Mt no 36

Page 1

Haksız Savaşa Son!

Kürt Halkının Demokratik Talepleri Karşılansın! Mart 2008

• Türk tipi burjuva demokrasisi /2 • Enternasyonal alanda Menşevizm /2

36

• Ergenekon’dan çıkanlar • Emekçi kadınlar ve emperyalist savaşlar • Kapitalist ekonomide kriz çanları


Haksız Savaşa Son! K

ürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın son perdesini oluşturan ve 9 gün süren sınır ötesi kara harekâtı sonlanmış bulunuyor. Bilindiği gibi bu harekât, uzunca bir süredir aralıklı olarak sürdürülen sınır ötesi kara ve hava bombardımanlarının ardından gelmişti. Savaşın kızıştırıldığı tüm bu süreç, Türk burjuvazisinin Kürt sorununa çözüm konusunda tıknefesliğini ve sıkışmışlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Apoletli medyanın bir kez daha kepaze bir savaş çığırtkanlığına soyunarak şovenist nefret tohumları ektiği bu son perde, yine ibretlik manzaralarla doluydu. Sözde askeri başarılar büyük bir yalan kampanyasıyla yutturulmaya çalışılırken, onlarca gencecik insanın ölümü her zamanki gibi gizleniyordu. Kürt sorununda dizginleri orduya teslim etmiş olmanın adeta rahatlığı içindeki başbakan, kendinden geçerek şehitlik ve kahramanlık şiirleri okurken; havaya giren hükümet üyeleri de, “canımız ne kadar isterse o kadar kalırız” yollu demeçler vererek ucuz kahramanlığa soyundular. Ortalık bir kez daha emekli generallerden, strateji uzmanlarından geçilmez oldu. Şoke edici fon müzikleri ve efektler eşliğinde verilen militarist görüntülerle, yalan ve tahrifat dolu haberlerle, medya her zamanki uğursuz rolünü oynadı. Böylece tüm düzen cephesi “birlik ve beraberlik ruhuyla” hareket ederek haksız bir savaşı haklı göstermeye çalıştı. Ancak mızrak çuvala sığdırılamadı. Yine de bu ucuz hamaset makinesinin fiyakasını bozmada, hiçbir şey harekâtın bitiş tarzı kadar çarpıcı olamazdı. ABD’nin “kısa kesin” yollu uyarıları karşısında diklenen ucuz kahramanlar, emperyalist efendinin hiddeti karşısında birkaç saat içinde harekâta son vermek ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Kuşkusuz bunda, harekâtın bir askeri fiyaskoyla son bulma ihtimalinin giderek belirginleşiyor olmasının da önemli bir payı olsa gerek. Geçtiğimiz aylarda yaptığı Diyarbakır ziyaretinde, Kürt sorununun çözümü için taleplerini ileten bölgenin sivil toplum örgütlerine, “bekâra karı boşamak kolay” diyen başbakan, bununla dizginleri orduya teslim ettiğini itiraf ediyordu. Bu teslim oluş, harekâtın apar topar bitişi vesilesiyle daha çarpıcı biçimde açığa çıktı. Ordunun harekâtı bitirme kararı alıp bunu uygulamaya başladığı sıralarda, başbakanın, yayınlanmak üzere medyaya bandını verdiği “halka sesleniş” konuşmasında “harekât başarıyla devam ediyor” nutku atıyor olması ve gerçeğin ortaya çıkmasıyla da kaydın apar topar değiştirilmesi, herhalde akıllardan uzun süre çıkmayacaktır. Havaya girmiş medya aktörlerinin, harekâtın apar topar bitirilmesiyle, adeta suçüstü yakalanmış ve

boşluğa düştükleri için bir kızgınlık da ifade eden afallamış suratları da öyle. Şimdi bunları ayıbı nasıl örteriz telaşı sarmış durumdadır. Peki bu harekâttan ne gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır? Bir kere, PKK’yi ezip bitirecekmiş havasıyla sunulan bu harekâtın, gerçekte ona daha da güç kazandırması muhtemeldir. Türk ordusunun kendi topraklarına girmesine göz yuman KDP ve KYB’nin aksine, buna karşı ciddi bir direniş gösteren PKK’nin Güney Kürtleri arasında etkisi artacaktır. Aynı etkinin Türkiye Kürtleri arasında daha güçlü bir biçimde olacağını söylemeye gerek bile yok. Dolayısıyla inkâr ve imhayla Kürt sorununu bertaraf edebileceğini hayal edenler, sorunu daha da derinleştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu tür harekâtlarla sorunun herhangi bir şekilde ortadan kalkmadığının bir kez daha bariz şekilde ortaya çıkması nedeniyle, Türkiye’nin bundan sonrası için bu tür girişimlerine uluslararası destek alması da daha zor olacaktır. Yani bununla eldeki koz bir bakıma tüketilmiş olmaktadır. Nitekim ABD tam da bugünlerde, içeride Kürt sorununa yönelik birtakım ekonomik, sosyal ve siyasal açılımlar yapılmasının gereğini hatırlatmaktadır. Aslında, sıkıştıkça askeri bahsi yükseltme şeklindeki yöntemin inandırıcılığı içeride de zedelenmiştir. Diğer taraftan, bu harekâta angaje olmakla, AKP’nin Kürtlere yönelik seçim hesapları da muhakkak ki ciddi bir darbe almıştır. Unutulmamalı ki, AKP geçen seçimlerde ordunun savaşı tırmandırma zorlamasına direnmesi sayesinde Kürt kitlelerin önemli desteğini alabilmişti. Bugün tam tersi söz konusudur. Bu bakımdan, bundan sonraki dönemde bunu telafi etmek için AKP binbir türlü göstermelik hamle yapabilecektir. Nitekim başbakanın derhal mitingler yapmak üzere bölgeye gideceği yolunda haberler hemen sökün etmiş bulunuyor. Besbelli ki başbakan nabzı tutmakta gecikmemekten ve bölge halkını bir an önce yatıştırmaktan yana. Elbette önümüzdeki dönemde siyasal sürecin nasıl gelişeceği tam olarak kestirilemezse de, şimdilik görünen şey AKP’nin Kürt halkının gözündeki kredisini önemli ölçüde harcadığıdır. Türkiye’deki en yakıcı siyasal sorun olan Kürt sorununun çözümü için temel şart, öncelikle inkâr, imha ve zorla asimilasyona dayalı geleneksel devlet siyasetine son verilmesi ve Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerinin karşılanmasıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için, baskıcı ve şoven Türk burjuvazisine karşı mazlum Kürt halkına yardım eli uzatabilecek tek tutarlı güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfını böylesi bir anlayışla bilinçlendirmek de Marksist öncü işçilerin en başta gelen görevidir.

1


Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / 2 Mehmet Sinan

Kemalist bürokrasi ve onun vesayet cumhuriyeti Geçmişte sömürge ya da yarı-sömürge konumunda olup, sonradan kapitalist ülkeler arasında yerini alan ülkelerin siyasal tarihine baktığımızda, bunlardan pek çoğunun ulus-devlet kurma aşamasında benzer gelişmeler sergilediğini görmekteyiz. Bu ülkelerde ulus-devletin kurulması aşamasında kendilerini anti-emperyalist, halkçı, devrimci vb. olarak lanse eden iktidarların pek çoğunun, gerçekte örgütlü halk güçlerine dayanmadığı ve gerçek bir halk iktidarını temsil etmediği, yaşanarak kanıtlanmış bir gerçekliktir. Genel kabul görmüş bir adlandırmayla, “ulusal devrimci” olarak kategorize edilen bu iktidarların pek çoğu, aslında bir halk hareketinin sonucunda kurulan iktidarlar olmayıp, milliyetçi bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulan tepeden inmeci iktidarlardır. Bu bürokratik seçkinci iktidarlar, gerçek sınıf doğalarını, yani burjuva karakterlerini halktan gizleyebilmek için, iktidarları süresince genellikle demagojiye başvurmuşlardır. Bu tip iktidarların devrimciliği ve halkçılığı, genellikle söylem düzeyinde kalmış ve gerçek yaşamda hiçbir zaman eyleme dönüşmemiştir. Dolayısıyla bu iktidarların egemenlik sürdürdüğü ülkelerin ekonomik ve sosyal yaşamında, halk kitlelerinin örgütlü devrimci eylemine dayanan gerçek anlamda devrimci dönüşümler yaşanmamıştır. Fakat öte yandan, bu ülkelerde iktidar tekelini uzun yıllar elinde bulunduran bürokratik seçkinci iktidarlar, kapitalizm açısından yapılması zaten zorunlu hale gelmiş re-

2

formları yaptıklarında da, bu uygulamalarını sanki bir “devrim” gerçekleştiriyorlarmış gibi sunmuşlardır toplumlarına. Tarihteki “ulusal devrimci” iktidarlardan biri olan Kemalist bürokrasinin tepeden inmeci iktidarı da aynen böyle davranmıştır kendi toplumunda. Daha baştan emekçi halk sınıfları (işçi, küçük ve yoksul köylü, küçük esnaf vb.) üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmuş olan bu bürokrat-burjuva iktidar, bu niteliğini halktan gizleyebilmek için, kendini “halkçı, devrimci” modern bir cumhuriyet rejimi olarak takdim etmiştir topluma. Resmi tarihin de yıllar boyunca “anti-emperyalist, halkçı, devrimci” bir iktidar olarak kategorize ettiği Kemalist bürokrasinin iktidarı, gerçekte bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulmuş azgelişmiş ülke burjuva diktatörlüklerinin ilk örneklerinden biriydi aslında. Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmayı, yani Batı’daki gibi kapitalist bir toplum kurmayı amaçlamış olan Kemalist bürokrasi, siyasal rejimi de daha baştan bu amaca uygun bir biçimde yapılandırmaya çalışmıştır. Nitekim iktidarda kaldığı sürece, bir yandan “milli” bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışırken, diğer yandan da emekçi sınıflar üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmayı hiç ihmal etmemiştir. Fakat buna rağmen Kemalist bürokrasi, gene de kendi sınıf doğasını ve tarihsel misyonunu halktan gizleyebilmek için, her türlü demagojiye başvurmaktan geri durmamış ve yıllar boyunca kendini kitlelere “anti-emperyalist, devrimci, halkçı” olarak empoze etmeye çalışmıştır hep. Hatta bu rejimin önderi ko-


Mart 2008 • sayı: 36

numunda olan M. Kemal bu konuda daha da ileri gitmiş ve kendi iktidarları altında artık Türkiye’de sınıfların var olmadığını ve Türk milletinin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluşturduğunu ilan etmiştir cümle âleme! Oysa Kemalist bürokrasinin 1923 yılında kuruluşunu ilan ettiği bu “halkçı” ve de “devrimci” cumhuriyet rejimi, aslında etnik bir grubun burjuvazisinin, yani “milli” diye tanımladığı Türk burjuvazinin (tüccar-eşraf-bürokrasi) çıkarlarını koruyup kollamayı esas alan ve kendini bütünüyle bu amaca uyarlamış olan halisinden bir milliyetçi burjuva sınıf diktatörlüğü idi. Nitekim bu dönemde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altında kurulmuş bütün cumhuriyet hükümetleri, daha önce büyük tüccar, eşraf ve bürokrasi ittifakının İzmir İktisat Kongresinde almış olduğu kararlar doğrultusunda hareket edecek ve tüm çabalarını, devlet eliyle bir “milli” burjuva sınıfı yaratmakta yoğunlaştıracaklardı. Üstelik bu konuda öncülüğü de bizzat Cumhurbaşkanı M. Kemal’in kendisi yapacaktı. Örneğin, bu dönemde, onun koyduğu 250 bin lira ödenmiş sermayeyle Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu gerçekleştirilecekti. İş Bankası’nın yönetim kurulunda, İstanbul, Ankara ve İzmir’in büyük tüccarları ve Anadolu eşrafından gelen kimselerin yanı sıra, yüksek bürokrasiden (Milli Mücadelenin askerî, idarî ve siyasî kadrolarından) gelen kimseler de yer alacaktı. Milli mücadele önderlerinin ve cumhuriyet dönemi bürokrasisinin kapitalizm karşısındaki tutumunu, M. Kemal’in bu konudaki “teorik” ve “pratik” yönelimi en açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 1923’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız…”1 Nitekim M. Kemal, Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp TC kurulunca, kapitalist girişimcilik konusunda da ilk örneği kendisi oluşturacak ve yaptığı yatırımlarla “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu herkese kanıtlayacaktı. Ölümünden bir süre önce hazineye bağışladığı şahsi malvarlığının dökümü, onun sağlığında gerçekten de “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu göstermektedir. M. Kemal’in malvarlığının dökümü özetle şöyleydi: Toplam 154.720 dönüm tarım arazisi ve mera, 51adet bina, bira fabrikası, malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, iki süt fabrikası, şarap imalathanesi, elektrikle işleyen değirmen, İstanbul’da bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, ayrıca Ankara ve Yalova’da tavuk çiftlikleri, peynir ve yağ üretmeye elverişli iki imalathane, 16 adet traktör, 13 adet harman ve biçerdöver, deniz motoru, 5 adet kamyon ve kamyonet, 2 adet otomobil, çiftliklerin genel servislerinde çalıştırılan 19 adet binek ve yük arabası, ayrıca canlı demirbaş olarak: 13.000 baş koyun, 433 baş sığır, 69 at, 2450 tavuk vb.2 M. Kemal’in sahip olduğu bu varlıkların toplam değeri, o dönemin koşullarında ancak büyük bir

marksist tutum

kapitalistin sahip olabileceği bir sermaye büyüklüğüne işaret etmektedir hiç kuşkusuz! Ama o dönemde bürokrasiden “kapitalist müteşebbis”liğe terfi eden yalnızca M. Kemal değildir. Milli Mücadeleye katılmış ve yeni rejimde de askerî, idarî ve siyasî görevler üstlenmiş pek çok üst düzey bürokrat ve milletvekili de çok geçmeden kapitalist müteşebbisler arasında yerini alacaktı. Yeni rejimin zenginleşme çabasındaki yönetici kadrolarının pek çoğu, Ankara’da arsa spekülasyonu yaparak büyük paralar kazanmışlardı. Milli Mücadelenin bu nüfuzlu kişileri, Ankara’nın bir başkent olarak imarı döneminde spekülasyon amacıyla Ankara Belediyesinden pek çok arsa satın almışlardı. Belediyeden bu arsaları zamanında metrekaresi bir liradan satın alan bu nüfuzlu kişiler, daha sonra aynı arsaları devlete metrekaresi yüz liradan satacaklardı. Devlet eliyle zengin olmanın, ya da “milli” burjuvalığa terfi etmenin yollarından yalnızca biriydi bu arsa spekülatörlüğü. Pek çoğu bürokrat kökenden gelen bu arsa spekülatörleri, elde ettikleri paralarla gene devlet ihalelerine katılarak ve devletin müteahhitlik işlerini üstlenerek kısa zamanda daha da zenginleştiler. Ankara, devlet katındaki pozisyonlarını ve siyasal nüfuzlarını özel çıkarları için kullanarak kısa zamanda zenginleşen bu “iş bilir” faydacı insanların (aferistler) mekânı olacaktı. Bu dönemde İş Bankası ile Sanayi ve Maden Bankası, devlet eliyle birey zengin etmenin öncülüğünü yapan başlıca kuruluşlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de bankalar etrafında çıkar grupları oluşmuş ve bunlar bankanın adıyla anılır olmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyet devleti bu dönemde, tıpkı Osmanlı devletinin yaptığı gibi birtakım imtiyazlar ve tekeller oluşturup, bunların işletme hakkını milletvekilleri ve işadamlarının ortaklaşa kurdukları şirketlere devrediyordu. Örneğin, İstanbul ve İzmir limanlarını işletme imtiyazı, kibrit tekeli, şeker ithalatı, petrol-benzin ithalatı tekeli, alkollü içki ve ispirto üretim tekeli vb., Kemalist devletin özel sektörü beslemek için oluşturduğu tekellerden bazılarıdır. Devletin bu türden destekleri sayesinde, hem bürokrat kökenli işadamları hem de Ankara’yla yakın ilişkiler içinde olan tüccar ve eşraftan kimseler zenginleştikçe zenginleşeceklerdi. Fakat bu dönemde, gerek bürokrat kökenli yeni zenginlerin elinde biriken servetler gerekse de büyük kent tüccarlarının elindeki sermayeler hiçbir biçimde sanayi üretimine yönelmeyecektir. Çünkü kapitalist bir sınai işletmenin hemen kâra geçemeyeceğinin bilincinde olan bu zenginler, bu nedenle sanayi alanında yatırım yapmaya hiç hevesli değillerdi. Kendilerine “milli” ya da “Türk” işadamı denmesinden pek hoşlanan bu yeni yetme burjuvalar, genellikle kolay ve kısa yoldan tatlı paralar kazanmaya alışık olduklarından, daha çok iç ve dış ticarete ilgi duymakta veya yabancı firmaların ülke içinde temsilciliğini üstlenmeye ve daha önce bu alanda faaliyet gösteren gayrimüslim azınlıkların yerini almaya hevesliydiler. Nitekim “mil-

3


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

muştur. Bu yıllarda her açıdan baskı altında tutulan emekçi halk sınıfları (işçi, yoksul köylü, küçük esnaf ), siyasal, ekonomik, demokratik haklarından tamamen mahrum bırakılmış, ağır vergiler altında bunaltılmış, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılmışlardır. Oysa bu dönemdeki devlet uygulamalarından ne kentli burjuvazi, ne toprak ağaları ne de Anadolu eşrafı fazla bir rahatsızlık duymuştur. Tersine, Kemalist devletin koruyucu kanatları altında kendilerini pek güvende hisseden bu egemen sınıf kesimleri, kendisine burjuva parlamentarizmi süsü vermiş olan otoriter-bürokratik rejimden pek şikâyetçi olmamışlardır. M. Kemal’e göre, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleydik! Devleti, burjuvaziyi zenginleştirmenin ve kapitalist sermaye birikiminin bir aracı li” burjuvazinin yabancı şirketlerle ortaklık kurma arzusu, olarak kullanan Kemalist bürokrasi, öte yandan siyasal ikTürkiye’de faaliyetini durdurmuş olan yabancı sermayeli tidarın ve devlet mekanizmasının yürütümünü tümüyle firmaları da yeniden harekete geçirecekti. Faaliyetlerini kendi tekeline almış bulunuyordu. Cumhuriyetin bu ilk tekrar başlatmak isteyen yabancı sermayeli firmalar, buevresinde, mülk sahibi burjuvazinin devleti doğrudan kennun için Müslüman Türk iş adamlarını ya firmalarına ordisinin yönetmesi bir yana, iktidar mekanizması içinde ettak etmeye ya da temsilci olarak atamaya başlamışlardı. kin bir siyasal rol oynaması bile söz konusu değildi. Bu Yani, sermayenin “milli”si ile “gayrimilli”si pek güzel anladönemde burjuvazi iktisadi aktör rolünü üstlenirken, büşabildiklerini böylece ortaya koymuş oluyorlardı. Bir ulurokratik elit de siyasal aktör rolünü üstlenecekti. Bunun sal kurtuluş savaşıyla ülkeden kovulduğu iddia edilen emanlamı ise şuydu: Kemalist cumhuriyet rejiminin bu ilk peryalist sermayedarlar (yabancı firmalar), bu kez “milli” evresinde, burjuva demokrasisinin temel koşulu olan siyasermayedarlarımızın arzusu ve milli devletin himmetiyle, sal liberalizm ve siyasal demokrasi hiçbir biçimde işlemeTürkiye’de faaliyetlerine yeniden başlamak üzere harekete yecektir. geçiyorlardı. Bu dönemde İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin burCumhuriyetin ilk yıllarında dış ticaret servet yapmanın juvazisi, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, doğrudan kendi esas yolu olarak benimsenince, ihraç ve ithal ürünlerinin siyasal partilerine sahip olmayacaklar ve siyasal faaliyetleriticareti de önem kazanmaya başlayacaktı doğal olarak. ni Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içinde yürüteceklerdi. Türkiye’nin o dönemde ihraç edebileceği ürünler ise, tıpkı CHF aslında Milli Mücadeleyi yürüten ve cumhuriyeti Osmanlı’da olduğu gibi tarım ürünleri ve hammaddeden kuran asker-sivil bürokrasinin partisiydi. Ama bu parti aybaşkası değildi. 1929 yılında Türkiye’nin genel ihracatının nı zamanda, “kurucu” bürokrasi ile kent büyük burjuvazi%88’ini tarım ürünleri ve hammaddeler oluştururken, itsi ve eşrafın siyasal ittifakını simgeleyen bir örgüt konuhalatının %85’ini mamul maddeler (tüketim eşyası ve bemundaydı. O dönemin koşulları içersinde, mülk sahibi sin maddeleri) oluşturacaktı. Aslında bu oranlar, Osmanburjuvazinin bürokrasiden bağımsızlaşarak ayrı bir siyasal lı’nın 1914 yılındaki ihracat ve ithalat oranlarıyla hemen parti kurması ve siyasal iktidara doğrudan talip olması gihemen aynıydı. Yani aradan geçen 15 yıla rağmen, yeni bi bir durum zaten söz konusu değildi ve olamazdı da. rejimin iktisadî gelişmişlik düzeyi de hâlâ aynı yerde sayıDolayısıyla, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, burjuvaların yordu. Çünkü devletin dolaylı vergiler yoluyla emekçi “demokratlığının” ve “liberalliğinin” sınırlarını ve uygulahalktan alıp “milli” burjuvaziye aktardığı kaynaklar, sanayi nacak burjuva demokrasisinin içeriğini, esas olarak burjuve tarım alanında üretken yatırıma değil, bütünüyle tükevazinin o anki sınıfsal ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar temelintime dayalı dış ticarete ve burjuvazinin özel harcamalarına de bürokrasiyle kurduğu ittifakın düzeyi belirleyecekti. gidiyordu. Bu durumda dış ticaret açığı her geçen gün daCumhuriyetin bu ilk yıllarında, sermaye birikimi açıha da büyüyecekti. Örneğin, Türkiye’nin 1923’de 60 milsından henüz emekleme aşamasında olduğunun ve gelişiyon TL olan dış ticaret açığı, 1929 yılında 101 milyon mini ancak devlet desteğiyle, yani iktidardaki Kemalist TL’ye yükselecekti. bürokrasinin himmetiyle sağlayabileceğinin bilincinde Özetle söylersek, yerli burjuvazinin çeşitli imtiyazlarla olan cılız “milli” burjuvazi, Kemalist bürokrasinin koruyubeslenip palazlandırıldığı 1923-30 yılları, işçi ve emekçi cu kanatları altına sığınacaktı. Bu koşullar altında “milli” kesimler için tam bir yoksulluk ve yoksunluk yılları olburjuvazinin Kemalist bürokrasinin iktidarına karşı çık-

4


Mart 2008 • sayı: 36

ması ve bir siyasal iktidar alternatifi oluşturması söz konusu bile olamazdı. Dolayısıyla, bu dönemde Kemalist bürokrasi ile mülklü egemen sınıflar (büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, eşraf ) arasında ciddi bir zıtlaşma ya da siyasal krize neden olabilecek ciddi bir politik çatışma yaşanmayacaktı. Daha sonra da değineceğimiz üzere, bu dönemde sözü edilebilecek tek bir iktidar kavgası, daha ziyade Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yaşanan ve M. Kemal’in siyasal gücünün pekişmesiyle sonuçlanacak olan kavgadır.

Tek partili burjuva diktatörlüğüne giden yol nasıl döşendi? Cumhuriyet ilan edildiğinde Meclis’teki tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) idi. Bu parti, kendini cumhuriyetin kurucusu ve tek hamisi olarak gören Kemalist bürokrasinin bir iktidar aracıydı. Bu partinin kurucusu M. Kemal, daha parti kurulmadan önce, parti konusundaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: “Bu milletin siyasî partilerden çok canı yanmıştır. Şunu arzedeyim ki, başka ülkelerde partiler mutlaka iktisadî maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasî bir partiye karşılık diğer sınıfın menfaatini muhafaza maksadıyla bir parti teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden partiler yüzünden şahit olduğumuz neticeler malûmdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir.”3 Bu söylenenlerden anlaşılıyor ki, M. Kemal ve kadrosunun kafasında, daha baştan sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının varlığını reddeden ve tüm sınıfları sözümona kaynaştırmayı amaçlayan korporatif bir meclis ve korporatif bir parti anlayışı vardı. Bu anlayışın ardında ise, tabii ki otoriter bir siyasal rejim oluşturma arzusu yatıyordu. Nitekim cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra, siyasal rejim bu yönde evrilme işaretleri vermeye başlayacaktı. Bu dönemde ne liberal görüşlü bir burjuva partisinin siyasal faaliyetine, ne de işçi sınıfının politik ve ekonomik örgütlerinin legal düzeyde temsiline ve faaliyetine müsaade edilecekti. Böyle bir durumun ne anlama geldiği ise çok açıktı: Bütünüyle bürokratik aristokrasinin vesayeti altına girmiş olan burjuva cumhuriyet rejiminde, burjuva demokrasisi hiçbir biçimde işlemeyecek, daha doğrusu işletilmeyecekti. Nitekim bu dönemde yaşanan bir olay, bu gerçekliği açık bir biçimde gözler önüne serecekti. Cumhuriyetin ilanından bir süre sonra, milletvekilleri arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmış ve bu ayrılık temelinde Meclis’te bir bölünme yaşanmıştı. CHF içinde liderliğini M. Kemal’in yaptığı dar bir grubun Meclis’teki diktatoryal yönetim tarzına karşı çıkan ve rahatsızlıklarını ortaya koyan bazı mil-

marksist tutum

letvekilleri, CHF’den ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adında yeni bir parti kurmuşlardı. Bu partinin programı ve siyasal açılımları her ne kadar liberal burjuvazinin görüşlerini yansıtıyorsa da, gerçekte bu partiyi örgütleyen doğrudan liberal burjuvazinin kendisi değildi. Bu partiyi Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yer alan asker kökenli bürokrat-milletvekilleri kurmuştu. Dolayısıyla, Meclis içinde patlak veren bu kavga, doğrudan mülk sahibi liberal burjuvazi ile bürokratik aristokrasi arasında değil, esas olarak bürokratik aristokrasinin kendi içinde yaşanan bir kavga olacaktı. Kent burjuvazisinin ve Anadolu eşrafının ancak bir kısmı, o da dolaylı yoldan bu kavgada taraf olmuştur. Nitekim TCF’nin kurucularına baktığımızda, bu kişilerin iş dünyasından ya da servet sahibi burjuva kesimden değil, yüksek askerî bürokrasiden, sivil aydınlardan ve eski İttihatçılardan geldiğini ve çoğunun da M. Kemal’in eski silah arkadaşı olduğunu görüyoruz. Örneğin, bu partinin kurucuları arasında ismi geçen ilk dört kişi (Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele), aynı zamanda Milli Mücadelenin yedi kişilik önder çekirdek kadrosu içinde yer alan asker kökenli kişilerdir. Siyasal ve ekonomik liberalizmi savunan bir programla ortaya çıkan TCF, iktidara muhalif tüm unsurları bağrında toplamaya başladığı gibi, liberal bir ekonomi politikası uygulanmasını arzulayan büyük kent burjuvazisinin bazısının da desteğini almıştı. TCF kuvvetler ayrılığı ilkesini, tek dereceli seçimi, Cumhurbaşkanının fesih ve veto yetkisinin sınırlandırılmasını ve idarî yapıda özerkliği savunuyordu. Yayınladığı kuruluş bildirisinde, diktatörlüğe karşı olduğunu, yönetimin ve hükümetin sıkı biçimde denetlenmesi gerektiğini belirtiyordu. Programında da, Türkiye devletinin halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet olduğunu ve partinin liberal ve demokrat bir çizgi izleyeceğini vurguluyordu. Ayrıca, temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasını desteklediğini ve halkın dinî duygularına saygılı olduğunu açıklıyordu. Özetle bu parti CHF’den daha az otoriter ve daha az merkeziyetçi olup, liberal açılımları benimseyen bir parti görünümü sergiliyordu. CHF’nin otoriter bürokratik yönetimine karşı TCF’nin Meclis’te muhalefet yürütmeye başlamasının ardından patlak veren olaylar, iktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik aristokrasinin, nasıl da Osmanlı’nın despotik devlet anlayışını aynen sürdürdüğünü ve bu bağlamda, nasıl da demokrasiye tahammülsüz olduğunu çok geçmeden gözler önüne serecekti. Bürokrasinin iliklerine işlemiş Osmanlı’nın despotik devlet anlayışı, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte hemen ortadan kalkmış değildi ve kolay kolay da kalkacağa benzemiyordu. Çünkü Osmanlı’dan miras kalan bu despotik devlet anlayışı, yeni kurulan devletin (TC) biçiminde ya da dış görünümünde değil, ama o devletin harcını oluşturan ve devlete esas ruhunu veren bürokrasinin kafa yapısında yaşamaktaydı. Nitekim bürokraside içselleşen bu tarihsel geleneğin

5


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı ve otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHF iktidarının asıl amacı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıtmak ve böylece hem Meclis’in hem de toplumun üzerinde kendi iktidar tekelini tesis etmekti. Cumhuriyet döneminde de nasıl devam etmekte olduğunu, bürokrasinin iki fraksiyonu arasında yaşanan bu kavga açıkça gözler önüne seriyordu. Cumhuriyet Meclisindeki iki siyasal parti (TCF ile CHF) arasında yaşanan “iktidar” kavgası, tıpkı Osmanlı bürokrasisi içindeki eski kavgalara benzer bir biçimde gelişecek ve sonlanacaktı. Meclis’te iktidar gücünü elinde tutan taraf, yani M. Kemal’in etrafında kümelenmiş CHF içindeki bürokratik elit, tam da Osmanlı bürokrasisinin siyasal geleneğine yakışır bir tarzda hareket edecek ve kendisine muhalefet eden tarafı yani TCF’yi siyaseten ve fiziken ortadan kaldıracaktı. TCF’nin Meclis’te başlattığı muhalefet hareketinin giderek genişlemesi ve toplumun çeşitli kesimlerinden destek görmeye başlaması üzerine, hükümeti elinde tutan Kemalist bürokrasi derhal harekete geçecekti. Bu gelişmeler tam da Kürdistan’da bir ayaklanmanın (Şeyh Said ayaklanması) başladığı dönemle çakışmıştı. İkinci kez başbakanlığa getirilen İsmet Paşa, hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifini (Takrir-i Sükûn Kanunu) derhal Meclis’e sundu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlandığı kesin olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bu kanunun yürürlükte kalacağı süre iki yıl olarak belirlenmişti, fakat tam beş yıl yürürlükte kalacaktı. Bu kanun hükümete, “gerici”, “isyancı” ve “ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” bütün kuruluşları ve bu doğrultudaki yayınları yasaklama yetkisi veriyordu. Ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanması da öngörülüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılması ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılması hükme bağlanıyordu. Hükümet Şeyh Said ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49 isyancı idam edildi. Bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da “Şeyh Said isyanına destek verdiği” ve “gericiliği kışkırttığı” ge-

6

rekçesiyle 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Liberal görüşlerle ortaya çıkan bu parti ancak yedi ay yaşayabilmişti. Bu süreçte TCF’yi destekleyen dergi ve gazeteler de yasaklandı. Bu partinin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Yargılama sonucunda partinin bazı eski yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise uzun süre siyasetten uzaklaştırıldılar. Tabii, Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile sınırlı kalmadı. Kemalist iktidar bir süre sonra sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı. Bu partinin yöneticisi ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya Aydemir gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı ve otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHF iktidarının asıl amacı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıtmak ve böylece hem Meclis’in hem de toplumun üzerinde kendi iktidar tekelini tesis etmekti kuşkusuz. “Halkçılık” sloganını dilinden hiç düşürmeyen Kemalist bürokrasi, gerçekte halka hiç güvenmediğini bu son eylemiyle bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Halka hiç güvenmediği içindir ki, Kemalist bürokrasi cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını istemiş ve bu isteğini elde etmek için de her yola başvurarak, burjuva demokrasisinin işlerlik kazanmasını engellemiştir. Bu dönemde kent burjuvazisinin durumuna gelecek olursak; cumhuriyetin bu buhranlı yıllarında “demokrasi”, “siyasal çoğulculuk”, “liberalizm” vb. gibi kavramların burjuvazinin pek umurunda olmadığı görülüyor. Osmanlı dönemindeki gayrimüslim burjuvazinin yerini almaya hazırlanan Müslüman Türk burjuvazi, siyasal iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist bürokrasinin hamiliğini ve si-


Mart 2008 • sayı: 36

yasal hegemonyasını kabullenmeye çoktan razıydı; yeter ki Kemalist bürokrasi onu devletin imkânlarıyla besleyip palazlandırmayı kesintisiz sürdürsün! Çıkarları devlet tarafından korunup kollandığı ve devlet nezdinde imtiyazlı konumu devam ettiği sürece, burjuva demokrasisinin olmayışı ya da güdük kalması pek rahatsız etmiyordu burjuvaziyi. Dolayısıyla, burjuvazi o koşullar altında ayrı bir parti kurma ihtiyacını hiç hissetmedi. Bu dönemde burjuva liberalizmini savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adında bir partinin kurulması olayı ise, aslında burjuvazinin dışında gelişen bir olaydır. 1930 yılında bu partiyi kurduran ve başına da yakın arkadaşı Fethi Okyar’ı geçiren M. Kemal’den başkası değildi. M. Kemal’in bu partiyi kurdurmaktaki asıl gayesi, CHF iktidarının uygulamalarına, yani tek parti diktatörlüğüne karşı halkın tepkisini ölçmek ve rejime muhalif unsurları açığa çıkarmaktı. Mustafa Kemal ve ekibi, Milli Mücadele yıllarında uyguladıkları bir taktiğe başvuruyorlardı gene. Milli Mücadelenin devam ettiği yıllarda, Türkiyeli komünistler Bakû’de bir kongre yaparak Türkiye Komünist Partisini (TKP) kurmuşlardı. TKP ülke içinde hızla örgütlenmeye başlamış ve giderek emekçilerin, aydınların hatta 1. Meclis’teki kimi milletvekillerinin de sempatisini kazanmıştı. İşte böyle bir dönemde komünist hareketin güçlenmesinden ve kendi hareketlerine rakip çıkmasından endişeye kapılan M. Kemal ve ekibi, gerçek TKP’yi saf dışı etmek için bir hileye başvuracaklardı. Mustafa Kemal ve kurmayları, hem Bolşeviklere şirin görünerek onların yardımını sağlamak, hem de gerçek TKP’ye yönelebilecek aydınları, gençleri, işçileri kendi denetimleri altında tutabilmek için, 18 Ekim 1920’de sahte bir Türkiye Komünist Partisi kurduracaklardı. M. Kemal’in düşüncesine göre, kendilerinin kurduğu bu “TKP” sayesinde, hem gelişmeler kendi kontrolleri altında olacak, hem de “zararlı” komünist faaliyetler zararsız hale getirilmiş olacaktı. Nitekim gerçek TKP’nin yöneticileri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulması, Bolşevizme sempati duyan Yeşil Ordu Cemiyetinin kapatılması, Çerkez Ethem’e bağlı gerilla birliklerinin dağıtılması ve daha sonra 1. Meclis’teki Halk Zümresi grubunun tasfiye edilmesi, hep bu dönemde ve art arda gerçekleşen olaylardır. Bu olayların ardından, tarihsel işlevini yerine getiren sahte “TKP” de sessiz sedasız kendini feshetmiştir. İşte Serbest Fırka’nın 1930 yılında kurulması da gene böyle taktik mülahazalarla olmuştu. Bu parti de tıpkı 1920 Ekiminde M. Kemal’in kurdurduğu sahte “TKP” gibi danışıklı kurulmuş bir parti idi. Amaç, baskıcı otoriter tek parti diktatörlüğünün halkın gözündeki kötü imajını silmek ve sanki iki partili bir parlamenter demokratik sisteme geçiliyormuş gibi bir hava yaratmaktı. Ayrıca da halk kitlelerinin bu liberal partiye göstereceği ilginin derecesini ölçerek, CHP iktidarına duyulan tepkinin boyutlarını, daha doğrusu halk muhalefetinin gücünü kestirmeye çalışıyordu Ankara.

marksist tutum

Halkın Serbest Fırka’ya gösterdiği ilgi, tahmin edilenin çok ötesinde olmuştu. Halk kitleleri Serbest Fırka’nın çağrılarına büyük bir coşkuyla karşılık vermiş, partinin başkanı Fethi Okyar gittiği her yerde coşkuyla karşılanmış ve tek parti diktatörlüğüne karşı olan tüm muhalefet çevreleri bu partinin etrafında toplanmaya başlamıştı. Fethi Okyar’ın İzmir’e gelişi ise büyük bir kitle gösterisine sahne olmuştu. Bu gelişmeleri, işçi sınıfının yükselttiği militan eylemler ve grevler izlemişti. Hiç beklemediği bu halk tepkisi karşısında şaşıran M. Kemal, gelişen bu halk hareketinin hayra alâmet olmadığını görerek, Serbest Fırka’nın derhal kapatılması emrini verdi. 12 Ağustos 1930’da kurulan bu parti, kuruluşundan üç ay sonra (17 Kasım 1930’da) kendini feshetti. Kemalist iktidarın halkın nabzını ölçmek için sahnelediği bu liberalizm soslu demokrasi oyunu da böylece daha başlamadan son bulmuş oluyordu. Tezgâhlanan bu politik oyun, M. Kemal önderliğindeki otoriter-bürokratik burjuva diktatörlüğünün son manevrası olacaktı. Çünkü 1930’dan 1946’ya kadar bir daha hiçbir legal parti kuruluşuna izin verilmeyecekti. Ülkede bütün muhalefet odakları sindirildikten sonra, artık Kemalist bürokrasinin tek parti (CHP) diktatörlüğü dönemi tam olarak başlamış oluyordu. Serbest tartışma ve eleştiri ortamının yok edildiği ve özellikle işçi ve emekçi sınıfların, Kürt halkının ve azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu bir dönem olacaktı bu tek parti diktatörlüğü dönemi. Kemalist rejim bu dönemde kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi özellikle düşman bellemiş ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırmaya başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmayacaktı. Bu muhalefet hareketlerinden birincisi, sınıf temelinde örgütlenmeyi esas alan ve işçi sınıfı devrimini hedefleyen komünistlerin yürüttüğü toplumsal muhalefet hareketidir. İkincisi ise, esas olarak ulusal temelde örgütlenen ve kendi halkının ulusal-demokratik haklarını savunan Kürt ulusal hareketidir. Kemalist bürokrasinin cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak komünistlere ve Kürt ulusal hareketine karşı takındığı saldırgan tutum, yıllar içinde TC’nin resmî ideolojisi haline geldi. Burjuva devletin günümüzdeki saldırgan anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemininin, esasen Kemalist bürokrasinin tek partili bürokratik burjuva diktatörlüğü döneminde döşendiği çok açık bir tarihi gerçekliktir. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

__________________________ 1

2 3

akt. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yay., Temmuz 1979, s. 262 age, s.266 age s.283

7


Ergenekon’dan Çıkanlar Levent Toprak

T

ürban muharebelerinin ve ardından sınır ötesine taşırılan Kürt halkına yönelik savaşın tozu dumanı altında bir parça silikleşse de, Ergenekon operasyonu es geçilmemesi gereken bir konu oluşturuyor. İşin aslı, türban kapışması da, Kürtlere yönelik savaş da, Ergenekon operasyonu da birbirinden kopuk gelişmeler değildir. Bunlar ve bir dizi diğer gelişme Türkiye’de siyasal güçler dengesi ve siyasal sürecin gidişatı hakkında ipuçları vermektedir. Ergenekon operasyonuna ilişkin olarak dışarıya yansıyan bilgilere bakıldığında, bunun Susurluk’tan bu yana yaşananların sıradan bir tekrarı mahiyetinde olmadığı anlaşılmaktadır. Geride daha büyükbaşların olduğuna şüphe yoksa da, şimdiye kadar her nasılsa kimsenin dokunamadığı Veli Küçük’ün (varlığı inkâr edilen katliam örgütü JİTEM’in kurucularından) tutuklanması ve hemen arka kapıdan salıverilmemesi, soruşturma ve iddianamenin kapsamı (başbakana suikast hazırlığı dahil, “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek” vb.), ifşa edilen bilgilerin niteliği, operasyonun uzun planlama ve hazırlıkların ürünü olduğunun açık olması gibi ilk elden bir dizi sinyal bunu gösteriyor. Tabii Ergenekon operasyonunun benzerlerine oranla farklı görünmesi, bu tür kontra örgütlenmelerin genel ola-

8

rak temizlenmekte olduğu anlamına gelmiyor. Hatta bu son operasyonun, Avrupa’da yaşanan Gladio temizliği düzeyinde bir temizlik bile olmadığı da çok açıktır. Farklılık yalnızca, Susurluk’tan bu yana yaşanan süreçte en kapsamlı safra temizliğinin yürütülüyor olmasındadır. Bugün ortaya çıkarılan ve tasfiye edilmekte olduğu anlaşılan yapılanma, kontrgerilla aygıtının, ipliği pazara çıkmış ve genelde devlet aygıtının toplum gözündeki meşruiyetini zaafa uğratıcı bir hal almış sınırlı bir bölümünü oluşturmaktadır. Yoksa devletin dört bir yana kök salmış karşı-devrimci gizli/yasadışı faaliyet ve örgütlenmesi yerli yerinde durmaktadır. Bizim açımızdan Ergenekon operasyonunun önemi, gelinen noktada düzen cephesinin gidişatına ve egemenler arası çatışmaya ışık tutmasındandır.

Nasıl ve nereye kadar? Burada sorulması gereken soru, daha önceki hükümetlerin yapmaya yeltenmediği ve yapamadığı şeye, mevcut hükümetin nasıl olup da teşebbüs ettiğidir. Bu girişimin, hükümetin yüksek demokratik ideallerinden kaynaklanmadığının sözünü etmeye şüphesiz gerek yoktur. Çok açık ki, hükümeti harekete geçiren dolaysız sebep, bu örgütlenmenin alenen hükümeti de tehdit etmesidir. Suikastlar,


Mart 2008 • sayı: 36

kanlı provokasyonlar, istikrarsızlaştırma planları, darbe vs., bunların hepsi AKP hükümetini bir şekilde iktidardan uzaklaştırmayı amaçlayan girişimlerdir. Yani hükümet açısından bir hayat memat meselesi söz konusudur ve onun can havliyle bu tür girişimlerde bulunması gayet anlaşılır bir şeydir. Hatırlanacağı gibi AKP 2002 sonlarında hükümete geldikten sonra, önce 2003 yılı içinde, olmayınca 2004 yılında ona karşı bir darbe planlandığı, ama gerçekleştirilemediği açığa çıkmıştı. Bu planlar boşa çıkınca, darbeci Kemalist statüko güçleri toplum içinde propaganda ve örgütlenme gayretlerine özellikle ağırlık vermiş ve gerçekleştirdikleri kanlı provokasyonlar ve yarattıkları provokatif gündem maddeleri üzerinden, mitingler eşliğinde AKP’yi erken seçime zorlamışlardı. Bu seçimden, en azından AKP’siz bir hükümetin oluşturulabileceği bir sonuç ummuşlar, ama bilindiği gibi sükûtu hayale uğramışlardı. Ancak, AKP’nin 22 Temmuz seçimlerini yıpranmak bir yana gücünü arttırarak kazanması üzerine, bu güçlerin en ısrarlı unsurları süreci yeniden bir darbe için zemin hazırlama yoluna sokmak üzere çabalarına hız vermeye koyuldular. Ergenekon operasyonu bağlamında ortaya çıkan bulgular, bu yapılanmanın 2008 yılı boyunca, Orhan Pamuk’a ve başbakana suikast da dahil olmak üzere kanlı provokasyonlarla kaos yaratarak, 2009’da gerçekleştirilebilecek bir darbe için yol döşemek üzere hazırlıklar yaptıklarını ortaya koymaktadır. Ancak, hükümetin açık hedef durumunda olduğunu ortaya koyan bu olgular, sadece hükümetin operasyonu hangi dürtüyle yaptığı konusunda bir fikir verir. Böylesi bir operasyonu tek başına mümkün kılmaz. İşin doğrusu daha önceki hükümetler de şu ya da bu biçimde benzer tehditlere maruz kaldılar, ama bir şey yapamadılar ve sonuçta koltuklarını terk etmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla, asıl önemli husus, Veli Küçük’e kadar uzanan bir safra temizliğini mümkün kılan şartlardır ve esas olarak da bunlara odaklanmak gerekir. Hükümet, özellikle Şemdinli sonrasından itibaren bazı önemli tavizler verse de, bu sayede ordunun üst kademesiyle belli bir uzlaşmaya vararak konumunu muhafaza etmeyi başardı. Bu uzlaşmanın, esas olarak hükümetin Kürt sorununda geleneksel militarist devlet çizgisine daha fazla uyarlanmasına dayandığı açıktır. Ancak söz konusu uzlaşmanın başka ne gibi hususları içerdiği, ne ölçüde kalıcı olduğu henüz yeteri kadar net değildir. AKP ve ordu bağlamında net olan bir husus, gelinen noktada bunların, nakavt sevdasından vazgeçip, maçı sayıyla bitirme konusunda anlaşan boksörler gibi davrandıklarıdır. Maç bitmiş değildir. Nakavt çabasından vazgeçilmişse de, mutabakatın çerçevesi dahilinde yumruklaşma ve rakibi güçsüz düşürme çabası devam etmektedir. Burada altı çizilmesi gereken nokta, hükümetten tavizler koparıp, onu hassas Kürt sorununda kendi zeminine daha fazla çekmiş olsa da, ordunun şu ana kadarki süreç-

marksist tutum

ten genelde yıpranmış olarak çıkmış olmasıdır. 22 Temmuz seçimleri öncesindeki muhtıra ve müdahaleler geri tepmiş ve ordu itibar yitimine uğramıştır. Bunun farkında olan generaller uzunca bir süredir düşük profilli bir duruş içindedirler. Diğer taraftan AKP’nin, Kürt kitleleri ulusal hareketten uzak tutmada eldeki tek ciddi araç durumuna gelmiş olması da ordu tarafından hesaba katılmaktadır. Bilindiği gibi diğer tüm burjuva partiler militarizmin borazanlığına soyunan tutumlarıyla Kürt kitleleri daha fazla aldatma ve onları cezbetme şanslarını yitirmiş durumdadırlar. Sonuçta ordu gelinen noktada AKP’nin bu potansiyel işlevini de tanımak zorunda kalmıştır. Böylece Kürt halkının demokratik taleplerini savuşturmak için kendileri açısından “verimli” bir işbirliği alanı doğmuştur. AKP ve ordu önümüzdeki yerel seçimleri, kurdukları şer ittifakının önemli bir test alanı olarak görmekte ve buna göre hazırlanmaktadır. Türkiye’de devlet tarafından esas olarak işçi sınıfına, devrimcilere karşı oluşturulmuş karşı-devrimci gizli örgütlenmeler, devletin hemen her yanına dal budak salmış çok yaygın ve köklü bir örgütlenmedir. Dolayısıyla, kendisine yönelik bir tehdit haline geldiğinde bile, bu aygıta ya da onun belirli kollarına karşı bir hükümetin harekete geçmesi genel olarak zordur. Bunun için herhangi bir hükümetin her şeyden önce halk desteğine sahip nispeten güçlü bir hükümet olması gereklidir, ki halihazırda AKP bu şartı sağlamaktadır. Geniş halk yığınları AKP’yi mevcut partiler içinde kötünün iyisi olarak sahiplenmektedirler. Diğer taraftan AKP kendi kontrolünde ya da kendisine bağlı yaygın, güçlü bir medya ağına sahiptir. Statüko güçleriyle kapışmasında net biçimde kendi safında yer alan böyle bir medyaya sahip olması onun gücünün önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, bu işler için hayati önem taşıyan bir başka alanda, polis aygıtında da, AKP’nin kontrolü geçmiş hükümetlere göre daha fazladır. Devletin silahlı aygıtlarının en azından bir bölümünü kontrol edemedikçe bu alanda adım atmanın olanaksız olduğu açıktır. Yine de AKP’nin tüm gücüne rağmen bu işi ordunun onayı olmadan yaptığı düşünülemez. İşin tam doğrusunu ifade etmek gerekirse, AKP, tam da gücü sayesinde, ordunun bu kontrgerilla yapılanmasına yönelik sınırlı bir operasyonu kabullenmesini sağlayabilmiştir. Bunda ordunun genelde yıpranmış olmasının ve bu yıpranmada tam da çete tipi kontra örgütlenme ve faaliyetlerin önemli bir yer tutmasının elbette büyük payı vardır. Böylesi bir temizlik uzun vadede ordunun da işine gelmekte, onun imajını tazelemesine yardımcı olmaktadır. Ancak yine de genelkurmay başkanı her ihtimale karşı operasyonun sınırlı tutulması gerektiğine dair mesajını, hem de hiç ilgisiz bir vesileyle (Makedonya savunma bakanının ziyareti!), vermekte duraksamamıştır. “TSK suç örgütü değildir” diyerek genelde işin fazla uzun boylu tutulmaması, medyada fazla öne çıkarılmaması ve özelde de aktif görevdeki unsurlara

9


marksist tutum

taşırılmaması gerektiği mesajını vermiştir. Böylece bu alanda da AKP ile ordu arasında bir uzlaşma sağlanmış olduğunu söylemek mümkündür. Hükümetin temel sorunu, kendisini hedef alan bu tür yapılanmaların faaliyetlerini sona erdirmek ya da zararsız düzeye indirmektir. Kendi konumunu sarsıcı nitelikte olmadığı sürece, kontra faaliyet ve örgütlenmelerle burjuva hükümetlerin herhangi bir sorununun olamayacağı açıktır ve bu AKP hükümeti için de fazlasıyla geçerlidir. Bu tür karşı-devrimci melanet yuvası yapılanmaların asıl hedefi olan devrimciler, işçi sınıfı ve Kürt halkı söz konusu olduğunda ise, bıraktık kovuşturmayı, bunların haber konusu bile olması tesadüflere bağlı olmaktadır. Hükümet devlet aygıtı içinde hâlâ legal görevlerini sürdüren Ergenekon tipi örgütlenmelerin unsurlarına pek dokunmamakta, asıl olarak sivil, emekli, mafyöz unsurlara odaklanmaktadır. Bu arada hükümetin özellikle polis aygıtına toz kondurmadığı çok açıktır. Söz gelimi Hrant Dink cinayetinde parmağı olduğu açık olan polis görevlileri konusunda geleneksel devlet tutumundan farklı bir tutum sergilenmemektedir. Bu ve benzeri davalarda hukuki sürecin ilerleyişini tıkayan tek unsurun genelde AKP’ye karşıt bir duruşu olan yargı aygıtı olmadığı kesindir. Bu şartlar altında doğabilecek sonuçların, Susurluk’tan bu yana olanların belki en ilerisi olsa da, yükseklere çıkamayacağı besbellidir.

Medyadan yansıyanlar Geniş emekçi yığınların bilincinin çarpıtılması işini de şüphesiz medya yürütüyor. Bu bakımdan medyanın meseleye yaklaşımında öne çıkan yönleri deşifre etmek kaçınılmaz. Öncelikle AKP denetimindeki ya da onu destekleyen medyanın tutumu ile AKP’ye tavır alan cephenin tutumunun birbirinin zıddı olduğunu tespit edelim. AKP karşıtı medya (Doğan grubu, Cumhuriyet vb.) neredeyse tümüyle türban sorununa odaklanarak Ergenekon’u es geçmeyi tercih ederken, hükümet yanlısı medya da meseleyi esasen hükümeti hedef alan ve laiklik eksenli bir darbe girişimi ve cunta örgütlenmesi çerçevesinde işlemekte. Sanki bu tür karşı-devrimci kontra yapılanmaların tek işi ya da asıl işi bu imiş gibi. Böylece bu örgütlenmelerin varoluş sebebinin ve asıl hedefinin devrimciler, işçi sınıfı ve ezilen halklar olduğu gerçekliğinin üzeri örtülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye somutunda, bu kanlı aygıtın son çeyrek yüzyıllık asıl yoğunluk alanının Kürt ulusal hareketi ve devrimci hareket olduğunu ısrarla vurgulamak ve bu noktanın gözden kaçırılmasına fırsat vermemek gerekiyor. AKP karşıtı medyaya gelince. Türbanın burada bir örtü olarak kullanıldığını söyledik. Susurluk günleri ve sonrasında bu meselelerin üzerine gidiyormuş havası vermeye çalışan bu medyanın, şimdiki operasyonu pek kurcalamayan tutumu manidardır. Bunlar meselenin fazla büyütülmemesi ve halkta gereğinden fazla duyarlılık yaratılarak, olması gerekenin ötesinde bir teşhire mahal vermeme gay-

10

Mart 2008 • sayı: 36

Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur. retindedirler. Ordunun ve Kemalistlerin fazla yıpratılmaması gerekmektedir. Cumhuriyet gazetesinin bu konudaki tutumu son derece çarpıcıdır. Gazeteye atılan el bombaları sonrasında bu olayı bahane ederek ortalığı velveleye veren Cumhuriyet, olay sonrasında nedense bu işin peşini pek sürmemiştir. Şimdilerde ise, bu işi yapanların Ergenekon adıyla ifşa edilen karanlık Kuvvacı örgütlenmeler olduğu daha belirgin biçimde açığa çıkartılınca konuyu hepten unutmayı tercih etmiştir. Gazete adeta Ergenekon operasyonu hiç olmamış gibi davranmaktadır. Cumhuriyet demişken, sol hareketin bazı kesimlerinin tutumuna kısaca değinmenin yeridir. Solun Kemalizmle bulaşıklığı bir türlü atamamış kesimleri, bu operasyona ilişkin olarak kendilerini ele veren tuhaf bir tutum sergilemişlerdir. Bunların değerlendirme ve tutumlarında kendisini ortaya koyan temel yön, olayı genelde orduyu ve Kemalizmi aklayacak biçimde açıklama çabası olmuştur. Genel olarak Amerika ve hükümetin hedef tahtasına oturtulması kuşkusuz doğrudur, ama bununla sınırlı kalan bir tutum, ordunun odağında yer aldığı, işçi sınıfı ve Kürt halkının tescilli düşmanı karşı-devrimci melanet şebekelerinin gargaraya getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu gayreti devrimcilikle bağdaştırmak olanaksızdır. Aralarında şüphesiz ton farklılıkları olsa da, bu kesimler tüm eveleme gevelemelere rağmen küçük-burjuva ruhlarının derininde, son tahlilde “laik”, “çağdaş” ordunun, “dinci”, “gerici” hükümetten daha yeğ tutulması gerektiği hissine sahiptirler. Hükümetin MHP ile birlikte yaptığı son türban girişimi


Mart 2008 • sayı: 36

vesilesiyle bu yön daha da belirgin biçimde açığa çıkmıştır. Üniversiteye türbanlı kızların girmesiyle “laikliğin elden gittiği”, “şeriatın ayak seslerinin geldiği” hezeyanına kapılan bu küçük-burjuva ruhlar, kendilerini Kemalizmin kucağına bir çırpıda bırakabilmekte ve Marksizmle bağlarının ne denli iğreti olduğunu hazin biçimde ortaya koyabilmektedirler. Milliyetçiliklerini “yurtseverlik”, “ulusalcılık”, “vatanseverlik” sözcüklerinin arkasına sığınarak gizlemeye çalışanların, ulusalcı, vatansever vb. sıfatlar altındaki Kuvvacı kontralar karşısında düştükleri durumsa ayrıca ibret vericidir. Doğrusu AKP hükümetinin tarihsel bir hayrı olduysa, o da bu ülke solcularının, yedikleri tüm militarizm darbelerine ve 12 Eylül sonrasının acı gerçeği karşısında bu sorunu aşmış gibi görünmelerine rağmen, gerçekte Kemalizmin etki alanından kendilerini bir türlü kurtaramadıklarının ortaya çıkmasına gayri ihtiyari hizmet etmiş olmasıdır.

Kontra aygıtlar ancak devrimle temizlenir! Medya üzerinden devam edecek olursak, dikkat çekilecek birkaç önemli genel husus daha bulunuyor. Birincisi, her zaman olduğu gibi, medyanın meseleyi ele alırken, devletin gizli örgütlenmelerinin bu düzende ortadan kaldırılabileceği yönünde bir yanılsama yaratma çabasıdır. Bunlar bu tür örgütlenmeleri daha ziyade Soğuk Savaş bağlamına ve CIA merkezli uluslararası Gladio yapılanmasına indirgemekte, dolayısıyla Soğuk Savaşın bitmesi ve Avrupa’da yaşanan Gladio temizliği ile de bu yapılanmaların son bulduğunu iddia etmektedirler. Güya tek sorun bu örgütlenmenin Türkiye uzantısının bir türlü tam olarak temizlenmemiş oluşu ve bunların çeteleşmesidir! Bu kandırmacaya dair ve genelde devletin işçi hareketine ve devrimcilere karşı oluşturduğu gizli örgütlenmeler konusunda daha önce uzun boylu yazmış bulunuyoruz. (bkz. Levent Toprak, “Derin Devlet”, MT, Mart 2007) Bu tür örgütlenmelere ilişkin olarak “çete” kavramının kullanılması konusunda şunları demiştik: “Geniş bir kitleselliğe ulaşmış Kürt hareketine karşı yürütülen savaşta bu aygıt ve faaliyetleri olağanüstü ölçüde geniş ve sık bir hal aldı. Ama bir şey büyüdükçe saklaması zorlaşır. Bu olağanüstü şişme, beraberinde kontrol dışına çıkmayı ve ifşa olmayı getirdi. Böylece esas olarak 90’ların ortalarında yaşanan ve Susurluk’ta doruğa çıkan kısmi bir tasfiye ve iç rekabet süreci de yaşandı. İşte bu süreçte ‘derin devlet’i bu kontrol dışına çıkan ve genelde devletin maaşlı-bordrolu elemanı olmayan unsurlara indirgeyici nitelikte ‘çeteleşme’ kavramı ortaya atıldı. Nitekim ‘derin devletin varlığını kabul etti’ diye sunulan başbakanın tarifi de esasen ‘çeteleşmeye’ indirgeyici bir tarifti. Oysa ne ‘derin devlet’ çete faaliyetlerine indirgenebilir ne de çete faaliyetleri ‘derin devlet’ faaliyetinin olağandışı bir yüzüdür. Başta ABD olmak üzere çeteler (gangsterler) Türkiye’de ve dünyanın her yerinde ‘derin devlet’ faaliyetlerinin olağan bir branşıdır.

marksist tutum

Devletin yasadışı/gizli faaliyetleri olacaksa, bunun için devlet memuru olmayan ve pis işlere yatkın unsurların, yani suçla haşır neşir unsurların, canilerin kullanılması kaçınılmazdır. 20. yüzyıldaki birçok kitle katliamında hapishanelerdeki suçluların kullanılmış olması gerçeği bunu net bir şekilde gösterir.” (age) Daha genel bir sorun olarak, bu tür yapılanmaların kapitalizmde ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı hususunda ise, bu yapıların modern kapitalist devletin vazgeçilemez temel bir yönünü oluşturduğuna dikkat çekmiştik. “Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur. (…) Kapitalizm varlığını sürdürecekse, bir baskı aygıtı anlamında devlet hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli anlamda büyüyecek ve özellikle burjuva demokrasisi görüntüsü muhafaza edildiği müddetçe devlet daha da aysbergleşecek, su altındaki kısım genişleyecek, derinleşecektir.” (age) Geçen yıl tam da aynı günlerde yazdığımız bu satırlara bugün ekleyecek fazla söz bulunmuyor. Geriye yalnızca bugünkü sürece ilişkin somut gelişmeler bağlamında eklenecek birkaç söz var. Ergenekon operasyonu, aynı sınır ötesi askeri operasyon gibi, AKP ile ordu arasındaki mutabakata dayanmakta, bunu somutlamaktadır. Ancak bu uzlaşmanın bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceği belirsizdir. Çünkü bu uzlaşma, hem içinde kapışma öğesini barındırmaktadır, hem de bir mayınlı tarla üzerine inşa edilmiştir. Ergenekon operasyonuyla esas olarak hükümet kendisine yönelik bir tehdidi savuşturmayı başarmış ve statükocu odaklar karşısında konumunu sağlamlaştırmıştır. Bu bakımdan AKP şimdilik bu işten kazançlıdır. “Çetelerin üzerine giden kahraman hükümet” payesini kazanarak, bunu siyasi siciline geçirecektir. Ama hükümeti çok daha zorlu sınavlar beklemektedir ve hükümet bunun bilincindedir. Bu bakımdan zayıf düşeceği bir anda statüko güçlerine gafil avlanmamak için istikrarsızlaştırma operasyonlarının müstakbel unsurlarını şimdiden elinden geldiğince temizlemeye ya da etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak, AKP ve ordu arasındaki güç dengesinde yaşanan kaymalar ve oluşan yeni uzlaşma zemini üzerinde gerçekleşen Ergenekon operasyonuyla ıskartaya çıkarılacak yapılanma nihayetinde sınırlıdır ve başka türlü olması da beklenemez. Türkiye’nin çelişkileri, nispeten durmuş oturmuş Avrupa ülkelerinden çok daha keskindir ve bu coğrafyada başka türlüsü de olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman, bıraktık kapitalizmde asla mümkün olmayan tam bir temizliği, Avrupa’daki Gladio temizliği tarzı bir operasyon dahi olamaz. Bu kontra aygıtlar ancak bir devrimle temizlenir ve tekrar vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de demokrasi sorunu bir devrim sorunudur. 

11


Laiklik Kisvesine Bürünmüş Gericilik Selim Fuat

AKP

hükümetinin üniversitelerde türbana serbestlik tanınmasına yönelik girişimi, beklendiği gibi Kemalist kesimlerin “laiklik elden gidiyor” yaygarasını koparmasına yol açtı. Mecliste ve burjuva medyada, “özgürlük”çüler ile “istemezük”çüler birbirine girerken, akademisyenler de yayınladıkları bildiriler ve imza kampanyaları ile ideolojik mücadelenin kurmayları olarak tarafların arkasına geçtiler. Meselenin özünde yer alan güç ve ayrıcalık kavgasını gözlerden gizlemek için, “üniversitelerde özgürlük ortamının gereği olarak türbanın serbest bırakılması gerektiği” ya da “bilim yuvası olan üniversitelere dogmaların simgesi olan türbanın giremeyeceği” argümanlarını tekrar tekrar önümüze koyup, bunları “yememize” gayret gösterdiler. Bilimsel üretimin merkezi saydıkları üniversitelerine, öğrencilerin türbanla girmelerinin üniversitelerin niteliğine ters düşeceğini, uğraştıkları bilime halel getireceğini savunma uğraşındaki “istemezük”çü Kemalist akademisyenler, dinsel dogmalara karşı bilime sarılmamız gerektiğini salık veriyorlar. Ne var ki, kendileri de Kemalist dogmalardan bir an olsun vazgeçmiyorlar. Gidişattan dolayı ayrıcalıklarını kaybetme korkusu ile ortalığı ayağa kaldıran ve yasal düzenlemelere sonuna kadar ayak direyeceklerini açıklayan bu statükocu akademisyenler, modernliğin, bilimciliğin ve ilericiliğin bayraktarı kesiliyorlar. Geçen ay boyunca yürüyen tartışmalarda da bu tutumların örneklerini bol bol verdiler. Bunlardan yerbilimci Prof. Dr. Celal Şengör’ün, boş bulunan YÖK üyeliklerinden birine aday olarak gösterilmesi vesilesiyle Üniversiteler Arası Kurulun 219 üyesine yazdığı mektuptaki düşüncelerini ele almakta fayda var. Çünkü Şengör’ün rafine düşün-

12

celeri, bu kesimin düşünme biçimini ve çarpıtmalarını açık bir biçimde gözler önüne seriyor. Yaz aylarında Harp Akademilerinde verdiği konferansta “emirlerinize hazırım” diyerek komutanlara bağlılığını ifade etmiş, “özgür düşünceli” bir akademisyen olan Şengör mektubunda şöyle diyor: “Üniversitede dinin «şakırdatılması», bizzat üniversite kavramıyla çelişir. Dünyada katolik, protestan veya islâmi üniversitelerin olması veya üniversitelerin Orta Çağ’da dinsel kurumlardan türemiş olması bu gerçeği değiştiremez. Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir.” Dinin dogmalardan oluşması, bilimin esasının yanlışlanabilirlik olması, bilimle din arasındaki çelişki gibi genel doğrulardan bahseden Şengör, sonraki satırlarında bu genel doğruları keyfince, üniversitelere türbanla girilmesine karşı görüşlerine destek haline getiriyor: “Karşımıza dinin dogmalarını reddeden bilimi öğrenmek için geldiğini iddia ederken, o dogmalara bağlı olma sembolünden inatla vaz geçmeyenlerin bilimsel dürüstlük ve samimiyetine nasıl inanacağız? Akla açık bir ihanet olan bu davranışın temsilcilerini, aklın ve bilimin geliştiricisi olan üniversitelerimize nasıl alacağız? Böyle kişilere, öğrettiğimiz bilimi öğrendiklerine itimat ederek nasıl not veya diploma vereceğiz? Günün birinde öğrendiklerini, aklı ve bilimi ve dolayısıyla insan uygarlığını boğmak için kullanmayacaklarına nasıl güvenebileceğiz? … Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz


Mart 2008 • sayı: 36

Celal Şengör Batıdaki kurum ve yasaların işlerine gelen yönlerini taklit ederek hayata geçiren ve ülkede kapitalizmi var eden Kemalistler bu çabaları yüzünden kendilerini hep ilerici olarak görmüşlerdir. Taklit ettikleri Batılı yaşam tarzlarını, zevklerini ve en nihayet giysilerini de bu ilericiliklerinin bir göstergesi saymışlardır. Ne var ki, Batılılar gibi giyinip onların yaşam biçimlerini taklit etmenin ilericilik addedilmesi, ileri derecede bir aşağılık kompleksinin kendini ortaya koyması dışında bir anlam ifade etmemektedir.

marksist tutum

mümkün değildir. … Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcap ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız. Bu bizim tarihsel geleneklerimizden gelen hakkımız ve hem insanlığa hem de öğrencilerimize karşı görevimizdir.” “Dogmalarla bilim birlikte var olamaz” düşüncesinin arkasına sığınan Şengör, aslında, dini inancı olan gençlerin bilimi öğrenme hakkı yoktur demeye getiriyor. Oysa bu gerekçe doğru olsaydı, büyük çoğunluğunun ateist olmadığı aşikâr olan üniversite hocalarının tamamına yakınının da üniversite kapısından içeri alınmaması gerekirdi. Yine aynı mantıkla dindarlığı herkes tarafından bilinen Newton gibi bilim insanlarının yasalarının üniversitelerde okutulmaması gerekirdi herhalde. Elbette bilimsel çalışmaların yöntemine ya da içeriğine dinsel herhangi bir unsurun etkisi olmamalıdır. Ancak bu temel prensip dinsel inançlara pekâlâ sahip binlerce insanın bugüne kadar bilimsel faaliyette bulunmasına engel olmamıştır. Aslında Şengör de bu durumun farkındadır. Nitekim Ahmet Hakan’a gönderdiği mektubunda, aynı kürsüde çalıştığı Naci Görür’ün Nakşibendî olmasından ya da pek çok şey öğrendiğini söylediği bir başka arkadaşının Katolik olmasından gocunmadığını, aksine onlarla yaptığı bilimsel paylaşımdan dolayı mutlu olduğunu ifade etmektedir. Türban söz konusu olduğunda dogmalardan, akıldan ve eleştiriden bahseden Şengör gibilerin aklına ne hikmetse Yükseköğretim Kanununun 4. maddesinde sergilenen dogmatizme aynı gerekçelerle itiraz etmek gelmez. Bu maddeye göre Yükseköğrenimin amacı, “1. Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı; 2. Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan; 3. Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; 4. Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren” gençler yetiştirmektir. Dogmalara sözümona karşı olduklarını iddia eden Şengör gibi “bilim adamları”, Atatürk’ü eleştiren konuşmalar yaptığı için hapis cezasına çarptırılan, hatta bu yüzden düzenli

olarak, belirlenen bir psikiyatrla görüşmesi zorunlu tutulan bir profesöre layık görünenlere ses çıkarmayı aklının ucuna bile getirmezler. Oysa sorgulamayı akıllarının ucuna getirmedikleri yasa maddesi de, bu statükocu zatların kafası da en az itiraz ettikleri kesimler kadar dogmalarla doludur. Nitekim türbana “bilim sevdaları” yüzünden karşı çıkar gözüken bu türden akademisyenlerin bir kısmı Beyti Dost tarikatının yayınlarında yazarlık yapar, bir kısmı da derslerinde “termodinamiğin ikinci yasasına göre Atatürkçülüğün haklılığını” anlatır durur öğrencilerine!

Kendisini ilerici diye yutturan gericiler Mustafa Kemal önderliğinde bürokratik bir elit tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kurucu unsur olan ve kendisini devletin gerçek sahibi olarak algılayan bürokrasinin, önemli ayrıcalıklara sahip olduğu bir siyasal yapıyla bugüne gelmiştir. Ancak bu bürokrasinin kucağında büyüyen büyük burjuvazi bugün ulaştığı gelişme düzeyiyle artık bu vesayetten kurtulma arzusu ve ihtiyacı içerisindedir. Bu durumun yarattığı çatışmalar bugünün siyasetinde temel belirleyenlerdendir. Kurucu bürokrasi, TC’yi baştan itibaren kapitalist Batı ailesinin bir parçası haline getirmeyi hedefleyen Kemalist ideolojiyi benimsemiştir. Batıdaki kurum ve yasaların işlerine gelen yönlerini taklit ederek hayata geçiren ve ülkede kapitalizmi var eden Kemalistler bu çabaları yüzünden kendilerini hep ilerici olarak görmüşlerdir. Taklit ettikleri Batılı yaşam tarzlarını, zevklerini ve en nihayet giysilerini de bu ilericiliklerinin bir göstergesi saymışlardır. Ne var ki, Batılılar gibi giyinip onların yaşam biçimlerini taklit etmenin ilericilik addedilmesi, ileri derecede bir aşağılık kompleksinin kendini ortaya koyması dışında bir anlam ifade etmemektedir. Kemalizmin alâmet-i farikalarından olan ve bugün türban vesilesiyle elden gidiyor diye tartışılan “laiklik” de, uygulandığı haliyle, Kemalistler tarafından “ilericilik”lerinin bir unsuru olarak ortaya konmuştur. Oysa Türkiye’de, laiklik ilkesinin köklerinde, Avrupa’da Aydınlanma Çağında gerçekleşene benzer düşünsel ve sınıf mücadelelerine dayanan bir birikim değil, Batılılaşma projesi çerçevesinde gücünü perçinlemeye çalışan bir siyasi iktidarın ihtiyaçları vardır. Hilafetin ilgası ve laiklik

13


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

Bilimsel üretimin merkezi saydıkları üniversitelerine, öğrencilerin türban ile girmelerinin üniversitelerin niteliğine ters düşeceğini, uğraştıkları bilime halel getireceğini savunma uğraşındaki Kemalist akademisyenler, dinsel dogmalara karşı bilime sarılmamız gerektiğini salık veriyorlar. Ne var ki, kendileri de Kemalist dogmalardan bir an olsun vazgeçmiyorlar. ilkesinin benimsenmesi de, Mustafa Kemal’in I. Mecliste yer alan “dinci-hilafetçi” kesimle kozlarını paylaşmasının bir ürünüdür. Yani “laik” bir cumhuriyetin oluşturulması, Batılılaşma perspektifinin bir parçası olduğu kadar, Kemalist iktidara karşı Müslümanlık temelinde gelişen muhalefetin zeminini ortadan kaldırma hedefinin de bir aracıdır. Bu nedenle Türkiye’de laiklik “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde değil, dinin, daha doğrusu Sünni Müslümanlığın, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet denetimine sokulması şeklinde uygulanmıştır. Bu yüzden işçi sınıfının elden gitmesinden kaygı duyacağı bir laiklik uygulaması zaten söz konusu değildir. Ancak asker-sivil bürokrasinin devlet kuruculuğundan gelen imtiyazlarının elden gitmeye başlaması bir gerçekliktir. Bu yüzden her unsuruyla canhıraş bir biçimde mevcut ayrıcalıklarını koruyup kollama telaşına düşmüştür. Üniversitelerdeki “istemezük”çülerin de temel kaygısı aslında buradadır. Şurası bir gerçektir ki, bugün kapitalizmin yarattığı karanlığa ve baskıya karşı çıkmadan ilerici olabilmek mümkün değildir. Bu yüzden söz konusu kesimler hiçbir biçimde ilerici olarak görülemezler. Aksine, emeği ile geçinenleri boğan karanlık ve çürümüşlüğün devamını talep ettikleri için, onlar üzerindeki tahakkümlerini sürdürmek istedikleri için, anti-demokratik yasa ve uygulamalara ses çıkarmadıkları için, Kürt halkına karşı yürütülen savaşta var güçleriyle ezenlerin yanında yer aldıkları için gericidirler. Türban sorunu üzerinden koparılan fırtınalarda, konunun burjuva taraflarının savundukları argümanların onların savunucularının niyetlerinden ve çıkarlarından ayrı ele alınmaması gerekir. Aksi takdirde, özgürlükleri ya da bilimi ve laikliliği savunma adına burjuva taraflardan birinin çıkarları peşinde sürüklenmek kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün burjuvazinin üniversiteleri de, tıpkı kapitalist sistem gibi çürümüş ve gericileşmiştir. Bu yüzden üniversitelerin bugünkü mevcut niteliklerinin üzerinden atlayarak,

14

üniversitelerle ilgili, soyut özgürlük ve bilimsellik tartışmaları yapmak da anlamsızdır. İkiyüzlü AKP’nin, hele de faşist MHP’nin özgürlükçü düşünceyle hareket ettiğini söylemek gülünçtür. Her ikisinin de türban özgürlüğünü, kitlelerin dinsel inançlarını suiistimal etmek için kullandıkları aşikârdır. Bu zihniyetteki akademisyenlerin de, bıraktık genel anlamda özgürlükçü-demokrat bir dünya görüşünü savunmamalarını, yüksek öğrenim alanındaki özgürlükler konusundaki sicilleri bile demokratlıktan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Nitekim bu “özgürlük”çüler, üniversiteleri düzenin kışlaları haline getirenlere her daim sessiz kalmışlardır. 12 Eylül faşizminin eseri olan YÖK’ün şekillendirdiği üniversitelerde, bugüne kadar her türden özgürlüğü ayaklar altına alan uygulamalara karşı hiçbir zaman gerçek bir muhalefete katılmamış, solcu öğretim üyelerinin 1402 sayılı yasayla üniversitelerden atılmalarına ya da solcu öğrencilerin üniversitelerden uzaklaştırılmalarına sessiz kalmış bu zatların bugün özgürlükten bahsetmeleri, tam bir ikiyüzlülüktür. Hükümeti statükoculara karşı desteklemek üzere özgürlük sözcüğünü ağızlarına sakız eden bu zevatın yarın devrimci öğrencilerin soruşturmalarında yer almaktan ya da anti-demokratik uygulamalara destek veren senato kararlarının arkasında durmaktan kaçınmayacaklarını kestirmek zor değil. Bu ikiyüzlü “özgürlükçü”lerin tersine, tutarlı demokratlar olarak Marksistler, demokratik hak ve özgürlükleri en gelişmiş biçimleriyle savunmalarının yanı sıra, insanların dinsel inançlarından ötürü kamusal haklarından mahrum edilmesine de karşı çıkarlar. Tüm demokratik sorunlarda olduğu gibi bu sorunda da Marksistlerin görevi, soruna gözlerini kapamak veya burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmek değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü temelinde hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmektir. 


Kapitalist Ekonomide Kriz Çanları Utku Kızılok

K

apitalist ekonominin barometresi olan borsalar, özellikle 2007’nın ortalarından başlayarak ABD merkezli bir krizle dalgalanıyorlar. İlk önce Mortgage, yani kredili konut sisteminde kendini gösteren kriz, gelinen aşamada dünya ölçeğinde daha derin bir bunalıma doğru ilerlemektedir. Citigroup gibi dünyaca ünlü finans tekelleri peş peşe milyarlarca dolar zarar ettiklerini açıkladılar. Şu ana kadar Amerika ve Avrupa bankaları yaklaşık 150 milyar dolar zarar etmiş, onlarca ipotek bankası ve aracı kredi kurumu batmıştır. Kriz rüzgârlarının esmeye başladığı günden beri dünya borsaları ortalama %25 değer kaybetti. Yani borsalarda işlem gören şirketlerin hisse senetleri birkaç haftada 5-6 trilyon dolar gibi, muazzam ölçüde değer yitirdi. Krizin merkez üssü ABD’de inşaat sektörü %25 oranında küçüldü ve daha da küçüleceği öngörülüyor. Ancak bu daha başlangıçtır. Kredi mekanizması ve spekülatif borsa hareketleriyle şişirilen balon her an patlayabilir. Tam da bundan ötürüdür ki, emperyalist ülkelerin merkez bankaları ekonomiye suni teneffüs yapıyorlar. Geçen yazdan itibaren Amerika, Avrupa ve Japonya merkez bankaları bir taraftan batmakta olan bankaları kurtararak krizin derinleşmesinin önüne geçmeye ve öte taraftan da bankalara para pompalayarak onların likidite sorununu aşmaya çalışıyorlar. Nitekim bu temelde Amerikan merkez bankası (FED) son dalgalanmada da bankaları milyarlarca dolar fonladı ve kredi faizlerini 1,25 puan düzeyinde indirdi. Böylece FED son yedi ay içersinde kısa vadeli faizle-

ri %5,5’ten %3’e düşürmüş oldu. Derken Bush yönetimi ekonomiyi canlandırmak için 168 milyar dolarlık bir destek paketi açıkladı. 168 milyar dolarlık bu kamu harcamasıyla –belirli kurallar konarak vergi iadesi olarak kitlelere dağıtılacak ve böylece tüketim kışkırtılacak– ekonomi canlandırılmaya çalışılacak! Fakat bu meşakkatli çabanın kalıcı bir çare olacağını düşünmemek gerekiyor. Daha düne kadar piyasaların “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağını savunan, ekonomiye devlet müdahalesini ve Keynesciliği horlayan ve her derde deva neo-liberalizmi göklere çıkartan burjuvazi, şimdi devleti imdada çağırmaktadır. Elbette bu durum biz devrimci Marksistleri şaşırtmıyor. Çünkü her kriz döneminde, burjuvazi ve onun ideologları gerçeklerin üzerini örterek, sorunu olduğundan küçük göstererek ve düzenin çelişkili doğasını emekçi kitlelerin gözünden ırak tutarak pembe tablolar çizmeye devam ederler. Fakat mızrak çuvala sığmayınca da ekonomik sistemin kurallarının işletilmediğini ve yanlış iktisadi programlar uygulandığı için krizlerin meydana geldiğini ileri sürerler. Nitekim bugünkü krizin nedeni de “finansal kuralsızlık ve denetimsizlik” olarak gösterilmek isteniyor. Marx’ın deyimiyle, minareye kılıf arayanlar felâketin doğasını araştıracak yerde, “her şey kitabına uygun yapılsaydı bunalım patlak vermeyecekti” demektedirler. Bu nedenle ekonominin görece iyiye gittiği dönemlerde el üstünde tutulan iktisat politikaları, kriz anlarında çöpe atılabilmekte ve hatta tüm kötülüklerin müsebbibi olarak ilan edilebilmektedir. Dolayısıyla neo-liberalizmin gözden

15


marksist tutum

düşmesi ve Keynesciliğin yeniden burjuvazinin prensi katına yükselmesi pekâlâ mümkündür. Meselenin ideolojik boyutuna dikkat çekmek gerekiyor. Elif Çağlı’nın da değindiği üzere, iktisat bir bilim dalı değil burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. “Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir.”1 Kapitalizmin son 200 yıllık tarihi boyunca burjuva ideologlar, ekonominin krize girmesini önlemek ve sistemin sorunsuz bir şekilde yol almasını sağlamak için “yasalar” geliştirdiler. Keynes’ten Friedman’a kadar pek çok burjuva iktisatçı, her kriz öncesinde veyahut sonrasında “krizi önleyecek yasaları” keşfettiklerini ilan ettiler. Ancak her seferinde de kapitalizmin anarşik doğası, yol açtığı sarsıcı krizlerle bu “yasaları” boşa çıkardı. Meselâ 1929’da Amerikan burjuvazisi pembe tablolar çizerek “yeni bir çağ” başladığını, krizlerin üstesinden gelindiğini, işsizliğin ve yoksulluğun ortadan kalkacağını ve herkesin zenginleşeceğini iddia ediyordu. Lakin çok geçmeden kapitalizm tarihinin en büyük ve en şiddetli bunalımına sürüklendi; zenginlik düşleriyle aldatılan emekçi kitleler, muazzam bir işsizliğin ve sefaletin kucağına itilmekle kalmadılar, ilerleyen yıllarda savaş cephelerinde buldular kendilerini. Kapitalizmin son 200 yıllık tarihi boyunca burjuva ideologlar, ekonominin krize girmesini önlemek ve sistemin sorunsuz bir şekilde yol almasını sağlamak için “yasalar” geliştirdiler. Keynes’ten Friedman’a kadar pek çok burjuva iktisatçı, her kriz öncesinde veyahut sonrasında “krizi önleyecek yasaları” keşfettiklerini ilan ettiler. Ancak her seferinde de kapitalizmin anarşik doğası, yol açtığı sarsıcı krizlerle bu “yasaları” boşa çıkardı. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında kapitalist ekonomi bu kez tarihinin en büyük yükselişini yaşadı. Çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan devrim tehlikesinin savuşturulması ve ekonominin 20 yıllık canlı bir büyüme (boom) yaşamasıyla burjuvazi güven tazeledi. Bir kez daha burjuva ideologlar, kapitalizmin bu özel ve geçici dönemini genel yasa katına yükseltmeye çalıştılar. Nihayet sistem yerli yerine oturmuş, çürük yanlarını tespit etmiş ve krizin üstesinden gelecek mekanizmaları yaratarak güçlenmişti! Kapitalizmin sosyalizmden üstünlüğünü ve ebediliğini pazarlamanın adı bu kez Keynesci politikalardı. Piyasaların sihirli bir el gibi her şeyi düzenleyeceğini savunan klasik burjuva iktisadının aksine Keynescilik, piyasaların kendili-

16

Mart 2008 • sayı: 36

ğinden dengeye gelemeyeceğini ve “genel dengenin” sağlanabilmesi için devletin piyasalara müdahale etmesi gerektiğini söylüyordu. Bu politika temelinde kapitalist devletler, istihdam yaratmak ve tüketimi kışkırtmak için kamu harcamalarına hız verdiler. Kapitalist ekonominin büyük bir yükseliş kaydettiği savaş sonrası yıllarda Keynesci politikalara hız verilmiş ve o dönemde bir sorun da çıkmamıştı. Amma velâkin 1970’lere gelindiğinde ekonomik yükseliş durmaya ve kriz çanları bir kez daha çalmaya başladı. “Krizsiz kapitalizm” düşü kuran ve bunu işçi-emekçi kitlelere karşı ideolojik bir silaha dönüştüren burjuvazinin foyası bir kez daha ortaya çıkmıştı. Krizin günah keçisi tez zamanda bulundu: Keynescilik! Yeni dönemin parlayan yıldızı, Milton Friedman gibi iktisatçılar tarafından teorize edilen ve 1973’te faşist Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili’de laboratuar uygulaması başlatılan neo-liberal politikalardı. Bu dönemde Friedman ve çömezleri Pinochet’in ekonomik danışmanlığını yapıyordu. Burjuvazi 1976’da Friedman’a Nobel ödülü vererek onun nezdinde neo-liberalizmi taçlandırdı. Elbette neo-liberalizmin burjuva devletçilik anlayışına saldırmasının nedeni, silahlı bir aygıt olarak burjuva devleti küçültmek istemek değil –ki bu kapsamda devlet aygıtı daha da büyümüştür–, işçi sınıfının sosyal ve ekonomik kazanımlarına saldırabilmek için ideolojik bir temel oluşturmaktı. Böylece Keynesciliğin yerini, “kapitalist devletin, iktisadi devlet teşebbüslerinden ve eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgârlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan neoliberalizm aldı.”2 Fakat her şeye rağmen kapitalizm önceki dönemdeki gibi canlı bir büyüme kaydedemedi. Tersine, sistemin bünyesinde biriken sorunlar 1982 Latin Amerika borç kriziyle ve 1987’de New York borsasının çökmesiyle kendini dışa vurdu. 1990 dönemecinde dünya ekonomisi ciddi bir durgunluk ile karşı karşıya geldi. Bu sarsıntıyı ABD hafif sıyrıklarla atlatsa da, Avrupa ülkelerinin sanayi üretiminde büyük gerilemeler yaşandı; ağır bir darbe alan Japon ekonomisi ise o günden bu yana durgunlukla boğuşuyor. Kapitalizmin yeni prensi neo-liberalizm SSCB’nin çöküşüyle birlikte yeni bir itilim kazandı. Bu tarihsel dönemeç bir başka önemli gelişmeyle de çakıştı: internet, bilgisayar ve cep telefonu benzeri yeni teknolojiler sıçramalı bir şekilde yaygınlaştı. Üst üste oturan bu iki gelişmeyi burjuvazi, işçi sınıfına karşı yıkıcı bir ideolojik fırtınaya dönüştürdü. SSCB’nin çökmesiyle kapitalizmin ölümsüzlüğü tescillenmiş, tarihin sonu gelmiş ve sınıf mücadelesi bitmişti! Yeni teknolojik gelişmeler beraberinde “krizsiz kapitalizm” iksirini de yaratmıştı! Küreselleşme rüzgârlarının estiği, sermayenin yeni pazar ve yatırım alanlarına kavuştuğu bu dönemde, yeni teknolojiler kapitalizme nefes aldırdı. Ama yeni pazarlar, teknolojik gelişmeler ve işçi sınıfının ekonomik-sosyal kazanımlarına dönük neo-liberal


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum

saldırılar da sistemin biriken sorunlarına yanıt olamayacaktı. Nitekim sevinç fırtınaları sürerken, kriz, sistemin zayıf halkalarında limanlara vurmuştu bile: 1994’de “Meksika mucizesi” çöktü, 1997’de “Asya kaplanları” kediye dönüştü ve bunları 1998 Brezilya ve Rusya, 2001 Arjantin ve Türkiye krizleri izledi. Bu ülkelerde kriz patlak verdiğinde burjuva ideologların çarpıtmalarından biri de, krizleri adeta, işlerin kurallara uygun yapılmadığını söyledikleri azgelişmiş ülkelere özgüymüş gibi göstermekti. 2001’de Avrupa ve ABD’de kriz yaşanmaya başladığında ise bunun azgelişmiş ülkelerdeki krizlerin bir uzantısı olduğunu söyleyerek yine suçu azgelişmiş ülkelerin sırtına yıkmaya çalıştılar. Ancak bugün dünyaya yayılmakta olan krizin doğrudan ABD ve diğer emperyalist ülkeler merkezli bir kriz olduğu gözlerden saklanamayacak biçimde ortada olduğu için bu yalan da iyiden iyiye deşifre olmuştur.

Kriz mi? Asla! Lakin iyimseri ve kötümseriyle burjuva ideologlar, küresel düzeyde yaşanan çalkantıyı finansal bir krizle sınırlayarak, yaşanan krizi olduğundan hafif göstermeye çalışıyor ve genel anlamda kriz sözcüğünü hâşâ ağızlarına almıyorlar. Alanlar ise, krizden ziyade resesyon sözcüğünü kullanmayı tercih ediyorlar ve esasında bunu krize karşı bir kavram olarak kullanıyorlar. Ne var ki, krizlerle yol alan kapitalizmin çelişkili doğasının bu şekilde üzerinin örtülmesi pek mümkün değildir. Elif Çağlı, burjuva iktisatçıların ideolojik çarpıtmalarına karşı şu uyarıda bulunuyor: “çevrimin hızlanma evresini yükseliş, refah veya boom kavramlarıyla nitelemek; kriz evresi için buhran, bunalım, çöküntü, depresyon vb. sözcüklerini kullanmak konunun özünde hiçbir değişiklik yaratmayacaktır. Kaldı ki Batı dillerindeki sözcüklerin Türkçeye çevirisi sırasında da çeşitlemeler söz konusudur. Örneğin depresyon’un sözlük karşılığında kriz, durgunluk kavramlarını bulacağınız gibi, resesyon sözcüğü için de aynı kavramlarla karşı karşıya gelirsiniz.”3 Krizin bir finansal kriz olarak kendini dışa vurmasında ise, şaşıracak bir yön yoktur. Zira gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk başta para ve kredi bunalımı gibi görünebilir. Dolayısıyla ABD ekonomisinin krize girdiği ve dünya ekonomisini de etkilemeye başladığını söylemek abartı olmayacaktır. Diğer sorunların yanında, ABD’nin bütçe ve cari açığı yüz milyarlarca dolara ulaşmıştır ve dolar gücünü kaybetmektedir. Amerikan ekonomisinde 2007’nin ilk 9 ayında %4,9 olan büyüme oranı, son çeyrekte keskin bir düşüş yaşayarak %0,6 düzeyinde kaldı. Öngörülere göre bu ve gelecek yıl ABD ekonomisi ya büyümeyecek ya da olası büyüme sistemin çarklarını döndürmeye yeterli olmayacak. Her ne kadar burjuva ideologların bir kesimi krizi karartmaya çalışarak yaşananları “geçici bir çalkantı” olarak tanımlıyorsa da, meselenin aslı öyle değildir. Meselenin ciddiyetini kavramış olan kapitalistler ya da iktisatçı unva-

nını taşıyan ideologlar, boş iyimserlikle krizin üstesinden gelinemeyeceğini ileri sürüyorlar. Uluslararası sermayenin en yetkili temsilcilerinden biri olan IMF başkanının şu açıklaması çarpıcıdır: “ABD’deki yavaşlama hem önemli olacak hem de bir süre devam edecek.” Şu sözler ise FED’in eski başkanı Greenspan’e ait: “Şu an itibariyle ABD’nin büyümesi sıfırda, toparlanma her zamankinden fazla zaman alabilir.” Dünyaca ünlü kapitalist Soros’un açıklamaları daha bir çarpıcı: “Bugünkü kriz daha önceki, 4 ile 10 yıllık devreler halinde yaşanan krizlere bazı açılardan benziyor. Ancak çok derin bir fark da var: Bugünkü kriz uluslararası rezerv para olan dolara dayalı bir kredi genişleme döneminin sonunu vurguluyor. Bu 60 yıldan fazla süren bir süper büyümenin sonunda oluşan bir krizdir.”4 ABD ekonomisinin durgunluğa girmesi, buna mukabil dünya ekonomisinin bağımsız bir çizgi izleyerek bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Nitekim IMF, krizin tüm dünyayı etkisine aldığını ve ekonomik büyümenin küresel düzeyde yavaşlayacağını açıkladı. IMF başkanına göre ABD’deki çalkantı Avrupa’da daha fazla hissedilecek ve gelişmekte olan ülke ekonomileri krizden muaf olmayacak. Zira yaşananlar global bir çözüm gerektiren global bir sorun haline gelmiş bulunuyor.5 Tam da bu noktada, decoupling denilen teze değinmek gerekiyor. Kendilerine “iyimserler” lakabını takan bir kesim burjuva iktisatçı, dünya ekonomisinin bir decoupling –ayrışma ya da uzaklaşma– yaşadığını ve bundan ötürü krize girmeyeceğini ileri sürüyor. Bunlara göre, Çin ve Hindistan sanayi malı, Brezilya hammadde ve Rusya enerji ürettiği için, Amerika ve Avrupa ekonomilerinden ayrılıyorlar. Amerika ve Avrupa’daki ekonomik durgunluk, bir nevi gayri resmi bir blok oluşturan bu ülkeleri etkilememektedir; dolayı-

17


marksist tutum

sıyla bu dört ülke ekonomisi büyüyerek dünya ekonomisinin çarklarını döndürebilecektir! Lakin bu sav baştan sona keyfi ve tutarsızdır. Birincisi, biraz yukarıda vurguladığımız üzere kapitalizm organik bir dünya ekonomisi yaratmış ve tüm ülkeleri binbir türlü iple birbirine bağlamıştır. İkincisi, tam da bu gelişmenin bir sonucu olarak, kurtarıcı olarak sunulan Çin ekonomisi, ABD ekonomisiyle iç içe geçmiştir. Bu iç içe geçmenin tablosu şudur: Çin’deki sermaye yatırımlarının önemli bir bölümü Amerika ve Avrupa tekelleri tarafından yapılmış bulunuyor. Fakat daha önemlisi Çin, milyarlarca dolarlık ihracatının %21’ini ABD’ye, %18’ini ise AB ülkelerine yapmaktadır. İthalatının %40’ını ise Japonya, Kore ve diğer Güney Asya ülkelerinden karşılamaktadır. Yani ekonomiler ayrışmak ne kelime, tersine, alabildiğine birbirlerine bağlı hale gelmişlerdir. Çin merkez bankası başkanının “eğer ABD tüketimi aşağı çekerse, bu bizim için kötü haberdir” demesi oldukça anlamlıdır. Zira sefalet ücretine talim eden Çinli işçilerin satın alma gücü oldukça düşüktür: iç pazarın tüketim kapasitesi %44 civarındadır. Dolayısıyla ABD ve Avrupa pazarlarında yaşanacak bir daralma Çin ile birlikte tüm ekonomileri de derinden etkileyecektir. Gerçekten de emperyalist merkezleri etkilemeye başlayan kriz, 1973-75 ekonomik buhranından sonra yaşanan en derin kriz olmaya adaydır. Bunun belli başlı üç nedeni vardır: birincisi, SSCB’nin çökmesinin ardından bu bloktaki ülkelerin de emperyalist sisteme entegre olması, yani kelimenin tam anlamıyla kapitalist bir dünya ekonomisinin ortaya çıkması ve sermayenin uluslararası düzeyde daha akışkan bir nitelik kazanarak daha da giriftleşmesidir. Dolayısıyla kriz emperyalistkapitalist organizmanın çeperlerinde bile yaşansa, etkisini hızla dünya borsalarında göstermektedir. Bir diğer nedeni, bu seferki krizin kaynağı dünya ekonomisinin dörtte birini temsil eden Amerikan ekonomisidir. ABD merkezli bir kriz, periferide yaşanan sarsıntılardan farklı olarak tüm dünya ekonomisini etkisine alacak ve yıkıma sürükleyecek potansiyele sahiptir. Nihayetinde bırakın Amerikan ekonomisinin krize girmesini, bu olasılık bile dünya borsalarını sallamaya yetmektedir. Üçüncü nedeni ise, yapay mekanizmalarla hafifletilen daha önceki krizlerin çözemediği sorunların sürekli olarak ve katlamalı şekilde bir sonraki krize devrediliyor oluşudur. Bugünkü krizin daha berrak kavranabilmesi için kredi mekanizması ve kriz arasındaki ilişkiye de değinmek gere-

18

Mart 2008 • sayı: 36

kiyor. Bankacılık ve kredi mekanizması, kapitalist üretimi kendi sınırlarının ötesine itmede ve krizi ertelemede muazzam bir araca dönüşmüştür. Bankaların elinde biriken para-sermaye kredi sistemiyle kapitalistlere aktarılır ve bu sayede büyük ölçekli yatırımların yapılması mümkün hale gelir, yeniden üretim süreci hızlanır. Pazarların canlanmasıyla pek çok irili ufaklı yatırımcı, yeni krediler alarak yeni yatırımlar yapmaya girişir. Ancak kapitalist aşırı-üretim tez zamanda kapıyı çalar. Kapitalistler, genişleyen ürün kitlesi ile emekçi yığınların sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin pazara getirdiği kaçınılmaz engelleri, çeşitli tüketici kredileriyle aşmaya çalışırlar. Özellikle de 1990’lardan beri tüm ülkelerde tüketici kredileri hayli teşvik edilmektedir. Böylece satın alma gücü son derece sınırlı olan işçi-emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilir. Ekonomik büyümeyle birlikte borsada işlem gören şirketlerin hisse senetleri değerlenir ve borsa değer kazanarak yükselişe geçer. Borsadaki bu yükseliş bir noktadan sonra ayakların yerden kesilmesine, gerçekliğin kaybolmasına ve spekülasyonun başını alıp gitmesine neden olur. Sanki büyüme ilânihaye devam edecekmiş gibi, borsa değerlenmeye, yeni krediler verilmeye ve ağızları sulandıran spekülatif kâr –oysa üretim alanında karşılığı yoktur– üzerinden yeni hamleler yapılmaya devam eder. Ancak bu durumun ilelebet sürmesi mümkün değildir. Nihayetinde şişirilen balon patlar ve Marx’ın deyimiyle “belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”6 İşte bugün ABD ekonomisinde kendini finansal kriz biçiminde dışa vuran şey de, böylesi bir krizin başlangıcıdır. Mortgage sisteminin çökmesi tüm dünya borsalarını etkisi altına almış, geri dönmeyen krediler yüzünden onlarca banka ve ipotek şirketi batmış ve kriz diğer sektörlere sıçramaya başlamıştır. Güvensizlik kredilerin kesilmesine, kredi ile alış-veriş yapılamamasına, nakit paraya olan ihtiyacın artmasına ve tüketimin yavaşlamasına yol açtığı için; 2007’nin yazından beri emperyalist ülkelerin merkez bankaları bir taraftan batan bankaları kurtararak ve öte taraftan da faizleri düşürerek para pompalayarak piyasayı canlandırmaya ve krizin derinleşmesinin önüne geçmeye çalışıyorlar. FED’in faizleri düşürerek bankaların devletten düşük faiz-


Mart 2008 • sayı: 36

lerle kredi almasını kolaylaştıran operasyonunun ve Bush’un kamu harcamalarını artırma paketinin hedefi de krizi ertelemeye dönüktür. Ancak krizlerin kredi sistemi sayesinde ve bu tür enflasyonist politikalarla ertelenmesi hem kriz periyotlarının arasını kısaltmakta hem de sonraki krizlerin şiddetini artırmaktadır. Krizin nasıl seyredeceğini bugünden kestirmek güçtür. Ancak kesin olan şudur: dünya kapitalist sistemi genel bir bunalım içindedir ve bu bunalım gerek emperyalist savaş biçiminde gerekse ekonomik krizlerle kendini dışa vurmaktadır. İçine girdiğimiz dönem genel bir krizle karakterize olmaktadır. Elbette bu süreç, ekonomik alanda mutlak ve kesintisiz bir inişi temsil etmiyor. Arada bir toparlanma merhalelerinin de olmasını beklemek gerekiyor. Amma velâkin kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisi aşağıya doğrudur. İşte aralarda yaşanacak ekonomik büyümeler ve peşi sıra gelecek düşüşler de bu eğri çizgisinin üzerine oturacaktır. Böylesi süreçlerde yaşanacak ekonomik büyüme cılız ve kısa ömürlü olurken, ekonomik durgunluklar daha uzun ömürlü olur. Bu dönemin ekonomik yükselişleri kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisini yukarıya çevirecek derecede güçlü değildir. Nitekim 1970’lerden beri süren genel yavaşlama içinde yaşanan ekonomik boomlar –ki bunların en önemlisi özgün bir durum olarak SSCB’nin çöküşünü takip eden ve yeni teknolojilerin gelişerek yaygınlaştığı 1990’lardaki boomdu– süreci geri çevirememiştir.

Faturayı burjuvaziye ödetelim! Ekonomik kriz, yürüyen emperyalist savaşın temposunu doğrudan etkileyecektir. ABD emperyalizmi uzun bir dönemdir var gücüyle krizi ertelemeye çalışıyor. Gerek 1990’da gerekse 2000-2001’de Amerikan ekonomisi resesyonla karşı karşıya geldi. İşte 1990’daki ve 2003’teki iki Irak savaşının önemli bir nedeni de ekonominin resesyondan çıkmasını sağlamaktı. Her iki savaş da Amerikan ekonomisine taze kan verdi. Silah ve uzay teknolojileri ve bunlara bağlı diğer sektörlerde üretim hızlandı ve tekeller büyük kârlar elde ettiler. Bu durum genel olarak iç pazarın da canlanmasına ve ekonomik durgunluğun ertelenmesine yol açtı. Lakin tüm çabalara rağmen ABD ekonomisi derdine derman olacak nitelikte bir yükseliş kaydedemedi. Dolayısıyla bugünkü çabaların da krizi ertelemeye yetmeyeceği açıktır. Bu durumda, emperyalist savaşın yeni cephelerinin açılması ve savaşın temposunun hızlanması beklenmelidir. Bu noktada Türkiye ekonomisine de değinmek gerekiyor. Bazı aklıevvel burjuva ideologları ve hatta AKP hükümeti, dünyayı etkisine alan krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini iddia ediyorlar. Oysa bu düpedüz yalandır. Zira IMF bile, ekonomik krizden hiçbir ülkenin muaf olamayacağını açıklamış bulunuyor. Kaldı ki, Türkiye ekonomisindeki canlılığın esas nedeninin yüksek faiz karşılığında gelen sı-

marksist tutum

cak para olduğu bilinmektedir. Öyle ki bu sıcak para borsanın %70’ini oluşturmaktadır. Her ne kadar ekonominin sıcak paranın çekip gitmesiyle etkilenmeyeceği ve canlılığını kaybetmeyeceği söyleniyorsa da, bu doğru değildir. Türkiye’nin dış borcu 250 milyar doları geçmiş bulunuyor. Dolar yükseldiği takdirde, aşırı değerlenmiş Türk lirasının perdelediği dış borç yükü daha da ağırlaşacaktır. Bunun yanı sıra, bütçe açığı artıyor ve cari açık da 35 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. Dünya ekonomisindeki krizin derinleştiği ve sıcak paranın ülkeyi terk ettiği bir ortamda Türkiye ekonomisinin ayakta kalacağını düşünmek saçmalık olur. Nitekim geçtiğimiz günlerde cumhurbaşkanı Gül’ün Ortadoğu turuna çıkmasının nedeni, yaklaşık 2 trilyona varan Arap fonlarının bir kısmını Türkiye’ye çekmekti. Her krizde, kapitalistler sınıfı krizin acı faturasını emekçi sınıflara ödetirler. Ekonomik çöküşlerin işçi-emekçi kitleleri nasıl da işsizliğe, açlık ve yoksulluğa ve hastalıkların kucağına terk ettiğini tarihten biliyoruz. Daha şimdiden Birleşmiş Milletler küresel ekonominin içine girdiği durgunluktan ötürü 5 milyon işçinin işini kaybederek işsizler ordusuna katılacağını açıklamış bulunuyor. Uzun bir dönemdir neo-liberal saldırılarla işçi sınıfının kazanılmış haklarını gasp eden burjuvazi, ekonomik krizin ve emperyalist savaşın derinleşmesiyle elde avuçta kalana da el koymaya girişecektir. Açlık ve yoksulluğu, emekçi kitlelerin cephelere birbirlerini boğazlaması için gönderilmesi tamamlayacaktır. Türkiye işçi-emekçi kitleleri de bu savaş cehenneminden uzak kalamayacaktır. Bir taraftan Kürt halkına karşı haksız bir savaş yürüten Türkiye burjuvazisi, beri taraftan bu savaşla Ortadoğu’ya dönük emperyal emellerini hayata geçirmek istemektedir. Önümüzdeki süreç, gerçekten de büyük altüst oluşlara gebedir. Ancak bu altüst oluşun sınıf mücadelesinin yükselmesini ve devrimci durumların ortaya çıkmasını içerdiğini de unutmamak gerekiyor. Savaşın nasıl gelişeceğini tayin edecek olan temel etmen kesinlikle sınıf mücadelesidir. Eğer işçi sınıfı uluslararası düzeyde örgütlü bir güç olarak ayağa kalkarsa, kapitalizmin bunalımına devrimci bir cevap verir ve savaştan bir işçi devrimi doğar. Aksi takdirde kapitalizmin bunalımının bir ifadesi olan mevcut emperyalist savaş çok daha yıkıcı bir hal alabilir. Tarih buna şahittir ve içinden geçtiğimiz dönemde başka alternatif yoktur.  —–––––––––—––––––––– 1 Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.35-36 2 Elif Çağlı, age, s.57 3 Elif Çağlı, age, s. 15 4 Financial Times, 23 Ocak 2008 5 Referans, 14 Şubat 2008 6 Marx, Kapital, c.3, Sol Y., 1990, s.225

19


Davos Zirvesi ve “İnsancıl Kapitalizm” Kerem Dağlı

G

eçtiğimiz ayın sonlarına doğru, emperyalizmin temel kurumlarından biri haline gelmiş olan Dünya Ekonomik Forumu, İsviçre’nin Davos kasabasında toplandı. Dünyanın en büyük sermaye gruplarının ve devletlerinin temsilcileri katıldığından ve dünya ekonomisinin bütünsel olarak değerlendirildiği seminerlere veya konferanslara ev sahipliği yaptığından, bu toplantılar “Davos Zirvesi” olarak anılıyor. Bu yılki zirveye toplam 88 ülkeden 2 bin 500 kişi katıldı. Bunların 27’si devlet ve hükümet başkanı, geri kalanı ise çeşitli emperyalist örgütlerin veya tekellerin yöneticileri, uzmanlarıydı. Dünyanın en büyük 100 sermaye grubundan 74’ünün üst düzey yöneticileri de toplantıdaydı. Bu açıdan Davos Zirvelerini, dünya kapitalizminin gidişatının değerlendirildiği ve yeni döneme ilişkin perspektiflerin tartışıldığı toplantılar olarak tanımlayabiliriz. Dünya Ekonomik Forumunun faaliyetleri ve Davos toplantılarının işlevi salt ekonomik alanla sınırlı değildir. Kapitalist sistemde tüm ekonomi egemen burjuva sınıfın ihtiyaçlarına göre şekillendirildiğinden, ekonominin politikadan bağımsız olması da düşünülemez. Dünya Ekonomik Forumunun faaliyetleri de bu duruma iyi bir örnektir. Foruma ve Davos toplantılarına, ayrıca diğer bölgesel toplantılara, burjuvaların ve iktisatçıların yanı sıra çok sayıda devlet adamı, politikacı, akademisyen ve gazeteci de katılmaktadır. Bu yolla hem dünya kapitalizminin küresel ihtiyaçları ve durumu adeta bir “beyin fırtınası” eşliğinde değerlendirilmekte, hem de yürütülen tartışmalar sonucu alınan kararlar bizzat bu toplantılar esnasında burjuvazinin hizmetindeki politikacılara ve ideologlara empoze edilmektedir. Bu toplantıların, siyasetçilerin ve bürokratların burjuvazi önünde görücüye çıktığı yerler olduğu da sır değil. Devlet başkanlarından merkez bankaları yöneti-

20

cilerine kadar pek çok önemli kademede görev alacak bu şahıslar, buralarda kendilerini göstererek adeta dünya burjuvazisinden icazet alıyorlar.

“Çakkıdı çakkıdı” Davos zirvesi Bu yılki Davos zirvesi Türk medyasında Kenan Doğulu’nun şarkılarıyla yer buldu, çünkü zirvenin açılışındaki galanın organizatörlüğünü Türk şirketler üstlenmişti ve gecede yine Türk şarkıcılar yer almıştı. Burjuva medya bu olayı olabildiğince şişirerek bir magazin haberi tadında verse de, zirvenin gündeminde yer alan konular hiç de öyle magazinel mevzular değildi. Zirveye katılan burjuvaların ve onların çeşitli düzeydeki temsilcilerinin keyfinin pek yerinde olmadığı da, tartışılan konuların içeriğinden belli oluyordu. Son on yıldır Davos toplantılarının gündemini ağırlıklı olarak, dünya kapitalizmini tehdit eden kriz, küreselleşmenin ve neo-liberal ekonomi politikalarının yol açtığı sosyal yıkımlar, dünya çapında gittikçe artan işsizlik ve yoksulluk, yerküreyi ciddi boyutlarda etkilemeye başlayan çevre sorunları ve hiç kuşkusuz emperyalist savaş oluşturuyor. Bunun anlamı, kapitalizmin dünyayı içine soktuğu durumun, aklıselim burjuvaları yahut temsilcilerini bile tedirgin etmeye başladığıdır. Kendilerini dünyanın efendileri olarak gören bu burjuvalar, geleceklerinden ciddi ölçüde endişeleniyorlar ve bunda haksız oldukları da söylenemez. Forumun her yıl açıkladığı raporlarda yer alan ifadeler, oluşan korkunun açık kanıtlarıdır. 90’lı yıllara, “komünizmi yenmiş olmanın” verdiği özgüvenle, kapitalist sistemin krizler ve savaşlar gibi “arızalı yanları”ndan kurtulduğu propagandasıyla giren burjuvalar, ilerleyen yıllar içinde gerçek durumu artık gizleyemez hale geldiler. 11


Mart 2008 • sayı: 36

Eylül’den bu yana yaşanan gelişmeler, onları havalanmış oldukları göklerden yere indirmeye yetti. Dünya Ekonomik Forumunun yayınladığı Küresel Riskler 2008 raporu, hem yukarıda bahsettiğimiz duruma ilişkin manzarayı ortaya koyuyor hem de bu sorunlara geçmiştekinden farklı bir tarzda yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Diğer bir deyişle burjuvazinin en seçkin yöneticilerden, siyasetçilerden ve bilim insanlarından oluşan yaklaşık 100 kişilik bir gruba hazırlattığı rapor, dünya burjuvazisinin yakın ve uzak döneme ilişkin beklenti ve kaygılarını içeriyor. Davos zirvesinin öncesinde yayınlanan rapor, böylece zirvenin gündemini de belirlemiştir. Dünya kapitalizmini bekleyen tehditlerin değerlendirildiği raporda, 4 ana risk grubu belirtilmiş: sistematik finansal kriz, gıda güvenliği, tedarik zincirindeki kırılganlıklar ve enerji sorunu. Rapor birinci başlık altında, mali krizin ölçeğinin arttığını ve yapısal hale geldiğini, ABD ekonomisinde bir durgunluğun olası olduğunu ve Çin’deki büyümenin bunun küresel etkilerini azaltmaya yetmeyeceğini, mali piyasaların daha kırılgan hale geldiğini, mali sermaye gruplarının denetlenemediğini ve devletin denetiminin zorunlu hale geldiğini ifade ediyor. Bunun anlamı, emperyalist dünyanın egemenleri olan mali sermaye gruplarının hiçbir denetime tâbi olmadan fütursuzca sürdürdükleri yağma ve talan yüzünden, kapitalizmin ekonomik dengelerinin sarsılmaya başlaması ve ciddi bir mali kriz riskiyle yüz yüze gelinmiş olmasıdır. Bu yüzden de dünün liberalizm şampiyonu burjuva iktisatçıları, şimdi burjuva devleti tekrar göreve çağırarak duruma el atmasını istiyorlar. Aksi takdirde mali krizin, tüm dünya ekonomisini çöküşe sürükleyeceğinden korkuyorlar, ki geçtiğimiz yıl özellikle ABD ve İngiltere’de yaşanan “mortgage krizi” onların bu korkularını doğrulamaktadır. İkinci başlık altında dile getirilen korku ise, birçok temel yiyecek maddesinin fiyatlarında rekor düzeyde artışların yaşanması ve buna bağlı olarak küresel gıda rezervlerinin son 25 yıldaki en düşük seviyeye ulaşmış oluşundan kaynaklıdır. Artan nüfusa bağlı olarak ve bazı başka yan faktörler yüzünden gıda talebinin giderek artması karşısında, gıda üretiminin artmamasından kaynaklı olarak sosyal ve siyasal krizlerin yaşanabileceği, raporda belirtiliyor. Burjuvaların bu korkuları da yerindedir, çünkü milyarlarca insanı etkileyen işsizlik ve yoksulluk düşünüldüğünde, temel gıda maddelerine ulaşamayan insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu durumda da, burjuvaların “gıda ayaklanması” dedikleri isyanların ve toplumsal patlamaların artması kaçınılmazdır. Kapitalizm dünyayı o hale getirmiştir ki, üretici güçlerdeki muazzam gelişmelere ve üretim kapasitesine rağmen 1 milyardan fazla insan açlık çekmektedir. Gıda, tarım ve su kaynaklarına sahip olabilmek amacıyla devletler savaşa tutuşmaktadır. Ama burjuvaların derdi, aç insanların karınlarının doyması değil, ayaklanan kitlelerin kapitalist düzeni sarsacak devrimci kanallara akması riskidir. Burjuva düzen kendi kölelerini aç

marksist tutum

bırakırken, artan açlığın ve yoksulluğun sebebini “nüfus artışı”na bağlayacak denli de sahtekârdır. Üçüncü başlık altında ise, “ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelere bağlı olarak dünya ticaretinde yaşanan artışın, dünya ekonomisini mal ve hammadde dolaşımında meydana gelebilecek bir sarsıntıdan aşırı ölçüde etkilenebilir hale getirdiği, bunu engellemek ve olası risklere karşı önlem alabilmek için özel ve kamu sektörlerinin işbirliğine dayalı yeni bir düzenlemenin şart olduğu” söyleniyor. Uluslararası işbölümü temelinde tüm dünyayı “küresel bir köy” haline getirmiş ve tüm ulusal ekonomileri organik biçimde birbirine bağlamış olan emperyalist-kapitalist sistemin oluşturduğu zincirin herhangi bir halkasında yaşanacak kopma, doğal olarak yapının tamamını etkileyecektir. Bu, kapitalizmin kaçınamayacağı kaderidir. Yaşanan tüm büyük ölçekli ekonomik krizler bunu doğrulamıştır. Devletlerin bu alana el atıp, mal ve hammadde (yani meta) dolaşımını garanti altına almalarının istenmesi de, konu işçilerin hakları olduğunda “devletçiliği” yerden yere vurarak “serbest” piyasa ekonomisini göklere çıkaran burjuvaların sahtekârlıklarını ortaya koymaktadır. Son başlık olan enerji sorunu konusunda söylenenler, raporun önemli bölümlerinden birini oluşturuyor. Bu bölümde, enerji kaynaklarının kullanılabilirliğinin küresel ekonomi için anahtar konumda olduğu, ancak küresel ısınmanın da dikkate alınması gerektiği ifade edilerek, gelecek on yılda küresel enerji talebinin %37 artacağı ve bunun da ciddi ekonomik ve siyasal sıkıntılara yol açacağı belirtiliyor. Raporda açıkça ifade edilmese de, enerji kaynaklarına ve nakil hatlarının geçiş yollarına sahip olmak için verilen kavga, hegemonya yarışının önemli ayaklarından birisidir ve yürümekte olan emperyalist savaşın da temel sebeplerindendir. Halen en yaygın enerji kaynağı olan petrol fiyatlarındaki artış, petrol tekellerini sevindirse de, dünya kapitalizminin genelini olumsuz yönde etkiliyor. Dünyayı adım adım yok oluşa sürükleyen ve doğayı tahrip eden küresel ısınma üzerine söylenenler ise lafta kalmaya devam ediyor. Sözde çözüm olarak ortaya konulmuş olan Kyoto Protokolünü ise kimsenin taktığı yok, tüm kapitalist ülkeler ve uluslararası tekeller bildiğini okumaya devam ediyor. Raporun sonuç bölümünde ise, 2008 yılına siyasi ve ekonomik belirsizliklerin hâkim olacağı söylenerek, büyük ülkelerdeki hükümet değişikliklerinin ve Ortadoğu’daki belirsizliğin siyasi açıdan etkili olacağı, dünyanın sorunları çözme erkine sahip küresel bir “liderliğe” ihtiyaç duyduğu belirtiliyor. Bu sonuncu ifadeyi, gittikçe kızışan hegemonya kavgasının son bulmasına yönelik beyhude bir temenni olarak okumak gerekir. Fakat burjuvalar ne kadar isterse istesin, kapitalizm çelişkilerinden kurtulamaz. Sonuç bölümünde söylenenler raporun geri kalanıyla birlikte ele alındığında, bizzat burjuvaların kendilerinin, dünyanın gidişatı hakkında artan bir kaygı içinde olduklarını göstermektedir. Dünyanın genel manzarası da onların bu kaygı-

21


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

Davos zirvesine damgasını vuran, 62 milyar dolarlık kişisel servetiyle dünyanın sayılı burjuvalarından olan Bill Gates’in “yaratıcı kapitalizm” üzerine yaptığı konuşmasıydı. Microsoft’un patronu Bill Gates, bir yandan emekli olup kendini hayır işlerine adayacağını açıklarken diğer yandan da “yaratıcı kapitalizm” modeli sayesinde sistemin sorunlarından kurtulabileceğini, “insancıl bir kapitalizm”in yaratılabileceğini ve sistemin yoksulların yararına da işleyebileceğini iddia etti. Şirketi ve yatırımları kendisine saniyede 250 ve yılda 7,8 milyar dolar kazandırırken, Gates, insanların karşısına çıkıp, dünyanın iyiye gittiğini fakat bu iyileşmenin “yeterince hızlı ve herkes için” olmadığını söylüyordu.

larını fazlasıyla doğrular niteliktedir. Kapitalist sistemin akıl dışı ve kontrol edilemez doğası, dünyayı ve insanlığı bir kaosa doğru sürüklüyor.

“Yaratıcı kapitalizm” dedikleri… Raporun işaret ettiği hususlar Davos zirvesine de hâkimdi. Toplantı boyunca ekonomik durgunluğun ne kadar süreceği, petrol fiyatlarının daha ne kadar yükseleceği, ABD’nin yeni başkanının kim olacağı, 2008 yılında Ortadoğu’nun istikrara kavuşup kavuşmayacağı gibi konular tartışıldı. Ama zirveye damgasını vuran, 62 milyar dolarlık kişisel servetiyle dünyanın sayılı burjuvalarından olan Bill Gates’in “yaratıcı kapitalizm” üzerine yaptığı konuşmasıydı. Yazılım devi Microsoft’un patronu Bill Gates, bir yandan emekli olup kendini hayır işlerine adayacağını açıklarken diğer yandan da “yaratıcı kapitalizm” modeli sayesinde sistemin sorunlarından kurtulabileceğini, “insancıl bir kapitalizm”in yaratılabileceğini ve sistemin sadece zenginlerin değil, yoksulların yararına da işleyebileceğini iddia etti. Kapıda bekleyen sorunlar yüzünden soğuk terler döken burjuvaları oldukça ferahlatan bu konuşma, medya tarafından da bolca cilâlanıp parlatıldı ve kapitalizmin tedavi edilerek hastalıklarından kurtulabileceği düşüncesine örnek olarak sunuldu. Oysa konuşmasına “dünya daha iyiye doğru gidiyor” sözleriyle başlayan Gates’in yeni bir şey söylediği yoktu. Şirketi ve yatırımları kendisine saniyede 250 ve yılda 7,8 milyar dolar kazandırırken, Gates, insanların karşısına çıkıp, dünyanın iyiye gittiğini fakat bu iyileşmenin “yeterince hızlı ve herkes için” olmadığını söylüyordu. Televizyon kameralarının karşısında “şirketler, özellikle büyükler, ayrıcalıklarını daha iyi toplumlar yaratmak için kullanmalıdır” diye konuşuyor, sonra da internet devi Yahoo’yu yutmak için kıran kırana pazarlıklara girişi-

22

yor, bu hedef doğrultusunda 45 milyar doları gözden çıkardığını söylüyordu. Önerdiği “yaratıcı kapitalizm”in insanlığa yararı ise AIDS ve malarya gibi hastalıkların tedavisi için ayrılan 50 milyon dolarlık bir yardımla sınırlı kalıyordu, yani şirketinin 2,5 günlük kârıyla… Bill Gates, tekelleri, düşük gelirli kesimlere de (!) hizmet etmeye çağırıyor ve bunun zannedildiği kadar kârsız olmadığını, bu tür hizmetlerin sağlayacağı tanınmanın şirketin itibarını arttıracağını, bu yaklaşımın da müşterilerde ve çalışanlarda moral motivasyon yaratacağını, böylece dolaylı olarak şirkete kazanç sağlayacağını söylüyordu. Bu arada globalizme olan inancını da vurguluyordu. Ancak globalizmin, yani sermayenin artan uluslararasılaşmasının, “bazı” olumsuz etkileri de yok değildi. Bunu önlemenin yolu ise, iş dünyası, devletler ve kâr amacı gütmeyen kurumlar arasındaki artan işbirliğiydi. Kapitalizmi yoksulların yararına da işletmenin yöntemi ise, şirketlerin ileri teknoloji kullanarak daha ucuza üretim yapmaları ve yoksul insanlara ucuz mallar satmalarından ibaretti. “Yaratıcı kapitalizm” projesine örnek olarak da, kendi firması Microsoft’un ürettiği ucuz bilgisayarları Afrika’nın ve Hindistan’ın yoksul insanlarına satmasını, insanların bilgisayar ve internet kullanmayı öğrenmeleri için vakfı kanalıyla yürüttüğü yardım kampanyalarını gösteriyordu. Bu uygulamanın, aslında amme hizmeti olmayıp, geri bölgelerdeki milyonlarca insanın internete ve daha gelişmiş bilgisayarlara ihtiyaç hissetmesini sağlamaya ve bu doğrultuda büyük bir talep yaratmaya dönük olduğu elbette hiç dillendirilmiyordu. Oysa Gates’in gerçek niyeti kendi sözlerinde gizlidir: “Bugünün yoksulları yarının müşterileridir!” Konuşmasını “yaratıcı kapitalizm” için yeni projeler üretilmesi çağrısıyla bitiren Gates’in, burjuva medyada yarattığı heyecana şaşırmamak gerekir. Çünkü Gates, tüm olumsuzluklarına rağmen kapitalizmin halen en iyi sistem olduğunu ve her şeye rağmen dünyanın daha iyiye gittiği-


Mart 2008 • sayı: 36

ni söylüyor. Oysa “yaratıcı kapitalizm” çağrısı tüm göz alıcı ambalajına rağmen, özünde yoksulların isyanının önlenmesi, sisteme entegre edilmesi, bunun için kırıntılarla yemlenmesinden ibaret. Böylece sözümona “hem kâr yaratacak hem de dünyadaki eşitsizliklere çözüm olacak bir sistem” yaratılabilecek. Bunun için de yoksulların kapitalizme düşman olmamasının, onu sevmesini sağlamanın yolları bulunmalı. “Yoksa refah seviyesindeki uçurumdan dolayı giderek sıkışan kapitalizm” birgün kendilerine de dar gelecek. Bill Gates hiç utanmadan ve yüzü kızarmadan insancıllıktan, yoksulların yararından ve eşitlikten bahsetse de şirketi Microsoft 200 milyar dolarlık yazılım pazarının %90’ını elinde tutuyor. ABD’de anti-tekel yasalarından dolayı tazminat ödemeye mahkûm edildi ama Bush’un seçim kampanyasına yaptığı yüklü bağış sayesinde bundan kurtuldu. Avrupa’da aleyhinde kazanılmış iki dava var. 40 bine yakın çalışanı ve yüzden fazla ülkedeki şubeleriyle dev bir tekel olan şirket, Amerikan emperyalizminin McDonald’s ve Coca Cola benzeri sembollerinden biri haline gelmiş durumda. Tüm bu sahtekârlığa rağmen gerçekler ortadadır. Bu, bizlere, dünyanın mevcut durumunun sorumlusunun kapitalizm ve burjuva sınıfın bu sonu gelmez “yaratıcılığı” olduğunu gösteriyor. Kapitalizm sermaye sınıfı için yeni kâr alanları yaratırken, işçi ve emekçi sınıflar için daha fazla yoksulluk ve sefalet yaratıyor. Dünyanın içinde bulunduğu durumun, Dünya Ekonomik Forumu ve benzeri emperyalist örgütlerin çizdiği tablodan çok daha beter durumda olduğu kesin. Ancak onların kaygıları kendi çıkarlarının geleceğinin korunmasıyla ilgilidir, bizlerle değil. Bu yüzden de çözüm diye önerdikleri “yaratıcı kapitalizm” teranesiyle, değil “insancıl bir kapitalizm” yaratmak, işçiemekçi sınıfların derdini zerre kadar hafifletmek bile mümkün olamaz. Her şeyden önce doğası gereği kapitalizmin “insancıl” olması yani ifade edildiği haliyle söylersek, yoksullar yararına işlemesi mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistemde her şey sermaye sahibi sınıf olan burjuvazinin daha fazla kâr elde etmesi üzerine kuruludur. Sistemin hassasiyeti, milyarlarca insanın ihtiyaçları yerine bu kâr mekanizmasının işlemesine odaklıdır. Daha fazla kâr uğruna, tekeller çok ucuza ürettikleri malları fahiş fiyatlarla satmaktan geri durmaz, hatta fiyatı düşmesin diye insanlar açlıktan ölürken yiyecek maddeleri yakılarak yok edilir. Parası olmayan yığınlar, örneğin günde 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda olan 1,2 milyar insan, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz. Ancak sefalet içinde yüzen bu insan yığınlarının kapitalizm için bir değeri yoktur. Kapitalizm için insanın değeri, sermayeye katacağı değer, yani kapitaliste kazandıracağı kâr kadardır. Bunun için de sahip olduğu emek-gücünü kapitaliste satabilmesi yani onun hesabına ücretli köle olarak çalışabilmesi gerekir. Oysa özellikle kriz dönemlerinde ciddi boyutlara ulaşan yığınsal işsizlik

marksist tutum

yüzünden, işçi ve emekçi sınıflara mensup insanların önemli bir bölümü iş bulamaz. Böylece kıt kanaat geçinecek bir sefalet ücretinden bile mahrum kalırlar. İşsizlik ise tıpkı yoksulluk gibi kronik bir sorundur. Üretici güçlerdeki muazzam gelişmeler insanlığın yararına olabilecek pek çok olanak sunduğu halde, daha fazla kâr güdüsüyle işleyen kapitalizm altında bu gelişme işsizliğin ve yoksulluğun artmasına sebep olur. Gelişen teknoloji ve artan makineleşme sayesinde daha az işçiyle daha çok üretim yapabilir hale gelen kapitalistin ilk işi, emrindeki işçilerin bir kısmını işten çıkartmaktır. Maliyeti düşürüp kârı arttırmak uğruna insanlar işten çıkartılıp işsizliğin ve sefaletin kucağına itilir, iş sahibi işçiler ise daha düşük ücretle daha fazla çalışmak zorunda kalırlar, böylece onlar da yoksulluktan kurtulamazlar. İşçi daha çok ürettikçe daha yoksul hale gelir. Kapitalist ise artan sömürü sayesinde kârını arttırır ve sermayesini büyütür. Bu durum, bir yanda zenginliğin ve refahın diğer yanda da yoksulluğun ve sefaletin birikmesine yol açar. Zenginliği üretmesine rağmen açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilen işçi sınıfı toplumun çoğunluğunu oluştururken, hiçbir iş yapmadan oturan ve işçi sınıfını sömüren asalak burjuva sınıfı bir avuç insandan oluşuyor. Eşitsizlik ve sefalet arttıkça, burjuvazi, emrindeki devlet aygıtını kullanarak ezilen sınıfların üzerindeki baskıyı da arttırıyor. Sistem gittikçe daha anti-demokratik ve gerici bir nitelik kazanıyor. Yine de sadece baskı ve sindirme yoluyla milyarlarca insanın kontrol altında uzun süre tutulamayacağını burjuvazi de çok iyi bildiğinden, işçi ve emekçi sınıflar nezdinde oluşan öfkeyi ve tepkiyi biraz olsun azaltabilmek için çeşitli yollar ve yöntemler deniyor. Onları, daha iyisinin mümkün olmadığına, kapitalizme ait bu hastalıkların tedavi edilebilir olduğuna inandırmaya çalışıyor. İşte Bill Gates’in konuşmasının özü budur. Bir yandan sefalet içinde yüzen kitlelere bir parça kırıntı vermeleri için burjuvaları imana davet ediyor, diğer yandan da kitlelere kapitalizmden umudu kesmemelerini öğütlüyor. Uyanık bir burjuva olan Bill Gates’in önerileri, geçmişte zorlu mücadelelerle elde edilmiş olan sosyal hakların devlet tarafından sağlanması zorunluluğundan vazgeçilmesi ve burjuvazinin inayetine bırakılması üzerinedir. Böylece işçi sınıfının ücretinden yapılan kesintilerle ve yine işçi sınıfının cebinden zorla alınan vergilerle oluşan muazzam büyüklükteki fonlar, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda harcanacak, banka kurtarma operasyonlarında kullanılacak yahut kapitalistlere düşük faizli ve uzun vadeli krediler olarak verilecektir. Bunun karşılığında kapitalistler, işçilere gönüllerinden koptuğu kadar bir sadaka verirlerse ne mutlu insanlığa! Kapitalistlerin inayetine kaldığında işçi sınıfının halinin nice olduğunu dünyanın mevcut manzarası yeterince açık göstermektedir. Proletaryanın istediği sadaka değil yarattığı tüm zenginlik, insancıl bir kapitalizm değil sosyalist bir dünyadır! 

23


Enternasyo Menşevizmin Y Troçki’den Troçkizme Vaktiyle RSDİP içinde farklı eğilimler temelinde cereyan eden ayrışma Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle yol almış ve bu bölünme iki ayrı parti örgütlenmesiyle sonuçlanmıştı. Lenin ve yoldaşlarının çabası temelinde biçimlenen ve daha sonra Komünist Parti adını alan Bolşevik Parti, 1917 Ekim Devriminde gösterdiği başarılı önderlikle işçi sınıfının devrimci partisi olduğunu dosta düşmana kanıtladı. Bu durum o dönemde Enternasyonal örgütlenme alanında da olumlu yansımasını buldu ve Bolşeviklerin öncülüğünde işçi sınıfının Komünist Enternasyonali dünyaya gözlerini açtı. Menşevik Parti ise, 1914 yılında gerçekleşen çöküşten sonra artık burjuva sol eğilimin uluslararası bir örgütüne dönüşen II. Enternasyonale (Sosyal-Demokrat Enternasyonal) bağlılığını sürdürecekti. Öte yandan, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’in önderliğinde somutlanan bir bürokratlaşma-yozlaşma süreci neticesini vermiş ve ne yazık ki Sovyetler Birliği Komünist Partisi de olumlu Bolşevik özelliklerini yitirmişti. Dahası, içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrim neticesinde, Sovyetler Birliği bir işçi devleti olmaktan çıkmış ve egemen bürokrasinin devletine dönüşmüştü. Değişen bu koşullar altında, Stalin kliğinin bürokratik egemenliğine karşı Bolşevik çizginin yaşatılması için muhalefet bayrağını yükselten Troçki olmuştu. Stalinizmin Troçki’ye yağdırdığı haksız suçlamalar her ne olursa olsun, Troçki, örgütsel sorunlarda bir zamanlar sergilediği uzlaşmacı tutumların özeleştirisini yaparak 1917 Temmuzunda Bolşevik Partiye katılan ve Lenin’le birlikte Ekim Devrimine önderlik eden bir Bolşevik idi. Troçki ulaştığı bu olumlu pozisyonunu Stalinizme karşı yürüttüğü devrimci mücadele ile de sürdürecekti. Bu bakımdan, Troçki’nin

24

II. Dünya Savaşından sonra Troçki’nin takip Troçkizmin temsilcisi iddiasıyla yaşam sürdü yapılanma çıktı. Bu çevrelerin çoğunluğu birb temelinde IV. Enternasyonalin mirasını neredeys zaman içinde reformizme, oportünizme ve ree karşısında, Bolşevik-Menşevik ayrımının bir ke bizzat Troçkist hareket içinde yaşanmış old çabasıyla yapılanan Sol Muhalefet’in temsil ettiği parti çizgisi Leninist-Bolşevikler olarak adlandırılmayı da hak etmiş oluyordu. Keza Troçki’nin önderliğinde kurulan IV. Enternasyonal, Ekim Devriminin geleneğini, yani dünya devrimi hedefine bağlı devrimci enternasyonalizm geleneğini yaşatmak için girişilen bir örgütlenme çabasının ifadesiydi. Ne var ki, Stalinci bürokrasinin egemenliği altında yazılan resmi tarihte bu gerçeklerin üzeri örtülüp her şey tahrif edildi ve Troçki karşı-devrimci bir ajan olarak gösterilmeye çalışıldı. Günümüze dönelim ve önemli bir gerçekliğin altını çizerek devam edelim. Gerçekleri bu şekilde çarpıtanların en sonunda tarih tarafından affedilmeyeceği ve ne yapılırsa yapılsın mızrağın çuvala sığdırılamayacağı neredeyse şaşmaz bir kuraldır. Yine de resmi komünist hareketin günahları kim bilir kaç kuşaktan devrimcinin bilincini zehirlemiş ve onları esaslı çarpılmalara uğratmıştır. Örneğin Stalin’in başını çektiği ulusal kalkınmacı “devlet sosyalizmi” anlayışı, uzun yıllar boyunca dünya komünist hareketine egemen olan resmi çizginin saptırıcı etkisiyle, Leninci Bolşevik eğilimin pratikteki somutlanışı olarak algılanmıştır. Yine aynı nedenle, Troçki’nin savunduğu LeninistBolşevik çizgi ise en hafif ifadeyle II. Enternasyonal oportünizminin ya da Menşevizmin uzantısı telâkki edilmiştir. Oysa işin aslına bakılacak olursa, Stalinizmin egemenliğinde somutlanan sosyalizm ve siyaset anlayışı bir anlam-


onal Alanda Yansımaları /2 Elif Çağlı

pçileri pek çok bölünme yaşadılar ve ortaya ürmeye başlayan irili ufaklı pek çok örgütsel irleriyle tamamen küçük-burjuvaca didişmeler se yiyip tükettiler. Troçkist yapılanmaların çoğu, el politikerliğe dümen kırdı. Tüm bu gerçekler ez daha ve artık bu değişen koşullar temelinde uğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. da Rus Menşevizminin ve II. Enternasyonal oportünizminin yansımasıdır. Gerçekliğin bu şekilde yeniden ayakları üzerine oturtulması koşuluyla, ulaşılan bu tarihsel momentte dünya komünist hareketini temelde ikiye bölen devrimci ve reformist eğilimleri de Bolşevik ve Menşevik kavramlarıyla ifade etmek yanlış olmayacaktır. Fakat tarihsel süreç içinde yaşanan altüstlükler ve çarpılmalar bu noktada da kalmadı; yaşam tüm çelişki ve çatışmalarıyla hükmünü icra etmeye devam etti. Nitekim bu kez de, Troçki’nin hayat vermeye çalıştığı IV. Enternasyonal onun ölümünden sonra esaslı bir yozlaşma ve parçalanmaya maruz kaldı. Ek bir faktör olarak tam da bu noktada yeri geldiği için belirtelim. Troçki’nin pek çok devrimci açılımı ne denli önemli ve isabetliyse de, onun örgütsel deneyiminde her zaman aksayan bazı yönler mevcut oldu. Örgütsel alanda uzun yıllar devam eden hatalı konumlarından sıyrılıp nihayetinde Lenin önderliğindeki Bolşevikler arasına katılan Troçki, örgütsel sorunlar bağlamında hiçbir zaman Lenin gibi sağlam ve uzak görüşlü bir lider deneyimine ulaşamadı. İşte bu durumun getirdiği bazı aksaklıklar bir yana, IV. Enternasyonal zaten son derece elverişsiz koşullarda ve zayıf temellerde yaşama gözlerini açtı. Bu bakımdan IV. Enternasyonal’in, Troçki’nin sağlığında bile gerçek bir örgütsel inşa niteliği kazanmadığını ve Bolşevik çizgide bir örgütsel süreklilik potansiyeli taşımadığını söylemeliyiz.

Bu gibi gerçekler eşliğinde somutlanan kimi olumsuzluklar, Troçki’nin Stalinizm eliyle hunharca öldürülmesinden sonra büsbütün derinleşmiş ve IV. Enternasyonal adeta varlığını sona erdiren bir dağılma sürecine sürüklenmiştir. II. Dünya Savaşından sonra Troçki’nin takipçileri pek çok bölünme yaşadılar ve ortaya Troçkizmin temsilcisi iddiasıyla yaşam sürdürmeye başlayan irili ufaklı pek çok örgütsel yapılanma çıktı. Bu çevrelerin çoğunluğu birbirleriyle tamamen küçük-burjuvaca didişmeler temelinde IV. Enternasyonalin mirasını neredeyse yiyip tükettiler. Netice olarak IV. Enternasyonal ne yazık ki ideolojik-politik netliğini ve birliğini de koruyamadı. Troçki’nin temellerini attığı IV. Enternasyonal, Lenin’in temsil ettiği Komünist Enternasyonal’in takipçisi olan tarihsel-ideolojik bir birikim olarak dünden bugüne uzansa da, örgütsel-siyasal varlık olarak etkinliğini çoktan yitirdi. Ortaya çıkabilecek kimi olumlu istisnaları bir yana bırakarak özetle altını çizmemiz gerekir ki, Troçkizm Troçki’nin yaşatmaya çalıştığı Leninist-Bolşevik çizginin sadık bir takipçisi olamadı. Pek çok Troçkist çevre Troçki’ye bağlı kalmak adına onun bazı hatalı değerlendirmelerini (“yozlaşmış işçi devleti” gibi) dondurup şablonlaştırdı. Böylece bu çevreler, bürokrasili işçi devleti olamayacağını savunan Marksizmin özüyle çelişir hale geldiler. Daha da önemlisi, Troçki’nin Leninist-Bolşevik çizginin devrimci değerlerine (burjuva siyasetlerle bayrakların karıştırılmaması, Menşevizme taviz verilmemesi gibi) titizlikle sahip çıkılmasını öğütlediği kimi yaşamsal noktalarda genelde Troçkizm kendi liderine ihanet etti. Troçkist yapılanmaların çoğu, zaman içinde reformizme, oportünizme ve reel politikerliğe dümen kırdı. Tüm bu gerçekler karşısında, Bolşevik-Menşevik ayrımının bir kez daha ve artık bu değişen koşullar temelinde bizzat Troçkist hareket içinde yaşanmış olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.

25


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

Troçki’nin Leninist-Bolşevik çizginin devrimci değerlerine (burjuva siyasetlerle bayrakların karıştırılmaması, Menşevizme taviz verilmemesi gibi) titizlikle sahip çıkılmasını öğütlediği kimi yaşamsal noktalarda genelde Troçkizm kendi liderine ihanet etti. Troçkist yapılanmaların çoğu, zaman içinde reformizme, oportünizme ve reel politikerliğe dümen kırdı. Tüm bu gerçekler karşısında, Bolşevik-Menşevik ayrımının bir kez daha ve artık bu değişen koşullar temelinde bizzat Troçkist hareket içinde yaşanmış olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.

