İşçi Hareketini İlerletmek İçin Örgütlen, Mücadeleyi Yükselt! Haziran 2008
• 1 Mayıs 2008’e dair • İstihdam Paketi mi? • Türk tipi burjuva demokrasisi /5
39
• İşçi sınıfının devrimci önderi Marx • İsrail’in 60. yılında Ortadoğu yasta • Nepal: Maoculuk ve ulusal kapitalizm
1 Mayıs 2008’e Dair Oktay Baran
1
Mayıs 2008’de İstanbul’da yaşananlar, AKP karşıtı tüm kesimler tarafından şu ya da bu biçimde mahkûm edildi. AKP’nin anti-demokratik ve işçi düşmanı tabiatı bir kez daha ortaya çıktı. Sol hareketin birçok bileşeni, bu durumu “büyük bir politik kazanım ve zafer” olarak yorumladı. Ne var ki, AKP’nin teşhir olduğunu dile getirmekle sınırlı bir değerlendirme, işçi sınıfı hareketi açısından son derece yetersizdir, yanlışlara gebedir ve sorumluluktan kaçan bir anlama gelmektedir. Sorun, doğrudan, siyaset yapma-örgütlenme tarzıyla ve proleter devrimcilikten ne anlaşıldığıyla ilişkili kapsamlı bir sorundur. Ama yine de 1 Mayıs’ın gösterdiklerinden hareketle bir yerden başlanması gerekiyor. Bu nedenle öncelikle, bugün gerçekte işçi sınıfına dayanmayan küçükburjuva solculuğu tarafından, işçi sınıfı mücadelesinin amaçları, yöntemleri ve somut ihtiyaçlarından bütünüyle kopartılarak bir fetiş haline getirilen ve tüm dertlerimize deva ulu ve kutlu bir hedef olarak gösterilen “Taksim”in, proleter devrimciler açısından ne ifade ettiği üzerinde durmak gerekiyor! Ayrıca AKP’nin ve sendikal bürokrasinin tavrının nasıl yorumlanması gerektiğine ve bu noktada solun sergilediği kimi köklü zaaflara da değinmek yararlı olacaktır.
Taksim ve 1 Mayıs 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında gerçekleştirilen beş yüz bin kişilik miting, devrimci gidişatın farkında olan Türk burjuvazisinin, onun kapitalist devletinin ve emper-
yalist ortaklarının melun planlarını hayata geçirdikleri bir katliama sahne olmuştu. İşçi hareketini devrimci ve sosyalist hareketten tecrit etmeye, devrimci hareketi marjinalleştirmeye ve böylelikle yükselen toplumsal muhalefeti başsız ve önderliksiz bırakıp tümüyle ezmeye dönük kanlı provokasyonlar, katliamlar ve faşist terör kampanyasının bir üst düzeye sıçramasını temsil ediyordu 1977 1 Mayıs’ında yaşananlar. Ne var ki, aradan geçen otuz bir yıla rağmen, gerek ’77 katliamı ve onun uzantısı olarak gerçekleşen diğer kitle katliamlarının gerekse de tüm bunlarla yolu döşenen 12 Eylül faşizminin hesabı sorulamamıştır. Katliamların tetikçileri ödüllendirilip terfi ettirildiği gibi, bu katliamların gerçek sorumlusu olan tekelci burjuvazi bugün pervasızca AB kapsamında demokrasi havariliğine soyunabiliyor! 1 Mayıs 1977, işçi sınıfı mücadelesinin görkemli yükselişinin doruğuydu. ’77 1 Mayısı ve ona ev sahipliği yapan Taksim Meydanı sınıf hareketindeki devrimci yükselişin bir simgesi haline gelmişse bunun nedeni, onun, işçi sınıfının o güne dek gerçekleştirdiği en kitlesel ve en ileri taleplerle donanmış gösterisi oluşundan ve sınıfın devrimci potansiyelini açığa vuruşundandır. Ama bu doruk aynı zamanda bir gerilemenin de başlangıcı oldu. Burjuvazinin gerçekleştirdiği katliama karşı gerektiği gibi tepki verilemediği için, 1 Mayıs 1977, devrimci işçi hareketinde bir kopma-kırılma noktası olmuştur. Burjuvazinin korktuğu şey işçi sınıfının kitlesel devrimci hareketiydi. Bu nedenle, komünistler açısından 1 Mayıs 1977’nin hesabını sormak, bu yenilgiyi tersine çe-
1
Haziran 2008 • sayı: 39
marksist tutum
virmekten, işçi sınıfıyla kopan bağları yeniden kurmaktan, onun kırılan devrimci çizgisine yeniden hayat vermekten ve nerede kalmıştık diyerek burjuvazinin defterini dürmeye girişmekten geçiyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında, avenesini de peşine takmış sendika bürokratlarının birkaç bin kişi ile Taksim’e çıkmasının da işçi sınıfıyla ciddi ve anlamlı bir bağa sahip olmayan bir avuç devrimcinin “çatışa çatışa” Taksim’e girmesinin de sorunun çözümüne en ufak bir katkısının olmayacağı apaçık orta değil midir?
“AKP neden böyle davrandı?” Gerek 2007 gerekse de 2008 1 Mayıslarında yaşanan devlet terörü, AKP’nin gerçek kimliğinin daha geniş kesimlerin gözünde teşhir olmasına vesile olmuştur. Darkafalı liberaller, AKP neden bu kadar aptalca davranıyor diye soradursunlar, gerçek çırılçıplak ortadadır. AKP de tıpkı diğerleri gibi kapitalist düzenin çıkarlarını kollamakla görevli bir burjuva düzen partisidir. Bir burjuva partisinden, sınıf savaşımının şu ya da bu nedenle keskin bir başlığı haline gelmiş bir konuda kategorik olarak farklı davranması beklenemez. AKP bir taraftan kendisine yakın sermaye gruplarını ihya ederken, diğer taraftan en büyük gayreti tekelci büyük sermayeye onun çıkarlarını en iyi kendisinin koruyacağını ispat etme hususunda göstermektedir. AKP’nin, işçi sınıfına dönük baskıcı ve yasakçı burjuva zihniyetin ve bunun bir parçası olarak Taksim yasağının en kararlı uygulayıcısı olduğunu gösterme gayretkeşliği işte bundandır. Eğer AKP, bir dönem boyunca makyaj kabilinden AB reformlarını uygulama konusunda istekli görünüp demokrasi havarisi kesildiyse, bunun da nedeni, onun tüm kurum ve kurallarıyla burjuva demokrasisini savunması değildi. Onun amacı bu sözde reformlarla TÜSİAD’ın talep ettiği düzenlemeleri hayata geçirerek yurt içinde tekelci büyük sermayenin, yurt dışında ise AB emperyalizminin desteğini kazanmak ve böylelikle kendi siyasal geleceğini asker-sivil bürokrasinin müdahalelerinden koruyarak garanti altına almaktır. İşçi sınıfının ve ezilen Kürt halkının demokratik hak ve talepleri AKP’nin umurunda bile değildir. AKP işçi hareketinde son dönemde ortaya çıkan canlanma belirtilerinden korkmaktadır. Keza önümüzdeki dönemde emekçi kitleleri kolayca uyutma olanakları giderek azalacak ve ekonomik krizle bağlantılı olarak AKP’nin toplumsal tabanı kaçınılmaz olarak zayıflayacaktır. İşçi hareketindeki kıpırdanış mücadeleci bir eğilimi filizlendirirken, AKP bir taraftan avucunun içinde tuttuğu sendika bürokratları aracılığıyla işçi hareketini bölmeye ve manipüle etmeye, diğer taraftan da kontrol altına alamadığı AKP karşıtı sendika bürokratlarını baskı altına alarak hizaya sokmaya çalışıyor. Amaç bu mücadeleci filizlenmenin daha baştan ezilerek daha üst boyutlara ulaşmasının engellenmesidir. AKP hükümetini hem kendi siyasal konumu-
2
nu hem de düzenin bekasını korumak için burjuva-gerici yüzünü daha fazla dışa vurmak zorunda bırakan koşullar bunlardır.
Sendika üst bürokrasisinin tutumu ne anlama geliyor? 1 Mayıs’ta Taksim’de uygulanan devlet terörünün sorumlusunun AKP hükümeti, onun valisi ve emniyet müdürü olduğunu söylemek yetmiyor. Sorumluluğu tek bir burjuva partisinin sırtına yıkmakla yetinenler, burjuvaziyi ve onun kapitalist düzeninin niteliğini gözlerden gizlemeye ve işçi sınıfını bir başka burjuva düzen partisinin peşine takmaya hizmet etmiş oluyorlar. Sendika bürokratlarının, reformistlerin ve CHP’li sahtekârların tutumu açıkça budur. Fakat ne yazık ki, sorumluluğu AKP’yle sınırlayan açıklamalar Devrimci 1 Mayıs Platformunun deklarasyonuna da aynen yansımıştır. Oysa 1 Mayıs’ın kitlesel bir mitingle kutlanamaz hale getirilmesinde ve işçi sınıfının bu duruma düşürülmesinde, başta sendika üst bürokrasisinin birinci dereceden sorumlu olduğu unutulmamalıdır. Nitekim işyerlerinde hiçbir ciddi organizasyon yapmayan, iş bırakmayı gündemine bile almayan sendika bürokratları, “Taksim’de tarihsel bir 1 Mayıs mitingi” gerçekleştirmenin hiçbir gereğini yerine getirmemişlerdir. Öte yandan Taksim’e en az 500 bin kişinin geleceğini, 1,5 milyon kişiye ulaşacak bir ses sistemi kurulacağını, kent dışından gelecekler için 3000 otobüs kiralandığını, üç koldan Taksim’e yürüyeceklerini, hükümetin iznine ihtiyaçları olmadığını vb. söyleyerek burjuva medyada caka satıp işçileri açıkça aldatmışlardır. 1 Mayıs düzenleme kurulunda işçi-emekçi örgütlerine bu açıklamalar yapılırken, hükümetle görüşmelerde bambaşka ağızlarla konuşulması, alınan ortak kararları çiğneyen pazarlıklara girişilmesi ve burada konuşulanların düzenleme kurulundaki örgütlerden saklanması aslında bu bürokratların niyetlerini, anlamak isteyenler açısından yeterince ele veriyordu. Anlamak istemeyenler ise, 1 Mayıs günü acı gerçekle karşı karşıya kaldılar. Televizyonlardan canlı yayınlanan görüntüler eşliğinde AKP’nin yeterince teşhir olduğuna kanaat getirildikten ve şov tamamlandıktan sonra, sendika bürokratları, öncesinde alınan tüm ortak kararları tek taraflı olarak çiğneyip, CHP’li milletvekilleriyle varılan görüş birliği çerçevesinde 1 Mayıs’ın bittiğini ilan etmişler ve Taksim’e davet ettikleri işçi ve emekçileri kendiliğindenliğe ve devlet terörüne terk etmişlerdir. Peki, işçi hareketinin genel örgütsüzlük durumu ve ona dönük yoğun saldırılar ortadayken, bu durumu değiştirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan sendika bürokratlarının, sorumluluğunu almaksızın ve hiçbir gereğini yerine getirmeksizin 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama ısrarının nedeni nedir? Sendika bürokrasisinin bu “ısrarlı” duruşuna övgüler yağdırıp, DİSK, KESK veya Meslek Odalarına toplumsal
Haziran 2008 • sayı: 39
muhalefette “önder” rolü biçen, bu kurumların üst yönetiminin giderek sola ve mücadeleci bir çizgiye kaydığını vb. ileri süren görüşlerin iler tutar bir yanı yoktur. DİSK’in “Taksim ısrarı”na sosyalist çevrelerden gelen en yaygın açıklama, “taban basıncı ve devrimci grupların etkisi” biçiminde oluyor. Bu “taban basıncı” meselesinde büyük ölçüde bir abartı ve çarpıtma söz konusudur. Sosyalist hareket işçi sınıfının geniş kitlelerinden bu denli kopuk durumdayken, tarihsel-devrimci bilinç, deneyim ve birikimin aktarma kayışları onca kopmuşken, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına dönük bir taban basıncından söz etmek ciddiyetle bağdaşır mı? Bugün işçi sınıfının çoğunluğu bıraktık Taksim talebinin öneminin farkında olmayı, 1 Mayıs’ın anlamından bile habersiz durumdadır. Sendikalı işçilerin 1 Mayıs’a dönük bir taban basıncı yarattıklarını söylemek, ya sayı saymayı bilmemek ya da gerçeklikten tümüyle kopacak kadar küçük-burjuva bir bakış açısına sahip olmak anlamına geliyor. Şurası gerçek ki, özellikle DİSK ve Türk-İş üst yönetimlerine “muhalif ” sendika merkezleri üzerinde, son dönemde, işçi hareketinin kıpırdanışına paralel olarak belli bir basınç söz konusu oldu. Ne var ki bu basınç, 1 Mayıs ve Taksim konusunda değil, hükümetin neo-liberal saldırıları ve ekonomik krizle bağlantılı olarak giderek zorlaşan yaşam ve çalışma koşulları hususundaydı. İşin püf noktalarından biri budur. İşçiler arasında giderek canlanmaya başlayan mücadele isteğine rağmen, tüm bu saldırılar karşısında gerçek anlamda kılını bile kıpırdatmayan sendika bürokratları, “Taksim ısrarı” ile sol pozlara bürünerek uzlaşmacılıklarının, pasifistliklerinin üzerini örtebileceklerini sanıyorlar. Sendikal bürokrasi “Taksim ısrarı”yla yalnızca günah çıkararak yeniden prestij kazanmayı hedeflemiyor. Aynı zamanda AKP hükümetini de köşeye sıkıştırmak ve gözden düşürmek istiyor. Ne var ki, sol pozlar takınan bürokratlar bu noktada bir açmazla karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü işçi sınıfının önünü açmak istemiyorlar, hareketin yükselmesi durumunda kendi koltuklarının ve dolgun maaş çeklerinin de tehlikeye girebileceğini biliyorlar. Dolayısıyla “Taksim 1 Mayısı” için geriye tek seçenekleri kalıyor: 1 Mayıs’ı militanca kutlayacakmış gibi yapıp, kutlayamamanın tüm sorumluluğunu yalnızca ve yalnızca AKP’nin sırtına yüklemek. Son iki 1 Mayıs’ta yaşadığımız tastamam budur! Aylardan beri hiçbir hazırlık yapmadıkları ve kitlesel bir kutlamanın örgütlenmesinin hiçbir gereğini yerine getirmedikleri için 1 Mayıs’ın böyle sonuçlanacağını bu sendika bürokratları elbette biliyorlardı. 1 Mayıs, sendika bürokrasisi eliyle bilinçli bir şekilde burjuva it dalaşına alet edilmiş, AKP’yi emekçilerin gözünden düşürme ve statükocu cephenin sözcüsü durumundaki CHP’yi parlatma ve ona emekçiler cephesinden taze kan nakli operasyonuna çevrilmiştir. CHP ve DSP’nin üyeleriyle, milletvekilleriyle, belediye başkanlarıyla, parti otobüsleriyle alanda kitle-
marksist tutum
sel bir şekilde arzı endam etmesi, oynanan çirkin oyunun ne olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Geçen yılki “cumhuriyet mitingleri”nde de sendikaların nasıl statükocu cepheye yedeklenmeye çalışıldığını hepimiz biliyoruz. 2007 Temmuz seçimlerinde AKP’nin oylarını daha da arttırmasından sonra statükocu cephe içerisinde askerin sahne arkasına çekildiği ve AKP’yi devirme operasyonunda esasen sivil bürokrasinin, sivil görünümlü kurum ve kuruluşların öne çıkartıldığı da herkesin malumu. Hatırlanacak olursa, geçtiğimiz yıl, Nokta dergisinde bir oramiralin günlüğünden yola çıkılarak 2004’te gerçekleştirilmesi planlanan iki darbe planı deşifre edilmiş ve ardından dergi kapatılmıştı. Bu günlüklerdeki iki ilginç ayrıntıyı hatırlatmakta fayda var. 3 Aralık 2003 tarihindeki Yüksek Askeri Şura hazırlık toplantısında, darbe hazırlıklarına dönük olarak bir komutan şunları söylüyor: “Doğal müttefiklerimiz üniversiteler ve sendikalardır. Bu kurumlar bizden işaret bekliyor.” 6 Aralık 2003 tarihli günlük sayfasında ise “Sarıkız operasyonu”nun hazırlıkları şöyle özetleniyor: “rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik; sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik; sokaklara afiş astıracaktık, dernekler ile temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik; bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık.” İşçi sınıfının bu oyunlara artık dur demesinin zamanı çoktan gelmiştir. Proletarya, yalnızca 1 Mayıs’ı kendisine zehir eden AKP hükümetinden değil, işçi sınıfını burjuva içi iktidar kapışmalarına alet etmeye kalkışan sendika bürokrasisinden de elbet hesap soracaktır. Ama işçi sınıfının bu hesabı sorabilmesi için, önce ona önderlik iddiasında olan sosyalist çevrelerin doğru bir perspektifle hareket etmesi, sendika bürokratlarının oyunlarını fark etmesi ve bu oyunun bir figüranı olmayı reddetmesi gerekiyor.
Sol ne yapıyor? 1 Mayıs sonrasında yapılan değerlendirmeler, sosyalist çevrelerin büyük bir çoğunluğunun, işçi hareketini bekleyen tehlikelerin ve burjuvazinin oynadığı oyunların farkında olmadığını ve yaşananlardan ders çıkarmak konusunda da son derece kısır dinamiklere sahip olduğunu göstermiş bulunuyor. Solun önemli bir kısmı, egemen sınıf içindeki çatışmayı doğru bir temelde kavrayamadığından AKP karşıtı darbeci-statükocu cepheye yedeklenme tehlikesiyle karşı karşıya. Hükümet karşıtı burjuva medya, 1 Mayıs’tan sonra değil, haftalar öncesinden, Taksim’in işçilere açılmasını savunarak, sözümona 1 Mayıs’ı ve işçileri sahiplenir gözüktü. Kuşkusuz bunu istediğinden değil, AKP’nin bunu yapamayacağını bildiğinden. Öyle ki, liberal burjuva yazarlar bile, AKP’ye oyuna gelmeyip Taksim’i işçilere açmasını salık verdiler. Hatta Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu sözcüsü bile, “eğer Taksim’de mitinge izin verilirse biz de Konfederasyon olarak işçi bayramını kutla-
3
marksist tutum
mak üzere Taksim’de mitinge katılacağız” dedi. 1 Mayıs’ın ardındansa AKP karşıtı medya, AKP hükümetini hesap vermeye davet edip onu “faşistlikle” suçlayacak kadar ileri gidiyor, valiyi, emniyet müdürünü ve içişleri bakanını istifaya davet ediyordu. Hatta burjuva devletin en derinleriyle ne denli içli dışlı olduğu bilinen, karşı-devrimciliğin, şovenizmin ve darbeciliğin amiral gemisi durumundaki Hürriyet gazetesi, 2 Mayısta, sekiz sütuna “Polis Devleti” manşetiyle çıkıyordu. Ama tüm bunlar, devrimci çevrelerin bir kısmının, nasıl bir oyunun oynanmakta olduğu konusunda tatlı rüyalardan uyanmasına değil, kendilerine pay çıkartarak hayali ve kurgusal bir zaferle daha da böbürlenmesine hizmet ediyor: “… görülmüştür ki devrimcilerin direnişi sayesinde bugün en devlet yanlısı gazeteler bile Taksim’de 1 Mayıs yapılması gerektiğini savunmaktadır. Bu direniş sayesinde olmuştur… 2008 Taksim 1 Mayıs’ı büyük bir direnişle kazanılmıştır” (Devrimci 1 Mayıs Platformu, 2008 1 Mayıs Deklarasyonu, 8/5/2008). Bu denli bir algı bozukluğu hayra alamet değildir. Elbette ki hükümet sıkıntıya düşmüş ve ne denli antidemokratik olduğu görmek isteyenler için bir kez daha açığa çıkmıştır. Ancak bu durumdan kazançlı çıkan, örgütsüz ve önderliksiz işçi sınıfı değil statükocu burjuvazi ve en başta da CHP olmuştur. Sol çevrelerin bir bölümünde geçen yıl ortaya çıkan darbeci cenaha yedeklenme eğiliminin, anti-emperyalizm, ilericilik, laiklik kisvesi altında ve AKP karşıtlığı temelinde önümüzdeki dönemde daha da güçleneceği görülüyor. CHP’nin son dönemde yeniden sola ve Kürtlere göz kırpar gözükmesi de bu eğilimi arkasına almak istemesindendir. AKP hükümetinin teşhir olduğu saptaması doğrudur. Ne var ki, bu saptamaya haddinden fazla anlam yüklemek son derece yanlış olacaktır. Teşhirin etkisi, kalıcılığı ve kitlelerde belli bir bilinç dönüşümüne yol açması, bu teşhirin sürekliliğine, farklı olgularla sürekli olarak zenginleştirilmesine ve her şeyden önce de teşhiri yapan öznenin güç ve örgütlülüğüne bağlıdır. Devrimci çevrelerin elindeki mevcut olanaklarla, AKP hükümetinin ve genel olarak burjuvazinin elindeki olanaklar arasındaki muazzam uçurumun farkında olmamız gerekiyor. 1 Mayıs 2007’de yaşananların, AKP’yi kitlelerin gözünde ne denli teşhir ettiğini anlamanın somut bir kıstası Temmuz 2007 seçimleriydi, sonuç ortadadır. Aynı şekilde 1 Mayıs 2008’in izlenimleri de kitle belleğinden çok çabuk silinip gidecektir. Çünkü işçi sınıfı sendikal planda da siyasal planda da örgütsüz ve devrimci bir önderlikten yoksun durumdadır. Kof ajitasyonlar ve lafazanlık, hayatın gerçekliğinin, yani belirleyici olanın örgütlülük ve bilinç düzeyi olduğu gerçeğinin üstesinden gelemez. Kaldı ki, söz konusu teşhirin içeriği de son derece yetersizdir; uygulanan şiddetin tek sorumlusu olarak AKP’yi işaret eden ve esasen bir mağduriyet söylemiyle sınırlı kalan ve bu nedenle de AKP karşıtı medyanın söyleminin pek ötesine geçemeyen bu teşhir, olsa olsa düzen içi ara-
4
Haziran 2008 • sayı: 39
yışları güçlendirecektir. Oysa komünistler kapitalist sistemin bütününe karşıdırlar, yalnızca AKP hükümetine karşı değil. Uygulanan şiddet esasen sistemin ve devletin burjuva karakterinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği emekçi kitlelere kavratamadığımız sürece onların devrimci bir temelde örgütlenmesine katkıda bulunmuş olmayacağız. İstisnalarını bir tarafa bırakacak olursak, 1 Mayıs’tan sonra sol harekette yapılan değerlendirmelere genel olarak hakim olan tavrın, sorumsuzluk ve endişe verici bir lafazanlıkla malul olduğunu söylemek zorundayız. Yaşanan gerçekliğin üzeri akla zarar ölçülerde abartılı bir lafazanlıkla örtülmeye çalışılıyor. “Kitlesel Taksim 1 Mayısı” gibi koca bir hedef söz konusuyken, işçi sınıfının o gün fabrikalarda çalışmaya devam etmesi gerçeği karşısında, Taksim’de 1 Mayıs hedefinin kazanıldığını iddia etmek düpedüz ciddiyetsizliktir. İşçi sınıfının yığınsal bir katılımının olmadığı, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin ve mücadele azminin artmasına vesile olmayan bir 1 Mayıs’tan kazançla çıkıldığını iddia etmek için gözünü işçi sınıfından başka yerlere dikmiş olmak gerek. İşçi sınıfının küçücük bir kısmını oluşturan devrimci işçi ve gençlerin eylemliliğini, sınıfın geniş kitlesiyle özdeşleştirerek yapılan değerlendirmeler ikameci bir anlayışın ifadesidir. 1 Mayıs Taksim eylemini, son tahlilde, kendi dar örgütlü çevrelerinde içe dönük bir moral motivasyon aracı olarak algılayıp teselli peşinde koşan bir anlayışın işçi sınıfının mücadelesini ilerletici olamayacağı artık anlaşılmalı!
5
Mayıs 1818’de dünyaya gelen Marx 190 yaşına basmış durumda ve onun heybetli imgesi hâlâ capcanlı. Onun başlıca kurucusu olduğu dünya görüşü hâlâ bu dünyanın hâkim sınıflarını tedirgin etmeye devam ediyor. Üstelik onların Marksizmin ölümünü defalarca ilan etmelerine rağmen bu böyle. Komünist Manifesto’da Avrupa’ya bir komünizm heyulasının musallat olduğu söyleniyordu, benzer şekilde bugün Marx’ın hayaletinin yeniden dünya hâkim sınıflarına musallat olmaya başladığı bir döneme girmiş olduğumuz açık. Geçtiğimiz günlerde bunun tuhaf bir tezahürü yaşandı. Türkiye’nin ünlü kapitalistlerinden biri olan İshak Alaton, Türkiye’de sermaye ileri gelenlerinin katıldığı bir toplantıda baş konuşmacı olan General Electric yöneticisi Jack Welch’e, binlerce insanın açlık ve yoksulluk çektiğinden ve hatta yaşamını yitirdiğinden söz ederek, “Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” diye sordu ve salonda büyük alkış koptu. Soruya olmasa da kopan alkışa sinirlenen konuşmacı, salondakilere “kendinize gelin sizler kapitalistsiniz” mealinde bir cevap verdi. Belki de Türkiye’ye has bir tuhaflık olan bu hadise, Türk medyasında yer aldığı gibi, dünya burjuvazisinin büyük yayın organlarından biri olan Business Week dergisine bile konu oldu ve bunun üzerine Türk medyasında da Marx üzerine tartışma ve değerlendirmeler yapıldı. Bu arada, bu tartışmalara, bir de Denizlerin idamının yıldönümü ve 68 Mayısının da 40. yıldönümü vesilesiyle yapılan anma ve tartışmalar eklenince, Mayıs ayında medyada hatırı sayılır bir sol gündem oluştuğunu da belirtelim. Tabii İshak Alaton’un Marx’ı olumluyormuş gibi görünen sorusu ve salondaki şirket sahibi ve yöneticilerinin alkış tutması biraz eksantrik olsa da, gerçekte Alaton bunu, parçası olduğu burjuvaziyi uyarmanın bir yolu olarak yapmıştır. Kapitalizmin yol açtığı yıkıcı sonuçların
İşçi Sınıfının Devrimci Önderi Marx Levent Toprak 5
marksist tutum
son yıllarda çok ciddi boyutlara ulaştığının, muazzam bir sefalet ve adaletsizlik oluştuğunun farkında olan Alaton, kapitalizme bir çekidüzen verilmesi gerektiğini, aksi takdirde yoksul kitlelerin tüm sistemi tehdit eden bir isyana yönelebileceğini söylemek istiyor. Ve aslında Keynesçi ya da sosyal demokrat türden politikalarla sistemde bir tamirat yapılması ve kitlelerin gönlünün alınması gerektiğine işaret ediyor. Onu Marx’ın ruhunu çağırmaya iten şey sadece kendi sınıfını dürtme ihtiyacıdır. Aslında, dünya geneline baktığımızda da burjuvazinin daha ileri görüşlü temsilcilerinin bir süredir benzer uyarılar yapmakta olduğunu ve işin ideoloji boyutuyla daha alakalı olan akademik unsurların da kendilerini artan ölçüde Marx’la tartışma durumunda bulduklarını ve tekrar tekrar onu çürütmeye çalıştıklarını görürüz. Onları buna iten dolaysız dürtü, son dönemin gözden saklanamaz hale gelmiş gerçekliklerinin, yarattıkları yalan imparatorluğunu sarsıyor olmasıdır. Özellikle SSCB ve diğer despotikbürokratik diktatörlülüklerin yıkılışından sonra artan bir tempoyla pompaladıkları kapitalizmin erdemleri, onun artık krizlerden kurtulduğu, alternatifsiz olduğu yolundaki ideolojinin inandırıcılığı git gide zora girmektedir. İşte bu ideologlar kapitalizmin temel ideolojik argümanlarının fiyakasını düzeltmeye ve ideolojik hasarın kritik boyutlara ulaşmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Kapitalizmin girdiği her ciddi bunalımda Marx’ın siluetinin yeniden belirmesi bir bakıma kaçınılmaz, çünkü insanlık bu durumlarda, bir şeylerin ters gittiği, bunun değişmesi gerektiği fikrine meylediyor. Ve kâh bilinçli kâh el yordamıyla, kapitalizmin ağır bedellerini ödemenin gerekip gerekmediğini sorgulama ihtiyacı duyuyor. Kapitalizmin bunalımlarının gerçek anlamını, yani daha önceki tüm toplumsal düzenler gibi onun da tarihsel olarak geçici, ölmeye mahkûm bir toplumsal düzen olduğunu ortaya koyan Marx’tır. Bunalımların temel mekanizmasını da bilimsel olarak ilk açıklayan Marx’tır. Bu bakımdan Marx’ın silueti kapitalizmin tarihsel kifayetsizliğini, onun sınırlarını ve sonuç olarak onun tarihsel ölümünü simgelemektedir. Kapitalizmin bugün ciddi bir bunalıma girmekte olduğu, yarattığı can acıtıcı sonuçların milyarlarla sayılan emekçi kitleler için giderek daha katlanılmaz ve isyan ettirici olduğu çok açık. Artık burjuva medyanın bile gözlerden saklayamadığı bu olguları uzun uzun anlatmaya gerek yok. Açlık, yoksulluk, mahrumiyet, savaş, ahlâki çöküntü gibi sonuçlara karşı kitlelerin hoşnutsuzluğu ve isyanı değişik biçimler altında dışa vurmaya zaten başlamış bulunuyor. Bu eğilim kendisini bazı ülkelerde devrimci kabarışlar ve devrimci durumlara varıncaya kadar ortaya koymuş durumda. Bu bakımdan, dolaysız ideolojik faktörün ötesine geçtiğimizde, burjuva ideologların, daha önce defalarca öldüğünü iddia ettikleri Marx’la hesaplaşmaya girişmeleri, kapitalizmin can acıtan sonuçlarına duyulan tepkiyle gelişen
6
Haziran 2008 • sayı: 39
ve daha da gelişecek olan kitle hareketlerinin Marx’ı rehber edinmesi ihtimaline karşı bir bakıma ön almaktır. Tabii burjuvazi Marx’a dil uzatmak, onu çarpıtmak ve kitlelerin hareketinin Marx’la buluşmasını engellemek için özel olarak çaba sarf etse de, bu işin asıl uzmanları, sosyalist kisveli ve işçi sınıfı dostu görünümlü hizmetkârlardır. Burjuvazinin üst düzey dolaysız temsilcilerinin Marx’a dönük saldırıları ideolojik planda esas olarak iki şekle bürünmektedir. Bunlar bazen Marx’a doğrudan saldırırken, bazen de onu hadım ederek zararsız bir “düşünür”, bir “filozof ” derekesine indirmeye çalışırlar. Uğraşları daha sofistike olan gönüllü/gönülsüz hizmetkârlar ise, bin dereden su getiren “yorumlarla”, onun öğretisini proletarya devriminin biricik öğretisi olmaktan başka her şeye dönüştürürler. Burjuvazinin ve onun hizmetkârlarının Marx’la 160 yılı aşkın süredir uğraşıyor olmasının tartışmasız gösterdiği bir şey varsa, o da onun eserinin ne kadar uzun ömürlü, ne kadar diri olduğudur. Onun eskidiğini söyleyen, onu çürüttüğünü ya da aştığını iddia eden cüceleri bugün kimse hatırlamazken, Marx hâlâ işçi sınıfı için ve dünyanın durumunu anlamak ve değiştirmek isteyen herkes için güçlü bir çekim merkezi olmaya devam ediyor.
Marx’ın büyüklüğü nereden geliyor? Bu sorunun yanıtına bir başka sorudan hareketle ulaşmaya çalışalım. Bugün kapitalizmin yıkıcı sonuçları daha belirgin ortaya çıkmaya ve bu yıkıcı sonuçlar çok daha geniş kitleleri doğrudan vurmaya başladığı için, kapitalizmi daha önce eleştirmiş ve ona alternatif bir toplum düzeninden söz etmiş bir kişinin hatıra gelmesi normal değil midir? Normal olmasına normaldir, ancak biraz daha yakından bakalım meseleye. Marx kapitalizmi eleştiren ve ona alternatif gösteren tek kişi miydi? Kapitalizmi şu ya da bu biçimde eleştiren sosyalist düşünceler ve akımlar Marx’tan daha eski olduğu gibi, Marx zamanında da ona ve onun sosyalizm anlayışına alternatif olan kişilikler ve akımlar vardı. Sözün gelişi, İshak Alaton ya da dünya ölçeğinde diğer burjuva ideologlar neden Proudhon’dan, Bakunin’den, Lassalle’dan ya da daha nicesinden değil de Marx’tan dem vurma gereği duymuştur? Bunların hangi biri için koca bir akademik endüstri seferber edilmiştir? Apaçık bilinen bir şey ki, bu şahsiyetlerin temsil ettiği düşünce ve yaklaşımlar burjuvazi için ne genelde ne de bugün Marx ve Marksizm gibi bir tehdit ifade etmektedir. Daha da önemlisi –ki aynı zamanda burjuvazinin tehdit algılamasını şekillendiren de budur– bu düşünce ve yaklaşımların derinliğinin, etkisinin ve zamanın sınamasına dayanıklılığının Marksizme nazaran bariz sınırlılığıdır. Bu anlayışlarla karşılaştırıldığında Marx bir granit kitlesi gibi sapasağlam durmakta, sönmeyen bir kor gibi ışımaktadır. Lenin bunu kendine has bir yalınlıkla ifade etmişti: “Marksist öğretinin gücü sonsuzdur, çünkü doğrudur. Kapsamlıdır ve iç tutarlılığa sahiptir, ve insanlara, batıl
Haziran 2008 • sayı: 39
inancın, gericiliğin ve burjuva zulmünü savunmanın hiçbir biçimiyle uzlaşmayan, bütünlüklü bir dünya görüşü sağlar.” (Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni) Burada kapsamlılık, tutarlılık, iç bütünlük gibi kavramların önemi ilk bakışta yeteri kadar takdir edilemeyebilir. Ancak biraz derin düşünüldüğünde bunun önemi anlaşılır. Zira kapsamlılık, tutarlılık, iç bütünlük bakımından üstünlük, gerçeğin kavranmasının önünde engel oluşturan önyargılar ve darkafalı takıntılardan uzak olmaya, yani söz konusu düşüncenin üstün devrimci vasfına işaret ederler. Ancak ve ancak devrimci bir düşünce, gerçeği derinlikli biçimde açıklama gücüne sahiptir. Marksizm varlığın üç temel alanı olan doğayı, toplumu ve düşünceyi ortak temel çizgiler üzerinden açıklama gücüne sahiptir, çünkü kendisini varlığın en özsel, en değişmez özelliği olan değişime (=harekete) dayandırmaktadır. Yani onun devrimciliği tüm evrene hâkim olan biricik şaşmaz öğe olan değişim ilkesine dayanmaktadır. Sürekli olarak değişen gerçekliği, yöntem olarak bu özüne uygun biçimde kavrama çabası Marksizme emsalsiz devrimci karakterini verir. Onu eskimez kılan şey budur. Marx Avrupa’da burjuva devrimlerin coşkusunun, özellikle de Fransız Devriminin etkilerinin sürdüğü ve bunun yanı sıra işçi sınıfının da yeni yeni tarih sahnesine çıkarak devrimci potansiyellerini sergilemeye başladığı bir çağda yetişkinliğe adımını atmıştı. Devrim dönemindeki Fransa’ya göre daha gelişmiş kapitalizm şartlarında bir burjuva devrimine gebe olan Almanya’nın canlı entelektüel atmosferinde yetişti ve çağının bilgisini önemli ölçüde özümsedi. Bu maddi ve entelektüel temeller üzerinde yükselen Marx, kısa sürede kendisini, tek tutarlı devrimci sınıf olma potansiyeli taşıyan işçi sınıfına bağladı ve insan bilgisinin hemen her alanına sirayet eden verimli ve devrimci buluşlar yaptı. Diyalektiğin maddeci temellere oturtulması, materyalist tarih anlayışı ve artı-değer teorisini bunların en önde gelenleri olarak sıralayabiliriz. Marx’a yönelik tüm karalamalara rağmen, bilimin değişik dalları bu verimli düşüncelerin cazibesinden kendini alamamıştır. Bugün tarih, antropoloji, biyoloji, ekonomi, politika, felsefe vb. alanlarda Marx’ın düşüncelerinin verimli sonuçları çoğu zaman onun adı anılmadan ve tüm mantıki sonuçlarına ulaştırılmaksızın kullanılmaktadır.
marksist tutum
Hatta kimi dallarda bu düşünceler o alanın temel verileri haline gelmiştir. Marx’ın büyüklüğü bu alanların önde gelenlerince çoğu kez içten içe bilinmekte ve kimi zaman itiraf da edilmektedir. Marx’ın kapitalist toplumun temelini oluşturan kapitalist ekonomiyi çözümlemesi bu toplum düzeninin tarihsel olarak sınırlı ve geçici niteliğini kesin biçimde ortaya koymuş, yaşanan periyodik bunalımların da bunun belirtisi olduğunu tespit etmiştir. Esasen Ricardo’ya kadar olan burjuva iktisatçılar bu alanda önemli katkılar yapmış olmakla birlikte kapitalizmin temel sırlarını ortaya koyamamışlardır. Onlardan sonrakilerin ise esas kaygısı bu alanda bilimsel bilgiyi ilerletmek değil, kapitalist düzene mazeretler bulmak, gerçeği gizemlileştirerek örtmek olmuştur. Ekonomik bunalımlar da açıklanamayan sırlardan biriydi. Marx bu sırrı çözen ilk ve tek kişi olmuştur. Burjuva iktisatçılar ise esas olarak her bunalımdan sonra “artık bunalımların bittiğini” ilan etmekle meşgul olmuşlardır. Ancak her derin bunalım kaçınılmaz olarak bu konuda tek bilimsel açıklamayı getirmiş olan Marx’ı akla getirmektedir ve bu artan ölçüde böyle olmaya devam edecektir. Sermayenin işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına yönelik olarak son çeyrek yüzyıldır yürüttüğü ağır saldırıya eşlik eden ideolojik taarruzun temel hedeflerinden biri her ne kadar Marx idiyse de, gerçekte kapitalizmin küresel gelişmesi Marx’ı her geçen gün daha da doğrulamakta ve onun adını bu vesileyle de daha fazla gündeme getirmektedir. SSCB’nin çöküşünü Marksizmin sonu gibi algılayanların ne büyük bir gaflet içinde oldukları artık çok daha açık biçimde görülmektedir. Tam tersine enternasyonalist komünistlerin o zamanlar tespit ettikleri gibi, Marx’ın öngörülerinin ve işaret ettiği sınıfsız toplumun gerçekleşme koşulları bugün çok daha fazla olgunlaşmıştır. Küreselleşme denilen olgu bunu çok berrak biçimde ortaya koymaktadır. Küreselleşme tartışmalarının revaçta olduğu 90’larda Manifesto’nun meşhur satırlarının herkesin diline düşmesi boşuna değildir. O satırlar gerçekte yazıldığı dönemden çok, muazzam derinlikte bir kavrayışla, aslında kapitalizminin gelecekteki, yani bugünkü halini tasvir ediyordu. Bu muazzam tahlil gücü Marx’ın sonuna kadar devrimci yöntemiyle henüz filizlenme aşamasındaki bir eğilimi teşhis edebilmesinden geli-
7
marksist tutum
yordu. Bu bakımdan, Marx’ın son yıllarda yeniden gündeme gelmesinde kapitalizmin bunalımı kadar, bu gerçekliğin de önemli payı olduğunu unutmamak gerekiyor. Marx eskimek bir yana şimdi çok daha günceldir. Marx’a eski diyenlerin, ondan daha eski bir şey olan liberalizmi savunuyor olmaları kaba bir ikiyüzlülük ve çelişkiden başka şey değildir.
İşçi sınıfı devrimciliği Ancak Marx’a büyüklüğünü veren fikir ve buluşların önemli bir boyutu, onun kendisini çağın gerçek devrimci sınıfı olan işçi sınıfına dayandırmış olmasıdır. Kimi yazarlar Marx’ın öğretisiyle onun işçi sınıfına bağlılığı arasındaki bağlantıyı koparmaya ve sınıf tarafgirliğinin bilimsellik vasfını zedelediği safsatasını yaymaya çalışırlar. Oysa Lenin’in de hatırlattığı gibi, “sınıf çatışması temeline dayanan bir toplumda ‘tarafsız’ toplumsal bilim yoktur.” Bu durumda sorun, özellikle toplumsal gerçekliği daha doğru anlamak için hangi sınıfın tarafından bakmak gerekir sorununa dönüşür. Burjuvazinin mi, küçük-burjuvazinin mi yoksa işçi sınıfının mı tarafından bakmak bizi doğru bilgiye daha çok yaklaştırır? Mevcut düzenin devamından çıkarı olan sınıfların temel kaygısının toplumsal gerçekliğin anlaşılması değil, mevcut düzenin korunması olacağını anlamak için âlim olmaya gerek yok. Ancak bu düzenden çıkarı olmayan bir sınıf, tümüyle özgür ve önyargısız bir yaklaşım için doğal zemin oluşturabilir. Bu sınıf, mülkiyetten dışlanmış ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi
8
Haziran 2008 • sayı: 39
olmayan işçi sınıfıdır. Marx, yüce gönüllü ve duygulu küçük-burjuvaların aksine, işçi sınıfında yalnızca sefaleti, köleliği, düşkünlüğü gördüğü için değil, bunları ortadan kaldıracak potansiyele sahip yegâne sınıfı gördüğü için ona bağlamıştır. O nedenle de “işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey” demiştir. Demek ki Marx’ın devrimci öğretisi, işçi sınıfından ve devrimci işçi sınıfı siyasetinden ayrı düşünülemez. Marx bir devrimciydi ve bu onun en önde gelen özelliğiydi. Marx’ın cenaze töreninde Engels’in söylediği sözler bu noktayı açıkça vurgulamaktadır: “Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmaktı… Kavga tam onun işiydi. Ve kimsenin aşık atamayacağı bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdi.” Herkesin kendi meşrebine göre bir Marx algılaması olabilir, ama devrimci işçi sınıfı açısından Marx’ın anlamı burada yatmaktadır. Burjuvazi ve küçük-burjuvazi kendi meşrebine uygun bir Marx icat etmeye uğraşıyor. Onu büyük bir devrimci olmaktan çıkarıp salt saygın bir düşünür derekesine düşürmeye, bir akademik ikona çevirmeye, sözlerini çarpıtarak kapitalizmle uzlaştırmaya, hatta küreselleşme ideolojisinin bir elçisi haline getirmeye çalışıyorlar. Ama Marx’ı Marx yapan ve onun yüzyılı aşkın bir süredir, hakkında akıtılan sonsuz burjuva zehrine rağmen, bugün böylesine hatırlanmasını sağlayan şey onun tarihin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olmasıdır.
Hacıyatmaz küçük-burjuva sosyalizmi Ama burada önemli bir başka nokta var. Marx’ın öğretisinin ezici gücü zaman içinde ona alternatif olan rakipleri kaçınılmaz olarak safdışı etmiştir. Fakat Lenin’in de vaktiyle işaret ettiği gibi bu düşünce ve yaklaşımlar orijinal ve bağımsız halleriyle yenilgiye uğramış olsalar da, özlerini önemli ölçüde muhafaza ederek kendilerini Marksizmin kılığı altına soktular. Böylelikle Marksizmin gerçek devrimci özüne karşı mücadelelerini Marksizm kisvesi altında yürütmeye başladılar. Marksizm bir öğreti olarak 20. yüzyılın başında entelektüel zaferini kazanmış ve diğer sosyalist akımları bağımsız kimlikleriyle büyük oranda yenilgiye uğratmıştı. Ancak Marx’ın kurduğu devrimci geleneği gerçek anlamda sürdüren esas olarak Lenin önderliğindeki Bolşevizm oldu. Bunun dışında 20. yüzyılın başından bu yana Marksizm etiketiyle önümüze çıkan siyasal eğilim ve akımların tümü (Stalinizm, Maoculuk, reformizm, gerillacılık vb.) küçük-burjuva sosyalizminin bir türüydü. İşte Marksizmin yenilgisinden söz edenler esas olarak, Marksizmin özüne uymayan, ama Marksizm etiketine sahip olan bu tür eğilim ve akımları kendilerine ölçü olarak almaktadırlar. Şüphesiz değişen koşullarla birlikte bu eğilimler de değişim geçirmişlerdir. Ama onların özde Marksizm dışı olan karakterleri değişmeden kalmıştır. Türkiye’de küçük-burjuva sosyalizminin bu hacıyatmaz niteliği
Haziran 2008 • sayı: 39
konusunda proleter devrimcilerin özellikle uyanıklık göstermesi gerekmektedir. Marx her türlü küçük-burjuva sosyalizmine karşı amansız bir mücadele vermiş, bu tür darkafalı sosyalizm anlayışlarını kesin biçimde mahkûm etmişti. Mücadelesinde bilimsel ve tutarlı tek sosyalizm anlayışının işçi sınıfı sosyalizmi olduğunu böylece ortaya koymuştu. Bu anlayışlar bağımsız kimlikleriyle sahneden giderek çekilmek zorunda kaldılar ve kendine Marksist diyenlerin sayısı arttıysa da, Marksizmin doğru bir kavranışı 1800’lerin sonlarına kadar hayli sınırlı kaldı. Marx’ın en yakınındaki Wilhelm Liebknecht gibi kimselerin bile Marksizmden anladıkları çok sınırlıydı. Bu tür örnekleri gören Marx “ben Marksist değilim” demişti. Marksizmin devrimci proleter özüne uygun kavranışının nispeten yaygınlaşması, asıl olarak Rusya’da Lenin önderliğinde Bolşevizmin yükselişi ve Ekim Devrimiyle oldu. Ancak kısa sürede gerçekleşen bürokratik karşı-devrim süreciyle işçi iktidarının yıkılmasından sonra, özellikle devlet sosyalizmi biçimi altında küçük-burjuva sosyalizmi yeniden boy verdi. Öyle ki köylülüğe dayalı bir devrim anlayışını esas alan Maoizm bile kendini Marksist diye sunabildi. Ezcümle, bugün kendini Marksist olarak niteleyenlerin çoğu Marksizmin özüne uygun bir kavrayış ve konumlanış içinde değildirler.
marksist tutum
hesiz kendi koşulları içinde saygıya değer devrimciler olan Che Guevara, Deniz ya da Mahir tiplemesinin daha önde geldiğini görmekteyiz. Ölüme giden romantik devrimci tiplemesinin fedakârlığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek için bir ömür boyu kahırla yapılan fedakârlık karşısında daha cazip gösterilmektedir. Bu devrimciler muhakkak ki saygıyı hak ediyorlar, düzenin saldırılarına, kara çalmalarına karşı sahiplenilmeyi hak ediyorlar. İşçi sınıfı devrimcileri bundan geri durmazlar. Ama proleter devrimci çizginin, yaşamları ve mücadele tarzlarıyla öne çıkartması gereken önderlerin Marx ya da Lenin
Marx’ın mirasçısı devrimci işçi sınıfıdır
Marx’ın da Lenin’in de mirasçısı işçi sınıfıdır, işçi sınıfı devrimcileridir. Marx’ı en iyi anlama şansına sahip olanlar da, kendilerine Marksist deseler bile, akademisyenler ya da küçük-burjuva sosyalizminin devrimcileri değil, ancak işçi sınıfı sosyalizminin enternasyonalist komünist devrimcileridir. Ancak onlar onun devrimci mücadelesinin ruhuna nüfuz edebilirler. Onu kuru bir akademik araştırma konusu yapanların ya da küçük-burjuva devrimcilerinin bu ruhu yakalamaları ve dolayısıyla Marx’ı hissedebilmeleri mümkün değildir.
Marx yetişkin ömrünün büyük bölümünü ağır bir yoksulluk, mahrumiyet ve sağlıksız koşullar içinde geçirdi. Kendini düzene satsaydı böylesi bir deha şüphesiz en yüce ödüllerle düzen tarafından el üstünde tutulurdu. Marx’ın annesi “kapital hakkında yazmaya bu kadar uğraşacağına biraz kapital edinmeye baksaydı daha iyi olurdu” demişti. Kapital gibi insan düşüncesinin en büyük anıtlarından birini yaratan Marx, eserin yayınlanmasından elde ettiği gelirin onu yazarken tükettiği tütünün parasını bile karşılamadığını espriyle anlatırdı. Sonunda Marx’ın nispeten erken ölümüne neden olan da, bu ağır yoksulluk koşulları, ucuz kötü tütün tüketimi ve aşırı çalışma sonucu iflas eden ciğerleri olmuştur. Marx ve yoldaşı Engels sabırla, inatla işçi kitlelerini bilinçlendirmeye, örgütlemeye, onları öz güçlerinin farkına vardırmaya ömürlerini adadılar. Marxların, Leninlerin yaşantılarında “kahramanlık” öyküleri yok, destanlar yok. Bir duvarcı ustası gibi sebatla çalışmak var. Ancak tarihin gördüğü en büyük beyinlerden biri olan bu deha, tüm hayatını işçi sınıfının davasına adadığı halde, Engels’in ifadesiyle “kimsenin aşık atamayacağı” bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdiği halde, bugün Türkiye’deki sosyalist çevrelerin çoğunun bilinçli biçimde sivrilttikleri örnek devrimci tiplemeler arasında ne yazık ki Marx’ın en önde geldiğini söyleyemiyoruz. Üstelik bu akımların hepsi kendilerini Marksist olarak nitelendirmelerine rağmen bu böyle. Marx ya da Lenin’den ziyade, şüp-
türü önderler olması gerektiği de o denli açıktır. Marx’ın da Lenin’in de mirasçısı işçi sınıfıdır, işçi sınıfı devrimcileridir. Marx’ı en iyi anlama şansına sahip olanlar da, kendilerine Marksist deseler bile, akademisyenler ya da küçük-burjuva sosyalizminin devrimcileri değil, ancak işçi sınıfı sosyalizminin enternasyonalist komünist devrimcileridir. Ancak onlar onun devrimci mücadelesinin ruhuna nüfuz edebilirler. Onu kuru bir akademik araştırma konusu yapanların ya da küçük-burjuva devrimcilerinin bu ruhu yakalamaları ve dolayısıyla Marx’ı hissedebilmeleri mümkün değildir. Engels, Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmasını bitirirken, “onun adı ve eseri asırlarca yaşayacak” demişti. O sözlerin üzerinden bir asrı aşkın zaman geçti ve Marx hâlâ capcanlı. Dostlarına sonsuz bir enerjiyle gülümsüyor, düşmanlarına korku salıyor. Üstelik Marx’ın sınıfsız toplum öngörüsü henüz gerçekleşmemiş olduğu halde bu böyle. Varın siz geleceğin işçi iktidarında ve sınıfsız toplumunda yeni kuşakların Marx’a duyacağı minnettarlığı düşünün. Marx’ın 190 yaşına girdiği bugünlerde ise, dünyanın yeni bir kriz, savaşlar ve toplumsal mücadeleler dönemine girdiği artık herhangi bir şüpheye yer vermeyecek biçimde açık. Bakalım onun uğruna ömrünü adadığı işçi sınıfı ona 200. yaş gününde yeni proleter devrimler hediye etmiş olabilecek mi? İşçi sınıfı devrimcileri onun yolundan gitmeye ve kendi devrimini yapabilmesi için işçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütlendirmeye ant içmiştir.
9
İstihdam Paketi mi, Patronlara Kıyak Buketi mi? İlkay Meriç
Her geçen gün daha da artan ve sınıfı tehdit eden işsizliği azaltmak üzere önlemler alınması için bastırmak bugün işçi sınıfı için yaşamsal bir sorun haline gelmiştir. Fazla mesailerin sınırlanması ve çalışma saatlerinin düşürülmesi, işçi sınıfının en acil taleplerinden biri olmalıdır. Ne var ki, patronların borazanlığını yapan hükümetlerin böylesi bir adımı kendiliklerinden atması beklenemez. Aksine onlar, sözde istihdamı arttırmak adına, işgücünü kelepir hale getiren yasalar çıkarmakla meşguller. Patronlara ve onların hükümetlerine bunu dayatacak tek güç işçi sınıfıdır. Örgütlü bir güç haline gelebildiği takdirde, burjuvaziyle birlikte sınıfın tepesine çöreklenmiş sendika bürokrasisini de def etmek üzere harekete geçecek bu gücün önünde hiçbir engelin duramayacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
10
A
sıl adı “İş Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı” olan ve “İstihdam Paketi” olarak anılan yasa tasarısı geçtiğimiz günlerde Mecliste kabul edildi. Başta TÜSİAD olmak üzere tüm sermaye çevreleri hükümetin bu paketi bir an önce Meclisten geçirmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu yasa işsizliği azaltmanın çaresi olarak sunulduğu gibi, kimi kez de kadın ve genç işçi istihdamını arttırmanın yolu olarak propaganda edildi işçi sınıfına. Oysa yasa incelendiğinde, bunun “istihdam paketi” değil “patronlara kıyak” buketi olduğu net bir şekilde görülüyor. Yasanın gerekçesinde, işsizliğin önlenmesinin en temel yolunun, yatırımların çoğalması ve yeni iş alanlarının yaratılması olduğu savunuluyor. Peki tüm bunlar nasıl sağlanacak? Yanıt basit: Patronların “sırtındaki yük” azaltılarak! Yasa, “zorunlu istihdam yüklerinin hafifletilmesi ve işgücü maliyetlerinin düşürülmesi” adına, patronları pek çok yükümlülükten kurtarıyor. Sosyal güvenlik primi işveren payının 5 puanlık kısmının Hazine tarafından karşılanması, 50 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde eski hükümlü çalıştırma zorunluluğunun kaldırılması, yine aynı büyüklükteki işyerlerinde çalıştırılması zorunlu olan özürlülerin sigorta primlerinin işveren payına karşılık gelen kısmının Hazine tarafından karşılanması, özel sektörün “terör mağduru” çalıştırma yükümlülüğünden muaf tutulması, 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerlerinde anaokulu kurma zorunluluğunun ve 500’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde spor tesisi kurma zorunluluğunun kaldırılması, yasanın patronlara sağladığı çeşitli kıyaklar arasında. Yeni işe alınacak kadınlar ve 18-29 yaş arası gençler için, patronların ödemesi gereken sosyal güvenlik priminin 5 yıl boyunca kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması ise, yasa-
Haziran 2008 • sayı: 39
nın patronlara en büyük kıyağı! Yasaya göre, bu kategorideki işçileri çalıştıran patronların ödemeleri gereken sosyal güvenlik priminin ilk yıl yüzde 100’ü, ikinci yıl yüzde 80’i, üçüncü yıl yüzde 60’ı, dördüncü yıl yüzde 40’ı ve beşinci yıl yüzde 20’si bu fondan karşılanacak. Yani patronların işçinin parasıyla işçi çalıştırması sağlanarak, fon açıkça sermayeye peşkeş çekilecek. Ama fonun devlet ve sermaye tarafından yağmalanmasının önünü açan değişiklikler bununla sınırlı değil.
Yağmalanan İşsizlik Sigortası Fonu Zamanında SSK fonlarını talan edip bu kuruma iflas bayrağını çektiren devlet, şimdi de gözünü İşsizlik Sigortası Fonunda biriken paralara dikmiş durumda. Geçtiğimiz Mart ayı itibarıyla bu fonda 33 milyar YTL birikmiş bulunuyor. Fonun bu kadar şişkin olmasının tek nedeni, işçilerin bu fondan yararlanmasının neredeyse imkânsız hale getirilmiş olması. İşçinin işsizlik ödeneği alabilmesi için, işsiz kalmadan önceki son dört ay boyunca sigorta primlerinin eksiksiz yatırılması ve son üç yıl boyunca en az 600 gün sigortalı olarak çalışmış olması gerekiyor. Bu koşulları yerine getiren işçiye, son dört aylık ortalama net kazancının yarısını ve asgari ücretin net tutarını geçmeyecek şekilde işsizlik ödeneği bağlanıyor. Burada bir parantez açarak şunu belirtelim. İstihdam Paketi, bu hususta sözde “işsizlik ödeneğini artırma” adına bir değişlik getiriyor. Yapılan bu değişiklik sonucunda, işsizlik ödeneği, son dört aylık ortalama brüt kazancın yüzde 40’ını ve brüt asgari ücretin yüzde 80’ini geçmeyecek şekilde ödenecek. Yani ödeneğin hesaplanmasını brüt ücret üzerinden gerçekleştirerek elde edilecek artışın önemli bir bölümü, oranları aşağı düşürerek geri alınmış oluyor. Üstelik bu da “ödenek artıyor” çığırtkanlığıyla reklâm malzemesi yapılıyor. Devam edecek olursak, ödeneğin verilme süresi, işçinin son üç yılda sigortalı olarak çalıştığı süreye bağlı olarak, 180 ilâ 300 gün arasında değişiyor. Ancak sigortasız çalıştırmanın alabildiğine yaygın olduğu Türkiye’de bu koşulları yerine getirebilen işçi sayısı son derece düşük. Tam da bu yüzden, şimdiye kadar işçilere fondan sadece 1,4 milyar YTL ödeme yapılmış. Bunun yanında fona 19 milyar YTL faiz geliri eklenmiş. Ancak devlet, fona piyasa seviyesinin 2-3 puan altında faiz uygulayarak, fonu bir yandan da soymuş. Fakat soygunda sınır tanınmıyor. Geçirilen paket sayesinde, “2003-2007 yılları arasında İşsizlik Sigortası Fonuna aktarılan devlet payı ve nemasının 2012 yılına kadarki faizinin, GAP kapsamındaki yatırımlar ile bölgesel ekonomik kalkınmaya ve sosyal gelişmeye yönelik yatırım alanlarında kullanılması” sağlanıyor. Bilindiği gibi, İşsizlik Sigortası Fonu, işçinin brüt ücretinden yapılan yüzde 1’lik kesintiye ek olarak yüzde 2’lik işveren ve yüzde 1’lik devlet katkısıyla oluşturuluyor. Ancak bu fona yaptığı yüzde
marksist tutum
1’lik katkıyı, fon paralarını düşük faizle kullanarak ve fonun faiz gelirlerinden vergi kesintisi yaparak fazlasıyla telafi eden devlet, bunun hesabını vermeden, fonu keyfinin istediği gibi kullanma yetkisi tanıyor kendine. Bu tam bir yağma operasyonudur. Tümüyle işçilere ait olması gereken İşsizlik Sigortası Fonu, 30 yıldır bir türlü bitirilemeyen GAP’a kaynak aktarmak adına ve sermayeye peşkeş çekilmek üzere resmen yağmalanmaktadır. Hatırlanacağı gibi, başbakan Kürt sorununu çözmek için “paket”lerinin hazır olduğunu söylemiş ve bunun altından çıka çıka GAP projesinin tamamlanması ve TRT’nin Kürtçe yayın süresinin uzatılması çıkmıştı. GAP’a nasıl kaynak bulacaksınız sorusuna ise, gayet kendinden emin bir şekilde, kaynaklarının hazır olduğu yanıtını vermişti. İstihdam Paketiyle söz konusu kaynağın ne olduğunu öğrenmiş olduk: İşsiz kaldıklarında kendilerine geçimlerini sağlayacakları bir işsizlik ödeneği bağlanacağı vaadiyle milyonlarca işçiden kesilerek oluşturulan ama onlardan bucak bucak kaçırılan İşsizlik Sigortası Fonu! Fon üzerinden patronlara yapılan bir diğer kıyaksa, sözde “zora düşen” işverenin ödemesi gereken işçi ücretlerinin, “kısa çalışma ödeneği” adı altında bu fon üzerinden karşılanmasıdır. Bu doğrultuda İşsizlik Sigortası Kanununa şöyle bir madde ekleniyor: Genel ekonomik kriz veya zorlayıcı sebeplerle “işyerinde geçici olarak en az dört hafta işin durması veya kısmen çalışma hallerinde işçilere çalıştı-
11
marksist tutum
rılmadıkları süre için işsizlik sigortasından kısa çalışma ödeneği ödenir. Kısa çalışma süresi, zorlayıcı sebebin devamı süresini ve her halde üç ayı aşamaz.” Yani son birkaç yıldır neredeyse her işyerinde rutin hale gelen “kriz dolayısıyla bir süreliğine kapatıyoruz” durumu, artık patronlar için en ufak bir yük teşkil etmeyecek şekilde yaygınlaştırılacak. İşlerin “kesat” olduğu ya da stokların biriktiği dönemlerde, uydur bir “zorlayıcı sebep”, kurtul işçiye ücret ödemekten! İşçilerin kolektif fonu ne güne duruyor? Aban gitsin!
İşsizlik önlenecek mi derinleştirilecek mi? Yeni işe alınacak kadınlar ve 18-29 yaş arası gençler için, patronların ödemesi gereken sosyal güvenlik priminin 5 yıl boyunca kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasının, yasanın patronlara en büyük kıyağı olduğunu söylemiştik. Türkiye’de genç işsizliğin yay-
Haziran 2008 • sayı: 39
gınlığı ve kadınların işgücüne katılım oranlarının son derece düşük olmasını bahane olarak kullanan hükümet, bu kıyakla, patronların bu gruba giren işçilerin istihdamını arttıracağını ve böylece işsizliğin azalacağını iddia ediyor. Öngörünün birinci kısmının gerçekleşmesi, yani patronların 18-29 yaş arası gençlere ve kadın işçilere yönelmesinde belirgin bir artış yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu sayede işsizliğin azalacağı tam bir kandırmacadan ibarettir. Aksine, ucuz işgücü sömürüsünün devlet eliyle teşvik edilmesi sonucunda, 30 yaş üstü nüfusta büyük bir işsizlik patlaması yaratılacaktır. Bunun yanı sıra, ezici bir çoğunluğu asgari ücretle çalıştırılacak olan genç işçiler ve kadın işçiler, sigortalı çalışan kesimin ortalama ücretlerinin asgari ücret düzeyine çekilmesinde de önemli bir baskı unsuru olarak kullanılacaktır. Sonuçta bu durum, kıdemsiz işçileri asgari ücretle çalıştırıp dilediğince sömürecek, üstüne üstlük bir de sigorta primi ödemekten büyük ölçüde muaf tutulacak olan patronlar için çifte kıyak anlamına gelmektedir.
Kadın istihdamı arttırılacakmış! Kadın istihdamını arttırmaktan söz eden ikiyüzlüler, bir yandan kadın işçiler için yukarıda sözünü ettiğimiz işveren teşvikini getirirlerken, bir yandan da 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işverenlere anaokulu açma yükümlülüğü getiren Milli Eğitim Temel Kanununun ilgili maddesini yürürlükten kaldırmaktadırlar. Ayrıca, patronların kreş ve emzirme odası açma yükümlülüğünün “dışarıdan hizmet alarak” yerine getirilebilmesini mümkün hale getirmektedirler. Açıktır ki, işyeri sınırlarından ne kadar uzakta olacağı belli olmayan bir kreşle anlaşan patronların kadın işçilerden çocuklarını buralara bırakmalarını istemeleri, pek çok işçi için işten ayrılmak zorunda kalmak anlamına gelecektir. İşe gitmek için saatlerce yol tepen kadın işçilerin çocuklarını farklı bir güzergâhtaki kreşlere bırakmaya zorlanmaları, pratikte bu işçiler için kreşin olmamasıyla eş anlama gelecektir.
Eğitimle iş cinayetlerinin önüne geçilecekmiş!
Ucuz işgücü sömürüsünün devlet eliyle teşvik edilmesi sonucunda, 30 yaş üstü nüfusta büyük bir işsizlik patlaması yaratılacaktır. Bunun yanı sıra, ezici bir çoğunluğu asgari ücretle çalıştırılacak olan genç işçiler ve kadın işçiler, sigortalı çalışan kesimin ortalama ücretlerinin asgari ücret düzeyine çekilmesinde de önemli bir baskı unsuru olarak kullanılacaktır.
12
Yasanın düzenlediği bir diğer madde de, ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilere mesleki eğitim verme zorunluluğunun getirilmesi. Söz konusu maddenin gerekçesinde, özellikle tersanelerde yaşanan ölümlerdeki artışa yer veriliyor ve yapılan değişiklik iş kazalarının engellenmesi doğrultusunda önemli bir adım olarak gösteriliyor. Oysa bu tam bir aldatmaca. Çünkü sermaye ve onun temsilcisi AKP hükümeti, iş cinayetlerinin artmasının temel nedeni olarak eğitimsiz işçi çalıştırılmasını göstererek, en temel iş güvenliği önlemlerinin alınmamasının, çalışma saatlerinin insan bünyesinin sınırlarının ötesine geçinceye dek uzatılmış olmasının vb. sorumluluğundan sıyrılmaya ve suçu işçinin eğitimsizliğine yıkmaya çalışıyor. Böylece gösterme-
Haziran 2008 • sayı: 39
lik birkaç saatlik eğitimle sorunun üstesinden gelineceği izlenimini yaratmaya çalışıyor. Oysa, tersane örneğinden hareket edersek, eğitimsiz olan işçi de çıplak kabloya temas edince çarpılacağını, yüksekten düşerse veya tepesine tonlarca ağırlıkta saclar düşerse öleceğini, kapalı yerde uzun süre kaynak yaparsa zehirleneceğini ya da gaz sıkışması nedeniyle patlamalar yaşanabileceğini eğitimli işçi kadar biliyor. Ama yaşamak ve ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olan işçinin bu bilgisi ya da “eğitilmişliği”, ne o kabloların işin aceleyle bitirilmesi uğruna birbirine dolanmış şekilde yerlerde sürünmesine engel olabiliyor, ne işçinin yüksekten düşmemesi için güvenli bir çalışma sisteminin kurulmasını sağlayabiliyor, ne de saatlerce kaynak yapmak üzere birkaç işçinin daracık bir ortama tıkılmasının önüne geçebiliyor. “Ağır ve tehlikeli iş” sınıfına girdiği halde buna ilişkin yönetmeliğin uygulanmadığı tersanelerde, örgütsüz işçiler, işten atılıp aç kalmamak için, günde 7,5 saat yerine 12-16 saat çalışmaya razı gelmek zorunda kalıyorlar. Yasanın eğitim dediği şey, işçiye güvenlikli bir çalışma ortamı sunmaya yetmiyor. Çünkü bu ortamı sağlamakla sorumlu olanlar eğitimli ya da eğitimsiz işçiler değil patronlardır. Peki bu sorumluluğu yerine getirmeyen patronlara herhangi bir yaptırım uygulanmakta mıdır? Evet, yasalarda çeşitli cezai yaptırımlar öngörülmektedir, ancak bunların tümü kâğıt üzerinde kalmaktadır. İş kazaları sonucu her gün bir işçinin öldüğü ya da ağır şekilde yaralandığı tersaneleri dolaşan bakanlar “geldim, gördüm, her şey çok güzel, ufak tefek sorunları da Allahın izniyle halledeceğiz” zihniyetine sahipken ya da iş cinayetlerine gösterilen tepkiyi “dış mihrakların provokasyonu” olarak değerlendirecek kadar insanlık şirazesinden çıkmışlarken, söz konusu yasal yaptırımların hayata geçirilebilmesini hangi işçi umabilir? Üç beş milletvekilinin ya da bakanın tersanelerde boy göstermesiyle, lafta kalan yeni yasal düzenlemelerle, bir iki tersaneye birkaç günlük kısmi kapatma cezası ya da üç beş kuruş para cezası vermekle iş cinayetlerinin önüne geçilemediğini son birkaç ayda yaşananlar açıkça göstermektedir. Patronların vereceği eğitimin de hiçbir sorunu çözmeyeceği önümüzdeki süreçte görülecektir. Evet iş kazalarının önüne geçilmesi için eğitim şarttır, ama bu eğitimin patronların verdiği eğitimle ilgisi yoktur. İş kazalarının önüne geçilmesinin de, kötü çalışma koşullarının düzeltilmesinin de tek bir yolu bulunuyor. O yol, işçilerin mücadeleci sendikalarda örgütlenmesinden ve patronların karşısına örgütlü bir güç olarak dikilmelerini sağlayacak sınıf eğitimini almalarından geçiyor.
Yazılı sözleşme aldatmacası Eski dönemlerde, kasaba kasaba dolaşıp ellerindeki şişelerde her derde deva ilaçların bulunduğunu iddia eden şarlatanlardan geçilmezmiş ortalık. Şimdilerde bu şarlatan-
marksist tutum
lar burjuva Meclislerde “her derde deva” olduğunu iddia ettikleri yasalar çıkarmakla meşguller. Burjuva hükümet nasıl işçiye eğitim zorunluluğu getirerek iş kazalarının engelleneceğini iddia ediyorsa, “alt işverenlik sözleşmesinin yazılı olarak yapılması” zorunluluğunun da “asıl işverenalt işveren ilişkisinin amacına aykırı olarak kullanılmasını” önleyeceğini savunuyor. Sözde, bu değişiklikle “alt işverenlik”, yani taşeronluk sisteminin yarattığı tüm sorunların üstesinden gelinecek! Taşeronluk sistemi, bugün tersanelerden fabrikalara, hastanelerden büyük marketlere kadar neredeyse tüm işyerlerinde işçileri bölüp daha kolay yönetmenin, kendi aralarında rekabete sokarak birbirine düşman etmenin, örgütlenmelerini olanaksız kılmanın, sendikasızlaştırmanın ve böylece güçsüzleştirip alabildiğine sömürmenin en bildik yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Çok açıktır ki, sorun “alt işverenlik sözleşmesinin” sözlü ya da yazılı olarak yapılmasında değil, bizzat taşeronluk sisteminin kendisindedir. Bu vahşi sistemi ortadan kaldırmak yerine, sözleşmeyi yazılı olarak yapmayı zorunlu kılmak, her zaman olduğu gibi, burjuvazinin önlem alıyormuş gibi görünüp aslında fiiliyatta hiçbir şeyi değiştirmeyecek göstermelik adımlarından biridir.
Peki ya sendikalar ne yapıyor? Peki tüm bu saldırılar karşısında, işçi sınıfının haklarını korumak ve geliştirmekle yükümlü olan sendikalar ne yapıyor? Söyleyelim: Onlar “çağdaş sendikacılık” adına, sömürücüler sınıfıyla ve onların devletiyle “sosyal diyalog” geliştirme derdindeler. 1 Mayıs’ta Taksim’e 500 bin işçi yığmaktan söz eden sendika ağaları, bu saldırılar karşısında işçi sınıfının küçük bir kesimini bile harekete geçirmiş değiller. Son bir buçuk aydır internet sitesinin neredeyse tamamı Taksim meselesine hasredilen DİSK, İstihdam Paketine ilişkin olarak, 10 Mayıs tarihli bir basın açıklamasında üç beş satırlık birkaç teşhir cümlesi dışında tek bir laf etmemiştir. Söz konusu metinde söylenen tek şeyse şudur: “DİSK olarak, emek haklarına yönelik tüm bu saldırılara her koşulda karşı çıkmayı sürdüreceğiz.” Türk-İş’e gelince, işte Genel Başkan Mustafa Kumlu’nun 12 Mayısta, Kayseri İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Seminerini açış konuşmasında söyledikleri: “Paketin istihdamı artırmaya yönelik kimi olumlu yanları vardır. Ama şu çok açıktır ki, istihdamın artırılması ve işsizliğin azaltılması için öncelikle yatırım ve üretimin artırılmasına yönelik politikalara ihtiyaç vardır. … Hemen belirteyim, istihdam paketinde bir ara çok tartışılan ve Türk-İş tarafından «genel grev» sebebi sayılan kıdem tazminatı fonu yoktur. Paketten kıdem tazminatı fonunun çıkarılmasının tek nedeni, 13-14 Mart eylemlerinde Türk-İş’in önderlik ettiği güçtür.” Paketin kimi olumlu yanları varmış! Peki olumsuz yanları? Bu konuda tek bir cümle sarf edilmiyor.
13
marksist tutum
Hükümet yalakalığında sınır tanımayan Hak-İş ise Pakete güzellemeler düzmektedir. Genel Başkan Salim Uslu, 15 Mayıs tarihli yazılı açıklamasında konuya dair şunları söylüyor: “… İstihdam Paketi önemli bir adımdır. İstihdam Paketinin prim indirimi, teşvik ve cezai yaptırımları içeren bütünsel bir yapıda olması ülkemizde yıllardan beri ötelenen ekonomi politikaları ile sosyal politikaların örtüştürülmesi konusunda olumlu bir zihniyet değişimi yaşanmaya başladığının da bir göstergesidir. Paketin özellikle işgücü piyasasına girişte sorun yaşayan kadınlar ve işsizlik oranları artma eğiliminde olan gençler açısından oldukça önemli olduğuna inanıyoruz. … getirilen teşvik ve işveren primlerinde yapılan 5 puanlık indirim işsizlik stokumuzun eritilmesinde ve kayıt dışı çalışmanın kayıt altına alınmasında önemli bir gelişme sağlayacaktır. “… İstihdam Paketini genel olarak memnuniyet verici bulmakla birlikte, paketin mali kaynağının İşsizlik Sigortası Fonu olması bizi buruk kılmıştır. … Söz konusu paket dolayısıyla İşsizlik Sigortası Fonundan buraya ayrılacak kaynakların bir borç olarak açık bir şekilde nitelendirilerek geri ödeme şart ve takviminin ortaya koyulması gerekir. Hak-İş olarak teşvik ve prim indirimi uygulamasının sosyal sorumluluk çerçevesinde istihdamı artıran, sendikal örgütlenmenin olduğu ve toplu iş sözleşmesi uygulanan işyerlerine öncelik verilmesi teşviklerin çarpan etkisini artıracağını düşünmekteyiz. Dolayısıyla pakette bu yönde düzenlemeler yapılması önem taşımaktadır.” İşte sözde işçi sınıfının çıkarlarını korumak adına örgütlenen ve işçilerden her ay çuvalla aidat toplayan sendikaların hali pür melali! Birisi sanki daha önce kitlesel bir karşı duruş örgütlemiş gibi, “karşı çıkmaya devam edeceğiz” demekle yetiniyor, öteki ağzını açmıyor, bir diğeri hiç utanmadan işi “önemli bir adım attınız, ama burulup kırıldık biraz, keşke fondan aldığınız paraları geri verseniz, bir de teşviki sendikalı işyerlerine öncelik vererek uygulasanız daha ne isteyelim” aymazlığına vardırıyor.
Kıdem tazminatına saldırı kapıda Saldırı yasalarının birer birer Meclisten geçirildiği, zamların sağanak halinde yağdığı, ekonomik krizin derinleştiği ve işten atmaların hız kazandığı bir dönemde, Türkİş başkanı Kumlu’nun “biz engelledik” böbürlenmelerine rağmen, kıdem tazminatlarına ilişkin yeni saldırı yasaları kapıda bekliyor. Geçtiğimiz günlerde, Hazineden sorumlu devlet bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’de kıdem tazminatlarının Avrupa ortalamasının çok üzerinde olduğunu söyleyerek, bu konudaki düzenlemelerin en kısa sürede gündeme geleceğinin de “müjdesini” vermiş oldu. Bakana göre, bizde 20 yıl çalışan bir işçi 20 ay kıdem tazminatı alıyormuş, bir tek Portekiz’de bu kadar yüksekmiş, İspanya’da bile 15 aymış. Patronlar kıdem tazminatından çekindikleri için işçi
14
Haziran 2008 • sayı: 39
çalıştıramıyorlarmış, bu duruma bir son vermek gerekiyormuş! Bakan, kıstası ay üzerinden yapmayı tercih ediyor. Keşke örneğin İspanya’daki 15 aylık ortalama ücret tutarıyla Türkiye’deki 20 aylık ortalama ücret tutarının ne kadar olduğunu da söyleseydi de görseydik Avrupa ortalamasının “üzerindeki” kıdem tazminatlarımızın durumunu? Burjuvazi ve onun hükümeti, kıdem tazminatlarını işçinin ancak emekli olurken alabileceği şekilde bir fona devretmeyi tasarlıyor. Yeni çıkarılan SSGSS yasasıyla emekli yaşının 65’e, prim gün sayısının 7200’e yükseltildiğini hatırlayacak olursak, ancak ahrette emekli olmaya hak kazanabilecek işçiler için bu, asla alınamayacak bir tazminat anlamına geliyor. Üstelik oluşturulması planlanan bu fonun da sermayenin ve devletin emrine amade kılınıp tıpkı İşsizlik Sigortası Fonu örneğinde olduğu gibi yağmalanacağı çok açık.
İşsizliği azaltmanın yolu örgütlü mücadeleden geçiyor İşsizlik kapitalizmin kronik sorunlarından biridir. Ekonomik kriz dönemlerinde zirveye çıkan işsizlik olgusu, işçi sınıfının işsiz kesimlerinin korkunç bir sefalete sürüklenmesi anlamına geldiği gibi, çalışan kesimleri üzerinde de demoklesin kılıcı işlevini görmektedir. Fabrika kapılarında bekleyen milyonlarca işsiz, içeride çalışan işçinin her türlü ağır çalışma koşuluna razı gelmesi ve ücretlerin alabildiğine aşağı çekilmesi için, bizzat patronlar tarafından baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Her geçen gün daha da artan ve sınıfı tehdit eden işsizliği azaltmak üzere önlemler alınması için bastırmak bugün işçi sınıfı için yaşamsal bir sorun haline gelmiştir. Fazla mesailerin sınırlanması ve çalışma saatlerinin düşüp rülmesi, işçi sınıfının en acil taleplerinden biri olmalıdır. Ne var ki, patronların ın borazanlığını yapan hükümetlerin böylesi bir adımı dımı kendiliklerinden atması beklenemez. ez. Aksine ttırmak onlar, sözde istihdamı arttırmak adına, işgücünü kelepir hale getiren yasalar çıkarmak-la meşguller. Patronlara ve onların hükümetlerine bunu dayatacak tek güç işçi sınıfıdır. Örgütlü bir güç haline gelebildiği takdirde, burjuvaziyle birliktee sınıfın tepesine çöreklenmiş iş sendika bürokrasisini de def ecek etmek üzere harekete geçecek bu gücün önünde hiçbir engengelin duramayacağından kimsenin msenin kuşkusu olmasın.
İsrail’in 60. Yılında Ortadoğu Yasta Kerem Dağlı
İ
srail sokakları, bizde “kasap havası” diye bilinen hava nagila yani “haydi neşelenelim” şarkısının nağmeleriyle inlerken, Ortadoğu’nun geri kalanında tam bir yas havası hâkim. Çünkü yüz yılı aşkın bir zamandır Ortadoğu emperyalist devletler için bir paylaşım alanı ve bu yüzden de savaşlar hiç eksik olmuyor. Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’daki durum herkesin malûmu. Sırada Suriye ve İran var. Emperyalist saldırganlık Ortadoğu’daki her karış toprak parçasını sıcak savaşın alanı haline getiriyor. Ve hiç kimse bu gidişatın tersine döneceğine yahut durdurulabileceğine dair bir umut taşımıyor. Bu yüzden de, emperyalist-kapitalist güçler ve iktidar peşinde koşan yerel gruplar ellerini ovuşturup “haydi neşelenelim” derken, ezilen halklar karalar bağlayıp umutsuzluk içinde yas tutuyor. Filistin halkı ise İsrail’in kuruluşunu nakba yani “felâket”in başlangıcı adıyla anıyor. Ortadoğu halkları yas tutarken, bombalarla parçalanmış küçük çocukların bedenleri ya da gözleri kanlı yaşlarla dolu kadınların feryatları, burjuvaların yüreğini bir parça olsun sızlatmıyor. Avının üzerine atılmış bir sırtlan nasıl ki onun yakarışlarına kulak vermezse, mali sermayenin hizmetindeki burjuva politikacılar ve generallerin vicdanları da, ezilen halkların inleyişleri karşısında öylesine sağır ve hissizdir. Odaklandıkları tek konu, süregiden emperyalist kapışmada avantajı rakibine kaptırmamak ve en büyük parçayı kapabilmektir. Bundan dolayı da, Gazze denilen küçücük sahil şeridine sıkıştırılmış 1,5 milyon insan, ortaçağın vahşetini andıran bir kuşatma altında inliyor; yiyecek ve ilaç sıkıntısı çekiyor, elektriği yok, içme suyu yok,
çocukları okula gidemiyor, hastaları tedavi edilemiyor ve bunlar yetmezmiş gibi İsrail ordusunun yolladığı bombalarla, roketlerle, tanklarla katlediliyor. Son bir ayda 100’den fazla Filistinli bu saldırılarda hayatını kaybetti. Modern çağın en zalimlerinden aynı İsrail devleti, Batı Şeria’da da Yahudi yerleşimciler aracılığıyla işgalin sınırlarını sürekli genişletiyor. Filistinli köylülerin topraklarına el koyuyor, onları göçmenliğe ve mülteciliğe zorluyor. Ellerindeki bir avuç topraklarını da kaybeden bu yoksul insanlar, Lübnan’a, Ürdün’e ya da bir başka ülkeye göç etmek zorunda kalıyor ve mülteci kamplarında sefil bir hayat sürmek zorunda bırakılıyorlar. Filistin halkı böylesine acılarla sefalet içinde kıvranırken, “şer ekseni”nin asıl başı ABD emperyalizminin en yetkili temsilcisi Bush da, katil İsrail devletine verdiği koşulsuz desteği pervasızca açıkladı. İsrail’deki 60. yıl kutlamalarına katılan Bush, tam da İsrail ordusu Gazze’ye yeni bir saldırı hazırlığı yaptığı sırada, sahte barış mesajlarıyla Filistinlileri aldatmaya çalışıyordu. Filistin halkının büyük çoğunluğunun oylarıyla seçilmiş Hamas hükümetini tanımayan İsrail ve ABD, kendi isteklerine uymadıkları için bir anlamda Filistinlileri cezalandırıyorlar. Hamas’ı istemiyorlar, çünkü Hamas’ın güçlenmesi İran’ın nüfuzunun artışının bir göstergesi. Sıra Tibet veya Myanmar gibi ülkelere geldiğinde büyük bir ikiyüzlülükle timsah gözyaşları döken diğer emperyalist güçler ise, ya açıktan destekleyerek ya da sessiz kalarak ABD emperyalizminin çizgisini onaylıyor, katliamcı İsrail devletinin yaptıklarına göz yumuyorlar. Çünkü onların çıkarları da şimdilik ABD’nin-
15
Haziran 2008 • sayı: 39
marksist tutum
İran elindeki Şii kartını sonuna kadar oynamayı düşünüyor. Şiilerin genel olarak Ortadoğu toplumunun ezilen kesimini oluşturmaları ve ABD’nin de iktidardaki Sünni Arap rejimleri desteklemesi İran’ın Amerikan karşıtı politikasıyla birleşince, Şii siyasi grupların İran’ın etki alanına girmeleri çok zor olmamıştır. kiyle örtüşüyor. Bu yağmacı soyunun, Ortadoğu’nun geri kalanına bakışı da farklı değildir. Başı çeken ABD ve İsrail, İran ve Suriye ile Lübnan üzerinden hesaplaşmayı düşündüklerinden, bu ülkeyi karıştırmak adına her fırsatı değerlendiriyor ve hatta bizzat kendileri provokasyonlar tertipliyorlar. Çıkarmaya çok uğraştıkları halde Lübnan şimdilik bir içsavaşın eşiğinden dönmüş gibi görünse de bu geçici bir durumdur. İran’ın artan nüfuzunu dengelemek isteyen ABD ve İsrail, Hizbullah’ın etkisi iyice kırılmadan provokasyonlardan vazgeçmeyecektir. Daha da ötesi, Lübnan’da bir içsavaşın başlaması, ABD’ye, diğer Batılı güçleri de yedeğine alarak Lübnan’ı –kuşkusuz “özgürlük ve demokrasi” adına!– işgal etmesi için bir fırsat sunacaktır. Böylece ister doğrudan ABD ve İsrail işgali biçiminde olsun isterse “barış gücü” adı altında ağızlarının suları aka aka asker göndermeye hazır emperyalist güçlerin yerleştirilmesi şeklinde, sonuçta İran’ın ve Suriye’nin etkisi iyice kırılmış olacaktır. Bu arada kaç tane çocuğun, kadının ya da erkeğin hayatını kaybedeceğinin, sakatlanacağının yahut göç etmek zorunda kalarak sefalete sürükleneceğinin, bu yağmacılar için bir önemi yoktur. Onlar için önemli olan, bulunan veya yaratılan her fırsatta İran-Suriye-Hizbullah-Hamas dörtlüsünün üzerine giderek bunlara karşı kendi “ılımlılar” cephesini pekiştirmek ve İran’a doğru kışkırtmaktır. Burjuvazinin uzmanları bu yaz değilse seneye, İran savaşının kesin olduğu konusunda “güvence” veriyorlar. Ancak aynı uzmanlar bu savaşın ABD açısından başarılı geçebilmesi için savaş öncesi hazırlığının iyi yapılması gerektiğinin de farkındalar. Önce İran karşıtı “ılımlılar cephesi”nin safları daha da sıklaştırılmalı, İran’ın bölgedeki artan nüfuzu kırılmalı –ki bu Hamas ve Hizbullah üzerinden yapılmaya çalışılıyor– ve İran’ın bölgedeki en büyük müttefiki Suriye olabildiğince etkisizleştirilmeli. Bu arada da ABD emperyalizmi kendi kuvvetlerini toparlayarak yeni bir saldırıya hazırla-
16
nabilmeli. Bu hazırlıklar için gereken süre de, dünya kamuoyuna, “diplomatik yolları sonuna kadar tüketiyoruz ama görüyorsunuz ki fayda etmiyor” mesajıyla verilmeli ve böylece İran savaşının başlatılmasına karşı oluşabilecek tepkiler en aza indirilmeye çalışılmalı. Kimi burjuva politikacılarınca “barışa giden yol” olarak sunulan İsrail-Suriye görüşmelerinin amacı da bu çerçevede değerlendirilmelidir: Suriye’nin İran’dan uzaklaştırılarak ABD yanlısı emperyalist kampa çekilmesi ya da en azından nötralize edilmesi. Yoksa herkes çok iyi biliyor ki, Suriye ile İsrail bugüne dek pek çok kez barış için masaya oturmuş, fakat hiçbir sonuç çıkmadan masadan kalkmışlardır. Büyük ağabeyi ABD’nin talimatı ve icazetiyle arabuluculuğa soyunan Türkiye’nin niyeti de bellidir. Kendini barış elçisi gibi sunan Erdoğan’ın ve temsilcisi olduğu Türkiye burjuvazisinin yegâne derdi bölgede söz sahibi olabilmek ve kendi paylarına bir parça koparmaktır.
İran’ın artan nüfuzu İran’a yönelik saldırı hazırlıkları tam gaz sürdürülürken, ABD emperyalizmini ve İsrail’i acilen bir şeyler yapmaya iten temel faktör İran’ın bölgesel düzeyde giderek büyüyen etkisi ve bu etkinin barındırdığı potansiyel tehlikelerdir. Irak’taki Şii yönetimin ve direnişin İran’la geliştirdiği ilişkilerin kazandığı boyutlar, Hizbullah’ın Lübnan’da ve Hamas’ın Filistin’de elde ettiği konum, Körfez ülkelerindeki ciddi Şii nüfusun1 giderek daha fazla sesini yükseltmesi ve Sünni Arap iktidarlara karşı muhalefet yapmaya başlaması, İran’ın artan etkisinin göstergeleridirler. Bölgede Şii etkisinin yükselmesi, ABD’nin İran’a karşı kurduğu “ılımlılar cephesi”ni oluşturan Sünni Arap iktidarları zayıflatacak ve belki de Şii siyasi grupların –Lübnan’da olduğu gibi– iktidardan pay almasına yol açacaktır. Böylesi bir durumda ise, girişmeyi düşündüğü savaşta
Haziran 2008 • sayı: 39
ABD emperyalizmi sadece İran ile değil bütün bir Şii cephesiyle uğraşmak zorunda kalacaktır. ABD ve stratejik ortağı İsrail’in Hamas ve Hizbullah ile bu kadar uğraşmaları ya da Suriye’yi etkisizleştirmeye çalışmaları bundandır. Tabii ki bu çabalarını, utanmaz bir biçimde, “bölgeye demokrasi ve özgürlük getirmeye çalışmak” şeklinde lanse etmekten geri durmuyorlar. Bu da işin psikolojik savaş boyutunu oluşturuyor. Gerici molla rejiminin iktidarda olduğu İran ise elindeki Şii kartını sonuna kadar oynamayı düşünüyor. Bölgedeki yüksek Şii nüfus en büyük kozudur. Ayrıca Irak ve Lübnan’ı saymazsak, Şiilerin diğer Körfez ülkelerinde doğru dürüst hiçbir siyasi hakları yoktur. Azımsanamayacak bir kitle oluşturmalarına rağmen siyaset arenasından böylesine dışlanmış olmaları, özellikle Irak işgali sonrası Şii grupları daha aktif bir pozisyona itmiştir. Bu durum İran için bulunmaz bir fırsat oluşturmuş ve o da eline geçen bu kozu aktif bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Şiilerin genel olarak Ortadoğu toplumunun ezilen kesimini oluşturmaları ve ABD’nin de iktidardaki Sünni Arap rejimleri desteklemesi İran’ın Amerikan karşıtı politikasıyla birleşince, Şii siyasi grupların İran’ın etki alanına girmeleri çok zor olmamıştır. Bu çizgi doğrultusunda İran, iktidar ortağı olan Irak’taki Şii gruplar ile sıkı ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu gruplara para ve silah da dâhil olmak üzere her türlü desteği veriyor. Irak hükümetine de düzenli olarak ekonomik yardımda bulunuyor. İran radyo ve televizyonları, Irak’a yönelik Arapça yayınlar yapıyorlar. Ayrıca Amerikan karşıtı direniş de belirli ölçülerde İran tarafından destekleniyor. Irak içinde önemli bir istihbarat ağına da sahip olan İran’ın, yakın zamana kadar Basra gibi bazı şehirlerde Irak’ın ulusal güçlerinden daha etkin olduğu bile söyleniyordu. Kısacası İran, Irak’taki Şii grupları fiilen yönlendirme yeteneğine sahip bir konumda bulunuyor. İran’ın ABD-İsrail ikilisine karşı önemli bir kozu da Lübnan Hizbullahıdır. Nüfusunun %45’i Şii olan Lübnan’da İran, Hizbullah aracılığıyla ABD ve İsrail’e karşı mücadele yürütüyor. Özellikle 2006’daki İsrail saldırısının püskürtülmesinden sonra Hizbullah, ülkenin en büyük siyasi ve askeri gücü haline gelmiş durumdaydı. Son birkaç hafta içinde yaşanan ve Lübnan’ı bir kez daha içsavaşın eşiğine getiren krizden de güçlenerek çıktı. Böylece, İsrail’in çekilmesinden bu yana, ABD’nin güdümündeki Batı yanlısı hükümetle arasında süren dalaşmayı da kazanmış oldu. Bu onun –dolayısıyla da İran-Suriye ikilisinin– kazandığı ikinci zafer ve Hizbullah’ı Lübnan’dan silmeye çalışan ABD-İsrail ikilisinin de ikinci yenilgisidir. Ancak pek tabii olarak bu durum geçicidir ve ABD-İsrail ikilisinin yeni hamleleri kısa zamanda gelecektir. Bu arada İran da, ABD ve İsrail’le Lübnan üzerinde girişeceği savaşın kaçınılmaz olduğu bilinciyle, Hizbullah’ı silahlandırmaya devam ediyor. Sünni mezhepli bir örgüt olmasına rağmen, ciddi bi-
marksist tutum
çimde İran ve Suriye etkisi altındaki Hamas’ın, Gazze şeridinde kontrolü ele geçirmiş olması ve ABD-İsrail destekli El Fetih’in denetimindeki Batı Şeria’da da oldukça yüksek bir popülariteye sahip bulunması da İran’ın bölge halkları üzerindeki etkisini arttırıcı bir faktördür. ABD ve İsrail’in “terör örgütü” olarak ilan edip görüşmeyi reddetmelerinden sonra, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi Sünni Arap devletlerin de Hamas’la olan ilişkilerini soğutmaları, İran’ın devreye girmesine ve Hamas’ı kendi yanına çekmesine fırsat yaratmıştır. Önemli miktarda para ve silah yardımında bulunduğu Hamas ve Hizbullah sayesinde İran, bölgedeki Amerikan ve İsrail karşıtı direnişin hamisi haline gelmiş, Şii kesimin yanı sıra muhalif konumdaki Sünni Arapların da önemli ölçüde desteğini kazanmıştır. İşte bu yüzden de, ABD-İsrail çetesi, bölgede İranSuriye-Hizbullah-Hamas dörtlüsünün artan nüfuzunu dengelemeye yönelik operasyonlara girişmiştir. Lübnan’a yapılmaya çalışılan müdahaleler bu operasyonun bir parçasıdır. Diğer parçaları ise, İran’ın nükleer silah yapımında sona yaklaştığı söylemi ve Suriye’yi ayartma çalışmaları oluşturuyor.
Ortadoğu’da nükleer yarış başlıyor Buna taze bir örnek, geçtiğimiz Nisan ayında Beyaz Saray’ın Suriye hakkında yayınladığı bir bildiriydi. Bu bildiriye göre Suriye, Kuzey Kore ile işbirliği halinde, ülkenin doğusundaki çöl bölgesinde, plütonyum üretme kapasitesine sahip bir nükleer tesis inşa etmişti. Bildiri, Suriye’yi bu konudaki çalışmalarını aydınlatmaya çağıran ve Amerikan karşıtı “teröristlere” göz yumulmasını eleştiren cümlelerle bitiyordu. Kısa süre sonra bildiriyle neyin amaçlandığı anlaşılacaktı. Hem İsrail ile görüşmeler yürüten Suriye tehdit ediliyor, hem de İsrail’in artık rutin hale gelen hava saldırılarına meşru bir zemin yaratılmış olunuyordu. Ayrıca nükleer silahsızlandırma görüşmeleri yürütülen Kuzey Kore de köşeye sıkıştırılmış olunuyordu. Hatta Hizbullah’ın önde gelen liderlerinden birinin Şam’da CIA ve MOSSAD ajanlarınca katledilmesi meselesi de bu vesileyle hasıraltı edilmeye çalışılıyordu. Bildiride ortaya atılan iddia, geçtiğimiz Eylül ayında İsrail’in Suriye’ye düzenlediği hava saldırısının ayrıntılarının CIA tarafından basına sunulması ve bahsi geçen nükleer reaktörün vurulmuş olduğunun anlatılmasıyla da “kanıtlanmış” oldu. Kuşkusuz bu “kanıtlar”2 da, en az Irak’ta kitle imha silahları bulunduğunu gösterenler kadar “sahici”ydi! Bu gelişmelerin hemen ardından İran’la olası bir savaşa karşı çıkan Orta Asya ve Afrika Boynuzu’ndaki ABD güçlerinden sorumlu Merkez Karargâhının (CENTCOM) eski komutanı Amiral William Fallon görevden alındı ve yerine ABD’nin Irak’taki güçlerinin komutanı David Petraeus atandı. İsrail de, bu “başarılı” operasyon sayesinde azalan prestijini bir nebze olsun tamir etme şansına sahip oldu. Bir yandan da İran’a, elindeki nükleer tesislerin her an
17
marksist tutum
vurulabileceği mesajı verilmiş olunuyordu. Son olarak da “ılımlı cephe”de bulunan Arap devletlerinin tepkisi, ki hiçbir tepki vermediler, ölçülmüş oluyordu. Yani bir taşla birkaç kuş… Hiç kuşku yok ki, bu ayak oyunları ve entrikalarla ABD-İsrail çetesinin yapmaya çalıştığı şey, Batı kamuoyunu İran-Suriye-Hizbullah ve Hamas’ın vurulmasına hazırlamaktır. İran’ın veya Suriye’nin nükleer silah sahibi olmaya çalıştıkları yolundaki bu propagandanın çok daha önemli bir sonucu ise, bölgede söz sahibi olmaya çalışan devletler arasında bir nükleer yarışın başlatılması ve böylece halkların nükleer silahların kullanılması tehlikesiyle yüz yüze gelmeleri olmuştur. Daha şimdiden, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 40’a yakın ülke nükleer enerji programı başlatacağına ilişkin bilgiyi uluslararası kamuoyuna geçmiştir. Altı ülke de uranyum zenginleştirme ya da nükleer yakıtı yeniden işleme planlarını duyurmuştur. Bu ülkeler arasında, Türkiye’nin yanı sıra Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Libya, Cezayir, Fas ve Yemen de bulunuyor. Bu ülkelerin nükleer silah geliştirebilmelerinin yıllar alacak olması tehlikenin büyüklüğünü hafifletmiyor. Çünkü böylesi bir yarış ve istek, bu ülkelerden en azından bir kısmının kendisi üretmeden önce de nükleer cephaneliğe sahip olmasının önünü açıyor. Ayrıca yaratılan ortam, ABD’nin ve İsrail’in İran savaşında nükleer silahları kullanmasını da meşrulaştırmaktadır. Kısacası ABD emperyalizmi, on yıllardır süren savaşlardan dolayı zaten bitap düşmüş Ortadoğu halklarının başına şimdi de nükleer savaş belâsını açmaktadır. Bu öyle büyük bir belâdır ki, geçmiştekilere rahmet okutacak ve şimdiye değin görülmemiş muazzam bir yıkıma yol açacaktır.
Haziran 2008 • sayı: 39
türlü diplomatik yolu denediğine” dair bir izlenim yaratmak, diğer taraftan da yukarıda bahsettiğimiz nükleer tesis hikâyesini kullanarak Suriye’nin aslında kötü niyetli olduğunu ispatlamaktır. İsrail eliyle masaya sürdüğü şartları (İran’la, Hizbullah’la ve Hamas’la ilişkilerin kesilmesi, Irak’taki direniş gruplarına destek verilmemesi, ardından da ABD-İsrail eksenli çizgiye gelinmesi) Suriye’nin kabul etmesi veya yerine getirmesi mümkün değildir. Zaten ABD de böyle bir şey beklemiyor, ama yine de Suriye üzerinde bir baskı oluşturuluyor, köşeye sıkıştırılıyor ve yoklamalar çekiliyor. “Ilımlılar cephesi”ni oluşturan Arap ülkelerindeki rejimlere de, savaşa hazırlık bağlamında kamuoyu oluşturmaları için fırsat tanınmış olunuyor. İsrail açısından da durum pek farklı değil, ama ABD’ye nazaran kimi nüanslar da söz konusu. İran’la veya Lübnan’da Hizbullah’la girişilecek bir savaş öncesi, Hamas’a yahut Hizbullah’a yönelik Suriye desteğinin kesilmesi, İsrail açısından kuşkusuz önemli bir kazanım olurdu. Çünkü 2006’da Lübnan’da aldığı yenilgi gösterdi ki, Arap ülkelerinin desteği olmadığı halde bile İran-Suriye-Hamas ve Hizbullah dörtlüsüyle baş etmek kolay değil. O yüzden bu kampın bölünmesi veya zaafa uğratılması yolundaki her çaba İsrail için önemli. Suriye açısından bakıldığında ise, Golan tepelerinin geri alınması, Amerikan ambargosundan ve yaptırımlarından kurtulmak, Fransa ve Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden düzelmesi önemli kazanımlardır. Fakat karşılığında istenen bedel çok yüksektir. Çünkü ABD emperyalizminin, el attığı ülkelere nasıl bir yıkım ve karmaşa getirdiği ortada. Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan bunun en bariz örnekleri. Suriye’nin “barış görüşmeleri”ni yürütmesinin asıl nedeni Türkiye ile olan ilişkilerini korumak istemesi ve zaman kazanmaya çalışmasıdır.
İsrail-Suriye görüşmelerinden “barış” çıkar mı?
“Barış” molası bitmek üzere
İran’a yönelik savaş hazırlıklarının bir diğer ayağını ise Suriye’nin Filistin ve Lübnan’daki etkisinin kırılmasına yönelik çabalar oluşturuyor. Türkiye’nin arabuluculuk ettiği ve İsrail-Suriye arasında bir yıldan uzun bir süredir devam eden “barış” görüşmelerine kazandırılan ivme bunun sonucudur. Baştan söylemek gerekir ki, adı her ne kadar “barış görüşmesi” diye geçse de söz konusu olan İsrail ile Suriye arasında bir barış sağlamak değildir. Amaç her iki taraf açısından da zaman kazanmak ve çeşitli manevralarla karşı tarafı köşeye sıkıştırmaktır. Bu yüzden de bahsi geçen “barış görüşmeleri”, savaşın diplomasi masasında yürüyen halidir ve sık sık da karşılıklı güç gösterileriyle yahut küçük çaplı çatışmalarla paralel yürümektedir. Süregiden görüşmelerde –ki ABD’deki başkanlık seçimleri sonuçlanıncaya ya da İran’a yönelik bir saldırı başlatılıncaya kadar devam edebilir– tüm tarafların kendine göre birtakım hesapları mevcuttur. ABD’nin hesabı, bir taraftan Batı kamuoyunda “her
Sonuç olarak söylenebilecek tek şey, ABD-İsrail çetesinin, kısa süreli bu “barış molası”nda, savaş hazırlıklarını iyice hızlandırdıklarıdır. Yukarıda bahsettiğimiz İran’ın nüfuzunu dengeleme operasyonunun yanı sıra, dışişleri bakanı Rice’ın, başkan yardımcısı Cheney’in ve nihayetinde bizzat Bush’un kendisinin katıldığı Ortadoğu turlarıyla da İran karşıtı cephe genişletilmeye ve sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan İran’a karşı kışkırtılmaya çalışılırken, İran da sürekli provoke edilerek savaşı haklı çıkaracak gerekçeler vermeye zorlanıyor. İşin aslı Irak savaşı öncesinde dünya kamuoyuna sunulan bahanelerin hepsi mevcut: kitle imha silahlarının varlığı, teröre ev sahipliği yapılması, Batı demokrasisine ve İsrail’e karşı saldırgan ve uzlaşmaz tutum, azgın bir Amerikan düşmanlığı. Belki de şöyle demeliydik: ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki nükleer silah tekeline karşı çıkmak, ABD emperyalizminin çıkarlarına aykırı davranmak ve bölgede nüfuz sahibi olmaya çalışmak.
18
Haziran 2008 • sayı: 39
Oyunun diğer aktörleri de, bu hamlelere göre pozisyonlarını ve tutumlarını belirliyorlar. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan çoktandır Amerikan emperyalizminin dümen suyuna girmiş durumda. Özellikle Suudi Arabistan, kendi sınırlarındaki ve diğer Körfez ülkelerindeki yoğun Şii nüfusun yarattığı potansiyel tehdidin de etkisiyle, fazla da öne çıkmadan, İran’a karşı atılan her adımı destekliyor. Mısır ise şimdilik Hamas ile İsrail arasında arabuluculuk yaparak, Türkiye’ye benzer biçimde bölgede aktif bir rol almak niyetinde. AB ve diğer Batılı emperyalist güçler ABD-İsrail ikilisinin yanında saf tutmuşken, ABD emperyalizminin nihai hedefi ve asıl rakipleri konumundaki Rusya ve Çin, şimdilik kozlarını İran üzerinden oynamakla yetiniyorlar. ABD genelkurmayı ise İran’a (veya öncesinde Lübnan’da Hizbullah’a ve hatta Suriye’ye) yönelik savaş planlarını iyice ilerletmiş durumda. Planlar, “kitle imha silahı” tesislerine küçük çaplı saldırıları ve misilleme eylemleri boyutundan, topyekûn “denizden çıkarma yaparak işgale girişme” boyutuna kadar uzanıyor. Bir uçak gemisi Lübnan açıklarına gönderilmişti, ikincisi de Körfeze gönderiliyor. Körfez ve çevre ülkelerdeki üsler sürekli takviye edilerek kuvvetlendiriliyor. Kısacası tüm işaretler İran’la girişilecek ve büyük ihtimalle nükleer silahların da kullanılacağı kanlı bir savaşı gösteriyor. Ortadoğu’nun bir kısmı gözümüzün önünde emperyalist savaşın alevleriyle kavrulurken ve yangın geri kalan bölgelere sıçramak üzereyken, çeşitli kesimlerden burjuva ideologları ve politikacıları, kulağımıza, “barış için şunlar yapılmalı” teranesini fısıldıyorlar. Oysa hepsi de çok iyi biliyor ki, ne ABD emperyalizmi ne de onun bölgedeki uzantısı konumunda olan İsrail kapitalizmi barış istiyor. Ortadoğu’daki dengeleri bozmak üzere Irak’ı işgal etmiş olan bizzat ABD’dir. Filistin meselesi de yıllardır ABD emperyalizminin politikaları yüzünden çözülememektedir. Lübnan’da her fırsatta yeni bir içsavaş için ortam yaratmaya çalışan da yine ABD ve İsrail devletleridir. Bunlarla yetinmeyip Suriye ve İran’a saldırmak üzere de hazırlanmaktadırlar. Bu durumda, kulağımıza fısıldanan yalanların amacı nedir? Doğrusu şu ki, ezilen ve yoksulluktan inleyen halkları ve onların çıkarlarını savunan sosyalistleri bir tarafa bırakacak olursak, Ortadoğu’da gerçek ve kalıcı bir barış isteyen yoktur. Emperyalist-kapitalist güçlerin “barış” adı altındaki çözüm önerilerinin tek anlamı, kendi planları gerçekleşinceye kadar savaşın sürmesi ve sonra da bu planlar temelinde oluşturulmuş nüfuz bölgelerine göre barışın şekillenmesidir, ta ki yeni paylaşım kavgalarının zamanı gelinceye kadar. Emperyalistlerin barıştan anladıkları budur. Çeşitli barış hayallerini satmaya çalışan ideologların veya politikacıların söyledikleri ise en iyimser yaklaşımla bile ancak “boş laf ” olarak adlandırılabilir, tabii eğer birilerinin çıkarlarına hizmet etmek adına manipülasyon veya dezenformasyon amaçlı konuşulmuyorsa.
marksist tutum
Emperyalistler ve yerli iktidar odaklarının “barış” adı altında attıkları her adım bölgede yaşayan halkların başına yeni çoraplar örülmesi anlamına geliyor. Onlar için satranç tahtasındaki hamlelerden ibaret olan gelişmeler, halklar için daha fazla ölüm, sefalet ve ızdırap oluyor. Sorunları yaratan da çözümsüz kılan da burjuva güçlerdir. O halde halkların yararına bir çözümün ve barışın sağlanabilmesi için işçi sınıfının devrimi ve iktidarı şarttır. Ancak böylesi muzaffer işçi devrimleri emperyalistleri, kapitalistleri ve çeşitli burjuva odakları dize getirerek kalıcı barışı sağlayabilir. Fakat işçi sınıfı kendi bağımsız sınıf çıkarlarından bihaber olduğu ve mezhepsel ve etnik temelde bölündüğü sürece bu uzak bir ihtimal olarak kalacaktır. Son tahlilde Ortadoğu’nun genelinde yaşananlar mezhepsel değil siyasi sorunlardır ve sınıflar mücadelesine dayanırlar. Her sınıf kendi çıkarını savunur. İşçi sınıfına düşen de, öncelikle yürüyen savaşımın sınıflar mücadelesinin bir parçası olduğunu anlaması, kendi sınıfının bağımsız çıkarları olduğunun farkına varması ve bu temelde örgütlenmesidir. Yoksa emperyalistler için barış, yeni bir paylaşım savaşına kadar geçirilen hazırlık sürecinden başka bir şey ifade etmez. –––––––––––––––––––––––––– 1
Politik saflaşmaların büyük ölçüde dini mezhepler üzerinden ifade edildiği Ortadoğu’da Şiiler ciddi bir nüfusa sahiptir. Dünya çapında, 1 milyarı aşkın Müslüman nüfusun yaklaşık %20’si Şii iken, petrol yataklarının önemli bir kısmını (%43) barındıran Basra Körfezini çevreleyen ülkelerde bu oran %70’lere kadar çıkmaktadır. İran’ın %90’ı, Irak’ın %65’i, Lübnan’ın %45’i, Suudi Arabistan’ın %15’i, Bahreyn’in %75’i, Kuveyt’in %30’u, Katar’ın %16’sı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin %6’sı Şii’dir.
2
Tamamen bilgisayar ortamında hazırlanmış animasyonlardan oluşan bu “ciddi kanıtlar”, çeşitli internet sitelerinden rahatlıkla izlenebilir.
19
Nepal: Maoculuk ve “Sosyalist” Yönelimli Ulusal Kapitalizm! Selim Fuat
Nepal’in yoksul emekçileri açısından sorun krallığın tasfiye edilmesiyle sona ermeyecektir. Onların gerçek kurtuluşlarının yolu, kendi öz örgütlülüklerine dayalı sovyetik tipte bir devletten geçmektedir. Ne var ki, böylesi bir devletin yaşayabilmesinin tek garantisi, başta Çin ve Hindistan’da olmak üzere bölgenin gelişmiş kapitalist ülkelerinde patlak verecek devrimler ve bu devrimlerin Nepal’e uzatacakları yardım elidir. Tüm bunların gerçekleşmesiyse, dünya devrimi perspektifine sahip enternasyonalist komünist çizgideki bir proleter devrimci önderliğin var olmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
20
A
vrupalı ve ABD’li seçkinlerin “huzur” ülkesi diye tanımlamayı pek sevdikleri Nepal’de, Kurucu Meclis (Anayasa Meclisi) seçiminin sonuçları, gerçekte ülkede “huzur” sahibi tek kesim olan egemen sınıfı alabildiğine sarstı. Çünkü, 10 Nisan 2008’de yapılan seçimin galibi, monarşinin sona ermesini savunan Nepal Komünist Partisi (Maoist) oldu. NKP(M), 1996 yılında başlattığı “Uzun Erimli Halk Savaşı”nı, Nisan 2006’da gerçekleştirilen ve bir milyon insanın sokaklara döküldüğü 19 günlük ayaklanma ile kitlesel bir seferberliğe dönüştürmüştü. Seçimde, mevcut düzenin bir süredir temel dayanakları haline gelmiş olan Kongre Partisi ve Nepal Komünist Partisi (Birleşik Marksist Leninist) ağır bir yenilgiye uğradı. NKP(M), yeni anayasayı kaleme alacak Kurucu Mecliste 217 sandalye kazanırken, rakipleri 107 sandalyede kaldı. Nispi ve çoğunluk sistemlerinin birlikte kullanıldığı karmaşık bir yöntemle oluşturulan Kurucu Mecliste, mutlak hâkimiyete değil ama önemli bir ağırlığa sahip olan NKP(M)’nin lideri Praçanda, sonuçların kesinleşmesinin ardından, 239 yıldır hüküm süren monarşinin Kurucu Meclisin yapacağı ilk oturumda sona erdirileceğini ilan etti. 28 Mayısta gerçekleştirilen bu ilk oturumda, krallık ezici oyla tasfiye edilirken federatif demokratik cumhuriyet resmen ilan edildi. Krala sarayını terk etmek için 15 gün süre tanınırken, kraliyet bayrağı gönderden indirilip cumhuriyet bayrağı çekildi. Böylece Nepal’in yoksul köylülerinin ve işçilerinin düzene karşı yükselttikleri mücadele yeni bir merhaleye ulaşmış oldu. Nepal’deki bu gelişmeler dünyanın çeşitli bölgelerindeki sol hareketler tarafından heyecanla karşılanırken, “burjuvazinin biçimsel demokrasisine karşı halk demokrasisinin” başarıya ulaştığı türünden değerlendirmeler de yapıldı sıkça. NKP(M) ise 15-30 Mayıs tarihli Kızıl Yıldız adlı
Haziran 2008 • sayı: 39
yayın organının başyazısında, “Devrimin ilk aşaması feodal düzenin sona erdirilmesi ve cumhuriyet düzeninin başlatılmasıdır. Politik olarak bu görev burjuva partiler tarafından yerine getirilmeliydi. Ancak onlar feodal düzeni sona erdirmek kapasitesinde değildir. Bu nedenle proletarya bu sorumluluğu yüklenmek zorunda kalmıştır. Büyük bir ciddilik ve etkin bir bakış açısı ile NKP(M) bu görevi omuzlamış ve cumhuriyete giden yolu açmıştır” değerlendirmesinde bulundu. Nepal’de, devrimci güçlerin gerici ve statükocu politik yapıları alt etmiş olmasını ve asıl önemlisi halk komitelerine dayanan kitle hareketini önemsizleştirmek ya da göz ardı etmek doğru değildir elbette. Bunlar Nepal’deki devrimci yükselişin açık göstergeleridir zaten. Ancak, işçi sınıfı devrimciliği ile küçükburjuva devrimciliğinin ayrımlarının kendini gösterdiği en önemli noktalardan biri olan devrim perspektifleri konusunda, geçen yüzyılın başlarında devrimci Marksizmin mahkûm ettiği Stalinist (ve onun devamcısı Maoist) aşamacı anlayış, bugün Nepal örneğinde de Marksizm adına öne sürülmekte, hatta uygulanmaktadır. İşçi sınıfının ve yoksul köylülerin devrimci mücadelesinin ortaya çıkardığı yapıların ve birikimin burjuva kurumların eline teslim edilmesi sessizce geçiştirilmekte, üstelik de tüm bunlar Marksizm adına yapılmaktadır. Bu yüzden Nepal deneyimini bu bağlamda ele almak, yaşanmakta olan bu örnek üzerinden, bir kez daha Marksizmin doğrularını ortaya koymak gerekmektedir.
Nepal’de mevcut durum Kişi başına düşen 260 dolarlık yıllık gelirle dünyanın en yoksul ikinci ülkesi olan Nepal’de nüfusun üçte ikisi yoksulluk sınırının altında yaşarken, ulusal gelirin %47’si nüfusun en zengin %10’unun elinde toplanmıştır. Yaklaşık 26 milyon olan nüfusun %90’ından fazlası kırsal bölgelerde yaşarken, %60’ı okuma-yazma bilmemektedir. Nüfusun %76’sı tarımla uğraşmakta, %18’i hizmet sektöründe ve %6’sı da sanayi sektöründe çalışmaktadır. Endüstriyel üretimse büyük ölçüde tarımsal ürünlere dayalıdır. Tarımın son derece geri tekniklerle yapıldığı Nepal’de, ailelerin yüzde 16’sı tamamıyla topraksızdır. Toprak sahibi olan ailelerin yüzde 47’si toprakların sadece yüzde 15’ine sahipken, yüzde 5’lik bir kesim de bütün toprakların yaklaşık yüzde 37’sine sahiptir. Yani ezici çoğunluğunu kırsal nüfusun oluşturduğu, bu yüzden kapitalizm öncesi kurumları ve ilişkileri yoğun olarak bünyesinde barındıran, gecikmiş bir kapitalist gelişmenin çelişkilerini, sancılarını ve gelgitlerini en yakıcı biçimiyle yaşayan bir ülkedir Nepal. İşte bu nesnellik nede-
marksist tutum
niyle, devrimin acil görevleri arasında burjuva demokratik görevler önemli bir yer tutmaktadır. 1949 yılında Nepal Komünist Partisinin kuruluşundan bu yana komünist hareketlerin geniş bir kitle desteği bulduğu Nepal’de, Maoist akım 1996 yılında başlattığı gerilla savaşı ile giderek gelişmiş, özellikle de NKP(Birleşik Marksist Leninist)’in mevcut düzeni doğrudan hedef almayan reformist ve oportünist politikaları nedeniyle, monarşist rejime karşı toplumsal muhalefetin en önemli odağı haline gelmiştir. Bu mücadelesinde NKP(M), başlattığı gerilla savaşıyla birlikte kısa sayılabilecek bir sürede Nepal topraklarının aşağı yukarı yüzde 80’ini denetimi altına almıştır. Kralın iktidarı ise başkent Katmandu ile kent merkezleri ve bunları birbirine bağlayan anayolların denetimiyle sınırlı kalmıştır. NKP(M)’nin mücadelesinin ilerlemesindeki önemli dönüm noktası ise 2005 yılında gerçekleşmiştir. Şubat 2005’te meclisi feshederek mutlak monarşi ilan eden Kral Gyanendra’nın baskıcı rejimi, zaten ülkenin kırsal kesiminin önemli bir bölümünü kontrol altında tutan NKP(M)’ye halk desteğinin artmasının önünü açmıştır. 2006 yılındaysa, feshedilen meclisteki partilerin oluşturduğu Yedi Partili İttifak ve NKP(M)’nin öncülüğünde başlayan krallık karşıtı gösteriler kısa sürede kitlesel bir halk hareketine dönüşmüş ve Kral Gyanendra Nisan ayında meclisin yeniden açılmasını ve seçimlerin düzenlenmesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine yeni bir anayasa hazırlayacak Kurucu Meclis için adil seçimler yapılması üzerinde Yedi Partili İttifakla anlaşan NKP(M) ise ateşkes ilan ederek, seçimlere kadar görev yapacak geçici hükümete katılmayı kabul etmiştir. 18 Mayıs 2006’da kralın elindeki yetkileri alan meclis, 28 Aralık 2007’de de NKP(M)’nin talebi üzerine cumhuriyeti ve federalizmi ilan eden bir yasa çıkarmış, söz konusu yasanın Kurucu Meclisin oluşturulmasının ardından yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Ardından da başta belirtildiği gibi 10 Nisan 2008’de Kurucu Meclis seçimleri yapılmış ve
21
marksist tutum
Haziran 2008 • sayı: 39
NKP(M) lideri Praçanda, partisinin ülkenin kalkınması için elinden geleni yapacağını ve “yeni bir geçiş ekonomisi politikası” benimseyeceğini ifade ediyor. Bu politikalar, devletin ekonomide daha fazla rol üstlenmesiyle, yani devlet kapitalizmi yoluyla Nepal’in uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmesini sağlamaktan başka bir şeye yol açmayacaktır. NKP(M) ezici bir seçim galibiyeti sağlamıştır. NKP(M)’yi Nepal’de bu pozisyona getiren, çürümüş monarşist rejime karşı verdiği kararlı mücadele ile halk nezdinde sağladığı güven ve daha önemlisi bununla birlikte yürüttüğü halk komitelerini örgütleme ve işlevli kılma başarısıdır. Halk komiteleri 1998 yılından itibaren Kralın denetiminden çıkan bölgelerde, rüşeym halinde ve farklı düzeylerde gelişmeye başlamıştır. Bu komiteler değişik gelişme düzeyinde çok sayıda komün ve tarım kooperatifi faaliyeti örgütlemişlerdir. Küçük toprak sahipliğinin yaygın olduğu bölgelerde kooperatif çiftçiliğine ağırlık verip, diğer bölgelerde ise büyük toprak sahiplerinin ellerinden alınan toprakları topraksız köylülere dağıtmışlardır. Tarımsal üretim ayrıca pek çok küçük ölçekli sulama ve hidro-elektrik sisteminin, su değirmenlerinin ve yol şebekelerinin komiteler tarafından inşa edilip fiziki altyapının geliştirilmesiyle desteklenmiştir. Komiteler hareketli ve yerel halk mahkemelerini kurmuşlar ve bunlar kısa süre içinde eski resmi mahkeme sisteminin yerini almıştır. Halk Kurtuluş Ordusu savaşçılarının tedavisi için askerî sıhhiye olarak kurulan devrimci sağlık ekibi de yaygınlaşan biçimde sivil halka hizmet vermiştir. Halk komiteleri kurtarılmış bölgelerdeki okullarda eğitimi düzenlemişler ve öğrencilere kendi anadillerinde ve NKP(M)’nin eğitim bölümünce hazırlanan yeni kitaplarla eğitim verilmiştir. 2001 yılının Eylül ayında bu komitelerin delegeleriyle gerçekleştirilen toplantıda, komitelerin birleştirildiği ve Nepal Birleşik Devrimci Halk Meclisi adını aldığı ilan edilmiştir. Bu Meclis, merkezi düzeyde genel grev ve boykot çağrıları yapmak, mevcut iktidara karşı diyalog ve siyasi talepleri dile getirme işlerini üstlenmek, yerel düzeyde de yerel halk komiteleri üzerinde merkezi iktidarı temsil etmekle görevlendirilmiştir. Yani bütün bu faaliyetlerle
22
adım adım ikili iktidar durumu yaratılmış ve mevcut sistemin alternatifi, halk komiteleri üzerinde yükselen Birleşik Devrimci Halk Meclisi haline gelmiştir.
NKP(M) hangi yolda yürüyor? Ancak tüm bunların gerçekleşmesine öncülük eden NKP(M), bugün gelinen noktada, bu durumu daha da geliştirmesi olanaklı Halk Meclisini etkisiz kılarak, işçi sınıfını ve yoksul köylüleri Kurucu Meclisin otoritesine yönlendirmektedir. Oysa işçilerin ve yoksul köylülerin komiteleri yerine ikame edilen Kurucu Meclis, devrime ilerleyen bu kesimlerin kaderinin cellâtlarının eline bırakılması, biriken bütün devrimci enerjinin boşa gitmesi demektir. Tıpkı Nikaragua’da geçici hükümete ve Devlet Konseyine katılarak buralarda ağırlık kazanmak uğruna işçilerin ve yoksul köylülerin öz örgütlenmelerini işlevsiz hale getiren Sandinistler gibi, Nepal’deki Maocular da Kurucu Meclis seçimlerinin ardından “cumhuriyetçi” bir devleti kurumsallaştırmak istediklerini söylemektedirler. Ancak açıktır ki, bu cumhuriyet yapısı gereği hiç de söylendiği gibi proletaryadan yana bir cumhuriyet olmayacaktır. Çünkü proletaryadan yana bir cumhuriyet, ancak burjuva devlet aygıtının bütünüyle lağvedilip, iktidarın özyönetim organları aracılığıyla işçi-emekçilerin eline geçtiği bir yapının kurulması ile mümkündür. Oysa Maocu Parti yerli burjuvaziye ve dünya burjuvazisine kapitalist ekonomiye müdahale etmeyeceğine dair sözler vermektedir. Örneğin NKP(M)’nin merkez komite üyelerinden Hisila Yami, Kasım 2005’de Monthly Review dergisinde yayımlanan makalesinde şöyle diyordu: “Küresel kapitalizmin kendi ihtiyaçları doğrultusunda çarpıtıp şekillendirdiği bir ülkede, Yeni Demokratik Devrimin hedefi,
Haziran 2008 • sayı: 39
Komünist Parti yönetiminde sosyalist yönelimli bir ulusal kapitalist ekonomik sistem geliştirmektir.” Bugün de ülkedeki sanayici ve işadamlarıyla bir araya gelen NKP(M) lideri Praçanda, partisinin ülkenin kalkınması için elinden geleni yapacağını ve “yeni bir geçiş ekonomisi politikası” benimseyeceğini ifade ediyor. Partinin iki numaralı ismi Baburam Bhattarai de, Maocuların öncülüğündeki hükümetin “kamu-özel sektör işbirliği” politikasını uygulayacağını kaydediyor. NKP(M)’nin savunduğu “Yeni Demokratik Devrim” Maoculuğun alameti farikalarından biridir. Bu devrimle kurulacak olan ve “geçiş kapitalizmi” olarak nitelenen “yeni devlet” ise Bhattarai tarafından şöyle tarif edilmektedir: “Bizimki gibi yarı-feodal, yarı-sömürge çok sınıflı bir toplumda yeni devletin ilk aşamada, bütün anti-feodal, antiemperyalist sınıfların ya da proletaryadan köylülüğe ve ulusal burjuvaziye kadar (feodal, komprador ve bürokrat burjuvazi hariç) tüm sınıfların ortak demokratik diktatörlüğü olacağı kesinlikle kavranmalıdır.” (Nepal’deki Devrimin Sorunları ve Olasılıkları, Kazanılacak Dünya Yay., s.387) Açıktır ki, NKP(M) kapitalist işleyişin dışına çıkmayan ulusal kalkınmacı bir burjuva iktidarın kurulmasından başka bir şeye yol açmayacak bir yolda yürümektedir. NKP(M) işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün devrimci yükselişinin önüne geçip süreci burjuva sınırlara hapsetmeye çalışmaktadır. Bu politikalar, devletin ekonomide daha fazla rol üstlenmesiyle, yani devlet kapitalizmi yoluyla Nepal’in uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmesini sağlamaktan başka bir şeye yol açmayacaktır. İktidarının asıl kaynağı olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini sağlama alan burjuvazinin, NKP(M) üzerinde içeriden ve dışarıdan nasıl baskı oluşturmaya çalışacağını önümüzdeki süreçte daha net göreceğiz. Ancak siyasi iktidarı tam olarak ele geçirmek isteyen burjuvazinin, NKP(M)’yi daha radikal proleter unsurlarından temizleyerek ehlileştirmeye ya da bunu başaramadığı takdirde iktidarın dışına itmeye çalışacağına hiç kuşku yoktur. Partideki kimi kesimler de bu durumun farkındadır. Örneğin Kızıl Yıldız’daki makalesinde NKP(M) Merkez Komite üyesi Dharmendra Bastola bu tehlikelerden şöyle söz ediyor: “Önümüzdeki tehlikeler yalnızca düşmandan kaynaklanmıyor, Maoistlerin aklını parlamentarizm ile çelmeye çalışıyorlar, örneğin meclis partileri Maoistleri eski, çürümüş, gerici ana politik akıma yöneltmek amacıyla 12 noktalı anlaşmayı sürekli delmeye, ihlal etmeye ve yok saymaya çalışıyor ve seçimlerdeki yenilginin ardından Maoistlerin hükümeti kurma hakkını, bu en bilindik ve sözde onların en bağlı olduğu demokratik hakkı yok saymaya çalışıyorlar. Tüm bunların yanında tehlike, partinin ve örgütün kendi içinden de yükselebilir. Bir yanda parti yeni Nepal’i inşa etme görevini geniş halk kitlelerine vermek ve onları örgütlemek zorundadır, diğer yanda ise pek çok oportünist ve ikbal avcısı, çürümüş sınıf düşmanları, re-
marksist tutum
Nepal devriminin çözmesi gereken görevlerin burjuva demokratik doğasını aklı başında hiç kimse yadsıyamaz. Ancak burada da sorun, bu devrimin hangi sınıfın önderliği altında, hangi sınıfın hegemonyasında gerçekleşeceği ve bu görevlerin ne tür bir siyasal iktidar aracılığıyla çözülebileceğindedir. Nepal’de bu görevleri yerine getirme sorumluluğu, devrimci işçi ve yoksul köylülerin omuzlarındadır.
formist ve sosyal demokratlar da Partiyi halkın çıkarlarına karşı kendi çıkarlarını koruması için etkilemeye ve kendilerini parti içinde kamufle etmeye çalışacaktır. Savaşta ve mücadelede yer almış olan geniş halk kitleleri ve politik aktivistlerin büyük bir kesimi geleceğe yönelik bir belirsizlik duygusu içindeyken, eğitimli entelektüeller hükümet görevlerinde yer alma olanağı bulacaktır ve bu da yeni durumda yeni bir sınıfsal bölünmenin kötü emaresi olacaktır. Bu tarz hayal kırıklıkları ve endişeler elbette ki mücadelenin böylesi geçiş aşamalarının net sonuçlarıdır, dahası devrimci proletarya etrafındaki Nepal toplumunda partiyi bataklığa sürükleyebilecek bu koşulların gerçek bir zemininin olduğu da açıktır.” Nepal devriminin çözmesi gereken görevlerin burjuva demokratik doğasını aklı başında hiç kimse yadsıyamaz. Ancak burada da sorun, bu devrimin hangi sınıfın önderliği altında, hangi sınıfın hegemonyasında gerçekleşeceği ve bu görevlerin ne tür bir siyasal iktidar aracılığıyla çözülebileceğindedir. Nepal’de bu görevleri yerine getirme sorumluluğu, devrimci işçi ve yoksul köylülerin omuzlarındadır. Nepal’in yoksul emekçileri açısından sorun krallığın tasfiye edilmesiyle sona ermeyecektir. Onların gerçek kurtuluşlarının yolu, kendi öz örgütlülüklerine dayalı sovyetik tipte bir devletten geçmektedir. Ne var ki, böylesi bir devletin yaşayabilmesinin tek garantisi, başta Çin ve Hindistan’da olmak üzere bölgenin gelişmiş kapitalist ülkelerinde patlak verecek devrimler ve bu devrimlerin Nepal’e uzatacakları yardım elidir. Tüm bunların gerçekleşmesiyse, dünya devrimi perspektifine sahip enternasyonalist komünist çizgideki bir proleter devrimci önderliğin var olmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
23
Statükoculuk, Libe Burjuva Demokrasis İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın siyasal haritasında çok önemli değişmeler olmuştu. Savaş sonrası dönemi karakterize eden ya da bu döneme damgasını vuran en önemli gelişme, dünyanın iki bloklu (kapitalist ve “sosyalist”) bir dünyaya dönüşmesi ve yıllarca sürecek olan bloklar arası bir soğuk savaş döneminin başlamış olmasıydı. ABD emperyalizmi ve Avrupalı müttefiklerinin tezgâhladıkları bu soğuk savaşın temel eksenini, Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanlığın körüklenmesi ve koyu bir antikomünizm propagandasının dünya çapında örgütlenmesi oluşturuyordu. Başını ABD’nin çektiği emperyalist blokun dünya ölçeğinde yaymaya çalıştığı bu anti-komünist propagandaya göre Sovyetler Birliği ve yeni kurulan komünist rejimler “hür dünyanın ve demokrasinin düşmanı”, buna karşılık ABD emperyalizmi ise “hür dünyanın ve demokrasinin savunucusu” idi! O nedenle, hür dünyanın ülkeleri, ABD ve müttefiklerinin yanında saf tutmalı ve insanlığı bir felâkete sürüklemek isteyen komünizme karşı topyekûn mücadeleye hazırlanmalıydılar! ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin, savaşın bitiminden hemen sonra soğuk savaşı başlatmalarının, dışa vuramadıkları daha temel bir nedeni vardı kuşkusuz. ABD’li ve Avrupalı kapitalistler, aslında savaş sonrası Avrupa’sında gelişebilecek bir işçi devriminden korkmaktaydılar ve esasen bu “tehlikeyi” önleyebilmek için başlatmışlardı soğuk savaşı! Milyonlarca insanın mahvına neden olan Nazizm ve Faşizm gibi insanlık düşmanı ırkçı-totaliter akımları kendi bünyesinde yaratmış olmanın suçluluğunu taşıyan burjuva Avrupa, bir yandan bu suçlu geçmişinin izlerini silmeye çalışırken, diğer yandan da savaş sonrasında emekçi kitleler arasında prestiji giderek artan komünizm düşüncesinin yayılmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Savaş nedeniyle ekonomik, toplumsal ve siyasal ya-
24
şamı altüst olmuş bir Avrupa’da komünist fikirlerin yayılması, işsiz ve yoksul düşmüş milyonlarca emekçiyi harekete geçirebilir ve bir toplumsal devrimi tetikleyebilirdi pekâlâ! İşte emperyalizmi asıl korkutan da bu gerçeklikti. Nitekim ABD ve Batı Avrupalı müttefiklerinin savaştan hemen sonra kurdukları Kuzey Atlantik Paktı Örgütü de (NATO) salt bu amaçla, yani “komünizm tehlikesi”nin Batı’da ve dünyanın başka bölgelerinde yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuş anti-komünist bir organizasyondu. Soğuk savaş stratejisinin bir gereği olarak kurulan bu örgüt, dünyanın her tarafında doğabilecek işçi devrimlerine ve gelişebilecek “komünizm tehlikesine” karşı ekonomik, siyasi ve askeri bir savaş yürütmek üzere legal ve illegal düzeyde teşkilâtlanıyordu. 1950’li yılların başında ABD, “komünizmin yayılmasını önlemek” için çeşitli Avrupa ülkelerinde NATO bünyesinde paramiliter örgütler kurdu. “Gladio” adını taşıyan bu illegal örgütlerin kadroları, savaş sonrasında işsiz kalan faşistlerden, mafyaya bulaşmış güvenlikçilerden vb. oluşturulmuştu. ABD’nin CIA marifetiyle örgütlediği bu Nazi artıkları, faili meçhul cinayetler işleyerek, bombalı sabotajlar düzenleyerek halkın komünizme düşman olmasını ve burjuva rejimin yanında yer almasını sağlayacaklardı. Bu Gladio faaliyeti, Avrupa’da komünist hareketin en güçlü olduğu İtalya’da başlatılmış ve daha sonra NATO üyesi olan tüm ülkelere yayılmıştı. Aynı illegal örgütlenme CIA tarafından Türkiye’ye de taşındı kuşkusuz. Bugün artık medyanın diline düşmüş bu soğuk savaş örgütü, Türkiye’deki adıyla “Kontrgerilla”, “Özel Harp”, ya da son olarak “Ergenekon” olarak ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Bu anti-komünist gizli örgütleri kuran NATO, o yıllardaki gizli ve açık eylemleriyle, gerçekten de emperyalist saldırganlığın ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesi haline gelmişti. Fakat öte yandan bu emperyalist pakt, her türlü saldırganlığa başvurmasına, sıcak ve soğuk savaş yöntemlerini
ralizm ve Türk Tipi si Üzerine Notlar / 5 Mehmet Sinan
kullanmasına karşın, gene de emperyalizmin dünya üzerinde tekelci bir hâkimiyet kurmasını sağlayamamıştı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde, Doğu Avrupa’nın tamamı ve Balkan ülkelerinin büyük bir bölümü kapitalist sistemden kopmuşlardı. Bu kopuş sürecine 1948’de Kuzey Kore, 1949’da da Çin katılacaktı. Kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan bu ülkelerin, ABD ve Avrupa emperyalizmine karşı SSCB’yle birlikte bir “sosyalist blok” oluşturmaları, savaş sonrası dünyada güçler dengesini tamamen değiştirmişti. İkinci Dünya Savaşından önceki güçler dağılımı ve dengeler mevcut değildi artık. Birbirine karşıt iki bloktan oluşan bir dünya vardı şimdi. Bir tarafta başını SSCB’nin çektiği ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan ülkelerden oluşan bir blok, diğer tarafta ise başını ABD’nin çektiği emperyalist-kapitalist ülkelerin oluşturduğu bir diğer blok. Bir de tabii, bu iki blok arasında kalan ve hangi yöne doğru hareket edeceği daha tam belli olmayan, “bloksuzlar” diye adlandırılan ülkeler vardı. Öte yandan, savaş sonrasında oluşan bu yeni güçler dengesi, 1950’li ve 60’lı yıllarda sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarının gelişmesine ve siyasal bağımsızlığını elde eden yeni ulus-devletlerin kurulmasına da önemli bir imkân sağlamıştı. Bağımsızlığını kazanan yeni ulus devletlerden bazıları, kapitalist bir “kalkınma” yolunu tutarak yeniden emperyalist-kapitalist ilişkiler ağı içinde yerlerini alırlarken, bağımsızlığını kazanan ülkelerden bazıları da SSCB ve diğer “sosyalist” devletlerle ilişkilerini geliştirdiler. Bunlar, “kapitalist olmayan yol” diye tanımlanan, ama gerçekte bir “devlet kapitalizmi” uygulaması olan “kalkınma” yolunu tuttular. “Bloksuzlar” ya da “üçüncü dünya” diye adlandırılan bu ülkeler üzerinde 1950’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin etkisini giderek artırması, kapitalist dünyanın hegemon gücü olan ABD emperyalizmini daha da saldırganlaştıracaktı. Dolayısıyla 1950’li yıllar, iki blok arasında so-
ğuk savaşın ve buna bağlı olarak çılgın bir silahlanma (konvansiyonel ve nükleer) yarışının başladığı yıllar oldu. ABD emperyalizmi bu yıllarda her türlü kirli yönteme ve saldırganlığa başvurarak, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve toplumcu-demokratik gelişmelerin önünü kesmeye çalıştı. Örneğin, azgelişmiş ülkelerde CIA eliyle askeri-faşist darbeler düzenlemek ve bu ülkelerdeki gerici oligarşik diktatörlükleri başa getirmek, ABD emperyalizminin bu dönemde en sık başvurduğu yöntemlerdi. Kendini dünyaya “demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu” olarak lanse eden ABD emperyalizminin çirkin yüzünün bu saldırılarla iyice açığa çıkması, bu yıllarda pek çok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinde ABD karşıtlığının yükselmesine ve anti-emperyalist eğilimlerin gelişmesine yol açtı. Nitekim bilindiği üzere 60’lı yıllar, bu anti-Amerikancı ve anti-emperyalist eğilimlerin daha da geliştiği ve Avrupa’yı da etkisi altına aldığı yıllar oldu.
Türkiye’de siyasal iktidarın liberal burjuvaziye geçişi Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelere bakarsak, aslında bu gelişmelerin de savaş sonrasında oluşan “uluslararası yeni güçler dengesinin” yarattığı siyasal konjonktürün doğrudan etkisi altında biçimlendiğini görürüz. Türkiye’de 1923’ten 1946’ya kadar süren yaklaşık çeyrek yüzyıllık tek partili burjuva diktatörlüğü döneminde, ekonominin ve siyasetin iplerini elinde tutan güç, bürokratik aristokrasi olmuştu. Bürokratik aristokrasinin burjuva iktidar bloku üzerindeki siyasal hegemonyası İkinci Dünya Savaşının nihayetine kadar kesintisiz olarak devam etmişti. TC’nin kuruluşundan itibaren burjuva devletin bürokratik cihazını elinde tutan Kemalist bürokrasi, kafaca burjuvalaşmış
25
marksist tutum
ABD ve Batı Avrupalı müttefiklerinin savaştan hemen sonra kurdukları Kuzey Atlantik Paktı Örgütü (NATO), “komünizm tehlikesi”nin Batı’da ve dünyanın başka bölgelerinde yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuş anti-komünist bir organizasyondu. ve kapitalist Batı’nın burjuva değerlerini benimsemiş olmasına karşın, Osmanlı’dan devraldığı tarihsel mirastan, yani geleneksel “devletlû sınıf ” anlayışından da tam kopabilmiş değildi. O nedenle, TC’nin kuruluşundan itibaren, mülk sahibi burjuvazi ile bu bürokrat kesim arasındaki ilişkiler hep çelişkili bir ilişki olmuştu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devletten sürekli destek görmesine karşın, emekleme dönemini aşıp da yeterli bir sermaye birikimine bir türlü ulaşamayan yerli burjuvazi, bu süre zarfında Kemalist bürokrasiye hep bağımlı kaldı ve onun hamiliğine hep ihtiyaç duydu. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında CHP hükümetinin uyguladığı “savaş ekonomisi” sayesinde bu burjuvazi oldukça palazlandı ve kendine güveni arttı. Savaştan sonra yerli burjuvazi, ekonominin ve siyasetin iplerini ulusal düzeyde kendi eline almak için çoktan planlar yapmaya başladı bile. Bir dönem devletin koruyucu kanatları altında gelişimini sürdüren ve yönetici bürokrasinin hegemonyasına katlanmak zorunda kalan yerli burjuvazi, şimdi bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve merkezi iktidarda daha hâkim bir konum elde etmek istiyordu doğal olarak! Türkiye’de yatırımlar ve sermaye birikimi süreci, baştan beri kapitalist devlet işletmelerinin hâkimiyetinde gelişmiş olsa da, bu sürecin sonunda ekonomik olarak güçlenen ve zenginleşen son tahlilde gene özel kapitalist girişimciler, yani mülk sahibi burjuvalar oldu. Savaş sonrasında yerli burjuvazinin Kemalist bürokrasiye karşı tutumunda önemli bir değişikliğe yol açan da işte bu durumdu. Ekonomik gücü ve gelişkinlik düzeyi cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslanamayacak ölçüde artmış bulunan yerli burjuvazi, artık siyasal iktidarı da doğrudan kendi eline almak istiyordu. Beyin takımı İş Bankası Çevresindeki büyük kent burjuvazisinden oluşan bu liberal burjuva kesimin
26
Haziran 2008 • sayı: 39
asıl arzusu, yabancı sermayenin de desteğini alarak ekonomide liberal bir atılımı gerçekleştirmekti. Türkiye’yi yabancı sermaye yatırımlarına açacak liberal bir ekonomik sistemi örgütlemek isteyen bu burjuva kesimle, kendi yönetimi altında devlet ağırlıklı bir kapitalist kalkınma ekonomisinin devamından yana olan Kemalist bürokrasi arasında içten içe yürüyen siyasal çatışma, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte iyice açığa çıkacaktı. Türkiye’de liberal burjuvaziyi bürokrasi karşısında daha aktif bir siyasal mücadele yürütmeye teşvik eden, ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra oluşan yeni uluslararası ekonomik ve siyasal konjonktürdü kuşkusuz. Avrupa’da savaşın sona ermesi ve liberal demokrasinin yükselişte olduğu yeni bir dönemin açılması, Türkiye’de de liberal burjuvaziyi siyasal iktidarı alma konusunda cesaretlendirdi. İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen sonra, değişen dünya koşullarını değerlendiren CHP içindeki liberal burjuvazinin temsilcileri, tek parti diktatörlüğüne karşı çıkmaya başladılar. Bunlar esasen bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve kendi ekonomik ve siyasal projelerini hayata geçirmek istiyorlardı. Fakat bunu kendi başlarına ve kendi güçleriyle yapamayacaklarının da bilincindeydiler. Bu konuda kendilerine destek olacak ve “hamilik” yapacak dış kapitalist güçlere (emperyalist odaklara) ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim liberal burjuvazinin bu konuda da şansı yaver gidecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktür, Türkiye’de liberal burjuvaziye hem beklediği “hamiyi”, hem de ekonomik ve siyasal desteği sunacaktı. İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanya’sının, Mussolini İtalya’sının ve Japon militarizminin yenilgiye uğratılması, ırkçılığın ve faşizmin insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak lanetlenmesi ve Batı’da özgürlük ve demokrasi rüzgârlarının esmeye başlaması, Batı’yla ilişkilerini geliştirmek zorunda olan Türkiye’de de otoriter-devletçi kanadın (Kemalist bürokrasinin) süngüsünü düşürdü. Savaş sonrasında uluslararası konjonktürün değiştiğini ve oluşan yeni güç dengeleri ortamında artık içe kapanık bir ulusal ekonominin değil, emperyalist Batı ile bütünleşmeyi esas alan, dışa açık bir ekonominin kendi gelecekleri açısından daha “yararlı” olacağını düşünen büyük kent burjuvazisi ile Anadolu eşrafının büyük çoğunluğu artık iktidardaki statükocu Kemalist bürokrasiyi değil, değişim isteyen liberal burjuva muhalefet hareketini desteklemeye başladı. CHP içinde burjuva muhalefetin başını çeken Bayar, Menderes, Koraltan, Köprülü gibi tanınmış isimler, 1946 yılında CHP’den ayrılarak Demokrat Parti adında yeni bir parti kurdular. Savaş sonrasında Avrupa’da esen demokrasi ve liberalizm rüzgârları nedeniyle, Türkiye’de de tek parti diktatörlüğü geri adım atmak zorunda kaldı ve liberal bir burjuva partisinin (DP’nin) kuruluşunu engellemeye cesaret edemedi. DP 1946’da yapılan ilk çok partili genel milletvekili seçimlerinde iktidara gelecek oyu alamasa da, önemli sayıda milletvekilini parlamentoya sokmayı başar-
Haziran 2008 • sayı: 39
dı. Artık burjuva siyasal düzende eski yasakçı tutumun devam etmeyeceği, en azından burjuva partiler düzeyinde yasaklamaların olmayacağı bir dönem başlamış gibi görünüyordu. Hatta burjuva demokrasisinin sınırlarının bir parça genişlediği bu dönemde (1946-47), iki ayrı legal sosyalist partinin (Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi) kuruluşuna bile izin verildi. Böylece, Osmanlı’dan buyana Türkiye’deki siyasal değişim süreçlerinin, iç dinamiklerin zorlamasından çok, dış dinamiklerin zorlamasıyla gerçekleştiği bir kez daha kanıtlanmış oluyordu. Bu dönem ayrıca, tek parti diktatörlüğü dönemi boyunca süregelen sendikal yasakların da gevşetildiği bir dönem oldu. Sendikalar bu dönemde Türkiye’nin her tarafında hızla örgütlenmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen sonra, değişen dünya koşullarını değerlendiren CHP içindeki liberal burjuvazinin temsilcileri, tek parti diktatörlüğüne karşı çıkmaya başladılar. Bunlar esasen bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve kendi ekonomik ve siyasal projelerini hayata geçirmek istiyorlardı. Fakat bunu kendi başlarına ve kendi güçleriyle yapamayacaklarının da bilincindeydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktür, Türkiye’de liberal burjuvaziye hem beklediği “hamiyi”, hem de ekonomik ve siyasal desteği sunacaktı. Türkiye’de meydana gelen bu siyasal zihniyet değişikliği, emperyalist Batı’nın savaş sonrası stratejileriyle de ters düşmediği için, Batı tarafından da olumlu karşılanacaktı. Nitekim 1946 yılında Türkiye’de çok partili parlamenter sisteme geçildiği ilan edilince ve çok partili ilk genel seçim gerçekleştirilince, ABD esasen Avrupa’nın onarılması için hazırladığı Marshall yardım planından Türkiye’yi de yararlandırdı. Resmi adı Avrupa Kalkınma Programı olan Marshall Planı, ABD dışişleri bakanı George Marshall tarafından ortaya atılan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük yıkıma uğramış kapitalist Avrupa’yı yeniden kalkındırmayı öngören bir programdı. Savaş sonrasında yaşanan işsizlik, yoksulluk ve kargaşa ortamının, Batı Avrupa ülkelerinde geniş emekçi kitleleri komünist partilere yöneltmesinden ve bir işçi devriminden çekinen ABD yönetimi, bu ülkelerin ekonomik durumlarını bir an önce düzeltmelerini istiyordu. Fakat Türkiye’de yaratılan bu “demokrasi” iklimine rağmen, iktidardaki Kemalist bürokrasi işçi sınıfının ve sosyalistlerin örgütlenmesine fazla tahammül gösteremedi. İki legal sosyalist parti, kuruluşlarından altı ay sonra CHP hükümeti tarafından kapatıldılar ve ardından, sosyalistlerin öncülüğünde kurulan işçi sendikaları da kısa bir süre
marksist tutum
sonra aynı akıbete uğradılar. Fakat öte yandan, CHP’nin demokrasi konusunda takındığı bu ikiyüzlü tutumunun kendisine de bir yararı olmayacaktı kuşkusuz! Yıllardan beri halk kitlelerinin gözünde, halka yabancılaşmış baskıcı-otoriter bir devlet bürokrasisinin örgütü haline gelmiş bulunan CHP, çoktan halkın nefretini kazanmış bulunuyordu zaten. Bu nedenle de 1950’de yapılan genel milletvekili seçimlerinde ağır bir yenilgi almaktan kurtulamadı. Seçim beyannamesinde ve yürüttüğü propaganda çalışmalarında, CHP’nin baskıcı-bürokratik yönetimini ve uyguladığı ayrımcı politikaları ağır bir dille eleştiren ve devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini korumayı, köylerde jandarma zulmüne son vermeyi vaat eden burjuvazinin yeni partisi DP, CHP karşısında ezici bir seçim zaferi kazanarak iktidara geldi. Otoriter-bürokratik tek parti diktatörlüğünden bıkmış olan ve ne pahasına olursa olsun değişim isteyen emekçi halkın (özellikle köylü kitleler) ezici bir çoğunluğu ve bu arada sosyalistler de 1950 genel milletvekili seçimlerinde DP’yi destekledi. Gerçekten de emekçi halk kitleleri, CHP’nin 1940’lı yıllarda uyguladığı savaş ekonomisinden en büyük zararı gören kesimdi. CHP’nin savaş yıllarında uyguladığı ekonomik politika nedeniyle işçi ve emekçi sınıflar alabildiğine yoksullaşırken, mülk sahibi sınıflar (burjuvazi ve eşraf ) tam tersine bu yıllarda daha da zenginleşmişlerdi. Fakat burjuvazi zenginleştiği bu savaş yıllarında kendisini hep geri planda tutmasını bildiği için, sonuçta halkın gözünde suçlu olan, hep ön planda duran bürokrasi olacaktı. Halkın gözünde, işsizliği de, pahalılığı da, yoksulluğu da yaratan bu ön plandaki bürokrasi idi. Dolayısıyla, savaştan sonra burjuvazi bu durumu da kendi lehine kullanmasını bildi ve bu kez de bürokratik devletin baskılarına karşı yoksul emekçi halk sınıflarının “kurtarıcısı” olarak çıktı siyaset sahnesine. Tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi! Burjuva siyasal rejimde meydana gelen bu “zihniyet” ve “siyaset” değişikliği, emperyalist Batı’nın izlediği savaş sonrası stratejiyle de uyum içinde olduğu için, Batı tarafından da hararetle desteklendi. ABD ve müttefikleri, savaşın bitiminden hemen sonra gündeme getirdikleri ve uygulamaya başladıkları “soğuk savaş” stratejisinde, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’ye de çok önemli bir rol biçtiler. Bunun karşılığında DP iktidarı da kendisini ekonomik ve siyasal bakımdan destekleyecek ve koruyacak yeni bir hamiye (ABD) kavuşmuş oluyordu!
Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de burjuva demokrasisi 1950 seçimlerini kazanarak tek başına iktidar olan DP’nin ilk önemli siyasal icraatı, 1952 yılında NATO’ya girmek ve ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı soğuk savaş saldırısına aktif destek vermek oldu. Daha baştan ABD emperyalizminin soğuk savaş stratejisine angaje olan DP, bu nedenledir ki “demokrasi ve özgürlükler” ko-
27
marksist tutum
Haziran 2008 • sayı: 39
Seçim beyannamesinde ve yürüttüğü propaganda çalışmalarında, CHP’nin baskıcı-bürokratik yönetimini ve uyguladığı ayrımcı politikaları ağır bir dille eleştiren ve devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini korumayı, köylerde jandarma zulmüne son vermeyi vaat eden burjuvazinin yeni partisi DP, CHP karşısında ezici bir seçim zaferi kazanarak iktidara geldi. nusunda iktidara gelmeden önce verdiği sözlerin hepsini unuttu ve iktidarda kaldığı on yıl boyunca da Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisi uygulamaya hiçbir şekilde yanaşmadı. Çünkü DP iktidarı emperyalizmin dümen suyuna girdiği andan itibaren, ABD’nin soğuk savaş stratejisine uygun davranacağını ve bunun dışına çıkmayacağını taahhüt etmiş bulunuyordu. Dolayısıyla, DP iktidarının uygulayacağı burjuva demokrasisi de, sınırlarını ABD emperyalizminin çizdiği “demokrasi”den bir adım öteye geçemezdi. Tek parti diktatörlüğünün anti-demokratik, baskıcı, otoriter uygulamalarını eleştirerek ve de liberal söylemleri yükselterek iktidara gelen DP, kendi iktidarı döneminde, söylediklerinin tam tersini yapmak zorunda kaldı. Çünkü bu “liberal” burjuva iktidarı, ABD’den ve Batılı emperyalistlerden aldığı mali ve askeri yardımların karşılığını, demokrasi uygulayarak değil, soğuk savaşın gereklerini yerine getirerek ödeyebileceğinin bilincinde olan bir iktidardı! O nedenledir ki DP iktidarı, ana eksenini azgın bir anti-komünizmin ve anti-Sovyetizmin oluşturduğu soğuk savaş politikalarını uygulamaktan öte bir şey yapmadı kendi iktidarında. Öte yandan, DP iktidarının Türkiye’de Batı tipi bir burjuva demokrasisini işletip işletmediği konusu, Batılı müttefiklerinin (ABD’nin ve Avrupa’nın) de pek umurunda olmadı zaten. Onlar için önemli olan, Türkiye’deki ortaklarının yani burjuva iktidarların antikomünist ve de anti-Sovyet olma görevlerini layıkıyla yerine getirip getirmedikleriydi. Nitekim DP iktidarı, ABD emperyalizminin bu arzusunu hiç boşa çıkarmadı. Demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, daha iktidarının birinci yılında soğuk savaş stratejisinin gereklerini yerine getirerek komünistlere karşı saldırıya geçecek (1951-52 TKP tevkifatı) ve bu konuda ABD’nin ne denli sadık bir “anti-komünist müttefiki” olduğunu kanıtlamış olacaktı! Böylece TKP de tarihindeki en geniş tevkifatı,
28
“özgürlük ve demokrasi şampiyonu” liberal DP iktidarı döneminde yaşamış olacaktı. DP iktidarının bu yıllarda düzenlediği ve aydınları da kapsayan “komünist avı”, Türkiye’de burjuvazinin hiçbir kesiminin (en liberalinin bile) demokrat olmaya nefesinin yetmediğini ve yetmeyeceğini göstermesi bakımından da ayrıca önemli bir olay oldu kuşkusuz. “Liberal” ve de “özgürlükçü” bir parti olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, iktidara gelişinin daha ilk yılında komünistlere karşı uyguladığı bu saldırgan politikayla, ilerde işçi ve emekçi sınıfların ekonomik-demokratik talepleri karşısında nasıl bir tutum takınacağını ve ne tür bir politika izleyeceğini de açıkça ortaya koydu. İşçi sınıfının hakları sözkonusu olduğunda, bu “liberal” burjuva iktidarın da kendisinden önceki statükocu devletçi burjuvabürokrat iktidardan (CHP iktidarı) pek farklı bir uygulama içinde olmayacağı apaçık ortaya çıktı. DP’nin işçi ve emekçilere yönelik uygulaması, onların ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklerini son sınırına kadar kısıtlamayı hedefleyen bir uygulama olacaktı. 27 yıllık CHP iktidarından sonra, DP iktidarı döneminde de işçi sınıfı, grevli toplu sözleşmeli gerçek sendikal haklarından mahrum kalacaktı tabii ki. Devletçi Kemalist bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi, serbest piyasacı DP’nin “liberal” iktidarı döneminde de, başta komünist düşünce olmak üzere her türlü sol, sosyalist ve demokratik düşünce üzerinde koyu bir yasakçılık ve sıkı bir sansür uygulaması devam etti.
Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de kapitalist gelişme! ABD’nin başlattığı soğuk savaş stratejisine dahil olmasıyla birlikte, Türkiye’nin üstleneceği rol de belirlenmiş oluyordu. Türkiye kendi bölgesinde Batı emperyalizminin
Haziran 2008 • sayı: 39
ileri karakolu olacaktı. Bunun karşılığında Türkiye’ye yapılacak olan “yardımı” da ABD üstleniyordu. Türkiye için çizilen program belliydi: Muhtemel bir savaş durumunda ön sıralarda yer almaya itilen Türk ordusunun donatılması işini, ABD üstleniyordu. ABD İkinci Dünya Savaşından elinde kalan silahları bu işte kullanacaktı. Buna karşılık Türkiye de, savaşta yıkıma uğrayan sanayisini yeni baştan kurma uğraşı içinde olan Avrupa’ya hammadde ve gıda sağlamak üzere, üretim faaliyetlerini tarım ve madencilik sektöründe yoğunlaştırmayı taahhüt ediyordu. Özetle, Türkiye bir yandan kuzeydeki komşusu ve “ezeli düşmanı” SSCB’ye karşı Batı’nın fedailiğini yapacak, diğer yandan da Batı’nın tahıl ambarı ve hammadde deposu olacaktı. Böylece yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki konumuna dönmüş oluyordu Türkiye. O dönemde emperyalist devletlerin görevlendirdiği ekonomi uzmanlarına göre, Türkiye’de bir sanayinin özellikle de ağır sanayinin kurulması sözkonusu değildir. Çünkü bunun mali kaynaklarının sağlanması çok zor bir iştir! Dolayısıyla, sanayileşme yerine öncelikle tarıma dayalı bir “ekonomik kalkınma” yolu benimsenmelidir! Türkiye’yi sanayileşmekten caydırmaya yönelik olan bu kaba telkinlerin, Türkiye’de bir rahatsızlık yaratabileceği de düşünüldüğü için, o dönemin Dünya Bankası yöneticileri bu öneriyi biraz yumuşatarak şöyle demekteydiler: “Türkiye’ye sanayileşme amacından vazgeçmesi gerektiği gibi bir telkinde bulunulmuyor. Ona telkin edilen şey, bu amaca en çabuk yoldan varmanın, tarım alanındaki kalkınmaya ağırlık tanımakla mümkün olacağı gerçeğidir.”1 1950 seçimlerinde tek başına iktidar olan DP, emperyalist kuruluşların telkinlerine uyarak tarım yoluyla gelişmeyi ekonomik programının temeli yaptı. DP iktidarının 1950-54 yılları arasında geçen ilk dönemi, CHP iktidarı altında uygulanan devlet kapitalizminin tersine, ekonomide mutlak bir liberalizm dönemi oldu. DP iktidarının ilk yıllarında (1950-54) tarımda hızlı bir kapitalistleşme yaşandı. Özellikle Trakya, Ege, İç Anadolu’da toprakların kapitalist tarıma açılması tahıl üretimini hızla arttırmış ve tahıl ihracından Türkiye ekonomisine epey miktarda bir döviz girdisi sağlanır olmuştu. Tarımdaki bu kapitalist gelişme, en başta kapitalist tarıma yönelen büyük toprak sahibi tarım burjuvazisine ve büyük ticaret burjuvazisine (ithalatçı-ihracatçı burjuvalara) yaramıştı. Bayar-Menderes hükümetinin ilk dönemlerinde palazlanan burjuva kesimler bunlar olmuştu. Gene bu dönemde, NATO ve Marshall Planı çerçevesinde gelen dış yardımlar ve krediler de kapitalist gelişmeye ivme kazandıran unsurlar oldular. Fakat dış yardımlara ve dış borçlanmaya bağımlı hale gelen ve tek ayak üzerinde duran (esas olarak tarım sektörüne dayanan) bu kapitalist kalkınma hamlesi, çok kısa bir süre sonra hüsranla sonuçlanacaktı. Sanayi alt yapısı kurulmamış her azgelişmiş ülkenin düştüğü duruma, Türkiye de düşecekti kaçınılmaz olarak. DP iktidarının ilk döneminde (1950-54) gerçekleşen
marksist tutum
tarımdaki kapitalist gelişme hamlesinin hemen arkasından, Türkiye ekonomisi sonu derin bir krizle noktalanacak olan bir bocalama ve kararsızlık dönemine (1954-58) girdi. Bu dönemde tarım ürünleri ihracatının gerilemesi ve aynı zamanda ihraç fiyatlarının düşmesi, ihracatı bütünüyle tarıma dayalı olan Türkiye kapitalizmini güç duruma soktu. Tahıl ihracından elde ettiği gelirlerdeki (döviz) bu ani düşüş, Türkiye’yi bir döviz dar boğazına sürükledi ve dış borçlarını ödeyemez duruma getirdi. Öte yandan, ihracat gelirlerindeki azalma, ister istemez, hem sanayi hem de tarım için gerekli olan girdilerin ithalatını da kısıtlamak zorunda bırakıyordu hükümeti. Bu da bir süre sonra, tarım üretiminin düşmesine ve ülkenin kendi üretimiyle insanlarını besleyemez hale gelmesine yol açacaktı. Yani bir bakıma CHP iktidarının “savaş ekonomisi” uyguladığı 1940’lı yıllarında çekilen kıtlık, yokluk ve yoksulluk, yeniden geri gelmiş gibiydi. Kuşkusuz ki bu olumsuz gelişmeler, kentlerde yaşayan işçi ve emekçi sınıfların yanı sıra, küçük devlet memurlarının, alt rütbeli subayların ve kimi orta katmanların yaşamını da olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar, nihayet hükümetin OECD ülkelerine olan ticari borçlarını ödeyemez duruma geldiği 1958 yılında bir bunalıma dönüştü. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de uluslararası emperyalist kuruluşlar, bir “ekonomik istikrar” programını uygulamaya sokmadığı takdirde, Türkiye’ye yardımı ve borç para vermeyi keseceklerini söylediler ve acilen uygulanması koşuluyla Menderes hükümetine bir “ekonomik istikrar programı” sundular. Bu “istikrar” programı, uzun dönemde şu ekonomik dönüşümlerin yapılmasını istiyordu hükümetten: Kredilerin denetim altına alınması ve kaynakların egemen sınıf içindeki dağılımının yeniden düzenlenmesi, bir tarım reformu yapılarak pre-kapitalist toprak ağalarının elinde atıl vaziyette duran büyük toprak birimlerinin büyük ölçekli kapitalist tarıma açılmasının sağlanması, hükümetin pre-kapitalist ilişkileri ısrarla sürdüren kırsal kesimdeki büyük toprak sahiplerini değil kentlerdeki büyük sanayi ve ticaret burjuvazisini desteklemesi, ekonominin uzun vadeli ihtiyaçlarını ve ödemeler dengesinin sunduğu imkânları hesaba katan bir yatırım programının (beş yıllık kalkınma planlarının) hazırlanması. Batılı emperyalist kuruluşlar ayrıca hükümetin bu “istikrar” programını uygulamaya geçmeden önce, yüksek oranda bir devalüasyon yaparak Türk parasının değerini düşürmesini de şart koştular. Menderes hükümeti bu son öneriye karşı başlarda bir süre direnecek, fakat 1958 Ağustosunda aldığı bir kararla, sonunda emperyalist kuruluşların bu isteğini de yerine getirmek zorunda kalacaktı. Alınan bu kararla, Türk lirasının değeri dolar karşısında bir seferde %260 değer kaybetmiş oluyordu. Derinleşen ekonomik kriz ve toplumsal yaşamda her geçen gün daha da artan sıkıntılar (tüketim maddelerinin kıtlığı, artan enflasyon ve fiyatların yükselmesi) bir süre sonra toplumda siya-
29
Haziran 2008 • sayı: 39
marksist tutum
sal bir krize de yol açacaktı. Bu ekonomik ve siyasal kriz ortamında bocalayan ve kentlerde giderek seçmen desteğini yitirdiğinin de farkında olan DP iktidarı, bir süre sonra hırçınlaşmaya ve her türlü muhalefete (partilere, basına, aydınlara, üniversite gençliğine vb.) karşı baskıları arttırmaya ve genelde anti-demokratik uygulamaları yaygınlaştırmaya başladı. Bu durum, 1950’de DP’ye kaptırdığı iktidarını geri almak için zaten ne zamandır hazırlık yapmakta olan bürokratik aristokrasiyi de harekete geçirdi. Esasen CHP içinde mevzilenmiş olan bürokratik aristokrasi, mülk sahibi egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi de kullanarak iktidarda kendine yeniden yer açmaya çalışıyordu. 50’lerin sonunda Türkiye’de sanayi burjuvazisinin çıkarlarıyla büyük arazi sahiplerinin çıkarları çatışır hale gelmişti. Kredilerin büyük kısmının sürekli büyük toprak sahiplerine gitmesinden rahatsız olan sanayi burjuvazisi de Menderes hükümetinden umudunu kesmişti. Kendisi de büyük toprak sahibi olan Başbakan Menderes, sanayi burjuvazisinin taleplerine sürekli kulak tıkıyor ve tarımdan sanayiye kaynak aktarımını sağlayacak bir toprak reformuna da soğuk bakıyordu. Bu durumda emperyalist kuruluşların önerilerini de dikkate alan bürokratik aristokrasi, devletin ağırlıkta olacağı bir planlı kapitalist sanayileşme projesini savunmaya ve bu konuda sanayi burjuvazisini de yanına çekmeye çalışıyordu. “DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devlet aydınları, artık DP döneminin sona
ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir. “Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.”2 İşte böylece 1960 yılına girildiğinde, burjuva rejimdeki siyasal tıkanıklığı açacak ve siyasal yapıyı “istikrara kavuşturmak” üzere yeniden düzenleyecek bir askeri darbe için şartlar artık olgunlaşmış bulunmaktadır. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
–––––––––––––––––––––––– 1
Akt: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.3, Gözlem Y., 1976, s.1354
2
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., Ekim 2004, s.241
BONAPARTİZMDEN FAŞİZME Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili Elif Çağlı bu kitapta Fransa’da Marx döneminde yaşanan Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire deneyiminden Almanya’daki Bismarck dönemine, İtalyan ve Alman faşizminden İspanya ve Portekiz’e, Yunanistan’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş deneyimleri göz önünde bulundurarak, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinin biçimlerini ve evrimlerini, bu rejimlere ilişkin değerlendirmenin hangi teorik-politik temellere dayanması gerektiğini ortaya koyuyor. Çağlı, Türkiye’deki burjuva rejimin kuruluş süreci ve sonraki evrimini, yaşanan darbeler ve bunların doğurduğu rejimin karakteri sorununu tartışarak, modern Türkiye tarihine ilişkin Marksist bir perspektif ortaya koyuyor. (Tarih Bilinci Yayınları, 336 sayfa, 10 YTL)
30
“Şifre Buyurmuş Bir Paşa” Vurulmuşum Düşüm, gecelerden kara Bir hayra yoranım çıkmaz Canım alırlar ecelsiz Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Yavuz Girgin
Ahmed Arif
V
an’ın Özalp ilçesinde bir kışla. Kışlanın gri renkli nizamiye kapısından tanklar, toplar, silahlı askerler aralıksız girip çıkıyor. Gri kapının üstünde kurşuni harflerle Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası yazıyor. Caddeden geçen her Kürt bu adı okuduğunda aklına “Şifre buyurmuş bir paşa” geliyor. O paşa, cumhuriyetin anlı şanlı paşalarındandı. Adı kışlalara, yollara ve meydanlara ne kadar verilse az gelirdi! Vatan için kurşun attı, attırdı! O yıllarda dünyanın her ülkesindeki meşhur paşalar kapitalist düzenin devamı için kurşun sıkmakta çok deneyim kazanmışlardı. Muğlalı Paşa da kurşunlarını 33 Kürt köylüsüne sıkarak vatani görevini yerine getirmişti!
“Gayri eşkıyaya çıkar adımız” Bürokrat, siyasetçi ve ordu görevlileri arasındaki çıkar kavgası 1943 yılında küçük çaplı bir karışıklığa yol açar. Sınır bölgelerindeki kaçakçılık rantı devlet içindeki güç odaklarını birbirine düşürmüştür. Kaymakam Hilmi Tuncel, İran’dan gasp edilen 500 kadar koyunu kendi hesabına geçirir. Van’a bir baskın düzenleyerek koyunlarını geri alan İranlı aşiret reisi ise şehri yakıp yıkar. Yıllarca birbirinin midesini besleyenler sonunda birbirinin gözünü oymaya başlamışlardır. Çıkar savaşı devletin otoritesini zaafa uğratmıştır. Acilen yardım istenir. Olayları bastırmak ve sorumluları cezalandırmak üzere Orgeneral Mustafa Muğlalı görevlendirilir. Daha evvel hiçbir suçu olmadığından serbest bırakılan 33 Kürt köylüsü, Muğlalı’nın emriyle yeniden tutuklanır. Kürt köylüleri İran’a ve Rusya’ya yardım etmekle suçlanır. 33 Kürt köylüsünün adları “paşalar cumhuriyetinde” bölücü eşkıyaya çıkar. “İbret olsun” diye 33’ü birden elleri arkadan bağlanarak kurşuna dizilirler. Katliam yıllarca sumen altı edilir, katliam hakkında en ufak bir soruşturmaya dahi izin verilmez. Fakat 33’lerden biri yaralı olarak kurtulup, İran’a sığınmıştır ve yaşadıklarını basına anlatmıştır. 5 yıl sonra (1948 yılında) Demokrat Parti katliamı meclis gündemine getirir. Amaç Kürt halkının güvenini kazanmak ve yaklaşmakta olan seçimlerde Kürt oylarını almaktır. Muğlalı yargılanır ve idama
mahkûm edilir. Cezası, ilerlemiş yaşı dolayısıyla 20 yıla indirilir. Ancak Muğlalı 1951 yılında cezaevinde ölür.
“Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz” Kürt halkının makûs talihi halen değişmiş değil. Devletin Kürt halkına “ibret olsun” diyerek verdiği cezalar bitmiyor. İnkâr ve imha siyaseti cumhuriyetin kuruluşundan bu yana aralıksız devam ediyor. 2004 tarihinde “Muğlalı” bir kez daha Kürt halkına 33 kurşunu sıkmaya başladı. Kürt halkına kurşun sıkan Paşa’nın adı 2004 yılında Van’daki kışlaya verildiğinde tarih adeta tekerrür etti. Devlet itibar iadesinde bulundu. Muğlalı’nın cezaevinde geçen 3 yılının öcü alınmış oldu.
“Vurun ulan, vurun, ben kolay ölmem” Ancak tarihine sahip çıkan Vanlılar 2004 yılında mahkemeye başvurarak Muğlalı adının kışladan kaldırılmasını istediler. Bu yılın Mayıs ayında da DTP’li milletvekilleri meclise bir soru önergesi vererek kışlaya Muğlalı adının verilmesinin suçu ve suçluyu övmek olup olmadığını sordular. Verilen cevap 80 yıllık inkâr siyasetinin bir devamı niteliğindeydi. Milli Savunma Bakanlığının yaptığı açıklama, Muğlalı’nın ölümünün üzerinden çok seneler geçtiği ve cezasını çektiği yolundaydı. Yani 33 kişinin katilinin ismi yerli yerinde durmaya devam ediyor. Ahmed Arif “33 Kurşun” adlı şiiriyle bu katliamın unutulmamasını sağladı. Arif, destansı şiirinde 33’lerden birini anlatır ve şöyle der egemenlere: “Vurun ulan/ Vurun/ Ben kolay ölmem”. Gerçekten de tüm inkâr ve imhaya karşın Kürt halkı haklı mücadelesini sürdürüyor. Ama yeni Muğlalılar “şifre buyurmaya”, halkları birbirine boğazlatmaya, katletmeye devam ediyor. Türkiye işçi sınıfı kardeş Kürt halkına yardım elini uzatmalıdır. Başkasını ezen ulus asla özgür olamaz. Tarihin sayfaları kapitalist düzenin barbarlıklarıyla doludur. Bu vahşete son verecek tek güç Türk ve Kürt işçi sınıfının ortaklaşa mücadelesi olacaktır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
Esnek Çalışma ve Güvencesizlik Çiğdem Kozlu
K
apitalist sistem çürüdükçe ve krizi derinleştikçe daha da saldırganlaşıyor. İnsanlığa ölümü, acıyı, açlığı, yoksulluğu olağan durumlar olarak sunuyor. Sermayenin bekçileri olan hükümetlerse, işçilere, yaşam ve çalışma koşullarını daha da geriye götürecek yasal düzenlemeleri dayatıyorlar azgınca. İşçi sınıfının çalışma yaşamını altüst eden esnek çalışma sistemi 90’lı yıllardan önce istisnai bir durum iken bugün sermaye sınıfı için vazgeçilmez ve yerleşik bir çalışma biçimi halini almış bulunmaktadır. Esneklik kavramı, “uzlaşmacılık, alttan alma, değişen durumlara uyarlanma” anlamlarını içinde barındırmaktadır. Hatta esnek çalışmayı konu alan makalelerde burjuva ideologların esnekliğe bu temelde yaptıkları vurgu hiç de az değildir. Oysa bazılarının kulağına hoş gelen bu kavramlar, işçiler için daha fazla sömürü, kuralsızlık ve daha derin sefalet koşulları anlamına gelmektedir. Esnek çalışma, patronlar ve onların ideologları tarafından, günümüzün ihtiyaçlarını karşılayan, modern ve faydalı bir çalışma biçimi olarak sunulmaktadır. Esnek çalışma ile metropollerin trafik sorununun çözülebileceğini, işe geç gelme oranlarının düşürüleceğini, aşırı yorgunluğun önleneceğini, çalışanların biyolojik saatlerine göre çalışmaya başlamalarına olanak sağlanacağını savunan sermaye ideologları, yalanda sınır tanımamaktadır. Kapitalist sistemde sermayenin dayattığı esnek çalışmanın kuralsız çalışmadan başka bir şey olamayacağı yolundaki itirazlar ise bu kesimler tarafından “dar kafalılık” olarak nitelendirilmektedir. Esnek çalışma denince akla ilk olarak çalışma sürelerindeki esneklik gelse de, bu uygulama, esnek işgücü kullanımı, esnek ücret uygulanması gibi geniş bir çeşitliliği içinde barındırmaktadır. Çalışma saatlerinin belirlenmesindeki esneklik, esnek çalışma uygulamalarından birisidir. İşe giriş çıkış saatlerinin ya da vardiya saatlerinin belli olduğu çalışma biçiminden, gün içine yayılan esnek işbaşı ve bitiş saatlerine geçiş pek çok sektörde gittikçe yaygınlaşmaktadır. Gecenin geç
32
saatlerine kadar uzanan çalışma saatlerinin yanı sıra, çoğu fabrikada 8 saatlik üç vardiyanın yerini günde 12 saate varan ikili vardiya sistemi almıştır. Patronlar, işgücünün esnek kullanımı adı altında, iş yoğunluğunun olduğu saatlerde daha fazla işçi çalıştırarak olası fazla mesai yükünden de kurtulmayı hedeflemektedirler. Çalışma sürelerindeki bu esneme iş yasasında belirtilen çalışma sürelerinin tam ihlali ve kuralsızlaştırmayı getirmektedir. İşçiler çok çeşitli vardiya sistemlerinde ve muazzam bir tempoda çalışmaya zorlanmaktadırlar. Daha az işçiyle daha çok iş mantığıyla da beslenen bu uygulama ile işçilerin posası çıkarılmaktadır.
Esnek çalışma yöntemleri Esnek çalışma yöntemleri, part-time çalışma, evde çalışma, çağrı üzerine çalışma, sıkıştırılmış haftalık çalışma, iş paylaşımı gibi çeşitli biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de ilk önce akla gelen ve en yaygın esnek çalışma biçimi part-time çalışmadır. İş yasasında “düzenli çalışma” kategorisine sokulan part-time çalışma, “işçinin normal haftalık çalışma süresinin tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi” olarak tanımlanmaktadır. Yasaya göre, part-time işçilerin, çalıştıkları işyerlerinde tam süreli olarak çalışan işçilerin aldıkları haklardan “çalıştıkları süre kadar” yararlanmaları öngörülmektedir. Part-time çalışma önceleri esasen üniversite öğrencilerinin tercih ettiği bir çalışma biçimiydi. Özellikle market ve fastfood sektöründe yaygın olan bu çalışma biçimi gittikçe diğer sektörlere de girdi ve yaygınlaşmaya başladı. Yasada düzenlenmiş olan ve tam bir kuralsızlaştırma getiren “çağrı üzerine çalışma”nın yaygınlaşması halinde ise işçiler tam anlamıyla patronların keyfinin cenderesine sokulacaklardır. Her ne kadar yasada işçiye çalıştırılacağı günün dört gün önceden bildirilmesi şartı konmuş olsa da pratik uygulamada yasalara kimsenin sadık kalmadığı bilinen bir gerçektir. Günler boyunca telefon başında işe çağ-
Haziran 2008 • sayı: 39
rılacağı günü ve saati bekleyen işçilerin sayısı Batı ülkelerinde hiç de az değildir. Yine Avrupa ve Amerika’da yaygın olan fakat Türkiye’de henüz uygulanmayan diğer bir esnek çalışma biçimi de “iş paylaşımı”dır. Bir işte birden fazla işçinin dönüşümlü olarak çalıştırıldığı bu çalışma biçimiyle, burjuvazi, işin görülmesinde hiçbir aksama yaşanmamasını, maksimum verimin ve sıfır işgücü kaybının gerçekleşmesini hedeflemektedir. Herhangi bir işte bir hafta bir işçi, sonraki hafta diğer işçi çalışmakta ya da hafta ortasına kadar bir işçi haftanın diğer yarısında ise başka bir işçi çalışmaktadır. İşçiler sadece çalıştıkları süre kadar ücret almakta ve sosyal haklarından yine bu süre oranında yararlanabilmektedirler. Patronların her fırsatta, işçilerin çok izin kullandığına ve bunun azaltılması gerektiğine dair yaygara koparttıkları bilinen bir gerçekliktir. Sermaye, bu çalışma yöntemine, işçilerin mazeret izinlerinin, hastalık izinlerinin, yılık izinlerinin, doğum izinlerinin vb. üretimi aksatmamasını sağlamak üzere de başvurmaktadır. Esnek çalışma ile ilgili makalelerde, patronların pazartesi ve cuma “sendromları”nın ve haftalık yorgunluğun yarattığı verim düşüklüğünden kurtulmak amacıyla esnek çalışma saatlerini tercih ettiği de yazılıp çizilmektedir. Yine esnek çalışma çerçevesinde mevsimlik, sezonluk, iş yoğunluğuna göre belirlenen iş sözleşmeleriyle çalıştırma da gittikçe yaygınlaşmaktadır. Örneğin okullarda sözleşmeli öğretmenler ve diğer çalışanlar okul dönemi boyunca çalıştırılmakta, dönem sonunda ise işten çıkarılmaktadır. Çalışanlar yaz dönemi boyunca işsiz ve güvenceden yoksun bırakılmaktadırlar. Türkiye’de uygulamaya konulan 4-B/C gibi çalışma biçimleri de esnek çalışma ve ücretlendirmeyi içinde barındıran yeni saldırı şekilleri olarak yaygınlaşmaktadır. Esnek çalışma biçimlerinden çağrı üzerine çalışma ve evde çalışma da güvencesiz çalıştırma biçimleridir. Çağrı üzerine çalışmada haftalık 20 saat ve bunun üzerinden
marksist tutum
sosyal güvence öngörülmektedir. Son dönemlerde gittikçe yaygınlaşan evde çalışma sistemi ise tamamen sosyal güvence dışı bir çalışma sistemidir. İşçilerin patronun belirlediği saatlerde çalışmaya mecbur bırakıldığı, bunun karşılığında komik ücretlere ve sınırlı sosyal haklara mahkûm edildiği bu tür esnek çalışma yöntemlerinde, işçilerin sigorta primleri çalıştıkları süre ile orantılı yatırıldığından, emekli olabilmeleri için gerekli olan prim gün sayısını tamamlayabilmeleri imkânsızdır. Dolayısıyla emekliliğin onlar için hayal olduğu işçiler ömür boyu çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar.
Örgütlü mücadele ertelenemez! Ekonomik krizin dünya ölçeğinde derinleştiği mevcut dönemde esnek ve güvencesiz çalıştırma yöntemlerinin gittikçe yaygınlaşacağı ve çeşitleneceği açıktır. Kısa süreli, kuralsız çalışmalar, düşük ücretler, kısmi sosyal haklar ve sosyal güvencesizlik önümüzdeki dönemde işçi sınıfına çok daha yakıcı olarak dayatılacaktır. Zaten örgütlenmenin önünde devasa engellerin olduğu bir ortamda, bir de kuralsız ve güvencesiz çalışma ile örgütlenmenin önüne fiilen geçilmek istenmektedir. Çünkü sermaye sınıfı gücünü ve cesaretini işçi sınıfının örgütsüzlüğünden almaktadır. Burjuvazi, kapitalizmin tarihi boyunca, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını, sosyal haklarını, kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek istemiştir. Ancak egemen sınıfın dayatmalarının ve saldırılarının ulaşacağı noktayı belirleyen esas faktör, işçi sınıfının örgütlülük düzeyidir. Sınıf hareketinin durumunu ve sınıf mücadelesinde ibrenin kimden yana olacağını da bu temel faktör belirlemektedir. Tarih, işçi sınıfının burjuvazinin karşısına bilinçli ve örgütlü bir güç olarak dikildiği durumda, saldırıların püskürtülmesinin önünde hiçbir engel kalmayacağının sayısız ispatıyla doludur. Bugün de başarıya ulaşmak için yapılması gereken şey bellidir: Örgütlenmek ve mücadeleyi yükseltmek!
33 33
Olimpiyatların Öteki Yüzü Suphi Koray
N
eredeyse bütün ülkelerin kendi topraklarında yapılması için can attığı 2008 Olimpiyatlarını düzenleme hakkını Çin’in başkenti Pekin kazanmıştı. Hatırlanacak olursa 2000 Olimpiyatlarının İstanbul’da düzenlenmesi için Türkiye de yoğun bir kampanya başlatmış, başarısız olunca sonraki olimpiyatlar için hazırlıklarına devam etmişti. Türkiye şimdi de 2016 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapabilmek için kollarını sıvamış durumda. Dört yılda bir düzenlenen olimpiyatların 2012 ev sahibi ise İngiltere olacak. Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkenin, olimpiyatlara ev sahipliği yapmak için yarışmasının ardında yatan sebep, bunun ev sahibi ülkeye sağlayacağı büyük kârlardır. Çin, 2008 Olimpiyatlarının Pekin’de yapılacağının kesinleştiği 2001 yılından bu yana hummalı bir çalışma başlattı. Spor salonlarından otellere, karayollarından otoparklara kadar yapılan altyapı çalışmalarıyla bir ihtişam tablosu yaratmaya çalışan Çinli egemenler, ülkeyi devasa bir şantiye haline getirdi. Bu ihtişam tablosunun ardında ise emeğin yoğun sömürüsü gizli! Çinli emekçiler, yaptıkları inşaatları veya olimpiyatlar için ürettikleri ürünleri zamanında yetiştirebilmek için geceli gündüzlü çalışmak zorunda kalıyorlar. Üstelik karın tokluğuna. Dünyanın “yükselen gücü” Çin’in ekonomide “Çin mucizesi” adıyla kopardığı fırtınanın ardında ucuz işgücü yatıyor. Çinli işçiler çok düşük ücretler karşılığında, sosyal güvenceleri olmaksızın, çok uzun saatler çalışmak zorundalar. İşte o pek meşhur “Çin mucizesinin” ardında Çinli işçilerin alınteri ve kanı bulunuyor. Çin’de sadece maden kazalarında ölen işçilerin sayısı yılda 6 bini buluyor. Yani günde neredeyse 20 işçi maden kazalarında hayatını kaybediyor. Yeterli güvenlik önlemlerinin alınmaması yüzünden yaşanan bu katliama rağmen, köylerinden göçen yoksul işçiler için bu ölüm yataklarında çalışmak büyük fırsat olarak görülüyor. Çünkü dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olmasına rağmen, Çin’de köyden kente göçenlerle birlikte işsiz sayısı giderek artıyor. Resmi rakamlara göre
34
%5’e yakın olan işsizlik oranı, Türkiye’nin toplam nüfusu kadar insanın işsizlik sorunundan muzdarip olduğu anlamına geliyor. Gerçek rakamsa bunun iki katından daha fazla. Bölgesel asgari ücretin uygulandığı Çin’de aylık yasal ücret ortalama 100 dolar civarında, günlük çalışma süresi ise 14 saati buluyor. 2003 rakamlarına göre, kırsal nüfusun yüzde 79’u, kentsel nüfusun da yüzde 45’i sağlık sigortasına sahip değil. Çinli bürokratlar ise işçi sınıfının bu ağır baskı ve sefalet koşullarında çalıştırılmasından övgüyle söz ediyorlar: “Çinliler isteyerek, severek çalışıyorlar. Fabrikasını bir aile gibi görüyor. Başka ülkelerde öyle değil, bir işçi saat 17 oldu mu çekip gider. Özverili değillerdir. Bizim işçilerimiz ise sorumludur. O iş bitinceye kadar kalır, saat 19 da olur, 21 de olur.” Çinli egemenler, bu topraklardan da aşina olduğumuz “biz bir aileyiz” mavalını Çin işçilerine okuyorlar. 2008 Olimpiyatlarını düzenleme hakkının elde edilmesi, Çinlilerin çalışma koşullarını çok daha ağırlaştırdı. Pek çokları, saat 21’e kadar değil gece yarılarına kadar, daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. “Fair Play” adlı grubun hazırladığı rapora göre çocukların da çalıştırıldığı şapka, çanta ve hediyelik eşya üretimi yapılan fabrikalarda işçilere ağır çalışma koşulları dayatılıyor. Asgari ücretin yarısı kadar maaş ödenen işçiler, günde 15 saate kadar çalışmaya zorlanıyorlar, istifa etmeye kalktıklarındaysa alacaklarından kesinti yapılıyor. Zaten yeterince ağır olan çalışma koşulları, ürünlerin Ağustos ayında yapılacak olan olimpiyatlara yetişmesi için daha da ağırlaştırılmış durumda. Olimpiyatlardan egemenlerin kesesine milyon dolarlar akarken, Çinli işçilerin payına düşen daha uzun çalışma saatleri, düşük ücret, sağlıksız ve tehlikeli çalışma koşulları oluyor. 2004 Atina Olimpiyatlarında da çok farklı sahneler meydana gelmemişti. Ünlü spor giyim markaları, yeni modellerinin olimpiyatlardan önce vitrinlerde yer alabilmesi için Uzak Doğuda yer alan fabrikalarında işçileri zorunlu mesaiye tâbi tutmuşlardı, fakat bu durum ücretleri-
Haziran 2008 • sayı: 39
ne yansıtılmamıştı. İşçiler saati 30 cent karşılığında sabah dokuzdan gece üçe kadar çalışıyorlardı. Burada çalışan bir işçi, gece mesaisi yaptıklarında vücut fonksiyonlarının bozulduğunu belirterek, “biz insan gibi değil, makine gibi çalışıyoruz” diyordu. Çin’de olimpiyatlar sadece işçilerin çalışma koşullarının ağırlaşmasına değil, aynı zamanda yüz binlerce insanın evlerinden edilmesine de sebep olmuş. Son yirmi yılda olimpiyatlar için inşa edilen tesisler yüzünden 2 milyonu aşkın insan evlerinden olmuş. Sadece Pekin’de 1 milyon 250 bin kişi evlerini terk etmek zorunda bırakılmış, 40 bin kişi de hapse atılmış. Olimpiyatlarda olsun, Dünya Kupası gibi diğer uluslararası spor turnuvalarında olsun, gözler önüne serilen parıltılı tablonun üzerindeki perdeyi kaldırdığımızda kapitalist sömürü düzeninin çirkin yüzünü görürüz. Her şeyi, üzerinden kâr elde edebilecek bir meta haline getiren kapitalizmin spora bakışı da aynıdır. Sporu kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda kitleleri uyutmak için kullandığı bir araç haline getiren burjuvazi, aynı zamanda dev bir pazara dönüştürdüğü spor üzerinden milyarlarca dolar kazanıyor. Asıl işlevi insan bedenini hem fiziksel hem de zihinsel olarak zinde tutmak olan spor, kapitalizm altında ekonomik ve ideolojik bir faaliyete indirgenmiştir. Uluslararası spor organizasyonlarında çalışan işçilerin durumu, kapitalist dünyanın eşitsiz, çürümüş yüzünün bariz bir göstergesidir. Günlük bir dolar ücretle çalışmak zorunda olan bu işçiler ne inşa ettikleri spor tesislerinde spor yapabiliyor, ne oyunları izleyebiliyor, ne de ürettikleri ürünleri kullanabiliyorlar. Dünya futbol topu üretiminin büyük bölümünü gerçekleştiren Pakistan’da çocuk işçiler, 100-150 dolara satılan futbol toplarını yarım dolar karşılığında dikiyorlar. Bu çocukların futbol oynamak için ne vakitleri var, ne de topları. Çin, Tayland ve Hindistan’da futbol topu dikilen fabrikalardaki işçiler ayda 232 saat mesai yapıyorlar, üstelik yasal asgari ücretin yarısı karşılığında. Stadyumundan ayakkabısına kadar olimpiyatların tüm ihtiyaçlarını yerine getirmek için durmaksızın çalışan işçiler, olimpiyatları izleyemiyorlar bile. Olimpiyat biletlerinin fiyatı, Adidas için ayakkabı yapan Çinli bir işçinin dört aylık ücretinin üstünde. Çin’deki bir spor giyim fabrikasında çalışan bir işçinin anlattıkları durumun vahametini ortaya koyuyor: “Yorgunluktan ölüyorum şimdi. İki kişi bir saatte 120 çift ayakkabıyı yapıştırmak zorundayız. Hiçbirimizin tuvalete gidecek ya da su içecek vakti yok. Dinlenmeksizin çalışıyoruz ve hep ayakkabı tabanını sonraki üretim bandına yetiştirememe korkusuyla çalışıyoruz. Şefler bize baskı yapıyor ve bizi sürekli azarlıyorlar. Yorgun ve kirliyiz. Durmaksızın çalışıyoruz yine de şefler bize hakaret ediyorlar. ” Artık “vahşi kapitalizm” döneminin kapandığını iddia edenlere en güzel cevabı veriyor bu satırlar. Spor giyim tekelleri, büyük turnuvalara yatırdıkları milyon dolarlarla, satışlarını arttırmak derdindeler. Örne-
marksist tutum
ğin Adidas, 2008 Olimpiyatlarının resmi sponsoru olabilmek için 100 milyon dolardan daha fazla ödeme yapmış. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasının resmi sponsoru oluşu nedeniyle bu firmanın satışlarında yüzde yirmilik bir artış yaşanmış. Milyarlarca insanın izleyeceği Pekin Olimpiyatlarının da benzer bir etki yapacağı ortada. Çin pazarından büyük beklentisi olan bu spor giyim tekelleri, reklâma yatırdıkları paraların karşılığını fazlasıyla alacaklarını biliyorlar. Öyle ya, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Oysa bu spor tekelleri olimpiyatlara sponsor olabilmek için milyon dolarlar harcıyorken, çocukları ve işçileri yok pahasına çalıştırıyorlar. Adidas fabrikalarında çalışan işçilerin aldığı ücret, mesai ücretleriyle birlikte 150 doları ancak geçiyor. Bir ay boyunca binlerce ayakkabı üreten işçilerin aldıkları maaş, sadece bir ayakkabının fiyatı kadar. *
*
*
Olimpiyatlar, parıltılı yüzünün ardındaki acımasız sömürü boyutunun yanı sıra, dünya egemenleri arasında bir politik mücadele alanıdır da. Geleneksel olarak her olimpiyattan önce Olympos dağında tutuşturulan olimpiyat meşalesi bütün dünyayı dolaşmaya başlar ve olimpiyatlar sona erene kadar söndürülmeden yoluna devam eder. Bu seneki olimpiyat meşalesi dünyanın birçok yerinde Çin’in Tibet’teki politikalarını protesto etmek amacıyla söndürülmeye çalışıldı. Keza hem işçi hakları ihlalleri, hem de insan hakları ihlalleri yüzünden çeşitli kuruluşlar Pekin Olimpiyatlarını boykot çağrısı yaptı. Olimpiyatların açılış ve kapanış danışmanlığını yapan ünlü yönetmen Spielberg, Çin’in Darfur’daki politikalarını gerekçe göstererek görevinden istifa etti. Geçmiş olimpiyatlar da dünya egemenlerinin politik ve ekonomik çıkarları için bir araç olarak kullanılmıştı. Örneğin, 1980 olimpiyatlarını düzenleme hakkını SSCB elde edince, ABD’nin çağrısıyla 62 ülke olimpiyatlara katılmamıştı. 2008 Olimpiyatlarının ABD’nin yeni rakibi Çin’de yapılması da benzer bir durum yarattı. ABD emperyalizmi, olimpiyat kozunu kullanarak müstakbel rakibi Çin’e darbe indirmeye çalışıyor. Kapitalist dünyanın efendileri saltanatlarını sürdürmek için hiçbir aracı kullanmaktan imtina etmiyorlar. “Spor, dostluk, kardeşlik” adı altında çirkin yüzlerini saklayıp milyonlarca işçinin teri ve kanı üzerinden semiriyorlar. Roma’da sadece “özgür yurttaşların” katılabildiği olimpiyatların bu sınıfsal özü bugün de devam ediyor. Spor organizasyonlarında fiilen ter döken işçiler bile, oyunları ancak televizyonları başından izleyebiliyorlar. Kölelik düzeni, sömürünün gizlendiği fakat daha da katmerleştiği ücretli kölelik düzeni olarak devam ediyor. Kan emici burjuva düzen son bulmadan sporun asıl işlevini yeniden kazanması da, işçi ve emekçilerin spor yapmaları da imkânsız. Bunun için işçi sınıfının devrimci meşalesinin dünyanın dört bir yanına ulaşıp bu düzene son vermesi gerekiyor.
35
Myanmar’da Kasırganın Değil Kapitalizmin Kurbanları Cem Keskin
D
eprem ve kasırga gibi doğa olaylarını durdurmak veya kontrol altına almak henüz mümkün olmasa da, elde edilen verilerle kasırganın yaşanacağı yer ve zaman önemli ölçüde doğru tahmin edilebiliyor. Bu sayede alınacak tedbirlerle can kayıplarının önüne geçmek mümkün. Fakat bilimin sunduğu olanaklara rağmen, içinde yaşadığımız kapitalist sömürü düzeni nedeniyle doğa olayları birer felâkete dönüşüyor. Bu felâketlerde yaşamını yitirenlerin ezici çoğunluğunu ise yoksul emekçi yığınlar oluşturuyor. Burjuvazinin egemen olduğu bir dünyada işlerin başka türlü yürümesi de mümkün değil. Myanmar’da 4 Mayıstaki afetle birlikte yaşananlar, kapitalist düzende işlerin nasıl yürüdüğünü bir kez daha gösterdi. Myanmar, geçtiğimiz yılın Eylül-Ekim aylarında, yönetimdeki askeri cuntanın sosyal yıkım politikalarına tepki gösteren öğrencilerin, emekçilerin ve rahiplerin gerçekleştirdikleri protesto eylemleriyle gündeme gelmişti. Protestolara şiddetle karşılık veren askeri cunta, 50’ye yakın protestocuyu katletmiş, yüzlercesini tutuklayıp işkenceden geçirmişti. Halkın sefalet içinde olduğu ve askeri diktatörlük altında yaşadığı bu ülke, bu defa çok şiddetli bir kasırgayla gündeme geldi. “Nargis” adıyla anılan kasırga, resmi verilere göre şu ana kadar 60 binden fazla insanın ölümüne, 100 binden fazlasının kaybolmasına, 2 milyon kişinin evsiz kalmasına neden oldu. Kasırgadan en çok etkilenen Labutta ve başkent Yangon civarındaki birçok köy haritadan silindi. Askeri cunta, ölü sayısını olabildiğince düşük olarak göstermeye çalışırken, yaşamını yitirenlerin sayısının 100 bini geçmiş olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Bu arada, kasırganın yaklaşmakta olduğu önceden cunta yönetimince bilinmesine rağmen halkın bilgilendirilmediği de ortaya çıkmış bulunuyor. Oysa halkın önceden gerektiği biçimde uyarılmış olması halinde can kayıplarının önüne büyük ölçüde geçilebilirdi. Ama cunta yönetiminin tek derdi, hazırladığı anayasayı birkaç gün sonra gerçekleştirilecek bir
36
referandumla halka onaylatmaktı ve bu yüzden sorun çıkmasını istemiyordu. On binlerce insan ölmüşken, yüz binlercesi evsiz kalmışken ve milyonlar açlık, susuzluk ve salgın hastalık tehlikesiyle boğuşurken, askeri cunta, devlet televizyonundan yaptığı yayınlarda halktan referandumda “evet” diyerek “vatandaşlık görevini yerine getirmesini” beklediğini ilan ediyordu. İtiraz seslerinin ayyuka çıkmasının ardından, cunta, referandumun afet bölgesinin dışında kalan yerlerde uygulanmasına karar verdi. Yani referandumu ertelemeye yanaşmadı ve felâketin yedinci günü olan 10 Mayısta söz konusu referandum gerçekleştirildi. Birkaç gün sonra da, katılım oranının %99 olduğu ve anayasanın %92,4’lük evet oyuyla kabul edildiği duyuruldu. Türkiye’de de askeri faşist diktatörlük 1982’de halk kitlelerine faşist rejimin anayasasını zorla oylatmış ve anayasanın %92 çoğunlukla kabul edildiği ilan edilmişti. 12 Eylül anayasası askerlerin vesayetindeki bir parlamenter rejimi garanti altına almak üzere kitlelere dayatılmıştı. Myanmar’daki cunta da yeni anayasayla aynı amacı güdüyor. Halkın sefalet içinde yaşadığı Myanmar, 46 yıldır askeri diktatörlükle yönetiliyor. Dünyanın en değerli yakutlarına ve tik ağaçlarına sahip olan bu ülke, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına da sahip. Kasırganın en fazla etkilediği Irrawaddy Deltası, pirinç ambarı olarak biliniyor. Ancak bu kaynaklar halkın refahının yükselmesine değil askeri cuntanın semirmesine yarıyor. Sefalet derinleşmeye devam ederken, cuntaya karşı tepkilerini ortaya koyan emekçiler ve muhalif unsurlar katlediliyor. Uzun yıllar boyunca askeri cunta yönetiminde bir despotik bürokratik diktatörlük olarak varlığını sürdüren Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti, 1988’de patlak veren bir halk ayaklanmasıyla sarsılmıştı. Emekçilerin sefalete itildiği, yoksulluğun iyice arttığı ülkede, mevcut cuntanın 1988’de başlayan ayaklanmayı bastırmakta başarısız olması üzerine, bir başka askeri cunta yönetime el koymuş
Haziran 2008 • sayı: 39
ve 1989’da gerçekleştirilen bu darbeyle, ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Bu darbenin ardından, ülkenin adı Myanmar Birliği olarak değiştirilip, “sosyalist” sıfatından da arındırılmıştı. 1990’da parlamenter rejime geçilmek üzere ilk kez çok partili seçimler gerçekleştirilmiş, ancak desteklediği partinin seçimlerde hezimete uğraması nedeniyle cunta yapılan seçimleri yok sayarak bugüne dek askeri diktatörlüğü devam ettirmişti. Halka yeni anayasanın oylattırıldığı Myanmar’da, askeri cunta iki yıl içinde parlamenter rejime geçileceğini vadediyor. Ancak askeri diktatörlüğün parlamenter sistem anlayışı evlere şenlik. Zira yeni anayasa askerin egemenliğini anayasal olarak sağlama alırken, siyasi partilerin rolünü alabildiğine sınırlandırıyor. Milletvekili adayı olabilmek için aranan koşullar pek çok insanın aday olmasını daha baştan engelleyecek nitelikte. Parlamento koltuklarının en az dörtte birinin genelkurmay tarafından atanacak subaylarca işgal edilmesi öngörüldüğü gibi, başbakanın ve iki başbakan yardımcısının seçiminde orduya geniş yetkiler tanınıyor. Parlamentodaki dengelerin, elinde geniş veto yetkisi barındıran askerin lehine ayarlanması nedeniyle, anayasanın değiştirilmesi de neredeyse imkânsız kılınmış durumda. İşte askeri cuntanın, ülke kan ağlarken referandumda ısrar etmesinin nedeni, egemenliğini sözde bir parlamenter rejim altında devam ettirmeyi güvence altına alan bu anayasanın bir an önce yürürlüğe girmesini sağlamaktı.
Emperyalistlerin timsah gözyaşları Yaşanan son felâkette askeri cuntanın takındığı tavır, onun gerçek yüzünü fazlasıyla sergilemektedir. Yüz binlerce insanın enkaz altlarında yakınlarını aradığı, on binlercesinin cenazesinin henüz toprağa bile verilemediği bir esnada gerçekleştirilen referandumun yanı sıra, ülkeye gönderilen uluslararası yardımlara karşı takınılan tutum da ibret vericidir. İlk başlarda uluslararası yardım ekiplerini ve gönderilen malzemeleri hiçbir şekilde içeri sokmayan cunta, bir süre sonra, gelen yardımların sadece malzeme kısmının kabul edileceğini açıkladı. Başka ülkelerden gönderilen yardım ekipleri, “yabancı yardım ekiplerini ve gazetecileri kabul etmeye hazır değiliz” bahanesiyle ülkeye sokulmadı. Yardım malzemelerine el koyarak kendisinin dağıtacağını duyuran askeri cunta, yoksul halk kitlelerini korkunç bir kıtlıkla karşı karşıya bırakıyor. Kasırganın ardından hayatta kalanlar, salgın hastalık tehdidi altında bir yandan afetin sonuçlarıyla boğuşurken, bir yandan da kendi imkânlarıyla yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Cuntanın bu tavrına karşılık BM’nin ve ABD’nin sergilediği tutum da tam bir ikiyüzlülük örneği. Bugüne kadar gerçekleşen birçok doğal felâkette, emperyalist ülkeler, timsah gözyaşları eşliğinde, durumu kendileri için bir fırsata dönüştürmeye çalışmışlardır. Mevcut felâkette de aynı
marksist tutum
şey olmuştur. Başta Fransa, İngiltere ve ABD olmak üzere emperyalist güçler, Çin’in nüfuz alanındaki Myanmar’da yaşanan felâketi, kendi ajanlarını ülkeye sokarak yönetimi devirme fırsatı olarak değerlendirmek istemektedirler. Cuntanın tutumunu ve insan hakları ihlallerini gerekçe gösteren Fransa açık açık, Birleşmiş Milletler hukukunun bazı maddelerine dayanarak Myanmar’a müdahalede bulunulması gerektiğinden bahsetmektedir. Myanmar’ı “özgürleştirme” misyonunu çoktandır üstlenen ABD de bunu desteklemektedir. Onların “demokrasi” ve “özgürlük” mavalının tek nedeni elbette Çin’in nüfuzundan kurtarılacak bu pastadan en büyük payı elde edebilmektir. Oraya girdiklerinde yapacakları tek şey, Irak ve Afganistan’da görüldüğü gibi yüz binlerce insanı katledecekleri bir “özgürleştirme” harekâtı yapmak, kendi çıkarlarına uygun davranan ve eskisinden hiç de daha demokratik olmayan yeni bir yönetimi başa geçirmeye çalışmak olacaktır. * * * İster Myanmar’daki gibi vahşi bir askeri diktatörlük biçimine bürünsün, isterse demokrasi maskesi takarak bu maske altında milyonları katledip dünyaya “insan hakları, demokrasi, özgürlük” dersi vermeye kalksın, insanlığın başındaki en büyük felâket kapitalizmdir. Kapitalizm var oldukça insanlık, kasırgalarda, depremlerde kırılmaya devam edecek. Doğal afetler yaşanmasa bile, kapitalistlerin bombaları milyonlarca emekçiyi canından etmeyi sürdürecek. İnsanlığın gerçek kurtuluşunun anahtarı işçi sınıfının elindedir. Esirler dünyası zincirlerini kırıp ayağa kalktığında, kapitalizmin ölüm çanlarına enternasyonal marşının dizeleri eşlik edecek. İşte o zaman, insanlığın başına musallat olan en büyük felâket tarihe gömülürken, doğa güçlerinin insan kitlelerini yıkıma uğratmasının önlemlerini alan, doğayla uyum içinde, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi bir dünyanın da kapıları açılacak. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
37
Çin Kan Ağlıyor Adil Aksu
B
irkaç gündür gazete ve televizyon bültenleri Çin’de meydana gelen depremi konu alan haberlerle dolu. Her yeni bültende ölü sayısının hızla arttığı ve yardım bekleyen daha on binlerce kişi olduğu vurgulanıyor. Felâketin boyutları öylesine feci ki, on milyon insanın etkilendiğinden, 60 bin insanın öldüğünden ve ekonomik zararın büyüklüğünden bahsediliyor. Fakat bu bizi yanıltmamalı. Birkaç gün sonra bu haberin işgal ettiği yer küçülecek, sadece sansasyonel nitelikli kısımları aktarılacak. Yaşanan faciadan dersler çıkartmak, yaşananları bir daha yaşamamak için önlem almak ve sorumlulardan hesap sormak için adım atılmayacak. Hatırlarsak daha birkaç hafta önce gıda fiyatlarındaki ani fiyat depremiyle açlığa itilmişti Asya. Toplumsal veya doğasal olaylarda burjuva medyanın çarpıttığı bir gerçek var ki, o da insanlığın yaşadığı felâketlerin asıl nedeninin kapitalist sistem olduğudur. Çin’i kana boğan deprem, pazartesi günü öğle saatlerinde Sichuan eyaletinde meydana geldi. 7,8 büyüklüğündeki depremde eyalet ve çevresi dakikalarca sallandı. Evler, okullar ve fabrikalar işçi ve emekçilere mezar oldu. Yürekleri titreten deprem felâketi anında, insanlar çığlık çığlığa “yardım” diye bağırıyorlardı. İşçi ve emekçiler kendi imkânlarıyla beton yığınlarını eşeliyor, molozları kaldırıyor ve insanları kurtarmaya çabalıyorlardı. O güne değin aynı mahallede oturan, aynı okulda okuyan veya aynı fabrikada çalışan fakat birbirini tanımayan insanlar ortak bir dayanışma içine giriyorlardı. Onlara yardım edecek devlet
38
ordusu ise ancak saatler sonra gelebilmişti. Ölü sayısının yüz bini geçeceğinden endişe ediliyor. Milyonlarca insan evsiz ve işsiz kaldı. Ama halkın tüm bu yaşananlar nedeniyle devleti sorgulamasının önüne şimdiden geçilmeye başlandı. Müteahhitler suçlu ilan edildi. Amaç Çin devletinin ve egemen sınıfının suçunu gizlemek ve aklamak... Hatırlanırsa benzeri şeyler 1999’da Türkiye’de de yaşanmıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen Kocaeli ve Düzce depremlerinin yaraları hâlâ sarılmış değil. Tersine, binlerce insan hâlâ konut sıkıntısı yaşıyor.
Bırakınız ölsünler! Her ülkede kapitalizm buna benzer acıları insanlara yaşatıyor. İşsizlik, açlık ve yoksulluk gibi toplumsal felâketlerin yanı sıra sel, fırtına veya deprem gibi doğa olaylarının felâkete dönüşmesinin de tek nedeni, gerekli önlemleri almayan burjuva düzendir. İnsanları sömüren, sınıflara bölen ve kâr uğruna savaşlarda katleden bir sistemden can güvenliğini beklemek nafile. Kapitalizm sadece kendi can ve mal güvenliğini garanti altına alır. İşçi ve emekçilerinkini güvence altına aldığı görülmemiştir. Amerika’daki kasırgalar, Asya’daki tsunamiler veya Afrika’daki kuraklık felâketleri yıllardır yüz binleri yok ederken, burjuvazinin kılı dahi kıpırdamadı, kıpırdamıyor. Kapitalist düzen toplumsal olaylar gibi doğa olaylarının nedenlerini de topluma çarpıtarak aktarır. Kendi su-
Haziran 2008 • sayı: 39
çunu gizler ve yaşananları kader olarak algılamamızı ister. Oysa savaşlar ve krizler nasıl takdir-i ilahi değilse, depremler de takdir-i ilahi değildir. Doğa olaylarının büyük bir bölümünü önceden tespit etmek bugünkü teknolojiyle mümkündür. Ama eğer aç kalan, susuz kalan veya çöken binaların altında kalanlar işçi ve emekçi sınıftan insanlarsa, önlem almaya, para harcamaya, teknolojik yatırımlar yapmaya ne lüzum var?! Dünyanın her ülkesinde burjuvazi kendisi için güvenli ve lüks evler yapar. Depremler, seller veya bombalar onların damlarına düşmez, onları sevdiklerinden ayırmaz ve acılara boğmaz.
“Ya bizde olsa!” Deprem tehlikesini yaşamış ve daha büyük depremleri bekleyen hemen her ülkede “ya bizde olsa ne yapardık” sorusu sorulmaya başlandı. Bizde egemen sınıfın üyeleri kendi önlemlerini çoktan almış durumdalar. Güvenli ve korunaklı yerlere taşınarak deprem riskinden kurtuldular. Binalarını sağlamlaştırarak en az zararla çıkmanın hesabını yaptılar. Sigorta şirketleri deprem riski üzerinden kâr elde etmeye devam ediyor. Ya milyonlarca işçi ve emekçi? Myanmar’da, Endonezya’da, Amerika’da veya Çin’de yaşa-
marksist tutum
nan felâketlerde olduğu gibi işçi ve emekçilerin payına hep ölüm düşüyor. Benzer bir depremin İstanbul’da yaşanması halinde yüz binlerce insanın öleceği tahmin ediliyor. Ardından açlık ve sağlık sorunlarının baş göstereceğine kesin gözüyle bakılıyor. Ancak komik tatbikatlarla, göstermelik önlemlerle sözde can güvenliği sağlanmaya çalışılıyor. Tüm bunlar açıkça gösteriyor ki, dünyamızı tehdit eden asıl tehlike kapitalizmdir. Kapitalist düzende göz göre göre yüz binlerce insan saniyeler içinde sudan sebeplerle ölüyor. Deprem, sel veya kasırga gibi doğa olaylarının elbette ki önüne geçilemez. Ama bu doğa olaylarında on binlerce insanın ölmesinin ve yüz binlercesinin yaralanmasının önüne geçilebilir. Bilim ve teknoloji, yani üretici güçlerin gelişmişliği sayesinde, istenirse tüm doğa olaylarının bir felâkete dönüşmesi engellenebilir. Depreme ve kasırgalara dayanıklı konutlar, rüzgârları ve kasırgaları engelleyen bariyerler yapılabilir. Ama tek derdi kâr olan, bir plana dayanmayan ve insan hayatını hiçe sayan kapitalizmin anarşik doğası buna engel olmaktadır. Öyle gözüküyor ki, çaresizliğin, ezilmişliğin ve kaderciliğin defterini dürecek işçi devrimleri yaşanmadan doğa olayları kapitalizmde büyük felâketlere dönüşmeye devam edecek.
Fas’ta 55 İşçi Yanarak Can Verdi F
as’ın en büyük kenti Casablanca filmlere konu olmuş bir kenttir. Ama 27 Nisan günü yaşanan bir olayla bu kent filmlerin değil, insanlığa kapitalizm tarafından çektirilen acıların sahnesi oldu. 155 işçinin çalıştığı bir yatak fabrikasında çıkan yangında 55 işçi yanarak hayatını kaybetti. Birçok yaralının da olduğu yangından sonra, kurtulabilenler ölen arkadaşlarının yanmış cesetlerini sırtlarında taşıyarak fabrika dışına çıkardılar. Yatak malzemeleri, elyaflar, kumaşlar… Nasıl da çabuk tutuşuverir öyle değil mi? Peki yangın riskinin bu kadar yüksek olduğu bir fabrikada nasıl oluyor da işçiler kurtulabilmek için birbirlerini ezmek zorunda kalıyor ve nasıl oluyor da 55 işçi diri diri yanarak can veriyor? Olası bir yangında duruma müdahale edecek donanımlı bir ekip ve işçilerin fabrikayı güvenli bir biçimde tahliye edebilecekleri acil durum çıkışları yoksa ve işçiler koruyucu kıyafetler giymiyorlarsa, tehlikeli durumlara karşı bir dizi eğitimden geçirilmemişlerse bu feci sonuca elbette davetiye çıkarılmış oluyor. Yangın ne sebeple çıkmış olursa olsun işçi sağlığı ve işçi güvenliği kurallarına uymadan üretim yaptırılıyorsa, bu katliamın sebebi yangın değil patronlardır. Asıl katil alevler değil patronlardır. Fas’ta yaşanan bu olay işçilerin patronların kârı uğruna tüm dünyada nasıl dizginsiz bir sömürüyle ve en tehlikeli koşullarda çalıştırıldıklarını, yanmış insan bedenleri ve acının kör bir bıçak gibi oyduğu yüreklerden kopup gelen feryatlarla anlatıyor. Biz işçiler için basit güvenlik önlemleri almaktan bile kaçınan, bizi diri diri yanarak ölüme gönderen aşağılık kan
emiciler sürüsü patronlar! Bir avuçsunuz, bir avuç! Hep sizin için çalışmamız; hep sizin için akan terimiz; kanımız, canımız hep sizin için. Fabrikada bizi yakan ateşsiniz. Depremde başımıza çöken duvarsınız. Savaşta başımıza yağan bombasınız. Madende göçüksünüz. Tersanede çürük iskelesiniz. Gökyüzünde atom bulutusunuz, çayda radyasyon. Hapishanede darağacı, su altında mülteci taşımış batık tekne, hastanede can pazarı, mitinglerde keskin nişancı katillersiniz. Fas’ta yangın, Almanya’da gaz odası, Vietnam’da kaplan kafesi, Ruanda’da palasınız. Bizim acımızsınız, sefaletimiz ve katilimizsiniz. Siz bizim azrailimizsiniz! Ellerinizden kanımız damlıyor, kanımız! Casablanca yanmış insan eti kokuyor. Onları, işçi kardeşlerimizi siz yaktınız! Behey katiller sürüsü, behey leş yiyiciler! Sonsuza kadar yaşamaz krallar da, cellâtlar da. Hepsinin vardır bir mezar kazıcısı. Behey sömürücüler, behey patronlar sınıfı, şunu bilin ve emin olun ki sizin de mezar kazıcınız bir gün ayağa kalkacak ve görevini yerine getirecek. Yarattığınız kan deryasında boğacak sizi. Sanmayın ki saltanatınız baki. Sanmayın ki yaka yaka bitirebilirsiniz bizi. Yarattığınız bataklıkla beraber yeryüzünden sizi biz sileceğiz. Bizim yaratacağımız gelecekte sizin yeriniz yok. Bir gün insanlığın çektiği tüm acıların hesabını soracağız sizden. Şan olsun o kızıl güne! Selam olsun insanlığın kurtuluşu için yol yürüyen, ter akıtan yiğitlere! Kartal’dan bir kadın işçi
39
Tersanelerde Ölümlerin Nedeni Kapitalist Düzendir Soner Güven
T
uzla tersanelerinde ölümler durmuyor. Selah tersanesinde iş cinayetine kurban giden İzzet Gider’in cenazesi yeni kaldırılmıştı ki, bir hafta sonra yine aynı tersaneden Deniz Kaşıkeman tonlarca ağırlıktaki sacın altında kalarak yaşamını yitirdi. Deniz’in cesedi daha soğumadan, aynı gün, yani 17 Mayısta, Desan tersanesinden Murat Çalışkan’ın ölüm haberi geldi. Murat Çalışkan’ın karısı dul, iki çocuğu ise yetim kaldı. Tuzla tersanelerinde peş peşe gelen ölümler sonrasında, çalışma koşullarını ve iş güvenliğini araştırmak üzere kurulan Meclis Araştırma Komisyonu 6 Mayısta çalışmalarına başladı. Komisyon 10 Mayısta İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Genel Müdürü Kasım Özer’i, Sedef tersanesi patronu Murat Kalkavan’ı ve Türk Loydu Başkanı Yücel Odabaşı’nı dinledi. Ancak Komisyon, Tuzla tersanelerindeki sorunun asıl muhatapları olan işçi örgütlerini ve ölümü her an ensesinde hisseden işçileri dinlemek bir yana, görmek bile istemiyor. Ortaya çıkan tablo şu ki, bozacının şahidi şıracı olacak. Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerinin nedeni hakkında bakın Kasım Özer işçileri nasıl suçlu çıkarıyor. Özer’e göre, Tuzla tersanelerindeki kazaların artması “işin kötü olmasından değil, işçi sayısının son iki yılda artmasından” kaynaklanıyor: “İnsanlarımız yüksekte çalışırken ya kişisel koruyucu donanım kullanmıyor ya da fizyolojik olarak yüksekte bulunduğu için dengesini kaybedip düşüyor. Tansiyonu düşüyor, gözü kararıyor vesaire. Köyden hiç ayrılmamış insanlar, sanayi işlerine girdiğinde üzüntü verici kazalar oluyor. Tuzla tersanelerinde facia varmış gibi gösteriliyor, oysa yok. Tuzladaki ölümler diğer işkollarındaki ölümlerin yanında devede kulak. Aslında diğer sektörler incelendiğinde tersanelerdeki iş kazaları çok kü-
40
çük yer tutuyor. Maden ocaklarında gaz patlamasında 250 insan ölüyor. Tersanelerde son iki yılda peş peşe ölümlerin olması ve bu işin başka nedenlerle gündeme getirilmesi, tersanelerde sanki facialar varmış gibi gösteriliyor. Ama onlara bakınca o kadar büyük değil.” Özrü kabahatinden beter! Diğer sektörlerde iş kazalarındaki ölümler ile Tuzla tersanelerindeki ölümleri karşılaştırıp Tuzla’daki ölümleri önemsizleştirmek ancak bir burjuvanın ya da onun uşağının işi olabilir. Diğer sektörlerde gerçekleşen iş kazaları normal mi yani? Eğer madencilik ve diğer sektörlerde iş kazaları yoğun olarak gerçekleşiyorsa bunun sorumlusu işçilerin yaşamlarına önem vermeyen patronlardır, onların doymak bilmeyen kâr hırsıdır. Ama bu ölümler gösterilerek Tuzla tersanelerindeki ölümler haklı çıkarılamaz. Tüm iş kazalarında ölenler işçilerdir, her yerde olan biz işçilere olmaktadır. Hiç birisi önemsiz değildir ve aslında burjuvazinin uşağı Özer, işçi katliamını kendi ağzıyla itiraf etmektedir. Kasım Özer’in Tuzla tersaneleri hakkında söylediklerine, konu işçi sınıfının hakları olduğunda sağır sultan rolünü oynayan burjuva medya bile tepki göstermek zorunda kalmıştır. Radikal gazetesi 10 Mayıs günü Kasım Özer’in bu açıklamalarını eleştirerek şu manşeti attı: “Kafaya bak kafaya”. Kasım Özer’in açıklamalarını Türk Loydu Başkanı Yücel Odabaşı da destekliyor: “Trafik kazalarında azalma olursa tersane ölümlerinde de azalma olur. Ölümcül kazalara işçilerin eğitimsizliği neden oluyor. Örneğin işçi yemek molasında yemeğe koşarak gidiyor. Bu ancak eğitimle çözülebilir.” Yani her durumda sorumlu, kötü koşullarda, düşük ücrete ve işten atma kırbacıyla çalıştırılan işçiler olarak ilan ediliyor.
Haziran 2008 • sayı: 39
Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerinin nedenini araştıran Komisyona bilgi veren Kasım Özer, Murat Kalkavan ve Yücel Odabaşı’nın sözleri ibret vericidir. Kasım Özer’in sözünü ettiği, köyünden hiç çıkmamış işçiler her gün milyon dolarlık gemilerin birini bitirip, diğerine başlıyor. Kasım Özer’in yediği ekmekten, giydiği elbiseye, bindiği lüks otomobilden, oturduğu eve kadar her şeyi üreten ve yaratan o işçilerdir. O işçiler yüksekte duramıyor da Kasım Özer’in babası mı gemilerin tepesinde kaynak yapıyor? Taşını, raspasını bitirip o gemileri Kasım Özer mi indiriyor denize? Kasım Özer’in oturduğu lüks daireleri kentli aile efradı mı yaptı? Tuzla tersanelerindeki iş cinayetlerinin de, Davutpaşa’da ölen 23 işçinin de, Bursa’da yanarak ölen tekstil işçilerinin de, maden ocaklarında ölen yüzler-
marksist tutum
ce işçinin de katili, gözünü kâr hırsı bürümüş patronlar sınıfı ve onların düzeni kapitalizmdir. Eğer böyle giderse Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetleri hiç son bulmayacak ve her gün yeni bir işçi ve hatta günde birkaç işçi iş kazalarında ölüp gidecek. Bu sorunun çözümü adet yerini bulsun kabilinden komisyonlar kurmak, yani bozacının karşısına şahit olarak şıracıyı çıkartmak değildir. İşçi kitleleri, en başta da Tuzla havzasında çalışan işçiler, burjuvazinden veya onun Meclisteki temsilcilerinden medet umarak ölümleri durduramazlar. Ölümleri durdurmanın yolu, örgütlenmekten, mücadele etmekten, tersanelere militan bir anlayışı savunan sendikaları yerleştirmekten ve kötü çalışma koşullarına son vermekten geçiyor.
Nazım Aramızda, Saflarımızda! İşçi sınıfının komünist ozanı Nazım Hikmet’in ölümünün üzerinden tam 45 yıl geçti. Tam 45 yıldır Nazım Usta tek bir satır, tek bir dize yazamadı. Ama ne işçi sınıfı ozanını unuttu ne de burjuvazi Nazım Usta’dan duyduğu korkuyu yenebildi. Bu toprakların işçi kuşakları, Nazım şiiri okumanın, Nazım’ın bir kitabını kitaplığında bulundurmanın hapis sebebi olduğu yıllar gördü. Ustadan dizeler okumak, ondan dünyayı ve kavgayı öğrenmek yasaktı. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Geçtiğimiz aylarda Milas’ta 17 yaşında bir genç, okulundaki bir şiir dinletisinde Usta’nın Vatan Haini adlı şiirini okuduğu için valinin emriyle gözaltına alınmamış mıydı? Hiçbir yasak işçi sınıfının hafızasını toptan ve kalıcı olarak yok edememiştir ve edemez de. Burjuvazi bunu çok iyi bildiği için, tıpkı işçi sınıfının diğer değerleri gibi komünist ozanı da olduğundan farklı göstermeye çalışıyor. “Yok edemiyorsan içini boşalt” taktiğini uyguluyor. Sahip çıkıyormuş gibi görünerek onu kof bir sanatçıya indirgemeye çalışıyor. İşçi sınıfına yasak olan Nazım, sıra küçük-burjuva aydınlara, star yarışmaları jürilerine, sitcom şarlatanlarına, sabah programı soytarılarına ve hatta başbakana bile serbest. Mavi Gözlü Dev’in dizelerini işçilerden başka herkes okuyabilir. İşçiler ozanlarından öğrenmemeli! Öğrenip de mücadeleye atılmamalı! Burjuvazinin korku dolu kâbusunu gerçeğe döndürmemeli! İşte bu yüzden burjuvazi, Nazım Hikmet’le kendisini davasına adadığı işçi sınıfı arasında uçurum açmaya çalışıyor. Birçok televizyon programında Usta’ya göndermeler yapılıyor. Şairin unutulmaz dizeleri saçma sapan komedi dizilerinde espri olarak kullanılıyor. Mehmet Ali Erbil bu dizilerden birinde şairin o unutulmaz sorusunu şöyle değiştiriyor: “Sen silmesen, ben silmesem, biz silmesek nasıl çıkar bu camlar aydınlığa?” Sermayenin has uşağı Recep Tayip Erdoğan, “Güzel Günler Göreceğiz” diyor. Bugün işçi sınıfı, efendilerinin sırça saraylarının camlarını siliyor, bu doğru, ama yarın egemenleri dünyadan silecek. Elbette güzel günler gelecek, ama o günleri, onları yaratanlar görecek. Dünyamızı karartanlar, Erdoğan’ın temsil ettiği sınıf o gele-
cekte olmayacak. İşçi sınıfının mücadelesi yükseldiğinde onlar kaçacak delik aramakla meşgul olacaklar. “Henüz vakit varken, yüreği dalındayken henüz” o güzel günleri göremedi Nazım. Ama buna kahretmedi hiçbir zaman. Ona yetti “yirminci asırda olduğu safta olmak, bizim tarafta olmak”. Yitirmedi umutlarını, karartmadı hayallerini, ömrünce dövüştü onlar için. O’nun dizeleri grevlerin, isyanların şarkılarıdır. Egemenlere inat o aramızda, saflarımızda. Dövüşerek öldü, güneşe gömüldü. Işığıyla kıpkızıl bir dünya resmediyor gözümüzde. Umutlarıyla, hayalleriyle ve kavgasıyla, işçi sınıfının ve geleceğin “yeni şarkılar söyleyen yeni insanlarının” yüreğinde yaşamaya devam edecek Nazım Hikmet. Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
41
marksist tutum
Haziran 2008 • sayı: 39
Sendika Bürokrasisinin Hain Rolü
C
an Dündar’ın NTV’de hazırlayıp sunduğu “NEDEN” adlı tartışma programında geçtiğimiz günlerde 1 Mayıs mitingi konu edildi. Programa katılan Hak-İş başkanı Salim Uslu’nun sarf ettiği sözler, sendika bürokrasisinin işçi hareketi içindeki uğursuz rolünü açık bir biçimde gözler önüne seriyordu. Bu bürokrat, 1 Mayıs kutlamalarında devrimci çevrelerin alana girmesinden ve sloganlarından bir hayli rahatsız oluyormuş: “Her 1 Mayıs’ta 5’er dakikalık veya 7’şer dakikalık konuşma yapıyoruz, toplam 4 başkan 20 dakika konuşuyoruz, arkasından sloganlar filan, yarım saat sonra biz başkanlar olarak alandan koşar adım ayrılıyoruz. Neden? Çünkü arkadan atılan sloganlar, 1 Mayıs’a katılan işçi ve memurlar dışındaki örgütlerin, dergiler etrafında örgütlenmiş fraksiyonların oradaki görüntüleri ve muhtemel olabilecek şeyler bizi rahatsız ediyor. Sadece biz ayrılmıyoruz 30 dakika sonra, teşkilatımızı da oradan ayırıyoruz.” Bu açıklamalar karşısında her sınıf bilinçli işçinin kanı donar. Konuşan kişi acaba bir patron örgütünün mü lideri? Maalesef hayır, bir işçi sendikasının lideri, ama bir bürokrat! Burjuvazinin işçi sınıfı içindeki tescilli ajanı! Hükümetin, burjuvazinin bir kesiminin yamağı! Bu bürokratların katıldıkları 1 Mayıslarda verdikleri tüm mesajlar sermayenin ve burjuva hükümetlerin politikalarına hizmet etmekten öte hiçbir işe yaramamıştır. Devrimci örgütlerin mitinge katılmasını istemeyen bürokrasi korkmaktadır. Bunun için de devrimcileri sendika kortejlerine yaklaştırmama, işçileri devrimcilerden kaçırma telâşındadır, her mitingde. Yıllarca işçi hareketini burjuva politikaların dümen suyuna çeken sendika bürokratları bu hizmetlerinin karşılığını burjuva partilerden milletvekili seçilerek alıyorlar. Nitekim bugün AKP ve CHP içinde pek çok eski sendika bürokratı bulunmaktadır. Yüzsüz sendika bürokratları militan işçi hareketi ile karşılaştıklarında aynen Uslu’nun gösterdiği tavrı gösteriyorlar. “5’er dakikalık” sınıf düşmanı, reformist ve burjuva uşağı konuşmalarının ardından işçilerin yuhalamaları ve protestolarıyla karşılaşınca çareyi derhal kaçmakta buluyorlar. “Başkanlar olarak koşar adım alandan ayrılıyoruz” diyor Uslu. Bu bürokratların alandan ayrılması oldukça isabetli bir davranış oluyor. Fakat ardından ifade ettiği bir gerçek daha var: “Sadece biz ayrılmıyoruz 30 dakika sonra, teşkilatımızı da oradan ayırıyoruz” diyor. Yani alandan işçileri de adeta yangından mal kaçırır gibi kaçırıyorlar. Neden? Çünkü işçilerin kendi denetimleri dışına çıkmalarından korkuyorlar. Militan ve mücadeleci öncü işçilerin attıkları sloganların duyulmasını, taşıdıkları pankart ve dövizlerin görülmesini, dağıttıkları bildirilerin sendika kortejlerindeki işçileri etkilemesini istemiyorlar. Hak-İş kurulduğundan beri, üyelerini sınıf mücadelesinden uzak tutmak ve onların isyankâr olmayan, düzen yanlısı “iyi kullar” olmasını sağlama misyonunu üstlenmiş bir örgüttür. Bu örgüt, daha kuruluşu esnasında işçi sınıfı ideolojisine düşman ve sermaye sınıfına hizmet sunmaya amade bir lider kadrosuyla işe başlamıştır. Bakın bu gerici lider kadrosu, 1979 yılında yapılan Hak-İş kongresinde, devrimci işçi hareketine düşman yüzlerini nasıl açığa vuru-
42
yor: “Bu bayram [1 Mayıs] komünist, Yahudi bayramıdır. Yahudilik tarafından bütün dünyaya bir işçi bayramı sıfatıyla tanımlanan bir müşrik bayramdır. Milletimiz bu müessir, benzeri bayramları en küçük alakası olmadığı muhakkaktır. Hak-İş camiası bütün Türk işçileri 1 Mayıs Yahudi bayramını lanetlemeye çağırmaktadır.” Aslında bu ifadeler bizleri hiç şaşırtmıyor. Sendikal bürokrasinin temel görevi işçi hareketini sermaye sınıfı lehine bölmek, mücadeleleri etkisizleştirmek ve işçileri ehlileştirmek, “ayakların baş olmasına” engel olmaktır. İşçi hareketinin yükseldiği, militanlaştığı ve sermaye sınıfına karşı mücadeleye atıldığı dönemlerde sendikal bürokrasinin bu hain yüzü daha bir çarpıcılıkla açığa çıkar. Devletin ve sermaye hükümetlerinin güdümünden çıkmayan bu hain bürokratlar, günümüzde de işçi hareketinin devrimci kanallara akması önünde gerici bir set oluşturmaya devam ediyorlar. Salim Uslu 90’lı yıllarda özeleştiri vererek 1 Mayıs’a dair yukarıda sözünü ettiğimiz anlayışı değiştirdiklerini söylüyor. Zira 90’lı yıllarda burjuvazinin yaşadığı devrim korkusu bir nebze dinmiştir ve bürokratlar da gerekli söylem değişikliklerini yapmaktan geri durmamışlardır. Fakat yarın mücadele yeniden yükseldiğinde bu bürokratlar uğursuz rollerini bu kez başka söylemlerle oynamaya devam edecekler. Sıkça vurgulandığı gibi sendikal bürokrasi gökten zembille inmiyor. Sendikal bürokrasi, devrimci işçi hareketinin ezilip parçalandığı, devrimci mücadelenin dibe vurduğu bir süreçte çok daha rahat sivrilebiliyor ve sendika bürokratı tipindeki liderler de uzun yıllar koltuklarını koruyabiliyorlar. Oysa her türlü bürokrasinin panzehiri olan devrimci sınıf bilinci işçi hareketi içinde egemen kılınabildiğinde sendika bürokratları koltuklarında oturamayacaklardır. Tüm sendikalar mücadeleci öncü işçilerin denetimine ve yönetimine geçecektir. Salim Uslu ve diğer sendika ağalarına tekmeyi basan işçiler, sendikaları gerçek birer işçi örgütü haline getireceklerdir o zaman! Militan sınıf sendikacılığını savunan bir basın işçisi
Haziran 2008 • sayı: 39
marksist tutum
“Janjanlı” Şekerleri Yaratanların Dünyası D
ünyanın her yerinde, ağır sanayisinden hizmet sektörüne varıncaya kadar işçilerin elleri, gece gündüz demeden kendileri için sefalet üretirken egemenler için zenginlikler üretiyor. Hayatı üreten bu milyarlarca elden bir çifti de bana ait. Ben “janjanlı” kâğıtlarıyla, adıyla, tadıyla yıllardır her marketi süsleyen şekerlerin üretildiği bir fabrikada çalışıyorum. Bu fabrikanın geçmişi oldukça eskiye dayanıyor. Ama bugün, bu fabrikayı İngilizler satın almış durumda. O günden sonra fabrikada şu sözler söylenmeye başlandı: “İngilizler sömürgecidir, şimdi koşullarımız daha kötü olacak.” Sanki daha önce koşullarımız çok iyiymiş gibi… “İyi” olan koşullarımızı ve fabrikayı biraz anlatayım. Burada üretilen malların Türkiye’nin dört bir yanına dağıtımı yapılıyor. Hatta hatırı sayılır bir ölçüde yurtdışına ihraç ediliyor. Fabrika kocaman bir alana kurulmuş durumda. Sendikanın “kapsam dışı” diyerek gözden çıkardığı “memur” kadrosuyla binalarımız ayrı. Üretim binası ise, yaklaşık 1400 kişiyi barındıran kapasitede. Birçok fabrikada olduğu gibi geçici sözleşmeli işçi de çalıştırılıyor. Böylece işçilerin toplam sayısı 2000 kişiyi geçiyor. Üretimdeki işçilerin büyük bir çoğunluğu üç vardiya şeklinde çalışıyor. Üretim binasında ondan fazla bölüm var. İşçilerin birliğinin önündeki rekabet gibi engellerin yanı sıra, üretim bölümleri de işçileri birbirinden yalıtmak için bir evin odaları şeklinde organize edilmiş. Bölümden bölüme geçmek için ya ustanın göndermesi ya da izin alman gerekiyor. Bazen de yapılan uygulamalara ses çıkardığın için, sesini susturmanın bir yolu olarak bölümünü tümden değiştiriyorlar. Çalışanların çoğu kadın olduğu için buna benzer birçok tehdit hemen etkisini gösteriyor. Çalışanlar kendi istediği bir sendikayı getirmesinler diye patron, kurulurken kendi işine gelen sendikayı sokmuş fabrikaya. Sendikaya rağmen birçok keyfi uygulama var. Şeker, çikolata ve birçok yan ürün üretildiği için bayramlar yaklaştıkça işler yoğunlaşıyor. Var olan kadroyla işler yetişmeyeceği için bu dönemlerde geçici sözleşmeli işçiler işe alınıyor. Yasalarda, iki kez üst üste geçici sözleşmeli çalışırsan kadrolu olman gerektiği söyleniyor. Ama patron yasadaki boşluklardan yaralanarak aynı sözleşmeli işçiyi 4-5 dönem çalıştırabiliyor. Aynı yasa, kadrolu işçi ile geçici sözleşmeli işçi aynı haklardan yararlanır derken, patron sözleşmeli çalışanları sendikalı yapmıyor. Onlara vere-
ceği sosyal haklardan kısarak yeni yatırımları için fon oluşturuyor. İşler yoğun olduğu için daha az işçiyle daha çok iş yapmanın yolu olan fazla mesailer devreye giriyor. Fazla mesaiye çoğunlukla sözleşmeli işçiler bırakılıyor. Kadrolu işçi yüzde yüz fazla mesai ücreti alırken, geçici sözleşmeli işçiler bu oranın yarısıyla yetinmek zorunda kalıyorlar. Özellikle bu süreçlerde ustabaşları vardiyaları keyfi düzenleyebiliyor. Yasada, posta değişimlerinin birbirini takip etmesi gerekir diyor. Fakat işlerin yoğunluğuna, çalışanların sayısına göre ister geçici sözleşmeli ister kadrolu olsun üç hafta gece vardiyasında kalınabiliyor. Ya da aynı yasada, posta değişimlerinin arasındaki dinlenme süresinin 11 saatten az olmaması gerekir denirken çoğu zaman bu süre 5-6 saate kadar düşebiliyor. Vardiyalı çalıştığımız ve işe geç gelmememiz istenmediği için servislerimiz var. Ancak servisler sadece E-5 güzergâhından gidiyor. Eğer E-5’in üst kısmında oturuyorsanız, hangi vardiyada olduğunuz hiç fark etmeksizin evinize minibüsle yahut yürüyerek gitmeniz gerekiyor. Ayrıca diğer fabrikalardan farklı olarak işe bir saat erken başlıyoruz. Bu yüzden de sabahın köründe, patron bilmem kaçıncı uykusundayken biz işçiler, çalışmak için gözlerimiz yarı açık yarı kapalı, beynimiz uyur bir vaziyette makinelerle dolu olan yarı açık cezaevine gidiyoruz. Yarı açık cezaevi diyorum, çünkü işe başlamadan önce dışarıda gördüğümüz ışık, vardiya sonuna kadar son ışığımız oluyor. Üretime gidebilmek için iki kat aşağı iniyoruz. Yemek saatinin (ki o da yarım saat) haricinde, dünyanın güzelliklerini ne görebiliyoruz ne de ışık alabiliyoruz. Yemeğe postalar halinde çıkıyoruz. Yine de yemek sırası, emeklilerin maaş kuyruğunu andırıyor. İki kat çıkıp (ki bazı bölümler dört kat çıkıyor ve bir o kadar da yürüyor) bu sırayı bekleyip yemeği yemek için sadece yarım saatimiz var. Yarım saat sonra makinenin başına dönmen gerekiyor. Dönemediysen başında bir gardiyan, seni okul çocukları gibi her gün uyarıyor. Eğer bundan da anlamıyorsan yazılı uyarılarla anlaman sağlanıyor. Bundan 15 yıl öncesine kadar 15 dakika çay molası varmış. Patron önce bazı gerekçelerle bu 15 dakikayı yemeğe eklemiş. Sonra yemek saatini yine yarım saate çekmiş. Ve buna ne üretimden ne de sendikadan bir tepki yükselmemiş. Hatta patronun öne sürdüğü gerekçeleri haklı görenler oldukça çoğunlukta. Yılda en az bir iki defa yemeklerden kaynaklı besin zehirlenmesi yaşa-
43
marksist tutum
nıyor. Patron açısından çalışanlar bir paçavra. Biz sefil işçilerin sağlıkları da, yaşamları da, onlar için evlerinde besledikleri kedi ve köpekleri kadar değerli değil. Yine de üretimi aksatmaman için kesinlikle hasta olmaman gerekir. Hadi bunu başaramadın ve hastalandın, revir hastanelik oluncaya kadar sana izin vermiyor. Yaptığı en acil müdahaleyse, herhangi bir ağrı kesici vermek oluyor. Üretimde ağırlıklı olarak kadınlar çalışıyor. Başbakan Erdoğan her ne kadar en az üç çocuk yapın diyorsa da, patronlar bunu katiyen istemiyor. Bizler patronu göremiyoruz ama onların temsilcisi olan ustabaşları “illâ da anne olmak istiyorsanız sırayla hamile kalın” diyorlar. Buna uymayanlar çeşitli şekillerde aşağılanmaya maruz kalıyor. Neredeyse bütün işçilerin, “özel alanım, özel hayatım” diye kutsadıkları, sadece kendilerinin belirlediği bir alan olarak gördükleri bu konuları bile, patronun temsilcileri ve onlara insanlıklarını satmış olan ustabaşları belirliyor. Bunların yanı sıra birçok iş kazası yaşanıyor. Üretimin aksamaması için makineye kaptırılan parmakların haddi hesabı yok! Bir de iş kazasından sayılmayan, dikiş atılıp geçilen kesikler ve geçiştirilen yanıklar var ki, bunlar da baktıkça hatırlamanız için işyerinden birer armağan! Yetmezmiş gibi, işyeri size ömür boyu taşıyacağınız meslek hastalıkları da bahşediyor. İşe başladıktan birkaç yıl dahi geçmeden bel fıtığı, boyun fıtığı veya eklem rahatsızlıklarına yakalanabiliyorsunuz. Bazı durumlarda hepsi birden bulunuyor. İşçilerin %90’ı bu saydığım hastalıklardan en az ikisine sahip durumdalar. Her sabah, her akşam ya da her gün, bir robot gibi kurulmuş olarak işe gitmeniz gerekiyor. İşe geç kalmak ya da gelmemek işten çıkış sebebiniz olabiliyor. Sık olmamak koşuluyla, geç kalacaksanız eğer, 15 dakikadan fazla olamaz. 15 dakikayı geçerseniz, fabrikanın güvenliğinde beklemeniz gerekiyor. Güvenlik üretimi arıyor ve üretime girip giremeyeceğimizi soruyor. Eğer üretim kabul etmezse üretime giremiyorsun. İçeriden onay gelirse, onay kâğıdıyla birlikte üretime giriyoruz. Tüm bu işlem 4045 dakikayı buluyor. Bu süre zarfında bekle-
Haziran 2008 • sayı: 39
diğin yetmiyormuş gibi vardiya bitiminde bu süreyi telafi etmek üzere fazladan çalışmak zorunda kalıyorsun. Bunlara ek olarak, fabrikanın belirli yerlerine kameralar yerleştirilmiş durumda. Psikolojik baskı aracı olan kameralar, işçilerin her hareketini denetlemiş oluyor. Tonlarca üretimi gerçekleştirenler biz işçileriz, ama bir gram şeker dahi yemek yasak. İşe başlarken içeride şeker, çikolata yemeyeceğinize ve sakız çiğnemeyeceğinize dair imza attırılıyor. Üretimde olduğumuz süre içerisinde bu zaten her an denetleniyor. Ayrıca çıkışlarda çantan, üzerin, hatta cüzdanına varıncaya kadar aranıyorsun. Bu kadar büyük bir fabrikanın bu kadar kötü koşullarının olmasını, işçiler, çalışanların çoğunluğunu Ordu, Giresun, Kars, Erzincanlıların ve daha çok da Bulgar göçmenlerinin oluşturmasına bağlıyorlar. Herkesin dilinde “böyle gelmiş böyle gider”, “bu insanlarla yola çıkılmaz”, “dışarıda çok işsiz var, halimize şükretmeliyiz” gibi bildik sözler var. Patron işçileri kadın-erkek, AleviSünni, Türk-Kürt gibi parçalara bölmüş durumda. Bu sayede de istediği her şeyi rahatlıkla kabul ettirebiliyor. Milliyetçi ve ırkçı tutumlar fabrikayı İngilizler satın alınca da kendini gösterdi. Türk patronlar bizleri sanki daha insancıl sömürüyorlarmış gibi, yabancı düşmanlığı her fırsatta dillendirildi. Bu yapılırken de sanki İngiliz işçilerle İngiliz patronlar aynı sınıfa mensuplarmış gibi, genel bir “İngiliz” düşmanlığı altında ortaklaştırıldılar. Üstelik bizleri insanlıktan çıkaran koşullar Türk patronların eseriydi! Bu kapitalist sistem kâr üzerine kurulu bir düzen. İşçilerin daha fazla kanını emerek daha fazla kâr etmek ve rekabet gücünü arttırmak sermaye düzeninin özünde var. Bunu yapamazsan ya batarsın ya da işyerini büyük tekellere satmak zorunda kalırsın. İngilizler bu fabrikayı satın aldığında, bazı malların üretimini ve makineleri de İngiltere’den buraya kaydırdılar. Bu yüzden de İngiltere’de bir sürü işçi işsiz kaldı. Makineler geldiğinde bütün kabloları orada çalışan işçiler tarafından kesilmiş durumdaydılar. Bunlar bizlere aslında tek bir şeyi; patronun iyisi kötüsü, Türkü İngilizi, dini dili olmayacağı gibi biz işçilerin de dünyanın neresinde olursak olalım yaşamlarımızın birbirine benzediğini, dünyanın öbür ucunda da olsak bu sistemde birbirimizin hayatlarını etkilediğimizi, uluslararası alanda örgütlenip mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyor. Bunu başaramazsak, sefalet düzeyindeki asgari ücret ve 1800’li yılların çalışma koşulları yalnız bu fabrikada değil, dünyanın dört bir yanındaki fabrikalarda biz işçileri bekliyor olacak. Biz milyarlarca işçi, kapitalizmin bize sunduğu sefalet koşularını, açlığı, işsizliği, meslek hastalıklarını, iş kazalarında ölümleri değil, birlikte yaratıp ürettiğimiz bir dünyayı paylaşalım. Bunun için de dünya çapında örgütlenelim ve mücadeleyi yükseltelim! Başka kurtuluş yolumuz yok. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir gıda işçisi
44
Haziran 2008 • sayı: 39
marksist tutum
1 Mayıs ve Burjuva Demokrasisinin Sahtekârlığı
B
ence sıradan gerçeklerin ötesinde bir dönemi yaşıyoruz. Saflar daha da belirginleşiyor, netleşiyor. Ayak oyunları ve sahtekârlık daha da göz önüne çıkıyor. Patronlar sınıfı tüm insanlığı bir karanlığa doğru götürüyor. Bölgesel çatışmalar, açlık, sosyal hak gaspları ve işsizlik gelecekte nelerin yaşanabileceğine kanıttır. Patronlar neden korkuyorlar 1 Mayıs’tan? Çünkü onlar, işçi sınıfının nasıl bir dünyada yaşadığını anlayıp kendilerine karşı daha bilinçli ve örgütlü mücadele etmeye başlamasından korkuyor. Çünkü birleşen işçiler tüm hayatın akışını etkileyecek gücü kontrol etmeye başlarsa burjuvazinin köhnemiş düzeninin sonu da görünmüş olur. Onun için ölümüne korkuyor ve daha da saldırganlaşıyorlar. Korkmakta haklılar. 1 Mayıs öncesinde televizyonlarda biz işçileri korkutmak ve evlerimize hapsetmek için gösterilenlerin fazlasını o gün alanlara çıkan bizlere yaşattılar. Ne oldu yani, şimdi biz yaptıklarımızdan ve gelecekte de yapacaklarımızdan vaz mı geçmiş olduk? Öyle mi olacağını zannediyor bu ödlek burjuvalar? Bu şirazesi bozuk burjuva zalimliği herkese tekrar ders olsun. Bunlardan asla bir şey beklenemeyeceğinin ispatıdır yaşananlar. Bu şiddeti işçi sınıfına uygulayanlar sadece cop sallayan polisler değildir elbet. O gözü dönmüş polislere bunu emreden burjuva uşakları ve burjuvalar da bu zalimliğin esas sorumlusudur. Bu yazıya denk gelip okuyan bazıları, “ben bu tür işlere nasıl olsa hiç bulaşmayacağım” diyorlarsa, hiç merak etmesinler, “orantılı polis gücü” elbet seni bir gün bulacak ve senin orantısız hayalperestliğini bir güzel alaşağı edecektir. Yürüyüşler, sloganlar, marşlar ve en önemlisi her şeye rağmen alanlara çıkan emekçiler bir şeyin ispatıdır. O da bütün baskılara ve yok etme girişimlerine karşı 1 Mayıs’ta somutlanan eşitlik ve özgürlük fikrinin, işçi sınıfından asla 2008 yılının 1 Mayıs’ı da tıpkı 2007’nin 1 Mayıs’ı gibi İstanbul’da kitlesel bir şekilde kutlanamadı. Devlet yine devletliğini yaptı! İşçi sınıfının mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta alanlarda savaşa karşı, açlığa karşı, yoksulluğa karşı, zamlara karşı, SSGSS yasasına karşı öfkelerini haykıracak işçiler devletin sopasından nasibini alıp, biber gazını yediler. 1979 yılından beri Taksim’de 1 Mayıs’a izin vermeyen devlet, Taksim’de birçok kutlamaya izin verirken, söz konusu işçiler olduğunda tümüyle farklı bir tutum takınıyor. Bu 1 Mayıs’ta da aynı şey oldu ve AKP hükümeti ve onun emrindeki devlet güçleri işçilere izin verilmeyeceğini söyledi. Ardından bütün öfkesiyle saldırdı, şiddetini gösterdi. Peki, sendikal bürokrasi ne yaptı? 1 Mayıs’a yakın bir tarihe kadar DİSK, KESK ve Türk-İş birlikte hareket eder gibi görünse de Türk-İş son anda Taksim’e çık-
ve asla sökülüp alınamayacağı gerçeğidir. Özgürlük ve eşitlik talebimizi ne coplar ne savaşlar ne de yalanlar unutturabilmiştir. 1 Mayıs ayrı dillere, ayrı dinlere, ayrı ırklara ve ayrı kültürlere sahip işçi sınıfının aynı talepler etrafında mücadele etme ve birleşme günüdür. Bu köklü dava tüm dünya işçilerini ileriki yıllarda daha da derinlerinden kavrayacaktır. Bazen arka arkaya, seri halde söylenmiş sloganlar, anlamından uzaklaşıp basit bir sözcük tekrarına dönüşüyor. Bizce işçi sınıfının bir parçası olan herkes, 1 Mayıs’ın ne demek olduğunu eninde sonunda kavrayacaktır. Emekçi sınıflar burjuva yalan dolanlardan uzaklaşıp, bilinçlenmeye ve birbirine güvenmeye başladığında geçmişimizden devraldığımız ve bugün bizim de söylediğimiz birçok şeyi çok daha iyi anlayacaklar. 1 Mayıs işçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Hem uluslararasıdır, tüm dünya işçilerini bütün farklılıklarıyla kapsar, hem dünyadaki tüm işçilerin birliğini ve çıkarını patronlara karşı savunur, ayrıca bu işçilerin ve emekçilerin dayanışmasını ifade eder. Sınıf düşmanlarımız olan burjuvalar kendi işlerini yapıyorlar, saldırıyorlar. Biz işçi sınıfı da kendi işimizi yapalım, örgütlenelim. Kimsenin saflığa düşüp sınıf düşmanlarımızdan beklentisi olmasın. Onların attığı bombalar, salladığı coplar bizim bilincimizi ve sınıf kinimizi biliyor. Onlar bitecek biz büyüyeceğiz, gelişeceğiz. Bu tarihin gösterdiği yoldur. Burjuvaziyi ve onun köhnemiş sömürü düzenini, biz örgütlü işçi sınıfı, bir daha geri dönmemek üzere sadece Taksim’den değil bu dünyadan sileceğiz. Onların geçek korkuları budur ve korkmakta haklılar. Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Gebze’den bir işçi
mayacağını açıkladı. Zaten Taksim’de bu konfederasyonların vaat ettiği gibi “500 bin kişi” yoktu! Karşımızda da ‘77 1 Mayıs’ını düzenleyen örgütlü, disiplinli, işçi sınıfı içinde çalışan bir DİSK yoktu! Burjuvazi için de böyle bir ortamda 1 Mayıs’ı dağıtmak zor olmadı. Biz işçiler bilinçlendikçe, sınıfımızın çıkarlarına, sendikalarımıza, işçi örgütlerine sahip çıktıkça, sendikal bürokrasiye karşı militan sınıf sendikacığını yükselttikçe, burjuvaziyi ortadan kaldırmak, kapitalizmi yıkmak için örgütlü mücadele ettikçe güçleniriz. Gücümüz bizi istediğimiz alana taşır. O zaman değil Taksim, dünya bizim olur. İşte o zaman gerçekten ayaklar baş olur, burjuvazi için kıyamet kopar. Unutmamak gerekir: Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! 1 Mayıs Mahallesinden bir eğitim işçisi
45
Okurlarımızdan Toplantı ve Gösteri Özgürlüğüne Dair 2008 1 Mayıs’ında yaşananlar bir önceki yılda devletin uyguladığı şiddete rahmet okuttu. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününü Taksim meydanında kutlamak istemesi, devlet otoritesinin sert duvarlarına çarptı. Aslında yaşananlar süngü ucunda demokrasinin yaşandığı Türkiye’de sınıf çelişkilerini bir kez daha gözler önüne seriyordu. Burjuvazinin, 1 Mayıs’ın kendi istediği gibi kutlanmasını sağlamak için uydurduğu gerekçelerin hiçbir inandırıcılığı yoktu. Büyük bir “lütufta bulunarak” 1 Mayıs’ı “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kabul eden hükümet, kutlamaların sembolik ve temsili düzeyde yapılmasını buyururken, TÜSİAD da “çalışma bayramı” olmasını salık veriyordu. Otoritesine gölge düşürmek istemeyen devlet, 1 Mayıs’ta, toplantı ve gösteri özgürlüğünün kâğıt üstünde kaldığını göstermiş oldu. Başbakanın “biz de iktidar partisi olarak devlet nereyi gösteriyorsa orada miting yapıyoruz” sözleri ibretlikti. Her konuda olduğu gibi toplantı ve gösteri hakkı konusunda da emekçiler ile egemenlerin durumu arasında derin uçurumlar mevcut. Anayasaya göre miting yapmak için izin almaya bile gerek yokken, sorunlarını ve taleplerini dile getirmek için bir araya gelen emekçiler, polisin gazıyla, copuyla, kurşunuyla karşı karşıya kalıyorlar. Düzen sahiplerinin yaptığı miting ve toplantılarda kolluk kuvvetleri efendilerini korumak için hazırlıklarını yaparken, söz konusu eylemi yapanlar işçiler veya Kürtler olduğunda, kolluk kuvvetleri yine efendilerini korumak amacıyla mitingi engellemek için çalışıyorlar. Polisin cumhuriyet mitinglerindeki tavrıyla, Newroz veya 1 Mayıs’taki tutumlarını karşılaştırdığımızda bunu net olarak görüyoruz.
Bu Düzene Verecek Canımız Yok! Yıllardır daha fazla kâr elde edebilmek ve dünya üzerindeki hegemonyasını koruyabilmek için milyonlarca işçiyi, emekçiyi ölüm kazanlarına atmaktan çekinmeyen kapitalistler, bugün yine bunun yollarını döşüyorlar. Yine çok büyük ölüm kazanları hazırlanıyor. Bu kazanların en büyükleri de emperyalist savaşlar. 1914 ve 1939 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları. Sadece bu savaşlarda can veren insan sayısı 70 milyondan fazla. Bugün, yine ekonomik kriz içinde debelenip duran kapitalistler bir çözüm yolu arıyorlar. Çözüm yolu çok açık ki 3. paylaşım savaşı. Savaşta dünya yeniden paylaşılacak, biriken mallar tüketilecek ve dünya her tarafına yatırım yapılacak kârlı bir alan haline getirilecek. İşin en acı tarafı da; çeşitli yollarla, kandırmacalarla bu savaş işçilerin kendi davasıymış gibi gösterilecek ve işçiler birbirine boğazlatılacak. Yine yüz milyonlarca işçi bu savaşta katledilecek. Peki, yok mu bu savaşın önüne geçebilecek güç? Dünyayı var edenler, tankları, topları füzeleri, uçakları bile yaratanlar, işçiler. Dünyanın dörtte üçünden fazlasını oluşturan çoğunluk. Peki, neden bu çoğunluk kendi savaşları
46
Açık alanlarda devlet zoruyla karşı karşıya kalan emekçiler, kapalı alanlarda ise ekonomik zorla karşılaşıyorlar. Kiralanması binlerce YTL’yi bulan salonlar burjuva partilerin kongrelerine, kutlamalarına açıkken, işçi sınıfının bu kapılardan girmesi nerdeyse imkânsız. Uygun toplantı salonları için gereken para bulunsa dahi, devletin yasak duvarını aşmak ayrı bir dert. İşçi sınıfının devrimci fikirlerinin propagandasının yapıldığı toplantılar ve gösteriler, kolaylıkla burjuvazinin engellerine takılabiliyor, yasaklanabiliyor, toplantıları düzenleyenler hakkında davalar açılabiliyor. Taksim alanı üzerinden yürütülen tartışmalar da bu bakımdan güzel bir örnek teşkil ediyor. Her türlü etkinliğe açık olan bir meydan, sıra işçi sınıfına gelince güvenlik, bölgenin ticaret merkezi olması vb. gibi nedenlerle “miting yapılması uygun olmayan alan” sıfatını kazanıyor. Futbol maçlarından sonra binlerce kişi Şişli’den Taksim’e yürüyor, yılbaşı kutlamaları on binlerin katılımıyla burada yapılıyor. Ama onlar için işçilere söylenen yasaklama gerekçelerinden hiçbiri gündeme getirilmiyor. Tersine bu organizasyonların selameti için bizzat devlet tarafından gerekli güvenlik önlemleri alınıyor. İşçiler alana çıkmak istediğinde ise polisin “orantılı şiddetiyle” karşı karşıya kalıyorlar. Açıktır ki, işçi sınıfının toplantı ve gösteri hakkı, kapitalist düzende son derece sınırlıdır. Gerçek toplantı ve gösteri özgürlüğü ancak mücadeleyle, açık-kapalı bütün alanların işçi sınıfına açılmasıyla var olabilir. Bu düzenin sunacağı “toplantı ve gösteri özgürlüğü” hakkının sınırlarını da ancak örgütlenip mücadele ederek genişletebiliriz. Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
olmadığı halde bu savaşları, ölüm kazanlarını kapitalistlerin başlarına geçirmiyorlar. Ama bu çoğunluk; sadece çoğunluk olduğu için güç değil, örgütlü bir çoğunluk olduğu zaman güç olabilir. Üretimden gelen gücünün farkına vardığı zaman güç olabilir. Bir kez daha işçi sınıfı dağınık ve örgütsüzken bir paylaşım savaşı geliyor. İşte bu yüzden işçi sınıfının o örgütlü gücünü oluşturabilmek önümüzde çok ciddi bir görev, sorumluluk olarak duruyor. Çünkü bu savaş bizim savaşımız değil, kriz bizim yarattığımız bir kriz değil, ama bunların faturası ağır biçimde bizlere ödettiriliyor. Bu kabullenilecek, sineye çekilecek bir durum değil. Onun için bugünden tezi yok işçi kardeşlerimize bu haksız savaşın bizim savaşımız olmadığını anlatmak, onları sınıf bilinciyle donatmak ve işçi sınıfının örgütlü gücünü oluşturabilmek için var gücümüzle çalışmak zorundayız. Şundan adım gibi eminim ki, bu örgütlü güç, savaşları da krizleri de açlığı da kapitalistleri de kapitalizmi de tarihin çöplüğüne atacak. Artık yeni nesiller 3. paylaşım savaşının ağır bilançosunu değil, işçi sınıfının zaferini yazacaklar. Gazi Mahallesinden bir metal işçisi
Okurlarımızdan Çocuklarımızın Geleceği
Marksist Tutum Üç Yaşında
Bu yılın başında asgari ücret belirlendi ve harcaya harcaya bitiremeyeceğimiz büyük bir artışla (!) 436 YTL yapıldı. Marketin kapısından içeriye girmek kolay ama çıkmak o kadar kolay olmuyor artık. Biz işçiler tam bir şaşkınlık içindeyiz, çünkü asgari ücrete yapılan zamdan çok daha fazlası, ihtiyacımız olan ürünlere yapıldı. Bir yanda bunlar olurken diğer yanda insanlarımızın gündemini ve gazetelerin manşetlerini başka bir olay işgal etti. Başbakanın bir toplantıda yaptığı açıklama bütün medya sütunlarına yansıdı. Biraz acı biraz da gülünç bir durum bizim açımızdan. Her geçen gün artan saldırılarla elimizdeki haklarımızı almaya çalışan burjuva devlet ve onun sözcüleri bir de karşımıza çıkmışlar, “Türkiye’nin genç nesillere ihtiyacı var. Bunun için de Türkiye’de aileler üç çocuk sahibi olmalılar” diyorlar. Üçten aşağı olmaması için alanlardan icazet veriyorlar. Ama bir yanda açlığa talim ettirilen milyonlar, diğer yanda savaşlarla katledilen insanlar varken, bütün bunları yaratanlar kendileri değilmiş gibi biz işçi ve emekçi sınıfları kandırmaya çalışıyorlar ve yüzleri bile kızarmıyor. Fotoğraflarla bizlere çocuk sevgisini anlatmaya çalışıyorlar. Ama midelerimiz resim ve masallarla doymuyor işçi kardeşlerim. Aslında kapitalist sistemin bolluktan doğan aşırı üretim krizleri kapıyı çoktan çalmaya başladı, bununla birlikte savaş tamtamları da çalmaya başladı. Emperyalistlerin savaşlarda katlettiği insanlar, öldürülen binlerce çocuk sanki bu dünyadan değilmiş gibi, pervasızca yeni yeni savaşlarla katletmek için daha çok çocuk yapmamızı istiyorlar. Dünyayı kan gölüne çevirmek isteyenler, genç neslin azlığından ve bunu çoğaltmak gerektiğinden bahsediyorlar. Biz işçi ve emekçi sınıfın çocuklarına bahşedilen hayat, açlık, sefalet ve 436 YTL’lik asgari ücretken, “siz bu ülkeniz geleceğisiniz” diyorlar. Bize biçtikleri hayat çalışmaktan, onlar için üretmekten ve savaş geldiğinde cephelerde onların çıkarları uğruna ölmekten ibaret. Bizleri böyle bir hayata razı etmeye çalışıyorlar. Oysaki bizler başka şeylere ihtiyaç duyuyoruz ve üstelik ulaşamadığımız bu ihtiyaçlarımızı da bizler üretiyoruz. Çocuk sahibi olmak elbet biz işçilerin de hakkıdır. Ama önemli olan bu çocuklara güzel bir gelecek sağlamaktır. Onlara savaşsız bir dünya bırakmak için, işçi ve emekçi sınıfların bu dünyayı asalak burjuvalardan, yani patronlar sınıfından ve onların yarattığı bütün pisliklerden temizlemeleri gerekiyor. Biz işçiler çocuklarımıza sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya bırakmak için mücadele etmeli ve örgütlenmeliyiz. Örgütsüz bir işçi geleceksiz bir işçidir. Örgütlenmeli ve kendi geleceğimizi, çocuklarımız için dünyadaki cenneti yaratmalıyız. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!
Okuma alışkanlığımın iyi olduğunu söyleyemem. İlgimi çeken şeyleri okur, okumaya çalışırım. Marksist Tutum dergisini okumaya ve öğrenmeye çalışıyorum. İçindeki bilgilerin doğruluğunu pratikte de görmekteyim. Birinci sayıdan itibaren almaktayım. Marksist Tutum dergisini işçi sınıfının üyesi olan herkesin alıp okuması ve öğrenmesi gerektiğine inanıyorum. Geçmiş dönemdeki işçi hareketleri, ekonominin nasıl işlediği, siyasi ve askeri gücün kimlerin çıkarı için kullanıldığı, dünyada ve yaşadığımız topraklar üzerindeki siyasal hareketleri, biz işçi sınıfının üzerinde oynanan oyunları ve bizlerin bunlara karşı nasıl bir tutum almamız gerektiği vb. gibi konuları işleyen yazıları ile, Marksist Tutum kapitalist sömürü sistemini tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Marksist Tutum işçi sınıfının bilimini öğretmektedir. Yapılan baskılara, sindirmeye ve halk düşmanlığına karşı tarafımızın neresi olduğunu, bizlerin kimin yanında olması gerektiğini net ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O elimizin bir feneridir. Yönümüzü, hedefimizi, ortak noktamızı belirlememizde bir ışıktır.
Aydınlı’dan bir metal işçisi
Gebze’den bir metal işçisi
Merhaba Marksist Tutum okurları, Umarım ilkbaharın geldiği şu günlerde sizin de yaşama olan arzunuz had safhalardadır. Doğanın ve hayatın tekrar canlandığı uçsuz bucaksız bir sonsuzluğun içindeki şu mavi kürecikte yaşam yine tüm güzelliği ile karşımızda duruyor. Ama maalesef burjuvazi ne bu toprakların tamamında ne de dünyanın başka bölgelerinde işçilerin-emekçilerin bu güzellikleri solumasına izin vermiyor. İlkbaharın ılık nefesini hissettiğimiz bugünlerde havasında barut ve kan kokusunun eksik olmadığı bölgeler de var. Namluların önünde devam eden hayatlar. Yukarıdaki saray kavgasının faturası yine bizlere ve kardeş halklara kesildi. 16 yaşında çocukların kolları gazetecilerin önünde kırılıyor. İki kardeş halkın evlatları yıllardır birbirlerine kırdırılıyor. Yüzlerce yıl önce yok olmuş halkların dillerini öğretmek için üniversitede bölümler açılırken sayıları 25 milyonu bulan bir halkın dili yok sayılıyor. Anlayamıyorum biz işçi sınıfı nasıl bir artı-değer üretiyoruz ki, bunun paylaşımı bitmek tükenmek bilmez kavgalara yol açıyor. Sanırım bunu sınıf olarak işçi sınıfı da bilmiyor. Bilmiş olsa bu kadar tepkisiz kalır mıydı? Kendi emeğinin başkaları tarafından paylaşılma kavgasında seyirci olur muydu? Kendi kavgasını vermez miydi? Kendi kendime bazen soruyorum: Biz işçiler ne zaman bu savaşın bir tarafı olacağız? Ne zaman kendi haklı
kavgamızı sahipleneceğiz? Yüreklerimiz artık ne zaman kafesine sığmayacak? Korku zincirlerini ne zaman kıracağız? Eskilerin bir sözü var: “korkunun ecele faydası yoktur” diye. Bir hafta önce kuzenimi ve iki arkadaşını askere gönderdik hayatlarının baharında. Analarının feryatları hâlâ kulaklarımda. Oğullarının üzerlerine titriyorlardı. Ama hayatın kendi gerçekleri var. Mücadele etmezsen kendi ininde boğulursun. Haberler geliyor asker arkadaşlarımızdan. Yeşil olan askeri araçları kum rengine boyuyorlarmış. Ya ordu yeşilden sıkıldı veya çöllere doğru bir yolculuk daha görünüyor. Bugün mücadele etmezsen yarın bir sınıf kardeşinin elinden çıkan bir kurşunla gelir sonun. Bugün mücadele etmezsen, alışverişteyken ailenle, çarşıdan eksik dönebilirsin evine. Mücadele etmezsen yaşamda son duyduğun korkunç bir gürültü olur ve ikinci sayfa haberi olursun, “Davutpaşa’da bir işhanında patlama oldu” diye devam eden. Haydi! dostlar baharın doğayı yeniden dirilttiği şu günlerde biz de atalım üzerimizdeki ölü toprağını. Yaşadım, yaşam için mücadele ettim diyebilmek için. Onurlu bir yaşam seni bekliyor. Çıkar yüreğini kafesinden, koy yüreğini yüreklerimizin yanına, mücadele seni çağırıyor. İşçiler Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey! Gebze’den bir işçi
47
Okurlarımızdan Burjuvazi Meydanı Boş Buldu! Bütün ülkelerde işçi sınıfının elbette çeşitli mücadele araçları, mücadele alanları, sembolleri ve değerleri vardır. Ancak eğer işçi sınıfı alabildiğine örgütsüzleştirilmiş, var olan örgütlerinin içi boşaltılmış, işçiler milliyetçilikle bölünmüş ve her anlamda da sindirilmişlerse, sembollerle günü ya da yılı kurtarmaya çalışmak, özünde daha büyük sorumluluklardan kaçmak demektir. Toplu sözleşmelerin uzun zamandır işçilerin aleyhine imzalandığı, fabrikaların kapatılıp işçilerin işten atıldığı ve mezarda emekli olmamak için bebeğe sigorta yaptırıldığı bir dönemde, işçileri örgütlemek, birleştirmek, sınıf mücadelesini yükseltmenin önemini anlamak gerekir. Bugün dünya çapında örgütlü bir sınıf olarak hareket eden burjuvazi, gücünü işçi sınıfının örgütsüzlüğünden almaktadır. Dünyanın her yerinde daha ağır koşullarda ve daha az ücretle çalıştırdıkları işçileri sömürdükleri yetmiyormuş gibi, dinsel temelde, milliyetçilik temelinde bölüp işçileri birbirine düşürmeye çalışıyorlar. Ambarlara tıkıp soluksuz çalıştırıyorlar. Patronlar işçilerin oyun çağındaki çocuklarının önüne, oyuncaklar, parklar değil, atölyeler, çalışma bantları koyuyorlar. Böylesi koşullarda burjuvazinin elindekileri kolay kolay kaybetmek istemeyeceği ve kaybetmemek için de her şeyi yapacağını burjuvazinin kanlı tarihi gösteriyor. O halde çok daha örgütlü ve kitlesel bir güç olarak çıkmalıyız onun karşısına. Fabrikalarda, işyerlerinde, mücadeleci işçiler olarak parmağımızın ucundaki şalterlerle, makineleri,
Marksist Tutum Üç Yaşını Doldurdu İlk sayısını kitapçıların raflarında görenler, belki de “bir dergi daha” demişlerdir, o güne kadar yeni iddialarla yayınlanan sayısız dergiyi hatırlayarak. Ömrünün fazla uzun sürmeyeceğini de düşünmüş olabilirler, pek çok örneğe bakarak. Ancak Marksist Tutum her açıdan farklı olduğunu üç yıldır herkese kanıtlamış bulunuyor. Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels ilk yola çıktıklarında, kendileri gibi mevcut düzenden rahatsız olan onlarca insanın var olduğunu biliyorlardı. Komünistler Birliği’nin Manifestosunu kaleme alıncaya kadar, kendilerinden önce mücadele içerisinde ter akıtan, insanlık için daha yaşanılır bir dünya özlemi taşıyan insanların yazılı fikirlerini ve pratik deneyimlerini gözden geçirmiş ve sebatlı bir çalışmayla çıkardıkları sonuçları toparlayarak mücadelenin rotasını çizecek yeni bir kılavuz yaratmışlardı. Bir süredir baş aşağı duran diyalektiği, bilimsel özüne kavuşturarak ayakları üzerine dikebilmiş, kapitalizm denilen sömürücü sistemin doğasını açıklayabilmiş, mücadelenin neye karşı ve nasıl verilmesi gerektiğini ortaya koymuşlardı. Ölümlerinden sonra, öğretileri işçi sınıfına rehber olmaya devam etmiş, birçok mücadelede önemli deneyimlerle daha da zenginleşmiştir. Rusya gibi geri bir ülkede bile, Lenin gibi Marksizmi doğru kavrayan bir öndere sahip Rus işçi sınıfı, 72 günlük Paris Komünü deneyiminde 46 yıl sonra iktidarı fethetmeyi başarmıştı. Marx ve Engels öldüler, fakat geride dogmalardan oluşan bir kutsal kitap değil, dinamik, günün gelişmelerine kendini uyarlayabilen bir eylem kılavuzu olan Marksizmi bırak-
48
trenleri, gemileri durdurabilecek güçte olduğumuzu göstererek uykusunu kaçırabilmeliyiz. Bize bizim meydanlarımızı gül uzatır gibi vermeyeceğini ve o meydanlarda sınıf kardeşlerimizi kurşuna dizdiğini hatırlamalıyız. Öyleyse 1 Mayıs alanlarına giderken dönüp arkamıza bakmalıyız, o gün çalışan fabrika bacalarını, evinde oturan ve kader diye boynunu bükenlerin bilinçsizliğini görerek daha çok işçi örgütlemeliyiz. Mücadeleyi yükseltmek için çalışmamız gerektiğini bilmeliyiz. Grevler askıya alınıyorsa, grev çadırları kurulamıyorsa, açlıktan ölen işçi kardeşlerimiz sırtımızda patronun “daha çok çalışın” kırbacına dönüşüyorsa, bunun tek nedeni patronlar sınıfı ve onların sömürü düzenidir. İşte işçilere bunu anlatarak ve bunu anlatmak için getirmeliyiz onları alanlara. Bugün işçiler bilinçsiz, örgütsüz, bölünmüş durumdalar. Sendika ağalarını ya da kendilerini yıllardır aldatan burjuva partilerini başlarından defedecek durumda değiller. Birçoğu ne kocaman bir sınıf olduğunun ne de hayatı kendisinin, işçilerin yarattığının farkında. Geçmişle bağı kopartılmış her şeyi kader olarak algılar hale gelecek şekilde politikadan uzaklaştırılmış durumda. İşçilere gerçekleri anlatıp onları bilinçlendirecek ve mücadeleye çekecek olanlar sendika bürokratları değil bizleriz. Eğer bunu başarırsak, Taksim de, diğer meydanlar da, ellerinde kızıl bayraklı işçilerle dolup taşacak bir gün. Bu bir hayal değildir, yeter ki sabırlı ve örgütlü bir çalışma yürütelim. Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
tılar. Ancak Marksizm hep yine birilerinin işine geldiği gibi yorumlandı, çarpıtıldı. Lenin’in ölümünden sonra bu çarpıtma doruklarına vardırıldı. Kılavuzunu yitirmiş olan işçi sınıfıysa bu nedenle tarihsel belleğini de yitirdi. Kapının eşiğine kadar gelen onlarca devrim fırsatı Marksizmi layıkıyla savunan devrimci önderliğin yokluğu nedeniyle yitirildi. Arka arkaya gelen bu yenilgiler, işçi sınıfının kendine olan güvenini yitirmesine de neden oldu. İşçi sınıfının kapitalizmin azgın saldırılarına uzunca bir zamandır anlamlı bir karşılık veremediği, her saldırıda geçmiş kazanımların bir adım daha gerilediği bir dönemde yaşıyoruz. Bu gericilik döneminde, işçi sınıfının tek rehberi olabilecek Marksizm, gerçek özüne ancak üzerindeki tahrifatlardan arındırılarak kavuşabilirdi. İşte Marksist Tutum dergisi, yayınlandığı ilk günden beri sürdürdüğü yayın çizgisiyle, bunu sağlamaya çalışıyor. Milliyetçi rüzgârlarla beyni alıklaştırılmak istenen işçi sınıfına sol adına ve hatta Marksizm adına burjuvazinin düzenini reforme etmekten ileri gidemeyen fikirleri taşıyanların oldukça bol olduğu bir dönemde, Marksist Tutum’un çıkışı daha da büyük bir önem kazanıyor. Bu fikirler işçi sınıfı saflarında muhataplarını buldukça, yenilgiyle sonuçlanmış deneyimler dahil yaşanan tüm deneyimler, işçi sınıfının tarihsel belleğine kazınacak, kapitalizmi geri dönüşü olmayan kara deliğin içine gönderebilecektir. Sömürünün ve sınıfların olmadığı bir dünya hedefi, Marksist Tutum dergisinin sahip olduğu temel ilkeler, doğru bir tarz ve tutumla işçi sınıfına ulaştırıldıkça muhataplarını bulacak, düş olmaktan çıkacaktır. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru