Mt no 37

Page 1

Burjuva Düzenin Saldırılarına Karşı!

Nisan 2008

1 Mayıs’ta Alanlara! • Türk tipi burjuva demokrasisi /3 • Kapitalizmin hal ve gidişatı

37

• Burjuva cephede it dalaşı • Emperyalist kapışmanın ortasında Kosova • Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri


1 Mayıs’a Doğru 2008 1 Mayıs’ı sermayenin işçi sınıfını hedef alan saldırılarının özellikle yoğunlaştığı bir döneme denk gelmiş bulunuyor. SSGSS yasa tasarısı, kıdem tazminatlarını gasp etme hazırlığı, sözde istihdam paketi gibi saldırılar, hemen akla gelen büyük boyutlu saldırılar. Ancak şüphesiz saldırılar bunlarla sınırlı değil. Son dönemde medyaya da konu olan Tuzla tersanelerindeki vahşi sömürü koşulları işçi sınıfının yaşadığı yakıcı sorunları göstermektedir. Bunların hepsi sermayenin işçi sınıfını doğrudan hedef alan saldırılarıdır. Diğer yandan yine bu topraklarda işçi sınıfını yakından ilgilendiren Kürt sorununda yeni saldırılar ve baskılar yaşanıyor. Bunlar yaşanırken burjuva düzen cephesinde it dalaşı yeniden kızışıyor ve faturasını işçi sınıfının ve mazlum Kürt halkının ödeyeceği bir kriz olgunlaşıyor. İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs, tam da böylesi saldırılara karşı işçi sınıfının kitlesel biçimde tepki vermesinin, mücadele bilincini yükseltmesinin bir aracıdır. Bu 1 Mayıs, aynı zamanda, geniş işçi yığınlarının AKP’ye yönelik beklentilerinin kırılmaya ve yavaş yavaş bir hoşnutsuzluğun filizlenmeye başladığı, sınıf hareketinde küçük de olsa kıpırdanmaların görüldüğü, yoksul Kürt emekçi kitlelerin ulusal temelde yeni bir canlanma içinde oldukları bir döneme denk geliyor. Dolayısıyla, saldırılar ve başlamakta olan kriz de birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki 1 Mayıs işçi sınıfındaki kıpırdanışların gelişmesi bakımından da anlamlı bir fırsat ifade ediyor. Ancak bunun değerlendirilebilmesi, bir yandan daha önceki 1 Mayısların derslerini doğru biçimde özümsemekle, bir yandan da sınıf devrimcilerinin buna uygun şekilde, azimle ve akıllıca çalışmasıyla mümkün olabilir. Bu noktada, 1 Mayıs gibi tarihsel anlamı olan büyük ölçekli eylem günlerine nasıl yaklaşılması gerektiği önem taşıyor. Bu uzun boylu bir konu olmakla beraber, bu yılın 1 Mayıs’ı için de benzer bir tablo doğması ihtimalini göz önünde bulundurarak, 2004 yılının ve geçen yılın 1 Mayıs’ı hakkında Marksist Tutum sayfalarında yer alan değerlendirmeleri özetle aktarmayı doğru buluyoruz. “Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl

kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor. Devrimci unsurların sınıfın geri kitlesini kendi kaderiyle baş başa bırakarak, devrimci heyecanı kısa vadede çok daha fazla tatmin edebilirmiş gibi görünen yerlere yönelmeleri tek kelimeyle sorumsuzluktur.” (Elif Çağlı, Mayıs 2004) “…sınıf hareketinin cılız ve geniş işçi kitlelerin sınıf bilincinin hayli gerilemiş olduğu koşullarda bölünmüş, parçalanmış bir 1 Mayıs, toplam olarak sınıf hareketini daha ileri götürmemiş, 1 Mayıs bilincinin yeni işçi bölüklerine yayılmasına katkıda bulunmamıştır… sınıf hareketinin bütünü açısından manzara budur. Ne hazindir ki, darbecilerin milyona yakın kalabalıkları meydanlara topladığı günlerde, bunları misliyle katlayabilecek sayısal potansiyeli olan işçi-emekçi kitleler kendi mücadele günleri olan 1 Mayıs’ta adamakıllı bir kitlesel miting bile yapamamış duruma düşürülmüştür.” (Marksist Tutum, Mayıs 2007) Bu değerlendirmeler, 2008 1 Mayıs’ı öncesinde de sınıf devrimcilerinin kulağına küpe olması gereken temel yönleri özet biçimde ortaya koymaktadır. Bugün de burjuva siyaset arenasında it dalaşının kızıştığı bir atmosferde işçi sınıfını benzer bir duruma düşürmemek için sınıf devrimcileri tüm gayreti göstermelidirler. Bunun için birleşik, kitlesel, coşkulu, işçi sınıfının daha geniş kesimlerinde mücadele şevki uyandırmaya hizmet edecek bir 1 Mayıs hedeflenmelidir. 1 Mayıs tek bir gün olarak algılanmamalı, öncesinde anlamlı etkinlik ve örgütlenmelerle mümkün olduğunca geniş işçi kesimleri yaygın biçimde bilinçlendirilmeye ve harekete geçirilmeye çalışılmalı, sonrasında da 1 Mayısın enerjisiyle bu çabalar daha da pekiştirilmelidir. Bu iradeyle güçlü bir 1 Mayıs için kolları sıvayalım! Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!

1


Burjuva Cephede İt Dalaşı Devam Ediyor Levent Toprak İşçi sınıfı, burjuvazi içinde yürüyen it dalaşında taraflardan herhangi birinin peşine takılmamalı, kendi bağımsız sınıf çizgisi üzerinde hareket etmelidir. İt dalaşının kızışmasıyla oluşan siyasi kriz ortamında, kimden gelirse gelsin baskıcı düzenleme ve uygulamalara sonuna kadar karşı çıkılmalı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı ısrarla vurgulanmalı, krizin faturası sermayeye yüklenmeli, sosyal hak gasplarına ve diğer neo-liberal etiketli saldırılara karşı direnilmelidir.

M

art ayına burjuva siyasetinin yeniden karışmasına sahne olan gelişmeler damgasını vurdu. Ayın ilk günleri sınır ötesi askeri operasyonun fiyaskosu ile ilgili yoğun tartışmalara sahne oldu. Ordunun siyasal alandaki temsilcisi rolüne soyunan CHP ve MHP’nin ilk kez Genelkurmayı hedef alan eleştirileri duyuldu. Hatırlanacağı gibi bu durum söz konusu partilerle Genelkurmay arasında sert atışmalara yol açtı. Aynı günlerde üniversitelerde türban serbestisi ile ilgili düzenlemelerin CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmesi ile malûm laiklik tartışmaları da tekrar alevlendi. Türban davasının Anayasa Mahkemesince kabul edilmesinin üzerinden fazla geçmeden, bu kez AKP için kapatma davası açıldı. Bir hafta sonra da İlhan Selçuk, Doğu Perinçek, Kemal Alemdaroğlu gibi ulusalcı cenahın önde gelen isimleri Ergenekon davası kapsamında sansasyonel biçimde gözaltına alındılar. Böylece egemen sınıfın kesimleri arasında yaşanmakta olan kapışma sürecinin yeniden alevlendiği bir raunt daha açılmış oldu. Burada kilit gelişme AKP için kapatma davası açılmış olmasıdır. Bunun anlamını da açık biçimde ortaya koyalım. Bu, statükocu burjuva güçlerin AKP hükümetini devirmek için 2003 yılından beri sürdürdükleri inişli-çıkışlı çabaların yeni bir hamlesidir. Daha somut olarak da, geçen yılın Nisan ayında başlayan ve ancak 22 Temmuz seçimleri sonrasında nispeten durulan krizin bir devamıdır. Geçen yıl 27 Nisanda yüksek askeri bürokrasi muhtırasını vermişti. Ancak, siyasal açıdan daha önceki hükümetlere nazaran güçlü olan AKP, birtakım tavizler temelinde uzlaşarak badireyi atlatmayı başarmıştı. Şimdiyse,

2

27 Nisan’ın yıldönümü yaklaşırken, bu kez kapatma davasıyla sivil bürokrasi üzerinden bir muhtıra gelmiş bulunuyor. Bu çabaların somut hedefleri, Türkiye’yi, AB dolayısıyla içine girdiği kısmi açılım sürecinden çıkarmak, örneğin Kıbrıs konusunda eski uzlaşmaz çizgiyi tekrar tesis etmektir. Ayrıca, Kürt sorununda son yıllarda iç tutarlılığı nispeten bozulmuş olan baskı politikalarını yeniden, diyelim 90’lardaki rotasına oturtmak ve AKP’nin sivil-asker bürokrasinin konumunu zayıflatıcı yasal-idari düzenlemelerini elden geldiğince tasfiye etmektir. Bütün bunların, aynı zamanda, toplumsal ve siyasal hayatta militarist baskının arttırıldığı, yani devrimciler, işçi sınıfı, Kürt halkı, azınlıklar ve demokrat aydınlar üzerindeki baskıların yoğunlaştırıldığı, daha otoriter bir rejim anlamına geldiğini eklemeye gerek yok elbette. Bugünkü somut duruma dönecek olursak, gelinen noktada oluşan manzaranın bir siyasi kriz manzarası olduğu açıktır. Devletin temel organları mahkemeye düşmüş durumdadırlar. Giderek her önemli mesele Anayasa Mahkemesinde karara bağlanır olmuştur. Bunun bir siyasi istikrar görüntüsü olmadığı açık. Bir açıdan bakıldığında Anayasa Mahkemesi heyeti adeta ülkenin temel meselelerinin karara bağlandığı bir konseye dönmüş durumda.

Kapatma davasının yakın arka planı Daha önceki değerlendirmelerimizde Genelkurmay ile AKP arasındaki geçici uzlaşmaya rağmen genelde egemen sınıf içinde uzun zamandır yürümekte olan kavganın sona


Nisan 2008 • sayı: 37

ermediğine dikkat çekmiştik. Aslında Genelkurmay ile AKP arasındaki bu geçici uzlaşma, tam da bundan memnun olmayan statükocular cephesinde tansiyonu yükselten bir gelişmeydi. Hele hele bu uzlaşmanın Ergenekon denen yapılanmanın çok deşifre olmuş unsurlarının şu ya da bu ölçüde tasfiyesini de içerdiğinin belirginlik kazanmasıyla, bunu mutlaka bozmaya dönük hamlelerin geleceği muhakkaktı. Yani Genelkurmay ve genelde ordu üzerindeki baskıyı arttırarak, onu hükümete karşı daha aktif ve keskin bir tutum almaya zorlamak gerekiyordu. Statükocu cenahın son tahlilde bel bağladığı esas gücün ordu olduğuna şüphe yok. Bu nedenle Genelkurmayın bu kesimlere göre hükümete karşı “yeterli tavır göstermemesi” eleştiri konusu edilir oldu. Aslında, meşhur Dolmabahçe görüşmesinden (Mayıs 2007) itibaren başladığı düşünülen Genelkurmay-AKP mutabakatının öncesinde de, benzer durumlar için bu tür eleştiriler olmaktaydı. Ta Hilmi Özkök döneminde yapılan “genç subaylar rahatsız” uyarılarını hatırlayalım. Hatta 27 Nisan muhtırası bile, bu kesimlerin keskin unsurları tarafından son derece cılız ve gecikmiş olarak değerlendirildi. Bugüne gelecek olursak, kapatma davası sonrası hükümetin karşı hamlesi olarak gerçekleştirilen Ergenekon tutuklamalarında, önde gelen isimlerin orduyu hareketlendirmeye dönük mesajları da genel olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir. Elbette bu kızgınlıklar Dolmabahçe sonrasında yeni bir düzleme ulaştı. Güney’e yapılan sınır ötesi kara harekâtı sonrasında ordunun CHP ve MHP tarafından ilk kez açıkça eleştirilmesi ve Genelkurmayın da ağır karşılıklar vermesi bunun bir ifadesiydi. Aynı şekilde türbana ilişkin anayasa düzenlemesi konusunda Genelkurmayın alttan alması da bu mutabakatın muhtemel bir ifadesi oldu ve diğerlerini de kızdırdı. Yeri gelmişken, gelinen noktada söz konusu mutabakatın belirli konularla sınırlı olarak karşılıklı tavizlere dayandığının daha bir netleştiğini tespit edelim. Besbelli ki Er-

marksist tutum

doğan, AKP’nin bir kez daha tornadan geçirilmesi ve sivriliklerinden arındırılması konusunda söz vermişti. Bu doğrultuda 22 Temmuz seçimleri öncesi hazırladığı milletvekili aday listeleriyle partinin milletvekili bileşimini çok ciddi oranda değiştirmiş, vitrine çok değişik kesimlere hitap edebilecek yeni isimler taşımış ve Arınç gibi sivri isimleri geri plana çekmişti. Politikalar düzleminde en önemli konu ise şüphesiz Kürt sorunu idi ve AKP bu konuda da Genelkurmay çizgisine uyarlandığını gösterdi. Aynı şekilde Erdoğan’ın AB süreci ve gereklerini ağırdan alma, savsaklama sözü verdiği de az çok anlaşılıyor. Karşılığında Genelkurmayın da, hükümetin Ergenekon benzeri operasyonlarına (sınırlar aşılmamak kaydıyla) ses çıkarmama sözü verdiği anlaşılıyor. İşte bu mutabakatın kokusu çıkmaya başladığı ölçüde, statükocu güçler cephesindeki hareketlilik ve tepkiler de yükseldi: bir yandan türban cephesinde üniversite rektörlerinin kazan kaldırması, diğer yandan CHP ve MHP’nin sınır ötesi harekât üzerinden Genelkurmayı sıkıştırması ve son olarak da yargı cephesinden gelen kapatma davası ve hepsini sarıp sarmalayan medya salvoları cephesi… Tüm bunlar sonuç olarak statükocu burjuva güçlerin, aleyhlerine işlediğini düşündükleri süreci durdurma ve tersine çevirme çabalarının değişik cephelerini, değişik aşamalarını oluşturuyor. Kapatma davası, aynı zamanda, telâşa ve umutsuzluğa kapılan bu güçlerin, bir toparlanma ve safları sıklaştırma girişimi niteliğini de taşımaktadır.

Davayla hedeflenenler ve olası sonuçlar Kapatma davasının statükocu güçler ve onların yönlendirmesindeki gözü bağlı kesimler için bir moral kaynağı olduğu görülüyor. Hatta patolojik bir bayram havası yaşandığından söz etmek mümkün. Diğer tarafta, AKP’de keyiflerin kaçtığı ve bir şaşkınlık yaşandığı da görülüyor. Bir kapatma davası yönünde hazırlıkların uzun zaman önİşçi sınıfının krize son derece örgütsüz ve dağınık vaziyette giriyor olması büyük bir olumsuzluktur. Bu durum işçi sınıfının burjuva kamplar arasında tekrar ve daha derin biçimde kutuplaştırılmasına yol açma riskini barındırmaktadır. Hele hele sosyal güvenlik yasa tasarısı nedeniyle bir kıpırdanma ve kitlelerde AKP’ye karşı bir hoşnutsuzluğun ilk adımları başlamışken, şimdi bir kez daha AKP mağdur ve “demokrasi kahramanı” rolüne bürünerek emekçi kitleleri manipüle etme uğraşına girecektir.

3


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

ceden yapılmakta olduğu bilinmekle birlikte, “Dolmabahçe mutabakatı” ve 22 Temmuz seçim zaferinin ardından, artık böylesi bir hamleye yeltenilmesine pek ihtimal verilmemiş olduğu anlaşılıyor. Bu noktada, iddianamenin çürük olması ya da olmamasının pek bir kıymeti harbiyesinin olmadığını vurgulamak gerekiyor. Daha önceki Refah ve hele hele ardından gelen Fazilet iddianamelerinin “sağlam” iddianameler olduğunu kim söyleyebilir? Ya da meşhur 367 kararının ciddi bir hukuki karar olduğunu? Bu gibi hassas konularda tayin edici etmenin hukuki mülahazalar olmadığını sağır sultan bile bilir. Eğer bu dava mevcut yasal çerçeve ve şu an hâkim olan atmosfer içinde görülecekse, bu işlerin nasıl döndüğünü iyi bilen kulağı kesiklerin de söyledikleri ya da ima ettikleri gibi, AKP’nin kapatılması ya da Erdoğan gibi kilit unsurlara siyaset yasağı getirilmesiyle sonuçlanması olasılığı, aksi olasılıktan daha yüksektir. İddianamenin çürüklüğü, ciddiye alınmaması gerektiği ve bir sonuç çıkmayacağı yollu tüm söylemine rağmen, AKP’nin apar topar anayasa değişikliği çalışmalarına girişmesi boşuna değildir. Şimdiden Tayyip Erdoğan’ın postunu kapmak için sahneye arzı endam edenlerin varlığı da boşuna değildir. Bütün bunlar, davanın her türlü sonuca gebe, ciddiye alınan bir dava olduğuna işaret eder. Kapatma davasının olası sonuçlarını ele alırken sürecin çelişkilerle dolu karmaşık niteliğini göz önünde bulundurmak gerekir. Söz gelimi bunun AKP’nin işine geleceği düşüncesi, işin yalnızca bir yönünü ifade etmektedir. Davayı açan güçlerin bu hamleyle riskli bir hareket yaptıkları kuşkusuzdur. Zira sonunda, bu raundu kritik kayıplarla kapatmaları bahis konusudur. Diğer taraftan, bu hamleyi yapanların, AKP’yi ille de bir bütün olarak bertaraf etme hedefiyle hareket ettikleri de söylenemez. Ona bazı darbeler indirerek, onu bazı iç tasfiyelere zorlayarak kendilerince hizaya sokmayı hedefliyorlar. Meselâ partinin kapatılmayıp, Erdoğan ve önde gelen bazı isimlerin siyasi yasaklı hale getirilmesi suretiyle AKP liderliğinin zaafa uğratılması hesaplanmaktadır. Nitekim AKP oylarına gözünü dikmiş MHP’nin yaptığı parti kapatmayı sözde zorlaştırıcı anayasa değişikliği teklifi tam da kapıyı buna açıcı nitelikte. Ayrıca, iddianameyle hakkında siyaset yasağı istenen kişi sayısı da anlamlıdır. Bununla AKP’nin meclis çoğunluğu düşürülebilecek, hiç olmazsa anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu kırılacaktır. Dolayısıyla bu, en azından AKP’nin bir kez daha terbiye operasyonundan geçirilmesi anlamına gelecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, daha önce de, 22 Temmuz seçimlerinden evvel bu tür bir süreç yaşanmıştı. Bunun yeterli olmadığını, ya da AKP’nin birtakım mutabakatlara uygun davranmadığını düşünenler, bir yönüyle, şimdi ikinci bir balans ayarı çekme uğraşındadırlar. Kaldı ki şimdi zaten sermaye temsilcilerinin ana uğraşı, “sağduyu”, “tansiyon düşürülmeli”, “tüm taraflar bir adım geri atmalı” gibi çağrılar altında, AKP’ye geri adım attırma seçeneği üzerinde

4

yoğunlaşmış durumda. Her halükârda bugün bir siyasi kriz ve belirsizlik ortamına girildiği açık. Sadece bu durumun kendisi bile, TC’nin uluslararası planda “yükselen güç” şişinmeleriyle caka satan görüntüsünü zedelediği, AB nezdinde daha da zemin kaybettiği, bu konuda perspektifin daha da karardığını gösterir. Diğer yandan AKP’ye karşı hamle yapan güçlerin halk destekleri AKP’ye göre çok zayıftır. Uluslararası planda da destekleri yoktur. ABD ve AB emperyalizmleri kapatma davasına karşıt tutumlarını ortaya koymuşlardır. ABD ve AB mevcut konjonktürde bu tür bir girişimi uygun bulmuyorlar ve statükocu Kemalist güçler karşısında AKP’yi temelde destekliyorlar. Tabii bu, statükocu güçlerin işlerini zorlaştırıcı bir etmen. Ancak bu, onların hamle yapmasına ve oldubittilerle kartların yeniden karılmasını gerektiren durumlar yaratma çabalarına engel değil.

İt dalaşı devam ediyor Davanın nasıl sonuçlanacağı, esas olarak, bugünlerde yaşanan ve önümüzdeki günlerde yaşanmaya devam edecek olan açık ve kapalı görüşmelere, pazarlıklara, hamlelere, güç denemelerine bağlı olacaktır. Bunların nasıl gelişeceğini kestirmek güçtür. Oluşan krizi aşmak için düzenin çeşitli temsilcileri şimdi “sağduyu” çağrıları yaparak tansiyonu düşürmeye çalışıyorlar. Ancak bu tür çağrıların hepsi esasen AKP’nin Anayasa Mahkemesinin kararını usluca beklemesini telkin eden çağrılardır. Ya da en azından AKP için somut anlamı bu olan çağrılardır. Ama bunun AKP için kabul edilemez bir şey olduğu da açıktır. Liberaller AKP’nin bir an önce “demokratik” açılımlara hız vererek bir “demokrasi” hamlesi yapması gerektiğini ileri sürüyor ve AKP’ye akıl veriyorlar. Ancak, AKP’nin böyle yol tutturma niyetinin olmadığı görülüyor. Ne var ki, müşkül bir duruma düşürülmüşse de, AKP’nin kendisini kolayca yedirmeyeceği de kesindir. Ergenekon operasyonunun yeni dalgasıyla dişini göstermiş ve bu alanda işi daha ötelere taşıyabileceği mesajını vermiştir. Sağduyu ve sükûnet çağrıları yapanların bir bölümünün asıl kaygısı da zaten buna bir dur demektir. Doğrusu hükümet, Ergenekon operasyonuyla kendisine karşı bu komplo yapılanmasını hayli ifşa etmiştir. Hatta komplocu faaliyetin Anayasa Mahkemesi dahil yüksek yargının içine kadar uzandığına işaret eden ifşaatlarla Anayasa Mahkemesine de bir anlamda gözdağı vermektedir. Özetle bu tablo it dalaşının tümüyle devam ettiğini göstermektedir. Çatışma genel olarak kızışacaktır. Somutta ise, 27 Nisan öncesi başlayan cumhurbaşkanlığı krizinden 22 Temmuz seçimlerine uzanan kriz sürecinin bir benzerinin yaşanması uzak bir olasılık değildir. AKP yanlısı medya ve yazarların, yeni bir seçimden, yerel seçimlerle genel seçimlerin birleştirilmesinden, referandumdan vb. söz etmeleri aynı zamanda ortamı hazırlama işlevini de görmek-


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum Kürt ulusal hareketinin Newroz’la birlikte yeni bir yükselişe girdiğinin iyice netlik kazanmasının düzen sahiplerini öfkelendirdiği açıktır. Birçok ilde kutlamaların DTP’nin istediği günlerde yapılmasına izin verilmemesi, bazı illerde kutlamaya izin verilmemesi, iki kişinin polis kurşunuyla can vermesi, yüzlerce kişinin yaralanması ve gözaltına alınmasıyla sonuçlanan bir Newroz tablosudur söz konusu olan.

tedir. Ancak AKP’nin, şimdilik bir referandumla yetinmek istediği, ağırlığını buna verdiği görülüyor. Kürt ulusal hareketindeki yeni canlanmanın mevcut siyasi kriz sürecine nasıl etki edeceği de ayrı bir konudur. Sınır ötesi operasyon sonrasında PKK’nin bütün Kürt coğrafyasında prestijinin arttığı açık. Diğer yandan, hatırlanacağı gibi düzen cephesinde Kürt halkının gözünü boyamak için ne idüğü belirsiz “yeni bir paket” tartışmaları yapılmaya başlanmıştı. Buradan hiçbir şey çıkmayacağı zaten belli olmuştu olmasına, ama bu son siyasi krizle birlikte, bu daha da kesin biçimde ortaya çıkmıştır. Kürt ulusal hareketindeki canlanma, elbette militarist baskıların aynen Newroz’da görüldüğü gibi artmasını beraberinde getirecektir. Statükocu güçlerin önümüzdeki günlerde vurguyu bu noktaya kaydırıp, orduyu bu noktadan ittirme yoluna yönelmeleri mümkündür. Ancak tüm çırpınışlarına rağmen, Kürt sorununun artık yeni bir düzleme sıçradığı ve mızrağın çuvala sığmadığı kesindir. *

*

*

Doğrusu işçi sınıfının böylesi bir krize son derece örgütsüz ve dağınık vaziyette giriyor olması büyük bir olumsuzluktur. Bu durum işçi sınıfının burjuva kamplar arasında tekrar ve daha derin biçimde kutuplaştırılmasına yol açma riskini barındırmaktadır. Hele hele sosyal güvenlik yasa tasarısı nedeniyle bir kıpırdanma ve kitlelerde AKP’ye karşı bir hoşnutsuzluğun ilk adımları başlamışken, şimdi bir kez daha AKP mağdur ve “demokrasi kahramanı” rolüne bürünerek emekçi kitleleri manipüle etme uğraşına girecektir. Bu durum, mevcut sınırlı muhalefetlerini bile zaten ittire kaktıra yapan Türk-İş ve Hak-İş yönetimlerinin, “gerilime katkıda bulunmama” bahanesiyle, tasarıya muhalefet sürecinden çekilmelerini kolaylaştıracaktır. Böylece tasarıya karşı yavaş yavaş başlayan bilinçlenme ve mücadele sürecinin çabucak sekteye uğratılarak, istim tutturması engellenmiş olacaktır. Bu da hassas bir konuma düşmüş olmasına rağmen hükümetin tasarıyı geçirmesini kolaylaştıracaktır. Siyasi krizin faturası hem siyasi hem de ekonomik ba-

kımdan işçi sınıfına çıkacaktır. AKP’nin bertaraf edilmesi durumunda yerine gelecek yeni iktidar yapılanmasının daha otoriter bir yönelişi temsil edeceği açıktır. AKP’nin bu badireyi atlatması durumunda da, aynı “Dolmabahçe mutabakatı” sonrasında olduğu gibi, daha terbiyeli, yani statükocuları azdırmamaya daha özen gösterecek bir yol tutturacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Yani siyasal bakımdan bu krizden burjuva demokratik çerçevede bir genişlemeyle çıkılması söz konusu olmadığı gibi, az ya da çok bir daralmanın gelme ihtimali daha fazla görünmektedir. Diğer taraftan bu krizin, zaten göstergeleri bozulmaya başlamış ekonomide bir kriz dalgasını tetiklemesi durumunda, bunun bütün faturasının işçi sınıfına kesilmeye çalışılacağına en küçük bir şüphe yoktur. Bu, Kürt sorununda da baskıların artarak devam edeceği anlamına gelmektedir. Kürt ulusal hareketinin Newroz’la birlikte yeni bir yükselişe girdiğinin iyice netlik kazanmasının düzen sahiplerini öfkelendirdiği açıktır. Hükümetin Newroz kutlamaları konusundaki tavrı bile onun Kürt sorunu konusunda malum sularda yüzdüğünü bir kez daha gösteriyor. Birçok ilde kutlamaların DTP’nin istediği günlerde yapılmasına izin verilmemesi, bazı illerde kutlamaya izin verilmemesi, iki kişinin polis kurşunuyla can vermesi, yüzlerce kişinin yaralanması ve gözaltına alınmasıyla sonuçlanan bir Newroz tablosudur söz konusu olan. Sonuç olarak, işçi sınıfı, burjuvazi içinde uzun süredir yürüyen kavgada taraflardan herhangi birinin peşine takılmamalı, kendi bağımsız sınıf çıkarlarının çizgisi üzerinde hareket etmelidir. Bu bağlamda, somut ve güncel mücadele konuları olarak, kimden gelirse gelsin baskıcı düzenleme ve uygulamalara sonuna kadar karşı çıkılmalı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı ısrarla vurgulanmalı, krizin faturası sermayeye yüklenmeli, sosyal hak gasplarına ve diğer neo-liberal etiketli saldırılara karşı direnilmelidir. Aksi takdirde okkanın altına gidecek olanın kim olacağı, her zamanki gibi son derece net olarak bellidir. 

5


Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /3 Mehmet Sinan

Devleti kendi mülkü olarak gören bürokrat seçkinlerin ideolojisi: Kemalizm Türkiye’de 1923 ile 1930 yılları arasındaki dönem, “milli iktisat politikası” adı altında bir ekonomik liberalizmin uygulandığı dönemdir. Yeni rejimin tek hâkim ve yönlendirici gücü olan Kemalist bürokrasi bu dönemde devletin tüm imkânlarını kullanarak, bir “milli” burjuva sınıfı yaratmaya çalışmıştır. Fakat tüm devlet desteğine ve uygulanan ekonomik liberalizm politikasına karşın, ne gerçek anlamda modern bir “milli” burjuva sınıfı yaratılabilmiş, ne de sanayide ve tarımda modern bir kapitalist gelişme sağlanabilmiştir. Dolayısıyla resmi tarihin iddialarının aksine bu dönem, köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin gerçekleşmediği başarısız bir dönem olmuştur. Kemalist bürokrasi, besleme ve asalak bir burjuva sınıf yaratmanın dışında köklü ekonomik ve toplumsal dönüşümler gerçekleştiremedi. Yoksul emekçi halk sınıflarının yaşamında dişe dokunur bir iyileştirme de sağlayamadı. İşte bu bürokrasi, giderek artan toplumsal hoşnutsuzluk karşısında kendi iktidarını sağlamlaştırıcı önlemler almaya yönelecekti. Daha önce de değindiğimiz üzere liderliğini M. Kemal’in yaptığı yönetici kadrolar, bu dönemde çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanununun kendilerine sağladığı olağanüstü yetkilerden yararlanarak, meclis içindeki ve meclis dışındaki muhaliflerini ezmiş ve devlet iktidarını itiraz kabul etmez bir biçimde kendi tekellerine almışlardı. M. Kemal ve ekibi, geçmişte emperyalist işgal güçlerine karşı birlikte savaştıkları silah arkadaşlarını (Milli Mücadele’nin

6

önder kadrosunun bir bölümünü) ve eski müttefiklerini (Milli Mücadele’yi desteklemiş olan kimi İslamcı kesimleri, komünistleri, Kürtleri, eski İttihatçıları vb.), şimdi vatan hainliğiyle, ihanetle, irticacılıkla suçluyorlardı. Bu suçlamaların ardından ise tasfiyeler gelecekti. M. Kemal’in direktifiyle başlatılan bu tasfiye harekâtı, tüm muhalif unsurların ezilmesi ve siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasıyla 1926 yılının sonlarında tamamlandı. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra yaşanan bu olaylar, aslında M. Kemal’in iktidarını kimseyle paylaşmaya niyetli olmadığını ve olmayacağını çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Kendisine muhalefet eden tüm hareketleri tasfiye edip, iktidarını sağlama aldıktan sonra M. Kemal’in yaptığı ilk icraat, yeni rejimin (TC’nin) Osmanlı’nın bir devamı olmadığına, tam tersine bu rejimin Osmanlı’yı tümüyle reddeden ve “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükselmeyi” amaçlayan ilerici, modern bir rejim olduğuna Batı dünyasını “ikna etmek” olacaktı. Ama bunu yapabilmesi için Kemalist iktidarın kendi kurumlarını biçimsel de olsa Batının (Batı Avrupa’nın) kurumlarına benzetmesi, yani birtakım biçimsel reformlar yaparak yeni rejimin “vitrinini” Batı tarzında düzenlemesi gerekiyordu. İşte Kemalist bürokrasinin 1927 yılından başlayarak otokratik bir tarzda uyguladığı ve sonradan resmi tarihin “Atatürk Devrimleri” diye övüp göklere çıkardığı ve bir “milli ideoloji” haline getirdiği bu reformlar, aslında Batı tarzında bir “vitrin” düzenleme operasyonundan öte bir şey değildi. Gerçekte Osmanlı’nın despotik-bürokratik devlet anlayışını hiç de terk etmemiş olan Kemalist bürokrasinin, alelacele bu re-


Nisan 2008 • sayı: 37

formları yapmaktaki amacı, demokrasiyle uzak yakın bir ilgisi bulunmayan kendi otoriter-bürokratik iktidarını Batı dünyasına “çağdaş ve modern” bir ambalaj içinde sunmaktı. Böyle yaparak, Batılı devletler nezdinde kalıcı bir prestij ve meşruiyet kazanmaktı. Bu “modernleşme/Batılılaşma” projesini bizzat M. Kemal yönetiyor, uygulamasını ise CHP örgütleri yapıyordu. Ne var ki, altyapısal düzeyde köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin yaşanmadığı ve gerçek anlamda bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmediği bir ortamda, tepeden buyruklarla ve bürokratik bir tarzda uygulamaya sokulan bu üstyapısal reformlara halk ilgisiz kalacak, hatta yer yer tepkisini dile getirecekti. Açıkçası, Kemalist bürokrasinin otokratik tarzda uyguladığı bu üstyapısal reformlar, Batıya özenen ve Batılı gibi yaşama özlemi içinde olan yeni rejimin imtiyazlı elitleri (bürokratik seçkinler ile büyük kent burjuvazisi) dışında kimsenin ilgisini çekmeyecekti. Fakat halk kitlelerinin biçimsel Batılılaşmaya duyduğu bu ilgisizlik ve yer yer tepki, iktidar sahiplerinin de pek umurunda olmayacaktı. Çünkü halk kitlelerinin yaşam koşullarını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi öncelikli bir niyetleri ve amaçları olmayan bürokrat/burjuvaların, halk kitlelerinin eğilimlerini dikkate almak gibi bir dertleri de olamazdı tabii ki. Fesi atıp şapka giyerek Batılılaştıklarını sanan bu bürokrat/burjuvaların asıl derdi, kendilerinin ne kadar “modern”, “çağdaş” ve de “Batılı” olduklarına, bir kendilerini bir de Batıyı inandırmaktı kuşkusuz! Eğer o dönemde Kemalist bürokrasi ile yeni yetme burjuvazi, halkın yaşamını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi devrimci bir niyet taşısaydılar, öncelikle kılık ve kıyafetle değil halkın yaşamını geri düzeyde tutan nedenlerle, yani sosyo-ekonomik yapıdaki gerilik ve ilkelliklerin nasıl ortadan kaldırılacağıyla ilgilenir ve bu konuda devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirmeye yönelirlerdi. Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyo-ekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir “Batılılaşma” ile ilgilenen ve bu konuda “totaliter bir kararlılık” sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme” idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de “cumhuriyet” projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, “kurtarıcı bir önder”in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.

Bürokratik aydın despotizmi geleneği ve Kemalizm Fakat öte yandan, Batılılaşma/modernleşme paradigması ilk defa cumhuriyetin ilanıyla birlikte gündeme gelmiş de değildir kuşkusuz. Aslında cumhuriyet ilan edildiğinde, Batılılaşma/modernleşme serüveninin neredeyse

marksist tutum

yüz yılı aşkın bir geçmişi bulunuyordu bu topraklarda. Bu serüvenin, Osmanlı yönetici bürokrasisinin “devleti kurtarmak” için 19. yüzyılda giriştiği reform çabalarıyla başladığı bilinen bir gerçekliktir. Bu çabalarının doruk noktasını ise Tanzimat döneminde (1839-76) yapılan reformlar oluşturmaktadır. Tanzimat dönemi, Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı olan bir tarihsel dönemeç noktadır aynı zamanda. Bu dönemde yönetici bürokrasi, Batı karşısında çökme noktasına gelen Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmak ve yeniden güçlendirmek için birtakım reformlara girişmek zorunda kalacaktı. Tanzimat döneminde yapılan bu reformların, halk sınıflarının yaşamını iyileştirmekle ya da toplumu modernleştirmekle hiçbir ilgisi bulunmuyordu tabii ki. Bu reformların esas amacı, sistemin kurumlarını (ordu, idare, hukuk sistemi, eğitim vb.) re-organize ederek ve Batı tarzında modernleştirerek güçlendirmekti. Osmanlı merkezî bürokrasisi kendi iktidarının da ancak bu yolla güçleneceğini düşünüyordu. Tanzimat bürokrasisinin başlattığı bu reformlar, gerçekten de devlet kurumlarında belirli bir modernleşme sağlamıştı ama sosyo-ekonomik yapıda köklü bir değişimi sağlayamamıştı. Dolayısıyla, Tanzimat reformlarından sonra da halk kitlelerinin yaşam düzeyinde hiçbir iyileşme gerçekleşmeyecek ve özellikle kırsal kesimdeki üretici topluluklar gene eskiden olduğu gibi Asyatik üretim ilişkilerinin dar çerçevesi içinde yoksul yaşamlarını sürdürmeye devam edeceklerdi. Kemalist bürokrasi, besleme ve asalak bir burjuva sınıf yaratmanın dışında köklü ekonomik ve toplumsal dönüşümler gerçekleştiremedi. Yoksul emekçi halk sınıflarının yaşamında dişe dokunur bir iyileştirme de sağlayamadı. İşte bu bürokrasi, giderek artan toplumsal hoşnutsuzluk karşısında kendi iktidarını sağlamlaştırıcı önlemler almaya yönelecekti. Kısaca söyleyecek olursak, Tanzimat adı verilen bu “Batıya yöneliş” döneminin ayırt edici özelliği, bu dönemde devlet kurumları ile yönetici bürokrasinin biçimsel anlamda bir “Batılılaşma” süreci içine girmeleri ve bu anlamda sınırlı bir “değişim” geçirmiş olmalarıdır. Nitekim kendini Batılı anlamda eğitmiş, birkaç yabancı dil öğrenmiş, kılık kıyafetini modernleştirmiş bir “aydın bürokrat tabaka” (bürokratik elit) ilk olarak bu dönemde yetişmiştir. Gerçek bir burjuva sınıfının henüz gelişmemiş olduğu Osmanlı toplumunda, tek imtiyazlı kesimi bu aydın bürokrat tabaka oluşturuyordu. Avrupa’da eğitim gören, Avrupa hariciyesiyle yakın ilişkiler içinde olan ve onların sefarethanelerinde çalışan bu aydın bürokrat elit, süreç içinde padişahı ve sarayı geri plana iterek, devlet politikalarını oluşturmada mutlak ağırlığını ortaya koyacaktı. Tanzimat

7


marksist tutum

Nisan 2008 • sayı: 37

Fesi atıp şapka giyerek Batılılaştıklarını sanan bürokrat/burjuvaların asıl derdi, kendilerinin ne kadar “modern”, “çağdaş” ve de “Batılı” olduklarına, bir kendilerini bir de Batıyı inandırmaktı kuşkusuz! Eğer o dönemde Kemalist bürokrasi ile yeni yetme burjuvazi, halkın yaşamını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi devrimci bir niyet taşısaydılar, öncelikle sosyo-ekonomik yapıdaki gerilik ve ilkelliklerin nasıl ortadan kaldırılacağıyla ilgilenir ve bu konuda devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirmeye yönelirlerdi. dönemine, Babıâli’de kümelenen ve Avrupa’dan himaye gören bu aydın bürokrat tabakanın mutlakıyetçi iktidarı damgasını vuracaktı. Bu nedenledir ki tarihte bu dönem, “Babıâli diktatörlüğü” dönemi olarak da anılmaktadır. Devletle özdeşleşen ve kendini devletin asli sahibi olarak gören bu Batıcı “aydın bürokrat” tabaka, devlet yönetiminde bürokratik “aydın despotizmi” diye de tanımlanabilecek bir geleneğin temsilcisi olmuştur. Osmanlı tarihinde sırasıyla Tanzimat bürokrasisi, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçılar hep bu geleneğin taşıyıcısıdırlar. Bu geleneğin Cumhuriyet dönemindeki mirasçısı ve sürdürücüsü ise Kemalist bürokrasi olacaktı. Bu bakımdan, Kemalist bürokrasinin cumhuriyet döneminde yaptığı reformların, aslında Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik bir tarzda yürüttüğü “Batılılaşmacı/modernleşmeci” reformların bir devamı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Nasıl ki Tanzimat ve Islahat gibi hareketler Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumaya ve güçlendirmeye yönelik çabalar idiyse, “Kemalist Devrimler” de Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan topraklar üzerinde kurulan yeni ulus-devleti (TC’yi) güçlendirmeye ve onun toplum üzerindeki mutlak hâkimiyetini tesis etmeye yönelik otokratik reformlardı. Fakat merkezi devletin mutlak hâkimiyetini sağlamak bakımından, Osmanlı ile TC arasında gene de esaslı bir fark bulunmaktaydı. Şöyle ki, Osmanlı’da toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın bütünlüğünü ve birliğini sağlamak bakımından, devletin dayandığı ideoloji İslamdı. Osmanlı’nın aydın bürokrat eliti, modernleşme/Batılılaşma projesini sürdürürken de bu ideolojiye dayanmış ve hiçbir zaman onu bir kenara itmeyi düşünmemişti. Oysa yeni ulus-devletin (TC’nin) inşası sürecinde yönetici bürokrasi dinî ideolojiyi bir kenara itecekti. Çünkü çok uluslu, çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin siyasal yapısının ruhunu oluşturan dinsel

8

ideoloji (İslam), Batı normlarına göre inşa edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin siyasal sistemine hiç uygun düşmüyordu. Ulusal temelde inşa edilmeye çalışılan yeni devlet yapılanmasına, yeni bir siyasal ideoloji gerekiyordu. Bu nedenledir ki Kemalist bürokratik elitin dört elle sarıldığı yeni ideoloji, etnik milliyetçilik temelinde bir ideoloji, yani “Türk milliyetçiliği” ideolojisi oldu. Kemalist bürokrasi bu yeni siyasal ideolojinin hem dinden doğan boşluğu doldurmasını hem de yeni ulus-devletin inşasında kaynaştırıcı bir çimento işlevi görmesini istedi. Bu nedenledir ki Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılmaya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. Nitekim Kemalist bürokrasi toplumda yaratılan bu yanılsamadan yararlanarak, kendisini devrimci, rakiplerini ve muhaliflerini ise hep gerici, bölücü, irticacı vb. olarak göstererek, sorgusuz sualsiz bir şekilde tasfiyeye girişti. Fakat öte yandan, etnik Türk milliyetçiliği temelinde inşası amaçlanan bu “ulus devlet” projesinin, öyle normal yollarlardan ve demokrasi kuralları içinde uygulanacak bir proje olmadığı da kısa zamanda açığa çıkmıştır. Esasında bu projenin kendisi anti-demokratik bir proje idi ve bu haliyle demokrasinin önündeki en büyük engeli bizzat kendisi oluşturuyordu. Kurucu unsurlardan Kürtlerin varlığını yok sayan ve resmi kurucu olarak yalnızca Türk varlığını esas alan, etnik milliyetçilik temelindeki böyle bir ulus-devlet anlayışının demokratik hiçbir yanı olmadığı gibi, bu anlayışın gelecekte de çoğulcu bir demokrasiyi yaşama geçirmek gibi bir niyetinin olmadığı daha baştan belliydi. Çünkü resmi olarak sadece bir ulusun varlığını tanıyan ve diğer ulusun varlığını yok sayan böyle bir etnik-milliyetçi ulus-devlet anlayışı, kendini ancak baskıcı-


Nisan 2008 • sayı: 37

otoriter yöntemler kullanılarak diğer tarafa kabul ettirilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Osmanlı’nın külleri üzerine kurulan yeni ulus-devletin (TC) siyasal yapısı, demokratik bir Cumhuriyet olarak değil, daha baştan otoriter-bürokratik bir “Cumhuriyet” olarak şekillendi. Yani son tahlilde, öz biçimi belirledi. Bu otoriter-bürokratik Cumhuriyet rejiminin öncelikli görevi, yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendirmek değil, yurttaşlar karşısında modern despotik devletin, yani yönetici bürokrasinin kolektif çıkarlarını korumak oldu. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu rejimin kurucusu olan Kemalist bürokrasi kendini “devrimci” olarak gösterebilmek için, muhaliflerini ya irticacılık ya da bölücülükle suçlayarak tasfiye etmiştir. Böylece, muhalefet hareketlerine yol açan gerçek nedenler ve muhalefet hareketlerinin sosyo-politik nitelikleri hep kitlelerden gizlenmeye çalışılmıştır. Örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarında, gerçekte ulusal demokratik taleplerle harekete geçen Kürt ulusal hareketi, dini motifler taşıdığı bahanesiyle irticaî bir hareket olarak lanse edilecekti Kemalist iktidar tarafından. Bu dönemde Büyük Millet Meclisi’nde M. Kemal’in tekelci, mutlakçı yönetim tarzına muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da aynı şekilde irticacılıkla ya da irticaa yardım etmekle suçlanıp tasfiye edilecekti. Hatta M. Kemal’in bizzat kendisinin bir “demokrasi gösterisi” olarak kurdurduğu Serbest Fırka bile irticacılıkla suçlanabilecekti iktidar tarafından. M. Kemal ve ekibi, kendi “devrimciliklerine” karine olarak, muhaliflerinin ya “bölücü” ya da “gerici” olduklarını ileri sürmüşlerdir her zaman. Cumhuriyet kurulup ardından hilafet de kaldırılınca, Kemalist iktidarın yaptığı ilk iş, dine karşı açıkça tutum almak olmuştur. Bu dönemde din, toplumsal ve siyasal yaşamda görünür olmaktan mümkün mertebe uzaklaştırılarak “vicdanlara ve mabetlere” sıkıştırılacak, Kemalist “laiklik” anlayışı ise modernleşme/Batılılaşma sürecinin en önemli öğesi haline getirilecekti. Fakat bu Kemalist “laiklik” ilkesi, sanıldığı gibi “dinin devletten ayrılması” anlamına gelmiyordu, tam tersine, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına alması ve ihtiyaç duyduğunda da kendi çıkarları doğrultusunda kullanması anlamına geliyordu. Kemalist bürokrasinin bu dönemde yaptığı reformların bazıları, işte bu nevi şahsına münhasır “laiklik” ve “modernleşme” anlayışı temelinde yapılmış reformlardır. Örneğin, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve yerine, dini otorite olarak bir devlet memurunun, yani Diyanet İşleri Başkanı’nın geçirilmesi, dini mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini mevzuat yerine Batılı kanunların ikamesi (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu vb.) gibi. Bunun yanı sıra, gene Batıya benzemek için tepeden inmeci bir şekilde yapılan reformlar da vardır. Örneğin, halkın fes giymesinin yasaklanması ve şapkanın milli başlık olarak halka zorla dayatılması; Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi; Latin alfabesinin ve Batılı ölçü birimlerinin kabulü;

marksist tutum

hafta tatilinin Cuma yerine Pazar gününe alınması; Hıristiyan takviminin kabulü; soyadı kanununun kabulü; alaturka müziğin yasaklanması, buna karşılık opera, bale ve çok sesli müziğin teşvik edilmesi ve tabii bir de Mustafa Kemal’in heykellerinin her yere dikilmesinin teşvik edilmesi! İşte “Atatürk Devrimleri” denen reformların belli başlıları bunlardır! Burada şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim: Bu “devrimler” içinde en kanlısı “Şapka Devrimi” olmuştur. Halka zorla şapka giydirebilmek için tam 70 kişiye idam cezası vermek zorunda kalmıştır Kemalist bürokrasinin “modern” cumhuriyet rejimi!

Tek adam-tek parti diktatörlüğü ya da aydın bürokrat despotizmi Temmuz 1927’de İkinci Büyük Millet Meclisi dönemini tamamlamıştı ve Ağustosta yeni Meclis için seçimler yapılacaktı. Bu seçimlerle ilgili olarak M. Kemal vatandaşlara yayınladığı tamimde şunları söylüyordu: “1. TBMM azalığı için mebus namzetlerinin tümünü bilgilerinize sunuyorum. 2. Yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlar bunlardır. 3. Bunları CHF adına bizzat kendim seçtim. 4. Bu mebus namzetlerinin hangilerinin, hangi vilayetlerin mebusu olacağını ileride yine kendi imzamla yayınlayacağım”.1 1 Eylül 1927’de çalışmalarına başlayan Üçüncü Büyük Millet Meclisi’ne Cumhuriyet Halk Fırkası 316 milletvekiliyle tek parti olarak girecekti. Burada ilginç olan, bu milletvekillerinin tümünün de M. Kemal tarafından belirlenmiş olmasıdır. Ekim 1927’de yapılan ve M. Kemal’in 36 saat süren ünlü Nutkunu okuduğu CHF Kongresi ise, adeta M. Kemal’in “Tek Adam”lığının tescil edildiği tarihi bir kongre olmuştur. Bu Kongrede açıkça ortaya çıkmıştır ki, M. Kemal ve yakın kadrosunun hedeflediği siyasal model kolektif bir liderliği değil, adeta mutlak yetkilerle donanmış tek adamın önderliği altında otoriter bir tek parti yönetimini esas almaktadır. Yani “tek şef-tek parti” modelidir bu. Tek şefin mutlak buyruklarını yerine getirmekle görevli bir siyasal partinin (CHF’nin) toplum üzerindeki tekelci siyasal hâkimiyeti bu modelin ruhunu oluşturmaktadır. Tek şefin ilan ettiği “ilkeleri” bütün millete kabul ettirmek bu partinin temel görevidir. Bu sayede Tek Şef ’in milletle bütünleşmesi hatta “özdeşleşmesi” sağlanmış olacaktı! Böyle bir siyasal yapılanmada elbette ki çoğulcu demokrasiye, muhalefete, Tek Şef ’in partisi dışında başka bir partiye yer de yoktur, ihtiyaç da! İktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik oligarşiye (Kemalist bürokrasiye) göre, çoğulcu demokrasi, muhalefet hakkı, eleştiri özgürlüğü gibi şeyler toplumda “anarşi” yaratacağı ve Tek Şef ile millet arasına nifak sokacağı için elbette reddedilmelidir! Bu siyasal düşünüş biçimi, Kemalist bürokrasinin savunduğu geleneksel devletçi ideolojinin despotik karakterini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu despotik ideolojinin hegemonyası altında biçimlenecek olan bir

9


marksist tutum

Cumhuriyetin de nasıl bir Cumhuriyet olacağına ışık tutuyordu. Büyük bir olasılıkla, bu rejim Tanzimat bürokrasisinin uyguladığı “aydın despotizmi” rejiminin bir versiyonu olmaktan öteye geçemeyecekti. Bir başka deyişle bu rejim, Osmanlı bürokrasisinin despotik devletçi geleneğinden köklü bir kopuş değil, bu geleneğin modern koşullarda bir devamı olacaktı yalnızca. 1930’lara gelindiğinde ise, M. Kemal’in partisinin (CHP’nin) ilan ettiği ve programına geçirdiği ilkeler (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik, devrimcilik) bu kez devletin de temel ilkeleri olarak kabul edilip Anayasa’ya yazılacaktı. Böylece Kemalizm devletin tek resmi ideolojisi olarak tescil edilmiş olurken, aynı zamanda “kutsal şef-parti-devlet” bütünleşmesi de tescil edilmiş oluyordu. Devletle özdeşleşen ve gücünü yalnızca devlet organlarından alan yönetici bürokrasinin bu otokratik ideolojisi (Kemalizm), devleti olduğu kadar toplum hayatını da yönlendiren ve belirleyen en üstün yasa katına yükseliyordu bir bakıma. Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılmaya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. 1930’larda CHP’nin otoriter ve totaliter yapısı daha da belirgin hale gelecekti. Bu gidişata önderlik eden gene “Tek Adam”dı kuşkusuz. M. Kemal 1936’da aldığı bir kararla CHP’ye yeni bir hüviyet kazandırıyordu. İçişleri Bakanları partinin genel idare kuruluna girecek ve aynı zamanda partinin genel sekreteri olacaklardı. Valiler bulundukları ilin aynı zamanda parti başkanlığını da yapacaklar ve parti genel müfettişleri ise bulundukları bölgelerde hem devlet işlerine bakacak, hem de partinin faaliyetlerini ve örgütlerini denetleyeceklerdi. Böylece, devlet idaresi ile parti idaresi bir anlamda birleştirilmiş, parti ile devlet iç içe geçmiş oluyordu.

Kemalist bürokrasinin “devletçiliği” ve “milli” burjuvazinin durumu Kemalist iktidarın 1923-30 arasında uyguladığı liberal ekonomi politikası başarılı olamamış ve sonuçta birkaç yeni zengin yaratmanın dışında, arzulanan modern kapitalist gelişmeyi sağlayamamıştı. Aksine, uygulanan bu liberal ekonomi politikası sonucunda bir yanda sanayi ve tarımda üretim düşmüş, diğer yanda ise tüketim malları ithalatının sürekli artması nedeniyle dış ticaret açığı giderek

10

Nisan 2008 • sayı: 37

büyümüştü. Bu başarısızlığın üstüne bir de 1929 dünya ekonomik krizinin yarattığı olumsuz koşullar binecekti. Bu ekonomik kriz koşullarında, orta ve küçük köylü üreticiler, tarım ihraç ürünleri fiyatlarının düşmesinden dolayı perişan vaziyetteydiler. Aynı şekilde, kentlerdeki işçi sınıfı ve küçük esnaf kesimi de yoksulluk ve sefalet sınırında yaşamaktaydı. Kemalist devletin himayesi altında beslenip palazlanan ve bir anlamda asalaklaşmış bulunan yerli burjuvazi ise, bu dönemde kendi kârlarını korumaktan başka bir şey düşünmüyordu. Bu koşullarda toplumsal huzursuzluk ve çalkantılar giderek artmakta, bürokratik oligarşinin tek parti diktatörlüğüne karşı için için kaynayan bir toplumsal muhalefet hareketi gelişmekteydi. Bu durumda Kemalist iktidar, o güne kadar uygulamakta olduğu ekonomik politikasını değiştirmek ve yeni bir çıkış yolu aramak zorunda kalacaktı. Kemalist iktidarın beklediği kapitalist sanayileşme hamlesini özel teşebbüs (burjuvazi) gerçekleştiremeyince, bu durumda özel teşebbüsün ekonomik işlevlerini 1930’larda devlet üstlenmek zorunda kalacaktı. İşte Kemalizmin “devletçilik” diye adlandırılan o meşhur ilkesi, yani devlet kapitalizmi uygulaması da böyle gündeme gelmişti. Aslında devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin işlerlik kazanması, Türkiye’yi de içine alan dünya ekonomik krizinin yarattığı son derece olumsuz ekonomik koşulların bir sonucuydu. Kemalist iktidar (yani devlet) bu koşullar nedeniyle 1930’ların başından itibaren ulusal ekonomik hayata doğrudan müdahalede bulunup, ona çekidüzen vermek zorunda kalmıştır. Fakat bürokrasinin ekonomik hayata müdahaleciliği ve devletin doğrudan kapitalist ekonomik faaliyetlere iştiraki, dünya ekonomik krizinin yarattığı konjonktürle sınırlı, geçici bir olay olmayacaktır. Tam tersine, asıl amacı ulusal kapitalizme altyapı oluşturmak ve burjuvaziye kaynak aktarmak olan devletin ekonomiye bu bürokratik müdahalesi, ta günümüze kadar uzanan bir süreklilik kazanacaktır. Bu perspektifle işe girişen Kemalist hükümet, 1932 yılında Devlet Sanayi Ofisi’ni kurarak, devletin ulusal ekonomiyi düzenlemedeki yükümlülüğünü resmi hale getirmişti. Devletin karma sermayeli işletmeler üzerindeki denetimini sağlamak amacıyla kurulan bu Devlet Sanayi Ofisi, devletin payının olduğu tüm işletmelerde yönetimi kendi üzerine alıyordu. Ayrıca sanayi alanında yeni kamu işletmeleri kurma yetkisi de bu örgütün olacaktı. Bu dönemde ilk beş yıllık plan hazırlanacak, bazı yabancı şirketler millileştirilecek, Sümerbank, Etibank ve Madencilik Bankası gibi devlet bankaları sanayi alanında (örneğin tekstil, şeker, kâğıt ve madencilik sanayiinde) doğrudan yatırımlar yapacaklardı. Ayrıca bu dönemde liman ve yol inşaatına ve demiryolları yapımına da hız verilecekti. Bunun yanı sıra devlet, dış ticareti de sıkı bir şekilde denetim altına alarak döviz kontrol sistemi getirecekti. Ancak tüm bu devlet yatırımlarına rağmen, kurulan sanayi gene de yetersiz ve zayıf kalacaktı. Nitekim 1938 yılında yapı-


Nisan 2008 • sayı: 37

lan sanayi sayımına göre, ülkedeki sanayi kuruluşlarının yüzde 90’ı, fabrika denilemeyecek derme çatma tesislerden oluşuyordu hâlâ. Ulusal kapitalist ekonomiyi düzenlemede devletin rolünün böylesine ağırlık kazanması, bürokrasinin burjuva iktidar bloğu içindeki ağırlığını ve siyasetteki belirleyici rolünü daha da artıracaktı kuşkusuz. Bu durumda asıl gücünü devlet iktidarını kullanmaktan alan Kemalist bürokrasi, ideolojik argümanları arasına şimdi “devrimcilik” ve “devletçilik” argümanını da ilave edecek ve böylece resmi bir “devlet ideolojisi” inşa etmiş olacaktı. Kemalizm olarak adlandırılan bu resmi devlet ideolojisine göre, “Cumhuriyeti kuran ve yöneten asker-sivil aydın bürokrat kadrolar anti-emperyalist, milliyetçi, ilerici, devrimci, halkçı bir toplumsal-siyasal gücü temsil etmekteydiler ve de her zaman öyle kalacaklardı!” Aslında bu ideolojik söylem, Kemalist bürokrasinin kapitalist sömürü düzeniyle ve burjuvaziyle olan içsel bağını gizliyor ve onun gerçek sınıf doğasının açığa çıkmasını engelliyordu. Bu durumda Kemalist bürokrasi adeta “sınıflar üstü” bir varlıkmış gibi lanse ediyordu kendini topluma. Geçmişte pek çok solcunun, sosyalistin ve komünistin de bu ideolojik manipülasyonun etkisi altında kaldığı ve Kemalizme soldan destek verdiği bilinen bir gerçekliktir. Örneğin 1930’lu yılların başlarında Kadro adlı bir derginin çevresinde kümelenen aydınlar arasında Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör gibi eski TKP yöneticileri de bulunuyordu. Kemalizmi soldan destekleyen bu Kadrocu yazarlar, CHP iktidarının 1930’larda uygulamaya başladığı “devletçilik” programını, “sosyalist de kapitalist de olmayan (!)” yeni bir ulusal kalkınma modeli olarak değerlendiriyor ve bunun teorisini yapmaya çalışıyorlardı. Bu aydınlara göre, Türkiye gibi ulusal bağımsızlığına yeni kavuşan ülkelerde kapitalist bir sınıfın bulunmayışı sanayileşmeyi engelliyordu. Dolayısıyla bu sanayileşme görevini devletin üstlenmesi gerekiyordu. Bu görevi üstlenen devletin başında ise, “yüksek tekniği elinde bulunduran ve bunu toplum yararına işleten, yani toplumun bütünü ve ileri menfaatleri hesabına çalışan, teşkilatçılar ve idareciler” bulunmalıydı. Herkesin mutluluğu için çalışacak bu “sınıflar üstü” aydın yöneticiler sayesinde, “ülkede birbirine karşıt sosyal sınıfların, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin doğması engellenecek” ve sonunda “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yaratılmış olacaktı!2 Kemalizme soldan destek veren milliyetçi-solcu aydınların savunduğu bu teori, aslında 18. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan ve “aydın despotizmi” olarak bilinen teorinin hemen hemen aynısıdır. Avrupa’da aydınlanma çağında devletin, halkın iyiliğini düşünen otoriter bir hükümdarca aydınların ortaya attıkları siyasal kuramlara göre yönetilmesini anlatan bir kavramdır “aydın despotizmi”. “Aydın despotizminin esaslarını uygulayan ilk hükümdar Prusya kralı II. Friedrich’tir. Burjuvazinin gelişmemiş olduğu bazı ülkelerde de aydın despotizmi eğilimleri öne çıkmıştır.”3

marksist tutum

İşte bizde de Kadrocu aydınların ortaya attığı görüşler, bu “aydın despotizmi” eğilimini yansıtmaktaydı. Eğer devlet, halkın iyiliğini düşünen otoriter bir önder (M. Kemal) tarafından, Kadrocu aydınların ortaya attıkları siyasal teorilere göre yönetilirse her şey çok güzel olacaktı! Ve gene bu Kadrocu aydınlara göre, eğer Kemalist ulusal kurtuluş devrimi aydın-teknokrat kadroların otoriter yönetimi altında kararlılıkla sürdürülürse ve devletçi bir ekonomi politikası uygulanırsa, Türkiye’de “kendine özgü” yeni bir sosyo-ekonomik model inşa edilmiş olacaktı. Bu model, kapitalizmden de sosyalizmden de farklı bir model idi! Kemalist devrimin açtığı bu “yeni yol”un, tüm sömürge ve yarı-sömürge ulusların kurtuluş mücadelesine de esin kaynağı olacağını belirten Kadrocular, bağımsızlığına kavuşan yeni ulus-devletlerin kalkınmasına Kemalist devletçiliğin örnek olacağını iddia ettiler. Oysa Kadrocuların “yeni yol” ya da “üçüncü yol” diye sundukları model, aslında devlet eliyle kapitalist toplum inşa etmekten başka bir anlama gelmiyordu. Türkiye’de emekçi halktan koparılıp alınan birikimler, devlet eliyle özel teşebbüse, yani burjuvalara aktarılıyor ve böylece gelecekteki özel kapitalist girişimciliğin temelleri döşeniyordu. Yani “devletçilik” denen şey, özel kapitalist yatırımların ön hazırlığının yapıldığı ve bu amaçla işçi sınıfının en yoğun sömürüye maruz bırakıldığı devlet kapitalizmi uygulamasından başka bir şey değildi. Sol Kemalist aydınların iddialarının aksine, 1930’larda başlayan devlet kapitalizmi uygulaması Türkiye’de “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” yaratmadığı gibi, sınıflar arasında var olan uçurumları daha da derinleştirmiştir. Sözümona “kapitalist olmayan yol” olarak övülen bu sistemde burjuvalar, büyük toprak sahipleri ve düzenin bekçisi konumundaki imtiyazlı bürokratlar, devletin koruyucu kanatları altında her geçen gün daha da zenginleşirken, diğer yanda burjuva devletin baskısı altında bunalan ve düzenin egemenleri tarafından hakları gasp edilen işçiköylü emekçi kitleler her geçen gün daha da yoksullaşmışlardır. Bir yanda imtiyazlıların ve zenginlerin artan refahı, diğer yanda ise yoksul emekçi kitlelerin artan sefaleti! İşte yoksul üçüncü dünya ülkelerinin kalkınmasına “model” olma iddiasındaki Kemalist devletçiliğin özeti budur!

(Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

___________________ 1

akt.: Melih Pekdemir, Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük, c.2, Su Yay., s.117

2

Alıntılar: Şevket Süreyya Aydemir, İnkılâp ve Kadro, 2. baskı, 1968

3

Ana Britannica

11


Emperyalist Kapışmanın Ortasında Kosova Utku Kızılok

Y

aklaşık on yıldır Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun denetiminde olan ve Sırbistan’dan fiilen kopan Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etti. ABD, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını tez zamanda tanıdılar. Böylece Balkanlar’da yeni bir ulus-devlet daha dünyaya gözlerini açmış oldu. Sırbistan burjuvazisi ise, tüm ezen ulus-devletlerin bildik tutumunu sergiledi: Kosova’nın bağımsızlık ilanına şiddetle tepki gösterdi ve kitleleri milliyetçilik temelinde sokağa döktü. Rusya ve Çin emperyalizmi de Sırbistan egemen güçlerine destek açıklayarak, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıktılar ve Birleşmiş Milletler’e kabul edilmesinin önüne geçtiler. Şu tespiti yapmak mümkün: yıllarca Sırbistan’ın boyunduruğu altında inletilen Arnavut halkının haklı istemlerinden bağımsız olarak, Kosova’nın bağımsızlık ilanı, 1990’lar boyunca akan kanın henüz kurumadığı Balkanlar’ı bir kez daha tutuşturabilecek yeni bir kıvılcımdır. Kosova’nın bağımsızlık ilanı yalnızca Balkanlar’da değil, tüm dünyada büyük yankı uyandırdı ve denilebilir ki, pandoranın kutusunu açtı. Kosova, bağımsızlıklarını ilan eden ama hemen hiçbir ülke tarafından tanınmayan Güney Osetya, Abhazya, Dağlık Karabağ, Kuzey Kıbrıs gibi devletçiklere de emsal teşkil ediyor. Kosova’nın Batılı emperyalist güçler tarafından tanınmasının hemen sonrasında, Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya, Abhazya ve Moldova’dan ayrılmak isteyen Trans-Dinyester bölgesi, kendilerini egemen bir devlet olarak görmesi için Rus parlamentosuna başvurdular. Bilahare Dağlık Karabağ’da yeniden alevlenen çatışmalarda ondan fazla Ermeni ve Azeri askeri öldü. Daha da önemlisi, Kosova’daki Sırp-

12

lar, Bosna-Hersek’deki Hırvatlar ve Sırplar, Hırvatistan’daki Sırplar ve Makedonya’daki Arnavutlar da, bölgedeki egemen güçlerce bağımsızlık yönünde kışkırtılmaya başlanmıştır. Sırbistan burjuvazisi daha şimdiden Kosova’nın Mitroviça bölgesinde yaşayan Sırpları harekete geçirmiştir. Anlaşılacağı üzere pandoranın kutusundan, halklar için hiç de hayra yorulacak şeyler çıkmamıştır. Elbette bunun nedeni ezilen ulusal toplulukların, kendilerini ezen egemen güçlere karşı çıkmaları ve haklı istemlerini dile getiriyor oluşları değildir. Neden, hegemonya kavgasında üstün gelmeye çalışan emperyalist güçlerin, ezilen bu ulusal toplulukların haklı istemlerini istismar etmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları ve zaten alabildiğine karmaşık olan sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirerek köklü düşmanlıkların önünü açmalarıdır. Emperyalist güçlerin esas derdinin ezilen halkların davasına sahip çıkmak ve onları ezen ulusların boyunduruğundan kurtarmak olmadığı tarihsel ve güncel deneyimlerle sabittir. Balkanlar’da askeri üs gibi kullanacağı bir devletçik yaratmak amacıyla Kosova’nın bağımsızlığını teşvik eden, Çin’i sıkıştırmak için Tibet’e özgürlük isteyen ABD emperyalizmi, ne hikmetse, on yıllardır İsrail mezalimi altında inletilen Filistin’in ve 2002’den bu yana işgal altında tuttuğu Afganistan ve Irak halklarının bağımsızlık sorununu unutmaktadır. Emperyalist odaklar, ezilen ulusal toplulukların haklı taleplerini kendi çıkarlarına alet etmekle kalmıyorlar; herhangi bir ulusal topluluğun ulusal istemle ayağa kalkmadığı yerlerde de, azınlık pozisyonunda yaşayan halkları kışkırtarak kendi denetimlerinde bir “ulusal sorun” yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin, ABD emperyalizminin İran top-


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

ABD emperyalizmi Kosova’da büyük bir askeri üs kurarak Balkanlar’daki varlığını garantiye almıştır. Böylece bağımsızlık ilanından sonra Kosova fiilen de resmen de emperyalist güçlerin boyunduruğu altına sokulmuştur. Anlaşılacağı üzere ortaya çıkan bağımsızlık, gerçekte Kosova’nın siyasal bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Üstelik bağımsızlık kararını alan Arnavut halkı olmadığı gibi, bu şekilde, Kosova’nın kendi kaderini tayin hakkı da Arnavut halkının elinden alınmış olmaktadır. raklarında yaşayan Azerileri kışkırtarak bir “ulusal sorun” yaratmak istemesi bunun bir delilidir. Böylece emperyalistler hem gerçek ulusal sorunları hem de kendi yarattıkları “ulusal sorun”ları kullanarak, bu bölgelere nüfuz edebilecekleri bir siyasal ortam oluşturmak istiyorlar. Önümüzdeki süreçte, emperyalist güçlerin teşvik etmesiyle “anavatan” topraklarının dışında, kimi devletlerin egemenliği altında azınlık pozisyonunda yaşayan ulusal toplulukların bağımsızlıklarını ilan etmesi ve buna bağlı olarak pek çok mikro devletçiğin peyda olması söz konusu olabilir. Hemen belirtelim ki, devrimci Marksistler bir ulusun diğer bir ulusu veya ulusları boyunduruk altına alarak ezmesine şiddetle karşı çıkarlar ve her ulusun kendi siyasal kaderini tayin hakkını savunurlar. Ancak bu ilkesel tutum, emperyalistlerin güdümünde şekillendirilen veya onların oyuncağı haline gelen “ulusal görünümlü hareketler”in destekleneceği biçiminde yorumlanamaz. Keza devrimci Marksizm, genel olarak küçük devletlerin kurulmasına ve işçi sınıfının binbir ulusal çitle bölünmesine de karşı çıkar. Fakat yanlış anlamalara mahal vermemek için vurgulayalım: devrimci proletaryanın genel olarak mikro devletlere karşı olması demek, boyunduruk altına alınan ve ezilen bir halkın mücadelesine ve haklı taleplerine karşı duyarsız kalması demek değildir. Eğer doğacak olan küçük devlet ulusal sorunun gerçek anlamda çözülmesine hizmet ediyorsa, devrimci işçi sınıfı böyle bir küçük devletin oluşumuna karşı tutum almaz. Tam da yeri gelmişken hatırlatalım: ulusal sorunun çözümü konusuna devrimci proletarya, somut durumdan hareket ederek yaklaşır ve ona göre bir siyasal tutum alır. Mesela tarihsel dönemi içinde çözülememiş ve geçmişten günümüze sarkmış İrlanda, Bask, Kürdistan ve Filistin ulusal sorunlarının çözümü ile, Balkanlar’da Yugoslavya’nın, Kafkasya’da SSCB’nin dağılmasıyla alevlenen ve alabildiğine karmaşık bir hal alan ulusal sorunun çözümü

farklı temellerde gerçekleşebilir. Tüm ulusal sorunların benzeri biçimlerde çözülmesini sağlayacak bir sihirli değnek yoktur. Ulusal ihtilaflar konusunda işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunu ikincil plana iten politik tutumlar asla kabul edilemez. Unutmamak gerekiyor ki, birincil öncelik toplumsal kurtuluş mücadelesinin örgütlenmesidir ve bu bağlamda işçi sınıfı için ulusal sorun ikincil bir meseledir. Bunu iki yönüyle sınırlandırarak vurgulayalım: birincisi, ulusal sorunun çözülmesi için mücadele, demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir. Nihayetinde bir halkın kendi kaderini tayin hakkının tanınması özü itibarıyla demokratik bir istemin karşılanmasıdır. Bu hakkın tanınması için mücadele yürüten işçi sınıfı da esasında demokrasi için mücadele yürütmüş olur. Lenin’in ifade ettiği gibi, ulusal ihtilafı da kapsayan bir demokrasi mücadelesi yürütmeyen işçi sınıfı, sosyalizm için mücadele yürütmesi gerektiğinin de bilincine varamayacaktır. İkincisi, ulusal sorunun çözülmesi, halkların birbirine olan önyargılarının kırılmasına yardımcı olacağı ve işçi sınıfının enternasyonalist birliğine giden yolu açacağı için, toplumsal kurtuluş mücadelesinin yararınadır. Bu nedenle de devrimci işçi sınıfı, “negatif ” bir görevin yerine getirilmesi demek olan ulusal sorunun çözülmesinden yanadır ve tüm ulusal sorunlara da bu perspektiften bakar.