Somut bir örnek Menşevizm Troçkist hareket içinde bir hayli derin ve yaygın köklere sahiptir. En başta gelen örnek olarak IV. Enternasyonalin resmi temsilcisi olan Birleşik Sekreterya ve ölümüne dek onun başında bulunan Mandel’in siyasalörgütsel çizgisi hatırlanabilir. Mandel ve benzerleri Stalinist bürokrasilere abartılı ilerici roller atfederek veya Küba, Nikaragua örneklerinde olduğu gibi bazı ulusal kurtuluş devrimlerini gerçek proleter devrimler katına yükselterek pek çok önemli noktada Troçki’nin gerisine düştüler. Yıllar içinde daha da derinleşip ciddi hale gelen bu tür savrulmalar, teorik alanda işlenen ve mazur görülebilir hataların ürünü değildi. Bunlar, varolan olumsuz dünya koşullarına siyaseten çıkarcı biçimde uyum sağlamak üzere teorinin bilerek ve isteyerek feda edilmesiydi. IV. Enternasyonal Birleşik Sekreteryasının ve ondan kopsalar bile hemen hemen aynı yoldan yürümeye devam eden Troçkist çevrelerin siyasi tutumlarına damgasını basan sakatlıkların kaynağını bu şekilde açıklamak mümkündür. Troçkist çevreler arasında yaygın biçimde gözlemlenen savrulmaların yalnızca siyasal alanla sınırlı kalmadığı ve örgütsel sorunlardaki yaklaşımlara da Menşevik bakış açısının egemen olduğu açıktır. Antrizm taktiği örneğinde açıkça görüleceği üzere, Troçki’nin kimi yanlış örgütsel taktiklerinin Mandel ve benzeri takipçileri tarafından artık tamamen Bolşevizm dışına taşacak biçimde olgunlaştırılıp ayrı bir örgüt stratejisi düzeyinde biçimlendirildiğini söylemeliyiz. İngiliz İşçi Partisi ve benzeri sosyal-demokrat partilere fazladan önem verme gibi eğilimler, yanı sıra antrizm taktiği adına bu tür partilere adaptasyon, bu bağlamda en çok bilinen örnekler olarak sıralanabilir. Sonuçta özetle vurgulayacak olursak, Troçki’nin sahip çıkmaya çalıştığı Leninist-Bolşevik gelenekle onun epigonlarının sürdürdüğü Troçkizm arasındaki açı kabul edilemez ve de edilmemesi gereken düzeydedir. Bu gerçeklik, Stalinizmden kopan devrimcilerin neden aynı zamanda Troçkizmin yanlışlarına da prim vermemek zorunda ol-

26

duklarını açıklar. Evet, devrimci işçi mücadelesini güçlü kılabilmek için Stalinizmden devrimci Marksizm temelinde kopuş şarttır. Fakat Troçkizmin hatalarını görmezden gelip, bu sıfatı bir etiket gibi kuşanmanın da devrimci Marksist kabul edilmek için yeterli olamayacağı aynı kuvvetle sabittir. Tam da bu noktada değerlendirmemizi somut bir örnek üzerinden sürdürmek ufuk açıcı olacak. Örnek olarak daha önce bazı yaklaşımları Marksist Tutum sayfalarında eleştirilen bir Troçkist çevreyi, IMT (International Marxist Tendency – Uluslararası Marksist Eğilim) çevresini ele alabiliriz. IMT, bir zamanlar, Troçki sonrası IV. Enternasyonale yönelik olarak Troçkizmin kimi hatalı yönlerine karşı olumlu görünen bazı eleştirilerde bulunmuştu. Ne var ki son yıllarda IMT çevresinin sergilediği siyasal tutum ve yaklaşımlar, daha önceleri verilen olumlu izlenimlerin tersi yönünde hareket edildiğini ortaya koymaktadır. Özellikle de Ted Grant’ın önce ileri yaşı nedeniyle siyasi yaşamdaki rolünü yitirmesi ve daha sonra da ölümüyle birlikte IMT içindeki Menşevik yaklaşımlar büsbütün kabak çiçeği gibi açılıp serpilmiştir. Bu olumsuz gidişatın çarpıcı bir örneği olan Venezuela sorununda IMT’nin Chavez’e şakşakçı yaklaşımının, nicedir Marksist Tutum sayfalarında eleştirildiği hatırlanacaktır. Ama oportünizm genelde bir hata sorunu değildir ve IMT’nin tutumunda açıkça sergilendiği üzere oportünizmin durduğu yerde durması mümkün olamaz. Nitekim IMT de Chavez konusundaki yaklaşımları nedeniyle açıkça eleştirilmiş olmasına karşın, oportünizm ve Menşevizm yolunda büyük adımlarla yürümeyi sürdürmüştür. Atlanmaması gereken bir başka önemli nokta daha var. Oportünizm yolunu tutanlar, eleştiriler karşısında başları sıkıştığında sağ ve sol manevralar yapmaya her zaman büyük önem verirler. O nedenle oportünist ve Menşevik tutumlara daima reel-politikerlik eşlik eder. Ve bir reel-politikere ilkeler değil şu düstur yol gösterir: “Dün dündür, bugün bugün!” IMT ve benzeri çevrelere de bu gibi düsturların yol


Mart 2008 • sayı: 36

gösterdiği son derece açıktır. Örnekse, Chavez’in son referandum yenilgisinin ardından ibrenin tersine dönebileceği endişesiyle satır aralarına gerektiğinde zevahiri kurtaracak “devrimci” balans ayarları serpiştirilmiştir. O nedenle oportünist siyasi yaklaşımlar söz konusu olduğunda uyanıklığı elden bırakmamakta ve bu tür “balans ayarları”na aldanıp kanmamakta büyük yarar vardır. Hiçbir özeleştiri yapmaksızın değişen duruma göre uyanıkça yeni tutumlar belirlemek, günlük olaylardaki iniş çıkışlara adapte olmak ve küçük siyasi kazanç beklentileriyle işçi sınıfının temel çıkarlarını unutmak tüm oportünistlerin, tüm reel-politikerlerin, tüm Menşeviklerin ortak özelliğidir. IMT çevresinden A. Woods’un yazılarında örneklendiği üzere, Chavez’in yükselişinin prim yaptığı günlerde devrimci eleştirilere kulaklarını tıkayanların, şimdi günü kurtarmak üzere “Venezuela devrimi tehlikede” benzeri şeyler yazmaları hiç de inandırıcı değildir. Kaldı ki sorun Venezuela ve Chavez örneğiyle de sınırlı kalmamakta ve çalkantılı dünya koşullarının doğurduğu her bir yeni olay oportünizmin yüzünü bir kez daha göstermesine vesile olmaktadır. Son dönemde Benazir Butto suikastı dolayısıyla Pakistan’da gelişen durum ve Butto üzerine IMT çevresinin yaptığı değerlendirmeler, Menşevik ve oportünist yaklaşımlar konusunda bir kez daha ibret verici örnekler sergiliyor.

Şimdi de Pakistan mı? Türkiye’de bir zamanlar kendini sol gösteren ve “toprak işleyenin, su kullananındır” gibi sloganlar eşliğinde işçi-emekçi kitlelerin sosyalizm yönündeki beklentilerini istismar eden CHP ve lideri “Karaoğlan Ecevit” hatırlanacaktır. Bazı farklılıklar olsa bile bu örnek yine de PPP (Pakistan Halk Partisi) ve onun lideri Benazir Butto’nun kitlelerde yarattığı yanılsamalar hakkında kabaca bir fikir verir. Bu gibi örnekler karşısında devrimci Marksistlerin en temel görevinin ne olması gerektiği bellidir. Temel görev, sol parti izlenimleri vererek veya düzen değişikliği beklentileri yaratarak kitleleri aldatmayı başaran burjuva partiler ve liderler konusunda işçileri-emekçileri sabırla aydınlatmayı sürdürmektir. IMT’nin Venezuela örneği ile başlayıp Pakistan örneği ile pekişen Menşevik tutumu ise bunun tam tersini ortaya koyuyor. Benazir Butto’nun Pakistan’a dönmesinin hemen ardından Adam Pal imzasıyla yayınlanan 19 Ekim 2007 tarihli bir yazıda şöyle deniyor: “Kitleler kendi partilerinin –Pakistan’ın mazlum, ezilen, sindirilen, sömürülen milyonlarca emekçisinin partisi– liderini karşılamak için sokaklara döküldüler.” (In Defence of Marxism – IDOM) Kitle bilincindeki çarpılmalara karşı mücadele edecek yerde, PPP’yi kitlelere bir kez daha “kendi partileri”, “sömürülen milyonlarca emekçinin partisi” diye sunan bu anlayışın kitleleri baştanbaşa bir yanılsamalar okyanusuna sürükleyeceği açık değil midir? Fakat verdiğimiz örnekte,

marksist tutum

kendini mevcut yanılsamalara adapte etmekten siyasal çıkar uman bir zihniyet o kadar egemendir ki, aynı yazı şu sözlerle devam etmektedir: “Binlerce insan Butto’nun konuşma yapmasının beklendiği kürsünün önüne yığılmıştı. Kürsüye kalın harflerle ‘Ya Sosyalizm Ya Ölüm’ ve ‘Buttoizm Sosyalizmdir’ diye yazan pankartlar asılmıştı.” IMT’nin “Chavez sosyalizmi”nin ardından şimdi de “Butto sosyalizmi”ni parlatıp yutturmaya hazırlandığının tüm sinyalleri ortadadır. Nitekim Benazir’in bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından kaleme aldığı bir yazıda A. Woods, PPP’nin bir sosyalist parti olduğuna inanmamız için bakın nasıl dil dökmektedir: “PPP’nin kuruluş programında toplumun sosyalist dönüşümü hedefi yazılıdır. Bu program toprağın, bankaların ve sanayinin işçi denetimi altında devletleştirilmesini, sürekli ordunun bir işçi ve köylü milisiyle değiştirilmesini içermektedir. Bu fikirler doğru ve hâlâ ilk yazıldığı günlerdeki kadar geçerlidir.” Woods’un satırları şu sözlerle devam etmektedir: “Bazı sözde ‘solcular’ şöyle diyeceklerdir: Ama Butto’nun programı bir çıkış yolu sunamazdı. PPP içindeki Marksistler sosyalizm programı için –PPP’nin ilk programı için– savaşım veriyorlar.” (A. Woods, IDOM, 27 Aralık 2007) PPP gibi burjuva partiler içinde çalışmak söz konusu olduğunda, neticede kimin kimi kullandığı ya da kullanacağı, temel sorunu oluşturur. Bir hususun yanlış anlaşılmaması için daha baştan belirtelim. İşçi-emekçi kitleleri kucaklayan çeşitli kitle örgütlerinde, Marksistlerin tabanı

Kitle bilincindeki çarpılmalara karşı mücadele edecek yerde, PPP’yi kitlelere bir kez daha “kendi partileri”, “sömürülen milyonlarca emekçinin partisi” diye sunan anlayışın kitleleri baştanbaşa bir yanılsamalar okyanusuna sürükleyeceği açık değil midir?

27


marksist tutum

kendi görüşlerine kazanmak üzere sabırla çalışmak istemelerinde yanlış bir taraf yoktur. Fakat PPP herhangi bir kitle örgütü değil, işçi-emekçi yığınların daha adil bir düzen beklentisiyle peşine takıldıkları bir burjuva partisidir. Böyle bir partinin tabanında işçi ve emekçileri kazanmak üzere devrimci tarzda çalışmak misliyle dikkatli olmayı gerektirir. Kural, işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlülüğünü oluşturma hedefinden asla sapmaksızın ve tersine böyle bir örgütlülüğü güçlendirmek koşuluyla ve bayrakları karıştırmadan çalışmayı sürdürmektir. Bunun ötesinde, diyelim en ilerisinden bile olsa bir burjuva partisinin kitlelere sosyalist diye yutturulmaya çalışılması kabul edilemez. Ve de tuhaf bir antrizm taktiği adına burjuva işçi partilerinin kitleselliğine bir şemsiye gibi sığınılması, temel devrimci kuralların açıkça çiğnenmesi demektir. Devrimci rengini yitirerek kitleselleşmek marifet değildir, hüner devrimci rengini koruyabilen ve bu niteliğiyle işçi-emekçi kitle hareketine öncülük edebilen bir örgütlenme yaratabilmektedir. Bu bakımdan Leninist parti anlayışına yaklaşım, Marksizm iddiasındaki çeşitli siyasal çevrelerin gerçek karakterini ele verecek bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Dünden bugüne çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle de Batılı Marksistler arasında Leninist parti anlayışına açıkça karşı çıkmak ise bir hayli revaçtadır. Bir de bu anlayışı savunur gözükerek onun temel özelliklerini reddeden, içini boşaltan ve dolayısıyla severmiş gibi yaparken öldüren oportünizm türü vardır. Ve bu noktada unutmamak gerekir ki, ince oportünizm her zaman daha tehlikeli bir eğilime işaret eder. Troçkist saflarda görülen ve son tahlilde Leninist parti anlayışının inkârı anlamına gelecek bir antrizm taktiği savunuculuğu ister istemez akla bu hususları getirmektedir. IMT’nin PPP örneğinde uyguladığı antrizm taktiği, bir burjuva partisine ve onun liderine fazladan “devrimci” sıfatlar yakıştırması, üzerinden atlanabilecek ya da onaylanabilecek tutumlar olamaz. Tersine, IMT’nin büyük hatası işte bu gibi noktalarda aranmalıdır. Kaldı ki IDOM’da çıkan yazılar, sorunun bir iki hatalı saptama noktasında kalmadığını, örneklediğimiz yaklaşımların bir siyasal eğilim olduğunu ve ne yazık ki sürekli arkasının da geldiğini kanıtlıyor. Nitekim IMT’nin Pakistan seksiyonunun 31 Aralık 2007 tarihinde halka hitaben dağıttığı ve IDOM’da da yer alan bir bildiri, “Benazir’in kanı sizin kanınızdır” sözleriyle başlıyor. Evet, Benazir suikastının kitlesel eylemlerle protesto edilmesi devrimci bir görev olabilir. Ama bu görevi sürdürürken bayrakların ve bayraklara rengini veren kanların karıştırılmaması temel bir ilke değil midir? Fakat IMT’nin bu temel ilkeyi çiğneyip geçtiği o kadar açık hale gelmiştir ki, yine Adam Pal’in bir yazısından (9 Ocak 2008, IDOM), IMT takipçisi Pakistanlı Marksistlerin “Benazir senin kanından devrim gelecek” gibi sloganlar haykırarak siyaset yapmayı sürdürdüklerini öğreniriz. Şimdilik daha fazla uzatmayalım. Örnekler çarpıcıdır ve dün “Venezuela devrimi” bahanesiyle Bolivarcı hareke-

28

Mart 2008 • sayı: 36

te uyarlanan IMT’nin şimdi de “Pakistan devrimi” adına PPP’ye daha büyük bir şevkle uyarlanmaya hazırlandığı açıktır. Ayrıca tıpkı Venezuela örneğinde olduğu gibi şimdi de Pakistan örneğinde, oportünizmin satır aralarına serpiştirilen kimi devrimci sözlerle gizlenmek istenmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Öte yandan unutulmamalı ki, politikada kurnazlık yapmak her zaman tehlikelidir. Üstelik devrimci durumların patlak verdiği dönemlerde kaş yapayım derken göz çıkarmanız, kitlelerin peşinden sürüklendiği burjuva liderlere destek çıkmaktan siyasal başarı umarken kitleleri daha da derin yanılsamalara sürüklemeniz kuvvetle muhtemeldir. Hangi niyet ve gerekçelerle başvurulursa başvurulsun, bu tür çıkarcı politikalar eninde sonunda burjuvaziyle işbirliği anlamına gelir ve zaten sınıflar arasında işbirliği fikri de oportünizmin temel özelliğidir. Gerçek enternasyonalistler, önlerine çıkan engellere aldırmadan en güç zamanlarda bile işçi sınıfının enternasyonal örgütlülüğüne ve mücadelesine sağlam temellerde yol aldırabilme azmini gösterebilenlerdir. Bu durum önümüze, ulusal düzeyde olduğu kadar enternasyonal düzeyde de reformizm, oportünizm, Menşevizm gibi eğilimlerle mücadele görevini koyuyor. Artık sonuç niyetine vurgulayabiliriz. Troçkist hareket içinde de gözlemlenen Menşevik eğilim, günümüzde devrimci işçi hareketinin yakıcı sorunlarının Stalinizm miTroçkizm mi ikilemine hapsedilerek çözümlenemeyeceğini gözler önüne seriyor. Bu durumun kaçınılmaz bir uzantısı olarak, işçi sınıfının enternasyonal mücadele alanında da sorunların basit bir çözümünün olmadığı ve olamayacağı son derece aşikâr. Yaşamın somutlukları, devrimci Marksizme sadakatle bağlı olan hiçbir siyasal çevreye, diyelim IV. Enternasyonal geleneğinin kabulüyle işin içinden sıyrılmak gibi kolay çözüm yolları sunmuyor. Günümüz koşullarında şurası çok açık bir gerçek ki, asıl olan şu ya da bu şekilde enternasyonalciliği “ilan etme” sorunu değildir. Gerçek enternasyonalistler, önlerine çıkan engellere aldırmadan en güç zamanlarda bile işçi sınıfının enternasyonal örgütlülüğüne ve mücadelesine sağlam temellerde yol aldırabilme azmini gösterebilenlerdir. Bu durum önümüze, ulusal düzeyde olduğu kadar enternasyonal düzeyde de reformizm, oportünizm, Menşevizm gibi eğilimlerle mücadele görevini koyuyor. 

www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Emekçi Kadınlar ve Emperyalist Savaşlar İlkay Meriç

Y

etmiş milyon insanın ölümüne ve çok daha fazlasının yaralanıp sakat kalmasına yol açan iki büyük emperyalist savaşın ardından, gezegenimiz, sermayenin doymak bilmez kâr hırsı yüzünden bir üçüncüsüyle karşı karşıya. Şimdiden Afganistan’ı, Pakistan’ı, Ortadoğu’yu ve Afrika’nın bir bölümünü kavuran emperyalist savaşın alevleri, etki alanını hızla genişletiyor. 2001 yılının 11 Eylülünde İkiz Kulelere düzenlenen saldırıyı bahane olarak kullanan ABD emperyalizmi, saldırıdan bir ay sonra emperyalist savaşın ilk bombalarını Afgan halkının üzerine yağdırmaya başlamıştı. NATO şemsiyesi altında Afganistan’a yerleşen ABD, ardından 2003 Martında Irak’ı işgal etmeye girişerek emperyalist savaşı Ortadoğu’ya yayacak ilk adımı atmış oluyordu. Başlatılan savaşın dar bir bölgeyle sınırlı kalmayacağının çıplak göstergesi olan Irak işgali, bugün geride 1 milyonu aşkın Iraklının cansız bedenleriyle dolu bir enkaz yığını bırakarak beşinci yılını doldurmuş bulunuyor. Ve emperyalist savaşın yarattığı cehennemde, on milyonlarca emekçi, ölümün soğuk nefesini her an enselerinde hissederek, açlık, hastalık ve işsizlikle boğuşuyor. Savaş kuşkusuz kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tüm emekçiler için yıkım demektir. Ne var ki, kapitalist toplumda savaşlar kadınların sırtına pek çok yönden çok daha ağır bir yük bindirmektedir. Kapitalizmin kârlı savaş kapısı açıldığında, işçi sınıfının erkekleri savaş canavarının midesini doldurmak üzere oluk oluk cephelere gönderilir.

Bu aynı zamanda, o güne dek evinin dışında hiç çalışmamış, ev işi ve çocuk bakımı dışında hiçbir ustalığı olmayan, evin geçimini erkeğin kazandığı parayla sağlamaya çalışan milyonlarca kadının, kendini bir anda amansız bir cangılın ortasında bulması anlamına da gelir. Kapitalistlerin kâr edebilmeleri için çarkların durmaması, makinelerin harıl harıl işlemesi gerekir. Bu yüzden erkekler savaş cephesine sürülürken, kadınlar da aynı esnada üretim cephesine sürülürler. Üstelik yaşamın omuzlarına yüklediği ağır yükü kaldırabilmek için, en kötü çalışma koşullarında, en düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalarak.

İki büyük emperyalist savaşta kadın işçiler 1914’te patlak veren ve dört yıl süren birinci emperyalist savaşta, on milyonlarca emekçi kadın, açlığın, çaresizliğin ve sömürünün en korkunç biçimlerine tanık olmuşlardı. Kapitalizmin olağan dönemlerinde de proleter kadınlar, en kötü işlerde, ağır çalışma koşulları altında ve erkeklerden çok daha düşük ücretlerle iliğine dek sömürülüyorlardı. Ancak savaş, çok daha geniş kesimden emekçi kadınları evlerinden çekip çıkardı ve fabrikalara, tarlalara fırlattı. O zamana dek aşağılanan ve erkeklere özgü olarak görülen işlere bulaştırılmayan kadınlar, birden “başarabilirsiniz” denerek yüreklendirilmeye ve yoğun bir milliyetçi propaganda eşliğinde savaş sanayii de dahil olmak üzere tüm üretim alanlarına sürülmeye başladılar. Birinci em-

29


marksist tutum

peryalist savaşta, İngiltere’de, sadece savaş sanayiinde, 1 milyona yakın kadın işçi çalışıyordu. Ve burjuva propagandanın aksine, bunların ezici çoğunluğu, “yurtseverlikten” değil açlıktan çalışmak zorunda kalan kadın işçilerdi. Daha önce cephane üretiminde çalışan kadınların sayısı 200 binken, savaşla birlikte bu sayı beş katına fırlamıştı. En tehlikeli patlayıcılarla, asitlerle, kimyasal maddelerle iç içe çalışan bu kadınlar, günün 10-12 saatini işyerlerinde geçiriyorlardı. Bu süreçte Almanya’da da 700 binden fazla kadın, savaş sanayiinde, ölümle burun buruna çalışmaktaydı. Buna rağmen, Avrupa ve ABD’de, büyük fabrikalarda çalışan kadın işçilerin bile ezici çoğunluğu sendikal örgütlülükten yoksundular. Pek çok ülkede kadın olmak sendikalara alınmamak için başlı başına yeterli bir nedendi. Sendikaların büyük bir bölümü, kadın işçilere ucuz işgüçleriyle erkeklerin işlerini elinden alan düşmanlar gözüyle bakıyorlardı. Ancak savaşın ilerleyen dönemlerinde, üretimi gerçekleştirebilecek erkek nüfus neredeyse kalmayınca, hayatın gerçekleri, bu erkek egemen anlayışı da sarsmaya ve yıkmaya başladı. Milyonlarca kadın, ağır sanayi de dahil olmak üzere tüm üretim ve hizmet alanlarında çalışmaya başlamıştı. Savaş dönemleri milliyetçiliğin şaha kalktığı dönemlerdir ve örgütsüz ve bilinçsiz yığınlar bu burjuva zehre bağışık değillerdir. Elbette kadınlar da burjuvazinin milliyetçi propagandasının esiri olmuşlardır. “Siz de Savaşmak İstiyorsanız Orduya Katılın!” Savaşın ilerlediği dönemde, Avrupa ve ABD’de kadınlara yönelik bu tür posterler, propaganda filmleri, broşürler, radyo yayınları her yanı kaplıyordu. Özellikle küçük-burjuvazinin kadınları emperyalist orduların saflarına akmışlardı. Emperyalist ordularda, santral görevlisinden hemşiresine, ajan olarak kullanılanından askerine, pilotundan şoförüne on binlerce kadın yer almaktaydı. Milyonlarca emekçiyi diri diri yutan savaş makinesinin vidası olmak, onlar için, kendilerini erkeklere kanıtlamanın ve “yurtseverliklerinin onlardan hiç de aşağı kalmadığını” göstermenin bir aracıydı. 1918’de, birinci emperyalist savaş, geride 15 milyona yakın ölü, milyonlarca yaralı ve sakat bırakarak sona erdi. Sağ kalan erkekler cephelerden döndüler. Burjuvazi, kadınlara yaptıkları fedakârlık için teşekkür etti ve evlerinin yolunu gösterdi. Onlar artık erkeklere “işlerini” geri verebilir ve asıl yerleri olan evlerinde çocuklarına ve kocalarına bakmaya devam edebilirlerdi. Ve öyle de oldu. Ta ki, cehennemin kapısı ikinci kez açılana kadar! Dünyayı tam olarak paylaşamadan (Ekim Devrimi bunu sekteye uğratmış ve emperyalistleri domuz topu gibi birleştirmişti) savaşı sona erdirmek zorunda kalan emperyalistler, yirmi yıl sonra gezegeni yeniden ateşe verdiler. Savaş makineleri artık daha yetkindi, savaş cephesiyse bir o kadar genişlemişti. 1939’da patlayan savaş 1945’e dek sürecek ve bu kez birincisinden çok daha korkunç bir yıkıma yol açacaktı. Birincisinden farklı olarak bu kez ABD

30

Mart 2008 • sayı: 36

ve Japonya da savaşın doğrudan içindeydi. En önemlisi de, Avrupa, tarihin gördüğü en korkunç burjuva diktatörlük biçimine, faşizme esir düşmüştü. Avrupa’nın büyük bir bölümünü esir alan Alman faşizmi, hem içerde hem de dışarıda, insanlığa tarifsiz acılar yaşatıyordu. Keza İtalya ve İspanya da faşizmin pençeleri altındaydı. İşte bu atmosferde, kadınlar yeniden emperyalistlerin hizmetine koşuldular. Kentler yıkılıp yakılmışken, üretici güçler barbarca tahrip edilmişken ve erkek işgücü savaşta birbirini boğazlamaya gönderilmişken, kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur yine kadınlardı. Açlık evde kalanları vurmuştu ve kadınlar buldukları her işte çalışmak zorundaydılar: kimisi fabrikalarda, kimisi tarlalarda, kimisiyse seks kölesi olarak... Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan aynı eşitsizlikler, bu kez de geçerliydi elbet. Erkek işçilerin aldığına oranla son derece düşük ücretler, bitmek bilmez uzunluktaki çalışma saatleri, açlıktan ve hastalıktan kırılan çocuklar ve tüm bunların üstesinden gelmek zorunda kalan milyonlarca kadın emekçi. Burjuvazi, bilinçsizliklerinden ve yüz binlercesinin o zamana dek çalışma yaşamına katılmamış olmasından faydalanarak, kadın emeğini en azgın biçimde sömürüyordu. Vasıflı kadın işçilerin ezici bir çoğunluğu, vasıfsız erkek işçilerin aldığı ücretin bile altında ücret alıyordu. Kadınlar, ücret eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise, egemen sınıfın savaşı kullanarak yarattığı şoven atmosfer nedeniyle, “vatan haini” damgası yiyorlardı. Tüm bu şoven baskıya rağmen, içinde bulundukları duruma ve eşitsizliğe isyan eden kadın işçiler de oldu şüphesiz. Örneğin, savaş olanca yakıcılığıyla devam ederken, 1943 yılında, İngiltere’nin Glasgow kentindeki Rolls Royce fabrikasında çalışan 16 bin kadın işçi, eşit işe eşit ücret talebiyle ayağa kalktı. Savaş döneminde, hem de kadın işçiler, greve çıkmışlardı! Dolayısıyla, burjuvazinin yıldırımları yağmakta hiç gecikmedi. Kan emici egemenlere göre, hadlerini bilmez bu kadınlar, yurtseverlikten nasibini almamış paragözlerdi! Derhal grevci kadınlara yönelik bir


Mart 2008 • sayı: 36

saldırı kampanyası başlatıldı. Psikolojik savaş harekâtına ek olarak, Glasgow sokaklarında gösteri yapan grevci kadınların üzerine çürük domatesler, yumurtalar fırlatıldı. Bu oyunda, burjuvazinin kiralık adamlarının yanı sıra kuşkusuz onların kışkırtmalarına gelen diğer işçiler de kullanılıyordu. Ancak kadın işçilerin ne kadar düşük ücret aldıklarını öğrenen bu işçiler kısa sürede oyuna getirildiklerini farkına vardılar ve kadın işçilere yönelik protestoları sona erdirdiler. Bir hafta devam eden grevin sonunda kadın işçiler, ücretlerinde belirgin bir artış sağlayarak burjuvaziden önemli bir taviz koparmayı başardılar. Faşizmin çizmeleri altında inleyen Almanya’da ise, “kadının yeri evidir” diyen Hitler, Alman kadınları birer çocuk yapma makinesi olarak eve hapsederken, Yahudi kadınları ve erkekleri çalışma kamplarına kapatmıştı. Etrafı duvarlarla çevrili bu kamplarda, tutsak on binlerce Yahudi, 12-19 saate varan ağır çalışma koşulları altında, bir parça ekmek ve bir tas çorba karşılığında ücretsiz olarak, yani köle olarak çalıştırılıyordu. Bundan en çok etkilenense kuşkusuz kadınlar oluyordu. Bazen aralıksız 30 saat çalıştırılan aç kadınlar, takatsiz kalıp makine başlarında bayılıyor ve bu koşullara uzun süre dayanamayıp ölüyorlardı. Bu arada tüm emperyalist ülkelerde savaş makinesi harıl harıl çalışıyordu. Altı yıllık savaş döneminde, savaş sanayiinde çalışan kadınların sayısı İngiltere’de 6,5 milyona, ABD’de ise 6 milyona çıkmıştı. İngiliz ordusuna katılan kadınların sayısı 460 bine yükselirken diğer emperyalist orduların da bundan aşağı kalır yanları yoktu. Sadece bunlar bile, birinci emperyalist savaşla kıyaslandığında silahlanmanın hangi boyutlara varmış olduğunun ve savaş makinesinin nasıl bir canavara dönüştüğünün önemli bir göstergesidir. Bu korkunç savaş, geride on milyonlarca yaralı, 55 milyonu aşkın ölü ve sefalete sürüklenmiş bir emekçiler ordusu bırakarak 1945 yılında sona erdi. Uygarlığıyla övünen Avrupa’da kentler harabeye dönerken, savaştan tek galip çıkanlar, bu katliamdan muazzam kârlar elde eden emperyalist tekellerdi. Tahrip olmuş kentler, fabrikalar, kadın işçilerin ve cephelerden dönen erkek işçilerin hummalı çalışmasıyla tekrar inşa edilirken, kapitalizm yeniden bir

marksist tutum

ekonomik yükseliş dönemine girdi. Ve çok geçmeden o bildik manzara aynen tekrarlandı. Artık kadınlara ihtiyaç kalmamıştı. İşlerini erkeklere terk etmeli, genç kızlar bir an önce evlenip burjuvaziye genç işçiler doğurmalı, erkeklerine ve çocuklarına iyi bir anne, iyi bir ev kadını olarak hizmet vermeli ve bununla yetinmeliydiler. Savaş döneminde hemen her sektörden sanayi fabrikalarında ustaca çalışan ve bu doğrultuda yönlendirilip yüreklendirilen kadınlar, şimdi ancak hizmet sektöründe ya da vasıfsız işlerde ve çok daha düşük ücretlerle iş bulabiliyorlardı. Üstelik çalışan kadınlara hiç de hoş gözle bakılmaz olmuştu. Artık propaganda filmlerini ve reklâmları, asker üniforması ya da işçi tulumu içindeki kadınlar değil, kadınlığı ön plana çıkarılan, pembe panjurlu evinin bahçesinde sevimli çocuklarıyla erkeğinin yolunu gözleyen, teknolojik ürünlerle donatılmış mutfaklarında bu ürünlerle poz veren kadınlar süslüyordu. Amerika’da bu propaganda Hollywood filmleri aracılığıyla doruğa vardırıldı ve tüm dünyaya ihraç edildi. Eğitimli orta sınıf kızları için amaç, lise biter bitmez bir koca bulup hemen çocuk doğurmak, onları “iyi yetiştirmek”, kocasına destek vermek ve ne olursa olsun onun yanında olmaktı. Artık önemli olan kadının kendini evinde kanıtlamasıydı! Çünkü burjuvazinin yeni propagandası bunu buyuruyordu. Bu propaganda şüphesiz ağırlıklı olarak tuzu kuru orta sınıf kadınlardan rağbet gördü. İşçi sınıfının kadınlarıysa karınlarını nasıl doyuracaklarının derdindeydiler. Dolayısıyla onlar, erkeklerine değil, kazanacakları üç beş kuruş için, her türlü pis işte ve ağır çalışma koşullarında burjuvaziye hizmet etmek zorundaydılar!

Emperyalist savaşa ve faşizme karşı mücadelede kadınlar Emperyalistler iki dünya savaşında halklara tarifsiz acılar yaşatırken, kuşkusuz kapitalizme ve faşizme savaş bayrağı açan kadın işçiler-emekçiler de vardı. Onlar 1848 Fransa’sında burjuvaziye karşı nasıl barikat barikat savaştılarsa, 1871 Paris Komününde nasıl en ön saflarda vuruştularsa, iki büyük emperyalist savaşta da burjuvaziye ve faBirinci ve İkinci Dünya Savaşında özellikle küçükburjuvazinin kadınları emperyalist orduların saflarına akmışlardı. Milyonlarca emekçiyi diri diri yutan savaş makinesinin vidası olmak, onlar için, kendilerini erkeklere kanıtlamanın ve “yurtseverliklerinin onlardan hiç de aşağı kalmadığını” göstermenin bir aracıydı.

31


marksist tutum

şist işgale karşı öyle direndiler. 18 Mart 1871’de ilan edilen ve proletarya iktidarının ilk örneği olarak 72 gün boyunca kahramanca direnen Paris Komününde, kadınlar etkin bir rol oynamışlardı. Fransız burjuvazisi Alman işgali esnasında canını kurtarmak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Alman hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler olmuştu. Bu savaşta işçi kadınlar, cesaretleri, öfkeleri ve acımasızlıklarıyla burjuvaziyi müthiş irkiltmişlerdi. Sonrasında, Komün kadınları, burjuva yazarların satırlarına şu tip ifadelerle yansıyacaktı: “Zayıf cins bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. … Her yerdeydiler; cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar… centilmenin terzisi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni… her türden hizmetçiler. … Komünün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.” Bir başka burjuva yazarsa, “barikatlardaki cesaretleri, savaştaki acımasızlıkları, duvara dayanmış ölüm mangasının karşısındaki soğukkanlılıkları” ile dikkatleri üzerinde toplayan kadın Komünarlardan şöyle söz ediyordu: “Kadınlar erkekler gibiydiler; ateşli, öfkeli, acımasız. Ölüme meydan okudular ve tehlikelerden yılmadılar; hiçbir zaman bu kadar çok kadın sokağa dökülmemişti. Şarapnellerin, saçmaların ve mermilerin açtığı korkunç yaraları sardılar, görülmemiş işkencelerden sonra acı ve öfke içinde inleyen, hıçkıran ve bağıran insanların yardımına koştular; sonunda gözleri kana alıştı, kulakları paramparça olmuş bedenlerden kopan yürek parçalayıcı çığlıklarla doldu, kararlı bir tavırla tüfekleri kaptılar, aynı yaralara ve aynı ıstıraplara doğru atıldılar.” Komünün yenilgisinden sonra, burjuvazinin ve özellikle burjuva kadınların taşkınlıkta sınır tanımaz saldırganlığına maruz kalan 1051 kadın komünar, Savaş Konseyinin karşısına çıkarıldı. Komün savaşçılarından Louise Michel, mahkemede şunları haykıracaktı sınıf düşmanlarının yüzüne: “Bana Komünün suç ortağı olup olmadığım sorulmuştu. Kesinlikle evet, çünkü Komün her şeyden önce Sosyal Devrim istiyordu ve Sosyal Devrim benim en büyük özlemimdi. Dahası, Komünün kurucularından biri olmakla onurlandırıldım… Özgürlük için çarpan bir kalbi küçük bir kurşunun sert darbesinden başka hiçbir şey durduramaz… Ben de hakkıma düşeni istiyorum. Eğer beni sağ bırakırsanız intikam çığlığım asla kesilmeyecek.” Kadın komünarların intikam çığlıkları, o günden bugüne devrimci kadın savaşçılar tarafından susturulmadan devam ettirildi, ettiriliyor. Bu savaşçılardan ikisi, 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, bu çığlığı var güçleriyle Almanya’dan yükselttiler. Savaş başladığında burjuva feministler emperyalist hükümetlerin en azılı destekçileri kesilirken, iki büyük komünist kadın, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin, işçi sınıfının kadınını ve erkeğini bu savaşa karşı durmaya ve silahlarını burjuvaziye çevirmeye çağırı-

32

Mart 2008 • sayı: 36

yorlardı. Kadının kurtuluşu davasını işçi sınıfının kurtuluşu davasının ayrılmaz bir parçası olarak gören ve bu doğrultuda amansız bir savaşım veren Clara Zetkin, aynı zamanda 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini sağlayan kişiydi. II. Enternasyonal’in 1910 yılında toplanan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinde, 8 Mart, Clara Zetkin’in önerisiyle Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmişti. Savaşın başlamasının ardından işçi sınıfına savaşın gerçek yüzünü teşhir etmek için çabalayan ve onları bu savaşı durmak üzere devrim yolunda hazırlanmaya çağıran Zetkin ve Rosa, 1915’te, Bern’de, savaşa karşı bir uluslararası sosyalist kadınlar konferansı topladılar ve bu yüzden tutuklandılar. Zetkin, daha sonra da savaş karşıtı etkinliklerinden ötürü defalarca tutuklandı. Ama emperyalist savaşa ve sosyal şovenizme karşı mücadelesini kararlılıkla sürdürmekten asla vazgeçmedi. O, sosyalizm davasının yılmaz bir savaşçısı olarak, 1933’te, 76 yaşında hayata gözlerini yumdu. Alman Sosyal Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal’in diğer sosyal-şovenleri emperyalist savaşta “yurtseverlik” adı altında kendi burjuvalarının yanında saf tutup dünya işçi sınıfına ihanet ederlerken, Rosa ve Clara enternasyonalizmin bayrağına sahip çıkarak, bu şovenizme ve oportünizme karşı mücadele ettiler. Savaş henüz patlak vermeden önce işçileri savaş tehlikesine karşı uyaran ve “askerleri emre itaatsizliğe ve düşmana ateş etmemeye teşvik ettiği” gerekçesiyle bir yıl hapisle cezalandırılan Rosa, 1916’da kaleme aldığı bir broşürde şöyle diyordu: “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence, yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!” Dünya işçi sınıfının bu kızıl kartalı, 1919’da komünist idealleri uğruna hayatını verirken, onun ve yoldaşı Karl Liebknecht’in katili, yıllarca içinde mücadele ettikleri ve ihanetine katlanamayarak yollarını ayırdıkları Alman Sosyal Demokrat Partisi önderliğindeki hükümet olacaktı. Bu iki enternasyonalist komünist kadın emperyalist savaşa karşı yılmaz mücadelelerini sürdürürken, 1917 Rusya’sında, kadın işçiler 8 Mart gösterilerini savaşa, açlığa ve Çarlığa karşı gösterilere dönüştürüyorlardı. Bu gösterilerle patlak veren devrim, yüzlerce yıllık Çarlık despotizmini tarihe gömecek parlak bir kıvılcım hizmeti gördü. Böylece, 1917 Ekiminde gerçekleşecek ve dünya tarihine yepyeni bir yön verecek olan proleter devrimin de kıvılcımı çakılmış oluyordu. Bu devrim aynı zamanda, emperyalist düşmanların devrimci proletarya karşısında domuz topu gibi birleşmek zorunda kalmalarına ve emperyalist savaşın sona ermesine de yol açacaktı. Emperyalist dünya savaşının birincisi böylece sona ermiş, ne var ki ikincisinin gelişi engellenememişti. Savaş yaklaşırken, İspanya, Franco önderliğindeki faşistlerle çe-


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum 8 Mart 1917, Rusya

Yunanistan

İspanya

Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg

Emperyalistler iki dünya savaşında halklara tarifsiz acılar yaşatırken, kuşkusuz kapitalizme ve faşizme savaş bayrağı açan kadın işçiler-emekçiler de vardı. Onlar 1848 Fransa’sında burjuvaziye karşı nasıl barikat barikat savaştılarsa, 1871 Paris Komününde nasıl en ön saflarda vuruştularsa, iki büyük emperyalist savaşta da burjuvaziye ve faşist işgale karşı öyle direndiler.

şitli akımlardan komünistler öncülüğündeki işçi sınıfı arasında cereyan eden kanlı bir iç savaşa sahne oluyordu. 1936’da başlayan İspanyol İç Savaşında, ülkeyi faşizmin esaretinden korumak için girişilen kahraman mücadelede, kadınlar direnişin belkemiğini oluşturuyorlardı. Daha önce sokakta yalnız yürümekten bile çekinen kadınları şimdi “kafelerde otururken, tartışırken, dizlerinin arasında bir tüfekle görüyordun”. Kadınlar, “komiteler oluşturuyor, sahra hastaneleri kuruyor, evlerin ve sokakların savunmasını, yalnızca yiyecek maddelerinin değil, cephane ve bilgi dağıtımını da örgütlüyorlardı, üniformaları dikiyor ve sargı malzemesi, ilaç ve gerekli olan her şeyi üretiyorlardı. Ancak her savaşta kadınlardan beklenen ve onlara verilen bu görevlerle yetinmiyorlardı: Onlar da silaha sarılıyor ve cepheye gönüllü yazılıyorlardı. Ve ilk gün ve haftalarda onları kimse durduramadı. … erkek arkadaşları gibi savaşılan bölgelere ve kent kesimlerine giden kamyonlara atlıyorlardı. Faşistler 1936 Kasımında Madrid’e saldırdıklarında onları geri püskürtenler arasında pek çok da kadın milis vardı.”1 Bu manzaralar sadece İspanya ile sınırlı değildi kuşkusuz. Savaş başlayıp, Naziler Avrupa’yı işgale başladıklarında, faşizme karşı savaşan partizanlar ve direnişçiler arasında da aynı şekilde sayısız kahraman kadın bulunmaktaydı. Yugoslavya’da, Tito önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Ordusunun 100 binden fazla kadın üyesi bulunuyordu. Bunlardan yaklaşık 25 bini savaşta hayatını kaybedecek, 40 bini yaralanacak, 3000 kadarı sakat kalacaktı. 2000 kadın ise subay rütbesiyle savaşacaktı.2 Yunanistan’da ve işgal altındaki diğer ülkelerde savaşan direnişçiler arasında da kadınlar korkusuzca yerlerini almışlardı. Bu noktada, Fransa’da, Bulgaristan’da, Polonya’da, Hollanda’da faşist Alman işgaline karşı gelişen direniş hareketlerine katılan Yahudi kadın savaşçıları da özel olarak anmak gerekir. Soykırıma tâbi tutulan Yahudilerin, Nazi işgali altındaki topraklarda gördükleri zulüm ortadaydı. Ne var ki, bu zulüm, Yahudi savaşçıları korkutmak yerine, onları direnişçilerin ve komünistlerin saflarında yer almaya ve mücadele etmeye itmişti. * * *

Bugün de, Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya, dünyanın dört bir yanında kapitalist-emperyalist sisteme ve onun yarattığı kanlı savaşlara karşı mücadele eden devrimciler arasında on binlerce kadın bulunuyor. Onlar işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle en geniş kesimlerinin bu kanlı sömürü sitemine son vermek üzere mücadeleye atılmasını sağlamak için savaşım veriyorlar. Yine günümüzde sömürgeciliğe karşı yükseltilen ulusal kurtuluş mücadelelerinde yer alan Filistinli, İrlandalı, Kürt kadınlar da erkeklerle omuz omuza savaşıyorlar. Kapitalizmin yarattığı kriz ve emperyalist savaşın en ağır yükünü kadın işçi ve emekçiler sırtlanmak zorunda kalırken, bu durum onlara emperyalist savaşı durdurmak ve bu kanlı sömürü sistemini ve savaşlarını tarihe gömmek üzere özel bir sorumluluk da yüklüyor. Sözü Lenin’e bırakalım: “İşçi kadınlar, emperyalist savaşların birlikte getirdiği acılar çağını kısaltmak istiyorlarsa, barış çabaları sosyalizm uğruna ayaklanmaya ve savaşıma dönüşmelidir. Bu savaşta işçi kadın, ancak yığınların devrimci hareketiyle, sosyalist savaşımın kuvvetlendirilmesi ve keskinleştirilmesiyle amacına ulaşacaktır. Bundan ötürü, savaş kredilerine karşı, burjuva hükümetlerin çıkarlarına karşı, savaşımla, muharebe meydanlarında askerlerin kardeşleşmesini desteklemek ve herkese duyurmakla, hükümetin anayasal özgürlükleri kaldırdığı her yerde yasa-dışı örgütler kurmakla, ve son olarak yığınları gösterilere ve devrimci harekete katılmak için kazanmakla, sendikal ve sosyalist örgütleri desteklemek ve kutsal ittifakı kırmak, onun en önemli ödevidir.”3 

______________________________ 1

2 3

Ingrid Strobl, Faşizme ve Alman İşgaline Karşı Silahlı Direnişte Kadınlar, Belge Y., 1992, s.38. age, s.66 Lenin, Kadın ve Aile derlemesi içinde, Sol Y., 1989, s.146

33


Bilim ve Teknoloji Patent Esaretinde Oktay Baran

K

apitalizm öncesi dönemde, insan toplulukları, birbirlerinden yalıtık oldukları ölçüde, diğerlerinin sahip olduğu pek çok bilgiyi yeniden keşfetmek zorundaydılar. Bu muazzam bir emek, zaman ve kaynak israfı anlamına geliyordu ve birçok durumda da mümkün değildi. Bu nedenle de insanlık binlerce yıl boyunca çok az bir yol katedebildi. Oysa kapitalizm eşitsiz gelişme yasasının üstüne bileşik gelişme yasasını koymuş, tüm insanlığı tek bir üretim sisteminde biraraya getirerek, ortak bir kaderi mümkün kılmıştı. Bu aynı zamanda üretici güçlerin gelişiminde de muazzam bir atılım anlamına geliyordu. Ne var ki, kapitalizm artık ilerlemeyi engelleyici ve yavaşlatıcı bir rol oynamaktadır. Kapitalist toplumda, bilim ve teknolojinin gelişimi bir taraftan verili üretim dallarındaki bilgimizi daha da derinleştirip yeni üretim alanlarının oluşumuna yol açarken, diğer taraftan bu gelişmelerin barındırdıkları potansiyelin hayata geçirilmesi, kapitalist özel mülkiyet sisteminin diktiği engellere takılıyor. Bunun bir örneği olarak genetik alanındaki gelişmeleri düşünelim. Son yıllardaki genetik çalışmaları gerek tarımsal üretim alanında gerekse de insan sağlığı alanında muazzam gelişmelerin önünü açabilecek buluşları ortaya koyuyor. Bu buluşlar temelinde, insanlığın binlerce yıldır acısını çektiği kıtlıkların tümüyle ortadan kalkması, insanoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak düzey ve kalitede gıda üretimi yapılması mümkün. Ne var ki dev tekeller geliştirdikleri kaliteli, hastalıklara karşı dirençli ve üstün verimli tohumları patentleyip inanılmaz fiyatlara satıyorlar; öyle ki, örneğin bu özelliklere sahip bir çuval domates tohu-

34

munun fiyatı, aynı hacimdeki saf altın fiyatını kat be kat aşıyor! Bir şirket çıkıp insanların yüzlerce yıldır ürettiği bir pirinç türünün patentini alıp, bu pirinci üretmek isteyenlerin kendisine ödemede bulunmasını talep edebiliyor! İnsan genomunun deşifre edilmesiyle tüm genetik hastalıkların çaresinin bulunması ve birçok ölümcül hastalığın daha baştan engellenmesi ya da tedavisi mümkünken, bu işle ilgilenen genetik tekelleri, her birimizin doğuştan sahip olduğu genlerin aslında kendilerine ait olduğunu iddia edecek kadar pervasızlaşmış durumdalar. Kapitalizmin akıl dışılığının en uç biçimlerini gördüğümüz ABD’de çeşitli genetik şirketleri, insan DNA’sının yüzde 20’sinden fazlasını daha şimdiden patentlemiş durumdalar. Bu alanlarda çalışma yapmak, elde edilen bilgileri kullanmak için bu şirketlere –eğer ki lütfedip kabul ederlerse– ödemede bulunulması gerekiyor. Tüm bunlar kapitalizmin muazzam bir akıldışılığa dönüştüğünü ve her geçen gün daha da büyük bir saçmalığa indirgendiğini gösteriyor. Bunu daha iyi kavramak için “kutsal” addedilen özel mülkiyet hakkının bir ifadesi olan patent sistemine kısaca bir bakmak yararlı olacaktır.

Patent sistemi Burjuva ideologlar nasıl ki üretim araçlarının özel mülkiyetini, insan özgürlüğünün kopmaz bir parçası ve


Mart 2008 • sayı: 36

gelişmenin zorunlu bir koşulu olarak sunuyorlarsa, kapitalist mülkiyet biçiminin ayrılmaz bir parçası olan patent sistemini de, insanın yaratıcılığının teşvik edilmesi, mucitlerin ve bilim insanlarının emeğine saygının bir ifadesi ve onların çıkarlarının korunması olarak göstermeye çabalıyorlar. Onlara kalırsa böylelikle yeni buluş ve gelişmeler teşvik edilmiş olmakta, toplumun ilerleyişi garanti altına alınmaktadır. Herşeyin alınıp satılan bir metaya dönüştüğü, üretimin tek amacının kâr etmek olduğu, yani herşeyin satılmak ve paraya tahvil edilmek üzere üretildiği bir toplumda, burjuva ideologlar, insanın merak, araştırma güdüsü ve yaratıcılığının temel motivasyonunun da “para kazanmak” olduğunu savunuyorlar. Onlara bakılırsa patent sistemiyle yeni “buluşlar” güvence altına alınmazsa, araştırmacıların motivasyonu ortadan kalkacak, yaratıcı faaliyetin önü tıkanmış olacak ve yeni buluşlar giderek azalacaktır. Bu yaklaşım dünyaya kapitalist at gözlükleriyle bakmanın kusursuz bir dışavurumudur. Oysa gerçek bir bilim insanını, bir mucidi ya da bir sanatçıyı ele aldığımızda, onların hiç de azımsanmayacak bir bölümünün bilimsel ya da sanatsal alandaki yaratıcılıklarının para kazanmaya endeksli olmadığını görürüz. Bugün insanlık tarihinde iz bırakmış büyük bilimcilerin ve sanatçıların çoğunlukla, kişisel çıkarlar peşinden koşmadıklarına, insanlığa bir şeyler katmaya çalıştıklarına ve bireysel tatmini maddi zenginlikte aramadıklarına şahit oluruz. Birçok bilimcinin yeni bir şeyler bulma çabasında ölümü bile göze almaları, en tanınmış sanatçıların neredeyse tamamının yoksulluk içerisinde yaşamaları ve o halde de ölmeleri, yaratıcılığın, açgözlülük, güç, şöhret ve iktidar hırsı ve para kazanma sevdasından başka güdülerden de beslenebileceğinin apaçık kanıtıdırlar. Bugün en çok tanınan ve örnek gösterilen bilim insanları, ya bilimin henüz “para etmediği” dönemlerde yaşamış ya da kapitalizm çağında yaşasalar bile onun mantalitesinin esiri olmamışlardır. Böylelerine günümüzde “çatlak” olarak bakılması bir tesadüf değildir. Bilimin ve bilginin metalaştığı, bilimsel araştırma faaliyetinin bütünüyle kapitalizmin bir parçası haline geldiği bir dünyada, patent sisteminin, araştırmacıların çıkarlarını ve haklarını koruduğu iddiası da bütünüyle yalandır. Herşeyden önce bugün patentlerin çok bü-

marksist tutum

yük bir kısmı bireylerin değil, kapitalist şirketlerin elindedir. Bu şirketlerde ücretli bir işçi olarak çalışan araştırmacıların buldukları ya da geliştirdikleri her şey kendilerine değil çalıştıkları şirketlere aittir. Bir fabrika işçisi nasıl ki emekgücünü satmakla ürettiği ürünler üzerindeki her türlü hakkını da patrona devretmiş oluyorsa, bir araştırmacı da emekgücünü bir patrona satmakla, geliştirdiği ya da keşfettiği bir yenilik üzerindeki tüm haklarını şirkete devretmiş olur. Ne denli yaratıcı ve ne denli zekice olursa olsun onun emeğinin karşılığında aldığı tek şey son tahlilde ücretidir. Onun emeğinin ürünü olan buluşlar ve bu buluşların telif hakları, bilimle uzak yakın bir ilişkisi olmayan bir grup parababasının sahip olduğu şirketlere aittir. Sayıları gittikçe azalan “bağımsız bireysel” araştırmacıların elde ettikleri patentler de, çok kısa süre içerisinde dev kapitalist şirketler tarafından ya ucuza kapatılarak ya şantaj ve tehditlerle ya da sözde karşılıklı anlaşmalar yoluyla iç edilmekte ve muazzam kârlara dönüştürülmektedir. Bir örnek verelim: bilgisayar donanım ve yazılım tekellerinin en büyüklerinden olan IBM şirketinin elinde daha 1990 yılında 9000 adet patentin olduğu söyleniyor. Bugün bu rakam misliyle katlanmış durumdadır. IBM şirketi hem bu patentlerden muazzam kârlar elde etmekte, hem de bunları kullanarak yeni ürünler geliştirenlerin bu ürünlerini patent bedeli ödemeksizin kullanma ayrıcalığını elde etmektedir. Öyle ki, tekel olmanın verdiği avantajla bu ikinci yoldan elde ettiği kazancın, doğrudan kendi bünyesinde geliştirdiği ürünlerin patentlerinden elde ettiği gelirlerin on katını bulduğu söylenmektedir. Patent sistemi, iddia edildiği gibi, insanın yaratıcılığını, yeni buluş ve gelişmeleri de teşvik etmiyor. Gerçek bunun tam tersidir. Bugün patent sistemi, birçok araştırmacıyı canından bezdiren, bilimsel araştırmalar alanını patentlerden oluşan bir mayın tarlasına çeviren bir hal almış durumda. Bilimin hiçbir alanı yok ki, dev tekellerin ellerinde tuttukları patentler, daha baştan o alanlarda tekellerden bağımsız bir araştırmayı cazip olmaktan çıkarmasın. Patent sistemi, yaratıcılığı ve üretici güçlerin gelişimini değil, kapitalist tekelleşmeyi teşvik ederek, insan yaratıcılığının ürünlerini tekellerin çıkarlarına tâbi kılıyor ve bunların hayata geçirilmesini mali sermayenin insafına bırakıyor. Bu durum yalnızca sınai üretim alanında değil, burjuva ideologların “Yeni Ekonomi” olarak adlandırdıkları enformasyon, bilgisayar ve internet teknolojileri alanında da çok çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. Son çeyrek yüzyılda, akla gelebilecek her türlü maddi ürün, hizmet ve bilginin yanısıra fikirler, düşünme yöntemleri, mantık silsileleri vb. bile patent konusu haline gelmiştir. Bunun ne denli büyük bir akıldışılık olduğunu açıklayabilmek için çok basite indirgeyerek gerçekçi bir örnek verelim. Belli bir yaştaki her insan eğitim düzeyi ne olursa olsun basit bir toplama işlemini gerçekleştirebilir. Herkesin kendiliğinden bulabileceği, kolay ve anlaşılır bir işlem olduğu için patent yasalarına göre toplama işlemi-

35


marksist tutum

nin patenti alınamaz. Ancak iş çarpma ve hele ki bölmeye geldiğinde durum değişir. Çünkü matematik tarihi bize bazı halkların hiçbir zaman bildiğimiz anlamda çarpma yapamadığını, yapanların da farklı yöntemler geliştirdiklerini anlatır. Demek ki çarpma ya da bölme işlemleri çeşitli şekillerde yapılabilen ama toplamaya göre “karmaşık bir yöntemi”, “bir fikri” temsil ederler. Dolayısıyla patent yasaları gereğince patentlenebilirler! Şimdi birinin çıkıp çarpma işleminin patentini almayı becerdiğini düşünelim. Bu durum, yalnızca matematiğin değil, tüm doğa bilimlerinin ve hatta sosyal bilimlerin birçoğunun sonu anlamına gelirdi. Ve maalesef bugün işin bu denli saçmalık boyutuna ulaştığı pek çok patent örneğiyle karşı karşıyayız. Kapitalist ideologların tüm iddialarının aksine, insanoğlunun yardımlaşmaya, dayanışmaya ve paylaşıma dayanan kolektif emeği, yaratıcılığı öldürmüyor; tersine, kapitalist güdülerden ve kapitalizmin özel mülkiyet cenderesinden kurtulduğu ölçüde kolektif emek çok daha yaratıcı ve çok daha parlak başarılara imza atma kudretinde olduğunu kanıtlıyor. Fikirlerin, düşünme yöntem ve biçimlerinin vb. patentlenmesi, bunların özellikle belirleyici bir önem taşıdığı bilgisayar yazılımları sektöründeki muazzam tekelleşmenin devamı lehinde rol oynarken, aynı zamanda da yazılım teknolojisindeki radikal, devrimci dönüşümlerin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Sözkonusu olan yalnızca bir meta olarak bitmiş bir yazılımın patentini almaktan çok öte bir şeydir. Tıpkı birçok karmaşık sınai ürün gibi, bilgisayar yazılımları da birçok alt-ürünü yani alt programcıkları içermek zorundadır. Ve bunların hepsi de bir patent konusu haline getirilmiştir. Şu ya da bu ölçüde karmaşık bir matematiksel hesaplamayı düşünelim. Genellikle bunu gerçekleştirmenin birden fazla yolu vardır. Ancak bunlar arasında bir tanesi diğerlerine göre çok daha hızlı bir şekilde sonuç verecektir. İşte bu yöntemlerin her biri, yani düşünme biçimleri ve fikirlerin belli bir mantık silsilesi içerisinde sıralanması (yazılım sektöründe buna algoritma deniliyor) bir patent konusudur. Bu durum, yeni bir fikre dayanan yeni bir yazılım geliştirmek isteyen bir araştırmacıyı, bilgi dağarcığımızdaki en yetkin ve en verimli araçları (algoritmaları) kullanmak istiyorsa patent bedellerini ödemek zorunda bırakmaktadır. Ne var ki, bu çoğunlukla mümkün değildir. Patent anlaşmaları genelde o patentin kullanıldığı ürünün satış gelirleri üzerinden belli bir yüzdeyle ifade edilir. Yeni bir ürünü geliştirmek için kullanmak zorunda kalınan onlarca yöntemin her biri için talep edilen yüzde bedelleri toplandığında, kimi durumlarda bu rakam sözkonusu ürünün satış gelirlerinin toplamına yaklaşacaktır. Sıklıkla kar-

36

Mart 2008 • sayı: 36

şılaşılan bu durum, daha baştan böylesi bir ürünü geliştirmeyi olanaksız kılmaktadır. Geriye tek çıkar yol olarak, sözkonusu verimli hesaplama yöntemlerini tümüyle bir tarafa bırakıp, en az onlar kadar verimli olacak yeni yöntemler icat etme çabasına girişmek kalır. Bunun çoğu durumda imkânsız oluşunu bir tarafa bırakalım, yalnızca bu çaba bile muazzam bir kaynak israfı, devasa miktarda emeğin boşa harcanması anlamına gelecektir. Her seferinde Amerika’yı yeniden üstelik de farklı bir rota izleyerek keşfetme zorunluluğu, yeni programların, yeni fikir ve projelerin daha baştan ölü doğmasına, çöpe atılmasına ya da zaten o alandaki dev tekellere “satılarak” onların tekelci güçlerine güç katmanın bir aracı haline dönüşmesine yol açmaktadır. Üstelik pek çok sektörde tekeller, patentini ele geçirdikleri yenilikleri derhal hayata geçirmeyeceklerdir. Mevcut sabit sermaye yatırımlarını amorti etmeden ve eldeki stokları tümüyle tüketmeden hiçbir güç bu tekelleri bu yeni ürünü üretmeye sevk edemeyecektir; dev tekellerin ellerinde hiçbir zaman hayata geçirmeyi düşünmedikleri yüzlerce bu tip patentin olduğu bir sır değildir. Bugün gerek motor sanayiinde, gerek bilgisayar donanımı alanında, gerekse de enerji üretimi alanında muazzam sıçramalar yaratacak birçok “yenilikçi” düşünce projelendirilmiş ve hatta prototipleri yapılarak hayata geçirilmiş olmasına rağmen, sözkonusu yenilikler dev tekellerin bilinçli tercihiyle kitlesel üretim ölçeğinde uygulamaya sokulmamaktadır.

Yaratıcılık için özel mülkiyet şart mı? Bilişim dünyasının patentlenmesinin bayraktarlığını yapan Microsoft şirketinin kurucularından Bill Gates, daha yolun başındayken, 1970’lerin sonlarında, Microsoft ürünlerini başkalarıyla paylaşanları hırsızlıkla suçluyordu. Ona kalırsa, bu paylaşım, iyi yazılımların geliştirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Ona göre iyi bir yazılım ancak özel mülkiyet koşullarında geliştirilebilirdi. İşin doğrusu, gerçekten de, “işletim sistemi bulunamadı” ibaresinin yazılı olduğu kapkara bir ekran karşısında paniğe kapılan her biçare insan, yazılımlar olmadan yüzlerce hatta binlerce dolar ödediği bilgisayarların hiçbir anlam ifade etmediğini acı içinde öğrenmiştir. Microsoft gibi şirketler işte böyle anlarda karşımıza çıkıp, “birkaç bin dolar da bize ödemen gerekiyor” diye sırıtmaya başlarlar. Üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşma düzeyi ile kapitalizmin dar özel mülkiyet kalıpları arasındaki apaçık çelişki, yazılım alanında çalışan “sıradan” insanların da kapitalizmin akıldışı sonuçlarını bizzat kendi deneyimleriyle görmesini mümkün kılıyor. Bu ölçüde toplumsallaşmış, yaygınlaşmış, kolaylaşmış ve aynı zamanda da muazzam olanakları içerisinde barındıran bir teknolojiye kapitalist özel mülkiyet sisteminin getirdiği sınırlamalar ve yasaklamalar, zihinsel melekelerini yitirmemiş her insan gibi bu bilgisayar uzmanlarına da kabul edilemez gözüküyor.


Mart 2008 • sayı: 36

Yazılım sektöründe çalışan insanların bir bölümü, bu sektörle sınırlı bir bakış açısıyla bile olsa, bilginin ve fikirlerin metalaşmasına, tekelleşmesine, başkalarının erişimine kapatılmasına, bireysel özel mülkiyet haline getirilmesine karşı çıkıp, yazılımı, kolektif bir çabanın ürünü olarak “sürekli biriken toplumsal bilgi” şeklinde tanımlıyorlar. Bill Gates gibilerin, özel mülkiyet olmaksızın programcılığın gelişemeyeceğini iddia etmesine rağmen, bu insanlar, önce bilgisayar ağları üzerinden sonra da internet üzerinden binlerce insanın katılımıyla son derece yetkin ve üstün yazılımlar ve işletim sistemleri geliştirmeyi başarmışlardı. Bugün yazılım alanında en büyük tekel durumundaki Microsoft’un ürünlerinin hepsiyle aşık atan pek çok ürün, dünyanın dört bir yanındaki binlerce insanın kolektif çabasıyla üretilmeye ve geliştirilmeye devam ediyor. Bu yazılımlar, hem performans ve sağlamlık açısından, hem de güvenilirlik açısından kat be kat üstün olduklarını kanıtlamışlardır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporunun verilerine göre, bugün internet ağının üzerine kurulu olduğu, yani bütün internet sitelerini barındıran sunucu bilgisayarların %50’sinden fazlası “özgür yazılım” olarak adlandırılan Linux’u kullanıyor. Benzer şekilde internet üzerinden gönderilen e-postaların %70’inden fazlası yine “özgür yazılımlar” aracılığıyla işleniyor. Microsoft yöneticilerinden birinin bu çabaları “toplumdaki mülkiyet ilişkilerine zarar veren bir kanser” olarak nitelemesi boşuna değildir. Her halükârda ortaya çıkan gerçek şu ki, kapitalist ideologların tüm iddialarının aksine, insanoğlunun yardımlaşmaya, dayanışmaya ve paylaşıma dayanan kolektif emeği, yaratıcılığı öldürmüyor; tersine, kapitalist güdülerden ve kapitalizmin özel mülkiyet cenderesinden kurtulduğu ölçüde kolektif emek çok daha yaratıcı ve çok daha parlak başarılara imza atma kudretinde olduğunu kanıtlıyor. Böylelikle bir kez daha görüyoruz ki, genelleşmiş meta üretimi ve rekabet demek olan kapitalizmin aşılmasıyla, insanlığın bolluk ve refah toplumuna ulaşmasının mümkün olduğunu belirtirken Marx sonuna kadar haklıydı. Üretici güçlerin geldiği seviyenin bir göstergesi olan bilgisayarlar ve internet, yalnızca kapitalizmin akıldışı sonuçlarını çok daha belirgin biçimde göstermekle kalmıyor, insanlığın önüne gerçekten de muazzam kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal olanaklar sunuyor. Milyarlarca insanın birbirleriyle her an ve her Bugün internet ağının üzerine kurulu olduğu, yani bütün internet sitelerini barındıran sunucu bilgisayarların %50’sinden fazlası “özgür yazılım” olarak adlandırılan Linux’u kullanıyor.

marksist tutum

şekilde (yazılı, sesli ve görüntülü) haberleşebilmesi bugün artık mümkündür. Bunun gerçek bir ortak insanlık kültürü oluşturmayı ne denli kolaylaştırdığını bir düşünün. Dünyadaki tüm kütüphanelerin bu ağa bağlanmasıyla, Kadeş anlaşmasından bugüne kadar kaleme alınmış tüm yazıların, tüm edebi, siyasi, felsefi, iktisadi vb. metinlerin tek bir tıklamayla kendi ana dilinizde emrinize amade olduğunu bir düşünün. Klasik müziğin en yetkin eserlerinden günümüze dek tüm müzik yapıtlarının, tüm sinema eserlerinin, tüm tabloların, kısaca insanoğlunun tüm sanatsal ve kültürel birikiminin bize bir tıklama mesafesinde olmasının mümkünlüğünü bilmek insanı ne denli heyecanlandırıyor. Tüm bunların sanal gerçeklik teknolojisiyle bütünleştiğinde eğitim sisteminin önünde ne denli geniş ufuklar açabileceğini düşünmek bile nasıl bir dünya yaratabileceğimiz hakkında bize ipuçları sunuyor. Bugün aklımızın almayacağı bir kültürel-sanatsal gelişimin tüm dinamiklerini ve olanaklarını aslında çoktan yaratmış durumdayız. Ama hepsi bu değil. Yine internet teknolojisini kullanarak, gerçek bir özgürlükler toplumunu, eşi benzeri görülmemiş bir demokratik katılım ve öz yönetim sistemini kurmak, her türlü “idari-yönetimsel” kararda söz hakkına sahip olmak o denli kolay ki. Birkaç saniye içerisinde milyarlarca insanın tek bir konuda oy kullanması ve sorunun karara bağlanması bugün artık mümkün. İnternet ağıyla birbirine bağlanmış tam otomasyon sistemiyle çalışan fabrikalarda neyi ne kadar üreteceğimize karar vermek üzere ihtiyaçlarımızı dolduracağımız bir formu tek bir tıklamayla göndermekle, yeteneklerimiz ölçüsünde katılacağımız toplumsal üretim sistemini her an, her saniye demokratik ve merkezî bir şekilde planlamak mümkün. Tüm bunların hayata geçeceği geleceğin sınıfsız toplumunda, “kapitalist üretim anarşisi”, “bürokratik-despotik üretim planları”, “açlık”, “kıtlık” vb. kavramları çocuklarımıza tarih derslerinde öğretmek zorunda kalırsak, onların bu kavramları anlamakta büyük güçlükler çekeceğini tasavvur etmekse hiç de zor değil. 150 yıl önce Marx ve Engels, mum ışıkları altında o muazzam dehalarıyla bunun hayalini kurmuşlardı. Dehaları, insanlığa duydukları sevgi ve inanç onları yanıltmadı, bugün tüm öngörüleri doğrulanmış durumda. Bugün tüm bunlar çok büyük ölçüde mümkün. Bu olanakları hayata geçirebilmenin önündeki tek engel ise, onların 150 yıl önce saptadıkları gibi, kapitalist üretim ilişkileri. Ne var ki, onu, tek bir tıklamayla, tek bir tuşa basarak ortadan kaldırmak mümkün değil. Onu ortadan kaldırmanın yolu, sabırlı bir örgütlenme çabasından ve zahmetli bir proleter devrimci mücadeleden geçiyor. 

