Kapitalizm Kriz, Savaş, Yıkım Demektir Şubat 2008
Çözüm Örgütlü Mücadelede! • Türk tipi burjuva demokrasisi /I • Enternasyonal alanda Menşevizm /I
35
• Savaş karşıtı hareket üzerine • Milliyetçilik, ırkçılık ve “Türklük” kavramı • Din sorunu, laiklik ve Marksizm
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / I Mehmet Sinan Kürt sorununda statükocu-liberal ittifakı! 30 Ekim 2007 tarihinde kaleme aldığımız “Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası” başlıklı yazımızı, özetle şu saptamayı yaparak bitirmiştik: “Yaşanan bunca tarihsel tecrübeden sonra, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin tarihine ilişkin olarak şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor: Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarında iktidar kavgasını sürdürürlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri şu ya da bu biçimde tehlikeye girdiğinde domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır!” Nitekim olayların bugünkü gelişimi de bu saptamayı doğrular nitelikte olmaktadır. ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve egemen sınıfın temsilcilerini ortak çıkarlar etrafında birleşmeye ve giderek birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. Düzenin savunucusu ve temsilcisi konumunda olan güçler (asker-sivil bürokrasi ve burjuva siyasetçiler) kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları ikinci plana itmeye ve temsilcisi oldukları sömürü düzeninin ortak çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretmeye yönelmektedirler. Daha düne kadar devletin doruğunda iktidar kavgasına tutuşan ve bu amaçla birbirlerine çeşitli tuzaklar kuran statükocu askersivil bürokrasi ile iktidar partisi AKP, bölgedeki gelişmelere ve Kürt sorununa yönelik olarak giderek “aynı ağızdan” konuşmaya ve “birlik-bera-
ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve egemen sınıfın temsilcilerini ortak çıkarlar etrafında birleşmeye ve giderek birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. Düzenin savunucusu ve temsilcisi konumunda olan güçler kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları ikinci plana itmeye ve temsilcisi oldukları sömürü düzeninin ortak çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretmeye yönelmektedirler. Daha düne kadar devletin doruğunda iktidar kavgasına tutuşan ve bu amaçla birbirlerine çeşitli tuzaklar kuran statükocu askersivil bürokrasi ile iktidar partisi AKP, bölgedeki gelişmelere ve Kürt sorununa yönelik olarak giderek “aynı ağızdan” konuşmaya ve “birlik-beraberlik” gösterilerinde bulunmaya başlamışlardır.
1
marksist tutum
berlik” gösterilerinde bulunmaya başlamışlardır. Öte yandan, son dönemdeki gelişmelere baktığımızda, Avrupa Birliği (AB) yanlısı liberal aydınların tutumunun da iktidardaki “İslamcı-liberal” AKP’ninkinden çok farklı olmadığını, hatta örtüştüğünü görmekteyiz. Bu ülkede demokrasi ve özgürlükler konusunda soyut nutuklar atmaya bayılan liberal aydınlar ve siyasetçiler, sıra Kürt halkının somut ulusal-demokratik taleplerini savunmaya geldiğinde hep yan çizmişlerdir ve bugün de öyle yapmaktadırlar. Bu liberal aydın ve siyasetçilerin “laik” tandanslısı da, “İslami” tandanslısı da Kürt sorununun çözümü konusunda, yani bu ülkede demokrasinin gerçekten uygulanması konusunda tam bir ikiyüzlü tutum sergilemektedir. Liberallerin esas istediği, özel kapitalist sermaye düzeninin “serbestçe” gelişmesi ve Avrupa sermayesiyle bütünleşme sürecinin pürüzsüz yürümesidir. Kürt sorununda yaşanan son gelişmeler, yalnızca statükocuların demokrasi karşıtlığını ya da faşizan eğilimlerini sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda “İslamcı liberaller” ile “laik liberallerin” demokrasi anlayışlarının da ne denli sığ ve samimiyetsiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. AB’ye katılım gündeme geldiğinden bu yana, Türkiye’nin sorunlarının ancak burjuva demokrasisi çerçevesi içinde liberal iktisat ve siyaset politikaları izlenerek çözümlenebileceğini geviş getirircesine tekrarlayıp duran liberal ekâbir takımı, sıra Kürt sorununun barışçı ve kalıcı çözümü için acil ve somut adımların atılmasına geldiğinde, ayakları geri gitmeye ve söylediklerini bir bir yutmaya başladılar. Onlara göre, Kürt ulusal hareketinin bu süreci sekteye uğratacak şekilde çıkışlar yapması ve ulusal demokratik taleplerini yükseltmesi zinhar kabul edilemez bir şeydir ve şiddetle eleştirilmelidir! Bunlar için, Türkiye’de demokrasinin genişlemesi ancak AB ile bir bütünleşme sağlandıktan sonra mümkün olabileceğinden, Kürtlerin demokratik talepleri de tam olarak ancak bu aşamadan sonra düşünülebilecek bir şeydir. Bu nedenle liberaller, zamanı gelinceye değin Kürtlerin uslu durmalarını ve şimdilik birtakım hak kırıntılarıyla yetinmelerini vazetmektedirler. Buna karşı çıkan ve parlamentoda seslerini yükselten DTP’li milletvekillerine ise adeta terörist muamelesi reva görülmektedir. Esasen bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü devrimci mücadeleye ve devrimci demokrasiye her zaman düşmanca bir yaklaşım içinde olan liberal demokrasi, bu nedenle Kürt hareketinin devrimci demokratik mücadelesine ve taleplerine de düşmanca yaklaşmaktadır. Burjuva liberaller de tıpkı statükocular gibi davranmakta ve Kürt
2
Şubat 2008 • sayı: 35
hareketini daha baştan “terörizm”le suçlayarak, kamuoyu önünde mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Özellikle 11 Eylül’den sonra, tüm dünyada olduğu gibi bizdeki liberallerin ağzında da bu “terörizm” kavramı, her türlü devrimci faaliyeti karalamak için kullanılan bir “yafta” haline getirilmiştir. Bu nedenle, Kürt sorununda yaşanan son gelişmeler, yalnızca statükocuların demokrasi karşıtlığını ya da faşizan eğilimlerini sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda “İslamcı liberaller” ile “laik liberallerin” demokrasi anlayışlarının da ne denli sığ ve samimiyetsiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. AB’ye katılım gündeme geldiğinden bu yana, Türkiye’nin sorunlarının ancak burjuva demokrasisi çerçevesi içinde liberal iktisat ve siyaset politikaları izlenerek çözümlenebileceğini geviş getirircesine tekrarlayıp duran liberal ekâbir takımı, sıra Kürt sorununun barışçı ve kalıcı çözümü için acil ve somut adımların atılmasına geldiğinde, ayakları geri gitmeye ve söylediklerini bir bir yutmaya başladılar. Bunlar, kendilerinden bekleneceği üzere, çok sinsi bir oportünizme başvurarak ve çeşitli bahaneler üreterek, militarizmle uzlaşma yoluna gittiler. Yani bu kez de Kürt sorunu, kendilerini liberal ve de ılımlı İslam olarak tanıtan politika esnafının elinde çok tehlikeli bir çözümsüzlüğün girdabına sokulmuş oldu. Bugün İslamcı-liberal AKP hükümetinin “yeni çözüm önerileri” diye elinde salladığı sopa, bildik-tanıdık olan o “eski sopa”dan başka bir şey değildir. Ağızlarının içinde ne denli eveleyip geveleseler de, AKP hükümetinin ve bir kısım liberal aydının bugün “çözüm” diye gösterdikleri yol, otoriter devletçi anlayışın yıllardan beri “çözüm” diye öne sürdüğü geleneksel inkârcı ve imhacı yaklaşımdan bir adım öteye geçmemektedir. Çünkü liberaller de statükocular gibi, sorunun aslında bir “ulusal sorun” olduğu gerçeğini itiraf etmekten köşe bucak kaçmaktadırlar. Nitekim kaçtıkları içindir ki, Kürt ulusal sorununu inkâr etmekte ve “aslında bu sorun ekonomik, sosyal, kültürel boyutları olan bölgesel bir sorundur” diye ağızlarının içinde eveleyip gevelemekte, ya da “aslında Kürt sorunu yoktur, terör ve terörle mücadele sorunu vardır” deyip militarizme göz kırpmaktadırlar. Böylece, Kürt ulusal sorununun gerçekten “adaletli, barışçı ve kalıcı bir çözümü” için gerekli politik adımları atmaya, bugünkü “İslamcı-liberal” AKP hükümetinin de mecalinin olmadığı anlaşılmış oluyor. Çünkü bu parti de diğer burjuva partiler gibi, geleneksel statükocu güçlere ve resmi “devlet” ideolojisine karşı kararlı bir mücadeleyi göze alabilecek politik cesaretten ve gerçek demokratlıktan yoksundur. Dolayısıyla, lafa gelince “demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi, hak ve özgürlüklerin savunulması” konusunda bolca nutuk atan ve vaatlerde bulunan “İslamcıliberal” AKP yöneticilerinin ve onların siyasal destekçisi konumunda olan liberal aydınların söylemleri kimseyi aldatmamalıdır! İşin gerçeğinde, AKP’nin de kendinden ön-
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
AKP hükümetinin ve bir kısım liberal aydının bugün “çözüm” diye gösterdikleri yol, otoriter devletçi anlayışın yıllardan beri “çözüm” diye öne sürdüğü geleneksel inkârcı ve imhacı yaklaşımdan bir adım öteye geçmemektedir. Çünkü liberaller de statükocular gibi, sorunun aslında bir “ulusal sorun” olduğu gerçeğini itiraf etmekten köşe bucak kaçmaktadırlar. ceki liberal burjuva partilerden (Bayar-Menderes’in DP’si, Özal’ın ANAP’ı vb. gibi) hiçbir farkı yoktur. Bugün kendilerini “İslami duyarlılığı yüksek” liberal politikacılar olarak takdim eden AKP’nin burjuva yöneticileri de, tıpkı kendilerinden önceki burjuva liberaller gibi aynı sınıf kumaşından imal edilmişlerdir. Bunların hepsinin ortak özelliği, demokrasiyi yalnızca kendileri için istemeleridir. Dolayısıyla, AKP’nin savunduğu “demokrasi” de tıpkı kendinden önceki liberal partilerinki gibi, sınırlı bir burjuva demokrasisi olmaktan öteye geçemez. Ama bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Çünkü bu ülkede demokrasiyi, hak ve özgürlükleri “savunma” propagandalarıyla siyaset sahnesine fırlamış olan burjuva liberallerin (ister İslami tandanslı, isterse laik tandanslı olsunlar) demokrasi anlayışı hep aynı olmuştur. Bunlar her zaman, kendileri için geniş ama Türk ve Kürt emekçi halkı için dar olan bir burjuva demokrasisi uygulamayı tercih etmişlerdir ve bugün de bu anlayışlarında değişen çok bir şey yoktur. Öte yandan, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bu ülkede burjuva düzenin “liberal” savunucularıyla “statükocu” savunucuları arasında bir iktidar kavgasının yürüdüğü de görülmesi gereken bir gerçekliktir. Bu kavgada statükocu kesim (Kemalist bürokrasi), kendi iktidarını zayıflatacağını düşündüğü her durumda, liberal-demokratik açılımlara ve değişim taleplerine (bu talepler bu ülkenin egemenlerinden, yani burjuvaziden gelmiş olsa bile) hep karşı durmuş ve statükonun yılmaz savunucusu kesilmiştir. Buna karşılık, siyasal iktidarda ve ülke ekonomisinde daha fazla söz sahibi olmak isteyen burjuva liberaller ise, zaman zaman statükoculara karşı çıkarak, ekonomik ve siyasal alanda liberalizmi ve demokratikleşmeyi savunur görünmüşlerdir. Statükoyu savunan burjuva kesim ile liberalizmi savunan burjuva kesim arasında cumhuriyet tarihi boyunca sürüp gelen bu kavga, kesinlikle emekçi halkın çı-
karlarıyla ilgili olmayan ve onun gerçek taleplerini hiçbir biçimde dikkate almayan bir kavgaydı. Fakat bu kavgada her iki kesim de bir “oy deposu” olarak gördükleri emekçi halkı kendi peşlerine takabilmek için, kendilerini hep halktan yana göstermişler ve sürekli halk dalkavukluğu yapmışlardır. Özetle söyleyecek olursak, TC’nin kuruluşundan itibaren kendini devletle özdeşleştirmiş olan egemen sınıfın bir kesimi (devletçi-statükocu kesim), birey karşısında daima devletin çıkarlarını üstün tutarken, sözümona statükoculuğa karşı çıkan ve demokrasiyi savunurmuş gibi yapan bir diğer kesim (liberal burjuva kesimi) ise, demokrasiyi yalnızca burjuvazi için istemiştir. Yalnızca burjuvazinin ekonomik ve siyasal özgürlük alanını genişletmek için statükoya karşı “mücadele” vermiştir. Egemen sınıf içinde, statükocular ile liberaller arasında bugün yaşanan çatışma da bundan farklı bir şey değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 85 yıllık zaman diliminde, bu ülkede burjuva demokrasisinin tamamen rafa kaldırıldığı ya da sınırlarının alabildiğine daraldığı dönemler çok olmuştur. Ama buna karşılık, bu ülkede Batıdaki gibi normal işleyen bir burjuva demokrasisi dönemi hiç olmamıştır. Bu ülkede bir burjuva demokrasisinin işlediği sanılan dönemler ise, gerçekte burjuva demokrasisinin sınırlarının geçici olarak bir parça genişlediği istisnai dönemlerdir. Türkiye’de burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlediği bu istisnai dönemler, genellikle burjuvazinin bu genişlemeden çok fazla bir rahatsızlık duymadığı, hatta yarar umduğu dönemlerdir. Böylesi dönemlerde statükocu-otoriter burjuva eğilim siyasal düzlemde geri plana çekilirken, öne çıkan hep liberal burjuva eğilim olmuştur. Burjuvazinin çıkarları demokrasinin sınırlarının daraltılmasını ya da tümden ortadan kaldırılmasını gerektirdiği dönemlerde ise bunun tersi olmakta ve
3
marksist tutum
böylesi dönemlerde burjuva liberal eğilim siyaset sahnesinde geri plana çekilirken, bu kez öne çıkan statükocuotoriter eğilim olmaktadır. TC’nin kuruluşundan bugüne kadar yaşanan tüm siyasal süreçlerde, defalarca tekrarlanmış bir olgudur bu. Yaptığımız bu saptamanın yerinde olup olmadığını anlamak için, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar burjuva siyasal rejimde yaşanan belli başlı değişim dönemlerine kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır sanırız.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne egemenlerin geleneksel iktidar dansı Tek parti (CHP) diktatörlüğü altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi (1923-46), Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin hiç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt halkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karşılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır. İşin ilginç yanı, gerek Türk işçi ve emekçi kitlelerin, gerekse Kürt halkının her türlü demokratik çıkışının genelde statükocu bir tepkiyle karşılandığı ya da şiddetli bir saldırganlıkla bastırıldığı bu yılların, gerçeklerle adeta alay edercesine, resmi tarihin sayfalarına “ilerici-devrimci yıllar” olarak kaydedilmiş olmasıdır. Oysa ne yönetici kadroların eylemleri, ne de yapılan işlerin niteliği bakımından bu yılları “ilerici-devrimci yıllar” olarak nitelemek mümkündür. Bu ülkede Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetle devam eden “çağdaşlaşma-batılılaşma-modernleşme” projesinin “mimarlığını” ve fiili uygulayıcılığını yapan kadroların, despotik-devletçi geleneği çok güçlü bir kaynaktan, yani Osmanlı askeri bürokrasisinden geldiği bir sır değildir. Milli Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan bu burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır.
Şubat 2008 • sayı: 35
Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi “Batılılaşma, modernleşme” özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Dolayısıyla bunlar, Osmanlı’dan miras kalan kurum ve yapıları köklü bir halk devrimiyle ortadan kaldırmak yerine, bu yapıların pek çoğunu yeni kurulan cumhuriyet rejimine uyarlayarak muhafaza etme yolunu tutmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyeti kuran ve “devrimci” olduğunu iddia eden bu “öncü” kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı “Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme” söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir. Emperyalist işgal güçlerine karşı kazanılan askeri zaferin ardından kurulan yeni devletin (TC’nin) merkezi çekirdeğini oluşturan askeri ve siyasi kadrolar (Kemalistler), bir yandan kendilerini daha yeni gelişmekte olan Müslüman-Türk burjuvaziye dayandırmaya çalışırken, diğer yandan da bizzat kendileri devlet olanaklarından yararlanarak burjuvalaşmaya çalışıyorlardı. Ama öte yandan bu kadrolar, Osmanlı’nın geleneksel “devlet” anlayışı içinde yetişmiş olmalarından kaynaklı olarak, kendilerini hâlâ “devletlû” bir sınıf gibi görme ve devletin “aslî sahibi” sayma eğilimindeydiler. Cumhuriyet rejimini yöneten siyasal kadronun bu öznel eğilimi, Milli Mücadele sürecinde kuTek parti diktatörlüğü altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin hiç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt halkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karşılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır.
4
Şubat 2008 • sayı: 35
rulan “kent burjuvazisi-eşraf-bürokrasi” ittifakı içinde giderek esaslı bir çelişki yaratacaktı. Çünkü Kemalist bürokrasi kendini her ne kadar Osmanlı’daki gibi “devletlû” bir sınıf olarak hissetse de, artık ne devlet o eski Osmanlı devletiydi, ne de toplum o eski tebaa toplumu. Kapitalizm yönünde gelişen yeni toplum, esasen bir burjuva toplumu olma yolunda ilerliyordu ve bunun da burjuvazi ile “kurucu” bürokrasi arasında bir çelişkiye yol açması kaçınılmazdı. Nitekim yeni kurulan cumhuriyet rejiminde kentli büyük burjuvazi iktisaden gelişip güçlendikçe, bu sınıfın devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olma isteği de giderek artacaktı. Bu durumda, iktisaden güçlenen mülk sahibi burjuvazi ile devlet yönetimini tekelinde tutan Kemalist bürokrasi arasında giderek bir zıtlaşmanın doğması da kaçınılmaz olacaktı. İşte Kemalist bürokrasi ile mülk sahibi burjuvazi arasında Milli Mücadele yıllarında kurulan siyasal birlikteliğin (iktidar bloğu), yıllar ilerledikçe “çelişkili ve çatışmalı” bir birlikteliğe dönüşmesinin gerçek nedeni budur. Bu ülkede askeri bürokrasinin tutumu, cumhuriyetin ilanından başlayarak, burjuva düzenin gelişim evrelerini derinden etkilemiştir. Cumhuriyetin ilanından sekiz ay önce (17 Şubat 1923’de), yeni yönetimin izleyeceği iktisat politikalarını belirlemek amacıyla İzmir’de bir İktisat Kongresi toplanmıştı. Bu kongre, siyasal iktidarı fiilen elinde tutan milliyetçi askeri bürokrasiyi, İstanbul ve İzmir’in MüslümanTürk burjuva çevrelerini, Anadolu eşrafını ve büyük toprak sahiplerini bir araya getiren bir organizasyondu. M. Kemal’in önderliğindeki milliyetçi askeri bürokrasi ile Müslüman-Türk burjuvazisinin birlikte oluşturdukları yeni iktisat politikasının ana hedefi bu kongrede açıkça belirtilmişti: Devlet aracılığıyla ve devlet imkânlarıyla, kapitalist temeller üzerinde ulusal bir ekonomi inşa etmek! Kongre ayrıca, Osmanlı Devleti’nden devralınan liberal iktisat politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutum konusunda köklü bir değişiklik yapılmayacağına dair de Batılı emperyalist güçlere güvence veriyordu. Siyasal iktidarı fiilen elinde bulunduran Milli Mücadele’nin askeri ve siyasi önder kadrosu, bu kongrede, kapitalist üretim biçimine mümkün olduğu kadar hızlı bir geçişi sağlamak amacıyla sermaye birikimini yerli burjuvazinin yararına hızlandırmayı taahhüt ediyordu. Kemalist iktidar, elinde bulundurduğu yasama ve yürütme gücünü bu hedefe ulaşmak üzere kullanacak ve özel bir vergilendirme yoluyla emekçi halkın sırtından çekip alacağı birikimleri burjuvaziye aktaracaktı. Böylelikle devlet, Kemalist bürokrasinin yönetimi altında, “milli” kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla “milli” burjuvazinin hizmetine koşulmuş oluyordu. Tabii, Kemalist bürokrasi uygulayacağı bu “milli” iktisat politikasını, “cumhuriyetçilik”, “milliyetçilik”, “halkçılık”, “devrimcilik”, “anti-emperyalistlik” vb. olarak lanse edecekti halka! Dolayısıyla, 1923’den 1930’a kadar süren bu dönem,
marksist tutum
“milli iktisat politikası” adı altında yerli burjuvaziye devlet aracılığıyla sermaye birikimi sağlamaya çalışmaktan öteye geçmeyen bir dönem olmuştur. Sözümona bu yolla, kapitalist sanayileşme hamlesi başarılacak ve ulusal kalkınma sağlanacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, “kapitalist sanayileşme” yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı. Bu dönemde ne “milli” burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine “milli” burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayri Müslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı. Yerli burjuvazi, 1923-30 yıllarının ekonomik yalıtılmışlık koşulları içinde kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalmış ve elindeki imkânlar ve araçlar dahilinde, ülke içinde yaratılan artı-değeri (en başta da tarım ürünlerinin ihracı yoluyla köylülerin artı-değerini) sömürerek palazlanmaya çalışmıştır. “Milli” burjuvazi, bu sömürü mekanizmasının organize edilmesinde en büyük yardımı tabii ki Kemalist devletten görmüştür. Bu dönemde devlet gücünü elinde bulunduran ve bir anlamda “milli” burjuvazinin de hamiliğini yapan Kemalist bürokrasi, ülkeye yabancı sermaye girişinden umudunu tamamen kesmiş olduğundan, kapitalist birikimin ancak ülke içi kaynakların hızlanan bir sömürülmesiyle sağlanabileceğini ve bunun vazgeçilmez aracının da devlet olduğunu görmüş bulunuyordu. O nedenle Kemalist bürokrasi, devleti hem servetlerin oluşturucusu hem de dağıtımcısı konumuna getiren bir ekonomik politikayı gecikmeksizin uygulamaya koydu. Uygulanan bu ekonomi politikası sonucunda, yüksek mevki sahibi Kemalist bürokratlar (bürokratik elit) kısa zamanda toplumsal ve siyasal yaşamın en etkili figürleri haline geldiler. Çünkü bir grup insanı (yeni yetme burjuvaziyi) zengin edecek siyasi kararları alan ya da bu kararların alınmasında etkin bir rol oynayan onlardı. İşte uzun yıllar Kemalist bürokratik eliti yerli burjuvazinin gözünde vazgeçilmez kılan ve onu bir “hami” konumuna yükselten, aslında Türkiye’nin mevcut koşullarından başkası değildi. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
5
Savaş Karşıtı Hareket Üzerine Levent Toprak
6
K
apitalist dünya sistemi tarihsel bir tıkanıklık ve kriz içinde. Bu olgunun belirtileri her geçen gün artıyor. 2006’dan beri kendisini küçük dalgalar halinde hissettiren dünya finansal krizinin son günlerdeki atağı bu gerçekliğin yalnızca taze bir örneğini oluşturuyor. Kâr oranlarındaki düşüşler ve sermaye birikim sürecinin tökezlemeleri, süreci tersine çevirmek veya en azından kaybı azaltmak isteyen kapitalist sınıfı bir yandan işçi sınıfına karşı dört bir koldan saldırmaya, bir yandan da kendi içindeki rekabeti şiddetlendirmeye itiyor. Bugün tüm dünyada yürütülmekte olan çok yönlü sosyal yıkım saldırılarının da, polis devletine doğru geçiş adımlarının da, emperyalist savaş ve işgallerin de kaynağı budur. Bunların hepsi sistemin doğasından kaynaklanan krizin değişik ifadelerini ve kapitalistlerin krize karşı yanıtlarını oluşturmaktadır. Ya da bir başka ifadeyle, bunlar işçi sınıfına karşı sermayenin yürüttüğü bütünsel sınıf savaşının değişik cepheleridir. Dolayısıyla, sözgelimi Türkiye’de emeklilik yaşının yükseltilmesi ile Gazze halkının bugünlerde İsrail kuşatması altında adeta yok edilmek istenmesi ya da Pakistan’daki son kanlı siyasal gelişmeler veyahut devletin Kürtlere yönelik yeni savaş kampanyası göründüğü kadar birbirinden kopuk değildir. Ancak tüm bu mücadele cepheleri içinde emperyalist savaş cephesinin özel bir önemi olduğunu vurgulamak gerekiyor. Zira bugün yürümekte olan emperyalist savaş süreci, tüm diğer sorunların adeta yoğunlaştırılmış bir özeti gibidir. Bu savaş süreci dünya kapitalizminin emekçilere karşı başlattığı sınıf taarruzunu en uç biçimde ortaya koymakta ve esasen onun en azgın cephesini oluşturmaktadır. Çünkü bu, bir yönüyle emekçinin artık sadece alınterinin değil canının da talep edildiği anlamına geldiği gibi, kapitalizmin
Şubat 2008 • sayı: 35
normal zamanlarda gizlemeyi başarabildiği vahşi doğasını tüm çıplaklığıyla açığa vurması anlamına da gelmektedir. Artık söz konusu olan kandır, silahlar konuşmaktadır. Bu bakımdan savaşlar aynı zamanda kapitalist düzenin zayıfladığı anlardır, devrimler için yatak görevi de görürler. Unutmayalım ki Ekim Devrimi bir savaştan doğmuştur. Dolayısıyla savaş karşıtı mücadelenin önemi ne denli vurgulansa azdır. Önümüzdeki Mart ayı, Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgalin başlamasının beşinci yıldönümünü oluşturuyor. Ve bu vesileyle dünya ölçeğinde savaş karşıtı eylemler planlanmakta. Beşinci yıla geldiğimiz şu günlerde emperyalist savaş süreci yeni yeni coğrafyalara doğru yayılma işaretleri veriyor. Bu vesileyle savaş karşıtı hareketin bir değerlendirmesini yapmak ve dersler çıkarmak yerinde olacaktır. Diğer taraftan savaş sorunu Türkiye açısından özel boyutlar taşıyan bir sorun da oluşturuyor. Tam da içinden geçmekte olduğumuz dönem, devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşı sınır ötesinde Güney Kürtlerine doğru genişletme çabalarının alevlendirildiği bir dönem. Şu ana dek esas olarak hava bombardımanları biçiminde sürdürülen operasyonların, bahara doğru kara harekâtına dönüştürülmesi tehlikesi mevcut. Dolayısıyla Türkiye’de savaş karşıtı mücadele son derece acil ve yakıcı boyutlar taşımaktadır. Ancak devlet çeyrek yüzyıldır Kürtlere karşı bir savaş yürüttüğü ve bu savaşta on binlerce insan hayatını yitirdiği, on binlercesi sakat kaldığı ve yaralandığı, milyonlarca insan yerinden yurdundan edildiği, binlerce köy, ev, tarla, mezra yakılıp yıkıldığı halde, ne yazık ki Türkiye’de dişe dokunur bir savaş karşıtı hareket gelişememiştir. Gelinen noktada bu hususu da değerlendirmenin yararlı olacağı şüphesizdir.
marksist tutum
liği kazanamamış, bilinç ve örgütlülük bakımından işçi sınıfı damgasının eksikliği, hareketin dar bir küçük-burjuva perspektife hapsolmasına yol açmıştır. Böyle durumlarda hareketler, şiddetli çelişkilerin ürünü olan keskin sorunlar karşısında her zaman iflas eden reformizmin ve pasifizmin etkisi altına girerler. Bu perspektif darlığının başlıca görünümleri, savaş sorununun yüzeysel biçimde tarif edilmesi, bununla bağlantılı olarak mücadelenin hedeflerinin ve mücadele hattının dar tutulmasıdır. Oysa düşman, sorunu, layık olduğu biçimde, bir bütün olarak ele alarak, kendi manevra alanını geniş tutmakta ve böylelikle kaçınılmaz bir üstünlüğe sahip olmaktadır. Örneğin savaş, emperyalist-kapitalist sistemin nesnel işleyiş yasalarının sonucu ortaya çıkan krizin bir ifadesi olarak görülmeyip de, zihni melekeleri alay konusu edilen Bush’un ve şürekâsının akılsızlığı sorunu imiş gibi sunulduğunda, çözüm de bu ekibin gitmesine indirgenebilmektedir. Böylece sözgelimi geçen başkanlık seçimlerinde rakip aday Kerry’nin peşine takılabilinmiştir. Ya da savaşın meşruiyeti sorununu Birleşmiş Milletler onayına ve savaşı önleme görevini de BM kararlarına havale etmek gibi beyhude bir mecraya girildiğinde, BM’nin sözde barış bekçiliğinin koca bir yalandan ibaret olduğu gerçekliğiyle
Dünyada savaş karşıtı hareket ABD’nin öncülüğündeki kutsal emperyalist ittifakın Afganistan’a saldırı hazırlıklarını başlattığı günlerden itibaren dünyada savaş karşıtı sesler yükselmeye başlamış ve gelişen hareketlilik esas olarak Irak’a yönelik saldırı öncesinde milyonların sokaklara döküldüğü küresel eylemlerle doruğuna ulaşmıştı. Bilindiği gibi, savaşı önleme hedefiyle organize edilen bu eylemler istenilen sonucu vermedi ve emperyalist savaş makinesi tüm vahşetiyle harekete geçip, Irak’ı tarumar etmeyi başardı. Irak işgali beşinci yılını doldururken, emperyalist savaş süreci daha da yayıldığı halde, savaş karşıtı hareketin Irak işgalinin ilk günlerinden itibaren başlayan küresel ölçekteki gerilemesi esas itibarıyla devam etmekte. Dolayısıyla, savaş ve işgal durumunun adeta genel anlamda kanıksandığı bir durumun oluşmaya başladığını söylemek mümkün. Oysa emekçi sınıflar açısından hayatlar sönmeye, acılar kat kat büyümeye devam ediyor. Mücadele zorunluluğu azalmıyor, aksine artıyor. Savaş karşıtı hareket örgütlü bir işçi sınıfı hareketi nite-
Savaş, emperyalist-kapitalist sistemin nesnel işleyiş yasalarının sonucu ortaya çıkan krizin bir ifadesi olarak görülmeyip de, zihni melekeleri alay konusu edilen Bush’un ve şürekâsının akılsızlığı sorunu imiş gibi sunulduğunda, çözüm de bu ekibin gitmesine indirgenebilmektedir.
7
marksist tutum
Şubat 2008 • sayı: 35
Askerler ve asker aileleri sorunu, tüm dünyada savaş karşıtı hareketlerin önemli bir boyutunu oluşturmuştur. Birçok ülkede askerler ve aileleri arasından savaşın ve militarizmin gerçek yüzünü sezen ya da görenler de çıkmış ve seslerini yükseltmişlerdir. Savaşın boyutları büyüdüğü, kayıplar arttığı ölçüde bu sesler artmış ve genellikle savaş karşıtı hareketlerin bir unsuru haline gelmişlerdir. Ancak Türkiye’de Kürt halkına karşı yürütülen savaşın insani bilançosu hiç de küçük olmamasına rağmen, bu eğilim dünya genelinden çok daha cılız kalmıştır. yüz yüze kalınır. Veyahut aynı anlama gelmek üzere, savaşı önlemek için diğer emperyalist güçlere bel bağlanıldığında, onların da özde bir farkının olmadığı gözden kaçırılır ve sonunda falanca emperyalistin değil de filanca emperyalistin aleti durumuna düşülür. Aynı şekilde mevcut savaşı tekil bir şey gibi görmek de büyük bir yanılgıdır. Bu, Afganistan’la başlamış, Irak’la devam eden ve işçi sınıfı örgütlü devrimci mücadelesini yükseltmedikçe yeni alanlara sıçraması kaçınılmaz olan uzun bir emperyalist savaş sürecidir. Aslında, şahin diye anılan Amerikan yöneticilerinin bu savaşı “sonsuz savaş” gibi ifadelerle formüle etmeleri tam da bunu anlatmaktadır. “Sonsuz savaşın” anlamı, büyük emperyalist güçler arasında mutabık kalınan bir “yeni dünya düzeni”, yani yeni bir güçler ilişkisi düzeni kurulana kadar savaşın süreceğidir. Savaş karşıtı hareketin geneline hâkim olan perspektif darlığının kendini gösterdiği bir diğer önemli cephe ise eylem alanıdır. Küresel ölçekte yürüyen savaş karşıtı kampanya en yüksek mücadele biçimini ancak kitlesel gösterilerde bulmuştur. Oysa büyük kitlesel gösteriler bile, şayet çok daha etkili eylem ve örgütlülük biçimleriyle bütünlenmemişse, sonunda koca bir gaz boşaltma mekanizması haline gelirler. Kitlesel gösteriler şüphesiz önemlidir ve uygun biçimde yapıldığında birçok işlev görürler, ancak bunların sorunun halline yeteceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Örneğin bu süreçte yapılan gösteriler arasında Londra’da yapılanı, 2 milyonluk katılımla tarihin en büyük gösterisi oldu. Ama, bıraktık savaşı önlemeyi, İngiltere’yi bile ABD’nin yanında yer almaktan alıkoyamadı. Gösteriler, dar bir perspektife hapsedilmiş mesajlar çerçevesinde yapıldığında, temelde pasifist ve uysal bir çizgiye indirildiğinde, katılımcıların düzen çerçevesinde şekillendirilmiş olağan bilincinde bir sıçrama yaratma, güçlü bir esin doğurma şansından uzaklaşırlar. Her zaman en
8
önemli nokta bilinçtir. Bilincinde bir sıçrama olmayan emekçi ertesi gün aynı rutin hayatına döner. Eylemler, onun rutin bilincini sarsacak, ona göremediği yeni boyutları gösterecek ve sorunları yeni bir ışık altında görmesinde yardımcı olacak türde olmalıdır. Doldur boşalt niteliğindeki pasifist gösteriler bu işlevi görmeye uygun değildir. Şüphesiz gösterilerin dışında daha etkili eylem biçimleri de söz konusudur. Meselâ etkili olabilecek savaş karşıtı grevler. Ama ne yazık ki, milyonları alanlara döken savaş karşıtı hareketlilikten bu tür grevler çıkmamıştır. Savaşa niyetli bir ülkede, hayatı durduracak şekilde milyonların yer aldığı kararlı bir grevin, barışçıl bir kitlesel gösteriden çok daha etkili olacağı şüphesizdir. Hele hele bu grevlerin doğrudan doğruya ordunun faaliyetini engelleyici alanlarda gerçekleştirilmesi daha da önemlidir. Tarihsel örnekler, silah ve mühimmat fabrikalarının, sevkıyat yapılan ulaşım alanlarının işleyişinin durdurulduğu grevlerin ne denli önemli olduğunu gözler önüne serer. Vaktiyle bu tür grevler Ekim Devrimini boğmayı amaçlayan karşı-devrimci güçlere sevkıyatı önlemek üzere İngiltere, Fransa gibi ülkelerde yapılmış ve etkili olmuştur. İşçi sınıfının katılımı, mücadelenin örgütlülüğü, daha etkili eylem biçimleri gibi faktörlerin, eninde sonunda ordu içinde askerler arasında da etkisini göstermesi söz konusu olur. 20. yüzyıldaki emperyalist nitelikli savaşlarda rastladığımız bu dinamik, bugünkü savaşta henüz yok denecek seviyededir. Perspektif darlığı olsun, eylem biçimlerinin darlığı olsun, bütün bunlar esasta tek bir zaafın yansımalarıdır: Bilinç ve örgütlülük eksikliği. Öyleyse sorun, en öz ifadeyle, doğru bir perspektifi ve onu hayata geçirebilecek aracı, yani proleter bir devrimci siyasal örgütlülüğü oluşturma sorunudur. Ancak böyle bir örgütlülük savaş karşıtı duyarlılığı ve bu temelde gelişen hareketliliği doğru bir zemine
Şubat 2008 • sayı: 35
ve eylem yörüngesine oturtarak, onu kof olmaktan kurtaracağı gibi, onu her düzeyde örgütlendirerek, azami sonuç almasını sağlayacaktır.
Türkiye’deki durum Irak savaşı öncesinde Türkiye’de de dünyadaki hareketliliğe paralel olarak bir savaş karşıtı hareketlenme yaşandı. Bunda Türkiye egemen sınıfı içinde savaşa katılma konusundaki tereddüt ve çatlaklar da nispeten kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. En son 2003 yılında Ankara’daki tezkere karşıtı mitingle doruğuna çıkan bu hareketlilik de, dünyanın diğer yerlerindekilere paralel olarak savaşın başlaması ve ABD’nin kısa sürede Irak’ı işgal etmesiyle birlikte sönümlenmeye başladı. Türkiye’deki savaş karşıtı hareket de dünya genelindeki hareketle özde aynı zaafları paylaşıyordu. Hareketin sınıf temelinin zayıflığı, bilinç ve örgütlülük eksikliği ve bunların yansıması olan perspektif darlığı Türkiye’de de mevcuttu. Ancak durum diğer ülkelerden daha da kötüydü. Savaş Türkiye’nin yanı başındaki bir ülkeyi hedef aldığı ve bu ülke Müslüman bir ülke olduğu halde, Türkiye’de savaş karşıtı hareketlilik diğer ülkelerdekinden daha sönük kalmıştır. Bu durum Türkiye’deki zaafların daha vahim boyutlar taşıdığının bir belirtisidir. Genel anlamda bilinç ve örgütlülük eksikliği olarak tarif ettiğimiz sorun, savaş karşıtlığı bağlamında Türkiye’de kendisini bugün en çarpıcı biçimiyle Kürt sorununda ortaya koymaktadır. Kürt halkına karşı yürütülen savaş, yarattığı ağır tahribatla bugün 25 yılı geride bırakmıştır. Türkiye nüfusunun kendini Türk kimliğiyle özdeşleştirmiş çoğunluk kesimi açısından bakıldığında, savaşta ölen ve sakatlanan on binlerce yoksul emekçi aile çocuğuna, sönen ocaklara rağmen, bu aileler ve çevresinden başlayarak toplumun genelinde bu haksız savaşa son verilmesini isteyen güçlü bir ses ne yazık ki çıkamamıştır. Bu aileler içinden seyrek olarak yükselen çığlık, her seferinde düzenin
marksist tutum
topyekûn çullanmasıyla, anlamlı bir yankı yaratamadan çabucak boğulmuş, boğulabilmiştir. Dağlıca vakası sonrası PKK tarafından alıkonan askerlerin teslim edildikten sonra başlarına gelenler, ülkedeki ağır militarist baskının düzeyini anlamak bakımından çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Alıkonuldukları andan itibaren toplumda askerlere dönük bir sempati oluşmaması için düzen cephesi dört koldan sinsi bir militarist-şovenist kampanya yürütmüş, sonunda adeta ölmedikleri için onları suçlu, hatta vatan haini konumuna sokmuştur. “Ölselerdi daha iyiydi” ya da “kurtulduklarına sevinemedim” gibi, burjuva medyanın bazı kesimleri tarafından bile ayıplanan skandal açıklamaların ardından geçtiğimiz haftalarda bu askerler için ağır suçlamalarla askeri mahkemede davalar açıldı. Hatta bu askerlerden biri, sadece Kürt olduğu ve PKK tarafından alıkonulduğu sürede kardeşlik mesajları vermiş olduğu için, düzmece olduğu her halinden belli asılsız suçlamalarla müebbet hapis istemiyle yargılanacak. Askerler ve asker aileleri sorunu, tüm dünyada savaş karşıtı hareketlerin önemli bir boyutunu oluşturmuştur. Bu kesimler her zaman militarist düzen güçleri tarafından toplumda oluşabilecek savaş karşıtı duyarlılıklara karşı duygusal bir istismar aracı, bir dalgakıran olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Savaşın acı sonuçlarına doğrudan maruz kalan ve toplumda genel bir sempatinin odağı olan bu kesimlerin, yaşadıkları acılar nedeniyle öfkelerini düzene yöneltmeleri tehlikesi her zaman mevcut olduğundan, militarist düzen güçleri bu kesimleri kendi yanlarında tutmaya her zaman hassas bir dikkat göstermişlerdir. Ancak birçok ülkede askerler ve aileleri arasından savaşın ve militarizmin gerçek yüzünü sezen ya da görenler de çıkmış ve seslerini yükseltmişlerdir. Savaşın boyutları büyüdüğü, kayıplar arttığı ölçüde bu sesler artmış ve genellikle savaş karşıtı hareketlerin bir unsuru haline gelmişlerdir. Ancak Türkiye’de Kürt halkına karşı yürütülen savaşın insani bilançosu hiç de küçük olmamasına rağmen, bu eğilim dünya genelinden çok daha cılız kalmıştır. Öyle ki strateji uzmanı sıfatıyla televizyonlarda boy gösteren zatlardan biri, bir keresinde, asker ailelerinin suskunluğunun büyük bir nimet olarak görülmesi gerektiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Genelde haksız savaşlara karşı hareketleri daha güçlü, etkili kılacak temel unsur olarak örgütlü bir işçi sınıfı hareketi oluşturma gereği, sorunun askerler ve aileleri boyutu için de önem taşımaktadır. Bilinç ve örgütlülük düzeyi ne denli yüksek bir işçi hareketi yaratılabilirse, askerler ve asker ailelerinin haksız savaşa karşı seslerini yükseltme cesaretleri o
9
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
denli artacak, doğan tek tük seslerin hemencecik boğuluvermesi o denli zor olacak, boğucu militarist havanın kırılmasında etkisi de o denli yüksek olacaktır. Bütün bunlar haksız savaşa karşı harekete o denli güçlü ve etkili bir kanal açmış olacaktır. Bu temel zayıflık nedeniyle Türkiye’de asker aileleri büyük ölçüde faşist odakların istismar alanı haline getirilmiş durumdadırlar. Bu odaklar acılı ailelerin öfkelerinin, gerçek adres olan savaş makinesine ve onu besleyen düzene yönelme olasılığını daha baştan bertaraf ederek, bu öfkeyi Kürt halkına, onun ulusal hareketine ve haksız savaşa karşı çıkan hareketlere yöneltmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu alan gerçekten de devrimci işçi sınıfı hareketinin haksız savaşa karşı mücadelesinin zemini olması gereken bir alandır. Savaş mağduru Kürt ailelerin mücadelesinin bu ailelerle birleştirilmesi ne yazık ki şimdiye kadar başarılamamıştır. O nedenle, bu alanın faşistlerin cirit attığı bir alan haline gelmesinin esas sebebi olan örgütsüzlüğü döne döne vurgulamamız gerekmektedir. Bugün savaş sorunu bağlamında görev, işçi sınıfının bilinç ve örgütlük düzeyini yükselterek, onu savaş karşıtı hareketin ana ekseni durumuna yükseltmek ve bu sayede hareketin ufkunu savaş sorununun gerçek niteliğine uygun düzeye sıçratmak için ter dökerek çaba harcamaktır. Daha güçlü ve etkili eylemler bunun sonucunda gelecektir. Bu başarıldığında Türkiye’deki militarist geleneklerin ve kültürün ağır havası da kırılmış olacaktır. Savaşlar aynı zamanda devrimlerin de yatağıdır. Ancak savaşların başarılı devrimlerin ebesi olabilmesi için proleter devrimci öncünün göreve uygun bir bilinçle hazırlanması bir zorunluluktur. Türkiye’de tarihsel nedenlerle demokratik kültürün zayıflığı, bunun bir parçası olarak siyasal geleneğin temel unsurlarından biri olan militarizmin gücü gibi hususlar nedeniyle, örgütsüzlük sorunu çok daha vahim bir nitelik kazanmaktadır. Toplumu oluşturan bireylerin beyinlerinin, daha çocukluklarından itibaren “asker millet” şartlandırmasıyla, “Türküm, doğruyum”larla yıkanmakta olduğu, okul sıralarında birörnek üniforma giydirildiği, “rahathazırol”larla hizaya sokulup askeri disiplin altında yürütüldüğü, “yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı” olunduğu anlayışının zerk edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu bireyler çocukluktan daha yeni çıktıkları bir dönemde ve kişiliklerinin oluşumunu henüz tamamlamadan, bu kez zorla ordu saflarına sokulurlar ve orada militarist kültür, katı hiyerarşi ilişkileri ve sorgusuz itaat alışkanlıklarının daha da içselleştirilmesi için adeta yoğun bir basınç odası içinde, 1-1,5 yıl boyunca militarizmin son bir tornasından geçirilirler. Yine de bu “eğitim süreci” bitmez. “Ömür boyu eğitim”, medyanın gün be gün yaptığı militarist-şovenist gaz bombardımanıyla erişkinlik döneminde de bireylerin be-
10
yinlerinin yıkanmasının sürdürülmesiyle tamamlanır. Bu tabloyu uzatmak mümkündür. Bunu ortaya sermekten murat, somut Türkiye şartlarında mücadele veren proleter enternasyonalist devrimcilerin önündeki sorunların niteliğini ve derinliğini doğru anlamaya yardımcı olmaktır. Bu şartlar, kendiliğinden sivil inisiyatiflerin gelişmesi ve yaygınlaşması için zorlu şartlardır. Dolayısıyla örgütlü mücadele ve önderlik unsurunun önemi bu şartlarda çok daha büyük olmaktadır.
Tek çare örgütlü mücadele Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgalin beşinci yılı dolarken, uluslararası düzeyde emperyalist savaş süreci durulmak ne kelime genişleyip derinleşmektedir. Diğer yandan Türkiye hem bu emperyalist savaş sürecinin bölgesel aktörlerinden biri olma yolunda çabalarını sürdürmekte, hem de sınır ötesine de yayılarak Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız savaşı daha da büyütmeye ve tüm bölgenin kabadayısı olmaya soyunmaktadır. Kısacası önümüzde uzanan dönem ne yazık ki sıcak çatışmaların azalacağı daha barışçıl günler değil, savaş ateşinin daha da harlanacağı ve dolayısıyla emekçi kitleler için acıların daha da artacağı günler vaat ediyor. Hem dünya genelinde hem de Türkiye’de devrimci bir işçi hareketi yaratmak için canla başla mücadele etmek gerekiyor. Güçlü tarihsel kökleri olan militarist geleneklerin ağır basıncı nedeniyle Türkiye’de önümüzdeki görevler daha zorlu ve ağır bedelli olsa da, örgütlü mücadeleden başka çare yok. Ancak bugün şovenist, militarist, faşist akıntıya karşı dirençle yüzmeyi başaranlar, gelecekte bu akıntıyı tersine çevirmeyi başarabileceklerdir. Aynen Birinci Dünya Savaşı sırasında sosyalist hareketin tamamına yakınının kapıldığı akıntıya inatla direnen ve sonunda bunu devrimle taçlandıran bir avuç Bolşevik gibi. Bin dereden su getirerek bir kolu akıntıyla beraber yüzenlerin sonunda akıntıya tümüyle kapılması kaçınılmaz olur. Hangi bahanenin ardına sığınılırsa sığınılsın (“laiklik”, “anti-emperyalizm”, “ilericilik” vb.), bugün Türkiye’deki militarizmle şu ya da bu biçimde aynı çizgiye gelenlerin, tarihin hazırlamakta olduğu yeni zorlu sınavdan başarıyla çıkmalarına olanak yoktur. Bugün savaş sorunu bağlamında görev, işçi sınıfının bilinç ve örgütlük düzeyini yükselterek, onu savaş karşıtı hareketin ana ekseni durumuna yükseltmek ve bu sayede hareketin ufkunu savaş sorununun gerçek niteliğine uygun düzeye sıçratmak için ter dökerek çaba harcamaktır. Daha güçlü ve etkili eylemler bunun sonucunda gelecektir. Bu başarıldığında Türkiye’deki militarist geleneklerin ve kültürün ağır havası da kırılmış olacaktır. Savaşların aynı zamanda devrimlerin de yatağı olduğunu söyledik. Ancak savaşların başarılı devrimlerin ebesi olabilmesi için proleter devrimci öncünün göreve uygun bir bilinçle hazırlanması bir zorunluluktur.
11
Eylül saldırısından sonra dünyanın en büyük emperyalist gücü durumundaki ABD’nin çeşitli İslami hareketleri hedef tahtasına oturttuğu ve yürüttüğü emperyalist savaşı haklı gösterebilmek için kapitalist Batı dünyasında bir İslam öcüsü yaratmaya çalıştığı biliniyor. Batı’da işçi sınıfına benimsetilmeye çalışılan ve belli ölçülerde etkili olan İslamofobi, yalnızca Avrupa’daki göçmen Müslüman işçilerin sorunlarına karşı duyarsızlığı, ayrımcılığı ve hatta inkârı getirerek sınıf hareketinin zayıflayıp güçten düşmesi sonucunu doğurmakla kalmıyor; aynı zamanda her türlü anti-demokratik uygulamanın meşrulaştırılmasını da kolaylaştırıyor. İslamofobi Batı’da sendikal bürokrasiyi ve sosyalist sıfatlı burjuva “işçi” partilerini de etkisine almış durumda. Bu durum dini özgürlüklere ilişkin nasıl bir tutum takınılması gerektiği sorununun Batı işçi sınıfı açısından ne kadar yakıcı olduğunu göstermektedir. Müslüman ülkelerde ise sorun daha da yakıcıdır. Kapitalizmden kaynaklanan kaçınılmaz yoksulluk, tüm dünyada süren neo-liberal saldırının katkısıyla hepten katlanılmaz hale geldikçe, sömürülen kitlelerin tepkileri geniş emekçi kesimler arasında giderek etkin bir örgütlülüğe sahip olan İslami hareketlere akıyor. Bu hareketler yoksulluğun gerçek sebebini oluşturan kapitalist sistemi gözlerden gizleyerek, kötülüğün kaynağını soyut bir biçimde Batı olarak gösteriyorlar. İslami hareketler aynı zamanda gerek geleneksel toplumsal dayanışma mekanizmalarını harekete geçirerek gerekse de son derece planlı ve örgütlü yardımlaşma ağları oluşturarak, en yoksul kesimler için bir acil yardım ve umut kapısı haline geliyorlar. İslami hareketler bu iktisadi temelden beslendikleri gibi, siyasi konjonktür de onların anti-emperyalizm soslu demagojilerine zemin hazırlıyor. ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin Ortadoğu halklarına kan kusturması kaçınılmaz olarak bölgenin emek-
Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm Oktay Baran
11
marksist tutum
çi halklarında yoğun bir tepkiyi doğuruyor. Ve bu tepki, örgütlü ve güçlü bir devrimci işçi hareketinin olmadığı koşullarda, radikal ve düzen dışı bir görüntü sergileyen kimi İslamcı hareketlerin kitle tabanını genişletiyor. İslami hareketler, yaygınlaşan yabancı düşmanlığından beslendikleri gibi onu daha da körüklüyor ve bu düşmanlığa dinî bir kılıf bulmak konusunda da hiçbir güçlük çekmiyorlar. Bir şeyler yapmak isteyen dürüst ve fedakâr unsurların devrimci enerjisini de çıkmaz sokaklarda heba ediyorlar. Türkiye’de bu sorun kendine has bir boyut da taşıyor. Burjuvazinin iki kesimi arasındaki güç ve iktidar kavgasının en popüler başlıklarından birini “laiklik” sorunu oluşturuyor. Burjuvazinin statükocu kanadı, geleneksel hegemon pozisyonunu korumak uğruna, tüm toplumu hastalıklı bir ruh haline sürüklemekten geri durmuyor. Tüm toplum şeriat geldi gelecek paranoyasına sevk edilmeye, laikçilik-şeriatçılık ekseninde bölünmeye çalışılıyor. İslami hareketlerin 90’lı yıllardan bu yana Türkiye’de de güç kazandığı bir gerçek olsa da, şeriatın güncel ya da acil bir tehdit olduğu düşüncesi tümüyle uydurmacadır. Ama dinî inançlarına göre yaşamak isteyenlere, farklı mezheplerden olanlara, gayrimüslimlere, misyonerlere ve kuşkusuz ateistlere uygulanan baskılar, sınırlamalar ve yasaklar hiç de uydurmaca değildir. Bu ucube laik düzen Kemalizmi din haline getirdiği gibi Sünni İslamı da resmileştirerek, bu resmi anlayışa sahip olmayan herkesi bir tehdit olarak algılamakta ve sürekli bir baskıya maruz bırakmaktadır. Gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslararası gelişmeler, komünist hareketin dine, laiklik ve inanç özgürlüğü sorununa bağımsız sınıf çıkarları penceresinden yaklaşmasını ve gerçekten devrimci Marksist bir perspektif sunmasını gerekli ve acil kılıyor. Bu noktada atılması gereken ilk adım, sosyalist hareketin kendisini burjuva laisizminin dar bakış açısından ve tepeden inmeci geleneklerden tümüyle kurtarmasıdır.
Din olgusunun farklı boyutları Marksistlerin din olgusuna felsefi düzeyde yaklaşımı gayet açıktır. Aralarındaki bütün farklılıklara rağmen, tüm dinler, gerçekliği tepetaklak eden idealist felsefenin bir yansımasıdır. Doğaüstü bir yaratıcı fikrini içsel olarak barındıran idealist felsefe, her geçen gün daha da genişleyen bilimsel bilgi dünyamızın bütünüyle ve onun en temel ilkeleriyle çelişir. Kendilerine bilimi ve nesnel doğayı temel alan Marksistlerin idealist felsefeye verecekleri en küçük bir tavizleri bile yoktur. Sosyalist hareketin tarihi içerisinde ortaya çıktığı gibi, Marksizmi kitlelere yeni bir din olarak sunma çabalarının Marksizmin önderleri tarafından her seferinde en acımasızca mahkûm edilmesinin nedeni budur. Marksizm bir din değil, işçi sınıfının bilimidir. Marksizm din konusunda felsefi-bilimsel bir eleştiriyle yetinmez. Çünkü dünyayı çeşitli şekillerde yorumlamakla
12
Şubat 2008 • sayı: 35
yetinilemeyeceği, önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğu Marksizmin temel bir ilkesidir. Marksistler dinin yasaklamalarla ya da salt ateizm propagandasıyla ortadan kaldırılamayacağının bilincindedir. Milyonlarca emekçinin dinî boş inançlardan ve dinî duygulardan kurtulması asla kitabî bir eğitim sorunu değildir. Modern kapitalist toplum da dahil dinin kökleri esas olarak toplumsaldır. Lenin’in de dediği gibi, emekçiler, onlara doğa olaylarından çok daha korkunç acılar yaşatan kapitalizmin kör güçleri karşısında çaresizliğe kapılmakta ve dini bir sığınak olarak görmektedirler. Marksistlerin din konusundaki tutumu, onu yaratan ve her gün yeniden üreten toplumsal koşullara karşı girişilecek devrimci sınıf mücadelesinin çıkarlarına ve gereklerine tâbidir. Bu nedenle de tutumumuzu belirleyen ve güdüleyen şey entelektüel-bilimsel kaygı ve saplantılar değil, sınıf mücadelesini zayıflatan toplumsal engellerin (ulusal, dinsel, ırksal, cinsel ayrımcılık ve önyargıların) ortadan kaldırılması gereğidir. Tam da bu nedenle, Marx’tan önceki materyalistler dine karşı savaşa saplanıp kalırlarken, “aslolan dünyayı değiştirmektir” diyen Marx, dini besleyen koşullara, yani kapitalizme karşı mücadeleyi öne çıkarmış ve bu savaşta işçi sınıfını bilinçlendirmeye ve örgütlemeye girişmişti. Din, bir kez egemen sınıfların devletinin resmi dini haline getirildiği ve kurumsallaştırıldığı andan itibaren, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, mülk sahibi sınıfların egemenlik ve düzeni koruma aracı olarak iş görmeye başlamıştır. Kapitalist düzenin ideolojik aygıtlarından yayılan din propagandasının anlamı da gayet açıktır: düzene karşı çıkma, boyun eğ! Son tahlilde egemen sınıfın denetiminde olan, şu ya da bu ölçüde onun tarafından finanse edilen dinî kurumlar, emekçilerin eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya kölece boyun eğmelerini sağlamak için kullanılır. Egemen sınıflar, dini kullanarak, emekçileri, verili durumu kabullenmeye, onun değişmez ve ebedi olduğuna inanmaya ve daha güzel bir dünya umutlarını bir kenara bırakarak hayali cennetlerle avunmaya zorlarlar. Din, yalnızca egemen sınıfın, onun siyasetçilerinin ve din adamlarının vaazlarıyla sınırlı bir şey değildir. Din aynı zamanda, birey olarak insanın doğa karşısında olduğu kadar sömürücü toplum düzeni karşısındaki çaresizliğinin, doğa güçleri hakkındaki bilgisizliğinin ve korkusunun da dışavurumudur. Yani din, dehşete kapılan insanın günlük yaşantısı içerisinde kendiliğinden yeniden ürettiği bir çaresiz yakarış, beyhude bir umut arayışı ve başkaldırıdır aynı zamanda. Marx bunu şöyle anlatıyor: “Dinî sıkıntı, hem gerçek sıkıntının dile getirilişi, hem de gerçek sıkıntıya karşı bir başkaldırıdır. Ezilen kulun iç geçirmesidir din, taş kalpli bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir toplumsal durumun ruhudur.” Gerek Marx ve Engels gerekse de Lenin baskıcı, yasakçı ve dayatmacı politikalara her zaman karşı çıkmışlardı. Lenin dönemi Bolşevik tarzda, kitlelerin dini duygularına
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum Din aynı zamanda, birey olarak insanın doğa karşısında olduğu kadar sömürücü toplum düzeni karşısındaki çaresizliğinin, doğa güçleri hakkındaki bilgisizliğinin ve korkusunun da dışavurumudur. Yani din, dehşete kapılan insanın günlük yaşantısı içerisinde kendiliğinden yeniden ürettiği bir çaresiz yakarış, beyhude bir umut arayışı ve başkaldırıdır aynı zamanda.
ve inançlarına karşı, duyarlı, hassas ve özenli bir yaklaşımı görürüz. Bolşeviklerin 1918’de kabul ettikleri parti programında, emekçilerin dinsel önyargılardan kurtarılması için mücadele ederken, “müminlerin duygularını incitmekten özenle kaçınmalıyız, çünkü böyle bir yöntem ancak dinsel fanatizmin güçlenmesine yol açabilir” deniliyordu. Aynı yıllarda kaleme alınan ve parti okullarında temel eğitim kitabı olarak kullanılan Komünizmin ABC’si adlı kitapta ise, bu mücadele “enerji ve kararlılığın yanı sıra, sabır ve anlayışla yürütülmelidir” denilmekteydi. “Saf kalabalıklar duygularını incitecek şeylere çok hassas” olduklarından, “kitlelere ateizmi zorla kabul ettirmeye çalışmak, dinsel uygulamalara zor kullanarak müdahale etmek, halkın saygı duyduğu şeyler ile alay etmek” bu mücadeleye “yardımcı olmayacak, aksine onu engelleyecek”ti. Ama Sovyet devleti içinde gitgide ilerleyerek Lenin’in ölümünden sonra hız kazanan bürokratik karşı-devrim, tüm diğer alanlarda olduğu gibi din alanında da Marksist politikaları terk etti. 1927’den itibaren özellikle kırsal kesimde camiler ve kiliseler kapatıldı, birçok geleneksel ve dinsel ibadetlerle birlikte dinsel basın yayın ve eğitim faaliyetleri de yasaklandı. Güya kadınların kurtuluşunu sağlamak adına, özellikle Müslüman halkların yaşadığı bölgelerde yoğunlaşacak şekilde, tesettür başta olmak üzere geleneksel ve dinsel değerlere karşı dayatmalarla, zorlamalarla, sürgünlerle Hücum adlı bürokratik ve despotik bir kampanya yürütüldü. Gerek Sovyet bürokrasisinin gerekse de emperyalist ideologların çabalarıyla bu politikalar Marksizme ve genel olarak sosyalist dünya görüşüne mal edildi. Sonuç, İslam dünyasında Marksizme ve komünizme karşı bir antipatinin gelişmesi oldu. Bu durum, komünist hareketlerin Müslüman ülkelerde zayıf kalmasının tarihsel nedenlerinden biri olarak rol oynamıştır.
Laiklikten ne anlaşılmalıdır? Marksistler, devletin, dini insanların kişisel bir sorunu olarak görmesini talep ederler. Bunun anlamı, herkesin istediği dine inanmakta ya da hiçbir dine inanmamakta serbest olmasıdır. Dinsel inancı ya da inançsızlığı nedeniyle
hiç kimse ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya vb. tâbi tutulmamalıdır. Marksizm devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıdır: Başkasının haklarını gasp etmek anlamına gelmediği sürece hiç kimse dinî inançlarının ya da inançsızlığının gereğini yerine getirmekten alıkonamaz. Herkes inançları gereği şu ya da bu şekilde giyinme hakkına sahip olmalı ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından hiçbir şekilde yoksun bırakılmamalıdır (Türban yasağı gibi yasaklamaların egemen sınıfın hem laik geçinen hem de dindar kesimlerince, gündem saptırmak ve emekçilerin dikkatini kendi acil sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmak için nasıl ikiyüzlüce kullanıldığı apaçık ortadadır). Aynı şekilde hiç kimse bir dine ya da onun bir mezhebine vs. inanmaya ve o inançların gereklerini yerine getirmeye de zorlanamaz. Bizler tutarlı ve gerçek laikliği savunuruz. Bunun anlamı devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin işlerinde yeri olmaması demektir. Devlet tüm dinlere ve onların tüm mezheplerine eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dinî inanışını açıklamak zorunda değildir, bu nedenle resmi belgelerden kişinin dinî inancını belirten tüm ibareler çıkarılmalıdır. TC gibi lafta laik bir devletten değil gerçekten laik bir devletten ve toplum düzeninden bahsediyorsak, en temel ilke, devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumunun olamayacağıdır. Oysa bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, il müftülükleri vb. gibi devlet kurumları aracılığıyla resmi bir din yaratılmakta ve din devletin denetimi altına sokulmaktadır. Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da, dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar. Devletin, herkese
13
marksist tutum
Şubat 2008 • sayı: 35
Marksistler dinin yasaklamalarla ya da salt ateizm propagandasıyla ortadan kaldırılamayacağının bilincindedir. Milyonlarca emekçinin dinî boş inançlardan ve dinî duygulardan kurtulması asla kitabî bir eğitim sorunu değildir. Modern kapitalist toplum da dahil dinin kökleri esas olarak toplumsaldır. kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.
Din sorununda özenli tutum Komünistlerin devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesini talep etmeleri, kuşkusuz bizlerin dinî boş inançlara, dinî önyargılara ve dinî ayrımcılığa karşı mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Ancak bu mücadele yasaklamalarla yürütülemez, çünkü dinî inanışlar yasaklarla yok edilemedikleri gibi onları güçlendirmenin en kolay yolu dini devlet baskısı altına almaktır. Bu gerçek Engels tarafından çok açık bir şekilde dile getirilmişti. Paris Komünü sırasında kimi anarşistler dini resmi olarak yasaklayan kararnameler önermeye kalkışmışlardı. Engels, küçük-burjuva devrimciliğine has bu “en radikal olduğunu gösterme” hastalığıyla alay ederek bu önergelerden biri hakkında şunları söylüyordu: “İnsanların bir fetvayla tanrısız olmalarını isteyen bu kâğıdı imzalayan iki Komün üyesi, ilkin, bir sürü şeyin kâğıt üzerinde emredilmesine rağmen hayata geçirilemediğini, ikinci olarak da, istenmeyen inançları sağlamlaştıracak en iyi aracın kovuşturma olduğunu öğrenebilmek için yeterince fırsat bulmuşlardır. Kesinlikle söylenebilir ki, bugün Tanrıya yapılacak en büyük yardım, tanrısızlığı bir inanç maddesi haline sokmak ve dini genel olarak yasaklamak”tır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından dine ilişkin iki temel somut sorun vardır: 1) resmi dinin emekçilere vaaz ettiği itaat, şükür ve mücadeleden uzak durma yaklaşımı, 2) emekçi kitlelerin dinsel ve mezhepsel temelde bölünmesi. Marksizmin pratik mücadele içinde din soru-
14
nuna yaklaşımı, bu engellerin doğru taktikler, yöntemler ve uygun bir üslupla bertaraf edilmesine dönüktür. Bu alanda, çok hassas, dikkatli ve özenli olmak zorundayız. Dinin, kendisini var eden ve her gün yeniden üreten toplumsal nesnel koşullar ortadan kalkmadıkça varlığını ve etkisini sürdüreceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Emekçi kitlelerin dinin etkisinden tamamen kurtuluşları ancak onu var eden toplumsal koşulların tümüyle ortadan kaldırılacağı, böylece sığınacak bir liman arayışlarının da gereksizleşeceği ve nesnel koşullarının oluşmasına bağlı olarak nihayet hayatın her alanında gerçek bir aydınlanmanın sağlanabileceği bir toplumda mümkündür. Bir analoji yapacak olursak, böyle bir toplumda, din ve dinî duygular “ilga edilmez, sönümlenip gider”. Bu yüzden komünistlerin asli görevi dine karşı savaş ilan etmek ya da abartılı ve ölçüsüz bir ateizm propagandasına girişmek değil, Lenin’in ifadesiyle, emekçi yığınların, “birleşmiş, örgütlü, planlı ve bilinçli bir yoldan dinin bu [toplumsal] köküne karşı savaşmayı, her türlü biçimleri içerisinde sermaye düzenine karşı savaşmayı öğrenmesi”ni sağlamaktır. Kitle çalışmasında dinî inançları küçümseme, alay ya da espri konusu yapma, hor görme, dayatma ve dışlama gibi tutumlar asla Bolşevik bir yaklaşımla bağdaşmaz. Lenin bu konuya özellikle vurgu yapıyor ve dinî inançlara sahip işçileri devrimci programın esaslarına göre eğitmek üzere mücadele saflarına kazanmanın öneminden söz ediyordu. Bolşevikler bu anlayışla hareket ederek, ilk muzaffer proleter devrime önderlik ettiler. Kurulan işçi devletinde de bu anlayışla hareket ederek bakış açılarına sadık kaldılar. Böylelikle Avrupa’dan Çin’e kadar tüm emekçilerin olduğu gibi Anadolu köylüsünden Orta Asyalı göçebelere kadar yoksul Müslümanların büyük bir kesiminin de sempatisini kazandılar. 1918’de Sovyet anayasası, kilise ile devleti birbirinden, okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştı. Sovyet hükümetinin 1918’de yayınladığı bir kararname ile, Rus Ortodoks kilisesine Çarlık devleti tarafından ödenen 35 milyon rub-
Şubat 2008 • sayı: 35
lelik bütçeye ve kilisenin mal varlıklarına el konuldu. Kilise binaları devletleştirildi ve dinî toplanma mekânları olmanın yanı sıra halkın ücretsiz toplantı yerleri olarak da kullanıma açıldı. Çarlık döneminde din adamlarına tanınan zorunlu askerlik hizmetinden muafiyet hakkı kaldırıldı. Kilise ile devleti birbirinden kesin olarak ayıran Bolşevik hükümet, bu kararnameyle dinsel özgürlüklerin de güvence altına alındığını açıklıyordu: “Her yurttaş istediği dine bağlı olabilir ya da dinsiz olabilir. Şu ya da bu dinî inanca bağlı olmak ya da hiçbirine bağlı olmamakla ilişkili olan tüm kanuni sınırlamalar kaldırılmıştır. … Toplumsal barışı bozmadığı ve Sovyet Cumhuriyeti yurttaşlarının haklarına tecavüz etmediği sürece dinsel geleneklerin yerine getirilmesi özgürlüğü güvence altına alınmıştır.” Lenin, devrim öncesinde savunduğu dine ilişkin tutumunu, proleter devrimden sonra da aynı şekilde sürdürdü. Sovyet devleti din karşıtı ya da ateist olarak ilan edilmedi; devlet dine karışmayacaktı ve laik idi. Dinî önyargılara karşı mücadele etmek partinin göreviydi. Ama Lenin, ateist propagandanın da hassas olması gerektiğine dikkat çekiyordu. Kasım 1918’de şunları söylüyordu: “Dinî önyargılarla mücadele ederken aşırı derecede dikkatli olmalıyız; bazıları dinî hislere saldırarak bu mücadeleye büyük zarar veriyor. Propaganda ve eğitime başvurmalıyız. Bu mücadeleye çok keskin bir biçim vermekle yalnızca halkın huzursuzluğunu arttırırız.” Söz konusu olan ezilen Müslüman halklar olduğunda ise Bolşevikler din konusunda çok daha dikkatli davrandılar. Müslüman halklar, ki çoğunluğu Türk dilli halklardı, Sovyet hükümeti tarafından, Çarlık döneminde hem dinsel olarak hem de etnik olarak ezilen bir kategori olarak ele alındı. Bu sorun hem dinî boyutu hem de ulusal boyutu olan bir sorundu. Daha Şubat devriminin ardından Bolşevikler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını öne çıkarmışlardı. Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet hükümetinin ilk kararnamesinde de tüm uluslara özgürlükleri verildi, bağımsızlık hakkı tanındı. Bu durum Müslüman halklar arasında Bolşeviklere yönelik bir sempatinin oluşmasına da yol açmıştı. Müslüman halklar içerisinde öne çıkan reformcu hareketler (Cedidçiler) bu doğrultuda ayrışmaya başlamıştı ve bu hareketlerin en ileri unsurları Bolşeviklerin saflarına kaymaktaydı. Bunun sonucunda Müslüman halkların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Komünist Partiler kurulmaya ve var olan komünist örgütler büyümeye başlamıştı. Ekim Devriminden bir ay sonra 7 Aralık 1917’de “Rusya’nın ve Doğu’nun Bütün Müslüman Emekçilerine” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride, Rusya Müslümanlarına, inanç ve örflerinin, ulusal ve kültürel kurumlarının artık özgür kılınacağının ve Sovyet devletinin koruması altında olacağının teminatı veriliyordu: “Çarlar tarafından, Rusya’nın müstebitleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları, töreleri ayaklar altına
marksist tutum
alınmış olan herkes! İnanç, örf ve adetleriniz, milli ve kültürel kurumlarınız şu andan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi milli hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerinin güçlü koruması altındadır. Bu devrimi ve onun hükümetini destekleyin.” (ak: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, c.1, Metis Yay., s.292) Müslüman halklar yıllar boyunca hem Rus olmamalarından kaynaklı olarak hem de dinlerinden ötürü baskı altında tutulmuşlardı ve çoğunluğu son derece geri bir iktisadi gelişme düzeyinde bulunuyordu. Bu halklar gerek kökenleri, dinleri, dilleri ve kültürleriyle gerekse de içinde bulundukları gelişmişlik düzeyiyle Rusya’nın kapitalistleşmiş diğer halklarıyla köklü bir farklılık gösteriyorlardı. 140 milyonluk Çarlık Rusya’sının 30 milyonunu oluşturan bu halklar içerisinde yaklaşık 10 milyon insan, bıraktık kapitalist uygarlığın bir parçasını oluşturmayı, halen göçebe durumunda ve aşiretler temelinde örgütlenmiş bir toplumsal yapıdaydılar. Bu bölgelerde yerleşmiş olan Rus nüfus ise, Çarlığın memurlarından, tüccarlardan ve demiryolu işçilerinden oluşuyordu. Bu Rus nüfus, yerli halkın gözünde olduğu kadar kendilerine biçtikleri rol açısından da ezen ulusu temsil ediyordu. Netice olarak, Lenin döneminde Bolşevikler ezen ulus milliyetçiliğine karşı amansızca mücadele ederken nasıl ezilen ulus milliyetçiliğine toleransla yaklaşmışlarsa, ezilen ulusların dinî inançlarına da diğerlerine gösterdiklerinden çok daha fazla tolerans göstermişler, onlara geniş bir dinî özgürlükler alanı yaratmışlardır. Gerek ezilen uluslara gerekse de ezilen Müslüman halkların dinî inançlarına, geleneklerine ve yaşam tarzlarına gösterilen bu tolerans ve aksi yöndeki şovenist tutumlara karşı Bolşeviklerin gösterdikleri acımasızlık bugün de izlenmesi gereken yönteme ışık tutuyor. Dünya devriminin gerilemesiyle tek başına kalan Rus devrimi, Lenin’in ölümünün ardından hızlanan bir süreçte yükselen Stalinist bürokrasinin ellerinde boğuldu. 1928’e gelindiğinde artık karşı-devrim süreci sonuca ulaşmış ve Stalinist bürokrasi iktidarı tümüyle ele geçirmişti. O andan itibaren diğer tüm alanlarda olduğu gibi din konusunda da Marksist çizgi bir tarafa bırakılmış, şovenist, baskıcı, yasakçı bir despotik bürokratik diktatörlük işçi sınıfının ve emekçi halkların tepesine çöreklenmiştir. Lenin, iç savaşın sonlarına doğru 1921’de şu uyarıda bulunuyordu: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.” Stalin döneminde tam tersi yapıldı. Ve bugün dünya burjuvazisi hâlâ kafamıza Sovyetler Birliği döneminde dine uygulanan baskıları kakıyorsa, bunun tek sorumlusu Stalinist bürokrasidir, asla ve asla Leninist-Bolşevikler değil!
15
Milliyetçilik, Irkçılık ve “Türklük” Kavramı Kerem Dağlı
Burjuva cumhuriyetin tarihi, devletin resmi ideolojisinin temel ayaklarından birini oluşturan Türk milliyetçiliği adına işlenmiş cinayet ve katliamlarla doludur. Çünkü bu ideoloji, Müslüman-Türk sayılanların dışındaki halkları ezerek boyunduruk altına almaya, yok saymaya, olmadı imha etmeye çalışan, bu yüzden de söz konusu halklara karşı her daim paranoyakça korku besleyen bir devletin kurucu ideolojisidir. Kuruluşundan beri bu hastalığı taşıyan burjuva devlet, ezen ulus milliyetçiliği olarak doğmuş bulunan ve ırkçı-şoven bir karakter taşıyan bu resmi ideoloji ile üretilmiş tüm değerleri ve kavramları da, büyük bir tutuculukla ve kıskançlıkla koruyor. Türklük kavramı bunların en başta gelenlerindendir.
16
“Türklüğü koruma”nın simgesi haline gelmiş olan TCK’nın 301. maddesi ile ilgili tartışmalar yeniden alevlenmiş durumda. Bu yasa hükmüne göre Türklüğü, devleti veya kurumlarından birini “aşağılamak” suç. Üstelik “aşağılama” fiilinin içeriğinin nasıl doldurulacağı da devletin inisiyatifinde. İki yılı aşkın bir süredir kaldırılsın mı, kalsın mı tartışmaları sürerken, AKP hükümeti bırakalım maddeyi tümden kaldırmayı, makyaj niteliğinde bir değişiklik için bile ipe un seriyor. Bu arada devrimciler ve pek çok demokrat aydın, Türklüğe hakaret ettikleri gerekçesiyle bu maddeden yargılandılar, saldırıya uğradılar ve baskıya maruz kaldılar. Siyasi gericiliğin ifadelerinden birini oluşturan bu maddenin son kurbanlarından birisi de, geçtiğimiz günlerde andığımız Hrant Dink’ti. Demokrat bir Ermeni aydını olan Hrant Dink, bir yıl önce, Türklüğe hakaret ettiği gerekçesiyle evvela 301’den yargılanmış, ardından da faşist güçlerin boy hedefi haline getirilerek katledilmişti. Kuşkusuz bu süreç, özellikle son birkaç yıldır daha azgın bir biçimde yürütülen ırkçı-şoven kampanyanın ve yükseltilmeye çalışılan milliyetçilik dalgasının sonucudur. Ancak ne Hrant Dink Türklüğü koruma adına katledilen son kurbandır ne de 301. maddenin kalkması yahut değişmesiyle burjuva devlet şoven milliyetçi zihniyetinden vazgeçecektir. O nedenle burjuva devlet, bu kavramı koruma ve kollama konusunda büyük bir hassasiyet gösteriyor. Tehdit olarak gördüğü şeyleri ortadan kaldırmak için her yola başvuruyor, yasalar çıkartıyor, kanlı oyunlar tertipliyor. Oysa burjuva devlet tarafından bu denli üzerine düşülen ve korunmaya, yüceltilmeye çalışılan Türklük kavramı, gerçekte son derece mesnetsiz ve kırılgan bir yapıya sahiptir. Bu yüzden de sürekli savunulmak ve korunmak zorundadır. Çünkü bu kavramın ve ırkçı ideolojinin dayanakları, baştan sona saçma ve uyduruk fantezilerle doludur. Hiçbir bilimsel temeli olmadığı gibi, daha baştan Anadolu topraklarında yaşayan diğer halklara karşı geliştirilen bir düşmanlığın üzerine, apar topar inşa edilmiştir. Bu gerçeklik, kısa bir tarih
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
okumasıyla rahatlıkla kavranabilecek durumdadır. Ayrıca son dönemde hızla gelişen genetik biliminin ortaya koyduğu veriler de, hem genel olarak ırkçı tezlerin hem de Türkçü-Turancı tezlerin dayanak noktalarının ne kadar asılsız bir içeriğe sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Milliyetçilik ve ırkçılık üzerine Modern çağın ve burjuvazinin ideolojisi olarak milliyetçilik 18. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış ve Fransız Devriminin ardından hızla dünyaya yayılmıştır. Burjuvazi, milliyetçiliği veya ulusçuluğu (nationalism); ortak bir dil, din, tarih veya kültür temelinde bir arada bulunan insanlardan oluşan bir topluluğun (yani ulusun) siyasal birliğini ve egemenliğini savunan görüş olarak tanımlar. Burjuvazi, siyasi iktidarı ele geçirebilmek için, egemenliğin, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan soylular sınıfına değil, “ulus”a dayanması gerektiğini öne sürmüş ve feodalizmi yıkmak için de, “ulus”u oluşturan tüm sınıfları (soylular ve din adamları hariç) kendi önderliğinde birleştirerek siyasal iktidarı ele geçirmiştir. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak da sözde “ulus”un egemenliğinin tecellisi olan parlamenter rejimi tesis etmiştir. Bunun temel işlevi, kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun çıkarlarıymış gibi göstererek kendi sömürü düzenini yürütebilmektir. Milliyetçi ideolojiyi kullanarak ulusal bir kimlik ve bilinç yaratmaya çalışan burjuvazi, somut şartlara göre değişik öğeleri öne çıkararak kullanmıştır. Din, dil, etnik köken, kültür, tarih, ortak kader vb. bu kavramlardan en önemlileridir. Kimi yerde kültürel ve tarihi unsurlar öne çıkarılırken, kimi yerde etnik köken ve hatta “ırk” kavramı belirleyici kılınmıştır. Burjuva ideologları, bu kavramları işlerine geldiği gibi kullanarak ulusal kimliğin yaratılması yolunda çalışmalar yürütmüşlerdir. Bizzat ulus kavramının kendisi gerçekliğin çarpıtılmış, ideolojik bir ifadesi olduğundan, haliyle bu çalışmalar da çoğu zaman fantezi düzeyine ulaşan kurgusal boyutlar kazanmışlardır. Ulusal kimliğin “ırksal” özelliklere dayandırılmaya çalışılması da bu kurgunun en gerici biçimlerinden biridir. Ancak ırkçı düşüncelerin insanlığın başına açtığı korkunç belâlar İkinci Dünya Savaşında çok net ve acı bir şekilde ortaya çıkmış, ırkçı fikirler de bilimsel gelişmeler ve verilerle defalarca çürütülmüş olsa bile, burjuvazi ne milliyetçilikten ne de ırkçı düşüncelerden tümüyle vazgeçebilir. 18. yüzyıldan itibaren sayısız bilim adamı, insan türünü ırksal farklılıklar temelinde sınıflandırarak kendi burjuvalarının siyasi çıkarları temelinde ulusal üstünlükler yaratmaya ya da sömürgeci, emperyalist ideolojilerine argümanlar bulmaya çalışmışlardır. Örneğin ulusal birliği sağlama sürecinde Alman bilim adamları, Almanların “üstün Aryan ırkı”ndan geldiğini kanıtlamaya uğraşıyor ve yeryüzündeki bozulmamış tek ırkın Aryan ırkı olduğunu savunuyorlardı. Benzer şekilde İngiliz köle tacirleri binlerce
Siyasi gericiliğin ifadelerinden birini oluşturan 301. maddenin son kurbanlarından birisi de, geçtiğimiz günlerde andığımız Hrant Dink’ti.
Afrikalıyı köle pazarlarında satarken ya da İngiliz emperyalizmi Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarını sömürgeleştirirken yine aynı ırkçı görüşlere başvuruyor ve “üstün beyaz ırk”ın “aşağı siyah ırk”ı yönetmesinin ya da kendi hizmetinde kullanmasının bir doğa yasası olduğunu söylüyorlardı. Bu zihniyetin izlerini, günümüzün bir numaralı emperyalist gücü ABD’nin “medeniyetler çatışması” tezlerinde de bulmak mümkündür.
Türkçülüğün tarihsel ve ideolojik dayanakları Türk milliyetçiliğinin ideolojik kökü Turancılıktır. Bu akımın temel argümanlarını sözde bilimsel kılıflarla ortaya koyanlar ve onu kısmen bir ideoloji haline getirenlerse Avrupalı Türkologlar olmuştur. Başka ideolojileri sıkça gayri-milli olmakla suçlayan Türkçülüğün de aslında “kökünün dışarıda” olması onlar açısından hazin bir ironi olsa gerek. Türkçü aydınların hepsi de, Avrupa’da gelişen milliyetçi akımlardan etkilenmiş ve öğrendiklerini kendi ülkelerine uyarlamaya çalışmışlardır. Daha da ötesi, kurucu kadrolardan sayabileceğimiz Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu ve Ziya Gökalp gibi aydınların hepsi de Türkçülüğü, bizzat Avrupalı bazı Türkologların çalışmalarından esinlenerek ve faydalanarak geliştirmişlerdir. Yani Türkçülük düşüncesinin temelleri önce OsmanlıTürkiye dışında atılmış, ardından Türkiye’ye ithal edilmiştir. Zaten ismini saydığımız bu aydınların hiçbirisi, Türkçülük düşüncesine temel oluşturacak bilimsel bir çalışma yapmamışlardır. Tek yaptıkları Avrupalı Türkologların
17
marksist tutum
eserlerini Osmanlıcaya çevirmek ve bu eserlerdeki fikri alıp geliştirmek olmuştur. Bu sebeple de Deguignes, Leon Cahun, Moiz Kohen ve Vambery gibi Türkologların çalışmalarında ortaya koydukları düşünceler, neredeyse hiç sorgulanmadan alınmış ve kullanılmıştır. Oysa 18. yüzyılın ortalarından itibaren oryantalizmin bir kolu olarak Avrupa’da gelişen Türkoloji çalışmaları bilimsel gerçeklere ulaşmak amacıyla değil, emperyalist devletlerin Osmanlı üzerindeki emellerine ideolojik bir altyapı oluşturmak maksadıyla yürütülüyordu. Bu durumun kanıtlarından biri, adı geçen Türkologların bazılarının (örneğin Macar asıllı bir Yahudi olan Vambery) bizzat emperyalist devletler hesabına çalışıyor olmalarıdır. İkinci kanıt ise, Türklerin kökenine ilişkin araştırmalara hâkim olan yaklaşımda aranmalıdır. 18. yüzyıla kadar bu araştırmalarda kaynak olarak Osmanlı kayıtları, Araplara ve İranlılara ait tarih yazımları kullanılıyordu. Bu kaynaklardaki ortak yan Osmanlıyı oluşturan halkların kökeninin daha çok Anadolu ve civarında yaşamış topluluklara dayandırılmasıdır. Fransız bir Sinolog (Çin uygarlığını inceleyen bilim dalı) olan Deguignes ise 1896’da yayınlanan eserinde, Çin üzerine yaptığı araştırmaların bir yan sonucu olarak Orta Asya’dan göç edildiği tezini ortaya atmıştır. Türklerin bir “ırk” oldukları ve “Türk ulusu”nu oluşturdukları fikri de ilk kez Vambery tarafından iddia edilmişti. Hâlbuki bu tarihlere kadar Türk kelimesine ulus veya ırk anlamları yüklenmediği gibi, aksine Osmanlının yönetici sınıfı bu sözcüğü daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanıyor ve çoğu kez de yanına “kaba, cahil” gibi küçültücü sıfatlar ekliyordu. Avrupalı Türkologlar ise Türklerin “asker ve yönetici bir ulus” olduğunu söyleyerek, aslında Osmanlı yönetici sınıfı içindeki bazı kesimlere sesleniyor ve onları Alman emperyalizminin yanında savaşa girmeleri için kışkırtıyorlardı. Alman emperyalizminin bir aracı haline gelmiş bu fikirler, dönemin siyasi konjonktürü sayesinde kısa sürede Osmanlının içine düştüğü darboğazdan bir çıkış yolu arayan bir aydınlar grubunu etkisi altına almıştı. Çünkü bahsi geçen Türkçü-Turancıların neredeyse tamamı aynı zamanda İttihat ve Terakki Partisinin kurucularından veya ileri gelenlerindendi. Asıl gayeleri, çökmekte olan Osmanlı devletini kurtarmak olan İttihatçı kadrolar için Türkçülük düşüncesi, diğer seçeneklerin (Osmanlıcılık, İslamcılık) tükenmesiyle sarıldıkları bir ideolojik kurtarıcı oluyordu. Bu kadroların algılayışına göre, devleti kurtarmanın yolu Batılılaşmaktan geçiyordu ve bunun birinci adımı da Türk ulusuna veya ırkına dayalı bir devlet yaratmaktı. Osmanlının çok halklı yapısını tehlikenin kaynağı olarak görüyorlardı. Yüzyıllardır Osmanlının egemenliği altında bulunan halklar, özellikle de Balkan halkları, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine paralel olarak yayılan milliyetçi dalganın etkisiyle bir bir isyan etmiş ve nihayetinde Osmanlı egemenliğinden çıkmıştı. Geriye kalan Rumlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler ve daha nice irili ufaklı etnik grup ise
18
Şubat 2008 • sayı: 35
Osmanlı devletini yine bir “cihan imparatorluğu” haline getirmenin önünde engeldi. Ancak Türklere yahut Türklerin çoğunluk oluşturduğu bir topluma dayanırsa devletin kurtulabileceğini ve eski şaşaalı günlere dönebileceğini düşünüyorlardı. Oysa ellerinde bu amaca uygun bir “Türk ulusu” yoktu. Ulus ve ırk kavramları modern burjuva ideolojilerinin ürünüydüler. Osmanlıda “ümmet” ve “millet” kavramları geçerliydi. Bu kavramlar da etnik kimliği değil dinsel toplulukları adlandırmak için kullanılıyordu. Olmayan ama var edilmesi gereken “Türk ulusu”nu yaratabilmek için de önce “ulusal bir kimlik” oluşturmak gerekiyordu. İşte Türkologların temellerini döşediği Türkçülük düşüncesi burada devreye giriyor ve ulusal kimliğin yaratılmasında kullanılıyordu. Türk milliyetçiliğinin ideolojik kökü Turancılıktır. Bu akımın temel argümanlarını sözde bilimsel kılıflarla ortaya koyanlar ve onu kısmen bir ideoloji haline getirenlerse Avrupalı Türkologlar olmuştur. Yani Türkçülük düşüncesinin temelleri önce OsmanlıTürkiye dışında atılmış, ardından Türkiye’ye ithal edilmiştir. Başka ideolojileri sıkça gayri-milli olmakla suçlayan Türkçülüğün de aslında “kökünün dışarıda” olması onlar açısından hazin bir ironi olsa gerek. Bu düşüncelerin siyasi formülasyonu ise Turancılıktı. “Turan ülküsü”, üzerinde Türkî denilen milletlerin yer aldığı, “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan oldukça geniş bir coğrafyayı kapsıyordu. Bu ülküyü hayata geçirmenin yolunu Alman emperyalizminin yanında savaşa girmekte gören İttihatçılar, milyonlarca insanı hiç duraksamadan ateşin ortasına attılar. Yüzbinlerce insan, evinden çok uzaktaki cephelerde hayatını kaybetti. Savaş ortamını fırsat bilen İttihatçılar, Osmanlıyı “Türk olmayan unsurlardan” temizlemek için nice katliamlara giriştiler. Bir milyona yakın Ermeni hayatını kaybetti. Binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan kadim halklar sürgünlerde ve pogromlarda katledildiler. Büyük göçler yaşandı. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yerinden edilen yüzbinlerce insan Anadolu’nun bağrında sefalete terk edildiler. Ama İttihatçılara soracak olursanız her şey Türklüğün bekası için yapılıyordu. Türklüğün bekası için, Birinci Dünya Savaşı boyunca iki milyona yakın insan hayatını kaybetti. İttihatçı seçkinlerin Turan hayali, Osmanlı’nın esir halklarının hayatını karartan büyük bir kâbusa dönüştü. Osmanlı’nın yıkılışının ardından ulusal bilinç ve kimlik sorunu da yeni bir sürece girdi. Turan ülküsünden vazgeçip Anadolu topraklarıyla yetinmek zorunda kalan Osmanlı ve İttihat Terakki uzantısı kadroların temel önceliği, Misak-ı Milli sınırları içinde bir ulus-devlet kurmaktı. Bu
Şubat 2008 • sayı: 35
amaçla eski Turancı tezler Kemalist kadrolar tarafından revize edildi. Revizyon, asıl olarak Turan ülküsünün ve İslam vurgusunun bırakılmasından oluşuyordu. Yeni kurulan burjuva cumhuriyetin harcını oluşturan ulusal kimliğin adı Türklüktü. Bu görüşün altı Türk Tarih Tezi ile doldurulmaya çalışıldı. Çerçevesi çizilen Türk tipine uyan insan sayısının henüz parmakla gösterilecek kadar az olması, toplum mühendisliğine soyunmuş milli tarihçileri son derece yapay ve bilim dışı tezler oluşturmaya itti.
Türk Tarih Tezi safsatası 30’lu yıllara damgasını vuran Türk Tarih Tezi ve onun yan ürünlerinden birisi olarak bizzat Mustafa Kemal tarafından ortaya atılan Güneş Dil Teorisi ile oluşturulmaya çalışılan düşünce sistemi, eskinin Türkçü-Turancı anlayışına göre çok daha uçuk ve mesnetsizdi. Bu tezler, Türklerin tarihteki yeri ve ulusal kimliği ile ilgili “yepyeni” bir bakış açısı getiriyordu: “Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk ana yurtlarıdır ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir.” Oysa zamanın tarihçileri ve arkeologları, uygarlığın beşiğinin Mezopotamya olduğunu söylüyorlardı. Bu durum karşısında tezlerini geliştirme ihtiyacı hisseden milli tarihçiler, daha da ileri giderek ve icatlar yaparak bu kez de Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim halkları olan Hititleri ve Sümerleri proto-Türkler (Türklerin öncülleri) olarak ilan ettiler. Bu anlayışa göre Orta Asya’dan Anadolu’ya iki ayrı göç dalgası olmuştu. İlk dalgayla gelenler eski Anadolu halklarıyla kaynaşmış ve antik çağların Hitit, Sümer uygarlıklarını oluşturmuşlardı. Bu uygarlıkların yıkılmasını izleyen uzun süreçte aynı coğrafya üzerinde farklı uygarlıklar kurulmuş ve Anadolu halkı da bunlarla karışmıştı. 1071’de Anadolu’ya Türklerin tekrar gelmelerinden sonra aradaki bağ kurulmuş, arada geçen binlerce yıllık süreçteki kopukluk aşılmış ve yeni Türk devletinin kurulmasıyla da Anadolu asıl sahibini tekrar bulmuş oluyordu. Üstelik bu son göç dalgasıyla gelen Türklerin saflığının bozulmadığı iddiası da, tarih tezinin önemli bir ayağıydı. Böylece Anadolu halkının çoğunluğunun bu “saf ” Türklerden oluştuğu iddia edilerek diğerleri azınlık kabul ediliyordu. Yapılan kırımlardan, zorunlu göçlerden ve mübadelelerden sonra Rum ve Ermeni nüfusun azınlık haline geldiği doğruysa da, Anadolu’da yaşayan halkların çoğunluğunun “saf ” Türklerden oluştuğu fikri tam bir saçmalıktı. Tamamen etnik ve ırkçı bir milliyetçiliğe dayalı bu anlayışın doğal uzantısı olarak, Anadolu’da Türklerden önce binlerce yıl yaşamış olan halklar yok sayılıyor, daha birkaç on yıl öncesine kadar Anadolu nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Rum ve Ermeniler sanki bu topraklarda hiç yaşamamış farz ediliyordu. 1920’de bile oranı halen %20 olan gayri Müslim nüfus, 1923’te %2,5’e düşmüştü. 40’lı yıllara gelindiğinde ise Anadolu büyük oranda “temizlenmiş”, geriye kala kala bir Kürtler kalmıştı. Ki onlar
marksist tutum
da, resmi ideoloji tarafından, yakın zamana kadar “Türkerin bir kolu” olarak kabul edilmiştir. Türk milliyetçiliğinin dayandığı ırkçı görüşlerin ne kadar saçma ve asılsız olduğu, hızla gelişen genetik biliminin ortaya koyduğu veriler ışığında da ortaya çıkmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde yaşayanların belirli gen özellikleri baz alınarak yapılan bu araştırmalara göre Orta Asya kökenli olabileceklerin nüfus içindeki oranı %15’i geçmiyor. Geriye kalan %85 gibi ezici bir çoğunluğun genetik yapısı ise Ortadoğu ve Akdeniz halklarına çok yakın. Türkiye, Yunanistan ve İran’da yaşayan halkların yakın akraba olduklarını söylemek mümkün. Ayrıca çoğunluğu oluşturan %85’lik kesim de kendi içinde oldukça ciddi bir çeşitlilik (Ortadoğu’dan Akdeniz halklarına ve Balkanlar’a uzanan bir çeşitlilik) barındırıyor. Bu bilimsel verilerin birinci sonucu şudur: Eğer Türk olmak Orta Asya kökenli olmakla eşdeğerse, yani Türk Tarih Tezi’nin iddiası doğruysa, Türkiye’nin Türklere ait olduğu pek söylenemez. İkinci sonuç ise, bugün Anado-
Türk milliyetçiliğinin dayandığı ırkçı görüşlerin ne kadar saçma ve asılsız olduğu, hızla gelişen genetik biliminin ortaya koyduğu veriler ışığında da ortaya çıkmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde yaşayanların belirli gen özellikleri baz alınarak yapılan bu araştırmalara göre Orta Asya kökenli olabileceklerin nüfus içindeki oranı %15’i geçmiyor.
19
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
lu’da yaşayan halkların, kökenleri neresi olursa olsun “saf ” bir ırktan oluşmadıklarıdır. Yani Türkiye’de yaşayanların çoğunluğunun “saf ” Türk ırkından oluştuğu da koca bir yalandır. Hititlerin ve Sümerlerin Orta Asya’dan gelen proto-Türkler oldukları yahut uygarlığın dünyaya Orta Asya’dan yayıldığı iddialarının uydurukluğu da bu araştırmalar tarafından net bir şekilde ortaya konulmaktadır. Demek ki, Türk Tarih Tezi ve benzeri yaklaşımların hiçbir gerçekliği yoktur.
Burjuvazinin yalanlarına inanma! Genetik araştırmaların sonuçlarını yeni yeni öğrenmeye başlasak da, milliyetçi ve ırkçı fikirlerin bilim dışılığı yeni bir olgu değildir. İnsan türünün ten rengi, boy-pos, saç dokusu, kafatası boyutları ve göz biçimi gibi fiziksel faklılıklarını anlatmak için kullanılmaya başlanmış olan “ırk” kavramının anlamsızlığı uzun yıllar önce ortaya çıkmıştır. İnsan topluluklarının bu farklılıklar temelinde sınıflandırılmasının mümkün olmadığı pratikte görülmüştür. Örneğin bütün Kuzey Avrupa’da, Aryan “ırkının” temel özellikleri sayılan sarı saç, mavi göz, uzun boy ve brakisefal kafatası özelliklerine sahip olanların oranı %10’u geçmiyor. Buna benzer istatistik sonuçları hemen her ülke ve ulus için geçerlidir. Bilim, deri rengi ve göz kapağı yapısı gibi fizyolojik farklılıkların sebebinin, Afrika’dan dünyaya yayılan insan topluluklarının bulundukları coğrafyaya uyum sağlamak için geçirdikleri evrimin, mutasyonun (canlının genetik bilgisinde meydana gelen ve nesilden nesile aktarılan kalıtsal değişmeler) bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Üstelik bu farklılıkların insanın 2,5 milyon yıllık evrim tarihi içinde son derece kısa sayılabilecek bir süre olan son 40 bin yıl içinde gerçekleştiği hesap ediliyor. “Irksal” farklılıklar bu süre içinde bir yandan oluşur ve
20
çeşitlenirken, diğer yandan da “bozulmuş” ve melezleşme yoluyla bir potada eriyerek yeni özellikler kazanmıştır. Son 10 bin yıllık süreç, farklı “ırksal” özelliklere sahip insan topluluklarının göçler ve birleşmeler yoluyla kaynaşmasına ve melezleşmeye sahne olmuştur. Kapitalizmle birlikte bu süreç çok daha hızlanmıştır. Bugün yeryüzünde yaşayan insan toplulukları, ortaya konulan ırksal tiplemelere tam olarak uymuyor. Kaldı ki, melezleşme evrimsel açıdan olumlu ve zorunlu bir ilerlemedir. Çünkü bu yolla insan türü genetik olarak güçlenmekte ve daha dayanıklı bir hale gelmektedir. Yani ırkçı düşünürlerin iddia ettiği gibi saf ırkların olmadığı, ırksal denilen özelliklerin veya üstünlüklerin kültürel üstünlüğe yol açmadığı, yine bu özelliklerin de değişmez şeyler olmadığı defalarca kanıtlanmıştır. *
*
*
Burjuva ideologlar ne kadar göz boyamaya çalışırlarsa çalışsınlar, Türk milliyetçiliğinin ırkçı bir zihniyetten muaf olmadığı son derece açıktır. Fakat bugün gelinen noktada ırk ve soy temelli bir Türklük anlayışını eskiden olduğu denli pervasızca ve açıktan açığa savunmak güçleşmiş ve bu tarz bir milliyetçilik anlayışı iyice itibar yitirmiş durumdadır. Hiç kuşku yok ki bunun en önemli nedeni, Kürt halkının mücadelesinin, resmi tezleri gülünç duruma düşürmesidir. Egemenler, ırka dayalı bir Türk kimliğinin eski kafayla aynen dayatılmasının Kürtlerin devlete yabancılaşmasını daha da artırdığını ve o çok korktukları bölücülüğün ta kendisi olarak hizmet gördüğünü fark ediyorlar. Ama bu onları gerçek anlamda demokratik bir dönüşüme değil, aksine tam bir riyakarlıkla durumu örtbas etmeye sürüklüyor. Örneğin 301. madde ve anayasa tartışmalarında utanmadan bir yandan “Türklük soy sopla alakalı değil, vatandaşlık bilincidir” diye bir söylem tutturulurken, diğer yandan bunun hiçbir gereği yapılmıyor, eski kafa yapısının tüm sonuçları aynen muhafaza ediliyor. Liberallerin yaydığı tüm hayallere rağmen, kapitalizm altında milliyetçi, ırkçı ve şoven ideolojilerin ortadan kalkmayacağı açıktır. Halkları birbirine düşüren bu zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. İşçi sınıfı enternasyonalist bir bilinçle mücadeleye atılmadıkça, ulusal önyargıların ortadan kalktığı, halkların bir arada ve barış içerisinde yaşadığı bir dünyaya giden yolu açmak mümkün olmayacaktır.
AKP Hak Gasplarında Tam Gaz! Çiğdem Kozlu
B
urjuvazi yıllarca özlemini çektiği siyasal istikrara AKP hükümetiyle kavuşmuştu. Burjuvazi için istikrar demek işçi sınıfı ve emekçiler için açlık, yoksulluk ve işsizlik demektir. AKP hükümeti, sermaye sınıfının neo-liberal uygulamalarının yılmaz yorulmaz bekçisi, milyonlarca insanın, işçinin, emekçinin kâbusu olmaya devam ediyor. Savaş, yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığının üstüne, çalışma yasalarında işçi ve emekçiler aleyhine düzenlemelerle hak gaspları birbirinin ardı sıra devam ediyor. İşçi ve emekçilerin haklarını budayan yasal düzenlemeler birer birer meclisten geçiriliyor. İş Yasası, Sosyal Güvenlik yasa tasarısı derken şimdi de sıra sözde “İstihdam Paketi”nde. “İstihdam paketi” tartışmaları 2007 yılında başlatıldı. Fakat genel seçimler öncesinde özellikle kıdem tazminatı tartışmalarıyla gündemin bulanması istenmediğinden olsa gerek geçici olarak rafa kaldırıldı. Şimdi tam da SSGSS tartışmalarının göbeğinde gündem yeniden ısıtılmaya başlandı. “İstihdam paketi” ismi duyulduğunda belki de pek çok kişinin kulağına hoş gelecektir. “Daha ne istiyoruz, AKP milyonlarca işsizin olduğu bir ülkede işsizliği azaltmak için adım atıyor” diye düşünebilir AKP’ye oy veren işçi ve emekçiler. İşçi ve emekçiler AKP’ye umut gözüyle bakmışlardı. Ancak, seçim sonrasında yağmur gibi gelen zamlarla, sefalet ücretine kırıntı zam uygulamasıyla, sağlık ve eğitimin ticarileştirilmesiyle AKP onlara “boşuna umutlanmayın” diyor. 2007 Şubat ayında ajanslara düşen haberde hükümetin seçim öncesi istihdam paketi çalışmalarına hız verdiği yazıyordu. “SSK primleri 10 puan düşürülecek, özürlü ve hükümlü çalıştırma yükümlülüğü kaldırılacak, mesleki eğitime ağırlık verilecek, kıdem tazminatı için fon uygula-
masına geçilecek”… Seçim öncesi yapılan bu açıklamalar AKP’nin patronlar karşısında görücüye çıkan gelinin kahve köpüğüydü. Tüm bunlar, “beklentilerinizi karşılayacağız ve sizlerin ihtiyaçları temelinde hareket edeceğiz” demekti. Zaten bu açıklamalar AKP’nin seçim beyannamesinde de yazılı olarak belirtilmekteydi: “SSK işveren prim oranı, 2008 yılında beş puan ile başlamak üzere kademeli olarak indirilecektir. İşverenlerin zorunlu özürlü istihdamında SSK işveren prim tutarı Hazine tarafından karşılanacaktır. Esnek istihdam biçimleri artırılacak, esneklikgüvence ilişkisi korunacaktır.” Evet, AKP hükümeti seçim beyannamesinde de yer alan bu vaatleri yerine getirmek amacıyla var gücüyle çalışmaktadır. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, Ocak ayının ilk haftasında hükümetin çıkaracağı paket hakkında basına kısmi bilgi verdi. 20 madde olduğu belirtilen paketten bazı başlıklar kamuoyu ile paylaşıldı. Adı “İşgücü Piyasası Yapısal Dönüşüm ve İstihdamın Geliştirilmesi Planı” ve kısa adı “istihdam paketi” olan tasarıda, işverenlerin ödemesi gereken SSK prim oranlarının bu yıl %5’ten başlanarak önümüzdeki yıllarda kademeli olarak %10 oranında düşürülmesi planlanıyor. İşverenlere prim konusunda uygulanan bu kıyak ilk değildir. 2003 yılında da işsizlik sigortası prim indirimleri ve asgari ücretle prime esas kazancın alt sınırının eşitlenmesi sonucunda işveren prim oranlarında yaklaşık 9 puanlık indirim zaten gerçekleştirilmişti. AKP, bu indirimlerle işverenlerin yükünün azalacağını, böylece daha fazla yatırım yapabileceklerini ve istihdamın artacağını iddia ediyor. Yüzde 9’luk indirimden gözü doymayan patronlarsa daha çok indirim istiyorlar. Tasarıda genç istihdamının teşvik edileceği, bu amaçla 18-29 yaş arasında işe alınacak gençlerin, işe başladıkları
21
marksist tutum
yıldaki sigorta primlerinin tamamının, ikinci yılda yüzde 80’inin, üçüncü yılda yüzde 60’ının, dördüncü yılda yüzde 40’ının, beşinci yılda yüzde 20’sinin Hazine tarafından karşılanacağı ifade ediliyor. Beşinci yılın sonunda ise teşvik yapılmayacak. Bu uygulama hazine gelirlerinde bir azalmaya neden olacağından istihdam paketi hakkında Hazine ve Maliyeden itiraz seslerinin yükseldiği de basına sızan haberler arasında yer alıyor. AKP programında, “insanımızın öncelikleri, kurulduğu günden itibaren partimizin öncelikleri olmuştur” deniyor. Fakat asgari ücretle çalışan işçilerden kuruşu kuruşuna SSK primi, gelir vergisi, damga vergisi kesilmeye devam ediliyor. Asgari ücretin vergi dışı bırakılmasını gündemlerine bile almıyorlar. Milyonlarca işçi ve emekçiyi sefalet ücretine ve yoksulluğa mahkûm eden AKP hükümetinin, patronların yükünü hafifletmek için prim borçlarını defalarca düşürmesi, “partilerinin” önceliklerinin insan değil sermaye olduğunun kanıtıdır. AKP hükümeti, “İstihdam Paketi” planıyla ikiyüzlü uygulamalarını adım adım ilerletiyor. Özürlülerin zorunlu istihdamı adı altında işçi ve emekçilerin bahtına ne çıkacak belli değil. Şu an var olan yasaya göre 50 işçi çalıştırılan işyerlerinde engellilere %3 oranında yer verilmesi gerekmektedir. Bu uygulama AKP tarafından kaldırılmak isteniyor. AKP engelli insanları işsizlik ve açlıkla yüz yüze bırakmayı ve sadakaya muhtaç etmeyi planlıyor. “Ya işletmelerin eski hükümlü çalıştırma zorunluluğunu tamamen kaldıracağız, ya işverenden küçük pay alınıp hükümlülerin primini devlet ödeyecek, ya da 50’den fazla işçi çalıştıran işletmeler için geçerli olan hükümlü çalıştırma şartını 250’den fazla işçi çalıştıran işletmeler için zorunlu kılacağız” diyordu Enerji Bakanı yaptığı açıklamada. Milyonlarca insanı sudan sebeplerle suçlu ilan edip cezaevlerine tıkan ve insanları çeşitli suçlarla damgalayan bu düzende, düzen partisi AKP, hükümlüleri “topluma ka-
22
Şubat 2008 • sayı: 35
zandırmak” bir yana izole edecek uygulamalara imza atmaya hazırlanıyor. Ayrıca pakette, işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğunun kaldırılacağı ya da gevşetileceği, işyerlerinde kadın işçiler için zorunlu olan emzirme odaları ve kreşlerin zorunlu olmaktan çıkarılacağı, bu hizmetin satın alma yoluyla gerçekleştirilmesinin yolunun açılacağı belirtiliyor. İşsizlik sigortasından yararlanma koşullarının işçi lehine düzenleneceği ve işsizlik sigortası fonunun mesleki eğitim için kullanılacağı türünden düzenlemelerin hayata geçirileceği vaatleriyle göz boyamaya çalışan AKP’nin asıl amacı, işçi haklarını elden geldiğince budamaktır. Kıdem tazminatının gaspı da gündemdeki planlar arasındadır. Uzun zamandır kıdem tazminatına atılacağı söylenen neşter bugünlerde AKP bürokratlarınca bilenmektedir. Kıdem tazminatı uygulaması yıllardır patronlar tarafından kaldırılmak isteniyor. İşçi sendikalarının bugüne kadar laf düzeyinde oldukça “net tavır” takındıkları, genel grev kelimesini sadece kıdem tazminatında ağzına aldıkları biliniyor. Tasarı su yüzüne çıktıktan sonra kıdem tazminatının nasıl tartışılacağı ise merak konusudur. En büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş, asgari ücrette muhalefet şerhinden bile feragat etmiş, SSGSS yasa tasarısına karşı hükümeti yıpratacak tek kelime kullanmamak için maksimum çaba sarf edilmiştir. Dolayısıyla, sendika bürokrasisinin patronlarla ve onların hükümetiyle böylesine iç içe geçtiği bir dönemde, kıdem tazminatının tırpanlanması için zamanlama gayet yerindedir. Mücadele edilmezse ve sessiz kalınırsa, işçi sınıfının kıdem tazminatı hakkının gaspı muhtemelen Türk-İş bürokratları eliyle yapılacaktır. İşçilerin ellerinden alınmaya çalışılan tüm haklar işçi sınıfının tarihsel kazanımı ve mirasıdır. İşçi sınıfının ödediği bedellerle yoğrulmuş olan bu kazanımları korumak için mücadele etmek proletaryanın tarihsel sorumluluğudur. Sermaye sınıfının saldırılarına, onun sadık bekçisi AKP’nin yalanlarına, baskılarına ve hain sendika ağalarının zehirli emellerine karşı mücadeleye atılmak işçi ve emekçiler için yaşamsal bir sorundur. Sermaye sınıfının saldırılarını püskürtmek, sömürü düzenine karşı baş kaldırmak, eşit, özgür ve sömürünün olmadığı bir toplum yaratmak ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkün olacaktır. Bu yolda işçi sınıfının bilimi olan Marksizm militan mücadele kılavuzudur.
Enternasyonal Alanda Menşevizmin Yansımaları / I Elif Çağlı Elif Çağlı’nın www.marksist.com sitesinde yayınlanan yazısını dergimizde iki bölüm halinde yayınlıyoruz.
İ
şçi hareketinde devrimci ve reformist eğilimi birbirinden ayırt etmek maksadıyla günümüzde de kullanılan Bolşevik ve Menşevik kavramlarının kökü 1900’ler Rusya’sına kadar uzanıyor. Bu kavramların siyasal literatüre yerleşmesi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) 1903 yılında toplanan II. Kongresindeki bir bölünmenin ürünü olmuştu. Örgütsel sorunlarda Rus sosyal-demokratları arasında gelişen farklılıklar, 1903 kongresine damgasını basan tüzük tartışmalarıyla açığa çıkmış ve RSDİP Bolşevik ve Menşevik olarak adlandırılan iki parçaya bölünmüştü. Rusçada çoğunluk anlamına gelen Bolşevik sözcüğü, kongrede merkez komite ve Iskra yazı kurulu seçimlerinde delegelerden daha fazla oy almaları nedeniyle Lenin’in başında bulunduğu kanadı adlandırıyordu. Menşevik sözcüğü ise azınlık demekti ve II. Kongrede Martov’un temsil ettiği kanadı nitelemekteydi. Vaktiyle Rus işçi hareketi içinde yaşanan bu Bolşevik-Menşevik bölünmesinin üzerinden nice yıllar geçmiş bulunuyor. Artık ne bu bölünmeye sahne olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi mevcut ne de Ekim Devriminin öncüsü ve Komünist Enternasyonal’in kurucusu olan Bolşevik Komünist Partisi. Bolşevik ve Menşevik eğilim arasında sürüp giden mücadelenin izlerini taşıyan Sovyetler Birliği bile artık tarihe karışmış durumda. Fakat bütün bu değişimlere karşın, Bolşevik ve Menşevik kavramları, dünya işçi hareketindeki iki farklı eğilimi niteleyen genelleşmiş içerikleriyle günümüzde de yaşam sürdürüyorlar. Bugün işçi sınıfının gerek ulusal gerekse enternasyonal düzeydeki mücadelesinde devrimci yaklaşımları temsil eden bir Bolşevik eğilimin yanı sıra, reformizmin temsilcisi olan bir Menşevik eğilimin de varlığını sürdürdüğünden söz etmek bu nedenle yanlış olmayacak. Ne var ki günümüz dünyasında devrimci işçi hareketinde ulusal ve enternasyonal düzeyde henüz bir toparlanma sağlanamadığından, bu
Vaktiyle Rus işçi hareketi içinde yaşanan BolşevikMenşevik bölünmesinin üzerinden nice yıllar geçmiş bulunuyor. Artık ne bu bölünmeye sahne olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi mevcut ne de Ekim Devriminin öncüsü ve Komünist Enternasyonal’in kurucusu olan Bolşevik Komünist Partisi. Bolşevik ve Menşevik eğilim arasında sürüp giden mücadelenin izlerini taşıyan Sovyetler Birliği bile artık tarihe karışmış durumda. Fakat bütün bu değişimlere karşın, Bolşevik ve Menşevik kavramları, dünya işçi hareketindeki iki farklı eğilimi niteleyen genelleşmiş içerikleriyle günümüzde de yaşam sürdürüyorlar.
23
marksist tutum
farklı eğilimler de kendilerine ait net siyasal ve örgütsel ifadelere kavuşabilmiş değiller. Bu yüzden, bugün devrimci işçi hareketinin sürekliliği bağlamında sahip çıkılması gereken gelenek düzeyinde de yoğun bir bulanıklık ve karışıklık varlığını sürdürüyor. Günümüzde Stalinist gelenekten henüz tam anlamıyla kopmayı başaramamış bazı sosyalist çevreler arasında Bolşevik anlayışın izlerini bulmak mümkün olacağı gibi, Troçki’nin takipçisi olduklarını iddia eden sosyalist çevreler arasında da Menşevik anlayışla yüz yüze gelmek bu nedenle hiç de sürpriz teşkil etmeyecektir. Kimileri görmezden gelmek istese bile, yaşanan onca tarihsel olaydan sonra devrimci işçi hareketinde biriken devasa sorunların üzerinden atlayıp geçmek asla mümkün değildir. Aslında devrimci işçi hareketinin düze çıkabilmesi için, böyle bir niyete sahip tüm siyasal çevrelerin geçmişleriyle esaslı biçimde hesaplaşıp yeni sentezler temelinde yola koyulmaları mutlak bir zorunluluk oluşturuyor. Devrimci Marksizm temelinde yeni sentezler için ter akıtmayanlar, gelenek sorununu da donmuş şablonlara indirgiyorlar. Bu durumda geçmişin şabloncu mirası geleceği boğuyor. Tüm bu olumsuz tabloya karşın, biz sonuna kadar inanıyoruz ki, doğrular uğruna yürütülen canlı mücadele, ihtiyaç duyulan yeni sentezleri de er geç yaratacaktır.
Bolşevik-Menşevik ayrışması RSDİP’in II. Kongresinde Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle sonuçlanan örgütsel ayrılıklar, esasen tüzüğün üyeliğe dair maddesi tartışılırken su yüzüne çıkmıştı. Bu madde çerçevesinde Lenin tarafından kongreye sunulan öneriye göre, parti programını kabul eden ve partiyi hem maddi olarak hem de parti örgütlerinden birine bizzat katılarak destekleyen kişiler parti üyesi sayılmalıydı. Bu öneri aslında Leninist parti anlayışının özünü oluşturan temel bir unsuru içeriyordu. İşçilerin devrimci partisi, merkezi çekirdeğinden tüm kollarına dek her kademesinde örgütlü birimlerin iradesiyle mücadele yürüten disiplinli ve organik bir bütün olmalıydı. Kongrede Lenin’in önerisi karşısında ise, Martov tarafından yazılan ve kongrece benimsenen üyelik maddesi yer aldı. Buna göre, parti programını kabul eden, partiyi malî yönden destekleyen ve partinin örgütlerinden birinin yönetimi altında partiye düzenli olarak kişisel yardımda bulunan herkes parti üyesi kabul edilmeliydi. RSDİP kongresinde Bolşevik-Menşevik bölünmesine neden olan bu farklı üyelik tanımları arasındaki ayrım ilk bakışta “ufak” gibi görünse de, gerçekte iki ayrı örgütlenme anlayışının ifadesidir. Menşevikler Lenin’in üyelik anlayışını fazla katı ve merkeziyetçi bulmuşlar ve örgütlere bağlı üyelik kriterinin, partiye yardıma hazır kişileri dışlamak anlamına geleceğini iddia etmişlerdir. Bu tür iddialara şaşmamak gerekir. Zira Menşeviklerin parti anlayışı, herhangi bir parti örgütüne bağlı olmayan ve dolayısıyla
24
Şubat 2008 • sayı: 35
RSDİP’in II. Kongresinde Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle sonuçlanan örgütsel ayrılıklar, esasen tüzüğün üyeliğe dair maddesi tartışılırken su yüzüne çıkmıştı. Bu madde çerçevesinde Lenin tarafından kongreye sunulan öneriye göre, parti programını kabul eden ve partiyi hem maddi olarak hem de parti örgütlerinden birine bizzat katılarak destekleyen kişiler parti üyesi sayılmalıydı. Bu öneri aslında Leninist parti anlayışının özünü oluşturan temel bir unsuru içeriyordu. denetlenemeyen şekilsiz bir üyeler topluluğu anlamına gelmektedir. Menşevik parti, kitlesellik adına gerçekte örgütsüz ve kof bir yığına eşitlenmektedir. Rus devrim deneyimi, örgütsel sorunlarda sergilenen gevşek ve oportünist tutumların, devrimci strateji ve taktikler alanında da reformist ve uzlaşmacı tutumlarla bütünlendiğini gözler önüne serer. Nitekim Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrılığın yalnızca örgütsel sorunlarla sınırlı olmadığı, daha 1905 Rus devrim sürecinden itibaren kanıtlanmıştır. Bolşevik eğilim işçi sınıfını devrimci bir iktidara ilerletecek taktikler üzerinde yoğunlaşırken, Menşevik eğilim işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaşma çizgisine sürüklemiştir. Lenin’in ünlü İki Taktik adlı kitabında ele aldığı ve aslında 1905 devrim sürecinde iki ayrı strateji anlamına gelen Bolşevik taktiklerle Menşevik taktikler arasındaki büyük ayrım bu konuya ışık tutar. Rusya’da gerçekleşen 1917 Şubat ve Ekim Devrimleriyle zenginleşen tarihsel deneyim, Bolşevik-Menşevik bölünmesinin başlangıçta tahmin edilenin çok ötesi bir de-
Şubat 2008 • sayı: 35
rinlikte olduğunu, tamamen ayrı iki siyasal anlayışa denk düştüğünü iyice açığa çıkarmıştır. Ayrıca, bölünmeyi takip eden yıllar içinde parti birliği adına Bolşevik ve Menşevik parçaların yeniden birleştirilmesi girişimleri olmuş ama uzlaşmaz siyasal farklılıklar nedeniyle bu girişimler tutmamıştır. Neticede Bolşevik ve Menşevik siyasal hat, ayrı ayrı kendi parti oluşumlarını yaratarak Rus devrim sürecinde farklı tarihsel roller oynamışlar ve bu farklı özellikleriyle tarihe mal olmuşlardır.
Menşevizmin başlıca özellikleri Genel bir eğilim olarak Menşevizm, işçi hareketindeki burjuva etkisinin ürünü olan oportünizm, reformizm, revizyonizm gibi sapmalarla yakından ilişkilidir. Marksizmi açıkça inkâr eder görünmeyen Menşevizm, onu liberal burjuvazinin kabul sınırlarına doğru çekiştirerek deforme eder. Rusya örneği ve çeşitli ülkelerin deneyimi, sınıf mücadelesinin kızıştığı süreçlerde Menşeviklerin işçi sınıfını düzen sınırlarına hapseden siyasetlerle oyaladıklarını gözler önüne serer. Menşevizmin fiiliyatta işçi sınıfının başına ne gibi belâlar açabileceğini çarpıcı biçimde anlatan örneklerden biri de, Türkiye’de 12 Eylül 1980 faşist darbesine ilerleyen süreçte yaşananlardır. O süreçte dönemin yasalcı sosyalist partilerinin yanı sıra resmi komünizmin temsilcisi TKP’nin reformist liderliği de, işçi sınıfını devrimci mücadeleden alıkoyan ve böylece yenilgiye sürükleyen Menşevik anlayışlar sergilemişlerdir. Dünya işçi hareketinin tarihinde yer alan bu gibi örneklerin Menşevizmle ilgili olarak akla getirdiği tüm özellikler, aslında günümüz Menşeviklerini de doğrudan ilgilendirmektedir. Menşevikler devrime inanan işçiler nezdinde inandırıcı olabilmek maksadıyla “devrim” sözcüğünü sık sık ağızlarına alsalar bile, sosyalizmi işçi devriminin değil bir reformlar sürecinin ürünü olarak tasarlarlar. Oysa reform ve devrim, tarihsel ilerlemenin keyfe göre seçilecek çeşitli yöntemleri değildir. Devrim kavgası reformlar uğruna mücadeleyi dışlamaz, ama sosyalizme reformlar yoluyla ulaşılabileceği iddiası bambaşka bir anlam ifade eder. Reformistler tarihsel gerçekleri bilinçli şekilde çarpıtırlar. Kendi savundukları düzen değişikliği fikrini, zamana yayılmış barışçı bir “devrim” olarak kitlelere empoze etmeye çalışırlar. Reformizme teslim olan siyasi örgütler hangi sıfatları kuşanırlarsa kuşansınlar, bu tür çarpıtmalar reformistlerin özsel niteliğidir ve geçmişten geleceğe taşınmaktadır. Oysa kapitalizmi tasfiye edip sosyalizme yolu açacak bir sosyal düzen değişikliği, ancak eski düzeni köklerine dek yıkan ve tarihsel süreçte büyük sıçramalar yaratan bir işçi devriminin ürünü olabilir. O nedenle de devrimci program ile reformizm arasında niceliksel değil niteliksel bir fark vardır. Bu niteliksel farkın en çarpıcı biçimde kavranabileceği nokta, devlet ve iktidar sorununa nasıl yaklaşıldığıdır. Menşevizm “işçi iktidarı” ya da “işçi hükümeti” gibi kavramları yeri geldiğinde ağzından düşürmese de, bu
marksist tutum
hedeflerin içini tamamen boşaltır. Zira bunlara ulaşmayı mümkün kılacak devrimci görevlerin kabulünden yan çizer. Ve işte bu noktada da yakayı ele verir. Menşevikler her daim, bürokratik devlet aygıtının yıkılıp parçalanması zorunluluğunu açık ya da utangaç biçimde inkâr etmişlerdir. Bu gibi zorunlu görevler yerine, kendi icatları olan “devletin politik açıdan demokratikleştirilmesi” ya da “devlet aygıtının kötü bürokratlardan temizlenmesi” gibi muğlâk “görevler” ikame etmişlerdir. Bu özellikleriyle Menşevizm, son tahlilde düzen içi bir nitelik taşır ve hiçbir vitrin süsü bu gerçekliği değiştirme kudretine sahip değildir. Devrimci öncü parti anlayışının açık veya örtük biçimde reddi de Menşevizmin tipik özellikleri arasında yer alır. Ancak göz ardı etmemek gerekir ki, bu açıdan Menşevik organizasyonlar arasında bazı farklılıklar vardır. Merkezciliğe yakın duran Menşevikler Leninci parti anlayışını açıkça inkâr edemedikleri noktada, Lenin’i Lenin’in arkasına sığınarak yalancı çıkarmaya çalışırlar. Lenin’in Ne Yapmalı kitabında yer alan son derece önemli bazı açılımlarını, daha sonra 12 Yıl Derlemesi adlı çalışmasıyla geçersiz kıldığı yolundaki “kurnaz” değerlendirmeler buna örnektir. Netice olarak vurgulamak istersek, genelde ve günümüzde Bolşevik ve Menşevik eğilime iki farklı parti tipi ve iki farklı mücadele anlayışı denk düşmektedir. Genel bir eğilim olarak Menşevizm, işçi hareketindeki burjuva etkisinin ürünü olan oportünizm, reformizm, revizyonizm gibi sapmalarla yakından ilişkilidir. Marksizmi açıkça inkâr eder görünmeyen Menşevizm, onu liberal burjuvazinin kabul sınırlarına doğru çekiştirerek deforme eder. Burjuva düzene ve burjuva siyasetlere yaklaşımda ve çeşitli düzeylerdeki örgütsel sorunlarda ilkesiz tutumlar geliştirmek Menşevizmin düsturudur. Devrimci öncü parti anlayışının açık veya örtük biçimde reddi de Menşevizmin tipik özellikleri arasında yer alır. Burjuva düzene ve burjuva siyasetlere yaklaşımda ve çeşitli düzeylerdeki örgütsel sorunlarda ilkesiz tutumlar geliştirmek Menşevizmin düsturudur. İlkesizlerin, işçi sınıfını kurtuluşa götürecek devrimci amaçlarla uyuşmayan araçlar belirlemek ve kendi siyasi çıkarları doğrultusunda ürettikleri bu araçları mubah göstermek gibi tamamen oportünist bir yaklaşımları da vardır. Neye hizmet ettiği ve edeceği belli olmayan “işçi kitle partisi” çağrılarıyla siyaset yürütmeye çalışmak veya bıktırıcı bir “birlik çığırtkanlığı” üzerinden siyasi varlık kazanmaya çalışmak bu bağlamda akla gelen başlıca örnekler olarak sıralanabilir. Oportünistler kendi dar siyasi varlıkları açısından günü kurtarmaya hizmet eden bir siyaset anlayışıyla, işçi hareke-
25
marksist tutum
Şubat 2008 • sayı: 35
Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrılığın yalnızca örgütsel sorunlarla sınırlı olmadığı, daha 1905 Rus devrim sürecinden itibaren kanıtlanmıştır. Bolşevik eğilim işçi sınıfını devrimci bir iktidara ilerletecek taktikler üzerinde yoğunlaşırken, Menşevik eğilim işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaşma çizgisine sürüklemiştir. tini burjuva etkisine büsbütün açık hale getirmektedirler. Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde görülecektir ki, devrimci Marksizme sahip çıkar gibi görünüp pratikte yanlış yollara sapmak, ortaya en iyi ihtimalle merkezci eğilimleri, daha kötüsüyle ise Menşevik çizgide yapılanmaları çıkarmıştır. Bu hem Stalinist hem de Troçkist gelenek açısından böyledir. Reformizme ve burjuva yasalcılığına prim verilerek, oportünist politikalar izlenerek de bir siyasal örgütlenme yaratılabilir, ama bu tür örgütlerin proleter devrimlere önderlik edemeyeceği bugüne dek yaşanmış onlarca örnekle sabittir. Devrimci mücadelenin vazgeçilmez ilkelerini ellerinin tersiyle bir kenara itip sözde başarılar peşinde koşanlar, oportünizmin ve Menşevizmin batağına sürüklenmeye mahkûmdurlar. Üstelik işçi hareketinde oportünist ve Menşevik bir bataklığı yaratan bazı nesnellikler vardır ve dolayısıyla bunlara karşı her daim uyanık olunması da farzdır. Yıllar önce Rosa Luxemburg’un dediği gibi, işçilerin bizzat kendi devrimci faaliyetleri ve siyasal sorumluluk duygularının yoğunlaşmasından başka hiçbir şey, işçi hareketini hırslı entelektüellerin suiistimallerinden koruyamaz. Burjuva düzenden tam anlamıyla kopamamaları ve okumuşlara özgü yalpalamaları nedeniyle Menşevizm bir aydın eğilimi olarak da nitelenebilir. Varolan yetenek ve bilgilerini işçi-emekçi kitlelerin kurtuluş mücadelesine adamış olumlu aydın örnekleri bir yana bırakılacak olursa, genelde aydınların işçi sınıfının yaşam koşullarına yabancı ve burjuva düzene bin bir iplikle bağlı oldukları göz ardı edilemez. Her zaman maddi çıkarlar peşinde koşmasalar bile, aydınların ün ve kariyer düşkünlüğü yaygın bir özelliktir. O nedenle aydın unsurların devrimci işçi hareketiyle sağlıklı biçimde bütünleşebilmeleri, ancak onların bu sınıfsal zaaf ve alışkanlıklarıyla amansızca mücadele etmeleri ve devrimci ideolojiyi içselleştirmeleriyle mümkündür.
26
Bununla birlikte aydınlar, devrimci bilinçle donanarak komünistleşen işçilere oranla oportünizm tarafından baştan çıkarılmaya her zaman daha yatkındırlar. Lenin aydın unsurların genelde kolay kolay disipline gelmemelerini ve örgütlü mücadelenin kurallarına boyun eğmemelerini onların toplumsal kökenlerine bağlar. Söz konusu aydın unsurları yalnızca bireycilik eğilimleri nedeniyle değil, oportünizmleri nedeniyle de suçlar. Rus sosyaldemokrasisindeki reformist eğilimlerin gelişmesinin başlıca sorumlusu bu tip aydınlardır ve onların anlayışları oportünist sapmaları ve Menşevizmi üretmiştir. Farklı ülkeler, taşıdıkları farklı özellikler nedeniyle, aydın oportünizminin de değişik yoğunluk ve biçimdeki tezahürlerini gözler önüne sermiştir. Türkiye gibi ülkelerde yakın bir zamana kadar aydın kesimler Batı’ya oranla çok daha fazla küçük-burjuva özellikler sergilediler. Fakat buna karşılık, kendinden feragat etmenin de daha yoğun örneklerini ortaya koydular. Batı Avrupa aydını ise, nicedir, kendi “ego”suna tapınmaya pek meraklı olan bir tip yarattı. Bu aydın tipi, burjuva devrimler dönemine özgü olan ve olumlu özellikler taşıyan münevvir (aydınlatan) tipin yok olduğu koşulların ürünüdür. Çürüyen kapitalizm, nesnel olarak işçileşmelerine rağmen toplumsal yaşamda kendilerini işçilerden üstün ve ayrıcalıklı hisseden yozlaşmış okumuşları yaratıyor. Bu tip, sosyalist mücadele içinde Menşevizmin başlıca kaynağını oluşturuyor ve Batı Avrupa Marksistleri arasında böylelerini çokça bulmak mümkün. Ama Türkiye gibi kapitalizme geç giren ülkelerde, çürüyen kapitalizmin baş döndürücü bir hızla yol aldığını ve okumuş kesimlerde Batı’dakine benzer bir yozlaşmayı yarattığını da asla unutmayalım. (Devam edecek)
D
evletin finansmanının hangi sınıfların sırtına yüklendiğine ve kaynakların hangi sınıflara akıtıldığına dair önemli bir gösterge oluşturan devlet bütçeleri, burjuva hükümetlerin izledikleri ekonomik ve sosyal politikaların genel bir özetini sunarlar. Bu nedenle de bütçeler burjuvazi kadar işçi sınıfını da yakından ilgilendirirler. 2008 bütçesini bu gözle değerlendirdiğimizde, emekçilerin sırtından finanse edilmeyi düstur edinmiş, bu nedenle de dolaylı vergiler başta olmak üzere pek çok alanda vergi artışları ve zamlara abanmış bir devlet bütçesiyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Buna karşın, ezici bir çoğunluğu örgütsüz olan, örgütlü kesimleri ise işbirlikçi sendika bürokrasisinin sultası altında etkisiz hale getirilmiş bulunan işçi sınıfının bu ve benzeri yakıcı sorunlarda sesi çıkmıyor, çıkamıyor. Emekçi sınıfların söz konusu tepkisizliğinin doğrudan bir sonucu olarak, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu bütçede de burjuvazinin saldırı politikalarında bir sapma olmamıştır. 2008 bütçesi, yaklaşık 205 milyar YTL’lik gelir ve 223 milyar YTL’lik gider kalemlerinden oluşuyor. AKP bu yıl da bütçe gelirlerinin yüzde 27’sinden fazlasını (56 milyar YTL) iç ve dış borç ödemeleri olarak doğrudan büyük sermayeye akıtmayı planlarken, eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerine ayrılan payı alabildiğine düşük tutuyor. “Milli savunma” adı altındaki silahlanma harcamalarında ise hiçbir kısıntıya gidilmiyor. Emekçilerden gasp edilen vergileri sınır içinde ve ötesinde yürüttüğü savaşta halklara bombalar, biber gazları, tanklar, tüfekler, coplar olarak geri döndüren burjuva devlet,
Burjuva Devletin Bütçesi ve Vergiler İlkay Meriç
27
marksist tutum
Şubat 2008 • sayı: 35
Türkiye, OECD ve AB ülkeleri arasında ücretlilerin vergi yükünün en ağır olduğu ülkeler sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır. Üstelik aynı Türkiye, ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay sıralamasında ise en geri basamaklarda bulunmaktadır. Yani işçi sınıfı zenginlikten en az payı alırken en çok vergiyi ödemektedir. 2007 yılında, işçinin asgari ücretinden kesilen vergi ve sigorta primlerinin toplam oranı yüzde 30’dur. Türkiye’de asgari ücretle çalışan kesimin yaygınlığı düşünüldüğünde, işçi sınıfının içine düşürüldüğü durum da, vergi soygununun ulaştığı boyut da net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. savaş aygıtını her gün biraz daha pahalı ölüm makineleriyle donatmaktadır. Son dönemde almayı planladığı savaş helikopterleri, uçaklar, gemiler vb’nin maliyeti on milyarlarca dolardır. Tam da bu yüzdendir ki 2008 bütçesinde sağlığa ayrılan pay 10,8 milyar YTL ile sınırlı tutulurken, “savunma”ya 16,4 milyar YTL ayrılmıştır. Üstelik bu meblağa örtülü ödenekler, yıl içinde yapılacak ek bütçe ödenekleri vb. dahil değildir. Şurası çok açıktır ki, Kürt halkına karşı yürütülen savaş devam ettikçe ve emperyalist savaş cehenneminin alevleri daha da yayıldıkça, etrafındaki her şeyi yutan “savunma” kara deliği her gün biraz daha büyüyecek ve bundan beslenen kesimlerin iştahı artmaya devam edecektir. Emekçilerden toplanan vergiler yerli ve yabancı mali sermaye gruplarına ve savaş tekellerine akıtılırken, personel harcamalarının bütçedeki payı son 15 yılda yüzde 42’den yüzde 24’e inmiştir. Bu keskin düşüşe paralel olarak, özelleştirmeler sonucunda 20 binden fazla kamu işçisi işsiz kalmış, emekli olan kamu çalışanlarının yerleri doldurulmamış, personel alımı sağlık gibi en temel alanlar başta olmak üzere büyük oranda dondurulmuştur. Sonuç, daha az istihdam, daha az hizmet, daha çileli bürokratik işlemler, çalışanlar üzerinde daha fazla iş yüküdür. Benzer şekilde bütçeden yatırımlara ayrılan pay da son 15 yılda yüzde 14,5’ten yüzde 5’lere inmiştir ve 2008 bütçesinde de yatırımlara ayrılan payda bir artış gözlenmemektedir. Üstelik tüm bu yıkıcı politikalar, işsizliğin genç nüfusta yüzde 20’nin üzerinde olduğu ve yoksulluğun her geçen gün toplumun daha geniş kesimlerini esareti altına aldığı bir ülkede uygulanmaktadır.
28
Rezervi sürekli artan bir petrol kuyusu: vergiler! Modern kapitalist devletin en temel gelir kaynağını emekçi sınıflardan toplanan vergiler oluşturmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın 60. hükümetin “eylem planı”nı açıklarken sarf ettiği şu cümle her şeyi çok güzel özetlemektedir: “Bizim tek petrol kuyumuz vergi.” AKP hükümetinin emperyalist kuruluşlarla işbirliği halinde hazırladığı 2008 bütçesi, devlet gelirlerinin yüzde 86’sının vergilerle karşılanmasını hedefliyor. 2008 yılında, 50 milyar KDV, 45 milyar ÖTV (özel tüketim vergisi) ve 10 milyar harç ve damga vergisi geliri bekleyen burjuva devletin, sermaye sınıfından toplamayı öngördüğü kurumlar vergisinin miktarı sadece ve sadece 15 milyar YTL ile sınırlıdır. Buna karşılık yarısından fazlasını tek başına işçi sınıfının üstlendiği gelir vergisi hasılatının bu yıl 33 milyarlık bir yekûn oluşturması öngörülmektedir. Ücretlilere uygulanan gelir vergisi tarifesinde yapılan birkaç puanlık düşüş sonucunda 2001 yılından itibaren toplam gelir vergisinin ücretlilerin üstlendiği bölümünde bir azalma yaşanmaya başlamıştı. Örneğin 1996’da yüzde 51,3 olan bu oran, 2001’de yüzde 37’ye, 2002’de yüzde 29’a ve 2003’te yüzde 25’e inmişti. Ancak 2005 yılında diğer kesimlerin vergi oranlarında indirime gidilmesine rağmen ücretlilerin vergi oranında yeni bir indirime gidilmemesinin sonucu olarak, toplam gelir vergisinin ücretlilerin üstlendiği bölümü son iki yıl içinde yeniden tırmanışa geçti. Neticede sermaye kendi devletini fonlamaktan alabildiğine kaçarken, geçtiğimiz yıl işçi sınıfı toplam gelir
Şubat 2008 • sayı: 35
vergisinin yüzde 54’lük bölümünü tek başına üstlenmek zorunda bırakıldı. Yani devlet son iki yılda işçi sınıfının üzerine iki kat daha fazla yüklendi. Bu yıl vergi iadesinin kalkmasıyla gelirinde bir düşüş yaşanacak olan işçi sınıfının vergi yükünün daha da artacağı ortadadır. Bunun yanında, vergi iadesinin kalkması, fiş verme yükümlülüğünden kurtulmasının yolu açılan burjuva kesimlerin daha az vergi ödemelerine, bu yüzden de toplam gelir vergisi içinde işçi sınıfının yüklendiği payın bu vesileyle de artmasına neden olacaktır. Türkiye, OECD ve AB ülkeleri arasında ücretlilerin vergi yükünün en ağır olduğu ülkeler sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır. Üstelik aynı Türkiye, ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay sıralamasında ise en geri basamaklarda bulunmaktadır. Yani işçi sınıfı zenginlikten en az payı alırken en çok vergiyi ödemektedir. 2007 yılında, işçinin asgari ücretinden kesilen vergi ve sigorta primlerinin toplam oranı yüzde 30’dur. Türkiye’de asgari ücretle çalışan kesimin yaygınlığı düşünüldüğünde, işçi sınıfının içine düşürüldüğü durum da, vergi soygununun ulaştığı boyut da net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Sendika bürokratlarının ihaneti yüzünden sendikal mücadelenin dibe vurduğu bu ülkede, asgari ücretin vergi dışı tutulması talebi etrafında bile en ufak bir mücadele örgütlenmemektedir. İşçi sınıfı üzerindeki vergi yükü çırılçıplak ortadayken, burjuvazi utanmazca, yüksek gelir dilimine ait vergi oranlarının düşürülerek sermayeden alınan vergilerin azaltılmasını vergi gelirlerini arttırmanın ve kayıt dışılığı engellemenin yolu olarak sunmaktadır. Oysa bu koca bir yalandır. Neoliberal politikaların hayata geçirilmeye başlandığı 80’li yıllardan itibaren, bu politikaların şampiyonluğunu yapan ABD’de ve İngiltere’de yüksek gelir dilimine ait vergi oranları düşürülerek sermayeden alınan vergiler azaltılmış, ancak iddia edilenin tam tersine toplanan vergi miktarında bir artış olmayıp, aksine düşüş nedeniyle bütçe açıklarında büyük bir artış yaşanmıştı. Örneğin İngiltere’de Thatcher hükümeti bu açığı kapatmak üzere 80’lerin sonlarında “kelle vergisi”ni uygulamaya sokmaya kalkışmış ve bu haksız vergi işçi sınıfını aylar süren bir isyana sevk etmişti. Vergi kâğıtlarını yırtıp atan ve Londra’yı savaş alanına çeviren milyonlarca işçinin bu isyanı, geçici bir süre hükümeti geri adım atmak zorunda bırakmıştı. Yıllardır Türkiye’de uygulanan politika da aynı neoliberal politikadır. Bu politikalara paralel olarak, sermayenin vergi yükü resmi ya da gayri resmi yollardan hafifletildikçe bütçe gelirleri azalmakta, doğan açığı kapatmak üzere devlet faizle para toplamaya girişmekte, buna ek olarak, kapitalistler kaçırdıkları vergi paralarını bir de faiz karşılığında devlete satmaktadırlar. Devletse bu kısır döngüyü aşmak için dolaylı vergilere abanmaktadır. Burjuva devlet sermaye sınıfını her yolla koruyup kollarken, işçi sınıfını hem doğrudan hem de dolaylı vergilerle soyup soğana çevirmektedir.
marksist tutum
80’lerin sonunda İngiltere’de “kelle vergisi”ni uygulamaya sokmaya kalkışan Thatcher hükümeti, hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Bu haksız vergi işçi sınıfını aylar süren bir isyana sevk etmiş ve vergi kâğıtlarını yırtıp atan milyonlarca işçi Londra’yı savaş alanına çevirmişti.
Maliye bakanı Unakıtan, bütçe sunuş konuşmasında, AKP hükümetinin sermaye kesimine yaptığı vergi kıyaklarını şöyle dillendiriyordu: “2006 yılı başından itibaren yürürlüğe giren yeni Kurumlar Vergisi Kanunu ile vergi oranı yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirilmiştir. Böylece kurum kazançları üzerindeki vergi yükü de yüzde 45’ten yüzde 34’e düşmüştür. Benzer şekilde Gelir Vergisi Kanununda yapılan değişiklikle gelir vergisi tarife yapısı dörde indirilmiş, en yüksek vergi oranı ise yüzde 45’ten yüzde 35’e çekilmiştir.” İşte burjuvaziye yapılan bu kıyaklar sonucundadır ki, 2006 ve 2007’de işçi sınıfı geçmiş yıllara göre iki kat daha ağır bir vergi yükünü sırtlanmak zorunda bırakılmıştır. Patronlardan toplayamadığı vergiyi işçi sınıfının sırtına yıkan AKP hükümeti, bununla da yetinmeyip, dolaylı vergileri de amansızca arttırmaya devam etmektedir.
Dolaylı vergiler adaletsizliği körüklüyor Elektrikten petrole, doğalgazdan iletişime, yiyecekten giyeceğe, sigaradan içkiye tüm tüketim maddelerinin üzerine bindirilen ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilerin yükü, doğal olarak, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin omuzlarındadır. AB ve OECD ülkelerinde doğrudan vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki ağırlığı yüzde 60’lar civarındayken, bu oran Türkiye’de tam tersidir. Yani toplam vergi gelirlerinin yüzde 70’ini dolaylı vergiler (gelir durumuna bakmaksızın herkesten eşit yüzdeyle alınan KDV, ÖTV gibi tüketim vergileri, damga ve harç vergileri vb.), yüzde 30’unu ise doğrudan vergiler (gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi kazanç üzerinden alınan vergiler) oluşturmaktadır. Bu durumun korkunç bir adaletsizlik doğurduğu or-
29
marksist tutum
tadadır. Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki ağırlığının son on yılda yüzde 60’tan yüzde 70’lere çıkmasıysa, adaletsizliğin giderilmek bir yana giderek daha da derinleştirildiğinin somut göstergelerinden biridir. Dolaylı vergilerin başlı başına adaletsizlik kaynağı oluşturmalarının temel nedeni, tüketiciler arasındaki gelir farkına bakmaksızın herkesten aynı oranda vergi alınması, neticede de alınan bu tür vergilerin gelirle ters orantılı olmasıdır. Yani gelir arttıkça ödenen verginin oransal miktarı azalmakta, gelir azaldıkçaysa bu oransal miktar artmaktadır. Aylık kazancı 500 lira olan bir işçiyle 50 bin lira olan bir kapitalisti ele alalım ve her ikisinin de 50 liralık doğal gaz tükettiklerini varsayalım. Burjuva hükümetin sözcülerine bakacak olursak, ödeyecekleri KDV miktarı her iki “vergi yükümlüsü” için de eşittir: yüzde 18. Ancak bu eşitlik, yalnızca ödenen miktarın yüzdesini ilgilendiren bir eşitliktir ve gerçekte aldatmacadan ibarettir. Devletin saldığı bu dolaylı vergiyi işçinin ve kapitalistin gelirine oranlayacak olursak karşımıza bambaşka bir sonuç çıkacaktır. 50 liralık doğal gaz karşılığında işçi gelirinin yaklaşık yüzde 2’sini KDV olarak ödemekteyken, kapitalist gelirinin sadece yüzde 0,02’sini, yani on binde 2’sini KDV olarak ödemektedir. Bu adaletsizlik, etten süte, sudan elektriğe, telefondan akaryakıta en yaşamsal ürünlerde aynı uçurumla varlığını korumaktadır. Ödenen KDV, ÖTV türü dolaylı vergilerin gelire oranı işçi yoksullaştıkça artmakta, buna karşılık kapitalist zenginleştikçe azalmaktadır. İşte dolaylı vergilerin adaletsizliği ve soygunun aleniliği! Banka hesaplarındaki son beş yıllık değişim bile, Türkiye’de gelir dağılımındaki uçurumun her geçen yıl nasıl kat be kat arttığını gözler önüne sermektedir. Banka hesabı 1 milyon YTL’nin üstünde olan banka müşterilerinin toplam serveti son beş yılda yüzde 400 artış göstermiştir. Hesabı 10 bin YTL’den az olan ve aynı zamanda hesap sahiplerinin ezici çoğunluğunu oluşturanlar içinse bu artış oranı yüzde 8’de kalmıştır ve bu gruptakilerin her biri ortalama 390 YTL’lik hesaplara sahiptirler. Sonuç tüm çıplaklığıyla ortadadır. Sayıları birkaç bini geçmeyen küçük bir azınlık, yaratılan toplam servetin büyük bir kısmına el koyup servetine servet katarken, on milyonlarca emekçinin payına yalnızca sefalet düşmektedir. Burjuva devletin göz diktiğiyse, işte bu sefaletin vergisidir.
Soyguna dur demek senin elinde! Şurası çok açıktır ki, ayakta kalışını vergilere borçlu olan burjuva devlet, işçi sınıfının sırtındaki devasa bir yüktür. İşçi, ücretli kölelik sistemi olan bu sistemde, bir yandan kapitalist tarafından soyulurken, bir yandan da burjuva devlet tarafından soyulmaktadır. Kapitalistin işçinin yarattığı artı-değere el koyarak gerçekleştirdiği artıdeğer sömürüsüne ek olarak, devlet de, işçinin kendi yaşa-
30
Şubat 2008 • sayı: 35
mını yeniden üretmek üzere elinde bırakılan kırıntıya saldırmaktadır. Lenin 1913’te kaleme aldığı Kapitalizm ve Vergiler adlı makalesinde, komünistlerin vergiler hususundaki acil talebini, “tüm dolaylı vergilerin tamamen kaldırılması ve yerine gerçek bir artan oranlı gelir vergisinin getirilmesi” şeklinde formüle ediyordu. Dolaylı vergilerin yerini gelirle doğru orantılı olarak artan gelir vergisine bırakmasını öngören bu talebin tümüyle gerçekleştirilebilir olduğunu belirten Lenin, büyük gelirlerin vergilendirilmesinin zor olduğunu savunan burjuva sözcülere ise şu yanıtı veriyordu: “Gerçekte, mevcut gelişme düzeylerindeki bankalarla, tasarruf kurumlarıyla vb., bu zorluk tamamen hayalidir. Tek zorluk, kapitalistlerin para hırsı ve burjuva devletin politik yapısı içindeki antidemokratik kurumların varlığıdır.” Şurası açıktır ki, kapitalistlerin kâr hırsını baskı altına alabilecek ve burjuva devlete antidemokratik uygulamaların kaldırılmasını dayatabilecek tek güç, örgütlü işçi sınıfıdır. Onun, örgütlülüğünden aldığı güçle mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, işçi sınıfı gerek kendi yarattığı değerden aldığı daha yüksek pay, gerekse düşük vergi yüküyle görece daha rahat nefes alabilirken, bugün gelinen noktada, burjuvazi de onun devleti de işçi sınıfına saldırıda sınır tanımamaktadır. Bunun tek nedeni, dünyayı değiştirmeye muktedir bir potansiyel gücün, örgütsüzlük nedeniyle içinde bulunduğu zayıflık halidir. İşçi sınıfı burjuvaziye bu zayıflığı kullanma fırsatı sunduğu müddetçe, saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir. Şurası açıktır ki, kapitalistlerin kâr hırsını baskı altına alabilecek ve burjuva devlete antidemokratik uygulamaların kaldırılmasını dayatabilecek tek güç, örgütlü işçi sınıfıdır. Onun, örgütlülüğünden aldığı güçle mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, işçi sınıfı gerek kendi yarattığı değerden aldığı daha yüksek pay, gerekse düşük vergi yüküyle görece daha rahat nefes alabilirken, bugün gelinen noktada, burjuvazi de onun devleti de işçi sınıfına saldırıda sınır tanımamaktadır. Bunun tek nedeni, dünyayı değiştirmeye muktedir bir potansiyel gücün, örgütsüzlük nedeniyle içinde bulunduğu zayıflık halidir. İşçi sınıfı burjuvaziye bu zayıflığı kullanma fırsatı sunduğu müddetçe, saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir.
K
apitalizmin “gelişmiş” pek çok şehrinde günün ilk ışıklarıyla birlikte işçi mahallelerinde sokağa çıkanların rastlayacakları görüntüler üç aşağı beş yukarı aynıdır herhalde. Yol kenarlarında öbek öbek kadınlar ve erkekler işyeri servislerini ya da belediye otobüslerini beklerler. Sanayi sitelerine, fabrikalara, atölyelere ya da bürolara doğru yol alan otobüslerde onlara, yorgun ve uykulu gözlerle işçi çocuklar da eşlik eder. Şehrin “başka” semtlerinde, aynı yaşlardaki çocuklar okul servisi yolu gözlerken, onlar bobin sarmaya, araba cilalamaya yani kötü koşullar altında, güvencesiz, düşük ücretli işlerinde günde 12 saat çalışmaya giderler. Şehrin her bölgesindeki çocuk, Birleşmiş Milletler belgelerine göre aynı haklara sahiptir ama nedense o haklar, işçi sınıfının mahallelerine ve işyerlerine pek uğramaz. Kimisi 17 yaşındaki Emrah Eserli gibi Kilimli’de bir maden ocağında ölür, yasalara göre ağır işlerde 18 yaş altında istihdamın yasak olduğu Türkiye’de. 14-15 yaşında bıyıkları bile terlememiş kimileriyse, 45 derece sıcaklıkta tuğla fabrikalarında çalışır, yarı aç ve çıplak, sabahın 5’inden akşamın 5’ine. Kayıt dışı olarak çalışmaktadırlar elbette, kayıtlarda çalışmaları “yasak”tır çünkü. Hal böyleyken yayınlanan raporlarda da övünülür, “Türkiye’de 1999’da çocukların çalışma oranı yüzde 10,3 iken 2006’da yüzde 5,9’a inmiş durumda” diye. Oysa burjuva devletin resmi verilerine göre indiği söylenen bu oran bile, 6-17 yaş grubundaki 16 milyon çocuktan yaklaşık 1 milyonuna karşılık gelmektedir. Onların verilerine göre, Türkiye’de 958 bin, yani yaklaşık 50 stadyum dolusu çocuk, sanayiden tarıma pek çok alanda çalışıyor. Gerçek sayının ise bundan çok daha fazla olduğu biliniyor.
Kapitalist Cenderede Ezilen İşçi Çocuklar Selim Fuat
31
marksist tutum
ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) 2001 verilerine göre, Türkiye, çocuk işçi çalıştırmada, Çin, Hindistan, Venezuela, Brezilya, Endonezya, Kenya ve Tayland’dan sonra 8. sırada bulunuyor. Ancak yine de Türkiyeli burjuvalar işi pişkinliğe vurmakta bir sakınca görmeyip, “çocuk işçiliğiyle mücadele deneyimlerini”, 2007 yılının Eylül ayında ILO İşveren Bürosu tarafından organize edilen ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK) ev sahipliğinde düzenlenen bir konferansta 12 ülkenin işveren örgütlerinin temsilcileriyle paylaşabiliyorlar. Türkiye’nin sekizinciliğinden de anlaşılıyor ki, çocuk işçiliğin yaygınlığı konusunda dünyadaki durum da iç açıcı değil. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonunun (UNICEF) 2005 yılında “Sömürüyü Durdurun – Şimdi” kampanyası çerçevesinde yayınladığı rapora göre, dünya üzerinde her 12 çocuktan biri kötü koşullar altında çalıştırılıyor ya da cinsel açıdan sömürülüyor. Rapor, 18 yaşın altındaki 180 milyon kişinin “çocuk işçiliğinin en kötü şekilleri” olarak adlandırılan işlerde çalıştırıldığını gösteriyor. Kaçak ya da kötü şartlarda işçi çalıştırmada Asya ülkeleri birinci sırada bulunuyor. Dünyadaki 283 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün işlerde çalışıyor. Bu çocukların yüzde 61’i Asya, yüzde 32’si Afrika ve yüzde 7’si Latin Amerika ülkelerinde yaşıyor. Kimi ülkelerde çocukların üçte ikiye varan bölümü tam zamanlı bir işte çalıştırılıyor. Rapora göre Asya’da 14 yaşın altındaki her beş çocuktan biri çalıştırılıyor. Bu oran Sahra-altı Afrika’da yüzde 50’ye yaklaşıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde çocuk işçiliğe daha az rastlanıyor artık. Ancak bu ülkeler menşeli anlı şanlı pek çok şirket, kendi ülkelerinde yasadışı olan işleri diğer ülkelerde görmekten geri durmuyorlar. Örneğin, Bayer, Monsanto gibi şirketler, Hindistan’da kendileri için pamuk tohumu üreten çiftçilere günlük asgari ücretin yüzde 40’ını ödüyor; çiftçiler de çocukları çalıştırıyor. Çiftçiler, şirketlerin ödediği paranın asgari ücretle yetişkin işçi çalıştırmaya yetmediğini, dolayısıyla çocukları çalıştırdıklarını söylüyorlar. Hindistan’daki Andra Pradeş bölgesinde 100 binden fazla çocuk günde en az 13 saat ve yarım avrodan daha düşük bir ücret karşılığında pamuk tohumu üretiminde çalıştırılıyor. Çocuklar çoğunlukla ailelerinden para karşılığı kiralanıyor. Çalıştırılan çocukların aileleri de çoğunlukla işsiz. Bayer ve Monsanto, üretimleri sırasında çocuk işçiliğinin kullanıldığını kabul etseler ve bu konuda “sınırlı sorumlulukları olduğunu” söyleseler de, kendileri için çalışan çiftçilere ödediklere para ile çocuk işçiliği arasında bir bağ olduğunu kabul etmiyorlar. Şirketler, “çocuk işçiliğinden çiftçilerin sorumlu olduğunu ve çiftçilerin verimliliklerini arttırarak çocuk işçiliğini yok etmeleri gerektiğini” savunuyorlar. Benzer biçimde ünlü spor ürünleri markaları Adidas ve Puma, futbol toplarını çoğunlukla Pakistan’ın endüstri bölgesi Sialkot’ta ürettiriyor. Bu sektörde, Hindistan’daki halı üretiminde olduğu gibi çok fazla çocuk emeği kulla-
32
Şubat 2008 • sayı: 35
nılıyor. 6-14 yaş arasındaki çocukların ürettikleri futbol topları dünyanın dört bir yanındaki futbol organizasyonlarında “fair-play” ruhuyla kullanılıyor. Yine de çocuk işçiliğin söz konusu olduğu en fütursuz alan fuhuş sektörü olsa gerek. Çocukların bedenlerini ve psikolojilerini yıpratmakla kalmayıp onları insanlıktan da çıkartan kapitalist piyasanın bu özgül alanında, UNICEF ve UNESCO verileri esas alınarak hazırlanan bir rapora göre, 10 yaşında olgunlaşan, 20 yaşında yaşlanan, 30 yaşında ölen yaklaşık 2 milyon çocuk, her yıl seks pazarına sokuluyor. Tayvan, Filipinler, Tayland, Vietnam, Kamboçya, Endonezya, Rusya, Romanya, Polonya, çocukların seks işçisi olarak pazarlandığı ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Kapitalizm, söz konusu olan çocuklar olduğunda bile, böylesine zalim ve insanlığı alçaltıcı durumlar yaratabiliyor. Peki neden? Onun böylesi bütün kötülükleri var eden değişmez özü yüzünden, yani daha fazla sermaye birikimi sağlama güdüsünden! Daha fazla sermaye birikimi için sömürüyü yoğunlaştırma ve yaygınlaştırma ihtiyacından!
Kapitalizm işçilerin çocukluğunun da düşmanı! Biyolojik olarak bütünüyle bağımlı oldukları bebeklik dönemi hariç olmak üzere, toplumdaki tüm çocukların özel koruma ve bakım biçimlerine ihtiyaç duydukları ve belirli haklara sahip oldukları anlayışı kolay gelişmemiştir. Bu anlayış belirli bir tarihsel gelişmenin ürünüdür. Bugün bile bu anlayış her ne kadar teorik olarak evrensel bir hal almışsa da, pratik uygulamada büyük oranda gelişmiş kapitalist ülkelerde hayat bulabilmiştir. Kapitalizmde bu anlayış başlangıçta yalnızca burjuvaların çocukları için geçerli olmuş, proletaryanın çocukları bu anlamda “çocuk”tan sayılmamıştır. Burjuvalar kendilerinin devamı olacak olan çocuklarını korudular, büyüttüler ve yetiştirdiler. Ancak devamlılığı sadece burjuvazinin işçi ihtiyacını karşılamaya yarayan proletaryanın bebekleri için böylesi “gereklilik”ler yoktu. İşçilerin çocukları kapitalizm tarafından ucuz işgücü olarak modern proletaryanın saflarına katıldılar. En ağır şartlarda, ölümüne çalıştırıldılar. Örneğin 18. yüzyıl İngiltere’sinde 8 yaşında maden ocaklarında çalışan bir kız çocuğunun şu cümleleri o dönemin çocuk işçileri için sıradandır: “Ben, Gauber Ocağında bir tuzakçıyım; ışıksız tuzak kurmak zorundayım ve sürekli korku içindeyim. Sabahları 4’te bazen 3.30’da işe gider, eve 17.30’da dönerim. Hiç uyumam.” Çocuk işçiler ve işçi sınıfının tüm çocukları kapitalizmin yarattığı sorunlar yüzünden düştükleri durumlarda en ağır biçimde cezalandırıldılar. Örneğin İngiltere’de, 1780’lerin sonlarına kadar çocuklar, cezası idam olan 200’den fazla suçtan mahkûm ediliyorlardı. Kayıtları tutulan idamlardan birinde, yedi yaşında bir kız çocuğu, elbise çaldığı için Norwich’de asılmıştı. Gordon ayaklanmalarından sonra da halk önünde asılan pek çok çocuk
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
Dünyadaki 283 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün işlerde çalışıyor. Bu çocukların yüzde 61’i Asya, yüzde 32’si Afrika ve yüzde 7’si Latin Amerika ülkelerinde yaşıyor. Kimi ülkelerde çocukların üçte ikiye varan bölümü tam zamanlı bir işte çalıştırılıyor. Asya’da 14 yaşın altındaki her beş çocuktan biri çalıştırılıyor. Bu oran Sahra-altı Afrika’da yüzde 50’ye yaklaşıyor. vardı. Belki de bu yüzden, 18. ve 19. yüzyıl romanlarında insanlık durumunun trajedisi en çarpıcı biçimde çocuk işçiler üzerinden anlatıldı. Ne var ki, Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı mücadelesi yükseldikçe, işçi çocuklarının da durumunda iyileşmeler yaşanmaya başlandı. En kalıcı iyileşmeyi de bütün dünya işçilerinin çok şey borçlu olduğu Ekim Devrimi sağladı. Bu devrimin etkisi ile işçi çocukları ilk defa gerçekten çocuk oldular, korundular, bakıldılar ve yetiştirildiler. İkinci Dünya Savaşının sonrasındaki konjonktür sayesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, devrimin yolunu işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarındaki görece iyileştirmeler sayesinde kesebilen burjuvalar, işçilerin evlatlarına da “çocukluk” hakkı tanımak zorunda kaldılar. Elbette büyük bir ikiyüzlülükle; hem kendi ülkelerindeki işçi çocuklarını alabildiğine gerici eğitimlerle boğarak ve çoğunluğunu sınıf bilincinden uzaklaştırmayı başarmak suretiyle yozlaştırarak, hem de dünyanın geri kalan büyük bölümünde 18. yüzyıl Avrupa’sındaki koşulları işçi çocuklar için sürekli kılarak. Kapitalizmin neo-liberal politikalar adı verilen saldırılarını yoğunlaştırdığı yeni döneminde, işçi sınıfının tüm haklarına göz diktiği malûm. İşçi sınıfı çocuklarının en temel haklarına, yani sağlık hakkı, eğitim hakkı gibi haklarına da bu yüzden bir bir darbeler vuruluyor. Fransa’daki çalışma yasasında yapılmak istenen değişiklik örneğinde olduğu gibi gençlerin iş yaşamına dair haklarına saldırılıyor. Bütün bu saldırılar sonucunda da, işçilerin var olduğu kadarıyla, çocuklarını koruyacakları, bakacakları ve yetiştirecekleri kısıtlı imkânları da ellerinden alınmaya çalışılıyor.
Kapitalizm ortadan kalkmadan çocuk sömürüsü de ortadan kalkmaz!
de, ILO da böyle örgütler. Bu yüzden bu örgütlerin, “çocuk işçiliğini önleme” adı altında yürüttükleri faaliyetlerin göz boyamaktan ve gerçekleri gizlemekten başka bir amacı yok. Sorunun özüne inmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin doğası ile yüzleşmesi mümkün olmayan bu yapılar, uzun yıllardır var olmalarına rağmen, işçi çocukların sayısı ve sorunları bugüne kadar azalmadı, arttı. Çünkü bu örgütler kapitalistlerin kurduğu örgütlerdir, onlar tarafından finanse edilirler ve onların çıkarlarını savunurlar. Kapitalistlerinse ne Türkiye’de ne de dünyada çocuk işçiliğini gerçekten ortadan kaldırma gibi bir dertleri yoktur. Bu yüzden bu örgütlerin en âlâları, “gerçekçi” olmak gerektiğini ve “çalışmak zorunda olan” çocuklar olduğunu söyleyerek, hiçbir çocuğun çalıştırılmamasını değil “çocukların daha iyi koşullarda çalışmasını” sağlamanın gerektiğini savunuyorlar. Tabii ki bu düşüncelerine, refah arttıkça sorunun çözüleceğine, ilerleyen zamanlarda çocuk işçiliğinin ortadan kalkacağına dair inançlarını eklemekten de geri durmuyorlar. Oysa işçi sınıfının çocuklarını bu ağır sömürü çarkından kurtaracak olan da, onlara çocukluklarını verecek olan da işçi sınıfının bağımsız mücadelesinden başka bir şey değildir. Ekim Devriminin açtığı yolla sağlanan ilerlemeler bunun en sağlam göstergesidir. Pek çok şey gibi çocukluğu da en sağlıklı, en insani biçimine kavuşturacak olan işçi iktidarıdır. Bugün evlerine “sapsarı iskelet” gelen çocuklar, insanlığın büyük birikimlerinin har vurulup harman savrulmadığı, en sağlıklı, en özgür koşullarda, insanlık tarihinin gördüğü en mutlu çocuklar olarak yetişeceklerdir çünkü. Nazım’ın dediği gibi; “en güzel çocuk, henüz büyümedi”. Çok iyi biliyoruz ki kapitalizmde de büyüyemez. O güzel çocukları büyüteceğimiz, o güzel günler için, bugün mücadelemizi büyütmemiz gerekiyor.
Kapitalizmin gerçekleri büyük yalanlarla gizlemekte uzmanlaşmış örgütleri ve ideologları pek çok. UNICEF
33
Kenyalı Emekçiler Palaları Kapitalizme İndirmeli! Utku Kızılok
A
çlıktan, susuzluktan ve hastalıktan kırılan kara Afrika’nın trajedisi bitmiyor. Burundi, Kongo, Ruanda, Sierra Leone, Somali, Fildişi Sahilleri ve Sudan’dan sonra, şimdi de Kenya kan gölüne dönmüş bulunuyor. 27 Aralık 2007’de başlayan kanlı olaylarda 1000’e yakın insan ya palalarla doğranarak ya kurşuna dizilerek ya da evleriyle birlikte ateşe verilerek katledildi. Bir kiliseye sığınan 80’i çocuk 200 kişinin canlı canlı yakılması, onlarca kadına tecavüz edilmesi, öldürülen yüzlerce kadın ve çocuğun morglarda üst üste istiflenmesi, katliamın en trajik sahnelerinden birkaçıydı yalnızca. Şu ana kadar 300 binden fazla insan, katliamlardan kurtulmak için evlerini terk etmiş bulunuyor. Bu vahşetin sorumlusu açlıktan ve hastalıktan kırılan çıkışsız ve umutsuz kitleler değil, onları birbirlerine boğazlatan burjuva liderler ve alabildiğine çürüyen kapitalist sömürü düzenidir. Kenya’daki çatışmalar, halen görevde olan Mwai Kibaki’nin 27 Aralıkta yapılan devlet başkanlığı seçimlerini kazandığını ilan etmesiyle patlak verdi. Raila Odinga’nın başını çektiği Turuncu Demokratik Hareketi seçimlere hile karıştırıldığını ve seçim sonuçlarını tanımayacağını ilan ederek taraftarlarını protestoya çağırdı. Kibaki ise, polise
34
gösteri yapanlara ateş açma emri verdi. Zaten Kenya’da toplumsal çelişkiler alabildiğine birikmişti. İktidar kavgasına tutuşan burjuva liderlerin farklı etnik gruplara mensup yoksul emekçileri birbirlerine karşı kışkırtmasıyla çelişkiler kendini dışa vurdu. Odinga’nın çağrısı üzerine Kalenjinler ve Luoyular her yerde Kibaki’nin de mensubu olduğu Kikuyulara saldırmaya, evlerini ateşe vermeye ve yüzlerce kişiyi palalarla doğramaya başladılar. Kikuyuların da benzer şekilde karşılık vermesiyle ölü sayısı hızla tırmandı. Çatışmalar ve katliamlar hâlâ yer yer devam ediyor ve sürecin ne yönde gelişeceği belli değil.
Kenya’nın kısa siyasi tarihi Batılı sömürgeci güçler asırlarca Afrika’yı yağmaladılar, insanları köleleştirdiler ve gemilere bindirerek denizaşırı ülkelere götürdüler. Doğu Afrika sahillerinde yer alan Kenya, Afrika’nın içlerine açılan ve denizaşırı topraklara köle taşıyan limanlardan biriydi. 1963’e kadar Kenya İngiltere’nin sömürgesi olarak kaldı. Ancak 1960’lı yıllarda esen ulusal kurtuluş mücadelesi rüzgârları pek çok Afrika ülkesiyle birlikte Kenya’yı da bağımsızlığına kavuş-
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
turdu. İktisadi ve kültürel gerilikten kurtulmak ve emperyalistlerin basıncını azaltmak amacıyla bağımsızlığa kavuşan pek çok Afrika ülkesi ulusalcı-kalkınmacı bir çizgi izleyerek SSCB’ye yanaşırken, Kenya eski sömürgecisi İngiltere ile ilişkilerini koparmadı. “Soğuk Savaş”ın kızıştığı bu yıllarda Kenya’nın tutumu Batılı emperyalist güçler açısından önemli bir kazanımdı. Nitekim ABD ve İngiltere büyük yardımlar yaparak Kenya’yı ödüllendirdiler ve Kenya, Afrika’da SSCB’nin etkisini kırmak isteyen emperyalist güçlerin üssü haline geldi. 1978’de yapılan seçimleri Daniel Arap Moi kazandı ve böylece Kenya’nın bağımsızlığına önderlik eden Jomo Kenyatta’yı saf dışı bıraktı. Emperyalist güçlerin desteğini de alan Moi, 25 yıl sürecek koyu bir diktatörlük kurdu ve en küçük bir muhalefeti dahi şiddetle ezdi. Moi, kitlelere uyguladığı baskı ve şiddette öylesine pervasızdı ki, Başkanlık Sarayının bodrum katını bile işkencehaneye çevirmekte beis görmemişti. Ancak 1990’ların başında SSCB’nin çökmesi ve Afrika’da “komünizm tehlikesi”nin ortadan kalkmasıyla sadece dünyada değil, Kenya’da da dengeler değişmeye başladı. Moi’nin diktatörlüğünü mutlak bir şekilde destekleyen emperyalist güçler, açılan yeni dönemde bu desteklerini geri çekmeye başladılar. Böylece o güne kadar sessiz kalan burjuva muhalefet, açılan bu yeni dönemde sesini yükseltmeye koyuldu. Moi diktatörlüğü gösterileri şiddetle bastırmasına ve pek çok kişiyi katletmesine rağmen olayları durduramadı ve Kenya’da tek partili dönemden çok partili döneme geçildi. Lakin Moi çeşitli dalavereler çevirerek her seçimden zaferle çıktı ve 2002’ye değin iktidarda kalmayı başardı. Bugünkü çatışmanın tarafları olan Kibaki ve Odinga iktidara gelebilmek için Aralık 2002 seçimlerinde ittifak yapmışlardı. Kurdukları Ulusal Gökkuşağı Koalisyonu yoksul kitlelerden büyük destek görmüş ve Kibaki devlet başkanı seçilmişti. Ancak Kibaki’nin iktidarı Odinga ile paylaşmaya yanaşmaması ve devlet bürokrasisini ele geçirmesiyle koalisyon gümbürtüyle çöktü. Kibaki devlet bürokrasisine kendi adamlarını yerleştirirken, devlet olanaklarını da Kikuyu burjuvazisinin serpilip gelişmesi için kullandı. Tam da bu noktada çatışmalarda birbirine boğazlatılan Kenya halklarından söz etmek gerekiyor.
bakmanın ve onun ilkelliğine vurgu yaparak küçümsemenin ifadesidir. Lakin en önemlisi de, bu kavramlaştırma ile emperyalistlerin ve onlarla iç içe geçmiş yerli egemenlerin bu çatışmalardaki kışkırtıcı rolünün üzeri örtülmektedir. Bugüne değin milyonlarca Afrikalı, kışkırtılan halklar arası savaşta yaşamını kaybetti. Sadece Ruanda’da Hutuların Tutsilere karşı giriştiği katliamda 800 bin insan öldürüldü. Fakat Tutsilere karşı girişilen bu katliam, kabileler arası savaşa ve böylece de ilkel kabilelerin vahşiliğine indirgendi. Oysa katliam ilkel araçlarla yapılmasına rağmen bu savaş ilkel kabilelerin savaşı değildi. Daha 1950’lerden başlayarak Hutu burjuvazisi, kitleleri Tutsi düşmanlığı temelinde kışkırtmaya başlamıştı. Hutuların saldırganlığı öyle bir düzeye yükselmişti ki, adeta Tutsileri öldürmek dini bir vecibenin yerine getirilmesi olarak görülmekteydi. Pek çok defa teşebbüs edilen ve 1994’te vahşi bir biçimde hayata geçirilen soykırımın esas nedeni ise, Hutu burjuvazisinin, verimli toprakları elinde tutan ve görece daha zengin olan Tutsilerin zenginliğine el koyarak siyasal iktidarı tümüyle ele geçirmek istemesiydi. Anlaşılacağı üzere, yaşanan çatışmaların kaynağında yerli ve yabancı burjuvazinin çıkarları doğrultusunda halkların etnik temellerde birbirine karşı kışkırtılması yatmaktadır. İşte Kenya’da yaşanan da tastamam bu çerçevede değerlendirilmelidir. Fakat bugünkü çatışmalar hiç de yeni değildir. Devleti ve dolayısıyla da onun imkânlarını ele geçirmeye çalışan burjuva kesimler her seçim döneminde kavgaya tutuşmakta ve kozlarını da kışkırttıkları halklar üzerinden paylaşmaktadırlar. Örneğin 1992 seçimlerinde çıkan çatışmalarda yaklaşık 1500 ve 1997 seçimlerinde ise 500 kişi yaşamını yitirmişti. Nihayetinde kavga devam etmektedir. İktidar nimetlerinden yararlanamayan Odinga önderliğindeki Luoyu ve –diktatör Moi’nin de mensubu olduğu– Kalenjin burjuvazisi ve siyaset esnafı, sefalet içindeki kitleleri Kikuyu halkına karşı kışkırtmakta ve bu yolla kendine iktidarda yer açmaya çalışmaktadır. Esasında her iki tarafın da seçimlere hile karıştırdığı kesinleşmiş bulunuyor. Fakat Kibaki iktidarda olmanın avantajlarını da kullanarak seçimleri kendi lehine değiştirebilmiştir. Yani söz konusu olan bir hırsızın diğer bir hırsıza üstün gelmesidir.
Kabileler savaşı mı?
Hangi Kenya?
Kenya, irili ufaklı 40’tan fazla etnik gruptan oluşuyor. Kikuyular, Luoyular ve Kalenjinler en kalabalık nüfusa sahip halklar. 33 milyonluk nüfusun %17’sini Kikuyular oluşturuyor. Svahili, Kikuyu ve Kalenjin dilleri ise yaygın olarak kullanılıyor. Bugüne kadar pek çok Afrika ülkesinde yaşanan iç savaşlar, “kabileler arasındaki çatışmalar” olarak yansıtıldı. Sorunun bu şekilde kavramlaştırılmasında Batılı emperyalistlerin, onların ideologlarının, yazarçizer takımının ve medyanın çok büyük bir rolü bulunmaktadır. Esasında bu kavramlaştırma Afrika’ya tepeden
Emperyalist güçler Kenya’yı Afrika’da yaşanan iç savaşlara ve istikrarsızlığa karşı örnek bir ülke olarak pazarlamaktaydılar. “İstikrarlı Kenya” propagandasının önemli bir ayağını Kenya’daki tatil yerleri, plajlar, yaban hayvanlarının yaşadığı parklar, safariye çıkan turistler oluşturuyordu. Yani Kenya egzotik ve huzurlu bir cennet olarak sunulmaktaydı. Oysa gerçek bunun tümüyle tersidir. IMF güdümlü ekonomi büyüme rekorları kırarken ve bundan sadece küçük bir azınlık yararlanabilirken, Kenyalı işçiemekçi kitleler sefalet içinde kıvranıyorlar. Kişi başına or-
35
marksist tutum
talama milli gelir sadece 350 dolar ve 33 milyonluk nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Resmi asgari ücret yıllık 700 dolar. Buna rağmen nüfusun büyük bir kısmı işsiz ve pek çok kişi yıllık 200 dolara kadar düşen ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Etrafı gecekondu mahalleleriyle çevrili başkent Nairobi’de halkın üçte ikisi gecekondularda yaşıyor. İşsizliğin, açlığın ve hastalığın pençesinde kıvranan yoksul kitleler karınlarını doyurmak için hırsızlığa itilmekte ve hapishaneler dolup taşmaktadır. Kibaki’nin Gökkuşağı Koalisyonu 2002 seçimlerinde yoksul kitlelere pek çok vaatte bulunmuştu. Açlık bitecek, işsizlik azalacak ve anti-demokratik yasalar tasfiye edilecekti! Ancak hiçbir değişiklik olmadığı gibi, açlık ve yoksulluk daha da arttı. Kibaki de diğer burjuva liderler gibi yolsuzluğun ve rüşvetin bataklığına gömüldü. Bir taraftan kendi avenesini kayırırken öte taraftan da Kikuyu burjuvazisinin önünü açtı. İşte son olaylar toplumsal çelişkilerin alabildiğine biriktiği böyle bir ortamda patlak verdi. Aç ve yoksul kitleler Odinga ve diğer burjuva liderlerin kışkırtmasıyla Kikuyulara saldırmaya, evlerini ateşe vermeye ve mallarına el koymaya başladılar. Çatışmalarda özellikle gençlerin ön planda olması dikkat çekiyor. Zaten işsiz, aç ve umutsuz olan genç kitleler, etnik kışkırtmayla zıvanadan çıkmışlardır. Yani burjuva siyaset esnafı toplumsal çelişkilerin doğurduğu tepkiyi kendi çıkarları için kullanmışlardır. Olan ise yoksul emekçi yığınlara olmakta, insanlar birbirlerini palalarla doğrayacak kadar vahşileşmekte ve en önemlisi her an iç içe yaşayan insanlar arasında köklü düşmanlıklar yaratılmaktadır. Kibaki’nin iktidardan gidip gitmeyeceği henüz belli değildir. Zira Kibaki ABD ve İngiliz emperyalizminin en sadık müttefikidir. Nitekim daha seçimlerin üzerinden bir saat geçmişti ki, Kibaki yemin ederek devlet başkanlığı görevine yeniden başladığını açıkladı ve onu ilk tanıyan da ABD emperyalizmi oldu. Kenya “Soğuk Savaş” dönemin-
36
Şubat 2008 • sayı: 35
de emperyalistlerin Afrika’daki uzak karakolu olmakla kalmamış, 11 Eylül’den sonra da “uluslararası terörizme” karşı ABD’nin yanında saf tutmuştur. ABD emperyalizmi Kenya’yı Afrika’daki “büyük dost ülke” olarak görmektedir. Nitekim ABD emperyalizmi kurduğu Afrika ordusunun –AFICOM– önemli bir bölümünü Kenya’ya yerleştirmek istemektedir. Kibaki ise, bizzat kendi ifadesiyle, ABD’nin Afrika’daki planlarının ortağı konumundadır. Beri yandan Kenya, Batılı emperyalist güçlerin Afrika’da yürüttükleri faaliyetlerin önemli merkezlerinden birisi haline gelmiş bulunuyor. Emperyalistler için Kenya’nın önemi bu kadarla da sınırlı değil. Zira Kenya Afrika Boynuzu olarak tanımlanan bölgede yer alan Somali’nin, Cibuti’den sonra denize kıyısı olan tek komşusu durumundadır. Bilindiği üzere Somali’de iç savaş hâlâ sürüyor. Somali’nin yer aldığı Afrika Boynuzu, Hint Okyanusu ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Kızıldeniz’in giriş noktasını tutan bir koçbaşı gibi uzanmaktadır. Ayrıca Somali’de önemli ölçüde doğalgaz ve petrol yatakları olduğu da bilinmektedir. ABD emperyalizmi Somali’yi egemenliği altına alarak hem enerji yataklarını ele geçirmek hem de Afrika Boynuzunda kuracağı askeri üslerle Akdeniz’e ve Okyanusa açılan yolları kontrol etmek istiyor. Dolayısıyla Afrika Boynuzunun hemen altındaki Kenya ABD emperyalizmi için stratejik bir önemdedir. İşte tüm bunlardan ötürü ABD, planlarına hiçbir şekilde ses çıkartmayan Kibaki’yi desteklemekte ve Müslümanların da desteklediği Odinga’ya mesafeli durmaktadır. Kibaki’nin rüşvete ve yolsuzluklara gömülmesi ise ABD emperyalizminin umurunda bile değildir. Afrika halkları bir taraftan emperyalist hegemonya kavgasının bir uzantısı olan iç savaşların, öte taraftan ise açlık ve hastalıkların pençesinde kıvranıyorlar. Afrika’da kişi başına düşen ortalama milli gelir sadece 200 dolar civarındadır. Böyle olduğu için de 300 milyondan fazla insan açlık sınırının altında yaşıyor, yani günden güne eriyerek ölüyor. Ayrıca iç savaşlardan ve çatışmalardan ya da yoksulluktan ötürü 4,5 milyon Afrikalı yersiz yurtsuz durumdadır. Dünya ölçeğindeki 35 milyon AIDS hastasının yaklaşık 25 milyonu Afrika’dadır. Bu hastalıktan dolayı her gün 6 bin insanın ölmesi, durumun ne kadar ciddi olduğuna da bir delildir. Bu korkunç trajediyi iç çatışmalar ve katliamlar tamamlamaktadır. Ama şunu da bilmek gerekiyor ki, savaşlar, açlık ve hastalıklar kara Afrika’nın kara bahtı değildir. Bugün pala sallayarak birbirlerinin boğazını kesen Afrikalı yoksul kitleler bilmeliler ki, onları bu duruma düşüren kapitalist sömürü düzeni ve kendi burjuvalarıdır. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise, emekçi kitlelerin örgütlü bir güç haline gelerek palaları kapitalizme indirmelerinden geçiyor!
İsrail Filistin Halkını Ölüme Mahkûm Ediyor G
azze’de tam 1,5 milyon Filistinli günlerdir ölüm kalım savaşı veriyor. Katil İsrail devleti, Hamas’ın kontrolündeki Gazze’ye yedi aydır ambargo uyguluyor. Her türlü temel ihtiyaç maddesinin kısıtlanarak verildiği Gazze İsrail kuşatması altında. Bilindiği gibi bir bütünlük oluşturmayan Filistin topraklarının iki ana parçası durumundaki Gazze ve Batı Şeria arasında İsrail toprakları yer alıyor. Mısır’a açılan Gazze sınırı İsrail’in ördüğü yüksek duvarlarla kapatılırken, kentin Akdeniz’e açılan sahilleri de İsrail donanması tarafından abluka altında tutulmaktadır. İsrail, 19 Ocakta yiyecek, giyecek, ilaç, akaryakıt ve su sevkıyatını da durdurdu. Gazze’ye elektrik veren tek santral da fueloil yokluğundan ötürü durduğu için hastaneler elektriksiz kaldı ve yüzlerce hasta kaderine terk edildi. Çaresiz Filistin halkından yardım çığlıkları yükselirken, İsrail başbakanı Ehud Olmert kitlelere, “Hamas’a karşı çıkın, aç kalmayın” diyerek onlarla adeta alay ediyordu. Sürekli Yahudi soykırımını gündeme getiren ve Yahudi halkının çektiği acılar üzerinden kendine meşruluk sağlayan İsrail burjuvazisi, Gazze’yi Hitlervari büyük bir toplama kampına çevirmiş bulunuyor. Filistin halkı açlığın ve ölümün pençesinde kıvranırken, Arap devletlerinin ise sesi soluğu çıkmamıştır. ABD’nin desteğiyle iktidarda kalan despotik yönetimler, adet yerini bulsun kabilinden İsrail’e sadece ambargoyu kaldırması için çağrı yapmışlardır. Sınır kapılarını açmayan Mısır yönetimi, bu taleple gösteri yapan Filistinli kadınları
zor kullanarak dağıtmıştır. En sonunda sınırı oluşturan duvarın bir noktası Hamas tarafından havaya uçurularak kitlelerin Mısır’a geçişi sağlanabilmiştir. Bu sayede 700 bin Filistinli Mısır’a geçerek temel ihtiyaç maddelerine ulaşmaya çalışmış, ancak bir gün sonra sınır Mısır tarafından tekrar denetim altına alınmıştır. Gelinen aşamada İsrail ambargoyu bir parça gevşetmiş bulunuyor. Ancak Gazze’de yaşayanların geleceği hâlâ belirsizliğini koruyor. Filistin toprakları on yıllardır İsrail işgali altında ve neredeyse toplumun tüm ihtiyaçları da İsrail üzerinden karşılanmaktadır. Her ne kadar İsrail Gazze’den çekilmişse de, dış dünyayla ilişki kurma yollarını denetim altında tutmaktadır. Gazze’nin dış dünyaya açıldığı tek sınır ülkesi Mısır ise, Gazze halkının ihtiyaçlarını karşılamaya yanaşmamaktadır. Bu durumda etrafı çepeçevre çevrilen Gazze’deki Filistin halkı toplu halde ölüme terk edilecektir. İsrail egemen sınıfı bugün Gazze ile tüm ilişkilerini kesmeyi tartışıyor. Bunun arkasında, Filistin devletinin kurulmasını engelleme planı yatmaktadır. Batı Şeria ve Gazze arasında irtibatın kesilmesi ve Hamas ile El-Fetih’in karşı karşıya gelmesi İsrail’e fırsatlar sunuyor. İsrail, ElFetih ile Hamas’ın arasını daha da açarak Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmeyi derinleştirme peşindedir. İsrail’in hedefi şu: Gazze ile ilişkileri kesmek, onu kaderiyle baş başa bırakmak ve Filistin topraklarından kopartarak Filistin’i Batı Şeria ile sınırlamak. Böyle bir durumda İsrail, 1967 sınırlarına çekilmeyecek ve kurulacak olan Filis-
37
marksist tutum
tin devleti Batı Şeria ile sınırlı, kontrol edilebilir ölçüde küçük olacaktır. Nihayetinde bir taraftan bu amaç doğrultusunda mevzi kazanmak, diğer taraftan da Hamas’ı kitlelerden yalıtarak tasfiye etmek için çatışmayı bilerek tırmandırmaktadır. 16 Ocakta Hamas militanlarının, ateş açan İsrail askerlerine cevap vermesi üzerine topyekûn bir saldırı başlatıldı. Tanklar, buldozerler ve helikopterler eşliğinde harekete geçen İsrail ordusu, Gazze’de büyük bir yıkıma yol açtı. 19 Filistinli öldürüldü, 50’si ise yaralandı. Gerçek buyken, İsrail katliamın sebebini Hamas’ın attığı füzelere dayandırmaya çalışıyor. Bu katliamın yaşandığı gün Bush’un Ortadoğu turunda olması da oldukça manidardı. Bilindiği üzere 27 Kasım 2007’de Amerika’nın Annapolis kentinde Arap devletlerinin de katıldığı bir toplantı yapılmış ve İsrail-Filistin görüşmelerine yeniden başlanması kararı alınmıştı. Ancak bu görüşmelerden hemen hiçbir sonuç çıkmamıştı. İşte Bush’un 9 Ocakta başladığı Ortadoğu gezisinin bir ayağını da Annapolis sürecini devam ettirmek oluşturuyordu. Fakat Bush ile görüşen İsrail başbakanı Olmert’in şu tek cümlelik açıklaması bile Annapolis sürecinin lafıgüzaf olduğunu gözler önüne sermektedir: “Terör durdurulmadıkça, her tarafta durdurulmadıkça barış olmayacaktır.” Çok açık ki, katil İsrail’in başbakanı Filistin halkına direnmemesini, silahlarını gömmesini ve mutlak bir şekilde boyun eğmesini öğütlemektedir. Eğer bunu yaparlarsa ve İsrail lütfederse belki “barış” gelebilir! Anlaşılacağı üzere, İsrail bin dereden su getirmekte, çözümsüzlüğü dayatmakta ve beri taraftan da ilhak politikasına devam etmektedir. Daha önce de yazdığımız gibi, Annapolis görüşmeleri son 15 yıl içinde düzenlenen ve her biri “barış artık geliyor” denilerek şampanyalarla kutlanan görüşmelerden sadece biridir. Filistin’in son yirmi yıllık tarihi, aynı zamanda bu tür görüşmelerin ve çöpe
38
Şubat 2008 • sayı: 35
atılan “barış” planlarının da tarihidir. Nitekim Bush’un İsrail ve Filistin’deki görüşmelerinden de bir sonuç çıkmış değildir. Tam da bu noktada şu soruyu sormak elzemdir: başta ABD olmak üzere emperyalist güçler Filistin sorununu gerçek anlamda çözerek Ortadoğu’ya “barış” getirebilirler mi? Tarihsel ve güncel deneyimler gösteriyor ki, hayır! Zaten hem Annapolis zirvesinin hem de Bush’un Ortadoğu gezisinin asıl amacı Filistin sorununu çözmek değildi. Asıl amaç, Sünni Arap devletleriyle İsrail’i yakınlaştırmak ve Şii İran’a karşı ortak bir cephe örmekti. Filistin sorunu bu hedef doğrultusunda kullanılmaktadır. Nitekim Bush’un 9 günlük Ortadoğu turu bunu tümüyle gözler önüne sermektedir. Hemen tüm Sünni Arap devletlerini ziyaret eden Bush, El Arabiya televizyonuna verdiği mülakatta şöyle diyordu: “Güven tazelemek ve insanların gözlerinin içine bakıp şunu söylemek için buradayım: İran bir tehdit. Bununla baş etmek için bir stratejimiz var ve sizinle birlikte çalışmak istiyoruz.” Bir başka konuşmasında ise şunları söylüyordu: “İran’ın davranışları tüm ulusların güvenliğini tehdit ediyor. Bu yüzden ABD, Körfez’deki dostlarıyla olan güvenlik taahhüdünü güçlendirecek ve çok geç olmadan bu tehlikeye karşı koymak için müttefiklerini bir araya getirecek.” Güya Ortadoğu’ya “barış” getirmek için gelen Bush, emperyalist savaşın zeminini daha da güçlendirmiş bulunuyor. Örneğin, varılan anlaşmaya göre, ABD Suudi Arabistan’a 123 milyon dolarlık silah teknolojisi satacak. Geçen sene yapılan silah satışının yanında (Suudi Arabistan dâhil Körfez ülkelerine 20 milyar dolarlık satış yapılmıştı) bu satış devede kulak kalsa da, emperyalistlerin esas niyetini ortaya koyması bakımından önemlidir. Asıl aslan payını ise, Bush ile aynı günlerde Ortadoğu turunda olan Fransız emperyalizminin yaman çocuğu ve ABD’nin yeni partneri Sarkozy almıştır. Yapılan anlaşmalara göre Fransa hem Körfez’de askeri üs kuracak hem de Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’ne 63 milyar avroluk silah satışı yapacak. Kesin olan şu ki, emperyalist güçlerin derdi Ortadoğu’ya “barış” getirmek değil, tersine, savaşı alabildiğine yaymaktır. Dolayısıyla da bölgenin işçi-emekçi kitleleri emperyalistlerden medet ummamalıdırlar. Ortadoğu’nun emekçi kitleleri örgütlenmeden ve mücadele bayrağını yükseltmeden ne Filistin sorunu gerçek anlamda çözülebilir ne de bölgeye kalıcı barış ve huzur gelebilir. Aksi takdirde olacak olan şey bellidir: satılan silahlar halkların tepesinde patlayacak ve tüm Ortadoğu kocaman bir Irak’a dönüşecek!
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
Tuzla’da Patronlara Bir Can Daha Verdik T
uzla tersaneler bölgesinde gerekli hiçbir önlem alınmadığından, ağır çalışma koşulları ve uzun çalışma saatleri nedeniyle iş cinayetleri devam ediyor. Tersanelerde gerçekleşen son iş cinayetinde, 19 yaşındaki Onur Bayoğlu isimli işçi yaşamını yitirdi. Sedef Tersanesindeki taşeronlardan biri olan Ekol Denizcilikte çalışan Onur Bayoğlu, 14 Ocakta, kaynak yaparken iskeleden gemi ambarına düşerek can verdi. Onur’un çalıştığı bölümde kendisinden başka hiçbir işçi olmadığı için saat kaçta düştüğünü kimse bilmiyor. O pazartesi günü de Onur’un uykusunun en derin yerindeyken telefonunun saati çalmaya başlamış ve o, saat zilinin ilk çalışında yataktan fırlamıştı. Sıcacık yatağını terk etmek işkenceden farksızdı. Ama kalkıp işe gitmek zorundaydı. Oysa ne uykusunu alabilmişti ne de yorgun bedeni yeteri kadar dinlenebilmişti. Gün ağarmadan evinden çıkıp servise bineceği durağa gitti. Servise binip diğer işçi arkadaşlarıyla işyerinin yolunu tuttular. Uykusunu alamamış işçiler belki servisteki işçi arkadaşlarına bir günaydın bile dememişlerdi. Hiçbiri farkında olmasa da o gün Onur aralarından ayrılacaktı. Onur da başına geleceklerden habersiz katıldı 50 bin tersane işçisinin arasına. İşbaşı oldu, makinelerin uğultusu ortalığı kapladı. Her gün kelle koltukta çalışan 50 bini aşkın işçi çalışmaya başladı. Akşam iş çıkışında Onur’u serviste göremeyen arkadaşları işyerine geri dönerek onu aradılar. İskelede olmadığını gören arkadaşları bu kez ambara baktılar. Onur’un cansız bedeni ambarın dibindeydi. Arkadaşları soğuk ambarın dibinden Onur’un cansız bedenini yukarı çıkardılar. İlk önce Tuzla Devlet Hastanesine götürüldü Onur’un cesedi. Oradan da gerekli incelemeler yapılmak üzere Adli Tıpa götürüldü. Sanki sebebi belli değilmiş gibi, yapılan incelemenin sonucu, ancak Onur’un mezarı üzerinde bir karış ot bittikten sonra açıklanacak. Tıpkı son birkaç ay içinde iş cinayetlerinde kaybettiğimiz Fatih, Sabri, Ekrem ve diğerlerinde olduğu gibi. Sermayenin has temsilcisi AKP’nin Çalışma Bakanı Faruk Çelik, geçen seneki ölümler üzerine Tuzla tersanelerine gelmişti. “Gidip Tuzla tersanelerini müfettişlerle birlikte gezdim, gördüm. Bütün tedbirler alınmış. İşçiler eğitilmiş” diyordu Çelik. İşçilerin üretim için eğitildiği
doğru. Eğitilmemiş olsalar her gün aralarından birileri ölmesine rağmen binlerce dolarlık gemileri, yatları üretebilirler mi? Onur’un genç bedeni toprağın altında yavaş yavaş çürürken, geride kalan işçi arkadaşları da sıra kimde korkusuyla o geminin yapımını tamamlayacaklar. Onur’un düştüğü iskeleye bir başka işçi çıkıp çalışacak. Onur’un kanının döküldüğü ambarı işçi arkadaşları boyayacak. Aralarından daha kaçının Onur gibi aralarından ayrılacağını bilmeden. Onur Bayoğlu henüz 19 yaşındaydı. Yani yaşamının baharında bir delikanlıydı. Onur Orduluydu. Ordu’dan kalkıp ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmişti. Belki aylarca işsiz kalmıştı. Nihayet tehlikeli, ağır ve sigortasız da olsa bir tersanede işe başlamıştı. Neredeyse her gün ölümlü iş kazalarının yaşandığını bilmiyor muydu Onur? Tuzla tersaneler cehenneminde çalışan 50 binin üzerindeki her işçi gibi Onur da, elbette ki biliyordu bunu. Ama her işçi gibi Onur da işsizliğin ve açlığın ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bir gün hiçbir tedbir alınmamış o iskeleden düşüp öleceğini bilerek her gün o iskeleye yeniden çıkıyordu. Onur’un yaşlarındaki burjuva çocukları en iyi üniversitelerde okuyup dünyanın bütün nimetlerinden faydalanırken, Onur gibi milyonlarca işçi çocuğu üniversiteye gidebilmenin hayalini bile kuramıyor. Peki Onur’un hiç mi hayali yoktu? Milyonlarca genç işçinin olduğu gibi, elbette Onur’un da birçok hayali vardı. Belki çok sevdiği bir sevgilisi vardı. Belki pazar günleri bile çalıştıklarından ve parasızlıktan, bir kere olsun sinemaya, tiyatroya gidemediler. Tuzla tersanelerinde çalışan 50 bin işçi, diğer sektörlerde çalışan milyonlarca işçi gibi örgütsüz, bilinçsiz ve dağınık olduğu için çaresiz durumda. Her gün kelle koltukta ölümle burun buruna çalışan milyonlarca işçi bir gün güçlerinin farkına vardıklarında her şey değişecek. Ama bunun için örgütlenmek, örgütlerimize sahip çıkmak ve mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Yaşanabilir bir dünya, ancak kapitalizme son vermekle mümkündür. İşte o zaman iş cinayetleri yaşanmayacak, ne işsizlik korkusu olacak ne de yaşamak için yeni canlar vermek zorunda kalacağız. Tuzla’dan bir deri işçisi
39
marksist tutum
Y
Şubat 2008 • sayı: 35
Üniversite Eğitimi Paralı Olmalıymış!
eni YÖK başkanı koltuğuna oturur oturmaz ağzından ilk çıkan sözler “üniversiteler özgürleşmeli” sözleriydi. Bunun ardından şimdi de üniversitelerin “bedava” olamayacağını buyurdu. YÖK başkanı Özcan’a göre Türkiye’de üniversiteler bedava ve dünyanın başka hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok! Özcan’ın bu sözlerini duyan bir işçinin ilk aklına gelen şey herhâlde “öyleyse ben niye okuyamıyorum” ya da “çocuklarımı neden üniversiteye gönderemiyorum?” olmuştur. Oysa üniversitelerin parasız ya da onların deyimiyle bedava olduğu iddiası da, dünyanın her yerinde yüksek öğretimin paralı olduğu iddiası da koca bir yalandır. Türkiye’de yıllardır harç –öğrenciler arasında daha yaygın kullanılan tabiriyle haraç– adı altında alınan paralarla üniversiteler zaten paralı hâle getirilmiş durumda. Hatta bu harç yetmiyormuş gibi, üniversite yönetimleri her kayıt döneminde “katkı payı” adı altında bir de ek ücret alıyorlar. Öğrenciler bu parayı ödemeden kayıt işlemi yapılmıyor. Harç ücretleri her geçen yıl giderek arttırılıyor. Öğrenciye “öğrenim” ve “katkı” kredisi olarak verilen kredilerin geri ödemelerinde uygulanan faizse yükseltilmiş durumda. Yani devlet verdiğini fazlasıyla geri alıyor. YÖK başkanına sormak gerek: bu mu parasız üniversite? Özcan’ın açıklamalarına göre parası olan öğrenci kendi parasıyla okuyacak; olmayana ise devlet burs verecek. Bundan sonra okullara ödenekten pay ayrılmayacak. Öğrenciyi yolma işi üniversitenin kendisine bırakılacak. Bu arada, verilmesi düşünülen burs birtakım koşullara bağlanacak. Mezuniyet sonrası işe başlayan gencin maaşından kesinti yapılarak verilen burs geri alınacak. Genç iş bulamasa da bu bursu bir şekilde geri ödemesi sağlanacak. Mevcut sistemde “Öğrenim Kredisi” adıyla verilen para “geri ödemeli” olduğu halde “birtakım” koşullar nedeniyle kesilebiliyor. Örneğin öğrenci koyun değilse ve haksızlıklara karşı sesini yükseltip tepkilerini eylemlere katılarak dile getirirse, polisin okula ve Kredi ve Yurtlar Kurumuna ihbarı sonucunda kredisi derhal kesiliyor. Öğrenci dediğin öyle
40
eyleme katılmayacak! Büyüklerin uygulamalarına karşı sesini çıkarırsa tez sesi kesile! Sorgulamaktan aciz robotik öğrenci tipinin boy vermesi işte böyle oluyor. Ardından yarışmalarda üniversite okumuş cahillerin arz-ı endam etmesinden şikayet ediliyor, aynı sistemin uygulayıcıları ve destekçileri tarafından. Yeni YÖK başkanının “başörtüsü” yasağını kaldırmak istemesi ve üniversitelerde düşüncenin “serbest”çe ifade edilmesi gerektiğini söylemesinin ardından ortak karşı cephede buluşan rektörler, üniversitelerin tümüyle paralı hale getirilmesi önerisi karşısında ne hikmetse Özcan’ın yanında saf tuttular. Meğer ne büyük bir heyecanla bekliyorlarmış böyle bir uygulamanın gelmesini. Onlara göre, bu sayede devlet üniversitelerinden özel üniversitelere akademisyen akışının önü kesilebilecek ve gerekli parasal kaynak öğrencilerin sağılmasından elde edilecek. Özcan’ın “bedava üniversite olmaz” çıkışından sonra “solcu” akademisyen Baskın Oran da, yeni bir şey söylüyor edasında, “solcuların ağızlarından düşürmedikleri parasız eğitim, parasız sağlık söyleminin” terk edilmesi gerektiğini buyurdu. “Ezber bozma”yla bozmuş Baskın Oran, dillendirdiği liberal görüşün egemen sınıf tarafından da “baskın oran”da kabul gördüğünün bilincinde olsa gerek. Baskın Oran’a göre, bu uygulamayla, okumak isteyen yoksul öğrenciler rahatça okuyabilecekmiş. Lakin biz biliyoruz ki, üniversitelerin tümüyle paralı hale getirilmesi, zaten işçi ve emekçi çocuklarına büyük oranda kapatılmış bulunan bu kurumların, tam bir ticarethane mantığıyla, emekçi sınıflardan bütünüyle uzaklaştırılması anlamına gelecektir. İşçi sınıfı bu saldırı karşısında sessiz kalmamalıdır. Üniversitelerin parasız olması, kapısının tüm emekçilere ve onların çocuklarına açılabilmesi, bilimin toplumsal çıkarlar doğrultusunda üretildiği yerler haline dönüşebilmesi, ancak işçilerin birleşip örgütlenmeleriyle ve mücadeleye girişmeleriyle gerçekleştirilebilir. Marksist Tutum okuru bir üniversite öğrencisi
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
İşbirlikçilik Dayatmalarına Karşı Çıkalım! Üzerinde yaşadığımız topraklarda gün geçmiyor ki Kürt halkına dönük antidemokratik baskılar yaşanmasın. Seçilmiş vekiller, belediye başkanları, kadınlar, gençler ve çocuklar bu baskılarla yıllardır karşı karşıya geliyorlar. Devletin yürüttüğü baskıcı politikalar akla hayale sığmaz uygulamalara neden oluyor. Daha önce ilkokul 4. sınıf öğrencilerine PKK hakkında çeşitli sorular sorup, verilen yanıtlara göre isim listesi oluşturan devlet, şimdi de çocuklara gönüllü polis kartı dağıtmaya başladı. Şırnak’ın Gazipaşa İlköğretim Okulunda okuyan 50 çocuğa, Emniyet Müdürlüğü binası gezdirildikten sonra gönüllü polis kartı verilmiş. Polis bu uygulamayla Kürt çocuklarını ajanlaştırmak istiyor. Polis, çocukların, özellikle şehir içinde yaşanan miting vb. gösterilerde muhbirlik yapmasını istiyor. Yani babasını ya da herhangi bir akrabasını ihbar etmesi bekleniyor. Emniyetin verdiği kartın ön tarafında “Gönüllü Polis”, arka tarafında
ise “Ben gönüllü polis olarak her türlü kanun dışı davranıştan uzak duracağım ve suçluları 155 Polis İmdat’a bildireceğim” yazıyor. Çocuklar bilgi vermeleri halinde hediyeler kazanacaklarmış! Elbette bu duruma ailelerden hemen tepki gelmeye başlamış. Ailelerin tepkileri şöyle: “Küçük yaştaki çocukların bu kirli oyuna alet edilmeleri kabul edilemez. Bundan birkaç ay önce gençlerin nasıl ajanlaştırıldığını herkes televizyonlarda izledi. O gençlerin nasıl eğitildiğini kendi ağızlarından dinledik. Bu bölgede
yaygın bir oyundur. Küçük yaştaki çocukların eğitilerek, kendi halkına ihanete doğru sürüklenmesini kabul etmiyoruz. Bu konuda her türlü yasal girişimlerde bulunacağız.” Devlet bir taraftan inkârcı ve ihbarcı bir Kürt gençliği yaratmaya çalışırken öte taraftan da gencecik fidanları katlediyor. 2005 Şubatında Mardin Kızıltepe’de, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz hunharca katledilmişti. Bizler Kürt ve Türk işçiler olarak, son dönemde yapılan provokasyonlarla tırmandırılan ve giderek de sistematik bir hal alan şovenist saldırganlığa karşı koymalı, Kürt ve Türk halklarının kardeşleşmesi için çalışmalıyız. Bu temelde gerek fabrikalarda gerek okullarda gerekse işçi semtlerinde sermaye iktidarına karşı, hem sınıf mücadelesinin hem de halkların kardeşliğinin bayrağını daha da yükseltmeliyiz. Kürt halkına özgürlük! Aydınlı’dan bir işçi
2008 Kimin Yılı Olacak? Daha birkaç hafta önce yeni yıla girmeye hazırlanıyorduk. Borç, işsizlik ve sefalet içinde geçen zorlu bir yılı geride bırakmak ve yeni bir yıla umutla başlamak istiyorduk. Ama içten içe yeni yılda da değişen pek bir şey olmayacağını biliyorduk. Sömürü ve baskı işçiler aleyhine artacak ve elimizdeki son kırıntılara dahi burjuvazi saldıracaktı. Nitekim Aralığın son günlerindeki bazı gazete haberlerinde, 2008 yılına zengin ile fakir arasındaki fark büyümüş olarak gireceğimiz duyuruluyordu. Habere göre, 2007 yılında Türkiye’de zenginlerle fakirler arasındaki uçurum tam 7 kat artmıştı. Her yılbaşı gecesi geldiğinde, iki sınıf arasındaki uçurum bir kez daha sırıtarak gösterir kendini. Bir tarafta gece saat 24’ü vurduğunda sofrasına yemek koyamayan işçiler, diğer tarafta milyonlarca lirayı bir gecede şatafat, lüks ve gösteriş için harcayan sermayedarlar. Lüks otellerin kral dairelerinde, balolarda, vur patlasın çal oynasın yeni yıla giren sermaye sınıfı için hava hoştur. Havai fişeklerin gölgesinde yapılan kadeh tokuşturmalarında, asıl tokuşturulan şey işçi sınıfından sömürülenlerdir. Ama 31 Aralık gecesi sermayedarlar sınırsızca eğlenirken işçilerin büyük kısmı çalışmaya devam ederler. Tekstilde, metalde, deride, hele ki madenlerde… Bu yılbaşında da öyle oldu. Zonguldak madenlerinde çalışan işçilerin yılbaşını da çalışarak karşılamaları hangi burjuvanın umurundaydı acaba? 2008 yılına az bir süre kala yerin metrelerce altında toplanan işçiler, kazasız bir yıl dileklerinde bulundular birbirlerine. Zonguldak’ın metrelerce dibinde çaresizce kollarını açarak dua eden işçiler, yukarıda olup bitenlerin farkına
dahi varmadan yeni bir yıla girmeye hazırlanıyorlardı. Ama yeni yıla yumruğu sıkılı, yanındaki işçi arkadaşıyla kol kola giren işçiler de vardı. Grev çadırlarında, direniş yerlerinde yeni yılı karşılayan bu işçiler, sermayeye, ne denli güçlü olursa olsun mücadelenin önüne geçemeyeceğini gösterdiler. Yörsan, Güven Elektrik, Novamed, Akyıl işçileri yeni yılı grevde karşıladılar. Her türlü baskı ve engellemeye rağmen, kadın erkek hep birlikte sınıf kardeşleriyle beraberdiler. Su uyur düşman uyumaz demiş eskiler. Bu söz bugün burjuvaziye söylenmiş adeta. Yılbaşı, bayram, seyran fark etmeden her fırsatta daha fazla saldırganlaşan ve doymayan sermayenin düzeninde yaşıyoruz. Daha 2008 yılının ilk günlerine girerken AKP hükümeti yeni zamları açıklamaktan çekinmedi. Milyonlarca işçinin asgari ücretine çay ve simit parası zammı yapan hükümet, yeni yılda elektrik ve doğalgaza yüzde 15 oranını aşan zamlar yaptı. Nicedir işçiler moralsiz, dağınık, aç ve işsiz geçen yılların hesabını tutmuyorlar. Örgütsüzlüğün ağır bedellerini ödeyen genç işçi kuşaklarını ve işçi ailelerini zor bir yıl daha bekliyor. En büyük zorluk kapitalist sömürü düzeninin devam etmesidir. Oysa insandır tarihin öznesi, hem değişir hem de değiştirir. Yaşadığımız çağda her şeyi değiştirecek tek güç işçi sınıfıdır. Belki bir günü belki bir mücadeleyi kazanmak ile başlayacak her şey. Ve bir yılı hatta bir dünyayı kazanana dek sürecek. Sonunda zafer işçilerin olacak. İstanbul’dan bir işçi
41
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
Kocaeli Üniversitesinde Grev 50 bin öğrencinin eğitim gördüğü Kocaeli Üniversitesinde çalışan işçiler 25 gündür grevdeler. Kocaeli Üniversitesine bağlı Derbet Uygulama Otelinin kantin, yemekhane ve öğretim üyeleri restoranında çalışan 90 işçi, toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması üzerine 31 Aralıktan bu yana grevdeler. Rektörlüğün baskılarına rağmen işçiler 10 kantinde grevi kararlılıkla sürdürüyorlar. Kocaeli Üniversitesinde işçiler DİSK’e bağlı OLEYİS sendikasında (Otel Lokanta Eğlence Yerleri Sendikası) örgütlüler. 10 aydır işveren toplu iş sözleşmesinin birçok maddesine karşı çıkıyor, anlaşmalara yanaşmıyor, üstelik sendikalı işçilere istifa yönünde baskı yapıyordu. Konuştuğumuz bir grevci işçi, son 3 yıldır 500 YTL maaş aldığını ve maaşına tek kuruş zam yapılmadığını, sözleşmelerindeki yılda iki maaş ikramiyeyi de alamadıklarını söylüyor. İşçilere üç yıldır verilmesi gereken %17 zam, sözleşmelerde bulunan yılda 2 ikramiye, yakacak ve yol parası verilmiyor. İşveren ise bu isteklerden sadece %17’lik zamma evet demiş durumda. Grev haberini alan işveren temsilcileri, grevden birkaç gün önce yakınlarını işe alarak grevi kırmaya çalıştılar. Bununla da yetinmeyip üniversite öğrencilerine aylık 150 YTL vererek grev kırıcı pozisyonunda çalıştırmaya başladılar. Konuştuğumuz grevci işçiler bir yandan rektörlükten ve grev kırıcılardan diğer yandan da öğrencilerden dert yanmaktalar. Kantinlerin bütün gelirlerini sağlayan öğrencilerden hiçbir destek alamadıklarını söylüyorlar. İşçiler, “öğrenciler yanımızdan geçerken kafalarını çevirip bize bakmıyorlar bile” diyorlar. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi öğrenciler çaylarını içmekte, eğlenmekte ve oyunlarını oynamaktalar. Yalnız birkaç
sınıf bilinçli öğrenci grubu greve destek veriyor ve işçileri ziyaret ediyor. Oysa üniversitede okuyan öğrenciler arasında işçi ve emekçi çocukları da var. Bugün öğrencilerin bu denli duyarsız olmasının başlıca nedeni 12 Eylül faşizmidir. 12 Eylül faşizmi işçi hareketini ve devrimci hareketi ezdi ve aktarma kayışlarını kopardı. Gençlik 12 Eylül rejimi tarafından her şeye karşı duyarsız, bencil ve bilinçsiz kılındı. İşte bundan dolayı geçmişte üniversiteleri toplumsal mücadele alanlarına çeviren öğrenciler, bugün tümüyle duyarsızlar. Ama şunu bilerek umutsuz olmamak gerek: İşçi hareketi yükseldiğinde, bu durum öğrenci gençlik arasında da etkisini gösterecek ve bilinçli öğrenciler grev kırıcı değil grevi yükselten öğrenciler olacak! Kocaeli Üniversitesinden bir öğrenci
Sınav Dergisi Dershaneleri Yayınevinde İşten Çıkarmalar Sürüyor Sözde önde gelen eğitim kuruluşlarından biri olan Ankara Ostim Sınav Dergisi Dershaneleri Yayınevinde işçilere yönelik işten çıkarma saldırıları işverenler tarafından acımasızca sürdürülüyor. İşten çıkarma gerekçesi olarak “küçülmeye gidiyoruz” demekle yetinen yönetim, işyerinde işten çıkarmaların devam edeceğini de söylüyor. Rüzgârın hep kendilerinden yana eseceğine öylesine inandırmışlar ki kendilerini, pervasızca davranmaktan hiç çekinmiyorlar. İşçilere karşı gayet rahat, alaycı ve saldırganlar. Evet dostlar, burası Türkiye genelinde tanınmış, OKS ve ÖSS hayalleri kuran gençlerimizi sınavlara hazırlayan bir kuruluş. Üç hafta içinde üç işçinin işine son veren ve bir sınıf kardeşimizin de bu yüzden istifa etmesine neden olan işyeri. Kimsenin hakkını yemediklerini, çalışanlarına her zaman sahip çıktıklarını, işçiler için gerekirse yeni bir kurum açıp orada çalıştırmak istediklerini ikiyüzlü bir şekilde ifade etmekten de geri durmuyorlar. Patronların pişkince yalan söylemeleri, işyerinde diğer işçiler tarafından dayanılmaz bir hal almış durumda. Ancak örgütsüz olan işçiler, işten çıkarılan arkadaşları için hiçbir şey yapamaz haldeler. Oysa biz biliyoruz ki, örgütlü ve bilinçli olmak güçlü olmaktır, patronların hareket alanını kısıtlamaktır ve günü geldiğinde onu yok etmektir. Kendilerine sıranın ne zaman geleceğini çaresiz bir şekilde düşünen işçi arkadaşlarımız bu aralar stresli iş günleri geçiriyorlar. Ostim Sınav Dergisi Genel Yönetim Şubesinde bu aralar huzursuzluk kol geziyor. İşçi-
42
lerin moralleri çok bozuk. Sendikasız olmak ayrı bir dert. Geçtiğimiz Kasım ayında da, şirketin düzenlediği Öğretmenler Günü kutlamasına katılmadıkları için genç öğretmen arkadaşlarımız sert uyarılar almış ve işten atılmakla tehdit edilmişlerdi. Kutlamaya gitmedikleri halde hepsinden davetiye paraları alınmış, yine de patronların öfkesinden kurtulamamışlardı. Çünkü patronlar bu davranışı bir başkaldırı olarak görüyorlardı. Bu öğretmen arkadaşlar da dağınık ve örgütsüz olduklarından, sorunların çözümüne yönelik bir şey yapamıyorlar. İşyerindeki diğer işçilerle ortak hareket etmeye de yanaşmadıklarından bölünmüşlük devam ediyor. Patrona bireysel olarak kafa tutanlar da bir sonuç alamıyorlar. Kuşkusuz bu tablo sadece bu işyerine mahsus değil. İşçi sınıfının örgütsüz ve dağınık oluşu genel bir durum. Biz işçilerin bu durumda olması, ağır şartlar altında çalışmamıza, saatlerce sömürülmemize ve elimizdeki bütün kazanımların gün geçtikçe gasp edilmesine neden olmaktadır. Örgütlü bir yaşamı benimsemek ve örgütlenmek burjuva düzeni her zaman tedirgin ve huzursuz eder. Tarih işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadele örnekleriyle doludur. Örgütlü proletarya bu dersi onlara pek çok kez vermiştir, bir kez daha verebilir. Bunun için örgütlenmek, bu uğurda ter dökmek gerek. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Örgütlen, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesine sen de katıl! Mamak’tan bir işçi
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
Kapitalizmin Hayatımızda Yarattığı Engeller B
ugün sağlık, eğitim, istihdam, sosyal güvenlik ve toplumsal yaşama tam katılım gibi temel sorunlarda, engelliler ciddi sorunlar yaşamaktalar. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı tarafından yaptırılan “Türkiye Özürlüler Araştırması”, 68 milyon 622 bin 559 olan toplam nüfusun 8 milyon 431 bin 937’sinin “özürlü” olarak yaşamını devam ettirdiğini tespit ediyor. Bu oran toplam nüfusun yüzde 12,29’unu oluşturuyor. Engellilerin yüzde 1,5’i ortopedik, binde 60’ı görme, binde 37’si işitme, binde 38’i dil ve konuşma, binde 48’i zihinsel, yüzde 9,7’si ise diğer (ruhsal ve kronik süreğen hastalığı olanlar) engellerden muzdaripler. Birden fazla engeli olanların oranı yüzde 11,4’tür. Söz konusu grupların tamamında engelin sonradan ortaya çıkma oranı çok daha yüksek. Genel nüfusta okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 13 iken, bu oran engellilerde yüzde 36,3’tür ve engellilerin yüzde 33,3’ü ilkokul, yüzde 1,8’i üniversite mezunudur. Engellilerin işgücüne katılımları ile ilgili verilere bakıldığında yaklaşık yüzde 78’inin işgücüne dâhil olmadığı görülmektedir. Bu oran kadınlarda yüzde 93’tür. İşgücüne dâhil olan yaklaşık yüzde 22’lik oranın ise yalnız yaklaşık yüzde 20’si istihdam edilmektedir. Zihinsel engellilerin yüzde 70’i okuma yazma bilmiyor. İşitme engellilerin yüzde 18’i, konuşma engellilerin yüzde 46’sı, bedensel engellilerin yüzde 27’si, görme engellilerinse yüzde 15’i “çalışamaz” durumda olduklarını düşündükleri için iş aramıyorlar. Bunun yanı sıra, bedensel engellilerin yüzde 5,5’i, görme engellilerin yüzde 4,5’i, işitme engellilerin 5,4’ü, konuşma engellilerin yüzde 10,3’ü, zihinsel engellilerin yüzde 7,8’i aradığı halde iş bulamıyor. Engellilerin yüzde 40’ının sosyal güvencesi yok. Yine yüzde 40’a yakını hiç tedavi görmemiş, yüzde 44’ü ise engelli olma nedenini dahi bilmiyor. Bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinden engellilerin sadece yüzde 6’sı yararlanabiliyor. Meslek kursu, aile rehberliği ve danışmanlık hizmetiyle sosyal ve kültürel hizmetlerden faydalanamayan engellilerin oranı ise yüzde 99’dur. Engellilerin yüzde 68’inin yaşadığı bina, cadde, sokak ve yollarda engeline bağlı bir düzenleme bulunmamaktadır. Yukarıdaki verilere bakıldığında engelli insanların yaşadıkları sorunlar yeterince anlaşılacaktır. Ancak engelli “vatandaşlar” burjuvazinin aklına yalnızca oy kapmak için seçim zamanlarında ya da “Dünya Özürlüler Günü” olarak kabul edilen 3 Aralıklarda geliyor. O gün, sözde onların sorunları paylaşılır ve onlara yönelik çeşitli sosyal aktivitelerde ve vaatlerde bulunulur. Bu dönemler dışında ise engelli gerçeği burjuvazi için yok oluverir. 3 Aralıkta yaptığı konuşmadan da görüldüğü gibi, Bakan Nimet Çubukçu’nun “engelli vatandaşlarını” nasıl anlamaya çalıştığı ve ne derece samimi davrandığı açıktır: “Devletin yerine kendinizi koyun, o kaldırımlara dar etek ve yüksek topuklarla inip çıkarken inanın ben de
zorlanıyorum. Araçları engellemek için kaldırımlar yüksek tutuluyor.” Özel aracından inip iki adım yürüyen sayın Bakanın da sorun yaşadığına inanmamak mümkün mü?! BM tarafından imzaya açılan Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmeye taraf olan Türkiye’nin, 2005 yılında çıkarılan bir Özürlüler Yasası bulunuyor. Ancak bu yasa engellilerin sorunlarını çözmekten alabildiğine uzaktır. Örneğin bu yasaya göre kendisine bakmakla yükümlü biri varsa engelliye maaş bağlanmıyor. Yasada 18 yaşın altındaki engellilere, babasının sağlık güvencesi olmaması koşuluyla ve bürokratik birçok zorluktan geçtikten sonra ancak maaş bağlanabiliyor. Ayrıca, engelleri nedeniyle hastaneye sık sık giden birçok insan, Genel Sağlık Sigortasına geçilmesiyle birlikte, her defasında ayrıca katkı payı ödeyecek. Bu da demektir ki tüm maaşlarını hastaneye katkı payı olarak verecekler. Engelliler için önemli sorunlardan biri de Gelir İdaresi Yasasıdır. Bu yasaya göre engelli kadrosu bulunmamakta, yani yardımcı hizmetli kadrosu açılmamaktadır. Özürlüler Yasasıyla belediyelere, kent içi ulaşım araçlarının ve tesislerinin engellilerin kullanabileceği şekilde olmasını sağlamak ve engellilere indirimli ücret uygulamak görevi verilmiş. Ancak sadece otobüslerin merdiven yüksekliğine bakarak dahi birçok yasanın kâğıt üzerinde kaldığını, uygulanmadığını görebiliriz. Sayıları dünyada 600 milyon, Türkiye’de ise 8,5 milyonu bulan engellilerin sayısı her geçen gün savaşlarla, patlayıcı maddelerle, doğal afetlerle, trafik kazalarıyla, iş kazalarıyla artmaktadır. Kapitalizm altında, yoğun çalışma saatleri, işçi güvenliğinin olmaması, kötü çalışma koşulları gibi pek çok nedenden dolayı gerçekleşen iş kazaları birçok işçiyi engelli durumuna iterken, engeli olanların durumunu daha da ağırlaştırmaktadır. Fakat bizler biliyoruz ki, yaşanan tüm sorunların çözümü mücadele etmekten geçmektedir. Sürekli engeller çıkartan bu çürümüş düzene karşı işçisiyle, işsiziyle, engellisiyle tüm işçi sınıfının vereceği örgütlü mücadele ile sorunlarımızı çözebiliriz. Ne burjuvaların belli günlerde göstermelik aktiviteleriyle, ne de onların çıkardıkları yasalarla sorunlar çözülebilir. İnsanlar ürettikleri, emek harcadıkları ve emeklerinin karşılığını aldıkları oranda insan olduklarını hissederler. Bu nedenle, engellilerin çeşitli becerilerle donatılıp üretime dâhil edilmeleri ve diğer işçilerle aynı ücreti almaları tüm işçi sınıfının talebi olmalıdır. Ayrıca bizler sadece engellilerin insani haklarını ve sosyal güvencelerini talep etmekle kalmamalı, aynı zamanda onların bu duruma gelmelerine neden olan etmenlerin –başta savaşlar ve iş kazaları olmak üzere– ortadan kalkması için de mücadele etmeliyiz. Kapitalizm hayatımızda yeni engeller çıkarmadan, bizler kapitalizmin daha fazla yaşamasına engel olmalıyız! Aydınlı’dan bir Marksist Tutum okuru
43
Cezaevlerini Yıkacak Tek Güç Devrimci İşçi Sınıfıdır
Kapitalizmde Her Yer Cezaevi!
Kapitalist düzenin neresine bakarsak bakalım baskı, sömürü, eşitsizlik, açlık, yoksulluk, işsizlik ve elbette ki cezaevlerini görürüz. Eğer yolunuz Kartal’a bağlı Ortadağ mahallesinden geçerse yukarıdaki devasa Cezaevi muhakkak dikkatinizi çekecektir. İnşaatı halen süren bu kocaman yapıyı başlangıçta bir sanayi sitesine veya fabrikaya benzetebilirsiniz. Fakat dikkat ettiğiniz takdirde, dört yanı çevirmiş gözetleme kuleleri, yüksek duvarlar ve tel örgüleriyle burasının bir cezaevi olduğunu görürsünüz. Bu devasa yapının fotoğrafını tek kareye sığdırmak olanaksız. Eminiz ilk kez bu kadar büyük bir cezaevi görüyorsunuz. Bu ülkede cezaevlerinin sayısı da hacmi de hızla artıyor. Kanunlar ve cezaların ağırlığı, devletin uyguladığı baskı ve şiddetin dozu da öyle. Topluma potansiyel suçlu muamelesi yapılıyor. Bir yandan açlık ve yoksulluk artarken, diğer yandan da zindanlar artıyor. Her şey onların huzur ve mutluluğu için! Her şey egemen sınıfın iktidarını korumak için yapılıyor. Ortadağ’daki bu cezaevi de proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlığı temsil ediyor adeta. Cezaevinin kuzey ve batı yakasında fabrikalardan oluşan sanayi siteleri, doğu yakasında işçi evleri ve mezarlık, güney yakasındaysa kışla var. Burjuvaların mülkleri ve silahlı kuvvetleriyle mülksüz işçi yığınları her gün biraz daha burun buruna geliyorlar. İçimizden birisi de yeni inşa edilen bu kocaman soğuk yapıya konulabilir. Elbette sözde suçlarla! Kredi kartı borcunu ödeyemediğinden, yürüyüşe katıldığından, hakkını aradığından, devlet memuruna “karşı geldiğinden” veya faturalarını ödeyemediğinden meselâ. Tüm sevdiklerinden kopartılıp sözde ıslah edilmek üzere fotoğraftaki o duvarların arkasına gönderilebilir. Bu cezaevinin henüz bir ismi, tipi ve kalacak insan sayısı belli değil. Belki F tipi bir cezaevi olacak. Tek kişilik hücrelere konan “vatandaşlar” akıl ve ruh sağlıkları dâhil her şeylerini kaybedecekler. Belki bir L tipi olacak. İnsanları üretime zorlayacaklar ve mahkûmlar üzerinden kâr elde edecekler. Belki çocuk belki de kadın cezaevi olacak. Tacize ve tecavüze uğrayarak, dayak ve küfre tâbi tutularak, tüm yaşam hevesleri kırılacak. Belki de ileride faşizmin toplama kampı olacak! Yakında devletin temsilcileri bu cezaevini kurdelelerle, şaşalı törenlerle açacaklar. Başbakan Erdoğan açılışlarda kestiği kurdelelerin koleksiyonunu yapıyormuş; açılışını yaparsa bu zindanın kurdelesini de koleksiyonuna katacak! Elbette açılışta “huzur” ve “güvenlik” üzerine keskin nutuklar çekecekler. Muhtemelen Avrupa’nın belki de dünyanın en büyük cezaevini yaptıkları için övünecekler. Ama şu çok net bilinmeli ki, bir gün gelecek ve o devasa cezaevleri yerle bir olacak. Cezaevlerini yıkacak tek güç devrimci işçi sınıfıdır. Onun yükselttiği mücadele sonucunda, fabrikalardan sokaklara taşan sel, cezaevlerine ulaşacak, kapılar kırılacak ve tutsaklar özgürlüklerine kavuşacaklar!
Bir gün işyerinin yemekhanesinde otururken, yemekhanenin penceresi gözüme takıldı. Pencerenin demirleri tam bir hapishaneyi andırıyordu, burası bir cezaevi ve biz de bu cezaevinin mahkûmlarıydık. Bir an döndüm işçilere baktım; herkesin önlüğü aynı renk ve üzerinde işyerinin adı yazıyor. Hiçbir işçi kendi kafasına göre özgürce işyerinden çıkıp gidemiyor, eğer giderse aç kalır ve aç kalma özgürlüğünü kullanmış olur. Burjuvazi sadece bedenimizi işyerlerine hapsetmiş değil, en önemli olan düşünme organımızı yani beynimizi de hapsetmiş ve kendi çıkarları doğrultusunda, kendi ideolojisiyle besliyor, yaşamımızı da ona göre şekillendiriyor, insan olmaktan uzaklaştırıyor. Peki, neden burjuvazi bunları yapıyor? Çünkü patronların yaşaması sömürüye ve kâra dayalıdır. Biz işçilerin sırtından kazandıkları artı-değer patronları ayakta tutuyor. Yani bizler olmasak onlar bir işe yaramazlar. Çünkü her şeyi işçi sınıfı üretiyor ve yaratıyor. Bu yüzden de üretimden gelen muazzam bir gücümüz var. İşte sorun da bizim bu gücü nasıl kullanabileceğimizde. O hapsolmuş beyinlerimize Marksizmi ilmek ilmek, motif motif dokuyarak, işçi sınıfının bilimini öğrenerek, bir araya gelerek, doğru bir önderlik ve örgütlülükle kullanabiliriz bu gücü ancak. Başka da hiçbir çaremiz yok! O zaman özgür oluruz ve üzerimizdeki baskıyı, zulmü ortadan kaldırabiliriz. İnsanın insanca yaşadığı bir toplum oluruz. Şöyle yaşamımıza baktığımızda insan gibi yaşayabiliyor muyuz? İnsan yerine konuyor muyuz? Egemen sınıfın propagandasına kanıyoruz. Her şeyimize burjuvazi karar veriyor. Neyi sevip neyi sevmeyeceğimizi, neyi giyip neyi giymeyeceğimizi, kimle arkadaş olup kimle olmayacağımızı, ailemizdeki olan ilişkilerimizi vb. Yani bizleri kendi ideolojisiyle mahkûm ediyor. Bir işçi 12-16 saat çalışıyor, geriye kalan saatleri de uyuyarak geçiriyor, başka bir şey yapmaya zamanı kalmıyor. Aldığı maaş yetmiyor. Aybaşını zar zor getiriyor. O kadar üretim yapılıyor; ama hep yoksulluğu, açlığı, sefaleti bizler çekiyoruz. Burjuvazi dünyanın her yerinde var ve her yerde de sömürü düzeni aynı. Hâlbuki işçi sınıfının paylaşacağı koca bir dünya ve insanca yaşamak var. Bu da ancak bir araya gelip örgütlenmeyle olur! Yeter ki bizler umutlu olalım; aydınlık, güzel günler için uzatılan elleri sıkı sıkı tutalım! Kurtuluşumuz ellerimizdedir!
Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi
Yenibosna’dan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
44
Şubat 2008 • sayı: 35
marksist tutum
Polis Terörü Can Almaya Devam Ediyor
Ya Siz de Kürt Olarak Doğsaydınız!
Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasasıyla birlikte polisin silah kullanma yetkisi artırıldı ve son iki yılda 34 kişi polisin uyguladığı teröre maruz kalarak yaşamını yitirdi. Yaşanan cinayetler tek tek polislerin neden olduğu tesadüfü vakalar değildir. 2005 yılında Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde yapılan değişikliklerle polisin yetkilerine bazı kısıtlamalar getirilmişti. Daha yasa yürürlüğe bile giremeden, polisin “elinin kolunun nasıl bağlandığı” yaygarası koparılmıştı. Trafik polisleri, büyük şehirlerin merkezi yerlerinde, gelip geçen insanlara “buyurun efendim” diye seslenir olmuştu! Karakol önlerinde nöbet tutan polisler de gelip geçen insanlara gülümseyerek “günaydın, iyi günler, iyi akşamlar” diyorlardı! Aslında polisin uygulamasında değişen bir şey yoktu. O tarihlerde bile polis, Kürtlere, devrimcilere, grevci işçilere, öğrencilere vb. her defasında saldırarak gerçek yüzünü açığa vuruyordu. Aradan henüz bir yıl geçmeden, AB’ye uyum vesilesiyle kısıtlanan polis yetkileri, yeni değişiklikle yeniden artırıldı. Bu yeni düzenlemelerden güç alan ve kendine daha bir güveni gelen polis, kitleler üzerinde adeta terör estirmeye başladı. Polis kurşunu, tekmesi ve copuyla ardı ardına karakolda ve sokakta hayatını kaybeden, sakat kalan insanların sayısı hızla arttı. AKP’nin çıkardığı her yasayı veto eden pek “demokrat ve tarafsız” cumhurbaşkanı Sezer, sıra polisin yetkilerinin arttırılmasına gelince virgülüne bile dokunmadan jet hızıyla yasayı imzalamıştı. Son aylarda yaşanan ölümlerden ilki, İstanbul Beyoğlu Karakolunda polis silahından çıkan kurşunla gözaltında öldürülen Afrikalı Festus Okey’di. Ardından Malatya’dan Elazığ yönüne giden bir minibüste bulunan iki kişi, polis kurşunuyla öldürüldü. Üçüncü olay 21 Kasım günü yine İstanbul’da yaşandı. Arkadaşıyla parkta oturan Feyzullah Ete, polis tekmesiyle yaşamını yitirdi. En son İzmir’de polisin neden olduğu bir ölüm meydana geldi. 25 Kasım gecesi iki arkadaşıyla birlikte Konak yönünden otomobiliyle Karşıyaka’ya giden 20 yaşındaki Kürt kökenli Baran Tursun, “dur ihtarına” uymadığı gerekçesiyle ensesine isabet eden polis kurşunuyla yaşamını yitirdi. Festus Okey’in arkadaşları, Okey’in tabutunun önüne resmini asmışlardı. Altına da “Gidiyoruz. Teşekkürler Türkiye” yazmışlardı. Baran Tursun’un babası, “oğlum dur ihtarına uymadı diye ensesinden vurulmuş. Maksat durdurmak olsaydı arabanın tekerine ateş edilirdi” diyordu. Ama Emniyet Müdürlüğü, tüm bu olaylarda polisi değil, ölen insanları sorumlu tuttu. Ölenler ya intihar etmişti, ya polis silahını çekerken silah ateşlenmiş ve öyle ölmüştü, ya kafasını parktaki banka vurmuştu vs. vs. Yani bildiğimiz masallar! Ama masal olmayan bir gerçek var: tüm bu uygulamalar polis devleti uygulamalarıdır. AB’ye uyum derken, polis devletine doğru yol alınmaktadır. Resmi verilere göre polis terörü ile son iki yılda 34 kişi yaşamını yitirdi. Bu sayıya, burjuva devletin topluma yansıtmadığı ölümleri de eklemek gerekir. Burjuvazinin tarihi, cinayetler, katliamlar ve gözaltında ölümlerle doludur. Ama burjuva devletin tüm çabaları nafiledir. İşçi sınıfı ayağa kalkıp kapitalist düzeni alaşağı ettiğinde burjuvazinin kanla dolu tarihini de yerle bir edecektir.
Evet ya siz de Kürt olarak doğsaydınız ne yapacaktınız? Bu soru milliyetçilik dalgasına kapılmış, “en iyi Kürt ölü Kürttür” propagandası yapan herkese. Aslında ben bu soruyu en çok burjuva medyanın baş milliyetçi çığırtkanı, “Kuzey Irak’taki Kürt rüyasını Türk kâbusuna çevirecek” olan ve bu sözleriyle de Yaşar Büyükanıt’tan aferin alan Ertuğrul Özkök’e sormak isterdim ve onun nezdinde onun gibi milliyetçilik zehrini içmiş olan herkese. Binlerce yıllık bir tarihe sahip Kürt halkı. Ve yüzyıllar boyunca ezilen, zulüm gören bu halkın kendine ait bir devleti olmamış ve 4 farklı ülkenin sınırları arasında yaşamaya mahkûm edilmiş. Türkiye, Irak, İran, Suriye. Bu dört devletin boyunduruğu altında var olabilme, varlığını kabul ettirebilme ve hepsinden önemlisi insanca yaşama talepleriyle bir şekilde seslerini duyurmaya çalışmış. Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur. Kürt halkı var olma, ulus olma mücadelesi verirken terörist olarak damgalandı. Oysa onlar Türkiye’nin kurtuluş savaşında omuz omuza savaşmışlardı. O zamanlar onlara Mustafa Kemal tarafından özerk devlet olma sözü verilmişti. Ancak savaşın sona ermesiyle birlikte verilen bütün sözler unutuldu, bunun yerine milliyetçilik temeline oturtulan devlet politikasıyla Kürt sorunu bölücülük sorunu olarak görüldü. Kürtçe konuşmak yasaklandı. Kürt isimleri Türkçe isimlerle değiştirildi. Kürtler yaşadıkları topraklarda zulüm görmeye devam ettiler. Her şeyleriyle “Türk olmak” zorundaydılar! Ama olamadılar, olmadılar. Tarih bilinci bize ezilen ulusların ezen ulusa karşı mücadele yürütmesinin haklı bir mücadele olduğunu gösterir. Kürt halkının bugüne kadar taleplerine hep şiddetle, silahla karşılık verilmiştir. Şimdi onlar, TC’nin de emperyalist hayallerle içinde yer aldığı Büyük Ortadoğu Projesi dolayımıyla yine saldırı altındalar. Son birkaç aydır asker cenazeleri üzerinden tırmandırılan milliyetçi söylemlerle halkı sokaklara döktüler. Kürt halkına karşı inanılmaz saldırılar başlatıldı. Evlerinin kapısına işaretler konuldu. Çeşitli yerlerde dağıtılan bildirilerle Kürt esnaflardan alış veriş yapılmasın propagandası yürütülüyor, hem de belediyeler tarafından. Ve DTP’ye karşı yürütülen linç propagandaları. Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Kısacası Kürt olmak, Kürt doğmak suç ilan edildi. Tâbii ki bütün bunlar bu düzenin bir ürünü. Kürt halkıysa burjuva devletin yok etme politikalarına karşı var olma savaşı veriyor. Şimdi bu faşist saldırıları destekleyen, Türkçülüğü yere göğe sığdıramayanlara sormak istiyorum. Siz de Kürt olarak doğsaydınız, tüm bu ezilmişliğe, yok sayılmaya, imha edilme politikalarına sessiz mi kalacaktınız. Sizin yaşama hakkınız var da Kürtlerin yok mu? Kürtlere Özgürlük!
Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir büro işçisi
45
Okurlarımızdan Sizin saltanatınız bizim emeğimiz üzerinden yükselmiyor mu? Geçtiğimiz haftalarda TBMM, bütçe çalışmalarını bitirerek 2008 yılının devlet bütçesini açıkladı. Bununla birlikte çeşitli örgütler de 2007 yılının vergi şampiyonlarını açıklama yarışına girdiler. Vergi konusunda bu sene de manzarada hiçbir değişiklik yok. Magazin programlarının vazgeçilmezlerinden olan birkaç popüler isim ve Türkiye’nin en büyük patronları vergi rekortmeni olarak lanse edilirken asgari ücretlilerden bahseden yok. Katma Değer Vergisi, Gelir Vergisi, Özel Tüketim Vergisi, Çevre ve Emlak Vergisi, kamusal hizmetler karşılığında ödenen vergiler, eğitime katkı payı kesintileri ve benzeri biçimlerde dolaylı olarak ödenen vergiler… Türkiye’de adını duyduğumuz ya da duymadığımız (ama ödediğimiz) daha birçok vergi var. Yani devlet bütçesinin temeli esas olarak bizlerin ödediği vergilere dayanıyor. Türkiye’de asgari ücretle çalışan iki buçuk milyon civarında kayıtlı işçi var. Bu işçilerin her biri ücretlerinin yaklaşık %40’ını vergi olarak vermekteler. Dolayısıyla sadece asgari ücretliler bile, Türkiye’de faaliyet gösteren yüz binlerce şirketten, esnaftan, avukattan vb. daha büyük miktarlarda vergi ödüyorlar. Asgari ücretin üzerinde ücretlerle çalışan işçiler de hesaba katıldığında vergilerin esas olarak kimler tarafından ödendiği ortaya çıkıyor. Bakın 2004 yılında TİSK başkanı Tuğrul Kutadgobilik bir röportajında bunu nasıl ifade ediyor: “Türkiye’de en büyük vergiyi, en az ücret verdiğimiz asgari ücretliden alıyoruz. Asgari ücretlinin ödediği vergi OECD rakamlarına göre dünyanın bir numarası.” İlerleyen paragraflarda Kutadgobilik, istihdamın üzerindeki yükün azaltılması gerektiğini ve bölgesel asgari ücret uygulamasının üzerinde düşünmeye değer bir öneri olduğunu anlatıyor. “Devlet bizim yükümüzü hafifletsin” diyor patronlar. Onlara soracak olursanız, asgari ücretlinin de ücretini onlar ödüyorlar, dolayısıyla da yük onların üzerinde! Merhaba dostlar. Öncelikle Marksist Tutum’da emeği geçen herkese kucak dolusu selamlar. Elimden geldiği kadar Marksist Tutum’u takip etmeye çalışıyorum. Marksist Tutum’u tanımamla birlikte, çelişkilerle dolu bir dünyanın içinde olduğumu fark ettim. Patronlar sınıfı, sürekli biz işçi sınıfına eşitlikten, özgürlükten, kardeşlikten bahseder. Bu eşitliğin ne kadar ikiyüzlü ve çelişkilerle dolu olduğunu insan kendi kendine fark edemiyor ne yazık ki. Hatta biz işçiler üç kuruşa en ağır koşullarda çalışırken kendimizi işverenlerle aynı kefeye koyarız. Bu tamamen patronların bizim bilincimizi nasıl bulandırdığının bir göstergesidir. Geçtiğimiz haftalarda okuduğum bir gazete haberi açıkçası beni hayrete düşürdü. Sürekli eşitlikten, kardeşlikten bahseden patronların, kardeşlikten ne anladığını bu haber açıkça ortaya koyuyor. “İtalya’da düzenlenen bir açık arttırmada 143 bin euroya satılan dünyanın en pahalı Trüf mantarını Hong Konglu bir emlak kralı aldı. Emlak kralı Li Sze Lim, 50 işadamına verdiği özel bir yemekte 750 gramlık trüf mantarını da ikram etti.” Dostlar gerçekten insan bu haberi okuyunca tuhaf oluyor. 143 euro değil, 143 bin euro. Bu ne korkunç çelişki, anla-
46
İster asgari ücretli olsun isterse görece daha yüksek bir ücretle çalışıyor olsun, patronların bu ikiyüzlülüğüne karşı işçilerin verecek bir cevabı elbette olmalı. İşçiler bazı soruları sorabilmeli. “Peki bizim yükümüz ne olacak? Her gün bizim yükümüzü kat be kat arttıranlar siz değil misiniz? Devleti ayakta tutan, biz işçilerin ödediği vergiler değil mi? Sizin saltanatınız bizim emeğimiz üzerinden yükselmiyor mu? Dünyanın bağrından madenleri söken, yolları inşa eden, binaları yükselten, ekmeği sofranıza getiren, çocuğunuzu büyüten, evlerinizi temizleyen biz iken; dünyayı döndüren biz iken, içinde yüzdüğünüz sefahat denizinde ne yükünden bahsediyorsunuz? Biz geceleri aç yatarken sizin midelerinizdekiler olmasın o yük! Biz bir ekmek almak için para bulamazken sizin yükünüz büyüyen servetiniz mi yoksa? Ya da biz sırtımıza giyecek bir şey bile bulamazken sizin tepemize yağdırmaya can attığınız bombalarınız, üzerimize sürdüğünüz tanklarınız mı yük?” diye haykırabilmeli işçiler patronların suratına. Biz işçiler özlemini duyduğumuz yepyeni bir yaşamı inşa etmek için bir araya gelmeliyiz artık. Taşıdığımız yükü sırtımızdan indirip kendimiz için bir dünya yaratmaya girişmeliyiz. Hak ettiğimiz yepyeni bir dünya ve yepyeni bir yaşamdır, aldığımız asgari ücretin bile gırtlağımıza basılarak elimizden alınması değil. Asgari ücretten, vergilerden, açlıktan, savaşlardan arınmış bir dünyadır hak ettiğimiz. Hak ettiğimiz her şeye erişebilmek için, tüm insanlık adına dönecek bir dünya için bir araya gelelim. Örgütlenelim. Mücadele edelim. Dünyanın tüm işçilerinin birliğinden geçen kurtuluşumuzu ilmek ilmek örelim var olduğumuz her yerde. Haydi silkinelim, ayağa kalkalım. Bulunduğumuz yeri bir mücadele alanına dönüştürelim. İçinden geçtiğimiz zamanı dönüştürelim. Rüzgârdan taptaze bir nefes çekerek bir şarkı tutturalım: Belli ki yakındır doğayı ve hayatı sarsacak saat! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
mak çok zor. 143 bin euro demek, Türkiye’de asgari ücretle çalışan 525 işçinin bir aylık geliri demek. Ya da konu yemekten açılmışken, benim gibi en az 30 bin işçinin bir günlük yemek masrafı demek. Bizler gece gündüz çalışalım, çabalayalım, aç susuz koşturalım, bizim sırtımızdan kazanılan paralarla patronlar zevk içinde yaşasınlar, bir de utanmadan kardeşlikten bahsetsinler. Biz işçilerin bir ömür çalışarak biriktiremeyeceği paraları patronlar bir yemekte harcıyorlar. Bizlerin adını duymadığımız, tadını bilmediğimiz şeylere milyarlar ödeyerek yiyen adamlar nasıl bizimle kardeş olur anlamak imkânsız. Bizler ancak kendi sınıfımızla kardeş olabiliriz. İşçi sınıfı farkında olsa da olmasa da dünya çapında, kardeştir. Patronlar ise çıkarları gereği kendi aralarında kardeştirler ve işçilerin düşmanıdırlar. Bizim savunmamız gereken şey ise, bizim kanımızla beslenen ve geleceğimizi karartan bu asalak patronlar sınıfına karşı işçi sınıfının birliğinin, kardeşliğinin güçlendirilmesidir. Patronların uluslararası sömürüsüne karşı, yaşasın işçilerin uluslararası birliği! Esenyurt’tan bir tekstil işçisi
Okurlarımızdan Kardelen Ayşe
Üniversitede işgal, tersanede grev!
Merhaba dostlar. Ben bir eğitim işçisiyim. Bir gazete haberini aktarmak istiyorum sizlere: “Kardelen Ayşe reklâmının kahramanı, Mardin’de 300 YTL maaşla sözleşmeli öğretmenlik yapıyor. Saati 5 YTL’den ayda 300 YTL ücret alan Elif Öğretmenin sigortası da vekil öğretmen olduğu için 1 ay çalışmasına karşılık 15 günlük SSK primi olarak ödeniyor.” Son aylarda sıkça gösterilen “Kardelen Ayşe” reklâmı, çeşitli sivil toplum örgütlerinin düzenlediği “Kardelenler”, “ Haydi Kızlar Okula” gibi kampanyalarla yoksul Kürt kızlarına sağlanan güya “güzel geleceği” gösteriyor. Bu öyle güzel bir gelecek ki, reklâmın kahramanı Elif Öğretmen asgari ücretin altında bir ücretle, sosyal güvencesi olmadan çalıştırılıyor. Fakat bu reklâm, yayınlandığı medya kuruluşlarına dakikada milyarlar kazandırıyor. Özellikle Doğu bölgelerinde gerçekleştirilen bu tür kampanyalarla, kadınların ve kız çocuklarının eğitim imkânına kavuşmalarının hedeflendiği söyleniyor. Eğitim sorunlarının bu tür kampanyalarla çözülemeyeceği ortada. Bataklığı kurutmadan sadece sinekleri öldürmeye çalışıyorlar. Kapitalist eğitim sistemi, bir avuç asalağın sırtımızdan geçinmeleri için bizi uyutmaya çalışır. Bu sistemde öğretmenlere biçilen rol, sistemin devamını sağlayacak fikirleri öğrencilerine aktarmaktır. Kralların, beylerin, paşaların tarihi anlatılır, fakat ezilenlerin, emekçilerin tarihi anlatılmaz. Bir de bizim tarihimize bakalım. Tarihi değiştiren büyük Ekim Devriminin daha ilk yıllarında, tüm Rusya’da eğitim seferberliğine başlandı. Okumayazma bilmeyenlerin evlerine kadar gidildi. Gezici trenlerle tiyatro gösterileri yapıldı, insanlar hayatlarında ilk defa film izledi. Bu çalışmalarla işçi sınıfının bilimi insanlara anlatılıyordu. Özellikle kadınlar için yaşam daha da kolaylaştırılmaya çalışılıyordu. Burjuvazinin sahte vaatleri gibi değil, gerçekten de insanca yaşamın adımları böylelikle atılıyordu. İnsanın insanı sömürmediği, bilginin de, eğitimin de, ekmeğin de insan için üretildiği bir dünyaya ulaşmanın tek yoluydu bu. Bizler kapitalist düzeni ortadan kaldırmadığımız sürece hiçbir güzellikten pay alamayacağız. Dünyanın tüm güzelliklerini onları üretenlerin paylaşması için, okulda, evde, mahallemizde, işyerimizde, kısacası bulunduğumuz her yerde örgütlenelim ve mücadeleyi yükseltelim. Kurtuluşun yolu buradan geçiyor. Yürüyelim güzel geleceğe Elimizde şanlı bayrağımız Yeni açan, al bir çiçek gibi Karanlığın ortasından fışkırarak Kızıl şafak tutuşturur günü Doğan günü haber verir bize
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin bu topraklarda işçi sınıfı hareketine vurduğu ağır darbe hepimizin malûmudur. Bu ağır darbenin etkisini kalıcı kılmak için işçilerin her türlü örgütlülüğünü dağıtan burjuvazi, yasalarla, faşizan uygulamalarla, baskılarla, bu örgütlülüğün tekrar oluşmasını engellemeye çalışıyor. Bu çerçevede üniversiteleri de kendi istediği gibi şekillendirmek için YÖK’ü kurmuştu Türkiye’nin egemenleri. YÖK, üniversitelerde siyaseti bitirme, düşünen ve sorgulayan genç beyinleri köreltme, üniversiteleri işçi-emekçi çocuklarından temizleme, burjuvazinin işlerini halledecek donanımlı işgücünü oluşturma, baskıları ve yasakları sürekli kılma işini en iyi şekilde yerine getiriyor. Sözde Türkiye’nin laikliğini kanıtlama adına girişilen ve esasen insanların eğitim hakkını engellemek anlamına gelen “türban yasağı” gibi gerici uygulamalar da cabası. Soruşturmaların, okuldan atmaların hiç eksik olmadığı üniversiteler her şeyin parayla halledildiği, haraç vermeyen öğrencilerin okula alınmadığı birer ticarethane haline gelmiş durumda. Bilimsel, eşit, anadilde eğitimin ise adını anan yok! Yani üniversiteler halihazırda burjuvazinin tam denetiminde gayet “özerk” kurumlar olarak çalışmaya devam ediyorlar. Her yıl olduğu gibi bu yıl da 6 Kasımda İstanbul Üniversitesi önünde YÖK protestosu vardı. Öğrencilerin ve Tuzla’dan gelen tersane işçilerinin katılımıyla gerçekleştirilen eylemde Kürt halkına karşı girişilen haksız savaş, yeni ulaşım zamları, üniversitelerde devam eden anti-demokratik uygulamalar başta olmak üzere birçok konuya değinilmiş ve öğrencilerin coşkulu sloganları Beyazıt Meydanında bir kez daha yankılanmıştı. Kitlenin azlığına ve üniversite gençliğinin işçi sınıfının örgütsüzlüğüne paralel olan örgütsüzlüğüne rağmen bu eylem önemliydi. Eylemde atılan sloganlardan biri özellikle dikkatimi çekmişti: “Üniversitede İşgal, Tersanede Grev!” Bu slogan bize tarihte işçi sınıfının örgütlenip, bir güç olup ayağa dikildiği dönemlerden geliyordu. Şunu çok iyi biliyoruz ki, öğrencilerin örgütlülüğü ve mücadelesi işçi sınıfı hareketinden bağımsız değildir. 1960’lı ve 70’li yıllarda Avrupa’da, Asya’da, Türkiye’de yaşananlar, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin ne kadar zorunlu olduğunu bize gösteriyor. Burjuvazi saldırılarını bu kadar ilerletmişken, şovenizm yeni bir emperyalist savaş ortamında bu kadar azdırılmışken, işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda işçi sınıfına, işçi sınıfının gençliğine saldırılar bu kadar artmışken, kapitalizmin çarkları tüm dünyada her gün binlerce insanı yutmak için dönüyorken, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi de o denli yakıcı bir zorunluluk olarak kendini dayatıyor. YÖK burjuvazinin kendi sistemini baki kılmak, tüm toplumu olduğu gibi öğrencileri de kendi sistemi için şekillendirmek üzere var ve YÖK’ün kaldırılması burjuvazinin şu ya da bu kanadından bekleyeceğimiz bir iyilik olmamalı asla! YÖK’leri bir daha ortaya çıkmamak üzere ortadan kaldıracak olan da, işçilerin, öğrencilerin ve tüm insanlığın sorunlarını bitirecek olan da aynı: İşçi sınıfının yürüteceği devrimci mücadele ve bu mücadeleyle ilerleyecek olan Dünya Sosyalist Devrimi! Bu hedefle örgütlenmek ve örgütlülüğümüzü gün be gün çoğaltmak, işçi sınıfının genç kuşakları olan bizlerin en başta gelen görevidir! Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği!
İstanbul’dan bir eğitim emekçisi
İstanbul Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
47
Okurlarımızdan Ben bir lise öğrencisiyim. Ders kitaplarında insanları diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğin düşünmek olduğu yazılı. Ama biz düşünemiyoruz. O zaman şu soru geliyor aklıma: İnsanların düşünmesi engelleniyorsa ve eğer biz düşünemiyorsak, bizi diğer canlılardan ayıran bu özelliğimiz yoksa, yani biz insan değilsek neyiz? Her yıl hipodroma çıkan yarış atları gibiyiz ve kendimize getireceğimizi sandığımız başarı aslında bir yalandan ibaret. Bizim başarılarımız aslında onlara yeni kazanç kapıları açmak için, ama onlara çalıştığımızı bilmeden o yarışta birinci olmak uğruna canla başla çalışıyoruz. Oysa yaptığımız tek şey sermayenin büyümesi için ellerine yeni sömürülecek beyin güçleri vermek. İşte hayatımızı belirleyen birkaç saat ve kazanılacak bir yarış; ya kazanırsın ya kaybedersin. Asla hata yapmamalısın, asla tökezleyip düşmemelisin, çünkü bir kere hata yaparsan, aslında ne kadar iyi olursan ol çürüğe alınırsın. Sadece iki seçimin vardır, tamam ya da devam. Önümüzdeki gerçek seçenekleri ise ben şöyle görüyorum: ya bu sistemi yıkmak ve bir yarış atı olmaktan kurtulmak için örgütlenmek ya da kazansan bile kaybedeceğini bile bile, bir gün düşeceğini bile bile koşmak. Bunun temellerini oluşturan ise okullardır. Hapishane mi okul mu diye seçim yapmak gerekirse, aslında seçime hiç gerek yok çünkü ikisinin de birbirinden farkı yok diyebilirim. OKS’ye girdikten sonra her şeyin biteceğini sanırsın. Ailemiz bile sürekli “OKS’yi bir kazansan lisede rahat edeceksin” der durur. Biz de buna kanıp lise hayalleri kurmaya başlarız. Artık lisedesindir, rahatsındır, gençlik hayallerini yaşamaya başlayabilirsin. Ama bu hayaller sadece o liseye gidip, o sıraya oturup, sistemin senden istediklerini yapmaya başlayana kadar devam eder. Çok geçmeden, bu sefer de, “şu ÖSS’yi bir kazanayım her şey bitecek” demeye başlarsın. Öyle olmayacağını bilmene rağmen, öyle olmasını bekleyerek, ÖSS için çalışmaya başlarsın. Sınav haftalarının, eğitimin, disiplinin yani sistemin sana verdiği ruh haliyle o karanlık ve rutubetli odalarda içleri bomboş kitaplar arasına sıkıştırırsın dünyayı. Ama bilmeyiz ki, gözlerimizi açmazsak o karanlığın içinde yaşamaya devam ederiz. O odanın kilidini açmak için, o odadan çıkmak için, gözlerimizi açıp gerçekleri görmeliyiz. Çünkü bilmelisin ki, sen insansın ve en iyi şekilde yaşamak senin hakkın, tıpkı diğer bütün insanlar gibi. Bunun için yapacağın şey ise örgütlü mücadeleyi yükseltmek ve kapitalist sömürü sistemini yıkmak.
Merhaba dostlar. Bir yılı daha geride bıraktık. CHP, “yeni yılda savaşsız ve sömürüsüz bir dünya dileriz” diye bir afiş yaptırmış. Bu afiş bize burjuvazinin ve onun düzen partilerinin ne kadar utanmaz ve ikiyüzlü olduğunu gözümüze soka soka gösteriyor aslında. Daha Kürtlere yönelik operasyonlar başlamadan, CHP değil miydi bir an önce Kuzey Irak’a girilmeli diye bas bas bağıran? CHP, MHP’den aşağı kalmayan faşist söylemlerle burjuva medyada günlerce savaş çığırtkanlığı yapıp durdu. Bugün de kalkmış “savaşsız, sömürüsüz bir dünya” diliyor biz işçi sınıfına. Burjuvazi medyayı da kullanarak toplumda milliyetçi, şoven dalgayı yükselterek insanları kışkırtmaya çalıştı. Kürtlere karşı zaten varolan psikolojik savaşı iyice körükledi. CHP’sinden MHP’sine kadar tüm burjuva partiler, medyayı ve tüm argümanlarını kullanarak Kürt halkının üstüne çullandı. Ortadoğu’da yürüyen savaşta da Türkiye burjuvazisi taraf olarak pastadan pay kapma derdinde. Eli kanlı Türk burjuvazisi içerde ve dışarıda bu savaşı yürütüyor. Bugün kapitalizm dünya ölçeğinde çürümeye devam ediyor. Ömrünü çoktandır tamamlamış olan kapitalizm girdiği krizlerden savaşlar yoluyla çıkmaya çalışıyor. Burjuvazi emperyalist savaşlarla bir yandan tüm insanları, doğayı ve hayatı katlederken, diğer yandan da yıktıklarını yeniden yaparak canlanmaya, krizlerini geçici de olsa aşmaya çalışıyor. Burjuva partiler bir yandan savaş çığırtkanlığı yaparken diğer yandan da savaşa ve sömürüye karşı afişlerle gözümüzü boyamaya ne kadar kalkarlarsa kalksınlar, biz bunun baştan sona bir aldatmaca olduğunu biliyoruz. Kapitalizm yıkılmadıkça bu çürüme de, savaşlar da, sömürü de asla son bulmayacak. Bu yüzden kapitalizm tüm insanlığı yok etmeden önce biz onu yok etmeli ve tarihe gömmeliyiz. Bu savaşta haklı olan taraf bizsek kazanacak taraf da biz olmalıyız ve olacağız da. Yeter ki buna tüm yüreğimizle inanıp mücadele edelim.
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi
Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Merhaba dostlar! Ben vardiyalı olarak çalışan bir tekstil işçisiyim. İşyerinde üç vardiya var ve her gün binlerce iş üretiliyor. Vardiyalı çalıştığımızdan dolayı üretilen iş her geçen gün artıyor. Neden mi? Vardiyalar arası rekabet! İşçilere diğer vardiyalardaki çalışma hatırlatılıp, “şu vardiyayı geç” deniliyor. Eee, haliyle bunu diğer vardiyaların şefleri de söylüyor. Bu da her gün daha tempolu, daha yorucu çalışma anlamına geliyor. Kârlı çıkan tabii ki patron oluyor. Ayrıca işyerinde işçiler arasında bir bölünme yaratılıyor. İşçiler arasında sınıflandırma yapılması işçileri bölmek, aralarında ayrımcılık yapmak, patronlar tarafından başvurulan en temel yöntem. İşçileri ustabaşı-eleman diye bölmek yetmiyor; daha ileri gidilerek bizleri 3’üncü, 2’nci, 1’inci sınıf olarak adlandırıp bölüyorlar. Halbuki hepimiz aynı sınıfın
48
unsuruyuz, aynı işi yapıyor, aynı vampir (patron) için üretiyoruz. Sağlığımız açısından çok zararlı olan vardiya sistemi düzensiz beslenmemize, bilinç kayıplarına ve yüksek seviyede unutkanlıklara sebep oluyor. Ayrıca sosyal hayattan kopuk bir yaşam sürmemize yol açıyor. Bizler eşimizi dostumuzu uykumuzdan kısarak görebiliyoruz ancak. Vardiya sisteminin yarattığı sorunlardan ve asıl vardiya sisteminin kendisinden kurtulmak için işyerlerimizde birlik olmalıyız. Arkadaşlarımızla sorunlarımızın nasıl üstesinden gelebileceğimizi konuşmalıyız. Birlikte davranmak için elimizden gelen her şeyi hep beraber yapmalıyız. Dünya Yerinden Oynar İşçiler Birlik Olsa! Avcılar’dan Marksist Tutum okuru bir işçi