Balkan halklarının bitmeyen trajedisi Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçisi egemen güçlerin müdahalesiyle Balkanlar, yaklaşık bir asırdan beridir tam anlamıyla içinden çıkılmaz sorunlar yumağıyla boğuşmaktadır. Bu niteliğiyle dünya siyasal literatürüne, bir de kendi adıyla anılan bir kavram kazandırmıştır: Balkanlaştırma! Bu kavram, halkların birbirine karşı kışkırtılarak bir bölgenin veya ülkenin dinsel, kültürel ve ulusal temellerde küçük küçük pek çok parçaya bölünmesi anlamına geliyor. Ne yazık ki, Balkanlar’da Balkanlaştırma son

13


marksist tutum

sürat devam ediyor. Esasında sorunun evveliyatı Osmanlı’nın Balkanlar’da egemen olmasına değin uzanmakta. Osmanlı İmparatorluğu bölgede hâkimiyetini kalıcı kılabilmek amacıyla bir taraftan yoğun olarak bir arada yaşayan halkları dağıtmış, öte taraftan ise kendisine daima biat edecek ve onun Balkanlar’daki vurucu gücü olacak bir “halk-teba” devşirmiştir. Nitekim gerek Slav halklarının bir kesimini oluşturan Boşnaklar gerekse Kosovalı Arnavutlar o dönemde Müslümanlaştırılmış; esas olarak Sırpların yaşadığı Kosova’ya Arnavutlar yerleştirilmiş –Sırplar bugün de Kosova’yı “anavatan” olarak kabul etmektedirler– ve Sırplar ise sürülmüşlerdir. Bu durum, Balkanlar’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin başlamasıyla yeni çelişki ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vurmuştur. İşte emperyalistlerin 20. yüzyıl dönümündeki müdahalesi böylesi bir geçmiş zemin üzerinde vuku bulmuş, ulusal kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla ortaya çıkan yeni çelişkiler alabildiğine kaşınmış ve sorun içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir. 1912’de patlak veren Balkan savaşı birinci emperyalist savaşın da bir provası olmuştur. İngelere, Fransa, Rusya ve Almanya gibi emperyalist güçler, Balkan halklarını birbirine kırdırarak kozlarını paylaşmışlardır. Gerek birinci ve ikinci Balkan savaşlarında gerekse Birinci Dünya Savaşında Balkanlar’da sınırlar yeniden çizilmiştir. Nihayetinde bugünkü sorunun temelini de bu savaşlarla çizilen sınırlar oluşturmaktadır. Sınırlar halkların çıkarları doğrultusunda değil de egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çizildiği için, halklar paramparça edilmiş ve önemli bir kesim beş altı-devletin sınırları içinde kalmıştır. İç içe yaşayan halkların suni temellerde bölünmesi ve parçalanması, emperyalist kışkırtmanın daha kolay mayalanmasını da beraberinde getirmiştir. Balkanlar’ın Yugoslavya olarak tanımlanan bölgesi, yani bugünkü Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’nın sorunların ve çatışmaların merkez üssü olagelmesinin nedeni de budur. Bosna-Hersek’te Sırplar ile Boşnaklar veya Hırvatistan’da Sırplar ile Hırvatlar ya da Kosova’da Arnavutlar ile Sırplar arasında başlayan bir çatışma, tez zamanda tüm bölgeye yayılabilmektedir. Ne var ki Balkanlar, tarihsel husumetlerin son bulduğu bir döneme de tanıklık etmişti. Hitler liderliğindeki Nazi Almanya’sının Balkanlar’ı işgal etmesi üzerine başlatılan direniş hareketi tam da böylesi bir birliğin ve kardeşleşmenin ürünüydü. Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar, Makedonlar, Slovenler ve Karadağlılar, Yugoslavya Komünist Partisinin önderliğinde faşist işgale karşı mücadelede birleşmiş ve gerçekten de halklar arasında bir yakınlaşma ve kardeşleşme doğmuştu. Nitekim bu dönemde halkları birbirine karşı kışkırtan Sırp ve Hırvat milliyetçilerinin destek görmemesi bunun bir göstergesidir. Balkanlar’ın Yugoslav halkları, kendini bir komünist olarak sunan Tito’ya ve faşist işgale karşı savaşan Partizanlara derin bir bağlılık içindeydiler. Kurulan “sosyalist” Yugoslavya, o güne kadar acı

14

Nisan 2008 • sayı: 37

Emperyalist güçlerin esas derdinin ezilen halkların davasına sahip çıkmak ve onları ezen ulusların boyunduruğundan kurtarmak olmadığı tarihsel ve güncel deneyimlerle sabittir.

ve gözyaşına gark olmuş Balkan halkları için umut ve kurtuluş olmuştu. Bu, içi boş bir umut da değildi. Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Bosna-Hersek ve Voyvodina, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti altında birleşmişti. Bu birleşme anayasal düzeyde oldukça ilerici bir içeriğe sahipti: isteyen federal cumhuriyet referanduma giderek ayrılma hakkını kullanabilirdi. Keza merkezi devlet yönetimi de federal cumhuriyetlerden gelecek temsilcilerce, ortaklaşa idare edilecekti. Ne var ki Yugoslavya bir işçi devleti değil, aynı Sovyetler Birliği gibi bürokratik bir diktatörlüktü. Kurulan devlet, ne geniş kitlelerin eseri olan bir işçi devriminin ürünüydü ne de işçi kitlelerinin her düzeyde yönetime katıldığı, doğrudan demokrasinin organları olan sovyetler biçiminde örgütlenmişti. Federal cumhuriyet daha baştan, bürokratik bir tarzda örgütlenmişti ve siyasal gücü elinde tutan da devlet mülkiyeti üzerinde yükselen bürokratik sınıftı. Dolayısıyla da faşizme karşı halkların ortak mücadelesinin ürünü olan olumlu düzenlemeler, bürokratik düzen yerli yerine oturup pekiştiğinde kâğıt üzerinde kaldı. Böylece halkların gönüllülük temelinde kaynaştırılması için yakalanan fırsat, bürokrasi tarafından harcanmış oldu. İçe kapalı, geri bir teknik ve geri bir ekonomi üzerinde yükselen bürokratik düzenin iç çelişkileri giderek keskinleşecek ve egemen bürokratik kesimler iktidar kavgasına tutuşacaklardı. Bu dönemden itibaren, Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon ve Sloven egemen bürokrasisi, halkları milliyetçilik temelinde kışkırtarak kendi çıkarlarının peşine takmaya çalıştı. Bu rekabetten Sırp bürokrasisinin galip çıktığını söylemek mümkün. 1980’li yıllarda devlet aygıtına ve elbette orduya hâkim olan Sırplar idi. Bürokrasi ele geçirdiği devlet aygıtını, Yugoslavya’nın dağılmasını önlemek ve “Büyük Sırbistan”a dönüştürmek için kullanmaya başladı.


Nisan 2008 • sayı: 37

Zira bürokratik düzenin artan çelişkileri ve kapitalizme doğru evrilmesi, emperyalist güçlerin Yugoslavya’ya müdahalesini hızlandırmış ve bağımsızlık sesleri yükselir olmuştu. Miloşeviç önderliğindeki Sırp bürokrasisi halkları zorla bir arada tutabilmek için, diğer milliyetler üzerindeki baskı ve şiddeti artırdı. 1974’te Kosova’ya özerklik tanınmasına rağmen, Arnavut halkı üzerindeki baskılar 80’li yıllar boyunca sürdü ve hatta Arnavutça eğitim veren üniversiteler kapatıldı. 1989’da ise Kosova’nın özerkliği kaldırıldı ve asimilasyoncu-milliyetçi Sırp politikasına hız verildi. Ancak baskı ve şiddet politikası Yugoslavya’yı bir arada tutamayacaktı. 1989’da Berlin Duvarının çökmesi ve onu Doğu Avrupa’daki diğer bürokratik diktatörlüklerin izlemesi Yugoslavya’nın da sonunu getirdi. İkinci Dünya Savaşından yenik çıkmış Alman emperyalizmi, yeni nüfuz alanları yaratabilmek için Doğu Avrupa’nın üzerine atladı. Almanya’nın desteğini alan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kendini Yugoslavya’nın mirasçısı olarak gören Sırbistan tez zamanda Hırvatistan ve Slovenya’ya savaş ilan etiyse de başarılı olamadı. Ama bu savaşta beş bin insan ölmüş, daha da önemlisi emperyalist güçler Birleşmiş Milletler üzerinden bölgeye yerleşmişlerdi. Balkanlar’da emperyalist paylaşım savaşı yeniden başlıyordu. 1992’de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, emperyalist güç denemesi için muazzam bir ortam sunuyordu. Zira Bosna-Hersek Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklardan oluşmaktaydı. Tarihin cilvesine bakın ki, 78 yıl önce savaşan güçler, destekleyicileriyle birlikte yeniden karşı karşıyaydılar. Rusya Sırpları, Almanya Hırvatları, Türkiye ve onunla birlikte ABD Boşnakları desteklerken, Fransız emperyalizmi dengelere oynamaya devam ediyordu. 1912’deki Balkan savaşına gazeteci olarak katılan Troçki, Balkan Savaşları adlı eserinde, Avrupa’nın büyük devletlerinin Balkan halklarını nasıl önce birbirine kırdırdığına ve söz konusu halklar ve devletler zayıflayıp gerekli koşullar oluşunca da nasıl onları ekonomik ve siyasal nüfuzlarına aldıklarına değinir. 1990’lardaki üçüncü Balkan savaşında da durum aynen bu olacaktı. 1995’e dek BosnaHersek’te halklar birbirine boğazlatıldı ve koşullar oluştuğunda emperyalist güçler duruma müdahale ettiler. Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek fiilen üçe bölündü: Boşnak-Hırvat federasyonu ile Bosna Sırp cumhuriyeti BosnaHersek devleti altında bir araya getirildi. Tam da bu noktada önemli bir hususa değinmek elzemdir: 1992’de Arnavutların bağımsızlığı için mücadele veren UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) lideri İbrahim Rugova Kosova’nın bağımsızlığını ilan etti, amma velâkin Dayton planının mimarı olan ABD emperyalizmi bunu görmezlikten geldi. Zira bu dönemde ABD ile Sırbistan arasında bir anlaşma yapılmıştı. Rambouillet adı verilen anlaşmaya göre, NATO personeli, araçları, gemileri, uçakları ve teçhizatları, Sırbistan hava ve deniz ulaşım sahalarından sınırsız olarak yararlanabilecek, geceyi geçirme

marksist tutum

hakkına, askeri manevra hakkına ve üs hakkına sahip olacaktı. Ne var ki Sırbistan, sonradan Rusya ve Çin’in de desteğini alarak, bu anlaşmanın gereklerine uymadı. Balkanlar’da kendine gerekli yeri açamayan ABD emperyalizmi tez zamanda Kosova sorununa sarıldı ve UÇK’yı daha açıktan desteklemeye başladı. UÇK, Kosova’nın özerkliğinin kaldırılmasından hemen sonra kurulmuş ve Sırbistan’a karşı silahlı mücadele başlatmıştı. İlk dönemler pek de dikkate alınmayan UÇK, ABD emperyalizminin Balkanlar’daki siyasal dengeleri bozmak ve kendi lehine yeniden kurmak üzere harekete geçmesinden sonra gelişip büyüdü. ABD ve İngiltere tarafından desteklenerek silahlandırılan UÇK, Sırbistan’a ve Makedonya’ya karşı silahlı saldırıya geçti. Bürokrasiden bozma Sırbistan burjuvazisi ise, ezilen bir halkın haklı istemlerini dikkate alarak emperyalistlerin oyunlarını bozmak yerine, Kosova nüfusunun %90’ını oluşturan Arnavut halkı üzerinde baskı ve şiddetini daha da artırdı ve on binlerce insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Bu durum, gereken fırsatın doğmasını bekleyen ABD emperyalizminin ekmeğine yağ sürecekti. BM Güvenlik Konseyi’nin çağrılarına uymadığı gerekçesiyle NATO, 1999’da Sırbistan’ı bombalamaya başladı. 74 gün süren savaş sonrasında kolu kanadı kırılan Sırbistan, Kosova’dan çekilmeyi kabul etti ve Kosova’ya KFOR-Kosova Barış Gücü adıyla NATO kuvvetleri yerleşti. Kosova’nın sivil yönetimi ise Arnavutlara değil, BM Kosova Misyonu adı altında emperyalistlere bırakıldı. Böylece 1990’da açılan üçüncü Balkan savaşları perdesi, Yugoslavya’nın tamamen parçalanmasıyla, ortaya yeni devletlerin ve devlet adaylarının çıkmasıyla ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmesiyle kapanmış oldu. Lakin Kosova’nın bağımsızlığının yol açtığı olaylar, Balkan halklarının trajedisinin bitmediğini ve belki de bir dördüncü savaş perdesinin açılmak üzere olduğunu ortaya koymaktadır.

1990’da açılan üçüncü Balkan savaşları perdesi, Yugoslavya’nın tamamen parçalanmasıyla, ortaya yeni devletlerin ve devlet adaylarının çıkmasıyla ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmesiyle kapanmış oldu.

15


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Kosova’nın bağımsızlığı Esasında Kosova, 1999’dan sonra Sırbistan’dan alınıp emperyalist güçlerin boyunduruğuna koşulmuştur. Nitekim yaklaşık on yıl “protektora”, yani “himaye altına alınmış topraklar” statüsünde BM’nin ve NATO’nun egemenliğinde kalan Kosova’nın bağımsızlık biçimi ve ortaya konan koşullar, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. BM’nin Kosova özel temsilcisi Martti Ahtisaari önderliğinde, Sırbistanlı ve Kosovalı egemenler iki yıl pazarlık yürüttülerse de bir anlaşmaya varamadılar. Görüşmelerin çökmesi üzerine Ahtisaari, 2007’nin başında bir rapor yayınladı ve “denetimli” olmak koşuluyla Kosova’nın bağımsızlığını tavsiye etti. Yani Kosova resmi düzeyde bağımsız gözükmesine karşın, birtakım anlaşmalarla fiilen emperyalist güçlerin denetiminde olmaya devam edecekti. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, emperyalistlerin Balkanlar’da ulusal soruna yönelik çözümü, iç içe yaşayan halkları onlarca parçaya bölmekten, yeni çatışmaların ve düşmanlıkların körüklenmesinden öteye geçemez. Gayet tabii olarak böyle bir çözüm, halklar arasında kalıcı bir barış ve kardeşlik de sağlayamaz. Balkan halklarının gönüllülük temelinde bir arada yaşaması ancak bir proleter devrimle kurulabilecek olan Balkan İşçi Sovyetleri Federasyonunda mümkün olacaktır. Kosova’nın bağımsızlık ilanından sonra bu “denetimli bağımsızlık”ın ne demek olduğu daha da aydınlanmış bulunuyor. Kosova’da kalmaya devam eden NATO’nun yönetimi AB’ye devredilecek; bununla birlikte AB, Eulex Misyonu adı altında Kosova’ya iki bin kişilik polis gücü, yargı ve diğer devlet teşkilâtlarının örgütlenmesi için hâkim, savcı ve idari memurlar gönderecek. Beri taraftan ABD emperyalizminin Kosova’daki varlığını da unutmamak gerekiyor. ABD emperyalizmi Kosova’da büyük bir askeri üs kurarak Balkanlar’daki varlığını garantiye almıştır. Avrupa’nın Guantanamosu olarak adlandırılan Bondsteel Kampı da bu askeri üs içinde yer almaktadır. Böylece bağımsızlık ilanından sonra Kosova fiilen de resmen de emperyalist güçlerin boyunduruğu altına sokulmuştur. Anlaşılacağı üzere ortaya çıkan bağımsızlık, gerçekte Kosova’nın siyasal bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Üstelik bağımsızlık kararını alan Arnavut halkı olmadığı gibi, bu şekilde, Kosova’nın kendi kaderini tayin hakkı da Arnavut halkının elinden alınmış olmaktadır. Ulusal sorunun bu şekilde, halkları devre dışı bırakan emperyalist çözümü, ne dün ne de bugün halklara barış ve kardeşlik getirmiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere em-

16

peryalistlerin amacı ezilen ulusların davasına sahip çıkmak değil, halkların haklı istemlerini istismar ederek kendi emellerini hayata geçirmektir. Böyle olduğu için de, halkların iradesine bırakıldığında sorunsuzca hallolabilecek ulusal ihtilaflar, emperyalistlerin müdahalesiyle tam bir çıkışsızlığa saplanmakta ve yeni düşmanlıkların da önünü açmaktadır. Nitekim Kosova’nın bağımsızlığından sonra Balkanlar bir kez daha karışmış bulunmaktadır. Rusya ve Çin’in desteğini alan Sırbistan burjuvazisi, Kosova’daki Sırpları harekete geçirmiş bulunuyor. Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkan Sırplar ile Arnavut halkı arasında biriken gerginliğin ne biçimde patlak vereceği hiçbir şekilde belli değildir. Ama şurası açık ki, önümüzdeki süreçte Balkanlar’da sular durulmayacak ve emperyalistler güçler yeni hamleler yaparak kozlarını paylaşmaya devam edeceklerdir. Kosova’nın bağımsızlığına misilleme yapmak isteyen Sırbistan’ın ve Batılı emperyalist güçler karşısında nüfuz alanlarını kaybetmek istemeyen Rusya ve Çin’in Kosova’da, Bosna-Hersek’te ve Hırvatistan’da yaşayan Sırpları bağımsızlık yönünde teşvik etmeleri olasılık dışı sayılamaz. Her şeyden önemlisi, Rusya ve Çin bu yöndeki bir politikayı emperyalist diplomasi masalarında daima hazır ve nazır tutacaklardır. Sırp burjuvazisi ise Rus ve Çin emperyalizminin desteğini, yanıp tutuştuğu “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmek için kullanmaktan imtina etmeyecektir. Fakat büyük ülke hayali kuran sadece Sırbistan değildir. Arnavutluk Kosova ve Makedonya’daki Arnavutlarla birleşerek “Büyük Arnavutluk”u, Hırvatistan Bosna-Hersek’teki Hırvatlarla birleşerek “Büyük Hırvatistan”ı, Yunanistan ise, resmen tanımadığı Makedonya’yı yutarak “Büyük Yunanistan”ı kurma hayalleri beslemektedir. İşte tam da bundan ötürüdür ki, Balkanlar’da yeni bir savaş, emperyalist güçlerin desteğiyle yerli egemen güçlerin halkları birbirine boğazlatmasının ve Balkanlar’da yeni soykırımların başlangıcı olabilir. Bu tablonun bir olasılık olmaktan çıkartılması ancak Balkan halklarının birleşerek emperyalist güçleri ve yerli egemenleri alaşağı etmesiyle mümkündür. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, emperyalistlerin Balkanlar’da ulusal soruna yönelik çözümü, iç içe yaşayan halkları onlarca parçaya bölmekten, yeni çatışmaların ve düşmanlıkların körüklenmesinden öteye geçemez. Gayet tabii olarak böyle bir çözüm, halklar arasında kalıcı bir barış ve kardeşlik de sağlayamaz. Balkan halklarının gönüllülük temelinde bir arada yaşaması ancak bir proleter devrimle kurulabilecek olan Balkan İşçi Sovyetleri Federasyonunda mümkün olacaktır. Başkasını ezen bir ulus özgür olmaz! Sırbistan’ın Kosova halkına yönelik baskı ve tehditlerine hayır! Tüm emperyalist güçler Balkanlar’dan defolsun!


Amerikan Demokrasisi! Kerem Dağlı

A

merika’da 2008’in sonlarına doğru yeni bir başkan seçilecek. Daha doğrusu halk kendisinin seçtiğini zannederken, aslında büyük sermaye yeni bir başkan “atayacak”. Bir sirk gösterisini andıran seçim sürecinin birinci ve en uzun safhasını oluşturan aday seçimleri 2008’in Ocak ayından itibaren başladı ve Haziran ayına kadar da sürecek. Kasımda seçilecek olan yeni başkan Ocakta göreve başlayacak ve Amerikan emperyalizmi de kaldığı yerden işine devam edecek. ABD’nin ve dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi sınıflar açısından ise değişen bir şey olmayacak. Sömürü, sefalet ve savaşlar daha da katmerlenerek artacak. Şu anda devam eden önseçim sürecinde Demokratlarla Cumhuriyetçiler kendi içlerinde kıran kırana bir yarış içindeler. Partiler başkan adaylarını belirlemeye çalışıyorlar. Son duruma bakıldığında Cumhuriyetçilerin cephesinde 72 yaşındaki “eski Vietnam gazisi” John McCain açık ara önde ve başkan adaylığını garantilemiş durumda. Demokratlar cephesinde ise “değişimin sesi” olarak lanse edilen “siyah” Barack Obama ile “deneyimli kadın” Hillary Clinton halen başa baş güreşiyorlar. Ancak bu öyle bir yarış ki, galibinin kim olacağı kadar yarışın sürmesi ve şovun devam etmesi de birincil önemde. Şov devam edecek ki, Amerikalı işçiler ve emekçiler de sistemin bir parçası olmaya devam etsinler. Sistemden kaynaklı usanmışlıklarını, öfkelerini, değişim isteklerini ve umutlarını kanalize edecek alternatif yollar aramasınlar. Sistemin dışına çıkmayan sözde alternatif seçeneklerle oyalansınlar. Gerçek değişimin devrimle mümkün olduğunun farkına varmasınlar. Çünkü bir bütün olarak baktığımızda seçim sürecine damgasını vuran temel olgu “değişim” isteğidir. Demokratından Cumhuriyetçisine kadar

adayların hepsi söylemlerini bu kavram üzerine oturtmuş bulunuyorlar. Bu yüzden de Amerikan burjuvazisi için, halkın yararına olacak değişimin ancak devrimle mümkün olabileceği gerçeğinin üzerinin örtülmesi elzemdir. Kitlelerin Obama’nın temsil ettiği türden sahte değişim rüzgârlarıyla avutulması, Amerikan sermayesi için yakıcı bir ihtiyaçtır. Seçim sistemi, tekelci kapitalizmin katıksız zorbalığıyla damgalanmış Amerikan tarihi içinde öylesine süzme ve karmaşık bir biçim almıştır ki, Amerika’yı yöneten seçkinlerin çıkarlarına uygun düşmeyen birinin seçilme şansı yoktur. Dört yılda bir tekrarlanan ve bir yıl gibi uzunca bir zamana yayılan önseçim süreci ise, milyar dolarların döndüğü devasa kampanyalar eşliğinde yürütülmekte ve bu bir yıl boyunca 200 milyonu aşkın seçmen tam anlamıyla bilinçleri ve ruhları teslim alınarak adeta hipnotize edilmektedir. Böylece gerçekte nelerin olup bittiğinin ve oynanan oyunun farkına varmaları engellenmeye çalışılmaktadır. Tam da Amerikan ruhuna uygun olarak, sadece en güçlünün ayakta kalmayı başarabildiği korkunç bir yarış olarak tasarlanan seçim süreci, kapitalizmin özünü oluşturan rekabet ve bencillik ruhunu kitlelere aşılamakta da benzersiz bir işleve sahiptir. Adayların seçilebilmek için yapmayacakları şey, söylemeyecekleri söz yoktur. Ancak ruhunu tümüyle sermayeye satmış olanlar bu süreci tamamlayabilir ve burjuvazinin onayını alarak başkanlık koltuğuna oturabilirler.

Seçim sürecini nasıl okumalı 2008 seçimleri ise her zamankinden daha fazla böyle olmak zorunda. Çünkü bugün dünyayı etkisine alan eko-

17


marksist tutum

Bugün Amerika’da 20 milyona yakın insan işsiz ve 25 milyon kişi de geçici işlerde hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 40 milyonu aştı.

nomik kriz, ABD merkezli bir krizdir ve bu durum, ABD’de de toplumsal çelişkileri alabildiğine keskinleştiriyor. Oy kullanacak kitlelerin psikolojisini belirleyen sosyal, siyasal ve ekonomik faktörler burjuva politikacıları oldukça zorluyor. Ekonomik durumla paralel biçimde toplumsal sorunlar şiddetleniyor. Burjuva ideologlar ve politikacılar seçim sürecini aynı zamanda umutların ve sisteme olan güvenin tazelendiği bir sürece dönüştürmek istiyorlar. Bunun anlamı daha fazla yalan söylenmesi, daha fazla sahtekârlık yapılması, daha fazla göz boyama ve manipülasyondur. Petrol ve silah sanayiinin temsilcisi Bush iki dönem üst üste seçildi ve Cumhuriyetçi partinin kredisini önemli ölçüde tüketti. Bu 8 yıllık sürede, sınıflar arasındaki gelir uçurumu inanılmaz ölçüde büyüdü. Bugün Amerika’da 20 milyona yakın insan işsiz ve 25 milyon kişi de geçici işlerde hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 40 milyonu aştı. Yine 40 milyondan fazla Amerikalı sağlık sigortası olmadan yaşıyor. Bush döneminde, sadece imalat sanayiinde 2,5 milyon kişi işini kaybetti. Ücretler sürekli bir gerileme içinde. Ortalama bir işçi, geçimini sağlayabilmek için çalışma süresini her yıl dört hafta arttırmak zorunda. İşçi sınıfının borcu, gelirinin %110’una ulaşmış durumda. Kapitalistlerden her yıl yapılan 1-1,5 trilyon dolarlık vergi indirimi, işçi sınıfının sırtına ek yük olarak bindirildi. Devletin sosyal harcamaları ise alabildiğine kısıldı. Şirketler ve devlet bürokrasisi, gırtlağına kadar rüşvete ve dolandırıcılığa batmış halde. “Rüyalar ülkesi” ABD, emperyalist ülkeler içinde sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi konularda en geri ülke konumunda. Ayrıca siyasal gericiliğin, ırkçılığın, milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının, dini fanatizmin ve tutuculuğun da en yaygın olduğu toplum. Dünyanın hegemon gücü ve en gelişkin kapitalist ülkesi olmakla beraber, aynı zamanda her 1,5 saatte 18 yaşından küçük bir çocuğun

18

Nisan 2008 • sayı: 37

ateşli silahlarla vurularak öldürüldüğü, kadına yönelik şiddetin son derece yaygın olduğu, her 6 kadından birisinin tecavüze uğradığı ve 6 milyon uyuşturucu bağımlısını barındıran bir ülke. Her yıl 30 bin cinayet işleniyor, her 2 saniyede bir gasp olayı yaşanıyor, 10 saniyede bir hırsızlık yapılıyor, 46 saniyede bir soygun gerçekleşiyor, cezaevlerinde 2,5 milyon mahkûm bulunuyor. On binden fazla gençlik çetesi mevcut ve 100 binden fazla orta öğrenim öğrencisi ateşli silah taşıyor. Tüm bu göstergeler Amerikan toplumunun nasıl bir bunalım içinde olduğunun kanıtıdır ve seçim sürecinin arka planını oluşturmaktadır. Üstelik tüm bunlara Amerikan emperyalizminin dünyanın geri kalanında yarattığı kanlı tablo dâhil değildir. Amerikan rüyası çoktan sona ermiş, yerini bir karabasana bırakmıştır. Geniş kitlelerin değişim arzusu bu çürümeye bir tepki olarak şekillenmekte ve tutucusundan liberaline kadar, burjuva politikacılar kitlelerin bu istemini düzen içine kanalize edebilmek amacıyla “değişim” sözünü ağızlarına pelesenk etmekteler. Fakat ister Demokrat olsun ister Cumhuriyetçi, tüm başkan adayları seçim konuşmalarında “ilerlemeliyiz”, “harekete geçmeliyiz” veya “değişim kaçınılmaz” türünden muğlâk laflar kullanıyor, kuru bir demagojiyle ve çoğunlukla da rakiplerini karalamaya, küçük düşürmeye yönelik reklâm filmleriyle yetiniyorlar. Oysa sermaye çevrelerine yönelik konuşmaları çok net. Temel konularda hemen hemen aynı şeyleri farklı versiyonlarıyla söylüyorlar. Örneğin Irak işgali konusunda Cumhuriyetçilerin adayı McCain ile Demokrat Clinton’ın programı aynı. Hatta Clinton’ın daha saldırgan bir tutumla, Irak’taki asker sayısını çoğaltmaktan, kalıcı üsler kurmaktan ve savaş bütçesini arttırmaktan bahsettiğini söyleyebiliriz. Halka “radikal” ve “yeni bir umut” diye yutturulmaya çalışılan Demokrat partili Obama’nın söylediği de “daha akıllıca savaşmalıyız”dan ibaret. Sağlık ve eğitim sisteminin iyileştirilmesi veya küresel ısınma gibi konularda da sadece sözel düzeyde ayrılıklar söz konusu. Obama’nın tek farkı, siyahî Amerikalıların ve göçmenlerin haklarına yönelik eşitsizlikleri ortadan kaldıran değişiklikler yapacağını söylemesi. Ancak adayların hepsi de, halkın karşısında farklı, sermaye sınıfının karşısında farklı konuşuyorlar ve asıl tutacakları sözler sermayeye verdikleridir. Bağımsız sınıf çıkarları temelinde oluşturulmuş bir politik bilinçten ve perspektiften yoksun işçi kitleler ise, beyinleri magazinel ve popüler kültürle uyuşturulmuş bir şekilde, adeta bir tenis maçını seyreder gibi, kendi aralarında atışan politik muarızların tartışmalarını izliyorlar. Dolayısıyla burjuvazi, örgütsüz kitlelerin tercihlerini, “radikal” Obama’ya ya da “dürüst ve gerçekçi” McCain’e yöneltmekte hiç de zorlanmıyor. Bunun en önemli kanıtı, 2004 seçimlerine nazaran önemli ölçüde artan katılım oranları. 4 yıl önceki seçimlerde seçmenlerin sadece %56’sı sandık başına gitmişti. Bunların oylarının yarıdan biraz fazlasını Bush (binbir


Nisan 2008 • sayı: 37

türlü hilelerle), kalanını da Demokrat aday toplamıştı. Bu sene ise katılımın %70’in üzerine çıkması bekleniyor. Bu ilgi artışının birinci nedeni halkın “artık bir şeyler değişmeli” düşüncesiyse, ikinci nedeni de burjuvazinin Obama gibi “kirlenmemiş” temsilcilerini öne çıkarması ve ciddi bir seferberlik yaratmış olmasıdır. ABD’de genel bir durum olan seçimlere karşı bu ilgisizliğin aşılması olumlu bir gelişme olarak görülebilir, fakat bu ilginin burjuva partilere kanalize olması mevcut politik ortamda kaçınılmazdır. Bu olanlar bir yandan da sistemin çıkışsızlığının ve köşeye sıkışmışlığının dışa vurumudur kuşkusuz. Burjuvazi hem kitlelerin ilgisini çekebilmek için düzenle barışık bir “Tom Amca” figürünü öne çıkarıyor, hem de insanlardaki bu değişim isteğini nasıl savuşturacağını hesaplıyor. Burjuvazinin bu konudaki en büyük yardımcısı ise Amerikan seçim sistemidir. Bu sistem o derece anti-demokratik ve girift bir yapıya sahiptir ki, bıraktık işçi-emekçi sınıfların çıkarlarını savunan birisinin yükselmesini, burjuvazinin alt ve orta kesimlerini bile büyük ölçüde dışladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yapı sayesinde büyük burjuvazi, kitleleri iyice oyalayıp gazını aldıktan sonra nihayetinde yine kendi istediği adayı seçecek ve yoluna devam edecektir.

Kim, kimi seçiyor? Amerikan seçim sistemi, büyük burjuvazinin çıkarlarını korumak amacıyla çeşitli filtrelerden oluşan bir ağ gibidir. Sermayenin ihtiyaçlarına uygun olmayan birisi, bu filtrelerden birini geçse diğerine takılacak ve sonuçta ancak “seçkinler” sınıfından birisi yarışı kazanacaktır. Birinci filtre oy kullanma hakkına getirilmiş olan kısıtlamalardır. 200 milyondan fazla seçmenin bulunduğu ülkede, vergi borcu olanlar ve belirli suçlardan sabıkalı olanlar oy kullanamamaktadır. Bunun anlamı ise özellikle işçi sınıfının en yoksul katmanlarının, göçmenlerin ve siyahların önemli bir kesiminin oy kullanma hakkından mahrum kalmasıdır. Burjuvazi, bu “demokratik hile” yoluyla kendi adaylarına oy vermeyeceklerini düşündüğü bir seçmen kitlesini saf dışı etmektedir. Kapitalist toplumun kaçınılmaz bir sonucu olan yoksulluğun mağduru bu insanların, en temel demokratik haklar olan seçme ve seçilme hakları da böylece ellerinden alınmış olmaktadır. İkinci filtre ise dolaylı seçim sistemidir. Bunun anlamı, yürütme gücünün başını temsil eden başkanı halkın doğrudan seçememesi, ancak onu seçecek olan “Seçici Kurul” delegelerini seçebilmesidir. Önce bir yıla yakın bir sürece yayılmış olarak önseçimler yapılır ve bu delegeler seçilir. Üstelik 50 eyaletin 41’inde delege seçimlerine sadece parti üyeleri katılabilmektedir. Bir başkan adayının, seçilebilmesi için bu 50 eyaletten seçilen 538 delegenin en az 270’inin oyunu alması gerekir ki, bu da adayın 50 eyaletin hepsinde birden seçim çalışması yapması anlamına gelir. Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışında bir partinin, tüm eyaletlerde birden yeter sayıda delege çıkartması

marksist tutum

mümkün olmadığından ve delege seçimlerine de ancak parti üyeleri katılabildiğinden, küçük partilerin adaylarının ya da bağımsız adayların bu sistemde hiçbir şansı yoktur. Genel seçimlerde ise, her bir eyalette yapılan delege seçiminde çoğunluğu alan parti eyaletin tüm delegelerini almış sayıldığından, aslında muazzam bir baraj sistemi söz konusudur. Yani diyelim ki, ülke genelinde toplam oyların %20’sini almış bir partinin, en az bir eyalette çoğunluğu almamış olması durumunda hiçbir delegesi olamamaktadır. Bıraktık başkan adayının kazanma şansını, Kongreye tek bir temsilci sokması bile imkânsızdır. Kaldı ki, birkaç eyalette çoğunluğu alsa bile toplam delegelerin salt çoğunluğunu alamadığında sonuç değişmeyecektir. ABD’nin son 250 yıllık tarihinde, bir kez bile Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışından birinin başkan olamaması yahut Kongreye temsilci sokamaması bu yüzdendir. Üçüncü bir filtre ise seçim sürecinin uzunluğu ve seçim harcamalarının devasa boyutlara ulaşmasıdır. Örneğin bu yılki başkanlık yarışında toplam seçim harcamalarının 2,6 milyar doları bulması bekleniyor. Bu da delege başına 4,8 milyon dolar harcanması demektir ki, sermayenin desteklemediği bir partinin veya adayın böylesi bir meblağı karşılayabilmesi olanaksızdır. Bu yolla burjuvazi, hem diğer partilerin seçim yarışına girmelerinin önünü kesmekte hem de kendi desteklediği adayı daha rahat kontrolü altına alabilmektedir. Seçim harcamaları ve adayların topladıkları bağışlar her seçim döneminde daha da yükseliyor. Örneğin 1992 yılında Demokrat ve Cumhuriyetçi adayların toplam bağış miktarları 135 milyon dolarken, bu miktar 2004’te 671 milyon dolara çıkmıştır. Bu yıl da 1 milyar doları aşması bekleniyor. Kuşkusuz bu bağışların asıl kaynağı parti

“Rüyalar ülkesi” ABD, emperyalist ülkeler içinde sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi konularda en geri ülke konumunda. 40 milyondan fazla Amerikalı sağlık sigortası olmadan yaşıyor.

19


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

üyesi sıradan insanlar değil, büyük sermaye gruplarıdır. Örneklerle bu durumu açalım. Bu yılın en büyük bağışçıları Lehman Brothers, Goldman Sachs, Citigroup, JP Morgan ve Merrill Lynch gibi devasa büyüklükteki fonlara kumanda eden sermaye grupları ve Microsoft, Google gibi dev tekellerdir. Ayrıca birçok başka sermaye grubu da oluşturdukları vakıflar veya lobi kuruluşları aracılığıyla adayların seçim kampanyalarına bağışta bulunuyorlar. Mesela Demokrat adaylardan Hillary Clinton’ın eşi ve eski başkanlardan Bill Clinton’ın bir arkadaşı (!), Kazakistan’daki zengin uranyum yataklarında imtiyaz sahibi olabilmek karşılığında kampanyaya 133 milyon dolar bağışlamış. Bu şahıs Clintonların vakfına da 100 milyon dolar bağış yapmayı ihmal etmemiş. Kampanya kasalarında toplanan bu paralarla adaylar eyalet eyalet dolaşarak seçim turları düzenliyor, gazete, radyo ve televizyonlardaki reklâm giderlerini karşılıyor, olağan seçim masraflarının yanı sıra delegeleri satın almak için de rüşvet dağıtıyorlar. Oysa halen yürürlükteki yasalara göre bireylerin 2300 dolardan, kurumların da 5000 dolardan fazla bağış yapması yasak. Ancak lobi kuruluşları, destekledikleri bir adayın namına reklâm ve tanıtım kampanyaları düzenleyebiliyorlar. Ya da bu bağışlar doğrudan seçim kampanyalarına değil çeşitli vakıflara yapılıyor ve seçim giderleri dolayımlı olarak karşılanıyor. Bunlar yetmezmiş gibi burjuvazi, kurduğu lobi kuruluşları aracılığıyla hem adayları hem delegeleri hem de Kongreyi sonuna kadar etkileme imkânına sahiptir. Büyük sermaye grupları lobiler aracılığıyla başkanla, senatörlerle, temsilciler meclisi üyeleriyle ve üst düzey devlet bürokratlarıyla istediği gibi toplantılar düzenleyip onları etkiliyor ve yönlendiriyorlar. Yine aynı lobiler medya ve çeşitli düşünce kuruluşları vasıtasıyla kamuoyunu yönlendirebiliyorlar. Senato ve temsilciler meclisi toplantılarına katılabildiklerinden bir nevi fahri bakan veya danışman gibi çalışıyorlar. Üstelik bu lobi faaliyetleri Amerika ile sınırlı da değildir, başta AB ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede benzer faaliyetler yürütmekte ve temsil ettikleri sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda siyasal ortam yaratmaya çalışmaktadırlar. Lobilerin desteklemediği veya denetlemediği bir adayın seçilme şansı yoktur. Amerikan tarihi bunu açıkça göstermektedir. Amerikan devletinin kuruluşundan bu yana devlet başkanları bizzat burjuvaların arasından seçilmiştir. George Washington zamanın en büyük toprak sahiplerinden birisiydi. Ardından gelen halefleri de demiryolları yatırımcılarıydılar. Onları petrol ve silah tekellerinin yöneticileri yahut ortakları izledi. Demokrat ve Cumhuriyetçi Partinin gelmiş geçmiş bütün yöneticileri de burjuva sınıfın üyesiydiler. Demokrat Parti her ne kadar “sol” tandanslı olarak lanse edilmeye çalışılsa da, hiçbir zaman öyle olmadı. Kuruluşunda güneyin köleci büyük toprak sahiplerini ve Yahudi sermaye gruplarını temsil ediyordu, şimdi de tıpkı Cumhuriyetçi Parti gibi büyük sermayenin temsilcisidir.

20

Amerika’yı değiştirmek Bu gerçekler ışığında bakıldığında halen sürmekte olan seçim yarışının galibinin, her kim olursa olsun, Amerikan ve dünya halklarına bir faydası olmayacağı çok açıktır. Obama, Clinton veya McCain, hangisi seçilirse seçilsin, tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretecekleri kesindir. Bunun anlamı da, “değişim ve umut” sloganının peşine takılmış kitlelerin tüm umutlarının kısa bir süre sonra sönmesidir. Ne seçilen delegeler veya politikacılar ne de “başkan” halkın temsilcisidir. Bunlar gerçekte burjuvazinin temsilcisidirler. Kaldı ki Amerikan demokrasisinde bu temsili sistem bile yazı boyunca anlattığımız yöntemlerle sakatlanmış durumdadır. Yani Amerikan halkının, neredeyse “temsilcisini” seçmeye bile hakkı yoktur. Yine de bu burjuva politikacıların, köprüyü geçene kadar halkın taleplerini ve istemlerini sahipleniyor görünmeleri, burjuva siyasetin iyi bilinen bir kuralıdır. Ama bir kez köprü geçildikten sonra, verilen sözler hızla unutulur ya da burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yorumlanarak hayata geçirilir. Ve tüm burjuva demokrasilerinde olduğu gibi Amerikan demokrasisinde de, halkın, sözümona seçerek gönderdiği bu “temsilcileri” geri çağırma ya da görevden alma hakkı, yani onları denetleme hakkı yoktur. Burjuva siyasetçilerin seçim kampanyaları esnasında verdikleri sözlerin yahut açıkladıkları programların hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Zaten asıl programlarını halkın önünde değil, kapalı kapılar ardında tekelci sermaye çevrelerine verdikleri konferanslarda açıklarlar. Halkın tek yapabildiği, 4 yılda bir, önüne koyulan burjuva politikacılarından birini seçmek ve bir dahaki seçime kadar evine dönmektir. Siyasi iktidarın tepe noktasında oturan başkanlar ise, doğrudan halk tarafından seçilmedikleri gibi, kabinelerini yani hükümetlerini de seçilmişlerden değil, kendi inisiyatifleri doğrultusunda uzmanlardan ve danışmanlardan oluştururlar. Tüm bunlara rağmen burjuvazinin çıkarlarına tam olarak uymayan biri seçildiğinde yahut ona ters politikalar uygulamaya başladığında ne olduğunu da yine Amerikan tarihinde görmek mümkündür. 1963 yılında dönemin başkanı Kennedy bir suikast sonucu öldürülmüştür. Seçtiren de öldüren de burjuvazidir. Bugün Amerika’da on milyonlarca işçi geleceğe umutla bakmayı ve gerçek bir değişimi arzuluyor. Ancak dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD’de de işçi sınıfı, bu samimi arzunun seçimler yoluyla ya da burjuva politikacıların peşine takılarak mümkün olmadığının bilincine ulaşabilmiş değil. Amerika’yı da dünyayı da değiştirmenin tek yolu, işçi ve emekçilerin gerçekleştireceği toplumsal bir devrimden geçiyor. Bunun için de, her yerde olduğu gibi Amerika’da da işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf çıkarlarını savunacak bir devrimci siyasal örgütlülüğe ihtiyacı var.


Kapitalist Bataklığın Ürettiği Müzmin Belâ: Irkçılık Selim Fuat

B

azı dönemlerde üzeri küllenmiş gibi görünse de elverişli koşulların oluştuğu her zaman diliminde yeniden hortlayıveren ırkçılık, Almanya’nın Ludwigshafen kentinde Türklerin yaşadığı bir binada çıkan yangında 5’i çocuk 9 Türk’ün hayatını kaybetmesi ile bir kez daha gündeme geldi. 3 Şubat 2008 tarihinde gerçekleşen bu olayı izleyen günlerde benzer kundaklama vakaları Almanya’nın başka şehirlerinde de yaşandı. Son olarak, Alman polisi tarafından dövülerek komaya sokulan bir Türk gencinin ölümüyle, Ludwigshafen’daki olayın hiç de münferit olmadığı, gelişen bir eğilimin ifadesi olduğu ortaya çıktı. Zaten, Almanya’da son yıllarda ciddi biçimde yükselen ırkçılığın göçmenlerin yaşamlarını tehdit eder boyut kazanması, federal hükümetin konuyla ilgili en son raporunda da kendini gösteriyor. Rapora göre, Almanya Avrupa Birliği ülkeleri içinde ırkçı saldırıların en yoğun yaşandığı ülke. Veriler, geçen yılın Ocak ayından Aralık ayına kadar yaklaşık 20 bin ırkçı suçun kayıtlara geçtiğini, bu olaylarda hastanelik olacak derecede yaralananların sayısının 600’ü bularak rekor kırdığını gösteriyor. Söz konusu veriler, bir önceki yıla kıyasla bazı eyaletlerde yüzde 30’luk artışların yaşandığını, özellikle doğu eyaletlerinde “aşırı sağ eğilimli politik sebepleri olan yasadışı olay” olarak nitelenen suçlarda neredeyse patlama görüldüğünü ortaya koyuyor. Bu olayların kurbanları başta Türkler olmak üzere, Yahudi, Kuzey Afrikalı ve eski Sovyetler Birliği’nden gelen göçmenlerden oluşuyor. Sahip oldukları dükkân, lokanta ve büfelere yönelik saldırı ve kundaklama olaylarıyla göçmenlerin bezdirilip, bulundukları yerleşim yerlerini terke zorlandıkları Almanya’da, 1990 yılından bu yana en az 130 göçmen, ırkçı saldırılar ve kundaklamalar sonucunda yaşamını yitirdi. Ne var ki, ırkçı hareketlerin ve eylemlerin yükseldiği tek yer Almanya değil. Son dönemde ırkçılık hareketleri, dünyadaki ekonomik krize ve emperyalist savaş konjonktürüne

21


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

paralel olarak bütün dünyada ivme kazandı. Bu hareketler, Fransa’dan Rusya’ya, Japonya’dan ABD’ye kadar pek çok ülkede yaygınlaşmış durumda. Bu hareketleri besleyen ırkçı önyargıların ve tutumların geliştiğini ve yaygınlaştığını söylemek için, ırkçı söylemli partilerin aldıkları oy oranlarındaki yükselmelere ya da ölümlerle sonuçlanan neo-Nazi saldırılarına vurgu yapmaya gerek bile yok. Gündelik yaşamın sıradan olayları bize bu durumu çok çarpıcı biçimlerde gösteriyor zaten. Örneğin taraftarların içlerinden geçenleri dizginsiz bir biçimde kusabilmelerini sağlayan futbol maçlarında, siyahi futbolculara karşı sergilenen ırkçı tutumlar bugünlerde sıradan olaylar haline geldi. Kapitalizmin kriz konjonktürü, faşizm tehlikesini ve beraberinde emperyalist savaşları insanlığın önüne yeniden koymuştur. Bu koşullar da egemen sınıfın işçi sınıfını daha fazla kontrol altına almasını sağlayacak mekanizmaları hayata geçirmesini zorunlu kılar. Bu yüzden işçi sınıfını bölen ve bönleştiren ırkçı ve şoven düşünceler ve hareketler kapitalistlerin yine gündeminde olacaktır. Buna karşı gerçek bir mücadele de ancak proletarya enternasyonalizmi temelinde geliştirilebilir. Irkçı önyargıların ortaya konması sadece tribünlerin küfürleri ya da aşağılık davranışları ile olmuyor tabiî ki. Bunun daha incelikli ama çok açık göstergesini futbolun yönetiminde görmek mümkün. İngiltere’nin en üst ligi olan Premier ligdeki oyuncuların dörtte biri siyahi veya melez, ama böyle bir tek siyahi veya melez teknik direktör yok. Yönetimde ise beyaz olmayan bir tek kişi var. Teknik elemanlar arasında ise beyaz olmayanlar sadece %2 oranındalar. 14 kişiden oluşan Futbol Federasyonunun her bir üyesi ve aynı şekilde 92 kişilik konseyin de tamamı beyaz. Tahmin edilebileceği gibi bu sektörde istisna teşkil eden bir tek alan var: Yeme-içme, temizlik, turnike görevlileri vb.’nin beşte dördünün siyahi işçilerden oluşması. Yani siyahlar oynayabilir, hizmet edebilir, ama işleri yürütemez veya yönetemezler! Bu, beyazlara ait bir yetenektir! Futbolun geneline sirayet etmiş ırkçı önyargılardan futbolcular da muaf değil elbette. Geçtiğimiz yıl, İngiltere’de futbol oynayan Türk futbolcu Emre Belözoğlu da bir maçta siyahi bir oyuncuya ırkçı hakaretlerde bulunduğu için soruşturmaya uğramıştı. Sonunda çoğunluğun “tuhaf ” karşıladığı bir kararla suçsuz bulunan Emre Belözoğlu’na yöneltilen ırkçılık suçlamasının ardından futbol âleminin birçok tanınmış ismi, birçok yazar, birçok taraftar Emre’nin savunmasına koştu. Ancak söylenenlerin çoğu Emre Belözoğlu’nun suçsuzluğunu kanıtlayacak argü-

22

manlar ile ilgili değildi. Büyük bir inançla söylenen, aslında Türkiyeli pek çok insanın da Türkiye ile ilgili olarak söylemeye bayıldığı bir yanılsamaydı: Türkiye’de böyle şeyler olmaz.

“Bizde ırkçılık olmaz” mı? Nisyan ile malûl bulunan hafızaları yüzünden pek çok kişinin, dönemin Trabzonspor başkanı Mehmet Ali Yılmaz’ın kendi takımının oyuncusu Kevin Campbell’a yönelttiği “yamyam” hakaretini unutmasını garip karşılamıyoruz. Ama daha geçen sene, Trabzonsporlu taraftarların, “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun!” tezahüratını dillendirdikleri de mi unutuldu acaba? Ya da ikinci ligde oynanan Malatyaspor-Elazığspor maçında, deplasmana giden Elazığspor taraftarının, öldürülen Hrant Dink’in Malatyalı olmasından hareketle “Ermeni Malatya!” diye bağırması. Türkiye’nin iki stadında, hem de topluca ifade edilen iki güzide ırkçılık örneği! Irkçılığın bundan daha berrak bir örneği olabilir mi acaba? Her iki tezahüratta da, “Ermeni” sözcüğü kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, hakaret amaçlı olarak kullanılıyor. Her ikisinde de açıkça, “Ermeni” olmak bir biçimde yeriliyor ya da başka bir hakaret sözcüğünün yerine kullanılıyor. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından, istisnai bir örnek olarak, Adana Demirspor “Hepimiz Ermeniyiz!” pankartı açmak istemiş ve federasyon yöneticileri buna izin vermemişti. Bu durum, tribünlerdeki ırkçı tutumlarla federasyonun tavırlarının nasıl da birbirini tamamladığını göstermektedir. Türkiye’deki ırkçı düşünceler ve önyargılar futbol tribünleri ile sınırlı değil elbette. Burjuva medyanın her biriminde ırkçılığın çeşitli düzey ve incelikteki biçimlerine sıklıkla rastlanıyor. Hele de söz konusu olan Kürt halkı olduğunda. Örneğin kalemli kuvvetlerin önde gelen kurmaylarından Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesindeki köşesinde “namus” cinayetlerinin Türkiye’nin değil “Doğu ve Güneydoğu”nun, daha açık bir ifade ile de Kürtlerin sorunu olduğunu yazdı. Ona göre “asıl Kürt sorunu” da buydu. Özkök’ün bu ifadesi açıkça ırkçıydı. Çünkü başta Ortadoğu ve Türkiye olmak üzere geniş bir kültürel coğrafyada görülen “namus” cinayetlerini Kürtlükle özdeşleştiriyordu. Oysa Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafya içindeki kadınlar, etnik kökenlerinden bağımsız olarak “namus” adına işlenen cinayetlere kurban gitmekteydi. Bir başka kalemli kuvvetler muharibi Hikmet Çetinkaya da, 30 Kasım 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında şöyle diyordu: “İzmir Konak Belediye Meclisinde meclis üyelerinin çoğunluğu Mardinli... İzmir’de Mardinliler Konak’ı işgal etmiş. Dönerciler, kokoreççiler o güzelim Halit Ziya Bulvarı’nın içine etmişler... Bir süre önce İzmir’de o çirkin görüntüleri görünce çok üzüldüm... O güzelim kent giderek İzmirlilerden uzaklaşıyordu.”


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

shafen’daki olayın ardından Almanya’da yaptığı konuşmada başbakan Erdoğan’ın söylediği “asimilasyon insanlık suçudur” sözü bu nedenle sonuna kadar haklı, ama aynı zamanda da ikiyüzlü bir ifadedir.

Irkçılık kapitalizmle birlikte tarihin çöplüğünü boylayacak

“Kahraman ırkına” seslenen İstiklal Marşı ile, “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk İleri” diyen 10. Yıl Marşı ile ya da “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” gibi vecizelerle yetiştirilen Türkiye insanında ırkçılığın olmayacağını savunmak, anlatılanlarla birlikte düşünülürse en hafif tabirle ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmez.

Bu satırlardaki Mardinliler (siz Kürtler diye anlayın) yerine, Fransa’da “göçmenler”, yani özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden gelenler; Almanya’da başta mülteciler ve Türkler olmak üzere yabancılar; Hollanda’da Müslümanlar ve Surinamlılar; İtalya’nın genelinde Afrikalı göçmenler ibarelerini koyduğunuzda, benzer içerikteki ırkçı yazıları tüm bu ülkelerde de bulmak mümkündür. Bu ırkçı propagandanın sadece İzmir’deki Mardinlilerle sınırlı tutulmadığını da biliyoruz. Büyük şehirlerdeki kapkaççıların, hırsızların, tinercilerin hepsinin Kürt olduğunu, “bu marazların Kürtlerin kanında bulunduğunu” açıkça yazıp çizen çok sayıda dergi, gazete, internet sitesi de var. Çetinkaya ve benzerleri ırkçılık suçlamasıyla karşılaşmamak için Kürt yerine Mardinli ya da güneydoğulu gibi kasıtlı sözcükleri seçiyorlar ve kendilerince daha incelikli bir ırkçı söylem tutturmuş oluyorlar. Böylelikle de daha açık sözlülerin önünü açmış oluyorlar. Nitekim birkaç yıl önce “Türkçü Toplumcu Budun Derneği” adlı ırkçı örgütün, İzmir’de “Kürt nüfus azaltılsın, Kürtler kısırlaştırılsın!” sloganlarıyla yürüttüğü kampanya hatırlanırsa, Çetinkaya’nın söyleminin bir üst tonunun ne olduğu açıkça görülmüş olur. Bu yüzden “kahraman ırkına” seslenen İstiklal Marşı ile, “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk İleri” diyen 10. Yıl Marşı ile ya da “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” gibi vecizelerle büyütülen ve yetiştirilen Türkiye insanında ırkçılığın olmayacağını savunmak, anlatılanlarla birlikte düşünülürse en hafif tabirle ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmez. Ludwig-

Nazi Almanya’sının 2. emperyalist paylaşım savaşından yenilgiyle ayrılmasının ardından, ırkçılık fikri ve hareketi, yaşananların acı hatırası yüzünden artık bir daha canlanmaz zannediliyordu. Ancak bu fikirler ve hareketler, kendisini besleyen ve büyüten kapitalist bataklık sayesinde savaş sonrasında da dünyanın pek çok yerinde tekrar tekrar toplumsal hayatta boy gösterdi. Göstermeye de devam ediyor. Burjuvazi ırkçı hareketleri ihtiyaç duyduğunda ayağa kaldırmak için ırkçı önyargıları toplumda her daim diri tutmuştur. Bu yüzden burjuva medyanın yayınlarından, okullarda kullanılan kitaplara kadar pek çok alanda insanları ırkçı düşüncelere yönlendiren bir dil ve bakış açısı kullanılagelir. Normal dönemlerde bu ideolojik etkileme araçlarında daha çok örtülü biçimlerde yer alan ırkçı fikirler, ihtiyaç duyulduğunda daha açık biçimlerde ortaya konmaya başlanır. Genelde bu düşünceler de sözde bilimsel buluşlarla desteklenir. Tüm çelişkileri ve saçmalıklarıyla irrasyonel bir düşünme biçimi olan ırkçılık, toplumun hiyerarşik ve eşitlikçilikten uzak bir biçimde yapılanmasından çıkarı olan egemen sınıflar tarafından neredeyse sınıflı toplumların tarihi boyunca yaşatılmış ve yeniden üretilmiştir. Ancak ırkçı düşüncelerin tarihi Platon’a kadar uzansa da, ırkçılığın siyasal bir harekete temel oluşturması kapitalizm ile birlikte olmuştur. Bu yüzden bugün sorun salt ırkçı düşüncelerle mücadele etme sorunu değildir. Irkçılık, onun nesnel zeminini sağlayan, büyüten ve semirten kapitalizm yok olmadan ortadan kalkmaz. Ünlü analojiyi kullanırsak, bataklığı kurutmadan sivrisineklerden kurtulmak bu hususta da mümkün değildir. Kapitalizmin kriz konjonktürü, faşizm tehlikesini ve beraberinde emperyalist savaşları insanlığın önüne yeniden koymuştur. Bu koşullar da egemen sınıfın işçi sınıfını daha fazla kontrol altına almasını sağlayacak mekanizmaları hayata geçirmesini zorunlu kılar. Bu yüzden işçi sınıfını bölen ve bönleştiren ırkçı ve şoven düşünceler ve hareketler kapitalistlerin yine gündeminde olacaktır. Tüm dünyada ortaya çıkan ırkçı hareketlere dair emareler bu yüzden geçici ve önemsiz olarak algılanmamalıdır. Akıldışı düzen kendi varlığını sürdürmek için her türlü akıl dışılığı yaygınlaştırmaktan geri durmadığı gibi, insanlığa büyük bedeller ödetmiş ırkçı hareketleri geliştirmekten de kaçınmayacaktır. Buna karşı gerçek bir mücadele de ancak proletarya enternasyonalizmi temelinde geliştirilebilir. 

23


Kapitalizmin U

zun süredir çeşitli yazılarımızda döne döne vurguladığımız önemli bir gerçeklik var. Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir. Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum bu tespitlerimizin doğruluğunu ayan beyan gözler önüne seriyor. Ekonomik göstergeler, burjuva iktisatçıları küresel durgunluk ve küresel kriz konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürükleyecek nitelikte. Kapitalist kriz koşullarının yarattığı belirsizlik o denli ürkütücü boyutlara ulaştı ki, kötümserlik bizzat burjuva sınıfın ideologlarını da sarmış bulunuyor. Kapitalizmin durumu, dünyanın pek çok ülkesinde önde gelen pek çok burjuva yazar tarafından artık kontrolden çıkmış kötü bir gidişat şeklinde yorumlanıyor. Amerikan ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundaki gibi, dünyayı sarsacak düzeyde korkunç bir mali kriz yaşamakta olduğu söyleniyor. Doların uğradığı bozgunun küresel ölçekteki finans paniğini bir çöküşe dönüştürebileceğinden söz ediliyor. Bu endişeler asla abartılı değildir. Ekonomik analiz ve perspektifler, kapitalist sistemin ürkütücü krizlere ve muazzam sarsıntılara gebe kırılgan durumunu ortaya koymaktadır. Dünyadaki genel kargaşaya bakarsak, siyasal ve toplumsal gidişat bakımından da küresel durumun hiç parlak olmadığı açıktır. Burjuva yazarlar cephesinden bu konularda da sürekli karamsar haberler geliyor. Bu haberler, yıllardır can yakıcı tarihsel gerçeklere işaret eden devrimci Marksistlerin öngörülerini bütünüyle doğrular mahiyettedir. Derin bir sistem krizi içinde kıvranan kapitalizm, insanlığı adeta Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerini çağrıştıran büyük bir felâket dönemine sürüklüyor. Böylesi dönemler son derece uyanık olmayı ve asıl olarak genel eğilimler üzerinde odaklaşmayı gerektiren hassas dönemlerdir. Dolayısıyla, günübirlik siyasi yaşamdaki geçici iniş ve çıkışların genel görüş alanını bulandırmasına

24

asla izin verilmemeli. Kapitalist sistemin küresel krizi öyle ya da böyle hükmünü sonuna dek icra edecektir. Hiçbir ülke, bu durumun dünya ölçeğinde yaratacağı yıkıcı sarsıntılardan muaf değildir ve de muaf olamayacaktır. Hele stratejik paylaşım alanlarının ve enerji koridorlarının kesişme noktasındaki Türkiye’nin, kapitalist sistem krizinin yaratacağı şok dalgalarından fazlasıyla etkileneceği gün gibi aşikârdır. İktisadi cephede patlak veren kriz önümüzdeki dönemde daha da büyüyecek ve çok ciddi sorunlara yol açacak. Gidişatın bu yönde olacağı bizler için zaten önceden belliydi. Zira ekonomi spekülatif sermaye hareketleriyle ne derece ısıtılır ve krizi erteleme adına ekonomi balonu ne denli şişirilirse, patlamanın da o denli büyük olacağı bir fizik yasası gibi kesindir. O nedenle, burjuva siyaset sahnesinde üretilen yalanlara asla pabuç bırakılmamalı. Yabancı sermayenin artık Türkiye’yi çok sevdiği ve ABD’de büyük krizin patlaması durumunda bile Türkiye’nin bundan fazlaca etkilenmeyeceği iddiası büyük bir yalandır. AKP hükümetinin savurduğu bu tür kuyruklu yalanlar katı gerçekleri değişikliğe uğratamaz. Art arda sıralanabilecek pek çok olumsuz gösterge bir yana, Türkiye’nin 40 milyar dolar cari açık veren bir ülke olduğunu hatırlamak bile gerçek durumu kavramaya yeter. Emperyalist sistemin siyasal ve askeri gerçekleri de, Türkiye’nin her an büyük krizlerle yüz yüze gelmesi olası bir ülke olduğuna işaret ediyor. Nitekim hemen her seferinde daha bu tür satırlarımızın mürekkebi kurumadan yeni bir kriz gündeme gelmektedir ve bu kez de öyle olmuştur. Son günlerde ekonomi cephesinden gelen kötü haberlerin yanı sıra, bir tarafta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP’yi kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne açtığı dava ve diğer tarafta da Ergenekon örgütlenmesine yönelik operasyonlarla iç siyasette yükselen gerilim buna örnektir. Türkiye gerçekten de, devasa bir küresel krizin ortasında gerek ekonomi gerek siyaset alanında peş peşe patlak veren olumsuz gelişmelerin etkisiyle sarsılıyor. Krizler içinde kıvranan bir kapitalizm altında, hele ki Türkiye gibi bir ülkede kendini kandırmanın “ecele” hiç mi hiç faydası yok! Dünyayı kendi çıkarları doğrultusun-


Hal ve Gidişatı Elif Çağlı

da yeni baştan “düzenlemeye” girişen ABD’nin başı bizzat kendi kriziyle fena halde dertte. Ama bu durum onu sindirmemekte, tersine büsbütün saldırganlaştırmaktadır. Böyle bir emperyalist ülkenin stratejik ortağı olmanın Türkiye’ye ferahlık değil belâ getireceği şimdiden bilinmeli. Önümüzdeki süreçte yaşanacak olayların detayları konusunda kuşkusuz fal açamayız. Ne var ki dünyadaki genel gidişat apaçık ortada. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmin kendini sorunsuz ve ebedi bir düzen olarak yansıtmaya çalıştığı “cicim ayları” bir daha geri dönmemek üzere geçmişte kaldı. Devrimciler kapitalizmin kaçınılmaz krizlerine dikkat çekip kitleleri uyarmaya çalıştıklarında, onları “dinazor” ilan ederek keyif süren bilumum dönek ve liberal kalemşor tayfasının da süngüleri düştü. Özetle, kapitalizmin hal ve gidişatı son derece kötü. Kapitalist sistemin derinleşen krizi devrimci durumlar gibi olumlu olasılıklara olduğu kadar, faşizm ve emperyalist savaşlar gibi olumsuz olasılıklara da işaret ediyor!

ABD için zor dönem Son günlerde burjuva basında çıkan çeşitli haberlere bakılırsa, ekonomik işleyişte uzun yıllar motor güç kabul edilen ABD’ye duyulan güven artık yerlerde sürünüyor. ABD’de mortgage kredisi dağıtan bankalar iflas bayrağını çekti, küresel sermayeye yön veren büyük Amerikan şirketi Bear Stearns battı. Önümüzdeki dönemde finans sektöründe daha nice büyük şirket ve bankanın batması bekleniyor. Pek çok alâmet bir yana, yalnızca bu durum bile kapitalist sistemin ciddi bir kırılma döneminden geçtiğini gösteriyor. Hal ve gidişatın kötülüğüne dair işaretler o kadar çarpıcı ki, tek bir örneği hatırlamak durumun vahameti hakkında bir fikir vermeye yetecek. 2008 başında inanılmaz bir yükselişe geçen petrol varil fiyatları şimdilerde 110 doları buldu ve 2008 sonu itibarıyla da 150-200 dolar olabileceği söyleniyor. ABD’nin hegemon ülke konumu uzun yıllar boyunca yansımasını doların küresel üstünlüğünde bulmuştu. Ne var ki bu parlak günler şimdi geçmişte kalmıştır. 2007 yılı

boyunca değer yitiren Amerikan doları 2008 yılında da hayırlı bir gidişat sergilemiyor. Doların güvenilir bir kur olmaktan çıktığı, dünyada kârlı yatırım arayışı içindeki fonların artık dolara yönelmediği ve hatta Ortadoğu’nun petrol zenginlerinin de dolardan kaçmaya başladıkları yazılıp çiziliyor. Nitekim dünyada önemli yankılara neden olan OPEC toplantısında İran ve Rusya tarafından petrol ve doğalgaz satışlarında artık dolar kullanmama önerisi getirilmişti. Bu öneri, Venezuela gibi petrol üreticisi bazı ülkeler de dahil pek çok ülke tarafından desteklenmiş ve karara bağlanmıştı. Bu tür uygulamaların değişmemesi ve hatta daha da yaygınlaşması durumunda ABD’nin büyük bir kayba uğrayacağı bellidir. Kapitalizmin içine sürüklendiği bu son büyük kriz dönemi, en çok ABD ekonomisinin yaşadığı sarsıntılarla karakterize oluyor. Tarihte daha önce de örneklendiği üzere, her yükselişin kaçınılmaz olarak bir inişi vardır. Şimdi inişe geçme sırası, kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş döneminin lokomotifi ABD’de gibi görünüyor. Bu iniş dünyanın verili koşullarında ABD açısından mutlak bir çöküş anlamına gelmese de, eski günlere kıyasla bir gerilemenin olduğu ortadadır. ABD ekonomisi ciddi biçimde durgunluk sinyalleri veriyor, büyüme oranları geriliyor, doların satın alma gücü zayıflıyor. Uzun yıllar boyunca kapitalist sistemin zirvesinde tartışmasız bir egemenliğe sahip ABD’nin gelecekte hegemonyayı Rusya, Çin gibi yükselen yeni süper güçlere kaptırıp kaptırmayacağı tartışılıyor. Ne var ki bugün için son derece çarpıcı olan bir gerçeklik de unutulamaz. ABD ekonomisi aslen dünya ekonomisinin dörtte biri büyüklüğündedir ve Amerika’da yaşanacak bir durgunluğun tüm kapitalist sistemi derinden etkileyeceği bilinmelidir. Nereden bakarsak bakalım, mevcut istikrarsızlık koşullarının Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerini hatırlattığı gayet açıktır. Tarihsel akış kapitalist sistemin işleyişi açısından irdelendiğinde, bu iki büyük savaş dönemine kapitalizmin birinci ve ikinci büyük krizi olarak adlandırılan derin istikrarsızlık koşullarının eşlik ettiği görülür. Ayrıca, her büyük kriz ve istikrarsızlık döneminde hegemon güç değişiminin sancıları çekilmiş veya dünya siyase-

25


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Emperyalizmin tarihi, eski hegemon konumunu yitirme endişesine kapılan ya da yeni bir hegemon konum elde etme telâşına düşen kapitalist güçlerin her türlü çılgınlığı göze alabileceğini gösteriyor. Bugün de ABD özelde Ortadoğu’da genelde dünyadaki diğer paylaşım bölgelerinde, kısa sürede boyunun ölçüsünü aldığını kabullenecek ve insanlığın canını daha fazla yakmadan geriye çekilecek değildir.

tinde ve burjuva rejimlerin biçimlenmesinde olağanüstü altüstlükler yaşanmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı dönemi sömürgeci Britanya İmparatorluğu’nun hegemonyasını sona erdirmiş ve Amerika’yı yükselen yeni güç olarak öne fırlatmıştır. İkinci Dünya Savaşı döneminde ise, Almanya ve İtalya örnekleri başta olmak üzere çeşitli kapitalist ülkeleri faşizm belâsı sarmıştır. Bu yaşananlar, kapitalizmin üçüncü büyük krizinden kaynaklı ve Üçüncü Dünya Savaşı dönemi olarak adlandırabileceğimiz günümüz koşullarında da geçerli tehdit ve tehlikelerdir. ABD içine düştüğü zor durum nedeniyle dünya güç dengesinde geriye kaymayı asla uysalca kabul etmeyecektir. Emperyalizmin tarihi, eski hegemon konumunu yitirme endişesine kapılan ya da yeni bir hegemon konum elde etme telâşına düşen kapitalist güçlerin her türlü çılgınlığı göze alabileceğini gösteriyor. Bugün de ABD özelde Ortadoğu’da genelde dünyadaki diğer paylaşım bölgelerinde, kısa sürede boyunun ölçüsünü aldığını kabullenecek ve insanlığın canını daha fazla yakmadan geriye çekilecek değildir. Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinde dünya olayları asla olağan dönemlerdekine benzer sıradan siyasal gelişmeler şeklinde ele alınıp yorumlanamaz. Örnekse, nasıl olsa Bush’un başkanlık dönemi sona eriyor ve seçimleri Demokratların kazanması durumunda ABD Ortadoğu’dan çekilecek yollu değerlendirmeler yaşanmakta olan gelişmelerle bağdaşmaz. ABD başkanlık seçimini her kim kazanacak olursa olsun kapitalist sistemin kriz gerçeği değişmeyecektir. Çünkü bu savaş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışından kaynaklanan gerçek çelişki ve sürtüşmelerin sonucudur. Seçilecek yeni başkan hangi partiden olacak olursa olsun, ABD emperyalizminin büyük krizi atlatmak ve hegemonyayı kaptırmamak için savaş alanını genişletmeye ihtiyacı var. Ayrıca son derece önemli bir husus da unutulmamalı. Genelde tüm kapitalist ülkelerde ve hele ki ABD gibi emperyalist bir ülkede savaş aygıtını yönlendiren ve yöneten asıl savaş kurmayı finans kapital zirvesinin bir

26

parçasıdır. Bu kurmay, genel devlet örgütlenmesinde her zaman için adeta hükümetler ve başkanlar üstü son derece önemli bir yere sahiptir. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da ve diğer bölgelerde yürürlüğe koyduğu saldırgan ve yayılmacı planlar esasen bu finans kapital zirvesinin ürünüdür. ABD siyaset sahnesinden çeşitli devlet başkanları gelir geçer, fakat uzun dönemli stratejik planlar yürürlükte kalır ve bu planlar diğer ülkelerdeki siyasal gelişmeler üzerinde de doğrudan ve çok önemli etkilerde bulunurlar. Günümüzdeki gerçeklik de budur ve böylece dünya üzerinde bir bütün olarak patlamalı bir süreç biçimlenmektedir.

Büyüyen istikrarsızlık Sovyetler Birliği çökmezden önce dünyada iki süper gücün varlığından kaynaklanan bir denge durumu vardı. Çöküşten sonra ise eski dünya dengeleri temellerinden sarsıldı ve dünya kapitalist sistemi çırılçıplak ve tek başına kalakaldı. Her ne kadar burjuva güçler o tarihlerde bu durumu sosyalizmin nihai çöküşü ve kapitalizmin ebedi zaferi olarak yansıtmaya çalıştılarsa da, burjuvazinin bu fuzulî iyimserlik dönemi aslında hiç de uzun sürmedi. ABD’nin hegemonyasına dayanan tek kutuplu dünya düzeni bir süre sonra ciddi biçimde istikrarsızlık sinyalleri vermeye başladı. ABD’nin tüm dünyaya meydan okuyan bir görüntü sergilemesine vesile oluşturan 11 Eylül saldırısı ise, zamanın akışı içinde keskin bir dönemeç noktası oluşturdu. Dünyada kargaşa ve savaşlarla yüklü yeni bir dönemin başlaması anlamında adeta bir milat haline gelen bu dönemeç noktası, aslında ABD başta olmak üzere kapitalist sistemin derin bir krize sürüklendiğinin de habercisiydi. ABD 2003 Martında Irak’ı işgal ettiğinde, bu cüretkârlığının başına türlü belâlar açacağını ve Irak’ta çeşitli direniş hareketleriyle yüz yüze geleceğini pekâlâ biliyordu. Fakat bu tip gerçekler onu çılgınca maceralara atılmaktan alıkoymadı.


Nisan 2008 • sayı: 37

ABD’nin Irak’a müdahalesi gelgeç bir olay değil, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’dan Kafkaslara, Asya’dan Afrika’ya engin bir coğrafyayı kapsayan Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçasıdır. Dünya üzerindeki tüm önemli nüfuz alanlarının Amerikan emperyalizminin hegemonyası altına sokulmasının amaçlandığı, Bush yönetimi tarafından Eylül 2002 yılında yayınlanan “Ulusal Güvenlik Stratejisi” ile ilan edilmiştir. Bu stratejinin en önemli unsurlarından biri de Hollywood senaryoları imal eder gibi peş peşe korku ve dehşet senaryoları yaratmak ve böylece emperyalist müdahaleler ve devlet terörü için gerekçeler oluşturmaktır. Yaratılan korkular üzerinden siyaset yürütmek, 11 Eylül 2001 sonrası dönemde yalnızca Amerika’da değil tüm kapitalist ülkelerde sermayenin egemen düsturu olmuştur. ABD’nin emperyalist emelleri nedeniyle, son dönemde de Pakistan yeni korku ve dehşet senaryoları eşliğinde arkası gelmez çalkantılarla sarsılmaya başladı. Bu dehşet senaryolarından birinde, Afganistan’daki Taliban’ın etkisini Pakistan’a doğru genişleteceği ve böylece Pakistan’daki nükleer silahların “terörist” güçlerin eline geçebileceği söyleniyor. Bu senaryo gereği ABD’nin Türkiye’den büyük beklentileri var. Ama ABD Irak işgali sürecinde olduğu gibi faka basmak da istemiyor. O yüzden Türkiye ile bu kez çok daha uyanık ve sıkı bir pazarlık yürütmekte, PKK kozunu kullanarak ve Türk iktidar bloku içindeki çatışmalardan yararlanarak hükümete veya Genelkurmaya yeni koşullar dikte etmektedir. Bush ile Erdoğan arasında 5 Kasım Beyaz Saray pazarlığında ele alınan mevzulardan biri de, Türkiye’nin Amerika’nın istekleri doğrultusunda Afganistan-Pakistan hattına asker göndermesidir. Nitekim Türk silahlı kuvvetlerinin “PKK terörünü kurutmak” bahanesiyle Kuzey Irak’a düzenlediği kara harekâtının ardından Pandora’nın kutusu açılmış ve içinden Pakistan konusunda verilen sözler çıkmıştır. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt “Küresel Terörle Mücadele Konferansı”nda yaptığı açılış konuşmasında, bu sözlerin tutulacağını onaylar biçimde gündeme Pakistan mevzuunu getirmiştir. Büyükanıt, “Pakistan’da yönetim Taliban’ın eline geçerse dünyada ilk kez bir terörist grubun eline atom bombası geçmiş olacak. Dünya bu tehdidi görmelidir” demektedir. Büyükanıt’a bu sözleri kimin söylettiği bellidir. ABD’nin Afganistan’daki başarısızlığını, bölgede elde etmeyi umduğu yeni mevzilerle kapatma telâşı içinde olduğu da açıktır. Bu nedenle ABD’nin uzun süredir Türkiye’yi zorladığı İran gibi mevzuların yanına şimdilerde yenileri eklenmiştir. ABD Türkiye’yi, terörle mücadele bahanesiyle Afganistan’a asker göndermenin yanı sıra Pakistan’da da Amerikan planları doğrultusunda rol almaya zorlamaktadır. ABD Pakistan’daki nükleer gücün doğrudan kendi kontrolünde olmasını istiyor. Bu amaçla yürürlüğe konulan senaryo gereği, Amerika şimdi de bir biçimde Pakistan’a müdahale etme hazırlıkları içindedir. İşte son dö-

marksist tutum

nemde Pakistan’da çıkartılan iç çatışma sürecinin ardında yatan gerçek neden budur. Uzun süredir dikkat çektiğimiz gibi, Ortadoğu bölgesindeki emperyalist savaş ABD’nin batağa saplanmasıyla sona ermemektedir. Tam tersine, atom bombalarıyla yaygınlaştırılmak istenmektedir. Ortadoğu’da peş peşe yaşanan olayları kısaca hatırlamak, Amerika’nın Irak’taki başarısızlıktan sonra bu bölgede yeni serüvenleri göze alamayacağı yolundaki iddiaları çürütmeye yeter. Lübnan uzun bir dönemin ardından Amerika’nın tertipleri yüzünden yeniden kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Yine aynı nedenlerle Filistin halkı İsrail’in yeni saldırılarıyla yüz yüze geldi ve gelmeye de devam ediyor. Afganistan’da sular durulmuyor ve bu yetmezmiş gibi Amerika “istikrara kavuşturma” adlı büyük yalanın ardına sığınıp bu kez de Pakistan’ı tam bir istikrarsızlığa sürüklüyor. Dahası, ABD’nin Suriye ve İran’a yönelik tehditlerinin arkasında yatan müdahaleci emelleri de asla ortadan kalkmadı. Amerika Kürt sorunu üzerinden Türk egemenleriyle yürüttüğü bazı pazarlıklar sayesinde, Türkiye’yi emperyalist paylaşım savaşı çemberine biraz daha yaklaştırmış oldu. ABD İran’da olduğu gibi Pakistan’da da, kendi kontrolü dışında bir nükleer silahlanma hamlesine geçit vermek istemeyecektir. Amerika bu gibi konularda kontrolü elden bırakmamak ve asıl olarak da enerji alanlarında üstünlüğü Rusya ve Çin gibi rakiplerine kaptırmamak için her türlü entrika, komplo, gerginlik ve savaşı göze alabilir. Nitekim uzun süredir dikkat çektiğimiz üzere İran topun ağzındadır ve ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in son Ortadoğu ziyareti vesilesiyle İran’a saldırı konusu yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çerçevede, önce ABD’nin Ortadoğu Kuvvetler Komutanı Amiral William Fallon İran’a askeri operasyona karşı çıktığı için Bush ekibi tarafından istifaya zorlanmıştır. Ardından da ABD’nin İran’a askeri bir saldırı düzenleyeceği haberleri yine öne çıkmaya başlamıştır. Basına sızdırılmak istenmese de, Cheney’in Ankara ziyaretinde TSK’yı Afganistan ve Pakistan konusunun yanı sıra İran’a saldırı konusunda da rol almaya zorladığı açıktır. İşte son dönemde Türkiye’nin iç siyasi yaşamında patlak veren krizler ve çatışmalar da zaten bu dış gelişme ve zorlamalarla doğrudan ilgilidir. Günümüz koşullarında küresel ölçekte yeniden belirlenmekte olan güçler dengesi ABD’nin eski üstün konumunu tehdit ediyor. Amerikan emperyalizmi eski hegemon gücünü kaybetme telâşıyla dünyayı sarsan çılgınca bir yarışa girmiş bulunuyor. “Önleyici savaş doktrini” ya da “uluslararası teröre karşı savaş” bahaneleriyle uygulamaya sokulan askeri işgal ve siyasi müdahalelerin arkası gelecektir. Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Arafat’ın zehirlenerek öldürülmesi, Lübnan’da Hariri’ye ve Pakistan’da Benazir’e karşı düzenlenen siyasal suikastler, kim ne derse desin, bu tür cinayetlerin arkasındaki gerçek tertipçi gücü, Amerikan emperyalizmini ele vermektedir. Açıktır ki ABD, müdahalede bulunacağı bölge ve ülkelere önce karı-

27


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

şıklık tohumlarını serpmekte ve ardından da “demokrasi” veya “istikrar” getireceği vaatleriyle buralara tankını, topunu, askerini yığmaktadır. Uzun yıllar kapitalist sistemin tek ve mutlak egemeni olan ABD’nin bu pozisyonunu uysalca yitirmeye asla yanaşmayacağı son derece aşikârdır.

Yanlışlara prim verilemez Günümüz dünyasına damgasını basan gelişmelere bir bakalım. Yoksul halk kitleleri Asya’dan Afrika’ya, emperyalist güçlerin paylaşım hırsı nedeniyle çıkarttıkları haksız savaşlarla kırımlara uğruyor ve çeşitli acılara gark oluyorlar. Kapitalist hiyerarşinin tepesindeki ABD dahil çeşitli kapitalist ülkelerde burjuva demokrasisi faşizan uygulamalarla daraltıldıkça daraltılıyor. Reformist Avrupa solunun “artık Avrupa’ya gelmez” dediği faşizmin ayak sesleri, AB’nin motor ülkesi Almanya’da Türkleri hedef alan yangınlarla kendini duyurmaya başlıyor. İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden, günümüz dünyasındaki büyük kriz koşullarını ve bu koşulların tetikleyeceği yeni emperyalist savaş ve faşizm tehlikesini görmezden gelen ya da hafife alan siyasal yaklaşımlara karşı kararlı bir tutum almak gerekiyor. Bu tür yaklaşımlar işçi sınıfının enternasyonal mücadele alanında boy verdiği ve etkili olduğu ölçüde, çeşitli ülkelerde sosyalist örgüt ve çevreleri de kıskaca almakta ve güçsüz düşürmektedir. Unutulmamalı ki, karşı karşıya bulunulan tehlikenin ciddiyeti konusunda işçi sınıfını rehavete sürükleyen yaklaşımlar, her zaman devrimci mücadeleyi felce uğratmıştır. Devrimci bir enternasyonalin henüz yaratılamadığı günümüz koşullarında, bu gibi tarihsel dersleri asla akıldan çıkartmaksızın yol almaya çalışmak büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, çeşitli vesilelerle dikkat çekmeye çalıştığımız bazı önemli gerçeklerin üzerinde bir kez daha durmak yararlı olacak. “Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Savaş cehenneminin alevleri kendilerinden uzakta diye, Üçüncü Dünya Savaşının beklenmeyeceği yolunda görüşler geliştirenler, can yakan gerçeklerden köşe bucak kaçtıklarını sergilemişlerdir. Keza rakip emperyalist güçlerin dünyanın belirli bölgelerini açıkça kana buladığı bir dönemde, bu bölgelerdeki yakıcı gerçekleri ikinci plana atıp, savaş alanından uzak görünen Latin Amerika’nın «sol» rüzgârlarıyla avunmaya çalışmak da düpedüz bir kaçış eğilimidir. “Unutulmasın ki yeni pazarlara yayılma itkisiyle saldırganlaşan bir emperyalist ülke, militarist serüvenlere, her şey tereyağından kıl çekercesine kolay olacak beklentisiyle girmez. Kendini yeterince güçlü hisseden, hegemon konumundan emin olan emperyalist güç etrafa çılgınca saldırma ihtiyacı hissetmez. Birinci Dünya Savaşında uğradığı büyük Versay yenilgisi Alman emperyalizmini kaderine

28

sessizce razı olacak biçimde köşeye itmemiş, aksine tüm dünyayı vahşice kana bulayacak bir savaş histerisine sürüklemişti. Böylesi histeriler içinde yanıp tutuşan emperyalist güçler kimi savaş alanlarında bataklığa sürüklendikleri hissine kapılsalar da, bu onları uysallaştırmaz daha da saldırganlaştırır. “Kapitalist ülkeleri militarizmi ve faşizmi tırmandırmaya sevk eden temel faktör, kapitalist sistemin işleyişini tehdit eden ciddi siyasal ve iktisadi gerçeklerdir. Olayları, neticede burjuvazinin işine gelecek biçimde tersten okumamak gerekiyor. Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir. Kısacası, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız!” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, 28 Mayıs 2006, www.marksist. com) Buna karşın, enternasyonal alanda siyaset yapan reformist çevreler tehlikenin boyutlarını küçümsediler. Amerika’nın Irak’ta başarısızlığa uğraması nedeniyle, kaçınılmaz olarak tası tarağı toplayıp bölgeden çekileceği şeklinde görüşler yaydılar. Bizler başından beri bu tür yanlış yaklaşımlara karşı çıktık. Ortadoğu’daki emperyalist savaşın bölge açısından ciddi bir tehlike oluşturmaya devam edeceğini vurguladık; zamanla İran, Suriye (ve hatta Türkiye) gibi ülkelerin de savaş alanına dahil edileceklerini belirttik. Keza International Marxist Tendency (Uluslararası Marksist Eğilim) çevresine yönelttiğimiz eleştirilerde de örneklendiği üzere, “dünyanın kanlı paylaşım savaşlarının içine çekildiği bir dönemde komünistler dünyada sanki tatlı reform rüzgârları esiyormuş gibi bir rehavet içinde olamazlar” dedik. Bu değerlendirmelerin yapıldığı tarihten bu yana dünya ölçeğinde art arda gelişen olaylar ve de özellikle günümüzdeki sıcak gelişmeler savunduğumuz bu çizginin doğruluğunu kanıtlıyor.

Emperyalist tutkular ABD gibi büyük emperyalist güçlerin melaneti bir yana, kapitalizmin tarihi emperyalistleşme çabası içinde kıvranan kapitalist ülkelerin de nasıl yayılmacı savaşları tetiklediklerinin örnekleriyle doludur. Vaktiyle Avrupa, Almanya’nın emperyalistleşme atılımı nedeniyle iki büyük paylaşım savaşının ateşleri altında kalmıştı. Günümüzde ise Amerika’nın hegemonyayı başkasına kaptırmama telâşının yanı sıra, Türkiye, İran, Hindistan gibi ülkelerin emperyalistleşme tutkuları nedeniyle, Ortadoğu ve AfganistanPakistan bölgesi yeni paylaşım savaşlarına gebe bulunuyor. Türkiye artık alt emperyalist kabul edilebilecek düzeye


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

ABD emperyalizmi Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanzim etmenin çılgınca planları peşindedir. Bu durum, ancak ABD’nin stratejik ortağı olarak bölgede alt emperyalistlik taslayabilen Türkiye’yi de fazlasıyla sıkıntılara sürükleyen bir gerçekliktir. Bu gerçeklikten kaynaklanan tehditler önümüzdeki süreçte daha da tırmanacaktır. ulaşmış bir kapitalist ülkedir ve kendi bölgesinde çeşitli yayılmacı serüvenlere imza atmak istemektedir. TC’nin Kürt sorunu bahanesinin ardına sığınarak Kuzey Irak’a ABD icazeti altında yaptığı son müdahale bu durumun en çarpıcı örneğini oluşturuyor. TC, uluslararası siyaset arenasında kendini haklı göstermek amacıyla “PKK terörü” bahanesini kullanıyor. Gerçekte ise, Irak’ın Musul ve Kerkük gibi petrol zengini bölgelerine duyduğu tarihsel iştahını tatmin yolunda fırsatlar denemeye kalkışmaktadır. Hiçbir gerekçe TC’nin bu ve benzeri askeri operasyonlarının haksız, kirli ve emperyalist niteliğini değiştiremez. Türk ve Kürt işçi-emekçi kitlelerin toplumsal çıkarları, Kürt sorununun demokratik çözümünü artık bir saniye bile ertelenmemesi gereken yakıcılıkta dayatmıştır. Kürt halkı TC’nin emperyalist maceralarının kurbanı kılınmak istenmektedir. Türk silahlı kuvvetlerinin Kuzey Irak’a yönelik kara harekâtı şimdilik durdurulmuşsa da, Kürtlerin onca zamandır çektikleri acılara çoktan yenileri eklenmiştir. Görülmesi, itiraf edilmesi gereken yalın gerçek budur. Söz konusu kara harekâtının ABD müdahalesi ile mi yoksa Türk genelkurmayının emriyle mi sona erdirildiği tartışmasının esas gerçekleri örtülemesine izin verilmemelidir. Türk egemenleri bu harekât ile emperyalist emellerini sergiledi. Fakat kuşkusuz, bir NATO üyesi olan Türk ordusunun NATO’nun hegemon gücü ABD kurmaylarının izni olmaksızın Kuzey Irak’a kara harekâtı yapması düşünülemez. Milliyetçi “sol” ya da son dönemde açığa çıkan adlarıyla anacak olursak Ergenekoncular, bunun böyle olmadığını ya da olmuşsa kabul edilemezliğini ileri sürerek “anti-emperyalizm” maskesi takınsalar da bu gerçeklik olanca çarpıcılığı ile ortadadır. Ayrıca bu durum zaten bir yerde eşyanın doğası gereğidir. Emperyalist hiyerarşide hegemon konumda olan bir ülke ile onun stratejik ortağı sıfatıyla kendi bölgesinde alt emperyalistlik taslayan bir ülke arasında, bu türden bir ast-üst ilişkisinin olması son derece doğal ve kaçınılmazdır.

Türkiye gibi bir alt emperyalist ülkede egemen kesimler (askeriyle-siviliyle), bölgesel düzeyde boru öttüren bir güç düzeyine yükselmeyi uzun süredir büyük bir iştahla arzuluyorlar. Durum bu olsa bile, bu “alt”ların “üst”lerinden icazet almaksızın kolay kolay at oynatamamaları emperyalizmin bir hareket yasasıdır. Nitekim AKP hükümeti veya Genelkurmay, bölgede diyelim Kürt sorunu veya İran eksenli siyasetler bağlamında bazen farklı eğilimler sergileseler de, neticede ABD onayı dışında bir yol izleyememektedirler. ABD emperyalizmi Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanzim etmenin çılgınca planları peşindedir. Bu durum, ancak ABD’nin stratejik ortağı olarak bölgede alt emperyalistlik taslayabilen Türkiye’yi de fazlasıyla sıkıntılara sürükleyen bir gerçekliktir. Bu gerçeklikten kaynaklanan tehditler önümüzdeki süreçte daha da tırmanacaktır. ABD Ortadoğu’yu, devreye nükleer silahların da sokulacağı son derece tehlikeli bir duruma sürüklerken, Türkiye bu ateş çemberinin dışında kalamaz. ABD, AKP hükümetine veya Genelkurmaya kâh dost görünerek kâh sert çıkarak ve zaman zaman bu iki güç odağını çatıştırıp zaman zaman yakınlaştırmaya çalışarak, Türkiye’yi stratejik planlarının bir uygulayıcısı durumuna sürüklemek istiyor. Türkiye’de TÜSİAD gibi büyük sermaye kuruluşları çıkabilecek krizlere karşı görünürde uyarılarda bulunur ve istikrar diye yırtınırlarken, yerli ve yabancı savaş baronlarının ise istikrara değil yeni krizlere ihtiyaçları var. İşte bu nedenle, Türkiye’de son seçimlerde AKP’nin elde ettiği ezici seçim başarısına ve cumhurbaşkanlığı gibi kriz tetikleyici sorunların AKP-Genelkurmay uzlaşmasıyla çözülmüş görünmesine karşın, kriz olasılığı hiçbir biçimde gündemden kalkmış değildir. Son günlerde yaşanan gelişmeler bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Haksız savaşlardan nemalanmak isteyen güçler, Kuzey Irak operasyonunun yarıda kesilmesini veya üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını bahane ederek yeni krizler tezgâhlama peşindedirler.

29


marksist tutum

Semiren silah tekelleri Emperyalist askeri müdahaleler günümüz benzeri büyük kriz dönemlerinde iktisadi işleyiş bakımından son derece önemli bir role sahiptirler. Ezilen halkların ve yoksul kitlelerin başına yağan bombalar silah tekellerini abat eder. Bu nedenle de bir kısım kapitalistler tarafından durgunluk eğilimine karşı koyan bir yatırım aracı olarak değerlendirilirler. Örneğin Türkiye’de “PKK terörü” bahanesiyle yürütülen operasyonların yalnızca bir günlük maliyetinin 20 milyon dolar olduğu uzmanlar tarafından açıklanmıştır. Bu rakam, ABD silah tekelleri başta olmak üzere emperyalist silah sanayiinin, bombalar, savaş uçakları, helikopterler ve yeni teknoloji ürünü bilumum silah alımları sayesinde beslenip iyice semirtilmesi demektir. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’nun petrol zengini Arap ülkelerinden Amerika’ya akıp duran petro-dolar kuyusunun artık bereketini yitirdiği söylenirken, beri yandan Amerikan emperyalizmi bu paraları başka şekilde akıtabilmenin yollarını döşemektedir. Nitekim Bush son Ortadoğu gezisini bu konuya tahsis etmiş ve Körfez sermayesini yeniden ABD’ye döndürecek alternatiflerin pazarlığını yürütmüştür. Körfez ülkelerine devasa miktarda silah satışının gerçekleştirilmesi bağlamında yalnızca Suudi Arabistan’a milyarlarca dolarlık akıllı bomba teknolojisinin satılacağını hatırlatalım. Günümüz dünyası silahlanma alanında ancak kapitalizmin büyük kriz dönemlerinde görülen hummalı bir yarışa sahne oluyor. Bir zamanlar ABD emperyalizmi ile Sovyetler Birliği arasındaki güç dengesinin bir yansıması bağlamında görece bir yumuşama (detant) dönemi yaşanmıştı. Bu geçici dönemin bir ürünü olarak, asıl olarak nükleer silahları kapsayan bazı silahsızlanma anlaşmaları imzalanmıştı. Ancak o günler artık çoktan geride kaldı. Bugün dünya, nükleer silahlar başta olmak üzere son derece tehlikeli ve yüksek teknoloji ürünü silahlarla muazzam bir patlayıcı silah deposuna dönüştürülmektedir. Son dönemde tüm ülkelerde tırmandırılan silahlanma yarışı, kapitalizmin ekonomik krizleriyle emperyalist savaşların yaygınlaşma eğilimi arasındaki ilişkiyi de çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Somut gelişmelere bir bakalım. ABD hegemonya mücadelesinde üstünlüğü Çin ve Rusya’ya kaptırmama telâşı içinde Ortadoğu’dan Kafkaslar’a, Asya’dan Afrika’ya önde gelen pek çok nüfuz alanına silahlı güç ve mühimmat yığmakta, askeri üsler oluşturmakta. Fakat kuşkusuz Rusya ve Çin de buna karşı kendi güvenlik önlemlerini pekiştirme çabası içindedir. Bu gibi sıcak gelişmeler temelinde dünya üzerinde büyük paylaşım savaşları dönemlerinde olduğu şekilde ciddi bir kutuplaşma ve bölünme yaşanıyor. Bazı strateji uzmanları içinden geçilen dönemi yeni bir “Soğuk Savaş” dönemi olarak adlandırsa da, bu tanımlama doğru değildir. Günümüzde Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın pek çok bölge ve ülkesini kargaşaya sürük-

30

Nisan 2008 • sayı: 37

leyerek yayılan çatışmalar, yeni bir sıcak savaş sürecinin gelişme halkalarıdır. ABD, Rusya ve Çin arasındaki hegemonya yarışı, artık günümüzün başlıca emperyalist-kapitalist ülkeleri arasındaki bir süper güç yarışı mahiyetindedir. Besbelli ki, bu yarış tırmanarak devam edecek. Bu durum önümüzdeki süreçte kim bilir daha kaç bölgede kaç halk topluluğunun başını yakacak! Bu gibi konularda tüm detayları önceden bilmeye olanak yok, ama daha şimdiden açık hale gelen kaynama noktaları mevcut. Örneğin Rusya’nın itirazlarına rağmen, Kosova’nın ABD, AB ve Türkiye tarafından tanınan bağımsızlığı çerçevesinde yeni sorunlar mayalanıyor ve bunlar dünyanın patlayıcı madde deposuna ekleniyor. Rusya daha önce Balkanlar’da ABD ve AB karşısında uğradığı yenilginin öcünü, Kafkasya’da gelişecek yeni olaylar ya da Kosova sorunu vesilesiyle almaya hazırlanıyor. Buna bağlı olarak, Kosova sorununun önümüzdeki dönemde küresel ölçekteki çatışmaları kızıştıracağı ve yeni savaşları tetikleyeceği kuvvetle muhtemeldir. Tüm bu yıkıcı gelişmeler olasılığına bir de kapitalist militarizmin güncel koşullarda yarattığı nükleer savaş tehdidini eklemek gerekiyor. Üstelik geçmiştekinden farklı olarak nükleer silahlanma konusu bugün artık Hindistan, İran, Türkiye gibi kapitalist ülkelerin de fiilen gündeminde yer alıyor. Eski Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliği arasında patlak veren gerginliklere koşut olarak gündeme getirilen nükleer saldırı tehdidini fersah fersah aşan ciddi tehlikelerle yüz yüzeyiz. Yükselen militarizm, çeşitlenen ve yaygınlaşan atom bombalarıyla günümüz emperyalist sistemine esaslı biçimde damgasını basıyor. Artık tüm insanlık, tam anlamıyla yıkıcı bir canavara dönüşmüş olan kapitalizmin tehdidi altında bulunuyor. Kuşkusuz insanlık kapitalizmin dünyaya saçtığı yıkım ve ölüm tehdidiyle ilk kez karşılaşmıyor. Ama silahlanmanın günümüzde ulaştığı nicel ve özellikle nitel boyut düşünülürse, Üçüncü Dünya Savaşı büyük emperyalist savaşlar zincirinin son halkası olacak gibi görünüyor. Zira ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.  www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri ve Gerçekler İlkay Meriç

K

uruluşları günümüzden 68 yıl öncesine uzanan ve Demokrat Parti döneminde kapatılan Köy Enstitüleri, aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen halen şu ya da bu vesileyle tartışma gündemine gelen konulardan biridir. Dönemin devlet partisi konumundaki CHP’nin Kemalist ideolojiyi toplumun kılcal damarlarına dek yayma ve iktidarını güvenceye alma amacı da güderek uygulamaya soktuğu bu kurumlar üzerinde özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda ciddi tartışmalar yürütülmüştür. Ne var ki, sağın pespaye iftiralarının ve uydurma iddialarının damgasını bastığı verili atmosfer, bu tartışmaların pek çok açıdan sağlıksız bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, sola hâkim olan Kemalist bakış açısı, bu kesimin Köy Enstitülerine gerçekliği fazlasıyla aşan anlamlar yüklemesinin yolunu döşemiştir. Tüm bunları da göz önünde bulundurarak, Köy Enstitüleri konusunu sağlıklı bir temelde tartışabilmek için, öncelikle gerilere uzanmak ve tek parti diktatörlüğünde somutlanan Kemalist rejimin bu tür kurumlara neden ihtiyaç duyduğunu kısaca irdelemek gerekiyor.

Cumhuriyet ve köylülük Osmanlı’nın mirası üzerinde hayata gözlerini açan Türkiye Cumhuriyeti, nüfusun yüzde seksenini köylülüğün oluşturduğu ve üretimi de ağırlıklı olarak bu kesimin gerçekleştirdiği bir nesnel zeminde kurulmuştu. Osmanlı’da başından sopanın eksik edilmediği köylülük, devlet açısından en başta iki şey ifade ediyordu: vergi kaynağı ve asker deposu. Osmanlı’dan devralınan bu sınıf, işçi sınıfının ve burjuvazinin çok zayıf olduğu TC’nin ilk kuruluş yıllarında da bu işlevini sürdürecekti. Bunun yanı sıra, devlet partisi CHP’yi ideolojik ve politik açıdan destekleyecek sosyal bir taban oluşturmak bakımından sayıca en güçlü kesim de yine köylülüktü. Ancak bu taban oluşturma arzusu, yalnızca ulusal değil uluslararası gelişmelerle de güdüleniyordu.

Kuruluşları günümüzden 68 yıl öncesine uzanan Köy Enstitüleri, aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen halen şu ya da bu vesileyle tartışma gündemine gelen konulardan biridir. CHP’nin Kemalist ideolojiyi toplumun kılcal damarlarına dek yayma ve iktidarını güvenceye alma amacı da güderek uygulamaya soktuğu bu kurumlar üzerinde özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda ciddi tartışmalar yürütülmüştür. Ne var ki, sağın pespaye iftiralarının ve uydurma iddialarının damgasını bastığı verili atmosfer, bu tartışmaların pek çok açıdan sağlıksız bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, sola hâkim olan Kemalist bakış açısı, bu kesimin Köy Enstitülerine gerçekliği fazlasıyla aşan anlamlar yüklemesinin yolunu döşemiştir.

31


marksist tutum

Nisan 2008 • sayı: 37 Osmanlı’da başından sopanın eksik edilmediği köylülük, devlet açısından en başta iki şey ifade ediyordu: vergi kaynağı ve asker deposu. Osmanlı’dan devralınan bu sınıf, işçi sınıfının ve burjuvazinin çok zayıf olduğu TC’nin ilk kuruluş yıllarında da bu işlevini sürdürecekti. Bunun yanı sıra, devlet partisi CHP’yi ideolojik ve politik açıdan destekleyecek sosyal bir taban oluşturmak bakımından sayıca en güçlü kesim de yine köylülüktü.

1930’lar, dünyayı sarsan 1929 krizinin etkilerinin yoğun olarak hissedildiği yıllardı. Tüm dünyada içe kapanmaya yol açan bu kriz, ülkelerin ekonomik politikalarında da belirgin bir değişimi beraberinde getirecekti. Krizin dayattığı kendine yeterli tarımsal üretimi sağlama zorunluluğu, Türkiye’de de temel üretici sınıf konumundaki köylünün rolünü bir kat daha arttıracaktı. Son derece geri bir teknikle gerçekleştirilen tarımsal üretimi, verimli hale getirerek pazar için üretim düzeyine yükseltmek zorunluydu. Ancak TC’nin Osmanlı’dan devraldığı tarihsel yapı nedeniyle kırda hızlı bir kapitalistleşmeyi sağlayabilecek koşullar mevcut değildi. Bunun yanı sıra, çözülen ve kente göç eden kırı masedebilecek bir kapitalist sanayileşme de yoktu. Bu durum egemen bürokrasi içinde bir kesimin, kırın ekonomik yapısı yerli yerinde dururken köylüyü eğitip aydınlatarak bir gelişme sağlanabileceği yönünde fantastik ve ütopik projeler üretme eğilimini besledi. Bunun bir yansıması olarak, 30’lu yıllarda CHP içinde, köylüyü köyde tutma anlayışına dayanan bir “köycü” söylem gelişti. Köylüyü milletin en saf, en bozulmamış kesimi olarak yücelten, ona temel bir rol atfeden bu söylem aynı zamanda müthiş bir işçi düşmanlığını da barındırıyordu kendi içinde. Proletaryanın merkezi olan şehirler çürümenin, yozlaşmanın, kozmopolitliğin yuvaları olarak görülürken, köy, bozulmamışlığın, sadakatin, çalışkanlığın, saflığın kaynağı olarak kutsanıyordu. Halkevlerinin merkezi yayın organı olan Ülkü dergisinin editörü Nusret Köymen, köycü söylemin en önemli temsilcilerinden biri olarak, dünyadaki temel çelişkinin köylerle şehirler arasında yaşandığını savunuyordu. Köymen’e göre şehirler her türlü kötülüğün timsaliyken, köy ve köylü en yüce değerlerin temsilcisi ve üretkenliğin simgesiydi. Yine ona göre, köylülerin muhafazakârlığı olası “toplumsal salgınlara” karşı bir sigortaydı. CHP Genel Sekreteri Recep Peker de benzer görüşleri savunanlar arasındaydı: “Köylü ulusçudur, kendi faydası-

32

nı, kendi ulusunun menfaatleri ile bir görür. Ve işte bu yüzden çiftçi veya köylü, proletarya damgası altında kendisini çağıran işçinin davetine koşmamıştır.” (akt. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim Y., 2006, s.134) Köylüyü ihtilalci proletaryaya karşı bir sigorta olarak gören köycülerin ekonomik politikalarını da önemli ölçüde proletaryadan duyulan korku belirliyordu. Üstelik o dönemde bu bakış açısı sadece Türkiye’de değil Nazi Almanya’sı başta olmak üzere pek çok ülkede güç kazanmış durumdaydı. CHP’lilerin önemlice bir kısmının Nazilerden etkilendiği ve onlara sempatiyle baktığı da bir sır değildi. İktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan’ın 1935 tarihli gözlemleri, o dönemde belli başlı sanayi ülkelerinin köye ve köylüye bakışlarının benzerliğini saptaması bakımından ilginçtir: “... bugün belli başlı endüstri memleketleri bile, ulusal hayatın en gür ve temiz kaynağı olan köyleri, köy hayatını bir sosyal dengeşiklik aracı olarak enternasyonal ve ihtilalci temayüller gösteren endüstri proletaryası karşısında kıskançlıkla muhafaza için, köylüyü şehre çeken ve kırları boşaltmak isteyen akımlara karşı her türlü çareye başvuruyorlar. Onlar bu işe biraz da cihanın son durumu yüzünden mecbur olmuşlardır. Bugün her yerde insan ve mal göndermek için açık pazar kapılarının gittikçe kapanması yüzünden şehirde ve köyde işsiz kalan ve başka yere de göçemeyen fazla nüfusu memleket içinde toprağa bağlamak, bir harp vukuunda ihtiyacı olan yiyecek ürünlerini kendisi üretmek gibi siyasal ve sosyal emniyet düşünceleriyle bir toprak siyasası devri açıyorlar.” (akt. Asım Karaömerlioğlu, age, s.53) Köycüler ekonomide tarımın birinci planda olması gerektiğini savunurken kentsel sanayileşmeye hiç de sıcak bakmıyorlardı. Kentte sanayinin gelişmesi demek kırın da hızla çözülmesi demekti ki, bu köycülerin kabul etmedikleri bir şeydi. Köycüler, sanayinin zorunlu olduğu ölçüde


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

gelişmesini kabul ediyorlardı, ama şehirlerden uzak tutulmak koşuluyla. Fabrikalar mümkün olduğunca köylerde kurulmalı, burada çalışacak işçiler köylülerden seçilmeli ve üretime herhangi bir nedenle ara verildiğinde bu köylüler sorun çıkarmadan yine tarlalarında çalışmaya gitmeliydiler. Böylece kentlere göç etmelerinin önüne geçilen köylülerin gerçek bir proleter olmaları engellenecek ve bunlar rejime tehdit oluşturmaktan uzak tutulabileceklerdi.

Köy Enstitülerinin kuruluşu ve kapanmaları 1930’da Tek Şef eliyle kurdurulan ve aynı yıl kapanmak zorunda kalan Serbest Cumhuriyet Fırkasının Anadolu’da müthiş bir ilgiyle karşılanması, halkın devlet partisi CHP’ye duyduğu öfkenin önemli bir göstergesi olmuştu. Liberal bir çizgi benimseyen Serbest Fırkanın ne niyetlerle kurdurulduğunun farkında olmayan halk kitleleri, bu partiye CHP diktatörlüğüne son verecek bir kurtuluş çaresi olarak sarılmışlardı. CHP’nin kitle desteğinin bir nevi test aracı olan bu parti, nasıl kurdurulduysa aynı eller tarafından öylece kapatılmaya zorlandı ve kapandı. Ancak halkın bu partiye gösterdiği yakın ilgi CHP’yi büyük bir endişeye düşürmeye de yetti. Kısa bir süre sonra CHP, halka gidip onun gönlünü fethetmenin yollarını aramaya başladı. Halkevlerinin kuruluşu bu aşamada gündeme geldi. Amaç, bu kurumlar aracılığıyla Kemalist ideolojinin tüm halka yayılması ve halkın devlet partisine bağlanmasıydı. 1931 yılındaki CHP kurultayında, II. Meşrutiyetin ilanının (1908) ardından İttihat ve Terakki Cemiyetince kurulan ve cumhuriyet döneminde de varlıklarını sürdüren Türk Ocaklarının kapatılması ve yerine Halkevlerinin kurulması kararı alınmıştı Bunu takiben, bu kurumlar 1932 yılında yurt çapında faaliyete başladılar. Bu kurumların kuruluşuyla devletin denetimi dışındaki pek çok kurum ve dernek de (Muallimler Derneği, Türk Kadınlar Cemiyeti vb.) kapatılarak Halkevlerine bağlandı. Halkevlerine herkes üye olabilirken, yalnızca CHP üyeleri ve devlet memurları yönetici olabiliyordu. Halkevi başkanları CHP yönetim kurulları tarafından seçilmekte ve Ankara Halkevi başkanı CHP genel yönetim kurulu tarafından atanmaktaydı. Halkevlerine bağlı Köy Kolları aracılığıyla kentli aydınlar köylere geziler düzenliyor, halkı sözde bilinçlendirmeye çalışıyorlardı. Halka yıldızlar kadar uzak olan seçkinler için bu geziler birer turistik geziden öteye gitmiyordu kuşkusuz. Bunun yanı sıra, CHP’nin bürokratik-despotik zihniyeti faaliyetlerde her vesileyle açığa çıkıyordu. Sonuçta Halkevleri köylüyü “adam etmede” başarılı olamadı ve CHP’liler daha iyi sonuç verecek yollar aramaya başladılar. Kentten giden seçkinler tarafından köylüyü fethedemeyeceğini anlayan tek parti diktatörlüğü, bu kez başka bir parlak fikir geliştirecekti: Önce seçilen köylüleri “ge-

Serbest Cumhuriyet Fırkasının Anadolu’da müthiş bir ilgiyle karşılanması, halkın devlet partisi CHP’ye duyduğu öfkenin önemli bir göstergesi olmuştu. Ancak halkın bu partiye gösterdiği yakın ilgi CHP’yi büyük bir endişeye düşürmeye de yetti. Kısa bir süre sonra CHP, halka gidip onun gönlünü fethetmenin yollarını aramaya başladı. Halkevlerinin kuruluşu bu aşamada gündeme geldi. Amaç, bu kurumlar aracılığıyla Kemalist ideolojinin tüm halka yayılması ve halkın devlet partisine bağlanmasıydı.

rektiği kadar” eğit, sonra bunlar aracığıyla tüm köylüleri dönüştürme faaliyetine başla! Böylelikle köylüler, köye yabancı olmayan unsurlar tarafından daha kolaylıkla eğitilmiş olacaklardı. 1940’lara gelinmesine rağmen Türkiye’de hâlâ nüfusun dörtte üçü köylerde yaşıyor ve ülkede okuma-yazma bilenlerin oranı yüzde yirmiyi geçmiyordu. Köylerin ezici bir çoğunluğunda öğretmen yoktu. Köylere gönderilen kentli öğretmenler buralarda birkaç ay kalıp ilk fırsatta kaçıyorlardı. İşte kurulması planlanan Köy Enstitülerinin buna da çare olacağı düşünülüyordu. Enstitülerde eğitilecek köy öğretmenlerinin köyler dışında öğretmenlik yapmaları fiilen engelleneceğinden, köyü terk etme şansları da ortadan kaldırılmış olacaktı. Öte yandan CHP, Kemalist ideolojiyi nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere taşıyacak ve onları rejimin çıkarları doğrultusunda dönüştüre-

33


marksist tutum

cek temel unsurlar olarak öğretmenleri görüyordu. Zira öğretmen demek köyde jandarmadan sonra devleti (dolayısıyla onunla özdeşleşen CHP’yi) temsil eden en yüce makam sahibi demekti. Köylü çocuklarını rejimin “güvenilir” öğretmenleri olarak yetiştirerek, bunlar sayesinde Kemalist devletin sesini birinci elden köylüye ulaştırabilmeyi amaçlayan Köy Enstitülerinin deneme çalışmaları 1937 yılında başladı. Bunun öncesinde, 1936’da “köy eğitmeni” yetiştirmek üzere bir uygulama başlatılmıştı. Bu uygulamada, askerliğini çavuş olarak yapmış köylü gençlere altı aylık bir eğitimin ardından “köy eğitmeni” unvanı verilerek bunlar köy okullarında görevlendirilmeye başlanıyordu. Köy eğitmenlerine, köylüye tarım konusunda öncülük etmeleri beklentisiyle, bulundukları bölgede toprak, tarım araçları, hayvan ve tohum da veriliyordu. Bu uygulamanın yararlı sonuçlar vermesi Köy Enstitülerinin kuruluşunu hızlandırmıştı. 1937’de deneme mahiyetinde üç köy eğitmen okulu açıldı. Bu okullar Eskişehir Çifteler, İzmir Kızılçullu ve Kastamonu Gölköy’de kurulmuştu. Üç yıllık bir deneme süresinin ardından, 17 Nisan 1940’ta çıkartılan bir kanunla bu okullar Köy Enstitülerine dönüştürüldü ve 17 Köy Enstitüsünün daha açılması kararlaştırıldı. Bu dönemde Hasan Âli Yücel milli eğitim bakanı, İsmail Hakkı Tonguç ise ilköğretim genel müdürüydü. Eğitim süreleri beş yıl olarak saptanan Köy Enstitülerine, beş yıllık ilköğrenimi bitiren ya da üç yıllık ilköğrenimi tamamlayıp iki yıl daha bu okullarda hazırlık öğrenimi görecek kız ve erkek köylü çocuklar öğrenci olarak alınacaktı. Her bir okul, belirlenmiş çevre illeri kapsayan bir bölgeden öğrenci alabilecekti. Enstitüleri inşa etme görevi tümüyle köylüye ve bura-

34

Nisan 2008 • sayı: 37

larda eğitim görecek öğrencilere angarya olarak yüklenmişti. Civar köylerden eğitilmek üzere toplanan çocuklar, dağlardan sular taşıyarak, yemeklerini kendileri yaparak, yollar ve köprüler kurarak, eğitim binaları, yurtlar, aşevleri, işlikler inşa ettiler. Ve sonunda kendilerinin inşa ettikleri bu okullarda okuma “fırsatı” kazandılar. Kentlerde okuyan çocukların okulları devlet tarafından inşa edilirken, köylüler bir yandan devlete vergi vermek, öte yandan okullarını, yollarını kendileri yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Ne de olsa onlar “milletin efendileri”ydiler! Enstitülerde teorik derslerle pratik derslerin eşit ağırlıklı olarak görüldüğü bir eğitim programı uygulanıyordu. Okutulan derslerin yarısını genel kültür ve meslek dersleri, diğer yarısını ise uygulamalı tarım ve teknik (ev ve el işleri, demircilik, vs.) dersleri oluşturuyordu. Öğrencilere, yılda sadece bir buçuk ay, o da nöbetleşe olarak “tatil” yapma hakkı tanınıyordu. Köy Enstitülerinden mezun olan öğrenciler, mümkünse kendi köylerine, değilse en yakın köye öğretmen olarak atanacak, kendisine bir ev ve toprak verilecekti. Köylerde eğitim verecek bu öğretmenlerin 20 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü bulunuyordu. Köy öğretmenlerinin ücretleri de kırsal alanların geçim endeksine göre saptanıyor, dolayısıyla köyü terk ederek kasabalarda ve kentlerde yaşamaları bu yolla da fiilen engelleniyordu. 1948’e gelindiğinde, o zamana dek kurulan 21 Köy Enstitüsünden, toplam 20 bin öğrenci mezun olmuştu. Bunlardan 17 bini öğretmen, eğitmen ve teknik eleman, 3 bini ise sağlık memuruydu. Ayrıca 1942’de Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, başarılı mezunların sınavla alınacakları ve üç yıl eğitim görecekleri bir yüksek köy enstitüsü de eklenmişti. Toplam 204 mezun veren bu enstitü 1947’de CHP iktidarı altında kapatılacak ve yeni milli eğitim bakanı R. Şemsettin Sirer’in önderliğinde gerçekleştirilen bu hamle enstitülerin kaderinin de belirlendiği bir dönüm noktası teşkil edecekti. 1950’de Demokrat Partinin iktidara gelmesinin ardından Köy Enstitülerinin ders programları klasik öğretmen okullarının programlarıyla birleştirildi ve 1954 yılında bu kurumlar tümüyle kapatıldı.

Enstitülere yönelik eleştiriler ve solun tutumu CHP’nin niyetlerinden tümüyle bağımsız olarak ve hatta CHP’ye rağmen, enstitülerde eğitim gören ve kitaplar aracılığıyla da olsa farklı bir dünyayla tanışan köy ço-


Nisan 2008 • sayı: 37

cuklarının tutum ve davranışları, hayata bakış açıları belirgin bir şekilde değişmeye başlıyordu. Evrensel kültürün meyveleriyle tanışma, görülen haksızlıklara karşı çıkmayı, sorgulamayı ve sorgulatmayı da beraberinde getiriyordu. Böylece halk çocukları içinden bir kesim, birtakım Kemalist önyargıları kırmamış olmakla beraber, rejimin hedeflerinin ötesine geçerek emek yanlısı fikirlere de açık hale gelmişlerdi. Bu nedenledir ki, hem Kemalist bürokrasi hem de köyün egemen unsurları, verilen eğitim nedeniyle kurulu düzenlerinin bozulma emareleri göstermesini hiç hoş karşılamadı. Bu da Köy Enstitülerinin sonunu getirecek olan sürecin başlangıcı oldu. Köy Enstitülerine yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı. Enstitülerin “Bolşevik yuvası” olduğu, eğitmenlerinin “Kızılbaş-komünist” olduğu, kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmelerinin bu okulları “fuhuş yatağına” çevirdiği, “dinin elden gittiği” yaygarası koparılıyordu. Üstelik bu kampanya sadece toprak sahipleri ve köyün egemenleri tarafından yürütülmüyordu. Bizzat tepedeki Kemalist bürokrasi de bu kampanyanın bir parçasıydı. Nitekim daha Demokrat Parti hükümete gelmeden önce CHP bu projeyi tasfiyeye yönelmiş ve projeyi ısrarla savunan Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi kadrolar, 1946’da, komünistlik suçlamasıyla görevden alınmıştı. Kampanyanın önde gelen anti-komünist kalemşorlarına göre enstitüler Sovyetler Birliği’nden örnek alınmış, komünizmin, materyalizmin, dinsizliğin yayıldığı şer merkezleriydi: “En büyük tahrik ve kızıl faaliyetler Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek üzere yüksek kısım haline getirilen Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde yapılmak istenmiştir… Enstitülerde kurulan kitaplıklarda ise kızıl, dinsiz, ruhsuz zevatın eserleriyle Yurt ve Dünya, Adımlar, Pınar, Gün, Ses gibi komünist dergilerin okunması sağlanmıştır.” (İlhan Darendelioğlu) “Son günlerde peçesi kaldırılan ve bazı temayüllere göre tekrar ihyası için zemin aranan Köy Enstitüleri davası, memleketimizdeki komünizma hululünün şah damarını çizer.” (Necip Fazıl Kısakürek) “Çocuklara Nazım Hikmet’in şiirlerini ezberleten, Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur...” (Peyami Safa) Genelde Türk Solu, Kemalist önyargılarının yanı sıra, faşist unsurların Köy Enstitülerine komünizm karşıtlığı temelinde saldırmasından da kaynaklı olarak, bu kurumlara boyundan büyük devrimci anlamlar yükledi. Köy Enstitülerini, genel anlamda aydınlanmacı bir rol oynadığı için savunmakla yetinmek yerine, Kemalizmde keşfedilen “devrimcilik” temelinde değerlendirdi. Bu nedenle, solun ağırlıklı bir bölümü, bu kurumların kapatılmalarını Kemalist rejime yönelik bir karşı-devrimci girişim olarak

marksist tutum

algıladı. Köy Enstitülerinin amacının Doğudaki “feodal düzeni” yıkarak toplumsal düzeni kökten değiştirmek olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildi. Kuşkusuz bu değerlendirmelerin zemini, söz konusu kesimlerin Kemalizmi bir biçimde sol ve devrimci bir ideoloji olarak değerlendirmeleriyle döşenmektedir. Oysa Kemalizm bunlarla ilişkisi olmayan, halkla herhangi bir bağı bulunmayan, son derece seçkinci, totaliter, Bonapartist bir rejimin ideolojisi olarak şekillenmiş ve bu özelliğini günümüze kadar korumuştur. (Kemalizme ilişkin ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme) CHP’li seçkinler, köylülüğün geriliğini tepeden “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla sözümona ortadan kaldırmaya çalışır görünürlerken, öte yandan kırdaki geriliğin asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmadılar. Zira, kırın en geri unsurlarıyla (toprak ağaları, derebeyler, aşiret reisleri vb.) uzlaşmak, tek parti diktatörlüğüyle ülkeyi yöneten bürokratik elitin işine geliyordu. CHP’nin izlediği bu temel politika nedeniyledir ki, kırın yapısı uzun yıllar boyunca değişmeden kaldı. Nitekim 1980’lere gelindiğinde bile köylülüğün nüfus içindeki payının hâlâ yüzde 60’larda dolaşması ve bu oranın ancak son yıllarda yüzde 35’in altına inmesi bu politikanın yıllarca nasıl inatla uygulandığının somut bir göstergesidir. Sol, Türkiye’deki burjuva devrime boyunu aşan anlamlar yüklediği, onun güdük ve tepeden niteliğini görmezden gelme eğiliminde olduğu için, Kemalist bürokrasinin devrimci kapasitesini hep abartmıştır. Bu nedenle onun emekçi sınıflara karşı büyük toprak sahipleriyle kurduğu ittifakın gerçek niteliğini de anlamak istememiş, burjuva devrimin çözümsüz kalan tüm sorunlarının sorumlusu olarak toprak sahiplerini görmüş ve Kemalist bürokrasiyi temize çıkarmak istemiştir. Bunun bir sonucu olarak, Köy Enstitüleri gibi girişimlere de, büyük toprak sahipleriyle ve ağalarla mücadele bağlamında büyük misyonlar biçmiştir. Enstitüleri bir devrim gibi savunanların önemli bir kısmıysa bizzat bu kurumların mezunlarıdır. Şurası çok açık ki, dünyadan bihaber köylü çocukları için, bu kurumlar sayesinde, öğrenme şanslarının asla olmadığı şeyleri öğrenmek, okumak, tartışmak büyük bir nimet, hatta kendi hayatlarında bir devrim niteliği taşıyordu. Ama, birey olarak bir çocuğa ya da bir gence kendi yaşamında devrim gibi gelen şey, toplumsal yapıda köklü ve sarsıcı bir değişiklik anlamına, yani devrim anlamına gelmiyordu. Yüzlerce yılın kör kuyularından çıkıp dünyaya gözlerini açan Enstitülü gençlerin bu tür yanılsamalara sürüklenmeleri, dediğimiz gibi, anlaşılabilir bir şeydir. Ama aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Enstitüler konusundaki Kemalist yanılsamaları yeniden üretmeye devam eden solculara ne demeli? 

35


Duydunuz mu Zengin Olmuşuz! Suphi Koray

Kapitalist toplumun çelişkilerini ve eşitsizliklerini gizlemek ve hatta her şeyin yolunda gittiği yönünde kitleleri kandırmak için rakamlara kırk takla attırılıyor. Bir gecede yapılan bir hesap değişikliyle sözümona Türkiye’nin daha zengin bir ülke olduğunu yedi düvele duyurdular. Amaç, kâğıt üstünde düzelen ekonomik göstergelerle birlikte “daha az riskli” görünen Türkiye’nin “yatırım cennetine” dönüştürülmesidir. Yani burjuvaziye cennet, emekçilere cehennem! Burjuvazi işçi sınıfını uyutmak için masal anlatmaya devam ediyor. İşçi sınıfı, burjuvazinin hep aynı sonla biten masallarına inanacak yaşı çoktan geçti. Kişi başına düşen milli gelir masalı da aynı sonla bitiyor: Gökten üç elma düştü, üçü de burjuvaziye!

36

A

dını Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) olarak değiştiren Devlet İstatistik Enstitüsü, sadece adını değiştirmekle kalmadı, milli gelir hesaplama yöntemini de değiştirdi. AB’ye uyum kapsamında 2004 yılından beri sürdürülen çalışmaların sonuçları Mart ayı başında açıklandı. Açıklanan yeni rakamlara göre, Türkiye’nin 2006 yılı gayrisafi yurtiçi hasılası birden bire %31,6 artarak 576,3 milyar YTL’den 758,3 milyar YTL’ye çıkmış oldu. Böylece 2006 yılı için daha önce 5480 dolar olarak açıklanan kişi başına milli gelir ise yaklaşık 7500 dolara çıktı. Güya 2100 dolar daha zenginmişiz de haberimiz yokmuş! Üstelik TÜİK’in en son açıklamasına göre, 2007 yılına ait kişi başına milli gelir de 9333 dolara çıkmış. Hem AKP hükümetinin, hem de burjuva medyada pek saygıdeğer ekonomistlerin dillerine pelesenk ettikleri “kişi başına milli gelir”, gayrisafi milli hasıla (GSMH) ve gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) terimlerinin ne anlama geldiğine değinmekte fayda var. GSMH bir ülke ekonomisi tarafından bir yıl boyunca üretilen mal ve hizmetlerin piyasa değeri tutarı ile yurt dışı gelirler kalemlerinin toplamını anlatır. GSYİH ise GSMH tutarından yurt dışı gelirler kaleminin düşülmesiyle elde edilen toplamdır. Kişi başına milli gelir ise en anlaşılır ama aslında en bilinç bulandırıcı ekonomik kavramdır bunlar arasında. Kişi başına milli gelir, toplam gelirden kişi başına ne kadar pay düştüğünü gösterir ve bu rakam toplam milli gelirin o yılki nüfusa bölünmesi ile elde edilir. Fakat bu bölme işlemi hiç de gerçekliği yansıtmaz. Başka bir deyişle kapitalizm rakamlara bile yalan söyletir. Örneğin, açıklanan son rakamları ele alalım. 2006 toplam gelirini o yılın nüfusuna böldüğümüz zaman, kişi başına milli gelirin 7500 dolar civarında olduğunu buluruz. Ancak bu herkesin o yıl bu kadar gelir elde ettiği anlamına gelmemektedir. 7500 dolar yıllık gelirden hareket edersek, küçük bir hesapla, bir kişinin aylık gelirinin 800 YTL civarında olması gerektiğini buluruz ki, bu da


Nisan 2008 • sayı: 37

milyonlarca işçinin aldığı asgari ücretin neredeyse iki katına eşittir! Üstelik, kişi başına milli gelir hesabına göre, dört kişilik bir işçi ailesinin her bir ferdinin 800 YTL’lik aylık geliri olması gerekmektedir. Oysa gerçekte milyonlarca işçiye “milli gelir”in kırıntıları düşerken, bir avuç asalak, pastanın büyük dilimlerini büyük bir iştahla midesine indirmektedir. Üstelik resmi rakamlara göre bile gelir dağılımında ciddi bir adaletsizlik söz konusudur. TÜİK’in güvenilmez rakamlarına göre bile, toplam gelirden sermayenin aldığı pay artıyorken işçilerin aldığı pay gerilemektedir. Bu konuda gerçek rakamları verecek bir çalışmayı ne yapabilecek, ne de açıklayabilecek bir burjuva kurum bulunmaktadır. Ama zenginlerin sayısını hesaplayan burjuva kurumlar bolcadır. Nitekim bunlardan öğrendiğimize göre, bu yıl yeni eklenenlerle birlikte, dolar milyarderleri listesindeki Türklerin sayısı 36’ya çıkmıştır. Açıktır ki, bu artış işçi sınıfının daha da yoksullaşması pahasına gerçekleşiyor. Katmerleşen sömürü neticesinde bir avuç asalak daha da zenginleşirken, işçi-emekçilerin payına açlığa talim etmek düşüyor. Ama burjuva medya neredeyse fakirleştiğimiz için zil takıp oynamamızı bekliyor. Kapitalist toplumun çelişkilerini ve eşitsizliklerini gizlemek ve hatta her şeyin yolunda gittiği yönünde kitleleri kandırmak için rakamlara kırk takla attırılıyor. Ne hikmetse düzenin istatistik kurumları enflasyon, işsizlik oranı gibi rakamları nasıl daha az çıkarabiliriz derdindeyken, milli gelir gibi rakamları arttırma derdinde. AB’ye uyum çerçevesinde milli gelir hesabı değişikliği de bu yüzden yapıldı. Bir gecede yapılan bir hesap değişikliyle sözümona Türkiye’nin daha zengin bir ülke olduğunu yedi düvele duyurdular. Artan gelirin kimin cebine girdiğini çok iyi bildiği için milliyetçiliği ön plana çıkararak bilinç bulandırmaya çalışan Hürriyet gazetesi, “9 ülkeyi geçtik” diye başlıklar attı: “611 milyar dolar olarak açıklanan yeni rakama göre Türkiye, dünya milli gelir sıralamasındaki 17’inciliğini pekiştirdi. Vatandaşa bir yansıması olmasa da kişi başına düşen milli gelirin artmasıyla, kişi başına milli gelir sıralamasında Türkiye 9 ülkeyi birden geride bıraktı. Sıralamada 53’üncü olan Türkiye artık Rusya, Lübnan, Romanya, Brezilya, Malezya, Uruguay, Botswana, Gabon ve Venezuela’yı geçerek 44’üncülüğe yükseldi.” Kişi başına düşen milli gelirin 2100 dolar arttığı haberi o kadar etkili oldu ki, insanlar “kendi başlarına düşen” dolarların ne zaman verileceğini sormaya başladılar bu gazetelere! Yeni hesaba bakıp çarşıya çıkanınsa vay haline! Olası yanlış anlamaları engellemek için olsa gerek, namı diğer “her şeyi satan bakan” Unakıtan, aba altından sopa göstermeyi ihmal etmedi: “Ne kadar zengin olursak olalım, GSYH ne kadar artarsa artsın, mali disiplinden ayrılmamız söz konusu değil. Mali disiplin, ayağını yorganına göre uzatmak demektir. Ödeneğimiz varsa harcama yapacağız, yoksa yapmayacağız… Türkiye’nin vazgeçmeyeceği konu-

marksist tutum

lardan birisi de yapısal reformlardır. Yapısal reformlar devam edecek, mali disiplin devam edecek, özelleştirmeler devam edecek.” “Biz zengin olduk ama siz boşuna sevinmeyin” demeye getiriyor maliye bakanı. “Özelleştirmelerle, yeni sosyal güvenlik yasası ile canınız çıkana kadar siz işçileri sömürmeye devam edeceğiz. Ne kadar zengin olursak olalım doymayız biz burjuvalar” diye okumak gerekiyor yukarıdaki satırları. Bu yıl yeni eklenenlerle birlikte, dolar milyarderleri listesindeki Türklerin sayısı 36’ya çıkmıştır. Açıktır ki, bu artış işçi sınıfının daha da yoksullaşması pahasına gerçekleşiyor. Katmerleşen sömürü neticesinde bir avuç asalak daha da zenginleşirken, işçi-emekçilerin payına açlığa talim etmek düşüyor. Ama burjuva medya neredeyse fakirleştiğimiz için zil takıp oynamamızı bekliyor. AKP hükümetinin kişi başına milli geliri 2013 yılında 10 bin dolara çıkarma hedefi bizzat başbakan tarafından açıklanmıştı. Ancak öyle görünüyor ki, TÜİK’in lütufkâr yardımlarıyla AKP bu hedefine bu yıl bile varabilir. Meselâ yeni bir nüfus sayımı bu süreci daha da hızlandırabilir. Ocak ayında açıklanan adrese dayalı nüfus kayıt sisteminin sonuçlarına göre Türkiye’nin nüfusu 75 milyon değil, 70 milyon çıktı. Böylece toplam gelirin daha küçük bir rakama bölünmesiyle kişi başı milli gelir birden bire arttı. Pek sevindi buna burjuvazi. Bir nüfus sayımı daha yapılır ve aslında nüfusun 65 milyon olduğu tespit edilirse, kişi başına gelir 10 bin doları haydi haydi geçer. Böylece burjuvazi işçi sınıfının mide gurultusu sesleri arasında sevinç çığlıklarını atmaya devam eder. Ne de olsa TÜİK uyduruyor, medya da yayıyor. Bayramda şeker toplamak için pürü pak giyinen çocuklar gibi, Türkiye de, uluslararası kuruluşların gözüne girmek için fiyakasını düzeltmeye çalışıyor. Maliye Bakanı her ne kadar hesaplamada son derece muhafazakâr davrandıklarını söylese de, bu tür çalışmaları işlerine geldiği gibi yaptıkları gün gibi ortada. Burjuvazinin beklentisi, bu rakamların ışığında uluslararası kredilendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu yükseltmesi ve daha fazla yabancı sermayenin yurda çekilmesidir. Amaç, kâğıt üstünde düzelen ekonomik göstergelerle birlikte “daha az riskli” görünen Türkiye’nin “yatırım cennetine” dönüştürülmesidir. Yani burjuvaziye cennet, emekçilere cehennem! Burjuvazi işçi sınıfını uyutmak için masal anlatmaya devam ediyor. İşçi sınıfı, burjuvazinin hep aynı sonla biten masallarına inanacak yaşı çoktan geçti. Kişi başına düşen milli gelir masalı da aynı sonla bitiyor: Gökten üç elma düştü, üçü de burjuvaziye! 

37


Orhan Kemal ve Romanları Aylin Dinç

1914

Eylülünde Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan ve 1970 Haziranında yaşamını yitiren Orhan Kemal’in asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Yazar, 1950 yılından sonra yazdığı şiirlerde ve öykülerde Orhan Kemal ismini kullanmaya başlamıştır. Ahali Cumhuriyet Fırkasının kurucularından olan babasının 1930’da baskılar yüzünden Suriye’ye göç etmesi üzerine, Orhan Kemal ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakıp Suriye’ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmıştır. Bir yıl sonra tekrar Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapmıştır. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat verecektir. Orhan Kemal, 1938’de Niğde’de askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, “komünizm propagandası yapmak” suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatar. 1940’ta Bursa Cezaevinde Nazım Hikmet’le tanışması ve onun görüşlerinden etkilenmesi, yaşamının ve yazarlığının dönüm noktası olur Öykü ve romanlarında işlediği konular çoğunlukla işçilerin gündelik yaşamları, çaresizlikleri, hayalleri üzerine kurulmuştur. Kahramanlar çoğunlukla sömürülen, yoksul insanlardan seçilmiştir. Yazar, 1950’li yıllardan sonra değişmeye başlayan Türkiye’nin çehresini, insanlardaki değişimleri, güçlü bir gözlem gücüyle, özgün ve yalın bir anlatımla kaleme almıştır. O dönemde neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekonomisini, rüşvetçi memurları, yolsuzlukları romanlarında açık bir şekilde görmek mümkündür. Romanlarında öne çıkan temalardan biri de, sınıf bilincine sahip olmayan, mücadele etmeyi bilmeyen işçilerin kısa yoldan zengin olma, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme, “seçkin” bir iş sahibi olmak için devlete kapağı atma hayalleridir. Genç kızların yaşlı ama zengin bir adamla evlendirilmesi, oğulların bir zenginin kızını kandırması

38

sıkça kurulan hayaller arasındadır. Örneğin “Devlet Kuşu” romanı bu hayal üzerine kurgulanmıştır. Romandaki karakterler o kadar gerçekçidir ki, roman 1940’lı yılların sonlarında yazılmış olmasına rağmen karakterlerin çoğuna bugün de kolaylıkla rastlanabilmektedir. Burjuvazi ya da küçük-burjuvazinin açgözlülüğünü, zorla ele geçirme tutkusunu da görüyoruz Orhan Kemal romanlarında. Örneğin “Devlet Kuşu” romanındaki Zülfikar Bey, o dönem koşullarında ortaya çıkmış zenginlerdendir. Görevi kötüye kullanmayla, eldeki parayı faizlerle çoğaltmayla, karaborsaya yatırımlarla elde edilmiş bir zenginlik. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında otomobil lastiğinden şekere, çivi, nal, kalay, demirden kahveye akla ne gelirse ancak karaborsadan temin edilebiliyordu. Ve karaborsa piyasası Zülfikar Bey gibi zenginleri doğuruyordu. Orhan Kemal romanlarındaki işçi karakterlere baktığımızda ise, henüz çok genç olan burjuva devletin işçileri olarak bunların sınıf bilincinden son derece uzak bir ruh hali içinde olduklarını görürüz. Geleceğe karşı korku, eskiye ve eski dostluklara özlem yaygındır. Orhan Kemal’in işçileri çoğunlukla mutsuzdur, İzzet Usta dışında. Üç romanında şöyle bir tanımaya başladığımız ama bir türlü hikâyesine giremediğimiz İzzet Usta mücadeleci bir işçidir. Tren raylarında parçalanmış çocuğunu, iş kazası geçirerek ölmüş karısını biliriz. İşyerindeki rahatsızlıklar karşısında hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini işçilere söyleyen İzzet Usta hep hikâyenin kıyısında durur. Henüz onun gibiler çoğalmamıştır o dönem Türkiye’sinde, henüz zamanları gelmemiştir! Orhan Kemal “Devlet Kuşu” ve “Evlerden Biri” romanlarında İkinci Dünya Savaşından sonraki İstanbul’u anlatır. “Cemile” ve “Avare Yıllarda” ise yazarın ilk gençlik dönemlerinde yaşadıklarına tanık oluruz. 1949’da yazdığı “Avare Yıllar”da yaşamının ilk gençlik bölümünü anlatırken, o dönem hakkında bilgilendirmektedir bizi. Köyden


Nisan 2008 • sayı: 37

kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi çarpıcı bir biçimde yansıtmıştır. Yoksullaşmış küçük-burjuva ailesinin bir türlü yeni durumu kabullenemeyişini, işçiliği beğenmeyişini anlatır. 1950’li yıllarda, şehirleşme, büyük kentlerde gecekondu artışı, rüşvet, particilik, yozlaşma, ekonomik kriz, göç gibi olgular konu olmuştur romanlarına. İşsizlik ve konut sorunu da asli konularından biridir yazarın. Orhan Kemal’in romanlarında anlattıkları kendisinin de içinde olduğu bir yaşamın ve güçlü gözlem gücünün birikimidir. Orta halli bir ailenin çocuğuyken birdenbire yoksulluğa düşmüş biri olarak, daha çocuk yaşta yaşamını sürdürebilmek için hamallıktan kâtipliğe kadar her işte çalışmış bir işçi olarak, işçileri çok iyi tasvir etmiştir. Toprağından, köyünden kopup gelmişleri, büyük şehirlerin kenarlarında iş bulamayan, derme çatma gecekondularda yaşayan, ayakta kalmaya çalışan, sınıf atlamak isteyen işçileri anlatır romanları. İşçi kızlar da fabrikalarda yerlerini almaya başlamışlardır, ama çoğunlukla zengin bir koca bulup işten ayrılmayı, “evlerinin hanımı olmayı” hayal edeceklerdir. Örneğin “Devlet Kuşu” romanında “Avare”nin iki kız kardeşi Mahmutpaşa’daki trikoda birlikte çalışırlar. Sabahın çok erken saatlerinden akşamlara kadar çalışmaları karşılığında ellerine geçen az miktardaki paranın büyük bir kısmını ise süs malzemelerine yatırırlar. Tek hayalleri kendilerini zengin bir beyin beğenmesidir. Fabrikalarındaki, mahallelerindeki delikanlıları hor görüp, kendilerini gecekondulardan kurtaracak, ev hanımı yapacak bir zengin erkek bulma düşüne kapılmışlardır. Romanlarında, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeyen işçilerin çektiği sancılara tanık oluruz. İzzet Usta gibi işçilerin etkin bir rolleri yoktur henüz. Kavelleri, 15-16 Haziranları ve 70’li yıllardaki mücadeleleri yaratanlarsa, bu romanların yazıldığı dönemlerde sancılı bir dönüşüm yaşayan işçilerin çocukları olacaktır. Tohumlar ekilmiştir, koşullar ne kadar sert olursa olsun, İzzet Usta gibi çetin koşullarda çetin sınavlar verenler uygun an geldiğinde ortaya çıkacaklardır. “Devlet Kuşu”nda, işçi sınıfının parçası olduğu gerçekliğini kavrayamamış, sınıf atlama hayalleri ile yaşayan, kolay ve hazır iş peşinde koşan, günübirlik yaşayan, başıboş, lümpen yaşamların örneklerini bol bol görebiliyoruz. Böyle bir yaşamı tercih eden “Avare”nin iç dünyası, küçükburjuva ruh halinin birebir örneğidir aslında. Çalışmak isteyen ama iş disiplinine gelemeyen, bir türlü işçi olamayan Mustafa’nın, namı diğer “Avare”nin en büyük düşü, Çemberlitaş’ta, kapısında müşterilerin kuyruk oluşturduğu bir köfteci dükkânıdır. Bu hayal, yapabileceği bir iş bulmasını da engellemekte, tüm yaşamını bu hayalin peşinden koşa-

marksist tutum

rak geçirmesine neden olmaktadır. Orhan Kemal’in romanlarında İstanbul’un kapitalistleşen çehresini de görürüz. Yoksulluk ve açlıkla boğuşan bir şehirde iki arada bir derede kalmışlık ruh hali fazlasıyla öne çıkmaktadır. Genç kızlar, kasiyerliği, fabrikalarda çalışmaya tercih etmektedirler. Kızları fabrikada çalışan aileler romanın bir yerinde mutlaka bu durumdan rahatsız olduklarını ifade etmekte, bir gün yeniden köylerine dönmeyi düşünerek teselli olmakta, eski yaşamlarını özlemektedirler. Aileler parçalanmakta, eski kuşak bunu bir türlü kabul edememektedir. Genç kuşak ise hem eskilerle savaşmakta hem yeniyi içine sindirmemiş olarak sınıf atlama hayallerinin batağında kıvranmaktadır. Ortada kalmışlar lümpenliğe dümen kırmıştır çoktan. 1966 yılında yazdığı “Evlerden Biri” romanı edebi açıdan pek başarılı bulunmasa da dönem hakkında bize oldukça fazla bilgi sunmaktadır. Şimendiferci Sadi’nin çocukları romanın merkezindedir. Burjuvaziye kalifiye işçinin gerektiği bir dönemde okumak, üniversiteye gitmek çok mühimdir işçiler arasında. Kâtiplik yapan İskender, bir işi olmasına rağmen hukukta okuyan kardeşiyle kıyaslanır daima, yaptığı işe göre değer verilir ona, o da değer görmek sevdasındadır. Bu yüzden hukuk okuyan küçük kardeşini kıskanır, aradaki eksikliği kapatmak için babasının evini satmak en büyük derdidir. Paraları karaborsaya yatırıp zengin olacak, kimsenin onu hor görmesine müsaade etmeyecektir. Hukuk öğrencisi Erdal da evi ister, yurtdışında mastır yapacaktır. Erdal için eğitim paraya dönüştürülecek bir yatırımdır, onun bir başkasına hükmetmesini sağlayacak bir olanak, sınıf atlamasını sağlayacak bir fırsattır. Ailede herkes onun için fedakârlık yapmıştır ve zamanı geldiğinde bunun karşılığını vermesini dört gözle beklemektedirler. Annesi, kız kardeşi ve babası ona kurtarıcı gözüyle bakmaktadırlar. Aslında herkes kendini düşünmektedir ve paylaşılacak bir mülk olan evi tek başına elde etmenin hesabını yapmaktadır. İki oğul da babanın ölümünü beklemektedirler. Aile kurumunun gerçek yüzünü çok iyi sergiler Orhan Kemal bu romanında. Aile ilişkileri artık para ilişkisine indirgenmiştir. Aile saadetinin yerini artık para hesapları almıştır. Orhan Kemal’in romanlarını okurken, insan ilişkilerinde paranın nasıl değer kazandığına, geride hiçbir insani değer bırakmayışına, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeyen işçilerin çektiği sancılara tanık oluruz. Sarılabilecekleri bir değer, tutunabilecekleri bir güç yoktur hayatlarında. Dürüst ve onurlu kalabilmeyi başarmak hiç de kolay değildir. İzzet Usta gibi işçilerinse etkin bir rolleri yoktur henüz. Kavelleri, 15-16 Haziranları ve 70’li yıllardaki mücadeleleri yaratanlarsa, bu romanların yazıldığı dönemlerde sancılı bir dönüşüm yaşayan işçilerin çocukları olacaktır. Tohumlar ekilmiştir, koşullar ne kadar sert olursa olsun, İzzet Usta gibi çetin koşullarda çetin sınavlar verenler uygun an geldiğinde ortaya çıkacaklardır. 

39


marksist tutum

Nisan 2008 • sayı: 37

Sermaye İşçi Sınıfını Örgütsüz Gördükçe Saldırıyor B

urjuva ideologların pembe tabloları, ekonomik krizin gizlenemez gerçekliği karşısında her gün biraz daha kararıyor. Kimileri aldatıcı iyimserlikleriyle, yaşanan krize gel-geç bir olgu olarak bakarken, daha gerçekçi olanlar, alarm çanlarına asılmaya başladılar bile. Giderek daha da kararan kriz tablosu elbette en çok işçileri ve emekçileri vuruyor. AKP hükümeti birkaç hafta öncesine kadar işsizliğin sözde azalmasını reklam faaliyetlerinin şaşalı bir unsuru olarak kullanırken, TÜİK’in son istatistikleri yayınlanıverdi. Öyle görünüyor ki, faaliyet amacı bizzat burjuvazinin yalanlarının istatistik kılığı altında “bilimsel hale sokulması” olan bu kurum bile, artık işsizlik gerçeğini örtmeyi başaramıyor. 2007’nin son üç ayını konu alan TÜİK verilerine göre, işsizlik bir önceki yılın aynı dönemine oranla 0,5 puan artarak yüzde 10,1’e çıkmış. Ancak TÜİK’in işsizlik hesaplarının ne büyük aldatmacalarla dolu olduğu herkesin malumu. Bin bir yöntemle rakamları düşük tutma operasyonları gerçekleştiren TÜİK’in işsizlik istatistiklerinde, “iş bulmaktan umudunu kesenler” bile işsizden sayılmıyor. Bu operasyonlara rağmen, işsizlik oranı yüzde 10’u geçmiş görünüyor. Aynı oran, söz konusu olan genç nüfus olduğunda, yüzde 20’ye fırlıyor. TÜİK’e göre işsiz sayısı bir yıl içinde 85 bin kişi artarak 2 milyon 350 bin kişiye çıkmış. Ancak, “iş aramaktan umudunu kesmiş olanların” da içinde yer aldığı “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” kategorisine sokulan insanlar da hesaba katıldığında, bu sayı neredeyse iki katına yükseliyor: 4 milyon 20 bin kişi. Ekonomik krizin yakıcılığını giderek daha fazla hissettireceği düşünülürse, bu artışın hızlanarak devam edeceği açıktır. Burjuva iktisatçılara göre, işsizliğin kademeli olarak indirilebilmesi için yılda en az 500 bin kişiye iş olanağı yaratılması gerekiyor. Ancak ekonomik krizin derinleşme sinyallerini alan burjuvazi, “istihdam daha da daralacak” demeye başladı bile. İşsizlik giderek yükselirken, Türkiye bir yandan da, AB ülkeleriyle kıyaslandığında çalışma saatlerinin en uzun ol-

duğu ülke. Pek çok sektörde, üç ya da daha fazla sayıda işçinin yapması gereken iş, daha yoğun ve daha uzun süre çalıştırılarak iki işçiye yaptırılıyor. Düşük ücret ve işsizlik kıskacı altındaki işçiler, yasal süreleri fazlasıyla aşan oranlarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Türkiye’de yasal çalışma süresi haftada 45 saat iken, fazla mesailerle birlikte bu süre ortalamada 50 saati geçiyor. Bazı sektörlerde ise 72 saati buluyor. Üstelik işçiler pek çok durumda, fazla mesai ücretlerini ya alamıyorlar ya da gecikmeli olarak alabiliyorlar. Hak-İş’in yayınladığı bir rapora göre, AB ülkelerinde ortalama çalışma süresi 48 saati aşmazken, Türkiye’de imalat sanayinde ortalama çalışma süresi 52,1 saate yükselmiş bulunuyor. Bu alandaki ortalama çalışma süreleri Yunanistan’da 42,7, Slovenya’da 40,3, İrlanda’da 39,1 saat. AB üyesi ilk 15 ülkenin ortalaması ise 38,5 saat. Yine bu rapora göre, Türkiye’de turizm ve ticaret gibi hizmet sektörlerindeki işçiler Avrupalı işçilere göre 1152 saat daha fazla çalışıyorlar. Ve kadınlar… İşsizlik oranının düşük gösterilmesi operasyonunun önemli bir ayağı olarak “işgücüne dahil olan nüfusa” dahil edilmeyen ve “ev işleriyle meşgul” kategorisine sokulup işsizden bile sayılmayan kadınlar, her zamanki gibi işçi sınıfının ekonomik krizden en fazla etkilenen kesimini oluşturuyorlar. TÜİK verilerine göre, “ev işleriyle meşgul” başlığı altında değerlendirilen kadınların sayısı son bir yıl içerisinde 237 bin kişilik bir artış göstermiş. Yani 237 bin kadın, çalışmayı bırakarak eve kapanmış. Çalışırken ayrımcılığa maruz kalan kadın işçiler, iş bulmakta da zorlanıyorlar. İşyerlerinde çalışmak dışında çocuk ve yaşlı bakımı, ev işleri gibi pek çok yükümlülüğü de sırtlanmak zorunda bırakılan kadınların çalışmamaya ya da işten ayrılmaya mecbur kalmalarının en büyük nedenlerinden biri, erkeklere göre çok daha düşük ücretlerle ve sigortasız olarak çalıştırılmaları. Aldığı ücret kreş ve yol parasını dahi karşılamaya yetmeyen on binlerce kadın, işten ayrılarak eve kapanmak zorunda kalıyor. TÜİK araştırmalarına göre, Türkiye’de lise-altı eğitimli kadınların yüzde 80’i, yüksek öğretim mezunu kadınlarınsa yüzde 31’i çalışmıyor. Tayip Erdoğan’a bu kadarı bile yetmemiş olacak ki, kadınlara en az üç çocuk doğurmalarını, dolayısıyla bir daha asla çıkmamacasına eve kapanmalarını salık veriyor. Sermaye, işçi sınıfını dağınık ve örgütsüz gördükçe saldırıyor. Bütün bu saldırılar burjuvazi için aynı zamanda işçi sınıfının gücünün sınandığı bir test unsuru haline gelmiştir: Nereye kadar gidilmeli ve nerede durulmalı? Bunun yanıtını saldırılara karşı gösterdiğimiz tepkiler ölçüsünde biz veriyoruz. Sessiz mi kalıyoruz, bilelim ki dahası da gelecek; sesimizi yükseltiyor muyuz bilelim ki burjuvazi geri adım atmak zorunda kalacak. Unutmayalım ki, bıçağın kemiğe dayanmasına izin veren de, onu kapıp burjuvazinin gırtlağına sarılacak olan da bizleriz. Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi

40


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Ses Silahı da Sizi Kurtaramaz!

E

mperyalist savaş dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Özgürlük ve demokrasi palavrasıyla yürütülen emperyalist savaşın tek amacı daha fazla pazar ve kâr elde etmektir. Uzayda, havada, karada ve suda kullanılan silah teknolojileri eşliğinde, kapitalizm yeni bir dünya savaşına doğru doludizgin ilerliyor. Emperyalist ülkelerde üretilen gelişmiş silahları almak için tüm dünya devletleri kuyruğa girmiş durumda. Nihayetinde hiçbir silah depoda çürütülmek üzere sipariş verilmiyor. Tüm bu silahlar içeride işçi ve emekçi sınıflara karşı, dışarıdaysa dünya halklarına karşı kullanılıyor, kullanılacak. Sınıflı toplumların tarihi boyunca bilimi öldürücü silahların yapımına alet etmekten çekinmeyen egemenler, yeni silahlar üretmeye devam ediyorlar. Örneğin silah üretici firmalardan sadece bir olan American Technology Şirketi, 2004 yılında ABD donanması ile milyonlarca dolarlık anlaşmaya imza atarak, yürüyen emperyalist savaştan büyük kârlar elde etti. Bu firmanın ABD ve tüm dünya ordularına pazarladığı silahlardan biri de LRAD adlı silah. ABD’de dört yıl önce üretilen LRAD (Uzun Erimli Ses Aygıtı), insanlık dışı teknolojinin son ürünü. 15 kilo ağırlığında, her yere monte edilebilen bu silah, 2 kilometreye ulaşan çaptaki geniş bir alanda, insan kulağını sağır edecek şiddette ses dalgaları yayıyor. Silah ilk kez ABD ordusu tarafından Irak’ta kullanılmış. Felluce, Al Anbar ve Sadr şehirlerindeki askeri birlikler, kalabalıkları dağıtmak, binaları boşaltmak için bu silahı kullanıyorlar. Sosyal patlamanın, işçi mücadelelerinin, halk isyanlarının sınırındaki Türkiye kapitalizmi de, kendini koruyacak faşizan yasaların yanı sıra, işçi-emekçi kitleleri katletmeye yönelik yeni silahların siparişini veriyor. TC devleti yukarıda sözünü ettiğimiz silahı 2008 yılında cephaneliklerine kattı. Türkiye’ye C2-Tech adlı şirket tarafından getirilen bu silah, ilk kez 8 Mart

Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlaması esnasında Kadıköy’de kullanıldı. Miting başlamadan önce polisler üzerinde denenmiş ve oldukça da başarılı bulunmuş. Polis yaptığı açıklamada “Bu sesle göstericilerin bir kısmı dağılır. Meselâ 3 bin kişi varsa 2 bini dağılacaktır. Polisle çatışacak insanlar kalır. Onlara da su ve gazla müdahale edilir” demiş. Ne de olsa, işçi-emekçi kitlelerin her türlü hak arama mücadelesine saldırmak, tutuklamak, sakat bırakmak ve hatta katletmek polisin uyguladığı sıradan yöntemler.

İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük propagandasıyla işçi ve emekçilerden oy alan AKP hükümeti, çıkardığı baskı yasalarıyla, sipariş ettiği silahlarla, insanlara karşı uygulanan şiddetin dozuyla, tüm söylemlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya sermiş bulunuyor. Burjuva hükümetlere verilen her oy, bir süre sonra tazyikli su, biber gazı, cop ve kurşun olarak geri dönüyor. Şiddet tekelini sınırsızca kullanan sermaye devleti böylece kendi iktidarını koruyacağını sanıyor. Cop, su, gaz ve kurşundan sonra, işçi ve emekçiler şimdi de kulakları patlatacak ses silahıyla tehdit ediliyor. Ama tarih gösteriyor ki, tüm çabalarına rağmen burjuvazi, işçi sınıfının ayağa kalkmasını engelleyememiştir. Evet, işçi sınıfına ağır darbeler vurulmuş, örgütleri dağıtılmış ve sınıf hareketi gerilemiştir. Ancak her seferinde işçi sınıfı yeniden kendini toplayarak ayağa kalmıştır. Bundan sonra da burjuva devlet örgütlü bir şekilde ayağa kalkan işçi sınıfını durduramayacaktır. Ayağa kalkan işçi kitleleri, sömürüye, açlığa, şiddete ve tüm bunların sorumlusu olan kapitalizme son vereceklerdir. Bu kesindir. Tarihin kanunları bunu emretmektedir. Ama on yol sonra ama yüz yıl sonra… Marksist Tutum okuru bir basın emekçisi

41


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

“Eti Senin Kemiği Benim” AKP hükümetinin işçi sınıfına yönelttiği saldırılar aralıksız sürüyor. İşçi sınıfının uzun yıllar önce mücadele ederek kazandığı haklar bir bir elinden alınıyor. Burjuvazi lehine inanılmaz düzenlemelere gidiliyor. Saldırılarını iyice pervasızlaştıran AKP hükümeti gözünü şimdi de çocuk işçilere dikmiş bulunuyor. Çocuk işçi çalıştıran patronlar lehine yeni düzenlemeler gerçekleştiren hükümetin, ne denli “adalet”li olduğunu emekçiler bir kez yaşayarak görecekler. AKP hükümetinin hazırlamış olduğu İstihdam Paketine göre, ağır ve tehlikeli işlerde çocuk işçi çalıştırmanın cezası 100 YTL’ye indiriliyor. Evet, sadece 100 YTL’ye! Şu anda yürürlükte olan yasaya göre bu suçun cezası, kaçak olarak çalıştırılan çocuk sayısına bakılmaksızın, 904 YTL. Fakat yeni düzenlemeye göre, ceza çocuk sayısına bakılarak kesilecek ve her bir çocuk için 100 YTL olacak. Yani patronlar 100 YTL ceza vererek özgürce çocuk işçileri sömürebilecekler. Yasalara göre çocuk işçilerin ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasak. 14 yaşından küçük çocukların her türlü işte çalıştırılması yasaklanmışken, 14-18 yaş arasındaki çocuk işçilerin sadece yeraltı ve su altı işlerinde çalıştırılması yasak. Yine çocuk işçilerin sanayide gece çalıştırılmaları da yasak. Ancak yasak olmasına rağmen çocuklar madenler de dahil olmak üzere tarımdan sanayiye her alanda ucuz işgücü olarak çalıştırılıyorlar, hatta kiralanıyorlar. Çocuk işçilerin çalıştırılması Türkiye’ye özgü değil maalesef. Makineleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte, daha fazla kâr elde etmek isteyen kapitalistler, ucuz işgücü olan kadınları ve çocukları madenlere ve fabrikalara doldurmaya başladılar. O günden bu yana da, dünya ölçeğinde çocuk işçiler kapitalistler tarafından alabildiğine sömürülmekteler. Dünyadaki rakiplerine kafa tutan Türkiye sermayesi de bu alanda elinden geleni ardına koymuyor.

Türkiye’de sayıları hızla artan yoksul kadın ve erkeklerin sayısı, 2006 verilerine göre 12 milyon 930 bin kişiye yükselmiş bulunuyor. Neredeyse her 5 kişiden biri yoksul. Aynı yıla ait verilere göre toplam 5,3 milyon yoksul çocuk var. Bu yoksul çocuklar kimi zaman sokak başlarında tiner çekiyor, dileniyor veya su satıyorlar, kimi zamansa fabrikalarda ağır ve tehlikeli işler dâhil olmak üzere, sabahtan akşama dek çalıştırılıyorlar. Hakları budanan, asgari ücrete talim ettirilen, vergiler altında ezilen işçi aileleri giderek yoksullaşıyorlar. Çoğu asgari ücretle çalışan işçilerin geçinebilmeleri için neredeyse tüm aile bireylerinin iş bulup çalışması gerekiyor. Eğitim, sağlık ve oyun hakkından yoksun bırakılan işçi çocukları, böylece kaçınılmaz olarak daha 5 yaşından itibaren sermayenin kucağına itilmeye başlıyorlar. Türkiye’de 5 yaşında çalışmaya başlayan binlerce çocukla birlikte, çalışma yaşı alabildiğine aşağıya inmiş durumda. Küçücük çocukların çalışması, insanlık düşmanı emperyalist-kapitalizmin barbarlığını gözler önüne seriyor. Başbakan bir yandan 8 Mart vesilesiyle kadınlara seslenip “daha fazla çocuk yapın” derken, diğer yandan da çocuk işçi çalıştıran patronlara verilen cezalarda indirime gitmekten çekinmiyor. Doğrusu sermayenin altın kuralını çok iyi biliyor tüccar başbakan: insani değerler çöpe, ticari değerler başa. Yani burjuva politikacılar çok çocuk yapın derken, kapitalistlere taze ve bol işgücü üretin demek istiyorlar. Son yıllarda tüm dünyada ekonomik krizlerin ve savaşların ortasında büyüyen çocukları bekleyen tehlikeler misliyle artıyor. Bugün burjuvazinin emrindeki çocuk işçiler, yarın burjuva orduların emrindeki çocuk askerler olarak, sınıf kardeşlerini öldürmeleri için cephelere gönderileceklerdir. “Eti senin kemiği benim” anlayışıyla yasal veya yasadışı her tür işte çalıştırılmaya itilen çocuklarımızın bugünü ve geleceği burjuvaziye teslim edilemez. Burjuva hükümetlerin amacı sermaye için daha fazla kâr getirecek düzenlemelere gitmektir. İşçi ve emekçi sınıfların A’dan Z’ye tüm haklarına saldıran burjuvaziye ve onun hükümetlerine dur demeden insanca hayat sürmemiz beklenemez. Kapitalist sistem yok edilmeden ne çocuk ve genç işçilerin ne de kadın ve erkek işçilerin kurtuluşu mümkündür. Her yaştan insanın eşit, özgür ve mutlu olarak yaşayacağı yegâne sistem sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya olabilir ancak. Çocuklarımıza sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya bırakmak için kapitalizme karşı mücadeleye! Kartal’dan bir matbaa işçisi

42


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Görmememizi İstiyorlar Marksist Tutum dergisinin 34. sayısındaki İnsanlık Kapitalizmin Hedef Tahtasında adlı yazıda kapitalistlerin insan soyu üzerindeki “bilimsel” araştırmalarının ne derece vahşi olduğunu okuduk. Birçok insan gibi ben de bu yazıyı okuduğumda bu kadar da olur mu cümlesini kendi kendime birçok kez tekrarladım. Kapitalistlerin kârlarına kâr katmak için bilimsel araştırma adı altında, insan aklının sınırlarını zorlayan ve insanlığın yok olması pahasına gerçekleştirdikleri vahşete tanık olduk. Kapitalistlerin kendi çıkarları için, “bilimsel araştırma” adı altında, hastalık yayan kimyasalları kendi halkları üzerinde nasıl denediğini ve binlercesinin ölümüne neden oluğunu okuduğumuzda, onlar için kendi halklarının bile elde edecekleri kârlarının yanında ne kadar değersiz olduğunu gördük. Evet onların elde edecekleri kârların yanında bizim sağlığımızın hiçbir önemi yok. Yazıda dünyada yaşanan kitlesel katliamları okuduk. İnsan sağlığının hiçe sayıldığı durumlar günümüzde de yaşanmaktadır. Biraz durup düşündüğümde aklıma birkaç örnek geliyor. Kendi yaşantımdan birkaç örnekle konuyu biraz açmak istiyorum. Benim babam işçi emeklisi ve yaklaşık 30 yıllık bir işçilik hayatı var. Bu işçilik hayatının uzunca bir bölümünü petrokimya sektöründe geçirdi. Fabrikada üretilen lastik parçalarında kullanılan kimyasalların etrafa saçtığı koku fabrikanın önünde bulunan ana caddeden bile hissedilirdi. İnsan sağlığını hiçe sayan bu kimyasallar babamın yıllarını geçirdiği bu fabrikada koku alma duyusunu kaybetmesine neden oldu. Babamın bu durumu beni hep çok üzerdi. Annemin yaptığı güzel yemeğin kokusu her tarafı sarardı, ama babam koku almadığını söylerdi ve biz gülüşürdük. Çünkü o yemeğin kokusunu almaması imkânsız derdik. Sonra çok üzülürdüm babamın bu durumuna. Düşünsenize güzel kokan bir çiçeğin kokusunu alamamayı veyahut güzel bir yemeğin kokusundan mahrum kaldığınızı. Bir örnek de kendi yaşantımdan vermek istiyorum. Ben de metal sektöründe çalışan bir işçiyim. Fabrikada yıllık yapılan sağlık kontrolleri adı altındaki periyodik muayene geçenlerde yapıldı. Çalıştığımız fabrikada sağlık koşulları alabildiğine kötü ve preslerden çıkan sesler insan kulağına çok zararlı. Yapılan muayene ciğer filmi çekilmesi ve kulak testi idi. Çekilen ciğer filmlerinde hiçbir problem çıkmaması ve ne kadar sağlıklı kontrol edildiği ayrı bir tartışma konusu. Kulak testinde 210 kişinin çalıştığı fabrikada sadece 6 kişinin duyma problemi yaşamadığı ortaya çıktı. Yani 204 kişi değişik oranlarda duyma problemi yaşıyor. Muhtemelen bir dahaki muayenede diğer 6 kişi de duyma problemi yaşayacaktır. Yani kapitalizm duyma hissimizi öldürmekte.

Peki, hangimizin eli veya teni fabrika hayatına başlamadan önceki gibi duruyor. İstisnasız hiçbir işçinin öyle değil. Kullanılan makine yağlarının, kimyasalların üzerine bir de kullanılan adi el yıkama sabunları eklenince insanlığın diğer bir organı da giderek özelliğini yitirmektedir. Yine çalıştığım fabrikadan bir örnek vermek istiyorum. Bir arkadaşımızın elinde, kullanılan kimyasallar nedeniyle kabarmalar oluştu. Sonra viziteye çıkan arkadaş yaklaşık iki hafta istirahat aldı ve eli kısmen iyileşti. İşbaşı yaptığında ise doktorun verdiği kremleri hâlâ kullanıyordu. Ancak çalıştığı bölüm sac parçaları ile ilgili olduğundan eldivenle çalışmak zorundaydı. Ve eline doktorun verdiği kremi süren arkadaş üstüne eldiveni giyince hava almayan elinin alerjisi vücudunun çeşitli yerlerini de sardı. Ve şu an işten atılması gündemde. Patronun, işçi arkadaşımızın elini düşünme gibi bir derdi yok. Onun yerini doldurmak için arkadaş daha izindeyken hesap yapmaya başlamışlardı. Bunların hepsi gündelik hayatımızda benzer şekilleriyle neredeyse hepimizin karşılaştığı sorunlardır. Kapitalistler insan sağlığını hiçe sayarken işledikleri suçları da halkın gözünde meşru kılmaya çalışmaktadır. Bunun için yazılı görsel basın da dahil bütün aygıtları kullanıyorlar. Bunu büyük ölçüde başardıkları da inkâr edilemez bir gerçektir. Dostlar, onlar bizlerden bir duyumuzu daha istemektedirler. Bizlerden onların işledikleri insanlık suçlarını, işçiemekçi kitleri sömürerek hayatlarını devam ettirdiklerini, tüm insanlığın kurtuluşunun işçi sınıfının elinde olduğunu ve bunun için de işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünün yaratılması gerektiğini görmememizi istiyorlar. Bizleri her şeyin “gönüllü olarak”, “kimseyi zorlamadan” yapıldığı masalı ile uyutup duruyorlar. Kapitalistlerin dayattıkları gönüllülük değil olsa olsa zorunluluktur. Kapitalizmin yıkılması ve tarihin çöp sepetine gönderilmesi, işçi sınıfının uluslararası alanda örgütlülüğü sayesinde olacaktır. Örgütlü mücadeleye katılmak bugün açısından özellikle işçi sınıfının genç bireyleri için gönüllülük değil zorunluluk haline gelmiştir. Fabrikalarda babalarımızın, kendimizin ya da arkadaşlarımızın yaşadığı olaylar karşısında üzülmekle yetinmemeliyiz. Kapitalist sistem var olduğu sürece en yakınımızdaki insanlar ve hatta kendimiz de her an bir organımızı ya da duyumuzu kaybetme riski ile karşı karşıyayız. Bunların tek suçlusu kapitalist sömürü düzenidir. Kapitalizm bizleri yok etmeden biz onu yok edelim. İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci mücadelesini yükseltelim. Gebze’den bir metal işçisi

43


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Marksist Tutum diyor ki… İşçi sınıfı ve Kürt halkı için zor bir Newroz kutlamasını geride bıraktık. Türkiye coğrafyası üzerindeki iki büyük toplumsal kesim (işçi sınıfı ve Kürt halkı), gün geçtikçe egemen sınıfların dozu artan sömürü ve baskılarıyla karşı karşıya kalıyor. 23 Mart Newroz sabahı İstanbul Kazlıçeşme’de işçi sınıfının ve Kürt halkının sesi birleşerek anlamlı bir dayanışma sergiledi. Biz de bu birlikteliğin sesini “Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum” diyerek Newroz alanında gür bir şekilde haykırdık. Üçüncü yılını dolduran Marksist Tutum enternasyonalizmden asla taviz vermedi. Marksist Tutum işçi sınıfının devrimci sesi ve ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkının tutarlı savunucusu oldu. Bu öz güvenle Marksist Tutum’u alanı dolduran yüzbinlere coşkuyla, kararlılıkla ve umutla haykırdık. Her haykırışımıza Marksist Tutum diyor ki ile başladık: “Marksist Tutum diyor ki, Kürt halkına özgürlük!” “Marksist Tutum diyor ki, Filistin halkına özgürlük!” “Ortadoğu’ya barış işçi devrimiyle gelecek!” ün birer devrim so Devamında, barışın ve halkların özgürlüğünün sone gücün dünya işrunu olduğunu ve bu devrimi yapacak yegâne m’u, emperyalist saçi sınıfı olduğunu haykırdık. Marksist Tutum’u, n sorunlarına ilişkin vaşlara, ulusal soruna ve sınıf mücadelesinin a Newroz boen özlü sloganlarımızla, kısa tanıtımlarımızla ye özellikle yunca kortej kortej gezerek anlattık. Dergiye oğu göç etKürt emekçiler yoğun bir ilgi gösterdiler. Çoğu mik sorunmiş, kısıtlı eğitim imkânı bulmuş ve ekonomik larla boğuşan Kürt emekçilerin politik bir dergiye bu denli ilgi göstermesi oldukça sevindiriciydi.. Mücadele arak artıyoreden bir halkın politikaya ilgisi de doğal olarak en diller, Kürt du. Zafer işareti yapan eller, “edi bese” diyen yordu. emekçilerin politikleşme düzeyini de gösteriyordu. Derginin kapağındaki “Haksız Savaşa Son! Kürt Halkının Demokratik Talepleri Karşılansın” üst başlığıı haklı olarak hemen dikkat çekmişti. Fakat tekrarlarsak bu bir rasttasıydı ve lantı değil enternasyonalizmin temel bir kıstasıydı Marksist Tutum’un her sayısında kararlılıkla dile geeki derliyordu. Bir… On… Yirmi… derken elimizdeki mli olan giler bir çırpıda tükenmişti. Fakat asıl önemli ren başdergiyi tanıtmaktı. İnsanın hayatını dönüştüren me vesile langıçlar için bir adım attırmak, bu dönüşüme olmaktı. Devrimci Marksizmin, enternasyonalizmin, öncü işçileruluşturulması le ve ezilen ulustan mücadeleci işçilerle buluşturulması içinden geçtiğimiz dönemde bir kat daha acilil hale gelmişrmandırıldığı tir. Milliyetçilik, şovenizm ve faşizmin tırmandırıldığı yanık olmamevcut süreç, işçi ve emekçi sınıfların çok uyanık rklarına kalarını ve egemenlerin yalan makinesinin çarklarına pılmamalarını zorunlu kılıyor. Unutmayalım m ki, bugün demirci Kawaların kapitalizmin sömürücü Dehaklarına Marksist bir çekiç olmadan vurması imkânsızdır. zdır. Marksist rksist Tutumcu işçiler

44

Marksist Tutum’un Sesi Newroz’un İsyan Ateşine Karıştı Sınıf mücadelesinde işçiler için bir kılavuz olma misyonunu yüklenmiş olan Marksist Tutum dergisi 3 yaşını geride bıraktı. Bu üç sene boyunca Marksist Tutum, Kürt sorunu konusunda Marksizmin ışığında yaptığı değerlendirmeleriyle Kürtlerin haklı mücadelesine hep destek verdi. 23 Mart Pazar günü Kazlıçeşme’de Newroz kutlamaları gerçekleştirildi. Bu yılki Newroz’a yüz binler eşlik etti. Devrimci gurupların da katıldığı kutlamalar büyük bir coşku ile gerçekleştirildi. Ben de bir Marksist Tutum okuru olarak, Newroz kutlamalarında dergimizin satışına katıldım. İlk defa böyle bir günde dergi satacaktım ve insanların tepkilerini oldukça merak ediyordum. Dergimizin 36. sayısının kapağı şöyleydi: “Haksız Savaşa Son! Kürt Halkının Demokratik Talepleri Karşılansın!” Kapak başlığı ve “Haksız giriş yazısı tanıtımımızı kolaySavaşa Son!” adlı gir dolaşarak ve bağıra bağıra laştırdı. Meydanda d dergimiz, insanların ellerinde satışını yaptığımız der başladıkça keyfimiz ve çabalarımız çoğalmaya başladıkç da arttı. Tek ttek insanları durdurup anlattık onlara, dergimizin Kürt halkının özgürlük mücadelesine yaklaştığını. Bizler bulundunasıl yak ğumuz kkutlamaların kapsamı ve içeriği nedeni ile daha çok Kürtlerin içinde bulunduğu yaKürtle kıcı sorunları öne çıkartarak tan tanıtım yapmaya çalışırken, bazılarının derginin arkasınba daki “Paris Komünü” yazıda sı sını görüp iki tane birden almak istemesi bizi hem şaal şırttı hem de sevindirdi. şırtt Meydanın her tarafında yanMey kılandırdık dergimizin sesini ve kıland slogan sloganlarını: “Kürt halkına özgürlük, Kurdara azadi!”, gürlük “Başkas “Başkasını ezen bir ulus özgür olamaz!” Meydan kalabalıklaştıkça yeni Meyda yüzlere sunmaya devam ettik Tutum’u. Böylece Marksist Marksist T Tutum’un se sesini, Newroz’un isyan atekarıştırmanın gururu ile bitirdik şine karıştırm dergimizi ve bu coşkulu günü. Gebze’den bir metal işçisi


Nisan 2008 • sayı: 37

marksist tutum

Marksist Tutum’u oku, okut! “İşçi sınıfının sesi Marksist Tutum!”, “Marksist Tutum Kürt halkına özgürlük diyor!”, “Başkasını ezen bir ulus özgür olamaz!” diye haykırıyorduk Newroz kutlamasındaki dergi satışında. 23 Mart Pazar günü Kazlıçeşme’de kutlanan Newroz’a 200 bin civarında Kürt-Türk işçi ve emekçi katıldı. Sabah alana gittiğimizde henüz fazla kimse yoktu, ama saatler ilerledikçe insanlar akın akın gelmeye başladılar. İlk defa Newroz’a katılıyordum ve bu ilk katılışımda da Marksist Tutum’u miting alanındaki tüm insanlara tanıtıyordum. Arkadaşlarımla beraber ellerimizdeki Marksist Tutum’u yukarı kaldırarak haykırdığımız taleplerle adeta gelen kitleleri karşılıyorduk. İnsanlar kulak kesiliyordu söylediklerimize. Önümüzde yürüyenler arkalarına bakıyor, yanımızda olanlarsa bize döndürüyorlardı başlarını. Hatta geçen gençlerden biri, ben “Marksist Tutum diyor ki Filistin

halkına özgürlük!” dedikten sonra, “neden Kürt halkına da özgürlük demiyorsun?” dedi. Ben de “biraz önce söyledim ama senin için bir kez daha söylerim” dedim ve haykırdım: “Marksist Tutum diyor ki, Kürt halkına Özgürlük! Kürt halkının demokratik talepleri karşılansın!” Marksist Tutum çıktığı günden beri, Kürt halkına karşı yürütülen imha ve inkâr politikalarını, içinde yaşadığımız kapitalist sistemi ve onun çürümüşlüğünü, güncel politik olaylar üzerinden Marksist bir bakış açısıyla bizlere anlattı ve anlatmaya da devam ediyor. Burjuvazinin gazete ve dergileri gibi her bayide bulunmuyor. Ama bizler gittiğimiz işçi mahallelerine ve tanıştığımız yeni insanlara onu her fırsatta tanıtıyoruz. Newroz mitingine katıldığım ve Marksist Tutum’u onu henüz tanıma fırsatı bulamamış işçilere tanıttığım için mutluyum. Marksist Tutum’u oku, okut! Kartal’dan Marksist Tutumcu bir işçi

“Muz Cumhuriyeti” Son birkaç aydır medyada polislerle ilgili alışık olmadık türden haberler yer alıyor. Çok zor koşullarda çalışan polisler meğer birer melekmiş. Polis kendilerine taş atan çocuklara hediyeler vermeye başlamış. Bu haberlerin ilki Adana’dandı. Adana’da DTP’nin düzenlediği “Edi Bese” mitingleri sonrasında polis, çocuklara muz dağıtmış. 10 kilo muzdan bir tane almak için çocuklar adeta birbirini ezmişler. 10 kilo muz ile ülkenin en temel sorunu bir çırpıda çözülmüş oldu. Ne diyelim böylesi muz cumhuriyetinde dahi görülmüş değil! Bilindiği gibi “Artık Yeter” mitingleri Kürt halkının yaşadığı birer imdat çığlığına dönüşmüştü. İnkâr, asimilasyon, baskı ve operasyonlara karşı, çocuk, kadın, yaşlı demeden alanlara çıkmıştı Kürt halkı. Fakat Türkiye Cumhuriyeti mitingleri derhal yasakladı. Adana’daki miting için bir araya gelen Kürtleri polis durdurmuştu. Çevik kuvvet ekipleri mitinge izin vermeyerek, kitleyi dağıtmak için saldırıya geçmişti. Mitingin hemen ertesinde çevik kuvvet şube müdürlüğünde görevli emniyet müdürü sokaktan geçen bir seyyar satıcıyı durdurmuş ve çocuklara bedavaya 10 kilo muz dağıtmıştı. Medya tarafından çekilen görüntülerde bol bol övülmüştü polis. Halka şefkatli, güler yüzlü, iyi Türk polisi portresi çizilmişti. Bu küçük olayın ardı gelmeye devam etti. Polis mitingler ertesinde etrafına toplanan çocuklara çeşitli hediyeler vermeye devam etti. Örneğin 8 Mart veya Newroz öncesinde polis çocuklara hediye vermeyi sürdürdü. Muz ile başlayan hediyeler harçlık, ayakkabı, kitap, defter, sinema bileti ve kalem ile devam etti. Bir ara kameralar önünde çocuklardan biri bilgisayar istiyorum demişse de, polis “bilgisayar bende yok” diyerek sınırları çizmiş oldu. Artık iyice deneyim kazanan polis ve medya bu kez çocuklardan demeç de almaya başladı. 19 Mart günü Newroz’u kutlamalarına izin vermeyen polis, eylem sonrasında medya ile yine kameraların karşına geçti. Çocuklara kalem dağıttı ve kalemlerin karşılığında çocuklara şunlar söylettirildi: “Biz Atatürküz (Atatürkçüyüz demek istiyor), onlar Apocudur. Bizi Atatürk kurtardı.” Hem polis hem medya çocukları alet ederek, kendince

Kürt sorununa neşter atıyor. Kürt çocuklarına verilen rüşvetler psikolojik savaşın birer aracı oluyor. Hem polis aklanıyor, hem de medya muza, kaleme, ayakkabıya saldıran küçük çocukların birbirini ezmesini haber yapıyor. Medya haberi yorumlarken, örgütün çocuklara para, çikolata ve top vererek çocukları kandırdığını, karşılığında çocuklardan polise taş, molotof ve slogan atmasını istediğini söyleyerek bilinçleri bulandırmaya çalışıyor. “Bu çocuklara biraz emek verilirse dağlarda kimse kalmaz, Kürt sorunu biter” diyerek biraz daha ileri giden yorumcular da oluyor. Oysa polis kimseye güven vermiyor, tersine herkese korku vererek mülk sahiplerini korumaya çalışıyor. Grev, miting ve gösterilerde bir araya gelmiş kalabalıkları dağıtmak için polisin eli sınırsız yetki ve araçla donatılmış durumda. Polis yıllarca çocuk, kadın, yaşlı demeden insanlara şiddet uygulamadı mı? Panzerleri göstericilerin üstüne süren, göz yaşartıcı gaz ve su sıkmaktan çekinmeyen aynı polis değil mi? Hangi çocuk ellerinde cop, silah, kalkan gördüğü polise sempati duyabilir?

Kürt sorunu kanamaya devam ediyor. Uzun yıllardır her türlü polisiye önleme rağmen Kürt direnişi yok edilemedi. Kürt halkı yediden yetmişe yıllardır haklı talepleri için mücadele veriyor. Ekonomik, kültürel, siyasal, ulusal talepleri uğruna mücadele veren Kürt halkını, çocukça yöntemlerle kim kandırabilir? Marksist Tutum okuru bir Kürt emekçi

45


Okurlarımızdan 65 yaşına kadar çalışabilecek miyiz? Yeni Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasası Haziran ayında yürürlüğe girecek. Bu saldırı paketindeki maddelerden biri, emeklilik yaşını kademeli olarak yükseltip hem kadınlar hem de erkekler için 65 olarak belirliyor. Geçenlerde işyerinde tanık olduğum bir olay bu yasanın aslında ne anlama geldiğini bir kez daha gösterdi. Çalıştığım bölümde 18 yıldır bu fabrikada çalışan bir abimiz var. 18 yıldır emeğini, saatlerini, en güzel, en verimli yıllarını bu fabrikaya vermiş 48 yaşında bir işçi. Patron uşağı bölüm müdürü ise işe alınalı henüz 1 yıl olmadı. Yaptığımız iş, yoğun bir dikkatin yanı sıra hız ve pratiklik gerektiren bir iş. Dolayısıyla yaşça daha genç arkadaşların işin doğası gereği elleri daha hızlı ve daha pratik olduğu için daha çok iş çıkartıyorlar. Üstelik bu abimiz gibi uzun yıllardır burada çalışmadıkları için ücret olarak da daha az alıyorlar. Sözünü ettiğim işçi, hiçbir şekilde tembellik yapmadığı, elinden geldiğince işini yetiştirmeye çalıştığı halde bazen işin gecikmesi söz konusu olabiliyor. Bu durum patron uşağı müdürün canını sıkıyor olmalı ki, her fırsatta bunu dile getiriyor. 18 yıllık emeğini hiçe sayarak, bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi olup olmadığını hiç düşünmeden bir açığını bulup bu işçiyi işten çıkartmaya çalışıyor. Tek sebebi de yaşından dolayı elinin biraz ağır olması. 40’ını geçen işçinin dönüp yüzü-

Bizler robot muyuz? Merhaba dostlar! İçinde yaşadığımız toplumsal yapı biz işçiler için o kadar yaşanılmaz bir sistem haline geldi ki; çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu vb. neresinden bakarsan bak iğrenç. İşçi sınıfının örgütsüz olması nedeniyle bu sistem hâlâ yaşıyor. Örgütlülükten yoksun olan işçi sınıfı, örgütlü olan patronlar sınıfı karşısında mekanik aygıtlara dönüştürülmüş durumda. Ben büyük bir fabrikada çalışmadım hiç. Bu nedenle büyük işyerlerindeki koşulları ancak arkadaşların anlattıkları kadarıyla biliyordum. Örneğin işe başlama ve paydos saatlerinde zil çalmasından bahsetmişlerdi. İlk duyduğumda pek anlamamıştım ama şimdi ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum. Benim çalıştığım işyerine de zil taktılar. Zil sesi o kadar iğrenç ki, ilk duyunca insan yangın var zannediyor. İşçi arkadaşlar arasında, ilk takıldığında şakalaşmaların yapıldığını gördüm. İş bırakanlar arasında zil çalmadan önce bıraktın, sonra bıraktın muhabbetleri oluyor. Zil artık bizim için bir refleks haline geldi. Zili ilk duyduğumda bu da neyin nesi diye sorduğumda arkadaş şöyle dedi: “Bundan sonra bu zil sesine göre hareket edeceğiz”. O anda okuduğum bir yazı şimşek gibi çaktı beynimde. Bir bilim adamı olan Pavlov’un şartlı refleks deneyleri geldi aklıma. Köpekler üzerinde yapılan bu deneylerde, köpek-

46

ne bile bakmayan patronlar, piyasada bolca bulunan genç işsizlerden kadrosunu tamamlıyor. Görünen o ki bizi 65 yaşına kadar sömürmek isteyen asalaklar sınıfı, bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Bu yaşa kadar çalışmak zorunda olmanın bedeli düşük ücret, hakaret, uzun çalışma saatleri olacak gibi görünüyor. Geçenlerde müdür sözünü ettiğim işçiye bizi göstererek, “onlar nasıl yapıyorlar, sen de yapacaksın. Elinden geleni değil, elinden gelenin fazlasını yapacaksın!” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Emekliliğine birkaç sene kalmış olduğu için hiç sesini çıkarmadı işçi. “Biraz daha dişimi sıkayım sonra kurtulacağım bütün bunlardan” diye düşünüyor. Hâlbuki unuttuğu bir şey var. Çocuğunun, belki de hayatta en çok değer verdiği insanın da geleceğini kararttılar. Ve onun çocuğu kendisi kadar “şanslı” olmadığı için 51 yaşında değil 65 yaşında emekli olacak. Ve çok büyük olasılıkla onun maruz kaldığı baskılardan, hakaretlerden çok daha fazlasını yaşayacak. Tabii eğer 60’ına geldiğinde hâlâ bir işi varsa. Gelecekte öyle bir zifiri karanlık bekliyor ki bizi, bugünkü karanlığımızı arıyor olacağız. Artık bir seçim yapmamız lazım. Ya bu karanlık bizi boğacak ya da biz mücadele edip bu karanlığı boğacağız.

lerin sürekli bir uyaran (zil) ile uyarıldığı ve zil sesinden sonra köpeklere yemek verildiğini, belirli bir zaman sonra köpeklerin mekanik olarak her zil sesinden sonra yemek için havladığını okumuştum. Deneyin sonucu kafamda canlandı. Arkadaşların çay ya da yemek için koşuşturmalarını gözlemledim. Bizler köpek değiliz, doğru. Fakat patronların gözünde bizim insan olarak bir değerimiz yok ki. Zil takılmadan önce saate bakıp paydos ederdik ya da işbaşı yapardık. O zaman tam bir mekaniklik söz konusu değildi. Şimdi zil sesi duyulmadan makineler kapatılmıyor. Tam robotlaştık diyebilirim. Arkadaşlar durumun nereye gittiğinin bile farkında değiller. Sadece zil çalmadan işbaşı yapmam diye düşünüyorlar. Oysa patronlar bizi birer robot gibi aynılaştırıyor. Kendi kurallarına göre şekillendiriyor. İşbaşında konuşmanın yasak, tuvalete gitmenin bile sorun olduğu bir işyerinde 11 saat çalışmak ve patronun keyfi kurallarına uymak zorunda olan bizlere şimdi de mekanikliğin uç noktası dayatıldı. Sessiz sedasız kabul ettik. İşyeri büyük bir yer olmadığı için işçiler umursamıyor gözüküyor. Ama patronun niyetini bilmek biz işçiler için önemli. İşe birkaç dakika geç başlamak ya da erken paydos etmek bizim için çok da önemli değildir. Şöyle düşünürüz; birkaç dakikadan ne olacak? Patron ise her işçi için o dakikaları hesaplayıp bunları önümüze iş kaybı

Bostancı’dan bir matbaa işçisi

olan saatler olarak çıkarıyor. Şu kadar saat zarar ettim diyor. Çünkü patron sürekli çalışan, sürekli üreten, konuşmayan, her denilene harfiyen uyan robotlar olmamızı istiyor bu zille. İlginç bir durum ki daha önce düzensiz hareket eden işçiler şimdi düğmesine basılan robotlar gibi programlanmış olarak hareket ediyorlar. Ben de Marksist Tutum’la tanışmamış olsaydım diğer işçi kardeşlerimden farkım olmazdı. Marksist Tutum sayesinde, patronlar sınıfının çıkarları ile işçi sınıfının çıkarlarının bir olmadığını, patronların ne yapıyorlarsa kendi çıkarları için yaptığını, işçiler için hiçbir şey yapmadıklarını, işçiler için bir şey yapıyorlarsa mutlaka bu işten kendilerinin daha büyük çıkarlarının olduğunu, sınıflar arasında yürüyen bir savaşın olduğunu, bu savaşı örgütlü olarak hareket edenin kazanacağını vb. birçok şeyi öğrendim. Bizler kandan, etten, kemikten olan canlılarız. Bizler robot değiliz. Eğer ki insanız diyorsak, bizleri düşünmeyen, sorgulamayan mekanik aletler haline getirmeye çalışan patronların sömürü sistemine karşı bilinçlenmeli ve örgütlü hareket etmeliyiz. Patronların kendi çıkarları için aynılaştırdığı biz işçilerin kaderi aynı. Patronlar için değil kendi sınıf çıkarlarımız için aynılaşmalıyız. Bunun için: “Örgütlen, Örgütle, Mücadele Et!” İkitelli’den bir metal işçisi


Okurlarımızdan Merhaba. Bugün 8 Mart dünya kadınlar günü. Köleci, feodal, kapitalist toplumlarda ve erkek egemenliğinin olduğu toplumlarda kadınlar küçümsenen, horlanan, dışlanan, ötekileştirilen ve metalaştırılan varlıklar olmuşlardır. Erkek egemenliğine karşı kadınlar mücadele etmeli, metalaşmaktan mücadeleyle kurtulmalıdırlar. Bu sebeple başta Kürdistan ve Türkiye kadınları olmak üzere 8 Mart dünya kadınlar günü emekçi kadınlar nezdinde bütün kadınlara armağan olsun ve onlara barış, huzur ve özgürlük getirsin. Özgür yaşam kavgasında yaşamını yitirip güneşe yürüyen, ateşin ve umudun çocukları kadın yoldaşlarımıza selam olsun! Van’dan bir Marksist Tutum dergi okuyanı

Geçtiğimiz haftalarda basında, “Batmanlı çocukların polis ağabeylerinden istedikleri ayakkabı” haberlerini sıkça okuduk. Kürtlere karşı sürdürülen anti-propagandanın bir parçası haline getirilen haberlerle ilgili yorumlara baktığımda, gerçekten ne kadar işe yaradığını bir kez daha gördüm. Yorumların %99’u “en iyi Kürt ölü Kürttür, çocuk bile olsa” diyordu. Yapılan yorumlarda en çok öne çıkan şey polisin yardımseverliği, o çocuklara bir baba şefkatiyle sarıldığı gibi şeylerdi. Burjuva basında pek yer almayan bir başka haberi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu haber aslında yaşanan tüm bu olayların bireysel olmadığını ve sistemin işine nasıl geliyorsa öyle davrandığını, yani madalyonun görünmeyen yüzünü bizlere çok iyi gösteriyor. 22 Temmuz seçimlerinde “Bin Umut” bağımsız milletvekili adaylarından biri için Erzurum’da yapılan mitingde, yurtdışına gitmek zorunda kalan babası için Kürtçe çağrı yapan 8 yaşındaki M.D. için savcılık soruşturma başlatmış. Gerekçe siyasi partiler kanununda yer alan seçim propagandası sırasında Türkçe dışında herhangi bir dil kullanılamaz maddesinin ihlali idi. Burjuvazi çıkardığı yasaların bizleri koruduğunu söyleyip her ne sebeple olursa olsun yasaların dışına çıkmamamız gerektiğinden dem vuruyor. Peki, burjuvazi kendi çıkardığı yasalara kendisi ne kadar uyuyor? Yasalarda yeri olmadığı halde, daha 12 yaşına girmemiş bir çocuk için suç duyurusunda bulunuluyor. Elbette ki bizler burjuvazinin ikiyüzlülüğünü ve oyunlarını biliyoruz. Ama bunları bilmeyen ve bu oyunlara kandığı için Kürt işçi ve emekçilerini düşmanmış gibi tanıyan o kadar çok işçi kardeşimiz var ki. 1980 darbesi sonrasında bu ülke topraklarında 17 yaşındaki bir genci idam edebilmek için yaşını yasalarla büyüten burjuvazi değil miydi? Ama bunu çevremizdeki kaç kişi biliyor ki? Bizler bu yaşanan ikiyüzlülüğe sessiz kalmamalıyız. Madalyonun öteki yüzünü burjuva medyanın göstermesini zaten bekleyemeyiz. Öyle ise bunu yapmak biz bilinçli ve örgütlü işçilerin görevi. Ve bu görevi yerine getirmek için kaybedecek zaman yok. Gülsuyu’ndan bir tekstil işçisi

Kendi Sınıfım İçin Bir gece vardiyası daha bitmek üzereydi. Nihayet geceyi bitirmiş, sabah vardiyasındaki arkadaşlarımızı bekliyorduk. Bir an evvel makineleri yeni vardiyaya teslim edip yorgun bedenlerimizi yatağa atmak için sabırsızlanıyorduk. Her zamanki gibi kafamızı makineden kaldırmadan deli gibi çalışmış, yemeğimizi yarım yamalak yedikten sonra molamız bitmeden yeniden çalışmaya dönmüş, sabahı zor etmiştik. Uzun saatlerin ardından nasıl olduysa başımı kaldırıp şöyle bir çalıştığım yere baktım. Şaşkınlıkla yüksek ve penceresiz duvarların nasıl da bir hapishaneyi andırdığını fark ettim. Bazı makinelerden yayılan garip bir maddenin bizi nefessiz bırakan buharı ve onun kötü kokusu beni hep rahatsız etmişti, ama ilk defa o garip buharın tavandaki lambaların ışığını soldurduğunu, bulut gibi yoğunlaştığını fark ediyordum. Ortamdaki toz da bu buluta ekleniyordu. Üç mevsimdir çalıştığım bölümde ilk defa başımı işten kaldırıp etrafımı görme fırsatı bulmuştum. Çalıştığımız yerin makinelerin varlığı dışında bir hapishaneden hiçbir farkı yoktu. Dışarıda akan hayatı ve günü hissedebileceğimiz hiçbir pencere yoktu. İrkilmiş ve kendimden utanmıştım. “Nasıl olur da aylardır bu duvarları, bu kasveti görmem” diye kızmıştım kendime. Ama nasıl görebilirdim ki? Kendimle ve saniyelerle yarışmaktan buna fırsatım olmamıştı ki. Arkadaşlarımın yorgun ve soluk yüzlerine bakınca kendimden utanmayı bırakıp patronumuzun bu saatte nerede olabileceğini düşündüm. Belki şık bir davetten henüz yeni dönmüş ve yatmaya hazırlanıyordu. Belki de sıcacık yatağında düşler içindeydi. Ya da belki de sağlığına düşkündü ve erkenden kalkarak nezih bir muhitte spor yapıyor, koşuyordu. Belki de köpeği vardır ve onu gezmeye götürmüştür. Biz binden fazla kadın ve erkek ise onun, çocuklarının ve torunlarının saadeti ve sefahati için kan ter içinde bir gece daha geçirmiştik. Ne yaman çelişki, öyle değil mi? Bir kişi için ömrü solan binlerce kişi, bir avuç sömürücü için feda edilen milyarlarca insan ve koskoca bir dünya 21. yüzyılın gerçeği olmaya devam ediyor hâlâ! Patronumuz bu hapishane gibi yerde çalışarak elimize geçen 450 lirayı da, işimizi de bize fazla görüyor. Bugün onlarca arkadaşımız işten atıldı ve işsiz kalanlar daha da çoğalacak deniliyor. Herkes öfkeli ama sessiz bir bekleyiş içinde, sıranın ne zaman kendisine geleceğini merak ediyor. Kurbanlık koyunlar gibi… Sendikamız işten atmalar karşısında kılını bile kıpırdatmıyor. İşten atılanların problemli işçiler olduğu yalanını durmadan tekrar ediyor. İşçi arkadaşlarımızla toplanıp konuştuğumuzda bazısının sıra kendisine gelmedikçe bir şeyler yapmak istemediğine tanık oluyor ve anlatıyoruz sıranın zaten onda olduğunu. Bazısı ise öfkeli ve arkadaşlarının da kendisinin de işsiz kalmasını istemiyor, “ekmeğimize sahip çıkmalıyız” diyor. Sendika temsilcilerini bir açıklama yapmaya zorluyor bazısı. Yüzler korkuyla bir kat daha solmuş durumda. İşçilerin hepsi isteksizce çalışıyor. Onları çalıştıran şey korku ve hiç durmayan makineler. İşte çalıştığımız fabrikaya dışardan bakınca görülen manzara bu. Binden fazla yorgun işçi, binden fazla mutsuz ve huzursuz insan… Ne yazık ki bütün dünyada manzara böyle! Bütün dünya bize bir hapishane! Yaşam kölelik ve ıstıraptan başka bir şey değil milyarlarca insan için. Bu manzara değişmez değil, değişir. Değişmeli! İşte bu yüzden ben kendi fabrikamdan başlamalıyım ve her öncü işçi kendi fabrikasından. Biz işçilerin karşısında bir düşman ordusu var. Patronlar sınıfı ortak düşmanımız. İşçiler tek bir yumruk gibi savaşmalı patronlarla. Bugünden sonra daha bilinçli bir şekilde gideceğim işime. Orada kendi sınıfım için daha çok çalışacağım. İş arkadaşlarımı sınıfımızın ordusunda silah arkadaşlarım haline getirmek için daha çok çalışacağım. O fabrika duvarlarının arasından bambaşka bir manzara çıksın diye, kasvet ve esaret yerine dünyaya özgürlük ve mutluluk hâkim olsun diye… Sınıfımın savaşında daha iyi çarpıştığım bir cephe olmalı çalıştığım fabrika. İnsanlık yok olmasın diye! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

47


Okurlarımızdan “Aranızda bu yasayı duyan var mı?” Ben üniversite öğrencisiyim, iletişim fakültesinde okuyorum. Büyük umutlarla girdiğim kapıdan artık her gün bıkkınlık içinde giriyor ve ne zaman bitecek bu işkence diye sorup duruyorum. Çünkü bu eğitim kurumlarının içinin nasıl boş olduğunu şimdi çok iyi anlıyorum. Geçen gün derste hoca haberler üzerinden giderek yorumlar yapıyor ve haber analizi yapmamızı istiyordu. Bir ara SSGSS yasa tasarısını sordu, “aranızda bu yasayı duyan var mı?” diye. İnanılmaz bir biçimde hiç kimseden ses çıkmadı. Ben bir şeylerden söz ettim biraz ve sonra hoca devam etti. Kıdem tazminatından bahsetti, nasıl bir hak kaybı yaşayacağımızı anlattı ve birden sınıftan “hocam nasıl yaparlar bunu” gibi sesler yükseldi. Çok kolay! En basitinden bir iletişim fakültesi öğrencisi olarak sen, her gün okuduğun gazetenin sadece spor ve magazin ekini okuyup bırakırsan, kafanı kaldırıp ilanlara, afişlere, duyurulara bakmazsan, bir şeyleri düşünmeyi adet edinmezsen, böyle uyursan her şeyi yaparlar, hem de çok kolay yaparlar! Benzer bir durumu daha önce de yaşamıştım. Ankara Şubeler Platformunun düzenlediği bir kampanyayla bir yandan Sincan Organize Sanayi Bölgesinde grevde olan Tega işçilerine destek amaçlı dayanışma kartları satmış ve bir yandan da SSGSS yasa tasarısının içeriğinin anlatıldığı broşürler dağıtmıştık. Orada da benzer tepkilerle karşılaşmıştık; öğrenciler ve genç işçiler durumun önemini kavramamak adına adeta yarışıyorlardı. Kimisi “biz daha okuyoruz, çok var daha çalışmamıza ” diyor, daha yaşlı olanlarsa “biz emekli ol-

duk zaten” deyip geçiyor, bu yasanın çocuklarına, torunlarına yani geleceği olarak gördüklerine hiçbir şey bırakmayacağını hesaba katmıyorlardı. İşin bir de milliyetçilik boyutu vardı. Bazılarının “biz ülkücüyüz, biz milliyetçiyiz bu işlerle uğraşmayız, bize göre değil” demesi karşısında Tega işçileri, “milliyetçi olunca daha mı az eziliyorsun” diyerek aslında söylenmesi gerekeni, yani patronlar sınıfının ezerken böyle bir ayrımcılığa gitmediğini belirtmiş oldular. Bizler ister üniversite öğrencisi olalım, ister emekli olmuş olalım, ister milliyetçi olalım sonuç olarak giden haklar hepimizi etkiliyor. Sermaye ve onun devleti, hepimizin sağlığından, hayatından çalıyor ve bunu yaparken işçiler arasında hiçbir ayrım gözetmiyor. İnsanların bu kadar tepkisiz davranmasındaki en büyük etken aslında burjuva medyadır. İnsanlar günlerinin büyük bir çoğunluğunu işyerinde geçiriyor ve bütün gün oradaki sorunlarla uğraşıyor. Eve gidince ise önüne, yaşadığı sorunları düşünmemesini sağlayacak eğlence programları, diziler, yarışmalar servis ediliyor. Asıl sorunundan, asıl gündeminden uzaklaşan insanlar da nasıl bir düzende yaşadığını düşünmek yerine geceyi tek “eğlence” kaynağından faydalanarak geçiriyor ve sabah kalkıp tekrar sorun yumağının içine dalıyor. Her gün aynı sorunları yaşıyor ama bunun nedenini düşünmüyor ya da düşünmekten korkuyor. Ama bizim, var olanı yok saymak gibi bir seçeneğimiz yok. Bizler çözümün örgütlü bir işçi sınıfı mücadelesinde olduğunu biliyoruz. Etrafımızdaki herkese bu sistemin çürümüşlüğünü teşhir etmeli, onları örgütlü mücadeleye çağırmalıyız. Gazi Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Kapitalizm Yok Edilmeden İnsanlık Kurtulamaz Günlük yaşantımızın her alanında kapitalizmin yarattığı güçlükler ve sorunlarla boğuşmakta, hatta onlarla birlikte yaşamaktayız. Ama buna karşı bir bağışıklık kazanmadığımız gibi, böyle bir bağışıklık sistemi geliştirmememiz gerektiği de çok açık ortada. Hayatını emek gücünü satarak sağlamaya çalışan bizler, yani hayatı yaratan biz işçiler, bu hayattan, ne umduğumuzu ne de istediğimizi alabiliyoruz. Ama burjuvazi zenginliğine zenginlik katıyor. Bizleri medyasıyla, okullarıyla, başta aile yapısıyla pasifize ediyor. Yani günün belli bölümünü çalışarak geçiren işçi yığınları sadece işyerinde sömürülmüyor. Günün diğer zaman dilimlerinde medya vb. araçlarla yine sömürülüyoruz. Burjuvazinin suskun işgücü, cephelerde birbirine kırdırılan sınıf kardeşlerimiz, yani işçi arkadaşlarımız oluyor. Yani kapitalizm bizleri kendi sınıfsal kimliğimizden uzaklaştırdığı gibi, yeni düşmanlar yaratıyor. Etnik, dini, bölgesel, mezhepsel vb. yapay ayrımlar yaratılarak, bunlara karşı savaş tehdidi altında olduğumuz havası yaratılıyor. Burjuvazinin zenginliğini sağlayan işçi sınıfı, aynı zamanda onun sonunu sağlayacak potansiyeli de taşıyor. Yeter ki “örgütle, örgütlen ve mücadeleye katıl” şiarını benimseyip gereğini yerine getirebilsin. İşçi sınıfı bu bilinci yakaladığında, sıkılı bir yumruk olduğunda kapitalizmin tepesine bir çekiç gibi inecektir. Ama bu kendiliğinden olacak bir şey değildir. Bu ancak mücadeleyle, örgütlülükle, disiplinli çalışmayla olur. Günümüzde haksız savaşların sürdüğü, sosyal kazanımların dünyanın her yerinde saldırıya uğradığı, neo-liberal politikaların ön plana çıktığı, mücadeleyle kazandığımız eğitim, sağlık gibi hakların elimizden alınmaya çalışıldığı, yaşamımızı sürdürmeye çalıştığımız çevrenin bir çöplüğe dönüştürüldüğü bir dünyada, insanlığın tek kurtuluş şansı işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükselmesidir. İşçi sınıfı tüm kazanımlarını mücadeleyle almıştır. Burjuvazi kendiliğinden vermemiştir bunları. Yani HAK VERİLMEZ ALINIR. Mücadelemizde tarihimiz bize yol gösteriyor. İşçi sınıfı için tek kurtuluş, devrim mücadelesine atılmakta ve ancak bu sayede kurulacak sınıfsız sömürüsüz bir dünyada, yani Sosyalizmde.

Merhaba dostlar, Ben lise 3. sınıf öğrencisiyim. Okuduğum lisenin diğer devlet okullarından bir farkı yok. Okulumuzda şu soğuk günlerde kaloriferleri yakmıyorlardı. Nedeni ise müdürün usta çağırıp 1 günde yaptırabileceği bir işi kendinin yapmaya çalışması ama becerememesiydi. Böylece bir günde yapılabilecek iş bir haftaya uzamıştı. Ama lisemizdeki öğrencilerin buna hiçbir tepkisi olmadı. Soğukta titreyerek ve hasta bir şekilde ders işlenmeye devam edildi. Dayanamayan bazı arkadaşlar en fazla evlerine gidebildiler. Tabii yok yazılarak. Hayatımızın her alanında sınıf hareketinin dibe vurmuşluğunu ve örgütsüzlüğünü görebiliyoruz. Bizler okulumuzda ve hayatımızın her alanında sistemin pisliklerini çekmek durumunda kalıyoruz ve işçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece de çekmeye devam edeceğiz! Bu yüzden bizler de şimdiden örgütlenmeli, bilinçlenmeli ve etrafımızdaki insanları da örgütlemeliyiz. Çünkü bizler örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!

Gebze’den bir Marksist Tutum okuru

Ankara’dan bir lise öğrencisi

48


Şaşıyorum be kardeşim! Şaşıyorum sizin adalet duygunuza Ve bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum Sizi bu hale koyanlara. Beyaz bir kuş koysam Avcumun ortasına Ve gözlerinizin içine baka baka Bir bir tüylerini yolsam Üstüme çullanırsınız Demediğinizi bırakmazsınız bana. Ne hainliğim kalır Ne vahşiliğim Hatta yaşarabilir gözleriniz Karşınızda bir yaşam Katlediliyor diye Bir beyaz Bir zarif Bir küçük kuş Öldürülüyor diye. Haklısınız Yerden göğe kadar haklısınız Bir onur taşıyorsunuz Yüreğinizde... İnsanlığın Onuru (!) Neden ses vermiyor bu onur Ve neden yaşarmıyor gözleriniz? Tam karşınıza geçmiş de “ONLAR” Bakarak gözlerinizin ta içine Kuşları değil İnsanları katlediyorlar! Elif Çağlı (“Şaşkınlık” , Eylül Günlüğü)


ALANLARA!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.