37


DİSK 13. Genel Kurulunda Değişenler, Değişmeyenler Berdan Güney

15

-17 Şubat tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezinde gerçekleştirilen DİSK Genel Kurulunda, genel başkanlığa yeniden Süleyman Çelebi, genel sekreterliğe ise Tayfun Görgün seçildi. Açılış öncesinde konuşan Musa Çam, 12 Eylül’ün işçi sınıfı üzerinde yarattığı etkilerden söz ettiğinde, salondan “Faşizme Karşı omuz Omuza”, “İnadına DİSK İnadına Sendika” sloganları yükseldi. Genel Kurulun açılışına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, DTP Diyarbakır Milletvekili Ahmet Türk, ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Ufuk Uras ile sempozyuma katılmak üzere çeşitli ülkelerden gelen sendika temsilcileri de katıldı. Süleyman Çelebi ve ekibinin “devrimci” bir izlenim vermeye yönelik sahte söylemlerinden geçilmeyen genel kurulda, Timur Selçuk da “1 Mayıs” ve “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” marşlarını seslendirmek üzere hazır ve nazır kılınmıştı. Musa Çam’ın CHP’li Kadıköy belediye başkanı Selami Öztürk’e Caddebostan Kültür Merkezini yaptırdığı için teşekkür etmesinden sonra Öztürk kürsüye çıktı ve AKP politikalarını sanki kendileri pirüpakmışçasına eleştirdi. DİSK’in 40 yıllık tarihinden kesitler sunan belgesel gösteriminin ardından, Süleyman Çelebi açılış konuşmasında, sendikalar için küresel düşünmenin gerekli olduğunu, DİSK’in uluslararası mücadelenin anlamını bilen ve yaşayan bir örgüt olduğunu, Davutpaşa’da ve Tuzla’da yaşamını yitiren işçilere bir vicdan borcu olarak mücadeleyi ve dayanışmayı yükselteceklerini söyledi. Genel kurulda “Ayağa Kalkış Çağrısı” yapacaklarını sözlerine ekledi. Çelebi konuşmasını “Yeniden DİSK, yeniden devrim” sözleriyle bitirdi! Çelebi, DİSK’in sınıftan kopmasında, militan sınıf sendikacılığından tamamen uzaklaşmasında ve bu konumuyla diğer sınıf uzlaşmacı sendikalardan farkının

38

kalmamasında sanki kendisinin hiçbir suçu yokmuş gibi konuştu. Buna rağmen, kurul sonrasında yapılan değerlendirmelerin geneline bakıldığında solun önemli bir bölümünün Çelebi’nin sözlerine tav olduğu görülüyor.

Çalışma Bakanı işçilerin yüzüne rahat bakamadı! Fehmi Işıklar’ın divan başkanlığına seçilmesinden sonra bakan Faruk Çelik kürsüye davet edildi. Önce hükümetin icraatlarına övgüler düzen bir metin okuyan Çelik, sonra elindeki kâğıdı bir yana bırakarak “samimi” bir şekilde konuşmak istedi. Çünkü “o da hükümetine yapılan eleştirileri sabırla dinlemiş, şimdi sıra kendisine gelmişti”! Bakan Çelik, özelleştirme konusundaki icraatlarını sıralarken salondan tepkiler yükseldi. Bunun üzerine Çelik, “Özelleştirme konusunda fikrimizi açıkça söyledik, özelleştirmeden yana olduğumuzu söyledik. Beğenirsin, beğenmezsin, demokratik ortamda ifade edersin. Vatandaşa sorduğumuzda, buyurun devam edin dedi” diyerek işçilere çıkıştı. Çelik “çetelere” karşı yapılan operasyonlardan “çetelere karşı ne yapıldığını biliyorsunuz” şeklinde bahsetmeye çalışırken, salondan “onların yerine koyduğun yeni çeteleri söyle” şeklinde tepkiler yükseldi. Salondaki işçilerle karşılıklı atışmaya dönen konuşmasında, işçiler tersanelerde yaşanan ölümleri sorduklarında, kısa zaman önce tersaneler bölgesine yaptığı geziyi kastederek “gelmedim mi?” diye sordu. Salondan bu defa, “geldin de ne değişti, ölümler devam ediyor!” karşılığı geldi. Tepkileri yatıştırmak isteyen Bakan, “15 Şubat itibarıyla ikinci teftiş bitirildi. 2 tersanede kusura rastlanmadı, gerisinde çok kusur bulundu. Taşeron sisteminin tümden kaldırılmasını, iş kanununda yapacağımız değişiklikle sağlayacağız” demesi üzerine salondan onaylayan ve yuhalayan sesler yükseldi. Kendini Yaşar Usta’nın oğlu olarak ta-


Mart 2008 • sayı: 36

rif eden bakan, bu tavırlarıyla salonun bir bölümünden destek almayı başardı. Salondaki işçilerden “Mezarda emeklilik yasası” ile ilgili soru geldiğinde emeklilik yaşının kademeli olarak 2028 yılında 58-60 yaşa yükseltileceğini anlattı. İşçiler, “çocuklarımızı düşünmeyecek miyiz, Türkiye’de kaç kişi 60 yaşında çalışıyor” diye cevap verip, “mezarda emekli olmayacağız” sloganını hep bir ağızdan haykırdıklarında, Çelik, “yasa şimdi değil 2028’de yürürlüğe girecek” diyerek yanıtlamaya çalıştı işçileri. Bakan son olarak işçilerin “Sevgililer Gününü kutlayıp” salonu habercilerin eşliğinde hızlıca terk ederken, işçiler de onu “Yaşasın örgütlü mücadelemiz!”, “Gün gelecek devran dönecek, AKP halka hesap verecek!” sloganlarıyla uğurladılar. İşçilerin tepkisine rağmen, bakanın bir etki bırakmadığını söylemek doğru olmayacaktır. Yükselen tepkilerin yanı sıra sessiz kalarak, oturduğu yerden bakanın ifadelerini destekleyenler de oldu. Bakanın konuşmasından sonra delegelerin yaptıkları konuşmalarda, Kürt sorununun demokratik, barışçıl bir şekilde çözülmesi gerektiğinden, SSGSS ile gerçekleştirilmek istenen işçi sınıfına dönük saldırılardan, işçilere ulaşmak ve DİSK’te örgütlemek için daha çok çaba sarf edilmesi gerektiğinden söz edildi. Pankartları ve grev önlükleriyle kurul salonunu renklendiren Kocaeli Üniversitesinden grevci OLEYİS’li işçilerle, Nakliyat İş’te örgütlü Arçelik direnişçilerinin temsilcileri de yaşadıkları süreci kürsüde anlattılar. Delegelerin yaptıkları konuşmalarda kayda değer vurgular, Birleşik Metal-İş, Nakliyat-İş, Devrimci Sağlık-İş, Limter-İş sendikaları adına konuşan delegelerden geldi. Konuşmalarında DİSK yönetiminin hak gaspları, taşeronlaştırma, esnek çalışma gibi konulara yeterince ilgi göstermediğini ifade ederek Çelebi yönetimini eleştirdiler.

marksist tutum

Militan sendikacılık bu kurulda da filizlenmedi

Bugün DİSK dâhil hiçbir sendikada işçiler sendikalarını denetleme hakkına sahip değiller. İşçiler sadece birer “oy” olarak görülüyorlar. İşçi sınıfını bağımsız sınıf çıkarları ekseninde örgütleyecek militan bir sendikacılık anlayışını yeşertmek, sendikaların tepelerinden gerçekleşmeyecektir. Bu ancak, işçilerin sendika tabanlarında, fabrikalarda ve işçi semtlerinde yorulmadan, sabırla yürüttükleri faaliyetler sayesinde yeşerebilecektir.

İkinci gün delege konuşmalarına devam edilirken ve aday başvuruları beklenirken, Çelebi’nin belirlediği liste dışında adaylığını koyan olmadı. Üçüncü gün yapılan oylamada ise beklendiği gibi Çelebi ve listedeki diğer isimler seçildi. Yönetim kurulu üye sayısı sendikanın kan kaybına rağmen 7’den 9’a yükseltildi. İlk gün kurulun sloganı olarak kullanılan “Yeniden DİSK, Yeniden Devrim” sloganı, DİSK’teki olumlu değişimi değil, eskiyen örtüyü bir yenisiyle değiştirme çabasını gösteriyordu. Doğrusu, kurul sonrası sol yayınlarda yapılan yorumlar, geniş bir kesimin DİSK’in bu söylemine tav olduğunu ortaya koyuyor. Sendika bürokrasisinin DİSK’in 13. Genel Kurulunda olduğu gibi dönem dönem daha “sol” bir söylem tutturması, sözlerindeki samimiyetten değil, zevahiri kurtarma çabasından kaynaklanıyor. Genel Kurul boyunca DİSK’in ortaya koyduğu yaklaşım kimseyi aldatmasın. AKP politikalarını yerden yere vuran konuşmalar yapan sendika bürokratları, aslında o çok eleştirdikleri Türk-İş ve Hak-İş’in çizgisinde yürümeye devam edeceklerinin işaretlerini de fazlasıyla verdiler. İşçi sınıfı hareketinin iyice gerilediği koşullarda sendika konfederasyonları kendiliğinden militan bir sendikacılık anlayışını ortaya koyamazlar. DİSK’i yaratan, onun adına “devrimci” ibaresini sokan ‘80 öncesi mücadeleci işçi kuşağıydı. O koşullar ortadan kalktığında DİSK’in “D”si de içi boşaltılmış bir harften ibaret kaldı. Zaten İngilizceye çevirirken de “ilerici” anlamına gelen “progressive” kelimesini kullanmayı tercih ediyor artık DİSK bürokrasisi. Bugün DİSK dâhil hiçbir sendikada işçiler sendikalarını denetleme hakkına sahip değiller. İşçiler sadece birer “oy” olarak görülüyorlar. İşçi sınıfını bağımsız sınıf çıkarları ekseninde örgütleyecek militan bir sendikacılık anlayışını yeşertmek, sendikaların tepelerinden gerçekleşmeyecektir. Bu ancak, işçilerin sendika tabanlarında, fabrikalarda ve işçi semtlerinde yorulmadan, sabırla yürüttükleri faaliyetler sayesinde yeşerebilecektir. 

39


marksist tutum

Mart 2008 • sayı: 36

Asimilasyon İnsanlık Suçuymuş! Hadi Ya! G eçtiğimiz günlerde Almanya’nın Ludwigshafen kentinde yaşayan 9 Türk, yaşadıkları apartmanda çıka(rıla)n yangın sonucu hayatlarını kaybetmişti. Kundaklama ihtimali yüksek olan bu yangınla ilgili olarak “inceleme yapmak” ve sözümona Almanya’da yaşayan Türklere sahip çıkıyormuş imajı vererek cenazeleri oya çevirmek için Almanya’ya giden Başbakan Erdoğan, Almanya Başbakanı Angela Merkel’le de görüştü. Bu görüşmede esas olarak Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkiler ve Almanya’daki Türk vatandaşlarının uyum sorunlarının ele alındığı söylendi. Almanya’da yaşayan Türklerin entegrasyonunun nasıl sağlanacağı tartışmaları esnasında, Türkiye başbakanının ağzından hayret edilecek cümleler döküldü. Erdoğan açıklamasında şöyle diyordu: “Farklılıklar bir toplumun zenginliğidir. Ben ve ötekiler dersek işte orada artık barış tehdit altında demektir. Ötekileştirme anlayışının olmaması lazım”. Ve devam ediyordu: “Bizim söylediğimiz çok açıktır: Almanya’daki Türkler anadillerini iyi bilmeli, Almancayı da mutlaka iyi konuşur duruma gelmelidir. Herhalde hiç kimse kimseden anadilini unutmasını, anadilini öğrenmemesini isteme hakkına sahip değildir. … Biz şuna inanıyoruz: Entegrasyona evet … ama asimilasyona hayır. Çünkü insanlar kendi kültürleriyle, değerleriyle güçlüdürler. Bu bir Türk evladı için de bir Alman evladı için de böyledir. Onları asimile etmeye çalışmak zaten bir insanlık suçudur da.” Söz konusu olan Almanya’da yaşayan Türkler olunca, “farklı olana saygı duyulması gerektiğini”, “kimseden anadilini unutmasının ve öğrenmemesinin istenemeyeceğini, “asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu” söyleyen Erdoğan, bu ülkede yaşayan, dili, tarihi ve kültürüyle farklı olan Kürtlerin “farklılıklarımızı kabul edin birlikte yaşayalım” çağrısına ise bombalarla, polis baskısıyla, tehditle, şovenizmi tırmandıran politikalarla cevap vermektedir. Kürt halkının örgütleri tasfiye edilmeye çalışılmakta, Kürtçe yayın yapan gazete, radyo ve televizyonlar sansürlenmekte ve yasaklanmaktadır. Kürt halkının seçtiği belediye başkanları, milletvekilleri, her türlü

baskıya tâbi tutularak aforoz edilmektedir. Giydikleri kıyafetlerin renkleri, doğum yerleri, anadillerini konuşmak istemeleri nedeniyle Kürtler ayrımcılığa ve baskıya uğramakta, asimile edilmeye ve egemen Türk kültürünü kabul etmeye zorlanmaktalar. Erdoğan, Türkiye’de Almanca eğitim veren liseler bulunduğunu, Almanya’da da Türkçe eğitim veren lise ve üniversiteler olması gerektiğini, Türkçe eğitimi ise Türkiye’den gelecek olan Türk öğretmenlerin vermesini de istedi. Entegrasyon için Türklerin önce kendi dilini en iyi şekilde öğrenmesi gerektiğini savunan Erdoğan, ancak kendi dilini iyi konuşanların Almancayı da iyi öğrenebileceğini savundu. Erdoğan bu konuda haklıdır. İnsanların kullandıkları dili iyi öğrenmeleri, bunun için de anadillerini iyi biliyor olmaları gerekmektedir. Ama bu Almanya’daki Türkler için olduğu kadar Türkiye’deki Kürtler için de geçerlidir. Bu topraklarda yaşayan Kürtlerin çoğu Türkçeyi iyi konuşamamaktadır. Onlar da önce anadilini iyi öğrenmeli, o dili iyi bilen öğretmenler tarafından, kendi dillerinde eğitim veren okullarda eğitim görme hakkına sahip olmalıdırlar. Oysa bırakalım anadillerinde “en iyi şekilde” eğitim görmeyi, bu dili seçmeli ders olarak bile alamamaktadırlar. Kürtçe öğrenmeyi sadece dershanelerde serbest bırakarak, yoksul Kürt halkına paran varsa anadilini geliştir denmektedir. Parası olamayanlara ise devlet “Türkçe eğitimi seve seve” vermektedir. Erdoğan’ın açıklamalarının ardından Merkel, “uyum anlayışı konusunda Erdoğan’la daha fazla konuşmaya ihtiyaç var” diyerek Erdoğan’ın fazla ileriye gittiği mesajını vermekte gecikmedi. Alman yetkililer “iki dilli eğitim veren okulların yaygınlaştırılabileceğini, ancak sadece Türkçe eğitim veren okul istemediklerini” açıkladılar. Alman burjuvazisi de işgücü göçüyle gelen milyonlarca insanın Alman kültürünü kabul etmesini istemektedir. Tıpkı Türk hükümeti ve başbakanı gibi… Aslında hem Merkel hem de Erdoğan benzer bir siyaset gütmektedir. İki başbakan da ikiyüzlüdür. Tabii Türkiye başbakanının kendi ülkesindeki Kürtleri dünyanın gözü önünde katlederken Almanya’daki Türkler için özgürlük istemesi ikiyüzlülüğün en büyüğüdür. Erdoğan ve AKP hükümeti, Almanya’daki Türkler için istediklerini, bu topraklardaki Kürler için de derhal uygulamaya geçirmelidir. Kapitalist sistem, göçmen işçilere, ezilen halklara baskı ve zulüm getirmektedir. Burjuvazinin sözcüsü düzen partileri işçilere, emekçilere, ezilen halklara özgürlük getiremez. İşçi sınıfına ve ezilen haklara özgürlük mücadeleyle gelecek! İstanbul’dan bir işçi

40


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum

Davutpaşa’yı Unutma! Lezgi, Yaşar, Novruz, Zübeyir, Semra ve diğerleri… Türkiye’nin dört bir yanından göç edip çalışmak, hayatta kalmak, ailelerini geçindirmek için Davutpaşa’da işçiliğe koyulmuşlardı. Yorucu bir günün daha ilk saatlerinde gerçekleşen bir patlama, hepsinin yaşamına son verdi. Hepsi de nedenini bilmedikleri bir sömürü cenderesi içindeydiler. Hepsi de örgütsüzdüler. Kimisi pantolon taşlıyor, kimisi çorap dokuyor, kimisi havai fişek üretiyordu. Ürettiklerini kimlerin kullandıklarını, havai fişeklerin hangi zenginin kutlamalarında kullanılacağını bilmeden! Ürettiklerinin hiçbirini alamamanın acısını çekiyorlarsa da, tek tesellileri bir işte çalışıyor olmaktı. Sonlarını çok önceden görmüş gibi sessizce çalışmaya, bir gün daha yaşamaya çabalıyorlardı. Yarından umutlarını çoktan kesmişlerdi. Şimdi onların kalkan cesetlerinin yerini yeni Semralar, Yaşarlar ve Lezgiler alacak ve İstanbul kan kusmaya devam edecek… 70 milyonluk koca ülkeyi yönettiğiyle gururlanan, vatan, millet, din, iman, bayrak diye yaygara koparan AKP hükümetinin ve AKP’li belediyenin huzuru birazcık kaçtı. Ölenler bir, üç beş olsa sesleri çıkmayacaktı. Ölenler cephelerde olsa sesleri çıkmayacaktı. Ölenler uzaktaki küçük bir şehirde olsa sesleri çıkmayacaktı. Ölenler Kürt olsa, grevci işçi olsa, miting yapan işçiler olsa sesleri çıkmayacaktı. Fakat bu kez mızrak çuvala kolayına sığdırılamıyordu. “Yetkililer” birbiri ardına konuşmaya başladıkça anlaşıldı ki, kasap et derdinde koyun can derdindeydi. Her biri sorumluluğu üstünden atıyor, ben suçsuzum diyor, kimisi vatandaşları suçluyor, kimisi kader diyor, kimisi suçluları bulacağız diyor, kimisi Allahtan rahmet dilemekle yetiniyordu. İşçi sınıfının, ölenlerin, çaresiz ailelerinin gözlerine baka baka yalan söylüyorlardı. Hepsi suçunu örtbas etmenin telâşı içindeydiler. Biri kalanlara ev sözü verdi, biri maaş bağlama sözü verdi, diğerleri yaralarını saracağız sözleri verdiler. Hepsi birden gönlü yüce, eli açık, yufka yürekli işadamı, politikacı, belediye başkanı, emniyet müdürü olmuşlardı. En duygusal nutukları yaralanmış işçilerin yanında atıyor, sorumluları bulup cezalandıracaklarını, herkesin rahat olması gerektiğini söylüyorlardı. İşçilerin haklarına saldıranlar, haklarını budayanlar, ücretleriniz çok diyenler sanki onlar değilmiş

gibi rahat konuşuyorlardı. Grevlere ve mitinglere saldıran, vatandaşım dediklerini kurşunlayanlar onlar değilmiş gibi rahat konuşuyorlardı. Gecekonduları yıkanlar, yoksul işçi mahallelerinde patronlar için lüks villalar yapanlar onlar değilmiş gibi konuşuyorlardı. Yetim kalmış küçücük bir işçi çocuğu olan Ebru, etrafını saran, onu öpen, ailesine ev alacaklarını vaat eden “devlet büyüklerine” güvenmemiş, her şeyin kameralar önündeki şovdan ibaret olduğunu sezmiş olsa gerek ki, şunu söylemiş yüzlerine: “Annenim başına gelenlerin başkalarının başına gelmemesi için hâkim ya da savcı olacağım.” Çalışma Bakanı Faruk Çelik, “sendika olsa 23 kişi ölmezdi” demiş. İtiraf mı, alay mı belli değil. Sendika olsa işçiler kurbanlık koyun gibi ölmezdi. Kader diye görüp en tehlikeli işlerde gözü kapalı çalışmazlardı. Fakat onları sendikasızlaştıran kim? Sendika deyince işten atan kim? Sendika deyince coplayan, karakollara atan kim? Sendika deyince anarşist, bölücü, terörist diyen kim? Yaralıların bulunduğu hastanelerde yaptığı açıklamada aynı Çelik, “Erdoğan’ın talimatı üzerine bu hafta kentin iki yakasında 90 müfettişin katılacağı denetim planladıklarını, bu palanı yaptıkları sırada olayın meydana geldiğini” söylemiş. Hep yapacaktık, edecektik sözleri. Hep aklımızdaydı, planlamıştık sözleri. Hep geç kaldık, bir dahaki sefere tesellisi. Başbakan dünyayı geziyor, patronlar lehine yasa üstüne yasa çıkarıyor, önlem alıyor, açılış yapıyor fakat gelin görün ki sıra işçi ve emekçilere gelince kıl payı farkla geç kalınıyor. TBMM Başkanvekili Meral Akşener, patlama yerinde yaptığı “inceleme”nin ardından yaptığı açıklamada şöyle buyurmuş: “Yöneticiler kurallara uysaydı kitle imha silahı patlamış gibi bir durum olmazdı. Aynı binada kot imalathanesi üç sefer mühürlenmiş. Her seferinde mühürler sökülmüş. Bu yerlerde denetim ihmali var.” Yöneticiler kurallara uymuyor ve insanlar katlediliyor doğru. Peki denetim ihmali olmasaydı ne olacaktı? Her şeyi kılıfına uydurmuşsunuz bir güzel. Denetim ihmali olmasaydı bakın ne olacaktı. Sorumlu yöneticilerin çıkardıkları yasalarda deniyor ki, “ruhsatsız işyerlerine 88 YTL para cezası kesin”. Yani yasada ceza var mı var kabilinden. 23 canın karşılığı 88 YTL. Sen ey patronum, sömürmene, kazanmana devam et, verirsin 88 YTL’yi kurtulursun, ne olacak? Ey egemen-

41


marksist tutum

ler, kuralları siz koyduğunuz için oldu o patlama. Siz yönettiğiniz için, denetlediğiniz için katledildi insanlar. Yöneticilerimizin yönettiği ülkeye bir bakın. Doğusuyla batısıyla her yanı kan içinde. Kürt illerinde patlayan bombalar nice Kürt çocuklarını, analarını katletti. Nice sendikacı, yazar, gazeteci, devrimci, sokak ortasında öldürüldü. Doğuda Kürtlere yağan bombalar batıda da Kürdüyle Türküyle işçi-emekçilerin üzerine yağıyor. Tersaneler, sanayi bölgeleri, atölyeler, fabrikalar… Günde en az 5 kişi katlediliyor. Madenlerde yüzlerce işçi canlı canlı mezara gömüldü. Şimdi sıra tersanelerde, küçük sanayi sitelerinde. İş kazaları büyük felâketlere dönüşmüş durumda. Taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendikasızlaştırma saldırıları emek ordusunun tepesinde patlayan bombalara dönüştü. Her şey sermayenin mutluluğu için. Sermayenin birbiriyle rekabeti kızıştıkça kurbanlar çoğalıyor. Davutpaşa ilk değil, son da olmayacak. Kapitalist ahtapot canlı emeği sömürmeden, onun kanını emmeden varlığını sürdüremez. Onun yaşaması için işçi sınıfının boyun eğmesi, posasının çıkartılması ve nihayet katledilmesi gerekiyor. Bursa’da yanan tekstil işçileri, Ümraniye’de katledilen atölye işçileri, Tuzla’da iskeleden düşen gemi işçileri bir bir katledilirken, hiçbir şey değişmedi. Onların yerine bin-

Mart 2008 • sayı: 36

lerce işsiz işçi geçti. Onları katledenler kendi cennetlerinde saltanat sürmeye devam ediyorlar. Bakanlarından bürokratlarına dek hepsi kırbaçlarını daha acımazsızca sırtımızda şaklatıyorlar. Biz geride kalanların gerçeği görmesi gerekiyor. Kapitalizm öldürüyor. Biz ona can vermezsek tek bir gün dahi ayakta kalamaz. Onların hepsi bizim unutmamızdan cesaret alıyorlar. Boşvermişliğimizden, korkaklığımızdan güç alıyorlar. Egemenler bizim örgütsüzlüğümüzden kahramanlaşıyorlar. Gerçekleri görmeyen, yalanlarla uyutulan zihinlerimizden güç alıyorlar. Suçlu hepimizin gözleri önünde duruyor. Suçlu ruhsatsız, kaçak, sigortasız, sendikasız işçi çalıştıran sermaye sınıfı ve onları görmezden gelen, koruyan ve kollayan burjuva devlettir. Sermaye sınıfına karşı, işçi sınıfının devrimci saflarında örgütlenmeliyiz. Hak ve özgürlüklerimiz için kenetlenmeliyiz. Vahşi kapitalizmin dünya işçi sınıfına yönelttiği neoliberal saldırılara, sendikasızlaştırmaya, taşeronlaştırmaya, işten atılmalara, işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmamasına, kölelik ücretine ve sermayenin dizginsiz sömürüsüne karşı ortak mücadele vermeden, Davutpaşaların hesabını soramayız. Dudullu’dan bir işçi

Suharto da maalesef eceliyle öldü! Endonezya Komünist Partisi (PKI) 1965 yılında 3,5 milyon üyesi, 10 milyondan fazla taraftarı olan dev bir parti olmasına rağmen, karşı-devrimin kanlı tekerleğinin üzerinden geçmesine engel olamamıştı. Sınıf uzlaşmacı Stalinist “halk cephesi” politikalarının devrime ihanetinin bedelini en ağır ödeyenlerden biri de Endonezyalı devrimciler oldu. Endonezya Komünist Partisinin büyüklüğü sadece Endonezya burjuvazisini değil Amerikan emperyalizmini de korkutuyordu. Amerikan emperyalizminin bölgedeki çıkarlarını tehlikeye sokabilecek bir hareketin derhal başının koparılması gerekiyordu. Bu nedenle CIA eliyle örgütlenen ve devrimcilerin, komünistlerin kanlarının oluk oluk aktıldığı bir darbe gerçekleştirildi. İşte bu kanlı darbenin başında da Amerikan-CIA destekli diktatör Suharto bulunuyordu. 1965’ten 1997’ye kadar Endonezya işçi sınıfına ve devrimcilerine kan kusturan, bir milyondan fazla insanın ölümünden sorumlu olan bu general, geçtiğimiz günlerde ne yazık ki eceliyle öldü. Endonezya burjuvazisinin sadık temsilcileri, halkı bu kanlı katil için yas tutmaya ve dua etmeye çağırıyordu. Görevini hakkıyla yerine getirmiş ama artık yaşlanmış bu sadık köpeğini kaybetmenin buruk hüznünü yaşayan Amerikan emperyalizminin siyaset erbabı da taziyelerini sunuyordu. ABD elçisi, “kayda değer ekonomik ve sosyal gelişme sağlamış, kalıcı iz bırakmış tarihi bir figür” diye tarif ediyordu bu katili.

42

Kalıcı iz bıraktığı konusunda istemeden de olsa hemfikir oluyoruz sınıf düşmanlarımızla. Devrimci Marksistler açısından, mutlaka hesabı sorulması gereken, derin bir yaranın bıraktığı kalıcı izlerdir bunlar. Suharto gibi eli kanlı diktatörlerin yaptıkları kıyımları nasıl unutabiliriz? Pinochet’yi, Kenan Evren’i ve daha nicelerini nasıl unutabiliriz? CIA’in ölüm tugayları tarafından öldürülen devrimcileri ve komünistleri anlatan Selim Fuat, Marksist Tutum dergisindeki yazısında Time dergisinden bir alıntıya yer veriyordu. Şöyle yazmış Time dergisi Endonezya’daki katliamı haber yaparken: “Katliam o denli büyük ölçekte ki, nemli havanın çürüyen bedenlerin kokuşmasını arttırdığı kuzey Sumatra’da cesetlerin ortadan kaldırılması ciddi bir sağlık sorunu yaratmaktadır. Bu bölgelerden geçenler, derelerin ve akarsuların tam anlamıyla cesetlerle dolduğunu söylüyorlar. Nehir ulaşımı ciddi olarak sekteye uğramış durumda.” Evet, Suharto 86 yaşında öldü. Ama Türkiye’de faşist darbenin mimarı, nice devrimci fidanın boyunlarını darağaçlarında kıran Kenan Evren, Marmaris’te dinlenmeye çekildiği köşkünde sefa içinde yaşam sürdürüyor. Biz işçilere düşen görev, bu kanlı diktatörleri asla unutmamak ve örgütlü sınıf mücadelesiyle onlardan hesap sorabilmeyi başarmaktır. Marksist Tutum okuru bir sağlık işçisi


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum

İş Cinayetlerine Karşı Örgütlü Mücadeleye! Uzun çalışma saatleri, fazla mesailer, iş ritminin hızlandırılması, alınmayan güvenlik önlemleri, patronların bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsı ve taşeronlaşma... Kuralsızlığın kural haline geldiği tersanelerde, her geçen gün bir yenisi ekleniyor iş cinayetlerine. Artık iş kazalarının haberlerini aldığımızda inanmak istemiyoruz. Arkadaşımıza, “bu anlattığın iki gün önce gerçekleşen kaza değil mi, karıştırıyor olmayasın” diyoruz. Biz her ne kadar inanmak istemesek de yaşanan vahşet ortadadır. Tuzla tersanelerinde ölümlü iş kazaları her yıl artıyor. Ölümle sonuçlanmayan iş kazaları ise artık ciddiye bile alınmıyor, kanıksanmış durumda. 2001’de 1, 2002’de 5, 2003’te 3, 2004’te 5, 2005’te 8, 2006’da 10, 2007’de 12 ve henüz 2008’in ikinci ayında olmamıza rağmen 6 tersane işçisi, mesai sırasında hayatını kaybetti. İş kazalarının artık sıradan hale geldiği ve seri cinayetlere dönüştüğü Tuzla tersaneler cehenneminde 2007’nin Ağustos ayında 13 günde 5 işçi ardarda yaşamını yitirmişti. Yeni yılın ilk kazası 14 Ocakta gerçekleşmişti. Sedef Tersanesinde, elektrik taşeronu Elkon adlı şirkette çalışan 19 yaşındaki Onur Bayoğlu gemi ambarına düşerek ölmüştü. Gebze’de bekâr evinde kalan Bayoğlu Giresun’dan çalışmak için gelmiş, tersanede işe başlamıştı. Ardından 4 Şubatta Metin Turan, 12 Şubatta Cevat Toy ve Osman Göç, 16 Şubatta Mikail Kavak, 17 Şubatta ise Hasan Köse yaşamını yitirdi. Osman Göç 12 Şubatta Gemtiş tersanesinde kaynak dumanından zehirlenerek öldü. Mesai saatinden sonra evine giden Göç fenalaşarak hastaneye götürülmüş, doktorlar “bir şeyin yok!” diyerek evine göndermişlerdi. Ancak gece tekrar fenalaşarak hastaneye kaldırılan Göç duman zehirlenmesine bağlı olarak kalp durması sonucu hayatını kaybetti. 24 yaşında olan Hasan Köse ise 17 Şubatta oksijen tüpünün patlaması sonucu çıkan yangında vücudunun %80’i yanarak patronların kâr hırsına kurban gitti. Bizleri dehşete düşüren bu vahşi iş cinayetleri birbiri ardı sıra yaşanırken, bu cinayetlerin suçu işçilerin üzerine yıkılmaya çalışılıyor. GİSBİR Başkanı Murat Bayrak, utanmazca, “Ağır riskli işyerlerinde senede 5-6 ölümlü kaza olur, kazalar işin doğası gereğidir. Kimi suçlayacağız ki? Her ne sebeple olursa olsun iş kazalarını önlemek mümkün değil” diyor. GİSBİR Konsey Başkanı Kenan Torlak ise, “Biz tüm tedbirleri alıyoruz ama işçiler cahil, uygulamıyor” diyerek patronlar sınıfının işçilere ne gözle baktıklarını bir kez daha gözler ününe seriyor. İşçilere bir baret ya da gözlük vermek, yarım saat işyerinde nelerin yasak olduğunu anlatmak, iş güvenliğinin alındığını göstermez. Ağırlıkların ton ile değil grostonla değerlendirildiği gemi inşa sektöründe, işçilerin üzerine düşen saç parçaları 3-5 tonluk devasa parçalardır. “Koştura koştura” büyüyen bu “başarılı” sektörde, bu parçalar, ol-

ması gerektiği gibi vinçlerle değil forkliftlerle daracık tersane mekânında aceleyle bir yerden bir yere taşınırsa, forkliftten işçinin üstüne düşüp işçiyi kâğıt gibi ezebilir. Böyle ölen işçilerin sayısı hiç de az değildir. İşçilerin yüksekte çalışacağı iskeleler, geminin dış yüzeyi bozulmasın, ikinci kere taşlama gerektirmesin, iş çabuk yetişsin diye kaynak ile uygun bir şekilde sabitlenmezse, düşen işçi baretli, gözlüklü de olsa ölme ihtimali yüksektir. İş sipariş sözü verilen tarihte yetişsin, tersane sahibi gecikme tazminatı ödemesin diye, bir yardımcı eşliğinde yapılması gereken işler tek kaynakçı, tek montajcı ile yapılırsa, işçi ambara veya denize düşse, düştüğünden haberdar olunması saatler, bazen bir gün bile sürebilir. İş çabuk bitsin diye, oksijen hortumları ve elektrik kabloları birbirinden düzgünce ayrılmazsa, işçinin kaynak yapacağı gemi dehlizleri fanlarla gazlardan arındırılmazsa, işçilerin patlamalar sonucu ölmeleri kaçınılmazdır. Alınması gereken bütün bu tedbirler, İş Kanununa göre ve her aklıselim insanın tahmin edebileceği gibi, işyerinde üretim yaptırtan, bu işten kâr eden patronların yükümlülüğündedir. Ancak bu yükümlülükten, Tuzla’daki tersane patronları, “esnek çalıştırma ve rekabet edebilirlik sistemi”nin ürünü olan taşeron sistemi ile sıyrılıyorlar. Örneğin orta boylu bir tersanenin sipariş aldığı ve altı ay içerisinde yetiştirmek zorunda olduğu 10 bin tonluk bir kimyasal tankerin inşasında, aynı anda, aynı tersane alanında 30 ilâ 50 adet farklı irili ufaklı taşeron firma çalışıyor. Yani asıl iş olan gemi yapımı, bölünerek onlarca alt işverene ihale ediliyor. İş Yasasının 2. maddesine açıkça aykırı olan bu uygulama, gittikçe artan iş kazalarına da davetiye çıkarmaktadır. Tersane sahipleri kadrolu olarak en fazla 100 işçi göstermektedirler. Halbuki siparişini aldıkları geminin inşasında 1000’e yakın işçi çalışmaktadır. Çoğu durumda hiç olma-

43


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum yan işyeri hekimleri, işyeri güvenlik elemanlarıysa 100 işçi üzerinden istihdam edilmektedir. İşçilerin ezici çoğunluğunun çalışma şartları, sağlık ve güvenlik ihtiyaçları, onlarca taşeron firmanın keyfine bırakılmaktadır. Yani taşeronluk sistemi, denetimsizliği, sigortasız çalışmayı, düşük ücreti, kötü malzeme kullanımını beraberinde getiriyor. Tersanelerde ambulans ve sağlık ekipleri bulundurulmuyor. Bu da beraberinde ölümleri getiriyor. Dünya genelinde yeni gemi yapımı son üç yılda yüzde 89 büyümüştür. Bu büyüme tersane işçilerinin emeği sayesinde gerçekleşiyor. Ancak tersane işçileri bu başarıya, artan iş güvencesi, hayat standardının yükselmesi ve ücretler şeklinde değil, artan ölümler şeklinde ortak oluyorlar. Binlerce insanın çalıştığı tersanelerde iş kazalarının nedenleri ortadadır. Ancak tüm bunlara rağmen iş koşullarında hiçbir değişiklik yapılmamaktadır. Çalışma Bakanlığının denetimlerinde birkaç işyerine para cezası kesilmiş, göstermelik olarak iki üç tersanenin bazı bölümlerinde üretimin durdurulması kararı verilmiş, ama verildiği söylenen bu cezaya rağmen hiçbir yerde üretim durdurulmamıştır. Ölümlerin artmasıyla birlikte, Çalışma Bakanlığı, denetim kadrosunu büyüterek tersanelerdeki denetimi artıracağını belirtiyor. Sanki iş müfettişlerinin sayısı arttırılınca sorunlar çözülecekmiş gibi, Çalışma Bakanı Faruk Çelik, denetimlerin arttırılması için 250 iş müfettişi alınmasını talep ediyor Bakanlar Kurulunda. Oysa iş kazalarının en büyük nedeni olan taşeron sisteminin kaldırılmasından ve patronların kuralsız çalıştırmalarından, yasa dışılığından bahsedilmiyor bile. Tersanelerde çalışma koşullarının içler acısı durumu, iş

cinayetlerinin bu kadar yoğunlaşmasından da gayet iyi anlaşılabiliyor. Bu koşulları değiştirmek için yaşanan sorunların üzerine kararlılıkla gitmek zorunludur. İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınması, ağır ve tehlikeli işkolu yönetmeliğinin uygulanması, sigortaların taşeron değil ana firma tarafından ve alınan ücret üzerinden ödenmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, zorunlu fazla mesailerin kaldırılması ve taşeronlaşmanın yasaklanması bu açıdan elzemdir. Aksi halde ölümler durmayacaktır! Tüm bunların gerçekleşmesi ise işçilerin örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Bunları patronlardan ya da onların temsilcisi olan burjuva hükümetlerden beklemek hayalden başka bir şey değildir. İşçi sınıfının örgütlü duruşu yoksa, bugün sorunların üzerine gidecekmiş izlenimini yaratan hükümet, birkaç hafta sonra medya baskısının da ortadan kalkmasıyla, işçileri yine kendi kaderleriyle baş başa bırakacaktır. Her sabah, eşinden, çocuğundan, annesinden veya babasından akşam eve dönmeyecekmiş gibi veda ederek ayrılan tersane işçileri, eğer eve geri dönmemeyi göze alarak çalışmaya gidebiliyorlarsa, insanca yaşamak için patronlara karşı güçlerini birleştirme, birbirlerine güvenme cesaretini de gösterebilirler. Kurtuluş bizlerin ellerinde: ya her gün ölüm korkusuyla sıranın bize gelmesini bekleyip ölüp gideceğiz ve arkamızdakilere, çocuklarımıza daha kötü koşulları bırakacağız ya da işçiler olarak birbirimize güvenip, gücümüzü birleştirip bu koşulları birlikte değiştireceğiz. Bunun yolu sendikalarımızda, derneklerimizde örgütlenip mücadeleye katılmaktan geçiyor. Aydınlı’dan bir Marksist Tutum okuru

Canlar Pazar Pazar Verili koşullara alışmak yok olmaktır hayatta. Yaşayan ölü misali yani… Göz, kulak, burun, dil yok olur bir anda. Varsın, ama aslında yoksun. Ne akan hayatın içinde koşan, yürüyen, ne de hisseden bir insansın. Ne de yüzünü aydınlatan, ışıldatan bir avuç dolusu kahkahan. Yoksun işte. Ne canlı bedenin ne de ölü bedenin. Hiçbir kıymetin yok. Görünmezsin! Hani yanı başımızda yaşayan küçücük böcekler, bakteriler vardır ya. Arı gibi vızır vızır, akarlar hayatın içinde, doğar, büyür, ölürler. Görmeyiz onları. Karınca misali yani… Güçlü elleriyle kaldırırlar dağları. Yaptıkları iş görünür. Dağ yok olur, onlar görünmez. Alışmak yok olmaktır hayatta. Hele de ölüme. Vaden dolmadan, kaderin diye boyun eğdiğin ölüme. Her hafta, her gün, her saat, her dakika gelir kara kara haberleri tersane işçilerinin. Bu hafta da geldi gencecik bir bedenin ölüm haberi. Belki evliydi, belki bekâr, belki çocukları vardı, belki de hayalleri. Soldurdular yine genç bir bedeni. Suçu işçi olmak… Gazetelerde çıktı haberleri. Yaşamında kimse onu görmedi. Ama ölümüne herkes tanık oldu. Çünkü cesedi bile sallandırıldı düştüğü tersane iskelesinden, ibreti âlem olsun diye cümle âleme.

44

Güya köpeklere yem olmasın diye. Ölümün nedeni tespit edilinceye kadar, patronun gözünden uzak olsun, işlerini aksatmasın diye astılar, 19 yaşında denize düşerek ölen Metin Turan’ın cesedini çalıştığı gemiye. Yaşamında rahat etti mi ki ölümünde rahat etsin? Şöyle uzatıp ayaklarını güneşin sıcaklığını hissetsin. Alışmak yok olmaktır hayatta. Kapatma gözlerini öyle umarsız. Bak, gözlerini koca koca açarak bak. “Ben saltanatım” diyor patronlar. “Ölünüzü de asarım, dirinizi de”. Adım “barbar” benim. Her gün, her gün kanlı ellerimle doymam kanınıza. Oluk oluk akmalı cebime yaşamlarınız. Kaslarınız bana hizmet etmeli. Kalbiniz benim için atmalı. Gözleriniz benim gösterdiğimi görmeli. Ben varım, sen yoksun. Ben düşünürüm, sen düşünemezsin. Ben konuşurum, sen konuşamazsın. Onlar öyle diyor ama. Elbet gün gelir biz de düşünür, biz de duyar, biz de konuşuruz. Ölünüzü değil ama dirinizi asarız sizin. Hesabını sorarız işçi kardeşlerimizin! Alışmak yok olmaktır hayatta. Alışamam, alışamazsın, alışamayız. Mücadele ederim, mücadele edersin, mücadele ederiz! Marksist Tutum okuru bir büro işçisi


Mart 2008 • sayı: 36

marksist tutum

Daha Kaç Can Vereceğiz? 4 Şubat günü Şahin Çelik Tersanesi’nde çalışan Metin Turan adındaki 19 yaşındaki işçi denize düşerek yaşamını yitirdi. Ancak cesedi bir gün sonra kaldığı bekâr evindeki arkadaşlarının çalıştığı tersaneye gelip kendisini sorması üzerine bulunabildi. Savcılık gelene kadar Metin Turan’ın cesedi boynundan bir iple gemiye asıldı. İşçilerin tepki gösterip işi durdurmasına rağmen bu vahşetten vazgeçmedi işveren. Sanki bir can değil, bir et parçasıydı orda asılı duran. Önceki gün zorla mesaiye bırakılan Metin Turan akşam karanlığında karanlık sulara gömülüp gitmişti ve henüz 19 yaşındaydı. Memleketi Samsun’u bırakıp ekmek parası peşine düşmüştü tersanelerde. Ama tersane ekmek teknesi değil mezar oldu Metin Turan’a. Ambara düşerek ölen Onur Bayoğlu’nun ölümünün üzerinden henüz bir ay bile geçmemişken bir kurban daha verdi Tuzla tersaneleri. Son 7 ayda 14 can iş cinayetine kurban gitti tersanelerde. İş kazalarının bu kadar sıklaşması ister istemez bu vahşetin hükümetin de burjuva medyanın da gündemine girmesine sebep oldu. Gerek Çalışma Bakanlığından gerekse GİS-BİR başkanından gelen mide bulandırıcı riyakârlıkta açıklamalar tüylerimi diken diken etti. NTV-MSNBC’ye yaptığı açıklamada bakın ne diyor GİS-BİR başkanı Murat Bayrak: “Tuzla’da hiçbir tersanede sigortasız işçi çalıştırılmıyor. Sigortasızlığın iş kazasıyla ne ilgisi var? Biz AB standartlarında, AB ülkelerine gemi yapıp satıyoruz, bırakın sigortasız işçiyi, meslek hastalığından bir zarar görmüş işçiyi dahi çalıştıramazsınız, bunlar konuşuyor ama havaya konuşuyorlar. Türkiye’de bizim kadar iş güvenliği ve iş emniyetiyle ilgili gerekli tedbirleri alan başka bir sektör yoktur. Biz örneğiz. (…) Ağır riskli işyerlerinde senede 5-6 ölümlü kaza oluyor, kazalar işin doğası gereğidir. Kimi suçlayacağız ki? Her ne sebeple olursa olsun, iş kazasını önlemek mümkün değil. Bu işyerleri

dünyada da böyledir. Biz bir araştırma yaptık, gemi inşa sanayinde dünyada en az ölü veren ülke Türkiye’dir. Yani bu kadar iyi tedbirler almışız ama yine de herkes ayağa kalkıyor. (…) Bu işyerlerinde her zaman taşeronlar çalışır. Bu işin doğasından kaynaklanıyor. Kan parası iddiası da doğru değil. Hiç öyle bir şey yok. Bizim arkadaşlarımız o kadar vicdanlıdır ki, gider ölen işçinin ailesine gereken maddi yardımı yapar. Ama bunu kan parası ya da olayı kapatmak şeklinde değerlendirip sabote etmek vicdansızlıktır.” Murat Bayrak’ın açıklamasının sadece bir bölümünü aktardım buraya. Ama bu kadarı bile patronlar sınıfının o kan emici, para dışında hiçbir değer tanımayan ikiyüzlülüğünü görmeye yeter. Tersanelerdeki taşeronların çok büyük bir kısmının işçileri sigortasız çalıştırdığını herkes biliyor. Bırakın can güvenliğini sağlayacak önlemleri, doğru düzgün yemek dahi verilmiyor işçilere. İşçiler ya aç kalıyorlar ya da hiç yenmeyecek yemekleri yemek zorunda kalıyorlar. Günde ortalama 34 işçi iş kazası geçiriyor. Bu kazaların sonucunda işçilerin önemli bir bölümü ya sakat kalıyor ya da ölüyor. Türkiye’de gemicilik sektörü son 5 yılda devasa bir büyüme yaşamış ve dünyada 8. sıraya, Avrupa’da ise 1. sıraya yükselmiş. Bu büyüme elbette ki işçilerin kanından beslenerek gerçekleşen bir büyümedir. Ama patronların bu kadar rahat yalan söylemeleri sadece ikiyüzlülüklerinden kaynaklanmıyor. İşçi sınıfının sessiz kalacağından o kadar eminler ki, bu kadar ölüme rağmen ekstra bir önlem alma ihtiyacı bile duymuyorlar ve bu kadar rahat riyakârca açıklamalar yapabiliyorlar. Ne yazık ki gerçek budur. Tersanelerde işçiler örgütsüz ve dağınık durumdalar. Ölümlerin ardından sabah saatlerinde yapılan basın açıklamalarına bile bırakın katılmayı dönüp bakmıyor, bakamıyor işçiler. “Ya işimden olursam, ya çocuklarıma ekmek götüremezsem” diye düşünüyorlar. Peki ya Onur Bayoğlu gibi, Murat Turan gibi ve ölen daha niceleri gibi, bir gün gelip de eve hiç ekmek götüremez hale gelirlerse? Kesin olan şudur ki, işçiler örgütlenip haklarını aramadıkları sürece tersanelerdeki iş cinayetleri bitmeyecek. Ve bu cinayetlerde kurban da katil de işçiler olarak gösterilecek. Sadece iş cinayetlerine karşı değil, patronların kendileri gibi iğrenç sisteminin bizlere yaşattığı her türlü haksızlığa, yoksulluğa, yozluğa, acılara karşı durmak istiyorsak örgütlenmek ve mücadele etmek zorundayız. Çünkü “ÖRGÜTLÜYSEK HER ŞEYİZ, ÖRGÜTSÜZSEK HİÇBİR ŞEY!” Pendik’ten Marksist Tutum okuru bir işçi

45


Okurlarımızdan Derin Devlet, Derin Çete Geçtiğimiz günlerde televizyonlarda “şok şok şok!” denilerek bir haber yayınlandı. Ancak bu haber, haber spikerlerinden başka, hiç kimseyi şok etmedi. Milletvekili + polis + asker = “derin devletli mafya” üçgeninde sessiz sedasız bir “matkap operasyonu” gerçekleşti. Bu matkabın ucu elbette kimseyi incitmedi. Çünkü olay derinden derine “derin devlet”le ilgiliydi. Sessiz sedasız, derinlere inilmeden, al gülüm ver gülüm denilerek taraflar uzlaştı. Kör matkabın açtığı yara kapandı. Söz konusu dolandırıcılık olayı şöyle gelişmişti: Matkap operasyonuna uğrayan ve aralarında askerlerin ve polislerin de olduğu söz konusu çete, “Türkiye’nin en büyük bayrağını diktireceğiz” diyerek esnafı haraca bağlamış. Milletvekillerini “kandırmış!” Bir de daha etkili olması için “PKK sizi tehdit ediyor, biz sizi koruruz” denmiş. Biliyoruz ki, bayrak deyince akan sular durur, milliyetçi yan şöyle bir kabarır. Kimileri de kabaran duygular üzerinden devasa kârlar eder. Bu arada, bayrağı diken tekstil işçilerinin parasının ödenmemiş olması kimsenin umurunda olmaz. Her zaman olduğu gibi bu sefer de aynı hikâye tekrarlanacak: Birkaç kişi, krallıklarını bir süreliğine içerde devam ettirmek

üzere hapse atılır. En fazla bir iki yıl ceza alır. Ama devletin de parçası olduğu pis işler devam eder ve eli kanlı çeteler “vatan, millet, bayrak, Sakarya” diyerek sokaklarda dolaşmaya devam eder. Basındaki haberde, çetenin milletvekillerini ve askerleri “kandırarak” esnafı haraca bağladıkları, kandırılanların da sütten çıkmış ak kaşık oldukları yazılıydı. Ama bizler biliyoruz ki onların bu saflıklarının arkasında, toplanan tahsilâtın paylaşılamaması ya da ucunun tehlikeli yerlere dokunması yatıyor. Güya, “Emniyet” 10 aydır bu çete elemanlarının peşindeymiş. İstediği anda, istediği zamanda birilerini çökerten medyanın ve Emniyetin bu iş için 10 ay beklemesi bile şüpheli bir durum. Kapitalist sistem mafya denilen eli kanlı canavarı kendi eliyle yaratıyor, besliyor ve koruyor. İş çığırından çıkınca da toplumun gazını almak için şöyle göstermelik bir operasyon yapılıyor. Olayın kahramanlarının kendilerini “Jitem” ve “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın adamları olarak tanıtması da devletin bizzat bu adamların yuvası olduğunu gösteriyor. “Derin” diye gizlenen şey suyun üstünde duruyor. Yeter ki bizler görebilelim. Yeter ki onu yaratan sisteme karşı mücadele edelim. Kartal’dan bir işçi

Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende

Apayrı İki Tablo, Apayrı İki Dünya

Yakın zamanda Kütahya’da bir tren kazası yaşandı ve dokuz insan hayatını kaybetti. Kimler öldü bu kazada? Bu insanlar neden hayatını kaybetti? Bu kadar kolay mı bir hayatın yitip gitmesi? Neden şöyle bir haber duymuyoruz: “Ünlü iş adamı falanca belediye otobüsüne binmeye çalışırken kolunu kırdı” ya da “Patronun bindiği servis aracının frenleri tutmuyormuş, araç yolda kaza yapmış ve patron hayatını kaybetmiş”. Çünkü bu tür nedenlerle hayatlarını kaybedenler bizleriz ve bunlar da bizim hikâyelerimiz. Neredeyse günümüzün yarısı yollarda geçiyor. Çıldırtan bir trafik, balık istifi gibi otobüsler, biz işçileri taşıyan ve can güvenliğimizin dahi olmadığı kırık dökük servis arabalarıyla bize sunulan ulaşım hizmeti işte bu. Yolda yürürken kendisini birdenbire kanalizasyon çukurunda bulan, yağmur yağdığında evini su basan, doğru dürüst yolu olmadığı için evine çamurlara bata çıka gidenler, bu kentlere sıkıştırılanlar biz işçi ve emekçileriz ve bizim hiçe sayılan hayatlarımız. Bize reva görülen belediye ve ulaşım hizmetleri de bunlar. Şehir içi ulaşımda uygulanan bu politika şehirlerarası ulaşımda da uygulanmaktadır. Yolların bakımı demek maliyet demek, toplu taşımaya önem vermek demek maliyet demek. Patronlar ceplerini doldurmak varken neden böyle bir maliyetin altına girsinler? İşçi sınıfının büyük şairi Nazım Hikmet boşuna dememiş; Hoş geldin bebek yaşama sırası sende, Senin yolunu gözlüyor, Tren kazası, uçak kazası, Yer depremi, kuraklık filan. Fakat şair şiirin sonuna şunları da eklemiş: “Senin yolunu gözlüyor sosyalizm, sosyalizm filan.” Bu düzeni tarihin çöp sepetine atacak olanlar bizleriz. Gelecek sosyalizm, gelecek bizim ellerimizde.

Merhaba arkadaşlar. Ben işim gereği birçok fabrika ve işyerine gidiyorum. Buradaki çalışma koşullarını ve patronların durumunu gözlemleme şansım oluyor. Bunlardan birinde karşılaştığım tabloyu sizlerle paylaşmak istedim. Gebze’de bir fabrikaya bakım işleri için gidiyorum. Çalışanların çoğunluğunu, 18 yaşın altındaki çocuklar ve kadınlar oluşturuyor. Burjuvazinin ucuz işgücü diye nitelendirdiği kesimdir çocuklar ve kadınlar. Çalışanların birçoğunun maaşı asgari ücret bile değil. Çalışma saatleri 10-15 saat arasında değişmekte. Burada 50’ye yakın işçi çalışıyor. Fabrikada çalıştırmak için özellikle ev kadınlarını ve çocukları seçiyorlar. Bu kesimi seçmeleri hiç de rastlantı değil, yukarda dediğim gibi bu kesim ucuz işgücü anlamına geliyor burjuvazi için. Bizler örgütlü bir mücadele yürütmediğimiz koşullarda bu anlayış devam edecektir de. Hepimizin bildiği gibi ev kadınlarında, “evin bütçesine ne kadar katkı yapabilirsek iyidir” düşüncesi hâkim. Çalıştıkları bu fabrikada da bu şekilde düşündükleri için, verilen ücretlere çoğu sesini dahi çıkarmıyor. Gelelim patron cephesine. Patron zevki için milyarlar harcayan klasik bir patron tipi. Kendisi saat koleksiyonu yapan bir insan. En son gittiğimde aldığı bir saati gösterdi. Fiyatı 13 bin euro (bir işçinin yaklaşık 5 yıllık maaşı) civarındaymış. İşçilere asgari ücret dahi vermeyen patron, sırf zevk için milyarları gözden çıkartabiliyor. Bu tablo bizlere hiç de yabancı gelen bir tablo değil. Bütün patronlar birbirlerinin aynısı, işçilerin sırtından milyarlar kazanıyorlar. Ama iş işçinin hakkına gelince “kazanamıyorum, zaten zarar ediyorum” deyip, elini işçinin cebine uzatıyorlar. Bizler her şeyin farkında olmalıyız. Onlar bir avuç asalak sınıfı, bizler ise dünyayı yaratan milyarlarız. Bunların farkında olmalı ve bilinçlenip örgütlenmeliyiz. Bizler örgütsüz, bilinçsiz olduğumuz sürece asalaklar sınıfı, bizlerin sırtından milyarlar kazanmaya devam edecek. Buradan tüm işçilere seslenmek istiyorum: “SINIFINI BİL, SAFINA GEL!”

Gülsuyu’ndan bir işçi

Tuzla’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

46


Okurlarımızdan Hayaller ve Kapitalizmin Acımasız Gerçekleri Ben de bir işçi çocuğuyum, o kadar çok geleceğe dair hayallerim vardı ki. İlkokula başlarken babam demişti ki, “Benim oğlum büyük adam olacak!”. Okulda öğretmen, “Büyüyünce ne olmak istiyorsunuz çocuklar?” diye sormuştu ve ben “Doktor” demiştim. Aslında bunu ben değil babam istiyordu. Ortaokula geldiğimde mecburen hayallerim biraz daha küçüldü. Çünkü yetersiz eğitimin ve ilgisizliğin içinde kıvranan ben, durumu o zamanlar şöyle algılıyordum. “Ben kafası çalışmaz, tembel, yetersiz biriyim!” Tabii ki bunları kimselere söyleyemeden, kendi kendime söylenip duruyordum. Ortaokulda öğretmen, “Çocuklar büyüyünce ne olmak istiyorsunuz?” diye sorduğunda ben “Öğretmen” olmayı seçtiğimi söylemiştim. Liseye geldiğimde hayallerim daha da küçülmüştü, kendimi suçlu hissediyordum, ailemin istediği biri olamayacağım diye. Liseden sonra üniversite sınavına girdik, başarısız olduk. Babam dedi ki, bu çocuk buraya kadar, doğru hayat okuluna meslek öğrensin! 18 yaşına kadar böyle “doktor” diye okula başladık, sonra hadi “öğretmen” olalım dedik tutmadı, bi de baktık işçi olmuşuz. Yıllarca bizden saklanan gerçekle yüzleşmiştik aslında. Bugün bakıyorum da geçmişe, aslında işçi olacağım baştan belliydi. Komşular, arkadaşlar, baba hepsi işçi. Gençliğinin ilk zamanları bu yaşananları kabullenmek istemiyorsun, sonra alışıyorsun. Hayat okulu dedikleri bu yaşam kavgasının içinde kendini buluyorsun. Kapitalist sistemin eğitimi aileden başlayıp, okulda devam ediyormuş, eh fabrikada da tam anlamıyla neyin, kimin ne olduğu ortaya çıkıyor zaten. Kapitalist sistemin gerçekleriyle yüzleşene kadar bu oyalama, monotonlaşma ve ben-

Burjuva hükümetin başı Erdoğan, geçenlerde televizyonda yine nutuk çekiyordu: “Eskiden üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevriliydi. Şimdi komşularımızla ilişkilerimizi düzelttik.” Bu konuşmayı Yunanistan başbakanının ziyareti esnasında yapıyordu. Ne de olsa 42 yıl sonra ilk defa bir Yunan başbakan Türkiye’ye geliyordu ve bu dostluk mevcut hükümetin başarısı sayılırdı! Çocukluğumdan beri Yunanlıların düşman olduğu öğretilen ben ise, bu durumu tuhaf karşılamıştım. Çünkü bir bakıyorum düşmanız, bir bakıyorum dostuz bu Yunanlılarla. Üstelik ne düşman olurken ne de dost olurken kimse bize bir şey sormuyor. Her şey “büyüklerimizin” talimatıyla oluyor, düşmansa düşman, dostsa dost. Şimdilik dostmuşuz. Oysa yıllardır her konuşmada Yunanlıların ihanetinden bahsedilir. Lafa, Yunanlıların birinci dünya savaşından sonra vatanımızı nasıl işgal ettiğiyle başlanır, bizim onları nasıl denize döktüğümüzle de laf bitirilir. Sonra Kıbrıs’ta Türklere zulmettikleriyle devam edilir. Ama orada da hadlerini bildirmişiz! En yakın örnek ise Kardak kayalıklarını “işgal” ettikleri zaman ortaya çıkan kriz. Eh, Türkler hakkında da Yunan işçi sınıfına farklı şeyler anlatılmıyordur herhalde. Ama bize bu yalanları yutturmaya çalışan burjuvaziyi anlamak zor. Bir sabah televizyonu aç-

cilleşme eğitimi devam ediyor. Sistemi tanıdıkça bugüne kadar kendince doğru bildiklerin hep yanlış çıkıyor ve yüzüne şamar gibi peş peşe iniyor. İşçi sınıfının bilimi ve siyasetiyle tanışıp benimsedikten sonra, bu kapitalist sistemin bizlere yaşattığı açlığı, yoksulluğu, sefaleti, emperyalist savaşları ve bence en önemlisi cahilliğin kişilerin yetenek veya yeteneksizlikleri ile ilgili olmadığını, sorunun aslında yaşadığımız kapitalist sistemin azgın, yüzsüz, kişiliksiz gerçekleri olduğunun farkına varıyorsun. Benim ve ailemin yaşadığı “büyük adam olma” hayallerini işçi çocuklarının birçoğu yaşıyor. Bazıları ise daha yoğun ve uzunca ve hayalperestçe yaşıyorlar. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum. Bizim gibilerin, benim gibilerin gerçekliğini işçi sınıfının bilimi/siyasetiyle gördüm. Artık yerimi biliyorum, artık safımı biliyorum. Bir de kapitalist sistemin gerçeklerini gören ama onursuzca yaşamayı tercih eden, sınıfını inkâr eden bilinçsiz işçiler, aileler ve çocuklar var. Bu işçiler hayal dünyasından çıkıp gerçeklerle yüzleştiklerinde sınıfını bilecektir. Hayal kurmak güzeldir, ama kapitalist sistemin içinde hayal kurmak bile, hayalperestlikten kaynaklı insanı öldürür. Ben doktor olamadım. Fakat şimdi düşünüyorum da onurlu, sınıf bilinçli bir işçi oldum. Sınıflı toplumun hastalıklarını, teşhis ve tedavi etmeye koyulan sınıf bilinçli bir doktor, bir cerrah oldum. İşçi sınıfının genç üyeleri olarak gelecek bizim ellerimizde, bizler yerimizi bilip mücadele içinde yer almazsak, işçi sınıfının örgütlü mücadele çatısının altında mücadeleye sımsıkı sarılmazsak, bireysel kurtuluş hayallerine kapılıp onun peşinde koşarsak, yaşadığımız hayatta varla yok arasında gider geliriz. İnsan gibi yaşamak mı? Yoksa kapitalist sistem içinde bir hiç gibi yok olup gitmek mi? Gebze’den bir metal işçisi

tığımızda iki düşman ülkenin başbakanları kırk yıllık dost gibi karşımıza geçip poz verirler. Ne zaman dost oldular diye şaşırmak yok. “Bunda ne kötülük var, dost olduk fena mı oldu?” diye düşünenler olabilir. Ama unutmamakta fayda var, yarın yine düşman olmayacağımızın garantisi de yok! Burjuvazi işte böyle kaypak ve yalancı bir sınıftır. Çıkarları doğrultusunda bugün bizlerin Yunan halkıyla veya herhangi başka bir halkla dost olduğumuzu söyler, yarın bir anda bizleri birbirimize düşürüp, düşman etmeye çalışırlar. Burjuvazinin bu yalancı dostluklarını gördükçe, işçi sınıfının bir neferi olmaktan onur duyuyorum. Hele ki işçi sınıfının enternasyonal mücadelesiyle tanışmış olmak, sadece bu toprakların dört tarafı değil, dünyanın dört tarafının dosttan da öte sınıf kardeşlerimizle çevrili olduğunu anlamamı sağladı. İşçi sınıfının etrafını saran tek düşman, dünyamızı yaşanması zor bir hale getirip, bir emperyalist savaşa sürükleyen kapitalistler ve onların sistemidir. Bu sistemi dünyamızdan def etmek için bütün ülkelerin işçileriyle birlik olmamız gerekir. Bu yolda yürüyenlerin yolu açık dostu bol olsun. Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık! Maltepe’den bir metal işçisi

47


Okurlarımızdan Kurtuluş mücadelede Burjuvazi, medyasıyla insanların yaptıklarını, giydiklerini, söylediklerini, düşündüklerini ve daha birçok şeyini etkiliyor. Okulda sana bir yandan “tek tip”lik dayatılıyor, bir yandan da milliyetçilik ve rekabet öğretiliyor. Askerde de ne kadar haksızlığa uğrarsan uğra yukarıdakine, yani tepende seni kontrol edene ses çıkarmamak zorunlu kılınıyor. Ve çok önemli bir husus daha var: aile. Bu topraklarda 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi yaşandı diyoruz. Bu, işçilerin ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinin üzerinde büyük bir etki yarattı; milyonlar fişlendi, nicesi işkencelerden geçirildi, devrimciler öldürüldü, birçoğu yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bizlerin ve ailelerimizin içinde yaşadığı bu toplum, tüm bunlardan şu ya da bu oranda etkilenmiş bir toplum. Bu korku toplumunda, aileler, bizi devrimci mücadeleden uzak tutarak bir şeylerden “koruduklarını” zannediyorlar. Bugün benim birçok arkadaşım, aile baskısının bir şekilde etkisiyle, belki de birçok gerçeği görebilmelerine rağmen mücadeleden uzak duruyor. Ama bilmeleri gereken bir şey var: insanları, yani bazılarımızın çocuklarını, bazılarımızın kardeşlerini, cam fanus içerisinde tutamazlar! Çünkü kapitalizm insanların hayatlarını psikolojik ve fiziksel olarak tüketmeye devam ediyor. Bugün aileler ve öğrenciler üniversiteyi kurtuluş olarak görüyorlar, oysa okusak da okumasak da işsiz kalıyoruz. Ailelerimiz mücadele vermediği için birçok saldırı yasasına maruz kalıyoruz, gencecik yaşlarda tersanelerde ve başka sektörlerde iş cinayetlerinde yaşamlarımızı yitiriyoruz, savaşlarda patronların çıkarları için canlarımızı veriyoruz. O halde işçi sınıfının gençleri olarak bizlerin yapması gereken tek bir şey var: kapitalizme karşı mücadele etmek! Çünkü kapitalizme karşı mücadele ettiğimiz oranda özgürleşebilir ve gitgide yoğunlaşan ve ağırlaşan bu sömürüye dur diyebiliriz. Eğer kapitalizme karşı mücadele etmek istiyorsak, ailelerimizin çarpılmış bilincine karşı da mücadele etmek zorundayız. Bizi de, ailelerimizi de ve gelecek nesilleri de kurtaracak olan en önemli, en doğru, en gerçek yol işçi sınıfının devrimci yoludur.

“Her Şeyi Satarım Anasını Satayım”

Merhaba dostlar, Sizlerle paylaşmak istediğim konu, bu kadar da ikiyüzlülük olamaz denecek türden. Hrant Dink’in birinci ölüm yıldönümünde Agos gazetesi önündeki anma sırasında, o alandaki CHP Şişli ilçe binasının üzerinde kocaman harflerle yazılı olan pankart herkesin dikkatini çekecek şekilde duruyordu: “Düşünceye sıkılan kurşun geleceğe sıkılmıştır.” Evet, bunu CHP yazmıştı ve bir kez daha ne kadar ikiyüzlü bir siyaset izlediğini herkesin gözüne sokmak istercesine o alana taşımıştı. Sanki aylardır Kürtlerin üzerine yağdırılan bombalarda payı yokmuş gibi... Seçim sürecinde halkların kardeşliğinden bahsedip de sonrasındaki savaş çığırtkanlığında başı çeken, yıllardır kitleleri yalanlarıyla oyalayan, katliamlarda parmağı olan, burjuvazinin sözcülüğünü yapan düzen partisi CHP şimdi de bunu söylüyor. İşçi sınıfının, ezilenlerin, emekçilerin yanında olmak gibi bir sorunu olmayan düzen partisi CHP’nin bugün de durduğu yer gözler önündedir; yıllardır olduğu gibi bugün de statükocu ve milliyetçi çizgisinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Sıkıştıkları her an gündemi bu tür söylemlerle doldurup insanları o yöne çekmeye çalışıyorlar. Bizler kendi gücünün farkında olan sınıf bilinçli işçiler olarak biliyoruz ki tek bir çözüm yolu, tek bir adres vardır, o da işçi sınıfının örgütlü mücadelesine katılmaktır.

Son günlerde özelleştirmelerin yoğunlaşmasıyla birlikte milliyetçi duygular da toplumu etkisi altına almış durumda. İşçi ve emekçilere vatan millet savunusunun yoğun bir şekilde yaptırıldığı bu günlerde Maliye Bakanının yaptığı bir açıklama oldukça dikkatimi çekti. “Vatan elden gidiyor, daha satacak neyiniz var” diye soranlara Unakıtan’ın cevabı “her şeyi satarım anasını satayım” oldu. Aslında bizim açımızdan bu cevap çok da şaşırtıcı değildi. Çünkü bizler biliyoruz ki sermayenin dini de vatanı da imanı da paradır. Ancak bilinçsiz işçi kesimlerine bir taraftan vatanın kutsallığını şırınga ederken diğer taraftan da böyle bir açıklamanın yapılması önemli idi. Çünkü bizlerin farkında olduğumuz bu gerçekliklerin herkes farkında değil ne yazık ki. Özelleştirme nedir diye sorduğumuzda verilen cevap şu oluyor; ülkenin kalkınması için olmazsa olmaz tek yol. İyi ama ülke kalkınırken işçi ve emekçilere ne oluyor? Özelleştirme tüm dünyada uygulanan neo-liberal politikaların bir ayağı. Bu politikaların hayata geçtiği ülkelere bir dönüp baktığımızda tüm gerçekler önümüze seriliyor. İşten atılmalar, işçi ücretlerinde kısıtlamalar, hak gaspları ve tabii bunlara bağlı olarak yozlaşan bir toplum. Neo-liberal politikaların tün dünyadaki en iyi uygulayıcısı diyebileceğimiz IMF durmadan işçi ücretlerinin ülkemizde yüksek olduğundan bahsetmiyor mu? Avrupa Birliği’ne giriş hülyasında olan ve emperyalist emelleri olduğu gün gibi aşikâr TC devleti, bu emellere ulaşmak için IMF’nin dümen suyundan gitmeyecek mi? Sözün özü dostlar özelleştirmeleri ışık hızıyla yapmaya çalışan burjuva hükümetlere bir çift lafımız olmalı. Biz işçiler açısından, patronumuzun yerli mi yabancı mı olacağı önemli değil. Ama özelleştirme adı altında yapılan hak gasplarına, işten atmalara, sendikasızlaştırmalara ve taşeronlaştırmalara dur demeliyiz. Özelleştirme saldırısı da, tıpkı diğerleri gibi, işçi sınıfına dünya çapında yöneltilmiş neo-liberal saldırıların bir parçasıdır. Bu saldırıların hepsine karşı koymalıyız. Bir yandan “vatanı” parsel parsel satıp bir yandan da vatan-millet naraları atanlara da şöyle seslenmeliyiz: sadece bu “vatan” değil bu dünya bizim, gün gelecek sizi üzerinden süpürüp atacak ve yepyeni bir hayat kuracağız!

Pendik’ten bir matbaa işçisi

Gülsuyu’ndan bir kadın işçi

Aydınlı’dan bir genç işçi

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.