Haksız Savaşa, Neo-liberal Saldırılara Karşı Mücadeleyi Yükseltelim! Ocak 2008
• 2008’e girerken Türkiye • Emperyalist savaş dünyayı sarıyor
34
• Devrimci propaganda ve ajitasyon • Chavez’in referandum yenilgisi • İnsanlık kapitalizmin deneme tahtasında
2008’e Girerken Türkiye Levent Toprak
2007
yılı Türkiye’de egemen sınıf içindeki iktidar mücadelesinin son yıllardaki en şiddetli muharebelerinin yaşandığı kritik bir yıl oldu. Bu tespiti doğrulayacak şekilde birçok önemli siyasal gelişme yaşandı. Yılın başında Hrant Dink’in katledilmesinden tutun, “cumhuriyet” mitinglerine, şoven histeri kampanyalarına, darbeci muhtıraya, cumhurbaşkanlığı krizine, zorla erkene aldırılan genel seçimlere, AKP’nin seçim zaferine, ardından Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kadar birçok gelişme sıralanabilir. Siyasal düzlemde AKP ve orduda uçlaşan bütün bu tepişme sonunda, bugün taraflar, emekçi kitlelerin ve tüm Kürt coğrafyasının acıları üzerinde yükselen kanlı bir uzlaşmaya ulaşmış gibi görünüyorlar. Gelinen nokta taraflardan birinin mutlak ya da kesin zaferi anlamına gelmiyor. Her iki taraf da kayıplar ve başlangıç pozisyonlarından tavizler verip konum değiştirerek bu yakınlaşma noktasına gelmiştir. Kemalistler bugün “kaleler bir bir gidiyor” diye hezeyanlar içinde dövünseler de fazla üzülmelerine hacet yok. AKP onların Kemalist cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin “yılmaz bekçileriyle” bugün fazlasıyla hemhal olmuş vaziyettedir. Amerikan emperyalizminin yüksek müsaadeleriyle, “birlik ve beraberlik ruhu” içinde Kürtlerin tepesine bombalar yağdırıyorlar, bölge çapında kabadayılığa soyunuyorlar, elbirliğiyle militarizmi ve polis devletini tahkim ediyorlar, emekçileri üç buçuk tayına ve copa talim ettirmede pek güzel ittifak ediyorlar. Her halükârda 2007’yi, AKP’nin dolaysız temsilcisi olduğu ve “Anadolu sermayesi” ya da “yeşil sermaye” gibi adlarla anılan muhafazakâr sermaye kesimlerinin egemen sınıf içindeki konumlarını güçlendirme ve iktidar paylarını arttırma sürecinde büyük atılım yaptıkları bir yıl olarak tespit etmek gerekli. Bunun, uluslararası sermaye güçlerinin arkalaması ve Türkiye’nin hâkim büyük sermaye kesimlerinin “eleştirel desteği” ile sağlanmış olması işin başka bir boyutudur. Sonuç olarak kimi burjuva yorumcuların da gönülsüzce tespit etmek zorunda kaldıkları gibi, güç dengelerinde AKP iktidarı lehine kaymalar olmuş-
2007 yılı Türkiye’de egemen sınıf içindeki iktidar mücadelesinin son yıllardaki en şiddetli muharebelerinin yaşandığı kritik bir yıl oldu. Gelinen noktanın işçi sınıfı açısından birkaç bakımdan dolaysız sonuçları bulunuyor. Birincisi, iktidar alanında konumunu pekiştirmiş ve rüştünü ispat etmiş AKP’nin öncülüğünde yeni dönemde emekçi kitleleri hedef alacak ekonomik ve sosyal saldırı programlarına hız verilecek olmasıdır. İkincisi ise, Kürt sorununda çatışmanın daha da yayılıp şiddetlenmesiyle sonuçlanacak yeni bir sürecin açılmasıdır. Ve nihayet üçüncüsü, AB bağlamında gündeme getirilmiş olan güdük demokratik düzenlemeler sürecinin dumura uğrayışı ve geriye doğru kayışının genelde güçlenmiş olmasıdır.
1
marksist tutum
tur. Burjuva cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet mekanizması içinde ayrıcalıklı ve etkin bir güce sahip olan statükocu asker-sivil bürokratik elitin belki de Türkiye burjuva siyaset tarihinde ilk kez bir hükümet devirme girişiminde tüm gayretlerine rağmen başarısız olması bunun dikkat çekici bir göstergesi olsa gerek. Yine de, kısmen tekrar pahasına, iki genel noktanın gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulayarak bu bahsi kapatalım. Birincisi, kapışmadaki tüm güçler genel olarak birbirlerini kabullenme ve birbirlerine uyarlanma yönünde bir değişim geçirmişlerdir. İkinci olarak da, kapışma yine de henüz sona ermemiştir. AKP iktidara tutunmada büyük bir maharet ve elastikiyet gösterirken, statükocu güçler de ayrıcalıklarının erozyonu sürecini yavaşlatmayı ve bazı bakımlardan durdurmayı başarmışlardır. Gelinen noktanın işçi sınıfı açısından birkaç bakımdan dolaysız sonuçları bulunuyor. Birincisi, iktidar alanında konumunu pekiştirmiş ve rüştünü ispat etmiş AKP’nin öncülüğünde yeni dönemde emekçi kitleleri hedef alacak ekonomik ve sosyal saldırı programlarına hız verilecek olmasıdır. İkincisi ise, Kürt sorununda çatışmanın daha da yayılıp şiddetlenmesiyle sonuçlanacak yeni bir sürecin açılmasıdır. Ve nihayet üçüncüsü, AB bağlamında gündeme getirilmiş olan güdük demokratik düzenlemeler sürecinin dumura uğrayışı ve geriye doğru kayışının genelde güçlenmiş olmasıdır. Bu hususlar, geniş emekçi kitleler açısından önümüzdeki dönemde hoşnutsuzluğun genel olarak artacağına, AKP’nin bu kitleler için bir seçenek olarak varlığını sürdürmesinin daha zor olacağına ve halkın gözünü boyama olanaklarının daralacağına işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır.
Kürt sorunu Burada, siyasal sürecin bütünü üzerinde belirleyici bir nitelik kazanmış olduğu ve bunu tüm yakıcılığıyla hissettirdiği için Kürt sorununun ağırlıklı önemini özellikle vurgulamak gerekiyor. Bugün statükocusuyla, liberaliyle düzen cephesi Kürt sorununa ilişkin olarak önemli ölçüde ittifak halinde yeni bir süreç başlatmış görünüyor. Bu sürece ilişkin genel bir değerlendirmeyi geçen ayki sayımızda
2
Ocak 2008 • sayı: 34
yapmıştık. O günden bugüne, bir yandan ABD’nin onayı ve yardımıyla sınır ötesindeki Kürt köyleri ve dağlar bomba yağmuruna tutulur ve içerde de operasyonlara hız verilirken, diğer yandan da DTP’ye kapatma davası açılıyor, milletvekilleri ve parti yöneticileri türlü bahanelerle baskı altına alınıyor. Kısacası Kürt ulusal hareketi tüm cephelerde köşeye sıkıştırılmaya, boyun eğdirilmeye ve teslim alınmaya çalışılıyor. Bir yanda, Kürt hareketinin 1999’dan bu yana yaşadığı kısmi gerilemeye ve AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde bölgede DTP karşısında aldığı görece yüksek oylara, diğer yanda da ABD’den alınan desteğe ve Güney’deki Kürt önderliklerinin göz yummasına güvenilerek, Kürt hareketinin marjinalize edilebileceğine dair yeni hesaplar yapıldığı anlaşılıyor. Tabii, Kürt halkını ve ulusal hareketini terbiye etmek üzere verilmesi düşünülen, ama ne olduğu bir türlü anlaşılamayan birtakım kırıntıları da eklemek gerek. Hulasa, Kürt sorununun “çözümü” konusunda bugün AKP’nin geldiği nokta, kendinden önceki burjuva iktidarların bulunduğu noktadan çok da farklı değildir. Daha önceki iktidarların yaptığı gibi, ordu ile el ele verip askeri operasyonları yeniden başlatan AKP, Kürt sorununun gerçek çözümü için gerekli siyasal sorumluluğu üstlenmekten kaçıyor. Her burjuva partisi gibi AKP de karşısındaki sorunun, giderek dev gibi büyümekte olan bir “ulusal sorun” olduğunu inkâr ederek, gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyor. AKP de tıpkı diğer burjuva partileri gibi, Kürt sorunuyla değil bir “terör sorunuyla” yüz yüze bulunulduğu aldatmacasına halkı inandırmak için yoğun bir çaba sarf ediyor. Bu da göstermektedir ki, Türkiye’deki ulusal sorunun çözümü konusunda ne statükocu burjuva partiler ne de “liberal” geçinen AKP gerekli siyasal cesarete sahip bulunmaktadır. AKP’nin başlattığı bu son operasyon furyası ve baskıların da bir işe yaramayacağı ve Kürt sorununu buharlaştırıp ortadan kaldıramayacağı kesindir. Tersine, bütün bu saldırıların Kürt halkını ulusal hareket etrafında daha da kenetleme olasılığı şüphesiz daha fazladır. Diğer taraftan ABD ve Güney’deki Kürt önderlikleriyle varılmış görünen mutabakatın ne denli uzun ömürlü olacağı da ayrı bir soru işaretidir. Zira denklemin binbir türlü değişkenle dolu olduğu bu coğrafyada bu tür dengelerin pamuk ipliğine
Ocak 2008 • sayı: 34
bağlı olduğunu ve herkesi bir arada memnun etmenin mümkün olmadığını unutmamak gerekiyor.
Neoliberal saldırılar AKP önümüzdeki dönemde, yürüttüğü baskı politikalarıyla, şimdiye kadar Kürt halkının gözünde çizdiği görece ılımlı imajı kaybetmekle ve böylece Kürt halkının bir bölümünden aldığı geçici krediyi harcamakla kalmayacak. Geniş emekçi halk yığınlarının hoşnutsuzluğunu arttıracak sosyal ve ekonomik saldırı politikalarını da uygulamaya koyacak. 22 Temmuz seçimlerinin ardından bu husustaki öngörümüzü şu satırlarla dile getirmiştik: “AKP, zaten yürütmekte olduğu neoliberal saldırı programını, şimdi işçi sınıfından aldığı taze destekle, yeni bir enerjiyle devam ettirmek için elverişli bir konum elde etmiştir. Bu bakımdan sınıfa yönelik yıkım saldırılarının önümüzdeki dönemde artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Sermaye sözcüleri seçimin ertesi gününden itibaren AKP’ye bu alandaki görevlerini hatırlatmaya başladılar. Yürürlüğü ertelenmiş olan sosyal güvenlik yasası, çalışma yasalarında esnekliği daha da artırıcı yeni tedbirler, kıdem tazminatının gasp edilmesi, patronlara vergi indirimleri, sanki çokmuş gibi sosyal harcamaların –özellikle sağlık harcamalarının– kısılması (“bütçe disiplini!”), enerji ve su gibi temel altyapı hizmetlerinin de özelleştirilmesi, ilk elde sıralanan talepler arasında. AKP’nin bu saldırıları büyük oranda gerçekleştireceğine şüphe yok.” (Levent Toprak, 22 Temmuz Seçimlerinin Ardından, MT, Ağustos 2007) AKP tam da beklendiği gibi yeni saldırı önlemlerini bir bir gündeme getirmeye başlamıştır. İstanbul’da suya ve toplu ulaşıma ve sonrasında da önce Ankara olmak üzere diğer kentlerde ekmeğe yapılan zamlarla açılan perde,
marksist tutum
akaryakıt ve sigara zamlarıyla devam etti. Son olarak elektrik zammını sıraya ekleyen AKP, bugünlerde doğalgaz zammını da devreye sokma hazırlığında. Hal böyleyken memurlara yapılan maaş zammı oranı ortalama yüzde 3 olmuştur. Açlık sınırının çok altında olan asgari ücret de geçtiğimiz günlerde ilk altı ay için yüzde 4 zamla 435 YTL olarak kararlaştırıldı. İkinci altı ayda yapılacak yüzde 5 artışla birlikte düşünüldüğünde yıllık ortalama zam topu topu yüzde 6,5 ediyor. Üstelik bu, enflasyon yüzde 10’a dayanmışken yapılıyor. Bunu şerh bile koymadan imzalayan Türk-İş’in hain tutumu uzun boylu sözü hak etmezken, hükümet asgari ücret rezaletini maskelemek için, utanmadan “asgari geçim indirimi”nin de hesaba dahil edilmesi gerektiğini söylüyor. Yani hükümet işçilerin daha önce fiş toplamak suretiyle vergi iadesi olarak aldıkları parayı, sanki yeni bir şey veriyormuş gibi ve maaşın bir parçasıymış gibi sunma hokkabazlığını yapıyor. Hükümetin acil eylem planı çerçevesinde gündeme getirilen bu saldırılar sadece zamlar cephesiyle sınırlı değil. AKP, gözü kesmediği için seçim öncesinde askıya aldığı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasasını şimdi ağırlaştırarak yeniden gündeme getiriyor. Birçok saldırı maddesi içeren bu tasarının öne çıkan noktalarını, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşı bağlanma oranlarının düşürülmesi, riskli meslek gruplarının çoğunda fiili hizmet indirimi haklarının ortadan kaldırılması, işgörmezlik durumlarında alınan ödeneğin azaltılması, engellilerin emeklilik koşullarının ağırlaştırılması gibi hususlar oluşturuyor. Diğer taraftan 2008 bütçesi sosyal harcamaların kısıldığı bir saldırı bütçesi olarak tanzim edilirken, 12 milyar dolarlık özelleştirme planlanmaktadır. Özelleştirmeler bağlamında elektrik üretimi ve dağıtımının, köprülerin ve karayollarının da sıraya girdiğini eklemek gerekiyor. Daha uzun vadede ise şehir şebeke suyunun özelleştirilmesi yolunda hazırlıklar yapılmakta olduğu da bilinen bir başka gerçek. Bu tür temel altyapı hizmetlerinin de piyasanın insafına terk edilmesiyle, ilerleyen yıllarda, aynen Latin Amerika ülkelerinde yaşandığı gibi yeni bir sefalet dalgasının yükseleceği kesindir. Bu gelişmelere ve planlara bakıldığında, 2007 boyunca, özellikle seçim öncesinde yaşanan tüm siyasal sürecin, bir yönüyle, darbeci sıkıştırma ve tehditle gözü korkutu-
3
marksist tutum
lan emekçi kitlelerin neoliberal saldırı programının kucağına düşürülmesi anlamına geldiğini de görmek gerekiyor. AKP’ye yönelik İslamcılık suçlamaları ve bu yönde yapılan ölçüsüz zorlamalar, özellikle taşra kökenli geniş emekçi halk kesimleri tarafından kendi dinsel inançlarına dönük bir saldırı olarak algılanmıştır ve algılanmaktadır. AKP de bunu bilinçli bir şekilde kullanmış ve darbeciler karşısında kendisini mazlum ve mağdur pozuna bürümüştür. Bu saptırıcı eksene odaklanmış sıkıştırma gayreti, onun sermayenin saldırı programlarında koçbaşı olarak oynadığı rolün örtbas edilmesine önemli ölçüde yaramıştır. Şüphesiz AKP’nin geniş emekçi kitleler nezdinde bulduğu destek sadece bununla açıklanamaz. Seçim öncesi ve sonrasında yaptığımız değerlendirmelerde ve muhtelif vesilelerle yaptığımız çözümlemelerde AKP’nin yükselişinin koşullarını değişik yönlerden ele almıştık. Önümüzdeki dönemde AKP’nin kitleleri oyalama becerisini ne ölçüde sürdürüp sürdüremeyeceğini anlayabilmek için, şimdi de onun yükselişinde rol oynayan arka planın bazı temel unsurlarının kısa bir değerlendirmesini yapmak yerinde olur. AKP’nin ikinci kez ve oylarını arttırarak seçim kazanmasının altında yatan önemli nedenlerden biri, iktidarda olduğu 2002-2007 arasında yıkıcı bir ekonomik kriz yaşanmamış olmasıdır. 2001’de yaşanan büyük kriz ciddi bir yoksullaşma yaratmış ve o sırada hükümeti oluşturan üç partiyi de 2002’de sandığa gömmüş, AKP’yi iktidar yapmıştı. Kitleler AKP’yi ülkeyi ekonomik krize sokmadan yönetmeyi başarmış olarak görmektedir. Bu yıllar arasında Türkiye ekonomisi yıllık ortalama %7’nin üzerine çıkan hızlı bir büyüme süreci yaşadı. Bunda en büyük etken, elverişli uluslararası ekonomik konjonktür koşullarında, çok yüksek faiz vererek küresel sermaye akışından yüksek miktarda pay çekmesiydi. Sermaye akışının artışında 2003 yılında AB’nin üyelik müzakerelerine başlama kararını alması da şüphesiz belirleyici bir etki yaptı. Şu anda bile yeryüzünde en yüksek faiz veren ülke Türkiye’dir (YTL bazında yaklaşık %17, düşen kur sayesinde dolar bazında %30). Aynı süre içinde halkın bilincinde özel bir yeri olan yüksek enflasyonun düşmesi de ekonominin iyi gittiği (ya da en azından kötüye gitmediği) izleniminin doğmasına katkıda bulundu. Zira IMF denetiminde yürütülen programla yüksek enflasyon 35 yılı aşkın bir sürenin ardından ilk kez yüzde 10’un altına inmişti. Bu hızlı büyüme emekçi kitlelerin refah düzeyinde bir artışa, işsizlikte bir azalmaya yol açmasa da, bir kriz ya da daha kötüye gidiş söz konusu olmadığı için AKP halk desteğini muhafaza etmeyi başardı. Bir yanda işçi hareketinin diğer yanda sosyalist hareketin, 12 Eylül faşist darbesinden sonra çeşitli öznel ve nesnel nedenlerle bir türlü belini doğrultamamış olduğu ve bu nedenle emekçi kitleleri kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda seferber edecek gerçek bir muhalefetin olmadığı koşullarda, AKP, bazı göz boyayıcı kırıntılarla da, şimdiye kadar yürütmüş olduğu saldırıları gizleme becerisini göstermiştir. Sosyal güvenlik siste-
4
Ocak 2008 • sayı: 34
minin tek çatı altında toplanması yönündeki adımların bir parçası olarak, işçilerin sadece SSK hastanelerinde değil devlet hastanelerinde de tedavi olanağına kavuşturulması, ilkokullarda ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması gibi uygulamalar bu kırıntılar arasındadır. Ancak söz konusu sosyal güvenlik yasası, yukarıda da değindiğimiz gibi diğer birçok yönüyle tam bir saldırı planıdır. Yaşanan yüksek hızlı büyümenin emekçi kitlelerde bir refah artışına yol açmaması AKP’nin bir saldırı programı yürütmekte olduğunun en çıplak göstergesidir. Burada önemli olan nokta şudur ki, bu saldırı programının acı sonuçlarının ağırlığı henüz tam olarak hissedilebilmiş değildir. Önümüzdeki dönem bu etkilerin daha ağır olarak hissedileceği bir dönem olmaya namzettir. Zira geçmiş dönem boyunca ekonomide çelişkiler de büyümüştür. Borçlar ve cari açık çok büyümüş, bireysel borçlanma artmıştır. Diğer taraftan dünya ekonomisi de yeni bir yavaşlama dönemine girmiştir. Türkiye ekonomisindeki büyüme şimdiden %4 düzeylerine inmiş, enflasyonun düşüşü durmuş, tekrar bir yükseliş başlamıştır. Bu gelişmelerin diğer siyasal faktörlerle de birlikte Türkiye’ye küresel sermaye akışında bir yavaşlamaya yol açma olasılığı yüksektir. Bunlar işsizliğin daha da artması, ücretlerin reel olarak gerilemesinde hızlanma, sosyal harcamalarda yeni kesintilere gidilmesi gibi sonuçlar doğuracaktır. Bu durumda hoşnutsuzluğun artacağı ve AKP’nin desteğinde erozyonun başlayacağı kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan, halk kitlelerinin mazlum dindar söylemiyle bir beş yıl daha oyalanması zordur. Diyelim bir sonraki seçimde AKP sahneden silinmeyecek olsa da şaşalı günlerini geride bırakacağını söyleyebiliriz. Özetlemek gerekirse, girmekte olduğumuz 2008 yılı başta olmak üzere ikinci AKP hükümetinin önümüzde uzanan yılları Türkiye işçi sınıfı için çetin mücadeleleri gerektiren yıllar olacaktır. İşçi sınıfı bir cephede, Kürt halkını hedef alan şovenist ve militarist kabarışa karşı mücadele etme göreviyle yüz yüzeyken, diğer cephede de neoliberal saldırı programının yeni ataklarına karşı mücadeleyi yükseltme zorunluluğuyla yüz yüzedir. AKP’nin emekçi kitleleri oyalama olanaklarının genel olarak daraldığı bir dönem açıldığını görmek gerekiyor. Bu emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun artacağı ve mücadeleye daha eğilimli hale gelecekleri anlamına gelmektedir. Ancak bu hoşnutsuzluğu doğru yola kanalize edebilmek için işçi sınıfı devrimcilerinin büyük bir gayretle duvarcı ustası gibi çalışması gerekiyor. Aksi halde, yükselecek bu hoşnutsuzluğun, şu ana kadar birikmiş olan şovenist basıncı da dikkate alacak olursak, faşist kanallara akması ihtimali kuvvetli olacaktır. Bu bakımdan önemli olan tek başına hoşnutsuzluğun artması değil, bunun, devrimci kanallara akıtılabilmesidir. Yeni siyasal dönemi bu perspektif içinde görmek ve düzene karşı mücadeleyi her düzlemde yükseltmek işçi sınıfı devrimcileri açısından büyük önem taşıyor.
Dünden Yarına: Emperyalist Savaş Dünyayı Sarıyor Utku Kızılok Dönemin genel eğilimleri 2007 başında uluslararası siyasetin eğilimlerine genel bir projeksiyon tutmuş ve işçi sınıfını bekleyen tehlikelere dikkat çekerek şu tespitte bulunmuştuk: “Emperyalist savaşın kaynağında, dünya ekonomisinin uzun bir dönemdir krizde olması ve emperyalist güçlerin nüfuz ve yatırım alanları üzerinde yürüttükleri hegemonya kavgası yatmaktadır. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey de işte bu nesnel zemindir.”1 Geride bıraktığımız 2007 yılı bu nesnel zemini daha da pekiştirmiş bulunuyor. Dünya ekonomisi genel durgunluktan çıkamadığı gibi, büyük bir krizin patlak verme olasılığı da her geçen gün artıyor. İşçi sınıfının sosyal kazanımlarına el konulması ve özellikle 1990’lardan sonra tüketici kredilerinin şişirilmesi, sınıf mücadelesinin gerilediği böyle bir ortamda burjuvaziye bir nebze de olsa soluk aldırmıştı. Ne var ki bu soluk aldırma, anlamlı bir yükselişe itilim vermemiş ve son 15 yıldır dünya ekonomisinin yaşadığı canlanmalar hep kısmi düzeyde kalmıştır. Kapitalist ekonomiyi nehirlere benzetebiliriz. Nehir suları yükseldiği ölçüde kapitalist balıklar rahat bir nefes alsalar da, kısa zaman sonra sular yeniden çekilmekte ve balıklar yeniden spazm geçirmekteler. Öyle gözüküyor ki, “küresel ısınma”dan ötürü nehir suları kolay kolay yükselmeyecek! Dünya ekonomisinin “küresel ısınma”sının nedeni ise, kapitalizmin çelişkili doğasından kaynaklanan sorunlardır. ABD’deki “mortgage çöküşü”yle başlayan ve dünya piyasalarını etkisine alan sarsıntı, dünya ekonomisindeki nefessizliği bir kez daha göstermiştir. Şimdi başta ABD merkez bankası olmak üzere, emperyalist metropollerin merkez bankala-
İçinden geçtiğimiz süreç öylesine keskin çelişkilerle yüklüdür ki, her an her yerde beklenmedik patlamalarla kendini dışa vurabilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Latin Amerika’da peş peşe patlayan devrimci durumlar, Fransa’daki göçmen gençliğin isyanı veya karikatür krizleri vesilesiyle sokağa dökülen Müslüman kitlelerin öfkesi bu ani patlamaların ifadesidir. Emperyalizm çağında ve özellikle günümüz benzeri süreçlerde devrimci patlamalar en küçük bir kıvılcımdan dahi çıkabilir. Fakat esas eksiklik, kitlelere yol gösterecek ve işçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesine önderlik edecek bir devrimci önderliğin olmamasıdır.
5
marksist tutum
Ocak 2008 • sayı: 34 Geride bıraktığımız yıl içinde konvansiyonel silahların sınırlandırılmasını içeren anlaşmalar çöpe atılmış ve silahlanma yarışı alabildiğine hızlanmıştır. Bu eğilim önümüzdeki süreçte savaşın nasıl bir karaktere bürüneceğini ortaya koymaktadır. Bu tabloyu emperyalist çürüme ve siyasal gericiliğin daha belirgin bir şekilde kendini dışa vurması tamamlamaktadır. Militarizm ve milliyetçilik yükselmekte, faşizan uygulamalar yaygınlaşmaktadır.
rı piyasalara yarım trilyon doların üzerinde para sürerek (yani batması gereken bankaları emekçilerden kesilmiş vergilerle bir süreliğine kurtararak), faizleri düşürerek krizi ertelemeye çalışıyorlar. Ancak tüm bu erteleme çabaları daha da büyük krizlerin mayalanmasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bizzat burjuva ekonomistler, önümüzdeki on yılların geride bıraktığımız yıllar gibi olmayacağının altını çiziyorlar. Krizi erteleme çabası öyle bir düzeye varmış bulunuyor ki, Elif Çağlı’nın da tespit ettiği üzere, burjuvazi artık küresel ölçekte neredeyse sürekli bir kriz fobisiyle ve “kriz yönetimi”yle yaşamaktadır.2 Yine geçtiğimiz yıl yaptığımız değerlendirmede, “bugün dar bir bölgede yürüyen sıcak savaş, giderek dünyayı bir anafor gibi etkisine almakta ve tüm verili siyasal dengeleri sarsarak savaşın büyümesinin yolunu açmaktadır” demiştik. Gerçekten de geride kalan bir yıllık zaman zarfında oldukça önemli gelişmeler olmuş, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın bir bölümü hariç tüm dünya, emperyalist sıcak savaşın yörüngesine girmiştir. Güney Asya’dan Afrika’ya, Doğu Avrupa’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya değin tüm bölgeler emperyalist hegemonya kavgasına sahne oluyor. Üçüncü Dünya Savaşı bir anlamda başlamıştır. Elbette savaşın, bugünden farklı olarak daha hangi biçimlere bürüneceğini ve nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek güç. Lakin dünyanın yeniden paylaşımı kesin çizgileriyle belirleninceye kadar savaşın süreceği bir gerçektir. Emperyalist güçler arasındaki ilişkilerin ve savaşın hangi yönde geliştiğinin öngörülmesi, devrimci işçi sınıfının mücadelesi ve izleyeceği politik taktikler açısından önem arz ediyor. Bundan ötürüdür ki, daha önce yaptığımız temel birkaç tespiti tekrar hatırlatmak ve gelinen aşamayı belirtmek gerekiyor. “Birincisi, her büyük emperyalist savaş öncesinde olduğu gibi bugün de, emperyalist-kapitalist güçler arasında bir saflaşma ve kutuplaşma yaşanmaktadır;
6
ancak harmanlanma henüz tamamlanmış ve ana kutuplar kesin biçimde ortaya çıkmış değildir, bu süreç devam etmektedir.” Fakat geçen seneye göre kutuplaşmanın tarafları daha bir belirginleşmiştir. “İkincisi, savaş makineleri yıkıcı ve yok edici silahlarla yenilenmekte ve ordular savaş düzenine sokulmaktadır.” Tam da bu eğilimin bir sonucu olarak, geride bıraktığımız yıl içinde konvansiyonel silahların sınırlandırılmasını içeren anlaşmalar çöpe atılmış ve silahlanma yarışı alabildiğine hızlanmıştır. Bu eğilim önümüzdeki süreçte savaşın nasıl bir karaktere bürüneceğini ortaya koymaktadır. Bu tabloyu emperyalist çürüme ve siyasal gericiliğin daha belirgin bir şekilde kendini dışa vurması tamamlamaktadır. Militarizmin ve milliyetçiliğin yükseltildiği, faşizan uygulamaların yaygınlaştığı bu dönemin karakteristik özelliklerini Elif Çağlı şöyle belirtiyor: “Hemen her ülkede burjuva siyaset nerdeyse bir bütün olarak, «derin devlet» denen gizli ve merkezi devlet aygıtlarının kontrolü altında yapılanmaktadır. Gerçi olağan ve olağanüstü burjuva yönetim biçimleri arasında farklılık vardır, ama değinmeye çalıştığımız tüm bu gelişmeler burjuva parlamenter sistemin artık iyice aksadığına işaret ediyor. Gelişkin kapitalist ülkeler de dâhil burjuva demokrasisinin çerçevesi daralırken, devlet yönetimleri tüm kapitalist ülkelerde daha totaliter bir niteliğe bürünüyor.”3
ABD: istikrarsızlıktan beslenen egemenlik Geçen sene bu zamanlar ABD emperyalizminin Irak’taki durumu üzerine, her zamanki gibi tez canlı değerlendirmeler yapılıyordu. Irak Çalışma Grubu yayınladığı raporunda ABD’nin Irak’taki durumunu “çöküş”, “felâket” ve “şok” sözleriyle değerlendirmişti. Bu değerlendirmeden ve Demokratların Kongre seçimlerini kazanmasından hareketle ABD emperyalizminin yenildiğine ve maceranın
Ocak 2008 • sayı: 34
sonunun gelindiğine kanaat getirilmişti. Oysa gerçeğin bu olmadığını, gelinen aşama ortaya koyuyor. O günkü yazımızda şöyle demiştik: “ABD emperyalizmi için bugün yürüyen savaş sadece bir Irak savaşı değil, nüfuz alanlarını ve pazarları tam bir denetim altına almak, diğer emperyalist güçler üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak hedefiyle yürütülen bir savaştır.”4 Daha sonra ise şöyle yazdık: “ABD’nin bugün yalnızca Ortadoğu’da değil, ilgi alanına giren tüm bölgelerde izlediği çizgi, kendi istediği düzeni kurana dek muazzam boyutlarda ve derinlikte istikrarsızlık yaratmak, verili statükoyu temelinden sarsarak taşları yerinden oynatmak, tüm güç ve iktidar odakları arasında sonu gelmez gözüken bir çatışma yaratarak birbirlerini takatsiz bırakmalarını sağlamak ve böylece istediği gibi at koşturmaktır.”5 ABD’nin amacı Irak’ta dört başı mamur bir düzen kurmak değil, nüfuz alanlarında mevziler elde ederek o büyük ve nihai hedefe yürümektir. Dolayısıyla da henüz nasıl biçimler alacağı ve ne gibi sonuçlar yaratarak biteceği belli olmayan emperyalist savaşın anlık ve yüzeysel bir değerlendirmesi, devrimci işçi sınıfının mücadelesine sağlam bir perspektif sunmayacaktır. Yani ABD’nin amacı Irak’ta dört başı mamur bir düzen kurmak değil, nüfuz alanlarında mevziler elde ederek o büyük ve nihai hedefe yürümektir. Dolayısıyla da henüz nasıl biçimler alacağı ve ne gibi sonuçlar yaratarak biteceği belli olmayan emperyalist savaşın anlık ve yüzeysel bir değerlendirmesi, devrimci işçi sınıfının mücadelesine sağlam bir perspektif sunmayacaktır. Kaldı ki, ABD emperyalizmi Irak’ta kendi çıkarlarını garanti altına almış bulunuyor. Bugün Irak’ta yüzden fazla askeri üs kurulmuş durumda. Petrol alanları ve boru hatları, son derece güvenli hale getirilmiş olan bu askeri üsler tarafından korunuyor. Petrol alanları, üsler ve Bağdat’ta kurulan yeşil bölge dışındaki yerlerin kan banyosuna dönmesi ABD açısından ikincil önemdedir. Tam da bundan ötürüdür ki, ABD’nin gündeminde Irak’taki iç sorunlardan ziyade İran seferberliği vardır. ABD emperyalizmi ya da en azından petrol, silah tekellerinin ve İsrail’in desteklediği Bush yönetimi savaşı kısa vadede yayma çabasındadır. Bu maksatla Bush yönetimi ve İsrail, İran’a yönelik aynı Irak’takine benzer bir kampanya yürütüyor. Kuşkusuz süreç pürüzsüz ilerlemiyor. CIA’nın da içinde yer aldığı 16 istihbarat örgütünün Aralık ayında yayınladığı ortak raporda, İran’ın 2003 yılında nükleer silah üretmeyi durduğu ve yeniden başladığına dair de bir emare bulunmadığı açıklandı. Tahmin edileceği üzere bu rapor, İran seferberliğinin bir an önce başlaması gerektiğini savunan burjuva kesimler ile İsrail’i oldukça rahatsız etti.
marksist tutum
Anlaşılacağı üzere, Amerikan burjuvazisi ve onun kurmay heyeti içinde, savaşın temposu ve izlenecek taktikler hakkında görüş ayrılığı yaşanmaktadır. Bush yönetiminin bir bölümü ve Demokratlar savaş makinelerinin İran’a sürülmesinde acele edilmemesini, gerek cephede gerekse cephe gerisinde yaşanan dağınıklığa son verilmesini, orduların yıpratılmamasını ve moral açıdan donatılmasını, askeri gücün heba edilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Fakat Amerikan burjuvazisi ya da onun savaş kurmayı içinde taktiksel ayrılıklar yaşanması, sanılmasın ki İran’ı hedef olmaktan çıkartıyor. “İran’ı Ortadoğu’da ve dünyada yaptığımız her şeyde hesaba katmak zorundayız” diyen dışişleri müsteşarı Nicholas Burns şöyle devam ediyor: İran “2010’da, 2012’de ve büyük bir olasılıkla 2020’de de dış politikamızın merkezinde olacak.” Yani her ne kadar söz konusu rapor “İran nükleer silah üretmiyor” dese de, yarın, “İran yeniden nükleer silah programını uygulamaya başlamıştır” içerikli raporların hazırlanmayacağının garantisi yoktur. Gerek Cumhuriyetçiler gerekse Demokratlar savaşın sürdürülmesi gereğinde hemfikirdirler. Nitekim Demokratlar bugün savaş karşıtı pozlara girmiyor ve hatta ABD’nin muhtemel yeni başkanı Bayan Clinton –Amerika’nın Thatcher’ı da deniyor– açıkça Irak’taki işgali ve savaşı savunuyor. Fakat 2008 seçimlerinde işçi-emekçi kitlelerin oylarını almak için, pekâlâ kuzu kılığına girmiş kurt misali, savaş karşıtı pozlara girebilir. Ancak Amerikan işçi sınıfı ne yazık ki, bu tür oyunları boşa çıkartacak örgütlülüğe ve önderliğe sahip değildir ve yoğun bir ideolojik bombardıman altındadır. Amerikan burjuvazisi “uluslararası terörizm” ya da “şeytanlaştırılmış İslam” kılığında yeni bir “dış düşman” imal etmeyi başarmıştır. Böylece Ortadoğu’yu kan deryasına çeviren emperyalist savaşını kitlelerin gözünde meşrulaştırabiliyor.
Rusya, Çin, Japonya: savaş hazırlıkları hızlanıyor Geçtiğimiz dönemde de, emperyalist savaşın gidişatını etkileyecek esas gelişmelerin Asya’da ve Pasifik’te yaşandığına işaret etmiştik. Güney Asya’da ve Pasifik’te derinden derine bir silahlanma yaşanmakta, Japonya da dâhil tüm güçler olası bir savaşa hazırlanmaktalar. Nitekim Rusya, Atlantik kıyılarından Urallar’a dek asker ve ağır silah yığmayı kısıtlayan Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşmasından (AKKA) 12 Aralıkta çekildi. ABD’nin anti-balistik füze kalkanı anlaşmasını çöpe atmasından sonra Rusya’nın da, silahlanmayı sınırlayan anlaşmaları bozması, çok daha büyük bir kapışmaya hazırlanıldığının delilidir. Emperyalist hegemonya kavgasının kızışması her geçen gün Rusya ile ABD’yi daha fazla karşı karşıya getiriyor. ABD’nin Polonya ve Çekya’ya füze savunma sistemi yerleştirme girişimine misilleme yapan Rusya, bu tür ABD
7
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
Rusya’da Putin’i iktidarda tutmaya dönük arayışlar, rejimin alabildiğine totaliterleşmesi ve faşizan uygulamaların günlük hayata damgasını basması; içeride, devrimci yükselişi ezmek üzere Naşi gibi faşist aygıtların örgütlenmesi savaş hazırlığının bir parçasıdır. tesislerini hedef sayacağını ve Avrupa sınırına füze yerleştireceğini açıkladı. ABD emperyalizmi Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği sistemin hedefinin İran olduğunu açıklasa da, herkesin malûmu olduğu üzere esas hedef Rusya’dır. Şunu söylemek mümkün: olası bir büyük savaşın iki tarafı olacaksa, bunun bir tarafında ABD emperyalizmi öteki tarafında ise Rus emperyalizmi yer alacaktır. Putin’i iktidarda tutmaya dönük arayışlar, rejimin alabildiğine totaliterleşmesi ve faşizan uygulamaların günlük hayata damgasını basması; içeride, devrimci yükselişi ezmek üzere Naşi gibi faşist aygıtların örgütlenmesi savaş hazırlığının bir parçasıdır. Beri yandan, uzun bir dönemdir ABD ve İngiltere karşısında bir kutupmuş gibi hareket eden Rusya ve Çin’in ilişkileri, süreç ilerledikçe daha da pekişmektedir. Başını Rusya ve Çin’in çektiği Şanghay İşbirliği Örgütünün güçlenmesi ve NATO’ya benzer ve hatta ona alternatif bir aygıt kurması bu “blok”un askeri temelini oluşturmaktadır. Rusya ve Çin askeri açıdan güçlenirken ekonomik olarak da güçlenmekteler. Rus emperyalizmi özellikle de petrol ve doğalgaz satışından muazzam sermaye birikimi elde etmiş ve Rus tekelleri dünya pazarlarında boy göstermeye başlamışlardır. Çin emperyalizmi ise dünya mali sermayesinin azımsanmayacak bir bölümünü elinde tutan bir güç haline gelmiştir. Bu gücünü kullanarak, yani birçok ülkeyi borçlandırarak daha şimdiden nüfuz alanlarında ve özellikle de Afrika’da hâkim bir güç olarak yükselmektedir. Açlık, yoksulluk ve türlü hastalıkların pençesinde kıvranan Afrika halkları, asırlarca sömürgeci güçlerin boyunduruğu altında acı çektikten sonra, şimdi de hegemonya kavgası veren güçler tarafından birbirlerine boğazlatılıyorlar. Sudan’da, Somali’de ve birçok ülkede iç çatışmalar ve katliamlar sürüyor. Özellikle de Çin ve ABD arasında muazzam bir kapışma yaşanmaktadır. Çin emperyalizmi Afrika’daki etkinliğini artırmak için kredi mekanizmalarını ve sermaye yatırımlarını kullanıyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl Afrika Birliğine 6 milyar dolarlık faizsiz kredi vermeyi ta-
8
ahhüt etmiştir. Çin emperyalizmi kredi mekanizmalarını daha etkin kullanmak için, elindeki mali sermayeyi kuracağı bir para fonuna aktarmaya karar vermiş bulunuyor. Böylece IMF’nin, dolayısıyla da ABD’nin karşısına daha güçlü şekilde dikilebilecektir. Orta Asya ve Kafkasya’da ABD’nin “renkli devrim” dalgası geri püskürtülmüş; İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah üzerinden Çin ve Rusya Ortadoğu’ya daha fazla müdahale etmeye başlamışlardır. Yanı sıra, geçtiğimiz aylarda Çin’in nüfuz alanında olan Myanmar’daki iç sorunları kendi çıkarları için kullanmaya çalışan ve yeni bir “renkli devrim” denemesine girişen ABD ve ortakları da hedeflerine ulaşamamışlardır. Ancak Rusya ve Çin’in ABD ve İngiltere karşısında yükselen güçler olması işçi sınıfı açısından sevinilecek bir durum değildir. Bu güçlerin ABD emperyalizmine kafa tutması onların anti-emperyalist olmalarından değil, işaret ettiğimiz üzere dünyayı yeniden paylaşmaya niyetlenmiş emperyalist güçler olmalarından kaynaklanmaktadır. Bundan ötürüdür ki, özellikle de yoğun bir sömürü altında inletilen Çin ve Asya’nın işçi sınıfları yanılgıya düşüp gerçek düşmanı hedeften çıkartmamalılar. O düşman ki, ABD, Çin, Rusya emperyalizmi dâhil, dünya kapitalist sistemidir.
AB: herkes kendi yoluna! Avrupalı emperyalistlerin hayalini kurdukları o dünyaya hükmeden AB, öyle gözüküyor ki rüyalarda kalmaya devam edecek. Emperyalist hegemonya kavgasının yarattığı basınç içerideki gerilimi daha da arttırıyor ve mevcut birliği zayıflatan bir unsura dönüşüyor. Yeni AB anayasası, Fransa ve Kosova meselesi, çatırdama eğiliminin son süreçteki dışavurumlarıdır. Bilindiği üzere, AB anayasası 2005 yılında Fransa’da ve Hollanda’da halkoyuna sunulmuş ve reddedilmişti. Ortaya çıkan bu durumdan ötürü, anayasa diğer ülkelerde referanduma sunulmayarak rafa kaldırılmıştı. İşte 13 Aralıkta kabul edilen Lizbon Anlaş-
Ocak 2008 • sayı: 34
ması bu anayasanın yerine geçecek. Lizbon Anlaşmasına göre AB’nin dış politikası tek merkezden, kurulan Dışişleri Konseyi Başkanlığı tarafından yürütülecek. Alınan bu karar, AB’nin siyasal birlik yönünde attığı önemli bir adımın ifadesi gibi gözükse de gerçek bu değildir. Yoğun pazarlıkların damgasını bastığı Lizbon Anlaşması oldukça karmaşık ve eski anayasaya göre daha ileri değil geri bir adımın ifadesidir. Ortak dış politika oluşturulabilmesi ve uygulanabilmesi için getirilen tüm üyelerin oybirliği şartı, çoğu durumda ortak karar alınmasını olanaksız hale getirecektir. Ortak bayrak ve marştan vazgeçilirken, kitlelerin vetosunun Birliği parçalayan bir etmene dönüşmemesi için anlaşmanın referanduma götürülmemesi de kararlaştırılmıştır. ABD’nin her türlü aracı kullanarak paylaşım alanlarına akması karşısında AB’nin tutunamadığını ve tavır almaktan vazgeçerek onun açtığı yoldan ilerlemeye başladığını daha önce tespit etmiştik. AB’nin genel çizgisine hâkim olmaya başlayan bu tutum, Fransa’nın ana politikasının önemli bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Uzun bir dönemdir ekonomisi büyümeyen, en önemlisi de hegemonya kavgasında arzuladığı noktada olmayan; AB güçleri arasında Almanya’nın hâkimiyetinin artmasıyla, ABD ve İngiltere’nin ise paylaşım alanlarına silah zoruyla dalmasıyla dışlanan ve sıkışan Fransız emperyalizmi yeni bir arayışa girmiştir. Nihayetinde faşizan bir söylem kullanarak iktidara gelen Sarkozy, daha savaşkan bir politika izleyerek Fransız emperyalizmini bu dışlanmışlıktan ve sıkışmışlıktan kurtarmayı hedeflemektedir. Fransız burjuvazisinin –en azından bir kesiminin– Sarkozy’de cisimleşen yeni politikasının bir sonucu olarak, geleneksel ABD karşıtı, De Gaulle’cü çizgi şimdilik bir kenara bırakılmış ve emperyalist paylaşımdan pay kapmak için ABD’nin safına geçilmiştir. Sarkozy’nin Amerikalıları çok sevdiğini açıklamasının, “Atlantik ötesi yeni politika”nın ya da dışişleri bakanı Bernard Kouchner’in “İran savaşına hazır olmalıyız” beyanatının nedeni söz konusu değişimdir. Fransız burjuvazisinin Sarkozy ile birlikte hayata geçirmeye çalıştığı diğer bir politika da Akdeniz Birliği projesidir. Olası Akdeniz Birliği, Türkiye, İspanya, İtalya, Yunanistan, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Mısır gibi ülkelerden oluşacak. Çok açık ki, böyle bir birlik girişimi AB içindeki çatışmanın ve çatırdamanın bir sonucudur. Fransız emperyalizmi, çoğunluğu eski sömürgelerinden oluşacak
marksist tutum
Akdeniz Birliğiyle kendisine özel bir nüfuz alanı –iç pazar gibi– yaratmayı hedeflemektedir. Nasıl ki Almanya Doğu Avrupa’yı yutarak buraları kendi “çöplüğü” haline getirdiyse, Fransa da Avrupa düzeyinde yapamadığını Akdeniz’de hayata geçirmeye ve Almanya’nın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkmaya çalışmaktadır. Nitekim tam da böyle olduğu için Almanya Fransa’nın birlik girişimine, AB’ye alternatif olabileceği gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Bu noktada, Irak savaşı öncesinde var olan Almanya-Fransa ekseninin de şimdilik ortadan kalktığını vurgulamak gerekiyor. Fransa’nın aksine Almanya olası bir İran savaşına karşı çıkıyor. Bunun yanı sıra, enerji anlaşmaları üzerinden Rusya ile ciddi bir yakınlaşma söz konusudur. Önümüzdeki süreçlerde Almanya’nın Rusya ve Çin eksenine katılması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. AB’nin zaaflarını dışa vuran bir başka unsur da Kosova’dır. Emperyalist güçler, Balkan halklarını yıllarca birbirlerine boğazlattıktan sonra Yugoslavya parçalanmış ve ortaya pek çok ulus-devlet çıkmıştır. Şimdi bir kez daha Balkan halkları karşı karşıya getiriliyor. ABD’nin desteklediği Kosova Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmek isterken, Rusya’nın desteğini alan Sırbistan buna şiddetle karşı çıkıyor. Öyle gözüküyor ki, emperyalistler Kosova üzerinden kozlarını yeniden paylaşacak ve Balkanlar bir kez daha kan banyosuna dönecek. Buraya kadar çizdiğimiz genel çerçeve bile, AB’nin özgürlük, demokrasi ve barışı temsil ettiği propagandasının koca bir yalan olduğunu gözler önüne seriyor. Özgürlük, demokrasi ve barış dolu, müreffeh bir dünyayı AB benzeri emperyalist birlikler yaratamazlar. Yalnızca işçi sınıfı, üretici güçlerin önünde çoktandır bir engel haline gelen kapitalizme ve ulus-devletlere son verebilir. Avrupa’daki proleter devrimlerin hayat vereceği Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri, dünya devriminin de önemli bir kaldıracı olacaktır.
9
marksist tutum
Irak, Filistin, Lübnan: Ortadoğu ağlıyor! Ortadoğu halkları kan ve gözyaşı sarmalından kurtulamıyor. Emperyalist güçler Ortadoğu’yu tümüyle istikrarsızlığa sürükleyerek kendi planlarını hayata geçirmeye çalışırken, emperyal emellerinin bir parçası olarak Türkiye burjuvazisi de, sınır ötesine bombalar yağdırarak Kürt halkı dâhil, tüm bölge halklarına gözdağı veriyor. ABD emperyalizmi her ne kadar Irak’ta kendi açısından bir düzen –ya da düzensizlik– kurarak hedeflerine esas itibariyle ulaşmışsa da, Irak ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan istikrar kazanmış değildir. Gerek Şii Araplar gerekse Sünni Araplar kendi aralarında bölünmüş bulunuyorlar ve iktidar kavgası her geçen gün derinleşiyor. Keza Şii Araplarla Kürtlerin ittifakı da çatırdamaya başlamıştır. Bu yaşananlara Kerkük referandumunun altı aylığına ertelenmesini de eklemek gerekiyor. Önümüzdeki dönemde iktidar kavgasının alevlenmesi, Kerkük sorununun yeniden gündeme gelmesi ve bölge ülkelerinin de aktif müdahil olmasıyla Irak’taki siyasal ortam, daha da içinden çıkılmaz bir hale gelebilir. Irak’taki iç kargaşanın daha da alevlenmesine yol açabilecek diğer bir önemli etmen de, ABD’nin Sünni Arap devletleriyle Şii İran’ı kuşatma projesidir. Bu proje Irak üzerinden örgütlenmektedir. İran, Şii Araplar, özellikle de bugünkü iktidara hâkim olan kesimler üzerinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Irak’ta Şiiler, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas üzerinden ve bir ölçüde Suriye üzerinden, İran, Ortadoğu’daki paylaşımda dikkate alınması gereken bir güç haline gelmiştir. Bu durumdan bir hayli rahatsız olan ABD emperyalizmi, Irak’taki Sünni Arapları sistem içine çekerek Şii Arapları; Sünni Arap devletlerini silahlandırarak da Şii İran’ı dengelemek istemektedir. Nitekim 2007’nin ilk günlerinden itibaren böyle bir plan devreye sokuldu ve Suudi Arabistan dâhil Arap devletleri, Sünni direnişçileri sistem içine çekmek ve Şiilerin siyasal iktidardaki gücünü kırmak amacıyla Irak’a daha fazla müdahale etmeye başladılar. Neredeyse tamamı Sünni olan 40 bin tutuklunun salıverilmesini içeren yasanın geçen ay Irak parlamentosunda kabul edilmesinin nedeni bu plandır. Arap devletlerinin silahlandırılarak İsrail ile yakınlaştırılması; Filistin ve Lübnan’da ise iç çatışmaların kışkırtılarak İran’ın yalnızlaştırılması da planın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Nihayetinde plan çerçevesinde Arap devletleri ABD tarafından silahlandırılırken (Suudi Arabistan’a ve Körfez ülkelerine 20, Mısır’a 13, İsrail’e ise 30 milyar dolarlık silah satışı yapılmıştır), Filistin ve Lübnan ise derin bir iç krize sürüklenmiştir. ABD emperyalizmi Lübnan’da Sinyora hükümeti üzerinden İran yanlısı Hizbullah’ı silahsızlan-
10
Ocak 2008 • sayı: 34
dırmaya ve ezmeye çalışıyor. Fakat Sinyora hükümeti başarılı olamamıştır. Tersine, Hizbullah ve kimi Hıristiyan grupların oluşturduğu ittifak, Lübnan’daki siyasal sürece damgasını basmaya başlamıştır. Gelinen aşamada, Lübnan cumhurbaşkanı istifa ettiği ve taraflar ortak bir isim üzerinde anlaşamadığı için, derin bir kriz yaşanmakta ve önde gelen isimlere dönük gerçekleştirilen suikastlar bu krizi beslemektedir. Lübnan’da şimdilik başarılamayan iç savaş, Filistin’de hayata geçirilmiş bulunuyor. 2005’te ezici bir çoğunlukla seçimleri kazanan Hamas, ABD’nin, İsrail’in ve El-Fetih’in direnişiyle karşılaşmıştı. Baskıdan ve ekonomik ambargodan kurtulmak isteyen Hamas, 2006’nın sonlarına doğru El-Fetih ile ortak bir hükümet kurdu. Lakin ABD ve İsrail El-Fetih’in Hamas ile hükümet kurmasına karşı çıkarak sürece müdahale ettiler. Yıllardır ABD’nin yardımlarıyla ayakta duran ve üstelik Hamas’ın hükümete gelmesiyle iktidarı ve nimetlerini kaybetmek ile yüzyüze gelen Filistin Yönetimi/El-Fetih, bu müdahale üzerine ortak hükümetten çekildi ve çatışmalar başladı. El-Fetih’in tırmandırdığı çatışmalar geçen Haziran ayında doruğuna ulaştı ve Ortadoğu halkları kan ve gözyaşı sarmalından kurtulamıyor. Emperyalist güçler Ortadoğu’yu tümüyle istikrarsızlığa sürükleyerek kendi planlarını hayata geçirmeye çalışırken, emperyal emellerinin bir parçası olarak Türkiye burjuvazisi de, sınır ötesine bombalar yağdırarak Kürt halkı dâhil, tüm bölge halklarına gözdağı veriyor.
Ocak 2008 • sayı: 34
Filistin Yönetimi fiilen bölündü: El-Fetih Batı Şeria’da, Hamas ise Gazze’de iki farklı hükümet kurdular. İsrail’in çepeçevre çevirdiği ve giriş çıkışı yasakladığı Gazze, tam anlamıyla yarı açık bir cezaevine dönüşmüş bulunuyor. Bir buçuk milyon Filistinli açlık, susuzluk ve hastalıktan kırılıyor. İşte 27 Kasımda ABD öncülüğündeki Annapolis görüşmeleri böyle bir ortamda yapıldı. 17 Arap devletinin de katıldığı görüşmelerden, temennilerden öte hiçbir sonuç çıkmış değildir. Ne Kudüs’ün statüsü ne Filistin devletinin sınırları ve mültecilerin durumu ne de Yahudi yerleşim yerlerinin ne olacağına dair somut bir gelişme var. Üstelik İsrail, yeni yerleşim yerleri açma ve mevcut Filistin topraklarını da ilhak etme politikasına devam ediyor. Filistin üzerine kaleme aldığımız tüm yazılarda hep şunu tekrarladık: Filistin sorunu emperyalist hegemonya kavgasının derin bir parçası haline gelmiştir; emperyalist kavganın dengelerinden bir Filistin devletinin doğması mümkünse de, bunun kalıcı barışı sağlayamayacağını somut yaşam gösterecektir. Son 15 yıla dönüp bakarsak, bu süreçte sayısız “barış” planının daha üzerindeki mürekkep kurumadan çöpe atıldığını görürüz. Nihayetinde Annapolis de onlardan biri olacaktır. ABD emperyalizminin esas derdinin barış, özgürlük ve demokrasi olmadığı yeterince açıktır. ABD’nin elini attığı her yerden savaş ve diktatörlükler fışkırmaktadır. ABD’nin “demokrasi götürmeye” çalıştığı ülkelerden biri olan Pakistan da kan gölüne dönmüş bulunuyor. Yıllarca Pervez Müşerrefin askeri diktatörlüğünü destekleyen ABD, içerideki İslamcı hareketi bastıramayıp yıpranınca, Müşerref ’i sıkıştırmaya ve “Pakistan demokrasiye geçmeli” çağrıları yapmaya başladı. Yurtdışında sürgünde olan Benazir Butto’yu ise Müşerref ’in yerine hazırlamak üzere Pakistan’a getirtti. Daha Pakistan’a ayak basar basmaz düzenlenen ve 140 kişinin öldüğü suikastten kurtulan Butto, 27 Aralıktaki saldırıdan kurtulamadı. Çok açık ki, Butto’nun öldürülmesi, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının dışında münferit bir olay değildir. Butto’yu kimin öldürdüğü, karanlık güçlerin ne gibi planlar peşinde olduğunu anlamak bakımından önemliyse de, bundan esas olarak kimlerin faydalanacağına bakmak gerekiyor. Daha şimdiden “uluslararası terörizm”, “İslamcı terörizm” söylemine sarılan ABD emperyalizmi, Butto’nun ölümünü kendi çıkarları için kullanacaktır. Artan karışıklığı bastırmak ve nükleer silahlarını denetim altına almak bahanesiyle, önümüzdeki dönemde ABD askerleri Pakistan’a girerse hiç şaşılmasın! Karanlık günlerin bulutları her geçen gün dünyayı daha fazla kaplıyor. Gerçeğe sırt dönülerek ondan kaçılamaz. Tek çıkış yolu var: bölgenin işçi ve emekçi sınıfları birleşmeli ve savaş, açlık, diktatörlük ve acı üreten kapitalizmi alaşağı etmeli. Emekçi kitleler kendi iktidarlarını, yani Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu’nu kurduklarında; barışa, demokrasiye ve müreffeh bir topluma gi-
marksist tutum
den yolun kapılarını açmış olacaklar.
Unutulmaması gereken unsur: sınıf mücadelesi Ekonomik kriz ortamlarında ve emperyalist savaşın gelişip yayıldığı dönemlerde sınıf mücadelesi unsurunu asla akıllardan çıkartmamak ve dolayısıyla da umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Zira ekonomik ve emperyalist yıkım, bünyesinde karşıt eğilimleri de barındırır. Her büyük ekonomik kriz ve savaş toplumu derinden sarsar, kitleleri uykusundan uyandırarak olayların içine çeker. Burjuvazinin hemen her saldırısının sınırlarını nasıl ki sınıf mücadelesinin düzeyi belirliyorsa, savaşın nasıl gelişeceğini ve nasıl boyutlar alacağını belirleyen temel etmen de sınıf mücadelesidir. Uluslararası ölçekte örgütlülüğün sağlandığı ve devrimci bir önderliğin yaratıldığı koşullarda işçi sınıfı, kimsenin şüphesi olmasın ki, burjuvazinin krizine devrimci bir çözümle cevap verecektir. Eğer Birinci Dünya Savaşında II. Enternasyonal işçi sınıfına ihanet etmeseydi ve uluslararası ölçekte kitleleri mücadeleye çağırsaydı muhtemelen emperyalist savaş bir proleter devrimle önlenebilecekti. Nitekim üç yıl gecikmeli de olsa, Bolşevikler Rusya’da işçi-emekçi kitleleri mücadeleye çekmeyi başardılar ve emperyalist savaş gerçek hedeflerine ulaşamadan bitti. 1990’lardan sonra burjuvazinin ideolojik bombardımanının merkezinde sınıf mücadelesinin bittiği yalanı yer alıyordu. Ama gelinen aşama burjuvazinin bu yalanını tuzla buz etmiş bulunuyor. İçinden geçtiğimiz süreç öylesine keskin çelişkilerle yüklüdür ki, her an her yerde beklenmedik patlamalarla kendini dışa vurabilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Latin Amerika’da peş peşe patlayan devrimci durumlar, Fransa’daki göçmen gençliğin isyanı veya karikatür krizleri vesilesiyle sokağa dökülen Müslüman kitlelerin öfkesi bu ani patlamaların ifadesidir. Emperyalizm çağında ve özellikle günümüz benzeri süreçlerde devrimci patlamalar en küçük bir kıvılcımdan dahi çıkabilir. Fakat esas eksiklik, kitlelere yol gösterecek ve işçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesine önderlik edecek bir devrimci önderliğin olmamasıdır. Tarihsel deneyimler de, Latin Amerika’daki devrimci durumların bir proleter devrimine doğru ilerlemeden sönümlenmesi de bu gerçeğe döne döne işaret etmektedir. Demek ki, uluslararası devrimci önderliğin yaratılması görevi esas mesele olarak önümüzde duruyor. Hedef değişmemiştir, görev de! __________________________ 1 Utku Kızılok, Uluslararası Siyasetin Eğilimleri ve İşçi Sınıfı, MT, Ocak 2007 2 Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, MT, Aralık 2007 3 Elif Çağlı, age 4 Utku Kızılok, age 5 Oktay Baran, Emperyalizmin Kıskacında Ortadoğu, MT, Eylül 2007
11
İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında Kerem Dağlı
Ü
nlü Hipokrat Andı şöyle biter: “Vegrorum arcana visa, auidita intellecta nemo eliminet.” Anlamı şudur: “Etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.” Doktor-hasta ilişkisinin mahremiyetini güvence altına almak üzere ettirilen bu yemin, bu ahlâki özünü yitireli ve kapitalist dünyanın doktorları tarafından çöpe atılalı uzun yıllar oluyor. Ve bugün olsa olsa, kapitalizmin yürüttüğü insanlık dışı ilaç ve tıp deneylerine katılan doktorlar tarafından şu şekilde kullanılıyor: “İnsan sağlığını koruma maskesi altında gerçekleştirilen pis işleri, daha fazla kâr uğruna döndürülen dolapları, bu uğurda yüz binlerce insanın katledildiğini bir sır olarak saklayacağım!” Evet, kapitalist dünyada “bilimsel araştırma” adı altında her gün binlerce insan, bilmedikleri kimyasallara maruz kalıyor, yeni geliştirilmekte olan ve yan etkileri bilinmeyen ilaçların denendiği kobaylara dönüştürülüyor. Ruhunu sermayeye satmış sözde bilim adamlarıysa bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya ant içmiş durumdalar. Kapitalizm dozu öylesine kaçırmış durumda ki, biyolojik silah denemelerinden tutun da radyoaktif maddelerin insanlar üzerindeki etkilerine kadar pek çok konudaki araştırmalar, akıl almaz bir fütursuzlukla, milyonlarca insanın yaşadığı koca şehirler üzerinde yapılıyor. Büyük ilaç tekellerinin laboratuvarlarında, istihbarat dairelerinin ve savunma bakanlıklarının işbirliğiyle yürütülen bu faaliyetler, çoğunlukla gizlice yapıldığından, ortaya çıkarılmaları ve teşhir edilmeleri de son derece zor. Bildikle-
12
rimiz, tesadüfen ortaya çıkanlarla ya da ciddi sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan denemelerin mahkemelik olanlarıyla sınırlı. Bu durumda bile, suyun başını tutmuş olan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesinin (FDA) ve Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) açıkladıklarıyla yetinmek zorundayız. Çünkü çoğu durumda her iki kurum da tekellerin maaşlı adamlarıyla dolu olduğundan, “ticari sır” gerekçesiyle ellerindeki bilgileri vermekten imtina ediyor. Deneyleri gerçekleştirenlerin açıklama yapması da yüklü tazminat tehditleriyle önlenmiş durumda. Dolayısıyla, yaşananların son derece az bir kısmı dışarı yansıyor. Ancak bu kadarı bile gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin milyonlarca insanın hayatını nasıl da hiçe saydıklarını ve bu işi, dozunu daha da arttırarak devam ettirdiklerini görmemize yetiyor.
Kapitalizmin “ölüm melekleri” işbaşında Bilimsel çalışmaların deneyler yapılmaksızın ilerlemesi düşünülemez. Özellikle tıp söz konusu olduğunda, denemelerin bir kısmının insanlar üzerinde yapılması da eski çağlardan beri süregelen bir olgudur. Ancak bu gerçeklik ya da zorunluluk –ki bilimin ilerlemesiyle aşılması mümkün bir durumdur– ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin işlediği insanlık suçlarını ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü bahsettiğimiz konu, bir bilim insanının, örne-
Ocak 2008 • sayı: 34
ğin kanser hastalığına çare olacak bir ilacı gönüllü kanser hastaları üzerinde denemesi türünden bir şey değildir. 20 milyonluk bir megapol olan New York gibi bir şehir üzerine gönderilen bakteri yüklü bulutlardan ve farkında olmadan hastalanan milyonlarca insandan bahsediyoruz. Yani konu, çoktan beridir, bilimsel etik tartışmalarının ötesine geçmiş ve geniş kitlelerin yaşamını doğrudan ilgilendiren bir boyut kazanmıştır. 20. yüzyıla gelininceye kadar, bilim insanları bu tür deneyleri çoğunlukla kendi üzerlerinde yaparlar, yetmediği ve deneyin riskli olduğu durumlarda da, ya gönüllüleri ya savaş esirlerini yahut köleleri kullanırlardı. Kuşkusuz gönüllülerin haricinde, insanların sırf köle veya savaş esiri oldukları için kullanılması da insanlık dışıydı. Ancak yine de bu tür deneyler, geniş kitleleri tehdit edecek boyutlarda bir risk taşımıyorlardı. Oysa üretici güçlerin gelişimine paralel olarak bilimsel ilerlemenin korkunç bir ivme kazandığı 20. yüzyıldan itibaren söz konusu olan, bilim insanlarının kendileri veya birkaç kişi üzerinde yaptıkları basit deneyler değil, ulusötesi ilaç tekellerinin milyarlarca dolar harcayarak fonladığı, binlerce araştırmacının çalıştığı ve yüzbinlerce insanın da denek olarak kullanıldığı faaliyetlerdir. Tıbbi deneyler ve ilaç denemeleri, bugün hacmi milyarlarca dolar eden bir sektör haline gelmiştir. Hal böyle olunca da, çoktan beridir kapitalizmin emri altına girmiş olan araştırmacılar, insani değerleri ve bilimsel etiği bir kenara bırakarak akıl almaz deneyler yapmaktan çekinmiyorlar. Tıbbi deneylerin yaygınlaşmasının ve insanların kalabalık gruplar halinde denek olarak kullanılmaya başlamasının tarihini 1900’lü yılların başlarına kadar götürmek mümkündür. Bu yıllarda, geçmişte birer doğal afet olarak görülen ve tek kurtuluş yolu olarak tanrının merhametine sığınılan veba, verem, çiçek hastalığı, çocuk felci, sıtma, tifüs gibi salgın hastalıklara karşı etkili ilaçların geliştirilmeye başlanmasıyla ilaç tekellerine büyük kâr kapıları açılmış oluyordu. Bu salgın hastalıkların telef ettiği ordularını kurtarmak için ilaç tekellerine büyük paralar ödemeye hazır olan kapitalist devletlerin de desteğiyle, daha kalabalık insan grupları üzerinde tıbbi deneyler yapılmaya başlandı. ABD’de, Filipinli mahkûmlara “malarya ve kolera”, Küba’daki İspanyol göçmenlere “sarıhumma”, sivil hastaların bulunduğu hastanelerde insanlara “frengi” mikrobu verilerek testler yapılıyor, devlet hapishanelerindeki tutuklular üzerinde organ nakli denemeleri yapılıyordu. Tüm bu denemelerde, denek olarak kullanılacak kişiler tamamen “habersiz ve gönülsüz”düler. Çoğu zaman kendilerine ya hiçbir açıklama yapılmıyor ya da deneyler zorla yapılıyordu. Ve tüm bu tıbbi deneylerin amacı, ilaç tekellerinin söz konusu hastalıklara ilişkin ilaçları bir an önce geliştirip satışa sunabilmeleriydi. Elde edilecek tatlı kârların yanında, birkaç bin mahkûmun ya da göçmenin hayatının ne önemi olabilirdi ki?! Aynı dönemde Anadolu’da da benzer şeyler yapılıyor-
marksist tutum
du. 1914-1915 yıllarında baş gösteren ve orduyu kırıma uğratan tifüs salgınına çare bulmak için İttihatçı paşalar, ordudaki ve Doğu Karadeniz bölgesindeki Ermeniler üzerinde tıbbi deneyler yapılmasını emrettiler. Çalışmalar, bizzat İttihatçı asker-hekimler tarafından yürütülecekti. Özellikle Trabzon ve Erzincan gibi yörelerde, ordu birlikleri içinden ve yöre halkından derlenen Ermeni gruplar üzerinde deneyler yapıldı. Neler olup bittiğinden habersiz bu insanlara, kendilerine koruyucu aşı yapıldığı söylenerek gerçekte aktif halde tifüs mikrobu verildi ve hastalığın seyri incelenerek araştırmalar yapıldı. Bu insanların binlercesi öldü ve cesetleri maden kuyularına atıldı. Resmi kayıtlarda yer alan rakamlar bile 4-5 bin gibi sayılarla ifade edilmektedir ki, gerçek sayının çok daha fazla olduğu kesindir. Hatta denemelerin işe yaradığı düşünülerek bir süre sonra İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışan Ermeni doktorlar, eczacılar ve öğrenciler üzerinde de denemelere devam edildi. Vücutlarına mikrop aşılanan bu insanların öleceği bilindiğinden, çoğu zaman şehir dışına çıkarılarak ölüme terk edildiler veya Trabzon’da olduğu gibi kayıklarla götürülüp Karadenizin karanlık sularına atılarak boğuldular. (M. Ali Çelebi, “Anadolu’da Ermeni Soykırımı”, Özgür Gündem, 26 Nisan 2007) 30’lu yıllara gelindiğinde ise dünya faşizmin ve silahlanmanın yükselişine tanık oluyordu. Bu yüzden, emperyalist hegemonya yarışında başa geçmeye hazırlanan ABD’de de, daha 1930’lardan itibaren insan varlığını hiçe sayan deneyler yapılmaya başlanmıştı. 1931’de Biyolojik Silah Tesislerini kuran Amerikan ordusu, buradaki askerlere ve bölgedeki hastanelerde yatan sivil hastalara kanser hücreleri aşılıyor, vücutlarına radyoaktif maddeler veriyordu. 7 bine yakın insan, haber verilmeksizin bu deneylerde kobay olarak kullanıldılar. Tamamına yakını ilerleyen yıllarda kanserden öldü ve çoğunun çocukları da kansere yakalandı. Birkaç yıl sonra ise, Kamu Sağlığı Ajansının müdürü, yaklaşık 20 yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açmış olan “pelagra” (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) hastalığının sebeplerini bildiklerini, ancak ölümler genel olarak halkın yoksul ve siyahî kesiminde gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti. Bu tüyler ürperten açıklamayı yapan ajans müdürü son derece soğukkanlıydı. Çünkü çalıştığı ajans burjuva devletin bir kurumuydu ve ilaç tekelleri tarafından fonlanıyordu. Ve yoksul insanlara ilaç satarak pek de kâr elde edemeyeceğini düşünen ilaç tekellerinin bu hastalık üstünde araştırma yapmaya ihtiyaç duymamasında, ona göre bir terslik yoktu! Burjuvazinin bu zihniyeti, bugün de zerre kadar değişmiş değildir. Kuşkusuz bu insanlık dışı deneyler bile, daha sonraki yıllarda Alman ve Japon faşizminin toplama kamplarında yapacağı denemelerin yanında küçük çaplı kalacaktı. Emperyalist-kapitalist sistemin kanlı sopası olan faşizm, her alanda olduğu gibi sözde bilimsel amaçlarla yapılan tıbbi denemelerde de ilaç tekellerinin ve kapitalist devlet-
13
marksist tutum
Ocak 2008 • sayı: 34
Dünya Savaşında kullanıldılar ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açtılar. Bayer tekelinin bu icraatları halen de devam etmektedir. Bünyesindeki üst düzey yönetim kademelerinde uzun yıllar boyunca Nazi döneminden kalma savaş suçlusu faşistleri çalıştıran bu tekelin sicili oldukça kabarıktır. Listede, aşırı kârını korumak için AIDS hastalarına ucuz ilaç üretilmesini engellemek, tekel konumunu kullanarak haksız yere fiyatları şişirmek, henüz deneme aşamasında olan ilaçları ve genleri değiştirilmiş gıda ürünlerini etkileri konusunda yeterli araştırma yapmadan piyasaya sürerek insanların hayatını tehlikeye atmak, Almanların doktor Mengele gibi faşistlerinin başını çektiği ekipler, zehirli atıkları çevreye boşaltmak gibi toplama kamplarındaki insanlara, “bilimsel araştırma” adı altında pek çok insanlık suçu bulunuyor. insan aklının ve vicdanının almayacağı işkenceler yaptılar. Pek tabii ki Bayer tekeli tek örnek lerin önünde yeni bir çığır açmıştır. Japonların ünlü 731. değildir. Her ne kadar ikiyüzlü bir şekilde inkâr etseler de, Birim’inin ve Almanların doktor Mengele gibi faşistlerinin başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletlerin ve başını çektiği ekipler, toplama kamplarındaki insanlara, ilaç tekellerinin, özellikle Alman faşizminin deneyimlerin“bilimsel araştırma” adı altında insan aklının ve vicdanıden sonuna kadar yararlandıkları bir gerçektir. Bu haydut nın almayacağı işkenceleri yapmışlardır. Bu vahşi deneylesürüsünün, faşizmin katlettiği milyonlarca insanın ardınrin detaylarını anlatmaya gerek yok. Ancak şu kadarını dan döktükleri sadece timsah gözyaşlarıdır. Faşist katillesöyleyebiliriz ki, sadece Nazi kamplarında 400 bine yakın rin bir kısmını göstermelik olarak Nürnberg gibi uluslararası mahkemelerde ve tiyatrovari duruşmalarda yargılarlarinsan bu deneylerde hayatını yitirdi. Bu insanların vücutlarına sayısız hastalığın mikropları veriliyor, hiçbir anestezi ken, birçoğunu da gizlice ülkelerine almış ve çeşitli projelerde kullanmışlardır. Dönemin generallerinden Eisenhoyapılmadan canlı canlı uzuvları kesiliyor, kobay olarak seçilen yetişkinler ve çocuklar üzerinde insan vücudunun wer, bu faşist savaş suçlularına, projelerde yer almaları karacıya veya soğuğa ne kadar dayandığını ölçmeye dönük şılığında dokunulmazlık vermiştir. Toplama kamplarında testler yapılıyor, kalıtımla ilgili denemelere tâbi tutuluyoryapılan araştırmaların sonuçlarını büyük bir titizlikle toplardı. layan Amerikalılar, bilindiği kadarıyla 3 binden fazla savaş suçlusunu da yürütecekleri gizli projelerde kullanmışlarFaşist kasaplar toplama kamplarında bu vahşeti olanca hızıyla sürdürürken, günümüzün “saygın” ilaç firmalarındır. Bu deney ve araştırmalar, biyolojik silah denemelerinden, radyoaktif maddelerin insan üzerindeki etkilerine, dan Bayer gibi tekeller de bu kanlı oyundaki yerlerini almayı ihmal etmemişlerdir. O dönemde BASF ve Höchst “zihin kontrol deneyleri”nden nükleer silah projelerine kakimya devleriyle birlikte IG Farben kartelinin bir parçası dar pek çok alanı kapsıyordu. Alman faşizminin açtığı yololan Bayer firması, Auschwitz toplama kampının yakınladan ilerleyen kapitalist devletler ve ilaç tekelleri, çok daha kalabalık kitleleri kobay olarak kullanarak, sözde insanlırında bir üretim tesisine sahipti. Bu tesiste, toplama kampından getirilen 25 bine yakın insan ölümüne çalıştırılığın yararını düşünerek yaptıkları bilimsel araştırmalarına yor ve en fazla 3-4 ay sonra da gaz odalarına gönderiliyordevam ettiler. Artık bizzat toplumun kendisi kapitalizmin deneme tahtasına dönüştürülecekti. lardı. Üstelik gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehiri de 1940’lı yıllara gelindiğinde, nükleer silahlarla ilgili çabu tesislerde, birkaç ay sonra aynı gazla katledilecek insanlar tarafından üretiliyordu. Bayer firması, Auschwitz’de gölışmalar hız kazandığından, bu alandaki denemeler de artrev yapan “ölüm meleği” Mengele’nin çalışmalarını denetmıştı. Yaklaşık 10 yıl boyunca, Amerikan ordusunda yer alan askerlerden sivillere değin binlerce insan tamamen liyor ve yönlendiriyor, deneylerden elde edilen bilgileri de habersiz olarak denemelere tâbi tutuldular. Bunların bir kendisine saklıyordu. Yani faşizmin her türlü canavarlığı kısmı, bizzat bu araştırmalarda görev almış bilim insanlagibi, bu deneyler de aslında kapitalist tekellere verilen hizrıydılar. Vücutlarına plütonyum, florid, uranyum gibi metten başka bir şey değildi. Zaten bu örnek, Bayer tekelimaddeler enjekte ediliyor ve etkileri gözleniyordu. Üstelik nin ilk icraatı da sayılmazdı. Firma asıl çıkışını, I. Dünya uygulanan dozlar, insan bünyesinin kaldırabileceğinin kat Savaşı esnasında Alman ve ABD ordularına kimyasal sikat üstündeydi. Bu maddeler merkezi sinir sisteminin lahlar ve gazlar üreterek yapmıştı. Bu silahların hepsi de I.
14
Ocak 2008 • sayı: 34
çökmesine ve kansere yol açıyorlardı. Kobay olarak kullanılanlar arasında, savaş gazilerinin yattığı hastanelerin sakinleri de vardı. 40’lı yılların sonuna doğruysa burjuva devlet gemi iyice azıya almıştı. Nükleer silah denemelerinin yapıldığı bölgelerdeki insanlar kasıtlı olarak tahliye edilmiyor ve patlamaların insanlar üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışılıyordu. 1950 yılından itibaren ise, biyolojik silah denemeleri kapsamında, hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri bizzat ABD başkanının gizli emriyle başlatılacaktı. Aynı yıl Amerikan savaş gemileri, San Francisco kentine bakteriden oluşan bulutlar püskürttüler. Şehirdeki hemen herkes zatürree benzeri belirtiler gösteren hastalıklara yakalandı. O zamanlar şehrin nüfusu 750 bin civarındaydı. 1953 yılında benzer deneyler, New York dâhil 8 şehir üzerinde daha yapıldı. Şehirlerin üzerine “çinko kadmiyum sülfür” gazıyla yüklü bulutlar salındı. Şehirlerde yaşayan binlerce insan, nedenini anlayamadıkları bir şekilde çeşitli virütik hastalıklara yakalanıyor ve kendilerini kamu sağlığı görevlisi olarak tanıtan askeri doktorlar tarafından gözlemleniyorlardı. Biyolojik silahların etkilerini ölçmek için yapılan bu deneylerin yanı sıra, ordunun biyolojik silahları kullanma becerisini ölçmek için de çeşitli deneyler gerçekleştiriliyordu. Bu kapsamda, büyük bir bölgeyi kapsayan Florida’daki Tampa Körfezine gaz yüklü bulutlar gönderiliyor, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekler bölgeye salınarak, halk üstündeki etkileri ölçülmeye çalışılıyordu. 1966 yılında, ABD ordusu tarafından New York metrosuna “Bacillus subtilis” mikrobu verildi. Ordunun bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atması sonucunda bir milyonun üzerinde insan bu mikroplu havayı soludu! 1967 yılında başlayan ve biyolojik-kimyasal silahların denenmesini amaçlayan bir proje kapsamında çok daha spesifik denemelere girişen Amerikan ordusu, “insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirme” çalışmalarına başladı. Hedeflenen şey, AIDS benzeri ve özellikle de belli etnik grupları hedef alan virüsler geliştirmekti. AIDS’li ve kanserli hücreler üzerinde araştırmalar yapılarak, bu hastalığa yol açan organizmalar daha da geliştirilmeye çalışılıyordu. Devletin gizli yürüttüğü bu faaliyetler zamanla o kadar ayyuka çıktı ki, 1977 yılında senatoda yapılan bir oturumda 1949-69 yılları arasında 239 yerleşim bölgesinin biyolojik ve kimyasal silahlarla zehirlendiği doğrulandı. Bu bölgeler arasında başkent Washington bile vardı. Ancak burjuva devlet hiçbir şey olmamış gibi faaliyetlerine devam etti. New York, Los Angeles ve San Francisco kentlerinde deneysel “Hepatit B” aşılaması çalışmalarına başlandı. Doğal olarak (!) insanlara ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları açıklanmıyordu. Özellikle eşcinsel erkeklerin tercih edildiği bu deneyler yoluyla, binlerce insana AIDS hastalığı bulaştığı ise yıllar sonra ortaya çıkacaktı. 90’lı yıllardan sonra ise, artan kamuoyu baskısı yüzün-
marksist tutum
den, işlediği bu suçları itiraf etmek zorunda kalan ABD emperyalizmi, artık bu tür çalışmalar yapmayacağını açıkladı. Oysa ABD gerçekte bu işi daha gizli ve usturuplu yöntemlerle yapmayı, devlet kurumlarını işin içinden çekerek paravan kuruluşlarla ilaç tekellerinin ortaklığında ve ABD’nin dışında, örneğin Afrika, Hindistan gibi yerlerde denemelere devam etmeyi düşünüyordu. Böylece hem kirli işlerini kamuoyunun gözünden uzaklarda yapmış olacak, hem de suçların açığa çıkması durumunda topu bu paravan kuruluşların üzerine atabilecekti. Bu tür denemelerin sadece ABD’de yapıldığını düşünmek elbette saflık olur. Diğer emperyalist-kapitalist ülkelerin yanı sıra, Bayer vb. gibi ilaç tekelleri de işlenen insanlık suçlarının birer ortağıdırlar. Hepsinin sicili benzer fiillerle doludur. İşin başını çeken Dünya Sağlık Örgütünün öncülüğünde ve çoğu zaman da yardım ve hibe kuruluşları kılığında, dünyanın Afrika ve Asya gibi geri kalmış bölgelerinde faaliyet yürüten ilaç tekelleri, yüz binlerce insanı araştırmalarında kobay olarak kullanıyorlar. Tıpkı Nazilerin siyasi tutukluları ve “aşağı ırkları” kullanması gibi, modern dünyanın “ölüm melekleri” de yoksul halkları ve korunmasız insan gruplarını bu deneylerde kullanıyor.
İnsan mıyız, kobay mı? İster emperyalist metropollerde olsun ister Afrika’nın yoksul bölgelerinde, bu tür deneyler için seçilen insan gruplarının ortak özellikleri, burjuvazinin bu konuda da son derece siyasi ve sınıfsal tercihler yaptığını göstermektedir. Dünyanın her yerinde denekler, mahkûmlardan (özellikle siyasi mahkûmlardan), akıl hastalarından, kimsesizlerden ve sokak çocuklarından, göçmenlerden ve yoksullardan seçilmektedir. İlaç tekellerinin hizmetindeki soysuzlaşmış “bilim insanları”, avukatlar, hukukçular ve bürokratlar ordusu deneylerin “gönüllü” denekler üzerinde yapıldığını ve bilimsel ilerleme için bu denemelerin şart olduğunu söyleseler de gerçeklik değişmiyor. Çünkü kapitalizmin yarattığı eşitsiz sistemde, yoksulluktan ve sefaletten kırılan milyarlarca insan varolduğu sürece, ilaç tekelleri birkaç yüz dolar karşılığında “gönüllü” hale gelecek kobaylar bulmakta hiçbir zorluk çekmemektedir. Ayrıca ilaç tekellerinin yaptığı deneylerin çoğu ne “haberli ve gönüllü”dür, ne de “bilimsel araştırmaların” kalabalık insan grupları üzerinde yapılmasının bilimsel gerekliliklerle bir alakası vardır. Asıl sebep, yüksek maliyetli test safhalarını kısaltmak uğruna, ilaçların laboratuvar ortamlarında yeterince denenmeden piyasaya sürülebilmesidir. İlaç tekelleri, işlerini sessiz sedasız yürütebilmek için türlü siyasi ve hukuki mekanizmaların yanı sıra, her türlü ideolojik propaganda aracını da büyük maharetle kullanmaktadırlar. Bu tekeller denemelerinin büyük bir kısmını Afrika halkları üzerinde gerçekleştirdiklerinden, medyada da Afrika kıtası sürekli olarak ölümcül ve tedavisi olmayan hastalıkların kaynağı olarak gösterilmektedir. Dünya ça-
15
marksist tutum
Ocak 2008 • sayı: 34
milyonlarca insanı tehdit ettiği halde, bu hastalığa yakalanan kesimler yoksullardan oluştuğu için, ilaç tekelleri mevcut ilaçlara direnç kazanmış hastalığı durdurmak yönünde hiçbir şey yapmıyorlar. İşçi ve emekçilerin vergileriyle beslenen devletler ise olup biteni izlemekle ve yoksul halklara “iyi beslenin” türünden bayat tavsiyeler vermekle yetiniyorlar. Oysa onların “iyi beslenin” diyerek adeta hakaret ettiği bu insanların 1,5 milyarlık bir kısmı günde 1-2 doların altında bir parayla hayatta kalmaya çalışıyor. Çoğu için içme suyu elde etmek bile son derece zahmetli bir uğraşı gerektiriyor. Bu gerçekler apaçık ortadayken, ilaç tekellerinin tepesindeki burjuvalar ve onların emrindeki devlet bürokratları yoksul halkları tıbbi araştırmalarda kobay olarak kullanabilmek üzere yeni yol ve yöntemler araştırmakla meşguller. Orta Afrika’daki bir araştırma laboratuvarında çocuk felci Kâr getirecek hastalıklar yetmediğinde de, hastalığına karşı aşı geliştirme çalışmaları esnasında ilaç tekelleri için yeni yeni hastalıklar icat etortaya çıkan AIDS, laboratuvarın bulunduğu bölgedeki mek işten bile değildir. Biyolojik silah araştırbinlerce çocuk denek olarak kullanıldığından, kısa sürede Afrika kıtasının tamamına yayıldı. Ancak şimdi de, büyük malarında elde edilen sentetik virüslerin bir bir ikiyüzlülük ve gaddarlıkla, kendi ürettikleri hastalığın kısmının, etkisi düşürülerek kullanıldığı ve pençesinde kıvranan Afrikalı yoksullara ucuza ilaç vermeyi çeşitli yollarla insanlar arasında yayıldığı, sonreddediyorlar. rasında da ilaç tekellerinin bu hastalıklara yönelik ilaçları ciddi kârlarla sattığı iddiaları hiç de yabana atılır cinsten değildir. Son yıllarda ardı arkası pında sayısı elli milyona yaklaşan bir insan kitlesini pençekesilmeyen grip salgınlarının arkasında böylesi denemelesine almış olan AIDS hastalığının hikâyesi, bu duruma rin yatmadığını kim bilebilir? Neredeyse hiçbir ciddi degüzel bir örnektir. Bu hastalık, Orta Afrika’daki bir araştırnetim altında olmadan çalışan tekeller, çoğu kez de dolayma laboratuvarında çocuk felci hastalığına karşı aşı gelişlı yollardan hepimizi birer denek olarak kullanmaktalar. tirme çalışmaları esnasında ortaya çıkmasına rağmen, ilaç Ruhsat alınmadan önce yapılması gereken testler, maliyettekelleri ve burjuva medya yıllarca hastalığın kaynağı olali olduğu gerekçesiyle geçiştirilip ilaçlar apar topar piyasarak eşcinselleri ve Afrikalı “ilkel zencilerin” maymunlarla ya sürülüyor ve sonra da yüzbinlerle belki de milyonlarla iç içe yaşamalarını ve hatta onlarla cinsel ilişkiye girmeleifade edilebilecek sayıda insan ilacı kullanmak suretiyle asrini gerekçe gösterdiler. Bu akıl almaz iftiranın ırkçı boyulında denek işlevi görmüş oluyor. Piyasaya sürüldükten tu bir tarafa, laboratuvarın bulunduğu bölgedeki binlerce birkaç yıl sonra binlerce insanın ölümü ve/veya hastalançocuk denek olarak kullanıldığından, hastalık kısa sürede ması üzerine piyasadan çekilen sayısız ilacın varlığı, bu duAfrika kıtasının tamamına yayıldı. Ancak şimdi de, büyük rumun ispatıdır. Üstelik yasaklanan bu ilaçlar rahatlıkla bir ikiyüzlülük ve gaddarlıkla, kendi ürettikleri hastalığın başka ülkelerde satışa sunulabiliyor. Zaten çoğu durumda pençesinde kıvranan Afrikalı yoksullara ucuza ilaç vermeyi da ruhsatı veren devlet birimleri, deneme safhasında soreddediyorlar. Yılda 600 dolara kadar düşürebilecekleri runlar çıkmış olmasına rağmen ilaca onay vermekten çeilaç kürünü, 15 bin dolardan, yiyecek ekmek bulamayan kinmiyorlar. Tüm bunlar Dünya Sağlık Örgütü ve ulusal insanların önüne sürüyorlar. İlaç tekellerinin bunu yapamakamlar tarafından gayet iyi bilindiği halde bir şey yabilmesine şaşmamak gerekir, çünkü kapitalizmin bu kopılmaması ise, kapitalist sistemin insan hayatına ve sağlığınudaki mantığı basittir: paran yoksa öl! na verdiği değerin göstergesidir. Aynı ilaç tekelleri, üretecekleri, dolayısıyla yatırım yaDurum Türkiye’de de farklı değildir. İlaç deneylerinin pacakları ilacı seçerken de aynı güdüyle yani daha fazla kâr yapılmasını onaylayan yasa 1993’te çıkmış olmasına rağelde etme hırsıyla hareket etmektedirler. AIDS gibi, kanmen, birçok paravan kuruluşun öteden beri bu tür faaliser gibi tedavisi pahalı hastalıklara yönelik ilaç üretmek yetlere el altından devam ettiği bilinen bir gerçekliktir. her zaman daha kârlı olduğundan, onyıllar önce tedavisi Ancak birçok alanda olduğu gibi, bu alanda da en büyük bulunmuş basit hastalıklar yüzünden yüzbinlerce insan atılımı AKP hükümeti gerçekleştirmiş ve ilaç tekellerine hayatını kaybediyor. Örneğin Ortaçağın hastalığı olarak hem prosedür açısından gerekli kolaylığı sağlamış hem de bilinen verem tekrar hortladığı ve üstelik tüm dünyada
16
Ocak 2008 • sayı: 34
bu konudaki denetimini en alt seviyeye indirerek, üniversite hastanelerinin kendi oluşturdukları “etik kurul”lar vasıtasıyla bu tür deneyleri yapmasının önünü açmıştır. 2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle çocuklar üzerinde tıbbi deneyler yapılması önündeki engelleri de kaldıran AKP’nin bu atılımı kısa sürede sonuç vermiş ve başta Erciyes Üniversitesi olmak üzere pek çok üniversite hastanesi, bünyesinde “İyi Klinik Uygulama Merkezi” oluşturarak ilaç tekelleriyle işbirliği içinde deneylere başlamıştır. Böylece Türkiye’nin yoksulları da 150 dolar karşılığında kendilerini ve çocuklarını, ilaç tekellerinin elde edeceği muazzam kârlar uğruna kobaylaştırma olanağına kavuşmuşlardır! Bugünlerde ise, ilaç araştırmalarına ilişkin yönetmelikte, bu tür deneylerin özel hastanelerde ve hamileler üzerinde de gerçekleştirilebilmesinin önünü açan değişiklikler yapılması gündemdedir. Böylece Türkiye, kendi ülkelerinde yasal engeller yüzünden sıkıntı yaşayan ilaç tekellerinin yeni kobay sahası haline getirilmek istenmektedir. Ancak bu tür uygulamalar AKP dönemiyle başlamış değildir kuşkusuz. Ondan çok önce de, insanlar üzerinde canice deneyler yapmak konusunda birikimi bulunan burjuva devletin faaliyetleri mevcuttur. Cuntacı generaller, 12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde bu tecrübelerden bol bol faydalanmıştır. Dönemin hapishanelerinde görev yapan işkenceci doktorlar, bir insanın falakaya ne kadar dayanabildiğinin, ortalama kaç cop vurulması gerektiğinin “ihtisasını” devrimci tutsaklar üzerinde yapmışlardır. Aynı dönemde, ABD’de henüz ruhsatı alınmamış ilaçlar yine devrimci tutsaklar üzerinde denenmiştir. Devrimci tutsaklara uygulanan işkence ve “rehabilitasyon” –bilincini teslim alma– programlarının hazırlanması ise Turan İtil’in başında bulunduğu CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı tarafından gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül’ün faşist rejimiyle sıkı ilişkileri bulunan vakfın yönlendirmesiyle, binlerce devrimci tutsak üzerinde Nazileri aratmayacak gaddarlıkta deneyler yapılmıştır. ABD’de 50’li yıllardan beri üzerinde çalışılan “zihin kontrol deneyleri”nden elde edilen sonuçlar, Türkiyeli devrimciler üzerinde de denenerek, burjuva devletin “bilimsel” işkence araştırmalarına katkıda bulunulmuştur.
Kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yok! İnsanlığı deneme tahtasına çevirmiş olan ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin bu icraatları, bilimsel çevrelerde de uzun zamandır tartışma konusudur. Birçok akademisyen ve bilim adamı, çeşitli “etik” tartışmalar yürütmek suretiyle, insan hayatını ve sağlığını hiçe sayan bu pervasızlığa “çare bulmaya” çalışıyorlar! Dünya Sağlık Örgütünün de kabul ettiği Helsinki Bildirgesi bu konudaki temel metin konumundadır. Bu bildirgeye göre, denek olarak kullanılacak insanın hayatı ve sağlığı bir bütün olarak önemsenmeli, tıbbi araştırmada hedeflenen yarar deneğin
marksist tutum
üstleneceği risklerden fazla olmalı, denek araştırmaya gönüllü olarak katılmalı ve her konuda yeterince bilgilendirilmiş olmalı, ayrıca deneyin sonuçları olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte ve araştırmanın fon kaynaklarını, kurumsal bağlantılarını içerecek biçimde yayınlanmalıdır vs. Oysa en fazla “iyi niyetli” olarak nitelendirebileceğimiz bu türden “etik” kuralların, gerçek hayatta hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü konu “etik” bir mesele olmaktan çok uzaktır. Toplumsal boyut kazandığı andan itibaren sınıfsal bir gözle değerlendirilmeye muhtaçtır. Öncelikle kavranması gereken nokta, ne ilaç tekellerinin ne de kapitalist devletlerin insani ve etik değerlere zerre kadar önem vermediğidir. Bunun en bariz kanıtı, bizzat Dünya Sağlık Örgütünün kendisinin tekellere bağlı bir kuruluş olması ve bu tür insanlık dışı deneylerin yürütümüne öncülük etmesidir. Dolayısıyla aslında ilaç tekellerinin maaşlı elemanı konumunda bulunan uzmanların hazırladığı bildirgeden de, yapacağı denetimlerden de hiçbir şey çıkmayacağı açıktır. İlaç tekelleri için önemli olan kârdır, onlar için “insan hayatının ve sağlığının” değeri de bu kâra yapacağı katkı kadardır. Araştırmalarda hedeflenen, yararın riskten fazla olması ilkesinin de gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. İlaç tekelleri toplumsal yararı değil kendi kârlarını düşünürken, riske katlananlar hastalar ya da para karşılığında denek olan yoksul insanlar olmaktadır. Bunca yoksulluğun içinde karın tokluğuna her türlü riski üstlenecek “kobay” bulmak zor olmayacağından, “gönüllülük” ilkesinin anlamsızlığı üzerinde de fazlaca durmaya gerek yoktur. Bilgilendirme ise, belki de en çok istismar edilen kriterdir. Hiçbir ilaç tekeli, işine gelmeyen bilgiyi vermeye yanaşmaz. Aksine emrindeki muazzam propaganda ve medya araçlarıyla her türlü dezenformasyonu yapmaktan geri durmayacaktır. En basitinden, kullandığımız ilaçların prospektüslerinin üzerindeki bilgilerin yeterliliği veya bunları kaçımızın okuyup anlayabildiği ortadadır. Dolayısıyla kapitalizm altındaki pek çok sorunda olduğu gibi bunda da meseleyi “etik” yaklaşımlarla veya burjuva hukukuyla çözmenin imkânı yoktur. Çünkü etiği de hukuku da oluşturan ve uygulayan onların emrindeki uzmanlar ve bürokratlardır. Kapitalizmin mantığını anlayamayan ve gerçekliğini göremeyen “iyi niyetli” aptallar için bu tür çabalar anlamlı olabilir. Ancak kapitalizm geçen her saniye insanlığı yokoluşa doğru bir adım daha yaklaştırıyor. İlaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin bu konudaki sicili ortadadır. Geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının teminatıdır. Geçmiştekilerden çok daha canice ve zalimce denemeleri, toplumun çok daha geniş kesimlerini işin içine katarak yapmaya devam edeceklerdir. Bu yüzden de kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yoktur. Ama tüm bu yaşananlar da gösteriyor ki, örgütsüz kaldığı ve mücadele etmediği sürece, işçi-emekçi sınıflar, kapitalizmin “kobay faresi” olmaktan kurtulamayacaklar.
17
Sosyal Güvenlik Saldırısı Yeniden Gündemde Çiğdem Kozlu
1980
’lerden itibaren, özellikle de SSCB’nin çökmesinden bu yana burjuvazi “sosyal devlet” politikalarını ameliyat masasına yatırmış bulunuyor. Devletin “sosyal yönü” olarak bilinen eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, ve sosyal güvenlik alanları tüm dünyada “yeniden yapılandırılıyor”. Bu alanlarda bugüne kadar elde edilmiş kazanımlar sınırlandırılıp budanıyor. Uzun bir süreden beri, Türkiye’dekiler de dahil tüm kapitalist hükümetlerin başta gelen görevleri arasında, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek ve kuralsız çalıştırma, ücretlerin aşağıya çekilmesi, sosyal güvenliğin tasfiyesi için gerekli yasaların çıkarılması bulunuyor. Bazı ülkelerde işçi ve emekçilerin tepkileri sonucunda saldırı yasaları geçici olarak püskürtülmüş, burjuvazi saldırı paketlerini mecburen rafa kaldırmış, fakat uygun an bulunduğunda bu yasalar yeniden gündeme getirilmiştir. Sermaye sınıfı kendi ihtiyaçları temelinde sistemli olarak “yeniden yapılanmaya” devam etmektedir. Burjuvazinin bu “yapılanma”sı dünya işçi sınıfı için “yıkım” anlamına gelmektedir. Bu saldırılar Türkiye’de de olanca hızıyla devam etmektedir. 2002 yılında yapılan seçimlerde önemli bir destek alarak iktidara gelen ve geçen Temmuzdaki seçimlerde oylarını daha da arttıran AKP hükümeti, neo-liberal politikaların sözcülüğünü bundan önceki hükümetlerden çok daha kararlı bir şekilde yapmaktadır. AKP’nin seçimlerde işçi ve emekçilere verdiği vaatler, yaldızlı seçim broşürlerinde silinmeye yüz tutmuştur. Bilindiği gibi sosyal güvenlikte işçi ve emekçilerin haklarına yönelik saldırılar, Türkiye’de özellikle 1999 yılından itibaren hız kazanmıştır. Binlerce kişinin canını alan ve binlercesini evsiz barksız bırakan depremin enkazı işçi sı-
18
nıfının üzerine bir kat daha çökmüş ve can pazarı yaşanırken dönemin hükümeti fırsattan istifade emeklilik yaşını yükselten yasayı meclisten geçirmişti. Bu dönemden itibaren giderek ağırlaştırılarak gündeme getirilen saldırı yasaları, AKP tarafından istikrarlı bir şekilde teker teker meclisten geçirilmekte ve uygulanmaktadır.
İşçi ve emekçilerin oylarıyla iktidar olanların icraatı: SSGSS 2006 Mayısında meclisten geçirilen ve Anayasa Mahkemesince sadece memurlara ilişkin bazı maddeleri iptal edilen Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası, seçimler sonrasında AKP hükümeti tarafından yeniden meclis gündemine getirildi. Yasayı seçim öncesi tamamlayarak yürürlüğe koymayı göze alamayan AKP, bu işi seçim sonrasına bırakmıştı. Geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanı Faruk Çelik, yasal sürecin en kötü ihtimalle 2008’in Ocak ayı ortalarında tamamlanacağını, ancak altyapı çalışmalarının yetiştirilememesi nedeniyle yasanın yürürlük tarihinin 1 Haziran 2008 tarihine ertelendiğini açıkladı. Faruk Çelik yasaya ilişkin olarak şunları söylemeyi de ihmal etmiyordu: “Bu konu muhalefet etmeye açık bir konu değil. Bu, muhalefet etme aracı gibi düşünülmemeli, Türkiye’nin geleceği meydanlara taşınmamalı. Herkes işini doğru, zamanında, takvimine uygun yapmalı.” Eski Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu ise, seçim öncesinde, bir televizyon programında şu açıklamalarda bulunuyordu: “Seçimi gözükmüş bir ülkede sosyal güvenlik reformuna cesaret etmek gerçekten takdir edilmesi gereken, tüm siyasi endişelerden uzak değerlendirilmesi gereken bir
Ocak 2008 • sayı: 34
konu. Yani biz hükümet olarak, parti olarak, bu sosyal güvenlik reformundan bir rant beklemiyoruz. Sadece hassasiyetimiz şu; geleceğe karşı duyduğumuz bir sorumluluk var. Diyoruz ki, bu reformu ertelersek 5 yıl sonra, 10 yıl sonra bu ülkede bu reform kaçınılmaz bir şekilde yapılmak zorunda.” Her iki bakanın açıklamalarından anlaşılacağı üzere AKP bu saldırı yasasını geçirmekte oldukça kararlıdır. Fakat bu yasayı zamana yayarak, düzenlemeleri parça parça yaparak tepkiyi azaltmaya çalışmaktadırlar. Nitekim yasa gündeme geldiğinden bu yana tam üç kez yürürlük süresi ertelenmiştir. Bunun asıl sebebinin, sosyal güvenlik gibi ciddi bir konuda yükselme ihtimali olan işçi sınıfı tepkisini pörsütmek olduğu açıkça görülüyor. SSGSS Yasasının tüm toplumu ilgilendirdiğinin bilincinde olan AKP bu süreci, tavsatarak, toplumu kanıksatarak, oldukça ustaca ve zahmetsizce atlatma niyetindedir ve ne yazık ki şu ana kadar bunda başarılı da olmuştur. AKP hükümeti 2006 yılında bir kısmını çıkardığı bu yasa ile Emekli Sandığı, BAĞ-KUR ve SSK’yı tek çatı altında birleştirerek Sosyal Güvenlik Kurumunu oluşturdu. Şimdi ise bu kurum altında emeklilik, sigortalılık ve sağlık hizmetinden yararlanma koşullarını yeniden düzenlemeyi planlıyor. Ama bu düzenlemeler işçi ve emekçilerin koşullarının iyileştirilmesi için değil, hâlihazırda varolan kazanılmış hakları gasp etmek amacıyla yapılıyor. Bu yasa emeklilik koşullarını zorlaştırıyor, herkese parası kadar sağlık anlayışını daha da kökleştiriyor.
Kapitalizm yalanlar ve masallarla öldürüyor! Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu saldırı paketleri, burjuva hükümetler tarafından kamuoyunun gündemine “zorunluluk” argümanıyla sokulmaya çalışılmaktadır. Yasanın gündeme getirilmesinden bu yana burjuva medyanın tüm haberleri, “sosyal güvenlikteki açığın sürekli arttığı, sosyal güvenliğin bütçeye bindirdiği yükün kaldırılamaz hale geldiği, ödenen primlerin emekli maaşlarını karşılayamadığı, aktüeryal dengenin bozulması” üzerine kurgulanmaktadır. İşçi ve emekçilerin çıkarılmak istenen yeni yasanın tek çare olduğunu düşünmelerini sağlamak için yalan bombardımanı yapılmaktadır. “Sosyal güvenlikte kara delik var” yaygarası da bu bombardımanın bir parçasıdır. 2007 yılında sosyal güvenlikte beklenen açığın 23 milyar olarak öngörülmesine rağmen 26,4 milyar YTL’ye ulaşması, bu rakamın 2007 yılı bütçesinin %12,8’ini oluşturması, “kara delik” argümanlarını desteklemek
marksist tutum
üzere öne çıkarılmaktadır. Sosyal Güvenlik Kurumu adeta Türkiye’nin tüm kaynaklarını yutan ve ülkeyi yoksullaştıran bir kâbus olarak tasvir edilmektedir. Sosyal Güvenlik Kurumunun vermiş olduğu açığın nasıl giderilebileceğine ilişkin tek çare olarak ise harcamalarda kısıtlamaya gidilmesi savunulmaktadır. Söz konusu yasa da bu temelde kısıntıya gidilecek uygulamalar getirmektedir. Yani işçi ve emekçilerin hakları alabildiğine tırpanlanacak, primler arttırılacak, emeklilik yaşı ve prim gün sayısı yükseltilecek, sağlıkta katkı payı adı altında daha yüksek oranda paralı hizmete geçişin yolu açılacak ve tam bir soygun düzenine geçilecektir. Buna karşın, AKP hükümeti, kendisini iktidara taşıyan işçi ve emekçilerin sigorta primlerinin ödenmesi için patronları zorlayacak en ufak bir girişimde bulunmamaktadır. Diğer yandan, kamu hastanelerine yatırım yapmak yerine özel hastanelere fahiş farklar ödeyerek, SSK bünyesindeki ilaç fabrikalarını kapatıp ilaç tekellerini ihya ederek o “kara deliği” yaratanlar, bizzat kendileridir. Sosyal Güvenlik Kurumunun giderlerinin azaltılıp gelirlerinin arttırılmasının sorumluluğu, sefalet ücretiyle geçinmeye çalışan işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılmaktadır. Zaten işçi ve emekçilerin ücretleri, devletin gelirlerini arttırmak için gelir vergisi ve diğer vergilerle, Sosyal Güvenlik Kurumunun gelirlerini yükseltmek için de prim adı altında yapılan soygunlarla kuşa çevrilmektedir. Bunlarla da yetinmeyen hükümetler, işçinin emekçinin elinde kalan payı da, sağlık hizmeti alabilmesi için yeniden gasp etmeye çalışmaktadırlar. İşte yeni SSGSS Yasası bu ek soygunları düzenleyen bir yasadır. AKP hükümeti saldırı yasalarının gerçek yüzünü gizlemekte ve bunları iyi bir şey gibi göstermekte oldukça başarılıdır. Bugüne kadar sağlık hizmeti alırken yoğun sorunların ve bıktırıcı zorlukların yaşanması, AKP hükümetinin SSGSS yasasını çıkarırken öne çıkardığı en temel noktaydı. “Kuyruklar bitecek”, “herkes istediği eczaneden
19
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
ilacını alabilecek” vb. Hastanelerde horlanmaktan, kuyruklardan bıkan çaresizlik içindeki işçi ve emekçilerde, bu yeni düzenlemeyle olumsuzlukların ortadan kaldırılacağı izlenimi yaratıldı. İtiraz edenler ise toplumun azınlığını oluşturan dar bir kesim olarak kaldılar. AKP hükümeti çıkaracağı saldırı yasalarını, yalanlarla kamufle ederek ballandıra ballandıra reklâm etmeyi başarmıştır. Oysa yasanın çıplak gerçeği, sağlık hizmetinin artan ölçüde paralı hale getirileceği ve emekliliğin ancak mezarda gerçekleşecek bir düş haline geleceğidir. AKP hükümeti, söz konusu saldırı paketindeki kademeli uygulamalar ile işçi ve emekçilerin tepkilerini yatıştırmayı önemli ölçüde başarmıştır. Örneğin emeklilik yaşında kademeli geçiş getirilmekte ve emeklilik yaşının 2036 yılında 65’e çıkması öngörülmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, yasa taslağında 68 olan emeklilik yaşı gelen tepkiler üzerine 65’e indirilmiş ve “kazanılmış haklara dokunmayacağız” denilerek gelen itirazlar yatıştırılmıştır. Yine prim gün sayıları 5000’den kademeli olarak 7000’e ve 9000’e çıkarılmıştır. Yasanın yeni halinde işçiler açısından en çok tartışılan nokta, emeklilik maaşlarının ne zaman düşürüleceği ve bundan kimlerin etkileneceğidir. Çünkü yasa tasarısı emekli maaşlarının %23 ilâ %33 oranında düşürülmesini içermektedir. En büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş’in, yasa meclis gündemine geldiğinde ilk yaptığı açıklama bu konuyla ilgilidir. Yapılan açıklamada, emeklilik süresi dolduğu halde çalışmaya devam eden işçilerin emekli olması halinde herhangi bir hak kaybına uğramayacakları belirtilmekte, bu nedenle işçiler emekli olma yönünde acele etmemeleri konusunda uyarılmaktadırlar. SSGSS Yasası yürürlüğe girdiğinde, aylık geliri 139 YTL’den fazla olan işçi ve emekçiler 73 ilâ 475 YTL arasında Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacaklar. Hastanelerde her türlü tedavide katılım payı ödenecek, bu pay gerektiğinde beş katına kadar çıkabilecek. “Kara deliği” kapatmak için, annelere 6 ay süreyle ödenen emzirme yardımı 1 aya düşürülecek! Aldıkları ücretle ye-
20
tişkin olarak kendileri zor geçinen işçi ve emekçilerin, bebek sahibi olduklarında harcamalarının iki üç katına çıktığı bilinen bir gerçektir. Bir annenin süt parasına bile göz diken AKP’nin, dini imanı para ve kâr olan patronların katıksız partisi olduğu açık değil midir? Köle gibi çalıştırılıp aç bırakılan, bu da yetmezmiş gibi hastalanıp rapor aldığında ücretinin ancak belli bir kısmını ödenek olarak alabilen işçilerin, bu yasa çıktığında aldıkları iş göremezlik ödenekleri daha da kırpılacak. Primi ödenmemiş olanlarsa hastane kapısından içeri bile giremeyecek. Primini ödeyemeyen çiftçilerin ürünlerine ise el konulacak. 18-45 yaş arasındaki çalışanların diş tedavi ve protez harcamaları karşılanmayacak. 18 yaşını doldurmamış ve 45 yaşından gün alanların diş tedavi ve protez ücretlerinin ise sadece %50’si devlet tarafından karşılanacak. Basında, gemilerde, havayollarında, PTT dağıtıcılığında çalışan işçilerin erken emekli olmalarını sağlayan ve fiili hizmet zammı olarak tanımlanan hakları da ortadan kaldırılacak. Yasanın meclisten geçmesiyle cenaze ödenekleri bile kırpılacak. Yeni yasa cenaze ödeneğini asgari ücretin 3 katından 2 katına düşürüyor. Bunun yanı sıra, ölüm aylığı bağlanması için gerekli prim gün sayısı 900 günden tam iki katına, 1800 güne çıkarılacak. Genel Sağlık Sigortasıyla temel teminat paketi adı verilen bir uygulama da getiriliyor. Buna göre, herhangi bir işçi, şayet pakette yer almayan bir hastalığa yakalanırsa, tedavi giderlerini kendisi karşılayacak. Paket dışı hastalıklar için katkı payları kurum tarafından belirlenecek. Süt parasına, cenaze parasına göz diken bir iktidarın, tedavisi uzun süren hastalıklarda “çok masraflı oluyor bu kanser hastalıkları da canım, çıkart paketten gitsin” deme ihtimali hiç de az değildir! Burjuvazinin has temsilcisi ve neo-liberal politikaların yılmaz uygulayıcısı olan AKP’nin gerçek yüzü SSGSS Yasası ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu yasayla burjuvazi bir kez daha işçi ve emekçileri kavgaya davet ediyor. İşçi sınıfı bu davete birleşik mücadeleyle yanıt vermek zorundadır. Saldırıların geri püskürtülebilmesi ancak militan sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkündür. SSGSS Yasası Geri Çekilsin! Sosyal Güvenlik Kurumu İşçi Yönetimine! “Herkese Sağlık, Güvenli Bir Gelecek” Kapitalizmde Mümkün Değildir!
Burjuvazinin Hâkimiyetinde Bir Türk-İş Genel Kurulu Türk-İş genel kurulunda işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde bir duruş sergilenmemiştir. “Biz farklıyız” diyenlerin ezici bir çoğunluğu burjuva yelpazenin farklı renklerindendir, o kadar. 20. olağan genel kurulun tablosu, Türk-İş’in sendikal anlayış olarak işçi sınıfından ne kadar kopuk olduğunu ve nasıl bir ihanet içinde olunduğunu bir kez daha göstermiştir. Yönetimin değişmiş olması işçi sınıfı açısından hiçbir değişiklik getirmemektedir.
T
ürk-İş’in 20. olağan genel kurulu, 6-9 Aralık tarihleri arasında Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda gerçekleştirildi. Dört gün süren genel kurulun 1. günü açılışla ve konukların konuşmalarıyla, 2. ve 3. günü sendika başkanlarının konuşmaları ve kararların alınmasıyla, son günü de genel kurul seçimlerinin yapılmasıyla geçti. 368 delegenin katıldığı genel kurulda, Salih Kılıç ve Mustafa Kumlu’nun başkanlığında iki liste yarıştı. Yapılan seçimleri AKP’ye yakınlığı ile bilinen Tes-İş başkanı ve aynı zamanda Türk-İş genel sekreteri olan Mustafa Kumlu’nun listesi kazandı. Kılıç 147 oy alırken Kumlu 214 oyla başkanlığa seçildi. Kumlu’nun listesinden yeniden aday olan, başbakan ve bakanlara yakınlığı ile tanınan, aynı zamanda Demiryol-İş başkanı olan Ergün Atalay ise 243 oyla Türk-İş mali sekreterliğine seçildi. Tek Gıda-İş başkanı Mustafa Türkel genel sekreterliğe, Belediye-İş başkanı Nihat Yurdakul genel eğitim sekreterliğine, Türk-Metal başkan yardımcısı Pevrul Kavlak ise genel teşkilatlandırma sekreterliğine seçildi. Türk-İş genel kurulunda iki listenin yarışması, sendika bürokrasisinin tepe noktasında dönen dolapların da kısmen sergilenmesini sağladı. Aslında genel kurul, seçim sonuçlarıyla değil, atmosferi, seyri, yapılan konuşmalar ve tartışmalarıyla ibretlikti. Türk-İş genel kurulu bir kez daha Türk-İş yönetiminin ve sendika genel merkez yöneticilerinin çoğunluğunun sınıf uzlaşmacı, işbirlikçi ve teslimiyetçi bir sendikal anlayışa sahip olduklarını gözler önüne sermiştir. Türk-İş’e bu özellikleri nedeniyle devletin ne kadar önem verdiği de bir kez daha ortaya çıkmıştır. Meclis başkanının, bakanların, milletvekillerinin, parti başkanlarının, başbakanların ziyaretine alışkın olan Türk-İş genel kuruluna bu kez Cumhurbaşkanı düzeyinde de katılımın olması dikkat çekicidir.
Burjuvazi içi kapışmanın genel kuruldaki yansımaları Genel kurulda yaşanan liste yarışı, aslında, burjuvazi içinde yürüyen kavganın Türk-İş yönetimine de sirayet ettiğini gösterir nitelikteydi. Türk-İş’in Salih Kılıç dönemindeki politikası, asker-sivil bürokrasinin politikalarını destekleyecek şekilde yürütülmekte idi. Salih Kılıç’ın genel kurul sonunda gelen eleştirilere verdiği yanıtlarda, ayrışma konusunun bu temelde olduğu açıkça ifade ediliyordu. Kılıç’ın yönetim içindeki ayrışmanın nedenini açıklarken Cumhuriyet Mitinglerine dair bir tartışmayı örnek vermesi bunun bir ifadesiydi. Kılıç’ın aktardığına göre, Cumhuriyet Mitinglerinin yapıldığı dönemde Kumlu kendisine geliyor ve “yapılan Cumhuriyet mitinglerine alternatif olarak biz de bir şeyler yapalım” diyerek talepte bulunuyor. Kılıç ise “sendikaların burada taraf olamayacağını” söylüyor. Kumlu buna bozuluyor ve Kılıç Kumlu’nun gönlünü almak için “madem ısrar ediyorsunuz, arayın birkaç sivil toplum örgütünü bakalım” diyor. Arıyorlar ve hiçbir yerden olumlu cevap alamadıkları için bu tartışma kapanıyor! Yine bu tartışmaların alevlendiği günlerde bir de bildiri krizi yaşanıyor. Kılıç, Türk-İş yönetimi olarak görüş alışverişinde bulunup ortak bir metin hazırladıklarından, genel merkezlere bu metnin fakslandığından, ama bildiride geçen laiklik ve cumhuriyet kelimelerinden rahatsız olan Kumlu’nun bir saat sonra yazıyı durdurduğundan bahsetti. Kumlu ise bu eleştirilere herhangi bir cevap vermemekle birlikte kapanış konuşmasında “laik ve demokratik cumhuriyetin bekçisi olacaklarını” özellikle vurguladı. Öyle anlaşılıyor ki, Türk-İş yönetimi içinde yürüyen bu tartışmaların devamında ayrışma netleşti ve Kılıç yanlıları, AKP Türk-İş’i teslim alacak vaveylalarıyla ve sol soslu bir
21
marksist tutum
Ocak 2008 • sayı: 34
Türk-İş genel kurulu bir kez daha Türk-İş yönetiminin ve sendika genel merkez yöneticilerinin çoğunluğunun milliyetçi, sınıf uzlaşmacı, işbirlikçi ve teslimiyetçi bir sendikal anlayışa sahip olduklarını gözler önüne sermiştir. Türk-İş’e bu özellikleri nedeniyle devletin ne kadar önem verdiği de bir kez daha ortaya çıkmıştır. Meclis başkanının, bakanların, milletvekillerinin, parti başkanlarının, başbakanların ziyaretine alışkın olan Türk-İş genel kuruluna bu kez Cumhurbaşkanı düzeyinde de katılımın olması dikkat çekicidir.
AKP eleştirisiyle, sosyal demokrat olarak bilinen sendikacıları peşlerine takmayı başardılar. Oysa bu sosyal demokratlar, yıllardır burjuvazinin zaten teslim almış olduğu Türk-İş yönetiminden rahatsızlık duyup herhangi bir mücadeleye girişmemişlerdi. Kılıç, Kumlu’yu, otel odalarında gizli gizli Başbakanla görüşmekle, onlarla birlikte uçaklarla açılışlara gitmekle eleştirdi. Başbakanla yapılan gizli görüşmeye ise burjuvazinin temsilcilerinden Rıfat Hisarcıklıoğlu’nu şahit olarak gösterdi. Ne gülünçtür ki, zaten her dakika yapılan bu ihanetler, ancak koltuk tehlikeye girince eleştiri konusu oluvermiş ve ortalığa saçılıvermişti. Eski yönetimde yer alan ve aynı zamanda Tek Gıda-İş’in genel başkanı olan Mustafa Türkel’in Hava-İş sendikasının toplu sözleşme görüşmelerine gitmemesi, neden olarak da Atilay Ayçin’in kendisini ziyarete gelmemesini göstermesi de eleştiri konusu yapılan şeyler arasındaydı. Sözümona anlaşamayarak ayrışan Türk-İş yöneticileri, nedense mücadeleye dair bir anlayış farkından hiç bahsetmediler. Örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, sosyal güvenliğe yönelik saldırıların durdurulması, asgari ücretin insanca yaşanacak bir seviyeye çekilmesi gibi pek çok sorunla ilgili hiçbir görüş ayrılığından söz etmediler. Çünkü bu konularda hiçbir görüş ayrılıkları bulunmuyordu. Aslında, Salih Kılıç, “4 yıl boyunca 294 kez yönetim kurulu toplantısı yaptık ve kararları oybirliğiyle aldık” diyerek bunu yeterince net bir biçimde ifade etti. Onların gündeminde işçi sınıfı yoktu, bağımsız sınıf siyaseti hiç yoktu. İşçi sınıfının içinden çıkan, yönetime seçilince kendi sınıflarından uzaklaşan, yabancılaşan ve ihaneti kılavuz belleyen sendika bürokratları, hizmette kusur etmedikleri burjuva sınıfın iç kapışmasında taraf olmak için yarıştılar. Aslında AKP hükümeti 4 yıl boyunca
22
Salih Kılıç ile de sorunsuz bir çalışma yürütmüştü. O zaman da Türk-İş hükümetin arka bahçesiydi. Ama önümüzdeki dönemde işçi sınıfının ekonomik ve demokratik haklarına daha ciddi saldırılar planlayan AKP hükümeti için, yeni yönetim dikensiz gül bahçesi olarak görülmektedir.
“Babam işçi temsilcisiydi, ben Cumhurbaşkanı oldum, sınıf ayrımı yoktur”! Türkiye’nin her daim en büyük işçi sendikası olan Türk-İş’in üst yönetimi, kuruluşundan bu yana sermaye sınıfının kapıkulluğunu yapmaktan öteye gitmemiştir. Bütün hükümetlerle kol kola yürüyen Türk-İş yöneticileri, yıllar içinde daha da yetkinleşerek düzenin sadık temsilcileri haline gelmişlerdir. İşçi sınıfının içindeki bu burjuva ajanları, bu genel kurulda da işçi sınıfı ile uzaktan yakından bir bağları olmadığını gösterdiler. Türk-İş’in bu misyonu genel kurulda devletin temsilcileri tarafından takdirle karşılandı ve devamı talep edildi. Başbakan konuşmasında AKP’nin bugüne kadar yaptığı tüm saldırı yasalarını oldukça rahat bir şekilde savundu. İşçi ile işverenler arasında artık çatışma değil uzlaşma ve diyalog gibi kavramların öne çıktığını ve bunun doğru olduğunu savunan Erdoğan, klasik burjuva yalanını tekrarlamaktan da geri durmadı: “Hepimiz aynı gemideyiz!” Geçmişte başbakanların, siyasilerin, işçilerin kongrelerine gelemediklerini söyleyen Erdoğan, “Çok şükür o devirler geride kaldı. Ankara’da işçi dostu hükümet, işçilerin arasından gelen bakanlar ve başbakan var” diyerek, “sosyal diyalogu kurumsal hale getireceklerini” söyledi. Bir önceki genel kurulda “oturacağınıza gidin örgütlenin” diyerek sendikalara rest çekmiş olan Erdoğan, bu kez konuşmasın-
Ocak 2008 • sayı: 34
da sınıf uzlaşmacı sendikal anlayışın gerekliliğinden dem vuruyordu. Başbakan “aynı gemideyiz” derken elbette sendika bürokratlarından bahsediyordu. Onlar aynı gemideler. Kadro alamadığı için konuşması esnasında Erdoğan’ı protesto eden bir işçiye sendika başkanlarının ve başbakanın korumalarının tavrı aynıydı. İşçi tartaklandı ve salondan atıldı! Genel kurula ikinci gün gelen Abdullah Gül de aynı teraneleri okudu. Yoğun alkış alan Cumhurbaşkanı konuşmasında Türk-İş’i ve işbirlikçi sendikacılığı göklere çıkardı. Türk-İş’in hak ararken yapıcı olduğunu belirten Gül, genel kurula çalışanlarla dayanışma amacıyla katıldığını söyledi. “Bugün güzel bir an yaşıyoruz, benim babam da Harb-İş sendikasında temsilciydi, şimdi çalışıyor ve işçi çalıştırıyor, onlarla arkadaş gibidir ve ben şimdi cumhurbaşkanıyım” diyen Gül, bu örneklerden hareketle artık sınıf ayrımının olmadığını, Türkiye’nin demokratikleştiğini söyledi. Şeffaflığa örnek olarak ise Köşkünü vatandaşın ziyaretine açık tutmasını gösterdi. Çalışanların elbette hak arayacağını söyleyen Gül, “hak ararken Türkiye’nin yüceltilmesi şarttır” dedi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen delegelere ve sendika yöneticilerine devletin en yetkili ağızları işte böyle sesleniyordu. İşçi sınıfının sözde temsilcileri ise dinlediler ve alkışladılar.
“Centilmenlik” muhalefeti! Her sendika genel kurulunda olduğu gibi Türk-İş genel kurulunda da yine, suya sabuna dokunmayan eleştiriler, nutuk düzeyinde kalan konuşmalar ve son anda çıkan listeler vardı. Tek dikkat çekici konuşma Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin’in iki liste arasındaki kayıkçı dövüşüne açıktan eleştiri getiren konuşmasıydı. İktidarın şakşakçılığını yapan bir genel kurulun işçi sınıfına hiçbir kazanım getirmeyeceğini söyleyen Ayçin, bağımsız bir duruş ve bağımsız bir liste anlayışına yanaşmayan sendika başkanlarını da eleştirdi. Sendikalar adına yapılan konuşmaların ezici çoğunluğuna, Kürt sorununun inkârı, “vatanın bölünmez bütünlüğü”, “terör” saldırılarının lanetlenmesi ve savaş çığırtkanlığı hâkimdi. Konuşmaların kalan kısımlarında ise işçilerin yaşadıkları sorunlara dair gayri samimi nutuklar yer aldı. Bu nutukları atanların büyük çoğunluğuysa, söz konusu sorunların çözülmesi için parmaklarını kıpırdatmayan genel başkanlardı. Koltuğunu kaybedeceğini anlayan Kılıç, genel kurulda hayatının konuşmasını yaptı. Hükümete verdi veriştirdi. Fakat bu ateşli konuşmaları da Kılıç’a 15 yıllık Türk-İş yöneticiliği koltuğunu yeniden kazandırmaya yetmedi. Bir sendika ağası daha 34 yıl sonra koltuğunu zorla bıraktı. Bu genel kurulda Salih Kılıç, Türk-İş’in içinde “muhalif ” ve “sol eğilimli” olarak bilinen sendikaların desteğiyle liste çıkardı. Listesinde ayrıca son dönemde Telekom grevinde popülerleşen ve MHP’li olarak bilinen Haber-İş genel baş-
marksist tutum
kanı Ali Akcan da yer aldı. Akcan, Kumlu’nun listesindeki tek “sosyal demokrat” aday olan Belediye-İş genel başkanı Nihat Yurdakul’un karşısında eğitim sekreterliğine adaydı. Kılıç’ın listesinde en popüler aday ise Petrol-İş genel başkanı Mustafa Öztaşkın idi. En çok alkış alan konuşmacılardan biri olan Öztaşkın, liberal önerileriyle, yeni döneme en iyi ayak uyduran adaylardan biri olarak öne çıktı. Kulislerde seçileceğine kesin gözüyle bakılan Öztaşkın, 172 oyla Kılıç’ın listesinde en çok oy alan aday oldu. BASİSEN Ankara şube ve İç Anadolu bölge başkanı Yaşar Seyman ise tek kadın adaydı. Öncü işçiler işyerlerinden ve sendika şubelerinden başlayan sabırlı bir çalışma ile uzlaşmacılığa karşı mücadeleci, militan sınıf sendikacılığı şiarını yükseltmek zorundadırlar. Hiçbir mücadele yürütmeksizin, her dört yılda bir Genel Kurullarda bir kıvılcım çakmasını ya da iyi bir lider çıkmasını beklemek, patronların her geçen gün sendikaları daha da teslim almasına onay vermek demektir. Türk-İş içinde muhalif olarak bilinen ve solcu geçinen sendika başkanları ve delegeleri, bu genel kurulda da işçi sınıfının tarafında yer almayıp, burjuva kapışmada taraf oldular. AKP karşıtlığı adına, Salih Kılıç gibi işçi sınıfına ihaneti tartışma götürmez bir sendika ağasının yanında saf tuttular. AKP’yi eleştirip MHP’li Akcan ve Kılıç’ın listesini destekleyen bir muhalefet anlayışı burjuva siyasetinin kuyruğuna takılmaktan başka bir şey değildir. Muhalefet işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde yapılırsa gerçek ve anlamlı olabilir. Türk-İş genel kurulunda işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde bir duruş sergilenmemiştir. “Biz farklıyız” diyenlerin ezici bir çoğunluğu burjuva yelpazenin farklı renklerindendir, o kadar. 20. olağan genel kurulun tablosu, Türk-İş’in sendikal anlayış olarak işçi sınıfından ne kadar kopuk olduğunu ve nasıl bir ihanet içinde olunduğunu bir kez daha göstermiştir. Yönetimin değişmiş olması işçi sınıfı açısından hiçbir değişiklik getirmemektedir. Öncü işçiler işyerlerinden ve sendika şubelerinden başlayan sabırlı bir çalışma ile uzlaşmacılığa karşı mücadeleci, militan sınıf sendikacılığı şiarını yükseltmek zorundadırlar. Hiçbir mücadele yürütmeksizin, her dört yılda bir Genel Kurullarda bir kıvılcım çakmasını ya da iyi bir lider çıkmasını beklemek, patronların her geçen gün sendikaları daha da teslim almasına onay vermek demektir. Sendikalarda köklü bir hesaplaşmaya girişilmeden, ciddi bir sınıf kavgası verilmeden ve tabanda mevziler kazanılmadan, burjuvazinin has temsilcilerinin sendikalardan ve Türkİş’ten defedilmesi mümkün değildir. Türk-İş Genel Kurul delegesi bir işçi www.marksist.com sitesinden alınmıştır
23
Devrimci Propag P
ropaganda sözcüğü Latincede “yayılacak şeyler” anlamına geliyor. Geniş ve genel içeriğiyle ele alındığında, propaganda, toplumun ya da belirli bir insan kümesinin tutum ve davranışlarını belirlemek ve istenen doğrultuda yönlendirmek amacıyla seçilmiş fikir ve savları sistemli bir çaba ve sözlü-yazılı araçlar kullanımıyla yayan etkinlikleri kapsıyor. Propaganda, dinî inançların yayılmasından siyasi düşüncelerin kitlelere taşınmasına, psikolojik savaş yöntemlerinden reklâmcılık tekniklerine dek geniş bir yelpaze oluşturuyor. Ajitasyon sözcüğü ise, konumuzu ilgilendiren yönüyle sınırlandırarak ifade edecek olursak, uyandırma, uyarma, heyecanlandırma, harekete geçirme gibi anlamlar ifade ediyor. 20. yüzyılın başları genelde propaganda tekniklerinin geliştirildiği ve bilimsel ifadelere büründürüldüğü bir dönem olmuştur. Böylece propaganda iç ve dış siyasetin en önemli unsurlarından biri haline gelmiş ve bunun uzantısı olarak güçlü bir psikolojik savaş aracı niteliğine de bürünmüştür. Bunun uç örneklerinden biri, Almanya’da Nazilerin propagandayı faşizmin etkin bir silahı olarak kullanmaları ve Hitler’in propaganda bakanı Göbels’in bu temelde yükselen ünüdür. Kitleleri sürekli üretilen yalan haberlerle bombardımana tâbi tutan ve bu nedenle Büyük Yalan doktrini olarak da adlandırılan faşist propaganda, kitle bilincinin çarpıtılmasının en önde gelen somutlanışıdır. Ama unutmamak gerekir ki, günümüzde de emperyalist güçler arasında kızışan hegemonya mücadelesine yoğun psikolojik savaş boyutuna ulaşan propaganda eşlik ediyor. Hegemonyayı başkasına kaptırmama telâşı içindeki ABD, “Uluslararası Terörizme Karşı Savaş” ya da “Medeniyetler Çatışması” adı altında sürdürdüğü büyük yalanlarla Hitler örneğini bile aşıp geçiyor. Propaganda ve ajitasyon konusu devrimci mücadele açısından ele alındığında ise kuşkusuz tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Devrimci mücadelenin vazgeçilmez parçalarını oluşturan propaganda ve ajitasyon faaliyeti, devrim-
24
Geniş ve genel içeriğiyle ele alındığında, propaganda, toplum belirlemek ve istenen doğrultuda yönlendirmek amacıyla seç kullanımıyla yayan etkinlikleri kapsıyor. Propaganda, dinî inan psikolojik savaş yöntemlerinden reklâmcılık tekniklerine dek g ilgilendiren yönüyle sınırlandırarak ifade edecek olursak, uyand ifade ediyor. Devrimci mücadelenin vazgeçilmez parçalarını o örgütlenmesinden kitle bilincinin dönüştürülmesine ve kitle ci öncünün örgütlenmesinden kitle bilincinin dönüştürülmesine ve kitlenin harekete geçirilmesine dek zengin ve farklı yönler taşır. Propaganda ve ajitasyon konusu 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Rus devrimci mücadelesi içinde yoğun biçimde gündeme getirilmiş ve ete kemiğe büründürülmüştür. Bu devrimci damar, işçi sınıfına kapitalizmden kurtuluş doğrultusunda yol gösteren içeriğiyle geçmişten günümüze sınıf mücadelesi alanında yaşam sürdürüyor.
Propaganda ve ajitasyon ayrımı Rus sosyal demokratlarının partileşmeye başladıkları 1890’lı yıllarda cereyan eden teorik tartışmalar propaganda ve ajitasyon ayrımına da ışık tutar. Bu tartışmalar içinde, o yıllarda önde gelen Rus Marksisti olarak tanınan Plehanov’un açılımları önemli bir yere sahiptir. Plehanov’un değerlendirmeleri, devrimci propaganda ve ajitasyon konusunda referans alınacak esaslı bir kalkış noktası niteliğine ulaşmıştır. Buradan hareketle propaganda ve ajitasyon konusunun ayrımına dair sıkça tekrarlanan bir açılım hatırlanabilir. Propagandacı birçok düşünceyi görece az sayıda insana iletir; ajitatör ise az sayıda düşünceyi geniş yığınlara aktarmaya çalışır. Lenin propaganda ve ajitasyon ayrımında Plehanov’un yaklaşımını benimsemiş ve Ne Yapmalı adlı ünlü çalışmasında konuyu daha da açık hale getirmek için örnekleyerek aktarmıştır. Örneğin işsizlik sorununu ele alan bir pro-
anda ve Ajitasyon Elif Çağlı
mun ya da belirli bir insan kümesinin tutum ve davranışlarını çilmiş fikir ve savları sistemli bir çaba ve sözlü-yazılı araçlar nçların yayılmasından siyasi düşüncelerin kitlelere taşınmasına, geniş bir yelpaze oluşturuyor. Ajitasyon sözcüğü ise, konumuzu dırma, uyarma, heyecanlandırma, harekete geçirme gibi anlamlar oluşturan propaganda ve ajitasyon faaliyeti, devrimci öncünün enin harekete geçirilmesine dek zengin ve farklı yönler taşır. pagandacı, bunalımların kapitalist niteliğini, modern toplumda bunalımların kaçınılmazlığının nedenini ve sosyalist toplum biçimine geçişin zorunluluğunu vb. açıklayacaktır. Böylece propagandacı birçok düşünceyi birbirleriyle bağlantılı bir bütün oluşturacak şekilde ortaya koymaya çalışacaktır. Ve bu kapsamlı açıklamalar, ajitasyonun geniş hedef kitlesine oranla haliyle daha az sayıda işçi tarafından anlaşılabilecektir. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise sorunun son derece çarpıcı ve çok bilinen bir yönünü ele alacak, diyelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmasına değinecektir. Böylece ajitatör herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak daha geniş işçi kitlesinin dikkatini tek ve çarpıcı bir düşünceye, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkiye ve haksızlığa çekecektir. Ajitatör, kapitalist düzenden kaynaklanan bu çelişkinin kapsamlı bir açıklamasını propagandacıya bırakacak ve üzerinde durduğu bir-iki çarpıcı örnek vasıtasıyla can yakan eşitsizlik ve haksızlıklara karşı kitleler arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu nedenledir ki, propagandacıda olması gereken özelliklerle ajitatörde olması gereken özellikler farklıdır. Propagandacı genellikle yazı yazarak; ajitatör ise işçi kümelerine doğrudan hitap ederek görevini yerine getirir. Ancak burada “genellikle” vurgusunun altını kalınca çizmeliyiz. Zira belirlenen ayrım noktaları yalnızca devrimci görevlerin farklı yönlerinin kavranmasını kolaylaştırmaya yöneliktir, daha fazlası değil. Nitekim açıktır ki, yüz yüze ve birebir insan kazanma çabasında sözlü propaganda kaçınıl-
maz olarak büyük önem taşır. Fakat bu propagandacıları (yani örgütçüleri) eğitip besleyecek merkezi yayın faaliyeti (yazılı propaganda malzemesinin merkezi üretimi) olmaksızın da sözlü propaganda daldan dala sohbetlere dönüşebilir. Diğer yandan ajitasyonun da illâ ki sözlü olacağı yolunda bir kural yoktur. Bilinçlenen ve örgütlenen işçiler kapitalist düzene karşı kendi sınıf kitlelerinde öfke ve hoşnutsuzluk yaratmak için, devrimci ajitasyonu sözlü olduğu kadar yazılı biçimler altında da yürütürler. Merkezi yayın organlarına iletilen işçi okur mektupları bunun en güzel ve çarpıcı örneklerini vermektedir. Devrimci mücadele sürecinde çeşitli görevler bazı noktalarda o denli içiçe geçer ya da kesişirler ki, bunların mutlak olarak ayırt edilmesini istemek gerçekten de saçma ve mekanik bir yaklaşım olur. İşin asıl önemli yönü, devrimci örgütlenme faaliyeti içinde bu faaliyetin çeşitli işlevlerinin kolektif olarak nasıl organize edileceğidir. Bu konuda getirdiği teorik çözümlemeler ve yarattığı örgütsel deneyimle, Lenin, devrimci işçi mücadelesine unutulmaz biçimde yol aldırmıştır. Onun, çeşitli siyasal işlevlerin kolektif sentezi bağlamında merkezi yayın organına verdiği rol çarpıcıdır. Dün olduğu kadar günümüzde de geçerli olan Bolşevik anlayışa göre merkezi yayın organı kolektif örgütçü, propagandacı ve ajitatördür ve öyle de olabilmelidir. Lenin’in değerlendirmesi, ajitasyon-propaganda ve örgütlenme faaliyetinin birbirlerinden yersiz biçimde Çin setleriyle ayrılmak istenmesinin önüne geçer. Ve yaratılan kolektif sentez içinde, bir propagandacının neden aynı zamanda bir örgütçü işlevi yerine getirdiğini de aydınlatır. Devrimci örgütlenmenin kendi iç yasaları vardır ve işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün sağlanabilmesi için öncü işçilerin devrimci fikirler temelinde örgütlenmesi bir zorunluluktur. İşte burada siyasi yayın organının merkezi rolü devreye girmekte ve yazılı propaganda malzemesini üretenler, öncü işçilerin örgütlenmesine doğrudan hizmet etmiş olmaktadırlar. Merkezi yayın organında yer alan çok
25
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
yönlü teşhirler ve pek çok bölge ve işkolundan gelen işçi mektupları da, yeni işçi halkalarında devrimci mücadeleye karşı ilgi uyandırmaya kolektif biçimde hizmet etmektedir. Devrimci mücadelede pratik eylemin işlevlerinden olan propaganda ve ajitasyon örgütlenmeye yol aldırırken, aynı zamanda işçilere şu ya da bu düzeyde eylem çağrılarını da iletmiş olmaktadır. Devrimci faaliyette propaganda ve ajitasyonun oluşturacağı bütünsellik dışında, “yığınları belirli ve somut bir eyleme çağırmak” biçiminde ifade edilebilecek ayrı bir işlev türü yoktur. Dolayısıyla, propaganda faaliyeti yalnızca bilgilendirir ve ajitasyon faaliyeti ise eylem çağrısı yapar biçiminde mekanik ayrımlara gitmek yanlıştır. Farklı kapsam ve düzeylerdeki eylem çağrıları, bazen teorik incelemeye dayanan bir propaganda broşürünün veya bir makalenin tamamlayıcısı olabilir; bazen de ajite edici bir söylevin ya da siyasal bir bildirinin doğal uzantısını teşkil edebilir. Enerjik bir siyasal ajitasyon yapılır yapılmaz ve canlı, çarpıcı teşhirler etkin olur olmaz, yığınların zaten eyleme çağrılmakta olduklarını hatırlatır Lenin. Bu nedenle de siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek ve yetkinleştirmek başlıca devrimci görevler arasında yer alır. Komünistler işçi sınıfının en ivedi iktisadi talepleri için yürütecekleri ajitasyonu, kapitalist düzen karşıtı siyasal ajitasyona bağlamakla yükümlüdürler. İşçi sınıfını yalnızca sendikal mücadele çerçevesinde örgütlenmeye çağıran ekonomizm, işçi hareketini ebediyen kapitalist düzen sınırları içinde kalmaya mahkûm kılan bir niteliğe sahiptir. İşçileri salt sendikal sorunlar çerçevesinde dönüp duran lapa tarzı yavan fabrika bildirileriyle beslemeye kalkışanlar devrimci bir işçi çalışması yürütmemektedirler. Olsa olsa kendi kuyrukçu ve uvriyerist eğilimlerini teşhir etmektedirler; çünkü Bolşevik tarzda işçi çalışması kendisini asla sınıfın iktisadi sorunlarının teşhiri ile sınırlandıramaz. İşçilerin siyasal gerçekleri bilmeye ihtiyacı vardır ve çok yönlü siyasal gerçeklerin teşhiri devrimci siyasal ajitasyonun başlıca biçimidir. Ayrıca, nasıl ki ekonomik alanda işçilerin yaşamını etkileyen tüm sorunlar ekonomik ajitasyon amacı için kullanılabiliyorsa, aynı şekilde politik alanda da akla ve gündeme gelebilecek tüm sorunlar politik ajitasyonun konusu edilebilmelidir. Buradan hareketle ifade edecek olursak, propaganda ve ajitasyon, işçilerin toplumsal yaşamda yüz yüze geldikleri sorunları anlamalarına yardımcı olacak, işçilerin dikkatlerini en önemli sınıfsal ve toplumsal istismarlara çekecek bir yol izleyecektir. İşçiler arasında dayanışma bilincini yalnız ulusal değil uluslararası ölçekte geliştirmeye özen gösterilecektir. Üzerinde büyük bir dikkatle durulması gereken bir başka husus daha vardır. Propaganda ve ajitasyon konularının yalnızca işçi sorunlarıyla sınırlanması işçi sınıfının eğitimini kısır hale getirir. Komünistler, kapitalist sisteme karşı çıkan çeşitli devrimci hareketleri yok saymaz ve bütün ezilen ulusları, zulme uğrayan dinleri, baskı al-
26
tında tutulan toplumsal kesimleri eşit haklar için verdikleri mücadelede desteklerler. Fakat sorunun bir başka yönünü göz ardı etmek de doğru olmaz. Propaganda ve ajitasyonun işçi sorunlarıyla sınırlandırılmamış geniş bir içeriğe sahip olması gereğiyle, “hedef kitle”nin belirlenmesi sorunu birbirine karıştırılmamalıdır. Mücadelenin yasaları gereğince devrimci çalışma birincil ve esas olarak fabrika ve kent işçilerine yönelmek durumundadır. Anlamlı ve planlı biçimde yol kat edebilmek için, güçleri dağıtmamaya ve devrimci fikirleri öncelikle bunları kabule en hazır ve siyasal bakımdan en gelişmiş işçi kesimlerine taşımaya ağırlık verilmelidir. Fakat fabrika ve kent işçileri arasında kalıcı bir devrimci örgütün yaratılmasının birincil ve en acil görev olarak kabulü, işçi sınıfının öteki katmanlarını ya da diğer ezilen kesimleri, kent yoksullarını, tarım emekçilerini görmezlikten gelmek şeklinde de anlaşılamaz. Komünistler, emekçi halkın tüm kesimleri arasında propaganda ve ajitasyon çalışması yürütülmesi gereğini savunurlar. Ancak bu noktada da ana halkayı, bilinçlenen ve devrimcileşen işçilerin örgütlü etkisinin diğer yoksul halk kesimlerine ulaşacağı gerçeği oluşturur. Lenin örgütlenme sorunlarını ele alan Nereden Başlamalı adlı ünlü makalesinde, nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız der. Ulus çapında teşhirler için gerekli kürsüyü devrimci hareketin merkezi siyasal yayını kuracaktır. İşçilerin fabrika koşullarını dile getiren iktisadi teşhirler nasıl ki fabrika sahiplerine karşı savaş ilânı anlamına geliyorsa, siyasal teşhirler de kapitalist düzene karşı savaş ilanı anlamına gelecektir. Elbette bu ilanın içeriği, içinde bulunulan somut koşullara paralel olarak, devrimci eğitim amacı gütmekten doğrudan eyleme çağırmak gibi değişen bir nitelik taşır. Ne var ki buradan hareketle yanlış bir noktaya savrulmak ve olağan dönemlerde siyasal teşhir ve propaganda faaliyetini işçi devriminin propagandasına bağlamaktan kaçınmak, düpedüz ekonomizm ve reformizme yol açar. Sınıfın devrimci eğitimi ve devrimci örgütün inşası devrimci durumlar patlak verdiğinde bir çırpıda gerçekleştirilebilecek bir iş değildir. Devrimci durumlara hazırlıklı olabilmek için, en zor dönemleri de kapsamak üzere planlı inşa taktiklerinin uygulanması esastır.
Bolşevik tarzın önemi Devrimci propaganda faaliyeti, örgütlenme ve devrimci bilincin geliştirilmesi sorunlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Devrimci bilinç sorunu ise, devrimci teorinin üretimi ve bu teorinin canlı ifadeleri olan programatik açılımların ve çeşitli devrimci fikirlerin sınıfa taşınması gibi yönler içerir. Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, devrimci teori sendikal mücadele içindeki işçilerin kendiliğinden çabasının ürünü olamaz. Sosyalist siyasal bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde üretilebilir. Bu bilinç işçilere siyasal
Ocak 2008 • sayı: 34
Lenin örgütlenme sorunlarını ele alan “Nereden Başlamalı” adlı ünlü makalesinde, nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız der. Ulus çapında teşhirler için gerekli kürsüyü devrimci hareketin merkezi siyasal yayını kuracaktır. İşçilerin fabrika koşullarını dile getiren iktisadi teşhirler nasıl ki fabrika sahiplerine karşı savaş ilânı anlamına geliyorsa, siyasal teşhirler de kapitalist düzene karşı savaş ilanı anlamına gelecektir.
bir örgütlülük sayesinde ve sendikal mücadele çerçevesi dışından taşınabilir. Devrimci propaganda, devrimci teorinin ürünleri olan siyasal açılım ve fikirlerin sınıfın öncüsüne ve sınıfın kitlesine taşınmasının yöntem ve araçlarını kapsar. Bu arada eşyanın doğası gereği aşikâr olmalıdır ki, bir siyasal çevrenin kimliğini oluşturacak teorik temeller atılmadan veya bu temellere sahip olunmadan sağlıklı bir devrimci propaganda faaliyeti yürütülemez. Bu nokta aslında büyük bir önem taşır ve devrimci mücadelede amatörlükle kelimenin olumlu anlamında profesyonelliğin ayırt edilmesini de mümkün kılar. Amatörce yaklaşımlar, devrimci sınıf mücadelesinin çeşitli nedenlerle güçsüz düştüğü ve gerilediği dönemlerde yaygınlaşan bir hastalıktır. Bunun en önde gelen belirtilerinden biri de teorinin küçümsenmesi ve dar pratikçiliğe tapınılmasıdır. Bolşevik tarz, teorik çalışmaya verilen önem ile pratik devrimci çalışmanın dengeli bileşimi üzerinde yükselir. Vaktiyle Bolşeviklerin örgütlenme çabası içinde hemen her fırsatta teorinin önemine vurgu yapan Lenin, bunun
marksist tutum
pratik çalışmanın önem ve gereğinin ikincil plana düşürülmesi şeklinde anlaşılmaması için de zorunlu uyarıları yapmıştır. Lenin’in dediği gibi, teorik çalışma olmaksızın ideolojik lider olunamaz. Fakat bu çalışmayı devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmeden, devrimci teorinin sonuçlarını işçiler arasında yaymaya ve onların devrimci fikirler ekseninde örgütlenmesine yardımcı olmadan da ideolojik lider olunamaz. Aydın çevrelere egemen olan ve mücadelenin pratik boyutundan kopuk, daha ziyade birbirleriyle rekabete, kendi aralarında paslaşmaya ve üstünlük taslamaya odaklanmış bir “teoricilik” merakı ile devrimci mücadele için zorunlu olan devrimci teori üretimi birbirinden tamamen farklıdır. Mekanik aşamalara bölmemek koşuluyla dikkat çekmek gerekirse, devrimci örgütlülüğü inşaya girişebilmek için devrimci teorik temellerin atıldığı bir başlangıç dönemine ihtiyaç vardır. Bu dönem asgari ölçüde geride bırakıldıktan sonra, propaganda-ajitasyon ve örgütlenme biçimindeki pratik devrimci çalışma kaçınılmaz olarak ön plana geçer. Lenin’in titizlikle üzerinde durduğu bu husus Bolşevik tarzın da temel bir özelliğidir. Zaten devrimci pratiğin örgütlenmesine önem verilmediği takdirde, en doğru görünen fikirler bile etkisizleşecek ve son tahlilde bir işe yaramayacaktır. Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de değindikleri gibi, fikirler kendi başlarına hiçbir şeyi uygulayamazlar. Fikirleri uygulamak için, belirli bir pratik güce sahip insanlar gerekir. Propaganda ve ajitasyon faaliyetine aydınca veya küçük-burjuvaca yaklaşımlarla Bolşevik tarzda propaganda ve ajitasyon arasında dağlar kadar fark vardır. Lenin’in dediği gibi, şaşaalı sözlerle gösteriş yapmak, sınıfını yitirmiş küçük-burjuva entelektüellerin karakteristiğidir. Böyle bir “huy”a sahip unsurlar örgütlü işçilerin ancak alaylarını hak edebilirler. Komünist propagandacı ve ajitatörler, en basit görünen gerçeklerden en karmaşığına dek işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yaşamını ilgilendiren tüm sorunları onlara sade biçimde ve anlaşılır tarzda açıklayabilmelidirler. Çeyrek aydınların ya da bilgiçliğe özenen küçükburjuva okumuşların pek de meraklısı oldukları tarzda “lügat parçalama” tutkusu anlaşılmaz bir dil yaratır. Oysa hüner, bildiğini kitlelere berrak biçimde aktarabilmektedir. Marx ve Engels’ten Lenin’e uzanan devrimci damar, propaganda ve örgütlenme konusunda küçük-burjuva anlayışlara vuran pek çok örnekle bezeli bulunuyor. Engels, henüz proletaryanın son derece küçük azınlıklarını kapsayan farklı sosyalist çevreler arasında birbirlerini tüketmeye dayalı bir çekişmenin ve böyle bir “siyasal” faaliyetin sınıfa bir şey kazandırmayacağına dikkat çekmiştir. Onun ifadesiyle, komünistlerin propaganda alanında izleyecekleri doğru taktik, “karşıtımızdan orada burada tek tek kişileri ve üyeleri ayartma taktiği değil, henüz ilgisiz bulunan büyük yığın üzerinde etkili olma” taktiğidir. Yanlış siyasal yaklaşımlarla kafası karıştırılmamış olanlardan kazanılacak
27
marksist tutum
tek bir yeni güç, sözde devrimci siyasallaşma adına kafası çorba edilmiş ya da yamultulmuş olanların onlarcasından daha değerlidir. Örgütlenme, propaganda ve ajitasyon konusunda doğru tutum takınabilmenin başlıca koşullarından biri de, devrimci tarihsel geleneğin yıllar içinde ortaya koymuş olduğu kurallara bağlılıktır. Bu kurallar bağlamında öncelikle hatırlanması gereken örneği ise, Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonale katılma koşulları oluşturur. Bir numaralı katılma koşulunda şu hususlara dikkat çekilmektedir: “Bütün propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programı ile kararlarına uygun düşmelidir. Partinin bütün basın organları, proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmelidir.” Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş kurallara gönül rızası ve gönül ferahlığıyla uymayı başaran militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bu niteliğe ulaşmış kadrolarla, söz konusu kuralları sıkıcı veya gereksiz bulan ve mücadelenin teorik, eğitimsel ve yazınsal yönlerini daha ziyade aydınca bir faaliyet olarak algılayan unsurlar arasında her zaman kapanmaz bir uçurum olacaktır. Tüm tarihsel deneyim de bunu doğrulayan örneklerle doludur. Çeşitli ülkelerde ve tarihin çeşitli kesitlerinde devrimci parti ve örgütsel çevrelerin yaşamından, burjuva düzen kriterleri bakımından son derece parlak addedilen “yıldız”lar kayıp geçmiştir. Fakat mücadelede kalıcı ve anlamlı sonuçlar hep ve her zaman, daha gösterişsiz olsalar dahi son derece azimli, çalışkan, disiplinli ve yürekli unsurlar tarafından nice ter dökülerek elde edilebilmiştir. Aynı tarihsel deneyim bize, mücadeleye adanmış devrimci propagandacı ve ajitatörlerin de son tahlilde işte böyleleri arasından çıktığını gösteriyor. Lenin’in 1905 Rus devrim deneyimiyle ilgili olarak, “çalışan sınıfın en sağlam öğeleri, kararsızları yönlendirerek, uykudakileri uyandırarak, güçsüzleri yüreklendirerek kavganın en önünde yürüdü” demesi boşuna değildir.
Doğru yöntem ve yaklaşımlar Devrimci propaganda ve ajitasyonda başarı elde edebilmek, uygulanacak yöntem ve yaklaşımlar konusunda ustalaşmayı da gerektiriyor. Bu konular yaşamla ve deneyimle öylesine iç içedir ki, bunlara dair yazılmış hazır reçeteler bulmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da. İnsanları devrimci propaganda ve ajitasyon temelinde dönüşüme uğratabilmek ve devrimci eyleme katabilmek için her şeyden önce hedef kişiler ya da kitle ile canlı bağlar kurmaya ve onları dinleyip anlamaya ihtiyaç vardır.
28
Ocak 2008 • sayı: 34
Devrimci mücadele söz konusu olduğunda, propaganda ve ajitasyon, yalnızca bu faaliyeti yürütenler açısından değil muhataplar açısından da aktif katılımı içeren çok canlı ve değişik boyutlara sahiptir. Devrimci ajitasyon, uygun yöntemlerin yerleştirilmesini ve uygun eylem çağrılarının seçimi üzerinde titizlikle durulmasını talep eder. Bu bağlamda da ancak karşılıklı etkileşime açık yaklaşımlar başarı sağlayabilir. Seslenilen işçilerin beklentilerini ve düzeylerini bilmek ve eylem çağrılarını işçi kitlelerini gerçekten harekete geçirecek biçimde yapabilme hünerini sergilemek şarttır. Ajitasyon, işçilerde yalnızca kapitalist düzenin olumsuzluğunun teşhiri temelinde bir duyarlılığın sağlanması noktasında bırakıldığında bu aksak bir yaklaşım olacaktır. Kitlelere, yıkacakları şey kadar yapacakları şey konusunda da fikir vermek gerekir. Sömürü ve baskı koşullarının işçi kitlelerine teşhiri, bu bataklıktan devrimci bir çıkış yolunun mevcut olduğunu anlatan ajitasyonla birleştiğinde onlarda yeni heyecan ve umutlar doğurabilir. Tek yönlü teşhirler ise, onlara zaten bu düzen tarafından aşılanmakta olan karamsarlık ve çıkışsızlık duygusunu büyütür. O halde sınıf mücadelesinin her alanında işçilerde olumlu bir değişim yaratabilmek için, varolan durumu sergileyen negatif ajitasyonun yanı sıra onlara devrimin ruhunu taşıyacak olan pozitif ajitasyon da gereklidir. Somut eylem çağrıları, hedef işçi kitlesinin örgütlenme düzeyini hesaba katan ve onu ilerletmeyi esas alan akılcı yaklaşımlarla üretilmelidir. Kitlenin devrimci bilincini geliştirmeyi amaçlayan propaganda amaçlı sloganlarla doğrudan eyleme çağıran sloganlar özenle ayırt edilmelidir ki, somut eylem çağrıları net biçimde kavranabilsin. Her eylem çağrısının o eylemi gerçekleştirecek işçi kitlesinin örgütlülüğüne dayandırılması ve eyleme katılacak işçilere pratik eylem hattı konusunda açık bir fikir verilmesi, kitle içinde çalışma yürüten örgütçülerin ve ajitatörlerin gözlerini dört açacakları hususlardır. Bolşevik tarz, örgütçüsünden ajitatörüne tüm kadroların işçi sınıfının devrimci inisiyatifini geliştirecek tarzda davranış özelliklerine sahip olmasını şart koşar. Devrimci propaganda konusunda da özenli yaklaşımları ifade eden bazı temel kurallar mevcuttur. En başta belirtmek gerekirse, devrimci propaganda faaliyeti okul sıralarında uygulanan motomot ders verme yöntemleriyle asla bağdaşmaz. Propaganda faaliyetini, bir eğitim metnini kuru ve didaktik biçimde karşıdakine aktarma biçiminde algılayıp uygulayan kişiler asla başarılı bir propagandacı olamazlar. Doğru fikirler ancak başarılı bir propagandacının elinde canlı, yaşayan, ilgi uyandıran ve hedef kitleyi devrimci tarzda esinlendirip onların görüş ufkunu açan bir araca dönüşebilir. Başarısız bir propagandacının “marifetiyle” ise pekâlâ bir ölü fikirler kalıbına, ruhsuz cümlelere ve sıkıcı bir vaaza dönüştürülebilir. Yaşamın gerçek görünümlerine dikkat edilecek olursa, aralarında çalışma yürütülen sınıf unsurlarının sempatisini
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, devrimci teori sendikal mücadele içindeki işçilerin kendiliğinden çabasının ürünü olamaz. Sosyalist siyasal bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde üretilebilir. Bu bilinç işçilere siyasal bir örgütlülük sayesinde ve sendikal mücadele çerçevesi dışından taşınabilir. Devrimci propaganda, devrimci teorinin ürünleri olan siyasal açılım ve fikirlerin sınıfın öncüsüne ve sınıfın kitlesine taşınmasının yöntem ve araçlarını kapsar. kazanabilen örgütçülerin empati yapmayı becerebilen unsurlar olduğu görülecektir. Kısacası her şey karşıtıyla vardır ve karşıtıyla birlikte düşünülmelidir. Hayatın her alanında olduğu gibi, devrimci örgütlenme, propaganda ve ajitasyon çalışmalarına da diyalektik tarzda yaklaşmak zorunludur. Hedef kitlenin durumunu, düzeyini ve burjuva düzence uğratıldığı çarpılmaları göz ardı edip yalnızca tek tipte kurgulanmış birtakım gerçekleri açıklamaya odaklanmak asla iyi bir propaganda yürütüldüğü anlamına gelmeyecektir. İnsan kazanmada birebir ilişki, sözlü iletişim belirleyici yere sahiptir ve bu nedenle de elde edilecek sonuçta propagandacının sahip olduğu özellikler ve izlediği yöntem doğrudan rol oynar. Merkezi düzeyde en doğru ve çarpıcı biçimde ifade edilmiş bir propaganda malzemesi bile, kötü bir propagandacının elinde bir işe yaramayabilir. Propagandacı karşısındakini dinleyip anlamaya özen sarf etmeden, propaganda malzemesini motomot biçimde karşısındakine aktarmaya odaklanırsa sonuç hüsran olur. Çarpıtılmış bilinçleri doğrultabilmek için, öncelikle insanların zihninin içindeki yanlışları bilmek ve öğrenmek elzemdir. İlişkiye geçilen insanları konuşturup yanlışlarını onlarla birlikte su yüzeyine çıkarmak ve çürütmek propagandada büyük önem taşır. Bu faaliyet alanlarında başarı elde edenler, dışa dönük olmak ve karşısındaki kişilerin özelliklerini yakından bilip anlamaya özen sarf etmek gibi meziyetlere sahiptirler. Dünyanın merkezine kendisini koyan ve daima kendisiyle meşgul kişilik özelliklerine sahip olan insanlar iyi örgütçü ve propagandacı olamazlar. Bunun yanı sıra, iyi bir propagandacı doğrular konusunda karşısındakileri ikna edebilecek bilgi donanımına, onların sempati ve güvenini kazanacak içten ve dürüst bir tutuma sahip olabilmelidir. Bu özellikler bir ölçüde doğal biçimde edinilmiş bazı olumlu kişilik vasıflarıyla ilgilidir. Ama büyük ölçüde de sınıf tavrıyla ve iyi bir devrimci düzeyine yükselebilmek için gösterilecek kolektif ve kişisel çabayla alâkalıdır. Örneğin karşısındakini ikna gücü, doğru bir teorik temel ve
sağlam bir bilgi donanımı üzerinde yükseldiğinde devrimci bir anlam ifade edebilir. Buna ulaşabilmek ise merkezi düzeyde atılan devrimci teorik temellerin iyice öğrenilmesine, propagandacı ve örgütçülerin planlı bir kolektif çalışma ve de kişisel çaba sayesinde bilgi donanımlarını artırıp pekiştirmelerine bağlıdır. Devrimci bilgi ve devrimci deneyim gibi özellikleri hiç kimse anasının karnından doğarken edinmiş değildir. Bu gibi özellikler, proleter mücadeleye yürekten inanan, tembellikten nefret eden ve kendini dönüştürmek için ter akıtmayı göze alan unsurlar tarafından edinilebilir ancak. Devrimci propagandacı yaptığı işi ve karşısındaki insanı ciddiye alır. Her zaman yüz yüze bulunduğu hedef kitle ve kişilerin durumunu, buradan türeyen farklılıkları hesaba katar. İnsanı dönüştürebilmenin devrimci inanç ve bilgiden kaynaklanan bir enerji yayılımı gerektirdiğini unutmaksızın, her seferinde propaganda konusuna önceden titizlikle hazırlanır. Devrimci propagandacı ve örgütçünün, karşısındaki işçilerin bilgisizliğine güvenip sıradan açıklama ve sohbetlerle durumu idare etmeyi marifet bilen küçük-burjuva solcularla en ufak bir benzerliği olamaz ve olmamalıdır. Devrimci sıfatını alınlarının akı ve bileklerinin gücüyle hak eden kadrolar, propaganda yürütecekleri konularda gerekli bilgiyi tazeleme ve cepten yeme durumuna düşmeme konusunda titiz ve güvenilir insanlardır. İşin aslına bakılacak olursa, bu gibi özelliklere sahip kadrolar çeşitli düzeylerdeki işçi çevrelerini cezbedecek bir devrimci ışıltı yayarlar. Bilinmesi gerekir ki, hemen her konuda son derece yüzeysel ve kulaktan dolma bilgi ile idare etmeyi yaşam düsturu edinmiş kişiler, yılların ilerlemesine rağmen devrimci bilgi, görgü ve deneyimlerini bir türlü geliştiremeyeceklerdir. Yaşam boşluk tanımaz ve böyleleri kendilerinde olmayan hasletler nedeniyle ortaya çıkan boşluğu, karşısındakine şirin görünme maskaralığı veya nabza göre şerbet verme uzlaşmacılığı ile doldurup günü idare etmeye çalışırlar. Bu tür unsurlar kısa vadede işler yolunda gidiyormuş izlenimi vermeyi başarsalar da, orta ve uzun vadede devrimci bir çevrenin bu gibi “kadrolar” nedeniyle büyük kayıplara
29
marksist tutum
Ocak 2008 • sayı: 34
uğrayacağı açıktır. sabra sahip olan ve iletişim içinde olduğu insana güven veMünferit yaklaşımlar her ne olursa olsun, genelde işçirerek onu devrimci fikirlere yaklaştırmayı beceren propaler işini ciddiye alıp konusuna iyi hazırlananları ayırt etgandacılar örgütlü yapıya ciddi katkılarda bulunabilirler. İnsanlar düzensiz ilişkiler temelinde de hiçbir yere kameyi başarır ve takdir ederler. Kendi tembellikleri ve yezanılamazlar. Bu konuda ancak sistematik yaklaşım tarzı tersizlikleri nedeniyle işçileri sade suya tirit bilgi kırıntıları verim sağlayabilir. Uzun veya düzensiz aralıklarla yürütüile beslemeye kalkışanlar ise, hem kazanılması istenen kişilen ilişkilerde eksikliği bombardıman usulü propagandayleri geriletir hem de devrimci çevrenin merkezi birikim ve la kapatamazsınız. Böyle bir tarz yarardan çok zarar getideneyim düzeyini lekelerler. Devrimci teoriye ve yeterli rir. O nedenle, yeni işçi bağlarının kurulması kadar kurubilgi birikimine dayanmayan propaganda, içlerinde çalışlan işçi bağlarının takibi ve geliştirilmesi de Bolşevik tarma yürütülen işçi çevrelerinde devrimci mücadelenin tazın ayırt edici unsurları arasındadır. Gelişigüzel ilişkiler mamen yanlış algılanmasına ve buradan türeyen çarpılmakuran veya kurulan ilişkilerin pekiştirilmesi konusunda lara neden olur. Devrimci teoriye önem vermeyen ve çegereken enerji ve disiplini göstermeyen ya da çevreye kazaşitli tipte çalışmalarda enerjik ve güvenilir bir tutum serginılan işçileri dönüştürmek adına ilişkilere bir çırpıda aşırı lemeyenler, sözüm ona bir siyasallaşma adına işçileri de yüklenip gereksiz kopmalara neden olan tarz “öğrenci taryozlaşma ve düzeysizliğe sürüklerler. zı”dır. Bolşevik prensipleri savunan bir örgütsel yapılanİşçi sınıfının devrimci örgütlenmesinde yakıcı biçimde mada bu tarza yer olamaz, olmamalıdır. rol oynayacak diğer bir faktör ise, boşa geçirilmeyen zamana dayanan ve sistemli çalışmalarla örülen sabır faktörüPropaganda konusunda kişilerin sahip olması gereken dür. Bolşevik propaganda ve örgütlenme tarzı, planlı ilişkimi temel özelliklerin yanı sıra, yöntemsel olarak uyulki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. ması gereken bazı genel hususlar da bulunuyor. Örneğin, Olumlu tarihsel örnekler inceişçilerin zihnine burjuva dülendiğinde görülecektir ki, zen tarafından yerleştirilmiş Tüm propaganda, ajitasyon ve örgütlenme Bolşevik propagandacılar farkyanlışların yıkılması ve yerine çalışmasını güdüleyen esas prensip, işçi sınıfının lı çevrelerden işçileri, onların doğruların yerleştirilebilmesi, kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğine düzeylerini ayırt etme, psikouygun eğitim tekniklerinin duyulan inanç ve güven olmalı. Devrimci lojilerini bilme ve neyi, ne zakullanımını gerektiriyor. Doğajitasyon, propaganda ve örgütlenmede işçi man, ne kadar anlatacaklarını ruların bir kez aktarılmasıyla kitlesine güven telkin etmek kadar, onlara kendi önceden hesaplayarak ilerleme insanların bunu içselleştirebieylemleri temelinde kendilerine güven leceğini ummak saflık olur. temelinde kazanmışlardır. kazandırılabilmeli. Devrimci mücadele sınıf içinde Devrimci örgütlülüğün inşası Yeni bir konunun öğrenilmebu anlayışla çalışacak öncülerden yalnızca boş sinde tekrar her zaman başrole yolunda sarf edilecek planlı zamanlarını değil, bu soylu amaca adanmış sahiptir. Bu nedenle, merkezi çabalar ve işçilere sabırla yakbütünsel bir yaşamı ve mücadeleyle uyumlu bir düzeyde üretilmiş olan devlaşım kuşkusuz zaman alacak yaşam tarzını talep ediyor. rimci fikir ve belgelerin tekrarı ve özenli bir emek sarfını geasla ihmal edilemez. Daha önrektirecektir. Ama hedefe bace üretilmiş teorik malzemelerin önemli yönlerini uygun şarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda biçim ve dilde tekrar etmeyi başaramayan bir yayın politisarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü kası devrimci propaganda amacına doğru biçimde hizmet devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, edemez. çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır Nihayet toparlayarak vurgulayalım ki, tüm propaganve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan da, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasını güdüleyen esas işçilerin birliğidir. prensip, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olaPlanlanmış bir faaliyet temelinde insanların dönüşümü bileceğine duyulan inanç ve güven olmalı. Devrimci ajiiçin onlara zaman tanımak ve bu konuda sabırlı davrantasyon, propaganda ve örgütlenmede işçi kitlesine güven mak devrimci propagandanın gerçekten de önde gelen telkin etmek kadar, onlara kendi eylemleri temelinde kenözellikleri arasında yer alır. En doğrusu, en haklısı ve en dilerine güven kazandırılabilmeli. İşçilerin pasiflikten sıyçarpıcısı bile olsa, sabırlı ve uzun soluklu bir örgütsel anlarılması ve kurtuluşu başkalarından beklemeksizin aktif ve yışla birleşmediği sürece hiçbir fikir kendi başına mucizeörgütlü biçimde harekete geçmeleri sağlanabilmeli. Devler yaratamaz. Devrimci mücadeleye kazanılmak istenen rimci mücadele sınıf içinde bu anlayışla çalışacak öncülerişçiler, örgütlenme ve propaganda çalışması yürüten kadden yalnızca boş zamanlarını değil, bu soylu amaca adanroların her ağzından çıkanı bir çırpıda kabullenecek ya da mış bütünsel bir yaşamı ve mücadeleyle uyumlu bir yaşam kavrayacak değillerdir. Daha işin başında ve en ufak bir tarzını talep ediyor. direnç ya da karşı koyuşla karşılaştıklarında hedef kitleye sırtını dönen kadrolar asla iyi propagandacı ve örgütçü www.marksist.com sitesinden alınmıştır olamayacaklardır. Ancak, karşısındakine zaman tanıyacak
30
Chavez’in Referandum Yenilgisi Ya da Oportünizmin ve Reformizmin Hayal Kırıklığı İlkay Meriç
V
enezuela’nın aylardır kilitlendiği ve son dönemde ülkedeki tansiyonu giderek yükselten anayasa referandumu 2 Aralıkta gerçekleşti. Söz konusu referandumun konusu, 1999 Anayasasında değişiklikler yapılmasını öngören 69 maddelik reform paketinin oylanmasıydı. Venezuela’nın ABD’deki büyükelçiliği tarafından kaleme alınan bir tanıtım metninde, anayasa reformunun amacı şöyle açıklanıyordu: “Başkan Chavez 15 Ağustos 2007’de 1999 Anayasasında bazı iyileştirmeler yapılmasını önerdi. 350 maddeden yalnız küçük bir bölümünü değiştirecek olan reformun amacı, ülke kaynaklarını hızla yoksulların yararına tekrar dağıtmak ve yurttaşların demokratik sürece dolaysız katılımını sağlamak. Aynı zamanda, amaç Venezüella’da barış ve demokrasi içinde «21. Yüzyılın Sosyalizmi» diye bilinen yeni bir kalkınma modeli geliştirmek. Bu model katılımcı demokrasi, karma ekonomi, ülkenin sosyal gereksinimlerini karşılama ve çok kutuplu bir dünya içeriyor.” (abç) Ağırlıklı olarak Chavez’in önerileri doğrultusunda hazırlanan bu reform paketi, nihayetinde %49,2 evet oyuna karşı %50,7 hayır oyuyla reddedildi. Karşı-devrimci burjuva kamp kadar Chavez kuyrukçusu sosyalistlerin de “sosyalizm oylaması” olarak lanse ettikleri söz konusu referandumun kaybedilmesi, dokuz yıldır alınan ilk yenilgi olarak Chavez cephesinde şok etkisi yarattı. Bunun burjuva cephedeki karşılığı ise tam bir bayram havasıydı. Dünyanın dört bir yanında burjuva medya referandum sonucunu, “Venezuela’da halk sosyalizme hayır dedi” türünden spotlarla “flaş”ladı.
Chavez ve avenesi nerede hata yaptıklarını düşünedursunlar, gelinen nokta, Venezuela’da dokuz yıldır yaşanan sürecin ciddiyetle değerlendirilmesinin komünistler açısından ne kadar elzem olduğunu bir kez daha göstermiştir. Aksi takdirde, sosyalist hareket, burjuva reformizmine yeşil ışık yakarak ve Chavez’in kuyruğuna takılarak, kaçınılmaz “kader”in temel sorumlularından biri olacak ve kimilerinin şimdi yaşadıkları şok, ilerde yaşanacakların yanında ehemmiyetsiz kalacaktır. Sosyalist saflarda sergilenen sorumsuzluk, işçi ve emekçiler cephesinde sosyalizme güvensizlik ve karamsarlık doğuracağı gibi, olası bir karşıdevrimin emekçi kitle hareketini bütünüyle ezmesine de yol açabilir. Nitekim dokuz yıldır oynanan “Bolivarcı devrim” parodisinin Venezuelalı emekçilerde şimdiden bu tür bir karamsarlık dalgası yarattığı, referandum vesilesiyle açıkça gözler önüne serilmiştir. Anayasa referandumuna katılım oranının %56’yla sınırlı kalması, Chavezci “devrim”e duyulmaya başlanan güvensizliğin ve beklemenin getirdiği bıkkınlığın tipik göstergelerinden biridir. Sosyalizme kararnamelerle geçileceğini, devrimin referandumları ve seçimleri kazanmak, devrimciliğinse ateşli konuşmalar yapmak olduğunu düşünenlerin tersine, Venezuela’da yaşananlar, bu ülkede gerçekte bir devrim olmadığını fazlasıyla kanıtlamaktadır. Bunun da ötesinde, 2002’de ortaya çıkan devrimci durumun reformist politikalarla çoktan tavsatılıp sönümlendirilmiş olduğu açığa çıkmıştır. Referandum sonuçlarına bakıldığında, dikkat çekici en temel nokta, evet ya da hayır oylarının oranlarından ziya-
31
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
de, devrim yaşandığı ve sosyalizme geçileceği iddia edilen bir ülkede halkın %44’ünün kilit önem atfedilen bu oylamaya katılmamış olmasıdır. Bir yıl önce gerçekleştirilen başkanlık seçimlerine kıyasla muhalefet cephesinin oyları 200 bin artarken, Chavezci cephe 3 milyon oy kaybetmiştir. “Yine de Venezuela halkının yarısı Chavez’e destek verdi” şeklindeki çarpıtmalarsa en hafifinden züğürt tesellisi, gerçekteyse tam bir kandırmacadır. Zira katılım oranı hesaba katıldığında, bu referandumda Venezuelalı seçmenlerin sadece %27’si evet demiştir. Bu da 4 milyon 379 bin oya karşılık gelmektedir. Üstelik Chavez’in yaklaşık bir yıl önce kurdurduğu Venezuela Birleşik Sosyalist Partisinin (PSUV) üye sayısı 5,5 milyona ulaşmışken! Seçimlere bel bağlayarak sosyalizm ve devrim düşü gören reformistlerin mantığıyla hareket edecek olursak, referandumda evet demeyip çekimser kalan 1 milyondan fazla PSUV üyesi “sosyalist”, devrime ihanet edip karşı-devrime
hizmet etmişlerdir! Ancak gerçeklik, Venezuela’da, kuyrukçuların skolastik mantığıyla açıklanamayacak kadar diyalektik bir sürecin yaşandığına işaret etmektedir. PSUV’u devrimin partisi olarak yücelten, Chavez’in reformlarını sosyalizme doğru atılan devrimci adımlar olarak değerlendiren ve bunların uzantısı olarak son referandumu sosyalizm oylamasıymış gibi görüp gösteren kuyrukçu reformistlere en büyük yanıtı da yine emekçi kitleler vermişlerdir. “Kitleler Chavez’i destekliyorlar” gerekçesiyle yapılan Chavez kuyrukçuluğunun en tipik örneğini belki de, IMT’nin (International Marxist Tendency – Uluslararası Marksist Eğilim) tavrı oluşturmaktadır. Venezuela’da tümüyle Chavez’e uyarlanarak PSUV’a katılan IMT’ye göre, Chavez’i desteklemek devrimi desteklemek, onun karşısında olmaksa devrimin karşısında olmak demektir. IMT’nin görüşlerini dile getiren Alan Woods, yaptığı değerlendir-
Reform Paketi Neleri İçeriyordu? 2 Aralıkta iki bölüm halinde oylamaya sunulan reform paketi, Chavez’in önerdiği 33 madde ve Ulusal Meclis’in önerdiği 36 maddeden oluşan toplam 69 maddelik değişiklik önerilerini içeriyordu. Oylanan maddelerden burjuva muhalefet cephesinde en çok tartışılanı, başkanlık süresinin 6 yıldan 7 yıla çıkarılması ve başkanların iki dönemden fazla görev yapamama sınırlamasının kaldırılmasını öngören değişiklik önerisiydi. Chavez’in görev süresinin bir yıl uzamasının ve daha sonraki seçimlerde hiçbir sınırlama olmaksızın başkanlığa aday olmasının önünü açan bu madde, burjuva saflarda, Chavez’in diktatörlüğüne zemin hazırlamakla eleştirildi. En kanlı faşist diktatörlükleri iktidara getiren, Latin Amerika’nın her bir köşesini onlarca yıl boyunca askeri diktatörlüklerle yöneten ve her türlü melanetin başı olan ABD emperyalizminin ve büyük sermayenin “demokrasi” ve “diktatörlük” konusundaki ikiyüzlülüğü, uzun boylu söze gerek bıraktırmayacak kadar çıplaktır. Ancak Chavez’in oturduğu tahtı ömür boyu terk etmeme isteğini, sermayenin bu ikiyüzlülüğünü öne çıkararak gizlemek de komünistlerin işi olmamalıdır. Valilerin ve belediye başkanlarının ardı ardına işbaşına gelebilecekleri dönem sayısı sınırlanmışken ve bizzat Chavez “yerel caudillolar ortaya çıkabilir” diyerek bu sınırlamanın kaldırılmasına karşı çıkarken, benzer bir tehlikenin “baş caudillo” için düşünülmemesi çok manidardır. Reform paketinde yer alan pek çok madde de yine Chavez’in yetkilerini arttırmaya dönüktü: “Yeni iktidar geometrisi” gibi kimsenin bir şey anlamadığı tuhaf kavramlarla, başkana, özel askeri bölgeler ve kalkınma bölgeleri ilan etme yetkisinin tanınması; meclisin onayını alarak yeni federal bölgeler, belediyeler, şehirler, eyalet-
32
ler, deniz ve ada bölgeleri, komünal şehirler kurma ve bunların sınırlarını değiştirme hakkı verilmesi; hazinenin yönetiminde merkez bankasıyla birlikte başkanın da yetkili kılınması; başkanın birden fazla sayıda kişiyi başkan yardımcısı olarak atayabilmesi; silahlı kuvvetlerdeki subayların terfisiyle yetkilendirilmesi gibi. Tartışmalı bir diğer konu ise, olağanüstü hal ilanını düzenleyen maddelerde yapılmak istenen değişikliklerdi. Ulusal Meclis’in talebiyle gündeme getirilen bu değişiklik önerileri, olağanüstü hal durumlarının maksimum 180 günle sınırlı olmasına son veriyor ve olağanüstü halin buna neden olan koşullar sürdükçe devam edebilmesini öngörüyor. Bunun yanı sıra, kişilerin 1999 Anayasasına göre olağanüstü hallerde mevcut olan bilgilenme haklarının ortadan kaldırılması da isteniyor. 1999 Anayasası fazla demokratik gelmiş olacak ki, daha önce yurttaşlara tanınmış olan çeşitli haklarda da daraltmalar öngörülüyor pakette. Örneğin, 1999 Anayasasına göre kayıtlı seçmenlerin %15’inin imzası olması halinde anayasal değişiklik önerisi verilebilirken, değişiklik paketinde bu oran %20’ye yükseltiliyor. Aynı şekilde anayasal reform önerisinde bulunabilme koşulu %15’ten %25’e, kurucu meclis talebinde bulunabilme koşulu ise %15’ten %30’a çıkarılıyor. Buna paralel olarak, mevcut durumda yurttaşlar kayıtlı seçmenlerin imzalarının %10’unu toplamaları halinde referandum talebinde bulunabildikleri halde, değişiklik önerisi bu oranı %20’ye yükseltiyor. Seçilmişlerin geri çağrılması (örneğin başkanın görevine son verilmesi) talebi için geçerli olan oransa %20’den %30’a çıkarılıyor. Ayrıca bu koşul yerine getirildiği takdirde, yapılacak oylamada en az %40 katılımın sağlanması zorunluluğu getiriliyor (mev-
Ocak 2008 • sayı: 34
melerle son referandumda da aynı tutumun sürdürüldüğünü kanıtlamıştır. Woods, referandumda halk kitlelerinin Chavez’i kesin olarak destekleyeceklerinden o kadar emindir ki, aksini düşünenleri alaylı bir dille küçümsemektedir: “Aralık referandumunda «hayır» oyu mu vereceksin «evet» oyu mu? Bu sorunun altı yaşında bir çocuğun kolayca yanıtlayacağı bir soru olduğunu düşünüyorum. Ama bazı profesörlerin soruları yanıtlarken altı yaşındaki çocuklar kadar iyi olmadıkları görülüyor. İşte birincisiyle doğrudan ilişkili bir başka basit soru: Baduel’den yana mısın Chavez’den yana mı?” (Heinz Dieterich Anayasa Referandumunda Nerede Duruyor?, marxist.com) Burada bir parantez açıp kısa bir açıklama yapalım. Heinz Dieterich, yani “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mucidi ve bunu Chavez’in diline dolayan zat, “sosyalizm”, “işçi denetimi”, “devletleştirme” lafları fazla edilir olunca, “bu kadar hızlı gitmek karşı-devrim cephesini azdırır” türün-
cut anayasaya göre bu oran %25). Yasaların yürürlükten kaldırılması için gereken imzacı oranı ise kayıtlı seçmenlerin %5’inden %30’una yükseltiliyor. Son derece muğlak kavramlar içeren pakette, yine son derece eklektik biçimde, “sosyalist ekonomi”, “sosyalist devlet”, “sosyalist demokrasi” gibi ifadeler de geçmekle birlikte, bu sosyalizmin ne mene bir şey olduğuna dair tek kelime edilmiyor. Kamu mülkiyeti, sosyal mülkiyet, kolektif mülkiyet, karma mülkiyet adı altında sözde “yeni mülkiyet biçimleri” de tanımlanıyor. Ancak özel mülkiyet korunmaya, kapitalist ekonomi işlemeye devam ediyor. Bunun adı da karma ekonomi oluyor. Öyle görünüyor ki, Chavezci literatürde, katılımın, seçimin vb. olması “sosyalist demokrasi”, sosyal hakların korunmasına önem veren devlet “sosyalist devlet”, kooperatifçilik ise “sosyalist ekonomi” anlamına geliyor. Anayasal pakette bir de “halk iktidarı” diye bir şeyden bahsedilmekte ve “halk iktidarının” organları olarak işçi, öğrenci, kadın, çiftçi, balıkçı, yaşlı, sakat vb. konseyleri sıralanmaktadır. Oysa bu konseyler gerçekte işçiemekçilerin özyönetim organları olarak değil, halkın burjuva devlete ve dolayısıyla başkana tam bağımlılığını sağlamak üzere oluşturulan bürokratik örgütlenmeler olarak şekillendirilmektedir. Kimileri, bu konseyler karmaşası içinde sözü edilen işçi konseylerine dikkat çekerek, bunu işçi yönetimi ve sosyalizm yolunda ciddi bir kazanım olarak öne çıkarıyorlar. Oysa kâğıt üzerinde işçi konseylerinden söz edilmesi, hatta bunların tepeden buyruklarla hayata geçirilmesi, gerçek anlamda bir işçi yönetiminin kanıtı olarak asla ve asla sunulamaz. Sözde sosyalist Yugoslavya’dan Nasır Mısır’ına kadar pek çok ülkede bu tür oluşumlar yasal olarak tanımlanmış bürokratik oluşumlar olarak, sadece bir kandırmaca ve kimi durumlarda da işçiler ara-
marksist tutum
den itirazlarla Chavez’i aklıselime davet eder olmuştu. Aslında Dieterich “21. yüzyıl sosyalizmi”yle hiçbir zaman, devlet destekli bir kalkınma modelinden fazlasını kastetmemişti. Ama reformist profesörlerin ağzından saçılan sosyalizm lafları bile, kimi “Marksistleri” Venezuela’nın sosyalizme gidiyor olduğuna inandırmaya yetmişti. Keza son aylarda Dieterich gibi Baduel (Chavez’in Temmuz ayında görevinden istifa eden Savunma Bakanı) de, “devletleştirme”, “işçi denetimi” gibi kavramların sıkça kullanılır hale gelmesinden son derece rahatsızdı ve bu nedenle de Chavez karşıtı saflara geçmişti. Chavez’in 1980’lerden beri en yakın dava arkadaşlarından biri olan Baduel’in saf değiştirmesi ve “Venezuela ordu mensuplarının analiz etme ve düşünme yetenekleri küçümsenmemelidir” türü ifadelerle üstü örtük darbe tehditlerinde bulunması, burjuvazi ve bürokrasi cephesinde kapalı kapılar ardında pek çok plan yapıldığının da önemli bir göstergesiydi. Bu
sındaki rekabeti arttırıp onları köleleştirmenin bir aracı olarak kullanılmışlardır. Tabandan gelen bir inisiyatifle oluşturulmayan ve demokratik bir içeriğe sahip olmayan, her şeyden önemlisi bir yönetim aygıtı olarak şekillenmeyen işçi konseylerinin, devrimci işçi konseyleriyle isim benzerliği dışında hiçbir benzerliği yoktur. Paket, oy verme yaşının 18’den 16’ya indirilmesini de (Avusturya, Brezilya, Nikaragua’da olduğu gibi) öngörüyor. Pakette işçi ve emekçilerin çıkarına olarak yapılan değişiklik önerileri ise şunlar: Haftalık çalışma süresinin 44 saatten 36 saate indirilmesi; kendi hesabına çalışanların da sosyal güvenlik kapsamına alınması; yerlilerin ve Afrika kökenlilerin haklarının genişletilmesi; kamu eğitiminin üniversiteler de dahil parasız olması; üniversite yönetimlerinin seçiminde profesörlerin, öğrencilerin ve çalışanların eşit oy hakkına sahip olmaları. Pakete bakıldığında, referandumun esas olarak Chavez’in ve Chavezci hükümetin yetkilerini alabildiğine arttırmak için tasarlandığı açıkça görülüyor. Reformistler ise, bugün de, paketin işçi ve emekçilerin çıkarına olan, ancak sayıları da oldukça sınırlı olan maddelerini öne çıkarıyorlar. Oysa, bu tür düzenlemelerin yapılması için hiç de anayasanın değişmesi gerekmiyordu. Chavez yanlısı partilerin egemenliğindeki Ulusal Meclis, bu maddeleri istediği an yasalaştırabilirdi. Ama belli ki, esas amacı Chavez’in başkanlık süresini uzatmak olan paketi cazip hale getirebilmek için, işçi ve emekçilere de birtakım kırıntılar verilme ihtiyacı hissedilmiş ve bu maddeler de paketin sosu olarak tasarlanmıştır. Kıta Avrupa’sındaki pek çok ülkede bu tür düzenlemelerin şu ya da bu ölçüde var olduğunu göz ardı ederek bunları “sosyalist düzenlemeler” olarak değerlendirmek, reformizmin sağa kayışta sınır tanımadığının tipik bir göstergesidir.
33
marksist tutum
planların ne aşamada olduğunuysa kuşkusuz zaman gösterecek. Ancak, Baduel gibi Bolivarcı bir generalin, Chavez’in şu ya da bu yöntemle saf dışı bırakılmasının ardından iktidar koltuğuna oturtulması, Latin Amerika gibi darbeler cenneti bir kıtada, hiç de gözardı edilemeyecek bir olasılık olarak canlılığını korumaktadır. Konumuza dönecek olursak, A. Woods’un satırlarında dile gelen kaba mantığın geçersizliğini görmek için fazla beklemek gerekmemiştir. Söz konusu satırların kaleme alınmasından birkaç gün sonra gerçekleşen anayasa referandumunun sonuçları, bunun için yeterli olmuştur. Daha önce Chavez’e oy veren 3 milyon emekçi bu referanduma katılmayarak evet/hayır kalıbını benimsemediklerini göstermişlerdir. Bu nedenledir ki, referandum öncesinde güllük gülistanlık bir Venezuela tablosu çizen IMT, referandumun ardından, Venezuela’da “çoğunluğun hâlâ yoksulluk içinde yaşadığını”, “evsizlik sorununun devam ettiğini”, “emekçilerin daha az laf, daha fazla icraat istediklerini” dile getirmek zorunda kalmıştır. Sosyalist hareketin önemli bir kesiminin, referandum yenilgisini değerlendirirken, burjuva propagandanın gücünü öne çıkardığını ve yenilgiyi Chavezcilerin değişiklik paketini halka yeterince anlatamamalarına bağladığını görüyoruz. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, gerçekten de Venezuela burjuvazisi, başta ABD olmak üzere uluslararası sermayeden her türlü maddi-manevi destek alarak, büyük bir karşı propaganda kampanyası yürütmüştür. Burjuvazinin medyayı, kiliseyi ve ekonomik gücü kullanarak yürüttüğü bu kampanyanın temel iskeletini ise, “referandumda evet çıkarsa sosyalizme geçilecek ve devlet ikinci evinizi, arabanızı, dükkânınızı, çocuklarınızı elinizden alacak, dini yasaklayacak” gibi en bayağısından anti-komünist yalanlar oluşturmuştur. Ancak bize göre, geniş emekçi kitlelerin çekimserliğini, burjuva propagandanın gücüne ya da Chavezcilerin bu propagandanın etkisini kırmaktaki yetersizliklerine bağlamak hiç de doğru değildir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bunu iddia eden sosyalist kesimler açısından, dokuz yıldır
Ocak 2008 • sayı: 34
“devrim” yaşandığı söylenen bir ülkede burjuvazinin bu sığ yalanlarının emekçi kitleleri nasıl böylesine etkilediği de açıklanmaya muhtaçtır. Hele de, milyonlarca üyesi olan bir parti yaratan, televizyon ve radyolarda onlarca saat aralıksız konuşma rekorları kıran bir başkana sahip olan, devlet iktidarının tüm avantajlarını elinde bulunduran bir Chavezci hareket varken. Bolivarcı cephe içinde alabildiğine sağa kayan bir diğer kesim, yenilgiyi, Chavez’in fazla aceleci davranmasıyla, reform sürecini hızlandırarak muhalefete kendisine saldırıda bulunma fırsatı sunmasıyla ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Bu kesim, Chavez’in resmi yayın organı gibi çalışan venezuelanalysis.com sitesinin yöneticisi Greg Wilpert’den Heinz Dieterich’e kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Söz konusu reformist kesim, öz olarak, “daha dokuz yıl oldu, bu acele niye” demeye getirmektedir. Buna karşılık, Chavez’in kuyruğuna takılıp onu sola çekmeye çalışan Marksizm kisveli reformistlerse, sorunu, devrimin “çok yüce gönüllü, çok toleranslı, çok sabırlı, çok nazik” olmasında görmektedirler. Oysa asıl sorun, ne burjuvazinin gücünde, ne fazla ileri gidilmesinde, ne de devrimin sabırlı, toleranslı ve nazik olmasındadır. Temel sorun bunun bir devrim olmamasından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, tarihte yaşanan hiçbir devrim sabırlı olmamıştır, olamaz. Aksine devrimci önderlikler, pek çok devrimde, ateşli ve plansız çıkışlarla, erken ayaklanma girişimleriyle boğuşmak zorunda kalmışlardır. 1917 Rusya’sında yaşanan Temmuz Günleri bunun en tipik örneğidir. Ancak bu gerçeği gayet iyi bildikleri halde işlerine öyle geldiği için ona gözlerini kapatmayı tercih edenler, suçu Bolivarcı bürokrasiye yüklemektedirler. Eğer Chavez bunlardan bir kurtulabilse, “Marksistleri” daha fazla dinlese, sosyalist devrim tamamlanacaktır! Onlara göre, bir yanda sosyalizm yolunda ilerleyen devrimci Chavez bulunmaktadır, diğer yanda onun altını oymak isteyen, sosyalizme geçilmesini baltalamak için çalışan reformist bürokratlar: “Bürokratlar ciddi bir kitlesel kampanya örgütlemek Chavez’in kuyruğuna takılıp onu sola çekmeye çalışan Marksizm kisveli reformistler, sorunu, devrimin “çok yüce gönüllü, çok toleranslı, çok sabırlı, çok nazik” olmasında görmektedirler. Oysa asıl sorun, ne burjuvazinin gücünde, ne fazla ileri gidilmesinde, ne de devrimin sabırlı, toleranslı ve nazik olmasındadır. Temel sorun bunun bir devrim olmamasından kaynaklanmaktadır.
34
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
için tümüyle yetersiz olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Muhalefetin yalanlarına yanıt verememişlerdir. Anayasa reformunda işçi sınıfının çıkarına olacak –36 saatlik iş haftası gibi– pek çok noktayı açıklamayı başaramamışlardır. Bu sosyalist önlemlere bizzat kendileri karşı çıkarken, bunu nasıl yapabilirlerdi ki?” (Alan Woods, Referandum yenildi – Bu ne anlama geliyor?, marxist.com) Merak edenler için hemen belirtelim ki, sözü edilen “sosyalist önlemler”, 36 saatlik iş haftası, kendi hesabına çalışan küçük-burjuvazinin (nüfusun oldukça geniş bir bölümünü oluşturuyor) sosyal güvence kapsamına alınması, yerlilere tanınan kültürel hakların genişletilmesi, parasız eğitimin güvence altına alınması ve bolca “konsey” demagojisinden ibarettir. Chavez’in ve meclisin yetkilerini arttıran maddelerin yanında, bu düzenlemelerin referandum paketinin hiç de ağırlıklı bir kısmını oluşturmadığını da eklemek gerekir. “Konsey” demagojisi bir kenara bırakılacak olursa, bu düzenlemelerin işçi-emekçilerin çıkarına oluğu inkâr edilemez. Ancak bunlar son tahlilde reformlardan ibarettirler ve reformlardan “sosyalist önlemler” olarak bahsetmek reformizmin daniskasıdır.
rını kaldırmayı tercih etmiştir. Durum böyleyken, emekçi nüfusun yarısından fazlasının, “yıllardır devrimden bahsediyoruz ama köklü olarak değişen hiçbir şey yok” düşüncesiyle hoşnutsuzluklarının derinleşmesinden ve bu nedenle de referandumda çekimser kalmalarından daha doğal bir şey olabilir mi?
Referandum neden yenilgiyle sonuçlandı?
Bütün bunların yanında, Chavez’in hayallerini süsleyen şeyin, kişisel diktatörlüğünün garantileneceği bir rejim inşa etmek olduğu da aşikârdır. Ancak Venezuelalı emekçiler, sosyalizm maskesi altında pazarlanmaya çalışılan bu kandırmacaya karınlarının tok olduğunu referandum sonuçlarıyla göstermişlerdir. İşçi ve emekçilerin hatırı sayılır bölümünün, kapitalizmin onları giderek daha çok sefalete ittiğini kavradıkları ölçüde, sosyalist düşüncelere sempatiyle yaklaştıkları bir gerçektir. Zaten Chavez de, Küba güzellemeleri eşliğinde sosyalizm maskesi takarak bu sempatiyi sömürmeye çalışmaktadır. Ne var ki “eşitlikler ve mutluluklar ülkesi” Küba güzellemeleri olsa olsa tuzu kuru küçük-burjuva sosyalistlerin ruhunu okşayabilir. Peki, burjuva devlet aygıtının tümüyle parçalanarak siyasal iktidarın işçi konseylerinin eline geçtiği, tüm ekonominin bu konseyler aracılığıyla yönetildiği, yoksulluğun değil zenginliğin paylaşıldığı, demokratik temellere dayanan bir işçi devleti, Chavez’in kuyruğuna takılarak inşa edilebilir mi? Bu soruya devrimci Marksistlerin verdiği yanıt, hiç tereddütsüz hayırdır. Tersini düşünen reformistler, işçi ve emekçileri oyalamak, devrimci enerjilerini söndürerek yok etmek ve onları bir Bonapart’ın esiri haline getirmek dışında hiçbir şey yapmamakta, son tahlilde, kitlelerin proleter devrimci bir yola girmelerine engel olmak suretiyle devrimci davaya ihanet etmektedirler. Bugün devrimci Marksistlerin önünde duran yakıcı görev, Chavez’e yönelik ölümcül yanılsamaya bir son vermek ve kitlelere gerçek devrimci alternatifin yolunu göstermek için kararlı ve sabırlı bir çalışma yürütmektir. Aksi halde neler olacağını görmek için tarihteki sayısız örneğe bakmak yeterlidir.
Referandumun yenilgiyle sonuçlanmasının nedenlerini bulmak isteyenler her şeyden önce hayaller âleminden çıkıp Venezuela’nın somut gerçekler dünyasıyla yüzleşmek zorundadırlar. Dokuz yıldır “devrim” yaşandığı ve “sosyalist” önlemlerle “sosyalizme” yürüdüğü söylenen Venezuela’da, halkın %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşamaya devam etmektedir. Ekonomide petrole endeksli büyüme rekorları kırılırken, enflasyon oranı resmi verilere göre %20, işsizlik oranıysa %9 civarındadır. Gerçek işsizlik oranının resmi açıklamaların çok üzerinde olduğu ise kimse açısından bir sır değildir. Bankaların en kârlı yıllarını yaşadıkları, zenginlerin daha da zenginleştiği, lüks otomobillerin satış rekorları kırdığı Venezuela’da, yoksul işçi ve emekçilerin en temel problemlerinden biri olan konut sorunu hâlâ çözülememiştir. Nüfusun aş ve iş umuduyla aktığı başkent Caracas’ın etrafı, tepeleri kaplayan sefil durumdaki gecekondularla çevrilmiş durumdadır. Burjuvazi, son aylarda, temel besin maddeleri üzerinde uygulanmak istenen fiyat sınırlamasını kaldırtmak ve halkı yılgınlığa sürükleyerek Chavez karşıtı cepheyi güçlendirmek için, yapay bir kıtlık yaratmıştır. Bu kıtlık nedeniyle halkın %75’i et, süt, şeker, yağ gibi en temel ihtiyaç maddelerine ulaşamamakta ya da bu maddeleri fahiş fiyatlarla temin etmeye zorlanmaktadır. Buna rağmen, bu sabotajı gerçekleştirenler esas olarak ekonomiye tümüyle hâkim olan birkaç tekelci sermaye grubu oldukları halde, bunların kılına dokunulmamakta, en ufak bir mülksüzleştirme girişiminde bulunulmamaktadır. Tersine, referandum yenilgisinin ardından Chavezci hükümet, bir geri adım daha atarak, kıtlığı önlemek adına fiyat sınırlamala-
Reformistler, işçi ve emekçileri oyalamak, devrimci enerjilerini söndürerek yok etmek ve onları bir Bonapart’ın esiri haline getirmek dışında hiçbir şey yapmamakta, son tahlilde, kitlelerin proleter devrimci bir yola girmelerine engel olmak suretiyle devrimci davaya ihanet etmektedirler. Bugün devrimci Marksistlerin önünde duran yakıcı görev, Chavez’e yönelik ölümcül yanılsamaya bir son vermek ve kitlelere gerçek devrimci alternatifin yolunu göstermek için kararlı ve sabırlı bir çalışma yürütmektir.
35
Butto Suikastıyla Derinleşen Kriz Selim Fuat
36
K
ısa bir süre önce, “seçimlere kadar geçecek sürede Pakistan’da sular durulacağa benzemiyor. Bir yandan Navaz Şerif diğer yandan İslamcı örgütler ‘ittifak’ arabasının yoluna taş koymak için ellerinden geleni yapacaklar gibi görünüyor. Zaten emperyalist paylaşım kavgasının kızıştığı koşullarda bu bölgede kalıcı bir sükûnet beklemek abes olurdu” değerlendirmesinde bulunmuştuk. Benazir Butto’nun öldürülmesiyle Pakistan’da var olan siyasal kriz ortamı daha da derinleşti. Butto’nun öldürülmesinin ardından, onun “siyasi kalesi” olarak görülen Karaçi’de, başkent İslamabad’da ve Ravalpindi, Yakubabad, Multan, Haydarabad, Muzafferabad, Peşaver, Larkana, Lahor gibi birçok kentte gösteriler düzenlendi. İçişleri Bakanlığı ülkede çıkan olaylarda ilk iki günde 32 kişinin öldüğünü açıkladı. 8 Ocakta yapılacak olan genel seçimlerin ertelenmesi gündeme gelirken muhalefet lideri Navaz Şerif, partisi Pakistan Müslüman Birliğinin genel seçimleri boykot edeceğini duyurdu. Düzenlediği basın toplantısında “Pervez Müşerref ’in varlığında, adil ve özgür seçim yapmak mümkün değil. Bütün sorunların temel nedeni Müşerref ’tir” diyerek Müşerref ’in istifasını isteyen Şerif, halka da grev çağrısında bulundu. Hatırlanacağı üzere, 6 Ekimde düzenlenen başkanlık seçiminde Müşerref, Benazir Butto ile ABD nezaretinde yaptığı, Butto’nun Pakistan’a dönmesine izin veren anlaşma sayesinde yeniden seçilmiş, ancak bu durum ülkedeki gerilimi de artırmıştı. Bunun üzerine Müşerref, 3 Kasımda ülkede olağanüstü hal ilan etmişti. Benazir Butto, ilerleyen günlerde Müşerref ’e olan desteğini azaltmaya başlamış, zamanla da geri çekmişti. Butto’nun kanlı bir biçimde tasfiye edilmesiyle birlikte şimdi bu suikastın arkasında kimlerin olduğu sorusu yanıtlanmaya çalışılıyor. Kimileri ilk elde Pervez Müşerref ’i işaret edi-
Ocak 2008 • sayı: 34
yor. Şimdi ertelenmesi gündeme gelen 8 Ocakta yapılacak seçim, Pervez Müşerref ’in Cumhurbaşkanlığının meşruiyeti bakımından büyük önem taşıyordu. Ancak Butto’nun seçim zaferi durumunda, Müşerref en çok sıkışacak, baskı görecek ve durumu en zor hale gelecek kişi olarak gözüküyordu aynı zamanda. Gerçi ordu içindeki desteğiyle belli ölçülerde bu baskılara karşı koyması da söz konusu olabilirdi. Yine de Butto suikastının doğuracağı tepkilerin doğrudan yöneleceği kişi olarak Müşerref, bu tepkileri göğüsleyebilecek sağlamlıkta bir iktidar gücüne de sahip görünmüyor. Müşerref, ABD ve burjuva medya tarafından öne çıkarılan bir diğer olasılık da suikastın arkasında İslamcı güçlerin yattığıdır. Nitekim Butto Pakistan’a gelmeden önce, ilk iş olarak radikal İslamcı gruplarla mücadele edeceğini, liberal demokrasiyi hâkim kılacağını belirtmişti. Son dönemlerde, ABD’nin Müşerref ’e yoğun baskısı yüzünden bu gruplar, Pakistan’da hareket alanı bulmakta belli ölçüde zorluk çekiyorlardı. ABD’ye ve İngiltere’ye bu konuda sözler vererek ülkeye dönebilmiş Butto’nun olası iktidarında daha da zorlanacaklarını düşünen bu örgütlerin Butto’yu hedef almış olabileceği ilk bakışta akla aykırı gözükmüyor. Ne var ki ABD’nin ve Müşerref ’in hedef olarak sivrilttikleri El-Kaide suikastı kendisinin gerçekleştirmediğini duyurmuştur. Derinleşen krizin boyutlarının Pakistan ile sınırlı kaldığını düşünmek de mümkün değil. Suikastın hemen ardından ortaya konan uluslararası tepkiler ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin olağanüstü olarak toplanması, olayı sadece Pakistan’ın iç meselesi olarak düşünmenin anlamsızlığını açık bir biçimde ortaya koyuyor. Zaten uluslararası medya organlarında olayın sıcaklığı ile yapılan ilk değerlendirmelerde bile, Benazir Butto’ya düzenlenen suikastın ardından, nükleer silah sahibi Pakistan’da büyük bir ayaklanma veya iç savaş çıkmasından korkulduğu sıklıkla yazıldı. Örneğin The Times of London gazetesinde, Pakistan’da “Kabus Senaryosu” yaşandığı belirtilerek, “Batı, her zaman Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref ’in öldürülmesinin uluslararası düzen açısından bir ‘Kabus Senaryosu’
marksist tutum
olduğuna inanmıştı. Şimdi aynı şey Butto’nun ölümüyle gerçekleşebilir” yorumu yapıldı. Elbette nükleer silahlar iç savaşta kullanılamayacağına göre, bu yorumcuları asıl kaygılandıranın bu nükleer silahların emperyalist paylaşım kavgasının hangi unsurlarının kontrolüne gireceği olmalı. Kuşkusuz bir başka olağan şüpheli de ABD. Gerçi uğraştığı Afganistan ve Irak gibi iki cephe mevcutken, ABD’nin, nükleer silahlara sahip Pakistan’ın radikal İslamcı örgütlerin güçlenmesiyle derin bir istikrarsızlığa sürüklenmesini istemeyeceğini, böylesi bir durumun Afganistan’daki müttefiklerini güç durumda bırakacağını, bu yüzden bile bile ayağına kurşun sıkmayacağını düşünenler de hiç az değil. Ancak emperyalist sistemdeki hegemonyasını sürdürmek için başlattığı projesini hayata geçirme doğrultusunda müdahaleci bir strateji izleyen ABD emperyalistlerinin istikrarsızlıktan korktuklarını düşünmek de pek anlamlı değildir. Müşerref aracılığı ile yarım yamalak kontrol edebildiği, ona destek olarak düşündüğü Butto’nun da yer yer çizilen çizgilerin dışına çıkmaya meylettiği bir durumda, ABD’nin karışıklığı bahane edip, Pakistan’a da kendi eliyle “demokrasi” götürmeyi düşünmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim ABD’nin Pakistan ordusu ve gizli servisi içindeki etkinliği bir sır değildir. Sonuçta tüm bu karmaşa içinden bizlerin gerçek faili bulup çıkarması pek de mümkün görünmüyor. Birbirlerine giren güçlerin diğerlerine ilişkin faş edecekleri bilgi kırıntılarından daha fazla bir şeyin elimize geçmeyeceği açık. Üstelik her zaman olduğu gibi, gene manipülatif açıklamalarla gerçeklerin üzerini bir sır perdesiyle örtülemeye çalışacakları da kesindir. Bu yüzden bizlerin dikkati, sınıf mücadelesinin ihtiyacı olan kavrayışları üretmek doğrultusunda yoğunlaşmalıdır. Pakistan’da olup bitenler, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda son dönemde attıkları adımları göstermektedir. Bundan sonra, Pakistan’da ordunun müdahalesi, sıkıyönetim ilanı söz konusu olabilir, hatta bir iç savaşa doğru da gidilebilir. Ancak bütün bunlar işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün kıyımı pahasına olacaktır. Butto’nun Halk Partisinin ya da diğer burjuva partilerin peşinden giden işçiler ve emekçiler, fillerin bu tepişmesinde de ezilen olmaktan kurtulamayacaktır. Öte yandan emperyalist kapitalist sistemin içine girdiği konjonktürün, yıkımı, çatışmaları ve savaşları her tarafa yaydığını Pakistan’da olanlar bir kez daha gösteriyor bize. Emperyalistlerin yaktığı ateş dünyayı içten içe sarmaktadır. Bundan hiçbir coğrafyadaki işçiler kaçınamayacaktır. Bu yüzden buna karşı koymanın yegâne yolu olan işçi devrimlerine hayat bulduracak mücadeleleri her yerde örgütlememiz ve yükseltmemiz gerekiyor.
37
Sabahın sahibi vardır, Gün daima bulutta kalmaz. Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri!
12 Eylül Kuşağı Suphi Koray
38
TC
burjuvazisinin işçi sınıfının 70’li yıllarda doruğa çıkan devrimci mücadelesini bastırmak için başvurduğu 12 Eylül faşist darbesi, toplum üzerine ölü toprağı örtmüştü. Faşist rejim işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmayıp, bizatihi darbeyi yapanların elleriyle “olağan” bir rejime evriltilince, kitleler üzerinde yarattığı olumsuz etkileri de bugünlere kötü bir miras olarak kaldı. Bugün tam da bu etkilerin kırılamadığı bir korku toplumunda yaşıyoruz dersek yanlış olmayacaktır. Faşizmin hemen her alanda yarattığı yıkım, toplumun tüm kesimlerine sirayet etti. Daha önce kuyruklarda açlıkla terbiye edilen kitleler, sopayla, insanın havsalasının almayacağı cinsten uygulamalarla terbiye edilmeye çalışıldı. Bunda büyük oranda başarı sağlandı da. Gerek ‘82 Anayasasının ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, gerekse sınıf mücadelesinin bugünkü seyri bunu gösteriyor. Devrimci mücadeleye katılmış olanlar zindanlarda, cezaevlerinde faşizmin eli kanlı cellâtlarının işkencelerine maruz kaldı, kimisi bu cellâtların ellerinde can verdi. Kanlı yüzü çırılçıplak açığa çıkan kapitalizm sadece kendisine karşı mücadele bayrağına sarılmış olan devrimcilere değil, siyasete bulaşmayan “tarafsızlara” da benzer şekilde muamele etmekten geri durmadı. Cunta “kardeş kavgasına” son verdiği yalanını inandırıcı hale getirmek için sağ görüşlü kişileri de idam sehpasına göndermesine karşın, darbenin hedefinin ne olduğu yeterince açıktı: İşçi sınıfının yükselen devrimci mücadelesi. Hem işkencelerden geçirilenlerin kimliği, hem de cuntanın ilk saldırdığı şeyin grevler olması bunu kanıtlıyor. ‘80 öncesinde istediği gibi hareket etmesinin önünde büyük bir engel olan işçi sınıfının mücadelesi burjuvazinin canını çok acıtmış olacak ki kuyruğuna basılmış gibi karşı saldırıya geçti. Bir yandan o güne kadar vermek zorunda kaldığı tavizlerin acısını
Ocak 2008 • sayı: 34
çıkartırken, diğer taraftan da aynı tehlikeyle yeniden karşı karşıya kalmamak için yeni kuşakların daha baştan terbiye edilmesini de ihmal etmiyordu. Eskaza işçi sınıfının çocukları da anne ve babaları gibi sınıf düşmanlarının karşısına dikilebilir, hatta daha da ileri gidip 12 Eylülün hesabını sorabilirdi! Bu tehlikeyi bertaraf etmek için burjuvazinin ‘80 öncesinden mücadeleye dair iyi, güzel ne varsa hepsini hafızalardan silmesi gerekiyordu. Hem ‘80 öncesi mücadeleci kuşağın hafızasından, hem de yetişecek yeni kuşağın hafızasından! Mücadeleyi çağrıştıracak ne varsa yok edilmesi gerekiyordu. Bunun için okul, sokak, cadde ve mahalle isimleri bile değiştirildi. Bu da yetmezmiş gibi çocuklara “Türk milli şuurunu” benimsetecek isimler verilmeye başlandı. “Devrim, örgüt, Kürt” gibi sözcüklerin kullanımı yasaklandı, “Atatürk devrimleri” bir gecede “Atatürk inkılâpları” halini aldı. İnsanların dillerine bile kilit vurulduğu bu dönemde büyüyen çocukların, 12 Eylül’den onu doğrudan yaşayanlardan daha fazla etkilendiklerini söylemek abartı olmayacaktır. Ailelerinin, medyanın ve burjuva eğitimin denetimi altında yetişen bu çocuklar 12 Eylül’ün sonuçlarını gösteren en iyi kanıtlar oldular. İşkenceci cuntanın yarattığı korku, anne-babaları, çocuklarını tehlikeden korumak adına onları adeta cam fanusta yetiştirme eğilimine sürükledi. Bu çocuklar kapitalizmin katı gerçekleri ile yüz yüze geldiklerinde ise, neyle karşı karşıya olduklarını bile bilmeden sudan çıkmış balık gibi kendi paçalarını kurtarmak amacıyla çırpınıp duruyorlar. Zaten birey olma sürecinin yaşanmadığı bu topraklarda, faşizmin politikaları bireylerin iyice kişiliksizleşmesine yol açtı. TC burjuvazisi, faşizm ile kendisi için en uygun özelliklere sahip bireyi yetiştirmeye başladı. ‘80 öncesinin düşünen, sorgulayan, hakkını arayan, mücadele eden bireyi burjuvazinin çıkarlarına ters düşüyordu. Sistemi tehdit eden bu birey tipinin aksine, düşünmeyen, sorgulamayan, boyun eğen bireylerin varlığı, burjuvazinin daha önceden hayata geçiremediği planlarını uygulamak için elverişli ortamı yaratacaktı. Maalesef faşizmin yetiştirdiği bu bireyleri evde, sokakta, işyerinde, okulda, kısacası her yerde görmek mümkün! Her şeyin devletten veyahut tanrıdan beklendiği bu topraklarda, devletin bütün kademelerinde askerin arzı endam etmesiyle emir-komuta zinciri toplumun her alanında hâkim kılınmış oldu. Okulda, işyerinde, sokakta hatta evde bile kışla ortamının askeri disiplini sağlandı. Okulda sorulan soruyu bilememek, derse geç kalmak, konuşmak gibi sıradan bir nedenden dolayı dayak yemek “eğitimin” en önemli araçlarından biri haline getirildi. Öğrenciler daha baştan denetim altına alınarak rejime muhalif herhangi bir düşüncenin bu genç dimağlarda yeşermesinin önüne geçilmeye çalışıldı. Nitekim konuştuklarında bile tokadı yiyen bu gençler, daha sonra yaşadıkları haksızlıklar karşısında da susmaya devam edeceklerdi.
marksist tutum
12 Eylül’ün gözünde herkes ya suçluydu ya da suçlu olma potansiyelini içinde barındırıyordu. 17 yaşındaki gencecik bir devrimciyi yaşını büyüterek asan zihniyet, çocuk yaştaki öğrencilere de suçlu gözüyle bakıyordu. Bu yüzden de daha baştan ipin ucunun sağlam tutulması gerekiyordu. Suçlu suçsuz, genç yaşlı herkes rejimin istediği gibi düşünecek ve yaşayacak, kimsenin kendi bağımsız fikirleri ve düşünce tarzı olmayacaktı. Evden okula, okuldan eve, evden işe, işten eve gidilecek, böylece kimse “zararlı” fikirlere ve eylemlere girişmeyecekti. 12 Eylül dönemin bu tip uygulamaları kapitalizmin doğasında bulunan yabancılaşmanın had safhaya çıkmasına yol açtı. Kendilerine ait maddi ya da manevi hiçbir şey üretemeyen işçilerin yeni kuşağı kendisine ve kendi sınıfına yabancılaştı. Bıraktık dünya meselelerine kafa yormayı ve bunun için bir şeyler yapmayı, kendi kişisel sorunlarına bile kafa yormayan, kendi başına hiçbir sorununu çözemeyen gençler yetişti. Kendi başına çözemeyeceği sorunlarda da çevresindekilerle bağ kuramayan, asosyal bir kuşak yaratıldı. “Babana bile güvenme” anlayışının etkin kılındığı ‘80 sonrası kuşaktan olanlar bu yüzden okulda sıra arkadaşına, işyerinde mesai arkadaşına güvenemeyen bireyler haline geldiler. Ekilen bu güvensizlik tohumları, nasıl bir sınıfın mensubu olduklarının fakında olmayan, çalıştıkları makinenin bir uzantısı haline gelmiş genç işçilerin yetişmesine sebep oldu. Asosyalleşme beraberinde depolitizasyonu da getirdi. Tüm sorunların müsebbibi olan kapitalizme güvensizlik yerine kendine ve çevresine duyulan güvensizlik, politik konulara ilginin de yok olmasına yola açtı. Sadece kendi sorunlarına değil, dünyanın bütün sorunlarına kafa yoran ‘80 öncesi kuşağın yerini, “benim siyasetle işim olmaz” diyen apolitik bir kuşak aldı. “ Oysaki politika yaşamı doldurur, politikanın dışında olmak, politika yapmadan yaşamak, boşlukta yaşamak gibidir” diyor Troçki bir yazısında. Maalesef, ‘80 sonrasında yaratılan toplum, boşlukta yaşayan insanlarla dolu hâlâ. Siyasetin hayatın her alanında mevcut olduğunun farkında olmayıp siyasetle ilgilerinin olmadığını söyleyenler aslında tam da düzenin siyasetini yapıyorlar. Siyasetle uğraşmamakla tehlikelerden kurtulduğunu düşünenler, aslında yaşadıkları sorunlar karşısında ne kadar çaresiz kaldıklarını unutuyorlar. 12 Eylül’ün yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen bu karanlığın sonsuza değin süreceğini düşünmek, umutsuzluğa kapılmak ciddi bir hata olur. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. İnişler ve çıkışlarla, devrimler ve karşı-devrimlerle bezelidir sosyalist mücadele. Üstelik ‘80 sonrasının apolitik gençleri, mücadele eden babaları gibi SSCB’nin yıkılışının yarattığı hayal kırıklığını da yaşamadılar. ‘80 sonrası kuşak ne kadar politikadan uzak durmaya çalışırsa çalışsın, gün gelip rüzgâr devrimden yana estiğinde mücadelenin yükselen dalgası onları da içine alacaktır. Bize düşen görev yılmadan mücadeleyi yükseltmek ve o güne hazırlanmaktır.
39
Avusturya İşçi Marşı Aylin Dinç
40
İ
şçi sınıfı burjuvaziye karşı mücadeleye giriştiği ilk dönemlerden bu yana bazen zaferler, bazen yenilgilerle dolu koca bir sınıf savaşımı tarihi yaratmıştır. Yenilgiler ağıtlarla, zaferlerse marşlarla anlatılmıştır çoğu zaman. Her bir satırı mücadele tarihi içinde dünyanın herhangi bir yerindeki sınıf kardeşlerimizin kanıyla yazılmış olan marşlarımız, sınıfımızın devrimci ateşini dilden dile aktaran birer meşaledir. İşçilerin cesaretini ve atılganlığını simgeleyen devrimci marşlarımız, insanlığın büyük bir kısmını sermaye sahibi küçük bir asalak sınıf için köleleştiren bu sisteme karşı öfkemizi daha da biler, mücadele coşkumuzu daha bir tırmandırır, burjuvaziye karşı kinimizi doruğa çıkarır. Onlar, kendilerinden sonraki kuşağa mücadeleyi, direnmeyi, umudu ve öfkeyi haykıran atalarımızın vasiyet sözleridir adeta. Teslimiyeti değil direnişi aşılarlar ve inatla yola devam etmek gerektiğine işaret ederler. Bir ülkede doğar her yerde vücut bulurlar. Bugün Enternasyonal Marşı, Avusturya İşçi Marşı, İtalyan İşçi Marşı, Çav Bella gibi marşlar, mücadele ile tanışmış olan herkesin duygularını ortaklaştıran ezgilerdir. Ortak düşmanımız olan burjuvaziye karşı mücadele ederken hep bir ağızdan haykırdığımız marşlarımızın sözlerini söylemek kadar hikâyelerini bilmek de önemlidir. Örneğin Avusturya İşçi Marşı olarak bildiğimiz marşın orijinalinin hikâyesi Rusya’da Ekim Devrimi sonrasında yaşanan iç savaşa uzanıyor. O dönemde Bolşeviklerden yana olmayan tüm güçler Çarın eski generallerinin komutasında karşı-devrimci bir ordu oluşturdular. Başkomutanı Baron Pyotr Nikolayeviç Vrangel olan karşı-devrimci Beyaz Ordu, 1920’de Kızıl Ordu tarafından ezilerek yok edildi. 1920’de, Pavel
Ocak 2008 • sayı: 34
Grigoriev, Baron Vrangel’e atfen adı “Beyaz Ordu, Kara Baron” olan bir şiir yazdı ve bu şiir Samuel Pokrass tarafından marş olarak bestelendi. Kızıl Ordu’nun yaklaşan zaferinin anlatıldığı bu marşın ilk versiyonlarında nakarat “Yoldaş Troçki’nin bahriyelileri bizi son savaşa çağırıyor” biçimindeydi. İşte bizim Avusturya İşçi Marşı olarak söylediğimiz marşın müziği bu marştan alınacaktı. Marş Rusya’da doğmuş olmasına rağmen, böylece daha sonra Viyanalı İşçiler olarak tanınıp ünlenecekti. 1920 yılından sonra Avusturya’da siyasal ortam gittikçe kızışmıştı. İşçi sınıfının yükselen mücadelesinin yanı sıra faşist örgütlenmeler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu süreçte, eyaletlerde kurulan gerici “yurt savunma birlikleri” (Heimwehr) gitgide faşistleştiler. İşçilerin 1927 Ocağında düzenlediği mitinglerden biri faşist Heimwehr’in saldırısına uğradı ve iki işçi öldürüldü. Bu olaya ilişkin dava sonucunda katiller Temmuz ayında beraat ettirilince, 15 Temmuz 1927’de Viyanalı işçiler 24 saatlik genel grev çağrısıyla büyük bir miting gerçekleştirdiler. Posta ve demiryolu işçileri de süresiz greve çıktılar. Gerçekleştirilen miting esnasında işçiler Adalet Sarayını ve polis karakollarını ateşe verdiler. Asker ve polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucunda 90’dan fazla işçi öldürülürken, 500 işçi yaralandı. Temmuz Ayaklanması olarak tarihe geçen bu olay sonucunda, sosyalist bir aileden gelen Avusturyalı şair, yazar, gazeteci Fritz Bruegel (1897-1955) “Beyaz Ordu, Kara Baron” marşının müziğinin üzerine Almanca sözlerle, Viyanalı İşçiler’i (Die Arbeiter von Wien) yazacaktır. Bu marş 1929’da İkinci Uluslararası Gençlik Gününün marşı olarak kabul edilir. Şubat 1934’de de Viyana başta olmak üzere Avusturya’da faşizme karşı girişilen silahlı isyanın simgesi olur. Direnişçiler yenilir ama marşlarının mesajı tüm dünyaya yayılır. Avusturya İşçi Marşının sözlerini Türkçeye kimin uyarladığı bilinmiyor. 1973 yılında Avrupa’daki işçi örgütlerinin kurduğu Avrupa Türkiyeli Toplumcular Federasyonu (ATTF) bünyesinde oluşturulmuş olan ATTF Korosu, dünya işçi hareketinin en tanınmış şarkı ve marşlarını Türkçeye çevirmiş ve ilk devrimci marşlar albümünü çıkarmıştı. İşte bu çalışma, devrimci marşların ve Avusturya İşçi Marşının Türkiye’de de yaygın bir şekilde tanınmasını sağlamıştı. Avusturya İşçi Marşı, işçi sınıfının dünya çapında büyük bir aile olduğunu, tüm hayatı yaratanın işçi sınıfı olduğunu, ne din farkının ne dil farkının bizi birbirimizden ayıracağını, sanki bir anadan doğmuş gibi kardeş olduğumuzu anlatır. İşçi sınıfının uluslararası bir sınıf, vatanının ise tüm dünya olduğunu hatırlatır. Kapitalizm işçi sınıfına karanlık günlerden başka bir şey sunmazken, kızıl yıldız, kapitalizme karşı mücadele eden işçi sınıfının kurtuluş feneri olarak yolumuzu aydınlatıyor. Avusturya İşçi Marşı, işçi sınıfının sosyalizm bayrağını yukarıya kaldırarak ve bugüne vurarak, tüm sınıfları ortadan kaldırması gerektiğini işçilerin beynine kazıyor.
marksist tutum
Hayat denilen kavgaya girdik Çelik adımlarla yürüyoruz Biz bu karanlık yolun sonunda Doğacak güneşi görüyoruz Dağları aşıyor, bak yakınlaşıyor Kızıl yıldıza hep koşun Bu bir rüya değil, Bu bir hülya değil, yıldızıdır kurtuluşun Kara deryalarda bir fenersin, Senin ışığında yürüyoruz. Biz bu karanlık yolun sonunda Doğacak güneşi görüyoruz. Fabrikalarda biz, Tarlalarda biziz, biziz hayatı yaratan Din farkı bilmeyiz, Dil farkı bilmeyiz, sanki doğduk bir anadan Anamız amele sınıfıdır, Yurdumuz bütün cihandır bizim Hazırlandık son kanlı kavgaya Başta bayrağımız sosyalizm Bayrağını yükselt, Daha daha yükselt, yükselt bayrağı yukarı Bugüne vuralım, yarını kuralım, Kaldıralım sınıfları.
41
Umut Teknesi 11
Aralık gecesi bir umut teknesi daha acı çığlıklarla sulara gömüldü. Sıcak bir tas çorba, bir dilim ekmek ve iş bulma umuduyla sevdiklerinden ayrılıp yollara düşen göçmen işçilerin umutları da kendileriyle birlikte yok olup gitti. O gece sabaha döndüğünde, dalgalar kıyıya göçmenlerin cansız bedenlerini bıraktı. 85 göçmeni taşıyan tekne İzmir’in Sığacık körfezinden demir almıştı. 15 metrelik teknenin kaptanı dümeni göçmen işçilere terk edip kaçmış, böylece onları kendi kaderleriyle, ölümle baş başa bırakmıştı. Bir müddet sonra azgın dalgalarla baş edemeyen tekne, sessiz sedasız battı. İkisi kadın 85 göçmenin yaşadıkları acı dolu hayat, Ege’nin karanlık sularında sona erdi. Göçmenlerden sadece 6’sı kurtulurken, geri kalanların çoğunun cesetlerine dahi ulaşılamadı. Bu trajediyi, birkaç gün sonra bir yenisi izledi. Bu sefer de en az 5 göçmen, derin sularda can verdi. Göçmenlerin umuda yolculukları, hayatları gibi kısa sürdü. Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenler, Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmak istiyorlardı. Aslında hiçbiri yaşadıkları topraklardaki sevdiklerinden ayrılmak istemiyordu. Onlardan ayrılmak ve gurbet ellere düşmek hepsi için ölümün bir başka çeşidiydi. Ama “vatan”larında yaşadıkları yoksulluk, işsizlik ve açlık dayanılır gibi değildi. Yıllardır yaşadıkları yerlerde pahalılıktan, yoksulluktan ve işsizlikten bitap düşmüşlerdi. Onlar çalıştıkça, ürettikçe fakirleşiyor mülk sahipleriyse zenginleştikçe zenginleşiyordu. Son yıllarda on binlerce insanın ölümüne neden olan savaşlar ve katliamlarsa, tüm umutların tükenmesine yol açan son darbeydi. Bir iş bulacakları, savaş ve katliamların olmadığı ve bir parçacık da olsa insanca yaşayabilecekleri bir yerlere göç etmeye karar vermişlerdi. Somali, Irak, Filistin ve Afganistan gibi ülkelerden Türkiye’ye giriş yapan göçmenler Avrupa’ya ulaşmak istiyorlardı. Tüm varlıklarını satarak, borçlanarak mafyaya son paralarını da teslim etmişlerdi. Göçmenler ölümle burun buruna yolculuk yapıyor, büyük çoğunluğu ya yakalanıyor ya kurşunlanıyor ya da mayınlara basıp ölüyordu. Örneğin son yıllarda resmi rakamlara göre 695 kişi Ege denizinde yaşamını yitirmiş. Türkiye-Yunanistan sınırındaki dağlarda 108 kişi donarak ölmüş. Meriç Nehrini geçmek isterken boğulan veya mayına basarak ölen göçmen sayısıysa 88 kişi. Tüm bu ölümler burjuva devletlerin gözü önünde yaşanıyor ve kimseden hesap sorulmuyor. Oysa söz konusu olan burjuvazi ve onun sermayesinin dolaşımıysa her türlü güvenlik önlemi anında yerine getiriliyor. Sermayenin dünyada dolaşımı önünde hiçbir sınır ve tehdit yok. Burjuvalar VİP solanlarında, konforlu gemi ve uçaklarla dünyanın öteki ucuna kadar en kısa zamanda ulaşabiliyor. Türkiye toprakları üzerinde çok sayıda göçmen ve mülteci yaşıyor. Türkiye’de doğu ülkelerinden gelen göçmen veya mülteciler “kaçak” statüsünde sayılıyor. Çünkü Türkiye 1951 yılında imzaladığı mülteciler sözleşmesine koyduğu çekince ile Avrupa dışındaki ülkelerden gelen il-
42
tica başvurularını kabul etmiyor. Türkiye’de bugün 2 milyon civarında göçmen işçi bulunduğu ve bunun en az yarısının da “kaçak” olduğu tahmin edilmektedir. Her yıl da ortalama 300 bin civarında insan “kaçak” olarak giriş yapmaktadır. Ancak bu “kaçak”ların tutuldukları kamplardaki durum içler acısıdır. Geçtiğimiz yıl Edirne’deki bir mülteci kampında 600 kadar göçmen, durumlarına isyan ederek polisle çatışmışlardı. Göçmen işçilerin bir kısmı düşük ücrete, sigortasız çalışıp, derme çatma bekâr evlerinde yaşam mücadelesi verirken, bir kısmı her tür tehlikeyi göze alıp sınırı geçmeye devam ediyor. Yakalandıklarında, ülkelerindeki kitlesel kıyımlara, savaşlara veya politik durumlarına bakılmaksızın tekrar geldikleri yerlere gönderiliyorlar. Göçlerin ve göçmenlerin yaşadıkları felâketlerin temel nedeni, dünyamızı çepeçevre saran kapitalist sömürü düzenidir. Göçmen ve yerli işçilerin yaşadıkları hayatı cehenneme çevirenler, kapitalist dünyanın efendilerinden başkası değil. Emperyalist-kapitalist sömürü düzeni, kimi yerde savaşlarla, kimi yerde iş kazalarıyla, kimi yerde açlıkla, kimi yerdeyse İzmir’de yaşanan faciaya benzer trajedilerle insanları katletmeye devam ediyor. 11 Aralık gecesi Iraklı, Filistinli ve Somalili göçmen işçilerin yaşadıkları faciayı gazetelerden öğrendiğimde, Elif Çağlı’nın bir şiirini hatırladım. Haitili göçmenlerin Amerika’ya varmadan ölüp gitmelerini konu alan şiirin adı Umut Teknesi idi. Şiir şu dizelerle bitiyordu: Karaya vuran balıkgözü değil Bakar durur Koca koca Aç insan gözleri Florida kıyılarının Dev gibi apartmanlarında Denize karşı balkonlarında Sabah kahvelerini yudumlayanlara. İzmir’de acı çığlıklarla denize gömülen ve kıyıya vuran göçmenlerin açık kalan gözleri hâlâ bize bakıyor. Yoksulluktan, açlıktan ve savaşlardan bitip tükenmiş insanların gözleri hâlâ bizlere bakıyor. Ya biz hayatta kalanlar yaşadığımız dünyanın gerçeklerini görmezden gelerek gözlerimizi kapayacağız ya da gerçeklere dosdoğru bakmasını bileceğiz. Kapitalizmin neden olduğu felâketlerden hesap sormak ve onun sahte cennetlerini yerle bir etmek için işçi sınıfının saflarında mücadele etmekten başka bir kurtuluş yolu yok. Dünyanın her ülkesinde işçi sınıfı kapitalizme karşı ortak bir mücadele etrafında birbirine kenetlenmeli. Yeni bir dünyada insanca yaşayabilmek, tüm dünyayı ortak vatanımız yapmak, sınırları ve sınıfları kaldırmak için uluslararası düzeyde mücadele vermeliyiz. Unutmayalım ki zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi
Bir Hazin Hürriyet! “Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok hürsün. / Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.” Nazım’ın bu dizeleri, bugünlerde cereyan eden “üniversitelerde özgürlük” tartışmalarına verilecek en güzel cevap. Erdoğan Teziç’in yerine cumhurbaşkanı tarafından Yusuf Ziya Özcan’ın atanmasıyla birlikte basında üniversitelerin özgürlüğünden çokça bahsedilmeye başlandı. Özcan’la birlikte, üniversitelerde olmasa da köşe yazılarında “üniversitelerde özgürlük” havası estirilir oldu. Bu havanın estirilmesinde Özcan’ın “Üniversitede tüm yasaklar kaldırılmalı, bilimsel yaklaşım temel olmalı” demesinin önemli bir payı var. Ayağının tozuyla başkanlık koltuğuna kurulur kurulmaz türbanlı öğrencilerin okula girişlerinin önündeki kısıtlamaların yumuşatılması gerektiği yönündeki açıklamaları ile Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden bir öğretim üyesine açılan soruşturmanın kaldırılmasına vesile olması, YÖK’ün üniversitelerdeki uygulamalarının değişeceği yönünde sinyaller olarak görüldü. Özcan’ın açıklamaları sonrasında öğretim üyesine soruşturma açan Selçuk Üniversitesi rektörü, soruşturmanın “Kuran’da örtünme yok dediği için değil izinsiz olarak il dışına çıktığı için” açıldığını belirtme ihtiyacı duydu. YÖK başkanının bu ve benzeri konulardaki söylemleri hükümetin çizgisiyle paralellik taşıyor. Yeni başkanın amacının “özgürlük” olmadığı açıktır. Onun tek bir amacı olabilir, bu da üniversitelerin Türk burjuvazisinin güncel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir yapıya kavuşturulması. Nasıl ülkede normalleşmiş bir burjuva demokrasisi burjuvazi için bir ihtiyaç haline geldiyse, asli görevi burjuvazi için nitelikli işgücü yetiştirmek olan üniversitelerin de bu hedef doğrultusunda yeniden elden geçirilmesi gerekiyor. Bugün yaşanan tartışmalarsa, bu geçiş sürecinin sancılarından ibaret. Özcan açıklamalarında, “üniversitelerin herkesin fikrini serbestçe söyleyebildiği, fikirlerin tartışıldığı yerler olmasının” YÖK yasasında kapsamlı bir değişiklik yaparak değil, uygulamalarda esneklik yaparak sağlanabileceğini söylüyor. Yani YÖK’ün varlığına halel getirmeden yapılacak birkaç düzenlemenin yeterli olacağını belirtiyor. Oysa YÖK, faşist darbenin ardından kurulmuş; ilk icraatlarıyla üniversiteleri merkezileştirerek onları faşist rejimin mutlak denetimine tâbi kılmış, bununla da yetinmeyip iktidarın fikir ve uygulamalarıyla örtüşmeyen akademisyenleri ve öğrencileri üniversitelerden atmış bir darbe-cunta kurumudur. Üniversitelerin yönetimleri YÖK’le birlikte faşist iktidarın isteklerine uygun, bürokrasinin dalkavuğu, genellikle “intihallerle” unvanını yük-
selten akademisyenlere kaldı. Araştıran ve sorgulayan öğrenci profili yerine itaatkâr öğrenci profiline uygun bir neslin yetiştirilmesinin bir başlangıcıydı bu yıllar. Kuruluşundan itibaren “aykırı” öğrencilerin eylemlerine konu olan YÖK, her yılın 6 Kasımında kendisini protesto edenleri okuldan atarak ya da uzaklaştırarak, ailelerine çocuklarının eylemlere katılmak suretiyle “terör” suçu işlediklerini içeren mektuplar yollayarak öğrencileri “hizaya sokmaya” çalıştı. Tüm bunlarla birlikte, üniversitelerde özgürlükten bu kadar dem vuran yeni başkanın geçmişteki icraatları da yapacaklarının teminatıdır. Özcan, 2005 yılında polis komiserlerinin ODTÜ dersliklerinde eğitim görmelerinin fikir babasıdır. ODTÜ’lü öğrencilerse polislerin üniversiteye üniforma ve silahlarıyla gelmelerini protesto etmek istemiş ve jandarmanın saldırısına maruz kalmışlardı. Bunun sonucunda 2 öğrenci okuldan atılmış ve 18’i uzaklaştırılmıştı. ODTÜ Disiplin Kurulunda bulunduğu süre içindeki icraatları, Özcan’ın özgürlükten ne anladığını ortaya koyuyor. Özcan, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının üzerinden geçeceği bölgede yapılan sosyolojik araştırmalar sırasında bölge halkını etnik kökenine göre fişlerken de “özgürlük” anlayışına paralel yaklaşımını korumuştu! Akademik kariyerinde ise İslam ve polis konulu çok sayıda makale ve kitap bulunuyor: “Kanada’da Müslümanlar”, “Ülkemizdeki Cami Sayıları Üzerine Sayısal Bir İnceleme”, “Ne Öğretmeli, Nasıl Eğitmeli: Türk Polis Akademisi’nde Müfredat Sorunu”, “Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi” vb. Yeni başkan, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumunun (USAK) Bilim ve Uzmanlar Kurulu Başkanlığını da YÖK başkanlığıyla birlikte yürütüyor. Bu tür kurumların daha ziyade istihbarat örgütleriyle içli dışlı çalışan, sömürülen ve ezilen kitlelerin nasıl daha iyi oyalanabileceği ve isyanlarının engellenebileceği konusunda egemenlere akıl veren kurumlar oldukları ortadadır. Bunların, egemenlerin egemenliklerini nasıl daha fazla genişletebilecekleri ve uzun ömürlü kılabilecekleri doğrultusunda “bilimsel çalışmalar” yaptıkları düşünüldüğünde, yeni başkanın niteliği hakkında daha iyi fikir sahibi oluyoruz. Sonuç olarak, her alanda olduğu gibi üniversitelerde fikir ve örgütlenme özgürlüğünün, bilimsel-akademik özgürlüğün gerçek anlamda sağlanabilmesi, YÖK başkanının bahşedeceği kırıntılarla gerçekleşemez. Bu ancak öğrencilerin işçi sınıfıyla birlikte mevcut eğitim sisteminin ruhunu ve temel ilkelerini belirleyen kapitalizme karşı mücadele yürütmeleriyle gerçekleşebilecektir. İstanbul Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
43
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
“Boykot” D
erneğimiz UİD-DER’in Gazi Mahallesi temsilciliğinde “Boykot” adlı filmi, yine hep beraber, işyerlerimizden ve mahallemizden işçi arkadaşlarımızla birlikte izledik. 1968 yılında ABD’nin Los Angeles kentinin doğu kesiminde geçen film, söz konusu dönemde yaşanan gerçek olaylara dayandırılmış. Bu bölgede yoğun olarak Meksika kökenli Amerikalılar (Chicanolar) yaşamaktadır. ABD’deki egemen sistem, okullarda Chicanoların kendi anadillerinde konuşmalarını yasaklamıştır ve yasağa uymayanları cezalandırmaktadır. İkinci sınıf vatandaş (sözde vatandaş!) olarak görülen Chicanoların okuduğu okullar, ABD’nin zengin bölgelerindeki okullara göre çok daha geri koşullarda eğitim vermektedir. Bu okullardan mezun olanların üniversiteye girmeleri neredeyse imkânsızdır, çünkü Chicanolar için ayrılan kontenjan %2 ile sınırlıdır. Onlar düşük vasıflı işçi olmalıdır! Filmde bu koşullarda eğitilen öğrencilerin ailelerinin de işçi sınıfının en alt kesimini oluşturması dikkat çekiyor. Zenginlerin oturduğu bölgedeki bir okulu gezme fırsatı bulan Meksika kökenli bir öğrenci kendi okulları ile bu okul arasındaki uçurumu hayretle karşılıyor. Tarih derslerinde öğretilen resmi tarih ABD’nin kuruluşunda önemli rol oynayan Meksikalılardan hiç söz etmemektedir. Ne Amerikan İç Savaşında çarpışan Meksikalılar ve diğer halklar yer almaktadır tarih kitaplarında, ne de geçmişte söz konusu topraklarda yasaların İngilizcenin yanı sıra Latin dillerinde de kaleme alınmış olduğu. Egemenler Meksikalıları ve diğer halkları asimile etmek üzere yalan üzerine kurulu bir resmi tarih yazmışlardır ve bu tarihe göre sadece “Amerikalılar” vardır. Genç kuşakların beynini yıkayarak onlara köklerini, kimliklerini ve gerçek tarihlerini unutturmaya çalışan ABD egemenlerinin bu inkâr politikası ile amaçladıkları, Amerikan milliyetçiliği temelinde emekçi sınıfları kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek ve kullanabilmektir. Bu arada Vietnam savaşı da devam etmektedir ve bu savaşta da cephelere sürülenler ABD’nin “sözde vatandaş”larıdır. Liseli öğrenciler giderek bu çelişkilerin farkına varırlar. Doğu Los Angeles’in bazı okullarının duyarlı öğrencileri aralarında birlik olurlar. Yaptıkları anket çalışması ile okul yönetimlerine bazı taleplerini iletmeye çalışırlar. Anketin sonucunda öğrencilerin şu talepleri ortaya çıkar: Okulda anadillerinde (İspanyolca) konuştukları için cezalandırılmamak, öğle saatlerinde kapatılan tuvaletleri açtırmak, çift dilli eğitim, kitaplarda Meksikalı-Amerikalıların kültürüne de değinilmesi, kütüphanelerin genişletilmesi, dayağa son verilmesi, kapalı öğle yemeği alanları, temizlik cezalarının kaldırılması, yeni okulların açılması… Yoksul emekçi çocuklarının taleplerini ortaya koyması, uyuyan bir devin uyanış emareleridir. Tahmin edileceği üzere, bu talepler dikkate alınmaz. Öğrencilerin önündeki tek seçenek mücadele etmektir. Nasıl mücadele edeceklerini tartışan öğrenciler işçilerin grev mücadelesini örnek alırlar. Yasalara göre okullar öğrenci sayısına göre bütçe almaktadır. Okul sıralarının boş kalması eğitim tüccarlarının
44
para kazanamaması anlamına gelmektedir. Öğrencisiz bir okul tıpkı işçisiz bir fabrika gibi tüccarların kârını engelleyecektir. Örgütlü bir hazırlığın ardından boykot eylemine girişen öğrenciler hemen karşılarında devleti bulurlar, yani polisi. Polis medya kameraları önünde öğrencileri kıyasıya döver. Meydan dayağını, öncü öğrencilerin gözaltına alınması takip eder. Ancak gazetelerde ve televizyonlarda ne binlerce öğrencinin katıldığı eylem, ne polis terörü, ne de öğrencilerin talepleri yayınlanır. Sahtekâr burjuva medyaya göre birkaç azılı radikal öğrenci, dış kaynaklı kışkırtmalarla polise saldırmıştır. Yaşananlar sayesinde öğrenciler, devletin ve medyanın gerçek yüzünü anlamaya, kapitalist sistemi tanımaya başlarlar. Temel bazı taleplerini dile getirdikleri için devlet öğrenciler üzerinde terör estirir. Emniyet müdürü televizyonda tüm arsızlığıyla “bu iş bitmiştir” der. Oysa öğrenciler boykota daha geniş bir katılımla devam edecek, hatta zaten emekçi olan ailelerini de okul önlerindeki eylemlere katmayı başararak devlete geri adım attıracaklardır. Ne var ki ikiyüzlü devlet, öğrencilerin taleplerini çok sınırlı düzeyde kabul ederken, mücadeleye öncülük edenleri tutuklamayı ihmal etmeyecektir. Ancak tutuklular on binlerce emekçi tarafından mahkeme önünde sahiplenilince devlet onları serbest bırakmak zorunda kalacaktır. Kıvılcım bir kez çakılmıştır. İlerleyen yıllarda boykotlar ABD’nin diğer şehirlerinde de yaşanır ve Chicanoların üniversite kontenjanının %2’den %25’e yükseltilmesi gibi bazı kazanımlar elde edilir. Asıl kazanım ise mücadeleye girişen öğrencilerin ve emekçilerin geçirdikleri değişimdir. 1968 ve takip eden yıllar içerisinde ABD’de mücadeleye girişen öğrencilerin mütevazı eylemleri hiç de boşuna değildi. Mücadelenin kazanımları sadece ileri sürülen taleplerin ne kadarının elde edildiği ile ölçülemez. Mücadele okulunda insanlar her şeyden önce kişiliklerini ve onurlarını kazanırlar. En doğal, en insani taleplerinin bile mevcut sistem dahilinde elde edilemediğini, dolayısıyla sistemin köklü bir biçimde sorgulanması gerektiğini kavramaya başlarlar. Kitlelerin mücadeleye girişmesinin dolaylı etkileri de unutulmamalıdır. Örneğin filmde sözü edilen mücadelenin yarattığı birikim, birkaç yıl içerisinde ABD’de Vietnam savaşına karşı yükselen toplumsal muhalefetin mayalanmasında da önemli bir işlev görmüştür. ABD emperyalizminin devasa savaş makinesi, toplumsal muhalefetin yükselişi ve cephelere sürülen “sözde vatandaşların” savaşmayı reddetmek yönündeki direnişi sayesinde, işlevsiz kılınabilmiştir. Kapitalist sistemde eğitim bir yandan ticari bir sektördür diğer yandansa burjuvazi açısından vazgeçilmez bir ideolojik işleve sahiptir. Eğitimin içeriğine burjuva ideolojisi damgasını vurur. Devletin “milli eğitimi” işçi-emekçi kitleleri egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda biçimlendirir. Milliyetçilik en temel dolgu malzemesidir. Filmde de görüldüğü üzere, örneğin ABD’de tarih dersleri Amerikan milliyetçiliği doğrultusunda şekillenmiştir. Amerikan milliyetçiliği ile Kızılderililer, Siyahlar, Meksikalılar ve diğer Latin kö-
Ocak 2008 • sayı: 34
marksist tutum
kenli halklar asimile edilir. Bu topluluklar Amerikan ulus kimliğini benimseseler bile yine de aşağılanmaktan kurtulamazlar. Yukarıda bahsettiklerimiz, üzerinde yaşadığımız topraklara hiç de uzak değildir. Türkiye’de de azınlıklar yok sayılmakta, Kürt halkına yönelik inkâr ve imha politikası uygulanmaktadır. “Türk” kimliğinin tüm topluma dayatılması, TC egemenlerinin resmi politikasının ve bu arada da “milli eğitimin” ana eksenini oluşturur. Egemen sınıfın çıkarları “ulusal çıkar” yalanı ile perdelenir. Milliyetçilik ile zehirlenen emekçi sınıflar ve gençlik, kendi sınıflarının çıkarlarını algılayamayacak hale gelir. Milliyetçilik tüm kapitalist ülkelerde aynı işlevi görür.
Çünkü kapitalist sömürü çarkları dünyanın her yerinde aynı şekilde dönmektedir. Kapitalistler dünyanın her yerinde emekçi sınıfları aldatmak zorundadırlar. Sömürü düzenlerini sürdürebilmelerinin başka yolu yoktur. Bizler şunu gayet iyi biliyoruz: Ha ABD ha TC al birini vur ötekine! Eğitim sisteminin asimilasyon ve beyin yıkama gibi kapitalist sistemde üstlendiği temel işlevlerinden arındırılabilmesi ve tam anlamıyla bilimsel bir içeriğe kavuşturulabilmesi toplumsal devrim sorunudur. Kapitalist sömürü düzenini alt etmek ve emekçilerin elleri üzerinde yükselecek özgür bir dünya yaratmak için ileri! Gazi Mahallesi’nden bir kadın işçi
Önemli “Teferruat”lar “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır!” Bu sözler, burjuvazinin Kürt halkına karşı giriştiği “büyük taarruz”a katılanların baş sloganıydı adeta. Küçük-burjuvalar, apoletli medyanın savaş borazanları eşliğinde estirilen ırkçı ve şoven histeri dalgasından gözleri dönmüş bir şekilde, burjuvazinin Kürt halkına karşı ilan ettiği imha savaşına alkış tutuyorlar ve hep bir ağızdan bağırıyorlardı: Vatanımızı çok seviyoruz, gerektiğinde onun için ölmeye hazırız, söz konusu vatansa ne canın ne de malın önemi vardır! Aynı yiğitliği, Türk askerlerinin cenazelerinin geldiği günlerde de bolca göstermişlerdi! Nişantaşı’nın tuzu kurular takımı, “bıraksalar şimdi cepheye giderim” naralarıyla ortalığı inletiyorlardı. O kadar gaza gelmişlerdi ki, Kürtlerin başını ezmekte ağırkanlı davranan hükümeti eleştiriyor, paşaları Büyükanıt’ı ise yere göğe sığdıramıyorlardı. Ne de olsa savaşmaya gönderilenler kendileri veya kendi çocukları değildi. Her zaman olduğu gibi yine en ön saflara sürülenler işçi-emekçi ailelerin çocuklarıydı. Kürt kardeşlerini boğazlamaya onlar gönderiliyor, onlar “gazi” veya “şehit” oluyor, onlar esir düşüyor, onların analarının yüreği dağlanıyordu. Medyanın üfürdüğü gazla şişinen “Beyaz Türk” özentisi küçük-burjuvalar ise, evlerinden arabalarına kadar her yerlerine Türk bayrağı asarak vatani görevlerini pek güzel bir şekilde yerine getirmiş oluyorlardı! Ancak ezilen Kürt halkının giderek biriken öfkesinin bir sonucu olan araba yakma eylemleri başladığında, küçük-burjuvanın sevgisinin gerçekte neye karşı olduğu ortaya çıktı. Lafa gelince bayatlamış “vatan, millet, Sakarya” nidalarıyla mangalda kül bırakmasalar da, gerçek kaygıları, hayatlarında sahip oldukları tek şeyleri olan o “önemsiz teferruat”ı korumaktı. Bu “teferruat”, onlar için “vatan”ın cisimleşmiş haliydi. O yüzden de, arabası yakılan bir “vatansever”, can damarına basılmış gibi, avazı çıktığı kadar “nerede bu devlet” diye bağırıyor, bir diğeri ise, eylemcilerin özellikle Türk bayrakla-
rı asılı arabaları yaktığını öğrendiğinde ivedi bir şekilde bayrağı arabasından çıkardığını söylüyordu. O an için ne vatan ne millet, tek düşündüğü şey o cânım arabasıydı. Böylece, bu küçük-burjuvalar için vatandan daha önemli “teferruat”ların olduğu bir kez daha görülmüş oluyordu. Teşbihte hata olmaz derler. Ben, bu küçük-burjuvaları Canthon pilularius denilen böceklere benzetiyorum, nam-ı diğer bok böceği. Burjuvazinin yediklerinden arta kalanları, tıpkı bir bok böceği gibi boyundan büyük bir hırs, azim ve kıskançlıkla yuvalarına götürüp orada saklıyorlar. Burjuvazinin dışkısından oluşan bu en değerli hazinelerine karşı bir tehdit oluştuğunda da, korkakça, bu dışkı kümesinin arkasına saklanıp tehlikenin geçmesini bekliyorlar. İçinde bulundukları nesnellik o kadar ruhlarına işlemiş, içlerine sinmiş ki, bütün hayatları böyle “boktan işler”le uğraşarak geçtiği halde, içlerinde bulundukları gerçekliği bir türlü göremiyor, kavrayamıyorlar. Şimdilik küçük dünyalarında, burunları kapitalizmin yaydığı pis kokulara alışmış bir halde yuvarlanıp gidiyorlar. Burjuva devlet on yıllardır Kürt köylerini yakıp yıkarken, insanlar zorla göç ettirilip yerinden yurdundan edilirken, yoksulluğun ve sefaletin pençesine sürülürken, evini, toprağını kaybederken ses çıkarmayanlar, şimdi aslan kesilip kükrüyorlar. Kürt halkına yönelik imha hareketi olanca azgınlığıyla devam ederken onlar, “boktan” teferruatların, küçük hesapların peşinden koşmaya devam ediyorlar. Ama bu çabaları nafiledir. Burjuvazi, onları da bir böcek gibi ezmekte ve proletaryanın saflarına fırlatmaktadır. Evleri de arabaları da onları bu durumdan kurtaramamaktadır. Dolayısıyla onlar için de, ezilen ve sömürülen tüm yoksul halklar için de tek kurtuluş yolu, proletaryanın örgütlü mücadelesidir. Ancak proletaryanın devrimci mücadelesi insanlığın gelecek kaygısı olmadan yaşayabileceği günleri getirebilir. Teferruatlarla uğraşmanın sonu ise bok yoluna gitmektir! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Ben 17 yaşında, iki buçuk yıldır Gebze Hasköy Sanayi Sitesinde çalışan bir işçiyim. Günde 12 saat çalışmama rağmen, ne sigortam ne de fazla mesai ücretim var. Hep sigorta istememe rağmen, patron bir bahaneyle sigortamı engelliyor. İlk işe girdiğimde sigortam var diye çalışmaya başladım, ama 5 ay sonra sigorta diye sorunca sigortan yok dediler. Gerekli sigorta evraklarını muhasebeye vermeme rağmen, kaybettik diye yalan söylenerek sigortam yapılmadı. Bir abimizin patrona “bunların sigortasını neden yapmıyorsunuz” demesi üzerine, patron “yapacaktık sigortanızı ama herkese söylediğiniz için sizin sigortanızı yapmıyoruz” dedi. Ayrıca okullarda kayıtların dolduğunu, o yüzden çıraklık sigortası yapmadıklarını söyleyip bir senemizi böyle geçiştirdiler. İşyerini denetlemeye gelen maliye ve zabıtalara, bizlerin sigortalı olduğunu ya da onlara yardım eden yeğenleri olduğunu söyleyip gönderiyorlar. Zaman zaman günün olmadık saatlerinde çağırıp, bir kamyon dolusu patates, soğan, pirinç gibi şeyleri gecenin 2’si, 3’üne kadar taşıtıyorlar ve fazla mesai parası vermeden yolluyorlar. Ben 53 kiloyum, 50 kiloluk patates çuvalını 3. kata çıkarıyorum. Sonra hasta olup bel ağrısı çektiğimde ne izin veriyorlar ne de doktora götürüyorlar. Oturmamıza bile izin vermiyorlar. Yemek molası sadece 10 dakika, yedin yedin, yemedin o gün açsın. Oysa ben yemekhanede çalışıyorum. Bir arkadaşım var, orada çalışmaktan bel kamburu oldu. Ne sigortası var ne de hastaneye götürüyorlar. Çocuğun babası bile, “ne sigortası, daha gençsin, boş ver sigortayı, çalış” diyor. Yoğun bir şekilde çalışmamıza rağmen ücretlerimiz çok düşük. Dolayısıyla ay sonunu iple çekiyoruz. Tekstil başta olmak üzere yüzlerce çocuk aynı benim gibi saatlerce, sigortasız ve asgari ücretin altında para ile çalışıyor. İlk başta çalışıp param olsun diyordum. Ama çalışmaya başlayınca, üstümdeki yük ağırlaştı. Bunun içinden çıkmaya çalışırken, aslında etrafımdaki hiç kimsenin benden bir farkının olmadığını gördüm. En önemlisi de buydu, ben yalnız değildim, sadece ve sadece içinde bulunduğum durumun farkında değildim. Artık biliyorum ki tek başıma hareket ettiğimde patrondan hiçbir hakkımı alamayacağım. Ama işyerindeki arkadaşlarla birlikte patronun karşısına çıktığımızda, ancak o zaman patronun sigortalarımızı yapıp mesailerimizi vereceğini düşünüyorum. Hasköy Sanayi Sitesinden bir işçi
Sen işçi kardeşim, karanlıktayım Eğer görüyor da göstermiyorsan Küçücük de olsa bir ışık Marksizmin ışığı Bilip de söylemiyorsan Sömürüsüz, sınıfsız bir dünya kurulabileceğini, Yüreğinde o ateş yanıp da paylaşmıyorsan Benimle bir tek kıvılcımını, Fabrikalarda uğuldayan kulağıma İnatla anlatmıyorsan işçi sınıfını ve tarihini, Kendi kendine okuyup Oku demiyorsan bana devrim ateşiyle yanmış yürekleri, Ve ben işyerimde ezilirken, Yılmadan söylemiyorsan haklarımı ve açmıyorsan bilincimi, Ne o ateş kalır yüreğinde öyle kor Ne de gözlerin parlar öyle derinden! Maltepe’den bir kadın işçi
46
Burjuvazi Boş Durmuyor Son zamanlarda artan asker cenazeleri ve sınır ötesi operasyon haberleri, Türkiye’de milliyetçiliği, şoven duyguları yükseltti. İşyerlerinde, sokaklarda, okullarda her yerde Kürtlere karşı bir tepki, bir dışlama, akıl almaz bir saldırganlık körükleniyor. Burjuvalar, azgın şovenist saldırılarla Kürt halkının haklı mücadelesini engellemek, yok etmek için hiç boş durmuyorlar. Halkların yaşamını bir cendereye sokan burjuvalar, peş peşe yapılan zamlarla, kazanılmış hakların gasp edilmesiyle işçi sınıfını ve emekçileri de kapitalizmin kör karanlığında boğmaktadır. Bunun en bariz örneğini kendi okulumda yaşıyorum. Üniversite öğrencisiyim. 3-4 ay öncesine kadar insanlarla oturup Kürt sorununu tartışabiliyorduk. Ama son bir aydır oturup da konuşamıyorsun. Konuşunca da onlara göre terörist oluyorsun. Hele bir de Kürt isen! Bizim okulda bir bayrak mitingi düzenlendi. DTCF’nin (dil tarih coğrafya fakültesi) önünden otobüsler kaldırılacaktı. Biz 65 kişiyiz bir sınıfta. Yarısından çoğu bu mitinge katıldı. Benim katılıp katılmayacağımı sorduklarında, katılmayacağımı söyledim ve neden katılmayacağımı da ifade ettim. Daha önemli bir işim olduğunu, Telekom işçilerini ziyaret edeceğimi, ki grev ziyareti gibi bir planım olmasa dahi hiçbir kuvvetin beni bayrak mitingine götüremeyeceğini söyledim. Tabii onlar çıldırdılar. Bana söyledikleri şey ise “vatan elden gidiyor sen Telekom’dan bahsediyorsun” oldu. Ben tekrar anlatmaya çalıştım ve sonra hangi vatandan bahsettiklerini sorduğumda ise yüzüme karşı hiçbir şey söylemediler. Oysa çok açıkça belli ki, elden giden vatan değil. Asıl elden giden, en temel demokratik hak ve özgürlüklerimizdir. Mitinge giden arkadaşlar, yüzüme söyleyemediklerini maillerle söylediler. Bu vatanı, bayrağı, dili kabul etmeyeceksem defolup gidecekmişim bu topraklardan. Yani “ya sev ya terk et”, benim gidip dağda hayvan gibi yaşamam gerektiğini, biz Kürtlerin bunu hak ettiğimiz gibi bir sürü şey. Böylesi mesajları en yakın dost sandıklarımdan bile aldım. Sermayenin şoven, milliyetçi propagandalarının ne kadar etkili olduğunu yaşayıp öğreniyoruz. Açık ve net olarak ortaya koyuyoruz; askerlerin ölmesinin de, anne babaların acıya boğulmasının da, toplumun infiale sürüklenmesinin de, Kürt halkının milliyetçi-militarist hezeyanın hedefi haline getirilmesinin de, başlatılan savaşın da sorumlusu burjuvazi ve devletidir. Kürt halkının varlığını inkâr eden, baskı ve zorbalıkla imhayı dayatan, kendi sınıf egemenliğinin sürmesini isteyenler burjuvalardır. Anlayamadıkları ve anlatmamız gereken o kadar çok şey var ki. Kürdü Türke kırdırdıklarını, Kürt ulusunun haklı bir mücadele verdiğini ve her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı olduğunu yılmadan anlatmalı ve savunmalıyız. Bu arkadaşlar şimdi benimle konuşmuyorlar, dilerim benim haklı olduğumu er geç anlayıp burjuvaların siyasetine alet olmazlar. Kahrolsun Irkçılık ve Şovenizm, Yaşasın Halkların Kardeşliği! Ankara Üniversitesinden bir öğrenci
Okurlarımızdan Dünyamızı karanlığın esaretinden biz kurtaracağız, zorla! Dünyamızda çatışmasız ve ölümsüz bir gün geçmiyor. Genellikle nasıl ve neden bir çatışmanın içinde olduğunu bilmeyen bir grup insan, başka bir grup insanla ölümüne savaşa tutuşturuluyor. Dünya üzerinde yaşayan insanlar bir bütün oluşturmaktan uzak kaldıkları sürece anlayabilirler mi sermayenin yaşayabilmek için talana ihtiyaç duyduğunu? Hem de bizzat sermaye tarafından kamuflaj üniformaları giydirilip, ellerine “düşman” dedikleri hedefi yok etmek üzere silah tutuşturulup cepheye yollanmışken! Halkları birbirine kırdırtmak isteyen egemenler, dört bir yanımız düşmanla çevrili diyorlar. Biz de savaşçı bir milletin çocuklarıysak savaşacağız diyorlar. Ergenliği geçip 20’sine ulaştığımızda, “kutsal vazife” diyerek ömrümüzün bir yılından fazlasını alıyorlar, zorla. Bu sınırlar çizilirken dökülen kanlar için yükümlülüklerini yerine getireceksin, diyorlar. Oysa bu sınırlar çizilirken, benim yaşadığım toprakları kendi topraklarından sayarlarken, sormadılar bana onlarla birlikte yaşamak isteyip istemediğimi. Onlar sormasa başka egemenler soracak mıydı ki? Aynı cinsten bir başkası gelse, bu defa onun kutsal değerleri yine bizim kutsal değerlerimiz yapılacaktı, zorla. Yine dört bir yanımız düşmanla çevrili olacaktı ve yine biz bir düşmana karşı savaştırılacaktık, zorla. Dünyanın öbür ucuna “düşman”la savaşmak üzere cepheye yolladılar bizi, bize vatan borcu dedikleri şeyi ödetmek için. Kore’de yaptıkları gibi. Oysa ben borçlandığımı hatırlamıyorum. Borçlu doğmuşum meğer, bunu da sonradan öğrendim. Doğarken “borçlu” olacağımı söyleyen olmamıştı oysa. Doktor, popoma şaplağı indirip dünyaya geldiğimi muştulamıştı ama borçlandığımdan bahsetmemişti. Düşman dedikleri askerler de tıpkı benim gibi, cepheye yollanmış, zorla! “Borçlarını” ödemeleri gerekiyormuş onların da. Çoğu da inanıyor bunun gerçek olduğuna. Bilinç, egemenlerin yarattığı sanrılar tarafından esir alınmış durumda.
Patronun Oyununa Gelen İşçi Kardeşler Merhaba dostlar. Ben çalışmaya yeni başladığım fabrikada, işçilerin patron tarafından nasıl bölündüğünü anlatacağım. Çalıştığım işyerinde kadrolu ve sözleşmeli olmak üzere 600’e yakın işçi var. Patron, oyunun ilk adımı olarak, işçileri kadrolu, sözleşmeli, nitelikli, vasıfsız gibi kategorilere ayırarak işletme içerisinde gruplaşma oluşturmuş. Fabrikadaki ilk günümde bile bu gruplaşmalar fark ediliyordu. Molalarda çay içmek için toplandığımızda kadrolu işçilerle sözleşmeli işçiler ayrı masalarda oturuyorlardı. Günler geçtikçe, zamanla şunu gözlemledim; makinede çalışan kadrolu işçi arkadaşlar, yanlarında çalışan sözleşmeli işçi arkadaşlara işle ilgili hiçbir şey öğretmemek için çaba harcıyordu. Belki de ayrıcalıklı gördükleri işlerinin ellerinden alınmasından korkuyorlardı. Böyle bireyci düşünceler biz işçilerin birbirimize olan güvenini tamamen yitirmesini sağlıyor. Fabrika içinde yaşananlar bunlarla sınırlı değil tabii ki. Temizlikte olsun, ağır profilleri kaldırmada olsun, bunun gibi birçok işte kadroluların ayrıcalıklıymış gibi davranmaları işçiler içinde bölünmelere neden oluyor. Yakın bir zamanda fabrikanın genelinde üretim artışına gidildi. Patronun adamları tarafından da bir psikolojik baskı var. Patron ve onun uşakları devamlı av peşinde; karaktersiz, bencil birini bulsak da işletme içerisinde işçiler arasında neler konuşuluyor,
Cepheye gönderenler gönderecekleri insanları kutsal görev için tütsüleyip, savaş sırasında hayatlarını kaybederlerse cennete gireceklerini müjdeliyorlar! Hasan Sabbah da kendi “fedailerine” cenneti vaat ediyordu. Ama bir farkla! Sabbah, afyonla fedailerini uyutup cenneti gösteriyordu onlara. Duvarın öte tarafında kendi kurduğu sahte cennetini. Onlar daha bir inanıyorlarmış komutanlarına. Oysa bize yaşarken cenneti gösteren yok. Gördüğümüz yoksulluktan başka, sıtmayı gösterip vebaya razı ediyorlar bizi. Yoksulluğun kaynağı dört bir yanımızı saran düşman sanki. Onun da sırtını mindere değdirince her şey çok güzel olacak! Dış düşman zayıflayacak, ama ortadan kalkamayacak bir türlü bu meret, niyeyse? Onlar düşman yaratmakta pek mahirdirler. Ama onların düşman dediklerine biz aldırmasak, bu defa biz düşman oluveriyoruz. Yediğimiz ekmek daha taze olsun, hepimize yetsin, açlığımızdan kurtulalım, hasta olduğumuzda hastaneye gidebilelim, çalıştığımızın karşılığını tam alalım dediğimizde yediğimiz dayakla kalıyoruz. Mülkümüz yok ki adalet bize de olsun! “Sizden sıkıldık kendimizi yönetmek istiyoruz” dediğimizde, gösterdikleri tepki daha kötü oluyor. Dış düşmana çevrili namlular birden bize çevriliyor. İçte “kışkırtılmış düşmanlar” oluveriyoruz. Adalet tecelli ediyor! Kardeşler! Yaşamımızın öyküsü bu şekilde gitmemeli, gidemez. Kendi kaderimizi başkalarının ellerine bıraktığımız sürece onların pis işlerine alet olmaya, onlara kanmaya devam edeceğiz. Tek kaldıkça, bizim için kader dedikleri şey, sefalet içinde, hisleri köreltilmiş bir şekilde yaşam olacak. Onların düşman dediklerini onlardan daha fazla yok etmek isteyeceğiz. Gerçekler dünyasına gözümüzü açmadığımız sürece. Dünyamızı ve bilincimizi kaplayan karanlığın perdesini yırtıp önümüzde çırılçıplak duran gerçekleri görmek için nereden bakmamız gerektiğini öğrenmekle başlayalım. Ve tabii bizi kurtaracak olanın bizden başkası olamayacağını öğrenmekle. Onları kendi yarattıkları karanlığa gömmek için, zorla! İstanbul Üniversitesinden bir öğrenci
çalışma saatlerinde neler yapıyorlar diye takip etse, bize haber verse diye arayış içindeler. Aslına baktığımız zaman bu sadece benim çalıştığım fabrikanın bir sorunu değil. Genel olarak bütün fabrikalarda buna benzer bir sürü sorun yaşanıyor. Bu bölünmeler kimin işine geliyor diye sorsam ne derdiniz? İşçilerin mi yoksa patronun mu? Tabii ki patronun, çünkü bu tür bölünmeler yaratarak yapmak istediği her şeyi çok rahat yapabiliyor. Ama biz işçiler birlik içinde haklarımızın savunuculuğunu yapsak, birbirimize güvenerek patron karşısında durabilsek o zaman kazanan taraf biz oluruz. Bu güveni ve kenetlenmeyi yakalamak için de ilk olarak “bu düzende benim yerim neresi” diye kendimize sormalıyız. Patron ayrım yapmadan hepimizi sömürüyor. Patronun her türlü oyununa karşı uyanık olunmalı ve onlara güvenilmemeli. Benim güvenebileceğim insanlar, aynı tezgâhta sekiz-on saatimi geçirdiğim, aynı kaptan yemek yediğim ve aynı sorunları yaşadığımız işçi kardeşlerim olmalı. Tutabileceğim tek el işçi sınıfının eli. İşçi sınıfının devrimci bilinciyle donanıp patronlar düzenini ve yaşadığımız sistemin pisliklerini yok etmeliyiz. Bunun için de örgütlenerek mücadeleye atılmalıyız. Biz işçilerin tek kurtuluşu bu, başka kurtuluş yok. Örgütlüysek Her Şeyiz Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Gebze’den bir metal işçisi
47
Okurlarımızdan İnsanca yaşamak nedir?
Örgütlenelim
Birçoğumuzun beyninde belirmiştir bu soru ve türlü türlü cevaplar. Ben, insanca yaşamak, sınırların kalkmasıyla, bireylerin özgür iradesiyle, eşitlikle mümkündür diyenlerdenim. Çok lüks beklentiler değil biz işçilerin beklentileri. Bugün bizlere lüks olarak kabullendirilen birçok şey, aslında hak ettiklerimiz ve olması gerekenler. Ama biz işçiler çalışır, emek verir ve sadece kapitalizme, patronlara kazandırırız.
Ellerimiz için Geleceğimiz, çocuklarımız için Birleştirelim Nasırlı ellerimizi birbirine kenetleyelim. Yok bize Başka dünyalar buradan gayrı, Boğalım dünyayı karartanları, Kendi karanlıklarına gömelim. Nasıl duracaklar önümüzde, Nasıl direnecekler bu insan seline? Birbirine kenetlenmiş milyarlarca el, Hangi top, hangi bomba bizi yıkabilecek? Haykırışlarımıza kulak dayanabilir mi? Yıkalım ne varsa bizi ayıran, Kalplerimizden bencilliği, Aklımızdan korkaklığı temizleyelim. Bak, Okyanuslar doldu gözyaşlarımızla, Sel oldu aktı kanlarımız, Artık yetmez mi bu işkence? Kül edelim bu dünyayı, Ve yeni bir dünya yaratalım o küllerle, Bağıralım, Sömürüyü yeryüzünden silelim. Ve bir çocuk doğsun yıllar sonra, Yaratacağımız dünyaya, Açlık nedir bilmesin, Bilmesin savaş, işkence nedir. Kapkara cahillikle büyümesin, O çocuk için, Geleceğimiz, çocuklarımız için, Duralım karşısında sömürenin, örgütlenelim!
Gerek fabrikada üretimde çalışan “beden” işçileri, gerekse de o fabrikaların “idari” birimlerinde masa başında çalışanlar birer işçidirler. Bu düzenin her işçiden alıp götürdükleri vardır. Her işçide bunun tahribatlarını görmek mümkündür. Fabrikada üretimde çalışan işçi bedensel sağlık problemleri vb. yaşarken, patronun buyruklarını uygulamak zorunda kalan “idari” bölümlerde çalışan işçi ilk tahribatını bu düzendeki yerini bulamamakla yaşamaya başlar. Ve peşinden kendisine verilen konum ve maddi farkın etkisiyle, kendisi gibi o konumda olmayan diğer işçileri horlamayı, değersiz görmeyi ve farkına varmadan sömürülmeyi yaşamının bir parçası haline getirmeyi içselleştirir. Bu işçiler, yeri geldiğinde patron gibi düşünmeleri dayatılarak, bilinç zedelenmesine ve benlik kaybına uğratılırlar. Çevremizde çeşitli fabrika, şirket veya kurumda çalışan birçok işçi mevcuttur. Bunlardan birisi de benim. Fakat Marksist Tutum sayesinde bilinçlenmeye, mücadele etmeye çalışan bir işçiyim. Ben özel bir şirkette büro işçisi olarak çalışıyorum. Diğer bir adıyla masa başı işçisiyim. Fakat masa başında çalışıyor olmam benim diğer üretim işçilerinden bir farkım olduğu anlamına gelmiyor. Ben de patron tarafından iliklerine kadar sömürülen bir işçiyim. Ama ne yazık ki, bu konumda çalışan birçok işçinin zihni bulandırılarak, asıl ait oldukları yere (sınıfa) yabancılaşmaları sağlanıyor. Zaten bu tarz işyerlerinde işçinin zihninin bulanması, benliğini yitirmesi çok sık görülen bir durum. Nasıl olmasın ki, patron tarafından işçiye verilen konum, gösterilen yakınlık bunun temel sebebi. Oysaki, bu samimi görünen durumun temelinde çıkar ve büyük hesaplar yatar. Sınıf bilincinden yoksun bir büro işçisi patronunun yaşaması gereken stresi, problemleri, sorunları benzer biçimde dert edinir. Yani patronunun sorunları sanki kendi sorunlarıymışçasına dertlenir. Tüm hayatı işyeri olur, onun için işten ayrı, farklı bir yaşam yok gibidir. Gece gündüz patronun işlerinin yolunda gitmesi için çabalar, gerektiğinde uykusu bile kaçar. Rüyalarına bile işyerinde yaşanan sıkıntılar girer desek abartı olmaz herhalde. Parasını geç alması önemli değildir, nihayetinde patron iyi bir insandır, şirketin geleceği için her şey mubahtır vb. Ve bir büro işçisinin en büyük hayallerinden birisi, ileriki bir dönemde bir işyeri açmak ve patron olmaktır. Tüm bu hayaller gerçek olmayınca hayatı yıkılır. Patronların yaptığı psikolojik savaşa birçok sınıf bilincinden yoksun işçi yenik düşüyor. Şunu bilmek gerekir, cebimize giren para ya da çalıştığımız işin, ortamın vb. farklı oluşu, işçi olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Yani bizler ilişkinin sömürülen, patrona artı-değer üreten kısmında yer alıyoruz. Bir bütün olarak sömürü düzenine karşı mücadele etmediğimizde, kazanan taraf patronlar yani ekonomik güç dolayısıyla kapitalizm oluyor. Şu çok doğru bir tespittir. Biz işçiler olmadan patronlar kocaman bir hiçtir. Bizler nerede, ne konumda çalışırsak çalışalım emeğimizin karşılığını alamıyor ve insanca yaşayamıyoruz. İnsanca bir yaşamdan alıkonuluyoruz. İnsanlığı yok oluşa sürükleyen kapitalist düzene karşı tek güç biz işçilerin birliğidir. Nerede, ne konumda çalışırsak çalışalım sınıf olarak bölünmemeliyiz ve sınıfımızı, mücadelenin hangi safında yer almamız gerektiğini bilmeliyiz. Bu sömürü düzeni yıkılmadan özgürlük olmaz. Öyleyse bu sömürü düzenini yıkmak için örgütlü mücadeleye katılmalıyız. Gebze’den bir kadın büro işçisi
48
O.K.
Bayram Gelmiş Neyime? İşçilerin bütün sene çalışıp dört gözle bekledikleri tatil günleridir bayramlar. Ama bütün sene gibi bayramda da paramız olmadığı için bu tatil günlerinden hiçbir tat alamayız. Bütün yıl işyerlerimize hapsolurken, bayramda da evlerimize hapsoluruz. Yani parasızlıktan, hiçbir şey değişmez yaşamımızda. Çalıştığımız işyerlerinde asgari ücret alıyoruz. İkramiye yok, sosyal haklar yok, daha da önemlisi örgütlülüğümüz yok. Durum böyle olunca Kurban Bayramında kesilmeyi bekleyen koyunlardan ne farkımız var? Ömrümüz boyunca sırtımızdan sermayesine sermaye katan patronlarımız 365 gün günlerini gün ederken, her akşam bizim canlı bedenlerimizden kopardıkları etleri temizlerler dişlerinin arasından. Bizler ise küçük hapishanelerimizde “sihirli kutu”nun içine hapsoluruz. O kutudan onların bizim üzerimizden kazandıkları paralarla nasıl şatafatlı hayatlar yaşadıklarını izleriz. Ağzımız açık seyre dalar, hayaller kurarız. Sonra da başlarız “bayram gelmiş neyime” türküsünü söylemeye. Etrafımızda gördüğümüz her şeyi üreten biz işçileriz, fakat ürettiklerimizden mahrum bırakılan da bizleriz. Anne-babalarımızın bizlere anlattıkları bayramlar bizim için güzel bir masaldan öteye geçmeyecek mi? Bizler böyle sefil yaşarken ileride çocuklarımızı nasıl bir yaşam bekliyor? Patronların kâr hırsları yüzünden iyice artan saldırılara ve sermaye düzenine karşı dur dememiz lazım. Çocuklarımıza her günü bayram gibi yaşatmak için mücadelenin zamanı geldi de geçiyor. Bunun için örgütlülüğümüzü sağlamalı ve daha ileri taşımalıyız. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi