Ağustos 2008
Bataklık Kapitalizmdir, Kapitalizmi Kurutalım! • Ergenekon soruşturması • CHP ve Sosyalist Enternasyonal parodisi • Tarihsel çıkışsızlığın ideolojik yansımaları
41
• Obama değişim mi getirecek? • Küresel saldırıya karşı küresel mücadele • DİSK tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /2
Ergenekon Soruşturması: Devletin Derinliklerinde Tasfiye Manevrası Serhat Koldaş
Y
ıllardır Türkiye’deki siyasal çekişmelerin ana eksenini belirleyen olgu, AB yanlısı burjuva kesimler ile sivil-asker bürokrasi arasındaki iktidar paylaşımına endeksli it dalaşıdır. Kimi süreçlerde durulmuş gibi görünen, kimi dönemlerde ise şiddetlenerek gündemi belirleyen bu çatışma, Ergenekon soruşturması ile farklı bir boyuta ulaştı. Generallerden gazetecilere, “sivil” parti liderlerinden tetikçilere kadar pek çok tanınmış isim, soruşturma kapsamında gözaltına alındı. Emekçi kitleler siyaset arenasına adım atmadan da demokrasinin gelişebileceğine dair liberal düşler Ergenekon soruşturması vesilesiyle kitlelere pompalanıyor. Sanki burjuva devletin tüm yeraltı örgütlenmeleri Ergenekon’dan ibaretmiş ve demokratikleşmenin önündeki asıl büyük engelden artık kurtulunuyormuş gibi bir hava yaratılmaktadır. Kontr-gerillasız, derin devletsiz, dört başı mamur bir burjuva demokrasisine nihayet kavuşacaklarına inananlar, sınıflar mücadelesinin gerçeklik duvarına bir kez daha toslayacaklardır.
Tasfiye edilen ne? Hemen baştan söyleyelim, iktidardaki gücünü terk etmek istemeyen sivil-asker bürokrasinin yenilgiyi kabullenerek kendi bünyesindeki tüm darbeci-çeteci oluşumların tasfiyesine boyun eğdiğine inananlar fena halde yanılıyorlar. Ergenekon soruşturması ile tasfiyesi gündeme gelen kesim sivil-asker bürokrasinin bir kanadı ile bunlarla işbirliği yapmış burjuvazinin küçük bir kesimidir. Kendilerini “Ergenekon” olarak adlandıran bu örgütlenmenin iki kez askeri darbe örgütlemeye niyetlendiği açıklanıyor. Ancak organize ettikleri suikastlar, kitle katliamları gibi çeşitli
kirli yöntemlerle darbe yanlısı kamuoyu yaratmaya dönük çabaları istedikleri sonuca varmamış, darbe için yeterli desteği bulamamışlardır. Kendilerini devletin sahipleri olarak görmeye alışkın, ayrıcalıklarından vazgeçmemek üzere her tür kirli oyuna girişmekte beis görmeyen statükocu burjuva güçlerin en tepe noktalarında bile çatlakların yaşandığı ve bir askeri darbe yapmak üzere asgari müştereklerde buluşamadığı yine ortalığa saçılan belgelerden anlaşılıyor. Askeri bürokrasinin bugün pek çoğu emekli olmuş generalleri yargılanırken, 2007 Eylülünde “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”nı yürürlüğe koyanlar halen ordunun en üst kademelerinde görevlerini icra ediyorlar. Nitekim, bu plan doğrultusunda Irak Kürdistanı’na yönelik işgal girişimlerini başlatan ve yeni anayasa paketini rafa kaldırtanlar da bunlardan başkası değildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın “Her kime dokunuyorsa üzerine gidilsin, benim ismim geçiyorsa da gereken işlem yapılsın” dediği iddia ediliyor. Ancak Büyükanıt’ın, içerisinden çıkıp geldiği devlet ve ordu geleneklerini bir kenara bırakarak demokrasi havariliğine soyunduğuna inanmak için liberaller kadar naif olmak gerekiyor. Bir yandan AKP’ye ve DTP’ye yönelik kapatma davaları sürerken, öte yandan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” yürürlükteyken, zaten ipliği pazara çıkmış Ergenekon’un tasfiyesi liberal basın tarafından kitlelere “demokrasi atılımı” olarak yutturulmaya çalışılıyor. Kapalı kapılar arkasında ne tür pazarlıkların döndüğünü, kimin elinin kimin cebinde olduğunu, gerçek bir işçi devrimi, burjuvazinin tüm ipliklerini pazara çıkarana dek ayrıntılarıyla bilmemiz mümkün değildir elbette. Ancak Ergenekon’un tasfiye sürecinin, egemen sınıf kesimleri
1
Ağustos 2008 • sayı: 41
marksist tutum
arasındaki kirli bir uzlaşıya dayanıyor olması bizleri hiç de şaşırtmamalıdır. Öte yandan böyle muhtemel bir uzlaşıyı, iktidar bloku içerisindeki çatışmaların sona erdiğinin alâmeti saymamız için de hiçbir gerekçe yoktur.
Ergenekon soruşturması ve demokratikleşme yanılgısı Ergenekon’un tasfiyesinin ne anlama geldiği üzerine bir yargıya varmadan önce “ne anlama gelmediği” üzerinde durmak gerekiyor. Kürt sorununun Türkiye’de, demokratlık iddiasında bulunanları test etmek açısından turnusol kâğıdı işlevi gördüğünü dergimizin sayfalarında değişik vesilelerle vurgulamıştık. Savcılık iddianamesinde Ergenekoncuların pek çok suikast ve komplolarına yer verilirken, Kürt halkını sindirmeye yönelik cinayet ve katliamlarına yer vermekten imtina edildiği anlaşılıyor. Kronikleşen Kürt sorununun hafifletilmesi doğrultusunda farklı sesler çıkaranlar olsa da egemen sınıfın hiçbir kesimi, Kürt sorununun yegâne demokratik çözümü olan “kendi kaderini tayin” hakkının tanınmasına ve demokratik taleplerin karşılanmasına yanaşmıyor. Bilâkis, içerisinden geçmekte olduğumuz dönemde inkâr ve imhaya yönelik şiddet politikası genel bir konsensüs ile yürütülmektedir. Ergenekon iddianamesini hazırlayan savcılar demokrasi kahramanı ilan edilirken, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının bir çırpıda nasıl harcandığını unutmamak gerekiyor. Kapalı kapılar arkasında ne tür pazarlıkların döndüğünü, kimin elinin kimin cebinde olduğunu, gerçek bir işçi devrimi, burjuvazinin tüm ipliklerini pazara çıkarana dek ayrıntılarıyla bilmemiz mümkün değildir elbette. Ancak Ergenekon’un tasfiye sürecinin, egemen sınıf kesimleri arasındaki kirli bir uzlaşıya dayanıyor olması bizleri hiç de şaşırtmamalıdır. Öte yandan böyle muhtemel bir uzlaşıyı, iktidar bloku içerisindeki çatışmaların sona erdiğinin alâmeti saymamız için de hiçbir gerekçe yoktur. En otoriter yönetim yanlılarından en demokrat geçinen kesimlerine kadar bir bütün olarak TC’nin kıyıcı egemenleri, emekçi sınıflara, azınlıklara ve Kürt halkına göz açtırmamaya yeminlidir. Daha önceki sayılarda da ısrarla vurgulandığı üzere, liberalleşme yanlısı kesimlerin demokratikleşme istemleri, asıl olarak AB ile bütünleşme doğrultusundaki tercihleri ile ilintiliydi. Ancak AB sürecinin belirsiz bir geleceğe ertelenmesi ve AB’nin genişlemek bir yana, kendi bütünlüğünü devam ettirip ettiremeyeceğinin şüpheli hale gelmiş olması, AB’ye uyum yasalarının bir
2
başka bahara bırakılmasıyla sonuçlanmıştı. Diğer yandan burjuvazinin AKP ile kendisini temsil eden kesiminin, bürokrasinin iktidar payını sınırlandırarak kendi iktidar alanını genişletmeye yönelik çabaları devam etmektedir. Ancak omurgasız ve korkak Türk burjuvazisi, sivil-asker bürokrasiye cepheden karşı çıkarak iktidar mekanizmalarını bütünüyle denetimi altına almaya kalkışacak iradeye ve cesarete sahip değildir. İktidar bloku içerisinde çatışmanın şiddetlendiği her dönemde büyük sermaye örgütleri, “piyasaların olumsuz etkilendiği, yabancı sermayenin kaçabileceği, krizin her an tetiklenebileceği” endişelerini dile getirerek itidal çağrıları yapmaktadır. Çatışmanın keskinleşmesi sonucunda kitlelerin politikleşmesi ihtimalinden ise ölesiye korkmaktadırlar. Emperyalizm çağında burjuvaziden radikal bir demokratikleşme atılımı beklemek beyhude bir hayaldir. Hele de Ortadoğu ve Kafkaslar’da emperyalist paylaşım kavgalarının şiddetleneceği bir konjonktürde, militarizmin daha da pekiştirilmesi yani polis devletinin tahkim edilmesi, birinci derecede öncelik taşımaktadır burjuvazi açısından. İşte tam da bu noktada tasfiyesi gündeme gelen Ergenekoncuların kim olduklarını ve neyi temsil ettiklerini doğru tarzda değerlendirebilmek büyük önem taşıyor.
Kim bu “Avrasyacılar”? Bugün tasfiyesi gündeme gelen Ergenekoncular, “Avrasyacılar” olarak da anılıyorlar. Hatırlanacağı üzere AB süreci ile birlikte sivil-asker ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gündeme gelmişti. AB, siyaset üzerindeki askeri vesayetin kaldırılmasını talep ediyordu. AB sermayesi bunu demokrasi aşığı olduğu için değil, Türkiye ile uzun vadeli bir ortaklık ilişkisi içerisine girdiğinde yatırımlarını ve ticari ilişkilerini güvence altına alabilmek için istemekteydi. Sivil siyasetçiler iktidarlarını sürdürebilmek için nihayetinde ticari ilişkilere, yabancı ve yerli büyük sermayenin desteğine gebedirler. Asker-sivil bürokrasi ise siyasi gücünü ve ayrıcalıklarını devlet aygıtı içerisindeki konumundan alır. Özelleştirme ihalelerini iptal edebilecek güçte yargıçların, muhtıra ile hükümet devirerek istikrarsızlık yaratabilecek güçte bir generaller hiyerarşisinin olduğu, hayati ekonomik kararların MGK onayı olmadan alınamadığı bir ülke, AB sermayesi açısından büyük ölçekli sermaye yatırımları ve ortaklıklar kurabilmek için yeterince güvenilir bir ülke değildir. İşte bu yüzden AB, Türkiye’de de Batı tipi bir burjuva demokrasisine işlerlik kazandıracak bir yeniden yapılanma sürecini işletmek istiyor. Bu doğrultuda bir yeniden yapılanma sürecinin kendi konum ve ayrıcalıklarını tehdit ettiğini gören statükocu güçler, “ulusalcılık” görünümü ve söylemi altında sürece direnç göstermeye başlamıştı. Bu güçler Türkiye’nin dış politikasında ve uluslararası ittifaklarında bir eksen değişikliği gerçekleştirmeyi gündeme getirmişlerdi. 2002 yılı
Ağustos 2008 • sayı: 41
başlarında dönemin MGK genel sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, “AB ve ABD yerine Rusya, Çin ve İran ile blok oluşturmalıyız” diyerek, bürokratik elitin ayrıcalıklarını korumak üzere farklı bir yol öneriyordu. Böylece, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyadaki yeniden bloklaşma sürecinde, ABD’ye ve NATO’ya bağlılık gösteren generaller ile Avrasyacı denen generaller arasında bir çatlak oluştuğu da açığa çıkıyordu. Bu kesimlerin uzlaşamamış olması, Cumhuriyet mitingleri ile hız kazanan darbe rüzgârlarının askeri bir darbe için yeterli olmamasını da açıklamaktadır. Fakat çatlak sadece NATO’cular ile “Avrasyacılar” arasında değil, bizzat “Avrasyacılar”ın içerisinde de yaşanmıştır. Ergenekon ile ilgili bunca bilgi ve belgenin ortalığa saçılması, darbecilerin beceriksizliği ya da sadece istihbarat savaşlarının sonucu olarak değil, “Avrasyacılar”ın kendi bünyesindeki çelişkilerin dışa vurması olarak da algılanmalıdır. Bu süreçte doğrudan yer alan sivil-asker bürokrasi ve burjuvazi, pek çok suçunu Ergenekonculara yükleyerek kendisini kamuoyu nezdinde temize çıkaracaktır. Bugün “Avrasyacılar”ın tamamı olmasa da önemli bir kesimi tasfiye edilmek istenmektedir. NATO’cu generaller ise bu tasfiyeye açıktan karşı çıkmayarak zımnen onay vermiş görünmektedirler. Tasfiyenin derinleştirilmesi ve daha üst kademe Ergenekonculara kadar genişletilmesi beklenmemelidir. Sürecin demokratikleşme doğrultusunda adımlarla tamamlanacağına ilişkin beklentilerin ise ham hayal olduğunu daha başta belirtmiştik.
Yanılgılardan kaçınalım! İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi geleceğe dair fal açmak değildir elbette. Ancak gelişmeleri değerlendirmek ve emekçi sınıfları bekleyen muhtemel tehlikelere dikkat çekmek zorundayız. DTP’yi kapatma davası devam ediyor. Burjuva düzenin TBMM çatısı altında demokratik talepler dillendiren milletvekillerine tahammülü yoktur. DTP-
marksist tutum
yi ve Kürt ulusal hareketini bölme çabaları sonuçsuz kaldı. Ergenekon’un tasfiyesinin ardından DTP’nin kapatılması sürpriz olmamalıdır. AKP’ye yönelik kapatma davası da sürmektedir. AKP’nin kapatılmasıyla beraber partinin bölünmesine dönük hazırlıklar da yapılıyor. Bazı burjuva kesimler tarafından uzunca bir süredir parlatılan ve AKP içerisinde daha farklı bir çizgiyi temsil ettiği propaganda edilen Abdüllatif Şener’e yeni bir parti kurdurulmaktadır. AKP kapatılmasa bile kolu kanadı kırılacak ve “sivil anayasa” paketi ya rafta kalacak ya da generallerin izin verdiği kadarıyla “sivil” olacaktır. Ergenekon’un tasfiyesi askeri vesayet rejimini zayıflatmayacak, darbe tehdidini tümüyle ortadan kaldırmayacaktır. Unutmamalıyız ki bugüne kadar Türkiye’de başarıya ulaşan darbeciler yargılanmamış, başarısız darbeciler ise pek çok kez yargılanmıştır. İran’a karşı ABD ile birlikte savaşmaya ikna edilemeyen bir AKP de, Rusya ve Çin ile yakınlaşma özlemi taşıyan Avrasyacı güçler de, bölgesinde alt-emperyalist bir güç olarak paylaşım kavgasından pay kapmaya heveslenen Türk büyük sermayesinin özlemlerine yanıt veremez. AKP ile ya da AKP’siz, bu özlemlere yanıt verecek siyasi formül arayışları devam edecektir. Bir kez daha vurgulayalım: Egemenler arasındaki it dalaşı, demokratikleşme doğrultusunda sonuçlar doğurmayacaktır. Özellikle de tüm kapitalist devletlerin kılıç kuşandığı, militarizmin yükselişe geçtiği bugünkü dünya konjonktüründe… Emekçi sınıflar kendi örgütlülükleriyle siyaset sahnesine çıkmadıkları sürece demokratikleşme doğrultusunda köklü değişiklikler olmayacaktır. NATO’cu generaller de, Avrasyacı “çeteler” de sınıf düşmanlarımızdır. İşçi sınıfı, “ulusalcı” ya da “AB’ci” tüm sınıf düşmanlarını bir gün sanık sandalyesine oturtacaktır. O günlere erişebilmek için devrimci sınıf siyaseti temelinde örgütlülüğümüzü yükseltelim!
3
CHP ve Sosyalist Enternasyonal Parodisi Levent Toprak Çürümüş sosyal demokrasinin de Kemalist CHP’nin de işçi sınıfına vereceği bir şey yoktur. İşçi sınıfı Türkiye’de de dünyada da bir yandan milliyetçiliğe, şovenizme, Kemalizme karşı ödünsüz bir mücadele yürütmeli, diğer yandan reformizmin ikiyüzlü sahte enternasyonalizmine prim vermemelidir. İşçi sınıfına gereken, onun sınıf doğasına uygun devrimci enternasyonalizmdir.
D
ünya ölçeğindeki gelişmelerle de sıkı sıkıya bağlantılı olan Türkiye’deki siyasal bunalım, çok çeşitli düzeylerde yansımalarla kendisini ortaya koyuyor. Bunalımın bir ifadesi olan Türkiye’deki burjuva kamplaşmada, temel aktörlerden birisinin CHP olduğu da açık bir gerçek. CHP bu kamplaşmada burjuvazinin statükocu kanadının parlamenter siyasal düzlemdeki temel temsilcisi konumunda. Bu cephenin bir ön kuvveti olarak çalışıyor ve parlamento düzleminde yapılacak bütün manevraların başoyuncusu olarak rolünü oynuyor. Her ne kadar Türkiye’deki işçi-emekçi kitlelerin çoğunluğu CHP’ye değil de AKP gibi muhafazakâr sağ partilere itibar etseler de, yine de çok sayıda işçi ve emekçinin CHP’ye oy verdiği göz ardı edilemez. Özellikle Alevi emekçi kitlelerin CHP’yi kendileri için bir sigorta gibi gördüğü bir gerçektir. Daha önemlisi CHP yandaşı işçiemekçilerin onu “sol” olarak görmeleridir. Aslında daha öteye giderek demeliyiz ki, CHP yandaşı olsun olmasın Türkiye’de geniş kitlelerin ortalama algısı da sol denen şeyin CHP olduğudur. Bunun önemli sonuçlarından birisi toplumun geniş bir çoğunluğunun “sol” kavramına soğuk yaklaşmasıdır. Nitekim yapılan çeşitli anketler, içeriğinin nasıl doldurulduğundan bağımsız olarak, insanların yaklaşık yüzde 70’inin kendilerini siyasal olarak “sağda” saydıklarını göstermektedir. Son dönemlerin seçim sonuçlarının da bunu yaklaşık olarak doğruladığı açıktır. CHP’nin kendini sol olarak satabilmesinin türlü nedenleri var. Bunlara aşağıda değineceğiz. Bunlardan biri de onun dünyadaki sosyal demokrat partilerin uluslararası birliğini temsil eden Sosyalist Enternasyonal’e üye olmasıdır.
4
Ancak CHP’nin son yıllardaki siyaseti, onun zaten olmayan “sosyal demokrat” kimliğini artık iyice tartışılır hale getirmiştir. Bu tartışma bir yandan CHP içinden gitgide tasfiye olan sosyal demokrat unsurlar tarafından, bir yandan da genelde liberaller ve AKP medyası tarafından gündeme getiriliyor. Bu tartışmaların doğal bir uzantısı da CHP’nin Sosyalist Enternasyonal üyeliğinin sorgulanması oldu. Öyle ya, sosyal demokrasinin uluslararası tescil makamı orasıydı. Böylece son birkaç yıldır CHP’ye yönelik olarak Sosyalist Enternasyonal içinden de eleştiriler gelmeye ve onun Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılması konuşulur olmaya başladı. Geçtiğimiz ay yapılan Sosyalist Enternasyonal’in uluslararası kongresi öncesinde de CHP’ye yönelik bazı eleştiri ve yaptırımların gündeme geleceği tartışmaları yoğunlaştı. Nitekim bundan çekindiği anlaşılan Baykal da Sosyalist Enternasyonal ile köşe kapmaca oynayarak sonunda kongreye gitmekten vazgeçti.
CHP ve sosyal demokrasi Ecevit’in 60’ların ortasında “ortanın solu” kavramını ortaya atmasına kadar CHP’nin sol kavramıyla bir ilintisi bulunmuyordu. Yani o güne kadarki 40-45 yıllık varlık süresi boyunca CHP’nin sol olmak gibi bir iddiası yoktu. Nitekim CHP’nin resmi internet sitesinde verilen parti tarihinde, “1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı” ifadesiyle de bu olgu açıkça belirtilmektedir. Bu ifadenin devamında yer alan satırlar da CHP’nin kendisini nasıl gördüğü konusunda aydınlatıcıdır: “1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıy-
Ağustos 2008 • sayı: 41
la tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi. Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü. Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.” Bu özet, CHP’nin 70’lerdeki gerçekliğini hiç de anlatmıyor. Gerçekte CHP, 60’lar ve 70’lerde devrimci gençlik hareketinin ve işçi hareketinin yükselişi temelinde toplumun yaşadığı genel uyanış karşısında sol bir söylem tutturmaksızın ayakta kalamayacağını görmüştü. O bunu yaparak, hem bu dalgayı dizginlemek hem de Süleyman Demirel’in Adalet Partisi gibi halk desteğine sahip rakibi karşısında kendine bir taban sağlamak istemiştir. “Ortanın solu” aldatmacasının hikmeti buradadır. Ecevit daha 1966’da şunları söylemişti: “CHP’nin yaptığı gibi AP de, ortanın sağında olduğunu bildirerek sağ uçtan gelebilecek tehlikelere karşı bir duvar çekerse demokrasimiz sürekli yaşama imkânına kavuşacaktır.” CHP’nin sol kavramıyla flörtü başlayana kadarki uzun sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığıyla bezelidir. 60’lı yıllara kadar CHP en sıradan işçi haklarının bile karşıtı olmuş, hatta 1950’de iktidardaki Demokrat Parti sendika, grev yasası gibi düzenlemeler önerdiğinde, CHP’li eski çalışma bakanı Sadi Irmak CHP adına “böyle bir şey olamaz” diye itiraz etmiştir. Bu özellikler gerici bir burjuva partisinin tipik özellikleridir. Tepeden inme bir burjuva rejim kurma perspektifiyle hareket eden Osmanlı paşalarınca kurulmuş olan CHP tam da böyle bir parti idi. Bırakalım komünistleri ve emekçi sınıfları, CHP cumhuriyetin başlangıcından itibaren yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca başka burjuva partilerine bile izin vermeyen bir tek parti diktatörlüğü kurmuştur. Bu dönemde CHP ve devlet aygıtı neredeyse tümüyle örtüşmekteydi, yani CHP bir bakıma Kemalist devletin kendisiydi. Ya da bir başka ifadeyle CHP, rejimi kuran ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin partisiydi. CHP, tek parti diktatörlüğünü ve baskıcı uygulamaları, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, çıkarları ortak tek bir kitle” olarak tanımlayan ideolojisiyle gerekçelendiriyordu. Öyle ya, çıkarları ortak tek bir kitle varsa bunun da yalnızca tek bir partisi olabilirdi! CHP’nin programının temellerini oluşturan “altı ok”un da (cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, inkılâpçılık) sol kavramıyla doğrudan bir ilgisi yoktu. Sözgelimi CHP’nin ilkeleri arasında “demokrasi” yoktur, “toprak reformu” yoktur, Kürt halkının, Ermenilerin ve daha nicelerinin haklarının savunuluşu yoktur. Peki CHP, çoğunluğa belletildiği gibi, en azından 60’ların ikinci yarısından itibaren sosyal demokrat bir sol parti olmuş mudur? Her şeyden önce CHP diğer sosyal demokrat partiler gibi işçi hareketinin içinden gelmemiştir, örgütlenmesi işçi sınıfına dayanmamaktadır, üye bileşimi işçi ağırlıklı değildir. Siyasal çizgisinin ve programı-
marksist tutum
nın ağırlık noktasını da işçi sınıfı ve emekçiler için reformlar oluşturmamaktadır. Ne yaptığının çok iyi farkında olan Ecevit de zaten hiçbir zaman başlattığı ve sürdürdüğü hareketi “sosyal demokrat” olarak adlandırmadı, bilinçli olarak “ortanın solu”, “demokratik sol” gibi başka nitelemeler kullandı. Bu dönemde yapılan değişikliğin özeti, partinin varoluş temelini oluşturan Kemalizm ile sosyal demokrasinin bazı yönlerinin eklektik ve yüzeysel biçimde birleştirilmesidir. Fakat bu hafif tertip sosyal demokrasi makyajı bile başlangıçta CHP içinde ciddi krize yol açmış ve hatta sonunda kopmalar olmuştu. Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisi bunun en bilinen örneğidir. Parti içinde Ecevit’e yönelik ağır eleştiriler yapılmış, “antiKemalistlik”le, “Marksizme yönelmek”le suçlanmıştı. CHP’nin AB karşıtı pozlar kesmesinin gerçekte anti-emperyalist bir tutum takınmakla zerrece alakası yoktur. AB sorununda işçi sınıfının çıkarlarına uygun tek tutum hangi kılıfa sokulmuş olursa olsun her türlü milliyetçi tutumdan farklı olarak, gerçek anlamda enternasyonalist bir tutumdur. İşçi sınıfının dünya çapında birliğine giden yolda bir adım olarak, Avrupa çapında devrimci bir Avrupa işçi sovyetleri birliğini hedefleyen enternasyonalist devrimci bir tutum. Bu 70’lerdeki yöneliş çerçevesinde, “bu düzen değişmeli”, “toprak işleyenin su kullananın” ve “ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen” gibi sloganlar üretildi ve zaten sola doğru güçlü bir yöneliş içindeki kitleler bu sloganları benimsedi. Parti programında sosyal demokrat makyaja uygun bazı değişiklikler yapılırken 1976’da da Sosyalist Enternasyonal’e üye olundu. Sonuçta 1977 seçimlerinde CHP bu değişikliklerle yüzde 41,3 oy olarak birinci parti oldu. CHP 70’lerdeki güçlü sol yükseliş boyunca sosyal demokratlığa nispeten daha yaklaşmış, ancak her zaman Kemalizm unsuru temel unsur olarak kalmaya devam etmiştir. Esasen Kürt hareketi ve İslamcı hareketin yükselişinin damgasını vurduğu 90’lı yıllar ve rejimin buna yanıtı niteliğindeki 28 Şubat örtülü darbesi, Kemalist özün yeniden sivriltilerek öne çıkartılması için zemin oluşturdu. CHP o gün bugündür köklerinden gelen bu yönü her bakımdan daha da belirginleştirmektedir. Bugün CHP’ye –ya da DSP’ye– kelimenin hiçbir anlamında sol demek mümkün değildir. Bunlar Kemalist tarzda çarpık bir laiklik savunusunu ve milliyetçiliği siyasetinin temeline oturtmuş merkezci burjuva partileridir. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin dertleriyle ilgisi yoktur. Ancak CHP, Kemalist-resmi laiklik anlayışı konusunda şartlandırılmış kesimler için ana odak konu-
5
marksist tutum
Ağustos 2008 • sayı: 41
CHP, 1970’li yıllarda sola doğru güçlü bir yöneliş içindeki kitleleri peşine takmak için, “bu düzen değişmeli”, “toprak işleyenin su kullananın” ve “ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen” gibi sloganlara başvurdu. Parti programında sosyal demokrat makyaja uygun bazı değişiklikler yapılırken 1976’da Sosyalist Enternasyonal’e üye olundu. Ve sonuçta 1977 seçimlerinde CHP %41,3 oy olarak birinci parti oldu. munu kazanmaya ve toplumu bu konular etrafında kutuplaştırmaya çalışmaktadır. CHP’nin özellikle bu temalar etrafında kurmaya çalıştığı bir “sol” aldatmacası ortadan kalkmış değildir. Bu bakımdan CHP konusunda ve özellikle de sol kavramına ilişkin net bir kavrayışa sahip olmak son derece önemlidir. Kemalizmle ve milliyetçilikle hesaplaşmadan, hele de günümüz şartlarında devrimci işçi hareketinin temsil ettiği gerçek sol çizginin güçlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekiyor.
Sosyalist Enternasyonal İşte bu tarihe, bu kimliğe, bu sicile sahip CHP’nin, bugün Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılması tartışılmaktadır. Başta da dikkat çektiğimiz gibi CHP’nin Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılması tartışması esas olarak Türkiye’de uzunca bir süredir devam eden ve şimdilerde iyice şiddetlenmiş olan egemen sınıf içi çatışmadaki tutumlarından kaynaklanmaktadır. Burada merkezi nitelikteki sorun tüm doğrudan ve dolaylı sonuçlarıyla AB sürecidir. Sermayenin AB’ci kesimleri ve bunların AB’deki müttefikleri, “sosyal demokrat” etiketli CHP’nin aynı diğer AB ülkelerindeki sosyal demokrat partiler gibi bu sürecin motoru rolünü oynaması gerektiğini düşünüyorlar. Ancak CHP bu konuda ayak diremekte, bıraktık motor olmayı, çatışmanın şiddetlenmesiyle birlikte AB’ye karşı ulusalcı pozisyonlarını daha da öne çıkararak engel olmaya çalışmaktadır. Her ne kadar tümden AB karşıtı olduğu söylenemezse de, CHP AB sürecinin gerektirdiği kimi kritik diplomatik ve siyasal açılımlara geçit vermeye niyetli değildir. AB’deki sosyal demokrat partiler ve dolayısıyla Sosyalist Enternasyonal, Türkiye’nin AB sürecini Avrupa içinde destekleyen temel siyasal eğilim konumundadır. Bu nedenle Sosyalist Enternasyonal üyesi bir CHP’nin kendisinden beklenen AB’ci sosyal demokrat rolü değil de, daha ziyade AB karşıtı milliyetçi rolü oynamasının gitgide sıkıntı ya-
6
rattığı görülüyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi CHP’nin işçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin dertleriyle ilgisi yoktur, ama “sosyal demokrat” sıfatını bırakmaya niyeti de yoktur. Bu sıfatın kitleleri aldatmada, geçmişte olduğu gibi, denenmiş temel politik araçlardan biri olduğunu iyi bilmektedir. Tabii Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılmak onun politik rakipleri karşısında sosyal demokratlık iddiasını sürdürmesini zora sokacaktır. Uluslararası onay almamış bir sosyal demokrasi iddiasının topal kalacağı muhakkaktır. O nedenle CHP Sosyalist Enternasyonal ile köşe kapmaca oynamaya devam etmekte, bir yandan da hem Sosyalist Enternasyonal’i hem de AB’nin diğer egemen çevrelerini kendi pozisyonlarına ikna etmeye çalışmaktadır. Brüksel’de büro açma gibi yeni hamlelerin sebebi muhakkak ki budur. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, CHP’nin AB karşıtı pozlar kesmesinin gerçekte anti-emperyalist bir tutum takınmakla zerrece alakası yoktur. AB sorununda işçi sınıfının çıkarlarına uygun tek tutum hangi kılıfa sokulmuş olursa olsun her türlü milliyetçi tutumdan farklı olarak, gerçek anlamda enternasyonalist bir tutumdur. İşçi sınıfının dünya çapında birliğine giden yolda bir adım olarak, Avrupa çapında devrimci bir Avrupa işçi sovyetleri birliğini hedefleyen enternasyonalist devrimci bir tutum. Diğer taraftan Sosyalist Enternasyonal de CHP’yi işçi sınıfının çıkarlarını düşünerek sıkıştırmıyor elbette. Bu sıkıştırmalar aslında Avrupa sermayesinin Türkiye’yi kapitalist AB’nin çıkarları ekseninde tutmak maksadıyla yapılan sıkıştırmalardır. CHP de, Sosyalist Enternasyonal’de toplaşmış sosyal demokrat gelenek de, sermaye düzenini korumaya yeminli ve devrimci işçi sınıfının düşmanı olan siyasal eğilimleri temsil etmektedirler. CHP’nin sicilini yukarıda anlattık. Sosyalist Enternasyonal’e gelince, onun çekirdeğini oluşturan tarihsel damarın CHP’nin kökenleri ve yapısından çok farklı olduğu açıktır. Sosyalist Enternasyonal’i oluşturan
Ağustos 2008 • sayı: 41
“sosyal demokrat”, “sosyalist” ve “işçi partisi” gibi isimler taşıyan partiler, işçi sınıfının Avrupa’daki uzun mücadeleleri içinden çıkmış partilerdir. Bu partiler başlangıçta programlarında kapitalizmin tasfiyesi ve “sosyalist bir düzen” kurma gibi temel amaçların olduğu, üyelerinin çok büyük bölümünü işçilerin oluşturduğu ve sendikalarla çok sıkı organik ilişkiler temelinde varlığını sürdüren partilerdi. Ne var ki, çoktandır Sosyalist Enternasyonal partilerinin de, şoven milliyetçilik, savaş çığırtkanlığı, işçi sınıfının demokratik ve sosyal haklarına saldırı gibi temel tutumlar açısından CHP’den özde bir farkı kalmamıştır. İşçi sınıfı açısından Sosyalist Enternasyonal’in tarihi bu bakımlardan bir utanç ve ihanet tarihidir. İki büyük emperyalist paylaşım savaşı, sömürge savaşları ve diğer nice haksız savaşta bu partilerin doğrudan sorumlulukları vardır. Farklı ülkelerden on milyonlarca işçinin birbirine boğazlatılmasının en büyük sorumluluğu, Sosyalist Enternasyonal’i oluşturan önde gelen sosyal demokrat partilerindir. 1914’te başlayan birinci emperyalist paylaşım savaşında her biri kendi ülkelerinin kan emici burjuvalarına destek verenler onlardır. Rosa Luxemburgları katledenler onlardır, Rusya’daki devrimci işçi iktidarına karşı beyaz haçlı seferlerine katılanlar onlardır, Hitler faşizminin zaferine giden yolun döşenmesinde de büyük sorumlulukları vardır. İkinci emperyalist paylaşım savaşında da aynı suçları işleyen sosyal demokrasi, savaş ertesinde 1951 yılında Sosyalist Enternasyonal adı altında yeniden örgütlendi ve tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca da komünizm düşmanlığını esas alan NATO’cu siyasete angaje oldu. Savaş ve militarizm cephesinde durum buyken, içte birtakım reformlarla işçi sınıfını yatıştırma ve devrimci siyasetten uzak tutma çizgisini izledi. Böylece başlangıçta işçi sınıfının sosyalist özlemlerinin bir ifadesi olarak kurulan sosyal demokrat partiler ve bu partilere dayanan İkinci Enternasyonal, sosyalizme ve enternasyonalizme ihanet noktasına varmıştır. Bu konum, çeşitli ülkelerde değişik dönemlerde patlak veren devrimci süreçlerde de açıkça karşı-devrimci rol oynama şeklinde açığa çıkmıştır. İkinci paylaşım savaşı sonrasında yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin Sovyetler Birliği’ne sempati göstermesi kapitalist Batı’yı harekete geçirmişti. Buraların da SSCB’nin nüfuz alanına girmesi korkusu, Sosyalist Enternasyonal’in Batı emperyalizminin sol kolu olarak bu bölgelere açılmasını gerekli kıldı. Böylece özellikle 60’lar ve 70’lerde azgelişmiş ülkelerde de bir sosyal demokratımsı hareket oluşturma çabaları belirginlik kazandı. Bu yıllarda azgelişmiş ülkelere özgü ve popülist karakterinin daha belirgin olduğu söylenebilecek birçok parti ve hareket Sosyalist Enternasyonal bünyesine alındı. Dolayısıyla Sosyalist Enternasyonal’in buralara açılması, birçok durumda, buralardaki üye partilerin geleneksel anlamıyla sosyal demokrat bir niteliğe sahip olmasından kaynaklan-
marksist tutum
mıyordu. Kapitalizmin 70’lerde patlak veren büyük krizi sonrasında sermayenin reformlara dayalı ve esas olarak sosyal demokrasi eliyle yürütülen sınıf barışı çizgisini tasfiye kararı almasıyla, sosyal demokrasi için de altın günlerin sonu gelmiş oluyordu. Sermayenin işçi sınıfının kazanımlarına yönelik küresel saldırısı esas olarak 80’lerle başladı ve 80’lerin sonunda despotik-bürokratik diktatörlüklerin de çöküş sürecine girmesiyle bu saldırı ivmelendi. Devrim ve komünizm korkusundan önemli ölçüde sıyrılan burjuvazi 90’lı yıllarda var gücüyle saldırdı ve bu saldırısını sosyal demokrasi aracığıyla işçi sınıfına kabul ettirmeye çalıştı. Ama bu süreç kaçınılmaz olarak sosyal demokrasinin de efendilerine uyarlanmasını ve klasik çizgisini değiştirerek “refah devleti”ni tasfiyeyi kabullenmesini getirdi. En ileri ifadelerini Blair (“Üçüncü Yol”) ve Schröder’de (“Yeni Merkez”) bulan bu değişimler sonucunda artık bu partiler reformların bile savunucusu olmaktan çıkmaya başladılar. Böylece bu partiler başlangıçta işçi sınıfının partileri olmaktan, Lenin’in ifadesiyle “işçi sınıfının burjuva partileri” olmaya doğru evrilip, en sonunda da burjuva sol partiler kimliğine doğru yelkenleri açtılar. Örneğin Blairci çizgi, Sosyalist Enternasyonal’in ABD’deki Demokrat Partiyi de içerecek şekilde Merkez Sol Enternasyonali adında yeniden yapılandırılmasını savunmaktadır.
Milliyetçiliğe, reformizme ve sahte enternasyonalizme karşı CHP ve Sosyalist Enternasyonal son derece farklı kökenlerden gelmekle beraber, al birini vur ötekine misali, işçi sınıfına karşı benzer bazı temel günahları işleyerek sonunda aynı çatı altında bir araya gelmişlerdi. Bu CHP’nin bir sosyal demokrat partiye dönüştüğü anlamına gelmiyordu. CHP’nin özellikle 70’li yıllarda sosyal demokratımsı bir renk kazandığını ve gördüğü işlevle Sosyalist Enternasyonal’e yaklaştığını gösteriyordu. Son yıllarda ise CHP’nin bu sosyal makyajı hepten aktığı ve stratejik önemi olan AB sürecine ters biçimde ulusalcı-içe kapanmacı özü iyice öne çıktığı için, Sosyalist Enternasyonal’de de eleştirilmeye başlanmıştır. Her halükârda, CHP Sosyalist Enternasyonal’den çıkarılsa da çıkarılmasa da, her ikisinin de işçi sınıfına karşı işlediği ağır suçlar ortadan kalkmaz. Çürümüş sosyal demokrasinin de Kemalist CHP’nin de işçi sınıfına vereceği bir şey yoktur. İşçi sınıfı Türkiye’de de dünyada da bir yandan milliyetçiliğe, şovenizme, Kemalizme karşı ödünsüz bir mücadele yürütmeli, diğer yandan reformizmin ikiyüzlü sahte enternasyonalizmine prim vermemelidir. İşçi sınıfına gereken, onun sınıf doğasına uygun devrimci enternasyonalizmdir. Lenin’in sağlığı dönemindeki Üçüncü Enternasyonal’in mirası bu enternasyonalizmin temel çizgilerini ortaya koymaktadır. Rehber edinilmesi ve daha da geliştirilmesi gereken miras budur.
7
Küresel Saldırıya Karşı Küresel Mücadele Kerem Dağlı
E
konomik kriz sıkıştırdıkça kapitalistler can havliyle işçi sınıfına saldırıyorlar. Çünkü kâr oranları düşüyor, yatırımlar kısılıyor, stoklar elde birikiyor. Borsalar sürekli olarak düşme eğiliminde. Dünyanın hemen her ülkesinde, öncelikle mali açıdan daha zayıf durumda bulunanlardan ve küçük ölçekli işletmelerden başlamak üzere iflasların sayısı hızla artıyor. Yüz binlerce işçi çalıştıran çokuluslu tekeller bile fabrikalarını kapatıyor ve işçi çıkartıyorlar. Tensikat, yani işçi kıyımı, kriz dönemlerinde kapitalistlerin hep ilk başvurduğu yöntemdir. Geçtiğimiz yıl içinde ABD’de başlayarak hızla bütün Avrupa’yı saran “mortgage krizi”nin ilk faturası da on binlerce işçinin işsiz kalması olmuştur. Bizler gazete ve televizyonlarda okuyup izlemeye başlamadan çok önce, finans sektöründe işten çıkartmalar başlamıştı. Sendikaların verdiği rakamlara göre geçen yıldan bu yana, bu sektörde çalışan 250 binden fazla Amerikalı işini kaybetti. Örneğin sadece dünya devi Citigroup geçen yılın ortalarından bu yana 60 bin kişiyi işten çıkardı, halen de çıkartmaya devam ediyor. Yine 2007 yılından bu yana Wall Street’te 83 bin kişi işini kaybetti. Citigroup, Goldman Sachs ve Morgan Stanley gibi dev yatırım bankalarında işçiler sokağa atılıyor. Hâlâ işinin başında olan işçilerin ücretlerinde ise ortalama %20 gerileme yaşandı. İşten çıkartmalar sadece bankacılık sektörüyle sınırlı değil kuşkusuz. Dünyanın en büyük tekellerinden olan ve tüm dünyada 100 binden fazla çalışanı bulunan General Motors (GM), Kuzey Amerika’da bulunan dört fabrikasını kapatacağını ve burada çalışan 10 binden fazla işçinin işsiz kalacağını duyurdu. Bu sayı kademeli olarak 25 bine ulaşacak. GM’yi Ford ve Chrysler gibi tekeller takip ediyor. 2008 yılının ilk üç ayında sadece otomotiv sektöründe işten çıkartılanların sayısı 50 bine ulaşmış durumda. Benzer şekilde, mortgage krizinden en çok etkilenen inşaat sektö-
8
ründe de resmi rakamlara göre 60 bine yakın kişi işini kaybetmiş durumda. Bu sektörde kayıt dışı çalışma çok yaygın olduğundan, gerçek rakamın çok daha fazla olduğu belirtiliyor. Dünyanın ikinci büyük cep telefonu üreticisi Motorola da 7 binden fazla işçiyi sokağa attı. Tüm dünyada binden fazla şubesi bulunan Starbucks firması da, ABD dâhilindeki 600 şubesini kapatacağını ve 12 bin kişiyi işten çıkaracağını duyurdu. Avrupa’da da durum farklı değil. Avrupa’nın ve dünyanın sayılı tekellerinden Siemens, BMW ve Henkel firmaları, geçen yılı kârla kapatmalarına karşın istihdam azaltımına gideceklerini duyurdular. BMW Almanya’daki fabrikalarından 8 bin kişiyi, Siemens 7 bin işçiyi işten çıkartacak. Daimler-Chrysler 6 bin 500 kişiyi, ünlü ilaç tekeli Novartis 2 bin 500 çalışanını, Volvo 1000 işçisini çıkartacağını duyurdu. Hava savunma ve uzay şirketi Airbus, yeniden yapılanma planına göre Avrupa çapında 10 bin işçinin işine son vereceğini açıkladı. Şirketin toplam 56 bin çalışanı bulunuyor, yani toplam işçi sayısının 5’te 1’ine yakın oranda bir tensikat söz konusu. Benzer şekilde, Ocak ayından bu yana hisseleri %14 oranında değer kaybına uğrayan American Airlines şirketi de, çalışanlarının 1,8 milyar dolarlık bir “fedakârlığı” karşılayamadıkları takdirde iflas edeceğini açıkladı. Bunun anlamı, ücretlerin düşürülmesi ve işçi çıkartılarak çalışma saatlerinin uzatılmasıdır. Ancak dünyayı avucunun içine almış olan tekellere bu da yeterli gelmemektedir. Krizi bahane ederek Avrupa ve Amerika’daki fabrikalarını kapatan yahut üretimlerini kısan şirketlerin bir kısmı, sermaye ihracı yoluyla yatırımlarını işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kaydırmışlardır. Ayrıca bu ülkelerde işçi sınıfı çok daha örgütsüzdür. Böylece sermaye, hem Batı’nın gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfının elde etmiş olduğu tarihsel kazanımların
Ağustos 2008 • sayı: 41
kendisine dayattığı “maliyetlerden” kurtulmuş olmakta, hem de işsizlik kırbacını kullanarak sendikaları ve işçileri hizaya sokmakta önemli avantajlar elde etmektedir. Tekellerin yatırımlarını neden daha geri ülkelere kaydırdıklarını daha iyi anlamak için örneklere göz atalım. Meselâ Çin’de yapılacak olimpiyat oyunlarına milyonlarca dolar harcayarak reklâm veren spor giyim tekelleri, Çin, Vietnam, Tayland gibi ülkelerdeki fabrikalarında işçileri ayda 10 dolara kadar düşebilen korkunç ücretler karşılığında ve yaklaşık günde 13 saat çalıştırabiliyorlar. Üstelik bu işçilerin büyük bir kısmı da çocuklardan oluşuyor. Nike, Adidas gibi tekellere ait bu fabrikalarda, çoğu zaman fazla mesai ücretleri ödenmiyor. Hindistan’da evlerinde futbol topu dikim işi yaptırılan işçiler günde 10 saat çalışıp ancak 1,5 dolar kazanabiliyor. İşçiler bu şartlarda çalışırken tekellerin 2005 yılı kârı ise 75 milyar dolar oldu. Benzer şekilde ünlü tekstil ve moda firmalarının da birçoğu üretimlerini Çin, Tayland, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerde yaptırıyorlar. Hepsinde çocuk işçi çalıştırılıyor (çünkü daha az ücret alıyorlar) ve zorla yaptırılan fazla mesai ücretleri ödenmiyor. Konu sadece düşük ücretler de değil. Amerikan tekeli GM, işçilerin ve ailelerinin sağlık harcamalarının “çok büyük bir yük oluşturduğunu” ileri sürerek, üretimi Çin ve Hindistan gibi ülkelere kaydıracağını söylemişti. Böylece işçilerin sosyal haklarına yönelik harcamalardan kurtulacak ve zararını azaltacaktı. GM’nin Amerika’daki fabrikalarında çalışan işçilerin ve ailelerinin, emekli olmuş olanlar da hesaba katılırsa, 1,1 milyon kişiyi bulduğu düşünüldüğünde, böylesi bir yönelimin işçiler için nasıl büyük bir kayıp olacağı daha iyi anlaşılacaktır. Tekellerin, işçilere reva gördükleri bu muameleyi sadece geri ülkelerde yaptıkları sanılmasın. Bizzat kendi metropollerinde de durum farklı değildir. Metropollerde çalışan göçmen işçilere ödenen ücret, genel olarak asgari ücretin yarısı kadar. Üstelik çoğu kaçak çalıştırıldığı için işverene sigorta, vergi gibi maliyetleri de olmuyor. Çoğunlukla geçici olarak çalıştırıldıklarından, işleri bittiğinde sokağa atılıyorlar. Hiçbir sosyal hakları ve güvenceleri yok. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde yaşasalar da, yaşam koşulları son derece kötü. Örneğin, Hindistan’dan ABD’ye tersanelerde çalışmak üzere getirtilmiş işçilerden, 24 kişi kaldıkları konteynır barakalar için 1000 dolar kira isteniyor. Hakkını aramaya çalışanlar konteynırlara kitleniyor, dövülüyor veya göçmen polisine ihbar edilmekle tehdit ediliyorlar. Belçika’da kurulu Ford fabrikasında çalışan göçmen işçiler ise, ki tüm çalışanların %70’ini oluşturuyorlar, işyerinde bulundukları sürece Flamanca konuşmaya zorlanıyorlar ve anadillerinde konuşmaları işten çıkartılmaları için yasal gerekçe sayılıyor. İşçi sınıfına gelince ulusal çıkarlardan, fedakârlıktan, vatandan, vatanseverlikten bahsetmeyi pek seven burjuvaların, kârları söz konusu olduğunda bir anda gerçek yüzleri ortaya çıkmaktadır. Burjuvalar, kârsız olduğu gerekçe-
marksist tutum
siyle kapattıkları fabrikalar yüzünden işçileri “kendi vatanlarında” işsizliğin ve yoksulluğun pençesine terk ederken, ucuz işgücü ve daha elverişli çalışma koşulları uğruna sermayelerini “yabancı” ülkelere yatırmayı ihmal etmezler. Buna iyi bir örneği Türkiye’den verebiliriz. Hatırlanacak olursa 2006 yılının sonlarına doğru tekstil sektörünün patronları kriz feryatlarıyla ağlıyor ve bir yandan işçi çıkartırken bir yandan da sendikaların zam isteklerine karşı “ulusal çıkarlar”ı öne sürerek, Türkiye’nin lokomotif sektörü olan tekstile işçilerin de sahip çıkması gerektiğini, fedakârlığın şart olduğunu söylüyorlardı. Oysa aynı tarihlerde “ulusal çıkarlar”a pek düşkün bu tekstil patronları Mısır’a 1,5 milyar dolarlık tekstil yatırımı yaptılar. Çünkü Mısır’da kalifiye bir işçinin ortalama ücreti 50 dolar seviyesindeydi. Türkiye’de ise milyonlarca işçi işsiz ve sefil biçimde iş arıyordu. Benzer şekilde büyük işçi direnişlerine rağmen kriz bahanesiyle fabrikalarını kapatan ve “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevleri erteleten Şişecam, üretimini başta Rusya olmak üzere eski SSCB cumhuriyetlerine kaydırarak 2001’den bu yana tam 4 kat büyüdü. Kapitalistler üretimi kısarak veya başka ülkelere kaydırarak krizin etkilerinden sıyrılmaya çalışırken, burjuva devletler de krizin boyutlarını ve olası etkilerini olabildiğince gizlemeye çalışıp, onu atlatmak ve geciktirmek için çırpınıyorlar. Her zamanki gibi, krizin toplumsal etkisini azaltmak ve şirketleri kurtarmak görevini de kapitalist devletler üstlenmiş durumda. Yine “mortgage krizi” örneğinden gidelim. ABD yönetimi, banka sistemindeki çöküşü ve ekonominin durgunluğa girmesini önlemek için, tüketimi canlandırmak amacıyla 150 milyar dolar ayırdı. Mortgage krizinden dolayı iflasın eşiğine gelmiş bankalar hızla devletleştirilerek veya desteklenerek durum savuşturulmaya çalışılıyor. Son haftalarda gündeme gelen ve mortgage piyasasının omurgası olarak görülen “Freddie Mac ve Fannie Mae” gibi 6 trilyon dolarlık fonlara hükmeden kuruluşların dahi –şimdilik– 72 milyar dolar zararla iflasın eşiğine gelmesi, işin vardığı boyutların bir göstergesidir. Sistemin çöküşü anlamına gelebilecek olan bu iflasları önlemek için ABD yönetimi derhal harekete geçti ve Bush FED’e (Amerikan Merkez Bankası) “ne gerekiyorsa yapılması” talimatını verdi. Hatta Japonya bile, çöküşü önlemek için, bu finans kuruluşlarının tahvillerini satın almaya başladı. Bu tedbirlerin anlamı, kapitalist devletin işçi sınıfından topladığı vergilerle ve çeşitli kesintilerle oluşturduğu fonların burjuvaların cebine gitmesidir. Devletin topluma sunduğu kamusal hizmetlerin budanarak işçi sınıfının sahip olduğu sosyal hak ve güvencelerin iyice tırpanlanmasıdır. Burjuvazinin işçi sınıfının ürettiği artı-değeri gasp etmesi yetmezmiş gibi, bir de vergiler, çeşitli fonlar, borsalar ve benzeri yollarla işçilerin cebinden çalınan paraların sermayenin hizmetine sunulması demektir. Sonuç olarak 2008 yılında işsiz sayısının küresel düzeyde 5 milyon kişi artarak 195 milyona ulaşması beklen-
9
marksist tutum
Ağustos 2008 • sayı: 41
Metropollerde çalışan göçmen işçilere ödenen ücret, genel olarak asgari ücretin yarısı kadar. Üstelik çoğu kaçak çalıştırıldığı için işverene sigorta, vergi gibi maliyetleri de olmuyor. Çoğunlukla geçici olarak çalıştırıldıklarından, işleri bittiğinde sokağa atılıyorlar. Hakkını aramaya çalışanlar ise konteynırlara kitleniyor, dövülüyor veya göçmen polisine ihbar edilmekle tehdit ediliyorlar. mektedir. Bu sayı 2007 yılında 190 milyon, ondan önceki yıl 187 milyon ve daha geriye gidersek örneğin 1996 yılında 161,4 milyondu. Kriz etkisini hissettirdikçe işsizlik oranları da artmaktadır. Küresel bazda işsizlik oranı, Dünya Bankasının rakamlarına göre %8 civarındadır. 90’lı yıllarda ise %4’ler düzeyindeydi. Üstelik iş sahibi olanların durumu da pek parlak değildir. ILO raporlarına göre, çalışan her 10 kişiden 5’i “kırılgan” işlerde istihdam edilmiş durumda, yani her an işini kaybedebilecek konumda. Ve çalışanların %16,4’ü günde 1 doların altında kazanırken, %43,5’i de günde 2 doların altında kazanıyor. Özellikle ABD, AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler göz önüne alındığında, işsizlik oranlarının 70’lerdeki krizden bu yana ilk kez bu kadar yüksek seviyelere ulaştığı söyleniyor. Yüksek düzeydeki bu işsizliğin işçi sınıfı üzerinde önemli etkileri olduğu açıktır. Hele ki işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık bir halde bulunduğu bir sırada… Özellikle tekeller bu silahı son derece ustaca ve acımasız bir şekilde kullanmaktadırlar. Krizin yarattığı işsizliğin birinci önemli etkisi sendikalılık oranlarındaki düşüştür. Çarpıcı örnek oluşturması bakımından ABD’deki durumu ele alalım. Bu ülkedeki sendikalılık oranı 2000 yılında %14,9 iken 2005 itibariyle %8’e gerilemiştir. Bugün daha da düşük seviyelerde olduğu kesindir. İkinci etkisi ise çalışma saatlerinin uzamasıdır. Sendikalı işyerlerinde dahi çalışma süresi 1990’lardan bu yana %5 oranında artmıştır. Üstelik bu artış, resmi işgünü süresi değişmediği halde gerçekleşmiştir. Sendikasız işyerlerinde ve kayıt dışı çalışanlar söz konusu olduğunda ise günlük çalışma süresi 15 saate kadar çıkmaktadır. Resmi işgünü süresi halen 8 saat olduğu halde, işçilere esnek çalışma yöntemleri dayatılarak ve fazla mesaiye zorlanarak, fiilen işgünü 11 saate çıkarılmış durumdadır. İşsizliğin üçüncü önemli etkisi ise reel ücretlerdeki düşüştür. ABD’de reel ücretler 1973 yılından beri sürekli olarak düşmektedir ve bu düşüş 2000 yılından bu ya-
10
na hız kazanmıştır. 1973-90 arasında %7 olan reel ücretlerdeki düşüş, son 10 yılda %11 civarında gerçekleşmiştir.
İşçi sınıfının vatanı enternasyonaldir Kuşkusuz krizin işçi sınıfı üzerindeki etkileri bunlarla sınırlı değildir. Korkunç boyutlara varan yoksulluğu, küresel düzeyde yürüyen neo-liberal saldırıları vs. hep bu çerçevede sayabiliriz. Fakat önemli olan, küresel kriz ve sermayenin artan oranda uluslararasılaşması olgusu biraraya geldiğinde, sınıfa yönelik saldırıların da aynı oranda uluslararası bir nitelik ve boyut kazandığının kavranmasıdır. İşsizlik, yoksulluk, sendikasızlaşma, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları sadece görece daha geri ülkelerin değil tüm dünya işçi sınıfının sorunu haline gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sahip olduğu sosyal ve ekonomik haklar da giderek tarihe karışmaktadır. Ancak sorunların ve koşulların ortaklığına karşılık işçi sınıfı hareketi uluslararası düzeyde dağınık, siyasi bir örgütlülükten yoksun ve yetersiz bir haldedir. Gerçekte tek ve uluslararası bir sınıfın parçası olan işçiler, sermayenin küresel saldırılarına karşın lokal düzeyde mücadele veriyorlar ve her seferinde de tıkanıklık yaşıyorlar. Oysa çokuluslu tekellerin üretimi farklı ülkelerde gerçekleştiriyor oluşu, işçileri de uluslararası düzeyde eylemler düzenlemeye ve dayanışmaya zorluyor. İşçiler, bu tarzda verilen mücadeleler başarıyla sonuçlandıkça, bunun önemini daha iyi kavrıyorlar. Çokuluslu bir gıda tekeli olan Nestle’ye karşı verilen mücadele bu duruma iyi bir örnektir. Nestle’nin Rusya’daki fabrikasında çalışan 1000’e yakın işçi, aylardır toplu sözleşme hakkı için (Rusya’da birçok sendikalı işyerinde dahi işçilerin toplu sözleşme hakkı bulunmuyor) mücadele yürütüyor, fakat fabrika yöneticilerini sendika ve ücretler konusunda masaya oturtamıyorlardı. Ne zaman ki uluslararası çapta dayanışma eylemleri gerçekleşmeye başladı, fabrika yöneticilerinin tavrı da değişmeye
Ağustos 2008 • sayı: 41
başladı. Hem Rusya’daki gıda örgütü sendikaları hem de Nestle’nin İsviçre ve Almanya’daki fabrikalarında çalışan işçiler dayanışma için eylemler ve etkinlikler düzenlediler. Böylece Nestle yöneticileri dize geldiler ve toplu sözleşme imzalandı. Türkiye’de de Novamed grevi benzeri örneklerin başarıyla sonuçlanmasında uluslararası dayanışmanın önemli bir rolü olmuştur. Nesnelliğin yarattığı basınçla sendikal alanda da uluslararası düzeyde birleşmeler yönünde ciddi adımlar atılıyor. Örneğin 2006 yılında 155 milyon üyeli Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) ile 26 milyon üyeli Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) birleşmişti. Benzer şekilde Avrupa’daki tüm kamu işçileri sendikaları da 2014’te birleşecek. Bunun dışında, yani sadece konfederasyonlar bazında değil, sendikal bazda da birleşmeler oluyor. Daha birkaç hafta önce 2 milyon üyeli İngiliz Unite sendikası ile 1 milyondan fazla üyeye sahip Amerikan USW sendikası birleşme görüşmelerine başladı. Bu birleşme görüşmelerine Doğu Avrupa ve Avustralya’dan da katılımlar olacağı söyleniyor. Ayrıca sendika yetkilileri, birleşmenin ardından Latin Amerika ve Asya ülkelerindeki sendikalarla da görüşeceklerini söylüyorlar. Kuşkusuz sendikalardaki bu birleşme eğiliminin sebepleri çeşitlidir ve bürokrasinin hâkimiyetinde kaldıkları sürece bu birleşmelerden fazla bir hayır beklemenin doğru olmayacağı açıktır. Hatta bürokrasinin sendikal hareket üzerindeki tahakkümünün küresel bir boyut ve merkeziyet kazanacağı düşünüldüğünde zararlarından dahi söz edilebilir. Yine de, yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının uluslararası düzeyde birliğinin ve dayanışmasının sağlanması ihtiyacının geçmişe oranla çok daha fazla aciliyet ve önem kazandığını göstermesi bakımından mühimdir. İşçi sınıfının, uluslararası sendikal ve siyasal örgütlenmelerini yaratmak yolunda aşması gereken pek çok ideolojik, politik ve örgütsel engel olduğu açıktır. Bunların en başında ise böylesi bir uluslararası mücadele birliğinin ge ge-
marksist tutum
rekliliğine dair bilinç eksikliği gelmektedir. Sendikalar bıraktık böylesi bir enternasyonal bilincin yaygınlaşması için mücadele etmeyi, çoğu kez ulusal önyargıları ve şoven bakış açılarını körüklüyorlar. Bu şoven bakışın etkisi altında kalan ileri kapitalist ülkelerdeki işçiler, geri ülkelerdeki işçilerin haklarını korumak için mücadele etmediklerini, üstelik böyle yaparak kendi durumlarının kötüye gitmesine de sebep olduklarını düşünüyorlar. Bu düşünceye göre örneğin Asyalı göçmen işçiler çok daha ucuza ve kötü koşullarda çalışmaya razı olarak Batı’daki sendikalı işçilerin konumunu da zora sokuyorlar. Yahut tekellerin Asya ülkelerinde açtıkları fabrikalarda sendikasız, ucuza ve çok uzun saatler çalışmaya razı olarak, Batılı işçilerin pazarlık gücünü kırıyorlar. Bu yaklaşıma bir tepki olarak, geri ülkelerdeki işçiler de ileri ülkelerdeki sınıf kardeşlerine karşı büyük bir güvensizlik hissiyle hareket ediyorlar. Bunun yanı sıra benzer milliyetçi önyargıları çeşitli kılıklar altında bu tip ülkelerde de görmek mümkün. Şurası çok açık ki, sahip oldukları olanaklar, örgütlülük düzeyleri ve mücadele deneyimleri açısından, bu tür önyargıların kırılması ve birliğin önünün açılması görevi öncelikle ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına düşmektedir. İleri ülkelerin işçileri, gerek kendi ülkelerindeki göçmen işçilerin gerekse de daha geri ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin örgütlenmesine katkıda bulunarak, onlara mücadele deneyimlerini aktarmalı ve destek olmalıdırlar. Göçmen işçilere karşı burjuvazinin pompaladığı milliyetçi ve ırkçı düşüncelere teslim olmak yerine, onları da örgütlülüklerine ve mücadelelerine katarak güçlenme yoluna gitmelidirler. Velhasıl, işçilerin uluslararası düzeyde mücadele ve dayanışma birliğini kurmaya giden yol, enternasyonalist düşüncelerin işçilerin kafasına kazınması için çaba harcamaktan geçiyor. Başlangıç noktası burasıdır. Unutmayalım işçi sınıfının vatanı enternasyonaldir!
11 1 1
Türkiye’de Burjuva Düzenin Kuruluş Biçimi Elif Çağlı
M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. Burjuva devrimlerin Marksist değerlendirmesi bağlamında bir benzetme yapmak gerekirse, 1908, Marx ve Engels’in cüce devrimler olarak niteledikleri İtalya, Avusturya, Alman 1848 devrimleri kategorisinde yer alır. Zira bu devrimlerin özelliği geç burjuva devrimler oluşu, bu nedenle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşımaları ve neticede yarı yolda duraksamalarıdır. Cüce devrimlerin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçların da cüce kalacağı açıktır.
12
T
ürkiye’de burjuva düzenin kuruluş biçimi, burjuva devrimlerin klasik örneklerinin yaşandığı Batı Avrupa ülkelerindeki gelişme sürecinden tamamen farklı özellikler taşır. Örneğin Fransa’da burjuva gelişim daha feodal toplumun içinde başlamış ve özel mülkiyet temelinde yükselen burjuvazi ilerleyen yıllarda kendi devrimini gerçekleştirerek düzenini kurmuştur. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden çıkıp geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel gelişim çizgisi Fransa’ya benzemez. Osmanlı İmparatorluğu, toprakta özel mülkiyetin bulunmadığı ve bu nedenle devleti mülk edinen devletlû bir sınıfın egemen olduğu Asyatik-despotik bir tarihsel arka plana sahiptir. Osmanlı, kapitalizmin dışsal etkisiyle çözülmeye başladığında bile Avrupa ülkelerindeki gibi bir feodal toplum olmamıştır. Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin Batı’daki örneklerden farklı olması nedeniyle, Osmanlıdan TC’ye uzanan süreçte Fransa’daki demokratik burjuva devrimi gibi bir burjuva devrimini gerçekleştirmek için öne atılacak gelişmiş bir burjuvazi yoktur. Fakat dünyadaki kapitalist gelişmenin bindirdiği basınç altında ilerleyen süreç, sosyo-ekonomik koşulların kapitalist gelişmenin önünü açacak şekilde dönüştürülmesini de giderek zorunlu kılmıştır. Tutucu ve ilerlemeci güçler arasındaki tarihsel kapışma, mevcut koşullar nedeniyle Osmanlı’da bizzat egemen devlet sınıfı içinde cereyan eder. Osmanlı egemen sınıfının Batıcı kesimi ağırlıklı olarak asker menşelidir. Zaten II. Mahmut döneminde topçunun modernizasyonu örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, Batılılaşma harekâtında başı hep ordu çekmiştir. Batı’ya açılma macerasında, Osmanlı devlet sınıfının seyfiyye olarak adlandırılan bu kesimi, hilafet düzeninden yana çıkan ve eskide ayak direyen din ulemalarına, yani ilmiyye kesimine karşı mücadeleyi hiç elden bırakmamıştır. Asker ve sivil bürokrasinin ve Osmanlı aydınlarının içinde, değişimden, Batı’ya açılmaktan, kısacası kapitalistleşmekten yana olan unsurlar burjuva dönüşümlerin başını çekmek üzere örgütlenmeye girişirler. 1908 Jön Türk devrimi, İttihat Terakki örgütlenmesi ve TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan Milli Mücadele’nin liderliği bu te-
Ağustos 2008 • sayı: 41
melde oluşmuş ve biçimlenmiştir. Bir başka şekilde vurgulamak gerekirse, Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur. Vahdettin’in Aralık 1918’de Meclis’i kapatmasının ardından, Jön Türk geleneğinin uzantısı olan Mustafa Kemal gibi yenilikçi Osmanlı subay ve aydınlarının hegemonyayı ele geçirdikleri Milli Mücadele dönemi gelir. Birinci Dünya Savaşına bir taraf olarak katılan ve yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist güçler tarafından paylaşılmasını takiben başlatılan Milli Mücadele sonrasında, 1923 tepeden burjuva devrimiyle TC kurulur. M. Kemal’in İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi ve yürüttüğü çalışmalardan sonra onun önderliği altına giren bu milli mücadele, yalnızca Türk ulusal kimliği temelinde kurulacak bir cumhuriyetle amacına ulaşacaktır. Burada önemli bir gerçekliği gözardı etmemek gerekir. 1923’ün 1908’in uzantısı olmasına rağmen, iki tarih arasında önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir. 1908’in arkasında, Osmanlı’da kapitalist gelişmenin taşıyıcısı olan ve dönemin en önemli burjuva katmanını oluşturan gayri Müslim burjuvazi de vardır. Jön Türk hareketi yalnızca genç Türk subay, öğrenci ve aydın unsurlar arasında değil, gayri Müslim burjuvazi arasında da örgütlüdür. Balkan ülkelerinin ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, 1923 bu mirastan mahrum kalır. Osmanlı’nın son dönemi, güçlü parçayı oluşturan gayri Müslim burjuvazi ile henüz emeklemekte olan cılız Türk burjuva unsurlardan müteşekkil bir yerli burjuvaziye sahipken, Türkiye Cumhuriyeti esasen kendisine kalan cılız bir milli burjuvazi ile yola çıkmıştır. M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. Burjuva devrimlerin Marksist değerlendirmesi bağlamında bir benzetme yapmak gerekirse, 1908, Marx ve Engels’in cüce devrimler olarak niteledikleri İtalya, Avusturya, Alman 1848 devrimleri kategorisinde yer alır. Zira bu devrimlerin özelliği geç burjuva devrimler oluşu, bu nedenle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşımaları ve neticede yarı yolda duraksamalarıdır. Daha önce, cüce devrimlerin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçların da cüce kalacağına değinmiştik. Hatırlanacağı gibi, Almanya örneğinde yarım kalmış 1848 devrimini, 1870’lere doğru Bismarck öncülüğünde gerçekleştirilen ve eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen bir tepeden devrim izlemişti. Bunun gibi 1923 Türk burjuva devrimi de, cüce kalmış 1908’in yarıda bıraktığı işi son tahlilde uzlaşmacı bir tarzda tamamlamaya çalışan bir tepeden devrimdir. Almanya’da 1848 ve takiben 1866’da gerçekleşen geç
marksist tutum
kalmış burjuva devrimler, Türkiye örneğinde, gecikmeli kapitalizm nedeniyle bir o kadar daha gecikerek tarih sahnesine girmişlerdir. TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular. TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Zaten Osmanlı’nın son döneminde başlamış olan burjuva dönüşüm, meşruti monarşinin (yani Meclisli işleyişin) demokratik olmayan bir cumhuriyete dönüştürülmesiyle noktalanmıştır. Osmanlı’dan devralınan kapitülasyonlar (yabancı ülke ve kuruluşlara tanınan hak ve imtiyazlar) 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile feshedilmiştir. Osmanlı’nın devasa borçlarının ödenmesini yöneten Düyunu Umumiye kaldırılmış, TC Osmanlı’nın borçlarından payına düşeni 1954’te sona erecek şekilde taksitlerle ödemeyi üstlenmiştir. 1924 Martında kabul edilen yasayla, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti dışına sürülmesi kararı alınmış ve böylece Osmanlı saltanat düzenine son verilmiştir. Kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla 1924 yılında İş Bankası kurulmuştur. Fakat toprak reformu gibi, burjuva demokratik devrimin en temel görevlerinden birini çözme doğrultusunda hiçbir şey yapılmamıştır. Toprak ağalarıyla yapılan anlaşmanın bir yansıması olarak da, Osmanlı’da topraklardaki üründen alınan aşar vergisi Şubat 1925’te kaldırılmıştır. Kemalist devrime boyundan büyük anlamlar yükleyen kimi yaklaşımlarda, bu devrimin eski devlet aygıtını kırıp parçaladığı söylenmektedir. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, ancak gerçek halk devrimleri bu işi başarabi-
13
marksist tutum
Ağustos 2008 • sayı: 41
Burjuva devletin bu kurucu unsurlarını küçük-burjuva olarak ya da burjuva niteliğinden arındırılmış, kerameti kendinden menkul bir bürokratik kast biçiminde değerlendirmek gerçeklikle bağdaşmaz. Ne var ki bu tür değerlendirmeler Stalinist saflarda oldukça yaygındır. Ayrıca bazı Troçkist çevreler tarafından da bu doğrultuda tezler ortaya atılmıştır. Oysa yalın gerçek şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal liderliği küçük-burjuva değil, burjuvadır.
lir. 1919-23 arasında Türkiye’de yaşanan, halk ayaklanmasına dayanan bir devrim değildir. Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir. Burjuva gelişimin bu tipinde, eski devlet bürokrasisinin içinden çıkıp gelen fakat kapitalist gelişmenin kaçınılmazlığını da kavrayarak yenileşme isteyen unsurların, başlangıç dönemlerinde toplumsal dönüşümde öncü bir rol üstlendiğini görürüz. Fakat bu tarz bir dönüşüm, büyük toprak sahipleriyle gerici uzlaşmaları içeren, kitleleri işin içine katmaktan ve süreci hızlandırmaktan çekinen ve özellikle devletin sıkı kontrolü altındaki bir kapitalistleşme çizgisiyle somutlanır. Böyle bir gelişme çizgisiyle, demokratik burjuva devrimlerin yaşandığı Avrupa ülkelerindeki kapitalistleşme sürecini bir tutmak mümkün değildir. Türkiye özgülünde doğru biçimde çözümlenmesi gereken çok önemli bir husus, devlet kurucu bürokrasinin sınıfsal karakteridir. Osmanlı toplum yapısında egemen sınıfı oluşturan devlet üst bürokrasisinin Batı yanlısı bölümü, İmparatorluğun çöküş döneminde artık değişen dünya koşullarının dayatması sonucunda modern kapitalist dünyayla bütünleşmeyi istemektedir ve bizzat bu misyona soyunmaktadır. Bu bürokratlar, burjuva temeller üzerinde yeni bir devletin kurulması görevini üstlendikleri ölçüde bizzat kendileri de dönüşüm geçirecek ve burjuvalaşacaklardır. Bu nedenle de TC’nin kuruluş sürecine artık yeni bir sınıfın, burjuvazinin öncü kolu olarak damgalarını basacaklardır. Burjuva devletin bu kurucu unsurlarını küçük-burjuva olarak ya da burjuva niteliğinden arındırılmış, kerameti kendinden menkul bir bürokratik kast biçiminde değerlendirmek gerçeklikle bağdaşmaz. Ne var ki bu tür değerlendirmeler Stalinist saflarda oldukça yaygındır. Ayrıca bazı Troçkist çevreler tarafından da bu doğrultuda tezler ortaya atılmıştır. Oysa yalın gerçek şudur ki, Türkiye Cum-
14
huriyeti’nin kurucusu M. Kemal liderliği küçük-burjuva değil, burjuvadır. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür. Burjuva dönüşümlerin kitlelerin katıldığı devrimlerle gerçekleştirildiği ülkelerde eski mutlakıyetçi rejimlerin çok daha radikal biçimde tasfiye edildiğini görürüz. Ayrıca tarım reformu sayesinde köylülüğün kapitalist dönüşümü ve kırsal nüfusun proleterleşmesi daha kısa sürede ve sıçramalı biçimde gerçekleşir. Burjuva gelişimin devrimci yolu, kapitalist yükselişin önündeki engelleri daha kapsamlı, daha kısa sürede ve dolayısıyla daha az sancılı bir biçimde ortadan kaldırabilir. Halbuki Prusya tipi gelişme çizgisi bunun tersidir. Bu gelişme çizgisine eşlik eden tepeden burjuva devrimler, gerek eski siyasal yapının tasfiyesi ve gerekse tarım reformu gibi temel burjuva demokratik dönü-
Ağustos 2008 • sayı: 41
şümler konusunda korkak ve tutucudur. İşte bu nedenle Türkiye’de de kapitalist gelişme sürecine, kırda alabildiğine sancılı bir çözülme süreci eşlik etmiştir. Prusya örneğinde devletçilik olgusu ve devletin işçi sınıfıyla burjuvazi karşısında ayrımcılık yapmadığı, her iki sınıfa da eşit davrandığı safsatasının yaratılması büyük önem taşır. Benzer bir bilinç çarpıtması uzun yıllar boyunca Türkiye’de de egemen kılınmıştır. Kemalizmin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” düsturu Bismarkçılığın bir benzeridir ve işin özünde proletaryadan duyulan korkunun ifadesidir. Burjuvazinin bu korkusu salt ulusal gelişme düzeyine bağımlı olmayan ve asıl olarak tarihsel bir korkudur. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfının henüz gelişmediği bir dönemde burjuvazi gözlerini yaşama bu korkuyla açmıştır. Hele ki bu burjuva düzenin, Ekim Devriminin ürünü bir işçi devletinin yanı başında kurulduğu hatırlanacak olursa sorunun boyutları daha da iyi anlaşılır. Emperyalizme karşı kendi siyasal bağımsızlığını savunan diğer tüm burjuva önderliklerde ve bu tür önderlikler tarafından yürütülen ulusal mücadelelerde olduğu gibi, Mustafa Kemal de kendi gemisini yürütebilmek amacıyla bazı emperyalist güçlere kafa tutar gözükürken, bazılarıyla da çeşitli anlaşmalar yapmıştır. M. Kemal önderliği, burjuva cumhuriyetini yalnızca Türk ulusunun kabulü temelinde kurabilmek için, çeşitli azınlıklara ve ezilen Kürt ulusuna karşı baskı ve dışlama politikasını egemen kılmıştır. TC’nin kuruluş dönemini biçimlendiren bu resmi çizgi, M. Kemal’in ölümünden sonra da tek şef diktatörlüğü ve Kemalist kadro hareketiyle sürdürülmüştür. Osmanlı’dan miras kalan ve gerek ticaret gerek sanayide özel ka-
marksist tutum
pitalist girişimin başını çeken gayri Müslim burjuvazi faşizan uygulamalarla (zorunlu çalışma kampları, Varlık Vergisi gibi uygulamalar) çökertilerek, Türk burjuvazisinin gelişebilmesinin yolu açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek parti iktidarı döneminde Kemalist bürokrasinin siyasal yapılanmadaki hegemon konumu, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden ve milli burjuvazinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Batı Avrupa’daki çok partili parlamenter demokrasi örneklerine kıyasla bizzat kendisi bir olağanüstü rejim ya da bürokrasinin mutlak siyasal iktidarı olarak görünen tek parti diktatörlüğü, uzun bir dönem boyunca burjuva egemenliğinin Türkiye koşullarına özgü somutlanma biçimidir. İki dünya savaşı arasındaki uluslararası koşulların da etkisiyle içe kapanan ve devlet kapitalizmi uygulamasıyla iç pazarın sömürülmesi temelinde sermaye birikimi sağlayan Kemalist tek parti iktidarı, bir yandan işçi ve emekçi kitleleri baskı altında tutarken diğer yandan Türkiye’de sanayi kapitalizmine geçişin temellerini döşemeye koyulmuştur. Türkiye’de Milli Mücadele ve tepeden burjuva devrim sürecine damgasını basan özgün yönlerin günümüze uzanan etkileri de çok önemlidir. Bu nedenle bazı çarpıcı hususları özetle sıralamak yararlı olacaktır. Fransa örneğinde önce özel mülk sahibi burjuvazi gelişip, buna paralel olarak kendi siyasetçilerini, bürokratlarını yaratırken, Türkiye örneğinde tersi oldu. Türkiye’de sivil-asker üst bürokrasi olarak belirginleşen devlet kurucu burjuvalar, devlet kapitalizmi sayesinde sanayi ve ticaretle meşgul olan doğrudan girişimci bir burjuva sınıfın oluşumunu hazırladılar. Bu nedenle Türkiye özgülünde bu ikinci kesim, Avrupa’daki örneklerden farklı olarak, yeterince
Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür.
15
marksist tutum
beslenip semirene ve kendini güçlü hissetmeye başlayıncaya dek, başı sıkıştığında birinci kesimin kanatları altına sığınmayı, böylece korunmayı olağan davranış kuralı bildi. Kendini güçlü hissetmeye başlayıp artık kendi generaline ve bürokratına kafa tutmak istediğinde ise, yakın zamanlara dek (sonu darağacında ya da şüpheli ölümlerle biten bazı istisnalar dışında) pek de başarılı olamadı. Zira devlet kurucu ve rejim koruyucu misyonların tümünü kendi üzerinde topladığına yıllar boyunca kani olmuş asker ve sivil bürokrasiyi, son tahlilde burjuva iş âleminin hizmetkârı olduğuna ikna edebilmek hiç de kolay değildir. Burjuva devletin kuruluşuna özel mülkiyet temelinde gelişmiş bir burjuva sınıfın damgasını basmadığı Türkiye gibi örneklerde, Batı Avrupa ülkelerindeki mülk sahibi burjuvaların misyonunu sivil ya da asker üst bürokrasi üstlendi. Bu bakımdan Türkiye’de burjuva düzen, bir anlamda daha baştan olağanüstü bir siyasal biçime büründü. Yine aynı nedenle devlet üst bürokrasisi siyasal yapılanmada olağanüstü bir ağırlık kazandı ve bu özellik günümüze kadar uzanıp geldi. Diyebiliriz ki, devleti sahiplenmesi sayesinde egemen sınıflar ittifakı içinde sanki bağımsız bir odak gibi yer alan bu bürokrasi için üstün konumunu yitirmemek bir hayat-memat sorunu oldu. Bürokrasi ile kapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Fakat bu, farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir. Türkiye’de egemen bürokrasi, devlet kapitalizmi sayesinde gelişmeye başlayan bir milli burjuvazinin öncü unsurları olarak tarih sahnesine çıktı. Uzun bir dönem boyunca karşısında ağırlıklı olarak, kırın yavaş ve sancılı biçimde çözülmesi nedeniyle bir türlü proleterleşemeyen küçük köylü kitleleri yer aldı. Burjuva düzenin kuruluş ve ilerleyiş biçimi Batı’daki örneklerden farklı olsa da, Türkiye’de de zamanla kapitalizm gelişti. Gecikmeli biçimde olsa da proletarya büyüdü ve burjuvaziyle proletarya arasındaki temel çelişki nesnel olarak olgunlaştı. Fakat burjuva düzenin kuruluşundan itibaren hükmünü icra eden özgün yön, yani bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı kolay kolay çözülmeyen bir gerçeklik olarak günümüze dek etkisini sürdürdü. Bu gerçeklik, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki egemen çelişkinin “bürokrasiyle halk” veya “bürokrasiyle burjuvazi” arasında olduğu şeklindeki yanlış değerlendirmelere de can vermiştir. Günümüzde de bir hayli itibar gören sol liberalizm, bu tür tezlerle siyasal gerçekliği dayandığı sınıf temelinden kopartır. Oysa tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de esas çelişki burjuvaziyle işçi sınıfı arasındadır. Kapitalizmin özel mülkiyet temelinde feodalizmin içinde gelişmeye başladığı Batı Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde sahneye çıkan burjuvazi-pro-
16
Ağustos 2008 • sayı: 41
letarya çelişkisi, Türkiye’nin farklı koşulları, devlet mülkiyeti ve devletçilik olgusu nedeniyle daha gecikmiş biçimde ete-kemiğe bürünmüştür. Milli Mücadele, TC’nin kuruluş tarzı ve burjuvazinin resmi ideolojisi anlamına gelen Kemalizm karşısında, çeşitli siyasal güçler kendi sınıfsal konumlarına göre tutum aldılar. Asker ve sivil bürokrasi kendisini her daim bu ideolojinin asli sahibi telakki etti. Daha doğrusu, Türkiye’nin siyasal yapılanmasında ayrıcalıklarını elden kaptırmamak için Kemalizmi devletin resmi ideolojisi olarak yaratanlar bizzat bu güçler oldu. Bunlara göre M. Kemal, dünyada eşi emsali görülmemiş bir bağımsızlık ve ilericilik hamlesinin lideriydi ve Kemalizm de böyle eşsiz bir tarihsel hamlenin ideolojisiydi. Bunun yanı sıra uzun yıllar boyunca bir de sol Kemalizm fenomeni Türkiye sol hareketine musallat oldu. Bunu burjuvazinin resmi ideolojisinin küçük-burjuva sol varyantı olarak niteleyebiliriz. Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar. Çeşitli vesilelerle ısıtılıp yeniden gündeme getirilen bir konudur bu. Küçük-burjuva sol aydınların bunu sürdürmekten muratları, Türkiye’deki Milli Mücadeleyi ve onun lideri M. Kemal’i devrimci bir damar olarak sunabilmektir. Liberal burjuva tutum ise, Jakobenizmi eleştirme bahanesiyle genel olarak devrimci tutumu tepeden inmecilik diye suçlar. Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir. Fransız devrimi içinde ortaya çıkan Jakobenizm, burjuva devrimini olabilecek en ileri noktaya çekmeye çalışan ve burjuva düzen sınırları dışına çıkmadıkça kitlelerin eylemini dışlamayan burjuva devrimciliğini anlatır. Bu nedenle Jakobenizmin, kitlelerin eylemine hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve onları baskılayan tepeden inme burjuva devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabından alınmıştır.
DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı / 2 Selim Fuat
S
araçhane mitingi ile başlayan ve 15-16 Haziran direnişi ile zirveye ulaşan süreçte öne çıkan sendikalar, bugünkü sendikal örgütlere göre oldukça militan bir karaktere sahipti. DİSK’li sendikacılar ve işçiler hak almanın ve alınan hakları korumanın ancak mücadele ile mümkün olabileceğinin farkındaydı. Bunun yanı sıra DİSK, burjuvazinin işçi kitlelerine aşılamak için büyük gayret gösterdiği ve Türk-İş’te hâkim olan “siyaset-dışı sendikacılık” anlayışına karşı kararlı bir mücadele yürüterek güçlenmişti. Ne var ki, DİSK’in bu dönemde desteklediği ve ilişki içerisinde bulunduğu TİP, parlamentarizm ve reformizmle malûldü. TİP DİSK’i parlamentodaki pozisyonunu sağlamlaştıracak sınırlarda bir sendikal çizgide tutmaya uğraşıyor, DİSK de TİP’deki bu eğilimi güçlendiriyordu. DİSK Kuruluş Bildirgesinde devrimciliği şöyle tanımlıyordu: “Biz devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici, ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve Anayasa ilkelerinin hayata uygulanması anlamına alıyoruz.” 61 anayasasında tanınan haklara güvenen ve dolayısıyla onunla sınırlanan bir anlayış her iki örgütte de hâkim durumdaydı. 60’lı yıllar boyunca militan işçilerin mücadeleleri üzerinden yükselen DİSK’in sınıf sendikacılığı anlayışının görece tüm olumlu özelliklerinin yanında bu sınırlılıklarını da görmek, bugün militan sınıf sendikacılığı anlayışının yükseltilmesi açısından önem taşımaktadır. Öncü işçiler bugün DİSK’in geçmişteki mücadele anlayışının daha ile-
risine geçmek zorundadırlar. Bu da ancak, mücadeleyi kapitalist düzen sınırlarına hapsetmeyen “militan sınıf sendikacılığı” anlayışının sendikalarda hâkim kılınması ile sağlanabilecektir.
15-16 Haziran direnişinin ardından DİSK DİSK, 1967-71 arasında aktif biçimde TİP’i desteklemiş, TİP tarafından da desteklenmişti. DİSK kurucularından Kemal Nebioğlu ve Rıza Kuas 1965 seçimlerinde TİP milletvekili olarak TBMM’ye girmişlerdi. 1968’de DİSK ve Maden-İş Başkanvekili Şinasi Kaya TİP’ten İstanbul Belediye Başkanı adayı olmuş, Rıza Kuas 1969’da yeniden milletvekili seçilmişti. DİSK 1969 genel seçimlerinde ve ara seçimlerde TİP’e oy verilmesi çağrısında bulunmuştu. 1969’da TİP adına radyodan konuşanlar arasında DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de vardı ve konuşmasında CHP’yi ve ortanın solu söylemini yükseltmekte olan Bülent Ecevit’i çok sert eleştirmişti. Ancak, 1960’larda bütün solu kucaklayacak biçimde gelişen ve DİSK ile karşılıklı etkileşim içerisinde gelişip büyüyen TİP, 1970 yılı sonlarında gücünü önemli ölçüde yitirmişti ve bünyesinden değişik ideolojik yönelimlere sahip pek çok sol akım çıkıyordu. TİP’ten kopan kadrolar yeni örgütlenme arayışı içindeydiler. Bu nedenle, 15-16 Haziran gösterileriyle gözler önüne serilen işçi hareketini ilerletecek devrimci bir örgütlülük mevcut değildi. 15-16 Haziran 1970 genel direnişi ile doruk noktasına ulaşmış
17
marksist tutum
bulunan işçi hareketi dinamizmini büyük ölçüde korumasına rağmen, sosyalist hareket bu tarihlerde tam bir kriz ve parçalanma süreci içerisine girmişti. Bu dönemde TİP’in DİSK üzerindeki etkisi de ortadan kalkmış bulunuyordu. Nitekim TİP’in 1971’deki son kongresi, DİSK kurucusu sendikacıların bu partiyle ilişkilerinin sona erdiği bir dönüm noktası oldu. 12 Mart rejiminin sosyalist hareketi ağır baskı altına aldığı 1971-74 arası dönemde DİSK’te de bazı yalpalamalar kendini gösterecekti. 12 Mart 1971 darbesine karşı DİSK’in ilk günlerde takındığı tutum da bunun çarpıcı bir örneğiydi. DİSK yayınladığı bir bildiride, muhtırayı desteklediğini ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtiyordu. Ne var ki bu tür yanılsamalar sadece DİSK’le sınırlı olmayıp sol hareketin önemli bir bölümünde de mevcuttu. 1971 Martından 1973’ün sonlarına dek süren bir zaman dilimi boyunca DİSK faaliyetlerini fiilen en aza indirgedi. Bu süreçte, 15-16 Haziran direnişine yol açan 274 sayılı sendikalar yasasını değiştirme girişimi, askeri rejimin varlığında fiilen gerçekleşmiş oluyordu. DİSK’in başını çektiği sendikal hareket bu dönemde büyük bir durgunluğun içine girmiş olsa da, işçi hareketi tüm olumsuz koşullara rağmen bu üç yıl boyunca yemek boykotları, açlık grevleri, yasadışı grevler ve hatta işgaller ile, küllenmemiş bir dinamizme sahip olduğunu hep hatırlatır.1 İşçi sınıfında sönmeyen bu hareketliliğe rağmen sosyalist hareket henüz ciddi bir gelişim kaydedebilmiş değildir. Sınıf hareketi üzerinde henüz sosyalist hareket etkili olma durumuna gelememiştir ama muazzam bir enerji birikmiştir. Bu koşullardan yararlanan CHP olmuştur. CHP genel olarak solu ve sendikal hareketi yanına çekebilmek için bu süreçte “sol” bir söylem geliştirmeye başlamış ve DİSK’i de etkilemiştir. Daha 1969’un Eylülünde “CHP uzun yıllar, işçi ve köylüleri zorla ve jandarma dipçiğiyle çalıştırmıştır. Bütün CHP iktidarı boyunca, işçilere hür sendika kurma hakkı bile tanınmamış, grev isteyenler hapse atılmıştır” diyen DİSK yönetimi, 14 Ekim 1973’te yapılan milletvekili ve senato seçimleri öncesinde bir açıklama yaparak tüm emekçileri “Anayasal özgürlükleri, demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti durumunda olduğu için” CHP’ye oy vermeye çağırıyordu. DİSK, CHP’ye oy verme çağrısını 9 Aralık 1973’te yapılan mahalli seçimlerde de tekrarladı. Seçimlerde önemli bir başarı elde eden CHP, 25 Ocak 1974’te MSP ile koalisyon hükümeti kurdu. DİSK’in 13 Şubat 1974’te kutlanan 7. kuruluş yıldönümüne Başbakan Bülent Ecevit de kutlama mesajı gönderdi. TİP-DİSK ilişkisinden farklı koşullarda ve biçimlerde de olsa CHP ile DİSK yönetiminin ilişkisi gelişiyordu. DİSK 1974 Kıbrıs harekâtından sonra da CHP’yi destekler pozisyonunu sürdürdü. Kıbrıs harekâtından sonra ilan edilen sıkıyönetimin çok sayıda grevi yasaklayarak hangi sınıfa hizmet ettiğini apaçık ortaya koymasına rağmen, DİSK harekâtı des-
18
Ağustos 2008 • sayı: 41
tekleyen bir bildiri yayınladı ve işçileri devletin Savaş Fonuna birer brüt yevmiye ile katılmaya çağıran bir kampanya açtı. Bütün bunlar, DİSK’in kuruluşundan 15-16 Haziran’a ulaşan sürede sergilediği mücadele hattından epeyce saptığını gösteriyordu. Ancak işçi sınıfındaki muazzam birikimin açığa çıkmasıyla birlikte büyük bir ilerleme göstermeye başlayacak olan devrimci hareket, DİSK’i, en azından belli bir süre, sadece CHP’nin belirlediği bir sendikal örgütlenme olmaktan uzak tutacaktı. Devrimci hareket ve işçi hareketi 1974 yılından itibaren belirgin biçimde yükselmeye başladı. 1974 affıyla birlikte pek çok sosyalist tutsağın cezaevlerinden çıkması yeni örgütlenme çabalarını da beraberinde getirmişti. Bunun yanında uzun yıllardır Türkiye’de faaliyet göstermeyen ve yurt dışında yaşayan göçmen komünistlerle sınırlı bir örgütlenmeye sahip olan TKP’nin “atılım” kararı alması ve Türkiye’de örgütlenmeye başlaması da DİSK’in bundan sonraki gelişim çizgisinde belirleyici bir rol oynayacaktı. 1974 affıyla birlikte pek çok sosyalist tutsağın cezaevlerinden çıkması yeni örgütlenme çabalarını da beraberinde getirmişti. Bunun yanında uzun yıllardır Türkiye’de faaliyet göstermeyen ve yurt dışında yaşayan göçmen komünistlerle sınırlı bir örgütlenmeye sahip olan TKP’nin “atılım” kararı alması ve Türkiye’de örgütlenmeye başlaması da DİSK’in bundan sonraki gelişim çizgisinde belirleyici bir rol oynayacaktı. 1974 yılında gerçekleşen grev sayısı bir önceki yılın iki katına çıkmıştı.2 Bu grevlerin büyük bir kısmı DİSK’e bağlı sendikalar tarafından gerçekleştiriliyor ve kazanımlar üye olmayan işçileri DİSK’te örgütlenmeye yöneltiyordu. İşçiler akın akın DİSK’e akıyor, sendika seçme referandumlarının çoğunu DİSK kazanıyordu. Bu arada DİSK’in CHP’yi desteklemiş olması da çok sayıda CHP yanlısı bağımsız sendika yöneticisinin DİSK’le yakınlaşmasını sağlıyordu. Bu dönemde pek çok sendikanın katılımıyla DİSK’in üye sayısı 270 bine çıkıyordu. 1975’te Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik’te çalışan 15.000 işçinin sendikalarını belirlemesi için yapılan referandumun Yargıtay tarafından yasaklanması, DİSK’in yükselişinden burjuvazinin ne kadar korktuğunun da bir göstergesiydi.
TKP DİSK üzerinde etkili olmaya başlıyor DİSK üzerinde sosyalist bir partinin yeniden etkin olmasının önü 1975 yılının Mayıs ayında toplanan 5. kongrenin ardından açılır. Üstelik bu sefer DİSK üzerinde etkili olacak parti illegal TKP’dir. DİSK’in bu kongresinde,
Ağustos 2008 • sayı: 41
TİP’in ve DİSK’in kuruluşlarında yer almış ve Almanya’da çalıştığı süre içinde TKP ile ilişkisini geliştirmiş sendikacı İbrahim Güzelce genel sekreterliğe seçilir. Aslında 5. kongrede TKP DİSK yönetiminde ağırlığı ele geçirmiş değildir, fakat TKP kadroları DİSK’in sendikal çizgisini hızla belirlemeye başlarlar. Bu kongreden 1977 yılının sonlarında yapılan 6. kongreye kadar geçen 2,5 yıl, DİSK’in ikinci yükseliş dönemi olur. Bu süreçte DİSK, TKP’li kadroların etkisiyle, çalışma koşullarını ve ücretleri iyileştiren toplu sözleşmeleri hayata geçiren grev mücadelelerinin yanı sıra siyasal taleplerin de yükseltildiği kitlesel mücadelelerin merkezinde yer alır. Grevlerin sayısı artarken, DİSK’e yönelik baskılar ve lokavtların sayısı da artar. 17 Ocak 1975’te İstanbul’da Beko Teknik’te Maden-İş’e geçmek isteyen, 15 Martta İstanbul’da Northern Electric fabrikasında yine Maden-İş’e üye olmak için direniş yapan işçilere polis saldırır. Benzeri pek çok baskı bu yıllar içinde sıradan hale gelir. Genel-İş üyesi 6000 ya da Sosyal-İş üyesi 5000 işçinin SSK işyerlerindeki grevleri gibi pek çok greve de mahkeme ya da sıkıyönetim kararları ile izin verilmez. Ancak sınıf dayanışması güçlü bir biçimde gelişmektedir. Bandırma’da Etibank Sülfrik Asit fabrikasında Petrol-İş’ten ayrılıp DİSK’e bağlı Petrol Kimya-İş’e üye olan 16 işçinin sosyal haklarının kesilmesi üzerine 325 işçi direnişe geçer. Nusaybin’de pamuk tarlalarında çalışan işçilerin direnişini kırmak için getirilen 2 bin işçinin de direnişçilere katılmasıyla, direnen işçilerin sayısı 8 bine yükselir. İstanbul Sungurlar’da 800 işçi 114 gün boyunca kararlı bir direniş sergiler. Türkiye-Irak Petrol Boru Hattında çalışan 800 Baysen-İş üyesi sendika seçme özgürlüğü için direnirken, bu direniş işyerindeki İtalyan işçilerinden de destek görür. Konya’da Maden-İş’e üye olmak isteyen Seydişehir Alüminyum işçilerinin üzerine 26 Aralık 1975’te 150 ülkücü-faşistin ve Türk Metal-İş üyesinin ateş açması ise, gelişen mücadeleler karşısında egemen sınıfın tavrını açıkça ortaya koymaktadır. DİSK, 6 Eylül 1975’te İzmir’de 15 bine yakın, 20 Eylül 1975’te İstanbul’da 40 bin dolayında işçinin katıldığı “Demokratik Hak ve Özgürlükler İçin Mücadele” mitinglerini düzenler. Milliyetçi Cephe hükümetinin siyasal öz-
marksist tutum
gürlükleri kısıtlayan girişimlerine karşı gerçekleştirilen bu mitingler, DİSK’in ekonomik alandaki mücadelelerin sınırlarını aşma gayretinde olduğunu göstermektedir. Nitekim 1976 yılında gerçekleştirilecek olan 1 Mayıs gösterilerinin hazırlıkları da bir yandan başlamıştır. 13 Şubat 1976’da DİSK’in 9. kuruluş yıldönümü ilk kez kitlesel bir şölen ile kutlandı. Can Yücel’in “Hava döndü, işçiden esiyor yel” şiirini okuduğu, çok sayıda sanatçının katıldığı şölende yaptığı konuşmada DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, “Sınıf uzlaşmacılığına ve Amerikan sendikacılığına karşı 13 Şubat 1967 günü kurulan DİSK, kısa süre içinde sayıca gücünün ötesinde bir prestij ve saygınlık kazandı. Bunda en önemli pay, tabanın söz ve karar sahibi olma ilkesinin, sendika içi demokrasinin uygulanmasıydı. Yüzlerce, binlerce bilinçli işçi, gece gündüz ve yorgunluk bilmeden DİSK’e sahip çıktı... Görmediğimiz, tanımadığımız binlerce işçi sınıfı yandaşı DİSK’in yücelmesi için yiğitçe kavga verdiler. DİSK’in adı, işyerleri duvarlarına, İstanbul sokaklarına, yurt toprağına bu kahırlı, sabırlı ve kararlı mücadeleyle kazındı” diyerek, DİSK’in gelişiminin hangi temeller üzerinden sağlandığını anlatıyordu. DİSK’in l Mayıs broşürünün “Önsöz”ünde, “l Mayıs, birleştiğinde dünya emekçilerinin yenilmez gücünü burjuvaziye dayattığı ve tüm çalışanlara örnek olduğu bir gündür, l Mayıs ‘Bahar ve Çiçek Bayramı’ değildir. O gün kırlarda eğlenmeyi, çiçek toplamayı biz burjuvaziye ve sınıf uzlaşmacısı sendikalara, Türk-İş’e bırakıyoruz” deniliyordu. Bu satırları kaleme alan İbrahim Güzelce, DİSK’in örgütlediği ilk kitlesel 1 Mayıs mitingini göremeden 11 Nisan 1976 günü hastalık nedeniyle hayata veda etti. DİSK’in ikinci yükselişinde önemli bir yeri olan Güzelce, 40 bin işçi tarafından uğurlandı. Broşürler, gazeteler çıkararak, İstanbul duvarlarını afişlerle donatarak, komite çalışmaları ve işçi eğitimleri ile yoğun bir biçimde hazırlanılan ilk kitlesel 1 Mayıs gösterisine 100 bine yakın işçi, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” pankartı altında sloganlar ve marşlar söyleyerek katıldı. DİSK önderliğinde gerçekleştirilen bu 1 Mayıs gösterisi, sınıf hareketinin kazandığı ivmenin ve moralin de net bir göstergesi olmuştu. 10 Temmuz 1976’da DİSK, Bursa’da Broşürler, gazeteler çıkararak, İstanbul duvarlarını afişlerle donatarak, komite çalışmaları ve işçi eğitimleri ile yoğun bir biçimde hazırlanılan ilk kitlesel 1 Mayıs gösterisine 100 bine yakın işçi, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” pankartı altında sloganlar ve marşlar söyleyerek katıldı. 1976’da DİSK önderliğinde gerçekleştirilen bu 1 Mayıs gösterisi, sınıf hareketinin kazandığı ivmenin ve moralin de net bir göstergesi olmuştu.
19
marksist tutum
faşistlerce katledilen Maden-İş üyesi ve TOFAŞ işçisi Muammer Çetinbaş’ın öldürülmesini protesto için Bursa Mitingini gerçekleştirdi. İstanbul’dan, İzmit’ten, Ankara’dan, Sakarya’dan gelen on binlerce emekçi faşist saldırıları kınadı. DİSK, l Eylül’de Dünya Barış Gününü, 11 Eylül’de Şili ile Dayanışma Gününü kutlayarak işçi sınıfının uluslararası siyasal sorunlarına ilgisiz kalmadığını gösteriyordu. Anayasa Mahkemesinin 11 Ekim 1975’te iptal ettiği Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasasının Milliyetçi Cephe iktidarı tarafından bir yıl içinde yeniden yasalaştırılmak istenmesi, 1976’da DİSK önderliğinde Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi eylemlerinden birine yol açacaktı. DGM’lerin kurulmasının işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesini engellemeye yönelik olduğunu vurgulayan DİSK, DGM’leri “sınıf mahkemeleri” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak niteliyordu. DİSK’in Yönetim Kurulu ve Başkanlar Kurulu 16 Eylül 1976’da bir bildiri yayınlayarak “Genel Yas” ilan etti. Bildiride, “1. Ülkemizi MC’nin yarattığı karışıklık ve bunalımdan kurtarmak, 2. Hayat pahalılığı artışına son verip emekçi halkımızın yüksek seçim olanaklarına kavuşmasını sağlayacak kapıları açmak, 3. Demokrasiyi açıkça boğazlanmaktan kurtarıp demokratik, sendikal ve siyasal hak ve özgürlükleri koruyup genişletmek, 4. Ve bu nedenle emekçi halkımızın 1977 Genel Seçimleri’nde özgürce oy kullanma ve bu istemleri destekleyen dilediği iktidarı seçme olanağı sağlamak amacıyla... Bu iktidarın anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine ve halktan yana bir iktidarın kurulmasına kadar tüm ülkede Genel Yas ilanı ... kararlaştırılmıştır” deniyordu. DİSK’in kararında, her gün öğleden sonra sessiz matem yürüyüşleri veya mitingleri yapılacağı ve işçilerin eylemler için serbest bırakılacağı açıklanıyordu. Aslında bu, genel grevi yasaklayan burjuva hukukunu delme girişimiydi. 16 Eylül 1976’da DİSK Yönetim Kurulu Taksim Anıtı’na siyah çelenk koyarken, yüz binlerce işçi Türkiye çapında üretimi durdurdu. 16 ve 17 Eylül günlerinde İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya, Adana, Mersin, Diyarbakır, Kayseri, Sakarya ve Balıkesir’de işçiler iş bıraktı. 18 Eylülde direnişe Ereğli Demir Çelik işçileri de katıldı.
Ağustos 2008 • sayı: 41
İstanbul ve Ankara’da otobüs ve temizlik işçileri iş bırakırken, Aliağa ve İpraş Rafinerilerinde, Erdemir, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş ve Renault fabrikalarında üretim durmuş, her yanı “DGM’ye Hayır”, “MC’ye Hayır” sloganları kaplamıştı. Bu gerçekte bir genel grev provasıydı. 27 Eylül 1976’da Ankara’da demokratik kuruluşlar DİSK’in DGM direnişini desteklemek amacıyla bir miting düzenlediler. Aynı biçimde Federal Almanya’da da DİSK’e destek mitingi yapıldı. Bu arada gerek DİSK’in eylemini desteklemek, gerekse işten atılmaları protesto etmek için çok sayıda uluslararası kuruluş ve çeşitli ülkelerin işçi sendikaları DİSK’e destek bildirileri gönderdiler. DİSK, 5 Ekim 1976’da bir açıklama yaparak, “işten atılan tüm DİSK üyelerinin güvence altında” olduğunu belirtti ve bu amaçla olağanüstü toplanan DİSK Genel Kurulu, DİSK Dayanışma Fonunun güçlendirilmesi ve DİSK aidatının arttırılması kararı aldı. DİSK’in DGM direnişine İstanbul’daki Profilo Fabrikası işçileri militan bir biçimde katıldılar. Profilo işvereninin MESS’in talimatı ile 18 işçiyi işten atması üzerine işçiler 22 Eylül 1976’da direnişe geçti. Fabrika polis tarafından kordon altına alındı. 29 Eylülde bini aşkın polis, altı panzer ve gaz bombaları ile işçilere saldırmalarına karşın fabrikayı boşaltamadı. 30 Eylülde polisin ikinci kez giriştiği saldırıda Yakup Keser adlı işçi öldürüldü. Jandarmanın denetiminde 500 işçi polis merkezine götürüldü. Çok sayıda işçi gözaltına alındı, bazıları tutuklandı. DGM direnişi üzerine patronlar yoğun bir baskıya girişmişlerdi. Binlerce işyeri temsilcisi ve işçi işten çıkarılmıştı. Ancak DİSK’in örgütlediği bu direniş tüm kamuoyunu harekete geçirmişti. Yükselen tepki sonucunda burjuvazi, 11 Ekim 1976’da, DGM’leri yeniden açma girişiminden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu arada Sağmalcılar Cezaevinde tutuklu bulunan 6 Profilo işçisi “DGM’yi Ezdik, Yaşasın DİSK” sloganıyla 23 Ekim 1976’da toplanan DİSK Genel Temsilciler Meclisine bir telgraf gönderdiler. Telgrafta şöyle deniyordu: “Bir Yakup ölmüş, bin Yakup var savaşacak. Bu olay ne ilktir ne de son. İşçi sınıfımızın mücadele tarihinde bu gibi olaylar çoktur. Binlerce işçi kardeşimiz vurulmuş, işkencelere tâbi tutulmuş, ama hâkim sınıfların baskılarına rağmen sınıf mücadelesi durMC iktidarının DGM’leri yeniden kurmak istemesi, 1976’da DİSK önderliğinde Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi madan ilerlemiştir. Profilo olayları neticesinde biz eylemlerinden birine yol açacaktı. 6 işçi temsilcisi tevkif edildik. Ama biliyoruz ki, ne işkenceler ne hapishaneler bizleri yıldıramaz. Tam tersine sınıf mücadelesini pekiştirir. Hapishaneler bizler için birer okuldur ve bizler bu okulda bulunmaktan dolayı gurur duyuyoruz... Kahrolsun Faşizm.” Bu militanlaşma düzeyi 1960’lardaki mücadeleciliği fersah fersah aşıyordu. TKP her türlü oportünizmine rağmen işçileri siyasal meseleler konusunda da mücadeleye sevk etmişti. Yükselen bu mücadele hattı artık daha çok sendikayı ken-
20
Ağustos 2008 • sayı: 41
marksist tutum
matik görüşleriyle paralellik içeren Ulusal Demokratik Cephe (UDC) çağrısı yapması bu kesimleri derhal harekete geçirdi. Türkler, UDC çağrısında şöyle diyordu: “Milliyetçi Cephe işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) içinde bir araya gelmeleri ve UDCyi güçlendirYeni sendika katılımları ve DİSK üyesi sendikaların yeni üye meleri acil bir görev ve zorunluluktur... kazanımları ile DİSK’in üye sayısı 1977 sonunda yarım milyona Demokrasi düşmanlarınca yaratılan bu cepheulaşacaktı. leşmenin Demokrasi Bölümü’nde CHP’nin gerekli yerini alması, işlev ve görevlerini daha somut biçimde disine çekiyordu. Yeni sendika katılımları ve DİSK üyesi yerine getirmesi önemli bir zorunluluk haline gelmiştir.” sendikaların yeni üye kazanımları ile DİSK’in üye sayısı UDC çağrısının büyük yankı yaratmasının ardından 1977 sonunda yarım milyona ulaşacaktı. CHP yanlısı sendikacılar Kemal Türkler’i eleştirmeye başAncak yönetiminde CHP’lilerin ağır bastığı bazı sendiladılar. DİSK Yürütme Kurulu “4’ler”, “3’ler” olarak ikiye kaların DİSK’e katılımları, sonraki dönemlerdeki gelişmeayrıldı ve Yönetim Kurulu yeni bir genel sekreter atadı. lerin de göstereceği üzere, gerçekte bunların militanlaşan Basında, “DİSK’te iki başlı yönetim” başlıkları kullanılıbir sendikal anlayışa sahip olmalarından kaynaklanmıyoryordu. Yoğun tartışmalardan, karşılıklı suçlamalardan sondu. Aslında DİSK’in yeni yönelimi burjuvaziyi oldukça ra, konfederasyon içindeki diğer gruplarla işbirliği yapan ürkütmüştü ve bu gelişmenin önünü, tüm diğer uygulaGenel-İş başkanı Abdullah Baştürk öncülüğündeki CHP’li maların yanı sıra DİSK’i içerden ele geçirme yoluyla da grup, olağanüstü genel kurula gidilmesini sağladı. DİSK kesmeyi deneyecekti. Yeni üye olan sendikalardan Genel6. genel kurulu 22-29 Aralık 1977 tarihleri arasında İş’in 120 bin, Oleyis’in 23 bin üyesi vardı. Bu durumda İstanbul’da yapıldı. Toplantıya 35’i doğal, 361 delege katıGenel-İş DİSK’teki en büyük sendika haline geliyor ve lıyordu. Bunların 100’ü Genel-İş, 64’ü Maden-İş delegesiykonfederasyon içinde CHP’lilerin ağırlığı artıyordu. di. Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk’ün DİSK Genel Ancak ipler henüz DİSK içerisindeki TKP’li kadroların Başkanlığına, genel kuruldan bir ay öncesine kadar Kemal elinden kaçmamıştı. Türkler ekibiyle birlikte davranan Fehmi Işıklar’ın DİSK TKP’nin oportünist politikalarının uzantısı olarak, Genel Sekreterliğine seçildiği 6. genel kurul TKP’li kadroDİSK, 21 Şubat 1977’deki genel seçimlerde CHP’yi desların etkisinin büyük ölçüde kırılmasıyla sonuçlandı. tekleyeceğini açıkladı. Ancak mücadeleci anlayışta henüz Bu kongre DİSK tarihinde önemli bir dönüm noktası bir geriye düşme söz konusu değildi. Bu perspektifle oldu. İkinci yükseliş dönemi için son artık başlamıştı. DİSK 1 Mayıs 1977’ye hazırlanmaya başladı. Aylar önceKongrenin seçtiği yeni yönetim, geçmiş yönetimin önemli sinden başlayan yoğun bir çalışma sonucunda Türkiye’nin sorumluluk ve yetkiler verdiği birçok TKP’li uzmanın işidört bir yanından gelen 500 bin dolayında emekçi ne son vermekle mesaisine başladı. Ancak bu durum da Taksim’de toplandı. On binlerce işçi “141-142’ye Hayır”, henüz bir bütün olarak DİSK’in CHP’lileştiği anlamına “Faşizme Geçit Yok”, “İşçiyiz Güçlüyüz, Devrimlerde Öngelmiyordu. cüyüz” sloganlarını haykırarak ve demokratik taleplerini dile getirerek alana girdi. Ancak, bu 1 Mayıs’a hazırlanan (devam edecek) sadece işçiler değildi. Burjuva devletin gizli birimleri l Mayıs’ı kana bulayarak 37 kişiyi katledecek, yüzlerce işçi yaralanacaktı. ––––––––––––––––––––––––
CHP’nin DİSK yönetimini ele geçirmesi ‘77 1 Mayıs’ının görkemli gösterisine saldırarak meydanı boş bırakmayacağını ve saldırılarını arttıracağını ortaya koyan burjuvazi bir yandan da DİSK’e içerden saldırmak için fırsat kolluyordu. Nitekim DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in 28 Temmuz 1977’de, TKP’nin progra-
1
Çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığının istatistiklerinde bile 1970 yılında grevlerde kaybolan gün sayısı 220.189 iken 1971’de iki katından fazla artarak 476.116’ya, 1972’de 659.362’ye, 1973’te ise 671.135’e yükselir.
2
1974 yılında greve katılan toplam işçi sayısı 25.546 oldu. 1973 yılında bu sayı 12.286 idi. Grevde kaybolan gün sayısı ise 1973’te 671.135 iken 1974’te neredeyse iki katına çıkıp 1.109.401’a yükselmişti.
21
“Zaman Aşımı” Sizi Kurtaramayacak! Adil Aksu
G
ereği düşünüldü… “Devletimiz suçsuzdur!” Bu sözler 27 Haziran günü Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesinde 19 Aralık davasına atfen sarf edildi. Tarihe kanlı bir katliam olarak geçen 19 Aralık saldırısı hakkında açılan davalardan biri “zaman aşımı” nedeniyle sonuçlandırılmadan rafa kaldırıldı. Şimdilik katliamcılar aklansa da, eli kanlı, baskıcı, zorba devlet ve onun emrindeki burjuva hukuku hiçbir zaman işçi sınıfının mücadelesinde zaman aşımına uğramayacak ve aklanmayacaktır. Hatırlanacağı gibi 1999 sonrası dönemde başında Ecevit’in bulunduğu hükümet, hapishanelerdeki devrimci tutsaklara yönelik bir karalama kampanyası başlatmıştı. Medyanın kuyruklu yalanlarıyla toplum, gerçeklerden bihaber, söylenenlere inandırılıyordu: “Hapishanelerde devlet otoritesi kalmadı, cezaevlerine teröristler ağır makineli silahlar yerleştirdi, koğuşlarda kim var kim yok belli değil”! Oysa o dönemde Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk 19 Aralık katliamının sonrasında, “bu operasyonun planının bir yıl önceden yapıldığını” itiraf edecekti. Devlet, artık yapımı bitme aşamasında olan F tipi hücrelere devrimcileri sokmak için planlı bir saldırı içindeydi. Aylarca süren karalama kampanyalarının ardından, adına “Hayata Dönüş” denilen katliam planı hazırdı. Hapishanelerde burjuva devlet otoritesini sağlamak, devrimci tutsakların cezaevindeki örgütlülüğünü dağıtmak ve devrimcileri yalnızlaştırmak için F tipi katliamı planlandığı gibi uygulanacaktı. Katliamdan önce devrimci tutsaklar devletin bilinçli bir katliama hazırlandığını topluma duyurmak için son çare olarak bedenlerini ölüm orucuna yatırmışlardı. F tipi hapishanelerin bir ölüm kampı olduğunu her fırsatta dile getiriyorlardı. Dönemin hükümetinin asıl yapmak istediğinin hapishanelerdeki devrimci örgütlülük, dayanışma ve komün hayatını yok
22
etmek olduğunu, buna izin vermeyeceklerini haykırıyorlardı. Burjuvazinin zorbalığını güçlendiren en büyük etken sınıf mücadelesinin dibe vurmuş olmasıydı kuşkusuz. Hapishanelerdeki, fabrikalardaki, okullardaki ve hatta hukuktaki durumu belirleyen en büyük etken, sınıf mücadelesinin düzeyidir. Uzun bir dönemdir örgütsüz, dağınık ve mücadeleden uzak kalan işçi sınıfı burjuvazinin dört yandan gelen saldırılarının hiçbirine karşı koyamadı. 12 Eylül sonrasında toplum korku, yıldırma ve teslim alma metotlarıyla sindirilmişti. TC devleti ilk saldırıyı 26 Eylül 1999’da Ankara Ulucanlar hapishanesinde gerçekleştirdi. Hrant Dink cinayetindeki sorumluluğuyla gündeme gelen Jandarma Albay Ali Öz’ün komutasında gerçekleştirilen bu saldırıda 10 devrimci katledildi, onlarcası ağır şekilde yaralandı, yüzlercesi işkenceden geçirildi. İkinci saldırı 2000 yılının Temmuz ayında Burdur ve Bergama cezaevlerine yapıldı. Son saldırı ise 19 Aralık 2000’de 20 hapishaneye eş zamanlı gerçekleşti. Burjuvazi, sabahın dördünde, savunmasız devrimci tutsaklar üzerine kurşunlar, bomDevletin 19 Aralık 2000 günü sabahın dördünde 20 hapishaneye eşzamanlı yaptığı saldırıda, savunmasız devrimci tutsakların üzerine kurşunlar, bombalar, kimyasal silahlar yağdırılarak korkunç bir vahşet gerçekleştirildi.
balar, kimyasal silahlar yağdırarak katliam yaptı. 30 devrimci diri diri yakıldı, kurşunlandı. Katliam bittiğinde “başardık” diye demeçler verildi. Tutsakların “devlet malına zarar verdikleri” iddiasıyla açılan davalar derhal sonuçlandırılırken, devletin gerçekleştirdiği katliama ilişkin olarak açılan tüm davalara çeşitli engeller çıkartıldı. Devrimci tutsakların açtığı en son dava da “zaman aşımı” nedeniyle düştü. Bu dava Bayrampaşa Cezaevinde devrimci tutsakları katleden, diri diri yakan, işkence yapan 1460 görevli hakkında açılmıştı. 8 yıl boyunca, o gün görevde olanlara ulaşmak, ifade almak, duruşmalara katmak ve sorgulanmalarını sağlamak konularında hiçbir girişime izin verilmedi. Aksine, aynı dönemde Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun, 2004 yılında “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirildi. Katliamdan sonra devrimci tutsaklar F tiplerine karşı
mücadelelerini ölüm oruçlarıyla sürdürmeye devam ettiler. 2007 yılına kadar 122 devrimci yaşamını yitirdi. Avukat Behiç Aşçı’nın da katıldığı son eylem, 2007 yılında devletin kısmi tavizleriyle sonlandırıldı. Ancak bu kısmi tavizler hayata geçirilmediği gibi, baskılar daha da ağırlaşarak devam ediyor. Kapitalist sistemde tarafsız, soyut, sınıflar üstü hiçbir kurum veya yasa olamaz. Bu sistemde, ordusu, mahkemeleri ve hukuku ile devlet, sömürücü sınıfın çıkarlarını korumak için vardır. Hukuksuzluğa, baskı ve katliamlara karşı verilecek mücadele ancak işçi sınıfının örgütlü, militan devrimci mücadelesiyle başarıya ulaşılabilir. Burjuvaziden işlediği tüm suçların hesabını devrimci işçi sınıfı soracak. İşçi sınıfı zaman aşımına bakmaksızın “suçlusunuz” diyerek tüm sorumlulara hak ettikleri cezayı verecektir. Ve devrimci işçi sınıfı burjuva gericiliğinin utanç sembolleri olan zindan duvarlarını da yerle bir edecektir.
Savcıya Göre “DTP’lileri Öldürün” Sözü Suç Değil!
G
eçtiğimiz gün yerel bir gazetede yayınlanan bir haber, Kürtlerin mücadelesine karşı yapılan uygulamalar, söylenen sözler söz konusu olduğunda yasaların askıya alındığını, hatta her türlü söz ve eylemin serbest bırakıldığını bir kez daha gösterdi. Bolu Ekspres gazetesinin yazarı Işın Erşen’in 7 Ekim 2007 tarihli yazısının başlığı “Türk, işte düşmanın” idi. Baştan aşağı faşist bir yaklaşımla kaleme alınan bu yazıda, DTP milletvekillerinin, MYK üyelerinin ve belediye başkanlarının isimleri tek tek sıralanarak “sivil yurtsever” unsurlara hedef gösteriliyordu. Aynı yazıda “bir bizden, beş sizden”, “Artık kangren olmuş uzuv veya uzuvların kesilip atılma zamanı gelmiştir” ifadeleri de kullanılıyordu. Açıkça hedef gösterme ve ölüm tehditlerinin bulunduğu yazıya tepki gösteren DTP’liler, 24 Kasım 2007 tarihinde Bolu Cumhuriyet Savcılığına “Basın yoluyla hakaret, suç işlemek için alenen tahrik, halkı kanunlara uymamaya tahrik” gerekçeleriyle suç duyurusunda bulundular. Savcılıksa, altı ay boyunca sürdürdüğü soruşturmanın ardından yazıda suç unsuru olmadığını belirterek takipsizlik kararı verdi. Savcılık, Erşen’in yazısında suç unsuru bulamayarak, yazıyı “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirdi! Kürt illerinde ve Irak Kürdistanı’nda askeri operasyonlar yoğun bir şekilde sürdürülürken, ülke içinde de Kürtlere dönük baskılar iyice yoğunlaştırılmış durumda. Kürtlerin ekonomik, demokratik ve siyasal haklarının genişletilmesi talepleri, en iyi ihtimalle 301. madde kapsamında hapis cezalarıyla sonuçlanan davaların açılmasına neden olabiliyor. “Ana dilimizde konuşmak istiyoruz” talebiyle yapılan eylemler, söz konusu olan dil Kürtçe ise en ağır polisiye uygulama-
larla engellenebiliyor. Savcının savunduğu “düşünce ve ifade özgürlüğü” anlayışı, bugüne kadar yaşanan olaylarda yargının ne kadar taraflı olduğunu gösteriyor. Hrant Dink katledildiğinde, düşünce ve ifadelerinden dolayı 301. maddeden yargılanıyordu. Oysa hiçbir yazısında kimseyi birilerini öldürmeye çağırmadı. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e, Kürt sorununun çözülmesi gerektiğini söylemesi ve Kürtçe konuşması gerekçeleriyle birçok dava açıldı. Siirt Belediye Başkanı, Belediyede Siirtlilere Kürtçe hizmet verildiği için görevden alındı… TC devletinde bu tür uygulamalar olağan hale gelmiştir. Burjuva düzen altında demokrasi egemen sınıfın demokrasisidir ve kendi sınıfının çıkarlarına uymayan talepler şiddetle bastırılır. 1 Mayıs, Newroz, 1 Eylül Dünya Barış Günü gibi mitinglerde, hakları için mücadele eden işçilerin grev ve direnişlerinde, polis devleti, copunu, gazını, sopasını Kürtlerin ve işçilerin kafalarından ve sırtlarından eksik etmiyor. İşçi sınıfının ve Kürt ulusunun demokratik taleplerinin gerçekleşebilmesi, demokrasinin sınırlarının genişlemesi, egemen sınıf tarafından kendiliğinden bahşedilmeyecektir. Bütün dünyada demokrasinin sınırlarının sermayeyi ve onun düzenini korumak üzere daha da daraltıldığı görülmektedir. Kapitalistler bir sabah uyandıklarında, başlarına taş düşmüş misali “emekçilerin ve ezilen ulusların haklarını genişletelim” demeyeceklerdir. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu sınırların genişlemesi, işçi sınıfının örgütlülüğüne, mücadele bayrağını daha da yükseltmesine bağlıdır. Marksist Tutum okuru bir genç
23
Tarihsel Çıkışsızlığın İ G
ünümüzde kapitalizmin derin bir sistem krizi içinde kıvrandığını gözler önüne seren pek çok gösterge mevcut. Ekonomik durum krizsiz kapitalizm olamayacağını açıklayan Marksizmi doğruluyor. Finans zirveleri krizi ertelemeye, bankaları ya da kredi kurumlarını kurtarmaya çalıştıkça da kriz daha yıkıcı hale getirilmiş oluyor. Yalnızca Amerika’da Merkez Bankası 5,3 trilyon dolar kredi yükü taşıyan iki dev konut finansman şirketini kurtarma operasyonunu başlattı. Durgunluktan kaçabilmek ve tüketimi canlı tutabilmek için sihirli bir güç gibi kullanılan kredi mekanizması, borçların geri ödenememesi nedeniyle orasından burasından çatırdıyor. Çeşitli kereler vurguladığımız gibi, alabildiğine şişirilen balonun nihayetinde patlaması kaçınılmazdır. Finans sektöründen başlayarak sanayi kesimine sıçrayacak büyük çöküşlerin eşiğindeyiz. IMF, OECD, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların uzmanları, dünya ekonomisinde daha şimdiden gelişkin kapitalist ülkelerden başlayan çok ciddi duraklamaların yaşandığını belirtiyorlar. Merkez Bankalarının faiz oranlarıyla oynayarak veya batma tehlikesi geçiren büyük firmalara kredi pompalayarak durgunluğu savuşturma çabaları nedeniyle henüz krizin esas boyutlarının hissedilemediği ve asıl felâketlerin 2009 yılında cereyan edeceği söyleniyor. Günümüzde neredeyse yaşamın tüm temposunu belirleyecek hale gelen ekonomi haberleri aşağı yukarı hep bu doğrultudadır. Yaşanan ve daha da yaşanacak olan ekonomik krizin sarsıcı boyutları üzerine yapılan tahminler giderek daha da karamsar tabloların çizilmesine neden olmaktadır. Kapitalizmin günümüzde sürüklendiği sistem krizi, 1929’larda yaşanan Büyük Depresyon döneminin ürkütücü anılarını bizzat burjuva kamp içinde de fazlasıyla canlandırıyor. Ekonomik alanda düzen yanlılarını endişeye sevk eden gelişmelere, siyasal alanda da ardı arkası kesilmeyen istikrarsızlıklar eşlik ediyor. Zaten genel bir kuraldır, sarsıntılı
24
Kapitalist toplum onu savunanların çıkardığı t tarihsel bir çıkmaza sürüklenmiştir. Daha önce ölüm çanları şimdi kapitalizm için çalıyor. Ma üretim ilişkileriyle üretici güçler arasında tırmandırmıştır. Gençlik ve gelişme dönemlerin kapitalizm, ideolojisiyle de ancak köhnemiş eğilimler su
dönemler diplere itilenlerin su yüzüne çıkmasına neden olur. Nitekim pek çok kapitalist ülkede siyaset sahnesi çeşitli türden yolsuzluk söylentileri, skandallar ya da entrikalarla sarsılıyor. Burjuva düzenin görece istikrarlı dönemlerindeki olağan işleyiş kesitleri yavaş yavaş geride kalmaktadır. Dünya politikası da artık giderek yaygınlaşma eğilimi arz eden emperyalist paylaşım savaşlarının ateşleri altında biçimleniyor. Tüm bu gelişme ve olguların yanı sıra, kapitalizm ideolojik alanda da küresel düzeyde yaygınlaşan bir çürümenin sayısız yansımasını gözler önüne seriyor. Kapitalist toplum onu savunanların çıkardığı tüm kuru gürültüye rağmen, artık gerçekten de tarihsel bir çıkmaza sürüklenmiştir. Daha önce başka toplumsal formasyonlar için çalmış olan ölüm çanları şimdi kapitalizm için çalıyor. Marksizmin kanıtladığı üzere, kapitalist gelişme üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkiyi nicedir katlanılmaz boyutlara tırmandırmıştır. Gençlik ve gelişme dönemlerine özgü parlak yükseliş potansiyellerini yitiren kapitalizm, ideolojisiyle de ancak köhnemiş bir toplumsal sisteme yaraşır yaklaşım ve eğilimler sunmaktadır.
Nereden nereye? Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş dönemine genelde burjuva demokrasisinde ve reform politikalarında bir genişleme eğilimi eşlik etmişti. Çeşitli ülkelerde kitlelerin yaşamında gerçekleşen görece düzel-
İdeolojik Yansımaları Elif Çağlı
tüm kuru gürültüye rağmen, artık gerçekten de başka toplumsal formasyonlar için çalmış olan arksizmin kanıtladığı üzere, kapitalist gelişme aki çelişkiyi nicedir katlanılmaz boyutlara ne özgü parlak yükseliş potansiyellerini yitiren ş bir toplumsal sisteme yaraşır yaklaşım ve unmaktadır.
me, burjuva düzen çerçevesinde geleceğe dair umutlar yaratmıştı. Bu koşullara paralel olarak, o dönemlerde burjuva ideolojisi de, mevcut düzeni sorgulamaksızın geleceğe güvenen bireyin iyimser ruh halini besleyen biçimlere bürünmüştü. Örneğin Amerikan emperyalizminin dünyayı etkileyen muazzam film sanayiine egemen eğilimler bu durumu kanıtlıyordu. O yıllar boyunca Hollywood veya benzeri muazzam ideolojik aygıtlar, kapitalizmin savaş sonrasındaki tatlı yükselişini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu “güven” ve “istikrar” duygusunu kitlelere aşılayan ürünler üretmekle meşguldü. Ne var ki, 70’li yıllara doğru kapitalizmin bu tatlı yükseliş dönemi sona ermeye başladı. Düzenin kıyılarını, burjuvaziyi geleceğe dair endişeye sürükleyen bir uzun dalga istila etmekteydi. Ekonomik alanda enflasyon, işsizlik, durgunluk, kriz gibi kapitalist hastalıklar peş peşe ve giderek daha endişe verici biçimde nüksetmeye koyuldu. Değişen koşullar nedeniyle kapitalizmin ideolojik aygıtları da, zamanla çok daha büyük ölçeklerde bir korku ve endişe toplumu yaratmaya odaklandılar. Nitekim Amerikan film sanayii geçmiş dönemlerin Hollywood romanslarını çöpe atıp, genç nesilleri neredeyse daha bebekliklerinden itibaren kitlesel katliam görüntülerine alıştırıp duyarsızlaştıran “teknolojik ürünler” üretmekte ustalaştı. Günümüzde artık çok açık hale gelmiş bulunan bir gerçeklik var. Geniş emekçi kitleler kapitalizm altında kendilerini bekleyen parlak ve mutlu bir gelecek olmadığı-
nı sezdikçe, kapitalizm de “benden sonra tufan” zihniyetiyle her alanda kitlelere karşı saldırıyı yükseltiyor. Burjuva ideolojisi, düşünen, sorgulayan, geçmişini bilen ve geleceğini yaratan insanı ortadan kaldırma hırsıyla genç nesilleri azgınca kuşatmaya alıyor. Çürüyen kapitalizm iktidarını artık neredeyse sadece olumsuzluklar ve yok edicilik üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır. Çünkü küresel bir sistem düzeyine yükselen kapitalizm, beri yandan da toplumu olumlu sayılabilecek değerler üzerinden ileriye taşıyacak gücü ve olanağı tarihsel olarak tamamen yitirmiştir. Dünyadaki eğlence sanayii üzerinde hegemon konuma sahip Amerikan emperyalizminin durmadan “Terminatör” ya da “Kıyamet” senaryolu filmler üretip piyasaya sürmesi tesadüf eseri değildir. Bu ve benzeri gelişmelerin tümü, kapitalizmin tarihsel çıkmazıyla bağıntılı ideolojik yansımalardır. Burjuva ideolojisinin açıkça mevcut düzeni savunan kaba biçimlerinin yanı sıra, radikal muhalif görünen sinsi ve ince biçimleri de vardır. Örneğin Soros gibi büyük finans patronlarının, genelde genç kuşakların duyarlı oldukları çevre sorunları gibi kimi sorunlara sahip çıkar görünüp büyük kampanyalar yürütmelerinin ardında da bir bityeniği aranmalıdır. Gerçi kapitalizmin gezegenimiz üzerindeki canlı yaşamı tehdit eder boyutlarda ciddi çevre sorunları yaratmış olduğu son derece açık bir gerçektir. Bu, devrimci Marksizmin de üzerinde önemle durduğu ve kapitalizme karşı mücadele kapsamında yaşamsal ve ivedi bir sorun olarak kitlelere kavratmaya çalıştığı bir konudur. Ama hangi siyasal sorun ya da toplumsal sorun ele alınırsa alınsın, analizler ve çözümler arasında her zaman sınıfsal bakış açısından kaynaklanan farklılıklar vardır ve olması da gerekir. Kapitalizmin dünyamızı bir yok oluşa sürüklediği gerçeği, artık bu düzenle mücadelenin nafile olduğu ya da yaşamın bu sömürü düzeninin pisliğinden temizlenemeyeceği anlamına gelmez. Devrimci Marksistlerin kitabında ger-
25
marksist tutum
çeklerden kaçmak yazmadığı gibi, tehditleri son derece abartılı biçimde algılatarak kitlelerin kendi mücadelelerine inançlarını köreltmek de yazmaz. Toplumsal yaşamdaki tehditleri fırsatlara dönüştürmeye çalışmak, devrimci Marksizmin mücadele anlayışını yansıtır. Tehditleri kitlelere, mevcut durumu kökten değiştirmek için artık pek de umut kalmadığı ve ancak küçük iyileştirmelerle yetinilmesi gerektiği şeklinde kavratmaya çalışmak ise burjuva reformizminin özelliğidir. Devrim ve reform yolu arasındaki muazzam fark, yalnızca hemen akla gelebilecek siyasi strateji ve taktiklere dair sorunlarla sınırlı değildir. Bu sorunlardan başlayıp çevre sorunlarına dek, tüm sorunların ele alınış tarzı ve çözüm yollarındaki farklılıklar son tahlilde sınıfsal çıkarların farklılığından kaynaklanır. Günümüzde burjuva ideolojisi çeşitli argümanları kullanarak genç kuşakları ve “bilimsel” konular söz konusu olduğunda da öncelikle okumuşları avlamaya çalışmaktadır. Çeşitli cinsten burjuva ideolojik yaklaşımların ortak paydası, kitleleri kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunları ortadan kaldırabilecek yegâne araç olan devrimci mücadeleden uzak tutmaktır. Bu yolda burjuva yaklaşımlar arasında önemli farklılıklar olabilmekte veya dönemden döneme argümanların niteliği de değişebilmektedir. Örneğin 80’lerde neoliberalizm kılığına bürünmüş burjuva ideolojisinin amacı, dikkatleri tamamen bireyselliğe çekmekti. O dönemlerde gençler cinsellik, psikolojik sorunlar ya da borsada oynayıp köşeyi dönme hayalleriyle avlanmaya çalışıldı. Daha sonra bu argümanlar bayatlamaya yüz tuttu yahut borsa hayallerinde olduğu gibi yaşamın gerçekleri karşısında tutunamayıp çöktü. Genç kesimlerde tekrar düzene karşı muhalif duygular uyanmaya başladığında, burjuva ideolojisi bu kez de liberal ya da reformcu kılıklara bürünerek devreye girdi. Burjuva ideolojisinin bu çeşitlemeleri, bireyciliğe tapınmaktan toplumsal muhalefet konumuna kaymakta olan genç kuşakların devrimci mücadeleden uzak tutulması ereğine uygundur. Genç insanlar çeşitli araç ve yöntemlerle devrimci mücadele dışındaki bir alana hapsedilmeye çalışılmaktadırlar. Bu araç ve yöntemlerin neler olduğu ya da olabileceği gibi konulara kafa yorarken, gençlik içindeki sınıfsal ayrımların yaratacağı farklılıkları da atlamamak uygun düşer. Örneğin okumuş gençlik kesimi
26
Ağustos 2008 • sayı: 41
yeni teknoloji ürünlerine bağımlı hale getirilmekte ve devrimci örgütlenmenin klasik yöntemlerinin günümüzde artık bir işe yaramayacağı argümanlarıyla paralize edilmektedir. Burjuva reformizmi bu kapsama giren gençleri, gerçek bir örgütlülüğe dayanmayan ve diyelim internet üzerinden haberleşmeyle yürüyen tipte eylemlerle yetinme noktasına sürüklemektedir. Beynini çalıştırmak isteyen genç insanların önüne “öncelikli konular” olarak hep fizik, kimya, genetik mühendisliği vb. alanına giren spesifik konular sürülmekte, toplumsal sorunlar ve siyaset ise çaktırmadan daima ikinci plana itilmektedir. Fakat atlamayalım, gençlik içindeki sınıfsal farklılıklar da işte bu gibi noktalarda tüm çarpıcılığıyla ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu değindiğimiz argümanlar, sefalet ücretleriyle uykusuz geceler ve bitmeyen günler boyunca çalışan ve ekmek parasını kazanmak dışındaki konuları düşünmeye mecali kalmamış gençlere bilinmeyen dünyalar kadar uzaktır. Ancak burjuva ideolojisinin bu gençleri avlayacak argümanları da eksik değildir. İşçi sınıfının gençliği de işsizlik korkusunun kırbacıyla dövülür, sınıf kardeşlerini ezerek yükselme hırsıyla yozlaştırılır, sınıf atlama düşleriyle düzene bağlanır. Burjuvazi yine ideolojik aygıtların, medyanın marifetiyle diğer bir önemli konuda da gerçekliği ters yüz etmektedir. Kitleleri uyuşturarak, korkutarak, aptallaştırarak felçleştirip mücadeleden alıkoymak amacını güden tüm ideolojik ürünler, “genç kuşaklar bunları beğeniyor”, “kitleler öyle istiyor” yalanlarına ambalajlanıp piyasaya sürülmektedir. Oysa kapitalizm, elinin altındaki tüm teknolojik olanakları da kullanarak, insanların beğeni ve isteklerini kitlesel ölçekte belirlemekte, kontrol etmekte ve yönlendirmektedir. Kapitalizmin bu bağlamda bugün geldiği nokta, toplumda egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirlerinden başka bir şey olamayacağını söyleyen Marksizmi fazlasıyla doğruluyor. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, işçi-emekçi kitlelerin kendiliğinden mücadelesi kapitalist düzeni alt etmek için hiçbir zaman yeterli olamamıştır ve olamaz da. Fakat yine de bu “kendiliğindenliğin” ne ölçüde burjuva ideolojisinin etkisi altında olduğu zamana ve zemine göre değişebilen bir şeydir. 20. yüzyılın başlarında veya iki büyük emperyalist savaş arasındaki yıllarda görüldüğü üzere, pek çok ülkede kitlelerin devrimci fikir ve mücadelelerin etki-
Ağustos 2008 • sayı: 41
leyici gücüne kapıldığı tarihsel kesitler vardır. Böylesi dönemlerde burjuva ideolojisinin egemen konumu sarsılır. En kendiliğinden görülen bir kitle eyleminin bile, işin aslında devrimci fikir ve mücadelelerden etkilenmiş olma olasılığı bir hayli yükselir. Günümüz koşullarında ise, tam tersine, en “kendiliğinden” olduğu sanılan bir sol muhalefetin altından bile yoğun bir burjuva etkisi sızmaktadır. Dönemler arasındaki büyük fark işte bu gibi noktalarda aranmalıdır. Devrimci analiz her zaman Marksizmin bilimsel yöntem ve yaklaşımları temelinde somut gerçekliğin kavranmasına odaklanmak zorundadır. İsabetli durum değerlendirmeleri ve devrimci taktik üretimi de ancak bu sayede sağlıklı biçimde sürdürülebilir. Geçmiş dönemlerin farklı tarihsel koşullarına dayanan kimi çıkarsamaların değişmez bir kalıp gibi günü aydınlatmasını beklemek, dogmatizme sürüklenmek anlamına gelir. Bugünün dünyasında egemenlere karşı mücadele hiçbir alanda kendiliğindenliğe terk edilemez. Devrimci bilinç ve örgütlenme olmaksızın, işçi kitleleri kapitalizmin ve onun ideolojisinin esiri olmaktan bir nebze olsun kurtulamayacaklar. İşçi sınıfının devrimci potansiyelinin ancak öncü bir örgütlülük sayesinde dünyayı değiştirecek güce dönüşebileceği şimdi çok daha kuvvetli bir gerçek. Buna rağmen, devrimci öncü örgütlenmelerin artık zamanı geçti diyerek kendiliğindenliğe tapınmayı marifet addedenler var. Etiketleri her ne olursa olsun, bunlar burjuva ideolojisinin etkisi altında biçimlenen kitlelerin kuyruğundan sürüklenmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar. Devrimci bilinç ve örgütlenme olmaksızın, işçi kitleleri kapitalizmin ve onun ideolojisinin esiri olmaktan bir nebze olsun kurtulamayacaklar. İşçi sınıfının devrimci potansiyelinin ancak öncü bir örgütlülük sayesinde dünyayı değiştirecek güce dönüşebileceği şimdi çok daha kuvvetli bir gerçek. Buna rağmen, devrimci öncü örgütlenmelerin artık zamanı geçti diyerek kendiliğindenliğe tapınmayı marifet addedenler var. Etiketleri her ne olursa olsun, bunlar burjuva ideolojisinin etkisi altında biçimlenen kitlelerin kuyruğundan sürüklenmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar.
Kriz dönemi ideolojisi Siyasal ve toplumsal yaşamda hiçbir şey bir çırpıda değişmiyor. Olağan burjuva rejimlerden olağanüstü burjuva rejimlere geçiş de bir süreci ve bu süreç boyunca gerçekle-
marksist tutum
şen değişimleri kapsıyor. Bugün pek çok ülkede yaşandığı üzere, parlamenter işleyişlerden bir polis devletine tedrici geçişler, gündelik yaşamın telâşı içinde koşturan kitleler tarafından çoğu kez fark edilmiyor bile. Kapitalizmin tüm tarihi boyunca egemenler, kitlelerin başına ilerde nice belâlar açacak değişim süreçlerini yürütebilmek için, örgütsüz olduklarında kitlelere egemen olan genel dikkatsizlik durumundan ve hafızasızlıktan yararlandılar. Bu açıdan modern zamanlarda da değişen bir şey yoktur. Günümüzde Avrupa’nın en demokratik geçinen ülkelerinde bile polis devleti uygulamaları yaygınlaştırılmaktadır. Burjuva ideolojisi yalnızca parlamenter düzendeki kesintilere alışmış Türkiye gibi ülkelerde değil, demokratik biçimlerin yerleştiğine inanılan gelişmiş kapitalist ülkelerde de kitleleri olağanüstü koşullara hazırlayacak sinsi biçimlere bürünmektedir. Amerika’sından İngiltere’sine dünya ideolojik iklimini belirleyen emperyalist ülkeler, derin sistem krizi dönemlerine özgü olağanüstü yöntem ve araçlar üretip dolaşıma sokmaktadırlar. Örneğin burjuva demokrasisinin beşiği olarak bilinen İngiltere, tam bir polis devleti olma yolunda dörtnala hızla ilerliyor. Genelde tüm Avrupa ülkelerinde, özellikle ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırıları bahanesiyle düğmeye basmasından bu yana ırkçı saldırılar yükseltiliyor. Kitlelerin mücadelesini boğmaya yönelik yasalar, göçmenleri ve göçmen işçileri dışlayıcı uygulamalar hazırlanıp yürürlüğe konuyor. Diğer dönemlerde gündelik yaşamın olağan bir parçası kabul edilen olaylar, şimdilerde burjuva medya tarafından bir felâket senaryosu şeklinde sunularak baskıcı yasaların çıkartılması için kamuoyu oluşturuluyor. Yine somut bir örnek vermek gerekirse, İngiltere’de uzun yıllardır adi vakalar kapsamında kabul edilen bıçaklama olayları şimdi topluma neredeyse örgütlü terörist eylemler şeklinde algılatılmak isteniyor. Böylece polisin vatandaşları istediği an istediği biçimde aramasının, telefonları dinleyip kitle iletişim kanallarını denetim altına almasının önü açılıyor. Tüm bu gelişmeler açıkça gösteriyor ki, 21. yüzyıla derin bir sistem krizi eşliğinde giriş yapan kapitalizmin ideolojik alanda da cephaneliğini kriz dönemi ideolojisi oluşturmaktadır. Bu, köhnemiş, çürümüş ve dolayısıyla olumlu bir gelecek beklentisini yitirmiş bir toplumsal sistemin, ölüm korkusu altında gerçeklerden kaçmaya çalışmasının ideolojisidir. Burjuva ideolojisinin 21. yüzyıla damgasını vuran bu niteliği, işçi-emekçi kitlelerin düşünsel dünyasına da sürekli biçimde irrasyonel ve mistik öğeler aşılıyor. İnsanlık, çeşitli vesilelerle dile getirmeye çalıştığımız gibi, çıldıran bir kapitalizmin inanılmaz sömürüsünün yanı sıra onun düşünsel alanda yarattığı felâketlerin de tam ortasında debeleniyor. Çürüyen kapitalizm kitlelerin yaşamına, onların burjuvalara sundukları çalışma saatlerinin dışındaki “boş zamanlarını” da yiyip yutan bir büyük kuşatma, derin bir akıl tutulması, özetle bir gece yarısı kâbusu gibi çörekleniyor.
27
marksist tutum
Kitlelerin politik yaşama ilgisizliği ve devrimci mücadeleden uzak duruşları, bireyi yaşamak adına aslında karanlık bir mezara sürüklerken, toplumu da yenileyici bir dinamizmden yoksun bırakmaktadır. Böylece, kapitalist üretim tarzının ekonomik alanda yüz yüze geldiği ürkütücü durgunluk eğilimine, toplumsal yaşamda da kör bir çıkışsızlık ve derin bir durgunluk eğilimi eşlik etmektedir.
Toplumsal sistemler kendi egemen sınıflarının çıkarlarını yansıtan değerler sistemini ancak yükseliş dönemlerinde kitlelere olumlu değerler ve ilkeler biçiminde kabul ettirebilirler. Ne var ki bir toplumsal sistemin tarihsel olarak içine sürüklendiği çürüme ve çöküş eğilimi güçlendikçe, egemen kurumlar içinde tanık olunan çözülme ve yozlaşma da alabildiğine derinleşir. Toplum içinde olduğu varsayılan uzlaşma, değerler sistemine duyulan güven ya da siyasi kurumlara gösterilen gönüllü rıza böylesi tarihsel kesitlerde aşınmaya başlar. Kapitalizmin günümüzde içine sürüklendiği durum bu dediklerimizi kanıtlayan bir büyük deney alanı gibidir. Sistemin çürüme koşullarını, eskiden geçerli olduğu varsayılan değerler sisteminin aşınmasından ve karşılığında da baskıcı uygulamaların yükseltilmesinden izlemek mümkündür. Burjuva siyasal yaşamdaki tıkanıklıklar arttıkça, kitleleri olağan yöntemlerle yönetmek de giderek daha zor hale gelmektedir. Her toplumsal sistem genelde bireylerin sosyal davranışlarını da etkileyen temel birtakım siyasal ilke ve biçimler üzerinde yükselmiştir. Kapitalizm olağan işleyişinde burjuva parlamenter kurumlara, sağlı sollu burjuva partilerine ve bunlar arasındaki siyasi mücadeleye dayanır. Dü-
28
Ağustos 2008 • sayı: 41
zene muhalif ve devrimci unsurların uyanış, bilinçlenme ve örgütlenme koşulları bir yana bırakılacak olursa, genelde kitlelerin siyasi algıları ve davranış biçimleri burjuva düzenin geçerli kıldığı temel çerçeve tarafından belirlenir. Bu durumun bir uzantısı olarak, devrimci altüstlük dönemleri hariç kitlelerin politikleşme düzeyini belirleyen de genelde burjuva partiler sistemidir. Ne var ki kapitalizmin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçişine denk düşen binyıl dönemecine eşlik eden ve neoliberalizm diye adlandırılan dönem, düzenin yerleşik işleyişinde çok ciddi bozulmalar yaratmıştır. Yükseltilen yeni liberal yaklaşımlar gereği yaşamı ekonomik gösterge ve borsa haberlerinin belirlemesi istenirken, geçmişte sağ ve sol partiler olarak farklı şekilde algılanan burjuva siyasi partiler arasındaki fark da iyice silikleşmiştir. Bu gerçeklik kitleler tarafından, siyasi yaşamın giderek anlamsız bir oyun olarak algılanmasına neden olmuştur. Bu temelde pek çok kapitalist ülkede kitleler politikadan uzaklaşmışlardır. Böyle bir toplumsal durum, devrimci bir alternatifin yükselişi koşullarında kitlelerin düzen kurumlarından kopuşları anlamına gelir ve tamamen olumlu yönler içerebilir. Ne var ki, öyle bir alternatifin henüz görüş ufkuna girmediği günümüz koşullarında ise tek başına pozitif bir anlam ifade etmemektedir. Kitleler ve özellikle genç kuşaklar egemen sınıfların tepeden indirdikleri ve indirecekleri baskıcı uygulama ve tertipler karşısında henüz ne yazık ki neredeyse tamamen bilinçsiz ve donanımsız konumdadırlar. Günümüz sosyal ve siyasal atmosferi, eski toplumsal değer yargılarının aşındığı, insanlık için yeni bir geleceği yaratacak olan değer yargılarına ise devrimci bir azınlık dışında kalan kitlelerin henüz en ufak bir ilgi bile duymadıkları bir durumu yansıtmaktadır. Bu tür bir genel atmosfer içinde bireyler yalnız, korunaksız, şaşkın, kafası tamamen karışık, insanlara güvensiz ve gelecek konusunda karamsar durumdadırlar. Yaşamak için işgücünden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların, sanki mümkün olacakmış gibi bireysel bir kurtuluş hayalini anlamlı bulup, toplumsal dayanışma ve siyasal örgütlenme fikrine ise uzak durmaları tek kelimeyle aptallıktır. Fakat bu, tek tek kişilerin kendi algı ve değer yargıları sistemindeki bir bozukluk ya da hastalık sonucu ortaya çıkan bir aptallık hali değildir. Böylesi durumlar kapitalizmin yarattığı toplumsal paranoyanın bireye yansımalarıdır. Söz konusu olan, kendisiyle aynı yaşam koşullarını paylaşan sınıf kardeşleriyle el ele verip örgütlenmediği takdirde zavallı bir insancıktan başka bir şey olamayacak modern paryaların, egemen sınıfların kazdığı çukura düşüp boğulmalarına yol açacak kitlesel bir akıl tutulması durumudur. Kitlelerin politik yaşama ilgisizliği ve devrimci mücadeleden uzak duruşları, bireyi yaşamak adına aslında karanlık bir mezara sürüklerken, toplumu da yenileyici bir dinamizmden yoksun bırakmaktadır. Böylece, kapitalist üretim tarzının ekonomik alanda yüz yüze geldiği ürkütü-
Ağustos 2008 • sayı: 41
cü durgunluk eğilimine, toplumsal yaşamda da kör bir çıkışsızlık ve derin bir durgunluk eğilimi eşlik etmektedir. Bir çıkış yolu bulmaktan aciz ve dolayısıyla yalnızca çıkışsızlığın teorisini yapan burjuva düşünürler ise, topluma bu koşulların damıtılmış ideolojisini enjekte etmekten öte bir beceri sergilememektedirler. Böylece kitleler büsbütün toplumsal pasiflik koşullarına iteklenmekte ve okumuş bireyler de kendilerine aşılanan fırsatçı ya da inkârcı yaklaşımlar nedeniyle toplumsal mücadeleyi mantıksız bir şey olarak algılamaktadırlar. Açık ki, çürüyen kapitalizmin ideolojik etkisi, mantığın yerine mantıksızlığı, akılcı yaklaşımların yerine toplumsal akıl tutulmasını, mücadele arzusunun yerine pasifizmi ve değişimin yerine durağanlığı geçiren çürütücü bir zehirdir. Egemen sınıflar tarafından topluma aşılanan ideolojik yaklaşımların amacı, kitlelerin kendi güçlerine, kendi örgütlenme ve mücadele etme potansiyellerine duyabilecekleri inanç ve güveni ortadan kaldırmaktır. Kapitalist düşünce kurumları ya da burjuva medya kanalları her gün yeni bir yalan üretmekte adeta birbirleriyle yarışarak ve tüm olanaklarını seferber ederek, insanların dikkatini toplumsal sorunlardan ve bu sorunların gerçek çözüm yollarından uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. İnsanların dikkati abartılı ve saplantılı biçimde ele alınmış bireysel sağlık sorunlarına veya metalaştırılmış bir cinselliğe ya da bencilliğin üretildiği bir çekirdek aile kurumuna çekilmek istenmektedir. Hedeflenen, toplumsal yönü zehirlenerek öldürülmüş bireyler yaratmaktır. Sorgulayıcı düşünce tarzının yaygınlaşması işçilerin ve emekçilerin devrimci düşünceye sempatiyle yaklaşmalarını kamçılayacağından, burjuva ideolojisi her bir fırsatı toplumda mistisizmi, efsanelere duyulan boş inancı, kısacası akıl dışılığı yerleştirmek için kullanmaktadır. Çarpıcı bir örnek Türkiye’den verilebilir. Son dönemde burjuva kamp içinde tırmanan gerginlik ve kapışmaların, tarafların çeşitli kozları ileri sürmesiyle yürütüldüğü çok açıktır. Statükocu güçler AKP’yi kapatma davasıyla tehdit ederlerken, AKP ve destekçisi burjuva güçler de karşı tarafı Ergenekon operasyonu ile sindirmeye çalışmaktadırlar. Burjuva kamp içindeki it dalaşı kızışır ve ortam darbe söylentileriyle bulandırılırken, bu tür gelişmelerden en fazla altta ezilenlerin zararlı çıktığı aşikârdır. İşin diğer önemli bir yönü ise, burjuvazi içindeki çatışmanın kamuoyuna, işçi-emekçi kitlelerin kafasını büsbütün karıştırıcı argümanlar eşliğinde sunulmasıdır. Genel bir kuraldır, burjuvazi içinde gerçek bir iktidar ve çıkar kavgası yürürken, topluma bu kavganın asıl nedeni, özü vb. asla açıklanmaz. Tersine, birtakım efsaneler ve mistik argümanlar eşliğinde bulanık bir hava yaratılmaya çalışılır ve bu durum bir bütün olarak burjuvazinin işine gelir. Çünkü aynı sınıf içinde yürüyen bir çatışma, nihayetinde şu ya da bu tarafın galip gelmesi veya ağır basmasıyla, düzeni yıkmadan sona erdirilebilir. Oysa hangi burjuva kamp iktidarda olursa olsun, işçi sınıfının uyanışı netice-
marksist tutum
sinde patlak verecek bir başkaldırı, düzen için yıkıcı bir nitelik taşır. O nedenle tüm kapitalist ülkelerde burjuvazinin tüm kanatları kendi aralarında yaşadıkları gerginliklere rağmen, daima ve asıl olarak düzeni işçilerin ve emekçilerin devrimci uyanışından korumaya yeminlidirler. O yüzden burjuva ideolojisinin ezilen, sömürülen kitlelere dönük yönü özünde her zaman yalan-dolana, hile ve demagojiye dayanır. Fakat kapitalizmin sistem krizi derinleştiği ölçüde bu özellikler daha da belirgin hale gelmektedir.
Sistemin tarihsel çıkışsızlığı Diyalektiğin en önemli yasalarından biri olarak, bir fenomenin gelişim ve yayılma sürecinde en güçlü sanıldığı tepe noktası aynı zamanda onun kesin iniş sürecinin başlangıcıdır. Bu bakımdan küreselleşme tartışmalarının ayyuka çıktığı ve kapitalizmin artık çok güçlü olduğunun sanıldığı dönem de, işin gerçeğinde kapitalizmin tarihsel olarak inişe geçtiği bir dönemdir. Kapitalist işleyişin tüm yer küreyi egemenliği altına aldığı ve kapitalizmin bu açıdan küreselleştiği doğrudur. Ne var ki, bu küreselleşme kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını ortadan kaldırmamakta, tam tersine dünya üzerindeki eşitsizlik ve adaletsizliği daha da büyütmektedir. Yaşamak için işgücünden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların, sanki mümkün olacakmış gibi bireysel bir kurtuluş hayalini anlamlı bulup, toplumsal dayanışma ve siyasal örgütlenme fikrine ise uzak durmaları tek kelimeyle aptallıktır. Fakat bu, tek tek kişilerin kendi algı ve değer yargıları sistemindeki bir bozukluk ya da hastalık sonucu ortaya çıkan bir aptallık hali değildir. Böylesi durumlar kapitalizmin yarattığı toplumsal paranoyanın bireye yansımalarıdır. Öte yandan, globalleşme kapitalizmin kriz ve durgunluk eğilimini de ortadan kaldırmamıştır ve kaldırması da mümkün değildir. Burjuvazinin kitlelerde kapitalizme karşı olumlu duygular yaratmaya yönelik globalizm propagandasına karşın, kapitalizmin dünyada el atmadık tek bir yer bırakmaması aslında bu sistemin tarihsel çıkışsızlığını büyütmüştür. Uzun süreli durgunluk eğiliminin varlığı ve yıkıcı sonuçlar üreteceği açık olan kriz gerçeği, artık burjuva egemenler ve aydınlar arasında da sistemin işleyişi konusunda karamsar duygular yaratıp beslemektedir. Kendi egemen güçleri tarafından asla açıkça dile getirilmese bile, tarihsel gerileme ve çöküş eğilimi içine giren bir toplumsal sistemin geçmişe oranla fazlasıyla kırılganlaştığı nesnel bir hakikattir. Yine aynı kapsamda olmak üzere, bu duruma düşen bir toplumsal düzenin egemenle-
29
marksist tutum
rinin sınıfsal endişeleri yoğunlaşır. Kapitalizmin 80’lerden günümüze uzanan neoliberalizm dönemi, bu toplumsal yasaların varlığını kanıtlayan pek çok somut yansımalar içermiştir. Kapitalizmin egemenleri, kitlelerin yararına olan her türlü kamusal alan düzenlemesinin altında “komünizm heyulası”nı görüp ifrit kesilmişlerdir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin en ufak hak arayışları bile düzene karşı yıkıcı bir tehdit olarak algılanmıştır. Ne var ki, uzun yıllardır burjuvaziye “önleyici savaş” olarak görünen uygulamalar kapitalist sistemin durgunluk eğilimini daha da derinleştirmekten öteye geçememiştir. Burjuvazinin uzun erimli çıkarlarını düşünen kimi akıllı ideologlar şimdilerde kurtuluşu yine Keynescilikte, devletçilikte, korumacılıkta vb. aramaya koyulmaktadırlar. Ancak göz ardı etmemek de gerekir ki, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz koşullarında siyasal alana dair olası gelişme eğilimleri asla yalnızca bunlardan ibaret değildir. Daha önce yaşanan Büyük Depresyon dönemlerinde de tanık olunduğu üzere, böylesi dönemlerde burjuva blok içinde büyük çatlaklar oluşur. Bir taraf görece iyileştirici önlemlerle büyük krizi atlatmayı önerirken, diğer bir taraf ise baskı ve faşizm benzeri olağanüstü yöntemleri yükseltmekten medet umar. Hangi tarafın ağır basacağı sorusu ise her zaman neticede sınıflar savaşının somut gidişatı tarafından yanıtlanır. Bugün de olacak olan budur. Kapitalizmin derinleşen sistem krizine bağlı olarak günümüzde faşizan yasa ve uygulamaların yeniden yükseltildiği açık bir gerçektir. Bu tür yasa ve uygulamalar, istenen doğrultuda kitle psikolojisi yaratmaya çalışan ideologlar ve ideolojik aygıtlar tarafından kitlelere “gerekli önlemler” diye empoze edilmektedir. Almanya’da Hitler faşizmi altında yaşanan dehşetin belleklerde bıraktığı kötü izler vb. nedeniyle, günümüzde faşizm kitlelerin yaşamına kuzu postuna bürünmeye çalışan bir kurt misali sinsi biçimde yaklaşmaktadır. Kapitalizmin derinleşen sistem krizine bağlı olarak günümüzde faşizan yasa ve uygulamaların yeniden yükseltildiği açık bir gerçektir. Bu tür yasa ve uygulamalar, istenen doğrultuda kitle psikolojisi yaratmaya çalışan ideologlar ve ideolojik aygıtlar tarafından kitlelere “gerekli önlemler” diye empoze edilmektedir. Almanya’da Hitler faşizmi altında yaşanan dehşetin belleklerde bıraktığı kötü izler vb. nedeniyle, günümüzde faşizm kitlelerin yaşamına kuzu postuna bürünmeye çalışan bir kurt misali sinsi biçimde yaklaşmaktadır. Burjuva ideolojik aygıtlar, gündelik yaşama yayılmış biçimde tam bir korku ve endişe toplumu yaratarak kitleleri düzen karşıtı mücadeleden alıkoymak amacını gütmektedirler.
30
Ağustos 2008 • sayı: 41
İnsanlar önce burjuva medyadan, film sanayiinden yayılan haber ve görüntüler eşliğinde korkutulup dehşete sürükleniyor. Daha sonra da bizzat emekçi kitlelerin başkaldırısını engelleyecek uygulamalar, kitleleri “terörist” saldırılardan “koruyucu önlemler” diye yasalaştırılıyor. Toplumu dehşete sürükleme kampanyaları, kimi zaman Amerika örneğinde olduğu gibi “İkiz Kuleler”in yıkılması vb. görüntüleri eşliğinde yürütülmektedir. Kimi zaman da, gündelik yaşama dair yaralama, gasp, çocuk kaçırma vb. gibi polisiye vakalar beyinlere çok sık ve sistematik biçimde enjekte edilip büyük bir tehdit algılamasına dönüştürülmektedir. Egemenlerin kitleleri korkutup sindirmek üzere kullandıkları araçlar çeşitlenmekte ve gelişen teknoloji toplumu terörize etmek üzere muazzam ölçeklerde burjuvazinin hizmetine koşulmaktadır. Bu durum burjuva ideolojisinin etkisiyle aptallaştırılmış ve muhakeme gücünü yitirmiş olanlar tarafından bir teknolojik mucizeye tapınılırcasına izlense de, aslında durumun kendisi tarihsel bir gücün değil tam tersine bir güçsüzlüğün ifadesidir. En büyük örneği Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olmak üzere, tarihsel açıdan artık vadesi dolan bir egemen düzen ancak kendi çürümüşlüğünü topluma yayarak ayakta durmaya çalışır. Sömürücü bir toplumsal düzen tarihsel zafiyete kapıldığı ölçüde, acımasızlıkta, insanları korkutmakta, onları dehşete sürüklemekte sınır tanımayarak varlığını sürdürmekte ayak direr. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde dayanılmaz boyutlara ulaşan toplumsal tefessüh neyse, günümüzde de kapitalizm bunu insanlığa yaşatmaktadır. Bu çok açık ve kesin bir gerçektir. Tarih bir başka önemli olguyu da gözlerimizin önüne sermektedir. Toplumsal bir düzen geçmişe oranla içerdiği ilerletici potansiyellerini tüketip, alttakileri yönetmek bakımından bir meşruiyet krizine sürüklendiğinde, başvurduğu otorite de büsbütün baskıcı karaktere bürünür. Kapitalizm de bu açıdan bir istisna değildir. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönem, sınıflar arasındaki karşıtlıkların nesnel olarak alabildiğine derinleştiği bir dönemdir. Burjuvazi için kriz teşkil eden gelişmeler proletarya açısından tarihsel fırsatlar anlamına gelmektedir. Burjuvazinin politik sistemi işçi-emekçi kitlelere pek de bir şey ifade etmemeye başladığı ölçüde, doğan boşluğu işçi sınıfının devrimci mücadelesinin doldurma şansı büyümektedir. Ne var ki, kapitalizm nasıl derin krizlerine rağmen kendiliğinden çökmezse, işçi sınıfının haklı mücadelesi açısından doğacak fırsatlar da hayatı asla kendiliğinden dönüştürmeyecek. Evet, kapitalizm tarihsel açıdan vadesini çoktan doldurdu. Günümüzde bu düzen nedeniyle çekilen acılar, çıkışsızlık içinde kıvranan ve ölmeye yüz tutan bir düzenin can çekişmesinden başka bir şey değil! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Obama Değişim mi Getirecek? İlkay Meriç
A
fganistan ve Irak’ta yürütülen emperyalist savaşta yüz binlerce masum insanın ölmeye devam ettiği, bu savaşın İran’ı da yakıp kavurması için ABD ve İsrail egemenlerinin her türlü oyunu tezgâhladığı, bu arada ekonomik krizin her geçen gün daha da derinleşip milyonlarca işçi-emekçiyi girdabına aldığı bir konjonktürden geçiyoruz. Ancak savaşın ve krizin faturasını dünyanın diğer emekçi kitlelerinin yanı sıra yüklenmek zorunda bırakılan Amerikan işçi sınıfı aylardır seçim parodisiyle oyalanıyor. Amerika’da son bir yılda işsizler ordusuna 1 milyon kişi eklendi. Tam zamanlı iş bulamadıkları ya da kriz nedeniyle çalışma saatleri düşürüldüğü için part-time çalışanların sayısı 5,5 milyona ulaştı. Havayolu şirketlerinden hastanelere büyük şirketler binlerce işçiyi işten çıkaracaklarını açıklamaya devam ederken, sadece Haziran ayında 62 bin işçi işsiz kaldı. Kredi borçlarını ödeyemedikleri için 1 milyondan fazla işçi evini kaybetti. Bu arada, lafa gelince liberalizm adına “ekonominin serbest piyasanın rüzgârlarına bırakılmasını ve devletin ekonomiye müdahale etmemesini” savunan burjuvazi, şirket iflaslarının birbirini kovaladığı bugünlerde Keynes’in ruhunu şad ederek devletin güvenli kollarına sığınma peşinde koşuyor. Milyarlarca dolarlık kârları cebe indirirken “serbest girişimci” olan büyük sermaye grupları, kriz çanları çalmaya başladığında kayıplarını devlet eliyle tüm topluma fatura etmeye girişiyorlar. Kazançta bireycilik, kayıpta toplumculuk! İşçi sınıfı bir yandan batan bankaların ve şirketlerin zararını üstlenmek zorunda bırakılırken bir yandan da emperyalist savaşın korkunç maliyetini üsteniyor. İşsizlik, düşük alım gücü ve ödeyemedikleri kredi
borçlarının bindirdiği basınç altında ezilen, hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan, emeklilik denen bir olguyu çoktandır unutan, birbiri ardına çıkarılan faşizan yasalarla ve uygulamalarla kuşatılan milyonlarca Amerikalının öfke ve hoşnutsuzluğu alabildiğine artmış durumda. İşçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu artık yeter diyor ve “değişim” istiyor. İşte tam da bu yüzden büyük sermayenin sahneye koyduğu seçim oyununun en önemli yanını “değişim” teması oluşturuyor. Baş aktörlüğü ise Demokrat başkan adayı Barack Obama yapıyor. “Değişim” vaadinin estirdiği rüzgârın etkisiyle Hillary Clinton’ı mağlup ederek beklenmedik bir seçim başarısına imza atan Obama, burjuvazinin cilalayıp parlatmak için kullanacağı pek çok özelliğe sahip. Her şeyden önce siyahiliği başlı başına bir “değişim” mesajı vermekte. Bunun yanı sıra genç oluşu, “radikal” çıkışları vb. de oyuna “heyecan katan” unsurlar arasında yer almakta. Amerikan egemen sınıfı, işçi sınıfını burjuva politikacıların peşine takmak için, medyasıyla, üniversiteleriyle, sendikalarıyla, yazarlarıyla, sanatçılarıyla sistemin tüm unsurlarını seferber etmekte fazlasıyla ustalaşmıştır. İkiz Kulelere düzenlenen saldırıyı, içine “terör” korkusu düşürülen halkı Bush’a sarılmak zorunda bırakmanın aracı olarak kullanan egemen sınıf, şimdi de emperyalist savaş ve ekonomik kriz konjonktüründe homurdanmaya başlayan işçi sınıfının önüne “umudu”, “değişimi”, “barışı” vazeden bir aktör çıkarmaktadır. Obama, değişimin simgesi! İşçi sınıfının buna inandırılması için, solcu olarak lanse edilen dünyaca ünlü akademisyenler, sanatçılar ve hatta işçi sendikaları harıl harıl çalışmaktadır. ABD’nin en büyük sen-
31
Ağustos 2008 • sayı: 41
marksist tutum
dika konfederasyonu olan AFL-CIO, işçilerden sakındığı on milyonlarca doları Obama’nın seçim kampanyasının hizmetine sunmakta, bu uğurda işçileri seferber etmektedir. Amaç, seçimler aracılığıyla kitlelerin tepkisini düzen sınırlarına hapsetmek ve sisteme olan güveni tazelemektir. Obama konusunda yaratılan beklentiler koca bir aldatmacadan ibarettir. Obama ne savaş karşıtıdır, ne silahlanma yarışına son verecektir, ne daha fazla demokrasi getirecektir, ne de işçi ve emekçilerin çalışma koşullarını iyileştirip yaşam standartlarını yükseltecektir. Nitekim Obama’nın oy toplamak üzere başvurduğu demagojik söylem, Hillary Clinton saf dışı bırakıldıktan sonra pek çok noktada eğilip bükülmeye, hatta 180 derece dönmeye başlamıştır. Seçimler yaklaştıkça gerçek seçmenlerin, yani tekelci sermayenin gözüne girmeye çalışan Obama, gerçek yüzünü çok daha net bir biçimde göstermektedir. Yahudi lobisinin desteğini kazanmak için Filistin sorununda açıktan İsrail’in yanında yer alan, dünya politikasının belirlendiği en önemli merkezlerden biri addedilen Bilderberg toplantılarında rüştünü ispat etmeye uğraşan, yurt içinde ve Ortadoğu-Afganistan cephelerinde yurtseverlik turları düzenleyen Obama’nın işçi-emekçi düşmanlığında ve sermaye yanlılığında Cumhuriyetçi rakibi McCain’den özde hiçbir farkı bulunmadığı açıktır. Ülke tam bir polis devletine dönüştürülmüşken, pek demokrat Obama, Bush yönetiminin hazırladığı, istihbarat birimlerinin “terör faaliyetleri içinde bulunduğundan şüphelenilen kişilerin telefon ve elektronik haberleşmelerini mahkeme kararı olmaksızın takip etmesine” olanak tanıyan telekulak yasa tasarısına onay vereceğini açıklamaktan çekinmemektedir.
Irak ve Obama Seçim kampanyasının ilk dönemlerinde ABD askerlerini Irak’tan kademeli olarak çekmeyi vadeden Obama, gelinen noktada buna çeşitli koşullar eklemeye başlamıştır. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra askeri birliklerin 16 ay içinde Irak’tan çekilebileceğini, ancak “çekilme takvimini ABD askerlerinin güvenliğinin ve istikrarın korunmasının belirleyeceğini ve izleyeceği politikayı sahadaki komutanlardan aldığı bilgiler doğrultusunda geliştireceğini” söyleyen Obama, böylelikle büyük sermayeye gereken mesajları vermektedir. Üstelik Obama Irak’tan çekilecek birlikleri eve döndürmeyi değil, Taliban ve El-Kaide’yle mücadele bahanesiyle Afganistan’a ve Pakistan’a sürmeyi planlamaktadır. Son dönemlerde kampanyasını Amerikan militarizmini aktif biçimde destekleme çizgisine oturtan Obama, birkaç hafta önce, ABD başkanı olduğu takdirde Amerikan gençliğini orduya katılmaya çağıracağı ve ABD kara kuvvetlerini 65 bin asker ve 27 bin deniz piyadesiyle güçlendireceği açıklamasında bulundu. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği Ortadoğu turu vesilesiyle Afganistan, Kuveyt
32
ve Irak’taki Amerikan birliklerini ziyaret ederken, Bush yönetimini Afganistan’a Irak kadar önem vermemekle eleştirdi ve bu ülkedeki birliklerin en az 10 bin askerle takviye edilmesi gerektiğini söyledi. Bütün bunlar Obama’nın emperyalist savaşı sona erdirme yanlısı olmadığı, olsa olsa Amerikan emperyalizminin temel savaş stratejisi kapsamında cephelere verilen ağırlığın değiştirilmesinin planlanmış olabileceğinin ipuçlarını veriyor. Başta petrol olmak üzere Irak’ın zenginliklerinin Amerikan tekellerinin çıkarları doğrultusunda paylaşımı ve yürüyen emperyalist savaşta Irak’ın ABD üssü olma konumuna bir halel gelmemesi garanti altına alındığında, Amerikan birliklerinin bir bölümünün Afganistan’a yönlendirilmesi pekâlâ mümkündür. Böylece Pakistan’ı da içine alan geniş bir bölgeye çok daha aktif bir müdahalenin askeri olanakları yaratılmış olacaktır. Ayrıca, 100 binden fazla askerin Irak’ta konuşlandırılmasının ABD’ye aylık 10 milyar dolardan fazla maliyeti bulunmaktadır. Dolayısıyla Irak, bu kadar fazla birlik bulundurup bulundurmama konusunda Amerikan sermayesi için gelir gider hesabının iyi yapılması gereken bir alan haline gelmiştir. Tüm bunların yanı sıra, birliklerin kaydırılma ya da eve gönderilme kararında elbette İran’a yönelik planlar da önemli bir faktör olarak devreye girecektir. Tam da bu noktada, İran konusundaki son gelişmelere ve “değişimci” Obama’nın İran konusundaki yaklaşımına bakmak gerekir.
İran ve Obama İsrail-ABD ittifakıyla İran arasındaki gerilim son haftalara kadar hız kesmeden devam ederken ve yürüyen emperyalist savaşta İran cephesinin açılmasına an meselesi olarak bakılırken, geçtiğimiz günlerde Cenevre’de Birleşmiş Milletler Genel Konseyinin daimi üyelerine (ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Çin) ek olarak Almanya ve İran’ın yer aldığı uluslararası bir müzakere toplantısı gerçekleştirildi. ABD’nin ilk defa İran’la masaya oturduğu bu toplantıda İran’a uranyum zenginleştirme programından vazgeçmesi halinde bir “teşvik paketi” vadedildi. Bu paket içinde, ABD’nin 1979’dan bu yana ilk kez, İran’a bir diplomatik büro açma, yani İran’la yeniden diplomatik ilişkiye geçme teklifi de yer alıyordu. Amerika’nın son diplomatik girişimleri burjuva medyada “diyalog yanlısı” Rice ekibinin düşüncelerinin ağırlık kazandığı yollu yorumlara yol açtıysa da, bu tür yorumlarda ve iyimser beklentilerde ne kadar aceleci davranıldığı, toplantının üzerinden 24 saat geçmeden açığa çıktı. Nitekim İran’ın nükleer programını sona erdirmeyeceğini toplantıda da ifade etmesi üzerine, Rice ABD yönetiminin bildik tehditkâr pozisyonuna geri dönmekte gecikmedi. Tüm bunlar, ABD’nin İran konusunda nihai adımı atmadan önce, bu girişim vesilesiyle “biz elimizden geleni yaptık ama İran geri adım atmıyor” mesajı vermek istediğinin kuvvetle muhtemel olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla
Ağustos 2008 • sayı: 41
son dönemde hız kazanan diplomatik girişimler kimseyi aldatmamalıdır. Ortadoğu’nun son on beş yıllık tarihi bile, barış umudu yaratan her zirvenin ardından estirilen bahar havasının kara kışa dönerek yok olmasının ve barışa yönelik içi boş iyimserliğin çoğu kez savaşın alevleriyle sönmesinin örnekleriyle doludur. ABD’nin Ortadoğu politikasını Bush ekibinin ya da Cumhuriyetçilerin politikası olarak görmek ve başkanlık koltuğuna oturması durumunda Obama’nın çok farklı bir çizgi izlemesini beklemek de gerçeklikle asla bağdaşmamaktadır. Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Hal ve Gidişatı adlı yazısında belirttiği gibi, “bu savaş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışından kaynaklanan gerçek çelişki ve sürtüşmelerin sonucudur.” Bu yüzdendir ki, “Seçilecek yeni başkan hangi partiden olacak olursa olsun, ABD emperyalizminin büyük krizi atlatmak ve hegemonyayı kaptırmamak için savaş alanını genişletmeye ihtiyacı var. Ayrıca son derece önemli bir husus da unutulmamalı. Genelde tüm kapitalist ülkelerde ve hele ki ABD gibi emperyalist bir ülkede savaş aygıtını yönlendiren ve yöneten asıl savaş kurmayı finans kapital zirvesinin bir parçasıdır. Bu kurmay, genel devlet örgütlenmesinde her zaman için adeta hükümetler ve başkanlar üstü son derece önemli bir yere sahiptir. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da ve diğer bölgelerde yürürlüğe koyduğu saldırgan ve yayılmacı planlar esasen bu finans kapital zirvesinin ürünüdür. ABD siyaset sahnesinden çeşitli devlet başkanları gelir geçer, fakat uzun dönemli stratejik planlar yürürlükte kalır ve bu planlar diğer ülkelerdeki siyasal gelişmeler üzerinde de doğrudan ve çok önemli etkilerde bulunurlar.” (MT, Nisan 2008) İran mevzusu da bu çerçevede ele alınmalıdır. “Asıl savaş kurmayı” İran’a saldırmaya karar verdiğinde açıktır ki ne Obama ne de bir başkası bu kararın dışına çıkabilir. Zaten şimdiye dek Obama’dan bu konuda tersi bir beyan da gelmemiştir. İsrail’in esip gürlediği günlerde yaptığı bir açıklamada, “hiç şüphe yok ki İran İsrail için olağanüstü bir tehdit oluşturmaktadır ve İsrail kendi güvenliğini sağlayacak kararlar almakta daima haklıdır” diyen Obama, bunu son Ortadoğu gezisi kapsamında ziyaret ettiği İsrail’de bir kez daha tekrarlamıştır. İran’ın nükleer silaha sahip olmasını önlemek için “gereken her şeyi yapacağını” da yine üzerine basarak vurgulamıştır. Bunun yanı sıra, Demokratların dört önde gelen temsilcisinin Haziran sonunda Bush’la gizli bir toplantı yaptığı ve bu toplantıda İran sorununun ele alındığı basına sızmıştır. Bu mutabakatın ardından İran karşıtı kampanyada kullanılacak 400 milyon dolarlık bütçe, Demokratların da desteğiyle gizli ve hızlı bir şekilde onaylanmıştır. Çok açıktır ki, Saddam’ın kimyasal silah ürettiği iddiası nasıl Irak’ın işgal edilmesi için bir bahane idiyse, İran’ın nükleer programını sürdürmesi de ABD için sadece bir saldırı bahanesidir. Gerçek neden, nükleer teknolojiye sahip olsun ya da olmasın, İran’ın, ABD emperyalizminin
marksist tutum
Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme planlarının önünde ciddi bir engel oluşturuyor olmasıdır. Enerji hatları ve petrol kaynakları üzerinde tam denetim kurmak isteyen ABD’nin, İran’ın bu planın önünde pürüz çıkarmasına göz yummayacağı aşikârdır. Ancak ABD-İsrail ittifakının İran’a saldırmasının emperyalist arenada Irak saldırısı gibi sessizce karşılanacak bir hamle olmadığı da ortadadır. Tam da bu yüzden, Cenevre toplantısı, ABD’nin diplomatik çabasından ziyade AB’nin, Rusya’nın ve Çin’in iki ülkeyi uzlaştırma çabası olarak gerçekleşmiştir. Bir dipnot olarak belirtirsek, savaş riskinin emperyalist kampta ne derece yüksek görüldüğüne dair önemli bir gelişme de, Fransız petrol tekeli Total’in İran’da başlattığı 10 milyar dolarlık Güney Pars doğal gaz projesini, “siyasi riskin çok yüksek olması” nedeniyle geçtiğimiz günlerde iptal etmiş olmasıdır. Bütün bunlar işçi sınıfını dünya ölçeğinde çok daha büyük felâketlerin beklediğini göstermektedir. Obama’nın seçilmesi bu felâket tablosunu değiştirmeyeceği gibi, egemen güçlerin emekçi kitleleri daha derin yanılsamalara sürükleyip, yaşananları görmelerinin önündeki duvarı bir kat daha kalınlaştırmalarına yardımcı olacaktır. Ancak bu duvar yıkılmaz değildir. Tersine, burjuvazi bu korkuyu son derece yakıcı bir şekilde hissetmektedir.
Bütün bunlar işçi sınıfını dünya ölçeğinde çok daha büyük felâketlerin beklediğini göstermektedir. Obama’nın seçilmesi bu felâket tablosunu değiştirmeyeceği gibi, egemen güçlerin emekçi kitleleri daha derin yanılsamalara sürükleyip, yaşananları görmelerinin önündeki duvarı bir kat daha kalınlaştırmalarına yardımcı olacaktır. Ancak bu duvar yıkılmaz değildir. Nasıl I. Dünya Savaşı, 1917’de Rus devrimci işçi sınıfı tarafından sömürücülerin elinde patlayan bir bombaya dönüştürüldüyse, bugün de burjuvazinin aynı bombayı hiç beklemediği bir anda kucağında bulması pekâlâ mümkündür. Evet bugün eksik olan bir şey vardır ve burjuvazi de tam da bu yüzden bu kadar pervasızlaşabilmektedir. O eksiklik, işçi ve emekçileri yönlendirecek olan Bolşevik bir önderliğin bulunmayışıdır. Ancak genişleyen korkunç savaşın ve derinleşen ekonomik krizin, giderek devrimcileşme potansiyeli artan proletaryanın bağrında böyle bir önderliği güçlendirmeyeceğini kim garanti edebilir? Tersine, burjuvazi bu korkuyu son derece yakıcı bir şekilde hissetmektedir. Her gün bir yenisini eklediği faşizan yasalar, militarist uygulamalar ve medya aracılığıyla yürütülen baskı ve sindirme operasyonları, tam da sınıfın öfkesinin devrimci kanallara yönelmesini engellemek içindir. Ancak koşullar olgunlaştığında o ırmağın önünde hiçbir setin duramayacağını tarih yüzlerce kez göstermiştir ve bunu burjuvazi de çok iyi bilmektedir.
33
Kapitalizm “Dokunulmazlar”a da Dokunuyor Ezgi Şanlı
G
eçtiğimiz günlerde İtalyan İçişleri Bakanı Roberto Maroni, İtalya’da yaşayan tüm Romanların çocuklar da dâhil olmak üzere parmak izlerinin alınıp fişleneceğini duyurdu. Bu uygulamanın gerekçesi Roman çocuklarının dilendirilmesini engellemek ve hırsızlık için kullanılmalarının önüne geçmek olarak ortaya kondu. Fakat çok açık ki dünyanın dört bir tarafında azınlıklara, mültecilere, göçmenlere, kısacası tüm ezilenlere kan kusturan böylesi faşizan uygulamalar, şefkatin ve korumacılığın değil gericileşen kapitalizmin ürünüdür. Bundan bin sene önce Bizanslılar, yoksul fakat özgür ruhlu bu göçebe zanaatkârlara “athinganoi” demişlerdi. Bu “dokunulmaz” demekti. Yerleşik hayatın alışkanlıklarından uzak, bir yerden bir yere göçerek yaşayan “dokunulmazlar” gittikleri her yerde farklı isimlerle anıldılar: Zigeuner, Cigani veya Çingene. O kadar çok horlanmışlardı ki, insan olduklarını hatırlatmak için kendilerine Roman dediler. Çünkü konuştukları dillerin birinde Rom insan demekti. İtalya’da yarısı çocuk olmak üzere yaklaşık 160 bin Roman yaşıyor ve bunların yalnızca 70 bini İtalyan vatandaşı olarak kabul ediliyor. Yaklaşık 30 bini 15. yüzyılda İtalya’ya gelmiş Romanların torunları. Geri kalanların ezici bir çoğunluğu ise 1990’lı yıllarda Balkanlar’ı kan gölüne çeviren savaşlardan kaçarak İtalya’ya yerleşmiş. Romanya’nın Avrupa Birliği’ne alınmasından sonra İtalya’ya ora-
34
dan göçen Romanların sayısı ise yaklaşık on bin ve her geçen gün daha fazla ırkçı saldırılara maruz kalıyorlar. “Yeterli paraları ve oturdukları sağlıklı bir evleri” olmadığı için Avrupa vatandaşı bile sayılmıyorlar İtalyan devleti tarafından. İtalya’da faşizmi övmek suç, ama ne ilginçtir ki tıpkı Romanlara yapılanlar örneğinde olduğu gibi faşizmi uygulamak suç değil. Bunun en açık göstergesi büyük çoğunluğu inşaat işçisi veya hizmetçi olan Romanların yaşadıkları kampların sık sık polis ve Kara Gömlekliler denilen paramiliter faşist gruplar tarafından dağıtılması, barınaklarının yıkılması ve linç girişimleridir. Roberto Maroni ve diğer burjuva politikacılar İl Duçe’nin modern torunlarından başka bir şey değildirler. Slavlara ve Afrikalılara kan kusturan, Libya ve Etiyopya’yı kan gölüne çeviren, insanları kitleler halinde göçe zorlayan, savaş tutsaklarını topluca öldüren, toplama kampları oluşturan ve zehirli gazlar kullanan Mussolini’nin torunları. Etiyopya işgalinde yarım milyondan fazla insan öldü. Sadece 1930-1933 yılları arasında Cyrenaika ayaklanması sonrasında toplama kamplarına kapatılan insanlardan 40 bini öldü. Tüm bunlar faşizmin İtalya’daki uygulamalarının yalnızca birkaç tanesi. Ne yazık ki bugün ne İtalya’da ne de dünyanın geri kalan ülkelerinde faşizan uygulamalar ve faşizm tehlikesi güncelliğinden bir şey kaybetmiş değil. Örneğin son seçimlerde İtalyan Kuzey Ligi Partisi lideri
Ağustos 2008 • sayı: 41
Umberto Bossi en geç üç yıl içinde Roman mahallelerini temizleme ve Romanya’dan gelenleri ülkelerine geri gönderme vaatleriyle oy topladı. Başkent Roma’nın belediye başkanlığına seçilen Gianni Alemanno da “kenti kaçak göçmenlerden temizleyeceği, Roma’nın güvenilir bir kent olması kapsamında 20 bin kaçak göçmenin sınır dışı edileceği ve 85 Roman kampının kapatılacağı” sözünü verdi. Nitekim 2006’dan bu yana Milano, Napoli ve Roma, polis baskınlarıyla kapatılan kamplarla ve Romanların direnişleriyle adlarından söz ettirdiler. Hatta aşırı milliyetçi Kuzey Ligi Partisi üyesi olan Maroni bu şehirlerde olağanüstü komiserlik kurulmasına karar verdi. Mafyalarıyla ünlü İtalya’da suç oranlarının artmasının nedeni olarak gösterilen Romanların maruz kaldıkları baskı ve şiddet giderek tırmandırılıyor. Saldırılar öyle bir boyut kazandı ki, şehir meydanında gezerken bile İtalyan neo-faşistleri tarafından linç edilen Romanlar var. Koskoca ülkelerin Romanlardan temizlendiği bilgisayar oyunları internette dolaşıyor. On altı yaşında bir Roman kızın bebek kaçırma girişiminde bulunduğu şüphesiyle gözaltına alınması ya da Deniz Kuvvetlerinden üst düzey bir askerin karısına tecavüz edip öldürmek suçundan yakalanan kişinin bir Roman olması, Romanların mahallelerine saldırmanın, gecekondularını yakmanın ve onları sınır dışı etmenin bahanesi haline getiriliyor. Eski bir başbakan yardımcısı, Romanların çalışmamayı meşru gördüklerini, çalışmak zorunda kalanların kadınlar olduğunu ve onların da fahişelik yaptıklarını, başkalarının çocuklarını kaçırarak dilenciliğe zorladıklarını iddia ederek “böyle kültürü olan bir halkla entegrasyondan söz edilemez” demiş ve bunun ardından 5 bin kişi sınır dışı edilmişti. İtalya’da Romanya’dan gelenlerin işledikleri suç oranlarının artmasına yönelik tepkiler üzerine 2006 yılında Romanya, İtalya’nın Bükreş büyükelçisini uyarmış, gerginliğin tırmandırılmamasını ve vatandaşlarının aşağılanmamasını istemişti. Buna rağmen Romanya Dışişleri Bakanı, suç işleyenleri işçi kamplarıyla ıslah etmeyi önermiş ve “dışarıda bizi utandıran insanları gönderebileceğimiz,
marksist tutum
örneğin Mısır çölünde toprak satın alalım” demişti. Elbette akıllara durgunluk veren bu açıklamaya dünyanın dört bir yanından tepki yağdı. Lakin ister İtalyan olsun ister Romanyalı, kapitalist sınıfın tüm temsilcilerinin mantığının nasıl insanlık dışı işlediği de bir kez daha açığa çıkmış oldu. Tüm neo-faşistlere, Kara Gömleklilere, İl Duçe’nin tüm torunlarına hatırlatılması gereken bir gerçek var. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler bu kör cehennemin yaratıcılarından bir gün hesap soracak. Romanların barındıkları gecekondularda, grevlerde barikat barikat savaşan İtalyan işçileri, 1945’te nasıl yenildiklerini yaşatarak hatırlatacak tüm faşistlere. Hatırlatacak Loreto Meydanını, hatırlatacak o meydanda baş aşağı sallanan Mussolini’nin ölüsünü! Dünyanın ve yaşamın tüm güzellikleri işte o zaman “athinganoi” olacak. Ama gerçekten olacak.
Eğer ortada Romanların işledikleri suçların kabarık bir listesi varsa, atlanmaması gereken birkaç noktayı hatırlatmakta fayda var. İlk olarak, Romanları suça iten nedenler dünyanın tüm diğer insanları için de geçerlidir. Toplum dışına itilen, gecekondusu yıkılan, işsiz ve aç bırakılan yığınlar kapitalizmin bencil ve bireyci doğasında örgütsüz kalırlarsa “suç” işlemeleri kaçınılmaz olacaktır. Bir diğer nokta da şudur: Bugün ırkçılığı, militarizmi, şovenizmi ve faşizmi yaratan kapitalizmdir. Masum insanların başına atom bulutları ve bombalar yağdıran, savaşları yaratan kapitalizmdir. Burjuva sınıfa sonsuz kârlar, olanaklar, zenginlik ve refah sunarken, işçilere, Romanlara, ezilen uluslara yalnızca acılar ve felâketler getiren yine kapitalist sömürü düzenidir. O halde esas suçlu kapitalizmdir. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler tarafından fişlenip sınır dışı edilmesi, dünyadan uzaklaştırılması gereken düşman işte budur. Başta İtalyan İçişleri Bakanı olmak üzere tüm neo-faşistlere, Kara Gömleklilere, İl Duçe’nin tüm torunlarına hatırlatılması gereken bir gerçek var. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler bu kör cehennemin yaratıcılarından bir gün hesap soracak. Romanların barındıkları gecekondularda, grevlerde barikat barikat savaşan İtalyan işçileri, 1945’te nasıl yenildiklerini yaşatarak hatırlatacak tüm faşistlere. Hatırlatacak Loreto Meydanını, hatırlatacak o meydanda baş aşağı sallanan Mussolini’nin ölüsünü! Dünyanın ve yaşamın tüm güzelGeçtiğimiz Haziran ayında Romanlar Berlusconi hükümetinin ırkçı likleri işte o zaman “athinganoi” olacak. saldırılarına karşı İtalya’da bir protesto gösterisi düzenlediler. Ama gerçekten olacak.
35
Aile Kurumu: Sistemin Sinsi İdeolojik Aygıtı Aylin Dinç
Y
aşadığımız düzen, insanlık tarihinin sınıflı yapısının biriktirdiği tüm pisliklerin yüzeye çıktığı ama bir o kadar da kendini görünmez kıldığı, kendini kabullendirdiği bir sistemdir. İnsanlığın hafızasındaki tüm korkuların benliğimize taşındığı, tarih boyunca ezilenlerin en sinsice sömürüldükleri, kendini inkâr boyutuna getirildikleri bir düzendir kapitalizm. Bu düzende kişi, aile kurumu aracılığı ile, anne, baba, kardeşler, eş, çocuklar ve tüm akrabalar gibi görünmez bağlarla topluma yani kapitalist düzene bağlıdır. Burjuvazinin aile kurumu gibi ideolojik araçları karşısında güçlü duramayan, ona karşı doğru temellerde savaşamayanlar, aslında kapitalist sisteme karşı mücadele ettiklerini zannetseler de yalnızca kendilerini kandırırlar. Aileler daha küçük yaşta çocuklarının ne tür eğilimler taşıdıklarını, dik başlılık, inatçılık, tutarlılık, kararlılık, uzlaşmacılık, siniklik, korkaklık, çıkarcılık, maymun iştahlılık, ikiyüzlülük, gamsızlık gibi özelliklerini bilir, bu özelliklerine göre de onların hayatta nasıl bir yol tutturacaklarını az çok kestirirler. Bu özelliklerine göre onları nasıl kontrol edebileceklerini, nasıl yönlendirebileceklerini, nasıl frenleyeceklerini de çok iyi bilirler. Hangi işle uğraşırsa uğraşsın yaşamla ilgili temel eğilimlerinin ne olacağını bilirler. Çocukları mücadele ile tanıştığında da, onların o yola girdikten sonra ne yapıp ne yapmayacaklarını daha baştan kestirme şansına sahiptirler. Çünkü geçmişteki birçok deneyimleri bunu onlara öğretmiştir. Daha önceden inandığı, doğru bildiği bir şeyi onların her türlü engellemelerine rağmen yapmışsa burada da aynı tepkiyi göstereceğini düşünüp ona göre taktikler belirlerler. Deneyimlerine ve çocuklarının kişiliklerine ilişkin çıkardıkları bilgilere göre taktiksel yaklaşırlar. Çok iyi bilirler ki yapacakları herhangi bir hamlede ya çocuklarını kaybedecekler ya da kazanacaklar. Kararsız ve maymun iştahlı biri için za-
36
mana, kariyerist, rekabetçi biri için önüne daha iyi olanaklar sunmalarına, kararsız ve net olmayan, uzlaşmacı birini yanlarına çekmek için biraz fiziksel ve psikolojik baskıya ihtiyaçları vardır. Kararlı ve inatçı olanları ise öylece kabul etmekten, daha doğrusu kabul ediyor görünmekten başka çareleri yoktur. Sınıf mücadelesinin yükselişte olduğu dönemlerde, grevci, direnişçi işçinin eşi ve çocukları yanında destekçisi olarak durabilirken, işçi aileleri tüm aile fertleriyle mücadeleye atılırken, mücadelenin gerilediği dönemlerde toplumsal hafıza korku virüsüyle silinebilmektedir. ‘80 sonrasındaki gericilik yılları boyunca aileler kapitalizmi sorgulayan, ona karşı ayağa kalkan ve değiştirmek için devrimci olmak isteyen bir çocukları olmasını istemedikleri için, onları kendi ayakları üzerinde durmasını beceremeyen, yaşadığı sürece ailesine muhtaç bir varlık haline getirmek için çaba harcadılar. ‘80 öncesinde “birkaç yıl sonra kesin devrim olacak” beklentisiyle yükselen hareketin içinde yer almış olan yüz binlerce aile, darbeyle beraber tüm beklentilerinin biçildiği bir dönemden sonra gericilik çukuruna itildiler. 650 bin kişinin gözaltına alındığı, işkencelerden geçirildiği 12 Eylül faşizmi sayesinde darbeciler istedikleri toplumsal düzeni sağladılar. Kenan Evren’in “öyle bir kuşak yaratacağım ki, kimse ne olduğunu hatırlamayacak” demesi boşuna değildi. Darbeyle beraber kitaplar gömüldü, yakıldı, yok edildi, toplumsal hafıza silindi. Salonlarda kitaplıkların yerini artık son moda vitrinler alıyordu. Gençler artık devrimcileri değil, futbolcuları, modelleri, aktrisleri, köşe dönücüleri örnek alıyorlardı. Dönemin baskın ideolojisinin esiri olan ailelerinden ve toplumdan, her fırsatta yalnızca kendilerini düşünmenin en akıllıca yol olduğunu öğreniyorlardı. 12 Eylül sonrası gençler, yaşadığı düzeni sorgulamasına, politik gündemi algılayabilmesine yardımcı olabilecek
Ağustos 2008 • sayı: 41
tüm kaynaklardan uzak tutuldular, hem okulda hem ailede. Aptal bir nesil yetiştirilmek istendi. Okulda çok başarılı öğrenciler olmalı, kariyer sahibi bir iş tutarak önce kendini sonra ailesini kurtarmalıydı çocuklar. 12 Eylül sonrasında, sağlıkla, cinsellikle, feminizmle, psikolojiyle, bireysel kurtuluşun “sırlarıyla” ilgili kitaplar alabildiğine pompalanıp popülerleştiriliyordu. Bu konularda bilgili olanlardı asıl bilgili kişiler; artık memleket davaları, dünya meseleleri üzerine konuşanlar sıkıcı bulunuyor, ayrıca bu tür konularda konuşmalar yasaklanıyordu. Televizyonlarda kamuoyu yoklamaları yapıldığında da kimse bu meselelerde yorum yapmak istemiyordu. Gençliği alıp sürükleyecek bir fotoroman furyası başlatılmış, gazeteler fotoroman sayfalarıyla dolmuştu. Evde bunları okumak yasak değildi, hatta memnuniyet yaratıyordu ebeveynlerde. Çocuklarının dünyayla, siyasetle işleri yoktu. Ama söz konusu olan, politik meselelerle, sınıf mücadeleleriyle ilgili bir kitapsa, o kitap kaybolur veya yırtılır ve kitabı okuyan genç ailesi tarafından baskıya ve kısıtlamalara maruz kalırdı. 18 yaşına kadar ailenin ve ortaöğretimin körleştirici eğitiminden sonra, üniversiteye giderek kendi yaşıtlarıyla görece bir bağımsızlık ortamına kavuşan ve aileden bağımsızlaşmaya başlayan gençler sorgulama sürecine girdiklerinde, aile kurumu tüm çıplaklığıyla gerçek yüzünü gösteriyordu. Gençlerin reflekslerine, dayanma gücüne ve bilinç düzeyine göre ailenin tutumu ortaya çıkıyordu. Gençler politikleştikçe aile kurumu, imamın, yargıcın, polisin, gardiyanın tüm rollerini üstleniyordu. Bunların karşısında yeterince direnç gösteremeyen gençler, binlerce yıllık kurumsal rolünü rahatlıkla yerine getirebilen aile karşısında çoğunlukla yeniliyordu. Bu yüzden öğrenciyken solcu, mücadeleci olup, okul biter bitmez “bu işler öğrencilere göre” deyip pes edenler aslında aile kurumuna yani burjuvaziye teslim olan ve gerçekten de ateşi arama serüvenini hafife alanlardır. İçinden geçtiğimiz gericilik döneminde de aileler yapabildikleri ölçüde kendi rollerini yerine getiriyorlar. Onurlu bir mücadele veren evlatlarını sistemin pasif kurbanları haline getirmek, karanlıktan kurtulma mücadelesine katılmalarının önüne geçmek için her türlü alicengiz oyunlarına başvuruyorlar. Ama işin püf noktası
marksist tutum
şudur ki, safımızı bilinçli bir şekilde kavrayışımız, kararlılığımızı ve netliğimizi belirleyecektir. Yalnızca aile karşısında değil, arkadaşlık, dostluk, sevgililik ilişkilerinde de yaşamın merkezine devrimci mücadeleyi koyan, tüm ilişkilerini buna göre ayarlayan, hiçbirinde en ufak bir taviz vermeyen birisi, bu mücadeleyi de başkalarına kavratmak üzere tarihsel misyonunu sonuna kadar sahiplenir. Elbette küçük-burjuvası oldukça bol olan yaşadığımız topraklarda, küçük-burjuvazinin sisteme karşı tutunamamışlığının ve gelgitlerinin verdiği geçici ruh haliyle, kızgınlıkla, öfkeyle ya da kendini tatmin duygularıyla, entelektüel kaygılarla, zorlu bir yolda heyecan yaşama, öne çıkma duygularıyla mücadeleye girildiğinde, öne dikilen engellerle boğuşmak olanaksızdır. Küçük-burjuva zihniyet, gençlere kendi çıkarını düşünmeyi öğretir erken yaşta, dolayısıyla böylelerinin mücadele içinde de egoları çok güçlüdür. Kendi bireysel çıkarı ön plandadır. Bu çıkar zedelendiğinde yalpalamaya başlar. Aile, böyle anlarda ektiğini biçmeyi denemeye koyulur artık. Ona öğrettiği ve onu tanıdığı şeyler üzerinden saldırır. Eğer erken yaşta şiddetten korkutmuşsa bunu dener, eğer duygusal yönden hassaslaştırmışsa bu yolu dener, bireysel çıkarlarına sahip çıkmayı, bencil olmayı öğretmişse bu duygularını harekete geçirir, türlü olanaklar açar önüne çocuğunun. Eğer düzenin çeşitli baskı unsurlarından çekiniyorsa bunları devreye sokar. Aileler çocuklarının diline uygun davranmayı, onu nasıl yönetmeleri gerektiğini çok iyi bilirler. Bu yüzden, nasıl yetiştirildiğini, nasıl bir hamurdan mayalandığını düşünmemiş olanlara, her eleştiriyi bir haksızlık ya da saldırı olarak algılayanlara, dünyayı değiştirme misyonunun ilk durağının kendileri olduğunu anlamayanlara diyecek tek bir söz var: “Gölge etme, başka ihsan istemem!” Yaşadığı çarpık düzene ve onun tüm pisliklerine karşı içlerinde gerçek bir öfke duyanlar, küçük, büyük demeden her soruna karşı mücadele etmeyi düstur edinenler, mücadele yolunda öne çıkan tüm sorunlarla baş edebilirler. Ruhlarında birbiriyle çatışan iki benlik değil, daima onurlu bir yaşamın gereklerine göre davranabilen bir benlik taşırlar. Kolektif olduklarında büyük bir bütünün parçası olarak akan bir sudaki damla misali bütünün niteliklerini kazanmaya yönelik bir gelişim içinde olurlar. Damla tek başına sel olma niteliği taşımaz ama damlaların işbirliği, uyumu, birbirini ittirmesidir bir tek damlaya önüne geleni yıkma gücünü veren nitelik.
37
Dokuzuncu Yılında 17 Ağustos Depreminin Anımsattıkları D
ünya üzerinde deprem, tsunami, sel gibi felâketler on binlerce insanın yaşamına mal olurken, geride bıraktığı yıkımlar milyonlarca emekçinin yaşamını katlanılmaz hâle getiriyor. İzmit-Adapazarı depreminin üzerinden 9 yıl geçti. 9 yıl önce depremi takip eden günlerde hem Türkiye gündeminde yaşanan hem de deprem bölgesinde şahit olduğum olayları sınıf kardeşlerimle paylaşmak istiyorum.
Depremin 5. günü Zümrütevler’deki küçük bir marangozhanenin çalışanlarıyla birlikte deprem bölgesindeki kurtarma çalışmalarına katılmak istedik. Bölgeye bir binek oto ve iki kamyonet ile ulaşacaktık. Yanımıza sadece kazı araç gereci almak niyetindeydik. Zümrütevler mahallesinin emekçi halkı bizim deprem bölgesine gideceğimizi duyar duymaz süt, ekmek, battaniye, ayakkabı, çocuk bezi kısacası ne buldularsa toplayıp araçların önüne yığdılar. Emekçi insanlarımız verebilecekleri ne varsa önümüze sunuyorlardı. Birkaç saat içerisinde kamyonetler yardım malzemeleri ile tıka basa dolmuştu. Burjuvalar yardım faaliyetlerini utanmazca abartarak yansıtmakta ve reklâm malzemesi olarak kullanmaktaydı. Onlar timsah gözyaşları dökerken, emekçi insanlarımız ne reklâm derdindeydi ne de kendilerine pay çıkarma-
38
nın peşinde. Sınıfımızın insanları evindeki battaniyeyi pirinci kucaklayıp yanımıza koşmuştu. Alınteriyle yaşayanlar, egemenlerden ahlâki olarak kat be kat üstündür!
Açılın “bakan” gelecek Akşama doğru yola çıkabilmiştik. Araçlar tıka basa yardım malzemesiyle doluydu. Bu yüzden oldukça yavaş yol alabiliyorduk. Bölgeye yardım götürmek için yola çıkmış binlerce araç vardı. Bölgeye yaklaştıkça depremden dolayı asfalt üzerinde yer yer açılmış yarıklar trafiği yavaşlatıyordu. Akşam saatlerinde İzmit yakınlarında bir dört yol ağzında trafik tamamen durdu. Önce sebebini anlayamadık. Yüzlerce insan araçlarından inmiş, 150 metre kadar ileride yolun kesildiği noktaya merakla bakıyordu. Bizim ekipten bir arkadaşla birlikte dört yol ağzına doğru yürüdük. Polis yolu kapatmıştı. Gerekçe tam da TC devletinin karakterine uygundu. Bir “Bakan” efendi, yolumuzu çapraz kesen yol üzerinden geçecekmiş ve deprem bölgesinde boy gösterecekmiş! Yardım araçlarını geciktiren bu iğrenç gerekçeyi duyduğumuzda öfkeyle dolduk. Önceleri polisin hemen önünde yer alan araçlardaki insanlar polisten yolu açmasını rica etmekle yetiniyordu. Bakan efendi için yolun kesildiği arkalarda da duyulunca tansiyon yükselmeye başladı.
Ağustos 2008 • sayı: 41
Ardından yüzlerce araç kornalara basarak bu durumu protesto etmeye girişti. Kornalı protesto ile cesaretlenen kitle polise ve “bilmem ne bakanına” küfürler yağdırmaya başladı. Kitle içerisinden öndeki araçlara “ezin geçin şunları” diyen haykırışlar yükseldi. Polisler oldukça korkmuş olacaklar ki silahlarını çektiler ve bir kamyon şoförüne kamyonu ile yolu kapatmasını emrettiler. Yardım araçlarından inen kitlenin öfkesi doruk noktasına vardı. Gittikçe kalabalıklaşan bir kitle polislere doğru yürüyor ve silahını çekmiş polislere küfürler yağdırıyordu. Kitlenin öfkesi, kararlılığı sonucunda polis yolu açmak zorunda kaldı. Yolu açtıran kitlede öfkenin yerini kazanmanın getirdiği güven duygusu almıştı. Artık kornalar “biz kazandık” dercesine tempolu bir biçimde çalınıyordu. Hayat bir kez daha gösteriyordu ki, amacının haklılığından ve hedefinin doğruluğundan şüphe duymayan bir kitle, birlik olduğuna da inanmış ise önüne çıkacak engelleri korkusuzca aşabilir.
Kriz Masası görev başında! Depremin ilk günlerinde devlet, deprem bölgesinde işlerin idaresi ve yardım malzemesi dağıtımını koordine etmek üzere “Kriz Masası” atamıştı. Bu merkezin ne işe yaradığına çok geçmeden şahit olacaktık. İlerleyen saatlerde İzmit merkezine vardık. Bir an önce enkaz kaldırma ve kurtarma çalışmalarına katılmak istiyorduk. Ekibimizin çoğunluğu kazıya giderken iki kişi yardım malzemeleriyle ilgilenecekti. Elimizdeki giyecek ve gıda malzemelerini, dağıtımı merkezi olarak koordine eden bir organizasyona teslim etmek mantıklı görünüyordu. Bu yüzden Kriz Masasına gittik. Kriz Masasının bulunduğu bir kamu binasının önüne gittiğimizde içler acısı bir manzarayla karşılaştık: Binanın bahçesinde ekmeklerin yığıldığı bir çöp tepesi, yanında, kutu sütlerin ve meyve sularının (bir kısmı patlamıştı ve yerlere akıyordu) yığıldığı bir başka çöp tepesi, onun yanında pet şişe suların yığıldığı bir başka çöp tepesi, diğer yanda giysi ve battaniye tepesi… Zümrütevler’deki emekçilerin bize emanet ettikleri yardım malzemesini bu devlet çöplüğüne mi bırakacaktık? Binadan içeri girip Kriz Masasının odasına gittik. İçeride 5-6 masa ve masaların arkasına kurulmuş bürokratlar vardı. “Elimizde giyecek ve gıda maddeleri var ne yapalım?” diye
marksist tutum
sorduk. Gayet rahat bir hava içerisinde “bahçeye bırakın” dediler. Dağıtım araçlarınız var mı diye sorduğumuzda “yok” dediler. “Bahçeye yığılan her şey çöp yığını olmuş, elimizde kamyonet var nereye dağıtılması gerekiyorsa, yardım malzemesi nereye ulaşmamışsa oraya taşıyalım” dedik. “Siz bahçeye yığın oradan alan alır” gibi bir yanıt geldi. “Yanımıza bir rehber tahsis edin malzemeyi tepelere kurulan çadır kentlere götürelim” dedik. “Rehberimiz yok” yanıtını aldık. “O zaman şehrin haritası üzerinden gösterin biz yolu buluruz” dedik. “Elimizde şehir haritası da yok” dediler. Biraz sinirlenerek, “Bari yolu tarif edin buraları bilmiyoruz” dedik. “Ankara’dan geldik buraları biz de bilmiyoruz” cevabını aldık. Artık nezaketle konuşacak hal kalmamıştı. Siz insan mısınız? Devlet misiniz? Ne b..a yararsınız diyerek kapıyı vurduk ve çıktık. Yoldan rastgele bir adam çevirip yol bulmak için yardım istedik. “Tabi ki gelirim sizinle” diyen o adamla birlikte gece yarısı çadır kentlerin bulunduğu tepelik bölgeleri dolaşıp yardım malzemelerini dağıttık. Çadır kentlere vardığımızda yardım malzemesi dağıtacağımızı duyuruyor, araçların çevresinde toplanan insanlara neyin eksik olduğunu soruyor, ardından insanlardan dağıtım sorumluluğu için gönüllü olmalarını istiyorduk. Sorumluluk üstlenmek isteyen gönüllü 2 ya da 3 kişiye herkesin gözü önünde malzemeyi teslim ediyorduk. Depremzedelerin ihtiyaçtan doğan örgütlenme zorunluluğu, içlerinden pek çoğunu doğrudan sorumluluk almaya, diğerlerini ise sorumluluk alanları denetlemeye yönlendiriyordu. Çadır kentlerde yaşayanlar emekçi insanlardı. Parası bol olanlar zaten çevre illerdeki otellere gitmişlerdi. Depremi takip eden ilk günlerde deprem bölgesinde devlet otoritesi çökmüştü. Elbette burjuva devlet tüm kamuoyuna yönelik olarak “devlet gerekeni yapmaktadır,
39
marksist tutum
tüm önlemler alınmıştır” havası yaratma gayretindeydi. “Kriz Masası” gibi şaşalı isimlerle duyurulan organizasyonlar göstermelik idi. Gerçekte ise bölgede kaos ve iktidarsızlık hakimdi. Sivil halkın inisiyatifi bu boşluğu dolduruyordu. Çöken binaların altında kalan insanların kurtarılması işini sivil halk üstlenmişti. Burjuva basın pek söz etmese de Zonguldak’tan ve diğer illerden gelen maden işçilerinin kazı ve kurtarma çalışmalarına yaptığı katkıyı nasıl unutabiliriz?
“Tahtacılar” devletin otoritesini tehdit ediyor! Deprem bölgesinde karşılaştığımız en önemli sivil organizasyon “Tahtacılar” idi. Gündüz yolda ilerlerken trafik akışını düzenleyen eli sopalı gençlere rastlamıştık. Bu gençler düzenli aralıklarla yol boyunca dizilmiş trafik akışını düzenliyordu. Tahtacıların hikâyesini İstanbul’a döndükten sonra daha ayrıntılı olarak öğrenebilmiştim. Durumun özeti şuydu: Deprem bölgesinde devlet fiilen ilga olmuştu. Bölgede geçici bir süreliğine de olsa devlet ve onun otorite araçları ortadan kaybolmuştu. Polis de subay da bürokrat da kendi derdine düşmüştü. Enkaz altındaki insanların kurtarılması ve yardım malzemelerinin dağıtımı gibi en acil ihtiyaçların giderilmesi gerekiyordu. Bölgeye yardım amacıyla gelenlerin yanı sıra enkaz yağmalamak için gelenler de vardı. Yardım araçlarının oluşturduğu trafik, yıkılan binalar arasında keşmekeşe sebep oluyordu. Orta ve üst sınıflar ile imkân bulabilenler bölgeyi terk etmiş, emekçiler ise, diğer illerden gelenlerle birlikte bu kaosun içerisinde kendine özgü bir düzen yaratmak zorunda kalmıştı. İşte bu koşullar “halk milisi” tipinde bir örgütlenmeye hayat vermişti. Yağmayı engelleyen, trafiği düzenleyen, kelimenin tam anlamıyla “kendiliğinden” oluşmuş bu “halk milisi” tipindeki örgütlenmeye, ellerinde tahta sopalar taşıyan gençlerden oluştuğu için “tahtacılar” denmişti. Burjuva basında başlangıçta “Tah-
40
Ağustos 2008 • sayı: 41
tacıları” olumlayan haberler çıkmıştı. Ancak TC Genelkurmay’ı bu durumun tehlikeli olduğunu algılayarak “Tahtacıların” derhal dağıtılmasına karar verdi. Halk kendi kendisinin güvenliğini nasıl sağlardı? Halk, ordu ve polis olmadan da kendi güvenliğini sağlayabileceğini, bunun için örgütlenebileceğini, tepesinde burjuva devlet olmadan da bal gibi yaşayabileceğini asla öğrenmemeliydi. Hürriyet gazetesine “Tahtacıları” karalayan yayınlar yaptırıldı. “Haddini bilmez, ne idüğü belirsiz eli sopalı serseriler güya güvenlikçi kesilmiş”ti! AKUT gibi sivil yardım örgütlerinin rolü de abartılmamalıydı! Halkın yardımına en önce koşanın devlet olduğundan şüphe edilmemeliydi! Bölgeye asker sevk edildi. “Tahtacıların” yerine silahlı askerler dizildi. Enkazların başına asker dikildi ve “Mehmetçiğin” fedakârlığı ve yardım severliği gazetelerde konu edildi. Bazı sosyalist çevrelerin oluşturmaya giriştiği çadır kentler derhal dağıtıldı. Söz konusu olan burjuva devletin bekası ise deprem mağduru emekçilerin ihtiyaçları elbette önemli değildi.
Burjuvazi alçaklıkta sınır tanımaz! Türkiyeli emekçiler yüzlerini deprem bölgesine çevirmiş, bölgedeki insanların acısını paylaşmaya başlamıştı. Bunu fırsat bilen burjuva meclis, gece yarısı “mezarda emeklilik” yasasını onayladı. Deprem, ekonomik krizden çıkış için fırsat olarak değerlendirildi. Diğer ülkelerden gelen yardım paralarının büyük bir kısmı devlet tarafından gasp edildi. Yardım paralarının çoğu ise öncelikle fabrikaları depremden zarar gören patronların “yaralarının sarılması” için dağıtıldı. Öte yandan deprem bahanesiyle halkın sırtına yeni vergiler bindirildi. Depremde yaklaşık 30 bin insanın hayatını kaybetmesinin birinci derecede sorumlusu burjuva düzendir. Bilim adamlarının ısrarlı uyarılarına rağmen, fay hattı üzerinde olduğunu bile bile en tehlikeli araziler imara açılmış, bu sayede bazı burjuvalar ve onların yönetimdeki siyasetçileri muazzam paralar kazanmışlardır. Burjuvazi ve onların siyasetçileri için kazanacakları birkaç milyon dolar, onbinlerce insanın hayatından daha değerlidir. 17 Ağustos depreminin üzerinden 9 yıl geçti. Bu yaşananların hesabını işçi sınıfı mutlaka soracaktır; eğer yaşadıklarımızı unutmamayı ve dersler çıkarmayı öğrenirsek.
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Williamlar Girer, Welatlar Giremez! 15
Haziran günü Almanya’da yaşayan Yadigâr Dağ isimli bir Kürt kadını, üç çocuğuyla birlikte Almanya’nın Duesseldorf kentinden hava yoluyla Türkiye’ye gelmişti. Havaalanında kimlik kontrolü sırasında Yadigâr Dağ’a kendisinin ve iki çocuğunun Türkiye’ye girebileceğini ama 7 yaşındaki Welat’ın isminde “W” harfi bulunduğunu ve bu harfin Türkiye’de yasak olduğu için Welat’ın Türkiye’ye girişinin yasak olduğu söylendi. 7 yaşındaki Welat, annesi Yadigâr Dağ’dan zorla alınarak tek başına Almanya’ya geri gönderildi. Welat’ın babası Sadrettin Dağ 1999 yılında Almanya’ya iltica etmiş, o tarihten beridir de Almanya’da siyasi mülteci durumunda bulunmakta. Bu nedenle de kendisi Türkiye’ye gelemiyor. Ama eşinin böyle bir yasaklı durumu yok. Ayrıca Dağ ailesinin çocuklarının üçü de Almanya vatandaşı oldukları ve Almanya pasaportları da olduğu için Türkiye’ye sokulmamaları için hiçbir engelleri yok. Yani Türkiye’ye gelen herhangi bir ülkenin vatandaşı nasıl turist olarak geliyorsa Welat da öyle gelebilirdi. Fakat Türkiye’ye Wilson, William girebilirken bir Kürt çocuğu olan 7 yaşındaki Welat giremiyordu. TC’nin kurulduğu günden bu yana, başta Kürt halkı olmak üzere Ermenilere, Rumlara ve diğer dillere, dinlere, farklı kültürlere yönelik asimilasyon politikaları sürdürülüyor. Bu topraklar üzerinde yüz yıllardır yaşamış halkların çocuklarına kendi dillerinde isim koymaları engellenmeye çalışıldığı gibi, illerin, ilçelerin ve köylerin büyük bir bölümünün adları da yıllar içinde değiştirildi. Türkçe olmayan isimler yasaklandı, yasağa uymayanlar cezalandırıldı. Öyle ki, farklı dil ve etnik kökenden insanların nüfus cüzdanlarına kendi dillerindeki isimler yerine, nüfus müdürlükleri Türkçe olmayan isimleri Türkçeye uyarlayarak örneğin, Zozan yerine “Suzan”, Berivan yerine “Mihriban”, Berzan yerine “Bayram”, Şirvan yerine “Şaban”, Mizgin yerine “Mine” isimlerini yazdılar. Geçen yıl katledilen Hrant Dink, 1979 yılında gözaltına
ve cellât uyandı yatağında bir gece tanrım dedi bu ne zor bilmece öldükçe çoğalıyor adamlar ben tükenmekteyim öldürdükçe alınmış ve polisler kendisine “Hrant diye isim mi olurmuş, senin ismin bundan sonra Fırat olacak” demişlerdi. On yıllar boyunca Türkçenin dışında isim koymak yasaktı. 2003 yılında sözde AB’ye uyum çerçevesinde isim yasağı kaldırılmıştı. Ancak TC devletinin ne kadar ikiyüzlü ve çifte standartlı bir politika uyguladığı 7 yaşındaki Welat şahsında bir kez daha açıkça görülüyor. Dünyanın birçok ülkesinin alfabesinde Q, X, W harflerinin bulunduğu gibi, adında bu harfler bulunan dünyanın her ülkesinden insanlar da Türkiye’ye gelebiliyor. Hatta Türkiye’de bu harflerin olduğu şirket adları ve kurumlar da var. Ama isminde “W” harfi bulunan Alman vatandaşı Welat Kürt olduğu için Türkiye’ye sokulmuyor. Welat, Kürtçede vatan demek. TC egemenleri geçmişte olduğu gibi bugün de Kürtlerin isimlerini bile duyduklarında kâbus görmüş gibi oluyorlar. Bu kâbusu TC devletine bir kez daha yaşatan son kişi 7 yaşındaki Welat oldu. Son diyoruz çünkü buna benzer başka örnekler de olmuştu. Örneğin geçmiş yıllarda Saddam zulmünden kaçıp Irak topraklarından Türkiye sınırını geçen yüzlerce insanın arasındaki bir Kürt kadınının adı “Kürdistan” idi. TC devleti o yüzlerce insanı geçici olarak Türkiye topraklarında tutarken, Kürdistan isimli kadını günlerce sınırda bekletmişti. Ve o yüzlerce insanı Irak’a iade ederken, adı Kürdistan olan kadının adını “Kuzey Irak” olarak değiştirmiş ve Irak’a iadesini öyle yapmıştı. Osmanlı devleti Ermenileri kırımdan geçirerek binlerce Ermeni’yi katletti. Ama Ermenileri bitiremedi. TC devleti de kurulduğu günden beri Kürtlere yönelik en gerici ve en baskıcı uygulamalarını hâlâ sürdürüyor. Ama Kürt halkının mücadelesini bu tür engellemelerle yok edemeyeceğini anlamıyor. Harflerden, isimlerden ve Kürt halkının taleplerinden korkan bir devlet zihniyeti elbette yok olmayı hak ediyor. Marksist Tutum okuru bir işçi
41
Emperyalist-Kapitalist Vahşetin Fotoğrafları E
mperyalist-kapitalist devletlerin tümü, sermayedarların saltanatını sürdürmek, bir avuç asalağın cennetlerini ölümsüzleştirmek için her türlü zorbalığa ve hatta vahşete başvurmaktalar. Bu barbarca vahşetin fotoğrafları ABD arşivlerinde açığa çıktı. ABD’nin 5 Mayısta açtığı ulusal arşivde, 58 yıl önce yaşanan Kore Savaşına dair tüyler ürperten fotoğraflar var. Fotoğraflarda Koreli siyasi tutsaklar 1950 yılında yani savaş başlamadan hemen önce bizzat Koreli askerler tarafından hunharca katlediliyorlar. Hükümetlerinin savaş ve sömürü politikalarına karşı çıkan Koreli siyasi tutsaklar sorgusuz sualsiz, topluca infaz ediliyorlar. Emperyalist devletlerin askerleri de kardeşlerine kurşun sıkan Koreli askerlerin hemen arkasında sıralanmış. Kore Savaşı bilindiği gibi 1950 yılında ABD emperyalizmi tarafından başlatılmıştı. ABD, emperyal hedeflerini başarmak ve SSCB’nin Çin’den sonra Kore’yi de nüfuzu altına almasına engel olmak amacıyla savaşı 3 yıl boyunca acımazsızca sürdürdü. Savaşın ertesinde Kore ikiye bölündü ve milyonlarca işçi ve emekçi öldürüldü. Kimyasal silahların da kullanıldığı savaşta, kentler acımazsızca bombalandı ve insanlar toplu halde katledildi. Fakat ABD emperyalizmi bu vahşeti hayata geçirirken yalnız değildi. Başta savaşa katılmakta elinden gelen her türlü gayreti gösteren Türkiye olmak üzere, 25’in üzerinde ülke de Kore vahşetine asker göndererek destek ve ortak oldu. “Mehmetçiğin kanı feda olsun” diyen Demokrat Parti hükümeti, binlerce askeri Kore’ye zorla yolladı. Kore’de Türk askerlerinin kahramanlıkları diye anlatılan hikâyelerin ne olduğunu, aslında şu an bakmakta olduğunuz fotoğraflar özetlemektedir. On binlerce siyasi tutuklunun savaşın ön gününde katledilmesi, çürümüş düzenin korkusunu gözler önüne seriyor. İşçi ve emekçilere önderlik edecek devrimci si-
42
yasi tutsaklar, hapsedilmelerine rağmen, varlıklarıyla sömürücü sistemi tehdit etmeye devam etmişlerdi. Siyasi tutsaklar savaşa engel olmak, sömürücü iktidara son vermek ve ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek için mücadele veriyorlardı. Burjuvazi onları vahşice katletti ve hemen ardından namluların ucunu acımazsızca tüm halka çevirdi. Emperyalist-kapitalist düzenin namlularının ucunda, insanlık bugün de inim inim inletilmeye devam ediliyor. İnsan elbette geçmişin kara tarihinin hesabını sormalı. Ya günümüzde yaşanan vahşete ne demeli? Yayılan emperyalist paylaşım savaşı dünyamızı yeni vahşet fotoğraflarına boğmaya devam ediyor. İşgal altındaki Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de yaşanan işkenceler ve katliamlar her gün televizyonlarda üstelik canlı canlı sergileniyor. Ezilen kardeş Kürt halkına dönük baskıları ve zorbalıkları, ateşe verilen binlerce köyü, yanan hayvanları ve katledilen insanları da unutmamak gerekiyor. İşçi sınıfının onyıllardır yaşadığı devrimci önderlik boşluğu, emperyalizmin dünyada bu denli fütursuzlaşmasına neden oluyor. Nüfuz alanlarını genişletmek ve daha çok kâr etmek uğruna emekçiler birbirine kırdırılıyor. Günümüzün emperyalist düzeni, 1950 yılında yaşanan ve bir kısmı fotoğraflara yansıyan vahşeti katlarca aşan bir barbarlık seviyesine ulaşmış bulunuyor. Bu vahşete mani olacak tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi kapitalizmin tüm katliamlarının hesabını soracak ve sömürücülerin inşa ettikleri zindanları yok ederek insanlığı barış ve kardeşliğin fotoğraflarıyla tanıştıracak! Ya Barbarlık Ya Sosyalizm! Dünya Devrimi İçin Enternasyonalist Mücadeleyi Yükseltelim! Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
Ağustos 2008 • sayı: 41
marksist tutum
Uyan Artık Uykudan Uyan! İ
şbaşı saatlerimiz geldiğinde, biz işçiler, başlarız arılar gibi vızır vızır çalışmaya dur durak bilmeden. Sırtımızda, patronların kırbacını hissederiz her an. Köleden farksız değiliz yani, tek farkımız, ücretli oluşumuz. Bir an bile fırsatımız yoktur durup dinlenmek için. Bant sistemi izin vermez çünkü. Hatta zorunlu olarak gidermemiz gereken insani ihtiyaçlarımızı bile karşılayamayız. Böbreklerimiz isyan etse de. Vücudumuzun yönetimini iş koşullarımız belirler olmuş. “Bekle yemek saatini” deyip metabolizmamızla çatışırız. Gün be gün, saat be saat, organlarımızı tüketircesine çalışırız, çalıştırılırız. Patronların üretim kaybına tahammülleri yoktur çünkü. Bunu biz işçiler iyi biliriz. Bizi kiraladıkları 8 saat boyunca, onlar için her dakikamız değerlidir. Tabii ki artı-değer ürettiğimiz sürece. Bu koşulları her birimiz farklı şekillerde de olsa yaşıyoruz. Ama kafamı karıştıran bir şey var. Üzerine biraz düşünmek istedim. 5-10 dakikalık üretim kaybının, binlerce euro zararla ölçüldüğünü biliyorum. 5-10 dakikalık üretim kaybına tahammülleri olmayan patronlar, peki Türkiye-Hırvatistan (çeyrek final) ya da Türkiye-Almanya (yarı final) maçlarında, 4 saate yakın bir üretim kaybına, nasıl oldu da göz yumdular? Günlük hedefler tutturulamayınca ortalığı velveleye veren asalak takımı, nasıl oldu da bunca dakika üretimin durmasına izin verebildi? Ben de ne kadar kötümserim değil mi? Canım neden olacak işte, patronlarımızın iyi niyeti tabii ki! Ne kadar da anlayışlı insanlarmış bunlar. Fabrikayı tatil etmekle kalmadılar, hatta fabrika bahçelerine dev plazma ekranlar kurdular. Sırf biz bu maçı izleyebilelim diye bütün teknik donanımlarını seferber ettiler. Canım biz işçiler de ne kadar nankörüz değil mi? Ama kafam karıştı şimdi. Daha maçtan önceki hafta, makineler on dakika durdu diye kızılca kıyamet kopmamış mıydı? Üretim müdüründen tut posta başlarına varıncaya kadar her birimizden bunun hesabı sorulmamış mıydı? Burada bir çelişki var. 10 dakika nerede 4 saat nerede? İşte tam da bu noktada biraz daha düşünmek gerekiyor. Düşünüyorum, kendi kendime diyorum ki, “ya neden olacak işte, patronum ülkesini çok seviyor. Bu coşkuyu bizimle birlikte o da yaşamak istedi” diyorum. Diyorum diyorum ama patronum Türk değil ki. Ama Türk patronlar da üretimi durdurdular. Hem ülkesini, işçisini sevse, düşünse, gidip başka başka ülkelerde fabrika açarlar mıydı? Kendi ülkeleri için istihdam yaratırlardı. Demek ki sebep, patronların ülkesini sevmesi de değildi. Zaten sermayenin-patronların memleketi yoktur ki. Peki, neydi patronlara vardiyalarda üretimi durduran şey? Bunun başka bir nedeni olsa gerekti! Ha unutmadan bir de sendikamız vardı tabii ki. Bu organizasyonda hatırı sayılır bir emek harcadılar. SSGSS kapsamında yapılan genel iş bırakma eyleminde, 2 saat olarak belirlenen eylemi, 30 dakika yaptırmışlardı. 30 dakikalık süreçte ne slogan attırdılar, ne de coşkuya izin verdiler sendikacılarımız. Ama bu maç izleme organizasyonu için, nasıl da çırpınıyor, nasıl da örgütlüyorlardı fabrikayı. Fabrikanın koridorlarına dev Türk bayrakları asıldı. Tavandan yerlere kadar. Adeta kızıla boyandı her yer. Bahçeye kurulacak olan dev ekran için temsilcilerimiz nasıl da koşturuyorlardı? Ben o gü-
ne kadar bunları öyle koştururken görmemiştim. Hiç bu kadar terlememişlerdi. Temsilcilerimiz, meğer ne kadar çalışkanlarmış. Belki de ilk defa fabrikamızın bahçesinde sloganlar atıldı hep bir ağızdan. Ne garip değil mi? Haklarımız bir bir ellerimizden alınırken, buna karşı örgütlenen genel iş bırakma eyleminde en ufak bir talebimizi bile haykıramazken, milli maçta, fabrika bahçeleri, maç tezahüratları ile inledi. Hepimiz televizyonlardan, basından takip ettik bu süreçleri. Daha doğrusu takip etme zorunluluğunda bırakıldık. Ana haber bültenlerinin, gazetelerin neredeyse tamamı, Avrupa kupasına odaklanmıştı. Maçlar biz işçilerin birinci derecede gündemi haline getirildi. Ne zamlar konuşulur oldu, ne de fabrikalarda yaşadığımız sorunlar. İki işçi yan yana geldiğindeki tek sohbet konusuydu artık Avrupa kupası. Aslında yukarıda aramaya çalıştığım cevap tam da bunların altında yatmıyor mu? Avrupa kupası sürecinde, milliyetçilik dalgası aldı başını yürüdü. “Vatan, millet, Sakarya!” Vardiyalarda üretimin durdurulmasının nedeni, ne patronların vatanlarını sevmesiydi, ne de biz işçileri düşünmeleri. 4 saate yakın bir üretim kaybı vardı evet. Bunu göze aldılar. Çünkü kazandıkları şey çok daha değerliydi onlar için: İşçi sınıfının beynine, milliyetçiliği bir kez daha kazımak! Bu tür oyunlarla işçi sınıfını kandırmak, kendi sorunlarından uzaklaştırmak, gündemlerini boş şeylerle doldurmak! Patronlar sınıfı, bulduğu her fırsatı değerlendirip, bizlerin gündemini, hayatını, boş, gereksiz şeylerle doldurmaya çalışıyor. Bir taraftan da, sözüm ona “milli coşkuyu paylaşmak adına” bizlerle birlikte maç izleyerek, işçi-patron ayrımı yokmuş gibi davranıyorlar. Daha dün canımızı yakan patronlar, bugün bizimle yan yana, kol kola “milli coşkuyu” rol yaparak da olsa yaşamaya çalıştılar. İşçi sınıfının, kendi sorunlarına kafa yormaması, uyuyan devin uykusuna devam etmesi için, patronların küçük oyunlarından biriydi bu. Geçmişten bugüne kadar, işçi sınıfını uyutmak için kullanılan önemli araçlardan biri değil miydi milliyetçilik ve futbol? Fabrikalarda organize edilen maç şölenleriyle, bir taraftan da işçilerin deşarj olmasını sağladılar. Bağırdılar, çağırdılar, sevindiler, milliyetçilik temelinde sloganlar attılar. Kısacası, işçilerin içinde biriken öfkeyi, balona iğne batırma misali, bu şekilde boşaltmış oldular. Ama ertesi sabah, aynı bataklığın içinde, aynı sorunlarla, dün birlikte maç izledikleri patronların baskı ve hakaretlerine maruz kalarak üretim yapmaya devam ettiler işçiler. Patronla yaşanan “milli coşku”, “milli beraberlik”, sadece maç süresi kadardı. Biz işçilerin bu oyunlara gelmemesi ve uyuyan devin uyanması için, sınıf bilinçli işçiler üzerlerine düşen görevi yerine getirmelidir. İşte o zaman fabrika bahçelerinde maç tezahüratlarını değil, burjuvazinin kirli ağzından çıkan kendi politik çıkarlarının söylemlerini değil, kendi sınıfımızın çıkarlarını hep bir ağızdan haykıracağız. Fabrikalarımızı, milliyetçiliğin, kapitalizmin kiriyle değil işçi sınıfının mücadele kızıllığı ile boyayacağız. Sınıfımızın öz örgütleri olan sendikalarımızı, tıpkı geçmişte olduğu gibi yeniden, kendi denetim ve yönetimimize almalıyız. Bunları başarmak da ancak örgütlü bir mücadele ile mümkün olabilir. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey. İMES’ten bir metal işçisi
43
Ağustos 2008 • sayı: 41
marksist tutum
T
Ekmek Aslanın Midesinde!
üm dünyayı saran iktisadi krizin çanları, Türkiye’de de artık gizlenemez bir biçimde çalmaya başlamış bulunuyor. Bir süredir arka arkaya gelen, işçi ve emekçilerin boğazını sıkmaya başlayan zam furyası ekonomik bunalımın belirtilerinin kendini daha açıkça ortaya koymaya başladığının da göstergeleridir. Son bir ayda en temel gıda maddesi olan ekmeğe yapılan zammı, ulaşıma, benzine gelen zamlar izledi. Seçim öncesi ve sonrasında elindeki olanaklar sayesinde aşevlerinden, ucuz kömür dağıtmaya kadar daha birçok “popülist” uygulamayla yandaşları başta olmak üzere oy deposu olarak gördüğü işçi sınıfını ve yoksulları kandırabilen AKP, gerçek yüzünü gizlemekte giderek daha da zorlanacaktır. İstanbul’da ekmek fiyatları aldı başını gitti. Bir kişinin bile karnını doyurmaya yetmeyecek büyüklükteki 300 gram ekmeğin fiyatı 85 yeni kuruş oldu. Haziran itibarıyla doğalgaza da %7,4 oranında zam geldi. Doğalgaz zammına varana kadar toplu taşıma ücretleri şaha kalkmış, % 4-10 arasında zamlanarak elimizi-cebimizi yakmaya başlamıştı. Hazır zamlardan bahsetmeye ve öfkeden elimiz titremeye başlamışken Temmuz ayı müjdesine de yer vermekte fayda var: vergilerle birlikte %25’i bulan elektrik zammı. Enerji piyasası düzenleme kurulu (EPDK) 20 tane dağıtım şirketinin bu zam oranlarını nasıl formüle edeceğini düzenlemeye çalışıyordu. Yönetmelikler, genelgeler devreye girecek ve tabiî ki bu engel de aşılacaktı. Yıl başından bu yana %45’e varan oranlarda elektrik zammıyla yüz yüze bırakılan işçi ve emekçi kitlelere, bu burjuva hükümet elbet bir kolaylık sağlayacaktı. Sağladı da. Bundan sonra yönetmelik, genelge falan filan uğraşmadan otomatik fiyatlandırmayla renklenecek elektrik faturalarımız. Bir sonraki zamla
Ekimde tanışacağız. Artık “piyasa” ne buyurursa! Çeşitli yöntemlerle tespit edilip ilan edilen açlık ve yoksulluk sınırlarının da bir hükmü kalmıyor, artan fiyatlar karşısında. Artık doktorların “kan değerlerin düşük çıkmış biraz kırmızı et, karaciğer, dalak ye, meyve sebze tüket, pekmez ye!” cinsinden sözlerine şaşkın bakışlarla bakan insanlar gitti, yerine bunları artık ha deyince alamayacağını çok iyi bilen acı ve kederli bakışlı insanlar geldi. Etin kilosu aldı başını gidiyor. Yaş meyve sebzeden kurutulmuş ürünlere, baklagillerden pirince kadar her şey çoktandır el yakmaya devam ediyor. Burjuva hükümet ve onun kalemşorları ne derlerse desinler gerçekler inatçı. Kapitalizmin gerçekleri burjuva hükümetlerden de inatçı. Tutturulamayan enflasyon hedefleri, zamlar karşısında eriyen ücretler, asgari ücrete çekilen işçi ücretleri, giderek artan işsizlik oranları ve daha çok daha çok üretmesi için sürekli işsizlik kırbacı ile dövülen işçi sınıfının büyüyen gözleri, asılan suratı. Bu gerginliğin sebebi sadece AKP hükümeti değil, ondan önce gelen niceleri bu dibi görünmeyen kuyuya çok taş attı. Bu hükümet gidip başka bir burjuva hükümet gelse de durum değişmeyecek, çünkü sorun bizzat kapitalizmdir. Bu sistem bir ekonomik bunalım çukuruna doğru hızla yuvarlanıyor. Hiçbir popülist siyasi manevra, ne AKP ne de başka burjuva hükümetler için uzun ömürlü ve kurtarıcı olmayacak. İşçi sınıfının örgütlü gücü onu burjuvazinin her türlü saldırı ve çıkar hesabından koruyacak silahıdır. İşte o örgütlü gücü yaratmak dünyanın birçok bölgesinde silkinip doğrulmaya çalışan işçi sınıfını ve insanlığı kurtuluşa götürecek çözüm kapısının anahtarıdır. 1 Mayıs Mahallesinden Marksist Tutum okuru bir işçi
Kapitalist Sistemi Yıkacağız, Sınıfsız Bir Dünya Kuracağız!
K
apitalizm, doğası gereği anarşik bir üretim tarzına sahiptir. Gözlerini kâr hırsı bürümüş olan patronlar birbirleriyle kıyasıya rekabet içindedirler. Bu da aşırı bir üretimin ortaya çıkmasına sebep olur. Ancak ne yazık ki, dünyanın sınırları da işçi-emekçilerin alım gücü de bellidir ve üretilenler tüketilemez duruma gelir. Düşen fiyatları yeniden yükseltmek için ürünleri imha etme yoluna bile giderler. İnsanlar açlıktan kıvranırken, ürünleri insanlara dağıtmak yerine yakmak, denize atmak gibi çeşitli yollarla yok ederler. Sıra dünyayı yıkmaya gelir. Dünya yıkılmalı ki, yeniden inşa edilmesi için daha çok üretime ihtiyaç duyulsun. Bu arada milyonlarca insan ölür, ama o kadar olsun değil mi?! Yeter ki patronlarımız kâr etsin; onların çarkları dönsün, refah içinde yaşasınlar! Kapitalizmin tarihi krizler ve savaşlarla doludur. 1. Dünya Savaşı sonrasında ekonomi muazzam bir yükseliş içine girdi. Burjuva ideologlar kendilerine güvenle artık kapitalizmin geliştiğini ve savaşların önüne geçilebileceğini söylüyorlardı. Yani insanlık bir daha açlık, sefalet ve savaş görmeyecekti! Ancak 1929’a gelindiğinde kapitalizmin çarkları yine dönmez olmuştu. Bir gecede borsa alt üst oluyor; binlerce insan yaşadığı şokla intihar ediyordu. Ardından gelen
44
açlık ve sefalet günlerinde ise kömür bulamayan insanlar, ahşap kaldırımları sökerek yakıyorlardı. Bu arada elma, süt ve daha nice temel tüketim maddesi yine imha ediliyordu, insanlara dağıtılmak yerine… Kapitalizm 2. Dünya Savaşıyla kendini yeniledikten sonra ne oldu peki? Günümüzde yine büyük bir kriz yaşanıyor. Burjuva temsilcileri bile açlığın arttığını, bunun savaş demek olduğunu söyleyerek felâket çanları çalıyorlar. Dünya sanki bu filmi daha önceden izlemişti. Hem de defalarca… Ardından gelecek olanları tahmin etmek hiçbirimiz için zor olmasa gerek. Yalnız şunu da ortaya koymalıyız ki, 3. Dünya Savaşı yaşanırsa yalnızca milyonlarca insan ölmekle kalmayacak; nükleer ve biyolojik silahlarla belki de dünyamız yok olacak. Ünlü bilim adamı Einstein’a sorarlar: “Üçüncü Dünya Savaşı neyle yapılacak?” O da, “Üçüncüsünü bilmem ama dördüncüsünün ok ve yaylarla yapılacağı kesin” diye cevap verir. Kapitalizm artık çürüdü dostlar! Yerine yaşanası güzel bir dünya kurmak için, örgütlenelim ve kapitalizm dünyamızı ve insanlığı yok etmeden biz onu yok edelim! Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi
Okurlarımızdan Hürriyet’in Hukuk ve Demokrasi Aşkı “Birimiz doğru yapıyoruz ama hangimiz, o tartışmalı... Birimiz derken aylardan beri Ergenekon tamtamları çalarak gözlerine kestirdikleri herkesi ya darbeci yahut darbe destekleyicisi olarak ilan edenlerle; Ergenekon dâhil yargıya intikal etmiş konularda yazı yazmamaya dikkat edenleri kastediyoruz. Baştan belirtelim: Eğer Ergenekon sanıkları arasında meşru hükümeti darbe yoluyla devirmeye kalkan yani suç işleyen varsa, elbet cezalandırmalıdır. Çünkü hem demokrasinin, hem hukuk devletinin hem de ülkemizi çağdaş dünyanın bir parçası olarak yaşatmanın temel koşulu budur. Hürriyet’in 60 yılı bulan geçmişinde, bu temel inancımıza aykırı tek satır yoktur. O nedenle burada yargı sürecini etkileyecek yayın yapılmaz. Çünkü hukuka saygı onu gerektirir.” Bu satırlar, Oktay Ekşi’nin 11 Temmuz 2008’de Hürriyet gazetesindeki köşesine ait. Biz Oktay Ekşi’nin hafızasını biraz tazeleyelim ve sadece gazetesinin 12 Eylül askeri darbesine ait arşivlerini incelemesini tavsiye edelim. 12 Eylül günü “yıldırım baskı” notu ve “Ordu yönetime el koy-
du” başlıklı manşetiyle çıkan Hürriyet gazetesi, ana sayfaya Kenan Evren ve darbeyi yapan diğer kuvvet komutanlarının resmini yerleştirmişti. Yine aynı Hürriyet, 14 Eylül 1980 tarihli sayısında ise eski parlamenterlerin açıklamalarını, “Yeni yönetim hayırlı olsun” başlığıyla manşetten verirken, 15 Eylül 1980 tarihli birinci sayfasında “Bugün yeni bir gündür...” başlıklı bir yazıya yer verdi. “Her gün birkaç ananın gözyaşı dökmesine neden olan dün sona erdi” denilen yazıda, askeri darbeyi alkışlarken şu satırlara da yer veriliyordu: “Atatürk’ün demokrasiye inanan evlatları haykırıyor: Ne mutlu Türküm diyene... Haydi işbaşına! 12 Eylül barıştırdı!” Görüldüğü gibi “medya tarafsızdır” lafları hikâyeden başka bir şey değildir. Burjuva medya her zaman taraflıdır ve sahibinin sesidir. İşin doğrusu şudur, eğer 12 Eylül faşist darbesi de şimdikiler gibi başarısız olsaydı, Hürriyet’in manşetinde yer alan yazılar da aynı bugünkü gibi olacaktı. Ya da tersi: Ergenekon’un darbe girişimleri başarılı olsaydı, manşetler ve yazılar 12 Eylül faşist darbesinin ardından gazeteleri işgal edenlerle aynı olacaktı. Hürriyet’in 60 yılı bulan geçmişinde bu temel yaklaşıma aykırı tek bir satır yok gerçekten de!
Selam Marksist Tutum okurları, Ben Marksist Tutum dergisinin düzenli bir okuru olarak kendimi çok şanslı görüyorum. Okumak, kendini geliştirmek, ön yargılardan sıyrılıp dünyaya çok daha geniş pencerelerden bakabilmek. Yani yaşamı ve hayatı anlayabilmek ne güzel şey. Dünyanın öküzün boynuzundan kurtulması, gemilerin okyanuslar aşması, uzay gemilerinin gezegenlere gitmesi, yolların barajların inşası, daha sayamayacağım binlerce şey hep insanlık tarihi boyunca insanoğlunun kuşaktan kuşağa aktardığı bilim sayesindedir. Bilim insan soyunun olmazsa olmazıdır artık. Peki, on binlerce yılda insanların türlü beceri ve fedakârlıkları ile günümüze gelmiş bilim, ne kadarıyla insanlığın yararı için kullanılıyor? Atomu bölüp içindeki sonsuz enerjiyi kullanmak için mi ömrünü heba etti Einstein, yoksa çekik gözlü insanların diyarını yok etmek için mi? Galileo gezegenleri incelerken acaba Amerika’nın uzay savaşlarının hesabını mı yapıyordu? Çok iyi bir örnektir Alfred Nobel; dinamiti bugünkü haliyle insanlığa o armağan etmiştir. Yollar ve tüneller açılsın diye gerçekleştirdiği bu buluş son kertede Avrupa’da milyonların ölümünün müsebbibi olmuştur. Ne yaman çelişkidir ki ölümünden sonra kurdurduğu vakıfla birlikte dünya barışına ve insanlığa yararı dokunan bilim adamlarına ödül olarak mirasını bırakmış. Sözün özü: yaşadığımız sınıflı toplumda her şeyin sahibi olan burjuvazi bilimin de sahibidir ve onu kendi çıkarlarına göre kullanmaktadır. Bilim insanlığın olmazsa olmazı iken şu anda burjuvazinin elinde insanlığın sonu olma yolunda ilerliyor. Bugün fabrikalarda dakikalar arasında araçlar üretilebiliyorsa bu burjuvazinin bir marifeti değil bizden önce yaşamış milyonlarca insanın bize mirası sayesindedir. Bunun bilincinde olan bizlerin mücadelesi sayesinde bilim de, bilgi de insan soyunun mutluluğu için bizlerin, biz işçilerin eline geçecektir. Biz yeter ki öğrenelim, öğretelim, okuyalım, okutalım ve mücadele edelim. Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Gebze’den bir metal işçisi
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Merhaba Marksist Tutum okurları; Dergimizde yayınlanan yazılar, her gün, her an ve her yerde karşılaştığımız olayları öylesine doğruluyor ki, bu beni birlikteliğimize her gün görünmez bağlarla daha çok bağlıyor. Kapitalizm tüm dünyada kendi mezar kazıcılarını yeniden ve yeniden yaratıyor. Yani dünya işçi sınıfı her geçen gün büyüyor. Bu büyümeyle beraber yaşanan çelişkiler ve sisteme karşı duyulan huzursuzluk daha da artıyor. Asya’da, Amerika’da, Avrupa’da… Dünyanın her köşesinde grevler, direnişler, savaş karşıtı eylemler gibi patronlar sınıfına duyulan öfkenin yansımalarını görüyoruz. Bu gerçeklerle sadece okuduğumuz ve dinlediğimiz haberler vasıtasıyla karşılaşmıyor, gündelik hayatın her köşesinde her an yüzleşiyoruz. Politikayla uğraşsın uğraşmasın tüm işçiler bir şeylerden hoşnutsuz. Hepimizin yaşadığı sorunlar ortak. Bana dostlarımın öğrettiği her şey ilk günkü gibi geçerliliğini sürdürüyor ve sürekli yenileniyor. Her gün şunu daha iyi anlıyorum, benim dostlarıma, işçi sınıfının devrimci bilincine ve bu bilinci yaymaya ihtiyacım var. Ben bu ihtiyaçlarımı karşılayabildikçe kendimi iyi hissediyorum. Çünkü benim ve bütün insanlığın kurtuluşu işçi sınıfının bilinçlenmesine ve Marksizmin bir eylem kılavuzu olarak kullanılmasına bağlı. Gerçekler, doğru hareket eden ekiplerin eylemleriyle ortaya çıkar. Tıpkı bir elmasın toprak altındayken bir değerinin olmaması, yeryüzüne çıkarmak için verilen emekle değer bulması gibi. Bana Marksist Tutum nasıl doğru hareket edeceğimi ve nasıl doğru yaşayacağımı öğretti. Bu yüzden Marksist Tutum’a hayatımı borçluyum. Benim gibi bütün insanlığın da Marksist Tutuma ihtiyacı var. Biz örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şeyiz… Esenler’den bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan Geleceğe Kep Fırlatmak Şu günlerde derslerin ve sınavların bitmesiyle birlikte birçok üniversitede, birçok fakülte ve bölümden öğrenciler mezuniyet heyecanı yaşıyor. Ben de okulu bitirdim ve yakında mezuniyet töreni var. Arkadaşlardan kimi çektireceği fotoğrafı, kimi o gece ne giyeceğini düşünüyor. Okulda ise kep ve cübbe kiralama telâşı var. Ama ben törene gitmeyeceğim, çünkü o gün ben iş arayacağım ve sanırım iş aramaktan yorgun düşerek eve döneceğim. Evet, birçok öğrenci mezuniyet törenlerinde yapılan umut verici konuşmalardan sonra sevinçle keplerini havaya fırlatıp eğleniyor güzel bir gelecek hayaliyle. Ama bizleri mevcut koşullar altında hiç hoş bir gelecek beklemiyor. İşsizliğin yoğun şekilde arttığı, mezun olanların kendi bölümlerinde iş bulamadığı, kamu sektörüne ancak torpille memur alındığı mevcut şartlarda açıkçası ben sevinilecek bir durum göremiyorum. Zaten bize umut verip yalanlar söyleyenler daha okul biter bitmez yeni engelleri önümüze koyuyorlar: KPSS, işe giriş sınavları, mülakatlar, stajlar, deneme süreleri adı altında bedava çalıştırmalar bizleri bekliyor. Gerçek böyle iken hocalarımız ve diğer “büyüklerimiz” bölümümüzün öneminden, geleceğimizin parlaklığından, kariyer olanaklarımızdan, istihdamın artacağından dem vurarak bize “çok çalış olur” diyerek yalanlar söylüyorlar. Eğitim fakültelerinden, fen edebiyat fakültelerinden mezun olup dershanelerde 300-400 liraya çalışmayı dayatıyorlar bize. Fabrikalar bile artık işçi alırken üniversite mezunu olma şartı arıyor ve birçok üniversite mezunu bitirdikleri bölümle hiç alakası olmayan işlerde çalıştırılıyorlar. Bunlar yine de şanslı, şunu belirteyim ki büyük bir çoğunlumuzu işsizlik bekliyor. Daha önceki mezunlar gibi bizler
de fabrikaların kapılarını aşındırmak, onlarca işyerine form doldurup CV bırakmak, işsizliğin verdiği birçok sıkıntıya katlanmak zorunda kalacak ve hatta birçok örnekte olduğu gibi ailemiz tarafından tembel, işe yaramaz ilan edileceğiz. Bundan önceki kazandığımız ya da kazanamadığımız sınavlarda olduğu gibi birkaç örnek önümüze konarak “kafayı kullanmamakla” suçlanacağız. Yani kısacası işçi sınıfının çocukları olan bizleri zorluklarla bitirdiğimiz bir eğitim hayatından sonra işsizler ordusuna katılmak bekliyor. Bazılarımızın aklına “yine de ben paçayı kurtarırım” düşüncesi gelecektir. Ama kapitalist sistem altında işçi sınıfının mevcut çalışma koşulları ve hayat standartlarımız zaten belli ve işçi sınıfına tüm dünyada yapılan saldırılarla birlikte durum daha da kötüleşiyor. Evet, artık öğrencilik bitti ve hepimiz bir iş bulana kadar işsiziz. Çünkü patronların işçi sınıfının çocukları olarak bizlere bakış açıları ve sundukları gelecek budur. Hiçbirimiz bu sistemin belâlarından muaf değiliz; işte patronların cenneti, işçilerin ise cehennemi olan kapitalist sistemde durum budur. Ancak işsizliğin, açlığın, yoksulluğun olmadığı bir dünya da mümkündür ve bunu tüm dünyada işçi sınıfının birliğini sağlayıp kapitalist sistemi yıkarak yapabiliriz. İşte bu yüzden bizleri işsizliğin yanında işçi sınıfının haklı mücadelesi de bekliyor ve bu tek kurtuluş yolumuzdur. Evet, mezuniyet törenine gitmeyeceğim çünkü benim geleceğimin başlangıcı değil o tören. Benim geleceğim işçi sınıfının mücadelesine bağlı; BİZİM GELECEĞİMİZ İŞÇİ SINIFININ MÜCADELESİNE BAĞLI! Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!
Ses Çelişkiyi Anlatıyor Sabah 04:13, sıcaktan uyanıyorum, uykum kaçmış durumda. İki saat önce uyumuştum ya da uyumaya çalışmıştım. İstanbul uyuyor. Neredeyse gün boyu canavar gibi akan trafikten bir kıpırtı yok. En fazla iki saat sonra tekrar homurdanmaya başlayacak ve insanları fabrikalara taşıyacak diyorum. Müthiş bir sessizlik var. Ama o da ne! Çok fazla sürmüyor düşüncelerim, dışarıda araba yarışlarını hatırlatırcasına sesler geliyor uzaktan. Belki 2-3 kilometre öteden geliyor ama motoru çok güçlü iki arabanın sesini duyuyorum, öyle güçlü ve sürekli homurtular geliyor ki, yarıştıklarını anlıyorum, kendi kendime mırıldanıyorum, “ses çelişkiyi anlatıyor”. Salona geçiyorum, yine bir ses, evin ön tarafındaki sokaktan geliyor. Gün içinde bu sesleri ayırt etmek mümkün değil, dışardan o kadar çok gürültü gelir ki artık duyarsızlaşır kulaklarımız. Ama gece her türlü ses “ben buradayım” der. Evet, dışarıda da bir araba sesi var ama motorlu bir araba değil, gecenin 4’ünde pazarda mal taşımaya gitmek için yola çıkmış bir genç. Yarı uyuklar gibi el arabasını ileri doğru sürüyor. Tekrar mırıldanıyorum: “Ses çelişkiyi anlatıyor.” İstanbul uyumuyor aslında, işçilerin bir kısmı uyuyor, bir kısmı da fabrikalarda şu anda habire patronlara çalışıyor. Ve o patronların bir kısmı, onların çocuklarının bir kısmı da bu saatlerde en gözde eğlence yerlerinde içip, sonra her türlü çılgınlığa koşuyor. 5 dakikalık bir araba yarışından sonra teslim ediyorlar anahtarı yenene veya başka bir halt ediyorlar. Onlara kazandırdığımız paraları midelerine indirdikten sonra, sabah biz işe giderken onlar da evlerine dönüp, akşama kadar uyuyorlar. Nasılsa işlerini görecek binlerce insan var. Marksist Tutum okuru bir eğitim işçisi
46
Gazi Mahallesinden bir öğrenci (işsiz bir işçi)
Hayatımızın her alanını belirleyen kapitalist sistem dünyamızı yaşanmaz hale getirmektedir. Bununla birlikte kendi sonunu da hazırlamaktadır. Bizler, işçi sınıfı olarak kapitalist sömürü düzenini yıkacak, yok edecek güce sahibiz. Sadece bu gücü yönlendirecek, yön verecek, hedefi belirleyen önderliğe ve öncüye ihtiyacımız vardır. Yaşamak gitgide ağırlaşmakta. Çalışma koşulları 1800’lü yıllardan farklı değil. İşçi sınıfının kazanılmış haklarına azgınca saldıran yeni yasalar tüm dünyada uygulamaya konulmaktadır. Yaşadığımız topraklarda da düzenin iki kanadı, birbirleri arasındaki iktidar kavgasını üst noktalara kadar getirmiş bulunmaktalar. Onlar için önemli olan kendi konumları ve koltuklarıdır. Ne tersanelerde iş kazalarında ölen işçilerin ne sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin ne de birlik ve mücadele günü olan 1 Mayısların önemi vardır. Bu önemi onlara hissettirecek olan bizim birlik ve mücadelemizdir. Kocaeli’den bir metal işçisi
Okurlarımızdan Bu Düzen Yıkılmalı Kapitalist sömürü sistemi gün be gün insanlığı bataklığa sürüklüyor. Daha on beş yıl öncesinde zafer çığlığı atan kapitalistler şimdi krizle baş başa. Kapitalizmin insanlığa yönelik tehdidi öyle bir hal aldı ki, artık insanlığın kapitalist sistemi yıkması gerekiyor. Ancak kapitalist sömürü düzeni kendiliğinden yıkılacak bir sistem değil. Bu sistem ancak üzerinden artı-değer elde ettiği işçi sınıfı tarafından yıkılabilir. İnsanlar çamurdan kurabiye yerken, tonlarca yiyecek olmasına rağmen iki milyarı aşkın insan açlık çekerken, halkların başına bomba yağarken oturup huzur içinde bir yaşam sürdürmek mümkün mü? Milyonlarca insan ağır iş koşullarında çalıştırılmakta, her gün binlercesi iş kazalarından, hastalıktan ve yeterli beslenememekten ölmektedir. Yaşamları iş ve ev arasında gidip gelmekten ibaret olan işçiler açısından sosyal ihtiyaçların karşılanması söz konusu bile değil. Sistem kurmuş olduğu baskılarla bizleri robotlaştırıyor ve insani duygularımızı yok ediyor. Niçin? Kapitalistlerin sermayesine sermaye katmak için. Peki bu düzende her şeyi üreten biz değil miyiz? Bunu herkes biliyor, yaratılan her şeyi işçiler üretiyor. Ne var ki iş Ben bir lise öğrencisiyim. Ve şu anda içinde bulunduğum toplumda genç insanların burjuvazi tarafından nasıl bir psikolojik savaşa maruz bırakıldığının farkındayım. Burjuvazi bu psikolojik savaşı çocuklara da bilgisayar oyunlarıyla uyguluyor. Örneğin, ben geçen sene OKS sınavına girdim. Sınavı kazanmam koşuluyla annemden bilgisayar sözünü aldım. Sınava girdikten sonra çok mutluydum çünkü sınavı kazanacağımı çok iyi biliyordum. Sınavı kazandıktan sonra annem bana bir Play Station-2 aldı. İlk başlarda çok sevindim. Kendime aldığım ilk oyun ise silahlı bir oyundu. İşte dostlar burjuvazinin psikolojik savaş uyguladığı noktaya geldik. Daha küçük yaşlarda çocuklar silahlı oyunlar oynayıp, birilerini öldürmek sanki güzel bir şeymiş diye öğreniyorlar. Sonra büyüdüğünde bir insanı öldürmek onlara bir oyun gibi geliyor. Burjuvazi de hem bu oyunlardan para kazanıyor hem de küçük çocukların beynini bu şekilde işlemiş oluyor. Yani çocuklar oyundan başka hiçbir şeye zaman ayırmıyorlar. Çocukların en büyük sorunlarından biri olan bilgisayar oyunları onları böyle meşgul ediyor. Ve gençler ne kitap okuyor ne de ders çalışıyor. Ben sınavı kazandıktan sonra bütün yaz tatili boyunca oyun oynadım. Ve orada bir insan öldürmenin kolaylığı öğretildi bana. Ama tam bu batağın içine saplanacakken durumumun farkına vardım. Ve örgütlenmeye karar verdim. Bu yüzden artık bana 2 saat boyunca oyun oynamak değil, kitap okumak ya da örgütlenmek için çalışmak daha akıllıca geliyor. Kapitalist sistem çocukları işte böyle mücadeleden alıkoyuyor. Ve biz bu sistemi yıkmadan istediğimiz kadar bilgisayar oyunlarını ortadan kaldıralım yine de fayda vermez. Bu sistemi yıkmak için; Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Ankara Tuzluçayır’dan bir lise öğrencisi
ürettiğimizi sahiplenmeye geldiğinde karşımıza sömürü düzeninin yasaları çıkıyor. Ürettiğimiz pek çok ürünü almamız olanaksız. Tıpkı çamur kurabiyesi yiyen Haiti halkı gibi. Bir tarım ülkesi olan Haiti’de insanlar ekmek yerine çamur yerken üretilen tonlarca gıda maddesi yakılmaktadır. Sırf fiyatlar artsın, patronlar daha fazla kâr elde etsin diye. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere 37 ülkede açlık yüzünden insanlar ayaklandılar. Gazeteleri her elimize aldığımızda Tuzla tersanelerindeki işçi ölümleriyle karşılaşıyoruz. Ölümlerin hiçbir önlem alınmayışından kaynaklandığı açıkken, patronlar ölümleri işçilerin bilinçsizliğine bağlayabiliyorlar. Bütün bu pervasızlıkları bizlerin örgütsüz olmasından kaynaklanıyor. Örgütsüz ve bilinçsiz olduğumuz sürece de sistemin çarkları arasında ezilmeye devam edeceğiz. Ancak çelişkiler birikiyor ve derinleşiyor. Bu düzenin mezar kazıcısı olan işçi sınıfı uyanmaktadır. İşçi sınıfı örgütlendiği takdirde kapitalist düzenin ölüm çanları çalmaya başlayacaktır. Yoksulların attığı açlık çığlığı eninde sonunda bu düzeni boğacaktır. Yaşadığımız cehennemi kendi ellerimizle cennete çeviren biz işçiler olacağız. Örgütlenmekten ve mücadeleden başka çaremiz yok. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Aksaray’dan bir büro işçisi
Kurtuluşun Tek Yolu Örgütlenmek! Fabrikada iş kazası geçirip kolumuzu, bacağımızı, canımızı kaybedenler biz işçileriz. Geçim sıkıntısı çeken, karınlarını doyuramayan, çocuklarını okutamayan hatta açlıktan ölenler de biz işçileriz. Yine savaşlarda sermayenin çıkarları için yaralanıp ölenler de bizleriz. Bunlar gibi daha nice sayısız acılar. İşte bu sömürü düzeninin adıdır kapitalizm. İşçi sınıfının üstüne bir karabasan gibi çöken, emeğin sırtından geçinen, açlık, yoksulluk ve ölümlere sebep olan bir avuç asalak. Bizler ki yoktan var eden, bütün dünyayı elleriyle kuran koca işçi sınıfıyız. Kurtuluşumuzun tek bir yolu var o da ÖRGÜTLENMEK ve bu düzeni ortadan kaldırarak kendi dünyamızı, yani savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumu kurmak. Bu ne hayal ne de rüya. Tamamen bizlerin ellerini birleştirerek kuracağı bir dünya. Yaşasın Uluslararası İşçilerin Birliği! Kurtköy’den işsiz bir işçi
Merhaba dostlar, Ben bir tekstil işçisiyim. 11 yaşında başladım işe. Birçok işyeri değiştirdim. İstanbul’un uzak bölgelerinde bir tekstil fabrikasına girdim. İstanbul’dan giden topu topu 17 kişiyiz. Diğer çalışanlar Silivri’nin çevre köylerinden. Bu arkadaşların %80’i göçmen. Bazen “aynı yerde çalışmıyor muyuz?” diye soruyorum kendime. Yemekhanelerimiz ayrı, tuvaletlerimiz ayrı, çay salonumuz ayrı ve onlar neredeyse her mesaiye kalırken biz İstanbul’dan gelenler kalmıyoruz. Çalışma saatlerimiz bile farklı. İstanbul’dan gelenler 11 saat, göçmen kardeşlerimiz ise çok daha uzun süre çalışıyorlar. Ve ücretlerimiz de farklı, onlar asgari ücretle çalıştırılıyorlar. Patronlar milliyetçiliği yükselttiklerinde işlerine öyle geldiği için bazı ulusları düşman ilan ediyorlar. Ama sömürmeye gelince hiç de bakmıyorlar işçilerin nereden geldiklerine. Gazi Mahallesinden bir tekstil işçisi
47
Okurlarımızdan Ne Zaman Haklı Olduğumuzu Öğreneceğiz? Merhaba dostlar. Ben vardiyalı sistemde çalışan bir fabrika işçisiyim. Çalıştığım fabrikada sömürü almış başını gidiyor. Makine çarkları dönsün diye, makineler kapanmasın diye yemeklere sırayla çıkıyor, günde iki kez tuvalete gidebiliyoruz. Her an yemeklerden zehirlenme riski ile karşı karşıyayız. Ayrıca sürekli ücret kesintileri yaşanıyor. Biz işçileri böcek gibi gören patronlar istedikleri gibi cirit atabiliyorlar. Çünkü egemen sınıf onlar. Ama bu düzene son verecek olan bizleriz, yani işçiler. Bir gün koşulları lehimize döndürdüğümüzde onları alaşağı edeceğiz ve tüm sınıfları ortadan kaldıracağız. Bunun için örgütlenmek ve bilinçlenmekten başka bir yol yok. Çünkü örgütlüysek her şeyiz örgütsüzsek hiçbir şey.
Sağlığımız ve Ailemiz İşimizden Önce Gelirmiş
Bugün birçoğumuzun bilinçlenmesine ailelerimiz karşıdır. Ben aileme fabrikada çalıştığım koşulları anlatıyorum; her gün on iki saat, üstelik vardiyalı. Ve fabrikada nasıl ezildiğimizi, iliğimize kadar nasıl sömürüldüğümüzü anlatıyorum. Bu koşulları anlattığım halde benim yanımda olmadıkları gibi baskı yapıyorlar. Ama babam da bir fabrikada çalışmaya başladı. Yaşı 55, hayatında ilk defa işçi oldu ve o da benim gibi haftada 7 gün çalışıyor. Kapitalist sistem öyle bir sistem ki ne yaşlı ne de çoluk çocuk demeden herkesi fabrikalarda sömürüyor. Bugün bizi anlamayan ailelerimiz, ne zaman ki iğne doğrudan kendilerine batacak o gün anlayacaklar. Çünkü biz kurtuluşumuzu istiyoruz ve mücadele ediyoruz. Bugün belki ailemiz bizi anlamayacaktır ama şunu da bilmelidirler ki sömürünün yaşı olmaz.
Siz hiç geceler boyunca güneşin doğmasını özlemle beklediniz mi? Ya da aynı evde yaşadığınız birine mektup yazdınız mı? Ben annemle birlikte yaşıyorum ama vardiyalarımız ters geldiği için bir aydır sadece Pazar günleri görüşüyoruz annemle. Diğer günler birbirimize not bırakarak haberleşiyoruz. Biz şimdi aile miyiz? Burjuvazinin işine gelince o çok yücelttiği, değer verdiği aile kavramı, işin içine kendi çıkarları girince bir çırpıda bu hale geliveriyor işte. Bir de işyerimin duvarında “sağlığınız ve aileniz işinizden önce gelir” diye bir yazı var. Bir aydır gece çalışan birinde ne sağlık kalır ne aile… Vardiyamın bir aydır değişmemesi ise başka bir dert. Bunun sebebini müdürlere sorduğumuzda ise verilen cevap “ben bu konuyla ilgilenmiyorum” oluyor. Nedense bu konuyla ilgilenen birini de bulamadım. Artık her gece yerin on iki metre altından güneşin doğmasını özlemle bekliyorum, belki bugün gündüz vardiyasına geçeriz diye. Tıpkı kızıl güneşin doğmasını özlemle beklediğim gibi.
Bir tekstil işçisi
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Söğütlüçeşme’den bir fabrika işçisi
Birçoğumuz çalıştığımız işyerlerine kendi imkânlarımızla, otobüslerle, tramvaylarla, minibüslerle vs. gidiyoruz. Ne koşullarda gittiğimiz de ortada. Otobüsler alabildiğine doludur ama yolcu almaya devam ederler, diğer taraftan ise ısrarla otobüse binmeye çalışan işçiler vardır. Çünkü yetişmeleri gereken işleri vardır. İşçinin ne şekilde işe gittiği patronu için hiç mi hiç önemli değildir. Kapı arasına sıkışmak, otobüs içindekilerle bir vücut olmak, birbirini ezmek, taciz edilmek vs. Sürekli suçu yolcularda ya da şoförde arayıp birbirimize laf söylemek, tartışmak, olağan hale gelmiştir. Bütün bu insanlık dışı uygulamalar sıradanlaşmıştır. Eğer bu ortama biraz yabancı bir kişi şikâyet ederse de ona söyleyeceklerimiz hazırdır: “Beğenmiyorsan in de taksiye bin.” Bizler bu otobüsler içinde üst üste gitmeye çalışırken, şöyle bir başımızı çevirip de yola baktığımızda toplu taşıma araçları neredeyse yok denilecek kadar azdır. Trafik vardır, dakikalarca belki de saatlerce trafikte kaldığımız olur. Yolu kapatan ise, özel araçlardır. İçersine baktığımızda ise, bir iki kişiden fazlasını göremeyiz. Yol boyu uzunca dizilirler, bizler de otobüslerin içersinde askı halinde trafiğin açılmasını bekleriz. Çok mu gerekli bu özel araçlar? Evet, kapitalistler için çok öyle! Hiçbir üretimi gerçek anlamıyla insan ihtiyacını karşılasın diye yapmayan bu sistemde otomobil üretiminde de aynı şey geçerlidir. Teşvik edici reklâmlar, kampanyalar, taksitli satışlar ve son yılların en popüler alım şekli olan kredi sistemi ile insanları otomobil sahibi yapmak için her türlü yola başvuran kapitalistler, bizlerin ayağını yerden
48
kesmek, rahat ettirmek için değil, daha fazla kâr etmek için yaparlar bunu. Yapılan üretimin insanlık için olmadığı, bizlerin düşünülmediği ortada, kapitalist üretimin her alanında olduğu gibi. Peki, bu kadar çok aracın üretilmesi bizim işimize yarıyor mu? Hayır! Büyük bir çoğunluğumuz bundan yararlanamadığı gibi, trafik sorunuyla hayatımızın daha da zorlaştığı kesin. Çözüm olarak da farklı alternatifler geliştiriyorlar, trafiğin önüne geçmek için, tüp geçit projesi, köprü yapımları, yeni yeni yol yapımları gibi alternatifler aramakta kapitalistler ve onların temsilcileri. Ne büyük çelişkidir, bir taraftan korkunç bir üretim yapılırken, diğer taraftan da sözde çözümler üretmek. Bizler de üç kuruş kazanıp, beş kuruş borçlu olduğumuz bu sistemde araba sahibi olup bu sorundan kurtulmaya bakarız. Kimimiz zor da olsa gerçekleştirir bunu, uzun yıllar sürecek olan borçlarla. Bu şekilde de bizleri teslim almış olurlar. Bu sorunun çözümü için geliştirdikleri alternatifler, sadece ve sadece daha fazla kâr elde etmek, ceplerini doldurmak, insanlığı ve doğayı yok eden kapitalist sistemin devamını sağlamak kaygısını taşımaktadır. Oysaki bize yaşattıkları trafik sorununun da, açlığın da, ölümlerin de, iğrenç iş koşullarının da hepsinin ama hepsinin çözümü var: Dünyadaki bütün işçilerin örgütlenmesi. İşte o zaman, üretim ve yönetim biz işçilerin elinde olduğunda bütün güzellikleri yaratan bu eller ve beyinler patronların kârı için değil, kendi ihtiyaçlarımız ve yaşanılası güzel bir dünya için çalışacak. Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi