1 Mayıslar Burjuvazinin İç Çatışmasına Alet Edilemez! • 1 Mayıs 2008’in ardından
Mayıs 2008
• İşçi sınıfına selam • Türk tipi burjuva demokrasisi /4
38
• Militan bir sendikal mücadele ihtiyacı • Açlık ordusu yürüyor • Sosyal güvenlik saldırısı
1 Mayıs 2008’in Ardından 2008
yılı 1 Mayıs’ı her ne kadar Türkiye’nin onlarca kentinde çeşitli eylemlerle kutlanmışsa da, güne damgasını vuran İstanbul’da yapılamayan miting oldu. Taksim’i işçi sınıfına men etmek isteyen egemenler, İstanbul’u devlet terörü ablukasına almakta ve hatta tüm Marmara bölgesinde sıkıyönetim koşullarını uygulamakta beis görmediler. Böylece egemenler 1 Mayıs öncesinde başlattıkları korku kampanyasını bu kez açık şiddet yoluyla doruk noktasına ulaştırmış oldular. Bayatlamış “provokasyon olacak” söyleminin ardına sığınarak hayata geçirilen devlet terörü, “provokasyon”un ta kendisi olmuştur. Gerek uyguladığı bu devlet terörüyle gerekse de 1 Mayıs öncesi yürüttüğü sinsi oyalama taktiğiyle AKP’nin işçi düşmanı yüzü daha da belirginleşti. Tabii sadece AKP’nin değil, onu demokratlık halesine bürüyen liberal kılıklı tayfanın da gerçek yüzü daha iyi görünür oldu. Bunların bir kısmı yapılanın çok yanlış olduğunu itiraf etmek zorunda kalırken, bir kısmının da demokratlığının dibi göründü. Konu işçi olunca, o hassas demokratik yüreklerin (!) ne denli nasır bağlamış olduğu alenen ortaya çıktı. AKP’yi 1 Mayıs dolayısıyla eleştiren bazı liberaller, “AKP niye bu aptallığı yaptı” yollu değerlendirmelerde bulundular ve “AKP 1 Mayıs jesti yaparak kitle sempatisi kazanmaya çalışsaydı daha akıllıca davranmış olurdu” dediler. Oysa AKP uzak kökleri itibariyle zaten azılı bir işçi düşmanlığı geleneğinden geldiği gibi, Türkiye’deki neoliberal burjuva gericiliğinin de en ileri partisi konumundadır. İşte, liberallerin üstünden atladığı ya da suskunlukla geçiştirmeye çalıştığı gerçeklik de budur. AKP’nin temel derdi, hep diğer egemen burjuva güçlere kendini ispatlamak olmuştur. Dolayısıyla AKP, başka konularda çatıştığı diğer egemen güçlere, işçi düşmanlığında selam çakarak rüştünü ispatlamaya çalışmıştır. İşin egemenler cephesine ilişkin olarak, sonuçta devletin gözünde en büyük düşmanın, başka her şey bir yana, işçi sınıfı ve onun militan mücadelesi olduğu gün gibi açığa çıkmıştır. Bu vahşi abluka ve devlet terörü aynı zamanda düzenin çürümüşlüğünü de gözler önüne sermiştir. Ve işçi sınıfı elbet bir gün bu zulmün, o atılan tekmelerin, gaz bombalarının, plastik mermilerin, indirilen copların, sıkı-
lan tazyikli suların, hepsinin hesabını soracaktır. Ancak işçi sınıfı devrimcileri açısından şimdi esas bakılması gereken yer, bu 1 Mayıs’ın işçi hareketi açısından ifade ettiği anlamdır. 1 Mayıslar işçi hareketinin durumunu, ruh halini yansıtan bir gösterge, bir barometre niteliğini taşır. 1 Mayıs mitinglerine işçi kitlelerinin katılım düzeyi, ne ölçüde coşkulu oldukları, mitinglere iş bırakarak gelinip gelinmediği, mitinglerin genelde disiplin ve örgütlülüğü, mitinglerde ifade bulan temel talep ve mesajların sınıfın diğer geniş kesimlerini ve genelde diğer emekçi katmanları ne ölçüde sarıp sarmaladığı ve böylece sonrasındaki mücadele sürecine olumlu bir itilim verip vermediği gibi ölçütler temelinde değerlendirme yapmak gereklidir. İşçi sınıfının büyük önderlerinin ve proleter devrimcilerin yaklaşımı böyledir. Bu 1 Mayıs’ın somut değerlendirmesine girişmeden önce, geçtiğimiz ay yazdığımız şu satırları hatırlatalım: “Bu 1 Mayıs, aynı zamanda, geniş işçi yığınlarının AKP’ye yönelik beklentilerinin kırılmaya ve yavaş yavaş bir hoşnutsuzluğun filizlenmeye başladığı, sınıf hareketinde küçük de olsa kıpırdanmaların görüldüğü, yoksul Kürt emekçi kitlelerin ulusal temelde yeni bir canlanma içinde oldukları bir döneme denk geliyor. Dolayısıyla, saldırılar ve başlamakta olan kriz de birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki 1 Mayıs işçi sınıfındaki kıpırdanışların gelişmesi bakımından da anlamlı bir fırsat ifade ediyor.” (1 Mayıs’a Doğru, MT, Nisan 2008) Biz bu satırları yazdıktan sonra Nisan ayı içinde özellikle SSGSS karşıtı grev, gösteri ve mitinglerle işçi sınıfındaki kıpırdanışlar daha da devam etti. Böylece 1 Mayıs’a yaklaşan süreç son yılların nispeten en elverişli koşullarını yaratmıştı. Geçen sayıdaki değerlendirmemizde, geçtiğimiz yılın 1 Mayıs’ında işçi sınıfının birleşik ve kitlesel bir miting bile yapamaz duruma düşürülmesi sonucunu doğuran tutumları eleştirerek uyarıda bulunmuş ve 1 Mayıs’a nasıl yaklaşılması gerektiğini de ortaya koymuştuk: “Bugün de burjuva siyaset arenasında it dalaşının kızıştığı bir atmosferde işçi sınıfını benzer bir duruma düşürmemek için sınıf devrimcileri tüm gayreti göstermelidirler. Bunun için birleşik, kitlesel, coşkulu, işçi sınıfının daha geniş ke-
1
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
simlerinde mücadele şevki uyandırmaya hizmet edecek bir 1 Mayıs hedeflenmelidir. 1 Mayıs tek bir gün olarak algılanmamalı, öncesinde anlamlı etkinlik ve örgütlenmelerle mümkün olduğunca geniş işçi kesimleri yaygın biçimde bilinçlendirilmeye ve harekete geçirilmeye çalışılmalı, sonrasında da 1 Mayıs’ın enerjisiyle bu çabalar daha da pekiştirilmelidir.” (age) Ne var ki doğan sonuç tam da uyarılarımızı haklı kılacak türde oldu. İşçi sınıfının geniş kitleleri bir yandan son dakikaya kadar sendika bürokrasileri tarafından oyalanarak belirsizlik içine itilmiş, diğer yandan da devlet eliyle terörize edilmiştir. İşyerlerinde 1 Mayıs’a katılım doğrultusunda hiçbir ciddi organizasyon yapmayan, iş bırakmayı gündemine bile almayan sendika bürokratları, tüm bunlara rağmen, basın önünde Taksim’e en az 500 bin kişinin yığılacağını, bunun için de binlerce otobüsün kent dışından geleceğini söyleyerek caka sattılar. Bu arada da hükümet yetkilileriyle görüşmeler yaparak kamuoyunda sanki izin alınacakmış havasını yarattılar. Bir yanda hükümetin diğer yanda ise sendika bürokrasisinin aslında işi belirsizleştirmeyi amaçlayan tutumları, işçi ve emekçi örgütlerinin somut durumu uyanıkça kavrayıp ona göre hazırlanmalarını engelledi. Son güne gelindiğinde ise aynı bürokratlar, yolların kesileceği gerekçesiyle işçilere oto-
2
büslerle gelmemelerini söylediler ve onları kendiliğindenliğe terk ettiler. İşte bu ortamda da devlet güçleri fütursuzca terör estirebildiler. Peki, işçi hareketinin genel örgütsüzlük durumu ortadayken, bu durumu değiştirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan sendika ağalarının, sorumluluğunu almaksızın ve gereğini yerine getirmeksizin Taksim diye tutturmasını nasıl açıklamak gerekir? Aslında sendikal konfederasyonların tepe bürokratları dün olduğu gibi bugün de kendi çıkarlarının ve gündemlerinin peşindedirler. Meslek odaları, DİSK yönetimi ve KESK içindeki reformist kesimler “Taksim” diyerek devrimcilik taslasalar da, Taksim’de tarihsel bir 1 Mayıs mitinginin gerçekleştirilmesi için gerekeni yapmamışlardır. Böylece bunlar “Taksim” hedefini, “AKP hükümetini gözden düşürme” planlarının basit ve içi boş bir eklentisi düzeyine indirgemişlerdir. Türk-İş üst bürokrasisi ise bu yıl Taksim için izin isteyeceği havasını yaratarak, son tahlilde işçi emekçi kitlelerin AKP hükümetini telin mitingine dönecek bir 1 Mayıs’ı çaktırmadan engelleme kurnazlığıyla hareket etmiştir. Sonuç olarak 1 Mayıs bir kez daha sendika bürokrasisinin kumpasıyla burjuva it dalaşına alet edilmiştir. Son dönemlerde işçi hareketindeki mütevazı da olsa olumlu atmosferin, sınıf hareketindeki kıpırdanışların 1 Ma-
yıs’ta yansımasını bulması ve böylece sınıfın daha bir moral kazanması fırsatı, burjuvazi ve sendika bürokrasisinin işbirliğiyle berhava edilmiştir. Türkiye proletaryasının kalbi olan İstanbul’da geniş işçi kitlelerinin yaşanan saldırılara kitlesel bir tepki göstermesi olanağı çalınmıştır. Verili örgütlülük düzeyinin ne denli yetersiz olduğu bilinmesine rağmen, blöf derecesine varan abartılı bir “Taksim” söylemi tutturulması fakat pratikte “Taksim” hedefinin hiçbir gereğinin yerine getirilmemesi, bu yılki 1 Mayıs’ın işçi sınıfına moral vereceğine moral kaybıyla sonuçlanmasına neden olmuştur. 2007 ve 2008 1 Mayısları şunu çok net gösteriyor ki; “Taksim”, hem sendika bürokrasisinin günahlarını hem de sosyalist solun sınıfın geniş kesimlerinden ne denli kopuk olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılan bir şal haline getirilmiştir. Meseleyi değerlendirmek için elimizdeki temel ölçüt işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bunu es geçen, hatta bunu değerlendirmesinin temeline oturtmayan her türlü yaklaşım niyet ne olursa olsun hafifliktir. Fabrikalarda, işçi mahallelerinde sınıfı bilinçlendirmek ve örgütlemek için anlamlı, dişe dokunur bir çalışma yapmayıp, ter akıtmaktan kaçanların, 1 Mayıs’a ilişkin takındıkları tutumların politik ciddiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunu yapanlar şayet devrimcilerse, bunun da işçi sınıfı devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Bu tutum ancak kendi ruhunu rahatlatmak isteyen küçük-burjuvanın devrimciliğine yakışır. Artık bu sorunları daha ciddi ve ağırlıklı biçimde gündeme getirmenin zamanı gelmiştir. Burada ancak kısa bir değerlendirme yapmakla yetinmek durumundayız, fakat bu sorunlar daha geniş biçimde ele alınmalı ve tartışılmalıdır. Bu görev, işçi sınıfının örgütlenip ayağa dikilmesi açısından son derece büyük bir önem taşıyor. Bunun gereğini yerine getirmek, örgütlü her proleter devrimcinin boynunun borcu olmalı.
K
apitalist ekonomi dünya ölçeğinde büyük bir krizle sarsılıyor. Kısa aralıklarla birbirini takip eden her bir kriz, bir öncekini aratır durumda. Burjuva iktisatçılar her krizle birlikte daha tedirgin ve daha korku dolu açıklamalar yapıyorlar. Ne kadar korksalar yeridir. Zira 80’li yıllarla birlikte burjuvazinin tüm dünyada başlattığı neo-liberal saldırı programı, son dönemlerde işçi-emekçi kesimler cephesinde giderek artan bir direnişle karşılaşıyor. Sosyal haklarına, sendikal örgütlülüklerine, yaşam ve çalışma koşullarına dönük dizginsiz kapitalist sömürü saldırısına karşı Haiti’den Vietnam’a, Mısır’dan Yunanistan’a, İtalya’dan Moğolistan’a, Fransa’dan Arjantin’e, Nijerya’dan Avustralya’ya kadar dünyanın her köşesinde işçi sınıfı, grevlerle, direnişlerle, sokak gösterileriyle, isyanlarla, çatışma ve barikatlarla “artık yeter” diyor. 90’lı yılların sonundan bu yana dünya işçi sınıfı kendi iniş çıkışları içinde dalga dalga mücadele alanlarını doldurdu. Ne var ki, benzer bir gelişmeyi son dönemlere kadar Türkiye işçi sınıfında göremiyorduk. 90’lı yılların ortalarından itibaren kıpırdanmaya başlayan Türkiye işçi hareketi, ‘99 depreminin ve 2000’lerin başındaki krizin ardından neredeyse tümüyle uykuya yatmıştı. Ama son dönemlerde grev ve işyeri direnişlerinde gözlemlenen bazı yükselişler, dünya işçi sınıfı ordusunun Türkiye bölüğünün de hareketleneceğinin işaretlerini vermeye başlıyor. 2000’li yıllardaki krizden sonra rekor üstüne rekor kırdığı açıklanan Türkiye ekonomisinin bugün dünyanın on yedinci büyük ekonomisi haline geldiği söyleniyor. Bu ekonomik büyümeye rağmen, reel ücretler yerinde saymak bile değil giderek geriliyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı, asgari ücretin beş katına çıkmış durumda. İş yasalarında burjuvazinin lehine yapılan son değişikliklerle birlikte, ücretli emek kölelik koşullarına bir adım daha
Militan Bir Sendikal Mücadele İhtiyacı Oktay Baran 3
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
yükseltecekleri kesindir. Bugün içine girdiğimiz süreç yeni bir dönemin yalnızca başlangıcıdır, bir yükselişin daha yalnızca ilk işaretleri ortaya çıkmıştır. Ama bu kadarı bile işçi sınıfının ne muazzam bir potansiyele sahip olduğunu, onun küçük bir kıpırdanışının bile burjuvazinin ve uşaklarının ödünü koparmaya yeteceğini göstermektedir. Bugün AKP hükümeti 1 Mayıs’ın altını boşaltarak onu resmileştirmek zorunda hissediyorsa, TÜSİAD bunu bile yetersiz bularak işçi kelimesini ağzına almadan da olsa 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi gerektiğini açıklıyorsa, bunun tek sebebi, işçi hareketinde yaşanacak bir canlanmadan duyulan korkudur.
Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve bu zincirin yükünü her geçen gün daha ağır olarak hisseden ücretli kölelerin, seslerini eninde sonunda yükseltecekleri kesindir. Bugün içine girdiğimiz süreç yeni bir dönemin yalnızca başlangıcıdır.
yaklaşmış bulunuyor. İşgünü giderek daha da uzuyor, günde ortalama 11-12 saatlik çalışma rutinleşmiş bulunuyor, üstelik de çok daha ağır ve yorucu bir tempoyla birlikte. Birçok fabrikada vardiyalar üçten ikiye düşürülüp 12 saatlik çalışma dayatılırken, işçiler yollarda harcadıkları zamanla birlikte günlerinin 14-15 saatini en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalışarak geçirmek zorunda kalıyorlar. Bu yoğun ve uzun çalışma koşulları kaçınılmaz olarak tüm sektörlerde artan iş cinayetlerini de beraberinde getiriyor. Pek demokrat geçinen büyük burjuvazi ve onun siyasal temsilcisi durumundaki AKP hükümeti, üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen, 12 Eylül faşizminin sendikalar ve grev yasalarına getirdiği sınırlayıcı engellere dokunmaya niyeti olmadığını defalarca ispat etmiş durumda. Bu dizginsiz sömürü koşulları, işçi sınıfında yıllardır alttan alta bir öfkenin ve mücadele arzusunun birikmesine yol açmıştır. Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve bu zincirin yükünü her geçen gün daha ağır olarak hisseden ücretli kölelerin, seslerini eninde sonunda
4
* * * Burjuva ideologlar ve yazar-çizer takımı son yıllarda Anadolu sermayesinin atağa geçtiğinden bahsetmekten ve bu sömürücü asalaklar takımını, bu sırtlanları “Anadolu kaplanları” olarak adlandırmaktan çok hoşlanıyorlar. Onlar güllük gülistanlık bir Anadolu kapitalizmi manzarası çizedursunlar, emek olmadan hiçbir zenginliğin yaratılamayacağını, işçi sınıfının ürettiği artı-değere el konmadan patronların semirip gelişemeyeceğini kanıtlamak istercesine Anadolu’da bir başka atak da söz konusudur. Anadolu işçi sınıfı son yıllarda bu azgın sömürü karşısında sessiz kalmayacağını göstermeye başlamıştır. Gelişen kapitalist ekonomi Anadolu kentlerinde de işçi sınıfını giderek büyütüp güçlendiriyor; kırla ilişkileri giderek kopan, yalnızca nesnel-sınıfsal anlamda değil bilinç anlamında da giderek proleterleşen emekçiler mücadeleye atılmaya başlıyorlar. Anadolu kentlerinde geçmişle kıyaslandığında belirgin bir mücadele eğiliminin gelişmeye başladığını görüyoruz. Grev ve direnişlerin sayısı geçmiş yıllara göre artmakla kalmıyor, bunların içerisinde başarıyla sonuçlananların sayısı da giderek artıyor. Bu başarı ve kazanımların işçilerin yeni mücadelelere atılmalarında ve mücadelelerini yalnızca kendilerine değil, sınıfın diğer bölüklerine de moral aşılayarak sürdürmelerinde çok önemli bir rolü vardır. Başta gıda ve metal sektörü olmak üzere, “taşra”da gelişen sektörlerde işçilerin sendikalaşma doğrultusunda belirgin bir çabaları söz konusudur. Deri, ilaç ve metal sektöründe özellikle işten atılmalara karşı gelişen küçük direnişler ve bunların bir kısmının başarıyla sonuçlanmasıyla geçen yılın baharında başlayan canlanma süreci, daha büyük çapta grev ve direnişlerle devam ederek 2007 yaz aylarında hız kazanmıştı. Bunda devlet sektöründeki toplu sözleşme süreci belirleyici oldu. Mücadeleci bir geleneğe sahip Hava-İş sendikasına bağlı işçiler, burjuva hükümetin ve burjuva medyanın muazzam basıncına, öfkesine, kin kusmasına ve işi vatan hainliği suçlamasına götürecek kadar ileri gitmesine rağmen kararlılıklarından ve grev ısrarından vazgeçmediler. Uzun bir aranın ardından ilk kez sınıf mücadelesinin bir merhalesi siyasal gündemin ilk sıralarında yer aldı. Burjuva hükümetin türlü oyunlarıyla gidilmek zorunda kalınan grev oyla-
Mayıs 2008 • sayı: 38
masından da başarıyla çıkılmasıyla birlikte işçiler moral üstünlüğü ele geçirdiler ve burjuvazi geri adım attı. Bu durum tekstil sektöründe de etkisini gösterdi. Tabanın basıncı, Teksif sendikasının işçilere bir kez daha ihanet ederek “sıfır zam” sözleşmesini imzalamasının önüne güçlü bir engel olarak dikildi. İmzalanan toplu sözleşme işçiler açısından hiç kuşkusuz son derece yetersiz olsa da, yine de sınıfın geneli üzerinde moral bozucu değil moral verici bir etki yarattı. Aynı sürecin bir uzantısı olarak gelişen Telekom grevi ise 2007 yılında sınıf hareketine damgasını vurdu. Telekom’da örgütlü binlerce işçinin greve gitmesi sayesinde, 2007 yılında greve giden işçi sayısı bir önceki yıla göre 12 katına, grevde kaybedilen işgünü sayısı ise 8 katına fırlayıverdi. Telekom grevi burjuvazinin çok daha büyük bir tepkisiyle ve doğrudan devlet terörüyle karşı karşıya kaldı; yüzlerce işçi gözaltına alındı. 46 gün süren grev 12 Eylül sonrasındaki en büyük grevlerden biri ve aynı zamanda Haber-İş sendikasının tarihindeki ilk grev idi. Böylelikle bu sendika üyesi işçiler de grevin ne demek olduğunu öğrenmekle kalmadılar, aynı zamanda sendika merkezinin bugüne değin ne denli ihanetçi bir çizgi izlediğini, milliyetçiliğin işçileri uyutmak üzere kullanılan bir zehir olduğunu da görme olanağına kavuştular. Sendika yönetimi işçilere danışmadan grevi bitirmiş ve toplu sözleşmeyi imzalamış olsa da, bu grev hem Telekom işçilerine çok şey öğretmiş hem de sınıfın geri kalan kesimlerine büyük moral depolamış oldu. Aynı dönemde büyük bir başarıyla sona eren Novamed grevini de unutmamak gerekir. Sendikal mücadele tarihinde ilk kez, çalışanların yalnızca dörtte birinin katıldığı bir grev başarıyla sonuçlanmış oldu. Antalya serbest bölgesinde sendikalaşma mücadelesi sonucunda ortaya çıkan ve ilk kez başarıyla sonuçlanan bu grev, grevcilerin 2’si dışında tümünün kadın işçilerden oluşması nedeniyle de büyük bir anlam taşıyordu. 83 işçinin tam 447 gün süren direnişi, sınıf dayanışmasının önemini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Ulusal sınırların ötesine taşan ciddi bir dayanışma kampanyasıyla desteklenen bu grev, kadın işçilerin patron, polis, çevre ve aile baskısına rağmen gösterdikleri sonsuz sabır ve kararlılık sayesinde başarıya ulaştı. Bu grevlerin hepsi de grevin bir blöf değil mücadele silahı olduğu gerçeğini sendika bürokratlarının suratına çarpmaktadır. Bu grevlerde ortaya konan kararlılık ve mücadele azmi, önce Balıkesir’deki Yörsan direnişi ve Ankara’daki TEGA grevinde, ardından da TEKEL işçilerinin tüm Türkiye’ye yayılan mücadelesi ve Tuzla tersane işçilerinde yankısını bularak sınıf hareketini bir adım daha ileri taşımıştır. Tersane işçilerinin protesto eylemlerinin bir günlük de olsa fiili ve “yasadışı” bir greve evrilmesi, sınıfın özgüveninin gelişmekte olduğunun somut bir göstergesidir. Aynı şekilde işlerine sahip çıkan TEKEL işçilerinin dişe diş mücadelesi, işyerlerini işgal etmeleri ve yükselttikleri seslerini An-
marksist tutum
Antalya serbest bölgesinde sendikalaşma mücadelesi sonucunda ortaya çıkan ve başarıyla sonuçlanan Novamed grevi, kadın işçilerin patron, polis, çevre ve aile baskısına rağmen gösterdikleri sonsuz sabır ve kararlılık sayesinde başarıya ulaştı.
kara’da tazyikli suyla gerçekleştirilen saldırı karşısında bile kısmamaları, sınıf hareketinde yeni bir perdenin açılmakta olduğunun belirtileridir. Bu eylemlilikler işçi kitlelere moral ve mücadele azmi aşılıyor. 14 Mart direnişi bu açıdan özel bir yer işgal ediyor. Tüm yurt sathında yüzbinlerce işçinin iş bırakma eylemleri ve protestolarıyla son yılların en büyük katılımlı eylemlerinden biri gerçekleşmiş oldu. Bu direniş, hükümeti, göstermelik de olsa konuyu bir kez daha sendikalarla görüşmek zorunda bıraktı. Ne var ki, yine de sendikal bürokrasinin ihanet batağına saplanmaktan kurtulamadı. Havanın işçiden yana dönmekte olduğunun kokusunu alan sendikal bürokrasi, daha ileri gitmesi durumunda sınıf hareketinin kendi kontrolünden çıkacağı endişesiyle, mevcut potansiyeli pörsütme yoluna girdi. Yasaya ilişkin olarak hükümetle yürütülen müzakerelerde, Türk-İş merkezi açıkça ihanet ederken, DİSK ve KESK yönetimleri tabandan gelen basıncın etkisiyle son anda “mutabık olmadıklarını” beyan etmek zorunda kaldılar. Ama onlar da sınıf hareketini doğrudan eyleme kanalize etmektense, onun havasını boşaltacak, tepkileri zamana yayarak pörsütecek bir protestoculuktan başka bir perspektif sunmadılar. 1 ve 6 Nisan eylemleri işçilerin mücadele isteğini dışa vurmuş olsa bile, bu bürokrasiler, yasa tümüyle geri çekilinceye kadar işyerlerinde aktif bir direniş perspektifini ısrarla karartıyorlar. Miting alanlarında genel grev ilan edilmelidir diye haykıran bu bürokratlara sormak gerekmez mi, bu grev ilanını kimden bekliyorsunuz? * * * Uzun bir dönem boyunca sessiz kalan ve mücadeleden çekinen işçi kitleleri açısından, başarıyla biten bir grev ya da direnişin ve hatta sonuca ulaşan bir sendikal örgütlen-
5
marksist tutum
me girişiminin bile ne denli önem taşıdığı açıktır. Son dönemde yaşanan hareketlilik vesilesiyle bir kez daha görüyoruz ki, kendi gücüne güven duyan bir işçi sınıfının önünde hiçbir güç duramaz; yeter ki, ona bu güveni aşılayacak olumlu örneklerin sayısı artsın. Diğer taraftan asla unutmamak gerekiyor ki, sendikal örgütlülüklerin verili durumu hesaba katıldığında, bu örgütlülükleri bugün harekete geçirebilecek olan yegâne faktör aşağıdan gelen bir basınçtır. İster sıradan üyeler düzleminde, isterse de temsilcilik ya da şube düzeyinde olsun, yalnızca yukarıdan harekete geçme direktifi bekleyen bir anlayışın işçi sınıfına hiçbir hayrı dokunamaz. Dolayısıyla bir kez daha vurgulamak gerekiyor ki, işçi hareketinin ileri bir adım atmasında ve sendikal krizi aşmasında kilit rol, taban inisiyatiflerinde ve taban hareketindedir. Bunu geliştirmenin sorumluluğu ise herkesten önce tabandaki devrimci işçilerin sırtındadır. Son dönemde yaşanmaya başlayan kıpırdanma örnekleri bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır. Sendika yönetimlerine yönelik taban basıncında hissedilir bir artış olduğu apaçık ortadadır. Bunu, Telekom grevinde de, tekstil sözleşmesinde de, SSGSS’ye karşı mücadelede de görmek mümkündür. Türk-İş içindeki çeşitli sendikaların konfederasyon merkezlerine rağmen çeşitli eylemlerde aktif tutum almak zorunda kalmaları da bu basıncın bir sonucudur. Tabandan gelen basınç bu bürokratlara, ne sağlık ve sosyal güvenlik hakkının, ne de kıdem ve ihbar tazminatlarının burjuvaziyle girişilecek bir pazarlık konusu olmadığını da eninde sonunda gösterecektir. İşçi sınıfı, uzlaşmaz bir hükümet karşıtlığı görüntüsü altında göz boyayan sendika bürokratlarına değil, sınıfa karşı sınıf perspektifiyle mücadelenin önünü açacak militan işçi önderlerine ihtiyaç duyuyor. İşçi hareketindeki her kıpırdanış, sınıfın devrimci potansiyeline duyduğu inancı bir an olsun kaybetmeyen, kapitalizmi yıkacak tek tutarlı devrimci sınıfın o olduğunu ısrarla vurgulayan, yeni icat arayışlarına, maceracılığa ve lafazanlığa prim vermeyip ısrarla işçi sınıfının örgütlenmesi doğrultusunda çaba gösteren Marksistler açısından sevindirici ve umut vericidir. Ama her hareketlenme, sınıf devrimcilerine düşen görev ve sorumluluğun ne denli büyük olduğunu da bir kez daha gösterir. Kendiliğinden hareketlenmeler sınıf mücadelesinin hiçbir sorununu köklü ve kalıcı bir biçimde çözemez. Tersine, devrimci Marksist
6
Mayıs 2008 • sayı: 38
bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda, işçi hareketi gerek sendikal bürokrasi aracılığıyla gerekse de reformizmin etkisiyle bir kez daha düzen sınırlarında boğulmaya çalışılır. Sınıftan bu denli koparak hem burjuvaziyle hem de onun devlet aygıtıyla iç içe geçen sendikal üst bürokrasinin, kendine has politik-iktisadi çıkarları olan bir burjuva siyasi ekip gibi davrandığı asla akıldan çıkarılmamalıdır. Hele bugün burjuvazi içindeki kapışma bu denli yoğunlaşmışken, sendikal bürokrasinin işçi sınıfını bu kapışmanın taraflarından birinin payandası haline getirmeye dönük girişimlerine karşı son derece uyanık olunmalıdır. Bu noktada, içi bir bütün olarak burjuva düzene karşı mücadele kararlılığıyla doldurulmamış bir AKP karşıtı söylemin, mücadele etme azmindeki işçilerin gözünü boyayarak Kemalist darbeciler cephesinin ekmeğine yağ süreceği de unutulmamalıdır. Sendikal bürokrasinin siyasal manevralarına karşı uyanıklığı elden bırakmak, onun kuyruğuna takılarak onun hakkında yanılsamalar üretmek ne denli tehlikeliyse, bu gerçeklikten yola çıkarak, sendikaları ve sendikal mücadelenin önemini küçümsemek de o denli tehlikelidir. Marksist Tutum olarak, militan bir sendikal anlayışı tabandan başlayarak tüm sendikalara hâkim kılmanın ne derece zorunlu olduğunu bıkmadan usanmadan vurguladık, vurguluyoruz. Son dönemde sendikal mücadele bağlamında yaşanan canlanma belirtileri de, sendikaların işçi hareketi açısından taşıdığı önemin zerre kadar azalmadığını göstermiştir. Bu durum, militan bir sendikal anlayışın sendikalara hâkim kılınması durumunda yaşanacakların da küçük bir ipucudur. İşçi sınıfı ve onun örgütleri muazzam bir potansiyel barındırmaktadır, yeter ki ona ilişkin doğru tutumlar geliştirilebilsin, düzgün bir anlayışla, doğru bir tarzla, sabırla ve inatla örgütlenilsin!
