Mt no 4

Page 1


Gelecek Sosyalizmindir Mehmet Sinan

Kapitalizmin gelişmesi ve ütopik sosyalizmin ortaya çıkışı Tarihsel menşei itibarıyla uygarlığın Batı tipi gelişim çizgisi üzerinde yer alan ve özel mülkiyete dayanan sömürülü-sınıflı toplumların sonuncusu olan modern sanayi kapitalizmi, 21. yüzyıla adım attığımız şu yıllarda ömrünün 250. yılını tamamlamış bulunuyor. 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın ilk yarısındaki Avrupa, burjuva devrimlerin yaşandığı ve modern burjuva toplumların yükseldiği bir kıta durumundaydı. Dönemin karakterini belirleyen iki tarihsel olgu, İngiltere’deki sanayi devrimi ile Fransa’daki Büyük Devrim (1789 burjuva devrimi) idi. İngiltere’de 1760’larda başlayan sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarında doruk noktasına ulaştı. 19. yüzyılda ise tüm Avrupa hummalı bir kapitalist gelişmeye sahne olacaktı. Üretimin gittikçe yoğunlaştığı, küçük imalatın yıkıma uğradığı, sürekli bir mülksüzleşmenin yaşandığı ve dolayısıyla, zanaatkârların yerini sürekli olarak artan bir proleter ordunun aldığı bir süreçti bu. Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan ve gelecekte tüm çağdaş toplumsal ilişkileri belirleyecek olan yeni bir sınıftı sanayi proletaryası. Ama 19. yüzyılın başında, daha çok genç ve yetersiz bir güçteydi bu sınıf. Kapitalizme gelinceye değin sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin, insanın insana kulluğunun ve toplumsal çelişkilerin her çeşidi yaşanmıştı Avrupa’da. Eski Avrupa’ya (feodal aristokrasiye) karşı mücadelenin başını çeken ve yeni bir düzeni (kapitalizmi) kurmakta olan burjuvazi, var olan tüm çelişkileri ortadan kaldırmak, adaletsizliğe, eşitsizliğe, insanın insana kulluğuna son vermek vaadiyle kitleleri peşine takarak gelmişti iktidara. Fakat çok geçmeden görülecekti ki, burjuvazinin savunduğu düzen, tüm bu çelişkileri ortadan kaldırmak bir yana, onları daha da derinleştiriyordu. Yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik kapitalizm altın-

Güneş elbette ki balçıkla sıvanamaz. Güneşin altında şeyler neyse odurlar. Emperyalizm aşamasına ulaşmış ve çoktan çürümeye yüz tutmuş kapitalizm de öyle. Sahte rakibi ya da sahte antitezi (bürokratik diktatörlükler) ortadan kalkınca, kapitalizm öylece kala kaldı ortada. “Rakipsiz” kalan kapitalizm, artık pisliklerini, habis yanlarını saklama gereğini bile duymuyor. Bürokratik rejimler henüz ayaktayken ve sözümona kapitalizme rakip bir düzen oluştururlarken, kapitalizm kendini bunlarla kıyaslayarak aklamaya çalışırdı. Bürokratik rejimlerin anti-demokratik niteliği, ekonomik geriliği, kapalılığı vb. kapitalizmin kendi düzenine paye çıkarıp, olumlamak için tersinden kullandığı argümanlardı. Kendi üstünlüğünü, rakibinin eksikliklerini açıklayarak kanıtlamaya çalıştı yıllarca. Ama şimdi, nicedir yalnız ve bütün zaaflarıyla ortadadır.

1


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

da da aynen devam ediyor, hatta daha da artıyordu. İlk çağın köleliği ve orta çağın serflik düzeni gerçi ortadan kalkmıştı ama onların yerini bir başka kölelik biçimi, modern sanayi kapitalizmi denen “ücretli kölelik düzeni” almıştı. Bu gelişmeler büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı toplumda. Ve çok geçmeden, toplumdaki bu hayal kırıklığını dile getiren ve burjuva toplumu eleştiren toplumcu düşünürler çıkageldiler. 19. yüzyılın başı, kapitalizmin yarattığı olumsuz sonuçlara karşı ilk tepkilerin geliştiği ve ütopik de olsa ilk sosyalist fikirlerin ortaya çıktığı bir dönemeç noktası oldu. Fakat kapitalist gelişmenin bu dönemi, yaşanan olumsuzlukların sona erdirilmesi için gerekli araçların henüz olgunlaşmadığı bir dönemdi. Kapitalist üretim tarzı ve onunla birlikte burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık henüz çok eksik gelişmişti. Kapitalizmden kaynaklanan çatışmalar biçimlenmeye başlamış olsa da, onları sona erdirme araçları henüz hazır değildi. Bu dönemde proletarya da henüz bağımsız politik eylem yeteneğinden yoksun olduğundan, sadece ezilmiş, acı çeken bir tabaka olarak görünüyordu toplumda. Dolayısıyla, o dönemin toplumcu düşünürleri de proletaryaya baktıklarında, onda insanlığı kurtuluşa götürecek bir devrim ordusunu değil, ezilmişliği ve yoksulluğu görüyorlardı sadece. İşte bu nedenle, dönemin toplumcu düşünürlerinin geliştirdikleri “sosyalizm” teorileri de, bilimsel temelden yoksun, eksik, kurgusal ve ütopik olmaya mahkûm kalacaktı. Bu dönemin sosyalist düşünceleri için şu değerlendirmeyi yapmıştı Engels: “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı.” (Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Sol Yay., 1978, s.71) Toplumsal sorunların henüz gelişmemiş ekonomik koşullarda gizli duran çözümünü, ütopyacılar, insan beyninden (kurgusal) çıkarmaya kalkıştılar. Dolayısıyla, yeni ve daha yetkin bir sistemi bulmayı ve onu tüm topluma dışardan propagandayla benimsetmeyi yüce bir görev olarak gördüler. Ütopyacılar, daha eşitlikçi ve adaletli bir toplum “yaratmak” ve insanları bunun ilkelerine ikna etmek için, olabildiği her yerde örnek deneylere giriştiler. Ve tabii, kapitalizmin varlığı koşullarında yapılan tüm bu deneyler hüsranla sonuçlanacaktı. Ama her ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, 19. yüzyılın başlarındaki bu ütopik sosyalist düşünceler, geleceğin bilimsel komünizm düşüncesine de güçlü bir ışık tutmuştur.

2

Ütopik sosyalizmden bilimsel komünizme Katkı’ya yazdığı önsözde Marx, tarihsel evrim sürecinde ortaya çıkan ekonomik-toplumsal oluşumların bir şemasını vererek, burjuva toplumu hakkında şunları söylemişti: “Genel hatlarıyla, Asya tipi, antik, feodal ve modern burjuva üretim biçimleri, toplumun ekonomik oluşumunun ilerleyen dönemleri olarak nitelendirilebilir. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin son çelişmeli biçimidir.... Bununla beraber, burjuva toplumunun bağrında gelişen üretim güçleri aynı zamanda bu çelişmeyi çözecek maddi şartları yaratırlar. Demek ki insan toplumunun tarih öncesi, bu sosyal düzenle sona erer.” (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı, Öncü Kitabevi, Mart 1970, s.4) (düzeltilmiş çeviri) Avrupa’da henüz burjuva devrimlerin yaşandığı erken bir dönemde kapitalizmin bilimsel bir çözümlemesini yapan Marx, evrensel ölçekte gelişmekte olan bu üretim tarzının, komünizmin maddi öncüllerini de nasıl evrensel ölçekte yaratmakta olduğunu bilimsel olarak ortaya koyuyordu.

Materyalist tarih anlayışının kurucularından Engels, kapitalizmin ilk gelişim döneminde ortaya atılan ütopik sosyalist görüşleri şu şekilde değerlendirmişti: “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı.”


Temmuz 2005 • sayı: 4

Gerçekten de modern sanayi kapitalizmi, kendinden önceki üretim tarzlarından tamamen farklı olarak, üretici güçlerin gelişmesine, emeğin ve üretim araçlarının toplumsallaşmasına muazzam bir itilim vererek, iktisadi ve toplumsal ilerlemede sıçramalı gelişmeler sağlayan bir sistem olmuştu. Bu sistemin kendi gelişim süreci içinde, yerel ve ulusal sınırları aşarak evrensel ölçekte yayılması, o güne değin birbirinden yalıtık vaziyette yaşayan halkların kendilerine özgü tarihlerini de tek bir dünya tarihi içinde birleştirdi. Kapitalist üretim tarzı ile birlikte tarihin bir dünya tarihi haline gelmesi, tüm halkların yazgısını ortaklaştırmış ve birbirine bağlı hale getirmiştir. Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumun (komünizmin) evrensel ölçekte hayata geçirilebilmesinin (yaşanabilmesinin) koşullarının, bizzat kapitalizm tarafından hazırlandığını kanıtlayan Marx, ütopik sosyalistlerden farklı olarak, insanlığın kurtuluşunun ancak ve ancak kapitalizmin dünya ölçeğinde ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını ve bunu yapmaya muktedir tek sınıfın da proletarya olduğunu keşfetmişti. Geleceğin komünist toplumu, egemen halkların eş zamanlı ve evrensel hareketiyle mümkün olacaktır diyordu Marx. Komünizm ancak evrensel düzeyde gelişmiş üretici güçlerin üstünde yükselebilir ve yerel ya da ulusal değil, evrensel bir hareket olarak var olabilirdi. Dolayısıyla Marx’ın bilimsel komünizm teorisinde, dünya devrimi fikri ile komünizmin ancak evrensel ölçekte yaşanabileceği fikri, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıydı.

marksist tutum

na gelen bu değişim, hisse senetli şirketlerin (anonim şirket) örgütlenmesinde ifadesini buldu. Bunun sonucunda pek çok bireysel sermaye sahibi, doğrudan üretim sürecinden çekilirken, bir grup kapitalist de diğer birçok kişilerin sermayelerinin kolektif yöneticisi durumuna geldi. Eski bireysel-girişimci kapitalisti üretim sürecinden uzaklaştırıp, Marx’ın deyimiyle “salt para kapitalisti”ne dönüştüren bu süreç, hisse senedi ve tahvil borsasının (sermaye piyasasının) da oluşumu süreciydi.

Gericileşen kapitalizm Eski (feodal) düzeni ortadan kaldıran kapitalizmin yeni bir düzen olarak tarihte oynadığı ilerici rol çok kısa sürmüştü. Kapitalizm bu rolünü 20. yüzyıla girmeden çok önce tüketmiş bulunuyordu. Marx, kapitalist gelişmenin bağrında taşıdığı tekelleşme eğilimini (emperyalizm) daha 1870’lerde tespit etmiş ve onun gerici niteliğini bütün yönleriyle ortaya koymuştu. 19. yüzyılın son çeyreğinde, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, hisse senetli şirketlerin (anonim şirketler) doğması, borsaların kurulması, kredi sisteminin gelişmesi süreci, Marx’ın deyimiyle “yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi” türetmişti. (K.Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., 1990, s.388) Toplumsallaşmış emek ve sermaye, 20. yüzyılın başından

Marx ve kapitalizmin tarihsel gelişme eğilimi Marx’a göre kapitalist üretimin itici gücü, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmek, yani sermaye birikimi yasası idi. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde bu yasanın doludizgin işlemesi, sermayenin organik bileşimini ve dolayısıyla emeğin ve üretim araçlarının toplumsal niteliğini süratle artırmış ve üretimin ölçeğini eskiyle kıyaslanmayacak ölçülerde genişletmişti. Artık tek tek kapitalistlerin bireysel sermayeleri, bu büyük ölçekli üretim ve girişimler için yeterli olamazdı. Bunun için hem kapitalist devletin doğrudan girişimci sermayesine, hem de özel kapitalistlerin birleşik sermayelerine ihtiyaç vardı. İşte sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve giderek tekelci kapitalist birliklerin oluşması da bu büyük ölçekli üretim sürecinde gerçekleşecekti. Serbest rekabetin tarihsel bir süreçte kendi karşıtını (tekeli) yaratması, sermaye sahipliğinin yapısında da önemli değişimlere yol açtı. Kendini gelişmekte olan toplumsal üretim biçimine dayandıran bir kısım sermaye, tek tek kapitalist girişimcilerin bireysel-özel sermayesi olmaktan çıkıp, doğrudan biraraya gelmiş bireylerin ortaklaşa sermayesi biçimine büründü. Sermayenin yapısında meyda-

3


marksist tutum

Temmuz 2005 • sayı: 4

1917 Ekiminde devrimci bir ayaklanmayla siyasal iktidarı fetheden ve ardından muazzam bir tarihsel eyleme girişen Rusya proletaryası, ilki başaran bir sınıf olarak tarihe geçiyordu. Kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, insanın insana kulluğuna son vermek ve özgür üreticiler topluluğuna (komünizme) giden yolu döşemek üzere işçi sınıfı ayağa kalkmıştı. itibaren işte bu asalaklar zümresinin (finans kapital oligarşisinin) keyfi egemenliği altına girecekti. İnsanlık, finans kapitalin sınır tanımaz egemenliği, ulusal ve uluslararası düzeyde yayılmacılığı demek olan kapitalizmin bu yeni aşamasını esas olarak 20. yüzyılda yaşamaya başladı. Serbest rekabetçi dönemindeki ilerletici niteliğinin tersine, bu yeni aşamasında kapitalizm, toplumsal ilerlemenin önünde dünya ölçeğinde bir engele dönüştü. Kapitalizmin emperyalizm diye tanımlanan bu yeni aşaması, tüm 20. yüzyıl boyunca, toplumsal çürümenin, yozlaşmanın, kültürel ve insani değerlerde çöküntünün, savaşların ve saldırganlığın, doğanın tahribinin, ekolojik dengenin insanlığın mahvına yol açacak ölçüde bozulmasının temel nedeni olarak hükmünü sürdürdü. Kapitalizmin bu son aşamasında oynadığı gerici rol ve toplumsal ilerlemenin önüne diktiği engeller, şu an içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda doruğa ulaşmış bulunuyor.

Kapitalizmin temel çelişkisi olduğu gibi duruyor Kapitalist üretim tarzının hiçbir dönemde aşamadığı ve bugün de aşamayacağı temel çelişkisi, üretim araçlarının ve emeğin her geçen gün daha da artan toplumsal karakteriyle, bunların özel sahipliği (yani özel mülkiyetin tekelinde olmaları) arasındaki çelişkidir. Bu çelişki, 19. yüzyıldan beri sık sık yinelenen iktisadi krizlerle, keskinleşen sınıf mücadeleleriyle, devrimci durumlarla, emperyalist savaşlarla kendini dışa vurmaktadır. Özellikle 20. yüzyıl bunun sayısız örneklerinin sergilendiği bir yüzyıl olmuştur ve şimdi içinde yaşadığımız 21. yüzyılın da kapitalizm altında bundan farklı olmayacağı kesindir. Kapitalizmin yükseliş dönemini simgeleyen 18. ve 19. yüzyıllar, Avrupa’da burjuva devrimlerin gerçekleştiği, ulusal birliklerin oluştuğu ve nihayet burjuva ulus-devletlerin kurulduğu yıllardı. Öte yandan, başarısızlıkla sonuç-

4

lansa bile, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gerçekleşen ilk proleter devrim (1871 Paris Komünü deneyimi) de, toplumsal ilerlemenin ne yönde olacağının ilk işaretlerini veren tarihsel önemde bir olaydı. 20. yüzyılda yaşayanlar ise, kapitalist üretim ilişkilerinin ve finans kapital (mali sermaye) hâkimiyetinin dünya ölçeğinde yayılmasına, emperyalist güçler arasındaki tekelci rekebetin ve hegomonya yarışının yol açtığı yeniden paylaşım savaşlarına (iki dünya savaşı), Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yaşanan ulusal kurtuluş mücadelelerine ve bunun sonucunda yeni ulus-devletlerin doğuşuna tanık oldular. Ama hiç şüphesiz ki 20. yüzyıla asıl damgasını vuran tarihsel olay, emperyalist zinciri bir halkasından kırarak milyonlarca emekçiye kapitalist sömürüden kurtuluşun yolunu gösteren ilk muzaffer proleter sosyalist devriminin gerçekleşmesi oldu. 1917 Ekiminde devrimci bir ayaklanmayla siyasal iktidarı fetheden ve ardından muazzam bir tarihsel eyleme (kapitalizmi tasfiyeye) girişen Rusya proletaryası, ilki başaran bir sınıf olarak tarihe geçiyordu. Kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, insanın insana kulluğuna son vermek ve özgür üreticiler topluluğuna (komünizme) giden yolu döşemek üzere işçi sınıfı ayağa kalkmıştı. Evet, tarihsel anlamda büyük ve umut dolu bir başlangıçtı bu. Rusya proletaryasının yaktığı devrim ateşinin genişleyerek tüm dünyaya yayılacağı ve diğer ülkelerin işçi sınıflarını da aynı doğrultuda harekete geçireceği yönünde heyecan ve umut dolu bir beklenti hâkimdi her tarafta. Rusya proletaryasının bu devrimci başarısının ardından, Almanya ve Macaristan’da da ayaklanan işçilerin iktidarı ele geçirerek bir sovyet rejimi kurmaları, Avrupa burjuvazisini adeta şoka uğratmıştı. Troçki o dönemi şöyle tanımlıyordu: “1919 yılında Avrupa burjuvazisi ne yapacağını bilmez haldeydi. Paniğin ve Bolşevizm karşısında hissedilen sı-


Temmuz 2005 • sayı: 4

nırsız korkunun en şiddetli yaşandığı günlerdi… Savaş, burjuva toplumunun ekonomik temellerini parçaladı. Aynı zamanda, burjuva egemenliğinin siyasal kurumlarını devleti, orduyu, polisi, parlamentoyu, basını ve diğer kurumları- olağanüstü düzeyde örgütsüzleştirdi, zayıflattı, gözden düşürdü ve hareket edemez duruma getirdi.” (Akt: T. Cliff, Lenin, c.4, İde Yay., Şubat 2000, s.28) Ne var ki bu durum çok uzun sürmeyecekti. Proletaryanın devrimci saldırısı Rusya dışında geri püskürtüldü. Macaristan’daki sovyet rejimi iktidara geldikten 133 gün, Bavyera’daki ise 23 gün sonra düşürüldü. Bu gelişmelerin ardından burjuvazi, bir yandan Avrupa’da genel bir karşı devrimci saldırıyı örgütlerken, diğer yandan da Rusya’daki Bolşevik iktidarı bozguna uğratmak üzere, uzun sürecek bir iç savaşı körüklemeye girişti. Burjuvazinin Avrupa’da başlattığı bu karşı-devrimci saldırı başarılı olmuş ve dünya devrimi hayali giderek sönümlenmişti.

Bürokrasi egemen oluyor, Ekim yenilgiye uğruyor Dünya devrimi beklentisi gerçekliğe dönüşmediği gibi, ne yazık ki daha da kötüsü olmuştu. Olumsuz nesnel ve öznel koşulların (devrimin gerçekleştiği Rusya’nın her bakımdan geri bir köylü ülkesi olması, devrimin hemen ardından yaşanan iç savaşta Rusya ekonomisinin benzeri görülmemiş ölçüde çöküntüye uğraması, işçi sınıfının örgütlü ve deneyimli öncü kesimlerinin iç savaşta kırılması, Bolşevik Partinin proleter sınıf temelini büyük oranda yitirmesi ve bu nedenle parti ve devlet aygıtında bürokrasinin, çıkarcıların köşebaşlarını tutmuş olması, Avrupa’da beklenen proleter devrimlerin gerçekleşmemesi sonucunda sovyet devriminin yalnız kalarak kendi içine kapanması vb.) bir araya gelmesi sonucunda, Rusya işçi sınıfı iktidarını uzun süre elinde tutmayı başaramadı. Partinin ve sovyetlerin içinde gelişen sinsi bir bürokratik karşı-devrim sonucunda, işçi sınıfı kendi öz iktidarını yitirdi. Bu süreçte Stalinci bürokrasi, başta Leninist-Bolşevik kadrolar olmak üzere, Ekim Devriminin öncü işçi kuşağını adım adım tasfiye ederek, partide ve sovyet organlarında ipleri iyice eline geçirdi ve böylece proletarya diktatörlüğü yerine kendi diktatörlüğünü ikame etmiş oldu. Bu aynı zamanda bürokrasinin sovyet toplumunda yeni efendiler konumuna yükselmesi anlamına geliyordu. Totaliter bir iktidar mekanizması oluşturarak işçiler, köylüler ve aydınlar üzerinde mutlak bir siyasal egemenlik kuran Stalinci bürokrasi, egemenliğini sağlamlaştırmak için 1930’lardan itibaren yeni bir sosyo-ekonomik sistemin temellerini döşemeye başladı. Aslında ne kapitalizm ne de sosyalizm olan bu nev’i şahsına münhasır sosyo-ekonomik sistem, milliyetçi bürokrasinin merkezi güdümünde olan devlet mülkiyetine ve totaliter bir komuta ekonomi-

marksist tutum

sine dayanıyordu. İşte Stalinist bürokrasinin sonradan “tek ülkede sosyalizmin kuruluşu” ya da “reel sosyalizm” diye lanse ettiği fenomen, gerçekte bürokrasinin egemenliğini perçinleyen despotik-devletçi bir rejimden başkası değildi. Ekim Devrimi gibi muazzam bir proleter devrimin ardından, Bolşevik Partinin içinden çıkan bürokratik bir kastın iktidarı ele geçirerek kendini egemen sınıf konumuna yükseltmesi ve işçi sınıfının lehine olan devrimin tüm kazanımlarını bir bir tasfiye ederek, ne kapitalizm ne de sosyalizm olan kendine özgü bürokratik-despotik bir sosyo-ekonomik sistem yaratması, önceden öngörülebilir bir durum değildi kuşkusuz. Nitekim böylesi bir gelişmenin olabileceğini, ne Lenin, ne Troçki, ne de diğer devrimci Marksist önderler düşünebilmişlerdi. Çünkü onlar için, bir geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğü, iki olası sonucu olan bir dönemi ifade etmekteydi: Sosyalizme doğru ilerlemek ya da yeniden kapitalizme yuvarlanmak. Onun için, Marx’ın dünya devrimi anlayışını benimseyen ve komünizmin ancak evrensel ölçekte kurulabileceği çözümlemesine sıkı sıkıya bağlı olan bu liderler, eğer dünya devrimi yardımına koşmaz ise, proleter devrimin Rusya’da yenilgiye uğramasının ve kapitalizmin geri gelmesinin kaçınılmaz olacağına inanıyorlardı. 1921’de yapılan 10. Parti Kongresinde bu tehlikeye dikkat çeken Lenin şöyle diyordu: “Durum, esas itibariyle şu: Orta köylülüğü ekonomik olarak tatmin etmek ve serbest mübadeleye geçmek zorundayız; aksi taktirde, dünya devriminin gecikmesi durumunda, Rusya’da proletaryanın yönetimini muhafaza etmek ekonomik olarak imkânsız hale gelecektir.” (aktaran T.Cliff, Lenin, c.4, s.156) Lenin aynı kongrede “ülkeye hâkim olanın işçi sınıfı değil, köylülük olduğunu” söylüyor ve var olan işçi devletinin de esasen “bürokratik bozulmaya uğramış bir işçi devleti” olduğunu ısrarla vurguluyordu. Lenin, işçi devletindeki bürokratik yozlaşmanın yarattığı tehlikenin ne denli büyük ve gerçek bir tehlike olduğunu görüyor ve bürokrasinin ipleri bütünüyle eline geçirmesi durumunda, devrimin kazanımlarının nasıl yok olacağını düşünerek acı çekiyordu. O yaşamının son aylarını geçirdiği hasta yatağında bile, bürokrasiye karşı mücadelesini inatla sürdürdü. Ama ne yazık ki artık çok geçti. Bir araya gelen nesnel ve öznel olumsuzlukların yarattığı durum, Lenin’in iradi müdahalesiyle aşamayacağı bir durumdu. Tüm yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu davasına, komünizm mücadelesine adamış olan bir devrimci için, bu yaşadıkları gerçekten de bir trajediydi. Stalinci bürokrasi, tüm bu karşı-devrimci girişimlerini, “tek ülkede sosyalizm kuruculuğu” maskesi ardına saklanarak ve Büyük Rus milliyetçiliğini körükleyerek sürdürmesini bildi. Parti içinde Troçki ve sol muhalefet, tek ül-

5


marksist tutum

Temmuz 2005 • sayı: 4

Troçki’nin çözümlemeleri, bir yandan Sovyetler Birliğinin sosyalist bir toplum olmadığını ortaya koyarak insanları doğru bir biçimde aydınlatırken, diğer taraftan bürokrasinin devletini hâlâ bir işçi devleti olarak nitelendirmesi, insanların kafasında bir bulanıklığa yol açıyordu. Ne yazık ki yaratılan bu zihin bulanıklığı, Sovyet devletinin sınıf karakterinin daha derinlemesine sorgulanmasını ve sorunun doğru biçimde kavranmasını engelleyen faktörlerden biri olmuştur. Tüm yaşananlardan sonra, bunun artık yadsınamaz bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmıştır.

Soğuk savaşın perdelediği gerçekler ya da büyük yalan

İleriki yıllarda “halkların babası”, “güneşin oğlu” gibi sıfatlarla putlaştırılacak olan Stalin’in liderliğinde, Sovyet bürokrasisi 1930’larda büyük tasfiyelere girişerek kendi diktatörlüğünü pekiştirdi. Artık ne işçi sınıfı iktidarının ne de Ekim Devriminin bazı “kazanımlarının” devam ettiğinden hiçbir biçimde söz edilemezdi. kede sosyalizmin olanaksızlığını ve bu anlayışın antiMarksist, milliyetçi özünü teşhir etmeye çalışmışlarsa da bu olumsuz gidişi durduramadılar. 1930’larda ise, bilindiği üzere, Stalin’in liderliğinde Sovyet bürokrasisi, büyük tasfiyelere girişerek kendi diktatörlüğünü pekiştirdi. Artık ne işçi sınıfı iktidarının ne de Ekim Devriminin bazı “kazanımlarının” devam ettiğinden hiçbir biçimde söz edilemezdi ve edilmemeliydi de. Oysa Sovyetler Birliği’nde olumlu yönde bir dönüşüm (politik devrim dolayımıyla) olasılığından hiçbir zaman umut kesmemiş olan Troçki ve onun etkilediği insanlar, Sovyet bürokrasisinin diktatörlüğünü hâlâ işçi devleti olarak tanımlamaya devam ettiler. Onlara göre SSCB, yozlaşmış da olsa hâlâ bir işçi devleti idi ve bu devlet, Ekimin kimi kazanımlarını korumaya devam ediyordu. Tabii,

6

Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’nde yarattığı bu kendine özgü sosyo-ekonomik oluşumun, İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa ve Asya’dan yeni ülkelerin de katılımıyla uluslararası bir sistem haline geleceği ve 20. yüzyılın son çeyreğine kadar da kapitalist sistemin yanısıra (ve ona rakip bir sistem olarak) varlığını sürdürmeyi başaracağı, savaştan önce hiç kimse tarafından öngörülmemişti. Ama neticede bunların hepsi yaşandı! Nitekim, kapitalist sistem ile bürokratik-despotik sistem arasında her alanda (ekonomik, politik, ideolojik, askeri vb.) yaşanan ve tarihe “soğuk savaş” diye geçen keskin rekabetin, 20. yüzyılın ikinci yarısına nasıl damgasını bastığı ve toplumsal-tarihsel gelişmeyi nasıl belirlediği iyi bilinmektedir. Bu arada, Soğuk Savaş koşullarının yarattığı toz duman ortamında, kendilerini sosyalizm olarak tanımlayan ülkelerle ilgili kimi gerçeklerin nasıl gölgede kaldığı ve bu ülkeler hakkında dünya solunda nasıl yanılsamalar yaratıldığı da bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Yaşanan bir gerçekliğin yanlış kavranması ve yanlış teorize edilmesinin, gerçeğe ulaşmayı nasıl engellediği ve bunun belli bir tarihsel dönem boyunca nasıl gözbağına dönüştüğü biliniyor. Bunda elbette ki İkinci Dünya Savaşının ve sonrasındaki gelişmelerin büyük payı olmuştur. O dönemdeki gelişmeleri yeniden anımsamak gerekiyor. Yaşanan Nazizmfaşizm deneyimleri ve ardından milyonlarca insanın ölümüne ve büyük yıkımlara yol açan İkinci Dünya Savaşı Avrupa’yı dehşete düşürmüştü. Bu unutulmaz olaylara zemin hazırlayan Avrupa’daki burjuva devletler ve burjuva partiler, Avrupa işçi sınıfının gözünde güvenilirliklerinden çok şey yitirmişlerdi. İşsizliğin, yoksulluğun, güvensizliğin, endişenin kol gezdiği savaş sonrasının Avrupa’sında emekçi kitleler, tıpkı 1. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, gene kapitalizmi ve burjuva düzeni sorgulamaya başlamışlardı. Buna karşılık, yirmi milyon insanını yitirmek pahasına İkinci Dünya Savaşında Nazi ordularının ezilmesinde tarihi bir rol oynayan Sovyetler Birliği, Batılı emekçilerin ve aydınların gözünde büyük bir sem-


Temmuz 2005 • sayı: 4

pati ve prestij kazanmış durumdaydı. Üstelik savaş sonrasında Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk gibi Doğu Avrupa ülkeleri de kapitalist sistemden kopmuş ve Sovyetler Birliği’nin yanında saf tutmuşlardı. Yani kapitalist Avrupanın göbeğinde kendini “sosyalist” olarak adlandıran, kapitalizme rakip bir blok oluşmaktaydı. Bu gelişmeler hiç kuşkusuz hem kapitalist Avrupa’yı, hem de ABD’yi endişeye sevk eden gelişmelerdi. Nazizm ve faşizm gibi ırkçı, totaliter akımları kendi bünyesinde yetiştirmiş olmanın suçluluğunu taşıyan burjuva Avrupa, bir yandan bu suçlu geçmişini unutturmaya, diğer yandan da İkinci Dünya Savaşından büyük prestij kazanarak çıkmış olan rakibi Sovyetler Birliği’ni Avrupa’dan izole etmeye çalışıyordu. Bunun için Avrupa burjuvazisi, müttefiki ABD’yle birlikte uzun dönemli bir savaş stratejisi hazırlayarak uygulamaya koydu. “Reel sosyalizm” denen ülkelerde devleti elinde tutan egemen bürokrasiler, hiç de dünya devrimi ya da dünya sosyalizmi için savaşıyor değillerdi. Onlar bu savaşı, yıllardan beri işçi sınıfı üzerinde kurdukları sömürüye dayalı despotik egemenliklerini sürdürebilmek için yürütüyorlardı. Stalinist bürokrasilerin yıllarca sürdürdükleri kapitalizm karşıtlığı da, onların bu özgül konumundan kaynaklanıyordu. Bu ülkelerdeki üretim ilişkilerinin egemen sınıf konumuna yükselttiği bürokrasi, kendi egemenliğinin gereği olarak kapitalizme karşı çıkmaktaydı, yoksa proletaryanın dünya devriminden yana olduğu için değil. Bu stratejinin iki temel ayağı vardı: Birincisi, savaşta yıkılan Avrupa ekonomisi, ABD sermayesinin desteğiyle kapitalist yoldan hızla kalkındırılarak ve burjuva demokrasisi sağlamlaştırılarak, emperyalist Batı’ya kaybettiği prestiji yeniden kazandırılacaktı. Bunun için, öncelikle İkinci Dünya Savaşının “başlıca sorumlusu” ilan edilen Nazizm ve faşizm lanetlenerek yasaklanacak ve böylece burjuva Avrupa’nın demokratik değerlere ne denli “bağlı” olduğu gösterilecekti! Diğer taraftan Avrupa’nın burjuva devletleri, ekonomik büyümeyi sağlayıcı kapitalist yatırımları teşvik ederek ve demokratik-sosyal reformları yaparak, kapitalizmin demokrasi içinde bir “sosyal refah toplumu” yaratmaya muktedir bir sistem olduğunu kanıtlayacaklardı! Stratejinin ikinci ayağını ise, savaştan sonra Avrupa’da

marksist tutum

Sovyetler Birliği yörüngesinde oluşmuş bulunan “sosyalist” bloka karşı bir yıpratma savaşının (bilinen adıyla “Soğuk Savaş”ın) örgütlendirilmesi oluşturuyordu. Batı kapitalizmi Soğuk Savaşı başlattığı andan itibaren, anti-komünist propagandayı da Soğuk Savaş stratejisinin temel ekseni yaptı ve her alanda yaygınlaştırdı. Bu propagandaya göre, kapitalist Batı “hür dünyanın ve demokrasinin savunucusu”, komünist rejimler ise “hür dünyanın ve demokrasinin düşmanı” idiler! Tabii burada Batının “komünizm” olarak tanıttığı rejimler, başında Stalinci bürokrasilerin bulunduğu, SSCB’nin uydusu niteliğindeki bürokratik-totaliter rejimler oluyordu! İkinci Dünya Savaşından sonra dünya bu iki kamp arasında nüfuz alanlarına bölünmüş durumdaydı. Bir yanda başını ABD’nin çektiği emperyalist-kapitalist kamp, diğer yanda bürokratik-despotik rejimlerin oluşturduğu “reel sosyalizm” kampı. Aslında Soğuk Savaş denen şey de, bu iki kampın etkinlik alanlarını genişletmek için kendi aralarında yer yer gizli anlaşmalar ve zaman zaman da açık çatışmalarla sürdürdükleri hegemonya savaşlarından başka bir şey değildi. Emperyalizmin bu savaşı elli yıl boyunca ne amaçla sürdürdüğü izahı gerektirmeyecek kadar açıktı. O, uluslararası mali sermayenin hareket alanının “reel sosyalist” ülkeleri de kapsayacak ölçüde bütün dünyaya yayılmasını ve kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin dünya ölçeğinde bütünleştirilmesini arzuluyordu. Çünkü bu süreç 20. yüzyılın başlarında Ekim Devrimiyle önemli bir yara almıştı. İkinci Dünya Savaşından sonra ise, Sovyetler Birliği’nin önderliğinde oluşan kamp, kapitalist sistemin dışına çıkarak, kapitalizmin dünya ölçeğinde bütünsel gelişimini kesintiye uğratmıştı. Emperyalizm, geçmişte kesintiye uğrayan bu sürecin önünü açmaya çalışıyordu. Öte yandan, “reel sosyalizm” denen ülkelerde devleti elinde tutan egemen bürokrasiler ise, hiç de dünya devrimi ya da dünya sosyalizmi için savaşıyor değillerdi. Hayır, Stalinist bürokrasilerin böyle bir misyona sahip olduklarını düşünmek tarihsel bir yanılsamadan ibaretti sadece. Onlar bu savaşı, yıllardan beri işçi sınıfı üzerinde kurdukları sömürüye dayalı despotik egemenliklerini sürdürebilmek için yürütüyorlardı. Eğer bu savaşı kapitalizm kazanırsa, bu ülkelerde emekçi sınıfların lehine herhangi bir değişiklik olmayacağı zaten belliydi. Ama egemen bürokrasinin aleyhine değişiklikler olacağı kesindi. Çünkü reel sosyalizm denen ülkelerde, devlete yaslanarak egemen sınıf haline gelmiş olan bürokrasi, bu konumunu ancak devleti elinde tuttuğu sürece sürdürebilirdi. Bürokrasi, mevcut devlet iktidarı elinden gittiğinde, bunun egemenliğinin sonu olacağını pekâlâ bilmekteydi. Dolayısıyla, bu ülkelerde bürokrasinin kapitalizme karşıt bir pozisyonda yer alması, gerçekte onun komünizmden yana oluşundan değil, bu çelişkili konumundan ileri geliyordu. Eğer bu düzen çökerse (is-

7


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

ter gerçek bir proleter devrimle, isterse kapitalizm karşısında tutunamayarak çökmüş olsun), bürokrasinin bütünsel sınıfsal egemenliği de son bulacaktı. Kapitalizm geldiğinde bürokrasinin varlığı ortadan kalkmazdı ama, onun sınıfsal egemenliği sona ererdi. Kapitalizm altında bürokrasi, o bilinen klasik sosyal konumuna, yani burjuva devletin ve dolayısıyla burjuva sınıfın işlerini gören kahya konumuna geri dönerdi. İşte SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde devlet erkini tekelinde tutan Stalinist bürokrasilerin yıllarca sürdürdükleri kapitalizm karşıtlığı da, onların bu özgül konumundan kaynaklanıyordu. Özcesi, bu ülkelerdeki üretim ilişkilerinin egemen sınıf konumuna yükselttiği bürokrasi, kendi egemenliğinin gereği olarak kapitalizme karşı çıkmaktaydı, yoksa proletaryanın dünya devriminden yana olduğu için değil.

Çöküş ve sonrası Uzun yıllar “sosyalizm” diye bakılan Stalinist bürokratik rejimlerin, sonunda beklenmedik bir biçimde ani çöküşü, emperyalist-kapitalist sistemi dünyada rakipsiz bir güç haline getirdi. Bu durumun dünya kamuoyunun geleceğe yönelik beklentilerinde ve algılamalarında nasıl yanılsamalara yol açtığı biliniyor. Sanki dünya artık rekabetsiz, çatışmasız, barış içinde bir dünya olacaktı! İnsanlardaki bu algı bozukluğu, uluslararası burjuvazinin dünya ölçeğinde yürüttüğü yoğun propaganda bombardımanının bir sonucuydu kuşkusuz. Bu propaganda bombardımanı, geleceğe yönelik olarak özetle şöyle bir tablo çiziyordu dünya kamuoyuna: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında, 1945lerden beri süregelen Soğuk Savaş dönemi artık sona erdiğine göre, sonsuz bir barış dönemi açılmaktaydı insanlığın önünde! Büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde yeni bir dünya düzeni kurulacaktı ve bu “küresel düzen”de artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa”, nihayet sonsuza kadar uyum içinde yaşayacak, çelişkisiz bir yeni dünya düzeni yaratacaktı! Uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada etkisini göstermiş, “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetcilik”, “yarışmacılık” vb. gibi kavramlar, genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti. Ne var ki, 1990’ların başında şişirilen bu “yeni dünya düzeni” balonunun etkisi çok uzun sürmeyecekti. Burjuva ideologların iddialarının aksine, Sovyet blokunun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, ne dünyayı “savaşsız, refah dolu bir barış dünyası” yaptı, ne de “ideolojilerin ve çatışmaların

8

son bulduğu” bir dünya. Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, sınıf mücadelelerinin, çatışmaların, savaşların yeni bir düzlemde sürdüğü, yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı oldu. Bunun ilk çarpıcı göstergesi ise, “sosyalist blok”un çöküşüyle birlikte dünya üzerinde “rakipsiz” kalan emperyalist-kapitalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin, çatışmaların, rekabetin, hegomonya yarışının açığa çıkması ve alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist rekabetin her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme potansiyeli taşıdığı daha bir açıklıkla görülmeye başlandı. Nitekim, 21. yüzyıla emperyalist güçler arasında kıran kırana rekabetin yaşandığı bir ortamda girildi. Emperyalistkapitalist güçler, yeni nüfuz alanları elde etmek, hegemonya yarışında geriye düşmemek ya da ileriye geçmek için kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girmekteydiler. Bu rekabet ortamı, emperyalist güçler arasında ister istemez yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde hegomonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Soğuk savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların vb. aynen devam etmesinin nesnel zemini artık ortadan kalkmıştı. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler arasında şimdi yeni saflaşmalar ve yeni ortaklıklar gündemdeydi.

Sonuç yerine Güneş elbette ki balçıkla sıvanamaz. Güneşin altında şeyler neyse odurlar. Emperyalizm aşamasına ulaşmış ve çoktan çürümeye yüz tutmuş kapitalizm de öyle. Sahte rakibi ya da sahte anti-tezi (bürokratik diktatörlükler) ortadan kalkınca, kapitalizm öylece kala kaldı ortada. “Rakipsiz” kalan kapitalizm, artık pisliklerini, habis yanlarını saklama gereğini bile duymuyor. Bürokratik rejimler henüz ayaktayken ve sözümona kapitalizme rakip bir düzen oluştururlarken, kapitalizm kendini bunlarla kıyaslayarak aklamaya çalışırdı. Bürokratik rejimlerin anti-demokratik niteliği, ekonomik geriliği, kapalılığı vb. kapitalizmin kendi düzenine paye çıkarıp, olumlamak için tersinden kullandığı argümanlardı. Kendi üstünlüğünü, rakibinin eksikliklerini açıklayarak kanıtlamaya çalıştı yıllarca. Ama şimdi, nicedir yalnız ve bütün zaaflarıyla ortadadır. Kitleler şimdi her yere bombalar yağdıran, doğayı doğalığından, insanı insanlığından çıkaran bu “ilâhi” kapitalizme bakarak şöyle düşünüyorlar: Eğer bu düzen ebedi bir düzense vay insanlığın haline! İnanıyoruz ki, çok uzak olmayan bir gelecekte insanlar kitlesel olarak şöyle haykıracaklar: Ya sosyalizm, ya barbarlık! www.marksist.com sitesinden alınmıştır


AB Sorununa Sol Nasıl Yaklaşıyor? Levent Toprak

F

ransa ve Hollanda referandumlarının ardından, beklenebileceği gibi, AB’nin geleceği hakkında tartışmalar kızışmış durumda. İngiltere’nin önce referandum kararını askıya alması, ardından AB bütçesiyle ilgili başlattığı yeni tartışma, sonrasında Anayasa onay sürecinin bir yıl ertelenmesi ve sözcülerin de itiraf etmekten çekinmedikleri bunalım, bu sürecin doğal uzantısı durumunda. Referandum sürecini ve sonrasını ele aldığımız geçen sayıdaki yazımızda (AB: Referandumlar Devrimci Marksistleri Doğruluyor), AB sorununa ilişkin enternasyonalist komünist perspektifin bu gelişmelerle doğrulandığını ortaya koymuştuk. Yine bu perspektif doğrultusunda, önümüzdeki yıllarda da, doğasındaki derin çelişkilerden ötürü, AB’nin bu tür krizleri bolca yaşayacağını öngörebiliriz. Geçen yazıda referandum sürecinde Fransa’da solun tutumunu ele almış, işçi sınıfı kitlelerindeki reformist ve milliyetçi önyargıların kırılmasına hizmet edecek bir çizgi izlemediğini ortaya koymuştuk. Referandumlardaki zaaflı tutumun arka planında yer alan önemli bir etmenin, Fransız ve Avrupa solunun geniş kesimlerinin, AB sorunundaki genel yaklaşımları olduğu açıktır. Bu kesimlerde hâkim olan görüşün “Emeğin Avrupa’sı” ya da “Sosyal Avrupa” gibi ana sloganlarla kendisini ifade ettiği de iyi biliniyor. AB sorununa ilişkin Avrupa ve Türkiye solundaki bu ve bunun gibi diğer genel formülleri ve ana sloganları, bunların arkasındaki politik genel yaklaşımlarla birlikte iyi bilmek, bunlar arasındaki ayrımları netleştirmek ve eğriler ve doğruları bu düzeyde de ortaya koymak gerekiyor. Zira AB sorunu hem Avrupa ve dünyada hem de özellikle Türkiye’de siyasetin temel bir konusu olmaya daha uzun yıllar devam edecektir. Enternasyonalist komünistler Avrupa halklarını gerçek anlamda birleştirebilecek tek gücün devrimci işçi sınıfı olduğunu, bu birleşmeyi sağlayacak olan devrimci hedefin, sovyetik dünya federasyonunun bir adımı ve parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri şeklinde ifade edilmesi gerektiğini çoktandır ortaya koymuş bulunuyorlar (Bkz. Elif Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum). Bu hedef proleter devrim mücadelesinin Avrupa çapındaki pozitif hedefi ve bütünleştirici çimentosudur.

Enternasyonalist komünistler Avrupa halklarını gerçek anlamda birleştirebilecek tek gücün devrimci işçi sınıfı olduğunu, bu birleşmeyi sağlayacak olan devrimci hedefin, sovyetik dünya federasyonunun bir adımı ve parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri şeklinde ifade edilmesi gerektiğini çoktandır ortaya koymuş bulunuyorlar. Bu hedef proleter devrim mücadelesinin Avrupa çapındaki pozitif hedefi ve bütünleştirici çimentosudur.

9


marksist tutum

Marksizmin olmazsa olmaz temel ilkesi olan proleter devrimin uluslararası karakteri bu çevrelere nedense ütopik bir hercailik olarak ya da en iyi durumda çok uzak ve belirsiz bir geleceğin sorunu olarak görünür. O nedenle proletaryanın Avrupa ölçeğinde kıtasal bir mücadele vermesi perspektifi onların ilgi alanına girmez. Genel olarak söylemek gerekirse, hâkim anlayış âdeta “herkesin devrimi kendine” anlayışıdır. Oysa örneğin Türkiye’de solun geneline baktığımızda Avrupa sorunu bağlamında farklı hedef ve taleplerin egemen olduğunu görüyoruz. Kimi çevreler, yukarıda da belirtmiş olduğumuz “Emeğin Avrupa’sı”, “Sosyal Avrupa” gibi hedef ve sloganları öne çıkarırken, kimileri “Sosyalist Avrupa” ya da “Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri” gibi sloganları savunmaktadır. Kimileri ise Avrupa için herhangi bir pozitif hedef ileri sürmekten kaçınarak, bazı örneklerde “Bağımsız Türkiye” ya da “Bağımsız Sosyalist Türkiye” gibi ulusalcı hedefleri öne çıkarmakta, bazı örneklerde de Türkiye için Ortadoğu, Avrasya gibi alternatif bölgesel hedefler ortaya koymaktadır.

Ulusal bakış açısı AB tartışmalarında solun büyük bir kesiminin Avrupa için pozitif bir şiarının olmadığı açıktır. Bunun yerine bu unsurlar çeşitli biçimlerde “Türkiye’nin bağımsızlığını” vurgulayan temel hedefler öne sürüyorlar. Ancak mesele sadece bundan ibaret değil. Avrupa için sözde birtakım pozitif şiarlar ileri sürenlerin önemli bir bölümü de bunu reformist bir temelde savunuyorlar. Onların Avrupa’daki benzerleri ile birlikte savundukları “Emeğin Avrupa’sı” ya da “Sosyal Avrupa” gibi şiarlar da esasta “Emeğin Türkiye’si” için, “Sosyal Türkiye” için demekten öteye geçmiş olmuyor. Reformist perspektifi aşağıda başka bir başlık altında ele alacağız. Burada esas olarak Avrupa sorunundaki tutumları sınıflandırmada önemli bir ayrım noktası oluşturan, Avrupa için pozitif bir hedef ileri sürmeme tutumu üzerinden yürümek istiyoruz. Son tahlilde dar ulusal bakış açısının ürünü olan bu tutumun değişik çeşitlemeleri bulunuyor. Bir uçta “Bağımsız Türkiye” diyen Zubatovcu İP’den tutun, “Bağımsız Sosyalist Türkiye” diyen reformist SİP-TKP’ye, diğer uçta çeşitli devrimci demokrat akımlara ve ulusal perspektifle sınırlı bir sosyalist devrim çizgisini savunan merkezci akımlara kadar geniş bir yelpaze mevcut. Kendini sadece ulusal düzeyde mücadele talepleriyle sınırlayan bu dar bakış açısı proletarya enternasyonalizmi-

10

Temmuz 2005 • sayı: 4

nin ruhuyla bağdaşmamaktadır ve tüm bu çevrelerin mustarip olduğu bu sorunun başlıca sorumlusu milliyetçi Stalinist mirastır. Özü gereği proletarya enternasyonalizmine ters düşen Stalinizmle devrimci bir kopuş yaşanmadıkça bu hastalıktan kurtuluş mümkün değildir. Marksizmin olmazsa olmaz temel ilkesi olan proleter devrimin uluslararası karakteri bu çevrelere nedense ütopik bir hercailik olarak ya da en iyi durumda çok uzak ve belirsiz bir geleceğin sorunu olarak görünür. O nedenle proletaryanın Avrupa ölçeğinde kıtasal bir mücadele vermesi perspektifi onların ilgi alanına girmez. Genel olarak söylemek gerekirse, hâkim anlayış âdeta “herkesin devrimi kendine” anlayışıdır. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun ve diğer ülkelerin işçi sınıfının mücadelelerine ne kadar sempati gösterilirse gösterilsin, sonuçta bu bakış açısı kaçınılmaz olarak bir ulusal benmerkezciliğe çıkar. Elbette bir ülkenin işçi sınıfı her şeyden önce kendi burjuvazisiyle mücadele etmelidir. Ancak bir ülkedeki işçi sınıfı bir yandan kendisini dünya işçi sınıfının bir parçası, bir müfrezesi olarak görmezse, diğer yandan da “kendi” burjuvazisini dünya burjuvazisinin bir parçası olarak görmezse, hem “kendi” burjuvazisine karşı mücadelesini başarılı biçimde yürütemez, hem de dünyanın her geçen gün artan karşılıklı bağımlılığı karşısında kendi kendini sakatlamış olur. Komünistler ise kendilerini ulusal kimlikleriyle değil, Manifesto’da belirtildiği gibi, bütün dünya işçi sınıfının temsilcileri, öncü unsurları olarak tanımlarlar ve işçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunmalarıyla ayırt edilirler. Diğer taraftan bizimki gibi ülkelerdeki Stalinist milliyetçilik köklü bir üçüncü dünyacı karaktere de sahiptir. Bu anlayış genel olarak gelişmiş ülkelerde bir devrim olasılığını tümüyle yok sayar, bu ülkelerin işçi sınıfına da küçümsemeyle bakar. Bu bakışa sahip olanlar, ileri ülkelerin uluslararası işçi sınıfı devrimi açısından kilit önemini ve bu ülkelerde işçi sınıfı iktidarı almadıkça dünya ölçeğinde sosyalist bir toplumun kurulamayacağı gerçeğini yadsırlar. Bu hususu defalarca yineleyen Lenin şöyle demişti: “… biz daima Marksizmin ilk temel gerçeğini, sosyalizBizimki gibi ülkelerdeki Stalinist milliyetçilik köklü bir üçüncü dünyacı karaktere de sahiptir. Bu anlayış genel olarak gelişmiş ülkelerde bir devrim olasılığını tümüyle yok sayar, bu ülkelerin işçi sınıfına da küçümsemeyle bakar. Bu bakışa sahip olanlar, ileri ülkelerin uluslararası işçi sınıfı devrimi açısından kilit önemini ve bu ülkelerde işçi sınıfı iktidarı almadıkça dünya ölçeğinde sosyalist bir toplumun kurulamayacağı gerçeğini yadsırlar.


Temmuz 2005 • sayı: 4

min zaferi için birçok ileri ülkenin işçilerinin ortak çabasının zorunlu olduğunu vurgulayıp yineledik.” [“Bir Yayıncının Notları (Mart 1922)”, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, cilt 2, Maya Yay., s.259] Marksizmin bu temel ilkesini birinci sayıda yayınladığımız Temel Görüşlerimiz başlıklı metinde şöyle ifade etmiştik: “Proleter devrim sürekli devrimdir. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça yıkılamaz.” Ulusalcı perspektife sahip kesimler içinde üçüncü dünyacı anlayışı nispeten daha tutarlı hale getirenler buna uygun bölgesel devrim hedefleri de ileri sürmüyor değiller. Dolayısıyla onlar ulusal bakış açısına sahip olan diğerlerinden bu noktada ayrılmaktadırlar. Bu noktada en somut olarak dillendirilen hedef “demokratik Ortadoğu Federasyonu” formülüdür. Ancak bu hedef ne yazık ki proleter devrimci bir içerikle ve bir işçi iktidarını ifade eden şekilde tanımlanmamaktadır. Aksine bu formül Stalinist aşamacı anlayışa uygun olarak burjuva demokratik bir içerikle doldurulmaktadır. Yeni olan tek şey aşamacı mantığın bölgesel ölçekte genişletilmesidir. Oysa Ortadoğu halkları arasındaki sorunlara bir çözüm perspektifiyle ileri sürülen bu tür burjuva demokratik içerikli formüller asla derde deva olamazlar. Kışkırtılarak birbirine düşmanlaştırılan halklar arasındaki husumet ve güvensizlikler ancak özel mülkiyet zeminini ortadan kaldıran bir sosyalist devrimle aşılabilir. Ortadoğu halklarının binlerce yıllık ortak yaşama tecrübelerinden filizlenen, iktisadi, sosyal ve kültürel bir yakınlığın söz konusu olduğu bu ortak coğrafyada, hayatta karşılık bulacak olan perspektif, “demokratik bir Ortadoğu Federasyonu” değil proletarya iktidarı altında “sovyetik bir Ortadoğu Federasyonu” perspektifidir. Kuşkusuz bunun da aynen Avrupa konusunda olduğu gibi dünya birleşik işçi sovyetlerine giden yolda bir adım olarak kavranması ve mutlaklaştırılmaması gerekir. Yine de burada esas sorun Ortadoğu’ya bir şekilde bölgesel devrim Soru şudur: bölgesel devrim hedefleri tarif edilebilir mi, ya da edilmeli mi? Marksizmin bu soruya cevabı evettir. Bugün yeryüzünde başta Avrupa ve Güney Amerika olmak üzere, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Hint alt-kıtası, Çin-hindi gibi bölgeler için bu tür ulus-ötesi hedefler pekâlâ tarif edilebilir ve zaten edilmiştir de.

marksist tutum

ve iktidar hedefi biçenlerin, bunu Avrupa’ya layık görmemeleridir. Altı çizilmesi gereken nokta budur. Avrupa için özgül bir devrim hedefi ileri sürmek, esasen bölgesel devrim perspektifleri tartışmasının bir parçasıdır. Soru şudur: bölgesel devrim hedefleri tarif edilebilir mi, ya da edilmeli mi? Marksizmin bu soruya cevabı evettir. Bugün yeryüzünde başta Avrupa ve Güney Amerika olmak üzere, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Hint alt-kıtası, Çin-hindi gibi bölgeler için bu tür ulus-ötesi hedefler pekâlâ tarif edilebilir ve zaten edilmiştir de. Burada coğrafi, iktisadi ve tarihsel-kültürel yakınlık gibi faktörler esastır. Güney Amerika ülkelerinden birinde gerçekleşecek bir devrimin diğer komşu Güney Amerika ülkelerini etkileme olasılığının, bir Kanada’yı ya da İran’ı etkileme olasılığından daha yüksek olduğu aşikârdır. Bu ihtiyacı doğuran dürtü, toplumsal, tarihsel, iktisadi ve siyasal analizlere dayanarak dünya devrim sürecine ilişkin birtakım ana olasılıklar temelinde, bu sürecin muhtemel somut yoğunlaşma noktalarına dair ilerletici hedefler tespit etmektir. Burada tek önemli sakınca bölgesel hedeflerin mutlaklaştırılması ve dünya devrimi sürecinden kopuk olarak ele alınması tehlikesidir. O nedenle bu tür tüm formüllerle birlikte mutlaka Dünya Birleşik İşçi Sovyetleri hedefini yan yana koymak, birinin diğerinin bir adımı ve parçası olduğunu vurgulamak gereklidir. Dolayısıyla bu tür bir tehlikeye düşmemek kaydıyla genelde proleter dünya devrim sürecinin muhtemel bölgesel adımlarını oluşturacak devrim hedefleri tarif etmek, bunları formülleştirmek ve bu bağlamda bunu Avrupa için de somutlamak anlamlı ve gereklidir.

Reformist Perspektif Avrupa tartışması söz konusu olduğunda reformist perspektifle devrimci enternasyonalist perspektif arasında yüzeyden bakıldığında ortak bir nokta varmış gibi görünür. Her ikisi de Avrupa için bir pozitif hedef tarif etmektedir. Ancak biri “Sosyal Avrupa” derken, diğeri Av-

11


marksist tutum

rupa’da bir devrimci proletarya iktidarından söz etmektedir. Reformist perspektif her ne kadar ulus ötesi bir hedefi savunuyor gibi görünse de, gerçekte daha geniş ölçekli bir milliyetçilik savunusudur bu: Avrupa milliyetçiliği. Avrupalı reformistler için “sosyal Avrupa” aslında büyük bir refah adası haline getirilerek azgelişmiş dünyadan yüksek duvarlarla korunmuş ve ABD’yle boy ölçüşen militarist bir “Avrupa Kalesi” anlamına gelmektedir. Avrupa’nın kendi zenginlik ve refahına kıskançça sarıldığı ve bunları aynı kıskançlıkla dünyanın geri kalanına karşı savunduğu bir süper milliyetçilik ve yeni bir süper emperyalist güç olma hırsıdır bu. Kendiliğinden görülebileceği gibi burada Avrupa-merkezciliğin tam bir somutlanışı söz konusudur. AB’ye sempatiyle bakanlar, Avrupalı emperyalistlerin diğer emperyalist güçlerle rekabet amacıyla AB’yi kurma yoluna girmiş olduklarını unutmuş görünürler. ABD’nin kötü ama AB’nin cici olduğu imajı oluşturulmaya çalışılır. Gerçekte emperyalist bir birlik, bir ittifak ilişkisi olan AB’nin amacı tam da bir ABD gibi olabilmektir. Bunun anlamının hem Avrupalı emekçileri daha fazla köleleştirmek, hem de dünya halklarına daha fazla kan kusturmak olduğu gözlerden maharetle saklanarak, âdeta güllük gülistanlık bir yeryüzü cenneti, bir barış ve kardeşlik ideali imajı çizilmeye çalışılıyor. Aslında bugünün gerçekliğiyle geleceğin sözde ideali arasındaki çelişkinin kaba çıplaklığından olsa gerek, reformistler arasında yaygın sloganlardan biri, “başka bir Avrupa mümkün!” sloganıdır. Muğlaklığı ve kaçamak karakteriyle bir cazibe konusu olabilen bu slogan, “başka Avrupa”nın ne olduğunu açıkta bırakarak gerçekte reformist perspektifi alttan altta yutturmaktadır. Reformistler reformizmlerini gizlemek için bu tür muğlaklıklardan özellikle medet umarlar. Enternasyonalist komünistler de “başka bir Avrupa”nın mümkün olduğunu düşünürler, ama bu “başka Avrupa” kapitalizmin kökünün kazındığı, proletarya iktidarı altındaki bir Avrupa’dır. Reformist perspektifle ilgili önemli bir nokta “sosyal devlet” meselesidir. Çeşitli renklerden Avrupalı reformistler (sosyal demokrat, sosyalist, komünist partiler, ATTAC benzeri çevreler, bazı Troçkist etiketli çevreler) “neo-liberal” bir Avrupa’ya karşı “sosyal Avrupa”yı ileri sürmektedirler. Reformistlerin burada yaptığı, kapitalizmin krizlerinin derinleştiği bir dönemde, işin aslında kamu harcamalarını arttıran ve dolayısıyla toplam tüketimi ve istihdamı teşvik eden “refah devleti” uygulamalarını bir kurtuluş reçetesi olarak sunmaktır. Oysa “refah devleti”nin işçi sınıfının köleliğini ortadan kaldıran bir şey olmadığı açıktır. Bağımsız sınıf çıkarlarını etkili şekilde ortaya koyacak güçte bir enternasyonalist devrimci önderlik olmadığı için, işçiler, neo-liberalizm tartışması üzerinden, mustarip oldukları sorunların gerçek kaynağı olan kapitaliz-

12

Temmuz 2005 • sayı: 4

me karşı değil, onun belirli bir konjonktürel görünümü olan neo-liberal uygulamalara karşı çıkmaya kanalize edilmektedir. Burada Avrupa işçi sınıfında varolan ve esasen reformist düşüncenin beslediği yanlış bir kanı mevcuttur. Bu kanıya göre neo-liberal saldırılar AB sürecinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte AB süreci neo-liberal saldırı sürecinden çok önce ve tam da “refah devleti” uygulamaları döneminde başlamış, bu dönemde uzun yol kat etmiş bir süreçtir. Zaten mantıken de, nispeten daha sorunsuz olan bir kapitalist genişleme evresinde bu tür bir entegrasyon sürecinin yürümesi daha kolaydır. Diğer taraftan neo-liberal saldırıların kaynağında yatan kapitalizmin krizi tam da AB entegrasyon sürecini baltalayan bir işlev görmektedir. Bu hem taraflar arasındaki sorunları daha da kızıştırması nedeniyle hem de kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırması nedeniyle böyledir. Doğrusu Avrupalı egemenlerin talihsizliği belki de bu entegrasyon sürecini neo-liberal saldırılar eşliğinde yürütmek zorunda olmalarıdır. Reformist perspektif her ne kadar ulus ötesi bir hedefi savunuyor gibi görünse de, gerçekte daha geniş ölçekli bir milliyetçilik savunusudur bu: Avrupa milliyetçiliği. Avrupalı reformistler için “sosyal Avrupa” aslında büyük bir refah adası haline getirilerek azgelişmiş dünyadan yüksek duvarlarla korunmuş ve ABD’yle boy ölçüşen militarist bir “Avrupa Kalesi” anlamına gelmektedir. Avrupa’nın kendi zenginlik ve refahına kıskançça sarıldığı ve bunları aynı kıskançlıkla dünyanın geri kalanına karşı savunduğu bir süper milliyetçilik ve yeni bir süper emperyalist güç olma hırsıdır bu. Kendiliğinden görülebileceği gibi burada Avrupa-merkezciliğin tam bir somutlanışı söz konusudur. Türkiye’deki reformist AB yanlılarına gelelim. Avrupalı reformistler bağlamında yukarıda söylediklerimiz Türkiyedeki kafadarları için de geçerlidir. Şüphesiz Türkiye bağlamında ilâve edilecek noktalar bulunuyor. Öncelikle solun genel olarak liberal-reformist-parlamentarist kulvarında yer alanların AB konusunda iki zıt kutupta yer aldıklarını hatırlatmamız gerekiyor. Bir kutup (örneğin ÖDP) açıktan ya da örtük AB yanlısı iken, diğer kutup (örneğin SİP-TKP) açıktan AB karşıtıdır. AB karşıtlarını yukarıda milliyetçi bakış bahsinde ele almıştık. Türkiye’deki AB’ci reformistlerin temel özelliği Türkiyenin AB sürecini bir tür can simidi olarak görmeleridir. Hatta ÖDP’nin başını çekenler üyelik müzakerelerinin


Temmuz 2005 • sayı: 4

başlatılması kararını bir “devrim” olarak dahi nitelendirdiler. Bu tutum aslında “devrimci demokrasi”nin bağrındaki çelişkilerin liberal reformizm yönünde az çok tutarlı bir çözümünü ifade ediyordu. Onlar yıllardır peşinde koştukları “demokratik devrim”in bundan çok da farklı bir şey olmadığı sonucuna çıkmışlardı. Belli ki bu reformistler Avrupa marifetiyle gerçekleştirilecek “demokratik dönüşümleri” kendi yılgınlıklarına çare olarak görüyorlar. Esasen Avrupa tipi bir demokrasi ya da “Avrupai” olmak bu kesimler için ezelden beri gerçek ufuk çizgisini oluşturuyordu. AB’nin emperyalist, militarist niteliğini görmezden gelme eğilimindeki bu zaaflı çizgi tipik biçimde ABD emperyalizmine karşı atıp tutarken ve gösteriler örgütlerken, Avrupa’ya iltimas geçmekte beis görmemektedir. Bu çizginin Avrupa konusundaki perspektifinin altında yatan asli güdü şöyle özetlenebilir: kendini müreffeh, demokratik Avrupa kulübü içine atarak “sefil azgelişmişler” dünyasının dışına çıkmak. Yani tam da küçük-burjuva ruh halinin ifadesi olan sınıf atlamak! Bir Yunanistan ya da Portekiz’in geçirdiği süreçleri geçirmek aslında bu kesimlerin gerçek özlemlerini yansıtmaktadır. Elbette Türkiye’deki güdük burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesini istemenin ve işçi sınıfı için iktisadi, sosyal ve politik bazı kazanımlar elde etmeyi ummanın kendi başına kötü bir tarafı yok. Ancak sorun şurada ki, ufuk reformizmle sınırlı olunca ne insanlığın ve dolayısıyla Türkiye’de işçi sınıfının gerçek ve köklü sorunları çözülebilir, ne de kalıcı reformlar ya da kazanımlar elde etmek mümkün olur. Gerçek anlamda reformlar elde etmek ve korumak için dahi devrimci bir perspektife ihtiyaç vardır. Tüm tarihi deneyim bunu kanıtlamaktadır.

Çözüm: Enternasyonalist Perspektif Gerek “Emeğin Avrupa’sı”, “Sosyal Avrupa”, Başka Bir Avrupa Mümkün!” gibi ana sloganlarla ifade edilen reformist Avrupa perspektifi, gerek “Bağımsız Türkiye”, “Bağımsız Sosyalist Türkiye” gibi özü itibariyle dar ulusal bakışı yansıtan perspektifler, gerekse de bunun genişletilmiş bir çeşitlemesi sayılması gereken üçüncü dünyacı “Ortadoğu Federasyonu” ya da “Avrasya Seçeneği” gibi perspektifler, proletaryanın devrimci enternasyonalist perspektifiyle bağdaşmamaktadır. Tekrar pahasına, bir dünya federasyonunun adımı ve parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri şeklindeki enternasyonalist komünist perspektifi bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Bu formülle görünüşte ya da özde benzer diğer bazı formüller de bulunduğu için, söz konusu olabilecek bazı sakıncalara işaret etmek bir zorunluluk. Öncelikle “Sosyalist Avrupa” ya da “Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri” gibi formüllerin temel bir sakıncasına işaret edelim. Marksizm, sosyalizmde devletin olamayacağını söyler ve bu

marksist tutum

konu ne yazık ki kendisini devrimci Marksist safta konumlandıranlar arasında bile yeterince kavranmamıştır. Uzun yılların ürünü Stalinist tahrifatı giderebilmek için kavramsal titizlik önem kazanıyor. Bu nedenle içerikte bir sorun olmadığı durumlarda dahi, sosyalizm ve devlet kavramlarını yan yana getirmekten kaçınmak gerekiyor. İnsanlık işçi sınıfı demokrasisinin egemen olacağı ve uluslararası planda yürüyecek bir geçiş döneminden sonra sosyalist toplum aşamasına varacaktır. Devlet bu geçiş süreci içinde adım adım sönümlenerek sosyalizm başladığında yok olmuş olacaktır. Ancak “Sosyalist Avrupa” sloganı özgülünde dikkatli olunması gereken daha önemli bir nokta bulunuyor. Aynen “Sosyalist Türkiye” sloganını parlamentarist-reformist bir içerikle savunan SİP-TKP örneğinde olduğu gibi, bu hedef zorunlu olarak bir proleter devrimci içerikle doldurulmuş değildir, ki bunun örnekleri mevcuttur. Bu türden “Sosyalist Avrupa” vurguları genellikle “Sosyal Avrupa” ile aynı kapıya çıkmakta ya da onu örtüleyen bir işlev görmektedir. Son bir nokta, Türkiye’deki milliyetçi solun AB tartışmalarındaki bir çarpıtmasıyla ilgilidir. Milliyetçiliğin damgasını vurduğu ya da eninde sonunda milliyetçiliğe hizmet eden “hayır”cı kamp, “ne evet ne hayır” diyenleri ya da “hayır”ını beğenmediklerini genellikle otomatik olarak “utangaç evetçilik” ile ya da “havetçilik” ile suçlamaktadır. Tutumu böyle nitelendirilebilecek olanlar mevcuttur kuşkusuz. Doğrusu, bir ayağı liberal-reformizme çeken, diğer ayağı sözde devrimci söylemli bir bakış açısının cenderesinde olanların hazin sorunudur bu. Bizler hem evetçilerin hem de hayırcıların, isteseler de istemeseler de, burjuva kamplardan birinin kuyrukçusu durumuna düştüklerini ve bu burjuva ikilemin basıncına yenik düşmemek gerektiğini düşünüyoruz. Devrimci işçi sınıfının izlemesi gereken doğru çizgi burjuva ikilemlerden bağımsız kendi sınıf perspektifinin inşası olmalıdır. 

––––––––––––––––––––––––––––– 

ATTAC (Yurttaşlar Yararına Mali İşlem Vergisi İçin Birlik), 1998’de Fransa’da Le Monde Diplomatique’in inisiyatifiyle kurulan bir oluşumdur.

13


Gün Ortasında Karanlık Yabancılaşma ve Popüler Kültür Utku Kızılok

Akıl tutulması

Gezegenimiz üzerinde insanlığın geliştirdiği üretici güçler sayesinde müreffeh, barış içinde yaşayan, doğanın kör güçlerine karşı üstün gelmiş, hastalıkları yenmiş, doğayla uyumlu yepyeni bir toplum kurmanın tüm olanakları mevcut. Ancak ne mümkün! Böylesi bir toplumun nesnel olanakları yeterince gelişmesine karşın insanlık, esiri olduğu kapitalist üretim tarzı tarafından âdeta her geçen gün daha fazla çürümeye terk ediliyor.

14

Kapitalizm insanlığı derin bir bunalıma sürüklemiş durumda. İnsanlığın üzerine koyu bir sis çökmüş bulunuyor; gün ortasında karanlık yaşıyoruz. İnsan soyu yarattığı bunca maddi ve kültürel birikime rağmen, kapitalizm tarafından neredeyse önünü göremeyecek bir hale getirilmiş bulunuyor. Geleceğin nesilleri bugünü incelediklerinde muazzam çelişkilerle yüklü bir toplum görecekler karşılarında. Bugünkü maddi ve kültürel olanaklar sayesinde her alanda bilimsel gelişmeleri izleyip, müdahale ederek daha da geliştirebilecek, entelektüel, ruhsal ve fiziksel gelişmenin ve yetkinleşmenin ileri aşamalarına geçebilecek insan soyu, üzerine çöken karabasandan dolayı kıpırdayamıyor. Kapitalizmin karabasanı insan bilinci üzerine oturduğundan dolayı toplum gerçekten de bir akıl tutulması yaşıyor. Bir tarafta teknoloji ve bilim, öte tarafta korkunç bir gericilik, yozlaşma, mezhepsel sapkınlıklar ve cahillik. Toplumsal ilerlemenin alabildiğine yavaşladığı bu gericilik döneminde insanlar, insanın doğa karşısındaki savaşımından doğan ve zihinsel tasarımının ürünü olan, kendi suretinden yarattığı tanrının esiri oluyorlar. Marksizmin kurucularının ortaya koydukları gibi, bireylerin bilincini belirleyen onların üretim ve yaşam tarzıdır. Bugün yaşanan gericilik, yozlaşma, bencillik, yabancılaşma, en temel insani değerler de dahil birçok şeyin metalaşmasının sorumlusu kapitalist üretim tarzıdır. Tüm bunlar toplumsal yaşamda ifadesini popüler kültür olarak buluyor. Popüler kültür genişletilmiş meta ekonomisinin topluma dayattığı ve yarattığı yaşam biçiminin doğrudan bir ifadesidir.

Popüler kültür genelleşmiş meta kültürüdür Genelleşmiş meta ekonomisi demek olan kapitalizmde üretilen tüm ürünler genelde değişim amacıyla üretilirler. Üretimin amacı toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr elde etmektir. Daha fazla ürün üretmek ve bunları pazarlara sürerek, bu ürünlerde kristalleşmiş olan işçinin ödenmemiş emeğini realize etmek her kapitalistin gerçek hedefidir. Sanayi devrimiyle manifaktür üretim tarzının yerini makineli üretim al-


Temmuz 2005 • sayı: 4

mıştır. Fabrikaların çoğalması, yeni sanayi kollarının gelişmesiyle kentler devasa ölçüde büyümüş ve bununla da kalmayarak sanayi merkezlerini çevreleyen yeni kentler de kurulmuştur. Kırın çözülerek kentlere akmasıyla şehir nüfusu daha da büyümüş ve milyonlarca insanın yaşadığı şehirler, kapitalistler için muazzam bir tüketim pazarına dönüşmüştür. Makineli üretim ve şehrin toplumdaki egemenliği ile birlikte, eski kültürlerin yerini toplumun bu yeni yaşama biçiminin kültürü almıştır. Her çağın verili üretim ve mülkiyet tarzı o çağın toplumsal ilişkilerini ve kültürünü belirler. Marx, bir buçuk asır önce “bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır” diyordu. Çünkü diyordu Marx, “onların ne oldukları, demek ki, onların üretimiyle, ne ürettiklerine uygun düştüğü kadar onu üretiş biçimlerine de uygun düşer. Demek ki, bireylerin ne oldukları, onların üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”1 Zira üretim tarzı bireylerin veya toplumların eylem tarzlarını, buna binaen yaşam ve bilinçlerini belirler. Kültür, sanat, ideoloji de bu yaşama biçimlerini belirleyen üretim tarzının bir yansımasıdır. İngilizcede “halka dair” anlamına gelen “popüler” sözcüğü genelde “çoğunluğun veya halkın beğendiği” manasını içerir. Yani güncel karşılığı ve gerçek anlamı “yaygın” olandır. Kapitalizm öncesi toplumlarda hiçbir kültür yaygınlık kazanarak bir dünya kültürüne dönüşemedi. Fakat dönüşemezdi de; bütün ulusları birbirine bağlayan, onları kendi yalıtık, kapalı ekonomik ve toplumsal yaşamlarından kopartarak ortak bir üretim tarzının, dolayısıyla da yaşama biçiminin parçası yapan kapitalizmin bir dünya ekonomisi yaratmış olmasıdır. Böylelikle kapitalist üretim tarzı kendi kültürünü yaratırken, bir taraftan da burjuvazi, tüm eski ve yerel kültürleri kendi örsünde döverek,

marksist tutum

onları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden üretmiştir. Ne var ki kapitalizmin bir üretim tarzı olarak yaşlanıp bunamasına ve emperyalizm çağında artık her alanda yozlaşma yaratmasına bağlı olarak bugünkü popüler kültür de tamamen bu durumu yansıtmaktadır. Örneğin, futbol gibi bir oyunun metalaştırılarak yaygınlaştırılması ancak kapitalizmle mümkün olabilmiştir. İşgücünün meta olduğu böylesi bir üretim tarzı, toplumsal ilişkiler de dahil olmak üzere toplumdaki maddi veya maddi olmayan her şeyi sermayenin çıkarları açısından değerlendirir. Kitleler maddi ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya giriştiklerinde bunu, bu alanlardaki metaları satın alarak yaparlar. Yiyecekten giyeceğe, eğlenceden entelektüel ihtiyaçların karşılanmasına değin hemen her alanda ilgili metalarla ilişki içine girerler. Giyim, konut gibi maddi geçim araçlarını doğrudan pazardan satın alan kitleler, müzik, eğlence, tiyatro-sinema, resim entelektüel bilgi gibi sosyal ihtiyaçlarını da, yine pazardan meta formunda satın alarak giderirler. Meta ekonomisinin egemen olmasıyla ticaretin sınırları hayal edilemeyecek ölçüde genişlemiştir. Üretici güçlerin gelişmesi sonucunda ürünler bollaşmakla kalmamış, fiyatlar düştüğü için kitlesel tüketim de olanaklı hale gelmiştir. Bununla birlikte ürünlerin içeriği değişmiş ve piyasaya maddi ve sosyal ihtiyaçları karşılayacak yeni ürünler çıkmıştır. Örneğin otomobil sadece kendinden ibaret bir tüketim nesnesi değildir; otomobilin bileşimini oluşturan maddelerin üretimi kısa zamanda devasa sektörler yaratmıştır. Petrol üretimi ve petrole sahip olma savaşı bunun en çarpıcı örneğidir. Otomobilin bulunması şehir kültüründe büyük değişiklikleri de beraberinde getirmiştir; tüm şehirlerin mimarisi asfalt yolların yapımı başa alınarak değiştirilmiştir. Otomobil denen aygıt, zamanla, bir

Meta kültürünün popüler kültür olarak tezahür ettiği diğer bir alan ise televizyondur. Televizyonun icadıyla kitlelerin yaşama biçiminde çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu görüntülü “sihirli” aygıt, insanların kendi aralarındaki iletişim bağlarını çözmüş ve herkesi kendisine bağlamıştır. İnsanların birbirleriyle iletişiminin yerini TV ile iletişim almıştır.

15


marksist tutum

meta olarak kapitalist toplumda öylesine fetişleştirilmiştir ki, tüm toplumun ve hatta şehir planlamasının üzerine çıkarak yeni bir yaşam tarzı yaratmıştır. İnsanların saatlerce arabalarının içinde kalarak trafikte beklemeleri ve trafiğin hayatımızın ürkütücü bir parçası olması, oluşan bu yaşam tarzının ne menem bir tarz olduğunu göstermektedir. Ürünlerin çeşitlenmesi ve bollaşmasıyla kitlelerdeki tüketim kalıpları keskin bir değişime uğrar; kitleler o güne kadarki tüm alışkanlıklarını (otomobil örneğinde olduğu gibi) bir kenara atmak zorunda kalırlar. Meta kültürünün popüler kültür olarak tezahür ettiği diğer bir alan ise televizyondur. Televizyonun icadıyla kitlelerin yaşama biçiminde çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu görüntülü “sihirli” aygıt, insanların kendi aralarındaki iletişim bağlarını çözmüş ve herkesi kendisine bağlamıştır. İnsanların birbirleriyle iletişiminin yerini TV ile iletişim almıştır. TV’ler öylesine bir egemenlik kurmuştur ki toplumda, hemen herkes böyle bir aygıta/metaya sahip olmadan yapamaz hale gelmiştir. TV’ler toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelirken, burjuvazi her eve doğrudan ulaşmanın yolunu döşemiştir. Böylece burjuvazi insanları TV’lerinin başında edilgen bir şekilde yakalayarak onları bilinç ve ideolojik olarak fethetmekle kalmamış, reklâm filmlerini kullanarak tüketimin sınırlarını genişletmeyi de başarmıştır. Popüler kültür üretiminin yapıldığı alanlara bakıldığında bu alanlarda devasa endüstrileşmenin olduğu görülür; futbol ve basketbol muazzam bir sermaye yatırım alanına dönüşerek dev bir sanayi sektörü yaratmıştır; keza reklâm sektörü de başlıca kâr getiren dev bir sektördür artık. Televizyonculuk, sinema, tiyatro, müzik, borsayla iç içe geçerek sermaye için kârlı bir sektöre dönüşmüş, bu alanda tekelleşme üst boyutlara sıçramıştır. Müzik sanayiinin kolları her yere uzanabilmektedir. Sonuç olarak, kapitalist üretim tarzının her şeyi metaya dönüştürmesi zemini üzerinde gelişen popüler kültür, sanat, sosyal ilişkiler, ideoloji, burjuvazinin egemenliğinde şekillenmiştir, şekillenmektedir.

Meta fetişizmi ve toplumsal yabancılaşma Marx, Kapital’de meta fetişizmine değinir. Kapitalist toplumda metaların amuda kalktığını söyleyen Marx, “İnsanın, çalışmayla, doğanın sağladığı maddelerin biçimini, kendisine yararlı olacak şekilde değiştirdiği gün gibi açıktır. Sözgelişi ağacın biçimi, masa yapılarak değiştirilir. Ama gene de masa, o alelâde günlük şey olmaya, ağaç olmaya devam eder. Ne var ki, meta olarak öne çıkar çıkmaz tamamen başka bir şey olur. Yalnız ayakları üzerinde yerde durmakla kalmaz, tüm öteki metalarla ilişki içerisinde amuda kalkar ve o tahta beyninden, ‘masa yürütmek’ten çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar” der.2

16

Temmuz 2005 • sayı: 4

Gerçekten de kapitalist toplumda metalar öylesine bir fetişleştirmeye tâbi tutulurlar ki, insanların ihtiyaçlarını karşılayacak nesneler olmaktan çıkarak kendinde bir amaca dönüşürler. Bir kişilik kazanan metalar, insanların arasında adeta bir hayalet olarak dolaşırlar. Meta tüketiminin kışkırtılması bir taraftan sermayeye yeni yatırım alanları sunarken, diğer taraftan bu kışkırtma işinin kendisi devasa endüstriye dönüşür. Örneğin reklâm sektörünün amacı meta tüketimini kışkırtmak, kitleleri tüketime zorlamak ve sermayenin kâr alanını genişletmeye dönüktür. Lâkin reklâm sektörü sadece bununla sınırlı kalmaz; kısa zaman içinde dev bir sektöre dönüşür; tüketimi kışkırtmak üzere kurulan bir sektörün kendisi aynı zamanda başka amaçlara da hizmet eder. Burjuva toplumunda insan, kapitalistlerin ihtiyaç diye dayattığı tüketim kalıplarının sarmalına çekilmek istenir. Böylece tüketim ve tatminsizlik birbirini tetikleyen, karşılıklı üreten iki yabancılaşma unsuru gibi olur. Bu sarmal, insanı bönleştirip ufkunu daraltmakla kalmaz, sürekli bir koşuşturma içinde insanın ayaklarını yerden keserek kapitalizmin vahşiliğine teslim eder. Uyuşturucu, seks, teknolojik eğlenceler toplumsal yabancılaşmanın ve bönleşmenin tezahürleridir. Roma’da gladyatörlerin birbirleriyle dehşetengiz dövüşünü, yenilenin ölüme mahkûm edilmesini, seyircilerin “öldür” “öldür” çığlıkları tamamlardı. Dövüşü izleyenler ölüm sahnelerinden korkunç bir haz alıyor, tatmin oluyorlardı. Bu, insan bilincinin ne denli çarpıldığını, yabancılaşmanın ne boyutlara vardığını gösterir Durum bugün de farklı değildir. Esasında kapitalizm kocaman bir gladyatörler arenasıdır.

Popüler kültür aracılığıyla burjuvazi ideolojisini yeniden üretir Burjuvazi günlük hayatın her alanını yeniden ve yeniden örgütler. Kültürel, ideolojik ve baskı (devlet) aygıtlarını elinde bulunduran burjuvazi, kitleleri kontrol ederek yönlendirir. Marx’ın dediği üzere “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, entelektüel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirlerinin içine girmişlerdir ki, kendilerine entelektüel üretim araçları verilemeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildirler…”3 Burjuvazi emekçi yığınları bilinç olarak fethetmeyi ve örgütlenmenin nesnel zeminlerinin oluşmasını yok ederek sınıf mücadelesinin yollarını tıkamayı amaçlar. İletişim aygıtlarını ve kültürel aygıtları –televizyonlar, radyolar, ga-


Temmuz 2005 • sayı: 4

zeteler, sinema ve tiyatro– elinde bulunduran burjuvazi, bu sayede günlük hayatı da örgütler. Burjuva ideolojisi kitlelerin bilincinde çeşitli vesilelerle yeniden ve yeniden üretilir. Burjuvazi tüm bu süreçlerde işçi-emekçi yığınlara “kapitalizmin ölümsüzlüğünü” ve “ebediliğini” kanıtlamaya çalışır. Kapitalist toplumda günlük hayatın her alanına metalar damgasını basar; gözümüzü çevirdiğimiz her köşe de çeşitli metaların kışkırtıcı reklâmlarıyla karşılaşırız. İzlediğimiz bir çok filmin içeriği burjuva ideolojisiyle doldurulmuştur. Meta/markaları üreten şirketler bu filmlerde yer alabilmek amacıyla milyonlarca dolar akıtırlar sinema endüstrisine. Zira herhangi bir konuyu anlatan film yıldızlarının giydikleri elbiselerden yiyeceklerine ve kullandıkları otomobil markasına değin her şey önceden tasarlanmış olarak seyirciye ulaştırılır. Filmi izleyen bir izleyici film aracılığıyla her gün hayatına girmeye çalışan meta/markalarla yeniden karşı karşıya gelir. Böylelikle kültürel aygıtları kullanan burjuvazi kitleleri bir taraftan metalar aracılığıyla sararken, öte taraftan da filmin konusu aracılığıyla izleyiciyi ideolojik olarak fetheder. Burjuvazi bu amaç için çeşitli yollara baş vurmaktan geri durmaz. Mitolojileri, masalları, destanları günlük hayatla iç içe geçirerek kullanan egemen sınıf, böylelikle sömürü sistemini kitlelerin bilincinde meşrulaştırmış olur. Örneğin, bu noktada sinema endüstrisi burjuva ideolojisinin üretimi için çok büyük bir rol oynar. Sinema öylesine bir araca dönüşmüştür ki, tarih yeniden yazılabilir, kitlelerin bilincindeki simge ve semboller baş aşağı çevrilebilir. Örneğin Amerikan sinema endüstrisi bu uğurda bir hayli ilerlemiş bulunuyor. Son senelerde yapılan filmler aracılığıyla ABD emperyalizmin açtığı tüm savaşlar haklı ve meşru gösterilmeye çalışılıyor. Troya, Büyük İskender, Yüzüklerin Efendisi gibi gişe rekorları kıran filmler adeta ABD’nin gerçek hayatta yaptıklarının bir kopyası. Gerçekler tarihsel bağlamından kopartılıp bugünkü emperyalist savaşla bağı kurularak ve emperyalist savaşı meşrulaştıracak öğelerle donatılarak çarpıtılıyor. Diğer taraftan ise filmlerde sürekli savaş sahneleri öne çıkartılıyor, kan gövdeyi götürüyor; böylelikle savaş, korkunç ölçüde yıkıcı ve yok edici bir gerçek olarak değil, alışıldık bir oyun gibi sunularak kanıksatılıyor ve toplum hissizleştirilmeye çalışılıyor. Aynı filmlerin içine dini simgeler, İncil’den alıntıları içeren imgeler de yedirilmekten geri durulmuyor. Vietnam’da yıllarca işlediği katliamları emekçi yığınların bilincinde meşrulaştırmak amacıyla “Rambo” sembolünü kullanan ABD emperyalizmi, sinema sektörünü devreye sokarak tarihi yeniden yazmaya kalkmıştır.

marksist tutum

Kapitalizm son bulmadan insanlık kurtulamaz Gezegenimiz üzerinde insanlığın geliştirdiği üretici güçler sayesinde müreffeh, barış içinde yaşayan, doğanın kör güçlerine karşı üstün gelmiş, hastalıkları yenmiş, doğayla uyumlu yepyeni bir toplum kurmanın tüm olanakları mevcut. Ancak ne mümkün! Böylesi bir toplumun nesnel olanakları yeterince gelişmesine karşın insanlık, esiri olduğu kapitalist üretim tarzı tarafından âdeta her geçen gün daha fazla çürümeye terk ediliyor. Kapitalizm her alanda epey zamandır bir krizin içine yuvarlanmış durumda. Üretici güçlerin sınırsız gelişimi engelleniyor; bilimsel gelişmeler insanlığın yararına değil, örneğin, savaş gibi yıkıcı bir gücün hizmetine koşuluyor. Kapitalist üretimin devamını sağlamak ve sermaye sınıfının kârını artırmak amacıyla üretim sürecinde ve enerji üretiminde kullanılan zehirli kimyasal maddeler hızla doğanın kirlenmesine neden oluyor, doğa iklimsel değişime uğruyor. Ve tüm bu yaşananlar düzenin sahipleri tarafından kayıtsızlıkla izleniyor. Dünya toplumu göz göre göre yıkıma sürükleniyor. Ekonomik durgunluk ve buhran sonucunda işsizlik artıyor, açlık ve sefalet büyüyor. Milyonlarca insan sağlıksız konutlarda, milyonlarcası ya evsiz ya da açıkta, sokakta yaşıyor. Üretim bolluğuna rağmen sırf fiyatlar düşmesin ve kapitalistlerin kâr oranları azalmasın diye ya ürünler tahrip ediliyor, ya çürümeye bırakılıyor veya üretici güçlerin tüm potansiyelleri kullanılmıyor. Diğer bir yandan ise tüketim sonuna kadar kışkırtılıyor, insanlar sınırsız bir tüketime teşvik ediliyor; var olan insan ilişkileri de dahil olmak üzere her şey alınıp satılacak, tüketilecek şekilde metalaştırılıyor. Açlık ve sefaletin kucağına atılmış kitleler, burjuvazinin şişirdiği tüketim duvarını aşamayarak varlık ile yokluk arasında derin bir çelişki yaşıyorlar. İnsanı insan olmaktan çıkaran, bir meta haline getiren, ona her türlü yoz kültürü dayatarak gelişim sınırlarına ket vuran kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça, insanlığın kurtuluşunun da mümkün olmayacağı çok açıktır.  —————————————— 1 Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s. 20 2 Marx’ın Kapitali, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s. 71. (184849 devriminin yenilgisinden sonra Avrupa’da karanlık bir siyasal gericilik dönemi başladı. O sırada Avrupa’nın aristokrat ve burjuva çevrelerini ruh çağırma ve masa yürütme heyecanı sarmışken, Çin’de özellikle köylüler arasında, tarihe Taiping devrimi olarak geçen büyük anti-feodal özgürlük hareketi yayılıyordu. Marx Çin’deki devrim ile Avrupa’daki ruh çağırma tutkusu arasındaki farklılığı anımsatan bir benzetmeye başvuruyor. Tüm dünya durur gibi görünürken bir tek Çin ve masalar hareketlidir.) 3 Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, s. 55

17


Latin Amerika Bolşevik Önderliğini Arıyor İlkay Meriç

Proleter devrim deneylerinin yaşandığı Latin Amerika, yapılan tüm yanlışlardan, tüm eksikliklerden gerekli derslerin çıkarılması açısından bir tür devrim laboratuvarı işlevini görüyor. Reformist kitlesel işçi partileri sevdasının, aşamalı devrim anlayışının bir ifadesi olarak Kurucu Meclis sloganının, caudilloculuğun (caudillo denen diktatörlerin yönetimi) nelere yol açtığını görmek isteyenler, dönüp Latin Amerika’ya bakabilirler.

18

L

atin Amerika uzun bir süreden bu yana kaynayan bir kazanı andırmaya devam ediyor. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin huzursuzluğu çeşitli Latin Amerika ülkelerinde kendini farklı biçimlerde dışa vursa da, bu kıta son yıllarda dünyanın sınıf mücadelesi bakımından en hareketli ve en hararetli kıtası olma özelliğini taşıyor. Brezilya, Arjantin, Venezuela, Bolivya, Uruguay, Ekvador… Gün geçmiyor ki Latin Amerika ülkelerinden bir ses yükselmesin! Ocak 2000: Ekvador’da büyük bir halk ayaklanmasının ardından işçi ve emekçilerin parlamento binalarını, Yüksek Mahkemeyi ve başkanlık sarayını işgal edip, burjuva devlet aygıtını işlemez hale getirip, iktidarı ele geçirmeleriyle somutlanan ve sonrasında yenilgiye uğrayan bir devrim. Aralık 2001: Arjantin’de başkan De la Rua’nın devrilmesine yol açan halk ayaklanması sonucunda ortaya çıkan ve aylarca süren devrimci durum. Nisan ve Aralık 2002: Venezuela’da başkan Chavez’e karşı ABD destekli iki darbe girişiminin ardından halkın büyük bir seferberlikle bu girişimleri püskürtmesi ve Chavez’e sahip çıkmasıyla gelişen devrimci durum. Ekim 2002: Brezilya tarihinde ilk kez bir solcu ve işçinin, Lula’nın, başkanlık seçimlerini kazanması ve PT (Brezilya İşçi Partisi) hükümetinin kurulması. Ekim 2003: Bolivya’da işçi sınıfının ayaklanarak iktidarı almanın eşiğine geldiği ve başkan Sanchez de Lozada’nın ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan devrimci durum. Mart 2005: Uruguay’da, 170 yıllık sağ hegemonyanın kırılması ve sosyalist bir adayın (Tabare Vazquez) başkanlık seçimlerini kazanması. Nisan 2005: Ekvador’un Chavez’i olarak değerlendirilen Lucio Gutierrez’in bir halk ayaklanması sonucunda iktidardan düşmesi. Mayıs 2005: Bolivya’da işçi sınıfının 1,5 yıl önce yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere sokaklara döküldüğü ve Carlos Mesa’nın istifa etmesiyle şimdilik yatıştırılan halk ayaklanması.


Temmuz 2005 • sayı: 4 Ülke

marksist tutum

Nüfus (milyon)

Resmi İşsizlik (%)

Yoksulluk Oranı (%)

184,1

12

22

Kolombiya Arjantin Peru

42,3

14

55

39,1

17

52

27,5

10

54

Venezuela

25,0

18

47

Şili

15,8

9

21

Ekvador Bolivya

13,2

10

65

8,8

12

70

Uruguay

3,4

16

24

Brezilya

Kirchner, Chavez ve Lula

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin had safhaya ulaştığı Latin Amerika’da, nüfusun en zengin %10’luk kesimi toplam gelirden %48 pay alırken, en yoksul %10’luk kesimin payı %1,6’da kalıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı kıta ülkelerinin yarısında nüfusun %50’sini geçiyor. Bunun yanında, bu ülkelerin çoğu, petrol gibi, doğalgaz gibi, çeşitli madenler gibi büyük yeraltı zenginliklerine sahipler. Bir yanda muazzam bir zenginlik, diğer yanda korkunç bir yoksulluk. Bu durum halkın yüzyıllar içinde oluşan isyancı gelenekleri ve genel olarak güçlü olan sol damarla birleşince, elbette sınıf mücadelesinin de şiddetli boyutlarda yaşanmasına ve sık sık devrimci durumlarla karşı karşıya kalınmasına yol açıyor. Ne var ki çağımızın en temel eksikliği, tam da bu tür durumlarda kendini yakıcı bir şekilde hissettiriyor: İşçi sınıfının Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci önderliği. Yukarıda da gördüğümüz gibi, çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ayaklanan işçi, köylü ve emekçi kitleler, pek çok kez iktidarı almanın eşiğine geldiler. Ama bu yakıcı eksiklik yüzünden her seferinde iktidar ellerinden kayıp gitti ve burjuvazi duruma yeniden hâkim oldu: Arjantin’de devrik başkanın ardından, halk yanlısı politikalar izleyeceği vaadiyle iktidar koltuğuna oturtulan Peronist Kirchner; Brezilya’da başkanlık koltuğuna oturan metal işçisi ve sendikacı Lula; Bolivya’da benzer vaatlerle koltuğa oturan ama 1,5 yıl sonra yine bir halk ayaklanmasıyla koltu-

ğunu terk etmek zorunda kalan Carlos Mesa; Ekvador’da halk ayaklanması sonucu tası tarağı toplayıp kaçmak zorunda kalan sözde halk dostu Guiterrez; ve bugün için diğerlerinden farklı görülen ve halkın gözünde henüz itibarını koruyan Chavez… Proleter devrim deneylerinin yaşandığı Latin Amerika, yapılan tüm yanlışlardan, tüm eksikliklerden gerekli derslerin çıkarılması açısından bir tür devrim laboratuvarı işlevini görüyor. Reformist kitlesel işçi partileri sevdasının, aşamalı devrim anlayışının bir ifadesi olarak Kurucu Meclis sloganının, caudilloculuğun (caudillo denen diktatörlerin yönetimi) nelere yol açtığını görmek isteyenler, dönüp Latin Amerika’ya bakabilirler.

Kurucu Meclis sloganı 2001 ayaklanması sırasında Arjantin’de başta PO’nun (Partido Obrero=İşçi Partisi) yükselttiği bu slogan, gerek 2003’te gerekse son ayaklanma esnasında, MAS önderliğinde, Bolivya’da gündeme getirildi. 2003 Ekiminde doğalgazın devletleştirilmesi talebiyle büyük bir genel grev dalgası başlatan, yolları kesen, ülkede hayatı felce uğratan Bolivyalı işçi ve köylüler, ABD işbirlikçisi Sanchez de Lozada’yı ülkeden kaçmak zorunda bırakmışlardı. Bir ay boyunca, halkın kendini ilgilendiren tüm kararları oluşturdukları mahalle meclislerinde ve kitlesel sokak toplantılarında aldığı Bolivya’da, tam bir ikili iktidar durumu baş göstermişti. Bu devrimci durum, başını Evo Morales’in MAS’ının çektiği reformistler tarafından iktidarın Lozada ile aynı partiye mensup olan Carlos Mesa’ya teslim etmesiyle sona ermişti. Yarım kalan bu devrim esnasında MAS önderliği, ayağa kalkmış emekçi kitlelere Kurucu Meclis sloganını önermekle yetinmiş ve hareketi burjuva sınırlara hapsetmek için elinden geleni yapmıştı. MAS’ın Carlos Mesa’ya tanıdığı zaman da, devrimin yenilgiye uğratılması ve halkın pasifize edilmesi için gereken zamandan başkası değildi aslında. 1,5 yıl sonra Bolivya tekrar ayağa kalktı. Benzer şekilde, sendikalar, çeşitli işçi örgütleri ve mahalle meclisleri harekete geçti, süresiz genel grevlerle ve yol kesme eylemleriyle tüm üretim ve dağıtım felce uğratıldı ve sonuçta Carlos Mesa, burjuva sistemin bekası için istifa etmek zorunda kaldı. Bu arada, 8 Haziranda, devrim ateşinin merkezi durumundaki El Alto’da, çeşitli sendikalardan, emekçi örgütlerinden ve mahalle meclislerinden 150 temsilcinin katıldığı Bolivya Ulusal Yerli Halklar Meclisinin ilk genişletilmiş toplantısı yapıldı. Toplantıda alınan kararlardan ilk ikisi şöyle: 1. El Alto şehri 21. yüzyıl Bolivya devriminin genel karargâhıdır. 2. El Alto Mahalle Meclisleri Federasyonu (FEJUVE), El Alto Bölgesel İşçi Sendikası (COR), Bolivya İşçi Sendikası (COB), Bolivya Tarım İşçileri Birleşik Sendika Konfe-

19


marksist tutum derasyonu (CSUTCB), Bolivya Zanaat İşçileri ve Küçük Esnaflar Sendika Konfederasyonu, Bolivya Maden İşçileri Sendika Federasyonu, La Paz Eyaletlerarası Taşıma Federasyonu ve ülkedeki diğer seferber olmuş toplumsal örgütlerin başkanlığında, bir iktidar organı olarak Ulusal Yerli Halklar Meclisinin birleşik bir liderliği yaratılmalıdır.

Hareket bu noktaya gelmişken ve tüm işçi, köylü ve emekçi örgütlerinin katılımıyla bu tür bir meclis talebi yükseltilmişken, Evo Morales “demokratik bir anayasanın oluşturulması için toplanacak bir Kurucu Meclis” diye bağırıyordu. 2001’de Arjantin’de aynı talebi yükselten PO, Kurucu Meclis’in burjuva bir meclis olmadığını kanıtlamak için şunu söylüyordu: burjuvazi asla böyle bir talebi yükseltmez! Gelin görün ki Bolivya burjuvazisinin bundan haberi yoktu ve iktidarının temelli elden gitmesi olasılığıyla yüz yüze geldiğinde canhıraş bir biçimde Kurucu Meclis demeye başladı. Bugün devrimci hareket, reformistlerin elbirliğiyle yatıştırılmış ve Bolivyalı işçiler yine boş bir bekleme sürecine itilmişlerdir. Bir devrimci durum daha muhtemelen heba edildi, ta ki bir yenisi gelinceye kadar. İşte aşamalı devrimcilerin ve reformistlerin kitleleri sürüklediği nokta budur! Kurucu Meclis sloganı çok açıktır ki, burjuva devrimini gerçekleştirme aşamasındaki ülkelerde (yani kapitalizme geçme aşamasındaki ülkelerde) bizzat burjuvazi tarafından yükseltilen burjuva demokratik bir slogandır. Bu meclisin hedefi, burjuva demokrasisinin ve parlamenter işleyişin yerleştirilmesi doğrultusunda burjuva bir anayasayı oluşturmak ve ardından seçimlere gitmektir. Bundan bir adım ötesi değil! Fakat ne Arjantin’deki ne de Bolivya’daki durum buna uymaktadır. Bu ülkeler, çeşitli kesintiler yaşansa da, on yıllardır burjuva parlamenter sistemle yönetilen kapitalist ülkeler. Emekçi kitleler “kahrolsun hükümet ve onun parlamentosu” diye sokaklara dökülürken, aslında yolsuzlukların, çürümüşlüğün, yoksulluğun, adaletsizliğin temsilcisi olan bu parlamentoya ve kaBugün kapitalizmin bu kadar geliştiği, burjuvazinin bir buçuk asırdır egemen olduğu ülkelerde hâlâ Kurucu Meclis sloganını yükseltmek, kitlelerin kafalarını bulandırmaktan, onları iktidar hedefinden saptırmaktan başka bir şeye hizmet etmeyecektir. Reformistler kendilerini sollayıp geçen işçi hareketini frenlemeye çalışırken, komünistlere iki görev birden düşüyor. Birincisi onların gerçek yüzünü kitleye her şekilde teşhir etmek, işçi hareketini onların boyunduruğundan kurtarmak ve ikincisi proletaryayı daha da ileriye, iktidarı almaya taşımaktır.

20

Temmuz 2005 • sayı: 4

pitalizme karşı tepkilerini dile getiriyorlardı. Oysa Kurucu Meclis sloganı kitleleri bu taleplerin ve tepkinin çok daha gerisine hapsetmek, onları burjuva sistemin sınırları içinde kalmaya zorlamaktan öte bir anlam taşımıyor. Demokratik bir burjuva parlamentosundan başka bir şey olmayan Kurucu Meclis talebinin bugün yükseltilmesi tek bir manaya geliyor: “Mevcut burjuva parlamenter rejimi değil, daha güzel, daha demokratik bir burjuva parlamenter rejimi istiyoruz.” Yolsuzlukların, adaletsizliklerin olmadığı, eşitliğe dayanan, daha demokratik bir kapitalizm: reformistlerin kitlelere alternatif olarak sundukları şey budur. İktidarı almaya soyunan kitleleri bu beklentilerle burjuvazinin peşine takmanın tek bir anlamı vardır: devrime ihanet. Çağımızda, kapitalizmin yol açtığı bütün pisliklere karşı, burjuvazinin iktidarına ve her türlü ayrıcalığına karşı, her türlü eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı tutarlı ve kararlı mücadele verebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır. Diğer ezilen sınıflar ancak onun şahsında devrimci bir önderliğe kavuşabilirler. İşçi sınıfının, tüm emekçi kitlelerin müttefikliğinde yürüteceği proleter devrim mücadelesi devrimci bir işçi iktidarıyla son bulduğunda, bu devletin iktidar organları, devrim öncesinde yaratılan sovyet türü (işçi konseyleri, meclisleri, şuraları) yapılar olacaktır. Nitekim bu organlar çeşitli düzeylerde gerek Arjantin’de gerekse Bolivya’da oluşturuldular. Tarih, işçi sınıfının burjuvazinin peşine takılarak yükselttiği ve desteklediği Kurucu Meclis talebini aşalı 100 yıl ol-


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

du. 1905 Rus devriminde ortaya çıkan ve 1917’de işçilerin iktidarı almalarının aracı olarak kullanılan sovyetlerin, bu burjuva iktidar aygıtına karşı proletaryanın alternatifi olduğu kanıtlandı. Bugün kapitalizmin bu kadar geliştiği, burjuvazinin bir buçuk asırdır egemen olduğu ülkelerde hâlâ Kurucu Meclis sloganını yükseltmek, kitlelerin kafalarını bulandırmaktan, onları iktidar hedefinden saptırmaktan başka bir şeye hizmet etmeyecektir. Reformistler kendilerini sollayıp geçen işçi hareketini frenlemeye çalışırken, komünistlere iki görev birden düşüyor. Birincisi onların gerçek yüzünü kitleye her şekilde teşhir etmek, işçi hareketini onların boyunduruğundan kurtarmak ve ikincisi proletaryayı daha da ileriye, iktidarı almaya taşımaktır. Bu yapılmadığı oranda daha nice devrim fırsatı reformistlerin elinde berhava edilecektir.

bi Latin Amerika’nın kalbi bir ülkede iktidara gelmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı! Neo-liberal politikalar tarihe gömülecekti! İşte sosyalist solun geniş bir kesimi yaşananlara böyle bakıyordu. Ama hayalperestlerin heveslerinin kursaklarında kalması için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi. Aslına bakılırsa PT’deki değişim yıllar öncesinde başlamış ve tamamlanmıştı. Kendisini seçimlere endeksleyen bir parti haline gelmesinden itibaren, partinin sınıfsal yapısı ve yönetim aygıtları da hızlı bir değişim geçirmiş ve PT bir işçi partisi olmaktan çıkmıştı. Yönetim kademeleri küçükburjuva ve burjuva aydınlar tarafından işgal edilmişti. 1980’lerde sosyalist bir toplum söylemiyle öne çıkan PT, 90’lardan 2000’lere uzanan süreçte bu söylemini giderek yumuşatmış ve nihayet 2002 seçimleri öncesinde, içinde anti-emperyalizm ve sosyalizm geçen tüm ifadeleri parti programından çıkarmıştı. Böylece evlilik öncesi tüm haPT: Kitlesel İşçi Partisinin anlamlı bir örneği zırlıklarını tamamlamış, yıkanıp paklanmış, şaşaalı bir düğünle dünya evine girmeye hazır hale getirilmişti. SeçimleBrezilya, Latin Amerika’nın yüzölçümü bakımından en bürin üzerinden bir süre geçip PT rüştünü ispatladığında, yük (neredeyse Çin ya da Avrupa kıtasının tamamı kadar), burjuvazinin içi de rahatlamakta gecikmedi. İşçilerin tam en kalabalık ve en gelişmiş kapitalist ülkesidir. Yoksulludesteğini alan, kitlelerde yeni bir umut dalgası yaratan, onğun, işsizliğin, sefaletin on milyonlarca insanı esir aldığı ların öfkelerini dizginleyen ve bir yandan da neo-liberal bu büyük ülke, tam bir çelişkiler denizidir. Yıllarca sağcı ikpolitikaları tıkır tıkır uygulatidarların en acımasız ekonoyan reformist bir parti: doğrumik ve sosyal politikalarına Bir kez daha kanıtlanıyor ki, işçi maruz kalan Brezilya işçi sı- sınıfının tüm kapitalist devlet aygıtını su bundan iyisi can sağlığıydı nıfı, tarihinde ilk kez, 2002’de ortadan kaldırıp iktidarı kendi ellerine burjuvazi için! gerçekleştirilen seçimler sonu- almadığı bir ülkede, hükümetteki parti 2002’den bu yana, özelleştirmecunda solcu ve işçi bir başkanistediği kadar kendisine işçi partisi lerin ve IMF talimatlarının harla tanıştı. Lula da Silva. Bir diyen bir parti olsun, kapitalizmin fiyen uygulandığı, vergilerin metal işçisi ve sendikacı olan çarklarına uyum sağlayacak ve işçi arttırıldığı, ücretlerin düşük tuLula, aynı zamanda, 1973’te sınıfı ve emekçi kitlelere ihaneti tulduğu, yabancı yatırım çekeCIA organizasyonlu faşist bir kaçınılmaz olacaktır. bilmek için sermayeye her türdarbeyle iktidardan devrilen lü vergi indirimi ve kolaylık ve katledilen Allende’nin ardından Latin Amerika’nın da sağlanırken halkın yoksulluk, işsizlik gibi temel sorunlarıuzun yıllardır gördüğü ilk solcu başkandı. na hiçbir çözüm bulunmadığı koca bir üç yıl geçti. Lulanın primi burjuvazi gözünde artarken işçi sınıfı gözünde 2002’de gerçekleşen seçimlere Brezilya İşçi Partisi PT’nin sürekli düşüyor. Ve bir kez daha kanıtlanıyor ki, işçi sınıfıadayı olarak giren Lula, işçi ve emekçi kitlelerin neo-libenın tüm kapitalist devlet aygıtını ortadan kaldırıp iktidarı ral politikalardan sıtkının sıyrıldığı, kapitalizme ve mevcut kendi ellerine almadığı bir ülkede, hükümetteki parti isteburjuva partilere öfkelerinin her geçen gün daha da arttığı diği kadar kendisine işçi partisi diyen bir parti olsun, kapibir atmosferde hızla sola kayışlarının bir ürünü olarak, talizmin çarklarına uyum sağlayacak ve işçi sınıfı ve emek%61 oyla başkanlık koltuğuna oturmuştu. Burjuvazi için çi kitlelere ihaneti kaçınılmaz olacaktır. büyük bir sürpriz oluşturan bu durum, kuşkusuz PT’nin sosyalizan söylemleriyle yakından bağlantılıydı. PT deneyimi, bir başka açıdan da önem taşıyor. SSCB’nin çöküşünden sonra, hatırlanacaktır, Stalinizmin günahlarıPek çok sendikayı, sosyalist, Marksist, feminist, aydın çevnın bütün sorumluluğu, daha da gerilere uzatılarak Lereyi, topraksız tarım işçilerini, işsizleri, sol eğilimli Hırisnin’e ve Leninist parti anlayışına yüklenmişti. Bürokratiyan kiliselerinin tabanını bir araya getiren ve 1979’da işçi tizmden, tek seslilikten, diktatörlükten vs. hep o sorumlu sendikalarının girişimiyle oluşturulan PT, çeşitli sol ve idi! Pek çok kesimden ve fikirden daha geniş kitleleri kuTroçkist çevrelerde bir parti modeli olarak örnek alınmışcaklayan, çok sesli, “demokratik”, yeni tipte bir parti geretı. Dolayısıyla PT’nin galibiyeti sadece Brezilya’da değil kiyordu! İşte PT böyle bir partinin örneği olarak sunuldu tüm dünyada, sol arasında büyük bir sevinç dalgasına yol ve pek çok Troçkist grup ve çevre tarafından sorgusuz suaçtı. Nihayet tabanını işçilerin oluşturduğu, programında alsiz desteklendi. Hatta Türkiye’deki ÖDP tam da böyle “sosyalizm” yazan bir “şemsiye parti”, üstelik Brezilya gi-

21


marksist tutum

bir parti olmak üzere inşa edildi ve yine Troçkistler tarafından rağbet gördü. Her ne kadar ÖDP hiçbir zaman PT gibi geniş katılımlı bir parti olamadıysa da, sonuç hem ÖDP için hem de PT için ortadadır. Leninist parti anlayışı, sınıfın en bilinçli, en militan kesiminin örgütlülüğüne dayanan bir parti anlayışıdır. PT ise, kitlesellik adına, parti örgütlülüğünü küçük-burjuvaziye ve hatta orta burjuvaziye kadar genişleten, çok seslilik adına sınıf perspektiflerinden tümüyle uzaklaşan, giderek sistem içileşen, reformist bir parti anlayışının ürünüdür. PT’nin işçi partisiyle tek alâkası, kurucularının büyük bir kesiminin yükselen bir işçi hareketinin öne çıkardığı işçiler olmasıdır. Sonraki gelişimiyse ortadadır. Bütün bu gelişim çizgisinin de gösterdiği gibi, PT, Leninist parti anlayışının önemini ve devrimci mücadele açısından zorunluluğunu tersinden doğrulayan bir örnek olarak tarihteki yerini almıştır.

Gutierrez’den Chavez’e “zinde” kurtarıcı arayışları Bolivya’nın en büyük işçi sendikası federasyonu olan ve son iki devrimci durumda da süresiz genel grev ilanıyla devrimci ateşi körükleyen COB’un lideri Solares, Haziranın ilk haftasında, daha suların durulmadığı ve işçilerin yatıştırılamadığı bir atmosferde bir sendikal toplantıya katıldı. Toplantı arasında kendisiyle konuşmak isteyen bir gazetecinin sorularını yanıtlayan Solares, önce işçi ve köylü hükümeti idealinden, planlı ekonomiden, proletarya diktatörlüğünden söz ederek ne kadar da devrimci olduğu mesajını verdi. Gazeteci Solares’e daha önce kitlesel bir sokak toplantısında yaptığı “sivil-askeri hükümet” çağrısını hatırlattığında Solares’in cevabı şöyle oldu: “Ben asla bir askeri darbe çağrısında bulunmadım, ama eğer Venezuela’daki Albay Chavez’inki gibi yurtsever bir askeri hükümet olsaydı, onu ilk ben desteklerdim. Çünkü bu, yoldaş Fidel Castro ile birlikte sosyalizme eğilimli olan devrimci bir hükümettir.” Solares, savunduklarının bir askeri diktatörlük anlamına geleceğini ifade eden Evo Morales’e de Chavez örneğini hatırlatıyordu. Bütün bunlar, Latin Amerika’da oldukça derin tarihsel kökleri olan caudilloculuğun her fırsatta yeniden hayat bulduğunu gösteriyor. Simon Bolivar’dan Peron’a, Chavez’den Gutierrez’e, “kurtarıcı” önder yaratma ve yüceltme geleneği halen devam ediyor. Venezuela’da devrimci hareket neredeyse Chavez’in kişiliğiyle özdeşleştiriliyor. Ve bu sadece Venezuela ile de sınırlı kalmıyor. Bolivya’da kızıl kıyamet kopmaya devam ederken, Türkiye’de, tabelâsında “Komünist” sıfatı bulunan kimileri, devrimci Bolivyalılar için “solcu/halkçı programları cesaretle uygulayacak önderliklerin ortaya çıkması” temennisinde bulunuyorlardı. Onlara göre, “Bolivya Chavez’ini

22

Temmuz 2005 • sayı: 4

arıyor”du! Bu “solcu/halkçı” “yurtseverler”in asker eskilerine merakını bilmeyen yok. Ama Türkiye onları kesmemiş olacak ki, Latin Amerika’ya da el atmaya kalkıyorlar. Her yere bir Chavez! Chavezlerle kurtulur insanlık! Bilindiği gibi, bu kopyalardan biri geçtiğimiz Nisan ayında Ekvador’da halk tarafından derdest edilmiş ve iktidardan uzaklaştırılmıştı: Lucio Gutierrez. Bu eski subayın mazisi Chavez’e benziyordu. Guiterrez de, başarısız bir darbe girişiminden sonra tutuklanmış ve ordudan atılmıştı. 2000 yılındaki halk ayaklanması sırasında, kilelere verdiği destek sayesinde onların gönlünü kazanan ve kahramanlaşan Guiterrez, çeşitli subaylarla “21 Ocak Yurtsever Topluluğu” adlı bir siyasi parti kurdu. 2002 Kasımında yapılan başkanlık seçimlerini ise %55,5 oyla kazandı. Bolivya’da kızıl kıyamet kopmaya devam ederken, Türkiye’de, tabelâsında “Komünist” sıfatı bulunan kimileri, devrimci Bolivyalılar için “solcu/halkçı programları cesaretle uygulayacak önderliklerin ortaya çıkması” temennisinde bulunuyorlardı. Onlara göre, “Bolivya Chavez’ini arıyor”du! Ne ki Chavez’le can ciğer kuzu sarması olan bu “yurtsever” kahramanın, halkı isyan ettiren azgın kapitalist politikaları izlemeye başlaması için çok zaman geçmesi gerekmedi. 2003’te IMF ile yapılan anlaşmaya göre, 2007’ye kadar tüm ücretler dondurulacak, kamu sektöründe 120 bin işçi işten atılacak, benzin fiyatları %375 arttırılacak, elektrik, petrol, telekom, su vb. özelleştirilecek, kamu sektörüne grev hakkı tanınmayacaktı. İki yıl içinde halk desteğini neredeyse tümüyle yitiren Gutierrez büyük bir grev dalgasıyla karşılaştı. Ve sonunda, Nisan 2005’te, on binlerce işçi ve emekçinin sokakları işgal edip parlamentoyu basmasının ardından istifa edip Brezilya’ya kaçtı. O da Chavez gibi pek “halkçı”ydı, her uluslararası toplantıda, Chavez’le, Lula’yla, Kirchner’le birlikte gülücükler dağıtırdı Latin Amerika halklarına. Ama kıymeti bilinemedi! Chavez, gadre uğrayan dostunun ardından, Guiterrez’i ayaklanan halka karşı savunmayan Ekvador ordusunu suçladı. “Silahlı kuvvetlerin görevi, anayasayı ve seçilmiş hükümeti savunmak”tı! Chavez Ekvador’da olanları, kendisine karşı girişilen 2002 Nisan darbesine benzetti ve Guiterrez’in demokratik yollardan gitmesi gerekiyordu diyerek halka “demokrasi” dersi verdi! Halkın kendisini savunmasından son derece memnun olan Chavez, aynı halk benzer meşrepten bir politikacıyı devirmek üzere sokaklara döküldüğünde “demokrasi” silahına sarılıyordu. Ne de olsa kitleler hadlerini bilmeli, sınırı aşmamalılardı!


Temmuz 2005 • sayı: 4

Chavez’in sosyalizmi Kitle hareketini böylece burjuva demokrasisi çerçevesine oturtmaya çalışan ve kabından taştığında pek öfkelenen Chavez, bu yıl başından beri kendine yeni bir misyon edindi: Venezuela’yı “sosyalizm yolunda ilerletmek” ve “21. yüzyılın demokratik sosyalizmini inşa etmek”! Chavez ilk olarak, 2005 Ocağında Brezilya’da Dünya Sosyal Forumu vesilesiyle yaptığı konuşmada sosyalizmden dem vurmuştu: “Her geçen gün daha fazla inanıyorum ve hiç şüphem yok ki, pek çok aydının söylediği gibi, kapitalizmi aşmak zorunludur. Fakat kapitalizm kapitalizmin içinden değil, sosyalizm sayesinde, eşitlik ve adaletin olduğu gerçek sosyalizm sayesinde aşılabilir. Ama yine inanıyorum ki bunu demokrasi altında yapmak mümkündür, fakat Washington’un dayattığı tipte bir demokrasi değil.” “Her şeyin başına, makineleri veya devleti değil insanı koyan, insancıl bir sosyalizm” diyen Chavez, 1 Mayıs konuşmasında da benzer şeyler söyledi: “Hedeflerimizi kapitalizmle başarmamız ya da bir ara yol bulmamız olanaksız. Bütün Venezuela’yı yeni yüzyılın sosyalizmi yolunda yürümeye çağırıyorum.” Bütün ışıltılı ve etkileyici açıklamalarına rağmen Chavez milliyetçi bir reform programı uygulamaktan bir adım öteye gitmedi. İşçi hareketinin gelişim düzeyi elbette Chavez’i çok daha ileri gitmeye itiyor. Devasa bir kağıt fabrikası olan Venepal’in devletleştirilmesi ve işçilerin yönetime dahil edilmeleriyle başlayan dalga da bu işçi basıncının bir ifadesidir. Bugün işçiler çok daha fazla fabrikada aynı girişimde bulunuyorlar ve işçi yönetimi talebini yükseltiyorlar. Chavez hareketi belli sınırlar içinde tutabildiği için, bugün bu kadarına razı görünüyor. Çünkü şimdilik her şey kendi denetiminde. Ama işçi sınıfı hareketi yarın onu aşmaya kalktığında neler olacağı da sır değil. Chavez’e özgü “21. yüzyıl sosyalizmi”, 150-200 yıl öncesinin burjuva devrimciliğine dayanıyor: bu devrimciliğin önde gelen isimleri Simon Bolivar, Simon Rodriguez, Ezequiel Zamora idi. Bunların elbette sosyalizmle ilgileri yoktu, olması da beklenemezdi. Çünkü o dönem bir burjuva devrimler çağıydı. Bu önderlerin hepsi de Fransız devriminin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” taleplerini sahipleniyorlardı. Marksistler bu taleplerin, burjuvazinin halk kitlelerini peşine takmak için öne çıkardığı ve kapitalizm altında gerçek anlamıyla asla uygulanamayacak talepler olduğunu bilirler. Oysa Chavez’e göre Marksizmin doğrularıyla bu önderlerin doğruları birbiriyle çelişmez ve bu burjuva önderlerin doğruları Marksizmin Latin Amerika’ya uygulandığı bir sentezi ifade ederler. Tıpkı bizdeki sol Kemalistlerin, Kemalizmin doğrularıyla Marksizmin doğrularını uyuşturma, kaynaştırma çabaları gibi! Genel bir hümanizme dayanan sınıflar üstü bir sosyalizm! Daha

marksist tutum

açıkçası, sorunsuz bir kapitalizm! Sosyalizmden söz etmeye başlayan Chavez’in Marx, Engels ya da Lenin’i hiç anmayıp Castro’yla yetinmesi de bu açıdan anlamlıdır. Çünkü Chavez sosyalizmi bir ulusal kalkınma ve bağımsızlık programı olarak görüyor ve bu nedenle de Küba ve Castro’yu örnek alıyor. Dünya şimdiye kadar bunun sayısız örneğini gördü. İşçi sınıfı, Baas rejimlerinden tutun da Afrika’nın “sosyalist” sıfatlı milliyetçi önderliklerine varıncaya kadar, yıllarca koyu bir gerilik ve baskı altında “sosyalizmi yaşamaya” mecbur edildi. Venezuelalı işçiler ve emekçiler, ülkenin, hatta Latin Amerika’nın zenginliklerinden eşit şekilde yararlanmak, çalışacak iş, işleyecek toprak, yatacak konut, yiyecek aş, giyecek giysi, okuyacak okul, gidecek doktor bulabilecekleri, ezenlerin değil ezilenlerin demokrasisinin uygulandığı, kendilerinin yönettiği bir devlet istiyorlar. Bu devletin örneği Küba değil, Ekim devrimiyle yaratılan işçi devletidir ve bunun yolu Chavez’den değil, işçilerin kendi devrimci partileri önderliğinde iktidarı alma mücadelesinden geçmektedir. Kuşkusuz bu da, devrimci Marksistlerin yaşananları doğru bir şekilde değerlendirmesine ve devrimci, Bolşevik bir önderliğin inşası görevini vakit kaybetmeden yerine getirebilmesine bağlıdır. Latin Amerika’da birbirinin peşi sıra yaşanan devrimci durumlar, aynı zamanda bu ülkelerde işçi ve emekçi kitlelerin yaşadığı hiçbir sorunun kendine özgü sorunlar olmadığını, hepsinin temelinde bir dünya sistemi olan kapitalizmin yattığını gösteriyor. Sorunlar da çözüm yolu da bir ve aynıdır. Latin Amerika’da pek çok devrimci akım (bunlara ulusal kalkınmacı burjuva solları da eklenebilir), Simon Bolivar’ın 200 yıl önceki düşünü, yani birleşik bir Latin Amerika yaratma düşünü paylaşmaktadır. Simon Bolivar’ın bu düşü kapitalist temellerde bir birliği öngörüyordu ve şansı olmadığı yaşam tarafından kanıtlandı. Ama kapitalist temellerde, ulus-devletlerin varlığı ve rekabeti nedeniyle bir düş olmaya mahkûm olan birleşik Latin Amerika, işçi sovyetleri temelinde hem mümkün hem de kaçınılmazdır. Bir sinir ağı gibi birbirine bağlı bulunan kıta ülkelerinin kurtuluşu, bu tür bir birlikten geçiyor. Latin Amerika İşçi Sovyetleri Cumhuriyetinin dünya devrimi yolunda atılmış en büyük adımlardan biri olacağına hiç şüphemiz yok!

23


Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

Dış pazarlara yayılma ihtiyacı Kapitalist gelişim zamanla tek bir dünya pazarı yaratmış olsa da, bu üretim tarzı başlangıçta yalnızca belirli koşullara sahip bir bölgede, feodalizmin geliştiği Batı’da ortaya çıkmıştı. İnsanlık tarihinin tek tip bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı biliniyor. Batı’da feodal üretim tarzı egemenken, Doğu’da Asya tipi üretim tarzı hüküm sürüyordu. Toprakta özel mülkiyetin yer almadığı bu üretim tarzı geniş ve güçlü despotik imparatorluklar yaratmıştı. Bu imparatorluklar Batı’daki gelişimden farklı olarak, kendi iç dinamikleriyle kapitalist bir dönüşüm yaşayabilme özelliğinden yoksundular. Kapitalist ilişkiler, feodal üretim tarzının egemen olduğu Batı’da gelişmeye başladı ve buradan hareketle dünyaya yayıldı. Kapitalizmin dünyaya yayılışı, zaman ve hız bakımından eşitsizlik temelinde ilerleyen bir süreç içinde gerçekleşti. Tarımsal nüfusun önemli bir bölümünün mülksüzleştirilmesi ve tarım dışına sürülmesi, yalnızca emekçileri, onların geçim araçlarını ve emek malzemesini sınai sermaye için özgür kılmakla kalmadı, bir iç pazar da yarattı. Kapitalist gelişme kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve bu temelden kaynaklanan siyasal ve hukuksal biçimleri ortadan kaldırarak ilerlemesini sürdürürken, eski dönemlerin yerel ve içe kapalı iktisadi yaşamına son verdi. Bir ulusal pazar ağı örerek ulusal birliklerin ve ulus-devletlerin oluşumunu mümkün kıldı. Kapitalist gelişimin küçük yerel pazarları biraraya getirdiğine, onları büyük bir ulusal pazar, sonra da bir dünya pazarı halinde birleştirdiğine dikkat çekmişti Lenin. Böylece kapitalizm, ilkel kölelik ve kişisel bağımlılık biçimle-

24

rini yıkarak, topluluk köylülüğü arasında tohum halinde görülebilen çelişkileri derinliğine ve genişliğine geliştirerek, sorunların çözüm yolunu da hazırlıyordu.1 Küçükburjuva solların mutlak bir yıkım olarak değerlendirdikleri bu dönüşüm süreci, aslında insan yaşamı açısından sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği yaratacak olan proletaryayı geliştirip büyüterek, bir anlamda yapıcı bir tarihsel işlev görmekteydi. Kapitalizm tek bir sektör, bölge veya ulus-devlet sınırları içindeki ilerleyişle ve yalnızca bir iç pazarı yaratıp geliştirmekle yetinemez. Onun varlığını sürdürebilmesi için, sürekli olarak yatağını genişleten bir akışkanlığa sahip olması şarttır. O nedenle kapitalist üretim tarzı, egemenliğini tesis etmeye başladığı ilk dönemlerden itibaren sınırlarının dışına taşma ihtiyacı duymuş ve bir dış pazarlar sorununu gündeme getirmiştir. Nitekim Marx, ortalama kâr oranının düşüş eğilimine karşı kendini korumaya çalışan sermayenin dış ticareti kendine bir çıkış kapısı olarak göreceğini dile getirir. Yine onun sözleriyle, “dış ticaretteki gelişme, çocukluk çağında kapitalist üretim tarzının temeli olmakla birlikte, bu üretim tarzındaki daha ileri aşamalarda, kapitalist üretimin iç zorunluluğu ve durmadan büyüyen piyasa gereksinmesi nedeniyle, onun kendi ürünü halini alır.”2 Kapitalizm sermayenin kendini yalnızca yeniden üretmesine dayanan basit yeniden üretim süreci olmayıp, üretim sürecinin her döngüsünde yaratılan artı-değerin önemli bölümünün sermayeye eklenmesiyle ilerleyen genişletilmiş yeniden üretim sürecidir. Üretilen toplam meta değerinin bir kısmı çeşitli sınıfların zorunlu ya da lüks tüketim harcamalarına karşılık gelirken, diğer bir kısmı ise yeni yatı-


eşme /2 Elif Çağlı

rımlara tahsis edilmek durumundadır. Kapitalizm, üretimin daima genişlemesini emreden bir birikim eğilimiyle birlikte yol alır. Bu nedenle gerek iç gerek dış pazarların genişlemesi zorunludur. Kapitalizm egemenlik alanını küreselleştirme ve kapitalist olmayan ülkeleri dünya ekonomisinin çarkına sokma ihtiyacı içinde varlığını sürdürür. Bu tip ihtiyaçlar çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar, geçmiş dönemlerden başlayarak Marksistler arasında çeşitli tartışmaların konusu olmuştur. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde iç pazarın artı-değeri realize etmeye yetmeyeceği iddia edilmiştir. Rosa Luxemburg, artı-değerin kapitalist ülkelerde gerçekleştirilemeyen kısmının henüz kapitalistleşmemiş alanlar tarafından emildiği ve kapitalist birikimin bu sayede yoluna devam edebildiği şeklinde görüşler geliştirmiştir. Rosa Luxemburg’un hareket noktası, Marx’ın genişletilmiş yeniden üretime dair modellerinde bazı hatalar olduğu düşüncesidir. Ona göre bu modellerde varsayılan iki sınıflı (burjuvazi ve proletarya) sistem, artı-değeri içeren üretim parçasına ne kapitalistlerden ne de işçilerden talep olmayacağı için işlemeyecektir. Luxemburg, tamamen kapitalist bir ortamda birikimin imkânsız olduğunu söyler ve “sermaye birikimi sadece kapitalist-olmayan tabaka ve ülkelerin pahasına ilerleyebilir, genişleyebilir” der.3 Rosa’nın değerlendirmesine göre, yeni pazarlar arama ve yayılma eğilimiyle yol alan kapitalist sistem zamanla kapitalist olmayan ülke ve bölgeleri yutup bitirecek ve bu durum kapitalist üretim tarzının sonunu getirecektir. Zira kapitalizm tüm dünyaya egemen olduğunda Marx’ın iki sınıflı modeli geçerlilik kazanacak, fakat ulaşılan bu moment aslında kapitalizmin tükenişini ifade edecektir. Bu

momente varıldığında “birikim yani sermayenin daha da genişlemesi imkânsız hale gelir”. Özetle bu çözümlemede, böylece “kapitalizm çıkmaz yolun sonuna ulaşır” ve “nesnel sınırına dayanır.”4 Kapitalist üretim tarzının tarihsel geçiciliğini ve yaşlandıkça hararetli gelişme potansiyelini yitireceğini belirtmek doğru bir tutumdur. Fakat kuşkusuz kapitalizm, Rosa’nın açıklamasının çağrıştırdığı tarzda kendiliğinden çökmeyecektir. Kapitalist olmayan alanların tüketilişi, bir başka deyişle her yerin kapitalistleşmesi, kapitalist birikim olanağını basitçe sonlandırmayacaktır. Zira insanlık ve doğa üzerinde yarattığı her türlü tehdit ve yozlaşmaya, yıkıcı boyutları giderek artan krizlere rağmen kapitalizm döngüsel büyümesini sağlayabilir. Kitlelere dayattığı yeni “ihtiyaçlar” temelinde, coğrafi anlamda olmasa da toplumsal anlamda yeni pazarlar yaratabilir; mevcut pazarları daha derinlemesine kullanabilir. Büyük kapitalist ülkeler bunu gerek kendi iç pazarlarında, gerek denetimleri altında tuttukları nüfuz alanlarında, dış pazarlarda yıllardır uygulamaktadırlar ve uygulayabilirler. Önemli bir husus olarak ayrıca altını çizmek gerekir ki, kapitalist işleyişin tıkanıklık noktaları analiz edilirken dış pazarlar sorunuyla gerçekleşme sorunu arasında bire bir ve mekanik bir ilişki kurulmamalıdır. Gerçekleşme sorunu satılamayan meta stoklarının büyümesiyle somutlanır ve bu sorun yalnızca artı-değeri içerdiği varsayılan üretim parçasını değil, üretilen metanın genelini ilgilendirir. Tüm dış pazar olanakları hesaba katılsa dahi, üretilen metaların hepsinin düzenli olarak satılamayacağı ve bir kısmının dolaşım sürecinde takılıp kalacağı bilinmektedir. Kendini dönemsel olarak aşırı-üretim krizlerinde açığa

25


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

Kapitalizmi gittikçe daha çok dış pazarlara başvurmaya zorlayan faktör, iç çelişkileriyle mücadelesidir. Ne var ki dış pazarların varlığı bu çelişkileri ortadan kaldırmaz. Kapitalist üretim tarzının plansız ve anarşik doğası nedeniyle üretim süreciyle dolaşım süreci arasında kopukluk, üretim ve tüketim arasında dengesizlik, eşitsizlik her düzeyde ve hep var olur. vuran gerçekleşme sorunu, iç ve dış pazar ayrımına bakmaksızın kapitalist işleyişten kaynaklanan bir sorundur. Yıllık yeniden üretim değerlerinin tahlilinde dış ticaretin işe karıştırılması, soruna yeni bir boyut katmaz ya da çözümüne bir katkıda bulunmaz, olsa olsa sorunun kavranışını güçleştirir.5 Bu nedenle Marx, gerçekleşme sorunu incelenirken, dış pazar ve dış ticaret gibi faktörlerin tümüyle konu dışı tutulması gerektiğini söyler. Ayrıca pazarların sınırını coğrafi alanlar değil toplumsal işbölümünün gelişmesi belirler ve teknik ilerlemeler pazarları sürekli olarak genişletir. Kapitalizmin çıkmazı gelişememek değil, “aşırı”, “dengesiz”, “orantısız” gelişmektir. Nitekim Engels bu soruna değinir ve pazarların genişlemesinin üretimin genişlemesi ile birlikte gidemeyeceğini açıklar.6 Kapitalist krizlerin nedenini, ürünleri iç pazarda satıp tüketmenin mümkün olmadığı noktasından hareketle açıklayan burjuva iktisatçılarını Lenin de eleştirmiş ve bu tür yaklaşımların tamamen yanlış sonuçlar türeteceğini ifade etmiştir. Kapitalist krizlerin bu bağlamda ele alınması, kapitalizmin daha geniş dış pazarlara kavuşması durumunda krizlerden kurtulabileceği düşüncesine yol açar. Lenin şöyle der: “Kapitalist bir ülkenin bir dışpazara sahip olma ihtiyacı hiç bir zaman, toplumsal ürünün (ve özellikle artı-değerin) gerçekleştirilme yasaları tarafından belirlenmez, her şeyden önce, kapitalizmin, ancak, devlet sınırları dışına taşan geniş ölçüde gelişmiş meta dolaşımının bir sonucu olarak ortaya çıkması gerçeği ile belirlenir. Bu yüzden dış ticareti olmayan bir kapitalist ulus düşünülemez, böyle bir ulus da yoktur zaten.”7 Sermayenin temel güdüsü, nerede olursa olsun kendine daha kârlı yatırım alanı bulmaktır. Kapitalizmi gittikçe daha çok dış pazarlara başvurmaya zorlayan faktör, iç çelişkileriyle mücadelesidir. Ne var ki dış pazarların varlığı bu çelişkileri ortadan kaldırmaz. Kapitalist üretim tarzının plansız ve anarşik doğası nedeniyle üretim süreciyle dolaşım süreci arasında kopukluk, üretim ve tüketim arasında dengesizlik, eşitsizlik her düzeyde ve hep var olur. Kapitalizm kendi engellerini bizzat kendi iç yapısında taşır. Marx’ın deyişiyle, “kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir”.8 Kapitalizmin, aşırı-üretim döngüsünden kaynaklanan krizlerden kaçıp kurtulması mümkün değildir.

26

Sorunun biraz daha derinine inecek olursak, dış pazar ihtiyacının eşitsiz gelişme yasasına yakından bağlı olduğunu görürüz. Lenin’in vurguladığı üzere, birbiri için pazar görevi yapan çeşitli sanayi dalları eşit olarak gelişmez, biri ötekini geçer ve daha gelişmiş sanayiler bir dış pazar ararlar.9 Zamanla daha da yakıcılaşan dış pazarlar sorunu kapitalizmin genel bir sorunudur. Bir başka deyişle, bu sorun özel olarak emperyalizm aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış değildir. Zaten emperyalizm diyalektik bir gelişme sürecinin ürünüdür ve kapitalizme içkin başlıca özelliklerin olgunlaşması, sıçramalı biçimde netleşmesi anlamına gelir. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının ikili bir işlevi vardır. Bir yandan yeni krizlerin fitilini ateşler; diğer yandan ise bir yerde tıkanan sermayenin başka bir yerde yeni bir olanak bulabilmesine zemin oluşturur. Sermaye her zaman kâr oranının daha yüksek olacağı alanların arayışı içindedir ve bulduğunda bu alanlara akmak ister, akabilir de. Sonuçta kapitalist üretim tarzı, olumlu ve olumsuz etkiler yaratan çeşitli faktörler ve zıt yönlü eğilimler eşliğinde ilerler. Kapitalizmin emperyalist aşaması dış pazarlar sorununu şiddetlendirse de, yeni bölge ve ülkelerin kapitalist işleyiş içine çekilmesi sistemin genişlemesi bakımından görece ferahlama anlamına gelmiştir. Kuşkusuz bu ferahlama çeşitli kapitalist ülkeler nezdinde ancak eşitsiz bir gelişme temelinde gerçekleşebilir, ama gerçekleşir. Bu tür gelişmelerin kapitalizme açılan yeni bölgelerde yeni altüstlükleri gündeme getiriyor oluşu, kapitalist sisteme entegrasyon eğilimini ortadan kaldırmaz. Bu özellik 60’lardan bu yana yaşanan nice gelişmeyle kanıtlanmıştır. Böylece, ulusal kurtuluş mücadelelerine boyundan büyük anlamlar yükleyen görüşler ve “üçüncü dünya” diye adlandırılan ülkelerin emperyalist güçlerin geniş pazarlarına dönüştürülemeyeceği yolundaki iddialar da fos çıkmıştır. Yarattığı tüm yeni sorunlara, çarpıklık ve dengesizliklere rağmen, emperyalist kapitalizm daha önce kapitalizme entegre olmayan ülke ve bölgelerdeki ilerleyişini sürdürmüştür ve sürdürebilir de.

Büyüyen sorunlar Kapitalizmin “olağan” işleyişi içinde kapitalistler yeni dış pazarlar arar ve bulurlar. Ancak 1929 benzeri büyük kriz dönemlerinde aşırı-üretimin yarattığı sorunlar katlamalı biçimde büyür ve kapitalist sistemin bütününü etkisi altına alır. Böylece mevcut dış pazarlar da sarsıcı krizlerin etkisiyle daralıp yetersiz hale gelirler. Bu tür sarsıntılı dönemler kapitalist üretim tarzının zaaflarını açığa vuran tarihsel kesitlerdir. Kitlelerin satın alabileceğinden çok meta üretildikçe, yeryüzündeki milyonlar büsbütün yoksulluk ve işsizlik girdabının içine çekilirler. Kapitalizme açılan yeni bölgelerin sisteme entegre edil-


Temmuz 2005 • sayı: 4

mesi, pazar olanaklarının basitçe tüketilmesi anlamına gelmemektedir. Zira kapitalizm yeni tüketim ihtiyaçları yaratarak pazarları canlı tutabilir ve tutmak zorundadır. Böylece kapitalizm belirli bir tarihsel süreç boyunca yeni fırsatlar yaratıp bunları değerlendirme şansına sahip olsa bile, nihayetinde eski tatminkâr canlılığını yitireceği de kaçınılmaz bir gerçekliktir. Hepsinden önemlisi, kapitalizmin yaşı ilerledikçe üretici güçler daha da toplumsallaşmakta ve üretim araçlarının özel mülkiyet altında oluşuyla büsbütün çelişki içine girmektedirler. Sonuç olarak, sistem yeni olanaklar yaratma bakımından eski hararetli temposunu giderek yitirmektedir. Bu tarihsel eğilim kapitalizmin kendiliğinden çöküşü veya onun mutlak anlamda sınırlarına dayanması anlamına gelmiyor. Fakat günümüzde yaşandığı üzere, burjuvaziyi bile derin bir endişeye sevkeden ciddiyetteki krizlerle kendini belli ediyor. Küresel kapitalizm, çeşitli emperyalist güçler arasındaki rekabetin çok daha fazla keskinleştiği bir işleyiş içine sürükleniyor. Nitekim bugün dünya ölçeğinde tırmanan gerilim ve yeni paylaşım savaşlarının yaygınlaşması tüm bu eğilimlerin somutlanışıdır. Günümüzde üst üste patlak veren krizlerle birlikte işten çıkarmaların yaygınlaşması, işçi ücretlerindeki düşüş ve yatırım harcamalarındaki kısıntılar toplam talebi olumsuz yönde etkilemekte, durgunluk eğilimini körüklemektedir. Tekelci kapitalizm, yaygınlaşan kredi mekanizması sayesinde bu gibi sorunlara müdahale etmeye çalışıyor. Fakat bu kez de ödenmeyen borç miktarlarının alabildiğine yükselmesi kapitalist işleyişte yeni tıkanıklıklar ortaya çıkarıyor. Kapitalizmin emperyalist aşaması dış pazarlar sorununu şiddetlendirse de, yeni bölge ve ülkelerin kapitalist işleyiş içine çekilmesi sistemin genişlemesi bakımından görece ferahlama anlamına gelmiştir. Kuşkusuz bu ferahlama çeşitli kapitalist ülkeler nezdinde ancak eşitsiz bir gelişme temelinde gerçekleşebilir, ama gerçekleşir. Toplam tüketim harcamaları kuşkusuz yalnızca bireysel tüketimin konusunu oluşturan ve ilk elde akla gelen metalarla sınırlı değildir. Üretim sürecine hammadde, yardımcı madde, iş araçları vb. olarak giren tüm metalar, genel tüketimin üretici tüketim dediğimiz diğer önemli parçasını teşkil ederler. Büyük meblağlara ulaşan bu üretici tüketim harcamaları da devasa bir kredi mekanizmasının ve borçlar sorununun konusudur. Giderek katlanan ve içinden çıkılmaz bir hâl alan borçlar sorunu günümüzde küresel kapitalizmin adeta alâmeti farikası haline gelmiş bulunuyor. Kapitalizm işçi sınıfından sağılacak artı-değeri arttırabil-

marksist tutum

Sistem yeni olanaklar yaratma bakımından eski hararetli temposunu giderek yitirmektedir. Bu tarihsel eğilim kapitalizmin kendiliğinden çöküşü veya onun mutlak anlamda sınırlarına dayanması anlamına gelmiyor. Fakat günümüzde yaşandığı üzere, burjuvaziyi bile derin bir endişeye sevkeden ciddiyetteki krizlerle kendini belli ediyor. mek için verimliliği sürekli yükseltme ihtiyacı içindedir. Bu da üretim sürecinde kullanılan canlı emeğe oranla ölü emeğin miktarının yükselmesi, yani makinalaşma oranının gün geçtikçe artması anlamına gelir. Bu özellik aynı zamanda sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ve dolayısıyla çeşitli sektörlerde ortalama kâr oranlarının düşmesi demektir. Bu eğilime karşı koyma çabası içindeki büyük sermaye, gelişmiş kapitalist ülkelerden gelişmekte olan bölge ve ülkelere kaçabilir. Bu hareket belirli alanlarda ortalama kâr oranının bir ölçüde yükselmesi olanağını yaratabilir ve sermaye gittiği ülkelerde sanayileşmeyi ve işçi istihdamını teşvik edebilir. Böylesi bir iktisadi hareketlilik genelde kapitalist pazarı genişletme ve kâr realizasyonu açısından daha elverişli sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. Fakat bu potansiyelin gerçekliğe dönüşebilmesi de, neticede yabancı sermayenin yeni harcamaları ve ilâve risk faktörlerini göze alabilmesine bağlı bulunuyor. Oysa sermaye uzun vadeli, planlı ve zoru göze alan bir hareket tarzından ziyade, en yüksek kârı, en kısa zamanda ve en zahmetsiz yoldan kazanma güdüsüne sahiptir. Küreselleşme konusunda yaratılmak istenen tüm pembe tablolara karşın, kapitalizmin kendi doğasındaki engelleyici dürtülerden bütünüyle kurtulamayacağı aşikârdır. Bu sistemin kendi iç yasalarından kaynaklanan sorunlar üst üste konulduğunda, kapitalizm altındaki küreselleşmenin insanlığı sorunsuz ve müreffeh bir geleceğe taşıyacağına inanmak için geçerli hiçbir neden bulunmuyor. Üstelik yaşananlar tam tersi yöne işaret etmekte ve kapitalist üretimin gerçek engelinin bizzat kendisi olduğunu fazlasıyla doğrulamaktadır. Bu durumun en çarpıcı kanıtını, bir dönem sorun giderici gibi görünen uygulamaların bir sonraki dönemin yeni sorunlarını doğurması oluşturuyor. Örneğin bir zamanlar SSCB’de uygulanan devletçi sosyal güvenlik politikaları karşısında kapitalist sistemin bir alternatif geliştirebilmesi maksadıyla Keynesçilik gündeme getirilmişti. Bu yolla, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf uzlaşmacı politikalara can verilmesi ve Avrupa’da gelişen devrimci süreçlerin sönümlendirilmesi amaçlanıyordu. “Refah devleti” veya “sosyal devlet” etiketleriyle pazarla-

27


marksist tutum

nan Keynesçi uygulamalar, işsizlik probleminin kapitalist düzene bindirdiği basıncı hafifletmek ve toplam talebi canlandırmak gibi özelliklere sahipti. Ayrıca da bu uygulamalar kapitalizmin savaş sonrası yükseliş dönemi koşullarıyla bağdaşıyordu. Öyle olduğu için de, gelişmiş kapitalist ülkeler listesinde sıralanan on sekiz ülkede toplam kamu harcamalarının GSYH’ye oranı 1913 yılında yüzde 11,9; 1937’de yüzde 22,4 iken, daha sonra bu oran yüzde 40’lara tırmandı. Ne var ki bir dönem boyunca olumlu bir çözüm diye bakılan “sosyal devlet”, sistemin ciddi bir krize sürüklenmesiyle birlikte gözden düşecekti. Yeni dönemin zaruretlerinin ifadesi, iktisadi ve toplumsal yaşamın piyasanın orman kanunlarına terk edilmesini savunan Friedmancılık benzeri iktisat doktrinleri oldu. 1976 yılında ekonomi alanındaki Nobel Ödülünün antiKeynesçiliğin hararetli savunucusu Milton Friedman’a verilmesi tesadüf değildi. Ve aslında bu olay, başlatılacak olan yeni bir dönemin habercisiydi. Kapitalist devletçilik, zengin kapitalist ülkeleri bile pençesine alarak büyüyen borçlar ve bütçe açıkları gibi sorunların yaratıcısı olarak görülmeye başlanmıştı. 80’lerde “sosyal devlet”, Thatcher, Reagan, Özal ve benzeri burjuva liderler eliyle yükseltilen yeni sağ dalganın saldırı hedefi haline getirildi. Piyasanın sözümona görünmez elini yeniden baştacı etmesi nedeniyle neoliberalizm diye adlandırılan bu iktisat doktrinlerine siyasal alanda liberalizm değil, tam tersine sermayenin gerici ve saldırgan uygulamaları eşlik etti. Vaktiyle işsizliğe çözüm olarak görülen ve kitlelerin satın alma gücünü yükseltici olumlu önlemler diye övülen uygulamalar, sosyal fonlarda yapılan kesintiler ve özelleştirme furyasıyla bir bir geri devşirilecekti. Ne ki böyle yapmakla sermayenin başı göğe ermedi. Bu kez de kapitalizm, baş edemediği ciddi bir durgunluk eğilimi ve büyüyen kitlesel işsizlik problemiyle yüz yüzedir. Netice olarak kapitalizm yıkıcı bunalımlara gebe muazzam dengesizlikler ve eşitsizliklerden kendini kurtaramıyor. Kapitalist küreselleşme, sistemin tüm çelişkilerini ve açmazlarını küresel düzeyde üreterek ve bunalımlara da küresel düzeyde sarsıcı boyutlar ilâve ederek yol alıyor. Tüm bu gelişmelerin altında, aslında proletaryanın devrimci mücadelesi açısından fevkâlade önem taşıyan bazı hususlar gizlidir. Kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesi bağlamında alınan mesafe, proleter devrimin bir dünya devrimi olduğu gerçeğini geçmişe oranla çok daha çarpıcı kılmıştır. Küresel gelişme kapitalizmi çok daha organik bir bütün haline sokarak ve krizleri küreselleştirerek, bu sistemi gün geçtikçe daha da kırılgan hale getirmektedir. Tarihin bu kez de işçi sınıfından yana ironisi mi desek, burjuva cephenin kapitalizmin ölümsüzlük iksiri diye sunduğu küreselleşme, devrimci durumların yayılma olasılığını misliyle güçlendirmiş bulunuyor.

28

Temmuz 2005 • sayı: 4

Durgunluk ve birikim eğilimi Kapitalizmin serbest rekabetçi denilen döneminden tekelleşmenin egemen olduğu emperyalizm dönemine geçiş, hızlı bir gelişme temposunu ve beraberinde artan çelişkileri getirdi. Tekelleşme mutlak anlamda muazzam bir ekonomik büyümeye neden olurken, göreli olarak durgunlaşma eğilimini içerir. Lenin’in emperyalizm çağını çürüyen ve asalaklaşan kapitalizm şeklinde tanımlamasının nedeni budur. Bu tespit, pek çok alanda etkisini hissettiren gelişme eğilimleri tarafından doğrulanmış bulunmaktadır. Dünya yatırım alanlarını kontrol eden büyük tekeller teknolojik gelişmeyi tamamen kendi kâr güdülerinin emri altına sokmuşlardır. O yüzden, örneğin fosil yakıtlar yerine güneş enerjisinin kullanılması gibi olanaklı ve olumlu teknik dönüşümleri frenlemektedirler. Tekelleşme, hedeflenen kâr kitlesine daha sınırlı fakat çok kâr getiren bazı alanlardaki yatırımlarla ulaşmayı mümkün kıldığından, kimi alanlarda yatırımlar kısılabilir. Tekelci kapitalizm rantiye tabakayı genişletir ve kupon gelirleriyle yaşayan asalak unsurların sayısını arttırır. Bütün bu faktörler, kapitalizmin bir zamanlar sahip olduğu devasa atılım gücünü kısıtlayıcı eğilimlerdir. Tekelleşme aynı zamanda rekabetin şiddetini alabildiğine arttırır ve buna ancak diğerlerine oranla daha verimli şekilde iş gören güçlü ve büyük sermaye grupları ayak uydurabilir. Çeşitli sermaye grupları arasında cereyan eden kapışma ve birleşme eğilimleri neticesinde sermaye belirli ellerde yoğunlaşıp merkezileşir. Böylece kapitalist gelişim yalnızca büyük emperyalist ülkelerde değil, sistemin tümünde tam anlamıyla tekelci bir karakter kazanır. Fakat bu tekelci gelişimin getirisi her bir kapitalist ülke ekonomisi için aynı düzeyde olamaz. Gelişmekte olan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değerin önemli bir bölümü, çok uluslu tekellerin büyük ortağı konumundaki emperyalist ülkelere transfer edilir. Bu nedenle tekelleşTekelleşmenin yarattığı asalaklaşma ve çürüme bir tarihsel eğilimdir ve iktisadi büyümenin mutlak olarak frenleneceği anlamına gelmez. Asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm tespiti, üretici güçlerin gelişimine ket vuran özel mülkiyet ve ulus-devlet engelinin giderek katlanılmaz hal aldığını ifade eder. Üretici güçler yine de gelişmektedir, ama bu gelişme özgür üreticiler topluluğu (komünizm) altında sağlanabilecek maddi ve moral düzeyin kesinlikle çok gerisinde kalmaya mahkûmdur.


Temmuz 2005 • sayı: 4

menin sonuçları da eşitsiz biçimde dağılmış olur. Kapitalist sistem bir çelişkiler yumağıdır. Pek çok iktisadi olgu, zıt yönlü hareketlerin diyalektik birliği temelinde biçimlenir. Örneğin, tekelleşmenin kışkırttığı durgunluk eğilimiyle sermayenin birikim eğilimi çelişkili bir birlik oluşturur. O nedenle tekelleşmenin yarattığı asalaklaşma ve çürüme bir tarihsel eğilimdir ve iktisadi büyümenin mutlak olarak frenleneceği anlamına gelmez. Asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm tespiti, üretici güçlerin gelişimine ket vuran özel mülkiyet ve ulus-devlet engelinin giderek katlanılmaz hal aldığını ifade eder. Üretici güçler yine de gelişmektedir, ama bu gelişme özgür üreticiler topluluğu (komünizm) altında sağlanabilecek maddi ve moral düzeyin kesinlikle çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Kapitalizm bir dengesizlikler sistemidir. Örneğin sosyal harcamaları arttıran ve devlet kredileriyle ekonomiye kaynak pompalayan iktisadi politikalar, devlet bütçelerine yeni yükler getirerek ilerdeki yıkıcı bunalımları mayalarlar. Ne var ki yeni bunalımlar patlak verene kadar da çarpıcı bir büyümeyi mümkün kılabilirler. Kapitalizmin bu hareket tarzı soyut bir rasyonalizm penceresinden değerlendirildiğinde mantıksız görünebilir ve dengesiz büyüme eğilimi bunalım gerçeğiyle karıştırılabilir. Oysa kapitalizm altında iktisadi büyüme, işte tam da bu “mantıksız” temellerde gerçekleşebilir. Kapitalizm altında sağlanan her hararetli ekonomik gelişme döneminin aynı zamanda bir aşırı üretim dönemi olduğu biliniyor. Bu nedenle kapitalist ekonominin büyümeyi hep aynı tempoda gerçekleştiremeyeceği, tıkanıklıklarla yüz yüze geleceği ve bazen bunalımın had safhaya ulaşacağı bellidir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde kapitalizm ciddi bir durgunluğa ve sistemin varlığını tehdit eden büyük bir bunalıma sürüklenmişti. Kapitalizmin içine düştüğü büyük bunalımdan kurtulup yeni bir yükseliş dönemine geçişinde, İkinci Dünya Savaşını yıkımsız atlatan ABD’nin ekonomik üstünlüğü etkili oldu. Savaşta yenilgiye uğrayan kapitalist ülkelerde ve siyasal bağımsızlığını kazanan eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Amerikan emperyalizminin giriştiği ekonomik yatırım dönemi, kapitalist sisteme yeniden büyük bir atılım gücü kazandırdı. Savaş bitkini Avrupa ülkelerine Amerika’nın Marshall Planı çerçevesinde akıttığı sermaye ve Bretton Woods anlaşmasıyla doların istikrarlı bir uluslararası para kılınması, Avrupa’nın kısa sürede toparlan-

marksist tutum

masını sağladı. Savaş sonrasında toplam talebi arttıracak ve işsizliği azaltacak politikalar uygulamaya sokuldu. Kapitalist devletin ekonomiye artan müdahalesi temelinde, sosyal harcamaların ve toplumun tüketim harcamalarının yükseldiği önemli bir canlanma yaşandı. Kapitalist ekonominin işleyişinde çok önemli bir yer tutan kredi mekanizması, savaş sonrasında yaşanan uzun yükseliş döneminin motor gücü oldu. Savaş yaralarını sararak yeniden iktisadi atağa geçen Almanya ve Fransa, bu kez ABD karşısında rekabet gücü kazanabilmek amacıyla AET/AB’ye giden yolu döşemeye giriştiler. Aslında kapitalist sistemi bir başka büyük krizle yüzleştirecek nesnel zemin değişmemiş, aşırı üretim-durgunluk girdabı ortadan kalkmamıştı. Kapitalist sistemin kalıtsal hastalıkları aynen devam ediyordu. Fakat kapitalizm görece uzun bir dönem için, yeniden anlamlı bir ekonomik büyümeyi sağlama olanağına sahip olmuştu. Burada önemli bir hususun altını tekrar çizelim. Kapitalizm bir dengesizlikler sistemidir. Örneğin sosyal harcamaları arttıran ve devlet kredileriyle ekonomiye kaynak pompalayan iktisadi politikalar, devlet bütçelerine yeni yükler getirerek ilerdeki yıkıcı bunalımları mayalarlar. Ne var ki yeni bunalımlar patlak verene kadar da çarpıcı bir büyümeyi mümkün kılabilirler. Kapitalizmin bu hareket tarzı soyut bir rasyonalizm penceresinden değerlendirildiğinde mantıksız görünebilir ve dengesiz büyüme eğilimi bunalım gerçeğiyle karıştırılabilir. Oysa kapitalizm altında iktisadi büyüme, işte tam da bu “mantıksız” temellerde gerçekleşebilir. Kapitalist işleyişte onun asla sahip olmadığı ve olamayacağı bir rasyonalite aranmamalıdır. Kapitalist gelişim, bizzat kapitalizmin yapısı gereği bir dizi eşitsizlik ve oransızlık ortasında vücut bulmaktadır. Bunu kavrayamayan küçük-burjuva solu, kapitalizmin bunalımlarını onun artık gelişemediği şeklinde yorumlamaya pek meraklıdır. Lenin de kendi döneminin yaygın küçük-burjuva kavrayışsızlığını eleştirir: “Narodnik yazarların işledikleri hataların önemli bir bölümü, bu oransız, kasınmalı ve ateşli gelişmenin gelişme olmadığını kanıtlama çabalarından kaynaklanır”10 der. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam da Lenin’in satırlarını hatırlatırcasına, alabildiğine oransız, kasınmalı ve ateşli bir gelişme dönemi yaşandı. Büyümeyi mümkün kılan faktörler daha sonra diyalektik zıddını yarattı ve sistem yine ciddi hastalıklarla sarsılmaya başladı. Büyüyen bütçe açıkları kapitalist devletlerin başına belâ olmaktaydı. Keza kredi mekanizması kamu ve özel kesim borç tutarlarında muazzam bir artışın kaynağıydı. Böylece hummalı bir büyüme dönemini takiben, kapitalist ekonomi kendi yarattığı aşırı-üretim canavarıyla büsbütün baş edemez duruma geldi. Dünya ticaret hacminde büzülmeler yaşandı, ortalama kâr oranında düşüşler kaydedildi, işsizlik

29


marksist tutum

oranları tırmanışa geçti. İkinci Dünya Savaşını izleyen ekonomik yükseliş döneminde ABD’nin her açıdan güçlü hegemon konumunun, doların sağlam bir uluslararası para oluşunda yansımasını bulduğu unutulmamalı. Bu durum aynı zamanda kapitalist sistemin görece sorunsuz bir dönemine işaret eder. 70’lerle birlikte içine girilen yeni ve sorunlu dönem ise ifadesini, ABD ekonomisinin eski canlılığını yitirmeye başlamasında ve doların istikrarsızlaşmasında bulur. Nitekim 1971 yılında doların altına çevrilebilirliğine, 1973 yılında ise sabit kur sistemine son verilmiştir. Fakat ABD hâlâ sistemin motor gücüdür. Hegemon konumunun siyasi ve askeri dayanakları bakımından pozisyonlarını korumaktadır. Ne var ki iktisadi cephede biriken sorunlar ABD’nin geleceği hakkında kuşkular yaratmaktadır. İşin genelde dikkat çekici yönü, sistemin zayıf halkalarını sık sık sarsan yapısal problemlerin giderek gelişmiş kapitalist ülkeleri de pençesine almasıdır. Sermaye birikimi süreci yoğunlaşan tekelci işleyiş altında da işlemeye devam eder; aksi halde kapitalizm yaşayamaz. Ne var ki sermaye birikimi artık, giderek daha şiddetli bir şekilde ve daha uzun süreler itibarıyla kendini hissettiren sistem krizleri pahasına yol almaktadır. Eğer işçi-emekçi kitlelerin büyük mücadelesiyle yerle bir edilmezse, 21. yüzyılda kapitalizmin tarihi, insan yaşamını tehdit eden fevkalâde yıkıcı ve uzatmalı sistem krizlerinin tarihi olacaktır. Sistemin hastalıkları aslında 70’li yıllarla birlikte sinyallerini vermeye başlamıştı. Ne var ki iktisadi canlılık ve büyüme, hasta bünyenin ateşini büsbütün yükseltme pahasına uzunca bir süre daha sürdürülmeye çalışıldı. Çırpındıkça hastalığı derinleşen kapitalist ekonominin gerçek durumu, önce Avrupa ve Japonya’da gizlenemez boyutlara ulaşan durgunluk eğilimiyle kendini dışa vurdu. Kriz 1982’de Meksika’da patlak verdiğinde, dış borçların ödenmesini tehlikeye sokarak dünya kapitalizmini tehdit altına almıştı. 90’lı yılların sonuna doğru ise Asya Kaplanları’nı peşpeşe yere serdi. Nihayet kapitalist kürenin hegemon ülkesi ABD’nin de açıkça tökezlemeye başlamasıyla, kapitalizm 21. yüzyıla hiç de parlak bir giriş yapamadığını gösterdi. Yanlış anlaşılmasın, sermaye birikimi süreci yoğunlaşan tekelci işleyiş altında da işlemeye devam eder; aksi halde kapitalizm yaşayamaz. Ne var ki sermaye birikimi artık, giderek daha şiddetli bir şekilde ve daha uzun süreler itibarıyla kendini hissettiren sistem krizleri pahasına yol al-

30

Temmuz 2005 • sayı: 4

maktadır. Eğer işçi-emekçi kitlelerin büyük mücadelesiyle yerle bir edilmezse, 21. yüzyılda kapitalizmin tarihi, insan yaşamını tehdit eden fevkalâde yıkıcı ve uzatmalı sistem krizlerinin tarihi olacaktır. Günümüzde kapitalist sistem durgunluk eğilimiyle bir türlü baş edemiyor. Çıkışsızlık sermaye dünyasında da yeni tartışmaları ve kamplaşmaları gündeme getiriyor. Mevcut durum kaçınılmaz olarak emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırıp askeri harcamaları körüklemektedir. 2004 yıl sonu rakamlarına göre dünyanın silahlanmaya harcadığı para 900 milyar dolardır; bu rakam Türkiye (300 milyar dolar) ve Brezilya’nın (600 milyar dolar) GSYH’sinin toplamına eşittir. Sosyal harcamalar sürekli kırpılırken askeri harcamalardaki bu artışın dünya üzerinde yoksulluktan kaynaklı sorunları büsbütün tırmandıracağından duyulan şikayetler bizzat burjuva çevrelerde dillendirilmeye başlanmıştır. Bazı uzak görüşlü burjuva ideologlar, sosyal harcamaların arttırılmasının durgunluğa çare olabileceği hususunu yeniden öne sürüyorlar. Kapitalizmin bir daha geçmiş dönemlerdeki gibi büyük paylaşım savaşlarını göze alamayacağı veya bir daha asla Keynesçi uygulamalara başvurulmayacağı yolunda keskin görüşler ileri sürmenin ne denli yanlış olduğu açıktır. Burjuva devletin ekonomiye şu veya bu yöndeki müdahalesi her zaman büyük sermayenin ihtiyaçlarından kaynaklanır. Siyasal koşullar kendi lehine olduğu sürece sermaye iktisaden kendine bir çıkış kapısı yaratabilir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı takdirde kapitalizmin giderek derinleşen sorun ve çelişkilerine ve insanlığa çektirdiği nice acılara rağmen yoluna devam edebileceğini asla akıldan çıkarmayalım.

(Devam edecek)

www.marksist.com sitesinden alınmıştır. ——————————————————— 1 Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., Eylül 1975, s.337 2 Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.211 3 Rosa Luxemburg, Anti-Critique, akt. Tayfun Ertan, Sermaye Birikimi içinde, Alan Yay., Aralık 1986, s.15 4 Rosa Luxemburg, age, s.15 5 Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.527 6 Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.436 7 Lenin, age, s.49 8 Marx, Kapital, c.3, s.221 9 Lenin, age, s.49 10 Lenin, age, s.516


Artan Yoksulluk ve Sefalet Kapitalizmin Gerçeğidir Oktay Baran

M

ayıs ayının sonlarında çeşitli burjuva köşe yazarları, DİE’nin yayınladığı istatistiklerden yola çıkarak ülkenin mevcut durumu hakkında yorumlarda bulundular. Kimi, uygulanan IMF destekli programın yapısal bir dönüşüm programı olduğunu vurgulayarak işlerin kısa olmasa bile orta vadede düzene girebileceği hayalini pompalamaya devam etti. Kimi, mevcut istatistiksel verileri kapitalizmi aklamak için yorumlayarak “kötü gidişatın” tüm sorumluluğunu kayıtdışı ekonomiye ve burjuvaların ödediği “yüksek vergi ve primler”e bağlayıverdi. Bazıları da, kapitalizmi aklamanın bir başka yolu olan sosyal-demokrat görüşlerden hareketle mevcut kötü göstergeleri, kapitalizmin işleyiş yasalarına değil de, hükümetin uyguladığı politikalara, IMF’ye ve hatta “olumsuz küresel eğilimler”e bağlayarak daha devletçi, daha sosyal politikaların gereğine işaret ettiler. Tıpkı işsizlik sorununda olduğu gibi, artan yoksulluk konusunda da sağcısıyla solcusuyla, devletçisiyle liberaliyle burjuva ideologlardan başka türden bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir. Onlar her fırsatta sorunun göze batan yanlarına işaret etmekle birlikte asla meselenin özüne değinmezler, değinemezler. Marksist yaklaşımın geçerliliğini yitirdiğine dair tüm ısrarcı açıklamalara rağmen, toplumsal-ekonomik sorunların gerek dışsal görünümlerini gerekse de özlerini tutarlılıkla ve bilimsel bir temelde açıklayabilen tek anlayış Marksizmdir. Geçen yüzyılda, ünlü edebiyatçı Mark Twain, “ölümüme dair gazete haberlerini çok abartılı buluyorum” demişti. Bunun gibi burjuva ideologların defalarca ölüm ilanını verdikleri Marksizm de somut olaylar ve istatistiksel veriler tarafından defalarca doğrulandı ve doğrulanmaya devam ediyor.

Yoksulluk ve açlık artarak yaygınlaşıyor Devlet İstatistik Enstitüsünün “Hanehalkı İşgücü Anketi”yle bağlantılı olarak hazırladığı “Yoksulluk Çalışması 2003” adlı istatistik, Mayıs ayı içerisinde yayınlanmıştı. Tıpkı işsizlik sorununda olduğu gibi, yoksulluk sorununda da burjuva ideologlar, büyüyen ekonomiye, artan milli gelire, rekorlar kıran ihracata ve son 30 yılın en düşük enflasyon oranına rağmen bu toplumsal “hastalık”ların nasıl olup da azalmadığını, bilakis arttığını açıklamaya çalıştılar. Kimileri soruları sorup yanıt vermekten kaçınırken, içlerinde en liberal geçinen

Kapitalizmde işçi sınıfının artan bir sefalet yaşamadığı, tersine yaşam standartlarının yükseldiği ileri sürüldü. Artık “Marx’ın zamanındaki gibi” paçavralar içinde gezinen, fabrika köşelerinde ya da barakalarda yaşayan, günde 18 saat çalışan işçiler yoktu! Oysa Marksizm işçi sınıfının mutlak anlamda sürekli yoksullaşacağından hiçbir zaman söz etmemiştir. Hatta ekonomik gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının yaşam düzeyinin geçmiş dönemlere oranla bir ölçüde yükselmesi de pekâlâ mümkündür. Aslında revizyonistlerin ve burjuva iktisatçıların “yoksullaşma” olgusu bakımından en sahtekârca davrandıkları nokta yoksullaşmayı bireyin mutlak yoksullaşması olarak ele almalarıdır.

31


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

burjuva iktisatçılar, bunun gayet normal bir durum olduğunu, başka türlüsünün düşünülemeyeceğini, global dünyaya entegrasyon açısından gerekli yapısal dönüşümlerin bu tür sonuçları beraberinde getireceğini yazıp çizdiler. Yaklaşımlarının merkezine bireysel çıkarı ve bencilliği koyan bu liberal anlayışa kalırsa, toplumsal sorunlar diye adlandırılan sorunlar, bireyin yetersizliğinden, vasıfsızlığından, eğitimsizliğinden kaynaklanıyordu ve yapacak bir şey de yoktu! İşin aslında, burjuva liberaller tarihte hiç olmadıkları kadar pervasızca konuşabiliyorlar. SSCB’nin çöküşünden bu yana burjuvalar ve onların uşağı durumundaki burjuva iktisatçılar ve profesörler hiç olmadığı kadar kendilerine güven duyuyorlar. O denli ki, daha geçenlerde bir burjuva profesör, bu ülkede asgari ücretin gerçek bir asgariyi yansıtmadığını ve yaklaşık yarı yarıya azaltılması gerektiğini büyük bir soğukkanlılıkla ve kendine güvenle açıklayabiliyordu. Peki DİE’nin araştırması hangi gerçekleri açığa çıkarıyor? Bu soruya bir yanıt vermeden hemen önce aslında hangi gerçekleri saklıyor diye sormak gerekir. Nitekim DİE’nin yoksulluk ve açlık sınırı olarak tanımladığı verilerle gerçek yaşam arasında kapanması imkânsız bir uçurum mevcut. DİE, yoksulluğu, “gıda, giyim ve barınma gibi olanakları bireylerin yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalması” durumu olarak tanımlıyor. Ve kuşkusuz bu tanıma göre belli bir parasal düzeyden hareket ediyor. Bu tanımın içerisinde, yakacak, eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme masrafları olmadığı gibi, eğlence, tatil ve kültürel gereksinimlere haliyle hiç değinilmiyor bile. DİE yalnızca “gıda, giyim ve barınma” masraflarından yola çıkarak, 2003 yılında, dört kişilik bir aile için 417 milyon liralık bir yoksulluk sınırı belirlemiş. Yine dört kişilik bir aile için 168 milyon liralık açlık sınırı tayin edilmiş. Demek ki, dört kişilik bir aileyi 168 milyon lira ile doyurmak mümkünmüş! Hatta kira ve giyecek masraflarını da eklediğimizde 417 milyon lira ile dört kişilik bir aile kıt kanaat da olsa geçinebilirmiş! Yine DİE bir kişi için yoksulluk sınırını aylık 186 milyon lira olarak saptamış. Demek ki, 2003 yılında, asgari ücret alan bir işçi yoksulluk sınırının üstünde bir yaşam standardı tutturabiliyormuş! Çeşitli işçi sendikaları da aylık olarak yoksulluk ve açlık sınırı hakkında birtakım veriler açıklıyorlar. Bu açıklamalar arasında tam bir çakışma olmasa da, hepsinin ortak tarafı, DİE’nin açıkladığı sınırların yaklaşık 3 katını işaret ediyor olmaları. Türk-İş, KESK, Kamu-Sen, Hak-İş konfederasyonlarının açıkladıkları rakamların ortalamasına bakıldığında ortaya çıkan tablo şudur: 2003 yılında açlık sınırı dört kişilik bir aile için ortalama 420 milyon lira iken, yoksulluk sınırı da 1 milyar 250 milyon lira civarındaydı! Bir başka deyişle DİE’nin resmi yoksulluk sınırı olarak saptadığı 417 milyon lira, çok daha gerçekçi olan

32

sendikaların araştırmalarında tam da açlık sınırına tekabül ediyor! DİE’nin gıda yoksulluğu (açlık) tanımı ise daha çileden çıkarıcı: “Bir ferdin günlük asgari 2100 kalori almasını sağlayacak peynir, ekmek, süt gibi 80 maddeden oluşan gıda paketini edinememe durumu.” Günlük 2100 kalori! DİE bu veriyi hangi sözde tıp uzmanlarından aldı bilmiyoruz, ancak bildiğimiz bir şey var ki, ortalama fiziksel aktivite içindeki bir yetişkinin günlük 3000-3500 kalori civarında enerji alması gerekiyor. Ortalama bir ağır sanayi işçisinin alması gereken günlük enerji ise 4500-5000 kalori civarında. Bir başka deyişle DİE’nin saptadığı miktarın iki katından fazla. DİE’nin açıkladığı yoksulluk ve açlık çekenlerin sayısı ve oranı son derece çarpıcı. DİE’nin yukarıdaki 417 milyon liralık yoksulluk sınırı ve 168 milyon liralık açlık sınırı veri alındığında bile, 2003 yılında Türkiye’de 19,5 milyon kişi resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu tüm nüfusun neredeyse üçte biri. Yine aynı yıl 900 bin insan resmi açlık sınırının altında kalmış. Oysa gerçek açlık sınırı olarak sendikaların saptadığı miktarı alırsak, bu ülkede 20 milyona yakın insanın dengeli ve yeterli beslenmeden uzak yaşadığını, açlık çektiğini görürüz. Kapitalizmin çirkin yüzü bununla kalmıyor. Bir önceki yılla karşılaştırıldığında durumun her geçen yıl daha da kötüye gittiği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Dahası bu tablo, ekonominin derin bir bunalıma sürüklendiği 2001 yılındakine ve krizin etkilerini taşıyan 2002 yılındakine göre bile yoksulluğun bir artış içerisinde olduğunu gösteriyor. 2002 kişi x1000

yoksulluk sınırı altındakiler

18.441

2003 yüzde 26,96

kişi x1000 19.458

yüzde 28,12

Aslında bu tablo burjuvaziyi de kaygılandırmıyor değil. Ne var ki, burjuvazinin bu tablo karşısında yapabileceği fazla birşey yok. Sorun onun izlediği politikalardan değil, kapitalizmin kendisinden kaynaklanıyor. Bu nedenle de burjuvazi, yapabileceği tek şeyi yapıyor: İşçi ve emekçi hareketi üzerindeki baskıyı arttırmak. Son Milli Güvenlik Konseyinde uzun bir aradan sonra devrimci örgütlerin öncelikli ulusal tehdit olarak saptanması hiç de rastlantı değildir. Burjuvazi kendi hazırlıklarını yapıyor!

Toplumsal kutuplaşma artıyor Türk ekonomisinin son üç yılda yaklaşık olarak yüzde 25 büyüdüğü söyleniyor. Ancak buna paralel olarak, işsizlik, yoksulluk ve açlık, yani tek kelimeyle sefalet de artıyor. Bir yandan sermaye ve zenginlik, sayısı gittikçe azalan ki-


Temmuz 2005 • sayı: 4

şilerin elinde yoğunlaşıp artarken, diğer yandan sefalet yaygınlaşıyor, toplumun büyük bir çoğunluğunun yaşantısının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. 2003 yılının sonbaharında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) hazırladığı rapor, kapitalist Türkiye’de küçük-burjuvazinin nasıl erimekte olduğunun, zenginliğin nasıl giderek daha az sayıda insanın elinde toplandığının da apaçık kanıtı durumundadır. Bu rapora göre, bankalardaki yaklaşık hesaptaki para miktarı Yurt içinde yerleşik kişilere 76 milyon mevait hesap adedi duat hesabının 0-10 milyar TL 74.203.392 74 milyonun11-50 milyar TL 1.377.321 dan biraz faz51-250 milyar TL 348.578 lası 0-10 milyar lira arasında 251 milyar -1 trilyon TL 32.352 bir mevduata 1 trilyon TL üzeri 8.453 karşılık gelirtoplam: 75.971.096 ken, 1 trilyon liranın üzerinde bir mevduata sahip olanların sayısı toplam 8453 gerçek ve tüzel kişidir. Bu tablodaki 8453 mevduat hesabındaki toplam mevduat 35 katrilyon lira iken, 74 milyon mevduat hesabındaki toplam mevduat ancak 23 katrilyon liradır. Bu en zenginlerin ortalama mevduatı 4 trilyon lira iken, 74 milyon gerçek ve tüzel kişinin ortalama mevduatı 310 milyon liradan ibarettir! Buna ek olarak, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün önemlice bir kesiminin bankalarla bir işi olmadığını, kamuoyunda tanınan “meşhur zenginler”in servetinin ise mevduat hesaplarındakinden misliyle fazla olduğunu düşündüğümüzde, toplumsal kutuplaşmanın hangi boyutlarda olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. Ekonominin büyüdüğü dönemlerde bile işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın artarak yaygınlaşması, birçoklarında ortada bir hesap hatası olduğu izlenimini uyandırabilir. Kimileri buradan yola çıkarak aslında ekonominin büyüdüğünün bir yalandan ibaret olduğu sonucunu da çıkarabilir. Bazıları da bu anormalliğin geçici ya da arızi bir durum olduğu, eninde sonunda ekonomik büyümeyle birlikte işsizlik, yoksulluk ve açlığın da azalacağı düşüncesiyle kendisini ve daha da önemlisi emekçileri kandırmayı tercih edebilir. Ama gerçekte ne ortada bir hesap hatası vardır, ne ekonominin büyüdüğü yalandır, ne de bu durum geçici ya da arızi bir durumdur. Tam tersine bu anormallik kapitalizmin normal işleyişinin kaçınılmaz sonucudur. Kimi sosyal-demokratlar bu sorunları neo-liberal politikalara, “küreselleşme”ye ya da uygulanan IMF destekli ekonomik programlara bağlayarak işin içinden sıyrılabileceklerini zannediyorlar. Oysa bu sorunların sözü geçen uygulamaların sona erdirilmesiyle ortadan kalkacağını savunmak tastamam sahtekârlıktır. Kuşkusuz ki neo-liberal saldırılar, IMF programları vb. uygulamalar, emeğin sömürü derecesini ve onunla birlikte de yoksulluğu, açlığı

marksist tutum

ve işsizliği daha da arttırmaktadır. Ancak kapitalizm devam ettiği sürece, ister liberal politikalar uygulansın ister devletçi politikalar, emeğin sömürülmesi olgusundan ve dolayısıyla kronik ve yaygın işsizlik ve yoksulluk belâlarından kurtulmak mümkün değildir.

Marksizm ve yoksullaşma Rakamların da çıplak biçimde ortaya koyduğu kapitalizm gerçekliğine rağmen, sağcısıyla “solcu”suyla burjuva ideologlar Marksizmi “çürütmek” adına ter dökmekten vazgeçmediler. Kapitalizmde işçi sınıfının artan bir sefalet yaşamadığı, tersine yaşam standartlarının yükseldiği ileri sürüldü. Artık “Marx’ın zamanındaki gibi” paçavralar içinde gezinen, fabrika köşelerinde ya da barakalarda yaşayan, günde 18 saat çalışan işçiler yoktu! Oysa Marksizm işçi sınıfının mutlak anlamda sürekli yoksullaşacağından hiçbir zaman söz etmemiştir. Hatta ekonomik gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının yaşam düzeyinin geçmiş dönemlere oranla bir ölçüde yükselmesi de pekâlâ mümkündür. Aslında revizyonistlerin ve burjuva iktisatçıların “yoksullaşma” olgusu bakımından en sahtekârca davrandıkları nokta yoksullaşmayı bireyin mutlak yoksullaşması olarak ele almalarıdır.

33


marksist tutum

Meselenin püf noktası şurada yatıyor ki, Marx işçilerin yaşam standartlarında yerel, kesimsel, geçici ve dönemsel bir iyileşmenin olabileceğini hiçbir şekilde reddetmediği gibi ve sefaletin artışının yalnızca mutlak olarak değil, nispi yani göreli olarak ele alınması gerektiğini de döne döne vurgulamıştı. Büyüyen İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor: … kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler. […] Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.” Genel esprisi itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu da.

Gerek revizyonistler gerekse de burjuva iktisatçılar, Marxın bilimsel çözümlemesini, “ücretli emekçilerin artan sefaleti”, “orta sınıfların (küçük-burjuvazinin) yok oluşu” gibi karikatürize edilmiş tezlere indirgemişlerdi. I. Dünya Savaşına kadar süren barışçıl gelişme döneminde, ardından 1923-29 döneminde ve son olarak da 1950-1970 döneminde bu eleştiriler son derece revaçta idi. Ama bu burjuva safsatalar maalesef yalnızca burjuva üniversitelerinin kürsülerinden, burjuva gazetelerin köşelerinden ya da medyanın ekranlarından yansımakla kalmadı. II. Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa ve ABD’de ekonomik yükseliş ve işçi sınıfının belli kesimlerinin kon-

34

Temmuz 2005 • sayı: 4

jonktürel olarak artan ortalama yaşam standartları, Marksist geçinen birçoklarını da Marx’ın kapitalizm eleştirisini revize etmeye yöneltti. Yine burjuva üniversitelerinin kürsülerinden bu kez Marksist etiketi takmış akademisyenlerden yukarıda dile getirdiğimiz liberal tezleri duyar olduk. Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı. (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı)

Emekçinin artan sefaleti, yoksullaşmanın ve toplumsal kutuplaşmanın artışı ve küçük-burjuvazinin erimesi olguları Marksizm tarafından enine boyuna incelenmiş ve hiç de burjuva ideologların savunduğu gibi mutlak ve tek yanlı yasalar olarak konulmamıştır. Biz yine de her teorinin son ve yeri doldurulamaz testi olan pratiğe bakalım. Doğrusu kapitalizmin tarihi Marx’ın tespitlerini doğrulamak konusunda hiç de cimri davranmamıştır. İşte son verilerden biri: 2002 yılında Dünya Bankasının yaptığı bir araştırma. Bu araştırma, tüm dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü gözler önüne seriyor. Araştırmaya göre 1988-1993 yılları arasında zenginler ile yoksullar arasındaki eşitsizlik yüzde 5 oranında artmış! Dünya nüfusunun yüzde 1’i, tüm insanlığın yüzde 60’ından daha fazla bir gelire sahip. Böylesi muazzam eşitsizliğin en had safhada yaşandığı ülkeler ise sırasıyla ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere ve Çin. İlk sıralarda yer alan ülkelerden de anlaşılacağı gibi, kapitalizmin en gelişmiş olduğu ve en büyük ekonomiye sahip ülkelerde toplumsal kutuplaşma çok daha yoğun ve belirgin durumdadır. Marksizmin toplumsal kutuplaşma ile kastettiği gerçeklik budur. Yine aynı dönemde, burjuvaların gelirleri yüzde 12’lik bir artış gösterirken, emekçi sınıfların gelirlerinde yüzde 25’lik bir azalma yaşanmış. Marksizmin emekçilerin artan sefaleti ile kastettiği gerçekliğin bir boyutu budur. Aynı araştırma, “en çok endişe veren” durum olarak da “orta sınıfın yokluğu”nu dile getiriyor. Marksizmin, proleterleşme eğilimi olarak adlandırdığı durum da budur. Üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen Marksizmin kapitalizm eleştirisini çürüten tek bir teori bile geliştirilebilmiş değildir. Troçki’nin Zamanımızda Marksizm adlı makalesinde dile getirdiği gibi: Eğer teori gelişimin rotasını doğru bir biçimde kestirebiliyor ve geleceği öngörebiliyorsa, isterse binlerce yıl yaşında olsun, zamanımızın en ileri teorisi olarak kalır. 


Ekonomizmin Dayanılmaz Hafifliği Kerem Dağlı

G

ünümüzde krizi giderek derinleşen emperyalist-kapitalist sistemin işçi sınıfına ve yoksul halklara saldırısı her alanda alabildiğine artarken, bu saldırılara cevap vermesi gereken işçi sınıfı, ideolojik, politik ve örgütsel mevzilerini kaybetmiş olduğundan ciddi bir karşı koyuş sergileyememektedir. İşçi-emekçi yığınlar tam da örgütsüz ve bilinçsiz olduklarından, burjuva düzene ve burjuva partilerine umut bağlamışlardır. Bu tıkanıklığı aşabilmek, ancak sınıf hareketiyle kalıcı bağlar kurmak, devrimci siyaseti onun saflarına taşımak ve işçi sınıfının en ileri unsurlarını devrimci Marksizme kazanmakla mümkündür. Aksi takdirde, bugün için kafası burjuva ideolojisinin safsatalarıyla dolu, siyasi mücadelesi reformizmin sınırlarını aşmayan ve dar bir ekonomizme saplanmış durumdaki sınıf hareketini, devrim mücadelesine yönlendirmek mümkün olmayacaktır. Sınıf hareketine önderlik etmek ve ona yön vermek iddiasında olan komünistler için, sınıfın ekonomik-sendikal temelde ve/veya kendiliğinden gelişen mücadelesini doğru tahlil etmek, ona abartılı ve gereğinden fazla anlamlar yüklememek hayati derecede önem taşıyan bir konudur. Sınıfın kendiliğinden eyleminin önemini abartmak, kimi zaman işin kolayına kaçmak, kimi zaman kadroların veya işçilerin moralini yükseltmek, onları umutlandırmak adına, kimi zaman da sabırsızlık ve acelecilik yüzünden içine sık düşülen bir hatadır. Fakat daha da vahim olanı, işçi sınıfının kitlesiyle sözümona daha kolay bağ kurabilmek ve ona politika götürmek adına yapılanların, gerçekte sınıf hareketinin kuyruğuna takılmak, politik mücadelenin düzeyini ve içeriğini sınıfın geri bilincinin seviyesine indirgemekten öteye geçmemesidir. Bu tür tutumların hiçbiri aslında yeni değildir ve bizzat devrimcilerin sık yakalandıkları bu hastalığın adı ekonomizmdir. Bu hastalıkla mücadele, devrimcilerin sürekli önünde duran ve uyanık olunması-

Sınıf hareketine önderlik etmek ve ona yön vermek iddiasında olan komünistler için, sınıfın ekonomik-sendikal temelde ve/ veya kendiliğinden gelişen mücadelesini doğru tahlil etmek, ona abartılı ve gereğinden fazla anlamlar yüklememek hayati derecede önem taşıyan bir konudur. Sınıfın kendiliğinden eyleminin önemini abartmak, kimi zaman işin kolayına kaçmak, kimi zaman kadroların veya işçilerin moralini yükseltmek, onları umutlandırmak adına, kimi zaman da sabırsızlık ve acelecilik yüzünden içine sık düşülen bir hatadır. Fakat daha da vahim olanı, işçi sınıfının kitlesiyle sözümona daha kolay bağ kurabilmek ve ona politika götürmek adına yapılanların, gerçekte sınıf hareketinin kuyruğuna takılmak, politik mücadelenin düzeyini ve içeriğini sınıfın geri bilincinin seviyesine indirgemekten öteye geçmemesidir.

35


marksist tutum

nı gerektiren bir görevdir. Hiç kimse bu tür hastalıklara karşı doğuştan şerbetli olmadığına göre, ekonomizmin ne olduğunu iyi kavramak, bugünün mücadele koşullarında ve pratiği içinde ekonomizmi tarif etmek, bu hastalıktan kurtuluşun yollarını iyi öğrenmek gerekiyor.

Bataklığa giden yol: ekonomizm Yüzyılın başlarında Lenin’in sert eleştirilerine maruz kalan ekonomistler, politik mücadelenin ekonomik mücadele zemini üzerinde gelişmesi ve onu izlemesi gerektiğini söylüyorlardı. Buradan iki temel sonuç çıkarıyorlardı: işçilerin acil görevi burjuva devlet iktidarını yıkmak değil, günlük veya ekonomik talepler için mücadele etmekti; politik mücadele işçilerin ekonomik mücadelesine tâbi olmalı, bu temelde politik ajitasyona girişilmeliydi. Onlara göre bu tarz bir politik anlayış ve mücadele sınıf mücadelesinin en gelişkin, en yaygın ve en gerçek biçimiydi. Ekonomistler, işçi sınıfının geri kitlesinin aktif politikaya çekilebilmesinin en geniş uygulanabilirliğe sahip aracının ekonomik mücadele olduğunu ve işçi sınıfına düşen temel görevin de “işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadele vermek” olduğunu savunuyorlardı. Bu durumda sosyalistlerin temel görevi de “ekonomik mücadelenin kendisine mümkün olduğunca politik bir nitelik kazandırmak”tan ibaret kalıyordu. Oysa işçi sınıfının büyük önderi Lenin, daha 1902’de yazdığı ünlü “Ne Yapmalı” broşüründe, üzerinde önemle durduğu ve devrim mücadelesinde büyük bir tehlike olarak gördüğü ekonomizm hastalığını en özlü biçimde, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin kuyruğuna takılmak ve işçi sınıfının mücadelesini burjuva siyasetin sınırlarına hapsetmek olarak tanımlamıştır. Ekonomizm, ekonomik mücadelenin önemine yapılan aşırı ve yersiz vurgularla, işçi sınıfının devrimci politik görevlerinin arka plana itilmesiyle kendini belli ediyordu. Lenin’in belirttiği gibi, işçilerin sadece ekonomik mücadele yürütmesi ve politikanın liberallerle birlikte aydınlara bırakılması düşüncesini işçilere aşılayan ekonomizmle mücadele, devrimci sınıf hareketinin yükseltilebilmesi için kaçınılmaz bir görevdi. Lenin’in ekonomizme karşı yürüttüğü mücadelenin üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, bugün bu sorunun ortadan kalktığı veya devrimcilerin böylesi sorunlardan muaf olduğu söylenemez. Lenin’in ekonomizm üzerine söylediklerini lafta kabul etmek ve –tüm ekonomistlerin yaptığı gibi– “biz de ekonomizme karşıyız!” demek yetmiyor. Ekonomizmi teşhir etmek ve onunla hem ideolojik hem de politik temelde bir mücadele yürütmek gerekiyor. Bunun için ekonomizmin ve benzeri eğilimlerin ebesi olan kendiliğindenciliği kavramak ve mahkûm etmek gerek. Konuya ilişkin yakın ve uzak geçmişten pek çok örnek

36

Temmuz 2005 • sayı: 4

verilebilir. Meselâ küreselleşme karşıtı kendiliğindenci hareketlerin emperyalizme karşı bir mücadele odağı yaratabileceği yönünde açılımlar getirilmektedir. Avrupa’da işçi sınıfının ve toplumun muhalif kesimlerinin kendiliğinden gelişen savaş karşıtı hareketlerinin emperyalist savaşı durdurabileceği yolunda da iyimser inançlar yayılmaktadır. Böylece işçi sınıfının ve emkçi kitlelerin kendiliğinden gelişen hareketi veya eylemliliği abartılmakta, sanki devrimci bir partinin önderliği olmaksızın da hareketin önündeki tıkanıklıklar aşılabilecekmiş gibi bir hava yaratılmaktadır. Yine benzer şekilde, 15-16 Haziran’da Türkiye işçi sınıfının gerçekleştirdiği direnişin temelde kendiliğinden karakteri belirtildiğinde buna karşı çıkılmaktadır. Tüm bunlar, tam da Lenin’in dediği gibi işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin kuyruğuna takılmaya veya kendiliğinden hareketin öneminin abartılmasına denk düşen örneklerdir. İşçi sınıfının nihai kurtuluşu, ancak kapitalist toplumun yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulmasıyla mümkün olacağına göre, işçilerin salt sendikal örgütlenme ile kendisini burjuvazinin politik ve ekonomik köleliğinden kurtaramayacağı, bu yüzden aynı zamanda devrimci-politik bir parti içinde örgütlenmesi gerektiği aşikârdır. Sınıfın kendiliğinden eylemliliğini abartan yaklaşımlar, içinden geçtiğimiz dönemde zaman zaman gerçekleşen grev ve direnişlerde de kendini göstermektedir. Örneğin, geçtiğimiz aylarda gerçekleşen SEKA işçilerinin direnişinin, Türk solu tarafından gereğinden fazla abartılması ve bu eyleme olmadık anlamlar yüklenmesi ekonomizme katıksız bir emsal teşkil etmektedir. SEKA örneği aynı zamanda, ekonomik-sendikal mücadelenin kendi içinde belirli ölçülerde siyaseti barındırdığını –ki bu da Lenin’in adını koyduğu sendikal siyasetten, yani sendikalardaki burjuva siyasetten başka bir şey değildir–, işçilerin doğru bir politik önderlikten yoksun olduklarında nasıl da burjuva politikalarına ve politikacılarına alet olduklarını da göstermiştir. İşçi sınıfının nihai kurtuluşu, ancak kapitalist toplumun yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulmasıyla mümkün olacağına göre, işçilerin salt sendikal örgütlenme ile kendisini burjuvazinin politik ve ekonomik köleliğinden kurtaramayacağı, bu yüzden aynı zamanda devrimci-politik bir parti içinde örgütlenmesi gerektiği aşikârdır. Oysa SEKA’da işçiler politik olarak sendika bürokrasisinin ve burjuva politikacılarının dümen suyundan ayrılamadıkları halde, sınıfa yön vermek iddiasındaki devrimci hareketin büyük bir kısmı tam da yukarda bahsettiğimiz üzere ve


Temmuz 2005 • sayı: 4

her zaman olduğu gibi ulusalcı, devletçi anlayışlarla onların peşine takılmışlar, sınıfın geri bilinç ve eylemlilik düzeyinin şakşakçılığına soyunmuşlardır. Kuşkusuz sendikal hareketin içinde bulunduğu tıkanıklık ve bu tıkanıklığın sebepleri hepimizin malumûdur. Sendikalı işçi sayısının olanca hızıyla düştüğü, sendikaların kendi üyeleri olan işçilere yabancılaştığı, sendikal hareketin tepesine çöreklenmiş olan bürokrasinin denetiminden dışarıya çıkamadığı koşullarda, kuşkusuz başka türlü bir sonuç beklemek de olanaksızdır. Sendikalar o kadar kötü durumdadır ki, en temel fonksiyonları olan ekonomik sorunlar için mücadeleyi, ücret mücadelesini bile yürütememektedirler. Yıllardır üst üste gelen yenilgiler yüzünden işçi sınıfının güvenini kaybetmiş durumdadırlar. Bu da işçilerin mücadeleye olan inançlarını zayıflatmaktadır. Bu koşullarda mücadele yürütmeye ve işçi sınıfıyla bağlar kurmaya çalışan devrimciler ise, çoğu durumda, işçilere ekonomik sorunlarını çözme mücadelesinde de yardımcı olmak adına, sendikaların yapması gereken birtakım işle-

marksist tutum

ri de üstlenmek zorunda kalıyorlar. Bu durum o kadar yaygın bir hal almıştır ki, ekonomik sorunlar için mücadelelerinde işçilere yardım etmek, neredeyse politik görevlerin bile önüne geçmeye başlamıştır. Hatta ve hatta kimi zaman, bizzat politik faaliyetin kendisi, işçileri komünistleştirme, onlara Marksist bilinci aşılama faaliyeti, işçileri örgütlemenin önünde bir engel olarak görülebilmektedir. Oysa tam da bu anlayış, işçileri burjuva siyasetinin kucağına iten bir duruma yol açmaktadır ve Lenin tarafından mahkûm edilmiştir. İşçilerle bağ kurabilmek adına, ekonomik-sendikal mücadeleyi yürütmelerinde onlara yardım edilmesi, fakat bu yapılırken sosyalist hedeflerin veya hareketin politik görevlerinin ya hiç anlatılmaması ya da bir sonraki aşamada anlatılacağı varsayılarak çok az anlatılması, çok sık rastlanan bir durumdur. Oysa Lenin, sınıf mücadelesini aşamalara ayıran ekonomist zihniyetin varsaydığı gibi, işçilerin mücadelesinde önce “ekonomik” bir aşama ve onu izleyen ve daha sonra gelen “politik” bir aşama olmadığını söyler. Yanlış olan, işçilerin ekonomik-sendikal mücadelesinin yaygınlaşması ve güçlenmesi için, ekonomik teşhirlerle ilgili çaba sarf etmek veya bu mücadelelerinde işçilere yardım yahut önderlik etmek değildir. Aksine, çalışma koşullarının ve gündelik hayatın dayanılmazlığının teşhir edilmesi, yani bu koşulların asıl sebebinin kapitalizm olduğunun ortaya konulması, işçi sınıfı içinde kaçınılmaz biçimde yankı bulacak ve onlarda da kendi durumlarını anlamak ve kavramak yönünde bir istek uyandıracaktır. Dolayısıyla sorun, ekonomik-sendikal mücadelenin gereksiz görülmesi yahut küçümsenmesi değildir. Tarihin her döneminde sendikal mücadelenin yaygınlaşması, sosyalizm mücadelesinin yaygınlaşması için de bir çıkış noktası oluşturmuştur. Önemli olan ekonomik-sendikal mücadelenin veya alanın sınırlarının iyi kavranmasıdır. İşçilere yardım etmek veya onlarla bağlar kurmak amacıyla da olsa, ekonomik-sendikal mücadelenin önemi mutlaklaştırıldığında ve sınıf mücadelesi aşamalara ayrıldığında, doğal olarak işçilere sosyalist-politik bilincin götürülmesi görevi de ikinci sıraya düşmekte ve ortaya son derece çarpık anlayışlar, pratikler çıkmaktadır. Kuşkusuz bu aşamacı ve yanlış yaklaşımlar, işçilerin politik bilince ulaşması ve hayatlarının dönüşmesi sürecinin diyalektiğini iyi kavrayamamaktan veya Marksizmin şematik bir biçimde algılanmasından kaynaklanıyor. Kimi zaman işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesi tamamen küçümsenerek, hatta sendikalı işçiler ayrıcalıklı oldukları için kötülenerek ve sendikal mücadele alanı tamamen burjuvazinin hizmetindeki sendika bürokratlarına terk edilerek bir yanlışa düşülüyor; kimi zaman da ekonomik-sendikal mücadele her şeyin önüne geçirilerek ve işçileri politikleştirmenin tek yolu bu mücadeleden geçiyormuş gibi davranılarak bir başka ters uca savrulunuyor.

37


marksist tutum

Lâkin işin aslı, bu birbirine tezat gibi duran konumlar sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır. Tıpkı ekonomist-reformistler ile küçük-burjuva radikalizmini savunanların, işçi sınıfını devrimci siyaset sahnesinin dışına itmek ortak paydasında buluşmaları gibi, sendikalara tukaka diyenlerle sendikaları her şeyin önüne koyanlar da neticede sınıf hareketini benzer çıkmazlara sürüklemektedirler. En az aşamacı yaklaşımlar kadar sakat ve onunla bağlantılı olan bir başka anlayış da, “ekonomik mücadelenin kendisine mümkün olduğunca politik bir nitelik vermek” düşüncesidir. Bu anlayış pratikte de işçilerin örgütlülüğü daima “sendikal” bir temelde algılamalarına ve sendikal örgütleriyle devrimciler örgütü arasındaki farkı kavrayamamalarına, daha doğrusu politik örgütün gerekliliğini anlayamamalarına yol açmaktadır. Bu yüzden de, grev veya direnişler gibi sınıf mücadelesinin daha açıktan yaşandığı “sıcak” koşullarda devrimci çevrelere yaklaşan pek çok işçi, sonrasında koşullar “soğuk” bir hal aldığında bu çevrelerden uzaklaşabilmektedir. Hiç kuşkusuz, günümüz benzeri gerici dönemlerde işçi sınıfının devrim davasına sonuna kadar bağlı kalacak unsurlar, ancak Marksizmi özümsemiş ve sosyalizme yürekten inanmış kadrolar arasından çıkacaktır. Ancak tam da bu nedenle, öncü işçilerle ilişkiler ekonomik-sendikal mücadele temelinde kurulmuş olsa dahi, onlara politik örgütlülüğün gerekliliğinin anlatılması ve politik bilincin verilmesi asla ertelenmemesi gereken öncelikli bir görevdir. Lenin, ekonomik taleplerin işçi sınıfının kitlesiyle bağ kurmada tek doğru yöntem olarak benimsenmesinin hatalı olduğunu, sosyalistlerin görevinin işçi hareketine tek tek bütün aşamalarda pasif bir şekilde hizmet etmek değil, hareketin tümünün çıkarlarını temsil etmek, bu harekete onun nihai hedefini ve politik görevlerini göstermek, hareketin politik ve ideolojik bağımsızlığını korumak olduğunu anlatır. Devrimci faaliyetin başlangıcında devrimci kadroların işçi sınıfının gündelik, kısmi ve en acil sorunlarına yoğunlaştığını, bunun –belirli ölçülerde– doğal ve kaçınılmaz olduğunu, fakat kısmi görevlerin mücadele yöntemlerinin asla amaç haline getirilmemesi gerektiğini vurgular.

İşçilerin devrimci eğitimi Politika, ekonomiden bağımsız değildir ve ondan ayrı düşünülemez. Fakat devrim sorunu sonuçta politik bir sorundur ve ancak politik mücadele yoluyla gerçekleştirilebilir. Bu yüzden de ekonomik-sendikal mücadeleden bir kaldıraç olarak yararlanmak, onu sosyalizm mücadelesinin bir parçası haline getirmek, ona tâbi kılmak gerekir. Bunu başarmak, kendimizi ekonomik zemin üzerindeki ajitasyon ve örgütlenme faaliyetiyle sınırlamadığımızda mümkün olacaktır.

38

Temmuz 2005 • sayı: 4

İşçi sınıfının ileri unsurlarını politikleştirmek, her devrimcinin temel görevidir. Ancak burada da politik tecrübe ve deneyim eksikliği, yani amatörlük karşımıza çıkmaktadır. Lenin, işçilerin sadece kendi sınıflarının değil, toplumdaki ezilen tüm sınıfların sorunlarıyla ilgili olmaları, her türlü zorbalık ve baskı, zor ve suiistimal olayına tepki göstermeleri ve bu tepkilerin de burjuva veya küçük-burjuva temelde değil, devrimci Marksist temelde olması gerektiğine açık bir şekilde işaret etmektedir. Sosyal hayatın, sınıfların birbirleriyle olan ilişkilerinin, burjuva devletin toplum üzerinde kurmuş olduğu zorbalığın ve onun hayatın binbir alanındaki tezahürlerinin politik teşhiri yapılmadan, salt işyerindeki veya sendikadaki olayların ve gelişmelerin konuşulması ve eleştirilmesi, işçilerin gündelik mücadele sınırlarına hapsolmasını ve kısmi-yerel sorunların dışına çıkamamalarını getirir. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu için bu yeterli değildir. En az aşamacı yaklaşımlar kadar sakat ve onunla bağlantılı olan bir başka anlayış da, “ekonomik mücadelenin kendisine mümkün olduğunca politik bir nitelik vermek” düşüncesidir. Bu anlayış pratikte de işçilerin örgütlülüğü daima “sendikal” bir temelde algılamalarına ve sendikal örgütleriyle devrimciler örgütü arasındaki farkı kavrayamamalarına, daha doğrusu politik örgütün gerekliliğini anlayamamalarına yol açmaktadır. İşçi sınıfının boynundaki politik boyunduruk, onun burjuvazi tarafından ekonomik temelde sömürülmesini olanaklı kılan temel etmenlerden birisidir. Bu boyunduruk kırılmadan kurtuluş söz konusu olamaz. Dolayısıyla işçilerin gündelik sorunlarıyla, ekonomik-sendikal sorunlarıyla ilgili ajitasyonla yetinilmemeli, devrimci politik ajitasyona gereken önem verilmelidir. Kapitalizmin teşhiri salt ekonomik temelde değil, hatta daha fazla politik temelde yapılmalıdır. İşin aslı, işçilere politik ezikliklerini genel olarak anlatmak da yetmeyecektir. Bu baskının her somut belirtisi karşısında ajitasyon yapmak gerekir. Ve bu baskılar mesleki, medeni, özel, ailevi, dini, bilimsel kısacası hayatın ve faaliyetin her alanından belirebileceği için, politik teşhir ve ajitasyon da bu alanların hepsini, olabildiğince kapsamalıdır. Aksi takdirde işçi sınıfı burjuvazinin peşinden gitmeye devam edecek ve işçi sınıfına egemen olan siyaset burjuva siyasetten ibaret kalacaktır. 


Teslimiyetin Sonu Yok Selim Fuat

E

ğitim-Sen, Genelkurmay Başkanlığının talimatı ile açılmış bir davada, tüzüğünde anadilde eğitim hakkının savunulmasına yer verdiği için kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Eğitim emekçilerinin kararlı bir biçimde sürdürdükleri fiili meşru mücadele anlayışı ile yasalara rağmen kurdukları Eğitim-Sen, bir yol ayrımına geldi. Ya mevcut yasalar karşında varlığını sürdürmek için tüzüğünden belirtilen maddeyi çıkaracaktı ya da sendika kapatılacaktı. Elbette Eğitim-Sen’e dönük bu girişim, Newroz’la birlikte yükseltilmeye başlanan milliyetçilik dalgasından ve işçi sınıfına yönelik diğer antidemokratik saldırılardan ayrı düşünülmemeli. İkiyüzlü burjuvazi kaşıkla dağıttığı en sıradan demokratik hakları sırası geldiğinde kepçeyle topluyor. Bu dönemde, Türk Ceza Kanununun var olan güdük burjuva demokrasisini daha da daraltacak biçimde yeniden düzenlenmesi, faşistlerin üniversitelerdeki devrimci öğrencilere dönük saldırılarının yoğunlaşması, devrimcilere yönelik linç girişimleri eşliğinde yükseltilen şovenist hezeyanlar; AB, demokrasi, ilerleme gibi sözlerle sürdürülen propagandanın ikiyüzlülüğünün açık göstergeleri oldu. Anadilde eğitim hakkının değil yaşama geçirilmesi, bir sendikal örgütün tüzüğünde savunulması bile egemen sınıfın tahammülsüzlüğünü ortaya sermeye yetti. “Burjuvazinin AB taraftarı kesimleri, ödlekliklerinden kırpıp kuşa çevirdikleri demokratikleşme yasalarını meclisten geçiriyorlar geçirmesine, ama unutmamalı ki, burjuva toplumlarında yasama ayrı yürütme ayrı şeylerdir. Bu kadar kırpılmış burjuva demokratik haklar bile, iş uygulamaya geldiğinde, devlet aygıtının yetkilileri cephesinde çetin bir direnişle karşılaşabiliyor. Hele bir de sorun Kürt sorunuyla bağlantılıysa, o noktada burjuva hukukunun hükmü geçmiyor!” “Öyle bir ülkede yaşıyoruz ve bu ülkedeki emekçiler ve ezilen Kürt halkı özgürlüğe o denli aç durumda ki, burjuvazi eli titreyerek eser miktarda verdiği özgürlüklerin, ezilen kitleler tarafından sonuna kadar kullanılmasından öcü gibi korkuyor.” (Özgür Doğan, Özgürlüğün Santimetresi, www.marksist.com) Gelinen noktada, başta Genelkurmay olmak üzere, değişimi mümkün olduğunca yavaşlatmaya çalışan statükocu egemen güçler, Eğitim-Sen’in tüzüğünde yer alan anadil-

de eğitim hakkı maddesinin aynı zamanda Kürtçenin resmi dil olması talebinin bir göstergesi olduğunu düşünüp esas korkularını açığa vurmuşlardır. Statükonun devamından yana olan burjuvazinin bu kesimleri, Yargıtay’ın aldığı kararla, Kürt halkına dönük en küçük demokratik açılımları bile bertaraf etme kararlılıklarını ortaya sermiş oldular. Böylelikle Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında Kürtçeye sunulan özgürlük kırıntılarının dahi mücadeleyi sürdürmeksizin kullanılamayacağı bir kez daha anlaşılmış oldu.

Eğitim-Sen Mücadele Etmeden Ayakta Kalamaz Bu koşullar altında burjuvazinin ciddi bir salvosuna maruz kalan Eğitim-Sen, örgütün varlığını sürdürmek için, mücadelesinin bundan sonraki seyrini de belirleyecek bir karar vermek zorunda kaldı. 3 Temmuzda yapılan Olağanüstü Genel Kurulda burjuvazinin antidemokratik uygulamaları karşısında mücadeleci bir karşı koyuş sergilemek yerine geri adım atmak tercih edildi. Genel Kurul çok gergin bir atmosferde yapıldı. Genel Kurulun yapıldığı salona, salonun küçüklüğü bahane gösterilerek delegelerden başka kimsenin alınmak istenmemesi, yangından mal kaçırma psikolojisindeki sendika yönetiminin bakış açısını açıkça ortaya koyuyordu. Uzun süren kargaşadan sonra, ısrarları sonucu salona girmeyi başaran ve çoğunluğunu sendika aktivistlerinin oluşturduğu kalabalık, Genel Kurul boyunca tüzük maddesinin değiştirilmemesi yönünde sloganlar attı. Bu noktaya gelininceye kadar ne sendika yöneticilerinin ne de üyelerin ağırlıklı bir kesimi mücadeleci bir tutum sergilemek yönünde bir eğilim geliştirmişti. Örgüt içinde Yargıtay’ın kararı karşısında izlenecek yol konusunda iki ayrı tutum ortaya çıkmıştı. Sendika yönetiminde de çoğunluğu oluşturan reformist eğilimlerin temsilcileri, sendikanın kapatılma tehlikesini, burjuvazinin isteğini yerine getirmek suretiyle de olsa savuşturmak gerektiğini söyleyip bu doğrultuda davrandılar. Bu eğilimin önde gelen temsilcilerinden Eğitim-Sen’in genel başkanı Alaaddin Dinçer, Genel Kurul öncesinde yaptığı açıklamalarda,

39


marksist tutum

“anadilde eğitimi savunmak için tüzükte bunun yazması gerekmiyor. Örgüt açık kalmalı ki anadilde eğitimi savunmaya devam edebilsin” diyordu. Geri adım atmak yönünde hareket edenler pozisyonlarını bu denli açık biçimde ortaya koyuyorlardı, Genel Kurulda da bu doğrultuda davrandılar. Birlik halinde davranan devrimci gruplar ise tüzük değişikliğine gidilmeden, gerekirse örgütün bu karar doğrultusunda kapatılmasını göze alarak mücadele edilmesi gerektiğini savundular. Ne var ki, mücadele edilmesi gerektiğini söyleyen bu kesimler, söylemlerinin altını dolduracak nitelikte bir eylemliliği ne Genel Kurul öncesinde ne de Genel Kurul sırasında hayata geçirecek tutumlar sergileyemediler. Çünkü bu kesimler söylemlerindeki radikalliğe paralel bir gücü sendika içinde oluşturacak örgütlülüğün çok uzağındaydı. En zor durumu ise Kürt yurtseverleri yaşadı. Tabanlarındaki ve delegasyonlarındaki çoğu üyenin tüzük değişikliğine gidilmemesi yönündeki eğilimine rağmen, KESK yönetimindeki etkin pozisyonunu koruma derdindeki yöneticilerin ağır basmasıyla, delegasyon tüzük değişikliği doğrultusunda oy kullandı. Ancak kendi içlerine de sinmeyen bu tutumu tabanlarına açıklamak konusunda büyük endişe taşıyan Kürt delegeler sıkıntılıydı. Fiili meşru mücadele anlayışı ile kendini var eden EğitimSen başlangıçtaki mücadeleci çizgisinin uzağına düşmüştü. Örneğin, Genel Kuruldaki konuşmalarda, sendika içindeki bütün eğilimlerin anadilde eğitim hakkını savunduğunu dinledik. Ancak üyelerin ağırlıklı bölümü burjuva yasalara karşı mücadeleyi aklına dahi getirmiyordu. Oysa işçi sınıfının kendi tarihini unutmaması, ondan öğrenmesi gerekir. Eğitim-Sen’e mücadelenin yolunu kendi tarihi gösteriyordu. Daha fazlasını 15-16 Haziran direnişi ile burjuvazinin kendi örgütlerini kapatmak için çıkardığı yasaların nasıl boşa çıkarılacağını ortaya koyan işçi sınıfı gösteriyordu. Sonuçta Tüzük maddesinin değişimi 115 hayır oyuna karşı 381 evet oyuyla kabul edildi.

Dünün görevleri değişmedi Kürt halkının haklı mücadelesini destekten yoksun bırakmak ve sendikaları burjuva devletin genel yönelimlerinin dışına çıkmayacak biçimde hizaya sokmak amacı taşıyan Yargıtay kararına karşı mücadele etme görevi, hâlâ eğitim emekçileri ile birlikte tüm işçi sınıfının önünde önemli bir sorumluluk olarak durmaktadır. Fakat kamu emekçilerinin sendikalarını ancak varlığını yok sayamayacak du-

40

Temmuz 2005 • sayı: 4

ruma geldiğinde yasal hale getiren burjuvazinin eli bugün daha rahat. Sol söylemi yaygın olarak kullanıyor olmalarına karşın bugünkü KESK ve ona bağlı sendikaların reformist yöneticileri has bürokratlar haline geldiler çünkü. Genel Kurulun aldığı karar gösteriyor ki, 90’lı yılların başlarından itibaren o dönemdeki burjuva yasalarının sınırlarını hiçe sayarak yürüttükleri mücadelelerinde bir tek kendi haklılıklarına ve öz güçlerine güvenen eğitim emekçilerinin sendikası, bugün o kararlılığın çok uzağında ne yazık ki. Son dönemdeki cılız eylemler de gösterdi ki, bürokratik yönetimlerin elinde içi boşalan örgütlerin ayakta duracak mecali kalmamış durumda. Elbette Eğitim-Sen Genel Kurulunda böyle bir geri adım atılmış olması sendikal hareketin dibe vurduğu koşullarda moral bozucu bir etken oldu. Ne var ki Genel Kurulun teslimiyetçi kararı mücadele edilmesi gereğinin önüne de geçmemelidir. Zira işçi sınıfının önünde duran görevleri değiştirecek bir durum yok ortada. Yönetimi hızla bürokratlaşan Eğitim-Sen’de de, diğer işçi sendikalarında da, yapılması gereken, sendikaların yapılarının ve işleyişlerinin değiştirilmesi yönünde mücadele vermektir. Bugün Eğitim-Sen’de de, diğer sendikalarda da, işçi sınıfının çıkarlarını militan sınıf sendikacılığı anlayışı ile savunacak güçlere duyulan ihtiyaç artmıştır. Bütün sendikalarda karar alma sürecinde etkin olan bürokrat sendika yöneticilerinin yerine işçilerin inisiyatifini yansıtan militan yönetimler geçmelidir. Bunun için de öncü ve sosyalist işçiler sınıf çıkarları doğrultusunda işçileri örgütleme ve eğitme sorumluluklarını ısrarla hayata geçirmelidirler. Militan sınıf sendikacılığının gereklerini yerine getirmek üzere bir mücadele yükseltilmelidir. İşçi sınıfının bugüne kadarki bütün kazanımları böylesi mücadelelerle sağlanmıştır. Attığı bütün geri adımlarsa onu daha sonraki saldırılarda daha güçsüz kılmıştır. Tarihimiz bize gösteriyor ki teslimiyetçi tutumun sonu yoktur. 


Temmuz 2005 • sayı: 4

Kapitalizm ve Çocuk İşgücü Sömürüsü Bora Koçak Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) “4. Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü” vesilesiyle, bu yıl küçük-ölçekli madenlerde ve taşocaklarında çocukların çalışmasının yasaklanması çağrısında bulundu. Bu işkolunda çalışan 5 ilâ 18 yaş arası çocuk işçilerin sayısının yaklaşık 1 milyona ulaşmış olması, kampanyanın arkasındaki en büyük neden olarak gözüküyor. Gelgelelim bu korkutucu tablo karşısında burjuvaziden somut bir çözüm önerisi beklemek anlamsız. Bundan 10 yıl önce ILO tarafından Çocuk İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Uluslararası Programı (IPEC) adı altında bir kampanya başlatılmış ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu altı ülkeye sonradan altmış sekiz ülke daha katılmıştı. IPEC’in uzun vadedeki hedefi, sözde, çocuk işçiliğine son verilmesi; kısa ve orta vadedeki hedefi ise çocukların korunması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi olarak koyuluyor. Ancak, kapitalizm koşulları altında bunun olanaksızlığının aslında pekâlâ farkında olan IPEC ufak bir manevrayla gözünü başka bir hedefe dikmiş ve önceliğini “en kötü biçimlerdeki çocuk işçiliği”nin önlenmesi olarak belirlemiştir. İşte bu bağlamda 2002 yılında Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu günün amacı, dünya çapında çocuk işgücü sömürüsüne dikkat çekmek ve elden geldiğince çocuk işçiliğinin veya onun “en kötü biçimlerinin önüne geçmek” olarak gösterilmektedir. Anlaşılacağı üzere, kampanya fevkalâde sınırlı bir içeriğe sahip. Ama nasıl olmasın ki! Sonuçta kapitalizm, işlerin kâr eksenli sürdürüldüğü ve daha fazla artı-değer sömürüsü uğruna her türlü yolun mübah görüldüğü bir sistem. Kapitalizmin özellikle erken dönemlerinde sermaye birikimi için başvurduğu yoğun çocuk işgücü sömürüsü, burjuvazinin saltanat koltuğunun altının nasıl tıka basa pisliklerle dolu olduğunun en somut göstergelerinden biridir. ILO bundan yaklaşık on yıl önce çarpıcı bir beyanda bulunmuş ve dünya üzerinde 250 milyon çocuğun çalışmak

marksist tutum

zorunda kaldığını açıklamıştı. Sonrasında, 2000 yılında bu rakamın 350 milyona ulaştığı ve 5 ilâ 14 yaş arası çalışan çocuk sayısının 211 milyonu bulduğu hesaplanmıştı. Yani söz konusu yaş grubuna giren çocukların neredeyse beşte biri! Üstelik bunların 73 milyonu da 10 yaşın altında. Kapitalizm, kendi sömürücü doğası nedeniyle bu rezaletin önüne geçemez. İşçi sınıfının dizginsiz sömürüsü üzerine kurulu bir düzenin kendi kanallarını tıkamasını bekleyemeyiz. Burjuvazi bir sınıf olarak, çocuk işgücünün tamamen yasaklanmasına yönelik bir kararın altına imza atsa bile, tek tek burjuvalar bu kararı ertesi güne kalmadan çiğneyeceklerdir. Diğer yandan, zenginliğin bir avuç tekelcinin elinde birikmiş olması ve özel mülkiyet sistemi, işçi ve emekçi ailelerini, kadını, erkeği ve çocuğuyla çalışmak zorunda bırakmaktadır. Bu zorunluluğun üzerinden atlayan burjuva sivil toplum kuruluşları, reformist muhalif kesimler ve en genel adıyla burjuva kamuoyu ise, yasaların imdada yetişmesini talep ediyor. Böylece kırmızı ışıkta cam silen veya sokakta selpak satan çocuklar ve onların “cani” ebeveynleri sorunu bir çırpıda hallolacakmış! Hâlbuki kapitalizm var olduğu günden bu yana bu sorundan (elbette kapitalistler açısından değil, bizler açısından bir sorun) yakasını sıyıramamıştır: “Makine kas gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, kasları zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan sermayenin egemenliği altına sokarak, ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına el atmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de el atmıştır.” K. Marx, Kapital, c. 1, Sol Yay., Ankara 2000, s.380 (abç)

1847 yılında İngiltere’de 18 yaşın altındaki çocukların çalışma saatlerini 11 saatin altına düşürmek için bir yasa teklifinde bulunulmuştu! Demek oluyor ki, çocuklar bile 11 saatten fazla çalışıyorlardı. Üstüne üstlük yine o dönemde İngiltere’de, şimdikine benzer bir tartışma da gündeme girmişti. Kadınların ve on yaşından küçük çocukların madenlerde çalışmasının yasaklanması tartışılıyordu. Tarih, kapitalizm söz konusu olduğunda, inatla tekerrüre meyletmektedir! Ne çare ki kapitalizmin sorunlarını reformlar yoluyla ıslah etmek mümkün olmuyor. Gelinen noktada kapitalizmin bu ve benzeri sorunları yeniden ve yeniden ürettiği görülüyor. Bu bize tek bir umar bırakıyor: kapitalizmin panzehiri reformlar değil, toplumsal devrimdir. Burjuvazinin enternasyonal örgütlerinden Dünya Bankası-

41


marksist tutum

nın verilerine göre, 2005 yılında aşırı yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı tamı tamına 1,1 milyar! Buna bağlı olarak, her yıl 10 milyondan fazla çocuk açlıktan dolayı hayatını kaybediyor (bu rakamların töhmetini az gelişmiş ülkelerin sırtına yüklemek isteyenlere cevaben şunu belirtelim, “uygar” Avrupa da farklı bir görüntü çizmiyor. Zira Avrupa’da yetersiz beslenenlerin sayısı 35 milyonu geçiyor; yalnızca New York’ta evsizlerin sayısı –tarihinin en yüksek rakamı olan– 30.000’i aşmış durumda). Yani 2005 yılında, bilim ve teknolojinin ulaştığı bugünkü aşamada, insanlar kapitalizmin ürünü olan açlık, yoksulluk ve konut sorunlarıyla boğuşuyorlar. Kapitalizmin ayrım gözetmez (“eşitlikçi”) sömürüsü hiçbir ahlaki, dini, geleneksel kural dinlemiyor. O girdiği her yerde kendi ilkelerini uyguluyor, var olanı değiştirip kendi suretini yaratıyor. Dolayısıyla kapitalizmin yarattığı sorunlara, onu ortadan kaldırmadan bir deva sunmak mümkün değil. Kitlelerin bilincini bulandırmak için sınıfsal ayrımları arka plana iten ve medeniyetler veya dinler çatışmasını ön plana çıkarmak isteyenler, kapitalizmin dünyanın her yerinde kendi karbon kopyalarını oluşturduğunu elbette hasıraltı ediyorlar. Oysa nerede olursa olsun, kapitalizmin dini imanı paradır: Örneğin “Hıristiyan” ABD’de 300.000 çocuk fuhuş sektöründe yer alırken, “Müslüman” İran’da 200.000’in üzerinde sokak çocuğu bulunmaktadır: Kapitalizm bize tarihin en acıklı tragedyasını izletiyor. Hiç şüphe yok ki, insanlık bundan birkaç yüzyıl sonra geriye dönüp baktığında karşılaştığı manzarayı adlandırmakta zorluk çekecektir. Günümüzde, çalışan çocukların sayısını kesin olarak söylemek mümkün olmasa da, geçtiğimiz senelerde açıklanan ILO araştırmalarına göre dünyada 12–17 yaş arası 283 milyon çocuğun çalıştığı için okula devam edemediği

42

Temmuz 2005 • sayı: 4

tahmin ediliyor. Türkiye’deki kesin resmi veriler ise 6 yıl öncesine ait. Buna göre, Türkiye’de yaklaşık 3 milyon 850 bin çalışan çocuktan 511 bini 6–14 yaş grubuna dâhil, yani yasal açıdan çalışması yasak çocuklar. Gelgelelim Türkiye burada bir istisna teşkil etmiyor, diğer ülkelerde de benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Ama tüm bunlardan sonra UNICEF Genel Direktörü Carol Bellamy Nisan ayında gönül rahatlılığıyla ve zaferin verdiği haklı kıvançla şöyle buyurabiliyor: “Belirlemelere göre okula gitmeyen çocukların sayısının ilk kez 100 milyonun altına düştüğünü güvenle söyleyebiliriz”. Oysa istatistiklerin dili olsa da konuşsa! Bugün BM verilerine göre, kayıtlı ve kayıt dışı toplam olmak üzere, dünyada her yıl 9 milyon kadın seks ticaretinde kullanılıyor. Çalışan milyonlarca çocuğun büyük bir kısmı çocuk pornosu, uyuşturucu ticareti gibi, burjuvazinin en aşağılık işlerine alet ediliyor. Çocuklar normalde saflığı, doğallığı, masumiyeti simgelerler. Ama kapitalizmin kendi gerçekleri ve kendi simgeleri var. Saflığın simgesi, umudun adı çocuklar, kapitalizm altında yüz kızartıcı vakaların bilinçsiz failleri haline getiriliyorlar. Kapitalizmin çeşitli alanlarda sergilediği rezaletlerin ilânihaye devam etmesi, bizzat insan toplumunun mevcudiyetiyle çelişki içerisindedir. Öyle bir toplum düşünün ki, tehlikeli işlerde çalıştırılan çocukların sayısı 180 milyondan fazla olsun, 5,7 milyon kadar çocuk en ağır işlerde çalıştırılsın. Teknoloji ve tıp bu denli ilerlemişken, her yıl 1,5 milyon civarında çocuk ishal yüzünden, 11 milyon çocuk da önlenebilir ve tedavi edilebilir nedenler yüzünden daha 5 yaşına gelmeden ölüyor olsun. Evet, biz böyle bir toplum içerisinde yaşıyoruz, tek kelimeyle evrensel bir kepazelik. İşçi sınıfı kendi iktidarı altında çözüme kavuşturabileceğini bildiği sorunları yalnızca ileriye havale etmez, çözmek için bugünden kolları sıvar ve bayrağına çocukların çalıştırılmasının derhal yasaklanması talebini yazar, her çocuğa parasız eğitim ve sağlık güvencesi talep eder. Üretim araçlarının bugün geldiği aşamada, insanların günde birkaç saat çalışarak ihtiyaçlarından katbekat fazlasını karşılayabilmeleri mümkünken, milyonlarca çocuk inanılmaz ağır koşullarda yok pahasına çalışmaya itiliyor. Buna bir dur diyebilmek, çocuklarımıza çocuk olduklarını hatırlatabilmek bizlerin elinde. 


marksist tutum

Sınıf Belleği

Sivas Katliamının Sorumlusu Kapitalist Devlettir! Cem Keskin Yükseliş çağında, feodal kurumların en başta gelenlerinden biri olan kiliseye karşı verdiği savaşımda laikliğin ve dine karşı akılcılık felsefesinin bayraktarlığını yapan burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra, sınıfsal iktidarına yönelmeye başlayan tehditlere karşı din olgusuna yeniden sarılarak, tıpkı kendisinden önceki mülk sahibi egemen sınıflar gibi dini, kitleleri düzene bağlamanın bir aracı olarak kullanmaya yönelmişti. Burjuvazi işçi sınıfının ürettiği zenginliklerin üzerine kurulu egemenliğinin temellerini sarsacak ya da tümüyle ortadan kaldırabilecek devrimci durumların baş gösterdiği dönemlerde diğer yöntemlerin yanı sıra dinsel gericiliği bizzat kendi eliyle palazlandırır. Kapitalizmin ortadan kaldırılması ortak hedefiyle birleşerek ayaklanan emekçi kitleleri mezhep ayrımları, dinsel farklılıklar gibi yapay ayrımlar temelinde bölmeyi amaçlar. Bunun örnekleri ülkemizde defalarca yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. ’80 darbesinin hazırlık aşamalarından olan Maraş ve Çorum katliamları, bizzat burjuva devlet iktidarınca desteklenen dinsel

ve faşist gericilik tarafından gerçekleştirilmişlerdi. Toplumsal muhalefet dalgasının yükseldiği 1980 öncesi yıllarda, yükselişin önüne set çekmek isteyen Türkiye burjuvazisi, harekete geçen emekçi yığınlar içinde Alevi-Sünni ayrımını körükleyerek, toplumu bu yapay ayrım temelinde bölerek, varlık temellerine yönelmekte olan tehlikeyi savuşturmayı hedeflemiştir. Kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı döneminin politikalarını hatırlatan bu geleneğinin en yakın örneği Sivas’ta gerçekleşmiştir. 2 Temmuz 1993 tarihinde gerçekleştirilen ve 37 kişinin diri diri yakılarak katledildiği Sivas katliamı sonrasında ortaya çıkan gerçekler, devletin dinsel gericiliğin arkasına gizlenerek oynadığı rolü bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Birbirine paralel gelişen şenlik ve katliam hazırlıkları Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz Köyünde yaşamış ve Osmanlı’nın despotik geleneğinden kaynaklanan haksız uygulamalarına karşı çıkması nedeniyle Hızır Paşa tarafından idam edilerek katledilmiş olan Pir Sultan Abdal’ı anmak üzere, 1989’dan itibaren Banaz Köyünde çeşitli kültür etkinlikleri düzenlenmeye başlandı. 1993’te ise, bu etkinliklerin o dönem SHP’nin elinde bulunan Kültür Bakanlığının desteğiyle Sivas’ta bir kültür merkezinde yapılmasına karar verildi. Etkinliklerin yapılacağı tarihten aylar önce hazırlıklara başlanmıştı.

Çok sayıda sanatçı, aydın ve yazar etkinliklere davet edildi. Bu hazırlıklar sürerken, etkinlikleri kana bulayacak bir başka hazırlığa da başlanmıştı. “Müslümanlar” imzasıyla dağıtılan bildirilerde etkinliklere katılacak olanların “Müslümanların kutsal değerlerine hakaret ettikleri” savıyla halk “Müslümanlığın gereğini yerine getirme”ye çağrılıyordu. Etkinlik günü yaklaştıkça provokasyon hazırlıkları da yoğunlaştı. Başında Refah Partili Temel Karamollaoğlu’nun bulunduğu Sivas Belediyesi, aynı tarihlerde düzenleyeceği “Hicret Koşusu” için çevre illerden gelen çok sayıda “sporcu”yu, okulların ve gerici vakıfların yurtlarına doldurmuştu. Yerel gazetelerde tahriklerle dolu yazılar yayınlanıyordu. Etkinliklere katılacak misafirlerin ve aydınların konakladığı Madımak Otelinin önüne, caddede yol çalışmaları yapılacağı gerekçesiyle birkaç kamyon dolusu taş yığılmıştı. Olayların gelişimi etkinliklerin kana bulanacağını açıkça gösterirken, “devlet desteğiyle” yapılacak olan etkinlikler için güvenlik önlemlerinin arttırılması bir yana, kentte hazır bulunması gereken kolluk güçlerinin büyük bir bölümü başka ilçelere gönderilmişti. Bildiriler, fısıltılar, yol kenarına yığılı hazır taşlar, sporcu adı altında kente getirilen militanlar, bölgeden uzaklaştırılan güvenlik güçleri ile birlikte katliamın ön hazırlıkları tamamlandıktan sonra katliamcılar sahneye çıktılar. Çoğu gerici saldırı örneğinde olduğu gibi insanların topluca provoke edilebileceği bir gün olarak Cuma günü seçilmişti. Yakın tarihimiz (bu toprakların uzak tarihi de) bunun örnekleriyle doludur. Egemenler kimi zaman katliamdaki rollerini başka kesimleri ön plana çıkararak gizlemiş, kimi zamansa buna

43


marksist tutum

Sınıf Belleği dahi ihtiyaç duymayıp işlerini açıktan yapmışlardır. Sivas Katliamının geçtiği aşamalar, benzer şekilde Maraş ve Çorum’da da tezgahlanmıştır. Olayın öncesinde gerçek dışı söylentiler ortalığı kaplar. Maraş’ta sinemaya giden topluluğun üzerine bomba atılarak insanlar provoke edilmişlerdi. Sonrasında bölgede yaşayan muhalif, devrimci insanlara yönelik büyük bir katliam gerçekleştirilmişti. Olaylar Alevi-Sünni kavgası olarak gösterilmeye çalışılarak devletin katliamdaki rolü gizlenmişti. Bombayı atan kişiyse, sonradan MHP’den milletvekili seçilecek, İnsan Hakları Komisyonu üyeliği de yapacak olan Ökkeş Kenger’di!

Katliam gerçekleştiriliyor 2 Temmuzda katliam için artık her şey hazırdı. Cuma namazının ardından Paşa ve Meydan Camilerinden çıkan 500 kişilik bir kitle, Atatürk Caddesinden vilayet binasına doğru yürüyüşe geçti. Vilayet alanında bekleşen kalabalığın sayısı bir süre sonra 5 bine ulaşmıştı. Buradan İstasyon Caddesine yönelen kalabalık, etkinliklerin yapılacağı Kültür Merkezinin önüne gelerek, bir gün önce etkinlikler çerçevesinde buraya dikilen Ozanlar Anıtını ve binayı tahrip etti. Grup daha sonra Madımak Oteline doğru yöneldi. Burada kısa zamanda sayıları 15 bini bulmuştu. Otelin çevresinin sarıldığını ve taşlandıklarını gören aydınlar, otelin merdivenlerine sığınarak dönemin başbakan yardımcısı, “sosyal demokrat” SHP’nin lideri Erdal İnönü de dahil olmak üzere ulaşabildikleri tüm üst makamlardan yardım talep ettiler. Ancak yardım çığlıkları, “yardım geliyor” yalanlarıyla geçiştirildi. SHPli Kültür Bakanı Fikri Sağlar bir gün öncesinde etkinliklere katılmaktan son anda başka bir işi çıktığı gerekçesiyle vazgeçtiğini bildirmişti. Dışarıda kalabalıklaşan kitle yol kenarında hazır halde bulunan taşları otele yağdırmaya başladı. Olayları yatıştırmak için valilik etkinlikleri iptal ettiğini açıklasa da, Sivas Belediye Başkanının “gazanız mübarek olsun” diyerek başladığı konuşmasının ardından iyice kendinden geçen kitle, otelin önündeki araçları ters çevirerek ateşe verdi. Otelin kırılan camlarından perdeler tutuşturularak otel de ateşe verildi. Yakılan otelin içinde mahsur kalan insanlar can çekişmekteyken, devletin üst dü-

44

zey bürokratları ibretlik açıklamalarda bulunuyorlardı. Alevi kesimin oylarına yaslanarak parlamentoda kendisine yer bulan ve koalisyon ortağı olan SHP’nin Genel Başkanı Erdal İnönü, “güvenlik güçlerimizin özverisiyle vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmesi engellenmiştir” açıklamasıyla bir yandan riyakarlığın sınırlarını zorlarken bir yandan da olayların tamamen devletin kontrolü dışında geliştiği izlenimini vermeye çalışıyordu. Diğer devletlûların açıklamaları da bundan farklı değildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “halkla polisi karşı karşıya getirmeyin” sözlerini, oteli ateşe veren “halk” için söylemekteydi. Başbakan Tansu Çiller, “otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır”; ANAP lideri M. Yılmaz, “bu, bir futbol maçında bile çıkabilecek bir olaydır” sözleriyle kendilerini ele veriyorlardı. Yapılan bu ve benzeri açıklamalarda, katliam sonrasında mahkeme tutanaklarında yer alacak olan ifadelerde de içerde yakılanlar tahrikçi, otelin etrafını saran kitle din duyguları aşağılanarak tepki gösteren insanlar olarak gösterilmişlerdi. Otelin önüne önceden vardığı halde yangına müdahale etmeyen itfaiye, otelin penceresi önündeki insanlara doğru merdiveni uzattığında 37 kişi yaşamını yitirmişti. Merdivenlerden indirilmekte olanlardan birinin olayların tahrikçisi olarak gösterilen Aziz Nesin olduğu fark edildiğinde, itfaiyeciler tarafından tartaklandı. Bu görüntüler kameralara da yakalanmıştı. Katliam haberi ülkenin her tarafına ulaştığında Sultanahmet’te katliamı protesto etmek isteyen kitleyi yürütmeyen, en ufak eylemleri şiddetle bastıran kolluk güçleriyse, Sivas’ta 8 saat boyunca katliamı izlemekle yetindiler. Otelde yangının başlamasından kısa bir süre önce içeriye giren birkaç polis, konukların dışında herhangi bir güvenlik görevlisinin olmadığından emin olduktan sonra dışarı çıkmıştı.

*

*

*

Sivas Katliamı, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yükselişe geçtiği, sayıları yarım milyonu aşan işçilerin toplu sözleşme görüşmelerinin tıkandığı ve kamu emekçilerinin grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı için eylemlerini yaygınlaştırdıkları bir süreçte gerçekleşmişti. SHP-DYP koalisyon hükümetinin içinde debelendiği poli-

tik krizden kendi olanaklarıyla çıkamayacağı artık iyice gün yüzüne çıkmıştı. Sivas Katliamı sonrasında köylerde katliamlar ve boşaltmalar yoğunlaştırıldı. Katliamda aktif rol alan gerici örgütlerin, Kürt hareketinin karşısında devlet eliyle yaratıldıkları hiç kimse için sır değildi. Burjuva devlet iktidarı, kendi yarattığı kontrgerilla ve diğer gerici örgütleri kendisine muhalif güçlerin üzerine salarak, bu katliamdaki rolünü gerçekleri görme olanağından yoksun geniş emekçi kesimlerin gözünden saklamayı başarmıştır. Parlamentoda koalisyon ortağı durumunda bulunan sosyaldemokrat SHP de benzer bir işlev görmüştür. Devlet tarafından Alevi-Sünni ayrımı ekseninde yaratılmaya çalışılan toplumu bölme ve manipüle etme girişimi, 5 Temmuzda bu kez Sünni kesimin yaşadığı Başbağlar Köyünde gerçekleştirilen ve 33 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamla sürdürülmeye çalışılacaktı. Doğal olarak suç PKKnin üzerine atıldı! Marx’ın “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirine düşmandırlar” saptamasının doğruluğunun farkında olan burjuvazi, yarattığı yapay ayrımlarla işçi sınıfının birliğinin önüne engeller dikmeye çalışır. İşçi sınıfı içine kök salmış, devrimci Marksist ideolojik-pratik hatta sahip bir önderliğin yokluğu koşullarında, kapitalizmin ideolojik bombardımanı sadece emekçi kitleler üzerinde değil sol hareket üzerinde de etkisini fazlasıyla hissettiriyor. Sınıf mücadelelerinde yaşanan kimi deneyimlerden doğru sonuçları çıkaramamak da ideolojik muğlaklığın, teorik yetersizliğin varlığını göstermekte ve her defasında aynı yanlışlar yinelenmektedir. Ki Sivas Katliamıyla beraber sol hareket saflarında görülen “Alevicilik” bu yanlışların yansımalarından birini oluşturmaktadır. Savaşların olduğu kadar burjuvazinin bu tür katliamlarının da önüne ancak bütün bunların temelini oluşturan sınıflı toplum düzenine son verildiğinde geçilebilecektir. Sınıfsız toplumun önünü açacak proleter dünya devrim yoluna girilmediği sürece insanlık barbarlık içinde çöküşe doğru yol almaya devam edecektir.  www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Temmuz 2005 • sayı: 4

marksist tutum

Burjuva Egemenliğinin Vahşeti Sınır Tanımıyor AB’ye katılım sürecinde demokratikleşme doğrultusunda adımların atılacağının vaat edildiği Türkiye’de düzenin iki yüzlülüğünü teşhir etmek için aslında çok fazla söze gerek yok. Egemen güçlerin vahşeti geçtiğimiz günlerde 17 devrimci insanın yaşamına son verdi. 17 Haziranda, Dersim’in Ovacık ilçesi kırsalındaki Mercan Vadisinde MKP (Maoist Komünist Parti) toplantısını basan düzen güçleri, 17 devrimciyi hunharca katletti. Katliamdan sağ kurtularak düzen güçlerinin elinde tutsak kalan 3 devrimcinin isimleri ve akıbetleri ise halen belli değil. Devrimci insanlar yalnızca katledilmekle kalmıyor, ölü bedenleri parçalanıyor, yakılıyor. Burjuvazi devrimcilerin ölü bedenlerinden bile intikam almak istiyor! Cinayet listesini her geçen gün biraz daha kabartan burjuva egemenliğinin son dönemde gerçekleştirdiği katliamlar kuşkusuz bununla sınırlı değil. Kürt devrimcilerine karşı düzenlenen operasyonlar, sömürü ve baskı düzeninin temsilcilerinin gözü dönmüşlüğünü olanca çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor. Ozanın dediği gibi, “Onlar engerekler ve çıyanlardır; onlar ekmeğimize, aşımıza göz koyanlardır; tanı bunları, tanı da büyü!” Türkiye işçi sınıfı ve onun devrimci güçleri, kayıplarının hesabını tutmayı unutmayacak ve vahşette sınır tanımayan burjuva egemenliğini tarihin çöplüğüne göndermek üzere mücadele bayrağını yükseltecektir.

Okurlarımızdan Fişekler İşçilerin Değil, Kapitalizmin Ölümü İçin Patlamalı! İstanbul Ümraniye’de havai fişek üreten bir fabrikanın deposundaki patlamada altı kişi hayatını kaybetti. Patlama sonrasında işyerinin ruhsatsız çalıştığı açığa çıktı. Söz konusu fabrikanın patronu tam da burjuvalara yaraşır bir açıklama yapmaktan geri durmadı: “Orada havai fişek olmaması gerekiyordu. Bir kenarda kalmış”! Yani suç fişeklerde; orada öylece kalmasalardı patlama da olmayacaktı! Burjuvazi öylesine pervasızlaşmış bulunuyor ki, özrü kabahatinden bin beter… Kapitalist düzende işçilere sadece işgüçleri sömürülecek metalar olarak bakılır; patronun yaptığı açıklama insan hayatına verdikleri önemi bir kez daha gözler önüne seriyor. Ölen işçiler, ertesi gün burjuva medya tarafından doğru düzgün haber yapılmaya bile layık görülmediler, üstün körü değinilip geçildiler. Magazin haberleri onlar için daha kıymetliydi. Kısacık verilen haberlerde, hayatlarını kaybeden işçilerin yaşadıkları koşullara, bakmak zorunda oldukları ailelerine, işsiz kalma korkusuyla ölümü bile göze aldıklarına, sendikasız, sigortasız ve hiçbir iş güvencesi olmadan çalışmak zorunda kalmalarına hiçbir şekilde değinilmedi. Çok çok, olaydan sorumlu olan kapitalisti suçlayarak bir nevi günah çıkardılar; meseleyi tek bir kapitalistin ihmalkârlığına yorarak, gerçek sorumlunun kapitalist düzen olduğunu gözlerden ırak tuttular.

Böylelikle bir bütün olarak işçileri ilgilendirmesi gereken kaza, işçileri ilgilendirmiyormuş gibi sunularak kapitalist düzenin gerçek yüzü emekçi yığınlardan gizlenmiş oldu. Kazada hayatını kaybedenler gibi milyonlarca işçi aynı tehlikelerle her gün karşı karşıya kalıyor. Her gün binlerce kaza oluyor ve bu kazalarda onlarca işçi ölüyor, yüzlerce işçi yaralanıyor. Fakat burjuvazinin medya aygıtlarını elinde tutması ve işçileri kendi istediği gibi bilgilendirmesinden dolayı her işçi yaşadığını kendisiyle sınırlı görmektedir. Elbette esas faktör işçi sınıfının gerek sendikal düzeyde gerekse siyasal düzeyde örgütsüz ve dağınık olmasıdır. Sermayenin yanında insan hayatının hiçe sayıldığı ve işçinin ancak artı-değer (kâr) ürettiği sürece bir öneminin olduğu bu kapitalist sistemde birbirimizden habersiz, sınıf bilincinden yoksun, örgütsüz ve dağınık olduğumuz sürece hep aynı manzarayla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Fakat bir yol daha var; devrimci mücadeleye katılmak, bir sınıfın üyeleri olarak sınıf bilinciyle bir ordu olarak örgütlenerek kapitalizme savaş açmak! İşte o zaman kapitalizmin ölümünü kutlamak amacıyla havai fişekleri biz patlatacağız. Marmara Üniversitesinden Marksist bir öğrenci

45


Okurlarımızdan İşçi Öz-Eğitim Grupları 15-16 Haziran Etkinliğinden İzlenimler İşçi Öz-Eğitim Grupları işçi sınıfının deneyimleriyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Bu yıl da geçmiş yıllarda olduğu gibi birçok yerde işçi sınıfının geçmiş deneyimleri, mücadelesi, İşçi ÖzEğitim Grupları tarafından, işçilerin öz disiplinine yakışan bir şekilde, belleğimize bir kez daha kazınmış oldu. Mücadeleci işçi ve öğrencilerden oluşan İşçi Öz-Eğitim Grupları, 15-16 Haziran Genel Direnişini, Anadolu yakasında Birleşik Metalİş’te düzenledikleri bir etkinlikle andı. Etkinlikte farklı mahallelerden, işyerlerinden ve öğrencilerden birçok katılımcı vardı. Etkinlik iki bölümden oluşuyordu: Birinci bölümde işçi sınıfının dünyada ve Türkiye’de 1960’lardan başlanarak 1970’teki işçi ayaklanmasına kadarki mücadele deneyimi Marksist bir yöntemle anlatıldı. O dönemki tarihsel koşullar, burjuvazinin tutumu, işçilerin yasaklara rağmen direnişleri, kazanımları, mücadeleleri, grev ve direnişler, burjuvazinin baskıları ve bunlara karşı verilen mücadeleler anlatılıyordu. Grev yasaklarının yeni grev ve direnişlerle nasıl aşıldığı, darbeler ve sınıfın öfkesi bir bir anlatılarak o günler gözlerimizde canlı görüntülerle resmediliyordu. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığı, olamayacağı anlatıldı. Örgütlülüğün gücü neler yapabilir? Örgütsüzlük nasıl yenilgiyle sonuçlanır? Sendikaların yükseliş dönemlerindeki tutumu nasıldı? Tüm bunlar görüntülerle hafızalarımızda sorgulatıldı. Bu anma gününde de işçi sınıfı “her şeyi bilecek ve hiçStalinizmin 1930’lardan başlayarak Türkiye soluna empoze ettiği sınıf uzlaşmacı “sosyalizm” anlayışı, köklü bir Marksist hareketin olmayışı ve bunun yanı sıra 12 Eylül faşist darbesi bugün yaşadığımız topraklarda tam bir teorik keşmekeşin hüküm sürmesi şeklinde ifadesini bulmaktadır. Sosyalist teorinin bu kadar bulanık olduğu bu süreçte, resmi komünizm yıllarının tezlerini temel alan ve bunları değişik ambalajlarla piyasaya süren, işçi sınıfının öz gücü yerine başka güçlere bel bağlayan çevrelerin birbirlerini pasifizmle ve oportünizmle suçlamaları şaşılacak bir durum olmaktan çok Stalinizmin kötü bir karikatürü olarak çıkıyor karşımıza. Soldaki bu teori “bolluğunun” zaten tarih bilincinden uzak kalmış genç beyinlerde yarattığı yanılsamalar bir yana dursun, kapitalizmin gündelik yaşamı boş zamanlarımıza dek örgütlediği ve emperyalizm çağındaki teknolojik gelişmelerin yaşamı kolaylaştırıp bize zaman kazandırmak yerine, kapitalizmin yerleştirdiği tüketim kültürü sayesinde beyin tembelliğini perçinlenmesi ise bir diğer gerçekliktir. İşte bu koşullarda Marksist Tutum dergisi kolay ve anlaşılır üslubuyla unutulmaya yüz tutmuş işçi sınıfı tarihini sahiplenişi ve mevcut nesnel koşulları net bir şekilde değerlendirişiyle gençliği okumaya, sorgulamaya ve üretmeye sevk ediyor. Gençliğin sorunları, işçi sınıfı ve emekçi katmanların sorunlarından kopuk değildir. Dergi, ideolojik tavrıyla belirlenmiş ve yoğunlaştırılmış bir amaç ortaya koyuyor. Örgütlüysek herşeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! İzmir’den bir öğrenci

46

bir şeyi unutmayacak”tı. 15-16 Haziran Genel Direnişine kadar süren, “Türkiye’de işçi sınıfı var mı?” tartışmalarının böylece sona erdiği, sınıfın bir sel gibi fabrikalardan çıkıp sokaklara akmasıyla inkâr edilemez bir güç olduğunun gözler önüne serildiği anlatıldı. İkinci bölümde ise İşçi Öz-Eğitim Gruplarından işçiler vardiyalarına, mesailerine rağmen bu günü diğer işçi arkadaşlarına en iyi anlatabilmek için çeşitli hazırlıklar yapmışlardı. Mücadele tarihiyle ilgili şiirler okundu, işçi sınıfına sevdalı şairler anıldı, grev ve mücadelelerden çıkmış marşlar işçi korosunca söylendi. Burjuvazi bizlere bugünü unutturmaya çalışsa da İşçi Öz-Eğitim grupları tüm mücadele alanlarında olduğu gibi burada da üzerine düşeni yapmıştı. Etkinlikte İşçi Öz-Eğitim Grubundan tekstil işçileri, “Fakir Bir Şimal Kilisesinde Şeytan ile Rahip” adlı şiiri canlandırarak, emperyalist savaşın gerçeğini ve insanları nasıl hayvanlaştırdığını bir kez daha teşhir edip burjuva düzendeki “hakikat”i sorguladı. İşçilere, işçileri, en güzel gene sınıf bilinçli işçiler anlatmıştı. Bizler ancak geçmiş mücadele deneyimlerimizi öğrendikçe, kendimizi geliştirdikçe yeni 15-16 Haziranlar yaratabiliriz. Ancak o zaman işçi sınıfının kabaran öfkesi sadece sokaklara akan bir sel olmakla kalmayacak, örgütlü bir mücadeleyle iktidarı eline alacaktır. Sınıf tarihimizin anlatıldığı tüm çalışmalara katılalım, mücadele alanlarını dolduralım. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi

15-16 Haziran Etkinliği 15-16 Haziran vesilesiyle 12 Haziran Pazar günü Teksif Sendikası İstanbul Bakırköy şubesinde İşçi Öz-Eğitim Gruplarının düzenlediği bir etkinlik yapıldı. Çeşitli sektörlerden gelen işçi ve öğrencilerin katıldığı etkinlikte yaklaşık 75 kişi vardı. İşçi Öz-Eğitim Gruplarının hazırladığı 1516 Haziran Direnişini anlatan belgesel ile başlayan etkinlik, İşçi Öz-Eğitim Grupları korosunun Nazım Hikmet’ten okuduğu şiirler ve devrimci marşların söylenmesiyle sürdü. 15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının birleştiği zaman ne denli büyük bir güç olduğunu dosta düşmana gösterdiği günün adıdır. Bu günü anmak, o dönemi tüm yanlarıyla gözler önüne sermek, tarih bilincinin tazelenmesi bakımından oldukça anlamlıdır. Nitekim bu dev işçi kalkışmasının yeni 15-16 Haziranlara da örnek teşkil etmesi gerektiği belgeselde özellikle altı çizilerek anlatılıyordu. 15–16 Haziran Direnişinin bugüne ışık tutabilmesi için, önce o dönemi doğru bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor. Direnişin yalnızca ulusal düzeydeki sınıf mücadelesinin yansımalarından kaynaklanmadığı, uluslararası düzeyde sınıf hareketinin yükselmesiyle bağlantılı olduğuna değiniliyordu. TC’nin kuruluşundan o döneme kadar Türkiye ve dünyada meydana gelen siyasi gelişmelerden ise bir bütünlük içinde söz ediliyordu. Milliyetçiliğin yükseltildiği ve ordu içinde sözümona anti-emperyalist “yurtsever” güçlerin olduğu savlarının Stalinist sol içinde yeniden gündemde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Belgeselde, 1960ların sonlarında çok gözde olan “işçi-or-

du el ele” sloganının ne denli yanlış olduğu ve özünde sınıf işbirlikçi bir öz taşıdığı vurgulanırken, bugüne de dikkat çekilmiş olunuyordu. Tüm dünyayı kasıp kavuran ’68 başkaldırısına değinilirken, Türkiye’deki yansımalarına da dikkat çekildi. Öğrenci gençliğin başlattığı eylemlerin öncesinde sınıf hareketinin yükselişine dikkat çekilerek, öğrenci hareketinin hangi zeminde yükseldiğine böylelikle vurgu yapılması oldukça anlamlıydı. O günkü eylemlerin içeriğinin giderek siyasallaşması ve “evde çocuk ekmek bekliyor” sloganlarının yerini “kahrolsun kapitalizm” sloganın alması kitlelerdeki değişimin hangi alanda olacağını anlatması bakımından da öğreticiydi. 15-16 Haziran’ı yaratanların o dönemin büyük fabrikaları olması da dikkat çekicidir. Büyük üretim merkezleri işçi sınıfının kaleleridir, bu 15-16 Haziran’la bir kez daha kanıtlanmıştır. Büyük fabrika işçilerinin işçi sınıfının en önde yürüyen, en kararlı kesimleri olduğu görülmektedir. Ayrıca 15-16 Haziran aynı dönemde işçi sınıfını görmezden gelerek, ona güvenmeyerek gerillacılığı, köylü devrimini öne çıkartanlara da bir ders vermiştir. Fakat eksik olan bir şey var ve bugün biz bu dersi iyi bellemeliyiz: işçi sınıfının güvenini kazanmış, onun içinde kök salmış devrimci bir siyasal örgütlülüğün yol göstericiliği olmadan işçi sınıfı kapitalist düzeni yıkmakta başarılı olamaz. Böyle bir siyasal önderlik olmaksızın, gelişen her direniş burjuva düzen kanalları içinde heba olup gidecektir ve sınıf hareketi yenilerek geriye çekilecektir. Marmara Üniversitesinden Öğrenciler


Okurlarımızdan İlk Kez 1 Mayıs’a Katıldım Ben 30 yaşında bir işçiyim ve eşim de bir işçi. Sendikalaşmaya giden bir süreçte bilinçlenmeye başladım, yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi hırsla ve inatla. Ağır ama temeli sağlam adımlarla. Tabii ki bu adımlar yalnız atılmadı. Sürekli daha önce bu deneyimleri yaşayan insanlardan yardım aldım ve hâlâ almaya devam ediyorum. Ben şimdi sizleri geçmişime götürmek istiyorum. Eşlik ettiğiniz için şimdiden teşekkürler ve Marksist Tutum aracılığı ile selamlar. Çalıştığım süre içersinde işine bağlı bir köleydim, adeta bir çocuğun annesinin memesine bağımlılığı kadar. Çünkü ekmek kapısıydı, tüm şartlara rağmen. Annenin memesinden gelen ilk süt, ağız kadar da faydalıydım işverene. Makinemi çok severdim. Silerdim, gözüm gibi bakardım. Zaten çoğu işyerlerinde kullanılan araçlar zimmetlenir işçilerin üstüne. Ebeveyni olursun makinenin. Çocuğun gibi, ama iş bu sorumluluğun meyvesini yemeye geldi mi karnını bile doyuramazsın. Sadece bakarsın “ben ürettim” dersin alamadığın her şeye. Evinden çok işyerinde geçirirsin zamanını çalışarak ve arkadaşların ailenden bile yakın olur sana, düşünsene ben onlardan daha fazla para alabilir miyim, ihanet edebilir miyim onlara. Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar misali. 1 Mayıs hakkında televizyonda çıkan haberler dışında hiçbir şey duymamıştım. Buralara hep Kürtlerin katıldığını sanırdım ve işçilerin neden coplandığını hiç sormazdım kendime, “bu insanlar neden böyle bir şeye maruz kalıyorlar, ne istiyorlar ki dayak yiyorlar” diye. Çalışırken de aynı şeyler oluyordu. Üniversite bitirmedim, o yüzden bu çile diyordum. Nasıl saklamışlar bu gerçekleri bizden. Üzerime bir avuç ölü toprağı serpmişler. Partileri suçlardım: “İşte, baştakiler vermiyor ki yiyelim” derdim. Şunu da düşünüyorum yoksa ben başka bir gezegende mi yaşıyordum, nasıl da olup bitenlerden habersizdim. Şimdi bilinçli bir işçi olma yolunda ilerlerken kapitalist sistemin ahtapot gibi her şeyi sardığını ve farklı şekillerde her şeyi empoze ettiğini görüyorum. Bir vatan muhabbetidir gidiyor. İşçiler bayraklar ellerindeyken coplanmadılar mı? Bu yaşananlardan sonra 1 Mayıs meydanındayım işte! Kim tutar beni? Açtım bağırmaya, haykırmak istiyordum yaşadıklarımı, kıtlıktan çıkmış gibi. Sloganlar atılıyor ben de coşkuyla katılıyorum onlara. İşte diyorum işçilerin, emekçilerin gücü! En çok da şu sloganı seviyorum: “Dünya yerinden oynar işçiler birlik olsa”. Bir ara gözlerimi kapadım, dinledim, o kadar güçlü bir sesti ki! Hayran olmamak coşmamak elde değil, ağlamak istiyordum hıçkıra hıçkıra. Farkına varmıştım her şeyin. Şunu da düşünmeden edemem: Gerçekten de patronların gücü kendi kuvvetinden değil bizim bölünmüşlüğümüzdendir. Peki yılın bir gününde mi haykıracağız insanca yaşamak istiyoruz diye? Donanmalıyız, egemenlerin bütün dalaverelerine karşı uyanık olmalıyız. Bilgimiz ve okuduklarımız, tartıştıklarımız bizim silahımız olacak. Artık susmak yok! Olmuyor işçi kardeşim olmuyor Sen böyle kaçtıkça gücün gidiyor. Fabrikalar, köprüler senin eserin Gördüğün muhteşem evler Onlar da senin, senin eserin Karşıdan bakarsın “ben, biz yaptık” dersin Övünürsün, böbürlenirsin “Ne güzel ustayım” diye. Biz işçiler şalteriyiz bu dünyanın Düşünür müsün? “Benim alınterim nerde diye?” Senin terin orda kurudu bile İşte o zaman düşünürsün emeğin nerede. Toz konduramadığın ustalığını bir yana atar mısın? BİZ İŞÇİLER ŞALTERİYİZ BU DÜNYANIN. Marksist Tutum okuru bir işçi

Hayalleri Bırak, Mücadelene Yoğunlaş bu zindan dünyanın demir parmaklarında avluya açılan bir delikten içeriye vuran bir ışık insan yüzünü ısıtan kızılın bir parçası Bu sistemin insan beynine aşıladığı bir düşünce de şudur; çok çalışırsan zengin olabilirsin. Sistemin saçmalıklarına, zorbalıklarına veya hepimizin iliğini kurutuşuna gözlerini kapatabilirsen, fabrikada patronun her dediğine harfiyen uyup köle gibi çalışırsan, kısacası “uslu çocuk” olursan, bir arabaya, eve, televizyonda görüp de imrendiğin pek çok şeye sahip olabilirsin. Çocukluktan beri böyle hayallerle büyütülürüz. Önce aile içinde, sonra okulda, askerde ve en sonu da işyerinde. Bunun için de, daha küçücük bir çocukken bile, “büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulduğunda hayallerimizi süsleyen meslekler daima çok para kazanmayı umduğumuz mesleklerdir. Büyüdüğümüzde ise, eğer şansımız ve ailemizin bizi okutacak parası varsa ve üniversiteyi bitirmişsek, bu kez de mesleğimizde kariyer yapmak, kısa yoldan zengin olmak hayalleriyle kendimizi avuturuz. Ama çalışmaya başladığımızda görürüz ki, zengin olmak şöyle dursun, haftada asgari 48 saat çalışmadan, patron istediği zaman fazla mesaiye kalmadan, yani posan çıkmadan geçinmek bile mümkün değildir. Sürekli çalışmamıza rağmen beş kuruş biriktiremeyiz, biriktirsek bile bu para ancak biz veya çocuğumuz hastalandığında ilaç masraflarına yetecek kadardır, hatta çoğu durumda ona bile yetmez. Görürüz ki, çalışmadığımız gün açız, yok olmaya mahkûmuz. Bir büyük ustanın dediği gibi aç kalıp ölmekte özgürüz. Oysa burjuvazi, aynı rüyaları görmemiz için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Bizi sürekli kandırıyor, aldatıyor. Sanki bugünün o meşhur patronları çalışarak, alınteri dökerek zengin olmuşlar veya piyangodan büyük ikramiye çıkınca bu serveti edinmişler gibi… İşin aslı bizler de bunun böyle olmadığını çok iyi bildiğimizden kısa yoldan hayatımızı kurtarmaya bakarız. Yeri gelir maaşımızı kumara, at yarışına, piyangoya yatırır, yeri gelir televizyon dizilerindeki mafya babalarına özeniriz. Fakat çoğumuzun aklına, bizi bu hale düşürenin bizzat bu sistemin kendisi olduğu gelmez. En uçuk hayallere bile inanırız ama yaşam ve çalışma koşullarımızın kaynağının bu sömürü düzeni olduğunu ve bunu değiştirmenin mümkün olabileceğini hiç hayal etmeyiz. Sömürücülerin bize altın tepside sunduğu hayallerin yalandan ibaret olduğunu, gerçek cennetin bu dünyada olduğunu ve onu yaratacak olanın da bizler olduğumuzu hiç düşünmüyoruz. Kuşkusuz patronlar sınıfı gerçekleri görmemizi engellemek için elinden gelen her şeyi deniyor ve diyebiliriz ki bu konuda epey de ustalaşmıştır. Ama biz de kendi üzerimize düşenleri yapmıyoruz. Gerçekleri öğrenmek için yeterince okuyup araştırmıyor, bize sunulanları sorgulamıyoruz. Burjuvaların sahte cennetlerini bir yana bırakıp kendi cennetimizi, hem de bu dünyada, yaratmaya uğraşmıyoruz. İnsan yüzünü ısıtan kızılın bir parçası da biz olup, biz de bu ışığı başkalarını göstermiyoruz. Pendik’ten bir metal işçisi

47


Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum! Bugün bir gerçek var ki, işçi bilimi olan Marksizm ile bilinçlenmeyen, devrimci ve militan mücadeleyi benimsemeyen ve bu doğrultuda hareket etmeyen işçi sınıfı, bu vahşi kan emici kapitalist sistemin içinde köle gibi yaşamaya mahkûmdur. Bizler bir tekstil firmasında çalışan işçiler olarak geç de olsa bunu anladık. Çünkü işverenin bize dayattığı ekonomik baskıya ve çalışma sistemine ve bu sömürüye karşı bizim örgütlenmekten ve mücadele-

den başka yolumuz yoktu ve bu doğrultuda sendika çatısının altında örgütlendik ve mücadele yolunu seçtik ve anladık ki birleşen, mücadele eden işçi sınıfının yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü sendikaya üye olduğumuz için atılan arkadaşlarımızı geri işe aldırdık ve sendikayı işverenimize kabul ettirdik. Daha önce atılan arkadaşlarımızın arkalarından sadece bakıp üzülüyorduk, çünkü örgütsüzdük ve bilinçsizdik. İşçi sınıfının tarihine dönüp baktığımızda büyük bedeller ödeyerek kazandıkları bize miras bıraktıkları hakları ve militan müca-

Kapitalist sömürü sisteminin egemen sınıfı olan burjuvazinin işçi sınıfına yönelik yoğun saldırılarının yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. İşsizliğin ve yoksulluğun artması, ücretlerin giderek düşmesi, sosyal hakların gasp edilmesi ve geçmişte işçi sınıfının mücadeleleriyle büyük bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımların gasp edilmesi gibi saldırılar, burjuvazinin işçi sınıfına karşı nasıl atağa geçtiğini gözler önüne seriyor. Buna bir de işçilerin örgütsüz ve bilinçsiz olmasından kaynaklı olarak kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edememesi de eklenince burjuvazinin ekmeğine yağ sürülmüş oluyor. Bizler kendi sınıfımızın kılavuzu olan Marksizmi ve Marksist fikirleri öğrenmediğimiz, benimsemediğimiz ve hayata geçiremediğimiz her gün, her saat ve hatta her dakika burjuva sınıfına hizmet etmiş oluyoruz. Peki, ama ne yapmalı? Bizler bir yılı aşkın bir zamandır sendikal örgütlenme içerisindeyiz. Örgütlenmeye başladığı ilk günlerde bilinç düzeyimiz oldukça geri durumda idi. Sendikal örgütlenmeye başlamamızın ilk nedeni ve belki de o dönemde tek nedeni ekonomik sebeplerdi. Asgari ücretle çalışıyorduk ve 2 yıldır hiç zam alamıyorduk. Bütün bunların yaratmış olduğu tepkilerle yeter artık deyip sendikalı olmaya karar verdik. Bizlerin en büyük şansı ise Marksizmle ve Marksistlerle tanışmamız oldu. Örgütlenme sürecinde işçilere örgütlenme ve sisteme dair eğitimler verildi. Bizler bu eğitimler sonrasında sınıflı toplumda yaşadığımızı, işçi sınıfının bir üyesi olduğumuzu, yaşadığımız koşulların, sorunların kapitalist sömürü sisteminden kaynaklandığını ve en önemlisi de bu sorunları aşabilmenin tek bir yolu olduğunu, onun da bireysel hareket değil örgütlü hareket etmekten geçtiğini öğrendik. Peki, ama sendikalı olmak yeterli miydi? Hayır, sendikalı olmak her şey demek değildi. Bizler de bunu ilerleyen süreçte aldığımız eğitimlerde kavradık. Kapitalist sömürü sisteminin tüm dünyayı egemenliği altına aldığı günümüz koşullarında içinde yaşadığımız toplum zenginle yoksulun, ezenle ezilenin, sömüren ve sömürülenin olduğu bir toplumdur. Ve biz işçiler kapitalist sömürü sisteminin ne olduğunu sorgulamadan gerçek anlamda bir örgütlenmenin temellerini atamayız. Örgütlenmeyi sağlam temellerde oluşturmak ve yaşatmak için sistemi sorgulamalı, işçi sınıfının tarihini öğrenmeli ve sınıfımızın yaşadığı deneyimlerinden dersler çıkarmalıyız. Uzlaşmacı sınıf sendikacılığının karşısında durmanın ve var olan sendikaları militan sınıf sendikacılığına taşımanın yolu da ancak buradan geçiyor. Bizler örgütlenme aşamasında birçok engellerle karşılaştık. İlk örgütlenme başladığında aramızdaki iletişim kopukluğundan ve birbirimizi yeterince tanımamamızdan kaynaklı bir güvensizlik sorunu yaşadık. Oysa bizler işçiydik ve çıkarlarımız ortaktı. Bizlerle yapılan eğitim toplantılarında sınıflı bir toplumda yaşadığımız, biz işçilerin işçi sınıfının bir parçası olduğumuz ve sınıf çıkarlarımız doğrultusunda hareket etmemiz gerektiği anlatıldı. Bizler bu gerçeklerle tanıştığımızda örgütlenmenin önünde büyük bir engel olarak du-

48

deleyi, Marksizm fikrine sahip çıkmadığımız için bugün işçi sınıfı olarak dağılmış susturulmuş bir sınıf olmuşuz. Ama bundan sonra enternasyonalle kurtulur insanlık mantığı ile hareket ederek, sınıfın devrimi “çok uzak” demeyip, yeter ki doğru fikirlerle bilinçlenelim. Militanca mücadele ederek birleşen işçi sınıfının hedefi sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya yaratmak olmalıdır. Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

ran güvensizlik sorunu da aşılmış oldu. Bu eğitimlerde biz işçiler birbirimizi tanımaya başladık ve aramızdaki bu ayrışmaların bizzat burjuvazinin bir oyunu olduğunu, bu ayrımlara uyan memleket, kadın erkek, solcu-sağcı, Alevi-Sünni, Kürt-Türk gibi sıfatlarla birbirimizden uzaklaştığımızda ve bu tür tutumlar aldığımızda ancak burjuva sınıfa hizmet ettiğimizi kavradık. İlerleyen süreçte paylaşmanın ve dayanışmanın önemini daha iyi anlamaya başladık. Gerek işyeri içerisinde gerekse dışarıda yaşanılan olaylara daha duyarlı yaklaşımlar olmaya başladı. İşyerinde düğün, cenaze ve hastalık gibi bizlere ek harcamalar getiren koşullarda aramızda topladığımız paralarla arkadaşlarımıza destek olmaya başladık. Bu paylaşım ve dayanışma insanların birbirlerine daha bir güvenle bakmalarını sağladı. Yine aynı şekilde çevre fabrikalarda yaşanan örgütlenme çalışmalarına, direnişlere destek vermek, emperyalist savaş karşıtı mitinglere katılmak, diğer mitinglerde de sınıfımızla tek yumruk olmak, 1 Mayıs coşkusunu yaşamak bizlerde büyük değişimlere neden oldu. Yaşadığımız süreç içerisinde işveren baskısıyla, ailelerden gelen baskılarla ve bürokratik engellerle karşılaştık. Ama bizler artık bir şeyleri öğrenmeye başlamıştık ve tüm bu engellemelerin, aslında kapitalist sömürü sisteminden kaynaklandığını biliyorduk. Ve kapitalist sistem devam ettiği sürece yaşam koşullarımız değişmeyecekti. Yaşam koşullarımızda görece bir iyileşme yaşansa da zenginle yoksul, ezenle ezilen, sömüren ve sömürülen her daim varolacaktı. Çünkü kapitalist sistem tam anlamıyla bir sömürü sistemidir. Ve biz işçiler yalnızca kendi fabrikamızdaki koşullarının değişmesini kendimize amaç edinir ve sistemi sorgulamak, sorgulatmak üzere çevremize yayılmazsak bu sistem bizleri daha da kötü koşullara doğru sürüklemeye devam edecektir. Bizleri aç yoksul bırakan, dünyanın her yerinde savaşlara neden olan bu sistemdir. Bizler içinden geçtiğimiz süreçte bu gerçeği tüm çıplaklığıyla görmeye başladık. Yaşadığımız süreçte gördük ki hayatımızda var olan bütün sıkıntıların kaynağı sistemin ta kendisi idi. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan savaşlar kapitalist sistemin var olabilmesinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Kapitalizmin kendi içinde yarattığı krizlerden çıkış noktasında başvurduğu bir kurtuluştur savaşlar. Biz bu gerçeklerle ancak aldığımız eğitimler sonrasında tanışabilmiştik. Aslında bir işçinin kendiliğinden sistemin ne olduğunu anlaması ve sistemi sorgulayabilmesine olanak yoktur. İşçi sınıfının ışığı olan Marksizmi kavrayabilmek yalnızca okumakla mümkün değildir. Bunun için örgütlü bir mücadelenin içinde yer almak ve bilinç düzeyimizi daha ileriye sıçratabilmeyi kendimize görev edinmemiz gerekir. Kapitalist sömürü sistemi bir dünya sistemidir. Ve biz işçilerin kurtuluşu da ancak dünya ölçeğinde bir örgütlenme ile başarılabilecek dünya devrimi ile mümkündür. BÜTÜN DÜNYANIN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! İstanbul’dan bir işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.