki en yüksek doluluk oranına erişmiş. Cezaevlerinde toplam tutuklu ve hükümlü sayısı rekor seviyeye çıkmış: 87 bin 203 kişi. Tutuklu ve hükümlülerin dağılımı ise şöyle: 4 bin 249 siyasi tutsak, 4 bin 151 “çete” suçlusu ve geriye kalan 78 binlik 803 kişilik bir adli suçlu ordusu. 2000 yılında “Rahşan affı” olarak anılan afla birlikte mahkûm sayısı 72 binden 49 bine gerilemişti. Fakat aradan geçen 7 yıl içinde mahkûm sayısı hızla arttı ve son 7 ayda yaklaşık 9 bin kişilik bir artışla 87 bine ulaştı. Hükümetse bu gidişat karşısında, çözümü, yeni cezaevleri inşa etmekte ve daha sert yasalar çıkartmakta görüyor. 41 yeni cezaevinin yapımı tüm hızıyla sürüyor. Sermayenin baskı ve yıldırma kaleleri olan cezaevleri, devlet törenleriyle açılıyor. Hükümet sermaye sınıfına “emniyettesiniz” mesajı veriyor. Faşist darbe döneminde cezaevlerinde yaklaşık 79 bin kişi esaret altında tutuluyordu. Günümüze gelindiğinde değişen tek şey rakamlar olmadı. Tutukluların nitelikleri de hayli değişmiş. 12 Eylül döneminde cezaevleri siyasi tutsaklarla doluyken, günümüzde adli suçlardan yargılananlarla dolu. 78 bin kişi adli suçtan cezaevinde. Bunların büyük çoğunluğunu hırsızlıkla suçlananlar oluşturuyor. Bunun, yoksulluğun yarattığı çaresizliğin bir göstergesi olduğu ortada-
Korkuyorlar! İmzalarımız bugünlerde patronlar için çok ama çok değerli. Tabii ki boş bir kâğıda atılmaları gerekiyor. O zaman patronların korkuları biraz diniyor. Peki ama bu korku neden? Neden bizlerden işe girerken boş bir kâğıda imza atmamızı istiyorlar? Son aylarda, hatta son birkaç yılda özellikle Gebze ve civarında giderek artan bir sendikalaşma hareketi mevcut. Bir kısmı başarıya ulaştı, bazıları ise erken açığa çıkıp yitip gittiler. Ama öyle veya böyle işçiler bir hak arayışına giriştiler. Patronların çarkına çomak sokmaya başladılar. Bunu patronlar çok iyi biliyor. Bu tür konularda domuz topu gibi birleştiklerini ve tek bir ağızdan konuştuklarını biliyoruz. En son yaşanan örnek ise, yaşadıkları kâbusa güzel bir örnek teşkil ediyor. Fabrikasını Ümraniye civarından Gebze’ye yakın bir yere taşımak isteyen bir patrona, fabrikada çalışan biri Gebze’ye taşımasını öneriyor. Patron ise “Gebze’de sendikalaşma var, hatta çok fazla var. Ben Kurtköy civarına taşıyacağım fabrikayı” diyerek korkusunu dile getiriyor. Hayatta hiç değer vermedikleri işçilerden bu derecede korkuyorlar. Tabii ki bu güç işçilerin birliğinden doğar yalnızca. Evet, korkularının asıl nedeni bu. Biz işçilerin birlik olmasından, haklarını aramaya başlamasından korkuyorlar. Bu yüzden de sendikalaşmaya karar verip harekete geçtiğimizde patronların şiddetli saldırılarına maruz kalıyoruz. Gelelim ikinci soruma. Peki, imza neden? İşe girerken imzalatılan boş senetlerin ya da imzalanan boş kâğıtların nede-
46
dır. İşçiyi köle gibi çalışmaya ve yaşamaya mahkûm edip süründüren düşük ücretler, işsizlik, hayat pahalılığı, borç ve iflaslar, örgütsüz emekçi yığınları önüne katıp suça iten fırtınalara dönüşüyor. Suç grafikleri toplumun üzerindeki basıncı gösteren bir barometre misali yükselmeye devam ediyor. Son 7 ayda cezaevlerine atılan insan sayısı 10 bine ulaştı. Son 7 ayda kredi kartı dolayısıyla kara listeye alınanların sayısı 680’e yaklaştı. Ve yine son 7 ayda bankalar yüzde 60 kâr elde etti. Bir kesim zenginleşiyor ve aklanıyor; diğer bir kesimse fakirleşiyor ve kara listelere giriyor. İşçi ve emekçiler borçlanıyor, suçlanıyor, tutuklanıyor diğer yandan burjuvaziyi zenginleştiriyor. Sermayenin egemenliği için her hak talebi bastırılıyor. Karşı çıkanlar cezaevlerine atılıyor. Ekonomik zorlukların, krizlerin ve işsizliğin faturasını ödeyen kitleler çaresiz. Bu çaresizlik, hayatta kalmak için her şeyi göze alıp, hırsızlığa, fuhuşa, uyuşturucu satıcılığına vs. itiyor binlerce insanı. Dolayısıyla cezaevlerinin dolup taşması kapitalist sömürü siteminin doğal bir sonucudur. Sömürü ve baskıda sınır tanımayan kapitalist sistem, suçların tek kaynağıdır. İşçiemekçi kitleleri insanca yaşamın tüm olanaklarından mahrum bırakan burjuvazi, cezaevlerinin dolup taşması karşısında paniğe kapılıyor. Ama rüzgâr eken fırtına biçer. Sorunun çözüm yolu sınıf mücadelesinden geçiyor. Suçun kaynağı olan kapitalizm kurutulmadan cezaevlerinden kurtulunamaz. Cezaevlerini yıkmak ve özgürleşmek için kapitalizmi yıkmalıyız. Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi
ni, fabrikadaki tüm hak arayışlarının önüne geçmek, sendikalaşma hareketine daha başlamadan önlem almak ve eğer sendika varsa yeni işçilerin ona katılmasını engellemektir. Bunun yanı sıra, işçinin sürekli işten atılma korkusuyla çalışmasını sağlamaktır. Bu işsizlik kırbacının doğal bir sonucudur. Patronlar, yasadışı olarak yaptıkları bu uygulamaya dair, müthiş bir ikiyüzlülükle işçilere şu açıklamada bulunuyorlar: “Attığınız imzanın bulunduğu boş kâğıt, işten habersiz ayrılmanız durumunda SSK’ya gönderilecek bir belgedir ve sadece prosedürden ibarettir.” Bu elbette koca bir YALAN! Evet, dostlar birçok işçi kardeşimiz bu kadar çıplak bir yalana dahi kanıyor. Nedeni mücadeleden kopukluğumuz. Her gün 10-12 saat posamız çıkana kadar çalıştığımız ve binbir türlü haksızlıkla karşılaştığımız işyerlerimizde, sorunlarımıza duyarlı olmak ve bunları çözüme kavuşturmak için uğraşmaktan, birlik olmaktan başka çaremiz yok. Gücümüz birliğimizden gelir. Bu gücü etkin bir silaha yalnızca bilinç çıkartır. Biz işçiler tüm haklarımızı ve mücadele yolunu öğrenmek için daha çok uğraşmalıyız. Fabrikalar arası koordinasyonu sağlamalı ve dayanışma içinde olmalıyız. Bunun yakıcılığı tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor Atacağımız adımlar bizleri ileriye taşıyacaktır. Bütün işçiler mücadeleye! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadelesi! Örgütlüysek Her Şeyiz Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Gebze’den bir metal işçisi
Okurlarımızdan İşini Değil Kafanı Değiştir! Uzun zamandır çalıştığım fabrikada bir sirkülasyondur devam ediyor. Bir buçuk yıldır fabrikada işbaşı yapıp işi bırakan ya da işten atılan işçi sayısı 3 bini geçmiş durumda. Başvuru yapan işçilerin büyük bir çoğunluğu daha önce hiç fabrikada çalışmamış. Türkiye’de küçük atölyeler yaygın olduğu için birçok işçinin fabrika deneyimi yok. Tabii ki durum şimdilerde biraz daha farklılaşıyor. Ama fabrika deneyimi yaşamamış işçiler bulundukları alana ayak uydurmakta güçlük çekiyorlar. Marx’ın da belirttiği gibi, fabrikalar askeri kışla disipliniyle yönetiliyor. Tek tip iş elbiseleri, katı ve baskıcı kurallar, amirlere ve şeflere itaat etme, yapılan hatanın karşısında cezalandırma, kadın-erkek ayrımı gibi uygulamalarla fabrikalar gerçekten de bir askeri kışlayı andırıyor. Fabrika ortamındaki kötü çalışma koşulları, ücretlerin düşük olması, genç işçilerin işçileşme sancısını daha da artırıyor. Onlar sistemin beyinlere yerleştirmiş olduğu bireysel kurtuluş hayallerinin gerçekleşebileceği yanılmasıyla bu kötü iş koşullarının sadece o fabrikada ya da o sektörde olduğu düşüncesiyle oradan oraya savrulup duruyorlar. Çalıştığım fabrikada, mahallede, görüştüğüm birçok işçi arkadaşım işinden şikayetçi olduğunu söylüyor. Özellikle sık sık iş değiştiren arkadaşlarıma şu soruyu soruyorum: Nasıl bir işte çalışmak istersin? Soruya gelen cevaplar şöyle genelde: Sağlık güvenceli, yüksek ücretli, ikramiyeli, düzenli iş saatleri, hafta sonu tatili, daha rahat iş koşulları olan bir iş…
Aslında bakacak olursak bu talepler en haklı ve en insancıl taleplerdir. İşçiler hiçbir şey istemiyorlar aslında. Geri dönüp sınıfımızın tarihine baktığımız zaman görüyoruz ki, bunlar ağır bedeller ödenerek ve örgütlü mücadele ederek kazanılmış. Ama bu mücadele geleneği sürdürülemediği için, zaman içerisinde kazanılan bu haklar bir bir burjuvazi tarafından gasp edildi. Bugün işçileri asgari ücretle açlığa mahkûm ediyorlar. Bugün hangi sektöre bakarsak bakalım, çalışma saatlerinin uzunluğu ve ücretlerin düşüklüğü gözümüzden kaçmayan gerçeklerdir. Özellikle hafta tatili diye bir şey birçok sektörde ve işyerinde unutturulmuş durumda. Sigortasız, sağlıksız ortamlarda bizleri iliğimize kadar sömüren patronlara karşı tek başımıza bireysel taleplerimizle hiçbir sonuca varamayız. Ayrıca kötü çalışma koşullarını sadece birkaç fabrikayla (ya da iş alanıyla) sınırlı görüp iş değişikliğini çözüm olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Tüm kötü çalışma ve yaşam koşullarının ortadan kaldırılabilmesinin yolu, örgütlü mücadeleden geçmektedir. Sınıfımızın tarihinde en küçük kazanımlar bile örgütlenmeden kazanılamamıştır. Tarihimiz bunun için çok önemlidir. Muazzam deneyimlerle dolu tarihimizi öğrenerek sınıfımızın devrimci bilinciyle donanmalıyız. Biz işçilerin bugün kaybedecek hiçbir şeyimiz yok, oysa örgütlenip mücadele ederek kazanacağımız KOSKOCAMAN BİR DÜNYA VAR! Burjuvazinin yalanlarına değil kendi sınıfının gücüne inan! İşini değil kafanı değiştir! Gazi Mahallesinden bir tekstil işçisi
Merhaba arkadaşlar. Sizlerle, bir hafta arayla ziyaret ettiğim bir arkadaşımla yaptığım sohbetleri paylaşmak istiyorum. Bu arkadaş belediyede güvenlik görevlisi olarak çalışan bir işçi, fakat milliyetçi bir işçi. İlk ziyaretimde sohbet döndü dolaştı güneye operasyon konusuna geldi. Kürt sorunu üzerine uzun uzun tartıştık. Bu tartışma sonucunda arkadaşı doğru görüşler temelinde ikna ettiğimi düşündüm. Aradan biraz zaman geçtikten sonra bu arkadaşı tekrar ziyaret ettim. Fakat son dönemde haberleri çok takip edemediğim için gündemden biraz habersizdim. Sohbet yine Kürt sorununa gelince arkadaş bir anda “yıkmak lazım, yakmak lazım, hepsini sürmek lazım, hatta yetmez hepsini öldürmek lazım” diye bağırıp çağırmaya başladı. Oyuna gelmemesi gerektiğini anlatmaya çalıştıkça daha da sinirlendi, iyice faşist söylemler dillendirdi. Ben de söyleyeceklerimi söyleyip ayrıldım evden. Yolda giderken düşündüm biraz, ne oldu da bu arkadaş bir haftada bu kadar değişti diye. Eve gelip, televizyonu açıp, haberleri görünce anladım nasıl değiştirildiğini. Burjuvazi, bir parçası olduğu emperyalist paylaşım kavgasına işçi ve emekçileri ikna etmek için, ölen askerleri bir propaganda aracı olarak kullanmıştı. Televizyonun her kanalında, duygulara seslenen şiirler, şarkılar söylenip, konuşmalar yapılıyor, cenaze sahneleri gösteriliyordu. Hedefe Kürtler ve güneyimizdeki Kürt yönetimi konuyor, “HAYDİ SAVAŞA!” denilerek Türk işçi sınıfı kışkırtılıyordu. Evet televizyon güzel bir buluş; nerede, ne olmuş bizlere gözümüzle görme olanağı sağlıyor. Fakat görmek için sadece göz yeterli değildir. Işığa da ihtiyaç var! Karanlıkta görmemiz mümkün değildir. Burjuvazi her eve soktuğu televizyonlar ile, işçi sınıfının gözlerini kör eden bir karanlık yaratıyor. Bizlerin yapması gereken ise, işçi ve emekçi ailelerin evlerine girip, burjuvazinin yarattığı karanlığın üstüne Marksizmin ışığını tutarak onlara gerçekleri göstermek. Çünkü sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyanın yolu, sınıf kardeşlerimizi içinde oldukları karanlıktan kurtararak Marksizmin ışığı ile doğru yolu görmelerini sağlayıp, bu yolda beraber yürümekten hatta “adımlar küçük olsa da” koşmaktan geçiyor...
Elif Çağlı bir yazısında “kapitalizmden kurtuluş devrimi gerektirir” demişti. Kapitalizmin ortaya saçtığı zehir gün geçtikçe daha can yakıcı ve katlanılmaz bir hal alıyor. Kapitalizm ölüm döşeğinde bir hastadır. Yaşamak için çırpınır durur. Ve ölüme sürüklendiği her an, daha vahşi, daha acımasız, daha zalim oluyor. Bizim bu acılardan, bu zulümlerden kurtuluşumuz ölüm döşeğindeki kapitalizmi gömmekle mümkün olacaktır. Kapitalizmin mezarı sosyalizmin doğumunu müjdeleyecektir. Unutmamalıyız ki kapitalizme mezar kazacak eller devrim aşkıyla çarpan yüreklerin elleri olacaktır. Kapitalizmin pisliğini ancak devrim temizler. Başka türlü kurtuluşumuz yok.
Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
Tuzluçayır’dan bir öğrenci
47
Okurlarımızdan Her gün eve geldiğimizde tek eğlencemiz olarak görülür televizyon. İşinden evine dönen işçi-emekçi insanlar evdeki işleri bitince kendilerine ayırdıkları zaman olarak görürler televizyonu. Her hafta takip edilen, izlenmekten vazgeçilmeyen diziler… İnsanları bir golle havalara sıçratan maçlar… Ve en önemlisi, doğruların merkezi olarak görülür televizyon, gerçeklerin öğrenildiği tek yer! Oysa televizyon bir yalan makinesidir. Beyinleri yıkayan bir canavardan başka bir şey değildir. Bütün bu olanlar sistemin suçu. Üç kuruş maaşa çalışan muhabirlerin yaptıkları haberler orasından burasından kırpılıp sisteme uygun şekle getirildikten sonra insanlara sunuluyor çünkü. Dizilerde sunulan tozpembe hayatlar insanlara sadece şükretmeyi öğretiyor. Kitap okumakla değerlendirilebilecek zamanlar televizyon karşısında harcanıyor ve yüzleri televizyona dönük insanlar her geçen gün birbirlerinden biraz daha uzaklaşıyor. Birbirlerinden uzaklaşan anne-babalar ve çocuklar… Televizyonla sadece almanın olduğu, paylaşmanın, tartışmanın olmadığı bir hayat sunuluyor. Geriyeyse monotonlaşmış hayatlar kalıyor. Her saniyenin değerlendirildiği, kitapların okunduğu, insanlarla iletişimin her zaman ve sürekli olduğu hayatlar ise işçi sınıfına hayal gibi geliyor. İşçi sınıfı şunu da unutmamalıdır: ancak gerçekler öğrenilirse bu sistemden hesap sormak ve onu yıkmak için güçlü olunabilir ve mücadeleye katılınabilir. Aslında bunlar yapılamayacak şeyler değil, eğer işçi sınıfı birleşir örgütlü mücadeleyi yükseltirse hayalleri gerçeğe dönüşebilir. O yüzden ÖRGÜTLENELİM!
Hep çocuklarımızın bizlerin geleceği olduğundan bahsederiz. Bu sözleri söylememiz ama bu geleceğimiz olan çocuklar için bir şeyler yapamamamız, söylediğimiz büyük sözlerin hakkını veremememiz içimi sızlatıyor. Ne ekersen onu biçersin derler. Benim yarınlarımız için kaygılarım ve isteklerim var. Ve çocuklar da bizim yarınlarımız. Hayat boşluk tanımaz derler. Biz çocuklarımızın hayatını doldurmaz, onları insan gibi şekillendirmek için mücadele etmezsek, bu pislik sistem zaten çocuklarımızın beyinlerini yıkamaya, onları koyun sürüsü gibi güdülür hale getirmeye çok meraklı. Hatta bu sistem bu konuda ihtisas yapmış durumda; çok da becerikli. Çocuklarımızı göz göre göre ateşe atamayız, biz çocuklarımıza örnek olmalıyız. Onlara ne verirsek onlar da onu yapacaklar. Biz doğru olursak ve de onlarla ilgilenirsek onlar da bizim gibi olacak. Bizler işçiyiz. Onlar da yarın bizim gibi işçi sınıfının üyeleri olacaklar. Onlar şimdi de işçi kardeşlerimizin çocukları. Biz bu kapitalist sistemi biliyoruz. Çocuklarımıza da bu sistemin gerçeklerini öğretmeliyiz. Biz bu sistemin değiştirilmesi gerektiğini de biliyoruz. Onlara bunu da öğretmeliyiz. Güzel günler göreceğiz çocuklar demeliyiz, onlara. Yolları maviliklere süreceğiz çocuklar demeliyiz, onlara. Ve yanında olmalıyız onların. Onlar daha şimdi tertemizlerken, onların yanında olmalıyız. Bu sistem tarafından kirletilmemeleri için biz ağabeylerine, ablalarına çok iş düşüyor. Onların bencil canavarlar olmalarına izin vermeyelim. Ben ümitliyim ve inançlıyım; çocuklarımızla yolları maviliklere süreceğiz.
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir genç
Esenler’den bir Marksist Tutum okuru
Marksist Tutum okurlarına, yüreği temiz bir dünya kurmak için atanlara, bu yolda yeni açan tomurcuklara merhaba! İki yılı aşkın bir süredir Marksist Tutum’u takip ediyorum. Benim hayatımda önemli bir yere sahip olan bu kızıl sayfalar, her gün bu pislik sistemden bizi arındırmaya devam diyor. Size biraz kendi hayatımdan bahsetmek istiyorum. Ben on üç yaşından beri tekstilde çalışıyorum. Her işçi gibi benim de ulaşmak istediğim hayallerim vardı. Her gün toz içinde akşama kadar çalışıp, akşam eve bitkin bir şekilde gelmek hiç de hoş bir durum değildi. Ben de bu olumsuz koşulların sadece o işyerine has olduğunu düşünüp başka bir işyerine girdim. Ama yeni girdiğim yerde de durum aynıydı; uzun çalışma saatleri, düşük ücret, fazla mesailer, işlerin hızlı yapılması için maruz kaldığımız psikolojik baskılar, toz duman… Sonra başka işlerin hayalini kurmaya başladım. Şöyle klimalı bir odada masa başı bir iş. Güzel kıyafetler giyip gideceğim bir iş. Eminin benim gibi birçok işçi böyle hayaller kurmuştur. Ama hayal ettiğim işyerlerinde, üç kişinin yapacağı bir işin bir kişiye yaptırıldığını öğrendikten sonra, durumun tekstil sektöründen çok da farklı olmadığını anladım. Üstelik hangi iş olursa olsun, her gün sekiz saat ya da on iki saat çalışmanın insanı bitkin düşüreceğini ve biz işçilerin hangi mesleği yaparsak yapalım yaşadığımız sorunların ortak olduğunu da anladım. Yeme içmeden, gezmekten, insani ihtiyaçlarımızı karşılamaktan, sanatsal faaliyetlerden hep yoksun kalıyoruz. Ve hatta hep hasta oluyoruz. Hangi taşın altına baksak bu sistemin pislikleriyle karşılaşıyoruz. Dostlarımdan biri “Neşe’nin kepek sorunun sebebi bile bu kapitalist sistemdir” demişti. Çok da doğru söylemişti bunu. Şimdi benim hayallerim değil, gerçeklerim var; insanın insan gibi yaşayacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak. Bu gerçek için onurluca mücadele etmek, sabırla ve inatla yürümek!
Bugün işçiler yani dünyayı yaratanlar, burjuva demokrasisinin sınırları içindeki haklarını bile kullanamıyor. Zamanında devrimci mücadele sonucu sermayedarlardan kopartılıp alınan bu haklarımıza sahip çıkalım. Çıkalım çünkü kapitalizm yaşama hakkımıza bile göz dikmiş. Böyle bir gözü dönmüşlük içinde bizi iliğimize kadar sömürüyorlar. Geçmiş kuşakların mücadeleyle kazandığı hakların her gün biraz daha gasp edilmesini başka türlü önleyemeyiz. Onlar çalarlar ama hırsız olarak adlandırılmazlar. Oysa hırsız zenginin mücevherlerini, onlar açın ekmeğini çalar. Onlar öldürürler ama katil olarak adlandırılmazlar. Oysa katil bir öldürür onlar milyon milyon. Onlar insan görünürler ama insan değildirler. İnsanlar sol yanında yürek taşırlar. Onlar sadece bir organ. Bize unutturdukları insan olduğumuz gerçeğini hatırlayalım. Yarınlarımız onlara bırakamayacağımız kadar değerli. Biliyoruz ki yarınımız bugün yaptıklarımızla güzel olacak.
Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Ankara Üniversitesinden bir MT okuru
48