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / 4 Mehmet Sinan
Tek parti (CHP) diktatörlüğünün sınıfsal dayanakları: Bürokrasi, burjuvazi, eşraf Kendilerini “anti-emperyalist, ilerici, ulusal devrimci, laikçi, cumhuriyetçi” ve de tabii “solcu” olarak tanımlamaktan pek hoşlanan Kemalist aydınlar, tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde uygulanan “devletçi kalkınma” modelinden hep övgüyle söz ederler. Onlara göre bu model (devlet kapitalizmi) “anti-emperyalist, halkçı ve de devrimci” bir modeldir! Yıllardan beri bu savlarını yineleyip duran ülkemizin bu “güzide” aydınları, sıra bu modelin hangi sınıfların yararına işlediği sorusuna geldiğinde, bu soruya doyurucu bir yanıt vermekten hep kaçınmışlardır. Çünkü bu sorunun yanıtlanmasıyla birlikte ortaya çıkan gerçekler, “Kemalizm” hakkındaki savların ne denli gerçek dışı ve de düzmece olduğunu açığa çıkarıcı niteliktedir. Kemalist aydınlara göre, milli mücadelenin öncüsü ve cumhuriyetin kurucusu olan Kemalist yönetici kadrolar “anti-emperyalist, anti-kapitalist, halkçı ve de devrimci” bir niteliğe sahiptiler ve bu nitelikleri itibarıyla da hem büyük burjuvazinin hem de büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına karşıt olan radikal bir küçük-burjuva çizgiyi temsil etmekteydiler. Eğer bu savı doğru kabul edecek olursak, o takdirde Kemalizmin başından beri hem büyük burjuvaziyle hem de büyük toprak sahipleriyle uzlaşmaz bir sınıfsal karşıtlık içinde olduğunu da peşinen kabullenmemiz gerekecektir. Oysa gerçek durumun bu olmadığını, tarihi objektif bir gözle değerlendiren ve elbette kalın
kafalı olmayan herkes görebilmektedir. Ne Milli Mücadele esnasında, ne de cumhuriyetin kuruluşundan sonraki herhangi bir evrede, Kemalist bürokrasi ile büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri arasında “uzlaşmaz” bir sınıfsal karşıtlık olmuştur. Büyük burjuvazi ile Kemalist bürokrasi, iddia edildiği gibi uzlaşmaz karşıtlık içinde olan iki ayrı sınıfı değil, aynı egemen sınıf bloku içinde iki ayrı kesimi oluşturmaktaydılar. Dolayısıyla bu iki kesim arasında zaman zaman baş gösteren siyasal içerikli mücadele de, gerçekte aynı egemen sınıf bloku içinde yer alan ama işlevleri bakımından farklı konumda bulunan iki kesimin siyasal hegemonya için yürüttüğü mücadeleden başka bir şey değildi. Nitekim, Kemalist bürokrasinin siyasal hegemonyası altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında (1923-1946) yaşananlar, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine özgü olan bu gerçekliği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu yıllarda iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist bürokrasinin, burjuva düzeni korumaktan ve kapitalizmin temellerini döşemekten öte bir amaç gütmediği çok açıktır. Bunu görebilmek için kâhin olmak da gerekmiyor. Bunun için, Kemalist iktidarın 1930’lu yıllarda uyguladığı “devletçi kalkınma” modelinin ve 1940’lı yıllarda uyguladığı “savaş ekonomisi” politikasının son tahlilde hangi sınıfların (emekçi halkın mı, yoksa burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin mi) işine yaradığına bakmak yeterli olacaktır. Önce, sözünü ettiğimiz yıllarda özel kapitalist girişimlerin ve “milli” denen yerli burjuvazinin nasıl bir gelişme
7
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün başlattığı ve sonuçlandırdığı demiryollarının devletleştirilmesi ve yeni demiryollarının inşası projesi, cumhuriyet Türkiye’sinde devletçiliğin ilk uygulaması olarak kabul edilir. Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yerli milyonerlerini, devletin başlattığı bu demiryolları inşa projesi yaratmıştır. gösterdiğine bir bakalım: Bilindiği gibi, ekonomik liberalizmin uygulandığı 1923-30 yılları arasında, devletin her türlü destek ve teşvikine rağmen yerli burjuvazi önemli bir gelişme gösteremedi ve dolayısıyla, sanayide ve tarımda beklenen özel kapitalist yatırımlar gerçekleşmedi. Her ne kadar bu yıllarda liberal bir ekonomik model uygulandığı söylense de, Kemalist devletin ekonomiye müdahalesi bu dönemde de hep devam etti. Ancak bu müdahaleler hep burjuvazinin lehine olan müdahalelerdi ve son tahlilde onun gelişip güçlenmesini sağlamaya yönelikti. Fakat devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi ve bir ekonomik aktör olarak bizzat işin içine girmesi asıl olarak 1930’larda başlayacaktı. Bir çelişki gibi görünüyor ama yerli burjuvazinin asıl gelişmesi, devletin bir işletmeci olarak ekonomiye doğrudan müdahale ettiği bu devletçilik (devlet kapitalizmi) döneminde oldu. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün başlattığı ve sonuçlandırdığı demiryollarının devletleştirilmesi ve yeni demiryollarının inşası projesi, cumhuriyet Türkiye’sinde devletçiliğin ilk uygulaması olarak kabul edilir. Bu devletçilik uygulaması, aynı zamanda devlet öncülüğünde bir yerli kapitalistler sınıfının da yetiştirildiği bir uygulamadır. Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yerli milyonerlerini, devletin başlattığı bu demiryolları inşa projesi yaratmıştır. Türkiye’de bir milli burjuva sınıfının yaratılmasını ve devletin bunda koruyucu bir rol oynamasını savunan dönemin siyasetçilerinden Ahmet Hamdi Başar, bu durumu şöyle anlatır: “Biz, henüz kendi adamlarımız ve paramızla demiryolu yapamayacağımızı bildiğimizden, bu işleri başlangıçta İsveç grubuna vermiştik. Fakat aradan bir iki yıl geçince, bu grubun emrinde çalışan Türk taşeronları yetişmiş ve devletten doğruca müteahhit olarak, onlar işleri üzerine almaya başlamıştı. En çok ve en çabuk ray döşeyen hadsiz hesapsız para kazanıyordu. … İlk milyonerlerimiz böyle doğdu.”1 Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist iktidarın uyguladığı bu “devletçilik” politikası, hiçbir zaman özel kapitalist teşebbüsün aleyhine olmamıştır. Hatta devletçiliğin en koyu uygulandığı yıllarda bile, çıkartılan yasalarda
8
hep özel teşebbüsü koruyucu ve geliştirici hükümler yer almıştır. O dönemde hazırlanan raporlar ve hükümet yetkililerince yapılan açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “devletçilik” politikası geçici olarak başvurulan bir yöntemdir ve asıl olan özel kapitalist sektörün geliştirilmesidir. Devletçe kurulacak olan iktisadi işletmeler kâr etmeye başladığında ve tabii burjuvazinin de iktisadi refahı bu işletmeleri satın almaya müsait hale geldiğinde, bu işletmelerin özel sektöre devredileceği daha baştan prensip olarak kabul edilmiş bulunuyordu. Öte yandan özel kapitalist işletmeler, kurulmuş oldukları sahalarda iktisadi devlet teşekküllerinin doğrudan ve dolaylı olarak sağladığı iktisadi imkânlardan da yararlanmaktaydılar. Örneğin, devlet işletmelerinde yetişen uzman kadroların, teknik elemanların özel sektöre transferi ve özel sektörün ürettiği mamulleri iktisadi devlet teşekküllerinin yüksek fiyatlarla satın alması vb. gibi uygulamalar, devletin özel sektöre sağladığı iktisadi imkânlara örnektir. Nitekim 1930’lardan itibaren Türkiye’nin sanayileşme süreci incelendiğinde görülmektedir ki, özel sektör genellikle, daha önce devlet tarafından işletme kurulmuş olan sahalarda yatırım yapmayı tercih etmektedir. Örneğin, tekstil ve toprak sanayiinde durum böyledir. Dolayısıyla, gerek devletçiliğin uygulandığı yıllarda ve gerekse daha sonra, devlet işletmelerinin özel sektör yatırımlarını teşvik edici ve yönlendirici bir işlev gördüğü çok açıktır. Yani Kemalist iktidarın uyguladığı devletçilik, aslında antikapitalist bir model olmayıp, başından beri özel kapitalist girişimciliği teşvik eden ve yönlendiren, yani son tahlilde yerli burjuvazinin gelişip güçlenmesini amaçlayan bir “ekonomik kalkınma” modeliydi. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur; çünkü bir dönem devletçiliği savunan Kemalist bürokrasi de son tahlilde burjuva sınıfın ayrılmaz bir parçasıydı.
Kemalist rejimin işçi düşmanlığı, Nazi hayranlığı ve ırkçı eğilimleri 1930’lara gelindiğinde, Kemalist bürokrasinin gözünde artık liberalizmin eski itibarı kalmamıştı. Köken olarak
Mayıs 2008 • sayı: 38
zaten despotik bir devlet geleneğinden gelen ve totalitarizme eğilimli olan Kemalist bürokrasi için, İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimler önemli bir cazibe merkezi oluşturuyordu. Bu totaliter rejimlerin Avrupa’da estirdiği faşizm ve Nazizm rüzgârları, totaliter eğilimli Kemalist yönetici kadroları güçlü bir biçimde etkilemişti. Bu etkilenme, Kemalist yönetici kadroların ırkçılık ve faşizm kokan bu yıllardaki söylemlerinde, faşist devletlerin yasalarından aktardıkları yasa maddelerinde (örneğin meşhur 141-142. maddelerin İtalyan Ceza Yasasından aynen alınması gibi) ve de genel olarak Kemalist devletin siyasal ve ideolojik açılımlarında kendini göstermektedir. Bu dönemde Türk hükümetinin Nazi Almanya’sına duyduğu yakınlığın bir diğer göstergesi de, önde gelen Nazi hayranlarından biri olan Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi’nin başkanlığında bir heyeti, Hitler’in yaş gününü kutlamak üzere Almanya’ya göndermesi olmuştur. Kemalist bürokrasinin Avrupa’da gelişen faşist harekete sempatiyle yaklaşması ve ondan etkilenmiş olması, kendini şu iki alanda çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu: Birincisi, Kemalist bürokrasi de tıpkı Avrupa’daki faşistler gibi toplumda sınıf esasına göre örgütlenmeyi ve sınıf mücadelesini şiddetle reddediyor ve bunun yerine, mesleksel örgütlenmeyi esas alan ve gerçek yaşamda çıkarları birbirine karşıt olan sınıfları (burjuvazi ile proletaryayı) sözümona bir potada eritmeyi amaçlayan korporatif bir toplum örgütlenmesini geçirmeyi hedefliyordu. Ama Kemalist bürokrasi bu konuda da ikiyüzlü davranıyordu. Çünkü, sınıf esasına göre örgütlenmeye karşı olduğunu söyleyerek işçi sınıfının örgütlenmesini yasaklasa da, sıra burjuvaziye gelince onu engellemek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine koruyordu. Kemalist bürokrasinin faşizmden etkilenmesinin belirginleştiği ikinci alan ise ulusal sorunda ortaya çıkmaktaydı. Kemalist bürokrasi, cumhuriyeti birlikte kuran iki temel ulusal kimlikten birini (Kürt kimliğini) yok sayarken, diğerini (Türk kimliğini) yüceltiyor ve böylelikle “etnik milliyetçiliğe” dayanan ırkçı ve şoven bir “ulus-devlet” anlayışını resmi ideoloji haline getirmeye çalışıyordu. Örneğin, Kemalist rejimin önde gelen ideologlarından olan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesine verdiği bir demeçte, Kemalist bürokrasinin bu eğilimini şu şekilde dile getiriyordu: “Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk Ana Vatanında sadece bir tek hakları vardır: Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.”2 Keza, Ağrı’da patlak veren Kürt ayaklanması üzerine yaptığı bir konuşmada Başbakan İnönü de şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”3 İşte Atatürk’ün emriyle hazırlanan ve her açıdan ırkçılık kokan “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” gibi
marksist tutum
zırvalar da böyle bir atmosferde ortaya atılmıştı. İnsanı acı bir tebessüme sevk eden ve ipe sapa gelmez ırkçı hezeyanlarla dolu olan bu “teori”ler bir süre sonra geri çekilmişse de, Kemalist devletin ırkçı şoven milliyetçiliği ve bu bağlamda Kürtlere yönelik baskıları ve saldırgan politikaları hep devam etmiştir. Burada hemen belirtelim ki, bu dönemde gerek antidemokratik yasaların çıkartılması konusunda olsun, gerekse Türkçülüğe dayalı ırkçı ve şoven bir ideolojinin devletin resmi ideolojisi haline getirilmesi konusunda olsun, CHP içinde devletçi Kemalist bürokrasi ile liberalizm yanlısı burjuva kesim arasında ciddi hiçbir ihtilaf doğmamıştır. Tersine, daha sonra liberal giysilere bürünerek siyaset sahnesinde arzı endam edecek olan burjuva kesim, bu dönemde kendisine hamilik eden Kemalist bürokrasiyi hoş tutabilmek için elinden geleni yapmış ve onun totalitaryan eğilimlerine ses çıkarmamıştır. Yeter ki iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşi, genel olarak sermayenin çıkarlarını koruyup gözetsin ve burjuvaziye hamilik yapmayı sürdürsün! Kemalist bürokrasi burjuvaziyi tehlikelere karşı (özellikle de işçi sınıfından gelecek tehlikelere karşı) koruduğu sürece, Kemalist bürokrasinin baskıcı anti-demokratik uygulamaları hiçbir sorun oluşturmuyordu burjuvazi için! Daha sonraki yıllarda da göreceğimiz gibi, burjuvazi ile asker-sivil bürokratik elit arasındaki ilişkiler ve kimin ne zaman “statükocu” ne zaman “liberal” kesileceği konusu, hep konjonktürel çıkarlara göre belirlenmiştir. Nitekim cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar geçen çeyrek asırlık zaman diliminde, bugün yaşandığı gibi bir “statükocu-liberal” çatışması pek yaşanmamıştır egemen sınıf içinde. Çünkü bu yıllarda henüz yeterince güçlenmemiş olan burjuvazi, hâlâ Kemalist bürokrasinin hamiliğine ihtiyaç duymaktaydı ve bu yüzden de onun iktidarına boyun eğmek zorunda hissediyordu kendini!
Tek parti diktatörlüğü altında işçi ve emekçi sınıfların durumu CHP’nin tek parti diktatörlüğünün en katı bir biçimde devam ettiği 1930’lu ve 40’lı yıllarda, işçi ve emekçi sınıfların ne durumda olduğuna bir bakalım. 1930’lar Türkiye’sinde “bürokrat-burjuva-eşraf ” koalisyonuna dayanan CHP iktidarı, sanayi ve tarımda özel kapitalist girişimciliği desteklerken ve bu amaçla büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını hep ön planda tutarken, işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve demokratik haklarını hep yok saymış ve düzene boyun eğmelerini sağlamak için, onları sürekli baskı altında tutacak yasal düzenlemeler getirmiştir. Gerek ekonomik alanda, gerekse siyasal alanda işçi sınıfına yönelik bu hak kısıtlayıcı antidemokratik düzenlemelerde, Avrupa’da esen faşizm rüzgârlarının da etkisi vardı kuşkusuz. Örneğin, işçi ve emekçilerin sınıf esasına göre örgütlenmelerini ve sınıf mücadelesi yürütmelerini yasaklayan ve bu yasağı çiğneyenlerin ağır
9
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
İşçiler, çalışma koşullarını düzenleyen bir iş kanununa Cumhuriyetin ilanından 13 yıl sonra (1936’da), sendikalaşma hakkına 24 yıl sonra (1947’de), grev ve toplu sözleşme hakkına ise tam 40 yıl sonra (1963’de) kavuşabileceklerdi. Dolayısıyla, işçilerin sendikal örgütlülüğünün bulunmadığı koşullarda çıkarılan İş Kanununun uygulanıp uygulanmadığı da hiçbir zaman denetlenemeyecek ve bu iş devlet bürokratlarının insafına kalacaktı. hapisle cezalandırılmalarını öngören Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142. maddeleri, 1930’larda faşist İtalyan Ceza Kanunundan ithal edilmişti. 1930’lu yıllara gelindiğinde, işçi sınıfı hâlâ her türlü haklarından yosun bir sınıf olarak günde en az 12 saat çalışmak durumundaydı. Kemalist rejim cumhuriyetin kuruluşundan itibaren burjuvaziyi devletin her türlü imkânlarıyla besleyip palazlandırırken, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini ve ekonomik hak arama mücadelesini (grevli toplu sözleşme hakkını) bile kabul etmemekte diretiyordu. Bu yüzden işsi sınıfı, Kemalist CHP’nin yıllarca süren tek parti diktatörlüğü döneminde sendikal haklarından tamamen mahrum kalacaktı. Bu dönemde işçi sınıfına karşı tam bir baskı rejimi uygulayan Kemalist iktidar, bununla yetinmeyip bir de işçi sınıfının tarihsel hafızasını silmeye kalkışacaktı. 1935 yılında çıkardığı bir yasayla, kapitalist sömürü düzenine karşı işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan etmiş ve rüşvet olarak da işçi sınıfına o gün için bir günlük “istirahat” izni vermişti! Bu, işçi sınıfının tarihsel hafızasını zayıflatmak üzere, korkak burjuvazinin ve onun koruyucusu olan Kemalist bürokrasinin sinsice ve ikiyüzlüce giriştiği bir operasyondu kuşkusuz. Oysa o tarihte işçi sınıfı hâlâ bir iş kanunundan bile yoksun bulunuyordu. İşçiler, çalışma koşullarını düzenleyen bir iş kanununa Cumhuriyetin ilanından 13 yıl sonra (1936’da), sendikalaşma hakkına 24 yıl sonra (1947’de), grev ve toplu sözleşme hakkına ise tam 40 yıl sonra (1963’de) kavuşabileceklerdi. Dolayısıyla, işçilerin sendikal örgütlülüğünün bulunmadığı koşullarda çıkarılan İş Kanununun uygulanıp uygulanmadığı da hiçbir zaman denetlenemeyecek ve bu iş devlet bürokratlarının insafına kalacaktı. Nitekim İş Kanununun kabulünden bir süre sonra, fabrikalara işçi pazarlayan “işçi müteahhitleri”nin ve işçi simsarlarının türemesi ve patronların işçi ihtiyaçlarını bu müteahhitler aracılığıyla karşılamaları, İş Kanununun fiiliyatta uygulanmadığının bir göstergesiydi. Üstelik bu işçi müteahhitlerinin arkasındaki güç de gene CHP
10
bürokrasisiydi. Ayrıca işçi sendikalarının olmadığı koşullarda, büyük işletmelerde işçilerden kesilen paralarla oluşturulan “işçi yardımlaşma sandıkları” da CHP tarafından atanan “bürokratik bir idareciler takımı” tarafından yönetilmekteydi. Yani işçilerin parasıyla gene bürokratik bir elit beslenmekteydi. Tarım emekçilerinin durumuna gelince; CHP iktidarı altında orta ve yoksul köylülerin durumu da kent emekçilerinin durumundan faklı değildi. Tarım kesiminde de sömürü artarak devam ediyordu. Sözüm ona köylünün durumunu iyileştireceği iddia edilen Ziraat Bankası kredileri, aslında köylüye değil, büyük çiftlik sahiplerine ve toprak ağalarına gidiyordu. Bu kesimler, banka kredisinin sağladığı imkânlarla makineli tarıma geçmektense, ucuza toprak kapatıp ucuz işgücü (ırgat) çalıştırarak daha çok kâr ediyorlardı. Ayrıca, bu büyük toprak sahipleri, Ziraat Bankasından düşük faizle aldıkları kredileri, daha yüksek faizlerle muhtaç durumdaki köylülere satıyorlardı. Yani hem çalıştırıp sömürüyorlardı, hem de tefecilik yaparak sömürüyorlardı tarım emekçilerini. CHP iktidarı bunu biliyordu, ama kendi iktidarını destekledikleri için toprak ağalarına ve büyük çiftlikçilere ses çıkarmıyordu. Nitekim 1927 ve 1929 yıllarında topraksız köylülere hazine arazisi verilmesi yolunda çıkarılan kanunları da CHP iktidarı hiçbir zaman uygulamayacak ve toprak reformunu dilinden düşürmemesine rağmen, gerçek bir toprak reformunu da hiçbir zaman yapmayacaktı. Tek parti diktatörlüğü döneminde, bir yandan “devletçilik” göklere çıkarılırken, diğer taraftan tarımda acımasız bir soygun düzeni sürdürülmüş ve bu soygun temelinde, orta ve yoksul köylüler topraksızlaştırılırken, büyük toprak sahiplerinin ve ağaların özel toprak mülkiyeti alabildiğine genişlemiştir. Bu dönemde işçi sınıfının siyasal açıdan bilinçlenmesini ve örgütlenmesini savunan komünistlerin ve sosyalistlerin faaliyetleri de yasadışı ilan edilip yasaklanacaktı. Bu koşullar altında komünistlerin ve sosyalistlerin siyasal görüşlerini yaymaları ve bu temelde işçi sınıfını örgütlemeye girişmeleri yıllarca hapis yatmayı, işkenceyi ve her türlü tehlikeyi göze almayı gerektiren bir işti kuşkusuz. Nitekim
Mayıs 2008 • sayı: 38
o dönemde ardarda gelen “komünist tevkifatı” da bunu ortaya koymaktadır. Tek parti diktatörlüğü döneminde işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi için illegal faaliyet yürüten Türkiye Komünist Partisinin (TKP) ardarda uğradığı tevkifat (1925, 26, 27, 29, 30, 32, 34, 38, 44, 45) bunun en somut kanıtıdır. İşçi sınıfına ve komünistlere yönelik tüm bu baskılar ve tutuklamalar, daha sonra kendini “ilerici”, “demokrat” ve de “solcu” olarak lanse edecek olan burjuva Kemalist CHP’nin izlediği ceberut politikaların bir sonucuydu kuşkusuz. Öteden beri burjuva devletle özdeşleşmiş ve burjuva devletin statükocu bir partisi haline gelmiş olan bu parti, hiçbir zaman işçi sınıfının gerçek dostu olmadı.
Tek parti diktatörlüğü altında Kürtlerin durumu Kemalist bürokrasinin yönetimi altında otokratik bir niteliğe bürünen burjuva devlet, bu dönemde yalnızca işçi ve emekçi sınıflara karşı anti-demokratik ve baskıcı bir uygulama içinde olmakla kalmamış, ulusal demokratik taleplerini dile getiren ve bu bağlamda özerklik isteyen Kürt halkına karşı da ırkçılığa varan saldırgan bir tutum içinde olmuştur. Osmanlı’nın despotik devlet anlayışı içinde yetişmiş olan cumhuriyet devletinin başındaki asker kökenli yönetici kadrolar da tıpkı öncülleri Jön Türkler gibi, merkezî devletin bürokratik-despotik otoritesinin bekasını her şeyin üstünde tutmaktaydılar. Bu merkezî devlet otoritesinin zayıflaması ya da sarsılması, devletin bölünüp parçalanmasıyla eş anlamlıydı onların gözünde. Koca bir imparatorluktan arda kalan ve Anadolu’ya sıkışmış olan son
marksist tutum
Türk devletinin de elden gidebileceği korkusunun yarattığı kaygı, “devletin güvenliği”ni her şeyin üstünde tutmayı, Kemalist bürokrasi için kutsal bir görev haline getirmişti. Bu güvenliği sarsıcı her şey (örneğin işçi ve emekçilerin sınıf temelinde örgütlenmeleri ve iktidar için mücadeleye girişmeleri; Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini yükseltmesi ve özerklik talebiyle ayağa kalkması; özetle, siyasal demokrasinin genişlemesi ve bürokratik-merkezî otoritenin zayıflaması) Kemalist bürokrasinin gözünde “bölücülük ve yıkıcılık” anlamına geliyordu. Oysa emperyalist işgal güçlerine karşı mücadelenin sürdüğü bir dönemde Kemalist bürokrasi böyle bir tutum içinde değildi elbette. 1922 yılı başında Millet Meclisinde tartışılan “Özerk Kürdistan Planı”, 64’e karşı 373 oyla kabul edilmişti. “Kabul edilen yasa, yerel bir Kürt parlamentosu ile Kürt okulları kurulmasını öngörüyordu.”4 O dönemde Milli Mücadelenin önderleri oldukça farklı bir dil konuşuyorlardı. Örneğin M. Kemal konuşmalarında, özerklikten ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları livalarda kendi kendilerini yönetmesinden söz ediyordu. “Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince, zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” diyordu M. Kemal 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasında. Keza, İsmet İnönü de katıldığı Lozan görüşmelerinde “Ben burada Türkleri ve Kürtleri temsil ediyorum” diyebiliyordu yüksek sesle!5 Fakat zafer kazanıldıktan sonra Kemalist bürokrasi bütün bu söylediklerini unutacak ve toplumun demokratik hak ve özgürlüklerini korumak ve geliştirmek için değil, şoven Türk milliyetçiliğine dayalı kendi merkeziyetçi, otoriter, bürokratik devlet anlayışını (tek parti diktasını) yerleştirmek için radikal düzenlemelere girişecekti. Bu dö-
CHP iktidarı altında orta ve yoksul köylülerin durumu da kent emekçilerinin durumundan faklı değildi. Tarım kesiminde de sömürü artarak devam ediyordu. Sözüm ona köylünün durumunu iyileştireceği iddia edilen Ziraat Bankası kredileri, aslında köylüye değil, büyük çiftlik sahiplerine ve toprak ağalarına gidiyordu.
11
marksist tutum
nemde kendi merkeziyetçi-otoriter devletinin “güvenliğini” her şeyin üstünde tutan Kemalist bürokratik oligarşi, kendi dışındaki her siyasi girişimi (komünistleri, Kürtleri, liberalleri vb.) neredeyse tehlikeli bir “dış düşman” gibi algılayarak yok etmeye çalışacaktı. Nitekim Kemalist rejimin 1925’den itibaren Kürtlere karşı giriştiği ırkçılığa varan saldırgan tutum da bunun çarpıcı örneğini oluşturuyordu. Bu dönem boyunca, ulusal demokratik hakları ve özerklik talepleri için ayağa kalkan Kürtlerin isyan ateşi sönmediği gibi, Kemalist rejimin onlara karşı yürüttüğü ırkçılığa varan saldırganlık ve kıyıcılık da hiç durulmadı. Lozan antlaşmasının imzalanmasından 1938’e kadar geçen 15 yıllık süre içinde, toplam 17 Kürt ayaklanması yaşandı. Bunlar içinde en önemlileri, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1930’da Ağrı ayaklanması, 1937-38’de Dersim ayaklanmasıdır. Tüm bu isyan hareketlerinde, her iki taraftan da binlerce insan ölmüş, fakat Kemalist rejim Kürtlerin ulusal taleplerini hiçbir şekilde dikkate almadığı gibi, onların ulusal kimliğini de ağır bir asimilasyon politikası uygulayarak yok etmeye çalışmıştır. Bunu başaramadığı durumda ise, bütün dünyanın gözü önünde Kürt ulusal kimliğini yok sayarak, böyle bir ulusun hiç olmadığını söyleyerek, yaşananları unutturmaya, Türk halkından gizlemeye çalışmıştır. Bu bakımdan, şu gerçeği bir kez daha ve vurguyla belirtmeliyiz: Kemalistlerin İttihatçıların tarihsel uzantısı olduklarına hiç kuşku yoktur. Nitekim etnik bir sorun karşısında, İttihatçıların yöntemlerini devreye sokmaktan ve onlar gibi davranmaktan hiç çekinmemişlerdir. İttihatçılar 1915’de Ermeni sorununu nasıl “çözmeye” çalışmışlarsa, Kemalistler de Kürt sorununu öyle “çözmeye” kalkışmışlar, ama bunu asla başaramamışlardır! Egemen bürokrasi içindeki faşizm hayranlığı ve devleti bu temelde yapılandırma eğilimi, Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra gerilememiş, aksine daha da hızlanmıştı. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, “tek parti, tek millet, tek lider” sloganıyla sembolize edi-
Dersim İsyanında onbinlerce Kürt katledildi.
12
Mayıs 2008 • sayı: 38
len faşizan bir bürokratik yönetim biçiminin işleyişine tanık olacaktı. Bu faşizan bürokratik-burjuva yönetim biçimi, Nazilerin 1943’de Stalingrad’da yenilgisine kadar egemenliğini sürdürecekti. Bir “savaş ekonomisi”nin uygulandığı bu yıllarda, emekçi halk sınıfları yokluk ve yoksulluk içinde kıvranırken, Türk burjuvazisi savaş vurgunlarıyla daha da zenginleşip palazlanacaktı.
Savaş ekonomisi ve savaş zenginleri Türkiye İkinci Dünya Savaşının dışında kalmıştı ama savaşın dolaylı etkileri ülke ekonomisini temellerinden sarsmaya yetmişti. Türkiye’nin savaşa katılmamasına rağmen, 500 bin kişilik bir orduyu silâh altında tutan hükümet, bir süre sonra bu ordunun beslenmesi, giydirilip kuşatılması sorunuyla yüz yüze gelecekti. Bu kadar büyük bir orduyu beslemek, Türkiye’nin zayıf ekonomik yapısının kaldırabileceği bir yük değildi elbette. Bu durumda Cumhurbaşkanı İnönü’nün liderliğindeki CHP iktidarı, “Milli Korunma Kanunu” diye bir kanun çıkardı ve son tahlilde bütün yükü emekçi halk sınıflarının sırtına binecek olan bir “savaş ekonomisi”ni uygulamaya başladı. Bu dönemde hükümet, öncelikle askeri harcamalarla baş edebilmek için, sağlam para politikasından vazgeçerek karşılıksız para basmaya, yani enflasyonist bir politika izlemeye başlayacaktı. Bu politikanın kaçınılmaz bir sonucu olarak, dolaşımdaki para miktarı sürekli artarken, tüketim maddelerinin fiyatları da anormal yükselişe geçti. Örneğin, hayat pahalılığı indeksi 1938’de 100 iken, 1945 yılına gelindiğinde bu rakam 404’e yükselmiş, yani hayat pahalılığı dört kat artmıştı. Öte yandan, bu dönemde ekonomik güçler özellikle askeri alana kaydırılmış olduğundan, tarımsal üretimde de muazzam düşüşler yaşanıyordu. Dolayısıyla, bu dönemdeki tüm ekonomik veriler, işçi ve emekçi kitlelerin yoksullaşmasının daha da arttığını ve en zorunlu besin maddelerinin bulunamaması nedeniyle ülkede kıtlık ve açlığın yaygınlaştığını göstermektedir. Sözümona halkçı ve devrimci olduğunu iddia eden, fakat aynı zamanda Nazizme duyduğu sempatiyi de gizlemeyen CHP hükümetinin pek çok bakanı ve yönetici bürokrat kadrosu, bu dönemde kendi halkının sorunlarıyla ilgilenmekten çok, hayranlık duydukları Nazi Almanya’sındaki uygulamalarla ilgileniyorlardı. Türkiye’deki iktidar
Mayıs 2008 • sayı: 38
sahiplerinin bu dönemde Nazizmden ne denli etkilendiklerini gösteren somut bir örnek, Nazi Almanya’sındaki baskıcı ve ırkçı uygulamalara benzer bir uygulamayı, bunların Türkiye’de tatbik etmeye kalkışmış olmalarıdır. Savaş koşulları nedeniyle 1940 yılında uygulamaya sokulan Milli Korunma Kanunu, 1936 yılında işçilere verilen bazı temel hakları ortadan kaldırmakla işe başlamıştı. Kadın ve çocukların çalışmasıyla ilgili İş Kanunundaki bazı hükümler bu dönemde askıya alındı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı. İşçilerin işlerinden ayrılmaları yasaklandı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı ve zorunlu bir sebep olmadıkça işlerinden ayrılmaları da yasaklandı. Maden ocakları civarında yaşayan köylülere, belirli bir süre maden ocaklarında çalışma mecburiyeti getirildi. 3 Nisan 1944’de çıkarılan bir kanunla işverenlere, işçileri işyerine bağlamak amacıyla zor kullanma hakkı tanındı. Bir mazeret göstermeksizin işinden ayrılan işçilerin bulunup zorla işyerine getirilmeleri ve bunun için yapılan masrafın da işçinin gündelik ücretinden kesilmesi kabul edildi. Tarım kesiminde de köylüler benzer muamelelere maruz kaldı. Milli Korunma Kanununun verdiği yetkilere dayanarak devletin tarım ürünleri fiyatını çok düşük tutması, orta ve küçük köylünün yıkımına neden oldu. Bunun yanı sıra, köylüden alınan yol vergisi ve toprak vergisi de savaş bunalımının yükünü adeta köylünün sırtına yüklemişti. Yol vergisini ödeyecek parası olmayan köylüler, yol yapımında zorla çalıştırılıyorlardı. Bunun yanı sıra, ürününün %10-12’sini Toprak Vergisinden ötürü aynî olarak devlete vermek zorunda olan köylü, bu aynî vergiyi ödeyemediği için, çoğu zaman varını yoğunu satmakta ve el kapısına ırgat gitmekteydi. İşte köylerde yıllar sonra da hatırlanacak olan “Tahsildar baskısı ve jandarma dayağı” bu dönemin bir hatırasıdır! Fakat öte yandan bu “savaş ekonomisi” uygulaması, büyük toprak sahiplerinin ve zengin çiftçilerin işine yaramıştır. Köylüler yoksullaştıkça tarlalarını satmakta ve bu topraklar da büyük çiftliklere katılmaktaydı. Bu süreç, tarımdaki servet birikimini elbette büyük toprak sahipleri ve tarım burjuvazisi lehine hızlandıracaktı. Savaş ekonomisinin uygulandığı bu yıllarda devletle iş yapan yerli sanayiciler ve özellikle tüccar kesim, rüşvet mekanizmasını ustalıkla kullanarak ve karaborsacılık, istifçilik, vurgunculuk yaparak büyük paralar kazandılar. Örneğin, “İzmir’de harpten önce ancak 9 büyük özel şirket varken, harp içinde bunların sayısı 41’e çıkmıştır. İstifçilik veya ihtikâr yapan tüccarın, bazı büyük devlet memurlarının yanında, askerî müteahhitler, devletle yabancı sermaye arasında aracılık yapan tüccar, gelişen bazı sanayi kollarındaki sanayiciler harbin yarattığı büyük zenginler arasındadır.”6 Savaş yıllarında herkes bu “savaş zenginleri”nden bahsetmektedir. Bu savaş zenginlerini yaratan ise, pek “halkçı” ve de “pek devrimci” olduğu iddia edilen iktidardaki burjuva-bürokrat Kemalist kadrolardan başkası değil-
marksist tutum
di kuşkusuz! Bürokrat-burjuva CHP hükümetinin, bu savaş yıllarında Nazizmden etkilenerek giriştiği diğer bir uygulama ise, ırkçılık kokan meşhur Varlık Vergisi Kanunu uygulamasıdır. Başlangıçta sözümona tüm tüccarlardan alınması planlanan bu vergi, daha sonra “milli” burjuvazinin direnciyle karşılaştığı için, yalnızca gayrimüslim azınlıklardan alınan bir vergiye dönüştürülecekti. Aslında daha en başında, yalnızca gayrimüslim azınlıklardan alınması hedeflenerek çıkarılmış bir kanundu bu. Bu uygulama da, CHP içindeki Nazi sempatizanı ya da hayranı bakan ve bürokratların bir marifetiydi tabii ki. Bu kanuna göre hazırlanan listelerde, serveti olmayan, hatta dar gelirli sayılabilecek olan gayrimüslim azınlıklara da çok yüksek miktarlarda vergiler çıkartılmıştır. Varını yoğunu satmasına rağmen bu vergileri ödeyemeyecek durumda olanlar ise, Erzurum Aşkale’deki taş ocaklarında çalışmaya mecbur edilmişlerdir. Fakat öte yandan, asıl zengin gayrimüslim tüccarlar ise, “milliyetçi” bürokrasiye yüklü miktarda rüşvet ödeyerek, çok az miktarda vergiyle kurtulmuşlardır. Bu varlık vergisi uygulamasıyla, çok büyük servetler el değiştirmiş, özellikle gayrimüslimlerin elindeki gayrimenkul varlıkların (evler, dükkânlar, arsalar vb.) pek çoğu, Türk zenginlerinin eline geçmiştir. Yani bir anlamda, bir “sermayenin Türkleştirilmesi” süreci yaşanmıştır. Bu döneme ilişkin özetle söyleyecek olursak, tek parti diktatörlüğü altında uygulanan devletçilik ve savaş ekonomisi, işçi ve emekçi sınıfları daha da yoksullaştırıp perişan ederken, bundan kazançlı çıkan son tahlilde özel kapitalist girişimciler (burjuvazi) ve büyük toprak sahipleri oldu. Yıllarca Kemalist bürokrasinin himayesi altında ve onun uyguladığı ekonomi politikası sayesinde gelişip palazlanan “milli” burjuvazi, 1945’lere gelindiğinde artık siyasal iktidarı Kemalist bürokrasiden devralmaya hazırlanıyordu. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
–––––––––––––––––––––––––– 1
Ahmet Hamdi Başar, Barış Dünyası dergisi, sayı 63. Aktaran: Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Yay., 1973, s.446
2
Aktaran: Hans- Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1838-1938, İletişim Yay., 2005, s.578
3
Aktaran: Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, Marksist Tutum, sayı 31
4
Hans-Lukas Kieser, age, s.573
5
Aktaran: Seyfi Öngider, Kuruluş ve Kurucu, Aykırı Tarih Yay., s.173
6
Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar, Ant Yay., s.56
13
Sosyal Güvenlik Saldırısı Levent Toprak
A
KP hükümeti SSGSS yasasını meclisten geçirmeyi başarmış bulunuyor. Böylece işçi sınıfının sermayenin uzun yıllardır süren saldırıları karşısındaki kayıplar listesine yeni ve kalın bir satır daha eklenmiş oldu. İşçi hareketinde bir süredir yaşanan kıpırdanma, yasa tasarısına muhalefet sürecinde de gelişerek belirli bir basınç yaratmışsa da, yasanın geçmesine engel olunamamıştır. Yine de, ortaya konan sınırlı muhalefet sayesinde bile, tasarının orijinal haliyle geçemediğini kaydetmek gerekiyor. Bu bir teselli olmamakla beraber, hükümet, geçiş sürecini iç ve dış sermaye örgütlerinin istediğinden daha yumuşak ve uzun vadeye yayarak düzenlemek, tasarıda ilk başta 68 olan yaş sınırını 65’e indirmek ve daha sonra da 9000 olan prim gün sayısını SSK’lılarda 7200’e indirmek zorunda kalmıştır. Aslında bu, hükümetin işçi sınıfı karşısında şu ana kadar en zayıf düştüğü momenti oluşturuyordu denebilir. Eğer daha güçlü bir direniş sergilenebilseydi, içinde bulunduğu hassas durum nedeniyle hükümet daha fazla geriletilebilirdi. Tam da bu anın özgün somut şartları dolayısıyla, Türk-İş bürokrasisinin oynadığı hain rolün önemli bir belirleyiciliğinin olduğu hemen vurgulanmalıdır. Türkİş’in bu yıl 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması konusunda ilk başta sergiler göründüğü tutum bir yönüyle SSGSS sürecinde oynadığı işbirlikçi rolün izlerini silme kaygısın-
14
dandır. İşçi sınıfı bu hainlerden ve diğerlerinden elbet bir gün hesap soracak ve belini doğrultarak bu kayıpları geri alacaktır. Yine de sürecin bittiği söylenemez. SSGSS konusunu gündemden düşürmemek gereği bir yana, sırada kıdem tazminatları saldırısı bulunmaktadır. O nedenle 1 Mayıs sonrası süreçte bu konuları işçi sınıfının mücadele gündeminde tutmak önem taşımaktadır.
İdeolojik argümanlar ve gerçekler Bu saldırıların dünya genelinde yürütülen saldırılar olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek bulunmuyor. Son çeyrek yüzyıldır burjuvazi dünyanın her yerinde benzer saldırılar gerçekleştirdi ve hâlâ da buna devam ediyor. Sermayenin uluslararası ölçekte merkezi örgütlenmeleri ve ideologları bu saldırıları etraflıca planlayıp gerekli ideolojik argümanları da temin ediyorlar. Böylece oluşturulan somut saldırı programları dünyanın her bir köşesinde hemen hemen aynı söylemle uygulamaya sokulmaya çalışılıyor. IMF’nin herhangi bir ülkeye kredi vermek için bu tür yasal düzenlemeleri şart koşması, bu merkezi mekanizmanın yalnızca çarpıcı bir göstergesidir. Nitekim AKP yeni saldırı yasasını çıkarır çıkarmaz, IMF’nin 3,7 milyar dolarlık yeni kredi dilimini salıvereceği açıklanmıştır. “Sosyal güvenlikte reform” adlı paket bu tür uluslara-
Mayıs 2008 • sayı: 38
rası merkezlerde hazırlanmış global bir sermaye programıdır ve bu saldırı programının temel maddeleri her yerde aynıdır. Emekliliğe ilişkin olarak, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşlarının düşürülmesi, emeklilik sisteminin özelleştirilerek özel emeklilik sigortasına geçilmesi hedefleniyor. Sağlığa ilişkin olarak da, parasız hizmetin asgari bir hizmet paketiyle sınırlandırılıp fazladan haraç alınması, koruyucu sağlık hizmetlerinin mümkün olduğu ölçüde tasfiye edilerek, toplumsal maliyeti çok daha fazla olan tedavi edici tıbbın mutlak hâkim kılınması amaçlanıyor. Ayrıca hem sağlık hizmetleri hem de sağlık sigortası fonları özelleştirilerek kamusal sağlık sisteminin tasfiyesi öngörülüyor. Diğer tüm kazanımlar gibi sosyal güvenlikle ilgili kazanımlar da işçi sınıfına altın kase içinde ikram edilmemiştir. Bunlar, esas olarak işçi sınıfının dünya genelinde burjuvazinin yüreğine saldığı devrim korkusundan dolayı elde edilmişti. Saldırıların bu evrensel karakterinin bir parçası olarak, işçi kitlelerin bilincini bulandırmaya yönelik benzer ideolojik argümanlar dolaşıma sokulmakta ve bunlar ülkelerin özgün şartlarına adapte edilmektedir. Örneğin emeklilikle ilgili olarak, özellikle gelişmiş ülkelerde yürütülen propagandanın temel ayağını “ortalama ömür uzuyor, doğurganlık azalıyor, bu nedenle daha uzun süre çalışmamız, daha azla yetinmemiz gerekiyor” iddiası oluşturuyor. Türkiye’de ise bunun bir çeşitlemesi olan “aktif sigortalı başına düşen emekli sayısı çok yüksek” argümanı ön plana çıkarılıyor. Hem dünyada hem Türkiye’de ortak çığırtkan söylem ise elbette hepimizin aşina olduğu, sosyal güvenlik sisteminin alarm zilleri çaldığı, birkaç yıl sonra çökeceği ve bir an önce uzun vadeli tedbir alınması gerektiğidir. Özü gereği anarşik ve plansız olan kapitalizmde, egemenlerin emeklilik konusunda 50-100 yıla yayılan uzun vadeli plan çığlıkları atması, ancak ikiyüzlülüğün bir ifadesi olarak görülebilir. Burjuvazinin ideolojik söylemini açığa kavuşturmak için, sadece bir örnek olarak, en temel iddiayı ele alalım. “Yaşam süresi uzuyor, yaşlı sayısı artıyor” iddiasından, ya da diyelim ki tespitinden, çıkması gereken sonuç nedir? Daha ötesine gitmeye gerek olmadan, ilk akla gelebilecek insani ve mantıki sonuç, “demek ki toplumsal zenginlikten yaşlılar için, emekliler için ayrılması gereken pay arttırılmalı” sonucu değil midir? Ama sermaye ideolojisinin çıkardığı sonuç, zaten geçim savaşı veren yaşlıların, emeklilerin daha azla yetinmesi ve emekli olmak için de daha yüksek primlerle, daha uzun yıllar boyunca çalışılması gerektiği sonucu oluyor. Yani, milyarlarca işçi ve emekçi için sefil bir yaşlılık, mezarda emeklilik ve çalışanlar için de çok daha uzun yıllar kölece çalışma, toplumsal zenginlik-
marksist tutum
ten daha az pay ve daha ağır geçim şartları! Buna karşılık, dolar milyarderlerinin sayısında ve servetinde hayâsız bir artış! “Dünyaların en iyisi” kapitalist düzenin insanlığa vaat ettiği bu! Yani yaşam süresinin uzaması insanlık için bir mutluluk kaynağı olması gerekirken, haklarımıza saldırı için bir bahane yapılmaktadır.
“Düşene kadar çalış!” Sermaye sözcüleri bazen daha dobra ve küstah olabiliyorlar. Böyle anlarda sorunu gerçekte nasıl gördüklerini daha iyi yakalamak mümkün oluyor. Dünya burjuvazisinin en önde gelen yayın organlarından biri olan Time dergisi 2002 yılındaki bir sayısının kapak konusunu “Bundan sonra emeklilik mümkün mü?” başlığıyla sunuyordu. İçerikte de, insanların “20-30 yıl” emeklilik dönemi geçirmelerinin, tarihte ancak bir istisna olan son devirde söz konusu olduğunu, bu konuda “tarihsel normun, ‘düşene kadar çalış’ ilkesi olduğunu” ve şimdi gidişatın da yine bu “tarihsel norma” doğru olduğunu belirtiyordu. Bu sözlerin tercümesi şöyle yapılabilir: işçi sınıfının elde ettiği kimi haklar görece kısa bir tarihsel döneme aitti ve o dönem artık bitmiştir, “normal” olan siz işçilerin ölene dek çalışmasıdır! İşin doğrusu, daha ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası yaklaşık 40 yıllık dönemde hayat bulmuş olan sosyal güvenlik gibi kazanımlar, aslında önemli ölçüde ileri kapitalist ülkelerle sınırlıydı. Yani insanlığın çok geniş kesimleri için sosyal güvenlik söz konusu değildi ve halen de değildir. Ayrıca bu ileri kapitalist ülkelerde bile işçi sınıfının tamamı az çok güvenceli bir sosyal korumaya sahip değildi. Örneğin ABD’de nüfusun yüzde 40’ı sağlık güvencesinden yoksundur. Neo-liberal saldırı dalgasının hemen arifesi sayılabilecek 1980 gibi bir tarihte bile, Amerikan işçi sınıfının ancak yarısından azı garantili bir standart emeklilik maaşı sistemine dahildi. Peki, Time dergisinde bahsedilen, “sağlıklı insanların ömürlerinin son 20-30 yılında çalışmadıkları tek tarihi dönem”in sırrı neydi? Eğer Time dergisi dobralığını biraz daha ileri götürseydi, bu dönemin sırrını “burjuvazinin işçi sınıfından ve devrimden korktuğu ve kapitalizmin de canlı bir yükseliş içinde olduğu dönem” diye açıklaması gerekirdi. İşin sırrı tastamam buradadır. Diğer tüm kazanımlar gibi sosyal güvenlikle ilgili kazanımlar da işçi sınıfına altın kase içinde ikram edilmemiştir. Bunlar, esas olarak işçi sınıfının dünya genelinde burjuvazinin yüreğine saldığı devrim korkusundan dolayı elde edilmişti. Ancak işçi sınıfının gücü ve mücadelesi, sosyal demokrat ve Stalinist önderliklerin sınıf işbirlikçi tutumları nedeniyle başarılı devrimlere dönüşmedi. Bu hain önderlikler sayesinde işçi sınıfı burjuvaziden koparılan bu tavizlerle zaman içinde burjuva düzene iyice eklemlendirildi. Dolayısıyla bir yanıyla kazanımları oluşturan bu önemli reformlar, diğer yanıyla işçi sınıfını düzene bağlayan iplik-
15
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
başarabilmiş değil. O nedenle saldırılar tüm hızıyla sürmektedir.
Fonlar burjuvazinin iştahını kabartıyor
“Gerçek emekliliğe ihtiyacımız var!” ler haline getirildi. O dönemde oluşan sınıflar arası yeni dengenin adlandırılışıydı aslında “sosyal devlet” ya da “refah devleti” kavramları. Ne var ki, daha önceki bir yazımızda (bkz. Levent Toprak, Kapitalizmde Sosyal Güvenlik, MT, Nisan 2006) da açıkladığımız gibi, buna nesnel bir zemin sunan kapitalizmin 2. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı canlı yükseliş, 70’lere gelindiğinde artık son bulmuş ve kâr oranları belirgin biçimde düşmeye başlamıştı. Sermaye bunu telafi edebilmek için işçi sınıfının yaratılan toplumsal zenginlikten aldığı payı azaltmaya yönelik büyük ölçekli merkezi bir saldırıya koyuldu. Bir geçiş dönemi olarak görülebilecek 70’lerden sonra, dünya burjuvazisi asıl olarak 80’lerle birlikte küresel saldırısını Reagan ve Thatcher’ın bayraktarlığında başlattı. O günlerde Reagan’ın bütçe işleri direktörü olan bir zat, hedeflerini, “refah devletinin ikiz kaleleri Social Security ve Medicare’i [ABD’deki kamusal emeklilik ile sağlık sigortası programları] fethetmek” diye açık biçimde ortaya koyuyordu. Bunun anlamı, sermayenin esas olarak 2. Dünya Savaşı sonrası işçi sınıfıyla yaptığı anlaşmanın artık tasfiye edilmesi zamanının geldiğiydi. Çünkü düzenle bütünleşen işbirlikçi, reformist sendikal ve siyasal önderlikleri aracılığıyla düzene eklemlendirilip uysallaştırılan işçi sınıfına saldırmak artık daha mümkün görünüyordu. Dolayısıyla, “sosyal devlet” ya da “refah devleti” gibi adlarla anılan sistem artık burjuvazi için gereksiz bir maliyet durumuna gelmişti ve tasfiye edilmesi gerekiyordu. 80’lerin sonunda SSCB’nin başını çektiği modern despotik bürokratik diktatörlüklerin çöküşüyle birlikte daha da pervasızlaşan burjuvazinin saldırı dalgası olağanüstü bir ivme kazandı. Bu saldırılar dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfına önemli kayıplar yaşatmasına rağmen, burjuvazi hâlâ işçi sınıfının bütününü “tarihsel norma” tam anlamıyla döndürmeyi
16
Amerikalı bütçe direktörünün “fethetme” gereğinden söz ettiği emeklilik ve sağlık sigortası programlarının sermaye için anlamı neydi? O sözün sarf edildiği sırada bu fonlarda işçi sınıfının sağlık ve emekliliği için trilyonlarca dolar birikmiş durumdaydı ve burjuvazinin ağzının suyu akmaktaydı. Bu fonlarda patronlardan vergi biçimi altında alınan kesintiler de bulunuyordu. İşte sermaye sınıfı, her şeyden önce kendisinden yapılan kesintinin azaltılmasını ve sonra da bu fonların giderek özel bireysel fonlara dönüştürülerek sermayenin kumarhaneleri olan mali piyasalara açılmasını istiyordu. Sermaye o günlerden bu yana sürdürdüğü ataklarla bu alanda önemli mesafe kaydetmiştir. ABD’de garantili emeklilik programına dahil olan nüfus 1980’den 1996’ya kadar olan sürede yalnızca 3 milyon kişi artarak 41 milyona çıkarken, propagandalar sonucu aldatılarak güvencesiz özel emeklilik programlarına dahil olanların sayısı ise bir patlamayla 20 milyondan 50 milyona çıkmıştır. Bu çoğunluk kesim, özel emeklilik fonlarının işleme sokulduğu borsalarda yaşanan çöküşler ve şirketlerin dalavereleri sonucu çok ciddi kayıplar yaşamış ve bunların önemlice bir bölümü tüm birikimlerini yitirerek yaşlılık günlerini sefalet içinde geçirmeye mahkûm hale düşürülmüşlerdir. Bu konuda özellikle ABD ve İngiltere’de 90’lar boyunca Enron’dan tutun, Maxwell’e, Unilever’e kadar birçok dev ve “saygın” şirketin işçilerin milyarlarca dolarını nasıl iç ettiğini anlatan sayısız öykü bulunmaktadır. Tüm dünyada geri yapılmaya çalışılan da budur. Bugün dünya ölçeğinde borsalar ve diğer mali piyasalara sürülmüş olan özel emeklilik fonlarının büyüklüğünün 25 trilyon dolar olduğu söylenmektedir. 2001 yılına ait bir veriye göre, İngiltere’deki şirketlerin toplam hisselerinin yarısından fazlasını bu emeklilik fonları ve sigorta şirketleri ellerinde tutmaktadır. İngiltere’deki özel emeklilik fonları 1960’larda şirketlerin hisselerini ellerinde ortalama 23 yıl tutarken, 2000’lere gelindiğinde bu süre 18 aya inmiştir. Yani işçi fonları artan ölçüde kısa vadeli spekülatif mali oyunlara meze yapılmaktadır. Yine İngiltere’de 1990’lar boyunca çalışanlarına özel emeklilik planları sunan şirketlerin, “borsa nasıl olsa yükseliyor, bununla üzerini örteriz” hesabıyla, bu fonlardan toplam 18 milyar sterlin çaldıkları ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki borsa için burjuva ekonomistlerin sürekli olarak “kurumsal yatırımcı” ihtiyacından dem vurmasının altında benzer hevesler yatmaktadır. “Kurumsal yatırımcı” sözüyle kast edilen tam da böylesi emeklilik sigortası fonlarıdır. Bütün burjuvalar bu fonları kumar masasına sürerek nasiplenmek istiyorlar. Türkiye’de televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında mutluluk ve huzur tabloları eşliğinde verilen bunca bireysel emeklilik sigortası reklâmının hikmeti buradadır. Ça-
Mayıs 2008 • sayı: 38
lışanları bireysel emekliliğe geçişe zorlamak için izlenen politikanın temel ayaklarından birini kamusal emeklilik sisteminin getirisini işçi için olabildiğince yetersiz kılmak ve onu özel emeklilik sigortasına yönlendirmek oluşturmaktadır. Bunun için bireysel emeklilik sigortası şirketlerine yasa yoluyla vergi muafiyetleri gibi kıyaklar tasarlanmaktadır. SSGSS’yi meclisten geçiren hükümet bu yasayla ayrıca bazı vakıf ve sandıklarda birikmiş emeklilik fonlarının da 3 yıl içinde Sosyal Güvenlik Kurumuna (SGK) devredilmesini şart koşmuştur. Yapılan özel düzenlemeyle bunların özel emeklilik sistemlerine aktarılmasının planlandığı anlaşılıyor. Hazırlanmakta olan bir diğer yasayla da işçilerin kıdem tazminatları hedef alınmakta, büyük bir kıdem tazminatı fonu kurmak suretiyle bunun sermayeye peşkeş çekilmesinin hesapları yapılmaktadır. Bireysel emeklilik sigortası şirketleri bu iki kaynağın her birinin yaklaşık olarak 7-8 milyar dolarlık bir pasta oluşturacağını hesap ederek ellerini ovuşturuyorlar. Sabancı holdingin sigorta şirketi müdürünün basına alenen “bunlar iştahımızı kabartıyor” demekten kendini alamamış olması çok söze yer bırakmasa gerek. Yeri gelmişken, hükümetin SSGSS’nin hemen ardından ilan ettiği bir başka saldırıdan, yani yeni “istihdam paketi”nden de bahsetmek gerekiyor. Bununla işverenin ödediği sigorta primi payı 5 puan indirilmekte, yani yetersiz olduğu söylenen sosyal sigorta fonları daha da azaltılmakta ve işsiz işçilerin çok azının yararlanabildiği işsizlik sigortası fonunun bir bölümüne de yatırımlara kaynak aktarma bahanesiyle el konulmaktadır.
marksist tutum
hem işçi hem işveren bu fonlara katkıda bulunuyor görünmektedir. Ancak görünüşteki bu durum, özde patronların az bir “katkı”yla fonların bütünü üzerinde söz hakkına sahip olmasını haklı göstermeye yarayan bir tür muhasebe oyunudur. Gerçekte, hangi muhasebe şeklini alırsa alsın bu kesintiler özde işçinin ücretinin bir parçasıdırlar. Bunu iyi anlamak için ücret sorununu iyi kavramak gereklidir. Engels’in ifadesiyle, “Ortalama ücret, belli bir ülkenin işçilerine, bu ülkenin yaşam koşullarına göre kendi soylarını sürdürmeleri için gerekli geçim araçlarının toplamına eşittir.” Ve bu ortalama ücret (emek-gücünün değeri) Marx’ın dikkat çektiği gibi, yere ve zamana göre değişebilen fiziksel ve toplumsal koşullarla belirlenir. “Emek-gücünün değeri, biri salt fiziksel, ötekisi ise tarihsel ya da toplumsal olan iki öğeden oluşur. Emek-gücü değerinin alt sınırını fiziksel öğesi belirler… Salt fizyolojik olan bu öğe yanında, her ülkede, emeğin değeri, geleneksel yaşam düzeyi ile de belirlenir. Bir yaşam düzeyi, yalnız fiziksel yaşamdan ibaret olmayıp, insanların içinde yaşadıkları ve içinde yetiştirilmiş oldukları toplumsal koşullardan doğan bazı gereksinmelerin doyurulmasıdır… Emeğin değerine giren bu tarihsel ya da toplumsal öğe artabilir ya da azalabilir, büsbütün ortadan kalkabilir, öyle ki, geriye fi-
Sosyal güvenlik ve ücret Sermaye ve onun devleti işçilerin sosyal güvenlik fonları üzerinde kendilerini doğal hak sahibi olarak görmekte ve bu fonları tümüyle kendi istedikleri gibi kullanmaya çalışmaktadırlar. Ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, bu fonların yönetimi yasalar ve sözleşmelerle büyük ölçüde sermayeye ve onun devletine verilmiştir. Örneğin Türkiye’de SSK’nın yönetiminde işçi temsili bulunmasına rağmen, bu temsil sermaye ve onun devletinin toplam temsil oranı yanında azınlıkta bırakılmakta ve kararlarda belirleyici olma şansı verilmemektedir. Sermaye sınıfı işçilere ait hayati fonlar üzerinde söz hakkına sahip olmasını meşru göstermek için en çok “orada benim de katkı payım var” demagojisini ya da bu fonlar genelde çok büyük fonlar olduğu için “ekonominin bütünü üzerinde etkili, o nedenle bizim de işin içinde olmamız lazım” yollu argümanı kullanır. Bu ikincisini bir kenara bırakalım. Sosyal güvenliğin finansmanı değişik ülkelerde değişik biçimler almaktadır. Bu fonlar için kesintiler kimi ülkelerde prim biçimi altında, kimi ülkelerde vergi biçimi altında, kimi ülkelerde de bu ikisinin bir bileşimi şeklinde yapılmaktadır. Fakat genelde tüm bu farklı uygulamalarda
17
marksist tutum
ziksel sınırdan başka bir şey kalmaz.” (Ücret, Fiyat, Kâr) Bu tarihsel ve toplumsal öğe esas olarak sınıf mücadeleleriyle belirlenen bir şeydir. İşçi sınıfı zorlu mücadeleler sonucunda yaşlılık, sağlık kaybı, işsizlik gibi çeşitli çalışamazlık durumlarında geçimini sürdürme araçlarını da gerekli geçim araçlarının bir parçası haline getirmiştir. Böylece, bunun elde edilebildiği ülkelerde, çalışamazlık durumlarında işçinin az çok geçiminin sağlanması doğal bir toplumsal kabul ve yasal hak düzeyine yükselmiştir. Dolayısıyla sosyal güvenlik patronların yüce gönüllü bir ihsanı ya da işçi sınıfı için bir lüks olmayıp, onun varlığını sürdürebilmesi için gerekli geçim araçlarının, yani ortalama ücretinin bir parçasıdır. Ancak ustaların da dikkat çektiği gibi ücretin içindeki “toplumsal öğe artabilir ya da azalabilir.” Nitekim yukarıda vurguladığımız gibi, sermaye 80’lerden bu yana işçi sınıfını “tarihsel norm” dediği fiziksel asgariye doğru geriletme gayreti içindedir ve bu yolda önemli mesafe kaydetmiştir. Dolayısıyla, sadece ve sadece işçilerin mücadelesiyle ve onların çalışamazlık durumları için oluşturulmuş olan, harcamaları da tümüyle bu durumlarla ilgili olan bu fonların işçilerin fonları olduğu apaçıktır. Zaten tam da bu nedenle çeşitli ülkelerde işçi hareketinin haklı taleplerinden biri, bu fonların denetim ve yönetiminin tümüyle işçi sınıfının elinde olması ve sermayenin ve devletinin bunların yönetiminden elini tümüyle çekmesidir. O halde, konuya olması gerektiği gibi, ücret kavramının özü bakımından yaklaşıldığında, bu fonlara giden katkıların tamamı, kâğıt üstünde işveren katkısı ya da payı gibi gösterilen kısım da, ücrete dışsal olmayıp onun bir parçasıdır. Dolayısıyla işçiler, hangi ad altında olursa olsun kendi sosyal güvenlikleriyle ilgili bu katkı paylarını ücretlerinin parçası olarak görmeli ve ücretin doğrudan ceplerine giren kısmı konusundaki hassasiyeti, bu kısımlar için de göstermelidirler. Bu bağlamda, sosyal güvenlik fonlarının yönetiminden sermayenin ve devletinin tümüyle elini çekmesi talebi yükseltilmelidir.
Sermayenin bölücü taktikleri ve mücadele İşçi sınıfının dikkatli olması gereken bir nokta da, sermayenin bu saldırılarını hayata geçirirken kullandığı bölücü taktiklerdir. Sermaye hükümetleri yaptıkları düzenlemelerde, işçi ile memuru, kayıtlı işçi ile kayıtdışı işçiyi, işçi sınıfının şimdiki kuşağı ile gelecek kuşaklarını karşı karşıya getirecek biçimde hareket etmekte, bunun yanı sıra işçi sınıfı ile Bağ-Kur kapsamındaki küçük mülk sahibi emekçinin birlikte hareket etmesini önlemeye çalışmaktadır. Bunlar tepkiyi kırma amaçlı, saldırı programlarını aşama aşama yürüten bölücü taktiklerdir. Emeklilik yaşını yükselten düzenleme için başbakan muhtelif konuşmalarında sıkça, şimdi yapılan düzenlemenin mevcut çalışanları ilgilendirmediğini söyleyerek, işçilere “siz kendi keyfinize bakın, bırakın çocuklarınız mezar-
18
Mayıs 2008 • sayı: 38
da emekli olsun, size ne?” demiş oluyordu. Bununla “acaba bu yasa beni etkiliyor mu, etkiliyorsa ne kadar etkiliyor” tasasına düşen birçok emekçinin aklını bulandırmayı ve tepkilerini savuşturmayı amaçlıyordu başbakan. İşçi sınıfının gelecek kuşaklarını sermaye canavarının ağzına atmakta beis görmeyen bu zat, aynı zamanda hiç utanmadan halka en az üç çocuk doğurmayı tavsiye edebiliyordu. Allah rızkını verirmiş! Bir rızk varsa, Allahın adını ağızlarından düşürmeyen din simsarlarının bu rızkı gasp etme konusunda en ileri gidenler olduğuna şüphe yok. Benzer biçimde işçi sınıfının yapay olarak memur diye sınıflandırılan kesimi ile diğer kesimleri arasında önemli eşitsizlik duvarları çekilmekte ya da sözümona bu farkları kaldırma adına herkesi en kötüde eşitleme çabası gösterilmektedir. Yeni yasayla, halihazırda çalışmakta olan memurların, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emeklilik maaşlarının düşürülmesi uygulamasından muaf tutulmasının böylesi bir amaç güttüğü muhakkaktır. Başka bir bölyönet uygulaması olarak, yine kayıtdışı çalışmaya bilinçli biçimde göz yumulmakta ve kayıtdışılığın suçu mevcut sosyal güvenlik sistemine atılmak suretiyle, yük kayıtlı işçilerin sırtına bindirilmektedir. Böylece, kayıtdışı çalışmaya mecbur bırakılan işçinin, “benim zaten bir sosyal güvencem yok, düzenlemelerden bana ne” şeklinde düşünmesi sağlanmaktadır. Tüm bunlar düşünüldüğünde, diğer mücadele konularında olduğu gibi, sosyal güvenlik konusunda da işçi sınıfının mücadele birliğinin sağlanması, saldırıların püskürtülebilmesi için son derece önemlidir. Bu nedenle, sınıfın tüm kesimleri için eşit biçimde en ileri kazanımların elde edilmesine çalışılmalı ve özellikle de büyük bir kangren olan kayıt dışı ve sendikasız çalıştırmaya karşı mücadeleye özel önem verilmelidir. İşçi sınıfı başka birçok kazanımını olduğu gibi sosyal güvenliği de uzun mücadeleler sonucunda elde etmiştir. Bu mücadeleler sonucunda sosyal güvenlik işçilerin yaşamak için gerekli geçim araçlarının bir parçası haline gelmiştir. Ancak işçi sınıfı mücadeleden ve örgütlülükten uzaklaştığı ölçüde, sermayenin pervasız saldırılarına açık hale gelmiştir. O nedenle burjuvazi yıllardır işçi ücretlerini fiziksel asgariye indirme yolunda taarruzdadır. O halde gereken, mücadeleyi ve örgütlülüğü her düzeyde yükseltmekten başka bir şey değildir. SSGSS’ye karşı verilen sınırlı mücadele süreci bile, sermayenin ancak mücadeleyle geri adım atacağını açıkça göstermektedir. Mücadele ve örgütlüğü yükseltebilmek için doğru bir perspektife sahip olmak gereklidir. İşçi sınıfının bütün kesimlerini gözeten, onun ulusal ve uluslararası birliğini sağlamaya dönük bir perspektifle hareket etmek, reformların her zaman büyük devrimci mücadelenin yan ürünleri olduğunu unutmamak, “sosyal devlet” gibi düzen içi hayalleri bir kenara bırakıp, sınıfsız toplum ve ona giden yolu açacak bir devrimci işçi iktidarı hedefiyle yürümek gereklidir. Marx’ın vaktiyle dediği gibi işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey!
Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor İlkay Meriç
D
ünyayı pençesinde kıvrandıran kapitalizm canavarı, kanını emerek hayat bulduğu emekçi sınıfları her geçen gün bir felâketten diğerine sürüklemeye ve milyonların canını almaya devam ediyor. Irak ve Afganistan’ı cehenneme çeviren emperyalist savaş kısa sürede dünya ölçeğinde derin bir ekonomik krizle bütünleşirken, fahiş biçimde artan gıda fiyatlarıyla korkunç bir hal alan açlık da bu felâket tablosunu tamamlıyor. Bu tablo, gelinen noktada, kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin büyük patlamalarla kendini dışa vurduğunun açık bir göstergesidir. Nitekim sistemin çelişkileri emekçiler cephesinde de kendini patlamalarla dışa vurmaya başlamıştır. Son birkaç ayda, aralarında Mısır, Pakistan, Bangladeş, Burkina Faso, Tunus, Filipinler, Tayland ve Haiti’nin de bulunduğu pek çok ülkede, artan gıda fiyatları yüzünden sokaklara dökülen on binlerce emekçinin yükselttiği isyan dalgası bunun en yakın örneğidir. Burjuvazi şimdilerde açlar ordusundan yükselen ayak seslerinin şaşkınlığını yaşıyor. Sayıları bir milyarı bulan devasa bir insan kitlesinin her gece yatağa aç girmesine sonsuza dek gözünü kapatabilecek tıynetteki sömürücüler sınıfının, açların ayak sesleri karşısında gözleri faltaşı gibi açıldı. Emekçi kitlelerin boş midelerinden yükselen gurultulara sağır kesilen kulaklar, ayak seslerine karşı çok hassaslar. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi emperyalist kuruluşların baş direktörleri, açıklama üzerine açıklama yaparak, burjuvaziyi yükselen tehlike karşısında uyarıyorlar: Aman dikkat, demokrasi tehlikede!
Onların demokrasi dedikleri şey hiç kuşku yok ki nam-ı diğer kapitalizmdir. O kapitalizm yüzündendir ki, dünyada her yıl açlık nedeniyle 11 milyon çocuk yaşamını yitiriyor, 850 milyondan fazla insan, yani Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği’nin toplam nüfusundan çok daha fazlası, şiddetli açlık çekiyor. Üstüne üstlük bu rakamlar son gıda krizinin öncesine aitler. Son bir yıl içinde buğday, mısır, pirinç, nohut, fasulye gibi tahıl ve bakliyat ürünlerinin fiyatlarında %35 ilâ %130 arasında artış yaşandı ve bu artış hayvancılığı da etkiledi. Bir diğer deyişle bugün açlık tablosu çok daha korkunç bir hal almış durumda. Aklıselim burjuva ideologlar, “çok uzun bir ayaklanmalar, çatışmalar ve istikrarsızlık dönemine doğru yol alıyoruz” diyerek burjuvaziyi uyarıyorlar. Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick ise, gıda fiyatlarındaki artışın devam etmesi halinde açlar ordusuna 100 milyon kişinin daha ekleneceğini belirterek, hükümetleri 500 milyon dolarlık acil yardım yapmaya çağırıyor. Evet 500 milyon dolar! Dünya ölçeğinde hüküm süren açlığa acil müdahale için gereken para miktarı bu! Yani ABD’nin Irak’ı cehenneme çevirmek için bir günde harcadığı paranın yarısı… Yani emperyalist devletlerin son birkaç ayda kriz nedeniyle batan bankaları kurtarmak için akıttıkları yüz milyarlarca doların yanında devede kulak… Buna rağmen, dünyanın iliğini sömüren emperyalist sermayenin umarsızlığı devam ediyor. Örneğin ABD 200 milyon, İngiltere 60 milyon, Almanya ise rica minnet 50 milyon dolarlık yardımda bulunacağını duyuruyor ve bu
19
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar ve açların ayak sesleri, Fransız devriminden Rus devrimine, tarihteki tüm büyük devrimlerin ilk işaretleri olmuştur. İşte sömürücüler sınıfının şimdilerde duymaya başladığı korkunun asıl nedeni budur. Çünkü devrim “tehlike”sinin ayak sesleri, tüm dünyada yükselmeye başlamıştır.
emperyalist devletler sanki büyük bir lütufmuş gibi bundan övünçle bahsediyorlar. Sadece Türkiye’de birkaç pirinç spekülatörünün son bir ayda halkın cebinden çaldığı paranın 150 milyon doları geçtiği hesaba katıldığında, bu rakamların sergilediği tablo kapitalizmin insana verdiği değeri bir kez daha ortaya koyuyor. Ancak sermayenin kısa vadeli çıkarları uğruna takındığı bu umarsız tavrın dönüp sistemin kuyusunu kazacağını çok iyi bilen uluslararası sermaye kuruluşları, hissettikleri yakın tehlike karşısında alarm çanlarına asılmak zorunda kalmaktalar. IMF başkanı Dominique Strauss-Kahn, 12 Nisan tarihli bir basın konferansında şunları söylüyordu: “Eğer gıda fiyatları bugünkü gibi yükselmeye devam ederse, bunun, Afrika’nın da dahil olduğu fakat sadece Afrika’dan ibaret olmayan geniş bir ülkeler grubunda, nüfus üzerindeki sonuçları korkunç olacak. Yüz binlerce insan açlıktan ölecek. Çocuklar, sonuçlarını tüm yaşamları boyunca hissedecekleri bir beslenme yetersizliği çekecekler. Üstelik hükümetlerin çoğu … halk karşısındaki meşruiyetlerinin tümüyle yıkıldığını görecekler. Bu yüzden, bu yalnızca bir insanlık sorunu değildir. Yalnızca bir ekonomik sorun değildir. Aynı zamanda demokratik bir sorundur. Geçmişten öğrenerek bildiğimiz gibi, bu tip sorunlar bazen savaşa yol açar. Bu yüzden, eğer meta fiyatlarındaki, özellikle de gıda fiyatlarında aşırı yükselişin korkunç sonuçlarından kaçınmak istiyorsak, bu sorunu şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla dikkate almamız gerekiyor. … Bunun için IMF’nin reforme edilmesi kesinlikle zorunlu…” Çokuluslu tekellerin daha fazla kâr edebilmeleri için tüm dünya tarımını onların çıkarları doğrultusunda örgütleyen, fiyatları alabildiğine yükselten, işçilerin ve köylülerin iliğini kurutan ve onları korkunç bir yıkıma sürük-
20
leyenler, şimdi utanmadan bu sözleri sarf ediyorlar. Ancak onların derdi hiçbir zaman ölen yüz milyonlarca insan olmamıştı, şimdi de değildir. Bu beylerin ölesiye çekindikleri şey, çok açıktır ki, işçi ve emekçi kitlelerin ayağa kalkarak bu sömürü düzenini sermayenin kafasına yıkacakları bir devrim tehlikesidir. Adını koymaktan istedikleri kadar çekinsinler, “geçmişten öğrenerek bilinen”, “bazen savaşlara yol açan” ve “demokratik bir sorun” olan şey, tam da böylesi bir devrimdir. Burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar ve açların ayak sesleri, Fransız devriminden Rus devrimine, tarihteki tüm büyük devrimlerin ilk işaretleri olmuştur. İşte sömürücüler sınıfının şimdilerde duymaya başladığı korkunun asıl nedeni budur. Çünkü devrim “tehlike”sinin ayak sesleri, tüm dünyada yükselmeye başlamıştır. Haiti’de hükümet deviren, Mısır’da Hüsnü Mübarek iktidarını sarsan, Bangladeş’te askeri diktatörlüğü hop oturtup hop kaldıran, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da burjuvaziyi tirtir titretenler, açlığın, sefaletin ve işsizliğin pençesinde kıvranan işçi ve emekçi kitlelerdir. Yıllardır dizginsizce sömürülen ama görmezden gelinen bu kitleler, sokağa çıktıkları anda birden görünmez hayaletler olmaktan çıkmış ve burjuvaziye dev olarak görünmeye başlamıştır. Ve bu sadece bir başlangıçtır!
Emperyalist tekellerin yıkım tehdidi altındaki tarım Liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarını son otuz yıldır neoliberal uygulamalar aracılığıyla azgınca hayata geçiren burjuvazi, tüm dünyada emekçi kitleleri daha da derin bir sefalete sürükledi. Burjuvazi, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünden aldığı cesaretle, bir
Mayıs 2008 • sayı: 38
yandan had safhada örgütsüzleştirilen işçi sınıfına dizginsiz bir biçimde saldırdı, bir yandan da geri ülkelerde korkunç bir tarımsal yıkım programını uygulamaya soktu. Doğası gereği, üretimi planlamaktan alabildiğine uzak olan kapitalizm, yıkımı gayet planlı bir biçimde gerçekleştirmekte pek mahirdir. Emperyalist tekellerin IMF ve Dünya Bankası eliyle uygulamaya soktukları bu yıkım programı, tüm az ve orta gelişmiş ülkelerde tarımı altüst etti. Pek çok ülkede, kuşaklardır geleneksel olarak üretilmekte olan temel tarımsal ürünlerin yerini, büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda belirlenen ürünler aldı. ABD ve AB’nin sübvansiyonlu ucuz ürünleriyle rekabet edemeyen milyonlarca köylü, tarlalarını terk edip, hayvancılıktan vazgeçip, kentlere göç etmek zorunda bırakıldı. BM Gıda Programı raportörü Jean Ziegler, “AB’nin Afrika’ya maliyetlerin üçte biri fiyatına ihracat yapmakta olduğunu ve burada tarımsal üretimi engellediğini” açıkça itiraf ediyor. Kuşkusuz emperyalist gıda tekellerinin tarımsal üretimi engelledikleri ya da diledikleri gibi yönlendirdikleri ülkeler sadece Afrika ülkeleri değil. Asya’dan Latin Amerika’ya pek çok ülkede aynı strateji güdülüyor. Türkiye de bu ülkelerden biri. Emperyalist tekellerin izlediği politikalar sonucunda, dünya tahıl stokları son 25 yılın en düşük noktasına inmiş durumda. Yani uzun süreli ve yaygın etkisi olacak kuraklık, sel gibi doğal felâketler karşısında insanlığın başvurmak zorunda kalacağı gıda stokları her geçen gün azalıyor. Ancak buna rağmen, on binlerce hektar arazi üretimin “kârsız” olması nedeniyle ekilmiyor. Çünkü her şeyi kâra endeksleyen kapitalist piyasa sistemi, daha ucuz ürünlerle rekabet edemediği için mahsulünü satamayan yüz binlerce çiftçiyi üretimden alıkoyuyor. Petrol fiyatlarındaki artışın mazot, gübre ve nakliyat giderlerini aşırı ölçüde tırmandırdığı, çiftçilerin tohum için bile çokuluslu gıda tekellerine bağımlı oldukları bir dünyada, üreticilerin ezici bir çoğunluğunun böyle bir rekabet şansı zaten bulunmuyor. Sonuçta ekmeğini topraktan kazanamayan milyonlarca insan hızla kırlardan kentlere akıyor. Çok değil 25 yıl önce, “dünyada kendi tarımıyla kendini besleyebilen yedi ülkeden biriyiz” diye övünen Türkiye’de de tarım üreticileri bugün aynı girdabın içinde kıvranmaktadır. Keyfi bir tercih olmayıp, dünya kapitalizminin mevcut durumunun zorunlu bir parçası olarak uygulanan tarımsal yıkım programı sonucunda, buğdaydan şekere, mercimekten mısıra, pirinçten muza pek çok tarım ürünü ithal edilir hale gelmiştir. Tarlalar ıssızlığa terk edilirken, en bereketli tarım arazilerine fabrikalar, konutlar inşa edilirken, başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük kent, iş ve ekmek umuduyla buralara akın eden milyonlarla dolmuş durumdadır. Ancak milyonlarca emekçi, kentlerde de iş bulamamakta ve açlık ve sefaletten kurtulamamaktadır. Tahıl fiyatlarının dünya piyasalarının çok üzerinde ar-
marksist tutum
tış kaydettiği Türkiye’de, son bir yılda pirinç fiyatları %140, tarım bakanının sözde ona alternatif olarak gösterdiği bulgurun fiyatı %155, kırmızı mercimek %112, mısır %94, kuru fasulye %167 oranında arttı. Diğer tahıl ve baklagillerin fiyatlarıysa %50-65 oranlarında zamlandı. Ezici bir çoğunluğun en temel besin maddesi olan ekmek iki ay içinde üç zam gördü. Milyonlarca emekçiyi iş ve aş vaadiyle kandırıp onların oylarıyla iktidar koltuklarına yerleşenlerse, gıda ithalatından trilyonlar vurmaktalar. Bütün bunlar, işçi-emekçi yığınların kanını sülük gibi emen burjuvazinin, emperyalistiyle, millisiyle, işbirlikçisiyle, dindarıyla, dinsiziyle, topyekûn, hiçbir insani değer tanımadığının ve yalnızca sermayesini ne kadar arttırdığına baktığının açık bir göstergesidir.
Biyoyakıtlar: “çevre dostu” mu insanlık düşmanı mı? Kapitalist sistemde, insan için hayati önem taşıyan gıda maddeleri de diğer her şey gibi meta olarak görülür ve o şekilde üretilir. Daha fazla kâr uğruna tarlalar, bağlar, bahçeler tümüyle ortadan kaldırılıp, hiç düşünmeden, silah fabrikasına, maden ocağına, sanayi sitelerine ya da yazlık konut alanlarına dönüştürülür. Bunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’nin son 40 yılına bakmak bile sermayenin kâr uğruna gerçekleştirdiği yıkım ve talanın ne boyutlara vardığını görmemiz için yeterlidir. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tarım alanları kentleşme ve sanayileşme yüzünden hızla küçülürken, son yıllarda buna bir de mevcut tarım alanlarının biyolojik yakıt ürünlerine ayrılması eklenmiştir. Soya, mısır, ayçiçeği, kanola, aspir, şeker kamışı gibi çoğu temel gıda maddeleri olan bitkiler, şimdilerde gıda olarak kullanılmak üzere değil etanol ve biyodizel elde etmek üzere üretiliyorlar. Yani yiyeceğimiz ürünler yakıt üretmek için kullanılıyor. Petrol fiyatlarındaki aşırı artışın alternatif kaynaklar bulmaya zorladığı emperyalist tekeller, enerji sorununa insanlığın çıkarları doğrultusunda kalıcı çözümler bulmak yerine, kısa vadede ceplerini dolduracak çözümlere sarılıyorlar. Bunu hayırlı bir işmiş gibi göstermek üzere ürettikleri bahane de hazır: “Temiz, yenilenebilir, tükenmeyen, çevre dostu biyolojik yakıtlar küresel ısınmayı azaltıyor!” Oysa baktığımızda, küresel ısınmanın en büyük sorumlularından olan petrol tekellerinin, söz konusu yakıt ürünlerini, otomobil tekelleriyle ve dünyayı açlığa mahkûm eden dev gıda tekelleriyle el ele vererek ürettirdiklerini görüyoruz. Üstelik hektarlarca ormanı yok ederek, milyonları besleyen tarım arazilerinin ürün yapısını değiştirip buraları söz konusu ürünlerin ekim alanları haline getirerek… Amaç, tüm bunlar pahasına, giderek rezervleri azalan ve fiyatı artan petrolden daha ucuz yakıt üretmektir. Tarım arazilerinde biyoyakıt üretilmeye başlanan Afrika’nın, Latin Amerika’nın yoksul halkları aç kalabilirler, ama karnı tok sırtı pek Batılıların otomobilleri yakıtsız kalma-
21
marksist tutum
malıdır! Le Monde Diplomatique’te yayınlanan bir makalede bu gerçek şu sözlerle dile getiriliyor: “Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5,75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD yılda 35 milyar galon hedefliyor. Bu hedefler kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyodizele dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini altüst eder. Bu nedenle Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar. Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam alanına eşit; hükümet şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.” (Eric Holtz-Giménez, Haziran 2007) Gerek tarihsel gerçekler gerekse günümüzün gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortadayken, burjuva ekonomistler, köşe yazarları, akademisyenler, yaşanan gıda krizinin sorumlusu olarak, kapitalizmi tövbe billah ağızlarına almadan binbir suçlu buluyorlar. Burjuvazi, yaşanan krizlerin, savaşların, açlığın, yoksulluğun sorumlusunu, sistemin dışında gördükleri birtakım saiklere yüklemekten hiçbir zaman geri durmadı. Biyolojik yakıt üretimini kazanç kapısı haline getiren Brezilya’nın devlet başkanı Lula, daha birkaç gün önce, “Gana’da, İsveç pazarı için yılda 150 milyon litre etanol yapımı için gereken 27 bin hektarda şeker kamışı üretecek bir proje” geliştirdiklerini açıkladı. Uzmanlar, büyük bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için kullanılan tahıl miktarının, bir kişinin bütün bir yıl boyunca tüketeceği tahıl miktarına eşit olduğunu ifade ediyorlar. Bu gerçeğe rağmen, dünyanın en büyük tahıl üreticisi olan ABD’de, mısır mahsulünün yaklaşık beşte biri etanol üretimine ayrılıyor ve bu oranın üçte birler düzeyine yükseltilmesi hedefleniyor. Bu aynı zamanda, mısır kullanılan her türlü gıda maddesinin, hayvan yemlerinin ve dolayısıyla et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerin fiyatının daha da tırmanacağı anlamına geliyor. Yani yakıt depolarının her bir doluşu, tekellerin cebine yeni dolarlar, açlar ordusuna ise yüzlerce insan ekliyor. Tüm bunlar, kapitalist kâr güdüsünün insanlığı sürüklediği korkunç uçurumu bir kez daha gözler önüne seriyor.
22
Mayıs 2008 • sayı: 38
Yüz milyonların canı pahasına yükseltilen gıda fiyatları Son dönemde tüm dünyada gıda fiyatlarının aşırı artmasının temel nedenlerinden birini de, ekonomik krizin derinleşeceğini ve bunun gıda fiyatlarında yükselişe neden olacağını öngören sermaye gruplarının hızla gıda alanına kaymaları oluşturuyor. Başta konut piyasası olmak üzere borsa ve hisse senedi piyasalarında yaşanmakta olan çöküşün ardından, “güvenli liman” olarak görülen bu kârlı alana kayışın hız kazandığı ifade ediliyor. Büyük tekellerin, başta tahıl ürünleri olmak üzere pek çok gıda ürününü stokladıkları ve böylece fiyatları yapay bir biçimde yükselttikleri de ekonomi uzmanları tarafından dile getiriliyor. Salt daha fazla kâr uğruna ve milyonlarca insanın açlıktan ölümü pahasına tümüyle spekülatif bir fiyat artışı yaratılıyor. Ekonomik krizi ve savaşları fırsat bilip gıda fiyatlarını tırmandırmak, burjuvazinin bu tür dönemlerde sıkça başvurduğu bir yöntem aslında. Kapitalizmin derin krizlere girdiği ve bu krizlerin savaşlarla, hele de iki büyük emperyalist savaşla birleştiği geçmiş dönemlerde de, gıda ürünlerini stoklayarak karaborsaya düşüren ve bu şekilde fiyatları aşırı derecede tırmandıran sermaye grupları bu işten muazzam kazançlar elde etmişlerdi. Üstelik fiyatların düşmesini engellemek için burjuva devletler de devreye girmişlerdi. Örneğin, yüz binlerce insanın açlıktan kırılıp ekmek için kitlesel yürüyüşler düzenlediği büyük 1929 krizi döneminde, büyük sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Amerikan devleti, fiyatların düşmesini engellemek için tonlarca gıda maddesini imha etmekten çekinmemişti. 1933’te çıkarılan bir yasa ise, fiyatların düşmesini engellemek için tarımsal üretimi sınırlandırmayı öngörüyordu. Bu yasanın uygulamaya konulması sonucunda on milyonlarca dönüm arazide ürünler toprağa gömüldü, meyveler çürümeye terk edildi ve 6 milyon domuz katledildi. Sadece ve sadece, fiyatlar düşmesin ve kan emici burjuvazi daha fazla semirsin diye! Gerek tarihsel gerçekler gerekse günümüzün gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortadayken, burjuva ekonomistler, köşe yazarları, akademisyenler, yaşanan gıda krizinin sorumlusu olarak, kapitalizmi tövbe billah ağızlarına almadan binbir suçlu buluyorlar. Burjuvazi, yaşanan krizlerin, savaşların, açlığın, yoksulluğun sorumlusunu, sistemin dışında gördükleri birtakım saiklere yüklemekten hiçbir zaman geri durmadı. Kimi zaman kuraklık, sel, don gibi doğal olaylar yüzünden tabiatı suçladı, kimi zamansa bizzat açlığın, yoksulluğun, savaşların, krizlerin mağduru olan işçileri ve emekçileri. Bugün de değişen bir şey yok. Dünya nüfusunun aşırı hızla arttığını söyleyip Malthus’a sarılanı mı ararsınız, tüm suçu kapitalizmle asla bağını kurmadıkları küresel ısınmaya ya da petrol fiyatlarındaki artışa yükleyenini mi, yoksa utanmadan Çinlilerin refah düzeyinin yükselmesi nedeniyle daha çok protein ve gıda tükettiklerin-
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), yeryüzünde herkesi günde 2200 kalori değerinde kuru ve taze meyve, sebze, süt ürünleri ve etle doyurmaya yetecek kadar gıda maddesinin mevcut olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet sisteminin deli gömleğiyle elleri kolları bağlanan milyonlarca insan, yiyecek olmadığı için değil, gıda ürünleri onların ulaşamayacakları kadar pahalı olduğu için aç kalmaktadırlar. Kapitalizmin tarihi boyunca kıtlıklar daima yoksullar için geçerli olmuş ve onları vurmuştur.
den dem vuranını mı? Ama sonuçta hepsi, dönüp dolaşıp, dünyada tüm nüfusa yetecek gıda yok demeye getiriyorlar. Oysa bugün dünyada tüm insanları besleyecek yeterlilikte ürün mevcuttur. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), yeryüzünde herkesi günde 2200 kalori değerinde kuru ve taze meyve, sebze, süt ürünleri ve etle doyurmaya yetecek kadar gıda maddesinin mevcut olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet sisteminin deli gömleğiyle elleri kolları bağlanan milyonlarca insan, yiyecek olmadığı için değil, gıda ürünleri onların ulaşamayacakları kadar pahalı olduğu için aç kalmaktadırlar. Kapitalizmin tarihi boyunca kıtlıklar daima yoksullar için geçerli olmuş ve onları vurmuştur. Bugün dünya tahıl stoklarında önemli bir azalma olmakla birlikte bir kıtlık sorunu yoktur. Şurası çok açık ki, yaşanan açlık, besin maddelerinin tüm insanlığa yetecek bollukta olmamasından değil, milyarlarca emekçinin yarattığı müthiş zenginliğe bir avuç asalak tarafından el konulmasından kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin geldiği mevcut aşamada, bilim ve teknoloji, toprağın verimini ve tarımsal ürünlerin kalori değerini (yani besleyiciliğini) geçmişe oranla kat kat arttıran bir gelişmişlik düzeyine sahiptir. Bunun yanı sıra makineleşmenin ulaştığı düzey sayesinde üretimin minimum miktarda işgücüyle yapılması da fazlasıyla mümkün hale gelmiştir. Bugün AB ve ABD’de nüfusa oranları yüzde 4’ler seviyesine inen sınırlı sayıda çiftçinin ürettiği milyonlarca ton tarım ürünü tüm dünyaya ihraç ediliyor ve yüz milyonlarca insanı doyurmaya yetiyor. Ancak söz konusu üretimin tümüyle plandan azade ve kapitalist kâra endeksli bir şekilde gerçekleştirilmesi, tarımda boşa çıkan milyonlarca insanı işsizliğe ve açlığa mahkûm ediyor. Yüz milyonlarca işçinin işsiz kalmasının, yüz milyon-
larcasının ise günde 10-12 saat çalışmalarına rağmen açlık çekmesinin tek nedeni kapitalist sömürü sistemidir. Oysa üretim araçlarının, bilimin ve teknolojinin mevcut gelişmişlik düzeyinde, çalışabilir nüfusun dünya ölçeğinde planlı bir üretime dahil edilmesi halinde, hem iş saatlerinde inanılmaz bir düşüşün, hem muazzam bir bolluğun, hem de tüm insanlığın bu bolluktan eşit şekilde yararlanmasının sağlanması fazlasıyla mümkündür. Ancak bunun kapitalizm altında gerçekleşmesinin olanağı yoktur. Bunun yapılabilmesi için, gezegenimizin kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet prangasından kurtarılması ve üretimi insanlığın çıkarları doğrultusunda demokratik bir biçimde planlayan bir sistemin, sosyalist bir dünya sisteminin hayata geçirilmesi gerekiyor. Üretilen tüm zenginliği herkesin eşit şekilde paylaşacağı böylesi bir sistem kurulmadığı takdirde, insanlık, önündeki korkunç uçuruma yuvarlanmaktan kurtulamayacaktır. Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Hal ve Gidişatı adlı makalesinde söylediği gibi: “… ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.”
23
İşçi Sınıfın D
oğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali, Marksizm de doğduğu tarihten günümüze dek burjuva ideolojisinin çeşitli saldırılarına hedef oldu. Kaba saldırıların başarısız olduğu noktalarda, burjuva ideologlar Marksizme yönelik ataklarını bilimsel görünümlü soslara bulayarak akılları çelmeye çalıştılar. Bu bağlamda dikkat çeken örneklerden biri de, Marksizmin tanımladığı işçi sınıfının kapitalist gelişme neticesinde ortadan kalkmakta olduğu iddiasıydı. Bu tarz fikirler aslında uzun yıllardan bu yana çeşitli kereler yeniymiş gibi piyasaya sürülüp duruldu. Ve her seferinde de –özellikle yenilgi ya da gericilik dönemlerinde– sol kesimlere musallat olan inkârcılık, döneklik, hafıza kaybı gibi olgulardan beslendi. İşçi sınıfının yok olduğu iddiaları 1980’lerde de Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” adlı kitabı vesilesiyle gündeme getirilmişti. Bu ve benzeri kitaplar bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da, işçi sınıfının nesnel ve öznel varlığını inkâr etmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalara temel oluşturdular. Oysa kapitalizmin gerçekleri, Gorz gibilerin iddialarının tam tersine, işçi sınıfının geçirdiği iç değişime rağmen büyümekte olduğunu kanıtlıyordu. Bu nesnel hakikatin yanı sıra, tarih bize işçi sınıfı hareketindeki gerilemenin de geçici olduğunu öğretmişti. Kısacası, kendi ikircikli sınıfsal tutumları ve entelektüel hoppalıkları nedeniyle aslında işçi sınıfından da, onun devrimci misyonundan da ve disiplininden de hazzetmeyen aydınların “elveda proletarya” diyerek oluşturdukları düşünsel fanteziler koca bir vehimden ibaretti. Bu noktada sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Çünkü 6 yıl önce okurla buluşan Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımız, proletaryaya veda mesajlarıyla sınıf mücadelesinin katı gerçeklerinden kaçmaya çalışanlara gereken yanıtı vermiş bulunuyor. Ayrıca ve daha önemlisi, ilerleyen yıllar içinde kapitalist işleyişin gözler önüne serdiği olgular, işçisiz ve ebedi bir kapitalizm anlamına gelecek düşüncelerin sahteliğini ve kofluğunu kanıtlıyor. Dahası, dünya işçi hareketinde bir dönem burjuvaziyi zafer sarhoşluğuna sürükleyen koşullar değişikliğe uğruyor. Kapitalizm burjuva cepheyi peşpeşe düş kırıklıklarına sürükleyen derin bir sistem krizi içinde kıvranırken, dünya proletaryası kızıl bir yeni-
24
den uyanışın eşiğinde olduğunun işaretlerini veriyor. Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımızda burjuvazinin yalan balonunun yazgısı hakkında yazdıklarımız gerçekleşmiştir. Şöyle diyorduk: “Bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler!”
“Yepyeni dönem” yalanı 1980’lerde sermayenin dünya ölçeğindeki neo-liberal saldırısına muazzam bir ideolojik saldırı kampanyası eşlik etmişti. Teknolojik atılımın ve bilimde kaydedilen ilerlemelerin yerleşik gerçekleri tamamen değişikliğe uğrattığı ve kapitalizmin artık yepyeni bir döneme girdiği söyleniyordu. Burjuva ideologlara ve onların peşinden sürüklenenlere bakılacak olursa, bir zamanlar Marksizmin açıklığa kavuşturduğu kapitalist toplum gerçeği değişikliğe uğramakta ve yerini “bilgi toplumu”na terk etmekteydi. İşletmelerde son derece hızlı dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı, artık iş düzeninin de asla eskisi gibi olmayacağı iddia ediliyordu. Teknolojik gelişmeyle birlikte iş dünyasının giderek Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamalarına uyum sağlayacağı, çalışma saatlerinin kısalacağı, tatillerin uzayacağı yolunda işçiler arasında iyimser beklentiler yaratılmıştı. Devrimci Marksistler içinse, kapitalistlerin hizmetindeki teknolojik yeniliklerin işçi sınıfının çalışma koşullarını umulduğu gibi iyileştirmeyeceği son derece açıktı. Onlar, elektronik alanında kaydedilen devrim niteliğindeki ilerlemelerin burjuvazi tarafından işçi sınıfı aleyhine kullanılacağını açıklamaktan geri durmadılar. Artan iletişim olanaklarının işletmelerin küçültülmesine, taşeronlaştırmaya, esnek çalıştırmaya ve dolayısıyla sendikasızlaştırmaya yol açacağı uyarısında bulunmayı sürdürdüler. O günden bu-
na Selam! Elif Çağlı
günlere ilerleyen süreç bu uyarıların ne denli doğru olduğunu gözler önüne seriyor. Sermayenin günümüzde daha da yoğunlaşan neo-liberal saldırıları işçilerin iş ve yaşam koşullarını alabildiğine kötüleştirmiş bulunuyor. 80’lerde ve 90’larda pek revaçta olan “yepyeni bir dönem” masallarına eşlik eden argümanlardan biri de zamanla canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alacağı şeklindeydi. Burjuva düzen yanlısı yazarlar bu tür mevzuları, gelecekte insanlığı işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizmin beklediği yalanına sözde bilimsel bir gerekçe yaratmak için öne sürer hale gelmişlerdi. Ne var ki bu tür görüşlerin etkisini farklı çevrelerde de hissetmek mümkündü. Örneğin inkârcı ve dönek yazar-çizer taifesi, sosyalizmden umudu kestiği ölçüde teknoloji tapınmacılığına kaymıştı. Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının iç yapısında cereyan eden kaçınılmaz değişim, bu gibi unsurlar tarafından neticede burjuvazinin işine gelecek tarzda yorumlanmaya başlanmıştı. Bunlar arasında, robotlaşma gibi teknik konulara boyundan çok büyük sosyal önemler atfetmek ve böylece işçi sınıfının devrimci misyonuna inançsızlık aşılamak moda haline gelmişti. Sınıf mücadelesinin gelgitlerinden son tahlilde hep burjuva düzen lehine etkilenen entelektüel taifesi, işte bu türden hayhuylarla dünden bugünlere ulaştı. Ne var ki bu süre boyunca kapitalizm de boş durmadı ve “işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizm” masallarını yerle bir edecek şekilde yol aldı. Kapitalizmin krizinin bacayı sardığı günümüz koşullarına artık o uçuk aydın masalları değil, muazzam ölçüde artan işsiz kesimleriyle birlikte devasa büyüyen ve düzen için tehlikeli hale gelen bir işçi sınıfı damgasını basıyor. Çalışma saatleri kısalmıyor, tersine günümüzde kapitalist iş süreci başı sonu belli olmayan kuralsız bir çalışma düzenine (burjuvazi buna “esnek çalışma düzeni” diyor!) dönüştürülmüş bulunuyor. Güncel kapitalizm işçiye nefes alacak vakit bırakmayan uzun ve molasız iş saatleriyle, neredeyse geçmişe bile rahmet okutuyor. Canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alması ne kelime, kapitalistler dünya üzerinde bedavaya yakın ücretlerle çalışmaya hazır aç insan ordularını buldukça makine-yoğun iş süreçlerinden emek-yoğun iş süreçlerine tornistan ediyorlar. İşte yoksul
işçi-emekçi kitlelerin penceresinden dünyaya bakıldığında, içinde yaşadığımız kapitalist dünya budur!
Robotlar artı-değer üretmez Çok açık olan bir gerçek var. Teknoloji sınıf çelişkilerini ortadan kaldıran bir güç değildir ve kendi başına insanlığın gidişatını belirleyemez. Belirleyici olan, teknolojinin hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Bu tür toplumsal yasaları doğru dürüst kavrayamadıkları için her teknolojik yeniliğin altında bir “boncuk” arayanlar robotlaşma mevzuuna da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Oysa tartışılan konunun özüne vakıf olanlar, robotlaşmanın büyük ve önemli bir bölümünün zaten uygulanmakta olan makineleşme anlamına geldiğini bilirler. Dünya üzerinde sayıları son derece az olan insansı robotlar ise, büyük şirketlerin reklâm amacıyla kullandıkları veya ev içi hizmetlerde kullanılan sınırlı örneklerden ibarettir. Somut bir örnek vermek gerekirse, Honda firmasının reklâm amacıyla çeşitli ülkelerde gezip dolaştırdığı insansı robotu Asimo’yu hatırlayabiliriz. Firma birkaç yıl önce, adını ünlü kurgu-bilim yazarı Isaac Asimov’dan alan bu reklâm robotunu aylık yaklaşık 25 bin avrodan kiralayacağını duyurmuş ve bu konu basında 40 bin YTL maaşlı çaycıların geldiğine dair esprili yorumlara da neden olmuştu. Çeşitli şirketlerde reklâm amacıyla kullanılacak robot Asimo, misafirleri karşılayıp onlara ikramda bulunacak şekilde programlanmıştı. Makine yağını koyduğunuz sürece yorulmayacak, bilgisayar programında arıza çıkmadığı sürece itaatte kusur etmeyecek bu robot-işçi, ilk bakışta kapitalistler açısından son derece cazip bir buluş gibi görünebiliyordu. Ne var ki, işin ekonomik boyutu esprinin bitip ciddiyetin başladığı noktaya işaret etmektedir. Robot-işçilerin üretim maliyeti milyonlarca dolarlık bütçelere denk düşüyor ve bu durum kapitalistleri Asimolardan soğutmaya yetecek katı gerçeği oluşturuyor. Ancak robot-işçinin yaygın kullanımının kapitalizmin mantığına ters olması, kapitalistlerin Asimoları reklâm amacıyla şurda-burda kullanma-
25
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38 Robot-işçilerin üretim maliyeti milyonlarca dolarlık bütçelere denk düşüyor ve bu durum kapitalistleri Asimolardan soğutmaya yetecek katı gerçeği oluşturuyor. Canlı işçilere üç kuruş ücret zammı yapmaktan kaçınan patronların, ayda 40 milyar maaşlı çaycı, meydancı vb. çalıştırabilecekleri düşüncesi boştur, gülünçtür. Nitekim robot-işçiler konusunda yürütülen tüm tantanaya rağmen canlı işçilerle çalışan fabrikaların yerini robotişçilerle çalışan fabrikalar almamıştır.
yacakları anlamına gelmiyor. Bunun da ötesinde, insansı robotlar anlamında olmasa bile gelişkin ve kompleks makineler anlamında “robotlar” kapitalist üretim sürecinde zaten yoğun biçimde kullanılmaktadır. Asimolar gibi robot-işçilerin kapitalist üretim tarzı altında yaygın biçimde kullanılamayacağı ve bu tür insansı robot teknolojisinin kapitalist üretim sürecine egemen olamayacağı bellidir. Canlı işçilere üç kuruş ücret zammı yapmaktan kaçınan patronların, ayda 40 milyar maaşlı çaycı, meydancı vb. çalıştırabilecekleri düşüncesi boştur, gülünçtür. Nitekim robot-işçiler konusunda yürütülen tüm tantanaya rağmen canlı işçilerle çalışan fabrikaların yerini robot-işçilerle çalışan fabrikalar almamıştır. Denilenlerin aksine, robot-işçilerle çalıştırılan fabrikaların sayısı hiç de artmamıştır. Nihayetinde robot-işçiler konusu da sinsi emelli burjuva propagandalarından biri düzeyinde kalmış ve esasen işçi sınıfının rolünü küçümsemeye, işçileri işlerini kaybedebilecekleri düşüncesiyle terbiye etmeye hizmet etmiştir. Kapitalizm canlı emekten sağlanan artı-değer sömürüsü sayesinde kâr düzenini sürdüren bir toplumsal sistemdir. Canlı emek, etiyle kanıyla üretim sürecine katılan işçilerdir. Robotlar ise ne kadar insansı görünüme bürünürlerse bürünsünler, sonuçta birer cansız makineden ibarettirler. En basitinden en karmaşığına tüm makineler vaktiyle canlı emek tarafından yaratılmışlardır ve değişik biçim ve işlevlerine karşılık halihazırda ölü emek demektirler. Bu gerçekler çerçevesinde, kapitalizmde işçi sınıfının yerini neden robotların alamayacağı kolayca anlaşılabilir. Çünkü üretim sürecinde robot teknolojisi kullanımının tamamen egemen olması, canlı emeğin üretim sürecinden kovulması ve bu sürecin yalnızca ölü emek sayesinde sürdürülmesi anlamına gelir. Aslında böyle bir durum, insanlığın daha önce yarattığı muazzam üretici güçler sayesinde artık çalışmadan yaşayabilme kapasitesine işaret eder. Fakat öte yandan bu, artı-değer sömürüsünün de son bul-
26
masını ifade eder ki, böyle bir şeyin kapitalizm altında gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Kapitalizm değişim değerleri üretimine, genelleşmiş meta üretimine dayanır. Kapitalist gelişme süreci eski dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak işçiye dönüştürür ve genelleşmiş meta üretiminin egemenliğini tesis eder. Metalar, içerdikleri emek miktarına göre birbirleriyle değişilirler. Sermaye, üretilen değişim değerleri kitlesinin içerdiği artı-değer miktarı büyüdüğü oranda semirip gelişir. Bu bakımdan, değişim değerleri üretimi, canlı emeğin sömürüsü ve üretim sürecine katılan canlı emekten yeni bir artı-değer kitlesinin çekilip alınması gibi olgular kapitalist üretim tarzının olmazsa olmazlarıdır. Kapitalizmde üretim sürecine ölü emeğin katılması ile canlı emeğin katılması arasında muazzam bir nitelik farkı vardır. Ölü emek artı-değer yaratmaz, artı-değerin yaratıcısı yalnız ve yalnızca canlı emektir. Canlı emek fiilen çalıştırılan işgücünde somutlanır ve yalnızca kendisine ödenenin (ücretin) karşılığı olan bir değeri yeni ürünlere geçirmekle kalmaz, bunun ötesinde yeni bir değer de yaratır. Makineler, teçhizat gibi üretim faktörlerinde somutlanan ölü emek ise yeni değer yaratmaz; üretilen ürünlere ancak kendi toplam değerinin o üretim sürecinde kullanılan miktarını aktarabilir. O halde üretim sürecinde canlı emek kullanmadan kapitalistin esas amacına ulaşması, yani artı-değer ürettirip buna el koyması mümkün değildir. Buradan hareketle altını çizmek gerekir ki, yalnızca robot kullanımına dayanan bir kapitalizm, kapitalizmin kendini inkârı olurdu. Zaten kapitalizmin somut gerçekleri, robot-işçi kullanımı konusunda yaratılan söylencenin bir propagandadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. En başta sermayenin fiili dürtüsü, canlı işçileri gözden çıkartıp onların yerini cansız robotlarla doldurmayı engellemektedir. Zira sermaye hep kâr zarar hesabı yaparak ha-
Mayıs 2008 • sayı: 38
reket eder. Fabrika kapılarının önünde boğaz tokluğuna çalışmaya hazır ve kendisine ödenenin çok üstünde artıdeğer yaratacak canlı işçilerin bekleştiği herkesin malûmudur. Hal böyleyken, sermaye bundan vazgeçip kendisine muazzam miktarlarda paraya malolan, hem de fazladan bir değer yaratmayan robot biçimindeki ölü emeğe bel bağlayacak değildir. Üretici güçlerin ulaştığı bugünkü düzeyde canlı işçi yerine robot kullanımı teknik açıdan ne denli mantıklı görünürse görünsün, kapitalizmin yasaları bu mantıkla çelişmektedir. Yine salt teknik açıdan düşünüldüğünde, robot kullanımıyla insanları ağır işlerden tamamen kurtarmak ve muazzam bir üretim artışıyla yeryüzünde bolluk yaratmak pekâlâ mümkündür. Fakat işte bu noktada da karşımıza, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin insanlık yararına gelişimine ket vurması gerçeği dikilmektedir. Özetle tüm somut veriler, “işçi sınıfı öldü”, “işçilerin yerini robotlar alacak” gibi iddiaları geçersiz kılmakta ve kapitalizmin insanlığın önünde nasıl gerici bir engel haline geldiğine işaret etmektedir. En gelişkin robotlar, insana neredeyse tıpatıp benzetilerek üretilmiş insansı-robotlar, bunların tümü ölü emeğin cisimleşmiş halleridir. Yalnızca robot teknolojisinin kullanımına dayanan bir kapitalist, ölü emeğe ödediği muazzam miktarda meblâğı üretilen ürüne geçirmeye çalışmaktan ibaret kârsız bir işle yetinmiş olur. Çok açıktır ki, bir kapitalistin böyle bir işi istemesi ya da sürdürmesi tamamen akıl dışıdır. O nedenle teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, kapitalizm devam ettiği sürece canlı emek ve yalnızca canlı emek altın yumurtlayan kaz konumuna sahip olmayı sürdürecektir. İnsansı robotların en mükemmeli bile, kapitalizmde canlı emeğin sahip olduğu sihirli güce asla ulaşamayacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmi dünyadan silip süpürdüğünde ise, yeryüzünde ne değişim değerleri üretimi ne de artı-değer üretimi kalacaktır. İşte ancak o zaman dünya üzerindeki insanlar, daha önce üretilmiş devasa ölü emek birikimi ve yaratılan bolluk sayesinde, toplumsal üretim sürecinde canlı emeğe pek de fazla ihtiyaç duymadan keyifli bir yaşam sürdürebileceklerdir. Yüksek teknoloji ve insansı-robotlar ancak öyle bir dünyada, insanın kendi özü ve doğayla barışık biçimde ve de eşitlik anlayışı temelinde tüm insanlığın hizmetine girebilir. Kapitalizm altında bunları düşünmek ise ya boş bir hayal ya da büyük bir kandırmacadan ibarettir. Kapitalizmin emrindeki bir teknolojinin gelişimi insan yaşamını hiç de adaletli biçimde kolaylaştırmamaktadır. Tersine, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir azınlığı bu teknolojinin patronu kılmakta ve yalnızca bu azınlığı teknolojik devrimlerin nimetleriyle abat etmektedir. Kapitalizm dünyanın emekçi çoğunluğu üzerine ise gelişkin teknoloji ile ölüm kusmaktadır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda tüm insanlığın hizmetine koşacak insansı-robotlar, kapitalizm altında yoksul insanlara hükmedecek androitlere (insan kadar zeki robotlar), modern köle-başlarına dönüştü-
marksist tutum
rülmektedir.
İşçi sınıfı yok olmuyor, büyüyor! Hayatta her şey karşıtıyla vardır. Sermaye ve ücretliemek de çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi aynı zamanda ücretli-emeğin de üretimi demektir. İşçi sınıfı olmadan burjuvazi var olamaz. Kapitalizm ilerleyiş çizgisi boyunca kırı çözerek, geçmiş dönemlere özgü emekçileri proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını-ilişkilerini tarihe gömerek ve de ulusal sınırları aşıp evrenselleşerek kapitalist bir dünya sistemi yaratmıştır. Kapitalizmin kaçınılmaz küresel gelişimi, modern toplumun iki temel sınıfını oluşturan burjuvazi ve proletaryaya da dünyasal bir karakter kazandırmıştır. Böyle bir dünyada işçi sınıfının gücünü yok saymaya, bu gücü görmezden gelmeye çalışan yaklaşımlar kendilerini beyhude yere kandırmaktadırlar. Gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu durum Marksizmin kurucularının daha yıllar öncesinden kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisidir. Dünya nüfusu giderek daha büyük oranlarda proleterleşmektedir. Bu ve benzeri gerçeklerden rahatsız olan tüm yazarçizer ve düşünür takımı, daima, kimi gelişme eğilimlerini tersten okuyarak icat ettikleri tahrifat ve çarpıtmalarıyla ünlenirler. Burjuva ideologları ve onların etki alanına girmiş solcu dönekler taifesi de zaman içinde işçi sınıfının iç yapısında gerçekleşen değişimleri işte bu yolda kullanmışlardır. Bu nedenle, sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler ordusu vb., bunların tümü işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanmıştır. Maksat, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialara bilimsel görünen birtakım gerekçeler icat edip göz boyayabilmektir. Oysa Marx, ortaya atılan tüm bu yavan iddialarla daha yıllar öncesinden alay edercesine, kapitalist gelişmenin işçi sınıfının iç yapısında yaratacağı değişime dikkat çekmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının içinde de sürekli bir başkalaşımın yaşandığı dinamik bir süreçtir. Teknolojik gelişme neticesinde işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında ve ayrıca sınıfın iç yapılanmasında, işçilerin üretim dallarına dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişimler gerçekleşir. Kapitalist gelişme neticesinde bir yanda sermaye birikimi yoğunlaşıp merkezileşirken, diğer yanda işçi sınıfı tüm kesimleri itibarıyla değerlendirildiğinde büyümesini sürdürür. Bütün toplumsal sınıflar gibi işçi sınıfı da kuşkusuz homojen bir sınıf değildir. İçinde zamanla nicel ve nitel açıdan değişime uğrayan farklı kesimleri barındırır. Fakat toparlayıcı biçimde en baştan belirtmek gerekirse, üretim aracı sahibi olmayan ve yaşamlarını asıl olarak işgüçlerini kapitalistlere satarak sürdürebilen ücretlilerin tümü, mes-
27
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası içinde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam! lek, gelir düzeyi, üretimdeki pozisyon farklılıklarına bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedirler. İç yapısındaki farklılaşmalara rağmen işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde ve kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmez. Kimi eski sanayi kollarının gözden düşmesiyle buralarda çalışan işçi sayısı azalır, fakat yükselişe geçen yeni alanlarda (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) istihdam edilen işçi sayısı ise artar. Genelde makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla üretim sürecinde makine kullanımı alabildiğine yoğunlaşır. Fakat bu genel gelişme eğilimine rağmen kapitalizm işçi sınıfı olmadan varlığını sürdüremez. Üretici güçler geliştikçe, çok daha fazla ölçekte üretim daha az sayıda işçiyle yapılabilir hale gelir. Ne var ki, teknolojik değişim işçi sınıfının işli ve işsiz kesimi arasındaki verili dengeyi bozar ve sınıfın işsiz kesiminin büyümesi doğrultusunda bir eğilim yaratır. Ayrıca kapitalist işleyişteki daralmalar neticesinde de işçi sınıfının işli kesimiyle işsiz kesimi arasındaki oran, fiilen bir iş bulup çalışan işçiler aleyhine bozulur. Kapitalist üretim sürecinin devamı için çeşitli tür ve vasıfta emeğe ihtiyaç olmakla birlikte, artı-değer üretimi üretken emeğin kullanımını zorunlu kılar. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak kapitalist için doğrudan artı-değer üreten ücretli emektir. Bu artı-değerin kapitalist üretim sürecinin hangi kesiminde üretildiği, örneğin klasik sanayi kesimlerinden birinde mi yoksa modern hizmet kesimlerinden birinde mi yaratıldığı bu açıdan hiçbir fark teşkil etmez. Diğer yandan, işçi sınıfının kapsamı kuşkusuz yalnızca üretken emekle sınırlı değildir ve işçi sınıfının kapsamını bütünsel olarak kavrayabilmek için üretken olmayan emeği, yani artı-değer üretmeyen işçileri de mutlaka hesaba katmak zorunludur. Ticaret, depolama, muhasebe vb. gibi alanlarda istih-
28
dam edilen emek artı-değer üretmediği için kapitalist açıdan üretken olmayan emektir. Fakat böyle olması, bu işçilerin sömürülmediği anlamına gelmez. Her iki işçi kategorisi açısından da ortada bir sömürü ve karşılığı ödenmeyen emek vardır. Yine de üretken olan ve üretken olmayan emek arasında ayrım yapmak gereklidir. Üretken emek kapsamına giren işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı artı-değer üretir ve bu işçilerin patronlarının artı-değere doğrudan doğruya el koymalarını sağlar. Üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçilerin patronlarının üretken işçilerin üretmiş olduğu artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar. Üretim sürecinde gerçekleşen teknolojik yenilikler, işçi sınıfı içinde kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkları silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini artırma eğilimi sergiler. Unutmamak gerekir ki, aslında teknolojinin gelişebilmesi ve üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makinelerin bulunup uygulamaya sokulması, bilimsel buluşlar vb., bunların hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ancak kapitalizm işçinin emeğinin ürününü sermayeye dönüştürür. Ve toplumsal emeğin güçleri de işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilirler. Bu ve benzeri durumlar kapitalist işleyişin yarattığı derin yanılsamaların kaynağıdır. Bu yanılsamalar konusunda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, üretim sürecinde gittikçe daha yoğun biçimde kullanılan kafa emeğinin konumunu hatırlatabiliriz. İşin gerçeğinde işçi sınıfının bir bileşeni olan bu kafa emeği, işçiler tarafından sermayenin bir gücü gibi algılanmaktadır. Kapitalizm genelde bilimi de sermayenin emrindeki üretici güce dönüştürmüştür. Günümüzde sınıflar üstü, tarafsız bilim diye bir şey yoktur. Açıktır ki, bilim işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Bu bakımdan burjuvazi ile proletarya arasındaki ayrımın ve çelişkinin azal-
Mayıs 2008 • sayı: 38
dığını iddia eden tüm bilimsel cilâlı tezler (post-modern toplum, endüstriyel toplum, bilgi toplumu vb.) son tahlilde sermayeye hizmet etmektedirler. Teknoloji ve bilim üzerindeki sermaye egemenliğini sorgulamadan bilim ve teknolojiye tapınan okumuşlar, aptallıklarının yanı sıra bir de iflah olmaz düzen yanlısı konumlarını sergilemektedirler. Kapitalist gelişme, belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını azaltmaktadır. Bunun yanı sıra, farklı emek türleri kolektif üretici niteliğinde birleşmekte ve toplumsal ihtiyaçların çok daha kısa çalışma saatleri içinde kolektif biçimde karşılanması olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak” kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmaktadır. Bu nedenle küresel kapitalizm, en yeni tekniklerle neredeyse bedava işgücünün kullanıldığı en ilkel üretim yöntemlerinin yan yana barınabildiği bir tarihsel garabete dönüşmüştür. Emekçi kitlelerin yaşadığı gerçeklerle teknik olanaklar arasındaki açlık ve tokluk uçurumu alabildiğine büyümüştür. Kapitalist sistemin günümüzdeki bu çarpıcı gerçekliği akla yıllar önce en güzel biçimde ifade edilmiş bir hakikati getiriyor. Marx’ın yıllar önce dediği gibi, emek zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Kapitalizm emeğin yerine makineleri geçirirken, işçilerin bir bölümünü de barbarca bir çalışma düzeni içine atıyor. Fazla söze ne hacet! Kapitalizm altında işçi günümüzde de ücretli köle olmayı sürdürüyor ve tıpkı kendinden önceki işçi kuşakları gibi, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmuyor.
Kâr oranları düşüyor Kapitalist üretim süreci belirli zaman aralıklarıyla birbirini takip eden döngüler temelinde yol alır. Kapitalist ekonomi bu temelde bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine ulaşır. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmektedir. Kendi aralarındaki rekabet, kapitalistleri, emeğin üretkenliğini artırıp üretim maliyetlerini düşürecek yöntemleri bulup uygulamaya sevk etmektedir. Bunun anlamı, daha kısa zamanda daha az işgücü kullanımıyla daha çok meta ürettirmektir. Kapitalistler el koyacakları artı-değer kitlesini ve dolayısıyla kârlılıklarını büyütmeye çalışırlarken, üretim sürecinin teknik niteliği ve yatırılması gerekli sermayenin iç bileşimi de değişime uğrar. Üretim sürecinde eski dönemlerin emek-yoğun tekniklerinin kullanımı azalırken makine-yoğun tekniklerin kullanımı artar. Teknolojik ilerleme, aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletlerine tahsis edilen ser-
marksist tutum
maye) işlemesini ve bunlardan artan miktarları yeni değerlere katabilmesini mümkün kılar. Fakat bunun sonucunda değişmeyen sermaye giderleri de kaçınılmaz olarak artar. Bu artan miktarın toplam sermaye içinde değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı ise büyür. Bu oran “sermayenin organik bileşimi” olarak adlandırılır ve zamanla yükselme eğilimi sergiler. Kapitalist gelişmeyle birlikte eskiye oranla çok daha karmaşık makine ve teçhizatlara muazzam miktarlarda yatırım harcaması yapılmakta ve böylece hem toplam sermaye tutarı hem de sermayenin organik bileşimi yükselmektedir. Bu olgu ortalama kâr oranlarında da düşüş eğilimi yaratmaktadır. Bu noktada kâr oranı ile artı-değer oranının aynı şey olmadığını hatırlatmak yararlı olacaktır. Kâr oranı işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Her iki bağıntı birlikte düşünüldüğünde kapitalist işleyişin önemli bir yasası kavranabilir. Artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşme harcamaları neticede kâr oranını düşürmektedir. Ancak ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, sürekli olarak mutlak düşüşlerin yaşanmasını anlatmaz. Bu yasa, düşüş yönünde tarihsel bir eğilimin işlediğini ifade eder. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, kapitalist sistem krizlerinin ortaya çıkışında da merkezi bir öneme sahiptir. İşçi daha üretken hale geldiğinde ve daha çok sömürüldüğünde kâr oranları yükselmemekte, aksine düşüş eğilimi göstermektedir. Bu durum kapitalizmin açmazlarına, örneğin robotlaşmadaki sınırlara da işaret eder. Öte yandan, kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür ve metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler. Yeni üretim yöntemleri kapitalistlere, ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman cazip görünebilir. Kapitalizmin katı iç yasaları derinlemesine hesaba katıldığında, toplam sermaye içinde değişen sermaye tutarını neredeyse sıfır noktasına doğru çekip, değişmeyen sermaye tutarını ise alabildiğine artırmanın hiç de hayırlı bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Bu bakımdan, işçi sınıfının yükünden kurtulma düşüncesiyle canlı işçi yerine robot-işçi çalıştırma fantezisinin kapitalistler açısından yağmurdan kaçarken doluya tutulmak dışında pek de bir anlamı bulunmamaktadır. Teknolojik buluşlar bir devrim niteliğine büründüğünde dahi, bunun sermayeyi ilgilendiren tarafı, işin teknik
29
marksist tutum
mucize boyutu değildir. Kapitalistler daima yeni buluşların üretim sürecine uygulanmasının kârlı ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Kapitalizm tarihinin gözler önüne serdiği üzere, yeni teknolojilerin kullanıma sokulması önce belirli bir süre muazzam kârlar sağlanmasına fırsat verebilir. Fakat kullanım yaygınlaştıkça yeni teknolojiler sıradanlaşacak ve sermayenin organik bileşimi yükseldikçe de ortalama kâr oranları düşecektir. Nereden bakarsak bakalım, kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusunun körüklediği aşırı üretim olgusu ile geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişkiyi de asla aşamaz. Böylesi eşitsiz, adaletsiz ve mantıksız bir sistemin hak ettiği son, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmaktan başka bir şey olamaz.
Uyuklayan dev uyanıyor İşçi sınıfı gerçeğinin bilimsel olarak iki farklı açıdan ele alınması gerekir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf olarak ifade edebileceğimiz bu iki farklı pozisyon, kapitalist gelişme süreci boyunca işçi sınıfının oluşup olgunlaşma sürecinin de farklı uğraklarıdır. Birincisi sınıfın nesnel varlığına işaret ederken, ikincisi sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini dile getiren öznel sınıf konumunu anlatır. Kapitalist gelişme süreci aynı zamanda işçi sınıfının nesnel bir varlık kazanma sürecidir. Bu sürecin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte bir öznel sınıf pozisyonu da gelişmeye başlar. İşçiler arasında kaçınılmaz olarak birleşme ve mücadele etme çabaları filizlenir. İktisadi talepleri çerçevesinde patronlara karşı örgütlenmeye geçen işçiler arasında ilksel sınıf bilincinin kıvılcımları çakar. İşçi sendikalarında birleşen işçiler, sömüren ve sömürülen arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varmaya başlarlar. İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürütebilmesi için bu bilinç ve örgütlülük eşiğinin aşılması zorunludur. Devrimci işçi sınıfı, devrimci siyasal bilinçle donanan ve bu temelde örgütlenen işçilerin oluşturduğu bir toplumsal-siyasal varlıktır. Kapitalizme karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu, yani sosyalizmi amaçlayan bir mücadeleden söz edebilmek için öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyine yükselmiş olmaları gerekir. İşte Marksizmin dünyayı değiştirme bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorunlar da zaten sınıfın bu öznel konumuna ilişkindir. Sınıfın öznel konumundaki gerileme koşullarını, işçi sınıfının varlığını ve tarihsel rolünü reddetmek için bahane olarak kullanan inkârcı ve dönek zihniyet hep var olmuştur. Bu tür bir zihniyeti temsil eden siyasal çevreler, Marksizme kara çalabilmek gayesiyle sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi her daim abartıp mutlaklaştırırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletar-
30
Mayıs 2008 • sayı: 38
ya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci potansiyeline bel bağlamak ve bu potansiyelin harekete geçebilmesi için çaba sarf etmek de beyhude bir uğraştır. Oysa nesnel ve öznel sınıf konumları arasında diyalektik bir ilişki olmakla birlikte, öznel konumdaki dönemsel gerilemeler sınıfın nesnel varlığını ortadan kaldırmaz ve onun devrimci potansiyelini yok etmez. Fakat sınıf mücadelesi sürecinde işçiler aleyhine gerçekleşen tarihsel olaylar, dünya proletaryasını, tekrar anlamlı bir uyanışın olacağı bir tarihsel dönemece dek derin bir kış uykusuna yatırabilir. Nitekim uzun bir dönem boyunca olmuş olan da işte budur. Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfları yönetebilmek için egemen sınıflar her devirde yalan üretimine ihtiyaç duymuş ve bu nedenle devletlerini ideolojik aygıtlarla donatmışlardır. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde de açıkça görülecektir ki, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına karşı ileri sürdüğü argümanlar kafaları karıştırmak ve işçileri mücadele yolundan döndürmek için üretilen yalanlardan ibarettir. Teknoloji gelişip bilimde ilerlemeler kaydedildikçe bu yalanlar bilimsel ambalajlara sarılsa da işin özü değişmez. Ne var ki, bu yalanlar ne denli ustaca imal edilmiş olurlarsa olsunlar kapitalizmin derin krizlere sürüklendiği dönemlerde gerçeklerin duvarına toslayıp parçalanmaya yazgılıdırlar. İşte kapitalist sistemin özellikle 80’lerden günümüze, yeni teknolojilerin genç kuşaklarda yarattığı illüzyonlar eşliğinde piyasaya sürdüğü yalanların başına gelenler de bu dediklerimizi çarpıcı biçimde somutluyor. Okuyan gençlik ve kentlerin genç işçi kuşakları yalanlarla avlanıp kapitalizme bağlanmak istense de, aslında yalan imparatorluğunun parlak çağı pek de uzun sürmedi. Kapitalizmin sistem krizi, son dönemde burjuvaziyi bile korkulara gark ederek, dünyadaki siyasal atmosferi ve sınıfların ruh halini değişikliğe uğratıyor. Eski dönemlerin korkunç kırım ve kıtlık dönemlerini çağrıştırırcasına eğitimsizliğe ve sefalete mahkûm edilmiş bir açlar ordusu, kapitalizmin yalanlarını tuzla buz edercesine dört nala ilerliyor. Yok olduğu söylenen işçi sınıfı, kapitalizmin ilkel birikim dönemine benzer çalışma koşullarına geri döndürülen bölükleri ve işsizlik girdabına sürüklenen yedek sanayi ordularıyla modern çağların kentlerini devasa varoşlara dönüştürüp kuşatıyor. Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası içinde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Önümüzdeki 1 Mayıs günü de dünyanın dört bir yanında işçiler kızıl bayrakları ve savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini dile getiren pankartlarıyla; birlik, mücadele ve dayanışma istemini dile getiren sloganlarıyla alanları dolduracaklar. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Açlık Ordusu Yürüyor!
Kerem Dağlı
Y
aşlı yerküremiz yeni bir isyan dalgasına tanık oluyor. Gözbebekleri dışarı fırlamış aç insanlar, üzerlerine sıkılan kurşunlara ve kafalarına inen polis coplarına aldırmadan, bir dilim ekmek bulabilmek için her yere saldırıyor, polisle çatışıyor, hükümet deviriyorlar. Mısır’dan Haiti’ye kadar 30’dan fazla ülkede yüzbinlerce insan sokaklara dökülmüş durumda. Yıllardır her türlü baskıya, zulme ve zorluğa katlanmış kitleler, açlığın verdiği cesaretle ve öfkeyle yürüyorlar. Yollarını kesen asker ve polis barikatlarının etrafını sarıyor, üzerlerine doğrultulmuş silahlara rağmen “açız” diye haykırıyorlar. Haiti’de, televizyon muhabirinin uzattığı mikrofona konuşan kızgın kalabalık hep bir ağızdan bağırıyor: “Bu çok saçma, depolar ve mağazalar yiyecek dolu ama biz açız. Hükümet en temel ihtiyaçlarımızı bile karşılamaktan aciz. O halde neden orada oturmaya devam ediyorlar? Neden çekip gitmiyorlar? Ya bize yiyecek versinler ya da istifa etsinler!” Ekmek fiyatlarının bir ayda 5 kat arttığı Mısır’da ise, burjuvazinin ve onun eli kanlı “firavun”u Hüsnü Mübarek’in korku dolu bakışları altında, kitleler, kendilerini durdurmaya çalışan polislere taşlar ve sopalarla karşılık veriyorlar. Polis ise zırhlı panzerlerin içinde kalabalığın üzerine otomatik tüfeklerle ateş açıyor. Ancak bu kez polis şaşkın, çünkü kitleler kaçmıyorlar. Birkaç adım geri çekilip tekrar saldırıya geçiyorlar. Kalabalığın içinde kadınlar da var, çocuklar da. Kafaları, gözleri patlamış, elleri yüzleri kan içinde insanlar, ama gözlerinde sömürücüler sınıfına duydukları derin kinin yansımaları. Ağızlarından çıkan sözcükler, Mısır’da da aynı Haiti’de de, Fas’ta da, Filipinler’de de: Artık yeter! Kitleler, tıpkı Nazım’ın dizelerindeki
gibi, ayakları kan içinde, demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak yürüyorlar, ekmeğe ve ete doymak için. Geçtiğimiz yıl Fas, Yemen, Meksika, Gine, Moritanya, Senegal, Bangladeş ve Özbekistan’da açlık çeken kitleler isyan etmişti, ki bu isyanların bir kısmı aralıklarla halen devam ediyor. Son aylarda da Kamerun, Fildişi Sahili, Burkina Faso, Mısır, Etiyopya, Filipinler, Tunus, Endonezya, Haiti, Kamboçya, Bolivya, Arjantin ve Moğolistan gibi pek çok Asya, güney Amerika ve Afrika ülkesinde irili ufaklı halk ayaklanmaları yaşandı. Pakistan 20 yıl sonra gıda yardımlarını tekrar başlattı. Rusya süt, ekmek, yumurta ve yağ fiyatlarını altı aylığına dondurdu. Tayland’da gıda fiyatları sabitlendi. Hindistan, Çin, Vietnam ve Mısır gibi tahıl üreticisi ülkeler ihracat yasakları uygulamaya başladılar. Oysa çok değil, daha on, onbeş yıl öncesine kadar burjuva ideologları zafer nidaları eşliğinde duyuruyorlardı kapitalizmin ne kadar mükemmel ve güçlü bir sistem olduğunu, her türlü hastalıklarından, savaşlardan ve krizlerden arındığını. Şimdiyse alarm zillerini çalıp bas bas bağırıyorlar efendilerini uyarmak için. IMF ve Dünya Bankasının yöneticileri, sorunun birkaç ay bile beklemeye tahammülü olmadığını, bir an önce bir şeyler yapılmazsa “gıda ayaklanmaları”nın çok daha fazla ülkeye yayılacağını, çok daha ciddi toplumsal altüstlüklerin yaşanabileceğini söylüyorlar. Polisin ve askerin saldırısına rağmen kaçmayan kitlelerin yapabileceklerine karşı patronlar sınıfını uyarıyorlar. Bunun birkaç yoksul ülkedeki münferit olaydan ibaret olmadığını, durumun çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
31
marksist tutum
Kuşkusuz burjuva ideologların amacı açlık ve sefalet içindeki kitlelerin derdine çare bulunması değil, düzenin bekasının korunmasıdır. Bu yüzden IMF başkanı, “bildiğimiz ve geçmişten öğrendiğimiz üzere, bu sorunlar bazen savaşla sonlanabilir” diyerek burjuvaziye tehlikenin büyüklüğünü anlatmaya uğraşırken, Birleşmiş Milletler uzmanları da “acil önlem” çağrıları yapıp durdular. Uzmanların “acil önlem” diye kastettikleri, isyanların yaşandığı ülkelere 500 milyon dolarlık komik bir yardım yapılmasıydı, ama burjuva hükümetler isyancılara yiyecek yerine sopa, göz yaşartıcı gaz ve kurşun verilmesinin daha “ucuz” ve etkili olacağını düşünmüş olmalılar ki, tüm kolluk kuvvetlerini seferber ettiler. Pakistan tahıl ambarlarını korumak için asker ve polisi seferber ederken, Filipinler’de devlet başkanı tahıl satışlarının yönetimini M-16 tüfekli birliklere devretti. Bizde de MGK tarafından “asimetrik tehdit” olarak ilan edilen bu gelişmeler için bir köşe yazarı şöyle diyordu: “Ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemleri için aç insanlardan daha tehlikeli bir istikrarsızlık nedeni gösterilebilir mi? İstikrarsızlık; kargaşa demek, demokratik rejimlerin temellerine dinamit konulması demek, isyan demek.”
Ekmek yoksa barış da yok! Burjuvazi korkmakta gayet haklıdır. Çünkü bu isyan dalgasının gelip geçici bir hadise olmadığı, birkaç aylık süreç içerisinde 37 ülkeyi birbirinin peşi sıra sarsacak denli hızla yaygınlaşmasından ve kapitalist dünyanın içinde bulunduğu durumdan bellidir. Emekçi kitlelerin yaşam koşulları dünya kapitalizminin içine girmiş olduğu kriz süreci yüzünden daha da kötüleşmektedir. Emperyalist savaş sürecinin yıkıcı sonuçları da bu tabloya eklendiğinde kitlelerin yaşamı daha katlanılmaz bir hal almaktadır. Dolayısıyla, yaşanan isyan dalgasının devrimci ayaklanmalara dönüşmesi olasılığı hiç de az değildir. Zaten bazı burjuva ideologların çırpınması da bu yüzdendir. Mevcut tabloya şöyle bir baktığımızda bile kaçınılmaz gidişatı kolayca anlayabiliriz. Temel gıda maddelerinin fiyatları son dönemde muazzam bir artış göstermiştir. 6,5 milyar nüfusu olan dünyamızda, hâlihazırda 1 milyardan fazla insan açlık çekiyor. Yoksul halkların temel gıda maddelerinden olan pirincin kilosu 1 dolara (dünya ortalaması) ulaşmış durumda, ama günlük ortalama gelir Afganistan’da 44, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 sent. 1,5 milyardan fazla insan ise günde 1 doların altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Bu sayı 2015 yılında 2 milyarı bulacak. Sadece geçtiğimiz bir yıl içerisinde, savaşlardan ve yoksulluğun sebep olduğu sorunlardan dolayı hayatını kaybeden in-
32
Mayıs 2008 • sayı: 38
san sayısı, her iki dünya savaşında ölen toplam insan sayısından (yaklaşık 100 milyon) daha fazla. Yoksulluk ve sefalet koşulları, yaklaşık 4,5 milyar insan için günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş vaziyette. Üstelik bu durum yeni değildir. 80’li yıllardan bu yana izlenen neo-liberal saldırılar dünyanın dörtte üçünü oluşturacak denli büyük olan bu nüfus üzerinde muazzam yıkımlara sebep olmuştur. Bu saldırıların ve emperyalist savaşın devam etmesinin proleter ve emekçi kitleler üzerinde yol açtığı sıkıntılar o denli katlanılmaz boyutlara ulaşmıştır ki, burjuva düzenin yıkılması zorunluluğu, her geçen gün biraz daha bariz bir şekilde ölüm kalım meselesi haline gelmektedir. Dünya, proleter kitlelerin şu veya bu sebeple isyan edecekleri bir sürece girmiştir. Bu ayaklanmalar dün Arjantin’de krizin faturasını ödemek istemeyen işçi sınıfının öfkesiyle başlamıştı, bugün de Haiti’de halkın yiyecek bir lokma ekmek bulamamasından kaynaklıdır. Her isyan dalgasının bir diğerini takip edeceği ve dalgaların arasının giderek sıklaşacağı, etki alanının giderek büyüyeceği açıktır. İşte burjuva ideologların “gıda ayaklanması” diyerek genel tablodan yalıtmaya çalıştıkları isyan dalgasını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Örneğin Mısır’da yaşanan olaylar, ayaklanmaların niteliğinin ve derinliğinin anlaşılabilmesi bakımından önemlidir. 76 milyonluk ülkede nüfusun %40’ı günde 2 doların altında bir gelire sahip. İşsizlik ve yoksulluk had safhada. Çok küçük bir azınlığı oluşturan bürokratik elitin ve burjuvazinin adamı olan Hüsnü Mübarek, 27 yıldır ülkeyi olağanüstü hal rejimiyle yönetiyor. Hiçbir muhalefete izin verilmiyor, sendikalar tamamen devletin güdümünde. 90’lardan itibaren yoğunlaşan neo-liberal saldırılar sonucu köylü nüfusun topraksızlaştırılarak proleterleştirilmesi süreci hızlandı. Kent merkezleri yoksulların yaşadığı varoş-
Mısır
Mayıs 2008 • sayı: 38
larla çevrilmiş halde. Özelleştirmelerle burjuvaziye peşkeş çekilen devlet işletmelerinde tensikattan hak gasplarına kadar türlü saldırılar gerçekleştirildi. Bu işletmelerdeki işçilerin aylık ücreti ortalama 50 dolar. Kamu işletmelerinin ana gövdesini büyük tekstil fabrikaları oluşturuyor. Sadece Mahalla el-Kübra’daki fabrikada 24 bin işçi çalışıyor. Bu işçiler, sektörel olarak, dünyadaki neredeyse en düşük ücretleri alıyorlar. Tam da bu koşullarda, yoksulluğun ve baskıcı rejimin pençesinde kıvranan halk, son aylarda yemeklik yağ ve pirincin fiyatının iki katına, ekmeğin ise beş katına fırlaması sonucu sokaklara döküldü ve polisle çatışmaya başladı. İlk yapılan gösterilerde 11 kişi polis tarafından öldürüldü. Yaralanan insanlar hastanelerde yataklara zincirlendiler. Bu, 31 yıl önceki “ekmek ayaklanması”ndan bu yana yaşanan en büyük isyandı. Zaten yıllardır ekmek kuyruklarında canından bezmiş halk, kararlı bir şekilde taleplerinde diretti. Bu isyan dalgası tekstil işçilerinin greviyle birleşince ortalık iyice karıştı. Pek çok farklı sektörde ve fabrikada çalışan işçiler de, bir işçi kenti olan Mahalla el-Kübra’daki tekstil işçilerinin grevine aktif destek veriyor. Hükümet, 6 Nisanda başlayacağı duyurulmuş olan grevi engellemeye kalkınca, işsiz yığınların da katılımıyla ayaklanma bütün kente yayıldı. Bunun yanı sıra ülkedeki Mübarek karşıtı en güçlü siyasal hareket olan Müslüman Kardeşler örgütü eylemcileri destekliyor. İçinde çeşitli kesimleri barındıran bir diğer muhalefet hareketi El-Kifaye (Artık Yeter) ise bizzat eylemlere katılmış durumda. Eylemlerin başını ise tekstil işçileri çekiyor. Üstelik ne “ekmek ayaklanması” ne de tekstil işçilerinin grevi yeni şeyler değil. 90’lı yıllardan beri hem köylerde hem de kent varoşlarında bu tür ayaklanmalar sıkça yaşanıyor. Tekstil işçileri de özellikle 2004 yılından beri, özelleştirme kapsamındaki fabrikalarında grevler ve işgaller örgütlüyorlar. Talepleri ücretlerinin yükseltilmesi, berbat durumdaki çalışma koşullarının iyileştirilmesi, söz verildiği halde bir türlü ödenmeyen ikramiyelerinin ödenmesi ve erken emeklilik haklarına dokunulmaması. İşçiler, iki yıldan beri devletten bağımsız bir sendikal hareket örgütlemek için mücadele ediyorlar. Şimdiye kadar yaptıkları eylemlerden hep olumlu sonuç almış olan işçiler, bu yüzden son derece kararlılar. Bir dilim ekmek için sokaklara dökülmüş olan yığınlara da öncülük eden Mahalla el-Kübra’nın tekstil işçileri, daha şimdiden tüm ülkede toplumsal muhalefetin simgesi haline gelmiş durumda. Eylemci işçilerin ve kitlenin en çok attığı slogan ise “devrim geliyor, bugün burada hükümet yok”. Mübarek rejiminin en büyük korkusu, ayaklanmanın tüm ülkeye yayılarak rejimi sarsacak bir harekete dönüşmesi. Bu yüzden de kendiliğinden sokaklara dökülen ve siyasal bir önderliğe sahip olmayan kitlelerle muhalefet gruplarını birbirinden yalıtmak için büyük çaba harcıyor. El-Kifaye liderleri ve üyelerinin birçoğu, “halkı ayaklanmaya ve şiddete teşvik”ten dolayı gözaltına alındı.
marksist tutum
Grevci işçilerle dayanışmak için kente girmek isteyen yargıçlardan, profesörlerden, siyasi eylemcilerden ve gazetecilerden oluşan kalabalık bir grup da engellendi. Olayları görüntülemeye çalışan gazeteciler gözaltına alındılar. Grevci işçilerden 7’si polis tarafından katledildi, yüzlerce işçi yaralandı. Şehre giriş çıkışlar yasaklandı, haber ajanslarının içeri girmesi engellendi. Fakat bu baskıcı politikaların daha uzun vadede kitleleri sindirmesi mümkün değildir. Çünkü sorunların kaynağını “nüfus artışı” olarak açıklayan Mübarek’in tek yaptığı, ekmek üretiminin arttırılması ve ekmek kuyruklarının kaldırılması için talimat vermek. İç ve dış politika alanında gittikçe daha fazla köşeye sıkışan rejimin, yıllardır sözünü ettiği “geniş çaplı” reformlardan hiçbirini gerçekleştirebilecek gücü ve niyeti yok. Dolayısıyla toplumsal çelişkiler günbegün daha fazla şiddetleniyor ve burjuvazinin yaptığı her şey emekçi kitlelerin tepkisini arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Ekmek bulamıyorlarsa çamur yesinler! Bu gerçekliğe ikinci bir örnek de, dünyanın diğer ucunda yer alan Haiti’de yaşanan gelişmelerdir. Halkın %80’inin günde 2 doların altında bir gelirle “sürünmeye” mahkûm edildiği Haiti, BM’nin dünya fakirlik endeksinde 177 ülke arasında 150. sırada yer alıyor. Yüksek hayat pahalılığı ve işsizlik, temel besin maddelerinde yaşanan kıtlık ve kokuşmuş bürokrasi yüzünden halk infial halinde. Emperyalistlerin güdümündeki hükümetlerin uyguladığı saldırı programları yüzünden toplam gelirin neredeyse %80’i gıda ithal etmek için kullanılıyor. Açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insanın başlıca besin kaynağı “çamur kurabiyeleri”. Haitili “baldırı çıplaklar”, ne ekmek ne de “pasta” bulabildikleri için çamurla karınlarını doyuruyorlar. Çamur, tuz ve çeşitli otların karışımından yapılarak güneşte kurutulan bu kurabiyelerin tanesi 5 sentten satılıyor. Bir kap pirincin fiyatı ise 60 sent. Bu koşullarda başlayan açlığı ve gıda fiyatlarının artışını protesto gösterileri kısa sürede tüm ülkeyi sardı. Yiyecek satan dükkânların ve BM’ye ait gıda depolarının yağmalanmaya başlanması üzerine polis 5 göstericiyi öldürdü ve 40’tan fazla kişi de yaralandı. Fakat bu müdahale göstericilerin öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Ayaklanan onbinlerce insan başkanlık sarayının kapısına dayandı. Sarayı koruyan BM “Barış Gücü”ne bağlı askerler ise ancak üzerlerine ateş açarak kalabalığı durdurabildiler. İşçilerin ve yoksulların yaşadığı varoşlara polis ve asker giremiyor. Tüm kent merkezlerinde çatışmalar yaşanıyor ve sürekli olarak devlete ait binalar yakılıyor. Ülkede yaşam felce uğramış durumda. ABD ve Kanada elçilikleri de göstericilerin öfkesinden nasibini aldı. ABD elçiliği geçici olarak kapatıldı ve yabancı diplomatlar ülkeyi terk etti. Ayaklanmaların basıncına dayanamayan başbakan ise sonunda istifa etti. Hükümetin tek yapabildiği, gıda fiyatla-
33
marksist tutum
Haiti
rının düşürüleceğini ve üretimin arttırılacağını söylemek oldu. BM yardım fonu ülkeye 3 milyon dolar hibe ederken, Chavez de 364 ton gıda maddesi göndereceğini açıkladı. Oysa kitlelerin isteği BM askerlerinin kayıtsız şartsız ülkeden çekilmesi ve sefalet koşullarının kalıcı olarak düzeltilmesi. Dolayısıyla da yaşanan isyanın kısa vadede dinmesi mümkün değil. Tıpkı Mısır’da ve diğer örneklerde olduğu gibi, derin toplumsal çelişkilerin basıncıyla açığa çıkmış yığınların öfkesinin fasılalı bir şekilde patlamaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Mısır ve Haiti’dekiyle aynı sebeplerden dolayı, Bangladeş’te de işçiler başkent Dakka sokaklarını işgal ettiler. Her yerde olduğu gibi burjuvazinin kolluk güçleri biber gazı ve cop kullanarak kalabalığı dağıtmaya çalışsa da protestoları durduramadı. Göstericilerin üzerine açılan ateş sonucu çok sayıda işçi yaralandı. Ülkenin pek çok bölgesinden gelen onbinlerce tekstil işçisi, artan gıda fiyatları karşısında ücretlerinin de arttırılması talebiyle kitlesel grevler düzenliyorlar. Grevler ülkeyi yöneten diktatörlük rejimini sarsacak boyutlarda. Çünkü dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladeş’te de nüfusun %40’ı açlık sınırının altında yaşıyor. Asgari ücretle çalışan bir işçi, gelirinin yaklaşık %70’ini yiyecek almaya ayırmak zorunda. İşçilerin ezici çoğunluğu asgari ücrete çalışıyor ve asgari ücret 2006 yılından beri 25 dolar. Oysa gıda fiyatları aynı dönemde üç kat arttı. 150 milyon nüfuslu ülkede 30 milyon insan günde sadece bir öğün yemek yiyebiliyor. Bir kuzey Afrika ülkesi olan Tunus’ta da, hayat pahalılığını ve işsizliği protesto eden göstericiler polisle çatıştılar. Göstericilerin başını maden işçileri çekiyordu. Gıda maddelerini büyük ölçüde ithal eden ülkede fiyat artışı sürüyor. Afrika’nın batısında bulunan Burkina Faso’da da, birçok kentte, gıda maddelerindeki fiyatların artması ve ücretlerin düşüklüğü yüzünden grevlerle birlikte gelişen gös-
34
Mayıs 2008 • sayı: 38
teriler düzenlendi. Çağrılarına kulak tıkayan ve kendilerine “insanlar istedikleri kadar yürüyebilirler fakat hiçbir şey değişmeyecek” diye cevap veren başbakana karşılık olarak sendikalar, Nisan ayının başında tüm hayatı felce uğratan bir genel grev örgütlediler. Sendikalar ücretlerin en az %25 arttırılmasını, yakıt ve gıda maddelerinden vergi alınmamasını talep ediyorlar. Polis, bankaları ve devlet binalarını korumakla yetiniyor. Nüfusun %46’sını oluşturan 14 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede gösteriler devam ediyor. Burkina Faso’yu Moritanya, Fildişi Sahilleri, Senegal, Etiyopya ve Kamerun izledi. Gıda zamları nedeniyle sokaklara dökülen halk yığınları hemen her ülkede polisle çatıştı ve pek çok insan polis kurşunlarıyla can verdi. Kamerun’da geçtiğimiz Şubat ayında 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği ve binlerce kişinin tutuklandığı gösterilerden sonra devlet başkanı, ücretleri %15 arttırmış ve balık, pirinç, yağ gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarını dondurmuştu. Ancak bu geçici önlemler gösterileri yine de durduramadı, Nisan ayında da polisle çatışan 40 gösterici öldürüldü. Dünyanın bir başka ucu olan Moğolistan’da da binlerce işçi artan gıda fiyatlarına karşı önlem alınması talebiyle gösteriler düzenledi. Onbinlerce gösterici, ellerinde “gıda fiyat artışlarını durdurun”, “işçi sınıfının ücretlerini arttırın” yazılı pankartlarla yürüyüş gerçekleştirdiler. Gösterileri örgütleyen sendika konfederasyonu başkanı, yaptığı açıklamada “hükümetten, bir avuç şirketi zengin ederken binlerce Moğolistanlının hayatını zorlaştıran tüketici fiyatlarındaki artışı durdurmak için somut adımlar atmasını istediklerini” söyledi. İşçiler talepleri karşılanmazsa genel greve gideceklerini açıkladılar. Aslında bir tarım ülkesi olan Moğolistan’da, hükümetin hayata geçirdiği neo-liberal saldırılar yüzünden açlık sıkıntısı baş göstermiş bulunuyor.
Açların isyanından devrimci ayaklanmalara Görüldüğü gibi açlık çeken, hayat pahalılığı yüzünden en temel geçim araçlarına bile sahip olamayan kitlelerin çığlıkları dünyanın dört bir yanını sarmış durumda. Ancak burjuvazi “gıda ayaklanmaları” diye kategorize ederek, bu isyanların aslında arkadan gelen çok daha büyük bir devrimci dalganın öncüleri olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Bunun bir sebebi gerçeği kendine bile itiraf etmekten kaçınması ise, diğeri de kitlelerin kafasını bulandırarak sınıf mücadelelerinin tarihiyle bağ kurmalarını en-
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
gellemektir. Oysa tarih bunun örnekleriyle doludur. Özellikle devrimci durumlara gebe olan emperyalist savaş ve kriz dönemlerinde, milyonlarca insanı etkileyen ve açlıktan kırılmalarına sebep olan uzun süreli, kronik kıtlıkların yaşandığı bilinir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşının öncesinde Çarlık Rusya’sını ve doğu Avrupa’yı sarsan kıtlık, önce 1905 devrimine ve sonrasında da Ekim Devrimine giden yolun açılmasında önemli rol oynamıştır. 1911’de Fransa’nın kuzeyinde, savaş boyunca (1916-17 yılları arasında) İngiltere’de, yine 1917’de New York’ta ve Almanya’da, 1918’de Barselona’da açlık yüzünden kitleler isyan etmişler ve kitle grevleriyle tüm Avrupa’yı sarsmışlardı. Ardından da devrimci ayaklanmalar gelmişti. Savaş öncesinde, Avrupa’nın, Rusya’nın ve Amerika’nın pek çok kentinde, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu proleter yığınlar ardı ardına protesto gösterileri yapıyor, büyük marketleri ve yiyecek satan dükkânları yağmalıyor, polis ve askerlerle çatışıyorlardı. Hükümetler fiyatları sabitleme yoluna gidiyor, fakat kitleler fiyatların düşürülmesini talep ediyorlardı. Kendiliğinden gelişen bu eylemler, çoğu kez sendikaların grev çağrısıyla birleşiyor ve kısa sürede siyasi bir içeriğe bürünüyordu. Bu ayaklanmalar kuşkusuz gıda maddeleriyle sınırlı değildi. Aç ve sefil duruma düşürülmüş yığınlar, ekmek fırınlarının yanı sıra kömür vagonlarına da saldırıyor ve ihtiyaç duydukları tüm geçim maddeleri için aynı eylemlere başvuruyorlardı. Emperyalist metropolleri kasıp kavuran bu ayaklanmalar 40’lı yılların sonlarına kadar aralıklarla sürmüştür. Öte yandan, aç kitlelerin isyanıyla sarsılan ülkelerin çoğu “en yoksullar” grubundan olsalar da, insanları sokağa döken toplumsal çelişkiler, daha gelişmiş kapitalist ülkelerde de hızla olgunlaşmaktadır. Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin derhal tedbir almaya başlamaları boşuna değildir. Bunları da emperyalist metropoller takip edecektir. 1929’daki Büyük Bunalımda ABD’de milyonlarca insanın bir tas çorba için oluşturduğu uzun kuyrukları unutmamak gerekir. Kaldı ki bugün ABD’de, devletin yoksullara Bangladeş
verdiği gıda karnesiyle ayakta kalmaya çalışanların sayısı 26 milyona çıkmış bulunuyor. Yani sözde “rüyalar ülkesi”nde bile her 100 insandan 9’u her an açlıktan ölme tehdidiyle burun buruna yaşıyor. Üstelik bugün dünyanın pek çok ülkesinde patlak veren ayaklanmalara katılan toplumsal katmanlar, burjuvazinin lanse ettiği gibi lümpen kesimlerden ya da kır yoksullarından ibaret değildir. Aksine bu ayaklananların ana gövdesini, burjuva ideologların deyişiyle “kent yoksulları”, yani proletarya oluşturuyor. Dünya ölçeğinde gıda fiyatlarındaki her %1’lik artış, kentlerde yaşayan 16 milyon insanı daha açlığın pençesine itiyor. Burjuvazinin gizlemeye çalıştığı bir başka gerçek ise, ayaklanmalara yol açan nedenlerin ne olduğudur. Burjuva iktisatçılar gıda fiyatlarındaki artışı küresel ısınma sonucu tarım alanlarının tahrip olmasına, gıda maddelerinin bioyakıt olarak kullanılmasına, emperyalist ülkelerdeki tarım sübvansiyonlarına, aşırı nüfus artışına vs. bağlıyorlar. Bunların her birinin birer etken olduğu muhakkaktır, ama sonuçta bu etkenleri ortaya çıkaran da kapitalist sistemin ta kendisidir. Üstelik dünya üzerinde mevcut olan ve atıl vaziyette duran milyonlarca hektarlık ekilebilir araziyi ve gıda tekellerinin stoklarında bulunan milyonlarca ton gıda maddesini de görmezden geliyorlar. Açlık çeken ülkelerin hemen hepsinin aslında birer tarım ülkesi olması bunun en önemli kanıtıdır. Milyarlarca insanın varlık içinde yokluk çekmesine sebep olan kapitalist sistemin kendisidir. Bolluk arttıkça, yani daha fazla gıda maddesi üretildikçe açlık çeken insanların sayısı çoğalmaktadır. İşte kapitalizmin çelişkisi! Kapitalist sistemin bu çelişkisi, gıda maddeleriyle de sınırlı değildir. Nitekim ayaklanmaların yaşandığı ülkelerin hepsinde de kitleler, yiyecek ekmeğin yanı sıra daha iyi ücret ve çalışma koşullarının sağlanmasını da istiyorlar. Bu yüzden de hemen her örnekte başı çekenler işçi sınıfının görece daha örgütlü olan sendikalı kesimleridir. Ne var ki, devrimci bir örgütlülükten ve önderlikten yoksun olan isyancı kitleler asıl vurmaları gereken noktanın kapitalizmin temelleri olduğunu henüz göremiyorlar. Haiti örneğinde olduğu gibi başbakanı görevden aldıracak kadar ileri gidebilmelerine rağmen, şimdilik kapitalizmin sınırlarının ötesine geçemiyorlar. Ancak tüm bu eksiklikler, dünya kapitalizminin içine girmiş olduğu sürecin niteliğini ve her seferinde daha güçlü bir şekilde gelecek olan isyan dalgalarıyla sarsılacağı gerçeğini değiştirmiyor. Burjuvalar ise “korunaklı” kalelerinde kendilerini sağlama almaya çalışıyorlar. Fakat tıpkı Roma İmparatorluğunun çöküşüne sebep olan sonu gelmez barbar akınları gibi, proleter kitlelerin ve ezilen halkların yarattığı isyanlar da dalga dalga bu kalenin duvarlarına çarpacak ve sonunda sermayenin saltanatını onun başına yıkacaktır.
35
Üniversitelerde Faşist Saldırıların Hatırlattıkları Selim Fuat
A
kdeniz Üniversitesi’nde meydana gelen faşist saldırılar vesilesiyle, burjuva medya, “üniversitelerde sağ-sol çatışması” yaygarasını yeniden koparmaya başladı. Oysa son dönemlerde Ankara, İstanbul, Samsun, Bolu, İzmir, Bursa, Afyon ve Mersin’deki üniversitelerde devrimci öğrencilere yönelik faşist saldırılar tırmanırken burjuva medya buna her zaman olduğu gibi kayıtsız kalmıştı. Ancak bu kez, hedef gözeterek devrimci öğrencilere defalarca ateş eden bir faşistin görüntüleri, televizyonlarda dakikalarca üst üste yayınlandı. Bu görüntülerde faşistlerin silah kullandığı ayan beyan ortada olsa da, haberler kasıtlı bir biçimde “sağ ve sol görüşlü öğrenciler birbirleri ile çatıştı” şeklinde verildi. Peki medyanın bu olayı öne çıkarmasının sebebi neydi? Bugünlerde, egemen sınıf içinde yürüyen iktidar kavgasında mevzi kazanmak için, toplumu korku ve endişeye sevk edecek bir kaos tablosu çizmek isteyen statükocu burjuva kesimlerin, ellerine geçen her fırsatı bu doğrultuda kullandıklarına tanık oluyoruz. “80 öncesine mi dönüyoruz” sorusunun burjuva medyada sıkça dillendirilir olması ve yaşanan çeşitli olayların böyle bir çağrışımla birleştirilmeye çalışılması, hatta bu doğrultuda provokatif eylemlerin tasarlanması tam da bununla bağlantılıdır. Elleri satırlı, silahlı saldırganların öyle herkesten habersiz biçimde üniversitelere girmediklerini, devletle şu ya da bu ölçüde bağlantılı açık ya da gizli kurumların bilgisi ve koruması dâhilinde hareket ettiklerini, onlar tarafından yönlendirildiklerini burjuva medyanın yöneticileri elbette bilmiyor değiller. Ancak onların derdi gerçekleri ortaya çıkarmak değil burjuvazinin çıkarları doğrultusunda eğip bükmek olduğu için, bu çıplak faşist saldırganlığa yükle-
36
neceklerine, bu vesileyle bir kez daha “80 öncesine mi dönüyoruz”, “biz bu filmi görmüştük” tarzı demagojilere sarıldılar. Bu demagojilerle süslenen yazı ve yorumlarında, “sağ-sol çatışmasının ‘80 öncesinde bu ülkeye neler kaybettirdiğini” uzun uzun anlatmaya koyuldular. Öğrencilere bir kez daha “aman” dediler, “bulaşmayın bu işlere”! Üniversitelerde yıllardır polisin ve yönetimlerin bilgisi dâhilinde gerçekleştirilen bu türden saldırıları “sağ ve sol görüşlü öğrencilerin çatışması” olarak göstermek, gasp edilmeye çalışılan birinin gaspçıya karşı koymaya çalışmasını “gaspçı ile gasp edilenin çatışması” olarak değerlendirmek kadar saçmadır. Çok açıktır ki, olayı böyle değerlendirmek için de gaspçıyla çıkar birliği içerisinde olmak gerekir. Üniversitelerdeki faşist saldırganlığı sağ-sol çatışması olarak göstermek isteyen üniversite yönetimlerinin ve burjuva medyanın durumu da tastamam bundan ibarettir. Oysa bu saldırılar şimdi olduğu gibi o bahsedilen ‘80 öncesinde de sağ-sol çatışması değil faşist saldırılardı.
“Sağ-sol çatışması” değil faşist saldırılar 12 Eylül öncesinde işçi ve devrimci hareket önemli bir yükseliş kaydetmiş ve yeni bir toplum özlemi kitlelerde egemen olmaya başlamıştı. İşte burjuvaziyi ve onun “düzen koruyucu” misyonuyla hareket eden güçlerini harekete geçiren buydu, yani bir devrim korkusuydu. Böylece işçi hareketini ezecek bir askeri faşist darbeye ortam yaratmak için her türlü karanlık tertibe başvuruldu ve “12 Eylül öncesi” denen puslu hava bu kanlı provokasyonlarla yaratıldı. Devrim tehdidine karşı hazırlıklarını adım adım ilerle-
Mayıs 2008 • sayı: 38
ten burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya uğraşıyordu. 1960’ların sonundan itibaren komando kamplarında eğitilen ülkücü-faşistler, solun var olduğu her yerde onun karşısına çıkarılıyor, çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bu amaç doğrultusunda faşist terör adım adım tırmandırıldı. 12 Mart 1971 darbesine kadar üniversitelerdeki devrimci öğrencilere yönelik bıçaklı silahlı saldırılarla hazırlıklarını tamamlayan ülkücü-faşistler, 1974’ten itibaren sistematik olarak devrimcileri katletmeye başladılar. Bunun ilk örneklerinden birisi, 8 Mart 1974’te yaklaşık 30 faşistin İstanbul’daki Atatürk Öğrenci Yurduna düzenlediği baskın oldu. Polislerin açık desteği ve himayesinde gerçekleştirilen bu baskın, sonraki yılların saldırılarının bütün özelliklerini taşıyordu. 12 Mart’tan 1975 Kasımına kadar geçen 4,5 yıllık sürede 22 devrimci faşistler tarafından katledilmişti. Bir faşistin devrimciler tarafından öldürülmesi ise, ilk defa, 4 Kasım 1975’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde faşistlerin devrimci öğrencilere saldırısıyla çıkan çatışma sonucu gerçekleşmişti. Bu durum bile aslında hiçbir tartışma götürmeyecek biçimde devrimcilerin faşistlerin dizginsiz terörü ile yüz yüze bulunduğunu göstermektedir. 12 Mart dönemi sonrasında devrimci öğrenciler, öğretmenler, işçiler, hatta CHP’liler faşist saldırganlar tarafından vurulup öldürülmüşlerdir. Bu saldırılara karşı, devrimciler çok uzun bir süre, silahla karşılık vermemişlerdir. Bu gerçek, faşist örgütler tarafından dile getirilen “komünistlerin silahlı eylemlere başlaması üzerine sağcıların kendilerini korumak için silaha başvurdukları” iddiasının faşistlerin cinayetlerini örtmek için geliştirilmiş bir yalan olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. ODTÜ, İTÜ gibi üniversitelerde, çeşitli Eğitim Enstitülerinde vb. yapılan boykotlar ve eylemler, sürekli olarak faşistlerin saldırılarına uğruyordu. Faşist terör bütün ülkeye yayıldıkça, vurulan, dövülen, öldürülen, evleri-işyerleri tahrip edilen insanlar arasında ve giderek bütün toplum içinde bir karşı koyma ve direnme eğilimi kaçınılmaz olarak gelişmeye başlamıştı. Tek tek okullarına gidemeyen öğrenciler okullarına topluca gidip gelmeye, saldırılara karşı kendi emniyetlerini sağlamanın yollarını aramaya başlamışlardı. “Güvenlik” güçlerinin açık desteğinde yürütülen bu saldırılar sonucunda devrimci öğrenciler, ya faşist saldırı ve zor-
marksist tutum
balığa karşı direnmek ve bu yolla okula gidebilmek, yurtta kalabilmek, sokakta dolaşabilmek ve devrimci çalışmalarını sürdürmek ya da faşist saldırganlara boyun eğmek ve teslim olmak seçenekleri ile karşı karşıya kaldılar. Devrimciler elbette faşist saldırılara karşı direnişi örgütlemeyi seçtiler. Özellikle saldırıların yoğunlaştığı üniversite ve yüksek okullarda, devrimci öğrenciler faşistlerin saldırılarına karşı çalışmalar yürüttüler. Bu durum işyerlerinde ve fabrikalarda da benzer biçimde gelişmişti. Giderek artan faşist saldırılar karşısında yükselen birleşme ve örgütlenme eğilimi, saldırıları örgütleyen faşistlerin beklemediği bir gelişmeydi. Ancak iktidara gelen her milliyetçi cephe hükümetiyle birlikte faşist saldırganlık ivmelenerek arttı. Devrimcilerin yoğun çalışma yürüttükleri üniversiteler Milliyetçi Cephe hükümetlerinin başlıca hedeflerinden oldu. Örneğin 14 Şubat 1977’de Milliyetçi Cephe, faşist kimliği ile bilinen Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör olarak atadı. Rektörün ilk işi, üniversite kadrosunda kendi politik görüşleri doğrultusunda gerçekleştirdiği atamalar ve uzaklaştırmalar oldu. Rektöre karşı ODTÜ’de o güne kadar pek rastlanmayan bir düzeyde işçi, öğrenci, öğretim üyesi dayanışması oluştu ve 9 aylık bir boykot yapıldı. Bu boykot üniversite senatosu, öğretim üyeleri, çalışanlar, öğrenciler ve öğrenci velileri tarafından destek gördü. Gittikçe artan tepkilerden rahatsız olan ve boykotu sonlandırmak isteyen faşist rektör bunun üzerine faşist militanları işçi kılığında okula soktu. Bu faşistler rektörün talimatlarıyla okulda terör havası estirmeye başladılar. Öğrencilere saldırdılar, fizik fakültesinin önünde oturan devrimci öğrencilerin üzerine rektörlük binasından el bombası atarak 7 öğrenciyi katlettiler. Öğretim görevlilerinin evlerine bomba koydular. Buna rağmen boykot başarıya ulaştı. Devrimci yükselişin kırılma noktası 1 Mayıs 1977 ol-
Devrimci yükselişin kırılma noktası 1 Mayıs 1977 oldu. Kontrgerillanın terörü ile kana bulanan Taksim Meydanı, sonraki süreçte daha da yükselecek faşist saldırganlığın önemli bir işaretiydi.
37
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
du. Kontrgerillanın terörü ile kana bulanan Taksim Meytatörlüğü bizzat kurdu.” (Kerem Dağlı, Ülkücü-Faşist Hadanı, sonraki süreçte daha da yükselecek faşist saldırganlıreketin Tarihi-2, MT, Ocak 2007) ğın önemli bir işaretiydi. Nitekim üzerine gideceğini ilan ettiği kontrgerillanın düzenlediği suikast girişimlerinden ‘80 öncesi öcü değildir! kurtulan Ecevit’in sinmesi ile daha da azgınlaşan faşist saldırılarla, 1978 yılında devrimci ve solcu insanlara yönelik 12 Eylül cuntasının faşist generalleri, darbe sonrasında siyasi cinayetler alabildiğine arttı. Toplu katliamlar ve vahsık sık, “12 Eylül öncesine dönmek isteyen dış mihraklaşi bir terör dalgası her yanı sardı. 16 Mart 1978’de İsrın güdümündeki karanlık güçler” söylemine başvurdular. tanbul’da Eczacılık Fakültesi önünde polis gözetiminde Böylece “12 Eylül öncesi” ya da “80 öncesi”, insanların toplu olarak okuldan çıkan devrimci öğrencilere atılan beynine, işçi sınıfı hareketinin yükselişi, militan sınıf mübomba sonucu 7 devrimci öğrencinin katledilmesi ile başcadelesinin başarıları ve devrimciliğin yarattığı özgürleşme layan süreç, Maraş’ta ve Çorum’daki toplu katliamlarla tıryılları olarak değil, anarşi, kargaşanın hâkim olduğu, kanlı mandırıldı. ve karanlık günler olarak kazınmaBu yıllarda çok güçlü bir durumya çalışıldı. Faşist saldırılar ise, da bulunan işçi hareketinin ve dev“sağ-sol çatışması” olarak gösterilrimci hareketin belirlediği eksende di. Hedefine ulaşmış bir karşıyükselen ciddi toplumsal muhalefet, devrim olan 12 Eylül faşizmi, ne burjuvazinin faşist saldırıları yükseltyazık ki birkaç kuşağın bilincinde mesinin gerçek nedeniydi. Patronlar bu tahribatı yaratmayı başardı. sınıfı ilerleyen devrim tehdidini ön‘80 öncesindeki faşist saldırılar, lemek ve ihtiyaç duyduğu yapısal yukarıda da anlattığımız gibi, güçdönüşümleri gerçekleştirmek için lü bir işçi sınıfı hareketi ve devrimyakıcı bir biçimde faşist bir yöneticilerin siyasal örgütlülüklerinin var me ihtiyaç duyuyordu. Bunun için olduğu koşullarda burjuvazi taraABD eliyle daha önce de başka ülkefından tırmandırılmıştır. Aslında lerde deneyleri yapılmış bir strateji egemenlerin o günleri karanlık ve devreye konuyordu; kitle pasifikaskorku dolu günler olarak nitelemeyonu. Ülkücü-faşistler tarafından leri, tam da onların o günlere iliştırmandırılan terörün amacı devrimkin hissiyatının ifadesidir. Onların duyduğu korkunun işçi sınıfı mücileri yıpratmak, halk üzerinde yılcadelesinin devrimci yükselişinden gınlık yaratmak ve korku psikolojisikaynaklandığını unutmamak gereni hâkim kılmaktı. Burjuvazi ideolokir. Devrimci işçi sınıfı açısından jik aygıtları aracılığı ile devrimcilere ise ‘80 öncesi, korkudan ve kargave işçi sınıfına dönük faşist saldırılaşadan ziyade militan mücadelenin rı sağ-sol çatışması olarak algılatmasağladığı başarılarla hissedilen coşya çalışıyor ve özellikle küçük16 Mart 1978’de İs tanbul’da Eczacılık ku günleridir. Aynı zamanda işçi burjuvazide bir kurtarıcı beklentisi Fakültesi önünde polis gözetiminde toplu sınıfı hareketinin yaşadığı devrimci yaratıyordu. olarak okuldan çıkan devrimci öğrencilere Sonuçta “1970-80 arası dönem- atılan bomba sonucu 7 devrimci öğrenci yükseliş ortamında, devrimci öğrencilerin burjuva sistemle hesapde, devrimcilerden, solculardan ve katledildi. laştıkları, aydınlık yarınlar için öncü işçilerden oluşan 4000’den fazfedakârca ve mutlulukla mücadele ettikleri günlerdir o la insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık sügünler. re içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen ‘80 öncesini zihinlere korku dolu günler olarak kazıkesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin maya çalışanlara inat bugün tam da ‘80 öncesinin bu kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfıolumlu yanlarını hatırlamak ve hatırlatmak gerekmektenın militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine dir. Elbette söz konusu dönem, işçi sınıfının devrimci müsaldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi ölcadelesinde ona önderlik etmeye girişen sosyalist hareket dürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine açısından pek çok yanlışı ve eksikliği de içinde barındırdüşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açımıştır. Bugün, tüm bu eksiklikleri ve yanlışlardan alınan sından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal dersler doğrultusunda ve Bolşevik temellerde, sınıf öncüve toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin istediği lerinin devrimci örgütlülüğünün sağlanması ve ileriye yol biçimde bir askeri-faşist darbe için gerekli ortamı hazırlaalmak hedefi ile sınıf mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. mıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi Sınıf devrimcilerine düşen görev budur. gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist dik-
38
Dünyanın En Zenginleri ve “Başarıları” Ilgın Çevik
A
merikan finans çevrelerinin dergisi “Forbes Magazine” tarafından hazırlanan dünyanın dolar milyarderleri listesinde yer alan 1125 milyarderin toplam servetinin 4,4 trilyon dolar olduğu açıklandı. Dünyanın en zenginlerinin yer aldığı bu listeye göre ABD, 469 milyarderle 1125 kişilik listede 1. sırada bulunuyor. ABD’yi, bu yıl Almanya’yı geçerek 87 milyarderle 2. sıraya yerleşen Rusya izliyor. Bölgesel dağılıma göre en çok milyarder ABD’de yaşarken, listedeki 298 milyarder Avrupa’da, 211’i Asya-Pasifik bölgesinde, 84’ü Ortadoğu ve Afrika’da (Türkiye bu bölge içinde), 63’ü de Kuzey (ABD hariç) ve Güney Amerika’da bulunuyor. Dünyayı pençesine alan ekonomik kriz bir yandan da yeni milyarderler doğuruyor. Holdingler batıp, işyerleri kapanıp, savaşlar sürerken zenginliğine zenginlik katanların sayısı gittikçe artıyor. Kârı düşenler, kârlarını yükseltme yolu olarak savaşları seçerek, ateşin altına odun yerine binlerce işçiyi, emekçiyi atıyorlar. Böylece büyük tekeller, krizlerden kârlı çıkmanın yolunu da bulmuş oluyorlar. En zenginlerden herhangi birinin serveti, dünyanın birçok ülkesinin bütçesinden kat kat fazla. Bu bir avuç insanın din, dil, sınır ayrımları yok. İşçilere milliyetçilik zehri yutturulurken, onlar sınırları çoktan aşmış ve yatırımlarını işgücünün en ucuz olduğu yerlere kaydırmışlardır. Bu burjuvalar bir taraftan işçileri milliyetçilik ve din temelinde birbirine boğazlatıp diğer taraftan da onların ellerinde kalan son kırıntıları almaya çalışıyorlar. Dünya nüfusu göz önüne alındığında oldukça kısa olan bu listede, kadın patronlar ve çocuk vârisler de var. Bu anlamda paranın ve zenginliğin cinsiyeti de yok. İşçi kadınların karşısında, sınıfını ve servetini savunan taş yürekli kadınlar var. Buna, Türkiye siyasetinde son dönemlerde öne çıkan TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ da dâhil. En zenginler listesinde yer alan Türkler öyle bir iki tane değil; sayıları 26’dan 32’ye çıkmış durumda. Burjuvazi bu haberi övünerek gazetelerde tam sayfa yayınlıyor. İşçilerden de bundan gurur duymaları bekleniyor. Olanı biteni kader olarak kabullenmiş ya da “birazını da yoksullara verse” diye iç geçiren bilinçsiz işçilerin sayısı da az de-
ğil. Onlar hiçbir şeyi sorgulamadıkları gibi bunu da sorgulamıyorlar. Kader inancıyla ve işsizlik kaygısıyla sindirilmiş milyonlarca işçi, sorunlarının gerçek kaynağını göremedikleri gibi, bütün zenginliklerin kaynağının kendi emekleri olduğunu da göremiyorlar. Burjuvazinin ideolojik bombardımanı işçilerde büyük bir bilinç çarpılmasına yol açmaktadır. İşçiler kendi emekleri sonucunda ortaya çıkan muazzam ürüne yabancılaşmış ve onun yaratıcısının kendileri ve sınıf kardeşleri olduğunu unutur hale gelmiştir. Oysaki işçiler olmadan fabrikalar, okullar, hastaneler, oteller, marketler çalışamayacağı gibi, burjuvazinin kursağından bir lokma bile giremez. O çok kutsadığı piyasası, şalterler indiğinde anında duruverir. Yaşam soluksuz kalır. Dünyanın her yerindeki patronları birbirine bağlayıp bu düzenin çarkını dönmesini sağlayan ipi işçi sınıfı isterse dişleri ile koparır. Ama bu bilinçli işçilerin ortak mücadelesiyle mümkündür ancak. Aksi halde işçi, burjuvaların hamasi nutuklarıyla uyutulur ve bu akıl almaz eşitsizliği görmek yerine, sırtından zenginleşen patronu ile gurur duyup onu ayakta alkışlar bulur kendini. Oysa bu burjuvaların cebinde milyonların kanı ve azgınca sömürülmüş emeği var. Tuzla’da iş cinayetlerini işleyen onlardır. Kuyruklarda bekleşen binlerce emeklinin aylığını çalanlar onlardır. Hastanelerde sahte ilaç satanlar onlardır. Halkları savaştırıp, dünyayı kana bulayıp, sonra ceplerine giren milyarlarla hep birlikte gülüşenler onlardır. Onlar ki, insanların evlerini toplarla, füzelerle başlarına yıkıyorlar. Kadınları, çocukları, bebekleri pazarlıyorlar. Gemilere insan doluşturup diri diri denize döküyorlar. Köpeklerini işçilerin üzerine salıp grevleri, direnişleri dipçiklerle dağıtıyorlar. Gencecik bedenleri uyuşturucularla zehirliyorlar. Kurdukları sömürü düzenine karşı işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden devrimcileri, öncü işçileri, zindanlara atıyorlar, katlediyorlar. Yani onların “başarıları” saymakla bitmez… Burjuva düzende, devlet, yargı, hukuk, din vb. her şey onlara hizmet eder ve onların çıkarına işler. Bu yüzden sınıf düşmanlarımızı tanıyalım ve neyi “başardıklarını” bilelim. O listede yer alsın almasın tüm patronların sınıf düşmanımız olduklarını bir an olsun unutmayalım.
39
marksist tutum
Mayıs 2008 • sayı: 38
1 Mayıs Karanfilleri Her Yıl Yeniden Açıyor! 1 Mayıs’ı, burjuvazinin işçi sınıfının tüm kazanımlarına azgınca saldırdığı bir dönemde karşılıyoruz. İşçi sınıfının yeterli bir örgütlülüğünün olmaması, patronlar sınıfının saldırılarına da anlamlı bir cevap verememesine neden olmakta. SSGSS yasasına karşı işçi sınıfının vermiş olduğu cevap, işçi sınıfının ne kadar örgütsüz olduğunun da bir göstergesiydi. Patronlar sınıfının, biz işçilerin yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konuda oylamaya sundukları yasa tasarısı, patronların ağız tadına göre meclisten geçti. Sermaye sınıfının işçi sınıfının kazanılmış haklarına pervasızca saldırdığı bugünlerde 1 Mayıs’ta alanlara çıkmamızın ne kadar önemli ve anlamlı olduğu apaçık ortada. Her birimiz çalıştığımız işyerlerinde patronların keyfi olarak koymuş olduğu kurallar nedeniyle aşağılanıyor, horlanıyor, insan yerine koyulmuyoruz. İnsanın doğasına aykırı olan her şeye maruz kalıyoruz. Kaç saat çalışacağımıza, günde kaç kere tuvalete gideceğimize, yemek saatinden, varsa eğer çay saatine ne zaman çıkacağımıza vs. maalesef onlar karar veriyorlar. Burjuvazinin kendi yasalarında var olan 8 saatlik işgünü bugün neredeyse hiçbir işyerinde uygulanmıyor. Fazla mesai ya da normal çalışma süresi adı altında 12-16 saat çalıştırılıyoruz. Böyle bir çalışma sonunda kendimize, ailemize, çocuklarımıza, dostlarımıza ayıracak zamanımız bile kalmıyor. İnsan sosyal bir varlıktır. Ama bizlerin çalışma koşullarımız nedeniyle sosyal yaşamımız artık kalmadı. Bugünlerde izlemiş olduğum bir tiyatro oyunu gerçekten beni çok etkiledi. Sınıf mücadelesinin dibe vurduğu bir dönemde işçilere yönelik çalışmalar yürüten Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin (UİD-DER) tiyatro ekibinin hazırlamış olduğu işçi tiyatrosunu izleme imkânı buldum. Anadolu ve Avrupa yakasındaki iki ayrı tiyatro salonunda sergilenen bu oyunu yüzlerce işçi kardeşim de benim gibi büyük bir coşkuyla izledi. Oyunun ismi “1
Mayıs Karanfilleri” idi. Amerikalı sınıf kardeşlerimizin 1886 yılında verdikleri mücadeleden bize miras kalan 1 Mayıs’ın nasıl ortaya çıktığını anlatıyordu. İşçi sınıfının yiğit önderlerinin, sınıf mücadelesinde bayrağı bir sonraki işçi kardeşlerine bırakmak için canlarını nasıl ortaya koyduklarını anlatıyordu. İşçi sınıfının bu yiğit önderleri “8 saatlik işgünü” talebi nedeniyle idama mahkûm edildiler ve asılarak katledildiler. Bugün hangimiz 8 saat çalışıyoruz? Yıl 2008! Biz hâlâ 12-16 saat çalışıyoruz. Bu da gösteriyor ki bu azgın sömürüye son verebilmek için bizler de örgütlenmeli ve mücadeleye atılmalıyız. Sergilenen oyunun, oyuncusu, dekorcusu, müzikçisi, oyun yazarı, yönetmeni vs. hep işçilerden oluşuyordu. Burjuvazinin insan yerine koymadığı işçiler, yüreklerini ortaya koyarak bu tiyatro oyununu sahnelediler. Ben izleyiciydim ama kendimi oyunun içinde hissettim. Sahnedekiler de benim gibi işçi kardeşlerimdi. Aslında sadece onlar değil ben de sahnedeydim. Oyunun bir parçasıydım. Çok güzel bir şey. Duyguları anlatmaya bazen kelimeler yetersiz kalır. Ben de anlatmakta zorlanıyorum. Gerçekten müthiş bir oyundu. İşçi önderlerinden birinin sözleri hâlâ kulaklarımda: “Bugün burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz. Yarın her yerde göreceksiniz. Bu gizli bir ateş! Onu asla söndüremezsiniz!” Evet, 1886’da bir kıvılcımı yok ettiler. Ama bu ateş, milyonların yüreğinde hiçbir zaman sönmedi, sönmeyecek. 1 Mayıs karanfilleri her yıl 1 Mayıs geldiğinde, biz işçilerin mücadelesiyle yeniden ve yeniden açmaya devam edecek. Amerikalı sınıf kardeşlerimizin bize bıraktığı mirasa sahip çıkıp, 1 Mayıs mücadele bayrağını hep birlikte tüm coşkumuzla dalgalandıralım. Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan! İkitelli’den bir metal işçisi
40
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Girdaptan Çıkanlara T
ürkiye’de 1980 askeri faşist darbesinin işçi ve emekçilerin hayatında yarattığı en büyük olumsuzluklardan birisi de kolektif davranma bilincinin yok edilip yerine bireyciliğin dayatılmış olmasıdır. Yaşanan kuşaklar arası kopukluk, geçmişin tecrübe ve birikimlerinden yoksun olan bizim gibi yeni kuşak işçiler için çok daha kötü sonuçlar doğurmuştur. Bizim kuşağımızın büyük bir kesimi, mücadeleden korkan, alabildiğine sinik bir ruh hali içinde, kendine güvenmeyen bireyler olarak politik hayatın dışına savrulmuştur. Bu yüzden bir sınıfın parçası olduğumuzu öğrenmemiz zorlu keşifler sonrasında mümkün olmuştur. Öyle ki, örgüt, örgütlenmek laflarından öcü gibi korkup, bu sözü söyleyenlerden de deli gibi kaçar haldeydik. Ya da örgütlü olanlara kötü gözle bakıp, arkasından birkaç olumsuz söz sıralayanımız da vardır. Ama fabrikalar bizler için prizmadır, bizlere hayatın gerçeğini, acımasızlığını göstermektedir. Hem de öyle ki patronların zalimliklerini gizlemeye dahi çalışmadan, apaçık. Çalışmaya başladığımızda tosluyoruz gerçekler duvarına ve bakınıp duruyoruz etrafa, “bu ne biçim yer” der gibi. Kırbacı yedikçe de “ya kardeşim ne oluyoruz” diye sızlanıyoruz. Örgütsüzsek eğer, tek başımıza olduğumuzdan anlam veremiyoruz olup bitenlere. Gidiyor bir anda geleceğe dair yaptığımız planlar ve yerine geliyor sömürünün girdabı. Bu girdap bizi hızla içine çekiyor diyeceğim ama zaten içindeymişiz, öğrendikçe anlıyorum. Okul sıralarında anlatılan tanjant, kotanjant, sinüs, kosinüs, pi sayısının pek bir önemi yokmuş fabrikada. Ya da Osmanlı’nın yaptığı seferler, Katerina’nın oynadığı oyun, Mehmet Paşanın uçkuru. Bu yalancı tarih bizden bir şeyler sakladı. Bize gerekli olanlar anlatılmadı yani. Nasıl haklarımıza sahip çıkarız, bu sömürüden nasıl kurtulur ve geleceği ellerimizle nasıl inşa ederiz diye anlatmadılar. Koydular bir sandığın içine, sıkıca kilitleyip karanlığa attılar. Zaten yasaktı da bunları öğrenmemiz. Düşünmesi bile demir parmaklıkları getiriyordu, o yüzden bize hep kendi tarihlerini anlatıp durdular. Biz de zannettik ki tarih bundan ibaret. Ama çalışmaya başlayınca çelişkiler bir bir gün yüzüne çıkmaya başladı ve hayatı başka türlü sorgular oldum. Meselâ, bu kadar gaddar olan patronlar nasıl
olup da izin vermişler 8 saat çalışmamıza, sendika kurmamıza, örgütlenmemize gibi sorular takılmaya başladı aklıma. Düşünüyordum düşünüyordum fakat çıkamıyordum işin içinden. Bunlar hayatta yapmaz bunu diyordum kendi kendime. Soruyordum yine kendime; baldırı çıplaklar denilerek hor görülen, aşağılanan işçiler mi yaptı bu işi acaba? Yok artık canım daha neler! Ne, işçi sınıfı mı yapmış? Evet gerçekten de onlar yapmış. Unutturulmaya çalışılan tarihimiz bunu söylüyor bize. Marx’ı, Engels’i, Lenin’i, Kızıl Rosa’yı anlatıyor ve onların yıllar önce söyledikleri sanki bugünü anlatıyor. Sınıf kardeşlerimizin kanı varmış kazanılan her mücadelede. Bugün sahip olduğumuz haklar onlar sayesinde kazanılmış. Ezdirmemişler kendilerini, susmamışlar yaşadıkları karşısında ve karşı gelmişler egemenlere. Tarihte yenilgiler de almışlar yengiler de. Anlamışlar örgütlenmeden bir şey yapamayacaklarını, sarılmışlar işçi sınıfının bilimine, yani Marksizme. Leninler kurmuş çelikten örgütü ve dikmişler göndere kızıl bayrağı. Paris Komününden sonra ilk defa ezilenler geçmiş başa ve ezenleri alaşağı etmişler. Hani tıpkı karikatürdeki gibi Lenin süpürmüş onları Rusya’dan. Tarihimiz de ne zenginmiş, oku oku bitmiyor o güzellikler. Öğrenecek daha o kadar şey var ki tarihimize dair, öğrendikçe güçleniyor ve gözlerimizin içi gülüyor, patronlara “bizden korkun” der gibi. Bir sınıfın parçası olmayı kavramak ne güzelmiş. İşçi sınıfının bir neferi olmak, insana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk veriyor. Hele kuracağımız o sınıfsız, sömürüsüz dünyayı düşünmek, ona şekil vermek, bu gücü kendinde hissetmek mutlulukların en büyüğü olsa gerek. Tabiî ki bunları yapabilmek için sınıfımızı, tarihimizi, mücadele yolunu öğrenmek ve öğretmek gerekiyor ki, bu çürümüş sistemi, kapitalizmi yıkalım. Tarihimizde yaşanan deneyimler bizlere ışık tutarken, yol göstericimiz olan Marksizm gücümüze güç katıyor. Yeter ki bu yola yüreklerimizi açalım. Gebze’den bir işçi
41
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Bu Tarih, Bu Mücadele, Bu Kavga Bizim! 1 Mayıslarda açan kızıl karanfiller Tohum tohum boy veriyor Karanlıklardan kızıl şafaklara Yeni bir çağ sökün ediyor… Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin büyük bir özveri ve muhteşem bir titizlikle hazırladığı işçi tiyatrosunu işyerinden arkadaşlarımla soluksuz izledim. Salondaki atmosferi ve duygularımı kelimelere dökmem zor. Sınıflar arası mücadele tarihinde, hiçbir toplumsal mücadele işçi sınıfının verdiği mücadeleler kadar zorlu ve görkemli olmadı. İşçi sınıfı verdiği mücadelelerle adeta kendi göbek bağını kendi kesiyor, tarihe, topluma ve insanlığa mal olacak savaşımlar içine giriyordu. Kendi şahsında kazandığı her bir mevzi gelecek kuşakların tutunacağı birer kaleye dönüşüyordu. 8 saatlik işgünü mücadelesiyle ateşlenen 1 Mayıs insanlığa verilmiş en güzel armağanlardan birisi değil midir? Salonda “1 Mayıs Karanfilleri” adlı tiyatro oyununu izlerken aklım bir gerilere bir bugünlere uzanıyordu. Sahnede yüz yılı aşkın bir zaman önce dövüşen işçiler vardı. İnsanca yaşamak için kadın erkek dişe diş mücadele veriyorlardı. Başları dik, adımları sert, yürekleri cesurca çarpıyordu. “8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat canımız ne isterse!” diyerek yürüyorlardı burjuva düzenin üzerine. 1 Mayıs günü sömürülenlerle sömürenler arasında büyük bir meydan muharebesi yaşanıyordu. Göndere çekilen kızıl bayraklar insanlığın kör, karanlık, kuytuda kalmış tutsak kaderini parçalıyordu. İnsanlık proletaryanın verdiği mücadelelerle kurtuluşa koşuyordu. Oyunun her sahnesini çılgınca alkışladık. Bugün o eski günleri hasretle arıyoruz. Birliğimiz, mücadelelerimiz ve örgütlerimiz yok denecek kadar az. Geçmiş kazanımları korumakta zorlanıyor hatta çoğunlukla kaybediyoruz. Savaş, kriz ve sömürü cehennemi insanlığı çoktan ağır hasta durumuna soktu. Bayraklar elden düştü ve direnişler kanla, katliamla bastırıldı. Fakat “1 Mayıs Karanfilleri” bizlere moral, bizlere umut, bizlere cesaret vermeye devam ediyor. Saflar daha da sıklaştıkça geçmişten geleceğe doğru dumanı dağıtan fırtına başlıyor. Ne eksik ne fazla, bu tarih, bu mücadele, bu kavga bizim. Yensek de yenilsek de tarihin, insanlığın ve geleceğin şanlı devrimleri bizim ellerimizde. Eğer yeniden dirilir ve birleşirsek o gün her şeyin adı yeni baştan konacak. 1 Mayıs’ın Kızıl Karanfilleri yüreğimizde boy veren tomurcuklardır. Burjuvazi ne denli bastırırsa bastırsın, geçmişten günümüze, kanımızdan yüreklerimize, bin filiz kızıl devrimlere boy veriyor.
Marksist Tutum 3 Yaşında Uzun senelerin emeğiydi ortaya çıkışı Marksist Tutum’un. Ve çıktığı günden beri bu sömürü düzenini deşifre edip biz işçi ve emekçilere neler yapabileceğimizi anlatıp durdu. Açlığın, savaşın, sömürünün nedenlerini ve çözümlerini usanmadan, kararlı bir şekilde sayfalarına yansıttı. Marksist Tutum Nisan ayında 3 yaşını doldurdu. Ve her gün daha inatla anlatıyor sorunları ve çözümlerini işçi sınıfına. Çünkü Marksist Tutum işçi sınıfına olan inancın ürünüydü. Bugün Marksist Tutum neyi anlatmak istiyor sayfalarında? Bu kadar çok olmamıza rağmen neden bu kadar sefalet ve yokluk içindeyizi, yürüyen savaşların medeniyetler savaşı olmadığını, bu sefaletin yokluktan olmadığını, bunların kader olmadığını anlatıyor sayfalarında Marksist Tutum. MARKSİST TUTUM DİYOR Kİ: işçiler, emekçiler, gelin birbirimize sahip çıkalım ve yıkalım bu lanet olası sömürü düzenini. Kardeşçe yaşayalım şu yaşanası koca dünyada. Mümkün değil mi sizce? Elbette mümkün. Kendi sınıfımızın mücadelesinde yer alırsak olur tüm bu istekler ancak. Gelin Marksist Tutum’un anlattıklarını okuyup, okutup bu lanet olası sömürü düzenini yıkalım. Biz kapitalizmi yıkmazsak her şeyle birlikte tüm dünya yok oluşa sürüklenecek. Tekrar hoş geldin Marksist Tutum. Bizleri aydınlattığın ve bu sistemde insan olarak var ettiğin için tekrar hoş geldin.
Tuzla’dan bir işçi
Kocaeli’den bir işçi
Marksist Tutum: İşçi Sınıfının Sesi 6 Nisan miting günüydü. 30 bine yakın işçi ve emekçi hep beraber Kadıköy Meydanında toplandık. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasasını görüşen meclise taleplerimizi haykırdık. Miting boyunca alanı dolduran biz işçiler, örgütlü gücümüz, birliğimiz ve sınıfımıza olan güvenimizle, saldırgan burjuva yasalarına karşı meydan okuduk. Bu miting benim için başka bir heyecan taşıyordu. Toplanma yerinde, yürüyüş kolunda ve alanda kortej kortej toplanmış işçilere Marksist Tutum’u tanıtacak, taleplerimizi haykıracak ve dergiyi alıp okumalarını sağlamaya çalışacaktım. Toplanma yerine akın akın işçi kortejleri geliyordu. Sol partiler ve sosyalist gruplar, sendikalar, meslek odaları, dernekler ve gençler caddeyi doldurdukça miting korteji adeta bir devi andırıyordu. “Sınıf mücadelesinde Marksist Tutum”, “İşçi sınıfının sesi Marksist Tutum” nidalarımızı her kortejin duymasını istiyordum. Emperyalist savaşlara, neo-liberal saldırılara, anti-demokratik uygulamalara, şovenist saldır-
42
ganlığa, kısaca ücretli kölelik düzenine karşı sloganlarımızı haykırıyorduk. Sloganlarımız, tanıtımlarımız ve çabamız sayesinde elimizdeki dergilerin tamamını işçilere ulaştırmış olduk. Dergimizin sayfalarında gösterildiği gibi, işçi sınıfı tarihte, burjuvaların hazırladığı nice kölelik yasasını örgütlü ve militan mücadelesi sonucunda paramparça etmiştir. SSGSS yasası, mezarda emeklilik, paran kadar sağlık ve kazanılmış nice hakkın yok edilmesi anlamını taşıyor. Tarihimiz sınıf mücadeleleriyle örülmüştür. Burjuvazinin saldırılarının püskürtülebilmesi ve işçi sınıfının kazanması için, devrimci Marksizmin, militan sınıf mücadelesinin, enternasyonalist perspektifin sesi olan Marksist Tutum’un bayrağını daha da yükseltmeliyiz. İşçi sınıfının devrimiyle sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya uzağımızda değil. Marksist Tutumcu bir işçi
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Başıbüyük’te “Kentsel Dönüşüm” Saldırısı K
entsel Dönüşüm Projesi kapsamında büyük sermaye gruplarının gözünü diktiği rant alanlarından biri de Maltepe ilçesine bağlı Başıbüyük Mahallesi. Evleri yıkılmak istenen Başıbüyük halkı 56 gündür direnişlerini sürdürüyor. Yıkım bölgesinde kurdukları çadırlarda gece gündüz nöbette olan, polislerin saldırılarına ve dozerlere karşı koyan Başıbüyük halkı artık bu zulmün bitmesini istiyor. 2006 yılında Maltepe Belediyesi, TOKİ ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan üçlü protokol gereği Başıbüyük’te TOKİ konutları yapılacaktı. Fakat halkın gösterdiği tepki nedeniyle bu karar hayata geçirilemedi. Bunun üzerine TOKİ, itiraz davası henüz devam ettiği halde, polis eşliğinde mahalleye şantiyesini kurdu. Burası on yıllardır mahalle halkı tarafından kullanılan ve çocuk seslerinin çınladığı yemyeşil bir alan. Fakat şimdi TOKİ bu bölgeye yüzlerce konut yapmayı hedefliyor. Yeşil alanı katlederek 16 katlı binalar yapmak üzere 17 bin dönümlük araziye el koyan TOKİ, belediye ve yüklenici firmalar kendi kârlarının hesabını yaparken, Başıbüyük halkı bu şehirde kendilerinin de barınma hakkı olduğunu unutanlara tepkilerini direnişleriyle gösteriyorlar. TOKİ şantiyesinin hemen karşısında tam üç çadır kurmuş Başıbüyük halkı. Birinde sürekli çay kaynıyor. Diğerlerine göre daha küçük. Biri tam polis noktasına bakıyor. Bu kadınların çadırı. Polislere karşı nöbetteler. “Gözümüz onlarda olmazsa biz rahat edemeyiz” diyorlar. Üçüncü ve en büyük olan çadır ise misafir çadırı. Yıkım işkencesi burada anlatılıyor destek için gelenlere. Çaylar burada içiliyor, sohbet burada koyulaşıyor. Başıbüyük halkı, kendilerine memleketlerinde yaşam hakkı tanımayanların İstanbul’da da aynı çirkef yüzlerini gösterdiklerini anlatıyor. Hiçbiri komşularını ve evini kaybetmek istemiyor. Nasıl istesinler ki, onlar on yıllardır
beraberce yaşamışlar, ter akıtarak kazandıkları birkaç kuruşla boğazlarından keserek bir ev sahibi olmuşlar. Çocukları için, yarınları için endişe içinde yaşamak istemiyorlar. Zaten yoksul olduklarını, bir de evsiz kalırlarsa ailelerinin bile dağılacağını düşünerek soruyorlar devlete: “Biz otuz-kırk sene önce buraya geldiğimizde aklınız neredeydi? Bizden vergi alırken Kentsel Dönüşüm planlarınızdan neden bahsetmediniz? İnsanlara yaşam hakkı tanımayan bir kentsel dönüşüm bizim çilelerimizin kâra dönüşmesinden başka bir şey olabilir mi?” Barınma hakkı, insanların sadece insan oldukları için sahip oldukları en doğal, en temel haklarından biri olarak bildirgelere, anayasalara geçmiştir. Ama gerçekte tıpkı diğer haklar gibi sermaye sınıfı tarafından hiçe sayılır. Dünyada on milyonlarca evsiz insan var. Barınma hakkı yalnızca başını bir yere sokmakla da sınırlı değil üstelik. İnsanların diledikleri yere yerleşme, sağlıklı bir çevrede yaşamlarını sürdürme, sağlıklı konutlarda yaşama hakları var. Ancak kapitalizmde bu hak sadece lafta kalıyor. Şimdi, bu hakları ellerinden alınan milyonlarca insana İstanbul’un birçok mahallesinde olduğu gibi Başıbüyük halkı da eklenmek isteniyor. Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında İstanbul’da 80 bin hanenin yıkılacağı söyleniyor. Bu projenin rantı o kadar büyük ki halkın direnişini kırmak için sermaye sınıfı her şeyi yapmaya hazır olduğunu gösterdi. İnsanlara coplarla, biber gazlarıyla saldırdılar, yaşlı kadınları yerlerde sürüyerek tekmelediler. Başıbüyük halkı şimdilik evlerine sahip çıkabiliyor. Ancak devletin bu evleri yıkmakta kararlı olduğunu ve yıkımları engellemenin tek yolunun daha güçlü ve örgütlü olmaktan geçtiğini biliyorlar. Bu sebeple işçilerin, emekçilerin yaşadığı ve yıkım tehdidi altında bulunan mahallelere, duyarlı insanlara çağrıları şu: El ele verelim, bu zulüm bitsin! Gülsuyu’ndan bir grup işçi
43
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Mücadele Tarihini Unutma M
art ayı Türkiye tarihinde, işçi sınıfı ve devrimci mücadele açısından kara günlere sahiptir. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği ve işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını salladığı her dönemde TC burjuvazisi çareyi ya darbe yapmakta ya da provokasyonlarda bulmuştur. Neredeyse her 10 yılda bir darbe yapma geleneğine sahip olan Türkiye’de hâlâ ‘80 darbesinin etkileri silinememiştir. Ama ‘80 dönemine gelmeden önce onun bir provası şeklinde olan 1971 darbesi yaşanmıştır. Özellikle 60’lı yıllar sınıf mücadelesinin ve devrimci mücadelenin tüm dünyada yükselişe geçtiği bir dönemdir. Türkiye’deki gençler ve işçiler de ‘68 rüzgârından etkilenmiştir. O günlerde bir yandan gençlik muhalefeti yükseliyor bir yandan da günlerce, aylarca süren grevler yaşanıyordu. Bu gidişatı durdurmak için burjuvazi önce sendikalar kanununu değiştirecek bir yasa tasarısı hazırlamaya girişti. Bu yasa ile DİSK’i kapatmak istiyorlardı. Ama bu karar işçi sınıfını harekete geçirmeye yetmişti. Devrim provasının yapıldığı gün olarak gösterilen ve tarihe geçen 15-16 Haziran, işçilerin burjuvaziye bir cevabıydı. Fakat egemen burjuvazi çareyi yine darbede bulmuş ve ayağa kalkan işçi sınıfını ezmek için 12 Mart darbesini gerçekleştirmişti. İlk icraatları da 61 Anayasasının görece tanıdığı hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak olmuştu. Bunun ardından da burjuvazi için muazzam bir buluş olan sıkıyönetim ilan edilmişti. Grevler ve gösteriler yasaklanmış, gazeteler ve radyolar susturulmuş, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasına izin verilmemişti. Yükselen işçi hareketini ve devrimci hareketi bastırmak için, yani burjuvazi için asayişin berkemal olması için, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, kanunların kendisine vermiş olduğu “Türkiye Cumhuriyeti’ni (yani Türk burjuvazisinin iktidarını) korumak ve kollamak” görevini yerine getirmesi ve idareyi burjuvazi adına üzerine alması gerekiyordu! Darbenin hemen ardından 31 Mayısta Nurhak Dağında Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan öldürüldü. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılanmasına başlandı. 10 Ocak 1972’de Askeri Yargıtay, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararını onayladı. Hapishaneden firar eden Mahir Çayan ve arkadaşları idamları engellemek için Ünye NATO Hava Üssünde görevli 3 İngiliz teknisyeni kaçırdı. 30 Martta Niksar’ın Kızıldere köyünde aralarında Mahir Çayan’ın da bulunduğu 10 devrimci katledildi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayısta idam edildi. 1980 yılına kadar yine burjuvazinin saldırısı dinmedi. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesinde öğrencilerin üzerine bomba atıldı ve 7 öğrenci katledildi. Maraş, Çorum ve Sivas katliamları yaşandı. Burjuvazi ayağa
44
kalkan işçi sınıfını bastıramadığı için bu kez 1980 askeri darbesini gerçekleştirecek ve devrimci mücadelenin üzerinden silindir gibi geçecekti. Genç kuşaklar da bu darbenin kara lekesiyle büyüyecekti. Aradan geçen yıllara rağmen sermayenin eli kanlı örgütlerinin provokasyonları dinmedi. 12 Mart 1995’te Gazi Mahallesinde kahvehaneler taranmış ve bir kişi yaşamını yitirmişti. Bu katliamı protesto etmek üzere düzenlenen gösterilerde devletin kolluk güçleri halkın üzerine ateş açarak 17 kişiyi daha katletmişti. Hemen sonrasında bütün işçi semtlerinde protesto gösterileri yaşanmış ve Ümraniye mahallesinde polis yine iş başına geçerek 6 emekçiyi katletmişti. Ama medya bu katliamı görmezden geliyor ve ölümleri protesto eden kitleleri “terörist” olarak sunuyordu. Olayın ardından TC adaleti 20 polisten 18’ini serbest bıraktı ve yalnızca 2 polise 2 yıl hapis cezası verildi. Onların adaleti elbette ki kendi cellâtlarını korumakla yükümlüdür. Gerçek adaleti ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi sağlayabilir. Biz genç kuşaklar olarak ne bu katliamları unutmalı ne de unutturmalıyız. Katillerden hesap sormalıyız. Gülsuyu’ndan bir kadın işçi
Patronlar Sınıfı Artık Krizi Gizleyemiyor! Dünya burjuvazisi, ABD’de mortgage (kredili konut sistemi) krizi ile kendini gösteren, tüm dünyada piyasalarda büyük risk yaratan ve büyük bankaların zararlarını açıklamasıyla ilerleyen krizi artık gizleyemiyor. Türkiye’de de yetkili ağızlar korkularını dile getirirken, patronlar sınıfı hemen krize bir suçlu aramaya başladı bile. Her zaman yaptıkları gibi sorunu izlenen yanlış politikalara ve kötü siyasetçilere indirgeyerek asıl nedeni gizlemeye çalışıyorlar. Eski Maliye Bakanı Kemal Derviş gibileri, suçu piyasalara yanlış müdahale eden bankerlere yıkarken, aslında krizin gelip geçici olduğu, sorunun sanıldığı kadar büyük olmadığı yalanını biz işçilere yutturmaya çalışıyor. Ama bu kriz kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır ve artık patronların gizleyemeyeceği bir hal almıştır. Onlar sistemin devamını yani kendilerine cennet, biz işçilere ise cehennem olan bu düzenin sürmesini istediklerinden, bizi işte bu yalanlarla kandırıyorlar. Oysa kapitalizm, bugüne kadar sayısız kriz yaşamıştır ve bunların hepsi de patronların bizi sömürerek gerçekleştirdikleri aşırı üretimden kaynaklanmaktadır. Şurası çok açık, bu krizin faturasını bize ödetmek isteyecekler. Yani krizin zam olup, işten çıkarmalar olup, yoksulluk, açlık olup üstümüze yıkılması muhtemeldir. Bizlere düşen ise artık patronların yalanlarını boşa çıkararak kendi bağımsız çıkarlarımız için işçi sınıfının mücadelesini ve birliğini büyütmektir! Gazi Mahallesinden bir işçi
Mayıs 2008 • sayı: 38
marksist tutum
Hayatımızdan memnun muyuz? G
eçtiğimiz haftalarda Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarını yürüten kurumu Eurobarometre “Türkiye Ulusal Raporu”nu açıkladı. Rapora göre anket katılımcılarının yüzde 70’i hayatlarından memnunmuş. Hatta Türkiye’de gelecek bir yıl içinde hayatlarının daha iyiye gideceğini söyleyenlerin oranı da AB ülkelerinden yüksekmiş. Aktardığım bu haber gerçekten de ilginç. Çünkü işsizliğin yüzde 20’lere vardığı, milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede çoğunluğun hayatından memnun olması pek de mümkün değildir. Fakat burjuva medyada bu tür yalan veya çarpıtılmış haberlere sıkça rastlıyoruz. Gazetede yer alan haberde, bu kurumların nasıl bir araştırma yaptığı, soruları kimlere sordukları ve memnunluğu neye göre ölçtükleri belirtilmemiş. Buna rağmen, aslı astarı olmayan bu haber neredeyse bütün gazetelerde yer almıştı. Bu da burjuvazinin medyayı nasıl kullandığına güzel bir örnekti. Haberi okuduğumda, bu soruyu bana sormuş olsalar ne cevap verirdim diye düşündüm. Kesinlikle “hayır” cevabı verirdim ve pek çok işçinin de benimle aynı cevabı vereceğine eminim. Çünkü yaşadığımız hayatta memnun olacak bir şey göremiyorum. Çünkü insan gibi yaşadığımızı sanmıyorum. Yine de bu anketi yapanlara haksızlık etmemek lazım. Üzerinde yaşadığımız topraklarda haline şükretmek alışkanlığı çok yaygındır. Çoğu insan, “bulunduğumuz koşulların daha da kötüsü olabilirdi, evsiz barksız olanlar da var, bizim iyi kötü bir evimiz var” gibi bahanelerle ve kaderci bir yaklaşımla, elindekiyle yetinmeye çalışır. Fakat kapitalizm öyle bir sistemdir ki, emekçilerin elinde avucunda hiçbir şey bırakmaz. İnsanları 10-12 saat çalıştırır ve karşılığında da üç kuruş ücret vererek açlık sınırında tutar. O da, çalışabilecek bir işiniz varsa… Hallerine şükredenler, işçilerin kanı ve canı üzerinden kasalarını dolduran sömürücü aşağılık sınıfı görmezden gelirler. Zenginlerin zenginliğinin kader olduğunu, yoksulların yoksulluğunun ise kendi suçları olduğunu düşünürler. Dünyada olup biten savaşların,
açlığın ve sefaletin doğal şeyler olduğu kabul edilir. Bu durum işçi sınıfının akıl tutulmasına uğramış olduğunun bir göstergesidir. Burjuvazi, medya ve diğer aygıtları aracılığıyla bu anlayışı kitlelere hâkim kılarak düzeninin devamını garanti altına almaya çalışır. Hâlbuki yaşamak öyle bir şeydir ki, bir tohumdan bin tane meyve vermek gibidir ve her geçen gün meyvelerin çoğalıp güzelleşmesidir. Yaşamak, bilimle, sanatla dilediğin gibi uğraşabilmektir. Yaşamak, kendin istediğin için gönlünce ve toplumun yararı için çalışmaktır. Hiçbir maddi kaygın olmaksızın üretmektir, ama gerçekten insanlık için üretmek. Yaşamak, spor yapabilmek, dünyanın her köşesini gezebilmektir. Sevilmek ve sevmektir ama her şeyi, doğayı ve insanları hem de ölesiye… Dostlukların tadına varabilmektir yaşamak. Yaşamak soluduğun havadan temiz oksijen alabilmektir. Ancak dünyanın neresinde olursak olalım, sömürü düzeni her yerde. Biz işçiler olarak hayatlarımızdan memnun olamayız. Çünkü bu sistem bizlere gelecek vaat etmiyor. Bu düzen bilinçlerimizi var gücüyle çarpıtsa da ona karşı durabiliriz. Ancak bu örgütlülükle mümkündür. İşçi sınıfı örgütlü bir mücadeleye giriştiğinde tarihte neleri başarmadı ki. Bunun en güzel örneği Rusya’da yaşanan işçi devrimidir. Örgütlendiğimizde, mücadeleye katıldığımızda hiçbir şey kaybetmediğimiz gibi çok şey kazanacağız, yeter ki isteyelim. Bu insanlık dışı sistemi yıktığımızda güzel günler bekliyor bizleri ve gelecek kuşakları. İşte o zaman yaşamak, sadece nefes almak olmayacak, yaşamanın anlamı bambaşka olacak. Böyle bir hayata kavuşmanın yolu ise şükretmekten değil, mücadele etmekten geçiyor. Bir iş kazasında kaybetti yaşamını Daha 18 yaşındaydı, ömrünün baharında Belki sevdiceği vardı, yoktu belki de Bütün hayatı çalışmaktan ibaretti Kimse sormadı ona hayalini Çünkü insan olarak görülmemişti Değeri aybaşında getirdiği maaşı kadardı Artık kendi de yoktu, maaşı da Geride bir tane yağlı işçi tulumu ve yırtık ayakkabısı kaldı İş cinayetine kurban gidenlerden sadece bir tanesiydi o Yani aramızdan ayrılanlardan, Sessizce karanlığa gömülenlerden sadece bir tanemiz Yeryüzünü mezara çevirenlerden hesap soramadan gitti Daha ne kadarımız bu dünyadan göçüp gidecek Daha ne kadarımız yaşarken ölecek Ve daha ne kadarımız Seyredecek olup bitenleri, bir acıklı bir filmi izler gibi… Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir büro işçisi
45
Okurlarımızdan Özgürlük, Demokrasi, İnsan Hakları, Barış… Bizler yukarıdaki kavramları ve buna benzer birçoğunu burjuvazinin televizyonunda, basınında devamlı duymaktayız. Ama bu kavramlar, sınıflı toplum gerçeğini gözlerden gizleyerek tüm toplumsal kesimlerin çıkarı gibi gösterilmekte, burjuvazinin kendi emperyal ve tekelci çıkarları için kullanılmakta, bunlar aracılığıyla bizler yani işçi sınıfı burjuvazinin peşinden sürüklenmeye çalışılmaktadır. Yani bu kavramların içi boşaltılmaktadır. Burjuvazi için, ÖZGÜRLÜK NEDİR? Sermayenin özgürlüğü. DEMOKRASİ NEDİR? Burjuvazinin diğer sınıflara hükmetmesini sağlayan araç. İNSAN HAKLARI? Afganistan, Irak, Afrika, Filistin ve dünyanın birçok yerinde katliamlar, savaşlar, kan ve gözyaşı. İşte burjuvazi ve onların devletleri sermayenin çıkarlarını korumakta, insan hakları ve barışı değil. Bizler bugün ABD emperyalizminin Irak’a getirdiği özgürlük ve demokrasiyi görüyoruz! Bir milyondan fazla insan öldü, daha fazlası ölecek, sakat kalacak, ama burjuvazinin katliamlardan, savaşlardan servet yaratma hakkı insan haklarından önemli. Burada Türkiye gerçeğine değinmekte yarar var. Başbakan Almanya’da evleri kundaklanan insanlar için insan haklarından bahsederken, doğuda güneydoğuda evleri yakılan, yıkılan, bombalanan, Kuzey Irak’ta operasyonla-
ra maruz bırakılan Kürt ulusuna karşı işlenen insan hakkı ihlallerini meşru görüyor olsa gerek. Medyanın yaptığı psikolojik baskı, insanları savaşa itme, Kürt ulusuna ve vekillerine saldırılar insan hakları açısından önemli değil tabii. Bir yandan halk nezdinde statükoculara karşı mağdur rolü oynayan AKP hükümeti demokrasi, hak, hukuk çığlığı atarken, bir yandan da sosyal güvenlik saldırısını yürütüyor, işçilerin en demokratik haklarını ellerinden alıyor, Kürt halkının en demokratik taleplerine gözünü yumuyor ve bunları yaparken her türlü baskı ve terörü meşru gösterip uyguluyor. İşte özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar işçi ve emekçilerin mücadelesiyle kazanılacak, gerçek anlamına proletaryanın kapitalizmi yok etmesiyle kavuşacaktır.
Ellerinde… Özgürlük ellerinde Barış, demokrasi, insan hakları ırak değil Uzaklar yakın sen istediğinde Mücadeleni aklınla özgürlüğünle birleştirdiğinde İnancınla zaferinle Kurulacak dünya ellerinde Proletarya… Pendik’ten Marksist Tutum okuru bir işçi
Yeter ki Umudumuzu Kaybetmeyelim Son dönemlerde işyerleri kapanıyor; işsizler ordusunun sayısı arttıkça artıyor. Patronlar bizleri işten atarken ne yiyip ne içeceğimize bakmıyor. Çok da umurlarında değil. Onlar kârlarından başka hiçbir şeyi düşünmezler. Dostlar, beni de işten çıkardılar. Gerekçe nedir diye sorduğumda, “işyerimiz küçülmeye gidiyor, yavaş yavaş işçileri çıkarıyoruz” dediler. Hâlbuki yalan. Geçmişte bu yalana inanırdım ama burjuvaların söylediklerine inanmamayı Marksist Tutum sayesinde öğrendim. Gerçek çok açık. Çalıştığım yerde işçiler çok eski. Patronun amacı, eski işçilerin tazminatlarını verip onları temizledikten sonra, yeni işe alacağı işçileri birkaç ay çalıştırıp sonra işten atmak. Birkaç ay çalışan işçiye tazminat ödemeyecek. Düşünsenize dostlar, bizlerin senelerine göz dikmişler, kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Patronlar işçi sınıfının örgütsüzlüğünden faydalanıyorlar. İşçi sınıfının mücadele verip kazandığı haklara acımasızca saldırıyor, elimizden teker teker alıyorlar. Çünkü biz işçiler buna izin veriyoruz. Bizler izin vermesek yapamazlar. İşçi sınıfı olarak bizler bir araya gelip birleşirsek, örgütlenip mücadele edersek, patronları tükürüğümüzle boğarız. İşçi sınıfı dünyanın her yerinde var ama bir avuç burjuva tarafından yönetiliyor. Biz işçilerin üretimden gelen muazzam bir gücümüz var. Bu gücümüzün farkında olsak ne işsizlik diye bir şey olur ne de kapitalizm. İnsanca yaşayaca-
46
ğımız güzel bir dünya yaratır ve bizden sonrakilere miras bırakırız. İşçi sınıfı örgütlü mücadele ettiğinde hakkı olanı almıştır. Tarih bize bunu kanıtlıyor. 1917 Ekim Devrimi Lenin önderliğinde işçi sınıfının iktidarı ile sonuçlanmıştı. Ekim Devrimi biz işçi sınıfına bir kılavuzdur. Tarihini bilmeyen geleceğini de bilemez. Bunun için tarihimizi çok iyi öğrenmeliyiz. Kapitalizm denen bu sistem, doğayı ve insanlığı yok oluşa sürüklüyor. Giderek çürüyen kapitalizm işçi sınıfını yoksullaştırıyor, sefalete itiyor. Bütün sorunlarımızın kaynağında bu iğrenç sistem var. Burjuvazi insanlıktan önce kârını ve sermayesini düşünüyor. Onun için de biz işçileri köle gibi çalıştırıp üç kişinin işini bir kişiye yaptırıyorlar. Doğal olarak da geriye kalan iki kişi işsiz kalmış oluyor. Evet dostlar, eğer bu sömürüye, açlığa, yoksuzluğa, sefalete dur demek istiyorsak, örgütlenmemiz ve bilinçlenmemiz gerek. Başka da yolumuz yok. Güzel bir dünya, ancak ve ancak işçi sınıfının vereceği devrimci mücadeleyle mümkündür. Ben buna inanıyorum. Yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim ve bilincimizi güçlendirelim. Marksist Tutum 4. yılına girerken bizlere işçi sınıfının kurtuluş yolunu göstermeye devam ediyor. Bizler de Marksist Tutum’a sahip çıkmalı, onu okumalı ve okutmalıyız. Esenler’den bir kadın tekstil işçisi
Okurlarımızdan Nice Yıllara Marksist Tutum
Selam Marksist Tutum okurları
Marksist Tutum dergisinin üçüncü yaşını kutluyor olması, bizleri heyecanlandıran ve kıvanç veren bir siyasal boyut içeriyor. Hatırlanacağı gibi geçen yüzyılda işçi sınıfına ideolojisiyle, siyasetiyle, partisiyle, yayınlarıyla yol gösterecek her ne vardıysa saldırıya uğradı ve çok büyük yaralar aldı. İşçi devrimi bürokratik bir karşı-devrimle yıkıldı, liderleri katledildi, uluslararası birlikleri dağıtıldı ve Marksist yayınları susturuldu. Ortaya çıkan tablo ürkütücüydü. Geçen binyılın sonunda işçi hareketi karanlık bir dönemin içinde çırpınıyordu. Bu karanlığı aydınlatmak ve mücadele ateşini büyütmek için devrimci Marksist fikirleri işçi hareketi içinde olabildiğince büyük bir güçle yaymak gerekiyordu. Derken, Marksizmin kılavuzluğuna özlem duyan herkes için anlamlı adımlar atılmaya başlandı. Marksizmin belkemiği olan fikirler Marksist Tutum’da odaklaşıyor ve canlanıyordu. Militan işçilerin ellerindeki fener ışımaya başladı. Fakat hâlâ örgütlenmeye ve mücadeleye muhtaç büyük işçi kitleleri var. Tüm dünyada sömürülen işçi sınıfı, kapitalizmi kalbinden vuracak devrimci bir yol göstericiye ihtiyaç duyuyor. Henüz yeni binyılın ilk on yılını dahi doldurmadık. Emperyalist düzen bir yandan can çekişirken öte yandan işçi sınıfının gırtlağını olabildiğince çok sıkarak varlığını korumaya çabalıyor. Kendiliğinden bir tükenişle yok olmayacak bu sefil düzen! İşçi sınıfı ancak örgütlenerek, harekete geçirilerek, işçi sınıfı içinde enternasyonalist, Marksist ve Bolşevik bir siyasetin hâkim kılınmasıyla devirebilir onu. Unutturulan, yok sayılan, bitti denilen Bolşevik mücadele ve örgütlenmenin ana hatları Marksist Tutum’da yeniden canlanıyor. Yolumuz Ekim Devrimlerinin yoludur diyenler için büyük bir anlam ifade ediyor Marksist Tutum. Marksist Tutum yılmadan, yorulmadan ilerliyor. İşçi hareketinin nabzı tüm dünyada yeniden atmaya başlıyor. Dev uyanıyor. Hedefe ulaştıracak araçlar şekilleniyor. Taraflar netleşiyor. Soluğunu tüketen kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin, işçi hareketinin sesi, soluğu, gücü ve mücadele hattı olan Marksist Tutum var. Dünya devrimi mücadelemizde nice yıllara Marksist Tutum!
Ben Gebze gibi sanayinin ve buna bağlı olarak işçilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgede yaşıyorum. Sanayinin 70’lerin sonunda hızla geliştiği bu bölge haliyle işçi göçünün de yoğun olarak yaşandığı bir yer oldu. Çeşitli kültürlerden, coğrafyalardan, memleketlerden gelen insanların iç içe yaşadığı bir bölge. Kültürleri farklılık gösteren bu yeni toplumun yemeklerinde, düğünlerinde, inançlarında pek çok farklılık var. Ancak önemli bir ortak noktaları da var: o da kadının bu toplumdaki rolüdür. Kadın! Analarımız, bacılarımız, eşlerimiz… Sayıca insan soyunun yarısı. Fakat toplumdaki yeri itibarı ile hep maalesef ikinci sınıf insan. Oturmasına kalkmasına dikkat etmek, söylediği her şeyi iki defa düşünmek zorunda olan da onlardır. İşte eşitsizliklere maruz kalması yetmezmiş gibi evde de durum maalesef onlar açısından farklı değildir. Biz UİD-DER’li işçiler olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü derneğimizde hep beraber kutladık. Kadın arkadaşlarımız serbest kürsüde dile getirdikleri sorunlarla ve bunlara karşı yapılabilecek şeyleri ifade ederken söyledikleriyle şunu tekrar ispat ettiler: Kadın mücadele ettiği oranda özgürleşiyor, özgürleştiği oranda da daha fazla mücadele edebiliyor! Dünyayı şu ya da bu ırkın ve cinsin tahakkümü altına sokmak isteyenlere karşı mücadele, ırka ve cinslere göre değil ortak düşmana karşı yürütülmek zorundadır. Kadının özgürleşmesi devrim yolunda verilecek mücadele ile başlayacaktır.
Kartal’dan bir Marksist Tutum okuru
İşçi Çocuklar Sabahın erken saatlerinde kalkıp yola çıkıyorlar. Ama sırtlarında okul çantaları yok. Onlar işe gidiyorlar. Evlerine geldiklerinde ise evde bakmaları gereken insanlara bakıyorlar. Ekonomik sebeplerden dolayı o çocuklar sırtlarında okul çantası değil hayatın yükünü taşıyorlar. Geleceğe dair pek fazla umudu yok çalışan çocukların. Hayal bile kuramaz duruma gelmiş bulunmaktalar artık. Ben sabahın erken saatlerinde kalkıp işe giden veya sırtında okul çantası yerine hayatın yükünü taşıyan bir çocuk değilim. Onların yaşadığı sıkıntıyı, acıyı yaşayan bir çocuk da değilim ama duyduklarım, gördüklerim ve bildiklerim sayesinde o çocukların neler yaşadığını tahmin edebiliyorum. Bir çocuk neden okul önlerinde selpak satar, küçük baraka gibi bir evde yaşar? Sıkıntılarını, yaşadıkları acıları tahmin edebiliyorum. Bir gün bir yere giderken küçük baraka bile denilemeyecek bir evde yaşayan çocuklar gördüm. O kadar kalabalıklardı ki kaç kişi olduklarını bile sayamadım. Peki bu çocuklar neden bunları yaşıyor? Neden baraka gibi bir evde yaşıyorlar? Neden okul önlerinde selpak satıyorlar? Neden okulda olmaları gerektikleri saatlerde fabrikalar-
Gebze’den bir metal işçisi
da çalışıyorlar? Ya da bunları kim yaptırıyor onlara? Kapitalist sistem çocuklara bunları reva görüyor. Kapitalist sistem çocuklara okula gitmeyi değil işe gitmeyi, güzel, büyük evlerde değil küçük baraka gibi evlerde yaşamayı, sokaklarda aç susuz yaşamayı, bir elma, sadece bir elma için saatlerce çalışmayı reva görüyor. Uzun bir yürüyüşten sonra vardı pazaryerine Meyvelerle dolu tezgâhlara baktı Karnının gurultusunu bir kez daha duydu Korkarak sordu pazar çantasını taşıyan kadına Çok ucuza taşırım abla, çok ucuza Sadece bir elma Elma, dedi usulca Çocukların sırtlarında hayatın yükünü değil okul çantalarını taşıdıkları, saatlerini fabrikalarda, konfeksiyonlarda değil okullarda geçirdikleri günler ancak işçi sınıfının örgütlenip, mücadele etmesi ile gelecektir. Çalışan çocukların mutluluğu işçilerle gelecek. İşçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şeydir. Esenler’den 11 yaşında bir kız öğrenci
47
Okurlarımızdan Selam Marksist Tutum dostları. Ben hayatımın büyük bir kısmını Gebze’de geçirmiş bir işçi ailesinin erkek çocuğuyum. Çocukluğum bütün kenar mahalle çocukları gibi yoksulluk içinde geçti. Daha doğrusu geçmiş diyeceğim. Çünkü yaşadığımız hayatı o kadar kanıksamışız ki, o dönem bizde derin acılar yaratmıyordu. Ailelerimizin alamayacağı hiçbir şeyi isteyemezdik. Çünkü bu isteğin bir karşılığı olmayacağını bilirdik. Ama hâlâ bazı anılarımı hiç unutamıyorum. Haylaz ve hiç yerinde durmayan çok meraklı bir çocuktum. Bir gün müdür geldi sınıfımıza. Çanakkale’ye gezimiz olduğunu ve isteyenlerin belirli bir ücret karşılığı ismini yazdırabileceğini söyledi. Şimdi hatırlıyorum da o an o geziye ne kadar gitmek istemiştim. O duyguyu anlatacak kelime bulamıyorum. Eve derin bir hüzünle gittiğimi hatırlıyorum. Aileme söylediğimde onların da bu isteğimi karşılayamamaktan kaynaklı çok üzüleceğini düşünmüş ve söyleyememiştim. Cuma akşamı arkadaşlarım otobüslerle yola çıktığında ben eve dönüş yolunu uzattıkça uzatmıştım. Çünkü gözlerimde ağlamaktan kalan şişkinliğin görülmesini istemiyordum. Bütün çocukluğum boyunca, çocuklarına güvenli bir gelecek temin etme uğruna didinmiş olan annemi üzmek istememiştim. Kendisi evde üç kuruşa deriden giyecek yapardı. Ve haftada bir gün bir arabalı adam gelir hepsini alırdı. Şimdi ailem olan dostlarımla, yoksulluk yıllarımın ne anlama geldiğini çok daha iyi kavradım. Artık nerede bir yoksul çocuğun gözlerine baksam, damarlarımı yakıyor kanım. Bir hınç kaplıyor her yerimi. Biliyorum çünkü yoksulluğun nedenlerini ve bunun kader olmadığını. Herkes de bilsin istiyorum. Uzun zamandır “çok zenginim”. Bütün dünyada benim bir sürü arkadaşım, kardeşim, dostum var; Afrikalı, Amerikalı, Asyalı. Birçoğuna henüz sarılamadım, onlarla tanışamadım bile. Ama biliyorum onlar orada. Ve bir gün karanlıkları kızıl şafaklar yırttığında yoksulların gözyaşları mutluluktan akacak. Ve tüm insanlık birbirini kucaklayacak. O günü erkene almak için görev ağır ve bir o kadar onurlu. Haydi; kızıl bir anaç olalım. Kızıl tohumlar serpelim yeryüzüne… Gebze’den bir işçi
48
Kapitalizm Hayatımızı Belirlemeye Devam Ediyor Bundan yaklaşık üç ay önce, ailesi ile birlikte yaşayan 25 yaşındaki iş arkadaşım, babasının zorlamalarıyla kredi çekerek ev aldı. Güya ev sahibi olacaklarmış. Çektikleri kredi 40.000 YTL idi ve geri ödemeleri gereken rakam ise tam 63.000 YTL, yani 1500 YTL aylık geri ödeme. Arkadaşım bu süreçten sonra hayatında müthiş bir değişim yaşadı. Sürekli mesaiye kalma isteği, hep bir dalgınlık ve paraya endekslenmiş bir aile ilişkisi. Üç kuruş fazla mesai alacam diye gece gündüz çalışan işçinin bakın aile içinde neleri kayboluyor. Çok hazindir. Bir akşam oturup konuştuk. Şunları söyledi: “Kredi ödemelerini ertesi gün yapmak için bir gün babamın maaşını ve kendi maaşımı çekip eve gittim ve yorgunluktan kanepede uyumaya başladım. Bir ara uyandığımda babamın anneme, bu çocuk bizi kandırıyor, maaştan paramı çalıyor, ne yapıyor anlamadım dediğini duydum.” Bununla karşılaşan arkadaşımız mahvoluyor. Olanlara anlam veremiyor, hep bir huzursuzluk ortamında yaşamanın verdiği ağırlıkla tek suçlu olarak babasını görüyor. Oysa asıl suçlu kapitalizmin ta kendisidir. İnsanlar arasındaki duygusal bağları koparan, aile ilişkilerini lanet olası paraya indirgeyen kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizm işçiler arasındaki insani tüm bağları koparmış, çocukları, sömürülmeye hazır iş araçları haline getirmiştir. Kapitalizm altında aile ilişkilerini metalaştırırken bir de utanmadan aileyi kutsamaya kalkan ve bu hususta devamlı komünistleri aileyi yok etmekle suçlayan kapitalistlere Marx’ın verdiği cevap manidardır: “Bizi çocuklarımızın sömürülmesine karşı çıktığımız için mi suçluyorsunuz? Biz bu suçu kabul ediyoruz.” Aile ilişkilerimizin, hayatımızın kurtulması için tek yol vardır. O da kapitalizmi yıkmak. Kocaeli’den bir metal işçisi
Bildiğiniz gibi, biz emekçi çocuklarının yaşadıkları sorunlar hiçbir konuda olmadığı gibi eğitim konusunda da patronların çocuklarıyla aynı değildir. Bu ayrımlar ilkokul sıralarından başlar ve eğitim hayatımız boyunca da devam eder. Konu üniversite olunca aradaki uçurum iyice derinleşir. Biz emekçi çocukları sınava çok zor şartlarda hazırlanırız ve sınavda onlardan çok daha yüksek başarılar göstermek zorundayızdır. Çünkü onlar çok düşük puanlarla istedikleri özel üniversiteye gidebilirler. Bizlerin ise devlet üniversitesinden başka şansımız yoktur. Bu zorlu maratondan sonra bizleri altından kalkamayacağımız harçlar, kitap paraları beklemektedir. Bundan dolayı da birçok üniversite öğrencisi eğitim hayatı boyunca çalışmak zorunda kalır. Parttime dediğimiz bu çalışma sistemi patronlar için kaçırılmayacak bir fırsattır. Bizler eğitim hayatımızı devam ettirebilmek için sigortasız ve üç kuruşa çalışırız, hatta bazen de bedava... İşte size ucuz işgücü! Ben de bir üniversite öğrencisi olarak part-time anketörlük yapıyorum. Parttime dediğime bakmayın haftanın beş günü, hem de sabahtan akşama kadar. Ama sigortam yok ve anket başı para kazanıyorum. Günde üç lira yemek parası veriyorlar ancak bir gün için belirlenen anket sayısını aşamadığımda onu da kesiyorlar. Şirketin bir de düzenli olarak aylık alan kadrolu elemanları var. Biz öğrencileri en zor projelere veriyorlar ki proje yavaş ilerlediğinde herhangi bir kayıpları olmasın. Örneğin beni bir sigara projesine verdiler ve bulunması neredeyse imkânsız bir markanın kullanıcısını arıyoruz. Dört gün boyunca bu projeden kazandığım toplam para otuz beş lira idi. On iki lira yemek parasını da düşünce kalır size yirmi üç lira. Şaka gibi değil mi? Buna sömürü sözcüğü bile yetersiz kalmıyor mu? İnsanların sömürülmesine, öğrencilerin bedava işgücü olarak kullanılmasına daha ne kadar göz yumacağız? Daha ne kadar emeğimize sahip çıkmayacağız? Unutmayalım sömürüden kurtulmanın yolu birleşmekten ve mücadele etmekten geçer. Gazi Mahallesinden bir üniversite öğrencisi