Savaşı Körükleyen Sermaye Düzenidir,
Sermaye Düzenini Yıkalım! • Emperyalist savaşın Kafkas cephesi
Eylül 2008
• Burjuvazi hükmünü verdi: AKP’siz olmuyor! • 85. yılında Türk-Yunan mübadelesi
42
• Türk tipi burjuva demokrasisi /7 • Küba işçi sınıfını savunmanın yolu • DİSK tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /3
Emperyalist Savaşın Kafkas Cephesi Alevleniyor! Tuncay Alp
G
ürcistan’ın 8 Ağustosta Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan süreç, emperyalist savaş coğrafyasının Ortadoğu’yla sınırlı kalmayacağı ve yayılma eğiliminde olduğu yolundaki görüşlerimizi bir kez daha ve acı bir şekilde doğruladı. Beş gün süren çatışmalar şimdilik tarafların ateşkes ilan etmesiyle durmuş olsa da, Kafkas cephesinde savaşın sona erdiğini söylemek için henüz çok erken. Ateşkes pamuk ipliğine bağlı ve önümüzdeki dönemde Kafkasya’nın giderek Balkanlaşacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Çünkü sorunun kaynağında emperyalist güçlerin, SSCB’nin çöküşünden itibaren kızışan hegemonya kavgası ve bu çerçevede de Kafkasya’yı yeniden paylaşma mücadelesi yatıyor. Kafkasya’nın emekçi halkları burjuva iktidarları devirip emperyalist güçleri bölgeden def etmedikleri sürece barış uzak bir hayal olarak kalacaktır.
Savaşın arka planı: emperyalist paylaşım kavgası Bu savaşın çıkacağı ve barut fıçısı haline getirilen Kafkasya’yı ateşleyeceği ne zamandır biliniyordu. Çünkü ABD’nin bölgeye hâkim olabilmek maksadıyla yıllardır uyguladığı kuşatma politikasına karşılık Rusya da Putin dönemiyle birlikte karşı hamleler yapmaya başlamıştı. Özellikle 11 Eylül’den bu yana işleyen süreçte, sürekli olarak ABD ve Rusya’nın birbirlerine karşı yaptıkları hamlelere tanık oluyoruz. ABD’nin hamlelerinden son üçü özellikle önemlidir ve bunlar Gürcistan ile Rusya arasında devam etmekte olan gerginliği tırmandırmış ve savaşı tetiklemiştir. Bu hamleler, ABD’nin Rusya’yı çevreleyen ülkelerde kurmaya çalıştığı “füze kalkanı” projesi, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması ve Ukrayna ile Gürcistan’ın
Emperyalist savaşı durduracak olan şey liberallerin veya pasifistlerin söylediği gibi BM’nin çıkaracağı kararlar yahut “barış gücü” askerleri değildir. Emperyalist savaş hızla yayılmakta ve dün sıcak çatışmaların yaşanmadığı bölgeler de birer birer alevler içinde kalmaktadır. Öteden beri hegemonya kavgasının başlıca alanlarından birisi olan Kafkasya’da da, sonunda emperyalist savaşın yeni bir cephesi açılmıştır. İşçi-emekçi sınıflar ve bölgedeki ezilen halklar el ele verip devrimci mücadeleyi yükseltmedikten sonra, bu savaşın sona ermesi beklenmemelidir. Savaşı ve getirdiği acıları durdurmanın yolu ortadadır: kapitalizmi ve çıkarları için bu savaşları yürüten burjuva iktidarları yerle bir etmek!
1
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42
Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan süreç, emperyalist savaş coğrafyasının Ortadoğu’yla sınırlı kalmayacağı ve yayılma eğiliminde olduğu yolundaki görüşlerimizi bir kez daha ve acı bir şekilde doğruladı. Çatışmalar şimdilik tarafların ateşkes ilan etmesiyle durmuş olsa da, Kafkas cephesinde savaşın sona erdiğini söylemek için henüz çok erken. Ateşkes pamuk ipliğine bağlı ve önümüzdeki dönemde Kafkasya’nın giderek Balkanlaşacağına kesin gözüyle bakabiliriz. NATO’ya alınma girişimleridir. Amerikan emperyalizmi, 2007 yılından beri “topraklarını ve müttefiklerini İran’ın uzun menzilli füzelerine ve olası saldırılarına karşı korumak” bahanesiyle bu “füze kalkanı” projesini gündemde tutuyor ve hatta bu politikasını NATO’ya da kabul ettirmeye çalışıyordu. Proje, Çekya’ya bir radar sisteminin, Polonya’ya da İran’dan gelecek (!) füzeleri havada vuracak bir savunma sisteminin kurulmasını öngörüyordu. Rusya’nın da pekâlâ farkında olduğu ve bu yüzden de çok sert bir şekilde karşı çıktığı gibi, projenin asıl amacı Rusya’nın nükleer gücünü olabildiğince etkisizleştirmektir. Bu yüzden de Rusya, Polonya ve Çekya’ya kurulacak istasyonların, kendisine de bu ülkelere karşı nükleer silah kullanma hakkını vereceğini, hatta bu uğurda askeri misilleme seçeneğini dahi göze alabileceklerini açıklamıştı. Buna rağmen Çekya, Prag yakınlarında radar istasyonu kurulmasını kabul etti. Bu gelişme Rusya’yı ziyadesiyle rahatsız etti ve bir karşı hamle yapma gereksinimi duymasına yol açtı. Gürcistan’a karşı verdiği sert cevabın arkasında yatan sebeplerden birisi budur. Rusya bu yolla ABD’ye, yaptığı her şeyi sineye çekmeyeceği mesajını vermek istiyordu. Fakat Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaştan sonra Polonya, her ne kadar başta direnmiş olsa da, projeyi imzaladı. Dolayısıyla 2012’den itibaren kullanıma hazır hale gelecek olan füze kalkanı projesinin temelleri, Rusya’nın tüm itirazlarına ve Almanya ile Fransa’nın mesafeli duruşlarına rağmen atılmış oldu. Bu durum karşısında Rusya’nın Bağımsız Devletler Topluluğu ve Şanghay İttifakı içinde yeni önlemler almaya, Belarus’a stratejik füzeler yerleştirmeye ve Batı cephesi içinde çatlaklar yaratarak Washington’un konumunu zayıflatmaya çalışması beklenen şeylerdir. Gürcistan ve diğer özerk cumhuriyetlerdeki askeri varlığını da bu amaçla bir koz olarak kullanmaya devam edecektir. Yani kısa vadede Rusya’nın buralardan askeri anlamda çekilmesi beklenmemelidir. Başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere Batı’nın, Sırbistan’dan ayrılan Kosova’nın bağımsızlığını alelacele tanımaları ise, Rusya açısından aleyhte sayılabilecek bir diğer
2
gelişme olmuştur. Bilindiği gibi, geçtiğimiz Şubat ayında, yine Rusya’nın tüm itirazlarına rağmen ve BM’nin onayı alınamadan (Rusya’nın vetosu yüzünden), Kosova’nın bağımsızlığı kabul edildi. Oysa Kosova, Rusya’ya yakınlığıyla bilinen Sırbistan’ın bir parçasıydı ve bağımsızlığını kazanması Sırbistan’ın, dolayısıyla da Rusya’nın etkinliğini zayıflatan bir adımdı. Özellikle bu adım, Rusya’nın da Güney Osetya, Abhazya, Acaristan ve Transdinyester’in (Moldova’ya bağlı ve Rusya yanlısı özerk cumhuriyet) bağımsızlığı meselesini gündeme getireceğini belli etmişti. Nitekim Mart ayının başlarında Rusya’nın beklenen hamlesinin bir sonucu olarak, Güney Osetya Rusya’ya, BM’ye ve AB’ye çağrı yaparak bağımsızlığının tanınması talebinde bulundu. Rusya bununla da kalmayarak bu özerk cumhuriyetlerin bağımsızlık yolundaki çabalarının garantörü olarak davranacağının da sinyallerini verdi. Rusya açısından kabul edilemez olan bir diğer gelişme de Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınma girişimleriydi. Nisan ayı başında Bükreş’te toplanan NATO zirvesinde (zirvenin Bükreş’te toplanması bile ABD’nin eski Doğu Bloku ülkelerine yönelik niyetlerinin bir dışavurumuydu); NATO’nun birlik ve teçhizatlarını Rus toprakları üzerinden nakletmesine izin verilmesi, NATO’nun yeni üyelerle genişlemesi, füze kalkanı projesi, Rusya’nın askıya aldığı AKKA’yı (Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması) onaylamasının istenmesi gibi konular ele alınmıştı. Burada Rusya açısından en kritik konu Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınmaları meselesiydi. Buna karşı olduğunu Rusya en baştan ortaya koymuştu ve sonuçta da, Doğu Avrupalı üyelerin desteğine sahip olan Bush yönetiminin tüm baskılarına karşın, Almanya’nın desteğini alan Rusya’nın istediği oldu ve bu iki ülkenin NATO’ya alınması meselesi gündeme bile gelmedi. Buna karşılık Rusya da AKKA’yı imzalamayı ve Afganistan’a asker göndermeyi düşünebileceğini açıkladı. Ancak füze kalkanı projesi bağlamında, zirvede önemli adımlar atıldı (zaten zirvenin akabinde Çekya ve sonrasında da Polonya anlaşmaları imzaladılar, ayrıca diğer üye ülkelerde de –meselâ Türkiye– ben-
Eylül 2008 • sayı: 42
zer sistemler kurulması fikri destek buldu). Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelikleri meselesi de sadece ertelenmiş oldu. ABD bu konudaki baskılarını sürdürüyor. Dolayısıyla Rusya ve Gürcistan arasındaki savaşı tetikleyen gelişmelerin arka planında ABD’nin yaptığı bu hamleler yatmaktadır diyebiliriz. ABD, bir yandan Rusya’yı sıkıştırmaya çalışıyor diğer yandan da AB içinde kendi politikalarına karşı, özellikle Almanya’dan gelen tepkileri yatıştırmaya çalışıyordu. AB ülkelerinin bir kısmının ABD politikalarına yönelik mesafeli yaklaşımlarının sebepleri ise; kendi ülkelerinin Rusya ve ABD arasında gelişecek muhtemel bir savaşın cereyan edeceği alana dönüşmemesi, başta enerji alımı olmak üzere kapsamlı bir ekonomik işbirliği ve siyasi diyalog içinde oldukları Rusya’yı karşılarına almak istememeleri, ayrıca ABD’nin hegemonya yarışında açık ara öne geçmesine sıcak bakmamaları olarak özetlenebilir. İşte son birkaç ay içerisinde yaşanan bu gelişmeler sonucu, aslında hiç de sürpriz olmayan bir şekilde beklenen kıvılcım Gürcistan tarafından çakıldı. Daha Nisan ayının sonlarından itibaren Gürcistan’ın Abhazya ile Güney Osetya’ya yönelik bir saldırıya hazırlandığı, sınıra askeri yığınak yaptığı söyleniyordu. Özellikle de NATO’ya alınma girişimlerinin Rusya tarafından engellenmesinden sonra, 1994 yılından beri ABD tarafından silahlandırılan Gürcistan*, bizzat ABD tarafından kışkırtılarak önce tacizlere başlamış, ardından NATO’ya katılma kozuna karşılık Rusya’ya Abhazya’yı paylaşma (!) önerisinde bulunmuş, nihayetinde de bir oldubittiye getirmek niyetiyle 8 Ağustosta Güney Osetya’ya saldırmıştır. Rusya’nın hızla reaksiyon vermesinin ardından ABD ve diğer Batılı ülkeler Rusya’ya sözlü kınama mesajları vermenin ötesine gitmeyince, Saakaşvili hızla geri adım atmak zorunda kaldı. Ancak bir kere ok yaydan çıkmıştı. Rusya Güney Osetya ile Abhazya’ya yerleştiği gibi Gürcistan’ın askeri altyapısını da etkisiz hale getirerek, hatta bazı Gürcü kentlerini işgal ederek bölgeye yerleşti. Başlangıçtaki kabadayılığından çabuk çark eden Saakaşvili, sanki savaşı başlatan kendisi değilmiş gibi ülkesinin işgale uğradığını öne sürüp kendini Batı ka-
marksist tutum
muoyunun gözünde acındırmaya çalışırken, Rusya da yakaladığı fırsatı iyi değerlendirmek ve ABD emperyalizminin açtığı yoldan ilerleyerek “göze göz dişe diş” politikasıyla uluslararası alandaki konumunu güçlendirmek gayesindeydi. Sonuçta AB ülkelerinin de araya girmesiyle 13 Ağustosta Rusya operasyonu durdurduğunu, ama bunun askerlerini geri çekeceği anlamına gelmediğini açıkladı. Başlangıçta bir miktar ayak direse de ABD’nin ve AB ülkelerinin dürtmesiyle Gürcistan’ın da kabul ettiğini açıkladığı ateşkes anlaşmasına göre Rus ve Gürcü askerleri çatışmaların başlamasından önceki konumlarına geri dönecekler ve Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlık talepleri de Batılı ülkeler tarafından gündeme alınacaktı. Ancak taraflar kabul ettiğini açıklasa ve Sarkozy’nin arabuluculuk yaptığı ateşkes anlaşması burjuva medya tarafından “savaş nihayet sona erdi” şeklinde duyurulsa da, gerçeklik böyle değil. Rusya’nın, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğü artık ölü bir konudur” ve Saakaşvili için de “yapacağı en doğru şey kendiliğinden görevden ayrılması, onu muhatap almamız mümkün değil” şeklindeki açıklamaları, Kafkas cephesinin soğumayacağının ve dolayısıyla paylaşım savaşının kızışarak devam edeceğinin kanıtı sayılmalıdır. Gürcistan’ın ABD’nin bilgisi ve onayı olmadan Güney Osetya’ya saldırması düşünülemez. Bizzat ABD’nin kışkırttığı bu saldırının Rusya tarafından karşılıksız bırakılmayacağı da en azından ABD tarafından hesap edileceğine göre, işin içinde çok daha büyük hesaplar olduğu açıktır. Bu açıdan ABD’nin niyetinin, bu mesele üzerinden Rusya ile AB ülkelerinin arasını açmak olduğu rahatlıkla söylenebilir. Gürcistan’ın saldırısına sert bir reaksiyon gösteren Rusya’nın Batı’nın gözünde haksız bir pozisyona düşmesi, ABD’nin az önce saydığımız meselelerdeki politikalarına karşı AB içinden, özellikle de Almanya’dan gelen engellemelerin kalkmasına yol açabilir. Yani AB’nin biraz daha ABD çizgisine ve dümen suyuna girmesini sağlayabilir. Nitekim ABD, planında bir miktar başarı kaydetmiştir. Örneğin G-8 ülkeleri, Rusya’yı aralarından çıkarmayı tartışıyorlar. Almanya Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunmasından yana olduğunu ve NATO’ya katılmasına artık karşı çıkmayacağını açıkladı. Ayrıca ABD’nin tutumu, Ortadoğu’daki mevcut durumla ve muhtemel İran savaşıyla birlikte düşünülerek yorumlanmalıdır. İran’a karşı olası bir savaşta ABD’nin önündeki en büyük engelin Rusya olduğu bilinen bir şeydir. Rusya’nın yalnızlaştıGürcistan’ın saldırısı sonucunda 70 bin nüfuslu Güney Osetya’da 2000’den fazla sivil ölürken, 170 binden fazla Gürcü ve Oset göç etmek zorunda kaldı. Çatışmaların yaşandığı şehirlerde su, elektrik, doğal gaz ve telefon hatları gibi yaşamsal önemde altyapı hasarı ve gıda kıtlığı söz konusu.
3
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42
Burjuva politikacıların suratından katlanılmaz bir ikiyüzlülük akıyor. Rusya Gürcistan’ı suçlayarak kendisinin Osetleri ve Abhazları kurtardığını, koruduğunu iddia ederken, Gürcistan da Rusya’yı ülkesini işgal etmekle suçluyor. ABD ise daha dün Afganistan ve Irak’ı işgal eden kendisi değilmişçesine, Rusya’yı “egemen bir ülkenin toprak bütünlüğünü bozmak”la suçluyor. rılması ve AB’nin, Rusya karşıtı ve ABD yandaşı bir çizgiye getirilmesi önemlidir. Öte yandan, Rusya da, giriştiği askeri harekâtın yol açabileceği dezavantajların farkındadır. Fakat ABD’nin Gürcistan üzerinden yaptığı hamleye karşılık vermemesi kendisi açısından daha zarar verici olurdu. Üstelik unutmayalım, “zor oyunu bozar”. ABD de Afganistan ve Irak’ı işgal etmeden önce uluslararası arenada çokça “ayıplanmıştı”, ama sonunda kendisi değil onu sözde ayıplayanlar politikalarını değiştirmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla Rusya’nın karşı hamlesinin doğuracağı sonuçları ve bu işten en çok kimin kârlı çıkacağını net olarak kestirmek güçtür. Emperyalist güçlerin arasındaki kapışma kızıştıkça, belirleyici olan, daima, hangi tarafın “daha fazlasını” göze alacağıdır. Sonuç olarak Rusya Batı basınında “kötü çocuk” ilan edildi ama BM’den bir kınama kararı dahi çıkartılamadı. Ateşkesin sağlanmasına rağmen Rusya, açıkça ilan etmediği hedeflerinin gerçekleşmesini bekliyor ve bu konuda ona tersini yaptırabilecek bir adım henüz atılmış değil.
Emperyalist güçlerin ikiyüzlülüğü İşin ironik tarafı, Rusya’nın ABD’ye karşı bizzat onun argümanlarını kullanmasıdır. Uluslararası platformlarda ABD emperyalizminin gerçek niyetlerini hiç çekinmeden dile getiren Rusya, son durumda da Kosova’nın bağımsızlığına karşılık Güney Osetya, Abhazya, Acaristan ve Transdinyester’in bağımsızlıklarını öne sürmektedir. Güney Osetya ve Abhazya’daki askeri varlığını da, 90’larda NATO’nun dağılmakta olan Yugoslavya’daki rolüyle kıyaslamakta ve “Güney Osetya’nın Serebrenitsa’ya dönüşmemesi için” burada kaldığını söylemektedir. ABD ise rakibini de aşan bir ikiyüzlülükle “kabadayılık ve gözdağı 21. yüzyılda dış politikanın yolu olarak kabul edilemez” açıklamasını yapmıştır. Meşhur Oval Ofis’ten dünyaya seslenen Bush’un konuşmasının devamı ise şöyledir: “Soğuk Savaş bitti. Uydu devletler ve nüfuz alanları yaratma dönemi geride kaldı. Moskova işgal ettiği topraklardan çekil-
4
me sözünü tutmalı.” Sanki Amerikan emperyalizminin izlediği politikalar tam da “kabadayılık ve gözdağı” tanımlamasına uymuyormuş ve sanki Saakaşvili yönetimi kendi güdümünde değilmiş, kendisinin amacı da bölgeyi nüfuz alanı haline getirmek değilmiş gibi… Açıkçası burjuva politikacıların suratından katlanılmaz bir ikiyüzlülük akıyor. Rusya Gürcistan’ı suçlayarak kendisinin Osetleri ve Abhazları kurtardığını, koruduğunu iddia ederken, Gürcistan da Rusya’yı ülkesini işgal etmekle suçluyor. ABD ise daha dün Afganistan ve Irak’ı işgal eden kendisi değilmişçesine, Rusya’yı “egemen bir ülkenin toprak bütünlüğünü bozmak”la suçluyor. Oysa emperyalist ve kapitalist güçlerin, bu savaş karşısındaki tutumları ve açıklamaları, dillerine pelesenk ettikleri “ulusların egemenlik hakları” gibi konularda da ne kadar ikiyüzlü bir tutum izlediklerini net bir şekilde göstermiştir. Kosova söz konusu olduğunda birden demokrasi şampiyonu kesilen AB, Güney Osetya ve Abhazya’ya sıra geldiğinde Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden bahsetmeye başlıyor. Gerçekte emperyalist güçler, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu coğrafyada ortaya çıkmış bulunan ulusal ve etnik temelli sorunları her fırsatta kaşıyarak, bölgede kendi hâkimiyetlerini kurmanın aracı haline getirmeye çalışmaktadırlar. Rusya, öteden beri iyi ilişkiler içinde olduğu Gürcistan’a bağlı özerk cumhuriyetleri (Güney Osetya, Abhazya ve Acaristan) bağımsızlık yönünde kışkırtarak ABD emperyalizminin bölgedeki nüfuzunu kırmaya çalışırken, ABD veya AB de, Kosova, Makedonya veya Çeçenistan üzerinden aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Yaşanan savaşın bütün sorumluluğunu Rusya’nın sırtına yıkan burjuva Batı medyası, yerle bir olmuş şehirleri, yaralı veya ölü insanları göstererek, savaşın ne kadar “kötü” bir şey olduğundan dem vuruyor. Oysa Gürcistan’ın saldırısı sonucunda 70 bin nüfuslu Güney Osetya’da 2000’den fazla sivil ölmüş bulunuyor. 170 binden fazla Gürcü ve Oset göç etmek zorunda kalmıştır. Çatışmaların yaşandığı şehirlerde su, elektrik, doğal gaz ve telefon hatları gibi yaşamsal önemde altyapı hasarı ve gıda kıtlığı söz konusudur. Burjuva politikacılarsa sözde barış elçiliğine
Eylül 2008 • sayı: 42
soyunarak arabuluculuk yapmak adına adeta birbirleriyle yarışa tutuşmuş durumdalar. Bu savaş vesilesiyle barış elçisi pozlarındaki Türk egemen sınıfının çirkin yüzü de bir kez daha açığa çıkmıştır. Daha önceki yazılarımızda Türkiye’nin bölgeye yönelik emperyal niyetlerinin bir uzantısı olarak Gürcistan’a ne tür militarist yatırımlar yaptığına değinmiştik. Gürcü ordusunu silahlandıran Türkiye, bu ülkeye askeri havaalanı inşa edip Gürcü pilotlarını ve subaylarını eğitmiş ve yaklaşık 45 milyon dolar tutarında askeri yardımda bulunmuştur. Bu yardımın içinde zırhlı araçlardan füze sistemleri ve savaş gemilerine kadar pek çok kalem bulunuyor. Başbakan Erdoğan, sanki Osetya’da akıtılan kanda Türkiye’nin payı yokmuş gibi, “bunlar anormal şeyler değildir, dünyada bütün ülkeler ürettiklerini başka ülkelere satarlar” diyebiliyor. Ve aynı Türkiye’nin başbakanı ve cumhurbaşkanı, kendilerinin bölgenin barışı için çalıştığını iddia edip, barışın yolunun da “Kafkas İttifakı” dedikleri ve asıl amacı Türkiye’nin bölgesel bir aktör haline gelmesini sağlamak olan projelerden geçtiğini ileri sürebiliyorlar. Ve yine aynı Türkiye, utanmadan “barışçıl” amaçlarla olduğunu ileri sürerek kapsamlı bir hava savunma şemsiyesi (moda tabirle “füze kalkanı”) kurmaya girişiyor. Egemen sınıfın yaşanan insani dramla ve barışın tesis edilmesiyle hiçbir alâkasının olmadığı, tartışmaların odağında, Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin selameti, ticari ilişkilerin göreceği zararlar, Türkiye’nin Kafkaslar’daki çıkarları doğrultusunda izlemesi gereken dış politika gibi konuların yer almasından da bellidir. Burjuvazi adına meselelere kafa yoran stratejistler, analistler, ideologlar ve politikacılar, boy gösterip bunları tartışıyorlar televizyonlarda ve gazetelerde. “Barış” söylemi halkı aldatmanın ve burjuvazinin gerçek niyetlerini kamufle etmenin bir aracıdır sadece. Burjuvazinin tek derdi bu savaştan nasıl kârlı çıkılacağıdır?
Barış işçi devrimleriyle gelecek Emperyalist devletlerin paylaşım kavgası ile yerel burjuva iktidarların hırsları arasında sıkışıp kalan halklar ise her zamanki gibi savaşın getirdiği ölümlerin, sefaletin, göçün ve binbir türlü acının pençesinde çaresizlik içinde kıvranıyorlar. Gazete ve televizyonlar, bombardımanlar sonucu harabeye dünmüş şehirlerin ve insan cesetlerinin görüntüleriyle dolu. Ölü insanların gözlerinde, “nereden çıktı bu savaş, kimin için ölüyoruz?” diye sorarcasına şaşkın bir ifade var. Hayatta kalmayı başarmış olanlar ise yıkılmış evlerine ve ölmüş yahut yaralanmış yakınlarına bakıp ağlıyorlar. Fakat savaşı başlatan güçlerin çıkar hesaplarında, onların kaybettikleri evleri, işleri ve hayatları yok. Sığınaklara saklanmış çocuklar her şeyi bir oyun gibi algılasalar da, bir şeylerin ters gittiğinin farkındalar. Çünkü sağır edici bombardıman ve top sesleri hiç susmuyor. Savaşan askerlerin yüzlerinde ise bezgin ve amaçsız ifadeler hâkim.
marksist tutum
Oysa hepsi de barışın biran önce gelmesini, bu anlamsız savaşın durmasını istiyor. Adını koyamasalar da bu savaşın kendi çıkarlarına olmadığının farkındalar. Çünkü bu emperyalist ve haksız bir savaş. Ne Gürcü halkının, ne Rus halkının ve ne de Oset veya Abhaz halkının bu savaşın sürmesinde bir çıkarı var. Küçük ulusların kaderi burjuva iktidarların elinde olduğu sürece, bölge emperyalist güçlerin av sahası olmaya devam edecektir. Onları bu kaderden kurtaracak olan ne Amerikan ne de Rus emperyalizmidir. Emperyalist devletlerin paylaşım kavgası ile yerel burjuva iktidarların hırsları arasında sıkışıp kalan halklar savaşın getirdiği ölümlerin, sefaletin, göçün ve binbir türlü acının pençesinde çaresizlik içinde kıvranıyorlar. Ne Gürcü halkının, ne Rus halkının ve ne de Oset veya Abhaz halkının bu savaşın sürmesinde bir çıkarı var. Küçük ulusların kaderi burjuva iktidarların elinde olduğu sürece, bölge emperyalist güçlerin av sahası olmaya devam edecektir. Onları bu kaderden kurtaracak olan ne Amerikan ne de Rus emperyalizmidir. Emperyalist savaşı durduracak olan şey liberallerin veya pasifistlerin söylediği gibi BM’nin çıkaracağı kararlar yahut “barış gücü” askerleri de değildir. En başta söylediğimiz gibi, emperyalist savaş hızla yayılmakta ve dün sıcak çatışmaların yaşanmadığı bölgeler de birer birer alevler içinde kalmaktadır. Öteden beri hegemonya kavgasının başlıca alanlarından birisi olan Kafkasya’da da, sonunda emperyalist savaşın yeni bir cephesi açılmıştır. İşçi-emekçi sınıflar ve bölgedeki ezilen halklar el ele verip devrimci mücadeleyi yükseltmedikten sonra, bu savaşın sona ermesi beklenmemelidir. Savaşı ve getirdiği acıları durdurmanın yolu ortadadır: kapitalizmi ve çıkarları için bu savaşları yürüten burjuva iktidarları yerle bir etmek! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
––––––––––––––––––––––– *
ABD bu tarihten itibaren Gürcistan’a silah ve askeri amaçlı para yardımı yapmaktadır. Yapılan yardımların parasal toplamı 2006 itibariyle 450 milyon doları buluyordu. 2001 yılına kadar yapılan toplam yardım 45 milyon dolar civarındayken, bu rakam sadece 2002 yılında 125 milyon doları bulmuş, 2006 yılında da 270 milyon doları geçmiştir. Yardımların kronolojik sıralaması bile, ABD’nin bölgeye yönelik planlarının nasıl bir seyir izlediği hakkında fikir vermektedir. Ayrıca askeri eğitim projeleri çerçevesindeki destekler de buna eklenmelidir. Tüm bu militarizasyon süreci sonucunda, son derece yoksul bu ülkenin askeri harcamaları son dört yılda 30 katına çıkmış ve GSYH’sinin %10’una ulaşmıştır.
5
Burjuvazi Hükmünü Verdi: AKP’siz Olmuyor Levent Toprak
A
nayasa Mahkemesi sonunda rejimin “hakemi” sıfatıyla kararını verdi: AKP suçlu, ama kapatmıyoruz! Kararın içeriği ve çıkış şekli, egemen sınıf içi kavganın seyrinde gelinen aşamanın temel özelliklerini mükemmelen özetleyici nitelikte. Gerçekten de, hararetli bir mesai sonunda mahkeme adeta kuyumcu titizliğiyle formüle edilmiş bir hüküm açıkladı. Buna göre AKP yöneltilen suçlamalardan neredeyse oybirliğiyle suçlu bulunuyor, üstüne üstlük çoğunluk da kapatma yönünde oy kullanıyor (6’ya 5), ama kapatma için en az 7 oy gerektiğinden (“nitelikli çoğunluk”) parti kapatılmayarak para cezasına hükmediliyor. Burjuva siyasetinin ve burjuva hukukunun gerektiğinde ne denli rafine işlediğini gösteren tam bir ince işçilik. Bu kararın değişik yönlerden ele alınabilecek birçok anlamı olduğu muhakkak. Ama öncelikle burjuva düzenin işleyişine ışık tutması bakımından, bu çatışmada şöyle ya da böyle taraf olan kesimlerin mahkeme sürecini emekçi kitlelere sunuş biçimleri, yani ideolojik aldatmaca boyutuna ilişkin dikkat çekilecek birkaç önemli nokta var. Bu kesimler çatışma konusunda olduğu gibi, bunun bir sonucu olan kapatma davasında da görüş ve tutumlarını “laiklik”, “demokrasi”, “hukuk” ve “uygar dünya” gibi kavramlar çerçevesinde sunuyorlar.
İdeolojik ambalaj AKP medyası ve liberaller kapatma davasını başından beri “demokrasiye ve hukuka aykırı” bir girişim olarak mahkûm edip sundular. Doğal olarak özellikle AKP medyası Anayasa Mahkemesi kararını da “demokrasinin zaferi” olarak ilan etti. AKP medyasına göre “parti kapatmalar demokrasiye, uygar dünyaya ve çağımıza yakışmıyor”du!
6
Karşı cephede konumlananlar ise AKP’nin “laikliğe aykırı” bir yöneliş içinde ve bu suretle “Türkiye’yi uygar dünyadan uzaklaştırmakta” olduğundan dem vurarak, AKP’nin “anayasaya aykırılık” yoluyla “hukuku çiğnemekte” olduğunu propaganda ediyorlardı. Bu cephe daha alacalı bulacalı olduğundan, kararın bunların elindeki medyada sunuluşu da farklılıklar arz etti. Ateşkes ve yumuşamayı öne çıkarmaya çalışanlar kararı olabildiğince nötr ifadelerle sunarken, eski çizgiyi öne çıkaranlar ise kararın AKP’nin “laiklik karşıtlığının tescillenişi” olduğunun altını çizdiler. Yeri gelmişken, benzer bir durumun Ergenekon davasında da, bu kez konumların yer değiştirmesi biçiminde kendisini gösterdiğine dikkat çekelim. Bakıyorsunuz statükocu burjuva kesimler bu soruşturma ve davayı demokrasiye, “hukuka ve insan haklarına aykırı” buluyorlar. Hatta göz yaşartıcı biçimde mahkûm haklarıyla ilgileniyorlar (Kuddusi Okkır vakası vb.). Gerçekte her iki tarafın da “demokrasi” ve “hukuk” gibi bir dertleri yoktur. Bir çıkar ve iktidar mücadelesi verilmekte ve olumlu çağrışımlarla yüklü bu tür kavramlar, yalnızca tarafların kendi çıkarları için kitleleri aldatmakta ideolojik bir örtü olarak kullanılmaktadır. Kapatma davası da Ergenekon davası da tümüyle politik motivasyonlu davalardır, çatışmadaki tarafların birbirlerine karşı politik hamleleridir. Ve hem davanın açılmasında hem de sonuçlandırılmasında tayin edici olan “demokrasi”, “hukuk” ya da “laiklik” değil güç ilişkileridir. Lenin’in vaktiyle bir başka bağlamda söylediği gibi, kapitalizmde bütün büyük ölçekli sorunların çözümü her zaman güce dayanır. Bir başka biçimde söylersek, bu tür sorunlar söz konusu olduğunda “demokrasi” ya da “hukuk” gibi sözler, esasen emekçi kitleleri aldatmak ve kendi saflarına çekmek için egemenlerin kullandığı lafı güzaftan ibarettir.
Eylül 2008 • sayı: 42
Devrimci işçi sınıfı açısından ne AKP aleyhine açılan kapatma davasının ilerici-demokratik bir içeriği vardır ne de sonuçta alınan kararın. Ne davanın açılması laiklik adınaydı ne de karar “demokrasinin zaferi”dir. Davanın hukuki bir mesnedi olmadığı gibi sonucun da hukukla bir ilgisi yoktur. Süreç baştan sona özünde politik düzlemde yürüyen bir güç mücadelesidir.
Kararın anatomisi Yukarıda Anayasa Mahkemesi kararının, hanidir süren egemen sınıf içi kavganın seyrinde gelinen aşamanın temel özelliklerini mükemmelen özetleyici nitelikte olduğunu söyledik. Kararın iki temel boyutu bulunuyor. Birinci ve en önemli olarak, şu anda düzenin selameti açısından AKP’den başka alternatif bulunmamaktadır, onun kapatılmasının ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçları şu anda kaldırılamayacak kadar çoktur denilmektedir. İkinci olarak, evet AKP’yi kapatmıyoruz ama bu AKP’de bir sorun görmediğimiz anlamına gelmiyor, onun da kendisine çeki düzen vermesi gerekiyor mesajı verilmektedir. Mahkeme başkanı kararı açıkladığı konuşmasında bu boyutu açıkça ifade etmekten çekinmemiştir: “Bu AKP için ciddi bir ihtardır!” Yani ayağını denk al, hâlâ takip altındasın, şartlar oluşursa pekâlâ kapatılırsın! Bu bakımdan karar, baştan beri değişik ve kimi zaman sancılı aşamalardan geçerek yürütülen AKP’li kadronun terbiye edilmesi sürecinin de en taze halkasını oluşturuyor. Bu kadronun yakın tarihinde bu sürecin bazı kilometre taşlarını ayırt etmek mümkündür. Öncelikle Refah Partisi 28 Şubat 1997 “post-modern” darbesiyle hükümetten alaşağı edilmiş ve hakkında kapatma davası açılarak kapatılmıştı. Ardından aynı ekibin onun yerine kurduğu Fazilet Partisi için de kapatma davası açılmış ve bu sayede bir bölünmenin dış şartları da olgunlaştırılarak, düzene çok daha uyumlu bir kadro hüviyetiyle AKP’nin doğumuna ebe-
marksist tutum
lik yapılmıştı. Fazilet Partisi de beklenebileceği gibi süreç içinde kapatıldı. AKP, yüzünü İslam dünyasına dönmüş Batı karşıtı bir dünya görüşüyle hareket eden Refah çizgisinden çok farklı olarak, AB sürecine ve büyük sermayenin neoliberal saldırı programına tümüyle angaje bir parti kimliği taşıyordu. İç ve dış tüm iktidar odaklarını dolaşarak kendini tanıtan ve bunlardan vize alan AKP kadrosunun zaman içinde ortaya çıkan falsoları ise egemen sınıfın çeşitli kesimlerinin gözünde birikmeye başladı. Bu birikim en son olarak cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde kritik bir eşiğe geldi. Bu bunalımın en hassas günlerinde Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırası geldi ve hemen ardından da (5 Mayıs) başbakanla genelkurmay başkanı arasında meşhur gizli Dolmabahçe buluşması yaşandı. Cumhurbaşkanlığı bunalımı sonucunda gidilen 22 Temmuz erken seçimleri öncesinde Erdoğan milletvekili listelerinde oldukça geniş bir değişiklik yaparak Milli Görüş ekolüne daha yakın duran pek çok unsuru devre dışı bıraktı, Arınç gibi unsurları geri plana çekti ve seçim sonrasında da yumuşak mesajlar verdi. Meclis başkanlığı konusunda dediğim dedik bir tutum izlemeyerek diğer partilerin de desteklediği Köksal Toptan gibi Milli Görüş ekolünden gelmeyen birini seçtirdi. Hatta Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesi için başarısız kalan bir manevra bile yaptı. Tüm bunlar daha önceki analizlerimizde de dikkat çekmiş olduğumuz gibi AKP’nin tornadan geçirilerek terbiye edilmesi sürecinin belirgin halkalarını oluşturuyordu. İşte son Anayasa Mahkemesi kararının da bu zincire eklenen yeni bir halka olarak işlev görmesi hedeflenmektedir. Bu bakımdan, AKP’nin kapatılmaması, kapatma davasının statükocu cephe içindeki çılgın bir grubun tümüyle kontrol dışı bir hamlesi olduğu ve daha “aklıselim” unsurlarca kapatmanın önlenmesiyle de bu “çılgınlığın” telafi edildiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Aynı Anayasa Mahkemesinin kısa süre önce AKP’ye dönük olarak verdiği ve Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte, yaşanan kirli uzlaşma sürecinde yeni bir evreye gelinmiştir. Yeni genelkurmay başkanının sorunsuz biçimde tayin edilmesi, bunun öncesinde başbakanla manidar görüşmesi, başbakanın Yüksek Askeri Şura’ya ilk kez hiç müdahil olmaması ve Şura’dan da hiçbir “irticai” ihraç kararının çıkmaması bunun sembolik göstergeleridir. Sansasyonel Ergenekon iddianamesinde, hiç yeri yokken, “Ergenekon’un ordu ve MİT’le ilişkisinin olmadığının” belirtilmesi de uzlaşmanın bir başka göstergesidir.
7
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
mevcut hukuki çerçeve içinde inandırıcı bir dayanağı olmadığı açık olan 367 kararı ile türban kararı bunu açık biçimde göstermektedir. Tüm bunlar egemen sınıfın AKP’ye değişik açılardan kuşkuyla yaklaşan kesimlerinin onu daha fazla törpüleme, hizaya sokma hamleleridir. Aslında AKP kapatılsaydı da bu aynen daha önce Refah ya da Fazilet örneklerinde olduğu gibi onun içinden daha uysallaştırılmış bir ekibin çıkarılması anlamında bir terbiye operasyonu anlamına gelirdi. Sadece daha ağır bir tokatla yapılmış bir operasyon olurdu bu. Daha önce hukuki dayanağı tümüyle çürük 367 ve türban kararlarını pekâlâ verebilen Anayasa Mahkemesinin bu yolu tutmamış olması, dava süreci boyunca şartların sürekli tartılarak en sonunda müsait olmadığına hükmedilmiş olmasındandır. Egemenler arası çatışmanın, mevcut politik tablo ve sertleşen uluslararası ekonomik-politik iklim düşünüldüğünde ciddi bir rejim krizine dönüşerek tüm düzene telafisi zor hasarlar verebileceği hesap edilmiş ve bu göze alınmamıştır. İlk olarak, tüm politik arayışlara rağmen, AKP’ye ciddi bir alternatif çıkarılamamıştır. Dünya ekonomisinin içine girdiği krizin dalgaları Türkiye sınırlarını da yoklarken, sermaye programını disiplinli biçimde uygulayacak bütünlüklü ve uyumlu bir hükümet daha vazgeçilmez hale gelmiştir. Diğer taraftan uluslararası politik gelişmeler ve bunlarla artık çok daha sıkı bağlantılı bir sorun haline gelmiş olan Kürt sorununda gelinen nokta da düzeni AKP’ye mahkûm etmektedir. AKP dışındaki düzen partileri geniş Kürt kitleleri gözünde itibarlarını tümüyle yitirmişlerdir. Bugün düzenin Kürt illerinde DTP karşısında AKP’den başka hiçbir seçeneği bulunmamaktadır. Hele hele yeni yerel seçimlerin kapıda olduğu bir sırada bu hepten yakıcı bir sorun durumundadır. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’daki gerilimin hızla yükselişi mevcut aşamada bir hükümet boşluğunu ya da zayıf hükümetleri kaldıramayacak bir durum oluşturmaktadır. Bu durumda politik çalkantının daha da şiddetlenmesi anlamına gelecek ve ne kadar süreceği belli olmayan bir boşluk tahammül dahilinde görülmemiştir. Uluslararası arenadaki gerilimler etkin ve hızlı manevra yapabilecek, uyumlu, bütünlüklü bir hükümeti gerektirmektedir. Bu hususları göz önünde bulunduran emperyalist güçler de son tahlilde ağırlıklarını AKP’den yana koymuşlardır. Tam da bu hususlar üzerinden kendini ortaya koyan hassas durum nedeniyle Anayasa Mahkemesi de bu davada çok daha yoğun bir mesai yaparak kararını emsal davalardan çok daha hızlı biçimde vermiştir. Bu olağanüstü hızlı mesainin başka bir açıklaması yoktur. İkincisi, AKP güçlüdür ve bu gücü kullanarak başta Ergenekon üzerinden karşı cepheye önemli darbeler vurmuş ve böylelikle kolay pabuç bırakmayacağını göstermiştir. Kim ne derse desin Ergenekon sürecinin AKP’nin elinde oldukça önemli bir koz olduğu da böylelikle ispatlanmıştır. Ergenekon operasyonunun dozu ve temposunun
8
tümüyle kapatma davası sürecinin seyrine göre belirlendiği ve kapatma davası hamlesine karşı en somut koz olduğu tartışmasızdır.
Uzlaşma Bütün bu faktörlerin yanı sıra kararın temel özelliği bir uzlaşmayı yansıtıyor olmasıdır. AKP’nin terbiye edilmesi sürecine aynı zamanda tarafların bir uzlaşma süreci olarak bakmak gerekir: Bir yandan gelinen tarihsel aşamada Türkiye’deki rejimin yeniden yapılandırılması rolünü üstlenen AKP’nin, diğer yandan da rejimin değişimine direnen güçlerin sivriliklerinden arınarak orta yolda buluşması süreci. Aslında yaşanan tüm bu şiddetli çarpışmaların içinden bu uzlaşma da inşa edilmektedir. Bu, uzlaşma ve çatışma unsurlarını birlikte içeren çelişkili bir süreçtir. Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte bu kirli uzlaşma sürecinde yeni bir evreye gelinmiştir. Kararın “hem nalına hem mıhına” niteliği bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Yeni genelkurmay başkanının sorunsuz biçimde tayin edilmesi, bunun öncesinde başbakanla manidar görüşmesi, başbakanın Yüksek Askeri Şura’ya ilk kez hiç müdahil olmaması ve Şura’dan da hiçbir “irticai” ihraç kararının çıkmaması bunun sembolik göstergeleridir. Ama daha beriye gidecek olursak, hükümetin Ergenekon sürecinde meseleyi emekli askerler ve sivil unsurlarla sınırlı tutma işaretini verdiğini de hatırlamak gerekiyor. Sansasyonel Ergenekon iddianamesinde, hiç yeri yokken, “Ergenekon’un ordu ve MİT’le ilişkisinin olmadığının” belirtilmesi bu anlama geliyordu. Ama belki de daha çarpıcısı, hükümet karşıtı salvoların koçbaşı vazifesini gören Hürriyet gazetesinin belirgin biçimde yumuşak bir tona geçmesidir. Yaşanan çatışma sürecinin düzenin temel kurumlarında ciddi bir yıpranmaya yol açmasının da önemli bir rol oynadığını eklemek gerekiyor. Bu özellikle statükocu güçler cephesinin dayandığı kurumlar açısından böyledir. Hatırlanacağı gibi bu çatışma sürecinde önceleri daha ziyade ordu ön plandaydı ya da varlığı çok belirgin hissediliyordu. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ordu hayli yıprandığı için geri plana çekilmiş ve üniversite ve yargı ön plana çıkmıştı. Burada özel bir yaptırım gücü olmayan üniversitenin rolü daha ziyade propaganda ve medya seviyesinde olduğundan, esas rol elbette önemli bir yaptırım gücü olan yargıya düşüyordu. Bu bakımdan kapatma davasının bir anlamı da bürokrasinin yargı ayağının sahneye tüm ağırlığıyla çıkmasıdır. Tabii nasıl ordu bir önceki evrede yıprandıysa bu evrede de yargının (ve üniversite bürokrasisinin) yıprandığı bir gerçektir. Mahkeme başkanının kararı açıklarken içinde bulunduğu sıkıntılı ruh hali ve konuşmasının içeriğinin önemlice bir bölümü bu durumu yansıtıyordu. Haşim Kılıç özetle “bu işi bizim sırtımıza yıkmayın, çok yıprandık, bu rejimin bütünü için tehlikelidir” demek zorunda kaldı. Bugünden geriye bakıldığında, sözü çokça edilen 27
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum İşçi-emekçi kitleler açısından demokratik açılım sözünün anlamı, sınırsız ifade, toplantı ve örgütlenme hakkıdır; bunların bir parçası ve bütünleyicisi olarak işçi sınıfının sendikal-sosyal-siyasal alandaki diğer haklarıdır; Kürt halkının ulusal demokratik haklarının tanınmasıdır; Alevi emekçileri de yakından ilgilendiren gerçek bir laiklik düzenlemesi ve uygulamasıdır… Bunların dışındaki yasal değişiklik ve düzenlemeler esasen egemenler arası ilişkilerin yeniden düzenlenmesi alanına girmektedir.
Nisan muhtırası sonrasındaki Dolmabahçe görüşmesinin bugünkü aşamaya gelen sürecin önemli bir halkasını oluşturduğu daha iyi anlaşılıyor. Şimdi bu görüşmenin bir benzerinin de yeni genelkurmay başkanı olarak tayin edilen İlker Başbuğ’la bu tayin gerçekleşmeden önce yapılması, uzlaşmanın tazelendiği anlamına gelmektedir. Bunun öncesinde aynı Başbuğ’un dava sürerken Anayasa Mahkemesi başkan vekiliyle basından gizli görüşmeler yapmış olması daha da anlamlıdır. Aslında AKP’nin bu tür bir uzlaşmaya doğru attığı ilk geri adımlar 2005 Newroz’uyla belirgin biçimde açığa çıkmaya başlamıştı. Hızlı AB’cilikten tornistan etmek, Kıbrıs’ta beklemeye geçmek ve Kürt sorununda şoven söyleme boylu boyunca dalmak, uzlaşmanın belirgin bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştı. Bu noktaya daha önce de birçok kez dikkat çektiğimizi hatırlatalım. Ancak 2007’deki cumhurbaşkanlığı süreci çatışmayı tekrar alevlendirdi ve önce 27 Nisan muhtırası, ardından da hükümetin direnişi ve Dolmabahçe geldi. Tabii bu arada her iki tarafın da ABD’ye ziyaretleri ve görüşmeleri oldu. Tüm bu trafikten çıkan en belirgin ve somut sonuç Kürt halkına karşı savaşın tırmandırılması, sınır ötesi operasyonlar oldu. Böylece uzlaşmanın temel ayaklarından birinin ABD onayı da alınmak suretiyle içte ve dışta Kürt halkına saldırmak üzerine bina edildiği de görüldü. Gerçekten de Kürt sorunu bir kilit niteliğindedir. Kerkük referandumunun hükümet ve ordunun birlikte icra ettiği baskılar ve ABD’ye şantajları sonucu gündemden düşürülmüş olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu da ABD desteğiyle Kürt halkı aleyhine sağlanan hükümet-ordu mutabakatının önemli bir belirtisi ve temel harcı oluyor. Söz konusu uzlaşmanın ön plana çıkan somut politik başlıkları olarak, Kürt sorununun yanı sıra din-laiklik sorunu ve bir ölçüde de Kıbrıs sorunu zikredilebilir. Bundan sonra AKP’nin en azından görünür vadede türban sorununu bir daha gündeme getirmesinin pek olası olmadığı açıktır. Nitekim benzer bir girişim olan ilk ve ortaöğretim
okullarına ibadethane açılmasını öngören bir yasa teklifinin derhal ortadan kaldırılması ve teklifi hazırlayan milletvekilinin (Edibe Sözen) göz önünden çekilerek ABD’ye ışınlanması da bunu göstermektedir. Kıbrıs’a gelince, o cephede zaten 2004’teki referandumdan bu yana bir oyalama süreci sürdürülmektedir. Şimdilerde yeniden başlayan görüşmelerin ise nereye varacağı meçhuldür. Bu konuda belki bir iki ufak adım atılsa da sorunun bamtelinin adadan TC askerlerinin çekilmesi olduğu ve bunun da görünür vadede mümkün olmadığı açıktır. Kaldı ki her ihtimale karşı, en küçük bir adım bile atılmaması ve görüşmelerin baltalanması için adada provokasyonlar yeniden başlamış durumdadır. AB süreci ise yukarıdaki sorunları da çeşitli yönlerden içermekle beraber genel bir başlık olarak alındığında ağır aksak götürülecektir diyebiliriz. Ancak, söz konusu uzlaşmanın yine de statükocu kanadı AB konusunda genelde daha yumuşak bir noktaya getirdiğini söyleyebiliriz. Bu kesimlerin kaygısı hassas noktalara fazla dokunulmamasıdır. Bu şüphesiz çelişkili bir konumdur, ama geniş AB mevzuatı içinde yapılacakların büyük bölümü bu hassas noktalarla doğrudan ilintili değildir ve o nedenle yine de geniş bir manevra alanı mevcuttur. Zaten Ergenekon operasyonlarıyla tasfiye edilmekte olan unsurların önemli oranda Avrasyacı olarak bilinenler olması da bu bakımdan bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla uzlaşmanın yeni evresinin önemli bir ayağını genel anlamda NATO ve AB perspektiflerinin yeniden ortak olarak teyit edilmesi oluşturmaktadır. Her şeye rağmen, üstte de vurguladığımız gibi, bu uzlaşma çatışmadan bağışık değildir. ABD konsolosluğuna saldırı, Güngören patlaması, Kerkük provokasyonu, Selimiye kışlasına roket saldırısı, İstanbul Emniyetine yapılan savcılık baskını gibi son günlerin provokasyonları sürecin bu yönünü ortaya koymaktadır. Bu da söz konusu uzlaşmanın henüz tam ve sonuca bağlanmış bir uzlaşma olmadığını göstermektedir.
9
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Demokratik açılım süreci mi geliyor? Kapatma davasının sonuçlanmasından sonra burjuva medyada yeni bir “demokratik açılım” süreci beklentisi pompalanmaya başlandı. Kimi zaman öngörü, kimi zaman temenni ve akıl verme tarzında bunun yapıldığını görüyoruz. Bir tür “badire atlatıldı, şimdi kaybedilen zamanı telafi edelim, mutlu yarınlara koşalım” söylemiyle emekçi kitlelerde iyimserlik havası yaratılmaya çalışılmaktadır. Peki işçi-emekçi kitleler ve yoksul Kürt halkı açısından bir demokrasi perdesinin açılma koşulları var mıdır? Her şeyden önce işçi-emekçi kitleler açısından demokratik açılım sözünün anlamı, sınırsız ifade, toplantı ve örgütlenme hakkıdır; bunların bir parçası ve bütünleyicisi olarak işçi sınıfının sendikal-sosyal-siyasal alandaki diğer haklarıdır; Kürt halkının ulusal demokratik haklarının tanınmasıdır; Alevi emekçileri de yakından ilgilendiren gerçek bir laiklik düzenlemesi ve uygulamasıdır… Bunların dışındaki yasal değişiklik ve düzenlemeler esasen egemenler arası ilişkilerin yeniden düzenlenmesi alanına girmektedir. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren temel hak ve özgürlükler esasen onun örgütlü, militan mücadelesiyle kazanılabilecek ve korunabilecek hak ve özgürlüklerdir. Genel olarak konuşacak olursak, işçi sınıfı bugün bilinç ve örgütlülük bakımından oldukça olumsuz bir durumdadır. Bu durumda anlamlı bir değişme olmadıkça demokratik hak ve özgürlükler alanında da işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren noktalarda anlamlı değişikliklerin olması beklenemez. Egemenler arası çatışmada tam da Kürt sorunu gibi temel meselelerde somutlanan bir yakınlaşma ve uzlaşma evresi oluşturulurken, ciddi demokratik açılımların gündeme getirilmesi beklenmemelidir. Ancak zevahiri kurtarıcı ve fazla suya sabuna dokunmayan birtakım değişiklikler gündeme gelebilir. Dolayısıyla ufukta işçi-emekçi kitleler ve Kürt halkı açısından bir ferahlama evresi değil, aksine bir yandan ekonomik krizin eşiğinde yoğunlaştırılacak ekonomik-sosyal saldırılar, diğer yandan da Kürt halkını hedef alacak yeni fiziki saldırı ve baskılarla karakterize olacak zorlu günler görünmektedir. Gerçek şu ki, Türkiye’de baskılar ve anti-demokratik uygulamalar olanca yoğunluğuyla sürmektedir. Sokak ortasında polis infazları, polis tacizleri, keyfi arama ve baskınlar, sosyalist basına yönelik saldırılar… Bunlar gündelik yaşamın sıradan uygulamaları haline gelmiş durumda. Gösterilere, işçi eylemlerine, grevlere uygulanan acımasız baskılar zaten nicedir sürüyor. Kürt sorunu tüm yakıcılığıyla olduğu yerde durmakta, sınır içi ve dışı operasyonlar devam etmekte, DTP hakkında kapatma davası yürümekte, Kürt halkı üzerindeki baskılar sürdürülmektedir… Egemenler arası çatışmada tam da Kürt sorunu gibi te-
10
mel meselelerde somutlanan bir yakınlaşma ve uzlaşma evresi oluşturulurken, ciddi demokratik açılımların gündeme getirilmesi beklenmemelidir. Ancak zevahiri kurtarıcı ve fazla suya sabuna dokunmayan birtakım değişiklikler gündeme gelebilir. Dolayısıyla ufukta işçi-emekçi kitleler ve Kürt halkı açısından bir ferahlama evresi değil, aksine bir yandan ekonomik krizin eşiğinde yoğunlaştırılacak ekonomik-sosyal saldırılar, diğer yandan da Kürt halkını hedef alacak yeni fiziki saldırı ve baskılarla karakterize olacak zorlu günler görünmektedir. İçteki çatışma ve uzlaşmanın geldiği yeni zeminin kapsamlı bir demokratik açılıma uygunsuzluğu bir yana, uluslararası konjonktür de buna uygun değildir. Emperyalist savaş sürecinin Kafkaslar’daki yeni alevlenişiyle birlikte bu durum daha belirgin bir hal almıştır. Militarist eğilimlerin güçlenmekte olduğu bir dönemde “demokratikleşme” beklemek ancak gözü körleşmiş liberal hamkafaların işi olabilir.
Asıl hükmü işçi sınıfı verecek! Sosyalist solun bir kesimi AKP’nin kapatılmamasından üzülmüşe benzemektedir. Yapılan çeşitli yorumların içerik ve havasından bu anlaşılıyor. Kirli burjuva güç odaklarının AKP’yi Anayasa Mahkemesi marifetiyle kapatmasına ümit bağlayan, bundan medet umar duruma düşmüş bir solun işçi sınıfına hayrının dokunamayacağı açıktır. Kemalist etkilerden ve buna zemin hazırlayan Stalinizmden kendini tam olarak sıyıramamış küçük-burjuva sosyalizminin, Türkiye’de egemen sınıf içi çatışmanın kızışmasıyla birlikte kendini statükocu güçlerin dümen suyunda buluvermiş olması doğrusu hazin bir tablodur. Bu durum özellikle din sorunu, burjuva devlet sorunu ve emperyalizm sorununa Marksist olmayan bir yaklaşımın ürünüdür. Laiklik ve ilericilik adına AKP’nin kapatılmamasına üzülmek kesinlikle sınıf bilinçli bir işçinin tutumu olamaz. AKP’nin kapatılmaması onun işçi-emekçi düşmanı yüzünün kitleler tarafından görülebilmesi için daha elverişli bir durumdur. Aksi durumda din istismarı ve mağduriyet söylemiyle AKP’nin geniş emekçi kitlelerin gözünü boyamaya daha fazla devam etmesi için elverişli ortam yerli yerinde kalacaktı. Bu tür saptırıcı faktörlerin de rol oynamasıyla AKP, yürüttüğü tüm neoliberal saldırı programına rağmen, henüz kitleler nezdindeki kredisini tüketmiş değildir. Bu göz boyayıcı, bulandırıcı etmenler siyaset sahnesinden temizlendiği ölçüde AKP’nin yüzünün emekçi kitlelerce daha iyi görülebilmesinin önü açılacaktır. AKP’siyle CHP’siyle MHP’siyle tüm işçi düşmanı sermaye partilerinin ve aynı şekilde diğer burjuva güç odaklarının hükmünü verecek olan işçi sınıfıdır. Ona düşen, kendi bağımsız sınıf çizgisi temelinde mücadelesini yürütmek ve hepsini kendi eliyle tarihin çöplüğüne göndermektir.
12 Eylül’ün Hesabı Kapanmadı Oktay Baran
12
Eylül 1980 faşist askeri darbesinin üzerinden 28 yıl geçti. Bugünün genç işçi kuşakları, ne ‘80 öncesinin devrimci mücadelesinden ne de temel amacı bu mücadeleyi ezmek olan 12 Eylül darbesinden haberdar durumda. Eğitim kurumlarında Kemalist ideolojinin resmi bombardımanıyla en azından sekiz yılını geçiren bugünün gençlerinin çoğunun, “12 Eylül tarihi size ne anlatıyor” sorusuna bir yanıt bulabilmek için “acaba o tarihte Atatürk ne yapmıştı” diye umutsuzca çırpınmaları, gerçekte 12 Eylül rejiminin karşı-devrimci burjuvazinin hanesine yazılan muazzam başarısını ironik biçimde göstermektedir. Durum buyken, 12 Eylül faşist darbesinin artık geçmişe mal olduğu, onun yalnızca tarihçilerin ilgi alanına girecek bir konu haline geldiği ve artık onunla hesaplaşılmasının topluma bir şey kazandırmayacağı söylenebilir mi? Bu soruya devrimci işçi hareketinin vermesi gereken yanıt çok kesin bir “hayır”dır! Bunun birbiriyle bağlantılı birkaç nedeni mevcuttur.
12 Eylül rejiminin etkileri sürüyor 12 Eylül faşizmi, burjuva parlamentarizmine son vererek Meclisi kapatmakla kalmamış, işçilerin dayanışma örgütlerinden, sendikalardan ve siyasal partilerden hayvansever derneklerine varıncaya kadar neredeyse tüm örgütlerin kapısına kilit vurmuştu. Sendikaların işçilerin alınteri anlamına gelen tüm mal varlıklarına el konulmuş ve çalışanlarından yöneticilerine dek tüm sendika aktivistleri yıllar boyunca hapishanelere tıkılarak, yüzlerce yıllık cezalarla yargılanmışlardı. Her türlü örgütlenmenin yanı sıra, her türlü gösteri, en başta da işçi eylemleri ve grevler yasaklanmıştı. İlerleyen yıllar içerisinde, işçileri doğrudan ilgilendi-
ren, çalışma yasaları, grev-toplu sözleşme yasaları, dernekler kanunu vb. gibi yasalarda yapılan faşist düzenlemeler aracılığıyla, işçi sınıfının sendikal, siyasal ve sosyal hakları büyük ölçüde yok edilmiş, kalanlar ise kuşa çevrilmişti. Böylelikle daha 12 Eylül darbesini takip eden ilk günden itibaren işçiler, örgütsüzlüğe, bilinçsizliğe, kölece çalışmaya ve sefalet ücretlerine mahkûm edilmişlerdi. Burjuvazinin arzu ettiği yapısal dönüşümleri hayata geçiren faşizm, işçiler açısından tam bir cehennem demekti. Öyle ki, 1978 yılındaki gerçek asgari ücret 100 kabul edilirse, bu rakam darbeyi takiben 1980’de 52’ye inmişti! 1990’ların ortalarına kadar bu endeks 60’ların altında kalmaya devam etti ve bugün bile 100’ün altındadır! Bir başka deyişle, işçilerin yaşam standartları en azından yarı yarıya düşmüş durumdaydı. Ama aynı yıllarda, işçilerin ne derece sömürüldüğünün önemli göstergelerinden biri olan “emek verimliliği”nde büyük bir patlama yaşanıyordu: 1970-79 döneminde işgücü verimliliğindeki artış imalat sanayinde %3.4 iken, 1980-89 döneminde %7.3 ve 199096 döneminde ise %10.5 olmuştu. Yani emeğin sömürüsü katmerlenerek artmıştı! Bu çalışma koşulları, Türk burjuvazisi için dikensiz gül bahçesi anlamına geliyordu. İşçi hareketinden gelebilecek tüm engellemeleri bu hareketi acımasızca ve kanla ezerek bertaraf eden sermaye sınıfı, kapitalist dünya sistemiyle daha derinden entegre olarak, emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanıyordu. İşçi hareketinin bu denli geriye savrulması hiç kuşkusuz yalnızca sendikalar üzerindeki baskı ve yasaklamalara dayanmıyordu. Nitekim 12 Eylül faşizminin çözülüş süreciyle birlikte sendikalar tekrar faaliyete geçse de, sendikal hareket 1980’den bu yana devam eden büyük bir kriz içerisinde can çekişmektedir. Bu krizin en temel nedeni, işçi
11
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42
hareketine doğru bir yol gösterebilecek devrimci siyasal bir nin bugüne dek taşınmasının burjuva kamuoyundaki en önderliğin bulunmayışıdır. Bunun bilincinde olan burjuva temel meşruiyet gerekçesini de bu haksız savaş oluşturuiktidarlar, böylesi bir devrimci önderliğin oluşturulmasını yor. Bu savaştan çıkarı olanların başında ise, savaşın sona engellemek ya da en azından geciktirmek amacıyla, sosya- ermesinin, askeri bürokrasinin yetki ve ayrıcalıklarını ve list hareketin üzerinden sopayı hiç eksik etmemişlerdir. iktidardaki özgün konumunu tehdit etmesinden korkan Yalnızca 12 Eylül rejiminin en azgın faşist baskılarının ya- statükocu burjuva kesimler gelmektedir. şandığı yıllarda, 650 bin kişi gözaltına alınmış, 230 bin kiGerek işçi sınıfının, gerek sosyalist hareketin gerekse de şi yargılanmış, 7 bin kişi için idam cezası istenmiş, 50 kişi Kürt halkının durumu açısından baktığımızda, 12 Eylül idam edilmiş, 171 kişinin işkencede öldürüldüğü belgelen- rejiminin açtığı son derece ağır yaralar halen kapanmamışmişti. Belgelenenler dışında, işkencelerde, hapishanelerde, tır: “Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yaratsokakta ve ev baskınlarında 541 kişi katledilmiş ve bu kat- tığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı, örliamlar bir biçimde kitabına uydurulmuştu. Bu dönem bo- gütlerini dağıtıp parçalayan, nice canları içinden çekip yunca 71 bin kişi, komünizm propagandası yapmak ve ör- alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sagüt üyeliği suçlarından yargılanarak yıllar boyunca zindan- kat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soralarda tutuldular. Kapatılan 24 bin derneğin yanı sıra, her madan bugünlere geldi. İşçi hareketi ve devrimci mücadetürlü sosyalist içerikli yayın, dergi ve kitabın da yasaklan- le, bugün hâlâ yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan masıyla, sosyalist hareket ve genel olarak devrimci hareket güvenini kazanamadı.” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin ölümcül bir ezme operasyonuna tâbi tutuldu. Böylelikle Hesabı Sorulmalı, MT, no:6) 12 Eylül rejiminin topluma işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi muaz- giydirdiği deli gömleği, kimi yerlerinden sökülmüş duzam bir tahribata uğratıldı. Bu yenilginin ardından sosya- rumda olsa bile, halen toplumun emekçi ve ezilen kesimlist hareket bugün dahi belini doğrultabilmiş değildir. Ama lerinin elini kolunu bağlar durumdadır. Bu rejimin yerleşgeçmişle karşılaştırıldığında son derece zayıf olmasına rağ- tirdiği ya da yeniden şekillendirdiği tüm kurumlar bugün men, bugün bile burjuva iktidarlar, sosyalist hareket ve bir biçimde hâlâ ayaktadırlar. Kırk yerinden delinmiş olsa özellikle de onun devrimci kanadı üzerindeki baskı ve ya- bile, işçi-emekçilerin ve başta Kürtler olmak üzere tüm sak cenderesini gevşetmekten korkmaktadırlar. azınlıkların demokratik haklarına düşmanca özünü kay12 Eylül faşizminin temel nedeni, 1960’lardan itibaren betmemiş olan 12 Eylül Anayasası yürürlüktedir. MGK’gelişen ve özellikle 1970’lerin ikinci yarısında giderek dev- nın belirleyici rolü, asker-polis devleti uygulamaları ve öğrimci bir çizgiye kaymaya başlayan işçi hareketindeki yük- renci gençliği ve ilerici akademisyenleri cendere altında selişin önüne geçerek burjuva rejimi güvence altına almak- tutma aracı olan YÖK ayaktadır. Ve belki de hepsinden tı. Böylelikle bir yandan da Türkiye’deki burjuva rejimin önce, yürüttüğü haksız savaşla kendisini meşrulaştırmak yapısal bunalımlarına çözüm olaisteyen askeri vesayet sistemi halen rak acı reçetelerin (burjuvalar buegemenliğini bir şekilde sürdürna yapısal dönüşüm programı dimektedir. yorlar) uygulanmasının önündeki Çok rahatlıkla söylenebilir ki; engeller kaldırılmış olacaktı. Öte bugün, geçmişle karşılaştırıldığınyandan, faşist darbenin önemli da, milyonlarca işçi-emekçi en dümotivasyonlarından birini de şük ücretlerle en ağır koşullarda 70’li yılların sonlarında yükselen gerçek ve kapsamlı bir sosyal güKürt ulusal kurtuluş hareketinin vence olmaksızın her türlü aşağıyarattığı tehdidin bertaraf edillanmaya katlanarak çalışmak zomesi oluşturuyordu. Keza yukarırunda kalıyorsa; gençliğin geniş da kısa bir özetini verdiğimiz baskesimleri için yaşamın kendisi ve kıların en ağır, en insanlık dışı, gelecek kavramı hiçbir anlam ifaen sistematik ve en uzun ömürlü de etmez hale gelmişse, bunun en biçimleri Kürt devrimcileri üzetemel nedenlerinden biri, kapitarinde uygulandı ve bugün dozajı list sömürüyü ve toplumsal çürüazalsa bile neredeyse bütün Kürt meyi katmerleştiren 12 Eylül faemekçilerine yaygınlaştırılarak şizminin etkilerinin halen sürüyor uygulanmaya devam ediyor. Kürt olmasıdır. Yaşam standartlarından coğrafyası, 12 Eylül öncesinden memnun olmayan her işçinin, kabaşlayan ve günümüze kadar uzapitalizmin sunduğu çıkışsızlıktan 12 Eylül rejiminin topluma giydirdiği deli nan bir olağanüstü hali yaşıyor. gömleği, kimi yerlerinden sökülmüş durumda bunalan ve geleceğe dair umutları 12 Eylül faşizminin pekiştirdiği olsa bile, halen toplumun emekçi ve ezilen birer birer sönen her gencin döaskeri vesayet sisteminin etkileri- kesimlerinin elini kolunu bağlar durumdadır. nüp ilk bakması gereken noktalar-
12
Eylül 2008 • sayı: 42
dan biri budur.
Askeri darbeler ve demokrasi mücadelesi 12 Eylül’le hesaplaşılması, ondan dersler çıkarılması ve ona giden süreçte hangi sınıf ve katmanların hangi rolleri oynadığının iyi kavranabilmesi, son birkaç yıldır politik gündemle de yakından ilişkili bir sorun haline gelmiştir. Egemen burjuva sınıf içerisinde uzun bir süredir devam edegelen iktidar kavgasına bağlı olarak yaşanan gelişmeler, epey bir süredir bizzat burjuva politikacılar ve ideologlar arasında da, normal bir burjuva demokrasisinin nasıl olması gerektiğine ve artık askeri vesayet sisteminin aşılması gerekliliğine dair tartışmaların yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle geçtiğimiz yaz aylarında başlayan ve bugün artık dava aşamasına gelmiş bulunan “Ergenekon operasyonu” kapsamında bu tartışmanın alevlendiğine şahit oluyoruz. İşçi sınıfı hiç kuşku yok ki, gerek askeri vesayet sisteminin sonlandırılmasından ve demokratik hakların genişletilmesinden gerekse de 12 Eylül’ün simgesi durumundaki generallerden ve günümüzdeki darbe tezgâhlayıcılarından hesap sorulmasından yanadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı, Ergenekoncu olarak adlandırılan kesimin hiç tereddütsüz tam karşısında yer almalıdır. Ne var ki, faşist darbecilerden ve demokrasi düşmanlarından hesap sorulması görevi, onlarla sınırlı bir sanıklar listesinin mahkemeye çıkartılmasıyla asla sınırlandırılamayacağı gibi, böylesi bir görev, işlerine geldiği ölçüde demokratlık taslayan burjuva kesimlere de havale edilemez. 12 Eylül’den nasıl hesap sorulması gerektiğine dair ortaya konulan şu perspektif, güncel tartışmalar konusunda da aynen geçerlidir: “12 Eylül faşizminin hesabı kimlerden sorulacak? Bir kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni yer almaktadır. O nedenle, faşizmi yalnızca vitrinin önünde duran ‘cellâtlar’la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu. İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahata çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, MT, no:6) Burjuvaziye bırakıldığı ölçüde, bu tip sorgulamalar, ka-
marksist tutum
pitalist sistemden kaynaklanan tüm pisliğin ipliği çoktan pazara çıkmış bir suçlular listesinin sırtına yüklenmesiyle ve böylelikle hem bir bütün olarak kapitalist sistemin hem de özel olarak burjuva devletin aklanmasıyla sonuçlanacaktır. Bugün yaşanılan süreç, bunun kanıtlarıyla doludur. Bir örnek verelim. Geçtiğimiz ay, Ufuk Uras, Mecliste Ergenekon’a dair bir araştırma komisyonunun kurulmasına dönük olarak bir teklif hazırlamış ve 12 Eylülcülerin yargılanmasını engelleyen Anayasa maddelerinin kaldırılmasını talep etmişti. Tüm darbe karşıtlarını kendi saflarına çağıran AKP ise, böyle bir komisyonun gereksiz olduğunu, konunun zaten yargıya intikal ettiğini ve 12 Eylül konusunun gündeme getirilmesini zamansız bulduğunu açıklamıştır. Yalnızca bu tutum bile AKP’nin demokrasi mücadelesi söyleminin ne denli büyük bir sahtekârlık olduğunu göstermiyor mu? Demek ki, gerek 12 Eylül’den gerekse de Ergenekon gibi kontr-gerilla örgütlerinden hesap sorulması ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi, ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle mümkündür. Lenin, emperyalizm çağının siyasal gericilik çağı olduğunu, burjuvazinin kendi tarihsel-demokratik geleneğine ihanet ettiğini, demokratik sorunların çözümünde ondan tutarlı ve sonuna kadar giden bir rol oynamasını beklemenin ham bir liberal hayal olduğunu söylemişti. Onun bu sözleri korkak, çapsız, köksüz ve güçsüz Türk burjuvazisi için fazlasıyla geçerlidir. Burjuva egemenliğiyle geçen on yıllar apaçık göstermektedir ki, Türk burjuvazisi demokratik dönüşümlerin değil, siyasal gericiliğin kaynağıdır. Bizzat tekelci mali-sermayenin hizmetine koşulmak üzere inşa edilen 12 Eylül rejiminin etkilerinin ve doğrudan sonuçlarının bugüne dek sürmesinin en temel nedeni, faşizmin yükselen bir devrimci seferberlikle ortadan kaldırılamamış olmasıdır: “Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.260) Türkiye işçi sınıfı bir devrim ve devrimci ayaklanma deneyimine sahip değil. Ama mücadele deneyimi olarak sıfır noktasında da bulunmuyor. 60’lı ve hele 70’li yıllarda verdiği mücadele ve izlediği militan çizgi önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu geleneği yeniden, bu kez devrimci Marksist temellerde inşa edebilmek için, bu mücadele geleneğini kesintiye uğratan 12 Eylül rejimiyle bir bütün olarak hesaplaşma görevinin işçi sınıfının mücadele gündemine sokulması gerekiyor. Bu başarılabildiği ölçüde, işçi sınıfı tüm toplumun önüne, aynı zamanda, demokrasi mücadelesinin gerçek temsilcisi olarak çıkmayı da başarabilecek ve bu temelde geliştireceği mücadeleyi kendi iktidarıyla taçlandırabilecektir. 12 Eylül rejiminin uzantılarını temizlemenin, askeri darbe ve faşizm tehdidinin önüne geçmenin en kesin yolu budur.
13
Emperyalist Paylaşımın Yol Açtığı Büyük Trajedi 85. Yılında Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi Utku Kızılok
Bundan tam 85 yıl önce yaşanan Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesi, emperyalist savaşın neden olduğu büyük bir trajediydi. I. Dünya Savaşı yalnızca milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına ve kentlerin yıkılmasına neden olmadı, beraberinde, yüzlerce yıl aynı topraklarda iç içe yaşayan, birbirlerine karşı düşmanlık beslemeyen halkların, dolayısıyla da kültürlerin kökünden sökülüp atılmasına da neden oldu. Derin yaralara yol açan Lozan zorunlu mübadele sözleşmesi, bu konuda tarihte ilk örnekti ve kısa zamanda uluslararası burjuva hukukun bir parçası haline gelerek emsal teşkil etmeye başlayacaktı.
14
S
avaşın, acının ve gözyaşının olmadığı, insanların eşit ve müreffeh yaşayabileceği yepyeni bir toplumun nesnel olanaklarını yaratmış bulunan insanlık, ne yazık ki hükmünü hâlâ icra eden kapitalist düzende, bir kez daha emperyalist savaş cehennemine çekiliyor. 1990’larda Balkanlar’a ve Irak’a düşen emperyalist savaş alevleri, geldiğimiz evrede, dünyanın pek çok bölgesini etkisi altına almış bulunuyor. ABD’nin fişteklemesiyle Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması ve Rusya’nın buna karşılık vermesiyle emperyalist sıcak savaşın Kafkasya cephesi de alev almış bulunmaktadır. Elbette savaşın genişlemesi demek, daha fazla insanın acı ve gözyaşına boğulması demektir. Balkanlar’da, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde ve Gürcistan’da süren savaş milyonlarca insanın hayatını tarumar etmiş durumda. Milyonlarca insanın kanı ve gözyaşı toprağı suluyor, yıkım ve acı insanları kasıp kavuruyor. Katliamları ve yıkımları, insanların köklerinden sökülüp atılması, evlerini ve yurtlarını terk ederek göçmen konumuna düşmesi izlemektedir. Kısacası, egemenlerin çıkar savaşları bir kez daha halkların büyük ve kalıcı trajediler yaşamasına neden oluyor. Bundan tam 85 yıl önce yaşanan Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesi de, emperyalist savaşın neden olduğu büyük bir trajediydi. I. Dünya Savaşı yalnızca milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına ve kentlerin yıkılmasına neden olmadı, beraberinde, yüzlerce yıl aynı topraklarda iç içe yaşayan, birbirlerine karşı düşmanlık beslemeyen halkların, dolayısıyla da kültürlerin kökünden sökülüp atılmasına da neden oldu. 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türkiye ve Yunanistan’ın imzaladığı mübadele sözleşmesiyle 1,5 milyondan fazla insan
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
topraklarından sürüldü. Lozan sözleşmesine göre, Anadolu’da yaşayan Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar karşılıklı olarak mübadele edilecekti ve mübadele zorunluydu. Eylül 1922’de bozguna uğrayan Yunan ordusunun Türkiye’den çekilmesiyle, Anadolu’nun içlerinden, Karadeniz’den ve Ege’den yüz binlerce RumOrtodoks –ve belirli sayıda Ermeni– katliam korkusuyla topraklarını terk ederek Yunanistan’a geçmişti. Zorunlu mübadele sözleşmesiyle, yerini yurdunu terk eden yüz binlerce insanın geriye dönmesinin önüne geçildi ve kalanlar da takas edildiler. Derin yaralara yol açan Lozan zorunlu mübadele sözleşmesi, bu konuda tarihte ilk örnekti ve kısa zamanda uluslararası burjuva hukukun bir parçası haline gelerek emsal teşkil etmeye başlayacaktı. Rum ve Müslüman halkların yaşadığı büyük trajedide Türk ve Yunan egemenlerinin sorumluluğu büyüktür. Her iki ülkenin egemen güçleri de emperyalistlerin yanında saf tutarak paylaşımdan pay kapmaya çalışmışlardır ve halkların içine sürüklendiği derin travma, hiçbir şekilde Türk ve Yunan egemenlerinin derdi olmamıştır. Onlar, egemenliklerini yükseltecekleri topraklarda, sakıncalı gördüklerini karşılıklı olarak temizlemişlerdir. Ne var ki, tarifsiz acılara yol açmış böylesi büyük olaylar, bir çırpıda toplumların kolektif hafızasından silinip gitmez. Zira gerçekler direngendir ve önünde sonunda kendini dışa vuracak kanallar bulur. Nitekim son senelerde tarihin bu sarsıcı trajedisi, çağdaşı Ermeni kırımı gibi gündeme gelmektedir. Gerek Ermeni kırımı gerekse mübadele trajedisi meselesinde devrimci işçi sınıfının tutumu nettir: tarihsel gerçeklerin gözler önüne serilmesi, dersler çıkartılması ve halkların kardeşliği doğrultusunda enternasyonalist çizginin kalınlaştırılması!
uluslu bir yapıya sahip olan ve ezilen halklara soluk aldırmayan Osmanlı’nın bu durumu, emperyalist güçlerin kaşıyacağı muazzam bir yara niteliğindeydi. 1800’lerin son çeyreğinde emperyalist güçler arasında paylaşım kavgası alabildiğine kızışmış, İngiltere, Fransa ve Almanya Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çetin bir mücadeleye girişmişti. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Osmanlı üzerinde önemli derecede ekonomik ve siyasi nüfuza sahiptiler. Fakat sömürgesi olmayan ve bir an önce sömürge elde etmeye çalışan Alman emperyalizmi, henüz paylaşılmamış Osmanlı topraklarına yerleşebilmek ve rakiplerini etkisiz kılabilmek için muazzam bir taşkınlık göstermekteydi. Osmanlı bürokrasisi, İngiltere ve Fransa’yı dengelemek amacıyla Almanya’ya yanaşmaktan geri durmadı. 1910’lara gelindiğinde Osmanlı ordusu Krupp silahlarıyla donatılmış, ordunun eğitimi Prusya subaylarına emanet edilmiş, Deutsche Bank, Bağdat ve Anadolu demiryollarının yapılmasını üstlenerek hazineyi borçlandırmış ve Almanya, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki en hâkim güç haline gelmişti.
I
Paylaşım kavgasında değişen dengeler, 1912’de başlayan Balkan savaşlarıyla kendini dışa vurdu. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteklediği Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan ittifakı Osmanlı’ya savaş açtılar ve 1913’te Osmanlı tümüyle Balkanlar’dan atıldı. Yüz binlerce Müslüman yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Birkaç gün içinde evlerini ve yurtlarını terk eden Rumelili göçmenlerin Anadolu’ya gelişi, Müslüman ahali arasında duygusal fırtınalar estirdi ve öç alma duygusu yarattı. Mağdur olan Balkan muhacirleri, İttihat Terakki’nin de yönlendirmesiyle çeteler kurarak Rumlara ve Ermenilere karşı zulme giriştiler; nitekim bu baskılara dayanamayan 150-200 bin Trakya ve Anadolu Rum’u 1914 öncesinde ülkeyi terk etti. Ancak Yunanistan’a göç eden Trakyalı Rumlar da, kendilerine reva görülen mezalimin benzerini Batı Trakya’daki Müslümanlara uygulamaktan geri durmayacaklardı. Bu durum, arada kalan Rumeli Müslümanları ile Anadolu Rumlarının büyük sıkıntı çekmesine neden olmaktaydı ve esas büyük felâket daha sonra gelecekti. Alman emperyalizmi, Osmanlı’nın “toprak bütünlüğünün” tutkulu bir savunucusuydu, zira o tüm iştahıyla bü-
Osmanlı İmparatorluğu, medeniyetin ilk filiz verdiği, sayısız uygarlığın kurulduğu ve sayısız halkın birbirine karışarak iç içe yaşadığı topraklar üzerinde egemenliğini sürdürmekteydi. Ermeni, Türk, Rum, Süryani, Kürt, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Sırp, Hırvat, Rumen, Arap ve burada ismi geçmeyen diğer pek çok halk, Küçük Asya’da (bugünkü Türkiye), Balkanlar’da ve Ortadoğu’da iç içe yaşamaktaydı. Lakin Osmanlı’nın nüfus politikası, özellikle de Balkanlar’da iç içe yaşayan halkların bu durumunu daha da içinden çıkılmaz hale getiren cinstendi. Egemenliğini pekiştirmek isteyen Osmanlı despotizmi, bir arada yaşayan Hıristiyan nüfusu parçalara ayırarak başka bölgelere sürüyor ve onların yerine Müslüman ahaliyi yerleştiriyordu. Gerek bu politikanın gerekse Hıristiyan halkın bir kısmının Müslümanlaştırılmasının bir sonucu olarak, Balkanlar’da önemli miktarda Müslüman-Türk unsuru yer almaktaydı. Trajedinin kurbanlarından Rumlar ise, asırlardır Marmara, Ege (burada Müslüman halktan daha çoktular) ve Karadeniz bölgelerinde yaşamaktaydılar. Çok
1913’te Osmanlı tümüyle Balkanlar’dan atıldı. Yüz binlerce Müslüman yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Mağdur olan Balkan muhacirleri, İttihat Terakki’nin de yönlendirmesiyle çeteler kurarak Rumlara ve Ermenilere karşı zulme giriştiler; bu baskılara dayanamayan 150-200 bin Trakya ve Anadolu Rum’u 1914 öncesinde ülkeyi terk etti. Ancak Yunanistan’a göç eden Trakyalı Rumlar da, kendilerine reva görülen mezalimin benzerini Batı Trakya’daki Müslümanlara uygulamaktan geri durmayacaklardı.
15
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42 Katliamdan kaçan yüz binlerce Rum, Yunanistan’a geçmek umuduyla Karadeniz şehirlerinin ve İzmir’in limanlarına yığıldı. 13 Eylülde İzmir’de toplanan Rumların sayısı 300 bini geçiyordu. Rum halkını topraklarından bir an önce atabilmek için, Türkiye egemenleri hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; bu maksatla, nüfusunun çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu İzmir, Türk birlikleri tarafından ateşe verildi ve kent yanıp kül oldu. Evlerini terk eden İzmirli Rumlar ve Ermeniler çaresizce gemilere sığınıyorlardı.
yük lokmayı tek başına yutma gayretindeydi. Balkanlar’dan sonra Ortadoğu ve Küçük Asya’nın İngiltere, Fransa ve Rusya’ya kaptırılması düşünülemezdi bile! İşte tam da bu noktada Alman emperyalizminin ve Osmanlı egemenlerinin politikaları ve çıkarları örtüşmekteydi. Osmanlı bürokrasisinin etkin parçasını oluşturan İttihat Terakki, 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan yenilgisinden sonra, ülkeyi gayrimüslimlerden arındırmaya, Osmanlı devletini Müslüman-Türk esasına dayanan bir temelde yeniden şekillendirmeye girişmişti. Bunun anlamı açıktı: ne pahasına olursa olsun Rumlar, Ermeniler ve genel olarak gayrimüslimler sürülüp atılacaklardı! Alman emperyalizmi, Rumların ve Ermenilerin tasfiyesini, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarındaki dayanaklarının yok edilmesi olarak okuduğu için, İttihat Terakki’nin planlarını şiddetle desteklemekteydi. Öyle ki, halkları birbirine kırdırmak için Alman misyonerler, Rum, Ermeni ve Müslüman-Türk ahalinin iç içe yaşadığı bölgelerde milliyetçi bildiriler dağıtıyor ve Müslüman-Türkleri gayrimüslimlere karşı galeyana getirmeye çalışıyorlardı. 1914’te emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı devleti, savaş ortamından yararlanarak söz konusu planlarını uygulamaya koydu ve Doğu’da Ermenilere, Batı’da ise Rumlara hücum başladı. Esas olarak Doğu Anadolu’da Rusya sınırında yaşayan ve bağımsızlıkçı örgütlenmelere sahip Ermeni halkının kırımdan geçirilmesi, İttihat Terakki liderliği için ilk tercih konumundaydı. Rumlar ise, zamana yayılan bir baskı ve şiddete maruz kaldılar. Hemen tüm Rum erkekleri Amele Taburlarına alınarak fiilen esir konumuna düşürüldüler, ağır koşullara ve işkencelere dayanamayan binlerce kişi hayatını kaybetti; askerden kaçan ya da askere gitmeyerek direnişe geçenler öldürüldü ve aileleri tehcir edildi. Çeteler ve kışkırtılan yoksul Müslüman halk gayrimüslimlerin üzerine salındı, yağmalar ve katliamlar sıradanlaştırıldı. Yoksul kitleleri kışkırtabilmek amacıyla, Müslüman köylünün yoksulluğunun müsebbibi olarak gayrimüslimler gösteriliyordu.
16
Bu propaganda, 1915 Ermeni kırımında ve 1922 Rum pogromunda yoksul Müslüman Türk ve Kürt köylünün önemli bir rol üstelenmesine neden oldu. Netice itibariyle, o güne kadar sorunsuz ve hatta kendi deyimleriyle kardeşçe yaşayan halklar, kanlı-bıçaklı düşmanlar olarak karşı karşıya getirildiler. 1918’de Osmanlı savaşta yenildi. Versailles Anlaşmasıyla Almanya’nın kolunu kanadını kıran İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Osmanlı’yı da kendi aralarında paylaşmışlardı. Ege’yi de içine alan Anadolu’nun bir bölümü ise Yunanistan’a bırakılmıştı. Anadolu içlerindeki toprakları da kapsayan ve başkenti İstanbul olan bir “Megali İdea” –büyük ülkü– hedefi güden Yunan burjuvazisi, bu amaç doğrultusunda, 1917’de İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yanında savaşa girmişti. Yunanistan üzerinden Küçük Asya’yı kontrolü altında tutmak isteyen İngiliz emperyalizminin arzuları ile Yunan burjuvazisinin Megali İdea taşkınlığı birleşmişti. Nitekim 1919 baharında Yunan orduları İzmir üzerinden Anadolu’nun bir bölümünü işgal ettiler. İşgalle birlikte rüzgâr tersine dönmüş, Yunan ordusu Müslüman halka zulüm uygulamaya başlamış ve adeta roller değiştirilmişti. Gördüğü mezalimin ve Yunan milliyetçi propagandasının etkisinde kalan Rum ahali de Müslümanlara dönük baskıya ortak oluyordu. Ne var ki, halkların kaderi hassas emperyalist dengelere bağlıydı ve nitekim dengeler çok kısa zamanda değişmişti. İngiltere ve Fransa, Yunanistan’dan desteklerini çekmiş ve 1917 Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet iktidarına karşı, emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde varlığını sürdürmesini desteklemeye başlamışlardı. 1922’nin sonbaharında bozguna uğrayarak geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu, 9 Eylülde İzmir’i terk etti. Lakin bu geri çekilme esnasında Yunan askerlerinin Müslümanlara, arkadan gelen Türk ordusunun ise Rumlara reva gördüğü zulüm, insan havsalasını zorlayacak cinstendir. Yunan ordusu, geri çekilişi esnasında Müslüman halkın yaşadığı bölgeleri yakıp yıkıyor,
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
kadınlara tecavüz ediyor ve katliama girişiyordu. Arkadan gelen Türk ordusunun Rumlara karşı uyguladığı vahşet ise, Yunan ordusundan geri kalır değildi; üstelik Türk ordusu acılı Müslüman ahaliyi de kışkırtarak Rumların üzerine salmıştı. Bu sırada Afyon, Uşak, Kütahya, Konya ve hatta Kayseri’den yola çıkan Müslüman kitleler (200 bin civarında olduğu tahmin ediliyor) adeta “altına hücum” eder gibi, Rumların yaşadığı bölgelere saldırarak büyük bir yağmaya girişmişlerdir. Birkaç gün içinde, katliamdan kaçan yüz binlerce Rum, Yunanistan’a geçmek umuduyla Karadeniz şehirlerinin ve İzmir’in limanlarına yığıldı. 13 Eylülde İzmir’de toplanan Rumların sayısı 300 bini geçiyordu. Rum halkını topraklarından bir an önce atabilmek için, Türkiye egemenleri hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; bu maksatla, nüfusunun çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu İzmir, Türk birlikleri tarafından ateşe verildi ve kent yanıp kül oldu. Evlerini terk eden İzmirli Rumlar ve Ermeniler çaresizce gemilere sığınıyorlardı. Böylece çok değil, yirmi gün içerisinde yüz binlerce Rum, Anadolu topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Dönemin Amerikan büyükelçisi, Yunanistan’a geçen göçmenlerin durumuna şöyle tanıklık yapıyordu: “750 bin insan birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi dökülmüştü.” 9 Eylül ile 15 Aralık arasında evini ve yurdunu terk edenlerin sayısı 900 bin dolaylarındaydı. 15-45 yaş arası binlerce erkek ise Anadolu’nun iç bölgelerinde inşaat ve yol yapımında çalıştırılmak üzere çalışma kamplarına sürülmüştü. Böylece daha Lozan’a gelmeden Rum halkının esas kütlesi topraklarından atılmış bulunuyordu; şimdi sıra, bu duruma uluslararası hukuk çerçevesinde bir kılıf bulmaya gelmişti.
II İttihat Terakki ve onun devamcısı olan Kemalist liderlik, gayrimüslimlerin sürülmesi, sermayenin Türkleştirilmesi ve Müslüman-Türk esaslı homojen bir ulus-devletin kurulması yolunda büyük başarı elde etmişlerdi. Büyük bir kırımdan geçirilerek temizlenen Ermenilerden sonra Rumlar da fiili olarak tehcir edilmiş bulunuyordu. Bir daha geri dönmemeleri için, geride kalan Rumların ve hatta Ermenilerin de temizlenmesi gerekiyordu. İşte Lozan sürecinde meselenin bu kısmı da halledilecekti. Fakat nüfusun homojenleştirilmesi ve arzulanmayan unsurların temizlenmesi konusunda Kemalist liderlik tek başına değildi; Yunanistan burjuvazisi de, aynı hedef doğrultusunda hareket ediyordu. Her iki ülkenin egemenleri daha bu konuyu 1914’te gündeme getirmiş ve İzmir civarındaki (Aydın vilâyeti) Rumlar ile Makedonya’daki Müslümanların mübadelesi için “sözlü” anlaşma sağlamışlardı. Ne var ki savaş patlamış ve süreç yarıda kesilmişti. Türk ve Yunan egemenleri emperyalist savaşta arzu ettiklerini elde edemeyecekler, ama savaşın doğrudan bir sonucu olarak,
ulus-devlet yaratma hedefine ulaşacaklardı. Henüz daha Yunan askerleri Anadolu’dayken ve savaş devam ediyorken Kemalist liderlik, emperyalist güçlerle zorunlu nüfus mübadelesi için pazarlığa oturmuştur. İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon ile görüşen Türk dışişleri bakanı Yusuf Kemal, Yunanistan ile 1914’te yapılan mukaveleyi hatırlatarak mübadele talebinde bulunur. Beri taraftan ise, emperyalist ülkelerin İstanbul’daki temsilcileri üzerinden konu gündeme getirilir: Anadolu’dan bütün Rum ve Ermeniler çıkartılmalıdır! Türk egemenlere göre, “Türkiye’yi, asırlardan beri kendisine zaaf sebebi olan, isyanlar yapan, ecnebi devletlere alet olan unsurlardan kurtarmak, yeksenak Türk yapmak en mühim şeydi.”1 Bir milyona yakın Rum’u zaten tehcir etmiş bulunan Kemalist liderlik, geri kalan gayrimüslim nüfusu da temizlemek niyetindeydi ve buna Lozan’daki temel talepleri arasında yer vermekten geri durmadı. Kemalist liderliğe göre, “Türkiye Türklerindi!” Belirttiğimiz üzere, Türk egemenler kadar, Venizelos liderliğindeki Yunan burjuvazisi de zorunlu nüfus mübadelesinden yanaydı. 13 Ekim 1922’de Milletler Cemiyeti Mülteciler Yüksek Komiseri Fridtjof Nansen’e bir telgraf çeken Venizelos, zorunlu mübadeleden yana olduklarını belirtiyordu. Nitekim Lozan’da zorunlu nüfus mübadelesini resmen ilk teklif eden taraf Yunanistan olacaktı. Aynı günlerde yaptığı bir konuşmada Venizelos şöyle demekteydi: “Büyük Yunanistan’ın yıkılmasından sonra [Anadolu’daki Yunan yenilgisini kast ediyor –U.K.], ülkemizin sınırlarını ancak Makedonya ve Batı Trakya’yı yalnız siyasi değil, etnik bakımdan da Yunan toprağı yaparak güçlendirebiliriz.”2 Elbette bunun yolu Makedonya’da ve Batı Trakya’daki Müslümanları sürmekten, Türkiye’den gelen Rumları da onların yerine yerleştirmekten geçiyordu. Böylece Megali İdea hayali suya düşen Yunan burjuvazisi, mevcut topraklar üzerinde sermayesini gönül ferahlığıyla büyütebileceği, Küçük Asya felâketi üzerinden milliyetçiliği her daim diri tutabileceği homojen bir ulus yaratabilecekti. “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”, 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalandı. Sözleşmenin üçüncü maddesi 1912’de göç edenlere kadar uzanıyor ve Eylül 1922’de canhıraş bir şekilde ülkeyi terk eden bir milyona yakın Rum’un zorunlu mübadil sayılması resmileştiriliyordu. Fakat daha da önemlisi, sözleşmenin birinci maddesiyle göç edenlerin topraklarına dönmesinin önüne geçiliyordu: “Bu kimselerin hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyeceklerdir.” Yani yerini ve yurdunu terk eden Rum ve Müslüman halkın bir daha eski topraklarına dönmesi kesinkes yasaklanıyordu. Zorunlu mübadeleyle toplamda, Türkiye’den Yunanistan’a 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise 400 bin Müslüman göç ettirilmiş bulunuyordu. Buna karşın, çeşitli etmenlerden ötürü İs-
17
marksist tutum
tanbul’daki 100 bin Rum-Ortodoks ile bu sayıya denk düşen –110 bin– Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadele dışında tutulmuşlardı. Türkiye egemenleri açısından yapılan etnik temizlik muazzamdı, 1914’ten önce Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri, yani %20’si gayrimüslimdi; lakin savaştan sonra bu oran kırkta bire, yani %2,5’a düşmüştü. Belirtmek gerekiyor ki, timsah gözyaşlarına rağmen, değişen uluslararası siyasal konjonktürden ötürü zorunlu mübadeleyi emperyalist güçler de desteklemekteydiler. Lozan’ın mimarlarından Lord Curzon’a göre, zorunlu mübadeleyle her iki ülkenin de nüfusu homojenleştirilmiş ve sözümona barış sağlanmıştır! Hangi barış, kimin barışı? Yüzyıllardır bir arada, iç içe yaşayan halkları birbirine düşman eden, paylaşım savaşına giren Türk ve Yunan egemenlerinin barışı! Barıştan onca söz edenler nedense Rum ve Müslüman halkın taleplerini dikkate almamışlardır. Oysa yüz binlerce Rum ve Müslüman mübadeleye karşıydı ve katliamdan kaçan Rumlar da evlerine dönmek niyetindeydiler. Örneğin Makedonya, Teselya, Epirus ve Batı Trakya bölgelerinde yaşayan Müslüman halkın liderleri, İstanbul’da görüştükleri Milletler Cemiyeti’nin temsilcilerine, mübadeleye karşı olduklarını iletmişlerdi: “…lütfen bu mübadele fikrinden vazgeçin. Biz yüzyıllardır Yunanlı kardeşlerimizle birlikte yaşıyoruz. Bizim cami ve okullarımıza karışmıyorlar. Biz de Yunanlılarla eşit statüdeki vatandaşlar olarak yaşıyoruz. Ne olur bizi yerimizden, yurdumuzdan oynatmayın; komşu ve arkadaşlarımızdan ayırmayın.”3 Yunanistan’daki Müslümanlar gibi, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodokslar ve Girit adasında yaşayan, ama Yunanca konuşan Müslümanlar da mübadeleye karşıydılar. Sadece Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodoksların sayısı 400 bin civarındaydı, Yunanistan karasında ve Girit adasında yaşayan Müslümanlar da eklenince sayı 800 bini geçmekteydi. Ne var ki, emperyalistler ve Türk-Yunan egemen güçleri halkların sesini duymaya niyetli değillerdi. Yunanistan’daki Müslümanlar gibi, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodokslar ve Girit adasında yaşayan, ama Yunanca konuşan Müslümanlar da mübadeleye karşıydılar. Sadece Türkçe konuşan Karamanlı Rum-Ortodoksların sayısı 400 bin civarındaydı, Yunanistan karasında ve Girit adasında yaşayan Müslümanlar da eklenince sayı 800 bini geçmekteydi. Ne var ki, emperyalistler ve Türk-Yunan egemen güçleri halkların sesini duymaya niyetli değillerdi. Türk ve Yunan egemenlerine göre, eğer zorunlu mübadele yapılmasaydı Rumlar ile Müslü-
18
Eylül 2008 • sayı: 42
manlar karşılıklı olarak etnik temizliğe girişecek ve kan akmaya devam edecekti. Oysa mübadele için sunulan bu gerekçe, tam da her iki tarafın kendi hedeflerine ulaşmak için arzuladığı ve halkları karşı karşıya getirmek amacıyla giriştikleri politikaların dolaylı yoldan itirafından başka bir şey değildir. Gerek Rumlar gerekse Müslümanlar, onca acı çekmiş olmalarına karşın, savaş öncesi dönemden muhabbetle söz etmekteydiler. Şu örnek her iki halkın ortak duygusunun bir ifadesidir: “Biz onlarla kardeş gibi geçiniyorduk. Onların dini bayramlarını kutlardık. Onlar da bizim dini bayramlarımız geldiğinde bizi kutlarlardı; meyve ve yiyecek yollarlardı.”4 Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Rum ve Müslüman halklar arasındaki dostluk, mübadele sürecinde de sürmüştür: “1922’de, gitmeye hazırlanırken Türkler ağlayarak «gitmeyin, sizi saklayacağız, sizi koruyacağız» diyorlardı. «Geçer, düzelecek» diye ekliyorlardı. Türkler bizi severdi, beraber çok iyi yaşardık. Fakat bütün nefreti Jön Türkler getirdi”.5 Rum mübadillerin bu anlatısının benzerlerini, Yunanistan’dan gelen Müslümanlar da anlatmaktaydı: “[Türkiye’den] gelen Rumlar evlerimize yerleşti. Odalarımızı paylaştık. Ama onlar iyi insanlardı. Birbirimize yardımcı olduk. Biz yemek yapar onlara verirdik. Onlar yapınca da bize verirlerdi. Bizim eve bir tane erkek geldi. Gerisi hep çoluk çocuktu… Bir yıl beraber kaldık. Çok ısındık birbirimize.”6 Türkiye’den giden Rumlar ile Lozan sözleşmesi sonrasında Yunanistan’dan göç eden Müslümanlar, bir yıl yan yana, aynı evlerde yaşamalarına rağmen, aralarında bir sorun çıkmamıştı; her iki halk da çektiği tüm acılara karşın düşmanlık gütmemekteydi. Mübadiller her iki ülkede de büyük sıkıntı ve çile çekmişlerdir. Rum mübadiller Yunanistan’da “Türk dölü”, “yoğurtla vaftiz edilenler”, “Şarklılar” biçiminde hakarete uğrayıp dışlanırken, Türkiye’ye gelen Müslümanlar ise, en yaygın aşağılama ifadesi olan “gâvur” damgasını yiyorlardı. Lakin Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan Müslümanların durumu daha bir zordu. Köklerinden sökülüp atılan bu halklar, Türkiye’de ve Yunanistan’da konuşulan dili anlamıyor, kendi dillerinin dışında, Türkçe ve Yunanca konuşmaya zorlanıyorlardı. Yunanistan’da ve Türkiye’de egemen güçler, toplumu tepeden aşağıya dönüştürmeye ve homojenleştirmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yekpare bir ulus yaratmaya yeminliydiler. Her iki ülkenin parlamento kürsülerinden, Türkçe konuşan Rumlar ile Yunanca konuşan (Türkiye söz konusu olunca, istenmeyen diller arasına Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Lazca, Kürtçe vb.’yi de eklemek gerekiyor) Müslümanlardan adeta şeytanmışlar gibi söz edilmekteydi; bunlar, Türk veya Yunan milli kimliğinin oluşmasına büyük zarar veriyorlardı ve gereken yapılmalıydı! Toplumu tepeden homojenleştirmek için Yunanistan’da Rum mübadiller üzerinde muazzam bir baskı kuruldu, asimilasyonu hızlandırmak amacıyla okullar açıldı ve Türkçe konuşan Rumların gece okullarından mezun ol-
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
ması zorunlu kılındı. Baskının düzeyi, Rum mübadillerin saz çalıp zeybek türküleri söylemesinin yasaklanmasına kadar varacaktı. Yunanistan’a göre daha kozmopolit bir yapıya sahip olan Türkiye’de, toplumun tepeden dönüştürülmesi, çok daha baskıcı bir niteliğe büründü. Geliştirilen “Güneş Dil Teorisi”yle neredeyse dünyadaki tüm halkların Türk olduğu ve çıkış noktalarının da Orta Asya olduğu iddia edilmekteydi. Elbette bu gülünç iddiaya kimse kanmamaktaydı; ne var ki, bir taraftan okullarda sürdürülen milliyetçi ideolojik bombardımana, öte taraftan resmi ve fiili cebir eşlik etmekteydi. Duvarlara “Vatandaş Türkçe Konuş” levhaları asılarak psikolojik baskı diri tutulmakta ve Türkçe konuşmayanlara para cezası kesilmekteydi. Gerek Yunanistan’da gerekse Türkiye’de mübadiller ve göçmenler yoğun baskıdan kurtulabilmek ve toplumda kabul görebilmek için, dine ve milliyetçiliğe sarılmış ve genç kuşaklara köklerini unutturmaya çalışmışlardır. Örneğin, Girit’ten gelen ve Yunanca konuşan Bektaşi-Alevi inancındaki Müslümanların Sünni-İslam inancını kabul etmeleri bunun bir göstergesidir. Lakin her şeye rağmen, Rum ve Müslüman mübadiller uzun yıllar asimile edilememiş, terk ettikleri yurtlarını özlemle anmışlardır.
6-7 Eylül 1955 - Beyoğlu
III Gayrimüslim halkların temizlenmesi ve toplumun tepeden homojenleştirilmesi projesinin ana gövdesini sermayenin Türkleştirilmesi oluşturmaktaydı. Bu hedef doğrultusunda, İttihat Terakki’nin Ermeni kırımıyla açtığı yoldan Kemalist liderlik ilerlemiş ve Rumların temizlenmesiyle sermayenin Türkleştirilmesi büyük ölçüde tamamlanmıştır. Geriye küçük vuruşlarla hallolabilecek noktalar kalmıştır ki, 1930’larda uygulanan incelikli politikalarla, İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkartılan ünlü Varlık Vergisiyle ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla süreç tamamlanmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle çözülmeye başlayan Osmanlı devletinde, sanayi, ticaret ve zanaat gayrimüslimlerin elindeydi. İstanbul, İzmir, Trabzon, Samsun, Adana, Antep ve Erzurum gibi gelişmiş şehirlerde sermaye esas olarak gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Celal Bayar, bu durumu meclis kürsüsünden şöyle özetliyordu: “Gidenler ekseriyet itibariyle esnaf ve tüccar, gelenler ekseriyet itibariyle rençberdirler. Efendiler gelenlerin ekseriyeti azamisi [büyük çoğunluğu] köylüdür, gidenlerin ekseriyeti azamisi şehirlidir”.7 Henüz İstanbul’un işgal altında olduğu 1922’de yapılan bir araştırmaya göre, ithalat ve ihracatla uğraşan Müslüman-Türk unsurunun oranı %4 civarındaydı. Limanlar, yabancı şirketlerin temsilciliği, bankalar ve sigorta şirketleri nerdeyse tümüyle gayrimüslimlerin elindeydi. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Ermeni kırımının ve Rum tehcirinin neden yapıldığı ve Türk burjuvazisinin ilk sermaye birikimini nasıl sağladığı daha iyi kavranacaktır.
6 Eylül 1955’te, Anadolu’nun çeşitli kentlerinden getirilen güruh, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombaladığı yalanı eşliğinde, Rum ahalinin üzerine salındı. İki gün boyunca Beyoğlu ve adalardaki evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı ve yağmalandı. Her zamanki gibi, olay komünistlerin üzerine yıkıldı. Oysa tam 40 yıl sonra, Özel Harp Dairesinde çalışan ve MGK Genel Sekreterliği yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu şöyle diyecekti: “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Ermeni ve Rum mallarının bir kısmına yağmaya ortak edilen köylüler el koymuştur. Balkanlar’dan gelip de Rumların terk ettiği evlere yerleştirilen muhacirler gördükleri manzara karşısında dehşete düşmüşlerdir; zira evler kapı ve pencerelerine değin yağmalanmış durumdaydı. Ancak gayrimüslimlerin mallarına esas itibariyle el koyanlar, gelişmekte olan Türk burjuvazisi, yerel eşraf ve devlet bürokrasisidir. Öyle ki, subayların maaşları bile, Emvâl-i Metruke olarak adlandırılan Rum mallarıyla ödenmiş ve onlardan bir kısmı eski mobilya ticaretine başlamıştır. Sanayi işletmelerine, ticarethanelere, zanaatçı dükkânlarına, zeytinliklere ve zeytinyağı fabrikalarına, şarap ve içki damıtma tesislerine, tarıma elverişli tarlalara ve bağların tamamına el koyan Türk burjuvazisi kendisini “milli tüccar” olarak adlandırmaktaydı. Kemalist cumhuriyet, vurgunla ilk sermaye birikimini sağlayan burjuvaziyi geliştirmek ve güçlendirmek için tüm imkânları seferber etmiş bulunmaktaydı. Devlet ihaleler açıyor ve “milli burjuvazi”ye oluk oluk para akıtıyordu.
19
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Sermayenin Türkleştirilmesi 1930’lar boyunca devam etti. Kanunlarda yapılan değişikliklerle İstanbul’daki binlerce zanaatçı Rum işyerini ve işini kaybetti. Osmanlı’da modern işçi sınıfının ana gövdesini Rumlar ve Ermeniler oluşturmaktaydı. Daha kalifiye oldukları için, pek çok işte gayrimüslim işçiler çalışmaktaydı. Zamanla Rum ve Ermeni işçilerin işine son verildi, yabancı şirketlere, çalıştırdığı işçilerin %75’inin Müslüman-Türk olması zorunluluğu getirildi. Böylece özellikle demiryollarında ve en gelişmiş sanayi kollarında çalışan ve mücadele geleneğine sahip olan gayrimüslim işçiler temizlenerek, MüslümanTürk işçilerin arasında sınıf bilincinin gelişmesinin önüne büyük engeller konuldu. İttihat Terakki ve Kemalist liderlik, gayrimüslimleri temizlemiş, sermayeyi Türkleştirmiş ve toplumu tepeden homojenleştirerek ulus-devletlerini yaratmışlardır. Belki tek istisnayı Kürt halkının asimile edilememesi oluşturmaktadır. Ancak burjuva devlet, Kürt halkına karşı sürdürdüğü 85 yıllık inkâr ve imha politikasından da vazgeçmiş değildir. Ne var ki, sermayenin Türkleştirilmesi sürecinde İstanbul, hâlâ tam anlamıyla “fethedilebilmiş” değildi. O yıllarda CHP’nin hazırladığı “Azınlıklar Raporu”nda, “Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur” denmekteydi. II. Dünya Savaşının hengâmesinden yararlanan burjuvazi, bu amaç doğrultusunda 1942 yılında Varlık Vergisini devreye soktu. Mecliste yaptığı konuşmada, Başbakan Şükrü Saraçoğlu şöyle demekteydi: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”8 Varlık Vergisiyle sadece Rumlara değil Yahudilerin de içinde yer aldığı gayrimüslimlere önemli bir darbe indirildi. Ancak hâlâ alınması gereken yol vardı ve 1955 yılındaki 6-7 Eylül saldırısıyla esas nokta konacaktı. Adapazarı, Sivas, Trabzon, Kastamonu ve Erzincan’dan getirilen güruh, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombaladığı yalanı eşliğinde, Rum ahalinin üzerine salındı. İki gün boyunca Beyoğlu ve adalardaki evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı ve yağmalandı. Her zamanki gibi, olay komünistlerin üzerine yıkıldı. Oysa tam 40 yıl sonra, Özel Harp Dairesinde çalışan ve MGK Genel Sekreterliği yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu şöyle diyecekti: “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Gerçekten de 6-7 Eylül saldırısı hedefine ulaşmıştı. Olaylardan sonra, sayıları iyice azalmış olan Rumlar ve gayrimüslimler ülkeyi terk ettiler. Devam eden yıllarda, Lozan’da idari özerk-
20
lik tanınan, ama uygulanmayan Bozcada ve Gökçeada’nın Rumları da evlerini ve yurtlarını terk ettiler. Böylece mübadeleden sonra Türkiye’de kalan 100 binin üzerindeki Rum da sürülmüş ve geriye bir kaç bin kişi kalmıştır.
IV Emperyalistlerin, Türk ve Yunan egemenlerinin çıkar kavgalarından ötürü Rum ve Müslüman halklar tarihin en büyük trajedilerinden birini yaşamışlardır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş sürecinde İttihat Terakki ve Kemalist liderlik, arzuladıkları doğrultuda, gayrimüslimleri temizlemiş, sermayeyi Türkleştirmiş ve toplumu tepeden homojenleştirerek ulus-devletlerini yaratmışlardır. Belki tek istisnayı Kürt halkının asimile edilememesi oluşturmaktadır. Ancak burjuva devlet, Kürt halkına karşı sürdürdüğü 85 yıllık inkâr ve imha politikasından da vazgeçmiş değildir. Her demokratik talebi, “bölünme” paranoyasıyla karşılamakta, gerek ezilen halklara gerekse işçi sınıfına göz açtırmamaktadır. Bunun nedeni, tam da kurulan Türk ulusdevletinin üzerinde yükseldiği geçmiş zemindir; bu geçmişte acı, gözyaşı, halkların zorla sürülmesi ve kalanların baskı altına alınması, dillerinin yasaklanması, tepeden aşağıya Türk ulus kimliği içinde eritilmesi vardır. Kısacası bu geçmişte, halkların gönüllülüğe dayalı rızası yoktur. İşte bundan dolayı da Türk egemen güçleri sürekli bir bölünme paranoyası yaşamaktadırlar; birkaç bin Rum ya da birkaç on bin Ermeni gülünç biçimde tehlike olarak görülmekte ve Hrant Dink gibi aydınlar katledilebilmektedir. Bu konu devrimci işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir. Burjuvazi kendi kanlı geçmişine işçi sınıfını da ortak etmeye, yükselttiği milliyetçilikle kitleleri ezilen halklara karşı düşman yapmaya çalışmaktadır. Oysa işçi sınıfının, burjuvazinin ne kanlı geçmişine ortak olmakta ne de demokratik hakları için mücadele eden Kürt halkına düşman olmakta bir çıkarı vardır. –––––––––––––––––––––––– 1
Ayhan Aktar’ın Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Renêe Hirschon, Bilgi Üniversitesi Yay., s.135
2
Elisabeth Kontogiorgi’nin Ege’yi Geçerken derlemesi içindeki makalesi, s.92
3
Ayhan Aktar’ın Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi derlemesi içindeki makalesi, der: Müfide Pekin, Bilgi Üniversitesi Yay., s.60
4
Ayşe Lahur Kırtunç’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.196
5
Renêe Hirschon’un Yeniden Kurulan Yaşamlar derlemesi içindeki makalesi, s.11
6
Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.129
7
Ayhan Aktar, Ege’yi Geçerken içinde, s.139
8
Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar 1939-1954, Milliyet Yay., s.263
Sönmüş Umutlara Yolculuk Ezgi Şanlı
K
apitalizmin egemenliği altında geçen her gün, her dakika, insanlığa, kutsal kitaplardaki cehennem betimlemelerinin bile ötesinde bir azap çektiriyor. Bu gerçeğin en keskin kanıtlarından biri de her gün bir yenisi yaşanan göçmen işçi dramlarıdır. 30 Temmuz sabahı bu dramlara bir yenisi eklendi. Çoğu Pakistan ve Myanmar uyruklu olmak üzere 138 kaçak göçmenin doluştuğu bir tır, İstanbul Küçükçekmece’de durmuş ve içinden havasızlıktan 13’ü ölen, 4’ü şuurunu kaybeden 138 göçmen çıkmıştı. Göçmenler Türkiye’ye kaçak yollardan giriş yaptıktan sonra umut tacirleri tarafından birkaç gün Van’da bekletilmiş, ardından 20 saat sürmesi hesaplanan İstanbul yolculuğuna çıkmışlardı. Amaçları Avrupa’ya geçmek ve orada insan gibi yaşamalarına yetecek kadar para kazanabildikleri bir iş bulmaktı. Ancak yolculuk tam 26 saat sürmüş ve 4 gün süren açlık ve susuzluklarının üzerine bir de soludukları oksijen tükenmişti. Kalan son güçlerini harcayarak seslerini şoföre duyurmak için etrafı yumruklamaya başladıklarında 13 tanesi için artık çok geçti. Tır kapıları açıldıktan sonra içecek su ve yiyecek bulmak için etrafa dağılan, köylülerden yardım isteyen göçmenlerin çoğu polis tarafından yakalanmış, durumu kritik olanlar tedavi edilmiş, cesetler Adli Tıp morguna kaldırılmıştı. Ardından birkaç yetkili ağızdan açıklamalar gelmiş ve olay böylece kapanmıştı. Ölenler de kalanlar da arkalarında sönmüş umutlarının hikâyesini bırakmışlardı. Tıpkı kendilerinden öncekiler gibi. Tıpkı kendilerinden sonra yaşanmaya de-
vam edecek dramların kahramanları gibi. Göçmenleri taşıyan tır şoförünün ve bu işi organize eden insan kaçakçılarının nerede olduğu bilinmiyor. Onlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi göçmenleri kaderleriyle baş başa bırakıp yeni kaçakların sırtından elde edecekleri tatlı kârların peşine düştüler bile. Göçmenleri umut yolculuğuna çıkaranlar bu işin karşılığında her birinden tam 4500 dolar almışlardı. Silah ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra en kârlı yasadışı faaliyetin “insan” kaçakçılığı olması, sözde uygar kapitalizmin çirkefliklerinden biridir. Umut tacirlerinin sadece Türkiye üzerinden her yıl taşıdıkları kaçak insan sayısı 200 bine yaklaşıyor. Kaçakların birçoğu için yolculuk ölümle veya yakalanıp mülteci kampına götürülmekle ya da ölümle aynı anlama gelmek üzere ülkelerine geri gönderilmekle bitse de, onların sırtından para kazananların tatlı kârları akmaya devam ediyor. Kuşkusuz göç, kapitalizmle beraber ortaya çıkan bir olgu değildir. İnsanlar savaş, kıtlık, doğal afet gibi nedenlerle ya da sürgüne zorlandıkları için, tarihler boyunca göç etmek zorunda kalmışlardır. Ancak kapitalizm diğer sömürülü toplumlardan farklılığını burada da ortaya koymuş ve iş bulabilmek için, kırsal yerlerden kentlere, geri kalmış ülkelerden daha gelişmiş ülkelere doğru kitleler halinde işçi göçlerini ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin gelişim seyrine ve kriz döngüsüne bağlı olarak göç dalgaları da şekillenmiş ve dönem dönem oldukça kitlesel bir hal almıştır. Meselâ kapitalizmin emperyalizme evriminde dönüm
21
marksist tutum
noktası olan 1880’li yıllar, Avrupa’dan Amerika’ya uzanan devasa boyutlardaki işçi göçlerine tanıklık eder. Yalnızca İtalya’dan Amerika’ya giden göçmen sayısı o yıllarda yarım milyonun üzerindeydi. İkinci paylaşım savaşının ardından yeniden yapılanma sürecine giren emperyalist ülkeler, işgücü ihtiyacını karşılamak için milyonlarca insanı topraklarına çektiler. Bu durum doğduğu yerde açlık ve sefalet çeken milyonlarca insan için acılarının son bulabileceğini düşündükleri o topraklara ulaşma hayalini tetikledi. Son yirmi yılda ise Afrika’daki etnik çatışmalar, Ortadoğu’daki savaş ve Kafkaslar’daki emperyalist kışkırtmalar gibi nedenlerle göçmen işçilerin ve mültecilerin sayısı katlanarak arttı. Daha iyi bir iş, daha iyi bir yaşam ümidi ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış yaklaşık 250 milyon göçmen işçi var. Bunların bir kısmı bulundukları ülkelere yasadışı yollardan giriş yaptıkları için kaçak yaşıyorlar. Tıpkı 30 Temmuz sabahı hayallerine ve yaşamlarına veda eden 138 kaçak gibi. Yaşadıkları ülkelerden işsizlik, açlık ve savaş tehlikesi gibi nedenlerle kaçmak isteyenlerin sayısı düşünüldüğünde, gelişmiş kapitalist ülkelerin bu insanların hepsini kendi topraklarında barındırmak istemeyecekleri açıktır. Kendileri için gerekli işgücünü elde ettikten sonra geri kalan milyonların nasıl bir yaşam sürdüğü ve nasıl öldüğü onların umurlarında bile değildir. Bu nedenle yasal yollardan iltica etme şansları olmayan yüz binlerce insan her yıl yasadışı yollarla daha gelişmiş ülkelere doğru çıktıkları umut yolculuklarında ya ölüyorlar ya da yakalanarak ülkelerine geri gönderiliyorlar. Ölenlerin acılarla dolu yaşam hikâyeleri bu umut yolculuklarında sona eriyor. Yakalananların hayatlarıysa yeni dramlarla devam ediyor. Her yıl yaklaşık 100 bin kişi ya Türkiye’ye girişte ya da Türkiye üzerinden bir başka ülkeye ulaşmaya çalışırken yakalanıyor. Ülkelerine geri gönderilinceye kadar gözaltında veya mülteci kamplarında bekletilen bu insanların üzerindeki tüm paralarına el konuluyor. Fişleniyor ve işkenceye maruz kalıyorlar. “Misafir” edildikleri mülteci kampları da çoğu kez hapishaneden farksız oluyor. Dışarı çıkmaları hatta bazen kantine kadar gitmeleri yasaklanıyor. Neredeyse hiçbir insani ihtiyaçları karşılanmıyor. Banyo yapmak için sıcak su, sabun ve havlu bulabilenler şanslı sayılıyor. İşkence, yaşamlarının rutini haline geliyor. İltica etmek için yasal yolları kullananlar için de durum farklı değil. Onlar da başvurularına cevap alabilmek için çok uzun süreler bu kamplarda aynı koşullarda bekletiliyorlar. İltica hakkı için yasal süreçleri işletmek, bu süre zarfında beklemek ve bu sürenin sonunda başvurunun kabul edilip edilmeyeceğine dair belirsizlik, yaşadıkları insanlık dışı koşullarla birleşince manevi dünyaları altüst oluyor. Ömrünü sürdüreceği yeri seçme hakkını kullanan insanlar gibi değil, suçlular gibi muamele görmek de işin bir başka yanı. Çünkü kaderine razı olmayıp daha iyi bir yaşam istemek bile bu dünyanın egemenlerine karşı işlenen en büyük
22
Eylül 2008 • sayı: 42
suçlardan biri. Öyle ki Kırklareli’nde bulunan mülteci kampında geçtiğimiz Haziran ayında ağır koşullara dayanamayarak isyan eden mültecilere polis saldırmış ve bir mülteciyi katletmişti. AKP hükümeti geçtiğimiz günlerde Irak’taki savaş nedeniyle 7 ilde mülteci kampı açacağını duyurdu. Var olan kampların durumu düşünüldüğünde bu uygulamanın mültecilere hiçbir faydasının olmayacağı açıktır. Üstelik AKP’nin bu planları karşısında yükselen tepkiler egemenlerin mültecilere bakış açısını daha da netlikle ortaya sermektedir. Örneğin bir kamp inşa edilmesi düşünülen İzmir’in Alaçatı Beldesi Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç, beldelerinin turistik bir bölge ve sörf merkezi olduğunu belirtmiş, bu karara karşı koyacaklarını açıklamış ve “galiba mültecilere burada sörf yapmayı öğretecekler” diyerek duyduğu kini kusmuştu. Yani mültecilerin köle gibi kullanılmalarına, insanlık dışı koşullarda yaşatılmalarına veya umut yolculuklarında katledilmelerine kimsenin bir itirazı yoktu. Yeter ki manzarayı kirletecek kadar göz önünde durmasınlar. Bilindiği gibi Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden yapılan iltica başvurularını kabul ediyor. Avrupa ise nitelikli işgücü oluşturabilecekler dışında göçmen işçi kabul etmiyor. Avrupa Birliği, Türkiye üzerinden gelebilecek kaçak göçmenlere karşı bir yandan kendi sınırlarını sızdırmaz hale getirirken bir yandan da uyum yasaları çerçevesinde Türkiye’yi bu konuda daha katı politikalar uygulamaya zorluyor. Dolayısıyla Asya, Afrika ve Ortadoğu’dan gelen göçmenler insan tacirlerinin eline düşerek bu cenderede sıkışıp kalıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre Türkiye’de bu durumda sıkışıp kalmış 500 bin kişi var. İşte bu yüzden özellikle bu topraklarda kaçak göçmenleri taşıyan teknelerin batması da, tırlarla taşınanların havasızlıktan boğulması da, uçakların kargo bölümlerinde bir havlu gibi iki büklüm katlanmış vaziyette yakalanan insan manzaraları da neredeyse her gün karşımıza çıkıyor. Üstelik “yabancı” olduklarından, yaşadıkları tüyler ürperten dramlar sanki kaderleriymiş gibi sunuluyor. Oysaki kapitalizmin göçmen olsun veya olmasın işçi sınıfının devasa gövdesini oluşturan milyarlarca insan için acılarla yüklü dramlar dışında yazabileceği başka bir kader de yok. İşçi sınıfının önderleri bundan yüzyıllar önce “işçi sınıfının vatanı yoktur, işçi sınıfının vatanı bütün dünyadır” demişlerdi. Hepimizin doğup büyüdüğü bir yer olsa da dünyanın hiçbir yerinde insan gibi yaşayamıyoruz. Havasızlıktan ölen sınıf kardeşlerimiz gibi bizler de kapitalizmin çirkeflikleri içinde insan gibi soluk alabileceğimiz bir alan bulamıyoruz. Kapitalizm bizlere böyle alanlar bırakmıyor. Bu alanlar ancak mücadeleyle yaratılabilir. Ancak kapitalizmin puslu ve dumanlı havasını dağıtıp yerine ışıklı havaları yaratabilirsek bu dünyadan insan gibi bir soluk çekebiliriz içimize.
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /7 Mehmet Sinan
Türk tipi burjuva demokrasisinin ekonomik temellerinin oluşumu Türkiye’de uygulanmakta olan burjuva demokrasisinin (burjuva parlamenter rejimin) Türkiye kapitalizminin gelişme koşullarına göre biçimlendiği ve bu koşullara özgü kimi “özellikler” edindiği bilinen bir gerçekliktir. “Türk tipi” diye tanımladığımız bu burjuva demokrasisinin en belirgin özelliği, duruma göre bazen genişleyip bazen daralması ve bazen de işlemez hale gelip tümden ortadan kalkmasıdır. Bu nevi şahsına münhasır demokrasinin bir parça genişlediği dönemler, genellikle kapitalist ekonomide büyümenin sürdürülebildiği ve görece bir ekonomik istikrarın sağlanabildiği dönemlerdir. Böylesi dönemlerde siyasal iktidar da genellikle liberal söylemli sağ burjuva partilerin elinde yoğunlaşmaktadır. Bu liberal söylemli burjuva sağ partiler, kapitalist ekonominin büyüme dönemlerinde işçi ve emekçi kitleleri çeşitli vaatlerle kandırıp, kendi peşlerine takabildikleri sürece, toplumsal muhalefetin düzen sınırları dışına taşmasını ve devrimci kanallara akmasını rahatlıkla engelleyebilmişlerdir. Kapitalist ekonomide büyümenin yavaşladığı ya da durma noktasına geldiği ekonomik kriz dönemlerinde ise durum tamamen değişmekte ve bu kez hem toplumsal hem de siyasal düzlemde farklı bir süreç işlemeye başlamaktadır. Büyümenin sürdürülebildiği görece istikrarlı dönemlerde liberalizm ve demokrasi rüzgârları estiren bur-
juva kesimler, istikrarsızlığın hâkim olduğu kriz dönemlerinde ise hemen korkuya kapılmaktadırlar. Ekonomik krizin derinleştiği ve siyasal istikrarın bozulduğu böylesi dönemlerde, liberal ya da reformist burjuva partilerin kitleler üzerindeki siyasal etkileri de giderek azalmakta ve bu partiler emekçi kitlelerin toplumsal muhalefetini düzen sınırları içinde tutmakta bir hayli zorlanmaktadırlar. Bu durumda, başta büyük burjuvazi olmak üzere tüm egemen sınıf kesimleri yeni “çareler” aramak üzere derhal harekete geçmekte ve “düzeni korumak” adına kendi demokrasilerini (burjuva parlamenter rejimi) rafa kaldırmayı ciddi bir şekilde gündeme getirmektedirler. Böylesi dönemlerde kendi partilerini ve politikacılarını da gözden çıkaran bu egemen sınıf kesimleri, düzeni korumaları için gelenekselstatükocu devlet güçlerini (asker-sivil bürokrasi) derhal “göreve” çağırmakta ve parlamenter rejime müdahale etmeleri, ya da siyasal iktidara açıktan el koymaları için bu güçleri el altından destekleyip, teşvik etmektedirler. Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden günümüze uzanan son 50 yıllık siyasal tarihi, yukarıda yaptığımız saptamanın doğruluğunu gözler önüne seren pek çok örnekle doludur. Nitekim bu örneklerden ilkini de bizzat 27 Mayıs askeri darbesinin kendisi oluşturmuştur. Yazımızın bundan önceki bölümünde etraflıca değindiğimiz üzere, kapitalistleşme sürecindeki Türkiye’nin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş süreci-
23
marksist tutum
nin sancıları içinde gerçekleşmiş bir darbeydi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu darbe, onu yapanların öznel niyetlerinden bağımsız olarak, Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş sürecini hızlandıran siyasal bir işlev yerine getirmiştir. Bu bakımdan, 27 Mayıs darbesi de tıpkı kendinden sonraki askeri darbeler gibi, son tahlilde yerli büyük burjuvazinin işine yarayan bir darbe olmuştur. Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş sürecinin birinci evresi esas olarak 1950’lerde yaşanmıştı. Bu sürecin ikinci evresi ise 1960-80 arasında yaşanacaktı. Bu ikinci evrenin özelliği, bu dönemde hem devlet hem de özel sermaye yatırımlarının önemli artışlar gösterdiği sıçramalı bir kapitalist sanayileşme sürecinin yaşanmış olmasıdır. Bu sürecin başından itibaren emperyalist sermayeyle yakın bir işbirliği ve ortaklık içinde hareket eden yerli büyük burjuvazi, özellikle 1960’ların sonlarına doğru hem sanayide hem de finans sektöründe tekelci bir yapılanma içine girerek, sıçramalı bir gelişme gösterdi. 1960’dan 1980’e kadar süren bu ikinci evrenin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerine baktığımızda, tüm bu gelişmeler üzerinde esas belirleyici olanın, yerli büyük burjuvazi ile ABD emperyalizmi olduğunu görmekteyiz. Yerli büyük sermaye ile emperyalist sermayenin ortaklık ve işbirliğine dayanan Türkiye’deki tekelci kapitalist gelişme, 1960’ların ikinci yarısından itibaren ekonomik ve sosyal alanda geleneksel yapıların hızla çözülmesini, toplumsal çelişkilerin artmasını ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinde ani yükselişleri de beraberinde getirmiştir. Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükselmesi ve giderek keskinleşmesi ise, esasen köklü bir tarihsel geçmişe sahip olmayan ve yıllardan beri gerçek bir sınıf mücadelesinin basıncından da uzak yaşamış bulunan yerli büyük burjuvaziyi esaslı bir şekilde ürkütecekti. Sınıf mücadelesindeki bu yükselişe her bakımdan hazırlıksız yakalanan ve korkuya kapılan yerli büyük burjuvazinin yardımına, 1950’den beri Türkiye’de burjuva devletin en yakın müttefiki ve “akıl hocası” konumunda bulunan ABD emperyalizmi koşacaktı şüphesiz. Nitekim yükselen sınıf mücadelesini bastırmak için burjuva devletin bu dönemde uyguladığı yöntemlerin, ABD emperyalizminin diğer azgelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf mücadelelerini bastırmak için uyguladığı karşı-devrimci yöntemlerle çok benzeşmesi de bu yüzdendir.
Güdümlü tekelci kapitalist sanayileşme 27 Mayıs darbesiyle açılan yeni dönemde burjuva devlet, önüne “planlı kapitalist kalkınma” hedefini koymuş ve bu amaçla beş yıllık kalkınma planları hazırlatmıştı. Hazırlanmasına yabancı uzmanların da katıldığı bu kalkınma planlarından ilki, 1963-67 yıllarını kapsayan birinci beş yıllık kalkınma planıdır. Bu ilk beş yıllık kalkınma planı,
24
Eylül 2008 • sayı: 42
kapitalist ekonomide yıllık %7 büyümeyi öngörüyordu. Burada dikkat çekici olan, Gayri Safi Milli Hasılada (GSMH) öngörülen bu %7’lik artışın dağılımıdır. 195060 arasında tarımda yıllık ortalama %5 olan büyüme oranı yeni planda %4’e düşürülürken, sanayide yıllık ortalama %6 olan büyüme oranı yeni planda %12’ye çıkarılıyordu. Yani sanayideki büyüme oranında yüzde yüzlük bir artış öngörülüyordu planda. Sanayileşmeye öncelik tanıyan ve asıl olarak yerli büyük burjuvazi ile ortağı emperyalist sermayenin arzularını yansıtan bu kalkınma planı, özel kapitalist yoldan sanayileşmeye mutlak ağırlık vermeleri gerektiğini emrediyordu Türkiye’yi yönetecek olan burjuva hükümetlere. Nitekim 1960-70 yılları arasında ülkeyi yöneten burjuva hükümetler (ilkin CHP-AP-YTP koalisyon hükümeti ve ardından tek başına AP hükümeti), bu beş yıllık planların emrettiği doğrultuda hareket ederek kapitalist sanayileşmenin önünü açıcı kararlar aldılar ve devletin mali kaynaklarını bu alana yönlendirdiler. Bu dönemde burjuva devlet, özel kapitalist sanayileşmenin altyapısını oluşturacak yatırımlara yönelirken (ulaşım, iletişim, maden, enerji vb.), yerli büyük burjuvazi de yabancı sermayeyle patent anlaşmaları yapıyor ve dayanıklı tüketim malları sanayiinde ortak yatırımlara girişiyordu. Özel teşebbüse dayanan bu kapitalist sanayileşmenin dikkat çekici yönü, daha önce ithalat yoluyla ülkeye mamul olarak giren dayanıklı tüketim mallarının (elektrikli ev aletleri, otomotiv vb.) şimdi içerde üretiliyor olması, daha doğrusu yabancı firmalarla yapılan patent anlaşmaları sonucunda bu malların montajının ülke içinde yapılmasıydı. Böylece, esasen ithal edilen ara malların nihai montajının ülke içinde yapılmasına dayanan ve adına “ithal ikameci” denilen bir “sanayileşme hamlesi (!)” başlamış oluyordu Türkiye’de. Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası 1954 yılında çıkarılmış olmasına karşın, 1960 yılına kadar Türkiye’ye giren doğrudan yabancı özel sermaye yatırımlarının miktarı devede kulak kalmıştı (1950-60 arasında 38,8 milyon dolar). Fakat 60’lı yıllardan itibaren yabancı özel sermaye yatırımları dişe dokunur bir şekilde artmaya başlayacaktı (1960-70 arasında 77,8 milyon dolar). Yabancı sermaye önce ilaç, boya, deterjan ve kimya sanayiine yatırım yapmıştı. Daha sonra ise yerli büyük burjuvaziyle ortak şirketler kurarak, dayanıklı tüketim malları sanayiine yatırım yapmaya başlayacaktı. Bu temelde, özellikle İstanbul ve çevresinde dayanıklı tüketim malları üreten montaj fabrikaları kurulmaya başlanmıştı. Emperyalist sermaye bu “ortak yatırımlar” sayesinde, Türkiye’de emeği doğrudan sömürebilmek için ihtiyaç duyduğu yerli bir “ortağa” da kavuşmuş oluyordu böylece! Nitekim yerli büyük burjuvazi ile emperyalist sermaye kurdukları bu ortaklık sayesinde, Türkiye’de emeği birlikte sömürüp artı-değeri birlikte paylaşacaklar ve elde ettikleri sermaye birikiminin küçük bir kısmını Türkiye’de yeniden
Eylül 2008 • sayı: 42
yatırıma sokarak, büyük kârlar sağlamayı sürdüreceklerdi. Ama burada en kazançlı olan gene yabancı sermayeydi. Çünkü yabancı firmalar (özellikle otomobil firmaları) kendi firmalarının isim hakkından yararlanarak Türkiye’de montaj sanayiine yaptıkları sınırlı yatırımlarla, sektörün bütününü kontrolleri altında tutma imkânını elde edebiliyor ve başka firmaların bu alana girmesini engelleyerek kendi çıkarlarına bir tekel durumu oluşturabiliyorlardı. Bu tekel durumunun yabancı sermayeye sağladığı olanak ise şuydu: En az yatırımla, üretimin ve kârın en büyük bölümü üzerinde egemenlik kurmak! 1960-70 yılları arasında Türkiye’de yatırıma girişen yabancı sermaye grupları ve onlarla ortaklık ve işbirliği içinde bulunan yerli büyük sermaye çevreleri, burjuva devletin kendilerine sağladığı ayrıcalıklardan yararlanarak daha baştan tekelci bir konum elde etmişlerdi Türkiye ekonomisi içinde. Bu tekelci konumun ilk gerçekleştiği alan, hammadde ithalatıyla ilgiliydi. O dönemdeki burjuva hükümetlerin uyguladığı dış ticaret rejimi, bazı malların ithalat tekelini (örneğin nihai montajı Türkiye’de yapılacak olan bazı ara malların hammadde olarak içeri girmesi) özel bir izinle yalnızca bu yerli-yabancı ortaklıklara vermiş bulunuyordu. Bu yerli-yabancı ortaklıklar hammadde ithalatında elde ettikleri tekelci konumu, daha sonra kredi, üretim ve ticaret alanında da elde edeceklerdi. Böylece, yerli ve yabancı büyük sermayelerin ortaklığına dayanan tekelci firmalar, uzun yıllar boyunca piyasada hiçbir rekabetle karşılaşmaksızın üretimi ve fiyatları istedikleri gibi belirleyebilecek ve bütün bir pazarı kontrolleri altında tutabileceklerdi. 1960’larda başlayan ve adına “ithal ikameci sanayileşme” denen bu tekelci kapitalistleşme sürecinin, emperya-
marksist tutum
list sermayeyle ortaklık kuran yerli tekelci burjuvaziye ne gibi avantajlar sağladığını, vereceğimiz şu tek bir örnek bile yeterince gözler önüne sermektedir! Daha önce yurt dışından ithal edilen bir kamyon o yıllarda 60 bin Türk lirasına satılırken, bu kamyon Türkiye’de üretilmeye başladıktan sonra 130 bin Türk lirasına satılır olmuştur. Nitekim o dönemin istatistikleri, Türkiye’de satılan Türk sanayi mallarının fiyatlarının, genel olarak Ortak Pazar mallarının fiyatlarından %80 daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu farkın %41’i üretilen malların üzerine binen dolaylı vergilerden, %28’i kâr haddinin yüksekliğinden, %31’i de ithal edilen hammaddelerin fiyatının yüksekliğinden ileri gelmekteydi.1 Bu durumda, hem burjuva devlet hem yerli büyük sermaye hem de yabancı sermaye cebini doldururken, emekçi halk kitlelerinin iliğine kadar sömürüldüğü çok açık bir gerçekliktir. Emperyalist sermayeyle ortaklık kurmuş olan yerli büyük burjuvazi bu yıllarda Türkiye’nin özellikle dört büyük kentinde (İstanbul, İzmir, Ankara, Adana) mevzilenmiştir. Eskiden yalnızca ticaretle ilgilenen ve yabancı firmaların yurt dışında ürettikleri malların ithalat tekelini elinde bulunduran yerli büyük burjuvazi, şimdi aynı malları içerde kendisi üretiyor (daha doğrusu “montajını” yapıyor), toptan dağıtımını ve perakende satışını da kendisi örgütlüyordu. İç pazardaki tekelci konumunu bu dağıtım ağı yoluyla daha da derinleştiren yerli büyük burjuvazi, emperyalist sermayeyle kurduğu tatlı ortaklık sayesinde, Anadolu kentlerindeki (taşra) sermaye sahibi orta ve alt grup burjuvaları da hiyerarşik bir yapı içerisinde kendisine bağımlı hale getirecekti. Daha sonraki yıllarda Türkiye’de büyük finans kapital oluşumlarını (büyük holdingleri) meydana getiren tekelci sermaye gruplarının ilk nüveleri (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, OYAK vb.) işte bu süreçte oluşmuştur. Her kademesinde tekelci yapıların hâkim olduğu bu hiyerarşik sömürü mekanizmasının en tepesinde ise, emperyalist metropollerin tekelci sermayesi yer alıyordu kuşkusuz! 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren sıçramalı bir gelişme kaydeden bu ithal ikamecitekelci kapitalist “sanayileşme”, kendi temelleri üzerinde gelişip genişleyen bir sanayileşme değildi kuşkusuz. Teknoloji, hammadde, enerji ve kredi ihtiyacı bakımından sürekli dışa bağımlı olan ve bu yüzden de istikrarlı bir gelişme gösteremeyen, dengesiz bir sanayileşmeydi bu. Ülkedeki bu sınaî faaliyet, miktarı gittikçe artan bir ithalatla ve dolayısıyla sürekli büyüyen bir dış borçlanmayla yürüyebiliyordu ancak. Bir süre sonra Türkiye, borçlarını ödeyebilmek için de borç alan, yani borcunu da borçla ödeyen bir ülke haline gelecekti. Dolayısıyla, sürekli dış borçlanmaya (dövize) ihtiyaç duyduğu için ikide bir tıkanan bu tekelci
25
marksist tutum
sanayileşme süreci, bu yüzden ne yeterli bir iş hacmi yaratabilecek ne de iç pazarı tam olarak genişletebilecekti. Türkiye’deki gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle, bu tekelci montaj sanayinin ürettiği dayanıklı tüketim malları da gelir düzeyi yüksek olan sınırlı sayıda bir tüketici kitlesi tarafından satın alınabiliyordu ancak. Bu sınırlı tüketici kitlesi, genellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerde yoğunlaşmış durumdaydı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde geniş emekçi kitlelerin de yaygın bir şekilde satın aldığı ve tükettiği dayanıklı tüketim malları, gelir düzeyi son derece düşük olan Türkiye’deki yoksul emekçi kitleler için hâlâ ulaşılması güç “lüks mallar” niteliğindeydi. Bu durumda yerli tekelci burjuvazi bu malların üretimini artırıp, fiyatlarını düşürerek daha geniş kitlelere satışını sağlamak yerine, piyasadaki tekelci konumundan yararlanarak fiyatları daha da yükseltiyor ve kârını bu yolla artırmaya bakıyordu. Bu durumda tüketim malları sanayiine yapılan yatırımlar da sonuçta sınırlı bir düzeyde kalıyor ve bu alanda yeni istihdam olanakları yaratılamıyordu. Bunun doğal bir sonucu olarak, gerek kapitalist hizmet sektörünün, gerekse kapitalist iç pazarın gelişmesi ağır aksak bir şekilde ilerleyebiliyordu. Bunun yarattığı sonuç ise müzmin bir işsizlikti. Yüz binlerce işçi, bu yıllarda yurt dışına gitmek için iş bulma kurumlarının önünde uzun kuyruklar oluşturdular. Gelişmiş kapitalist ülkelerde geniş emekçi kitlelerin de yaygın bir şekilde satın aldığı ve tükettiği dayanıklı tüketim malları, gelir düzeyi son derece düşük olan Türkiye’deki yoksul emekçi kitleler için hâlâ ulaşılması güç “lüks mallar” niteliğindeydi. Bu durumda yerli tekelci burjuvazi bu malların üretimini artırıp, fiyatlarını düşürerek daha geniş kitlelere satışını sağlamak yerine, piyasadaki tekelci konumundan yararlanarak fiyatları daha da yükseltiyor ve kârını bu yolla artırmaya bakıyordu. 1960’lı yıllarda emperyalist ekonomik işleyişin hiyerarşik yapısı içerisine böylece dahil olan Türkiye, bir yandan emperyalist ülkelerde üretilen malların tüketim yeri (pazarı) haline gelirken, diğer yandan da bu ülkelere ucuz hammadde ve ucuz işgücü sağlayan bir ülke haline gelecektir. 1960’larda başlayan ithal ikameci-tekelci sanayileşme süreci, temelde emperyalist sermayeye bağımlı olarak işleyen ve ithalata dayanan bir süreç olduğu için, sonuçta sürekli dış kredi (döviz) ihtiyacı içinde olan ve sürekli dışarıya borçlanan bir kapitalist ekonomik yapı meydana getirmiştir. Bu da kaçınılmaz olarak, hem bir bütün olarak burjuva devletin, hem de tek tek yerli sermaye gruplarının emperyalist sermayeye bağımlılığını sürekli kılmıştır. Daha
26
Eylül 2008 • sayı: 42
sonraki yıllarda görüleceği üzere, bu bağımlı kapitalistleşme nedeniyle Türkiye, emperyalist ülkelerin çıkarlarının savunulmasında kendisine adeta hazır kuvvet gözüyle bakılan bir ülke haline gelecektir.
Güdümlü tekelci kapitalist sanayileşmenin sosyal sonuçları 60’lı yıllarda yaşanan bu dışa bağımlı tekelci kapitalist gelişme, her türlü dengesizliğine ve aksaklığına rağmen, kırsal kesimi de içine alan bir genişleme göstermekten geri kalmamıştı. Kapitalist ilişkilerin eski yıllara oranla daha yoğun bir şekilde kıra girmesi ve para ekonomisinin ülkenin en ücra köşelerine kadar ulaşması, kırdaki geleneksel yapıların çözülmesine ve giderek kırlardan şehirlere doğru önemli bir nüfus hareketine yol açıyordu. Özellikle makineli üretimin tarım sektörüne daha yoğun bir şekilde girmesi ve kapitalist tarım yapılan toprakların hem artması hem de giderek belli ellerde yoğunlaşması (orta ve büyük çapta kapitalist tarım yapan çiftliklerinin oluşması), kırsal kesimde muazzam bir işgücü arzı fazlasını açığa çıkaracaktı. Bunlar, topraklarını tamamen yitirmiş ya da kendilerine ait küçük toprak parçasında yaptıkları geleneksel tarımla artık kalabalık ailelerini besleyemez duruma gelmiş yoksul köylü kitlelerdi. Kırsal kesimde tamamen istihdam dışı kalan bu emekçi kitlelerin “iş bulmak” için büyük kentlere göçmek dışında yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Fakat kentlerde de onları “iş” değil “işsizlik” beklemekteydi. Kapitalist sanayileşmenin henüz bu işsiz kitleleri emebilecek düzeye ulaşmadığı kentlerde de “iş” aslanın ağzındaydı çünkü! Sanayinin ve ona bağlı hizmet sektörünün toplandığı illerin sayısı 60’lı yıllarda son derece sınırlıydı. Bu yıllarda tüketim malları sanayiine yapılan yerli ve yabancı sermaye yatırımlarının tamamına yakını birkaç ilde toplanmış bulunuyordu. Bu iller İstanbul-İzmit, Ankara, İzmir ve Adana’dan ibaretti. Dolayısıyla, kırın hızla çözülmeye başladığı 1960’lı yıllarda en büyük göçü alan iller, başta İstanbul olmak üzere bu sayılan iller olacaktı. Bu illere, “organize sanayi bölgeleri”nin kurulduğu Bursa, Denizli, Gaziantep, Mersin vb. gibi iller katılacaktı 1970’li yıllarda. Sanayi sektörü ve ona bağlı hizmetler sektörünün güçsüzlüğü nedeniyle iş hacminin son derece düşük olması, iş bulma umuduyla kentlere göç eden fakat iş bulamayan kırın emekçilerini, bir işsizler ordusu halinde kentlerin etrafında toplaşmaya mecbur etmişti. Makineli üretimin tarıma girişiyle birlikte, kırdaki geleneksel yapıların çözülmesinin kentlerdeki sanayileşmeden daha hızlı olması, kırsal kesimden kentlere göç etmek zorunda kalan işsizler kitlesini her geçen gün daha da büyütüyordu. Yerli ve yabancı sermayenin tüketim malları sanayisine yaptığı yatırımlar, bu işsizler ordusunu emmeye yetecek bir genişliğe hiçbir zaman ulaşamayacaktı. Bu durum işsiz kitlelerin sosyal yaşamında kalıcı iki temel sonuç yaratacaktı. Birincisi kitle-
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Özellikle makineli üretimin tarım sektörüne daha yoğun bir şekilde girmesi ve kapitalist tarım yapılan toprakların hem artması hem de giderek belli ellerde yoğunlaşması, kırsal kesimde muazzam bir işgücü arzı fazlasını açığa çıkaracaktı. Bunlar, topraklarını tamamen yitirmiş ya da kendilerine ait küçük toprak parçasında yaptıkları geleneksel tarımla artık kalabalık ailelerini besleyemez duruma gelmiş yoksul köylü kitlelerdi. ler halinde Avrupa emek pazarına göç etmek, ikincisi ise İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerin etrafında gecekondu “kentler” oluşturmak! Önce İstanbul’da oturan vasıflı işgücünü çekecekti Avrupa’nın emek borsaları. Fakat daha sonra Anadolu köylerinden de Avrupa’ya vasıfsız işçi akını başlayacaktı. 1962 yılında Avrupa’ya giden işçilerin %53’ünü sadece İstanbul’dan giden işçiler oluştururken, bu sayı 1969 yılında %5’e düşer. Buna karşılık, aynı yıl içinde kırsal bölgelerden Avrupa’ya giden işçilerin sayısı ise genel toplam içinde %85’e ulaşır. Çünkü vasıflı olsun olmasın, Avrupa’nın bu yıllarda kitlesel işgücüne ihtiyacı vardır. Avrupa tekelci sermayesi bu yıllarda Türkiye burjuvazisiyle kurduğu ortaklık ve Türk devletiyle yaptığı anlaşmalar sayesinde, Türkiye işçi sınıfını hem Türkiye’de hem de Avrupa’da doğrudan sömürme imkânını elde etmiş bulunuyordu. Bu bakımdan Türkiye bu yıllarda Avrupa sermayesi için ucuz bir işgücü cenneti oluşturacaktı. Avrupa sermayesi Türkiye’den çektiği bu ucuz işgücünü, madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda çalıştırarak iliğine kadar sömürdü ve elde ettiği sermaye birikimiyle kapitalist ekonomisinin sürekli büyümesini sağladı. 1971 yılında Avrupa’da 700 bin Türkiyeli işçi çalışmaktaydı. Bugün bu sayı üç milyonu bulmuş durumdadır. Bu yıllarda Avrupa’ya gidemeyip, iş bulma umuduyla İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlere göç eden emekçi kitlelerin büyük bir çoğunluğu ise, bu kentlerin varoşlarında biriken işsizler ordusuna katılacaklardı. “1964 yılında 13 büyük şehir merkezinde yapılan sayımlara göre, 1 milyon 800 bin kişi, en basit sağlık şartlarından yoksun, mülkiyeti başkalarına ait arazilerde kaçak olarak inşa edilmiş gecekondularda yaşıyordu. Bu 1 milyon 800 bin kişinin çok büyük bir çoğunluğu, 1 milyon 590
bin kişisi Türkiye’nin en büyük dört şehir merkezinde bulunmaktaydı. Bu dört büyük merkezde gecekondu sayısı toplam konut sayısının %40’ı ile %65’ini teşkil ediyordu. Ankara nüfusunun %60’ı, İstanbul nüfusunun ise %45’i gecekondularda yaşamaktaydı. Bu oran İzmir’de %35, Adana’da %45’ti.”2 Yukarıdaki rakamların çok açık bir biçimde sergilediği Türkiye’deki gecekondu gerçeği (ya da bozuk kentleşme olgusu), 60’lı yıllarda başlayan dışa bağımlı-tekelci kapitalist sanayileşmenin yarattığı sosyal bir gerçeklikti aslında. Büyük kentlerin hemen yanıbaşında oluşan bu “gecekondu kentler”deki yaşam, sistemin bağrındaki tüm çelişkileri ve çarpıklıkları bütün yönleriyle gözler önüne seriyordu. Bir yanda tarımdaki makineleşmenin ortaya çıkardığı işsiz yığınların kentlere akın etmesi, diğer yanda ise birkaç kente sıkışıp kalmış yetersiz bir sanayileşmenin bu işsiz yığınları mas edememesi. Dışa bağımlı çarpık tekelci kapitalist sistemin bizzat kendisinin yarattığı, fakat aradan geçen 50 yıla rağmen bugün hâlâ gideremediği temel bir çelişkidir bu! Bu yıllarda sanayi sektöründeki artı-değerin büyük bir kısmı yurt dışına çıktığı için ve tarım sektöründe tarım burjuvazisinin elinde biriken artı-değerin büyük bir kısmı da genellikle büyük kentlerde çok kârlı olan gayrimenkul piyasasına (arsa spekülasyonuna) yatırıldığı için, ülke içinde yaratılan toplam artı-değerin ancak çok küçük bir kısmı yeniden sanayi sektörüne girebiliyordu. Bu nedenle de sanayi sektöründe yaratılan iş hacmi her zaman yetersiz kalacaktı. Bu durumda gecekondu kentlerde yoğunlaşan işsiz emekçi kitlelerin ancak çok az bir kısmı iş bulup sanayi proletaryasının saflarına katılırken, geri kalan kısmı ya lümpen-proletaryanın saflarını sıklaştırıyor, ya da süresi belli olmayan ve hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan geçi-
27
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
ci ve istikrarsız işlerde (seyyar satıcılık, inşaatlarda geçici işçilik, hamallık vb.) çalışmak zorunda kalıyordu. Aslında bu kesim, gerçekte bir “gizli işsizler” kategorisini meydana getirmekteydi! Örneğin, bu yıllarda İstanbul’da eski gecekondu mahallelerinde yaşayan nüfusun ancak %30’u çalışan nüfusu oluşturuyordu. Bu oran yeni kurulan gecekondu bölgelerinde (İstanbul’un Anadolu yakasında) %20’ye düşüyordu. Üstelik bu çalışan nüfusun da ancak %40-45’i gerçekten sanayi sektöründe iş bulup çalışabilenlerden oluşuyordu. Ortaya çıkan bu tablo, 60’lı yıllarda köylerden kentlere göç eden işsiz emekçi kitlelerin kentleri kuşatmış olduklarını, fakat buna rağmen kent yaşamından tamamen ayrı, kendi içine kapalı bir çember halinde yaşadıkları gerçeğini ortaya koymaktadır. Kendi içine kapalı bir yaşam sürdüren bu gecekondu bölgelerindeki emekçi halk, son derece zor koşullarda yaşamını sürdürmekte ve kentin hiçbir sosyal ve kültürel imkânından yararlanamamaktaydı (tabii, bu durum bugün de aynen devam etmektedir). Üstelik gecekondu bölgelerinde yaşamak zorunda olan bu emekçi kitleler, yalnızca çalıştıkları zaman değil, başlarını sokacak bir dam yapmaya kalktıklarında da ağır bir sömürüye maruz kalmaktaydılar. Büyük kentlerde kızışan arazi spekülasyonu nedeniyle, gecekondu yapılabilecek hazine arazilerine de “gecekondu ağası” tabir edilen ve mafya gibi çeteleşen “uyanık”lar el koymuş durumdaydı. Bunlar burjuva devletin içinde kendileri gibi “uyanık” olan kimi görevlilerle birlikte çalışıyor ve rantı da birlikte paylaşıyorlardı. Başını sokacak bir gecekondu yapmak için bir parça arsa çevirmek isteyen işsiz emekçiler ise bu gecekondu ağalarına büyük paralar ödemek zorunda kalıyorlardı. Bu yıllarda büyük kent burjuvazisi ile tarım burjuvazisinin elinde biriken servetlerin önemli bir kısmı, büyük kent merkezlerinde gayrimenkul yatırımlarına yönelmişti. Arsa spekülâsyonu nedeniyle büyük kent merkezlerindeki inşaat arazileri de aşırı derecede pahalılaşmış durumdaydı. Bu arsalar üzerinde konutlar inşa edilecek olsa bile, bu konutları satın alabilecek gelir düzeyine sahip yeterli bir müşteri kitlesi (orta sınıf denen) henüz oluşmuş değildi kentlerde. Öte yandan burjuva devletin de sosyal konut yapmak gibi bir derdi yoktu bu dönemde. Kaldı ki, böyle bir şeye niyetlense bile, bunu yapacak mali kaynaklara sahip bulunmuyordu. Çünkü bu dönemde devletin elinde biriken mali fonlar, öncelikle emperyalist sermayeyle ortaklık kurmuş bulunan yerli büyük burjuvazinin “yatırım projelerine” tahsis edilmek zorundaydı! Bu durumda inşaat sektörünün yaygın bir şekilde gelişebilmesi de sözkonusu olamazdı elbette. Bu nedenle, 60’lı yılların başlarında inşaat sektörü neredeyse iki uç noktada kutuplaşmış durumdaydı. Bir yanda çok yüksek gelir grubuna (burjuvaziye ve onun iş yöneticilerine) hitap eden lüks inşaat sektörü, diğer yanda ise geniş yoksul emekçi kitlelerin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi anlamına gelen “gecekondu inşaatı sektörü”! Birbirine taban tabana
28
zıt bu iki “sektör”ün, birbirine nazire yaparcasına yan yana gelişmeleri, Türkiye kapitalizminin dışa bağımlı çarpık gelişmesini pek güzel yansıtmaktaydı doğrusu! Her türlü altyapıdan ve sosyal imkândan mahrum bulunan ilkel gecekonduların hemen yanıbaşında, ihtişamla yükselen lüks inşaatlar, Türkiye’deki dışa bağımlı, çarpık tekelci kapitalist sanayileşmenin sosyal sonuçlarını çarpıcı bir biçimde sergileyen bir tablo görünümündeydi adeta! Bu dönemde servetlerin hem küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması, hem de bu servetlerin istihdam yaratacak yeni yatırımlara girmemesi, merkezi devleti ve mahalli idareleri (belediyeler) mali kaynaklardan da (vergi) yoksun bırakıyordu. Bu durumda burjuva devlet, ne Batı’da olduğu gibi bir sosyal reform politikası uygulayabiliyor, ne de belediyeler eliyle bir sosyal konut politikası izleyerek emekçi kesimleri düzene entegre edecek önlemler geliştirebiliyordu. Bunun burjuva düzen açısından taşıdığı risk ise, kentleri kuşatan gecekondu bölgelerinde çelişkilerin yoğunlaşması, derinleşmesi ve bu alanların sınıf mücadelesinin patlamalı alanları haline gelmesidir. Fakat bu durumun farkında olan yerli büyük burjuvazi ve emperyalist ortakları, gecekondu bölgelerindeki işsiz emekçi kitleleri “sosyal reformlarla” olmasa bile başka yollarla yatıştırmanın yolunu bulacaklardı gene de! Burjuvazinin sadık partileri, çoğunluğu nesnel olarak lümpenproletaryanın saflarını oluşturan ve bilinç düzeyi bakımından örgütlü işçilerden çok uzakta bulunan bu işsiz kitleleri, çeşitli vaatlerle (başta tapu dağıtma vaadi olmak üzere, pek çok seçim vaadiyle) kandırıp, kendilerine yedeklemeyi başaracaklardı. Yedek sanayi ordusunu oluşturan gecekondu bölgelerinin bu “gizli işsiz” kitleleri, kendi sınıflarını değil, kendilerinin gerçek düşmanı olan burjuvaziyi kör bir bilisizlik içinde yıllarca destekleyeceklerdi. Bu dönemde gecekondu bölgelerinin işsiz kitleleri içinden devşirilen gruplar, ABD emperyalizmi ve burjuva devletin birlikte hazırlayıp uyguladıkları bir plan dahilinde, sosyalistlere ve örgütlü işçi hareketine karşı vurucu güç olarak kullanıldılar. Emperyalizm ve onun ortağı yerli büyük burjuvazi, bu grupları genellikle dinî ve şoven milliyetçi propagandalarla örgütleyerek harekete geçirdi. Öte yandan, gecekondu bölgelerinin bu işsiz emekçi kitleleri, burjuvazi açısından ucuz bir işgücü deposu oluşturdukları için, örgütlü işçi sınıfının (sendikaların) işverenler karşısında pazarlık gücünü zayıflatan olumsuz bir rol de oynayacaklardı nesnel olarak! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
–––––––––––––––––––––––––––– 1
Aktaran Gülten Kazgan, 100 Soruda Ortak Pazar ve Türkiye, Gerçek Yay., 1970
2
Aktaran: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yay., 1976, s.587
DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı / 3 Selim Fuat
D
İSK’in yönetimine CHP’lilerin hâkim olmasını izleyen dönemde, önceki sloganların terk edilmesi dışında DİSK’in politikalarında ve sürdürdüğü mücadelelerde, başlangıçta köklü bir değişiklik yaşanmadı. Ekonomik koşulların ağırlaşması, sosyalist hareketin yarattığı basınç, tabandaki işçilerin militanlaşma düzeyinin yüksekliği ve bunlarla birlikte faşist saldırıların yaygınlaşması nedeniyle 1978-80 döneminde de DİSK’in yeni yöneticileri diğer sendika konfederasyonlarına kıyasla daha mücadeleci bir anlayışı sürdürmek durumunda kaldılar. Söylemlerinde sosyalizm vurgusunu da hiç eksik etmediler. Örneğin Milliyet gazetesi genel yayın müdürü Abdi İpekçi’nin DİSK genel başkanı Abdullah Baştürk ile yaptığı ve 16 Ocak 1978 tarihinde yayınladığı bir röportajda DİSK genel başkanı şöyle diyordu: “DİSK, sosyalist bir örgüttür. Yani ideolojik yönü belirlenmiş, kendi yetkili karar organlarında saptanmış bir örgüttür... CHP’nin üst düzeydeki yönetimi de, milletvekili seçildiğim seçim çevreleri de, parlamento içinde birbirimizi tanıyan milletvekilleri de ve partinin pek çok yönetici kademeleri de benim bir sosyalist olduğumu bilirler idi.” DİSK, Baştürk’ün genel başkanlığı sırasında da, işçilerin gözünde sahip olduğu itibarı büyük ölçüde korudu. 1978-80 dönemini DİSK, geçmiş yıllara oranla daha ha-
reketli geçirdi. 1978 yılı içinde DİSK’e bağlı 27 sendikanın yaklaşık 31 bin üyesi 130’u aşkın işyerinde greve çıkacak ya da yasalar gereği grev prosedürünü yerine getiremedikleri için gayri resmi grev yani “direniş” yoluna başvuracaktı. 1978 yılı içerisinde DİSK’in gerçekleştirdiği ilk büyük eylem “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” oldu. Burjuva devletin yönlendirmesindeki faşistlerin, 16 Mart 1978’de, İstanbul Üniversitesinden çıkmakta olan öğrencilere bombalı saldırısı sonucunda 7 devrimci öğrencinin ölümüne DİSK’in tepkisi gecikmedi. DİSK ertesi gün yaptığı açıklama ile faşist saldırı ve cinayetleri protesto için 2 saatlik iş bırakma eyleminde bulunacağını açıkladı. 500 bin bildiri, 250 bin DİSK’in Sesi gazetesi ile kararı hızla tabanına ileten ve diğer kitle örgütlerini harekete geçiren DİSK, gazete ilanları ile üyelerini Faşizme İhtar Eylemine katılmaya çağırdı. DİSK’in çağrısını TÖB-DER, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, TÜTED, TÜMAS, İstanbul Barosu başta olmak üzere çok sayıda meslek ve kitle örgütü de destekledi. Türk-İş’e bağlı ve bağımsız çok sayıda sendika üyesi de Faşizme İhtar Eylemine katıldı. 20 Mart 1978’de saat 8:00-10:00 arasında Türkiye’nin dört bir yanında şalterler indi, makineler sustu. Birçok ilde elektrik ve su kesildi,
29
marksist tutum
trafik kilitlendi, radyolar sustu, okullarda ders verilmedi, avukatlar mahkemelere girmedi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir “genel grev”in pek çok özelliğini taşıyan bu eylem o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın “ihtilal provası”, Türk-İş üst yönetimi “işçiler üzerinde oynanan oyun” olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti. Burjuvazinin işçi sınıfı hareketinin yükselen militanlığından ürkmesiyle başlattığı faşist seferberliğe karşı DİSK’in ortaya koyduğu bu tavır çok önemliydi. Ancak hedef olarak karşısına burjuva devleti değil yalnızca MHP’li faşistleri koyması yüzünden de eksikti. Elbette bu eksikliğin, sendikal bir örgütlülüğün tek başına ortaya koyabileceği bir perspektifle aşılması beklenemezdi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir “genel grev”in pek çok özelliğini taşıyan Faşizme İhtar Eylemi o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın “ihtilal provası”, Türk-İş üst yönetimi “işçiler üzerinde oynanan oyun” olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti. Faşist saldırılar tüm ülkede DİSK’i de daha fazla hedef alacak biçimde artmaya devam etti. DİSK’in Tekstil sendikasının Beyoğlu şube binası Nisan ayında bombalandı. Binada ağır hasar meydana geldi. Bir grup MHP ve AP militanı DİSK İlerici Deri-İş sendikasının Kazlıçeşme şube binasına saldırdı ve binayı kurşun yağmuruna tuttu. Bu ortam içerisinde DİSK, bir yıl önce burjuvazi tarafından kana bulanan 1 Mayıs alanına tekrar çıkmak için de hazırlıklarını büyük bir titizlikle sürdürüyordu. l Mayıs 1978 yüz binlerce işçinin, emekçinin ve devrimcinin l Mayıs Alanını (Taksim Meydanı) doldurmasıyla coşku ile kutlandı. Kutlamaya Türk-İş üyesi Hava-İş ve Petrol-İş sendikaları da katıldı. Mitingde başta Maden-İş olmak üzere çeşitli sendika kortejlerinde açılan TKP’ye özgürlük pankartları ve bu doğrultuda atılan sloganlar, daha sonra DİSK içinde bir krize yol açacak ve bu sendikalar CHP’li DİSK yönetimi tarafından ihraç edileceklerdi. Bu 1 Mayıs’ta, bir yıl önceki katliama inat, coşku yüksek görünse de, işçi sınıfı hareketinin geri çekilme dönemine girmesinin belirtileri de kendini ortaya koyuyordu. İşçi sınıfının mitinge katılımı bir yıl öncesine nazaran azalmıştı. Nitekim bu 1 Mayıs, işçi kitlelerinin 1 Mayıs Alanında birlikte kutladıkları son 1 Mayıs olacaktı.
30
Eylül 2008 • sayı: 42
Yine de militan eylemlilikler DİSK’in militan işçilerince ortaya konmaya devam etti. Mersin’de kurulu Soda Sanayi A.Ş.’de örgütlenen DİSK/Petkim-İş üyesi işçilerin mücadeleleri buna örnektir. Soda sanayi işçilerinin 140 gün süren ve çeşitli baskılarla sindirilmeye çalışılan grevi, Bakanlar Kurulu kararıyla önce otuz, daha sonra altmış gün ertelenmişti. Erteleme süresinin dolmasına on gün kala işveren işçilerle birlikte teknisyenleri de kapsayan bir lokavt ilan etti. Sendikanın yaptığı itirazların ardından işverenin bu lokavt kararı mahkeme tarafından da yasadışı sayıldı. DİSK yönetimi yapılan yasadışı uygulamaların düzeltilmesi için Başbakan Bülent Ecevit’e bir mektup gönderdi. Bu mektubun da sonuç vermemesi üzerine Mersin’de binlerce işçinin katıldığı bir miting yapıldı. Bu mitingle yetinmeyen işçiler seslerini duyurmak amacıyla Mersin’den Ankara’ya uzanan bir yürüyüş yapma kararı aldılar. Mersin Valiliğinin engelleme girişimlerine karşın işçiler 21 Haziranda yürüyüşü başlattılar. İşçilerin Ankara’ya girmesine izin verilmedi. Soda işçileri on beş gün boyunca Gölbaşı’nda bekletildi. İşçilerin bu eylemleri Ecevit hükümetini huzursuz ediyordu. 1977 seçimlerinde işçi sınıfı örgütlerinden aldığı belirgin destekle iktidara gelen CHP, DİSK yönetimine yerleşmişse de henüz örgütü tam olarak denetleyecek bir durumda değildi. Bu yüzden CHP hükümeti DİSK’li devrimci kadroları ve öncü işçileri terbiye edecek girişimlerini hayata geçirmeye başladı. Bunlardan ilki DİSK’i karşısına alarak, 20 Temmuz 1978’de Türk-İş’le imzaladığı “Toplumsal Anlaşma”ydı. “Ülke ekonomisi gerçekleri ile bağdaşmayan aşırı istekleri adaletli biçimde önlerken işçi kesiminin kendi içinde de denge ve adalet sağlamayı amaçladığı” belirtilen ve “toplumsal barışın sağlanması ve işçi işveren ilişkilerini gerginleştiren grev ve lokavt olayları yaşanmasına ve dolayısıyla da devletin sürece müdahalesine olanak bırakmamayı” hedefleyen “Toplumsal Anlaşma”, “halkçı” Ecevit tarafından İsveç örnek gösterilerek işçilere yutturulmaya çalışılıyordu. DİSK, işçi ücretlerini dondurmayı amaçlayan ve krizin yükünü işçi ve emekçilere yükleyen bir uzlaşma olduğunu bildirerek, “Toplumsal Anlaşma”yı reddettiğini açıkladı. DİSK’in bu dönemdeki bir başka olumlu ve önemli yaklaşımı da kamu emekçilerinin örgütlenmesine dair gösterdiği tutumlarda ortaya çıktı. Tüm çalışanların grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkını savunan DİSK, kamu çalışanlarının tek çatı altında toplanması doğrultusunda önemli bir adım attı. DİSK Yönetim Kurulu eğitim emekçilerinin örgütü TÖB-DER’i onur üyesi olarak kabul etti. DİSK binalarını hedef alan faşist saldırılar bir süre sonra doğrudan DİSK’lilere de yöneldi. Pek çok sendika yöneticisi, işyeri temsilcisi ve militan işçi, ülkücü faşistlerce katledildi, yaralandı, sakat bırakıldı. Faşist saldırılar elbette DİSK’lilerle sınırlı değildi. Tüm sosyalist ve devrimciler bu saldırıların hedefi durumundayken, çok sayıda ilerici ve demokrat aydın da bu tür saldırılarla katlediliyordu. Bir süre sonra sıradan olaylar haline gelen kahvehane taran-
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
ması olaylarında da çeşitli illerdeki çok sayıda işçi ve devrimci, faşistlerce öldürüldü. Faşist terör işçi hareketini ve devrimci mücadeleyi ezmek için burjuvazi tarafından adım adım tırmandırılıyordu. Bu adımlar burjuva devleti sonunda kitle katliamlarını başlatma noktasına da götürdü. Kontr-gerilla tarafından organize edilen bu katliamlar, MHP’li faşistler eliyle hayata geçiriliyordu. 1978 Aralık ayının sonunda devlet destekli faşistler Kahramanmaraş’ı kan gölüne çevirdi. “Maraş Katliamı” olarak anılan olaylarda ana rahmindeki bebeklerden yetmişini aşkın yaşlılara varıncaya kadar yüzlerce insan hunharca katledildi. Evler, işyerleri yakıldı. Burjuvazinin po1978 Aralık ayında devlet destekli faşistler lislerinin uzaktan seyrettiği katliam sırasında yaKahramanmaraş’ı kan gölüne çevirdi. “Maraş Katliamı” ralananların toplandığı hastane faşist caniler taolarak anılan olaylarda ana rahmindeki bebeklerden rafından basıldı, yaralılar bile dövüldü. Bunun yetmişini aşkın yaşlılara varıncaya kadar yüzlerce insan hunharca katledildi. üzerine burjuvazi aradığı fırsatı buldu ve hükümet 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. DİSK Kahramanmaraş katliamını ve o güne dek öldüpınca da DİSK Genel Merkezi polis tarafından basıldı ve l rülen insanları anmak ve faşizmi lanetlemek için 5 Ocak Mayıs afişlerine ve gazetelerine el kondu. DİSK genel baş1979 günü işçileri saat 11’de 5 dakikalık saygı duruşuna kanı Abdullah Baştürk ve Yürütme Kurulu üyeleri gözaltıçağıracaktı. 5 Ocak Faşizmi Lanetleme Eylemine TÖBna alındı ve l Mayıs günü için sokağa çıkma yasağı ilan DER, TMMOB, TÜTED, TÜMÖD üyeleri ve üniversiedildi. Burjuvazi sınıf mücadelesinin barometrelerinden te öğrencileri de katıldı. Yüz binlerce emekçinin katıldığı biri olan 1 Mayıs için kararlılığını tüm açıklığıyla ortaya bu eylem her ne kadar geniş kesimler üzerinde etkili olmuşsa koyuyordu. DİSK başkanı Baştürk ise bir mesaj yayınlayada “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi”ni daha ileriye tarak “tüm İstanbul l Mayıs Alanıdır” diyordu. Sokağa çıkşıyamamış, aksine gerisine düşmüştür. Faşist yükseliş burjuma yasağına rağmen l Mayıs 1979 günü çok sayıda işçi ve vazi tarafından 12 Eylül’e doğru ilerletilirken, ne yazık ki, bu devrimci İstanbul’un çeşitli yerlerinde l Mayıs’ı kutladı. katliamlar söz konusu olduğunda bile genel grev gibi güçlü DİSK’in geçici olarak ihraç ettiği Maden-İş, Banksen ve eylemlerle burjuvazinin karşısına çıkılamamıştır. Baysen sendikaları ise l Mayıs’ı izinli olarak İzmir’de kutladılar. Burjuvazi işçi sınıfının gücünü ve kararlılığını sürekli tartıyor ve bulduğu her zayıf noktanın üzerine gidiMaraş’tan 12 Eylül’e yordu. Fabrikalarda da silahlı faşist çeteler terör estirmeye deFaşist hareket hızla yükseltilirken, DİSK yönetimi de vam ediyordu. DİSK/Aster-İş Onur Kurulu üyesi ve TaşDİSK’in militan kesimlerini kontrol altına alma çabasını arttırdı. DİSK Onur Kurulu 15 Mart 1979’da çeşitli çalışkızak Tersanesi işçisi Atilla Can 24 Şubatta evine giderken uğradığı silahlı bir saldırı sonucu yaşamını yitirmişti. Tek malarda DİSK disiplinine uymadıkları iddiasıyla Yeraltı Gıda-İş’ten DİSK’e bağlı Gıda-İş’e geçmeye çalışan Tekel Maden-İş’i 4 ay, Maden-İş, Baysen ve Banksen sendikalaişçilerine ise yıl boyunca saldırılar yapıldı. Ocak ayında rını ise l yıl süreyle DİSK’ten ihraç etti. Bu geçici ihraç kaCevizli Sigara Fabrikası işçisi Muammer Kuran faşistlerce rarı DİSK içinde önemli tartışmaları da beraberinde getirpusuya düşürülüp katledildi. 31 Mayısta tekel işçisi Hamit mişti. Kemal Türkler ve başkanı olduğu Maden-İş, DİSK’Akyıldırım evine giderken öldürüldü. Bunun üzerine 6 in kuruluşunun hemen öncesinde Türk-İş’te maruz kaldıkbin Tekel işçisi cinayetleri ve saldırıları protesto etmek için ları durumu bir yönüyle yine yaşıyorlardı. Ancak bu duiş bıraktı. Ancak 21 Aralıkta Gıda-İş işyeri temsilcisi rum DİSK’ten kopmayı beraberinde getirmeyecek, ihraç Sebahattin Çakmak da katledildi. 20 bin Tekel işçisi kasürelerini tamamlayan sendikalar yeniden DİSK üyeliğine rarlılıklarını gösteren eylem ve direnişlerle ne faşistlere ne kabul edileceklerdi. de sarı sendikalara boyun eğmeyeceklerini ortaya koyacakSiyaset alanı iyice ısınıyor, burjuvazi işçi sınıfına saldılardı. Ne var ki, sosyalist solun bölünmüşlüğü ve faşist salrılarını giderek arttırıyordu. Bu koşullar içinde Ecevit hüdırılara karşı yekvücut olmuş tutarlı bir karşı koyuş sergikümeti l Mayıs 1979’un Taksim Meydanında kutlanmasıleyememesi nedeniyle, devrimci örgütlere işçilerin güveni, na izin vermedi. DİSK Başkanlar Konseyi “DİSK yönetidolayısıyla desteği de giderek azalıyor ve emekçi kitleler mi ve bağlı sendikalarımızın başkan ve yöneticilerinin l giderek pasifize olmaya başlıyordu. Mayıs 1979’da l Mayıs Alanında olacağı” açıklaması ya-
31
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42
Devlet destekli faşist saldırılar kitleleri yıldırmak ve patahrip oldu, işçiler yaralandı. Bu saldırı ülke çapında yapısifize etmek üzere giderek tırmandırılmasına rağmen, lan gösterilerle protesto edildi. 25 Ocakta DİSK’in aldığı DİSK yönetimi iktidardaki CHP’yi desteklemeye devam karar doğrultusunda İzmir’de iki saatlik iş bırakma eylemi ediyordu. Nitekim 14 Ekimde gerçekleştirilecek ara seçok geniş katılımla ve büyük bir disiplin içinde gerçekleşçimlere ilişkin takınılacak tavrı belirlemek için 3 Ekimde tirildi. 26 Ocakta TARİŞ işçileriyle dayanışma amacıyla yapılan toplantı sonucunda DİSK Yönetim Kurulu şu İzmir’de “İşçi Kıyımına, Zamlara, Pahalılığa, Sürgünlere, açıklamayı yapacaktı: “Yerli ve yabancı sermaye çevreleri faAnti-Demokratik Baskı ve Uygulamalara, Faşist Saldırılara şizmi tırmandırmak ve seçimlerden sonra ülkeyi faşizmin Karşı Demokrasi Mitingi ve Yürüyüşü” yapıldı. kanlı karanlığına boğmak için ellerinden geleni yapmaktaGelişen protestoların önünü alamayan iktidar, halkın dırlar. Çeşitli ara rejim söylentileri ve bunu desteklemek üzetepkisini bastırmak amacıyla TARİŞ işçilerinin oturduğu re verilen paralı ilanlar, bakan istifaları ve faşist anarşinin mahallelere yönelik geniş bir operasyon başlattı, ancak akıl almaz boyutlara çıkarılması, bunun araçları ve halkın direnişiyle karşılaştı. DİSK yöneticilerinin araya kanıtlarıdır…14 Ekim seçimlerinde faşizm, bunun yandaşı girmesi ile 31 Ocakta direniş kaldırıldı. Fabrikaları boşaltpartiler (MHP, CGP, AP, MSP) mutlak yenilmeli ve geri itilmadan üretime devam etmek isteyen işçiler kısa bir süre melidir… Bütün bu koşulları göz önünde tutan DİSK Yönesonra yeniden direnişe geçtiler. 7 Şubatta polis operasyonu tim Kurulu, 14 Ekim seçimlerinde: 1. Tabanının (gövdesiyeniden başladı. 3 saat süren bir çatışma oldu. Polis fabrinin) ilerici, demokrat unsurlardan oluşması nedeniyle, faşizkayı boşaltarak yaklaşık 700 işçiyi Alsancak Stadyumuna me karşı mücadelede önemli görevler yapabilecek olan götürdü. Bu arada iplik ünitesini boşaltmak isteyen polis CHP’ye oy verilerek desteklenmesini 2. İşçi sınıfımızı, emekçi ve jandarma Çiğli-Çimentepe halkının barikatıyla karşıhalkımızı kucaklayan siyasal örgütlenmenin henüz var ollaştı. Gültepe ve Altındağ’da halk protesto eylemleri dümadığının bilincinde olarak, sosyalist, ilerici tüm partilerin zenlerken, DİSK üyesi diğer işçiler de bir günlük direnişe adaylarına da oy verilerek güç katılmasının faşizmle mücageçtiler. Gültepe’de Belediye Başkanı ile birlikte 400 kişi dele ilkesine ters düşmeyeceğini, kamuoyuna duyurmaya kagözaltına alındı. Yağ kombinası işçilerle polis arasında bir rar vermiştir.” kere daha el değiştirdi. İplik fabrikası işçileri barikatlar kuDİSK, 1973 sonrasında üyesi olan belediye, banka ve rarak “TARİŞ’te faşistlere yer yok” sloganı ile direnmeye bazı kamu sektörü işçileriyle birlikte 1979’da artık Türkidevam etti. 14 Şubat günü iplik fabrikası karadan ve havaye’nin en ücra köşelerine kadar örgütlenmişti ama DİSK’dan sarıldı. Anonslar sonunda işçiler dışarıya çıktı. 270 kiin militan işçi kitlesi, Bolşevik bir partinin olmadığı koşi gözaltına alınarak Karşıyaka Stadyumuna götürüldü. şullarda, içine sokulduğu burjuva çözümler batağından bir Daha sonra 200 dolayında işçiye dava açıldı. türlü kurtulamıyordu. TARİŞ’te gerçekleştirilen operasyonların benzerleri Çu1980 yılı içinde ise grevler dışında en önemli işçi eykobirlik ve Antbirlik’te de tekrarlanmak istendi. Antbirlemleri TARİŞ ve Antbirlik direnişleri oldu. MC iktidarlalik’te polisin bir saldırı ile Genel Müdürlük binasını tahrip rı sırasında tarım satış kooperatifi birliklerine çok sayıda ederek ele geçirmesi işçilerin direnişi ile karşılanacaktı. 8 MHP militanının işçi olarak yerleştirilmek istenmesi çeŞubatta Antalya’da tüm işçiler, direnen Antbirlik işçileri ile şitli olaylara yol açmıştı. 1979 ara seçimlerini izleyen Demirel azınlık iktidarının kurulmasından sonra da aynı olaylar yaşandı. 1979 sonunda TARİŞ’te işçi çıkarmalar başladı. Ardından MHP’li militanları toplu sözleşme ve yasa hükümlerine aykırı olarak işe almak isteyen Genel Müdürlük 22 Ocak 1980’de “arama” adı altında bir polis operasyonu gerçekleştirdi. Jandarma desteğinde panzerler TARİŞ’e girdi. İşçilere ateş açıldı. İplik işçileri başta olmak üzere TARİŞ işçileri 22 Ocakta direnişe geçtiler. İzmir’de Çimentepe ve Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk sokağa döküldü. Ege Üniversitesi öğrencileri, üniversiteyi işgal ederek, TARİŞ işçileriyle dayanışma içinde olduklaÇimentepe ve Gültepe gibi gecekondu bölgelerindeki rını ve güvenlik kuvvetlerinin tavrını protesemekçiler Tariş işçilerine destek vermek için mahallelere to ettiklerini bildirdiler. TARİŞ direnişini barikatlar kurdular ve polise ve jandarmaya karşı günlerce kırmak için fabrika polis ve askerlerce kuşadirendiler. tıldı. Fabrikaya yönelik saldırılarda atölyeler
32
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Gücüne artık iyice güvenen burjuvazinin isteği doğrultusunda, ordu, işçi sınıfını ezmek için 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydu. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapatıldı, tüm mal varlıklarına el kondu. Binlerce DİSK’li işçi ve yönetici işkenceli sorgulardan geçirildi ve DİSK hakkında 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açıldı.
dayanışma içinde olduklarını göstermek için 2 saatlik iş bırakma eylemine giriştiler. Bu önemli direnişler, burjuvazinin tüm yıldırma çabalarına karşın işçi sınıfının direncinin kırılamadığının somut göstergeleriydi. Diğer taraftan, metal işkolunda 107 işyerinde çalışan 25 bin işçi adına sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla noktalanmasıyla Maden-İş 13 Marttan itibaren kademeli olarak grev başlatacaktı. Aynı gün Netaş işçisi Mustafa Benlioğlu ise Otosan fabrikası önünde kurşunlanarak katledilecekti. Ne var ki tüm bu saldırılar işçileri yıldırmaya yetmeyecek ve 19 Marttan itibaren grevdeki işçi sayısı 22 bine ulaşacaktı. Grevler 12 Eylül darbesine dek, hatta bazı işyerlerinde darbenin iki gün sonrasına kadar devam edecekti. İşçilerin militanlığı her şeye rağmen artıyordu. Ancak onları daha ileriye götürecek devrimci bir siyasal önderlikleri yoktu. DİSK, 1980’de l Mayıs’ın kutlanması için tüm Türkiye’nin l Mayıs Alanı olarak ilan edilmesine, İstanbul, Ankara, İzmir, Trabzon, Bitlis ve Mersin’de de DİSK önderliğinde kutlanmasına karar verdiğini açıkladı. Ancak l Mayıs’a doğru DİSK ve üye sendikalara yoğun baskılar başladı. Ankara’da Dev Maden-Sen ve Yeni Haber-İş sendikaları mühürlendi, İstanbul’da Gıda-İş’e polis baskını yapıldı. CHP genel başkanı Bülent Ecevit Sakarya mitinginde işçileri l Mayıs toplantılarına katılmamaya çağırdı. Olaylar böyle gelişirken, DİSK Yürütme Kurulu kararı gereği DİSK üyeleri 30 Nisan 1980 günü değişik sürelerle iş bırakarak l Mayıs’ı kutladılar. DİSK, l Mayıs 1980’i Danıştay kararıyla izin alabildiği tek yer olan Mersin’de kitlesel biçimde kutlayabildi. 30 Nisan ve onu izleyen günlerde başta DİSK Yürütme Kurulu üyeleri olmak üzere değişik illerde 515 DİSK üyesi gözaltına alındı. Burjuvazi bir yandan bütün toplumu faşist terörle sindirme operasyonuna devam ederken bir yandan da işçi sınıfı hareketine saldırıyor, her hamlesinde de işçi sınıfının gücünü tartıyordu. Bunun son denemesini, DİSK’in bütün mücadele tarihinin en önemli figürü olan Kemal Türkler’e suikast düzenleyerek gerçekleştirdi. Kemal Türk-
ler, 22 Temmuz 1980’de, Merter’deki evinin önünde faşistlerce öldürüldü. 23 Temmuz günü tüm ülkede DİSK üyesi işçilerle bazı bağımsız sendika ve Türk-İş üyelerinin iş bırakarak katıldıkları protesto eylemine yüz binlerce işçi katıldı. Bazı kaynaklar bu eyleme katılan işçilerin sayısını l milyon olarak gösteriyordu. 24 Temmuz günü on binlerce işçi çalışmayı bırakıp DİSK Genel Merkezinde Kemal Türkler’in katafalkı önünde saygı duruşunda bulundular. 25 Temmuz günü DİSK’in düzenlediği yürüyüşe katılan yaklaşık l milyon işçinin eşliğinde Kemal Türkler’in cenazesi Aksaray’dan Topkapı Mezarlığına getirildi. Kemal Türkler’i uğurlarken işçilerin gerçekleştirdiği 25 Temmuz yürüyüşü 12 Eylül 1980 öncesindeki son görkemli işçi eylemiydi. Sıkıyönetimin tüm önleme girişimlerine rağmen 25 Temmuzda yapılan cenaze töreni yüz binlerin katıldığı büyük bir antifaşist gösteriye dönüşmüştü. Ancak faşizmin önüne sadece gösterilerle geçilemezdi. Gücüne artık iyice güvenen burjuvazinin isteği doğrultusunda, ordu, işçi sınıfını ezmek için 12 Eylül 1980 günü yönetime el koyacaktı. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapatıldı, tüm mal varlıklarına el kondu. Binlerce DİSK’li işçi ve yönetici işkenceli sorgulardan geçirildi. DİSK Bursa Bölge Temsilciliği Avukatı Ahmet Hilmi Veziroğlu, gözaltında tutulduğu Bursa Emniyetinin beşinci katından atılarak öldürüldü. DİSK üyesi Deri-İş sendikası genel başkanı Kenan Budak ise polis tarafından kurulan bir pusuyla sokak ortasında katledildi. Bu arada DİSK hakkında 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açılmıştı. Burjuvazi 12 Mart döneminde hayata geçiremediği özlemlerini nihayet gerçekleştirmiş, mücadeleci işçilerin örgütü olan DİSK’in kolunu kanadını kırmıştı. Bu aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı hareketinde mücadeleci bir sendikal anlayışın da uzun süre kafasını kaldıramayacağı bir dönemin açılması anlamına geliyordu.
(devam edecek)
33
Küba İşçi Sınıfını Savunmanın Yolu Nereden Geçiyor? İlkay Meriç
Küba işçi sınıfını savunmanın yolu bu bürokratik diktatörlüğü savunmaktan mı geçmektedir? Sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun bu soruya evet yanıtını verdikleri açıktır. Oysa bu evet yanıtının bizzat Kübalı işçilerin ekonomiksosyal-siyasal açıdan içinde bulundukları durumun devam etmesine verilmiş bir onay anlamına geldiğini ve bunun da proleter devrimci güçleri zayıflatarak geriye tek seçenek olarak kapitalist restorasyonu bırakacağını tarihsel deneyim bize en acı biçimde göstermiş bulunuyor. Küba işçi sınıfını savunmanın yolu, bürokrasinin sınıfsal egemenliği altındaki Küba devletini savunmaktan değil, onu bir proleter devrimle yıkmaktan ve sovyetlere dayalı bir işçi iktidarını demokratik temellerde inşa etmekten geçmektedir.
34
Y
eni devlet başkanı Raul Castro’nun (Fidel’in kardeşi) geçtiğimiz Temmuz ayında Küba parlamentosunda açıkladığı son kararlar, gerek burjuva basının gerekse sosyalist basının dikkatlerinin bir kez daha bu ülkeye çevrilmesine yol açtı. “Küba kapitalizme geri mi dönüyor” sorularını yeniden alevlendiren söz konusu kararlar, egemen bürokrasinin Küba’nın içinde bulunduğu duruma yönelik tespitlerinin yanı sıra sözde çözüm önerilerini de içeriyordu. Parlamento oturumunda Kübalıların yakıcı bir şekilde yaşadıkları konut eksikliği, çalışma hayatına ilişkin sorunlar, tarımın durumu, üretimdeki verimlilik gibi konular tartışılırken çeşitli kararlar da alındı. Tüketime yönelik bazı sınırlamaların kaldırılması, Kübalıların yabancılara ayrılan lüks otellerde konaklama hakkına kavuşması (bu “hak”tan yararlanabilecek olanların yoksul Kübalı işçiler olmadığı ortadadır), ücretlerin verimlilik esasına bağlanması, üretimi teşvik adına özellikle tarımda özel mülkiyetin yolunun açılması bunlardan bazılarıydı. Bilindiği gibi, SSCB’nin çöküşünün ardından, Amerikan emperyalizminin dayattığı ambargolar altında Küba ekonomisi korkunç bir çöküşe sürüklendi. Kapitalist dünyanın kuşatması altında kalan bu bürokratik diktatörlük altında işçi ve emekçi kitleler, en temel gıda maddelerinden, elektrikten, sağlıklı konutlardan bile yoksun hale geldiler. Günde 250 gramla sınırlı ekmek, sadece bebekler için süt, sabun, deterjan, tuvalet kâğıdı gibi temel temizlik maddelerinden yoksunluk, Kübalı emekçilerin karşı karşıya kaldıkları felâket tablosunun sadece küçük bir bölümünü yansıtmaktadır. “Sosyalist” Küba, enerji yetersizliği nedeniyle yeniden at arabasını ve bisikleti keşfetmek zorunda kalmıştır. Fidel Castro, “bu dönemin olumlu yanları da var –bisiklet çağına giriyor olmamız gibi. Bir anlamda bu da bir devrimdir” diyerek yüz yüze kalınan durumu ironik şekilde tasvir etse de, yokluk ve yoksunluk içinde yaşayan emekçi kit-
Eylül 2008 • sayı: 42
lelerin rejime sunduğu desteğin azalmakta olduğu açıktır. Küba’da parasız eğitim ve sağlık olanaklarının gelişkin olması önemli bir olumluluk olmakla birlikte, bu durum ağır bir yoksulluk yaşandığı gerçeğinin üstünü örtmemelidir. Tam da bu acı gerçeklik nedeniyle fuhuş sektörü alabildiğine büyümekte, insanlar karınlarını doyurmak için bedenlerini satmak zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla, “gönüllü fedakârlıklarda bulunarak planlı ekonominin kazanımlarıyla mutlu mesut yaşayan Kübalılar” söylemi, bu ülkenin egemen bürokrasisinin ve bu sınıfın destekçisi körleşmiş sosyalistlerin palavralarından ibarettir. Emekçi kitlelerin hali pür melâli böyleyken, Küba, diğer bürokratik diktatörlüklerin geçtiği yola çoktan beridir girmiş bulunmaktadır. 1992’de dış ticaret üzerindeki devlet tekelini kaldıran ve koşullu da olsa yabancı sermayeye ülkede yatırım izni veren Küba, bu tarihten itibaren kaçınılmaz yazgısını yaşamaya başlamıştır. Şimdilerde Venezuela ve Çin’in desteğiyle bir parça daha rahat nefes alır hale gelse de, bir proleter devrim gerçekleşmedikçe ve bu devrim de en azından Latin Amerika ülkelerindeki işçi devrimleriyle desteklenmedikçe, despotik-bürokratik Küba’nın varacağı nokta eninde sonunda kapitalizm olacaktır. Peki, Küba işçi sınıfını savunmanın yolu bu bürokratik diktatörlüğü savunmaktan mı geçmektedir? Sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun bu soruya evet yanıtını verdikleri açıktır. Oysa bu evet yanıtının bizzat Kübalı işçilerin ekonomik-sosyal-siyasal açıdan içinde bulundukları durumun devam etmesine verilmiş bir onay anlamına geldiğini ve bunun da proleter devrimci güçleri zayıflatarak geriye tek seçenek olarak kapitalist restorasyonu bırakacağını tarihsel deneyim bize en acı biçimde göstermiş bulunuyor. Tam da bu yüzden baştan söylemek gerekiyor ki, Küba işçi sınıfını savunmanın yolu, bürokrasinin sınıfsal egemenliği altındaki Küba devletini savunmaktan değil, onu bir proleter devrimle yıkmaktan ve sovyetlere dayalı bir işçi iktidarını demokratik temellerde inşa etmekten geçmektedir.
Küba bir işçi devleti değildir Her şeyden önce şunu bir kez daha vurgulayalım: Küba bir işçi devleti olmayıp, 1959 devrimini izleyen yıllarda bürokrasinin sınıf iktidarıyla şekillenmiş bir bürokratik diktatörlüktür. Araçları, yöntemleri ve dayandığı sınıfsal kesimler açısından Küba devrimi, küçük-burjuva bir önderliğin askeri hegemonyası altında gerçekleşmiş bir ulusal kurtuluş devrimiydi. İşçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmeyen bu devrim, doğal olarak burjuva devletin yerine sovyetlere dayalı bir işçi iktidarı da kuramamıştı. Akın Erensoy’un da ifade ettiği gibi, “Küba’daki devrimci önderlik, ne Marksist ne de işçi sınıfının devrimci öncüsünü temsil eden bir önderlikti. Küçük-burjuva önderliğin, verili konjonktürde burjuva dünyadan yalıtılarak sığınmak zorunda kaldığı SSCB limanından devşirdiği sözde Marksizm, gerçekte Stalinist ulusal kalkınma anlayışından baş-
marksist tutum
ka bir şey değildi. Tıpkı Çin’de olduğu gibi, devlet, başını ulusal kalkınmacı anlayışa sahip küçük-burjuva aydınların çektiği bir askeri-sivil elit tarafından bürokratik tarzda yeniden örgütlenmiş, devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve despotik bir tek parti diktatörlüğüne dayalı bir kalkınma anlayışı sosyalizm olarak yutturulmaya çalışılmıştır.” (Küba: Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe, www.marksist.com) Castro’nun “sosyalizmi” ilan ettiği 1961 Mayısından bu yana 47 yılı aşkın bir süre geçti ve bürokrasinin sınıfsal egemenliği bu süreç boyunca alabildiğine pekişti. Böylesi bir devletin, kimilerinin iddia ettiği gibi bürokrasinin reformlarıyla ya da işçilerin mevcut devlet aygıtını yıkmayıp ele geçirmekle yetinmelerine dayanan bir “politik devrimle” vb. gerçek bir işçi devletine dönüştürülebileceğini düşünmek, gerçeklerle ve Marksizmle bağdaşmamaktadır. Her şeyden önce bürokrasiye böyle bir ilericilik misyonu atfedenler, tarihe at gözlüğüyle bakmaya ve egemen sınıf katına yükselmiş bürokrasiyi işçi sınıfının bir parçası olarak görmeye devam etmektedirler. Dolayısıyla çözümü işçi sınıfının devrimci mücadelesinde değil bürokrasinin reformlarında aramakta ve bürokrasiye sunulan politik destekle olası bir işçi devriminin de önünü tıkamaktadırlar. Oysa Küba’da bir işçi devleti ancak ve ancak işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek bir devrim sayesinde sovyet tipi öz-örgütlülüklere dayanarak inşa edilebilir. Ne var ki böylesi bir devrimin yaşayabilmesi ve nihai amacı olan sınıfsız ve devletsiz topluma yani sosyalizme doğru ilerleyebilmesi için, tek ülkenin sınırları içerisinde sıkışıp kalmaması ve bir dünya devrimine evrilmesi zorunludur. Tüm bunlar bir yana, Küba gerçek bir işçi devleti olsaydı bile, mevcut sınırlara sıkışıp kalan bir işçi devrimi ve iktidarının uzun süre varlığını koruyabilmesi olanaksız olurdu. Elif Çağlı, “Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır adlı yazısında, bu gerçekliği şöyle dile getiriyor: “Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir.” (MT, Ağustos 2006) Küba’yı “sosyalist” olarak değerlendirenler, sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir dünya toplumu oluşunun yanı sıra bu gerçekliği de göz ardı ediyorlar ve kitlelerden tümüyle
35
marksist tutum
Eylül 2008 • sayı: 42 Bürokrasinin sınıf egemenliğini sözde Komünist Parti eliyle yürüttüğü Küba devleti, işçi sınıfının konsey (sovyet) tipi özörgütlülükler biçiminde örgütlendiği ve bu konseyler temelinde devlet iktidarını elinde bulundurduğu bir devlet değildir. Bürokrasinin kumandası altındaki partinin ve devletin yönetim ve işleyişine, her türlü demokratik aracı elinden alınmış işçi sınıfının müdahale edebilmesi söz konusu olamamaktadır.
soyut bir şekilde bekledikleri sonsuz devrimci inanç ve fedakârlığı, içte biriken çelişkilerin üstesinden gelmek için yeterli görüyorlar. Bunlar, Küba’nın içinde bulunduğu durumu tasvir ederken bazı gerçekleri dile getirmekten çekinmiyorlar. Ne var ki, “sosyalist” olarak ilan edilen bu ülkeyi, ileri kapitalist ülkelerle değil en yoksul ülkelerdeki emekçilerin durumuyla karşılaştırıyorlar. Örneğin son reform paketiyle geçmişte elektrik sıkıntısı nedeniyle kullanımı yasaklanmış bazı elektrikli ev aletlerinin ya da cep telefonlarının kullanımının serbest bırakılmasının nüfusun ezici bir çoğunluğunu oluşturan yoksul Kübalı emekçiler için pek bir şey ifade etmediği, çünkü bunları alacak paralarının olmadığı gerçeğini teslim ediyorlar. Ancak bunun devamını şu tür bir ifadeyle getirebiliyorlar: “Ama bu gerçek, yoksulluk içinde yaşayan dünyanın çok büyük bir kısmını da ilgilendiriyor. Onların başlıca endişeleri, bir DVD okuyucusu ya da bir mikrodalga fırını elde etmek değil, onların talepleri bugün Küba’da sıkıntı ve acısı yaşanmayan, sağlık ve eğitime ulaşabilmek, günde üç kez yemek yiyebilmektir.” Bilindiği gibi tam da bu mantıkla, bürokrasinin lüks içinde saltanat sürdüğü SSCB, Çin ve benzeri bürokratik diktatörlüklerde yüz milyonlarca işçi-emekçi büyük bir yoksunluklar dünyasında yaşamaya mahkûm edilmiş, yaşamını sürdürmenin asgari şartları olan karın tokluğu, iş garantisi, bedava eğitim ve sağlık olanağı büyük bir lütuf ve ayrıcalık olarak sunulmuş ve bunlar kitlelerin ekonomik ve sosyal tatmini için yeterli görülmüştü. Ancak söz konusu bürokratik diktatörlükler yıkılırken işçi sınıfının karşıt bir tepki göstermemesinde bu yoksunlukların çok büyük bir payı vardı. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim adlı kitabında SSCB’yi bekleyen tehlikelere değinirken, kapitalizmin ucuz mallarının askeri saldırılardan daha büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Askeri müdahale bir tehlikedir. Kapitalist ordunun yük
36
trenleriyle gelecek ucuz malların müdahalesi ise karşılaştırılamayacak kadar büyük bir tehlike olacaktır.” 1990’larda yaşanan çöküş bu tespiti doğrulamıştır ve 1917 Rusya’sındakinin aksine bir işçi devleti olarak değil daha baştan bürokratik diktatörlük olarak inşa edilen Küba da yıllardır aynı tehditle yüz yüzedir.
İşçi demokrasisi olmaksızın işçi devleti olamaz Çok açıktır ki, sosyalizm yoksulluğun değil kapitalizmle mukayese edilemeyecek denli artmış bir zenginliğin üretildiği ve paylaşıldığı bir toplumdur ve devrimci işçi sınıfı bu topluma ulaşmak için mücadele verir. Böylesi bir topluma giden yolda inşa edilecek işçi devletleri de, ancak ve ancak üretici güçlerin kapitalizmi aşan bir gelişmişlik düzeyine ulaşması ve yine onu aşan bir toplumsal zenginliği yaratabilmesi zemininde hedefe doğru yol alabilirler. Kuşkusuz bunda devletleştirilmiş ve planlı ekonomi olmazsa olmaz bir role sahiptir. Ne var ki, bu, işçi sınıfının demokratik planlamasına dayalı ve onun yönetiminde bir devletleştirme olmak zorundadır. Tersi, yani işçi sınıfının devre dışı bırakılarak iktidarın bürokrasi tarafından gasp edildiği ülkelerde yapılan bu tür uygulamalar, tarihsel örneklerin gösterdiği gibi, sosyalizme doğru ilerlemek bir yana, bu rejimlerin gerisin geri kapitalizme dönmelerinden başka bir şeye yol açamazlar. Küba’ya methiyeler düzüp onu sosyalizm olarak kutsayanlar, bu bürokratik diktatörlük altında işçi demokrasisinin kırıntısının dahi bulunmadığı gerçeğini de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Bürokrasinin sınıf egemenliğini sözde Komünist Parti eliyle yürüttüğü Küba devleti, işçi sınıfının konsey (sovyet) tipi öz-örgütlülükler biçiminde örgütlendiği ve bu konseyler temelinde devlet iktidarını elinde bulundurduğu bir devlet değildir. Bürokrasinin kumandası altındaki partinin ve devletin yönetim ve işleyişi-
Eylül 2008 • sayı: 42
ne, her türlü demokratik aracı elinden alınmış işçi sınıfının müdahale edebilmesi söz konusu olamamaktadır. İpleri mutlak biçimde elinde tutan bürokrasi, sınıfsal çıkarları doğrultusunda kimi zaman reformlara kimi zaman en koyu yasaklara başvururken, işçi sınıfı sadece seyirci pozisyonunda kalmaktadır. Her şey onun dışında gelişirken, ülkenin kaderine tümüyle bürokrasi yön vermektedir. Oysa bir işçi devleti işçi demokrasisi olmaksızın var olamaz. Marksizmin Işığında adlı eserinde Elif Çağlı, işçi devletinde iktidar ve demokrasi ilişkisini şu sözlerle dile getiriyor: “Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğmaması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. Yani Paris Komünü tipi önlemler, sadece eski bürokratik-askeri devlet cihazını yıkmak için değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizmanın geçirilmesi için de gereklidir. Kısacası, işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür.” (Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.148) Sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliği yerine bürokrasinin egemenliğine dayanan Küba’da, tam da bu yüzden, “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizma da bulunmamaktadır. Bunu bürokrasiden beklemekse devrimci Marksizmden de yaşanan tarihsel deneyimden de hiçbir şey anlamamış olmak demektir. Bunun da ötesinde, bürokrasiden, varlığını sür-
marksist tutum
dürebilmesinin yegâne garantisi olan bürokratik mekanizmayı kendi eliyle yıkmasını beklemek en hafif deyimiyle saflıktır. Bürokratik devleti en küçük aygıtlarına dek parçalayıp yerine demokratik temellere dayanan gerçek bir işçi devleti kurabilecek tek güç, enternasyonalist komünist bir önderlik altında örgütlenmiş bulunan devrimci proletaryadır. Daha baştan dünya devrimi perspektifiyle yola koyulacak bu devrimci güç, Elif Çağlı’nın hatırlattığı önlemler aracılığıyla “eski çirkefe dönüşü engelleyebilecek” tek güçtür aynı zamanda. Sözde Küba devriminin tarihsel kazanımlarını korumak adına bürokratik planlamayı ve bürokrasinin kolektif devlet mülkiyetini kutsayanlar, gerçeklerin üzerini bir sis ve hayal perdesiyle örtmeye çalışmaktadırlar. Küba işçi sınıfının gerçek çıkarları da bu perdenin altında ezilip kalmaya mahkûm edilmektedir. Ancak tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi tıpkı SSCB, Çin ve Doğu Bloku ülkelerinde olduğu gibi Küba’da da paramparça edecektir. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında adlı kitabını SSCB’nin halen ayakta olduğu 1991 yılında kaleme almış ve büyük bir öngörüyle bürokratik diktatörlüklerin yıkılmaya yazgılı olduklarını dile getirmişti. Çağlı kitabının son satırlarında şöyle diyordu: “İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, Rusya’da işçi sınıfının iktidarına son veren Stalinizm eliyle tamamen çarpıtıldı ve bürokrasinin düzeni uzun yıllar boyunca «sosyalizm» olarak teorize edildi. Böylece gerçeklerin yerini yalan almış ve gerçek yaşamdaki olumsuzlukların üstü bir sis ve hayal perdesiyle örtülmüştü. Yıllarca sosyalizmin üstünlüğü olarak sunulan şey, işte bu hayal perdesi olmuştu. Ve şimdi tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi paramparça etti. Bu yırtılış karşısında, olayın şokunu hâlâ atlatamayanlar, tüm dikkatlerini acı bile olsa gerçeğe çevirecekleri yerde, parçalanan hayal perdesine gözyaşı döküyorlar. Oysa bu devrimci bir tutum değildir. Dünyayı değiştirebilmek için, gerçeği, yalnızca gerçeği bilmeye ve somut gerçekler temelinde harekete geçmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım ki, devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır, en yararlı olan şey ise içten ve açık gerçektir.” Küba işçi sınıfının yaşamsal çıkarları için savunulması gereken tutum işte bu tutumdur. Gerçekleri açıkça ortaya koyarak, Kübalı işçilerin kıta işçi sınıfıyla birlikte inşa edecekleri bir Latin Amerika birleşik işçi sovyetleri iktidarı için enternasyonalist komünist mücadeleyi örgütlemek ve yükseltmenin sorumluluğu ise devrimci Marksistlere düşmektedir.
37
Gazap Üzümlerinden Gazap Fındıklarına Aylin Dinç
G
azap Üzümleri romanı, 1930’lu yıllar Amerika’sının ‘29 krizinden nasıl etkilendiğini, insanların normal giden yaşamlarının bir gün içinde nasıl birdenbire paramparça olduğunu, açlıktan kurtulmak için Kaliforniya eyaletinin meyve bahçelerini hayal ederek yola çıkışlarını anlatır. Kurtuluşu orada görürler. Aç kalmayacakları bir geleceğin hayaliyle yola çıkarlar, ama o uzun yol daha baştan bir kısmını yutar. Ölenlere üzülünür ama umut yolunda hayatta kalmaya bakılır. Ancak hayatta kalanlar ölümden beter bir yaşamın onları beklediğini bilmezler. Gittikleri yerlerde kapı dışarı edilirler, barındırılmazlar, içeri sokulmazlar şehir kapılarından. Onları bekleyen meyve bahçeleri de yoktur, zaten onlardan önce gelen binlerce aç işçi tarafından temizlenmiştir bahçe sahipleri için. Atılırlar uyuz bir köpek gibi her kapıdan. Kendileri gibi yola düşmüş, umuda hasret kalmış açlar ordusunun baraka kamplarında kendilerine bir yer bulurlar. Çocuklar aç köpek yavruları gibidir, sefalet kamplarına her yeni gelenin son kırıntılarına dikerler gözlerini. Oklahoma Amerika’nın doğusudur. Oradan gelen işçiler aşağılanır “köylü” diye, “geri” diye, “doğulu” diye. Daha düşük ücretlerle çalıştırılmak istenirler. Üzümlerini salkım salkım sıkıp içeceklerini düşündükleri Kaliforniya, her birinin kanını sıkıp sıkıp içecektir. Kaliforniya patronları bunu iştahla, bilerek yapar. Ama Kaliforniya’nın yerlileri bu işçileri gördükleri yerde dövmek, aşağılamak, kovmak için patronların oyunlarına gelip bu kandan paylarına düşeni içerler. Okuyanın, anlayanın içini ürperten bu roman, açlar ordusunu anlatır ve ne acıdır ki bugün de yaşanmaktadır anlattıkları aynı tüyler ürpertici şekilde. Açlar ordusu, açlığın kol gezdiği köylerinden kentlerinden cehennem yolcuğuna çıkar günlüğü 15 YTL için uzak diyarlara. Yolculuk için borç harç para bulunduktan sonra üstü açık kamyonlarda, çoluk-çocuk ve yanlarına aldıkları yumurtasından, etinden yararlanacakları hayvanlarıyla, yorgunluk, açlık ve bit içinde gidilir varılacak yere. Yolda saldırıya uğramak var, Kürt diye aşağılanmak, taşlanmak, dövülmek ve öldürülmek var. Terörist diye onlarca kere kimlik kontrollerinden, GBT taramalarından geçmek var. Tam kazasız belâsız geldim derken “ayak bastı”
38
parası, muhtarlara ödenen “deli dumrul” parası da cabası. Bol bol fındık yiyecektir çocuklar, avuç dolusu fındık. Ama öyle kolay değil o fındıkları yemek! Değil fındığın kendisini kabuğunu bile yedirtmezler adama. Her bir fındık gazap fındıklarıdır adeta. O fındıklar elleri çizecek, parçalayacak, belleri bükecek, güneşte kavuracak saatlerce tenleri, beyinleri. Ne için? Çocukların karınlarını doyurmayacak, yol paralarını bile karşılamayacak bir para için! Günde 15 YTL için. Kürt olmak, Amerika’da zenci olmaktır. Fındık hasadında Kürt olmak, gazap üzümlerinde üzümün suyunu seyreden, kamplara alınmayan, şehir girişlerinden kovulan yoksul Amerikan işçisi olmaktır. Naylon çadırları da yoktur artık, naylon çadırların bir araya gelmesinden korkar Ordu valisi. Havasız ve korkunç sıcak naylonlara kimse komşu olmasın, yalnızlıklarıyla, korkularıyla çalışsınlar ister Ordu valisi. Tuvalet, elektrik, su ihtiyaçlarını karşılamasınlar ister. Kürt olmaktan korksun, insan olduğunu anlamasın, 15 milyona razı olsun, hizaya gelsin diyedir tüm yapılanlar. Yaşadıkları naylon çadırlarda komşu yok, su yok, elektrik yok, tuvalet yok. Ama 24 saat “güvenlik” gerekçesiyle dolanan, onları taciz eden polis çok! Bu yıl Trabzon ve Ordu’da Kürt illerinden gelen tarım işçilerinin toplanma ve konaklanması yasaklandı. Her yıl fındık toplamak için gelen işçilere bu yıl barınma, toplanma ve konaklanma alanı oluşturulmayacağını, işçilerin bu
Eylül 2008 • sayı: 42
karara göre davranmak zorunda olduklarını açıkladı Ordu valisi. Çalışma karnesi olmayan işçiler kente sokulmaya-
Kuran Kursunda Patlama 1 Ağustos günü Konya’ya 160 kilometre uzaklıkta bir köyde, bir vakfa ait Kuran kursu binasında sabaha karşı 3:45 sıralarında bir patlama meydana geldi. 17 kız öğrenci bu kazada yaşamını yitirdi, 22 kişi ise ağır yaralandı. Medyadan sadece bu kadarını duyabildik. Konya’daki kızların aileleri ne hissetti, tepkileri neydi ya da neden hiç tepki vermediler, bunlara hiç değinilmedi. Ölen çocukların çoğu yoksul işçi çocuklarıydı. Mevsimlik tarım işçiliği ve hamallık yaparak ailesinin geçimini sağlayan ve Taşkent’in Balcılar beldesinde yaşayan altı çocuk babası Ahmet Özbağrıaçık, yaralı kızları ilköğretim 6. sınıf öğrencisi 13 yaşındaki Meryem ve lise 2. sınıf öğrencisi 16 yaşındaki Fatma’nın iki yıldır yazları Özel Boğaziçi Kız Yurdunda kaldığını belirtiyor. “Kızlarım burada Kuran eğitimi alıyordu. Yurda herhangi bir ücret ödemiyordum” diyor. Ölen çocukların yaşları 13-18 arasında. Kışın okuyabilmek için yazın Kuran kursuna katılmak zorundaydılar. Yani bunların hiçbiri zengin çocuğu değildi. 12 Eylül faşizmi bütün toplum üzerinde öylesine etkili oldu ki, aileler çocuklarının siyaset dışında her şeyi yapmasına razı geldiler. Çocuklarını kimi zaman denetlemek, kimi zaman da okutmak kaygısıyla cemaat, tarikat, Kuran kursu gibi örgütlenmelerin içine attılar. Aynı ideolojiyi destekleyen ve gençleri alıklaştırmaya çalışan sermaye devleti de tüm bunların önünü açtı. ‘80 öncesi mücadele deneyimi olan bir işçi ailesi okulun olmamasının ya da çocuğunu okutamamanın hesabını sorarken, bugün ortalama bir işçi ailesi parasız bir yurt bulduğu için şükreder hale gelmiş durumda. Aileler yurtta çocuğuna ne anlatıldığından habersiz. Gencecik, sorgulayan, merak eden, yaşamaya istekli zihinlere bu gibi yerlerde “cennet” vaat ediliyor. Aileler kimi zaman kapitalizmin pisliklerinden, uyuşturucudan, tinerden öylesine korkuyorlar ki, ev ev dolaşan ve onları ör-
marksist tutum
cak, kente gelmeden önce kimlikler GBT sorgulaması yapmak üzere polise verilecek ve çalışacakları yerler İl Ziraat Odasına bildirilecek! İşçilerin kent ve ilçe merkezlerine inmeleri de yasak. Birlikte geldikleri akrabalarından, komşularından, dostlarından ayrı bir şekilde yaşayacak olmaları yetmiyormuş gibi, her türlü ihtiyaçlarını karşılamaktan men edilmiş bir vebalı gibi davranmak zorundalar köle gibi çalıştıkları günler boyunca. Trabzon’da da benzer uygulamalar var. 2 milyar dolar döviz getiren fındığın büyük bir bölümünü toplayan 150-200 bin işçinin büyük çoğunluğu Kürt. Yerli işçiye 25 YTL verilirken, Kürt işçiler, çektikleri onca çilenin üstüne bir de ücretleri düşük tutularak çifte sömürüye maruz bırakılıyorlar. Yerli işçiler, eli sopalı Kaliforniya işçileri gibi, Ordu valisinin sopasıyla kapı dışarı ediyorlar, aşağılıyorlar, dövüyorlar ve öldürüyorlar Kürt kardeşlerini, Kürt diye, ücretleri düşürüyorlar diye! Ama bir araya gelemiyor, onları sömürenlerden hesap soramıyorlar. Oysa onlar birleşmedikçe gazap fındıklarının ve açlık ordusunun hikâyesi devam edecek. gütlemeye çalışan cemaatlere çocuklarını kurbanlık koyun gibi sunuyorlar. Sanki gerçekten bu iki uç dışında bir yaşam olamazmış gibi. Oysaki gençlerin bilgilenmeye, sorgulamaya ve yarın ne olacaklarını bilmeye ihtiyaçları var. Ancak işsizlikten, sınıflar arası farklılıktan kaynaklı belirsizlik, gençliği önce boşluğa, ardından hiçliğe sürüklüyor. Yalnızlaştırılan genç, kendini toplumdan soyutlayarak, bir avuç insana tutunarak “Allah korkusu” ile terbiye edilmeye ve coşkusu, enerjisi, geleceği denetim altına alınmaya çalışılıyor. Yaşıtları gibi neden oynamadığını, giyinmediğini, koşmadığını sormadığı gibi, yaşamı da yoksulluğu da kader olarak kabulleniyor. Uzun yıllar aldığı din eğitiminin ardından kendine uygun aynı cemaatin bir erkeği ile baş göz edilip, eşine koşulsuz boyun eğen bir kadın oluveriyor. Kadınlığı da gençliği gibi suskun ve buyruklara uygundur. Gençlerin, çocukların, yüz binlerce işçinin dinsel duygularını sömürenler, sermayedarlar ve onların cemaat ya da cemaat dışı örgütleridir. Diyanet’e bağlı kayıtlı kuran kursu sayısı 3859 iken kayıt dışı olanların sayısının 60 bin olduğu tahmin ediliyor. Ancak kapitalistler kendi kârına olmayan hiçbir şeye yatırım yapmazlar. Bunları açanların da Allah için değil kendi kârları için buraları açtıkları ortadadır. Ölen işçi çocukları içinse kader deyip geçiştiriverilir olup biter. Burjuva medya, gençler siyasetle ilgilendiklerinde, parasız eğitim, parasız sağlık istediklerinde, savaşa, evlerinin yıkılmasına karşı çıktıklarında beyinlerinin sosyalistlerce yıkandığını yazar, çizer. Oysa kapitalizm gençleri her gün kendi çıkarı temelinde iş cinayetlerinde, bazen bir cemaatin eteğinin altında, bazen de sokak ortasında öldürüyor. Hem de failinin bu kapitalistler ve onun devleti olduğunu gizleyerek. Burjuvazi gençleri ekmek için dualarla uyuturken, biz onların gözlerini açmaya ve mücadeleye katmaya devam etmeliyiz. Gerçek cennetin ancak yeryüzünde yaratılabileceğini öğretmeliyiz. 1 Mayıs Mahallesinden bir eğitim işçisi
39
DTÖ ve Emperyalist Tekellerin Tarım Kapışması 40
D
ünya Ticaret Örgütü’nün Temmuz ayında İsviçre’nin Cenevre kentinde gerçekleştirdiği serbest ticaret görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı. DTÖ zirvesinin sonuçsuz kalmasının üç temel nedeni var: tarımda uygulanan sübvansiyonlar, ithalat sınırlamaları üzerindeki anlaşmazlıklar ve yoksul ülkelerin anlaşmanın getireceği yükümlülüklerden muaf tutulmak istenmeleri. Üzerinde anlaşılamayan en önemli gündem maddesi de son dönemde emperyalistlerin kârlı bir alan olarak iştahını kabartan tarım sektörünün yeniden yapılandırılması oldu. Rekor kıran petrol fiyatları, küresel finans sektöründeki daralma, gelişmiş ülke ekonomilerindeki yavaşlama ve gıda fiyatlarındaki artışla karakterize olan kriz koşullarında çıkarları ayrışan kapitalistlerin ticaret politikalarında anlaşma sağlaması da mümkün olamadı. Diğer taraftan anlaşma sağlansa da sağlanmasa da emperyalist tekellerin çıkarlarını güden bu gibi kurumların, işçi ve emekçi sınıfların sömürüsünü artırmaktan ve onları ölüme mahkûm etmekten başka bir işlevi yoktur. Dünya Ticaret Örgütü, emperyalist devletlerin tüm dünyayı tepeden yöneten Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarının ardından sistemin üçüncü sacayağını oluşturmak üzere 1995 yılında kuruldu. 152 devletin üye olduğu bu kuruluşun amacı yabancı yatırımcılara sözde eşit muamele yapmak, ülke kayırmamak, sermayenin serbest dolaşımını sağlamak ve gümrük bariyerlerine ortak tarife getirmektir. Ancak DTÖ esas olarak emperyalist sermayenin dünya coğrafyasındaki dolaşımının önündeki engelleri kaldırma, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda gümrük bariyerleri dikme ve işçi ve emekçi sınıflara dönük saldırıları tüm dünyada ortaklaştırma işlevini üstlenmektedir. Uluslararası ticaretin kurallarını koyan DTÖ tarafsız bir kuruluş gibi görünse de,
Eylül 2008 • sayı: 42
emperyalist tekellerin çıkarına hizmet eden, esasen tekellerin aldığı kararları uygulayan taraflı bir kurumdur. Böyle bir kurumun dev tekelleri içinde barındıran ABD ve AB gibi emperyalist devletlerle, onlarla boy ölçüşemeyecek geri kapitalist ülkeler arasında tarafsız kalması da düşünülemez. DTÖ zirvesinde emperyalist ülkeler kurtlar sofrasındaki tarım pazarının bir santimetrekaresini dahi geri kapitalist ülkelere kaptırmayacaklarının sinyallerini verdi. Bunlar kendi ekonomileri için korumacı politikaları izlerken, geri ülkelere baskıcı neo-liberal politikaları dayatmaktan geri durmuyorlar. ABD ve AB başta olmak üzere emperyalist ülkeler geri kapitalist ülkelerin pazarlarını talan etmek için, özellikle sanayi ürünlerinin ithalatında uygulanan gümrük duvarlarını büyük ölçüde aşağı çekmelerini istiyorlar. Sıra kendilerine geldiğinde ise gümrük bariyerlerini indirme konusunda oldukça gönülsüz davranıyorlar. Bunun karşısında rekabet piyasasında kendilerine yer tutmaya çalışan daha geri kapitalist ülkeler de uluslararası pazarlarda tarım ürünlerini daha serbestçe satabilmeyi hedefliyorlar. Ancak amaçlarına ulaşabilmeleri için emperyalist ülkelerin kendi çiftçilerini koruma politikalarından vazgeçmeleri gerekiyor. Ama dünya emperyalizminin baş aktörü olan ABD, DTÖ zirvesinde, tarım alanındaki sübvansiyonları azaltmayacağını ve yalnızca yabancı pazarların Amerikan ürünlerine daha fazla açılmasını sağlayacak bir indirim anlaşmasını kabul edeceğini bildirdi. ABD’nin tarım sektöründeki üreticilerine desteği artıran yeni tarım yasası da, kendi pazarına yabancıları mümkün olduğunca sokmayacağının göstergesidir. Tarım politikasında en fazla korumacı davranan ülkelerden birisi olan Japonya da gümrük tarifeleri için bir tavan oranının belirlenmesine karşı çıkıyor. Emperyalistlerin tek amaçları geri ülkelerin tarım alanlarını kendileri için dikensiz gül bahçesine dönüştürmek iken, geri kapitalist ülkeler de kendi pazarlarını yaratmanın, pastadan ufak da olsa pay kapmanın telâşı içindeler. Emperyalist tekellerle rekabet edemeyen yerli kapitalistler, bu durumun faturasını sömürüyü daha da ağırlaştırarak işçi sınıfına çıkartıyorlar. Örneğin muz ticareti konusunda Latin Amerikalı üreticilerle, ithalatta eski sömürgelerini tercih ederek avantaj sağlayan Avrupa Birliği ülkeleri arasında büyük bir çekişme yaşanıyor. Ekvador gibi ülkeler daha geniş bir tarım anlaşmasının kabul edilmesinden önce muz sorununun çözülmesini istiyorlar. Özellikle EDEKA, REWE ve METRO gibi Alman tekelleri, Costa Rica ve Ekvador gibi muz ithal ettikleri ülkelerde taban fiyatlarını düşürerek işçileri korkunç çalışma koşullarına mahkûm ediyor. Bu ülkelerdeki muz ve ananas tarlalarında işçiler saati 75 sent karşılığında en az 12 saat çalışmak zorundalar. İşçilerin bir saatlik kazançları yarım kilo muz fiyatını dahi karşılamıyor. Yetişkin işçilerin sömürülmesi yetmezmiş gibi, tarlalarda çok düşük ücretlerle 30 bin çocuk işçi çalıştı-
marksist tutum
rılıyor. Üretimde son derece zehirli tarımsal ilaçlar kullanılması nedeniyle de işçilerin hayatları tehlike altında bulunuyor. Uçaklarla yapılan ilaçlamalar sırasında işçiler gökyüzünden yayılan bu zehrin altında alerji ve mide bulantısı içinde çalışmaya zorlanıyorlar. İşçilerin hiçbir hakkı bulunmazken, sendikalılaşmalarının önüne bin bir türlü engeller dikiliyor. Her gün yavaş yavaş ölüme terk edilen işçiler ve çiftçilerin öfkesi dinmek bilmiyor. 2003 yılında Güney Koreli köylü lideri Lee Kyang-hae, yoksul köylülerin DTÖ politikalarına duyduğu nefreti göstermek ve onların insanlık dışı uygulamalarını protesto etmek için DTÖ toplantısının yapıldığı Cancun zirvesinde “harakiri” yaparak kendi yaşamına son vermişti. Tarım sektöründe süren bu kıran kırana rekabet ve emperyalist tekellerin kendi kurallarını dayatması koşullarında özellikle geri ülkelerde işsizlik ve yoksulluk oranları çok daha fazla tırmanışa geçecektir. Bu rekabet yine işçi sınıfını vuracaktır. Dünya üzerinde 4,5 milyar insan yoksulluk ve sefalet koşullarında yaşamak zorunda. 850 milyon insan her gün aç uyuyor. Daha da yükselecek gıda fiyatları açlıktan ölen milyonların üstüne yeni milyonları ekleyecektir. Bu da yetmezmiş gibi emperyalist tekeller açlığa çözüm olarak Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar çalışması adı altında dünyayı dev tekellerin laboratuarları haline getirmek istiyorlar. Tarımda ve hayvancılıkta kullanılmak üzere laboratuarlarda üretilen insan sağlığına zararlı tohumlar ve hormonlar, Monsanto, DuPont, Syngenta, Dow, Archer Daniels Midland ve Cargill önderliğindeki birkaç dev şirket tarafından piyasaya sürülüyor. Perde arkasından DTÖ’nün tarım politikalarını şekillendiren bu dev tekellerin kararlarıyla DTÖ geri ülkelere tohum değiştirme politikalarını dayatıyor. ABD başkanı Bush, “Irak’ta, yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz” derken aslında başka bir gerçeği dile getiriyordu. ABD işgalin hemen ardından Irak’taki çiftçilere tohum saklamayı yasaklarken, genetik müdahaleye uğramış, kısırlaştırılmış tohumların her yıl alınmasını mecburi kılmıştı. Bir yanda Irak halkını bombalarla katlederken diğer tarafta hayatta kalanları ve gelecek kuşakları ne olduğu belli olmayan tohumlarla zehirlemeye devam ediyorlar. Kapitalizmin sınırsız kâr amaçlı uygulamaları devam ettiği sürece bizler kapitalistlerin çıkar oyunlarında kurban olmaya devam edeceğiz. Elif Çağlı’nın Çürüyen Kapitalizm adlı yazısında belirttiği gibi, “21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerle adeta kapitalizmin kıyamet çağına dönüşmüş durumda. Kapitalizm kendi haline bırakılırsa modern insanlığın yeni bir yüzyılı olmayacak. Ya kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve dünya üzerindeki insanları bir çöküşe sürükleyecek ya da işçi-emekçi kitleler onu yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği kendi elleriyle yaratacaklar. Başka seçenek yok, zaman daralıyor!”
D.Y.
41
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Kürt İllerindeki Ormanlar da Yanıyor, Haberiniz Var mı?
G
eçtiğimiz haftalarda Mersin ve Antalya’da, hektarlarca alanda çok sayıda ağaç ve canlının yanmasıyla sonuçlanan yangınlar gerçekleşmişti. Yangınların ortaya çıktığı bölgelere yakın oturan köylüler de ateşin ortasında kalmış, bazıları yaşamını yitirmişti. Ülkenin batısında başka yangınlar da meydana gelmiş, burjuva medyada yanan ağaçların sayısına, yangınların turizme ve ülke ekonomisine olan olumsuz etkilerine uzun uzun yer verilmişti. Bu yangınların bilinçsiz köylülerin yaktığı anızdan ya da sigara izmaritinden kaynaklandığı söylenerek “toplumsal duyarlılığın” arttırılması gerektiği sıkça vurgulanmıştı. Batı illerinde gerçekleşen bu yangınlara burjuva basın geniş yer ayırırken Kürt illerinde meydana gelen orman yangınlarına hiç yer verilmiyor. Bu bölgede çıkan yangınlar günler boyu sürdüğü halde müdahale edilmiyor, kendiliğinden sönünceye kadar yangın devam ediyor. Sadece Temmuz ayı içinde 20’den fazla yerde orman yangını çıktı, daha doğrusu çıkarıldı. Son günlerde askeri operasyonların artmasıyla birlikte Kürt illerinde orman yangınları daha sık meydana geliyor. Bingöl’e bağlı Doğanlı Köyünde askeri operasyonlarda atılan bombalarla orman yakıldı. Yine Bingöl’e bağlı Genç Jandarma Komutanlığından bir binbaşının köyün boşaltılması isteğine köylülerin karşı çıkmaları üzerine 15 Temmuzda helikopterden ateş açılarak yangın çıkarıldı. Orman Bölge Müdürlüğünün yangına müdahale etmesi ise engellendi. Ordunun tali-
Kaska Değil Kafaya Bak!
Ç
evik kuvvet polislerinin kasklarına numara uygulaması başlatıldı. İlk etapta 4 ilde (Sivas, Kocaeli, Kayseri ve Eskişehir) başlatılan uygulama ile, adına “orantısız güç” dedikleri uygulamaların önüne geçmek, şiddet uygulayan polislerin kimliğine ulaşabilmek hedefleniyor sözde. Son yıllarda polisin uyguladığı dizginsiz terör iyice ayyuka çıktı. Eylemlerde, sokakta, basın açıklamalarında kitlelere saldıran polis, gözünü kırpmadan silahını, kelepçesini ve copunu kullanmaktan geri durmuyor. İş o derece abartıldı ki polise yan gözle bakmak dahi suç oldu. Ne de olsa arkasında onu destekleyen, ileri iten bir polis devleti bulunuyor. Bir yandan AB standartları ve demokratikleşmeden dem vuran TC, diğer yandan bilumum polis gücünü güpegündüz hastanelere, sendikalara, parti binalarına ve evlere saldırtıyor. 1 Mayıs günü hiçbir polis boş durmadı. Gaz bombası atandan gazeteci dövene, parti binasına saldırandan sendika binasını basana, tam bir meydan savaşı yaşandı. Her olaydan sonra polisler sırra kadem bastı ve hiçbiri yaptıklarının hesabını vermeyerek ödüllendirilmiş oldular. Kaska verilen numaralarla artık yerde kadınlara tekme atan, saçından tutup yerde sürükleyen, tokat atan, elindeki copla işçilere, gençlere saldıran polisler tespit edilecekmiş. Oysa istense daha evvel de rahatlıkla bulunacak bu polisler
42
matıyla Kürt illerindeki ormanlarda “seyreltme” yapılması isteniyor. Köylülerin karşı çıkması nedeniyle kesimin yapılmadığı yerler bomba atılarak asker usulü seyreltiliyor! Orman yangınlarına karşı burjuva medyanın ilgisi Kürt illerindeki ormanlar söz konusu olunca birden yok oluyor. Çünkü bu ormanlar medyaya göre gerillaları gizliyor, öyleyse yakılması gerekiyor! Köylülerse onları besliyor, öyleyse yerinden sürülmeli, tarlaları yakılmalı, hayvanları öldürülmeli! Onlara göre Kürt halkının bölgede yaşamını sürdürmesine yarayacak ne varsa yok edilmeli. Kuruluşundan bu yana TC devleti, “bölgede Kürt kalmazsa Kürt sorunu da kendiliğinden çözülür” anlayışıyla hareket etti. Buna rağmen bu yolda bir arpa boyu yol almış değil. Bir yandan geçmiş yıllarda göçe zorladığı Kürtlere “köyünüze geri dönün” çağrıları yaparken, öte yandan ormanları ateşe vererek bölgede yaşamı iyice olanaksızlaştırıyor. Burjuva medyanın duyargaları da devletin geleneksel anlayışıyla tam bir uyum içinde! Bölgede Kürt halkına karşı yapılan uygulamaları, ormanların yakılmasını görmezden gelmeye devam ediyor. İnsani duyarlılığın sınırlarını burjuva egemenliği altında bu sınıfın çıkarları belirliyor. Bu mantığa göre, batıda uğruna gözyaşı dökülen ormanlar korunmalı iken, doğuda asimile olmayı reddeden Kürtleri hizaya getirmek için yakılmalı! Burjuva riyakârlık işte bu kadar açık bir şekilde sergileniyor. İstanbul Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
bugüne dek bulunmayıp korundu. Tıpkı katillerle kahramanlık pozu veren, karakolda adam öldüren, işkence ve tecavüz suçu işleyen polislerin korunup kollandığı gibi. Sermaye düzeninden kendi suçlarını itiraf etmesi ve katillerini ifşa etmesi beklenemez. Onları suçüstü yakalayıp cezasını verecek olan güç örgütlü işçi sınıfıdır. Ancak sınıfın örgütlü gücü polis terörüne son verebilir. Kaska yazılacak numaraya değil, o kaskları taşıtan ve taşıyan kafaların içine bakmak gerekiyor. Göstermelik makyajlarla hiçbirimizin can güvenliği sağlanmış olmayacak. Çünkü polisin uyguladığı şiddet bireysel tepkilere dayanmıyor. Sermaye sınıfının çıkarlarını korumak ve başkaldırıyı engellemek hedefleniyor. Tek tek ağaçlardan ormanı göremeyenlere de kask numaraları ile polis terörünün önüne geçileceğine inanmak kalıyor. Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Özelleştirme Saldırısı Devam Ediyor D
ünyada 80’li yıllardan itibaren hızla yayılan neoliberal uygulamalar Türkiye’de de gecikmeksizin uygulamaya konulmuştu. 12 Eylül faşizmi sayesinde önce işçi sınıfının devrimci mücadelesi ezilerek burjuvazi için adeta dikensiz gül bahçesi yaratılmış, ardından da tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu neoliberal politikalar eliyle işçi sınıfının kazanımları tırpanlanmaya başlanmıştı. Bu tarihler, aynı zamanda özelleştirme furyasının da başladığı yıllardı. Özelleştirme adı altında işçi sınıfının kazanımlarına ve haklarına dönük yürütülen saldırılar, Türkiye gibi sanayileşmenin devlet eliyle yaratıldığı ülkelerde daha özel bir önem kazanmaktadır. TC’nin kuruluş yıllarından itibaren, sermaye yatırımı açısından büyük riskler taşıyan birçok alanda devlete ait Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) olarak adlandırılan büyük fabrika ve işletmeler kurulmuştur. KİT’ler uzun yıllar boyunca ekonomik alanda belirleyici olmuş, sermayenin önünü açmış, altyapı ve ulaşım gibi sorunların çözülmesini sağlamış ve nihayet kâra geçmeye başlamıştı. ‘80 sonrası Özal’la başlayan süreçle birlikte ise türlü ayak oyunları ve kapışmalarla karakterize olan bir biçimde özelleştirmeler başlamış ve KİT’ler sermayeye peşkeş çekilmeye başlanmıştı. Bu özelleştirme furyası, işçi sınıfının mücadelesinin bastırıldığı ve ardından geriletildiği 90’lar boyunca da hız kesilmeden devam ettirildi. Uzun bir süredir devam eden özelleştirme listesi yenileri eklenerek uzuyor. İsdemir, Erdemir, Tüpraş, Petrol Ofisi, Havaş, Sümerbank, Seka, Orüs, Et ve Balık Kurumu, Petkim, Telekom, Tekel vb. arka arkaya özelleştirildi. Bunlar ve bunlara bağlı 70’in üzerinde kuruluş özel sektöre devredildi. Kısa bir süre önce de elektrik dağıtımında Türkiye’nin iki büyük işletmesi olan Bedaş (Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş.) ve Sedaş (Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş.) özelleştirildi. Birisi Türkiye’nin en büyük burjuvalarından Sabancı ailesinin de içinde bulunduğu bir gruba, diğeri de “Akcez ortak girişim grubu” adıyla ihaleye giren kapitalistlere satılmış oldu. Özelleştirmeler sonrasında, bu işletmelerdeki binlerce işçi, çok zaman geçmeden ya işsizlik belâsıyla ya da ücretlerin düşürülmesi benzeri saldırılarla karşı karşıya kaldı. Kapitalist patronlar hızla bu işyerlerindeki sendikal örgütlülükleri dağıtmak üzere harekete geçtiler. O güne kadar korunabilmiş sosyal hak ve güvencelere karşı taarruz başlattılar. Eski işçilere dönük emekliliğe zorlama, sürgün niteliğinde yer değiştirme, taşeronda çalışmak zorunda bırakma gibi uygulamalar özelleştirmelerin sonuçları olarak hızla yaygınlaşmaya başladı. 1989 ile 2006 yılları arasında özelleştirilen 70 şirket ve kurumdan 21 bin 676 işçi işten çıkartıldı ve bir kısmı da hiçbir iş güvencesi olmaksızın, sendikasız, tazminatsız yılın 10 ayı ile sınırlı, düşük ücretli olarak çalıştırılmak üzere 4-C statüsüne kaydırıldı. Türk-İş’in hazırladığı özelleştirme raporuna göre 1999 verileri itibariyle sendikal örgütlülük düzeyi %72 oranında gerilemiş. Bugüne kadar özelleştirilen bu işletmelerde hayata geçen saldırılara karşı 7 bin
400 dava açılmış ve bu davaların 4 binden fazlası hâlâ sonuçlanmamış. Özelleştirilen işletmelerde uzun yıllar çalışmış binlerce işçinin hayatında çok şey değişti. 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle ezilmeden önce Türkiye işçi sınıfının güçlü bir mücadelesi vardı. Bu mücadelelerin sonucu elde edilen birçok ekonomik ve sosyal kazanımlar sayesinde özellikle KİT’lerde çalışan işçilerin özel sektöre göre çalışma ve yaşam koşulları daha iyiydi. Ücretleri ve yaşam standartları görece daha yüksekti. Bu fark genel olarak işçi sınıfına yönelik saldırılarla ve kazanımların hızla tırpanlanmasıyla büyük oranda zaten ortadan kaldırıldı. Ancak devlet işletmeleri hâlâ “iş güvenceli çalışma” nedeniyle tercih sebebiydi. Ne var ki özelleştirme politikalarıyla bu “ayrıcalık” da ortadan kalktı ve binlerce işçi işsizlik tehdidiyle yüz yüze geldi. Yine Türk-İş’in hazırladığı “özelleştirme sonucu işsiz kalanların ekonomik ve sosyal profili” konulu bir anketin sonuçları bu açıdan oldukça dikkat çekici. Bu anketin sonuçlarına göre işçiler ağır ruhsal ve sosyal çöküntü yaşıyorlar. %90,6’sının ailesiyle ilişkileri ve düzeninin bozulduğu, %70,6’sının çaresizlik ve çöküntü duyguları içinde olduğu, %78,6’sının sosyal dışlanma hissi yaşadığı, %41,9’unun yaşamayı anlamsız bulduğu yani yaşamla bağının büyük oranda zayıfladığı tespit edilmiş. Büyük kısmının bir psikologun desteğine ihtiyaç duyar hale geldiği yine aynı anket sonuçlarında belirtilmiş. Özelleştirme sonucu işsiz kalanların %86,3’ü 35-44 yaş arasında ve %96,7’sinin bakmak zorunda olduğu bir ailesi var. Bu anket 2004 yılında yapılmıştı, aradan geçen dört yılda bu işsizler ordusu ve yaşanan bu tablo daha da büyüdü. Daha geçtiğimiz günlerde özelleştirme mağduru bir işçi kardeşimiz intihar ederek hayatına son verdi. Cevizli Tekel İşletmesinde çalışan ve özelleştirme sonrasında bölümü değiştirilip ücreti düşürülen 35 yaşındaki İmam Bulak, işini kaybetme korkusuyla bunalıma girerek yaşamına son verdi. İşsizler ordusu sadece Türkiye’de değil dünyada büyümeye devam ediyor. Burjuvazinin bu saldırıları karşısında ne yazık ki işçi sınıfı yeterince örgütlü değil. Her geçen gün biraz daha çeşitlenerek artan saldırılara karşı öfke ve kızgınlık artsa da güçlü bir mücadele hattı henüz yaratılamadı. Sadece devlet işletmelerinde değil özel sektörde de aynı nedenlerle burjuvazinin saldırıları geriletilebilmiş değil. İşçi sınıfının kendi kazanımları ve çıkarları için vereceği mücadele onu her zaman burjuvaziyle karşı karşıya getirmiştir. İşçiler tek tek fabrika vb. sahibi kapitalistlerle ya da devlet olarak örgütlenmiş burjuvaziyle karşı karşıya gelmek ve ona karşı kendi çıkarlarının kavgasını vermek zorundadır. Bu kavga da ancak, sınıfın çıkarları söz konusu olduğunda burjuvaziyle uzlaşmayacak militan bir örgütlülükle kazanılabilir. Bugün de tüm diğer işletmelerde olduğu gibi özelleştirilen işletmelerde de militan bir mücadele hattı yaratılmak zorunda. Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi
43
marksist tutum
T
Suni Teneffüs Yetmez ki!
ersane işçileri bir kez daha ölümle sarsıldılar. Onlar yetmedi şimdi yüzlerle ifade ediliyor ölümler. Damla damla denize düşen işçilerden kan deryaları oluşuyor. Kan emici sermaye sınıfı ise daha fazla kâr etme yarışında. Bu kan deryası sömürü yok edilmeden kurumayacak. 11 Ağustos Pazartesi günü Gisan tersanesinde 16 işçi test için filikaya bindirildi. Filika vinçle denize bırakılırken o anda halatlardan biri koptu ve filika sulara gömüldü. Tersane işçileri 20 dakika boyunca filika içinde ölümle boğuştular. Kazayı fark eden işçiler denize atlayıp yardıma koşmasaydı 3 değil 16 işçinin tümü katledilmiş olacaktı. Gisan tersanesi önünde işçilerle konuşmaya, acılarına ortak olmaya gittim. Salı sabahı erken saatlerde işçiler tersane kapısı önünde toplanıyorlardı. Gelen işçiler tersaneye alınmadılar. Evlerine dönmeleri söylendiği halde tersane işçileri öbek öbek bekliyorlardı. Aralarında sohbet etmelerine rağmen hiçbirinin gözleri bir an olsun tersanenin ortasındaki filikadan ayrılmıyordu. Sessizce, arkadaşlarının ölümünün suçlusunu arıyorlardı. Tersanenin içindeki filika korkuluklarla çevrelenmiş. Tersanede hummalı bir çalışma var. Yollar temizleniyor, alet edevat düzenleniyor ve demir saçlar istifleniyor. Bir işçi “etrafı temizliyorlar” diyor. Birazdan savcı, vali gibi birileri gelecek. Onlar gelmeden etraf bir güzel temizleniyor. Deliller yok ediliyor. Alışkanlıkla tersane girişene giden işçilere “bugün çalışma yok, evinize gidin deniliyor”. Fakat işçiler yolun karşısındaki kaldırıma çıkıyor ve tersaneye doğru dalgın bakmaya devam ediyorlar. Bir işçi “kazayı rüyamda gördüm” diyor. Dün çığlıklar içinde uyandım ve işe gelmeye korktum. Nitekim akşam haberlerini izlediğimde arkadaşlarımın öldüğünü öğrendim. Orta yaşlı bir işçi cevaplayan olur mu diye aldırmadan “insan kobay olarak kullanılır mı” diye soruyor. Hayvanlara reva görülmeyeni biz işçilere uyguluyorlar. İnsan, kum torbası yerine konulur mu? Hâlâ şaşkın hâlâ dehşet içinde. Gisan tersanesinde kimi işçiye göre 600, kimisine göre 1000 işçi çalışıyor. Büyük çoğunluğu taşeron firmalarda çalışıyor. Örgütlü bağlar koptuğundan işçiler
44
Eylül 2008 • sayı: 42
birbirini tanımayacak hale gelmiş. Daha önce ölen olmadı diyor bir işçi. Sonra ekliyor: “ölenlerden biri genç bir mühendismiş”. İnanamıyor mühendis bir işçinin öldüğüne. Okumuş fakat aynı kaderi paylaşmıştı genç mühendis onlarla. Grevlere veya eylemlere katıldınız mı diye soruyorum. Hayır diyorlar. “Biz o eylemlere katılmaya korkuyoruz, hep olaylar oluyor.” Gözlerim etrafımızı saran polislere kayıyor. Kapkara elbiseleri ve silahlarıyla kara bulutları andırıyorlar. “Fakat mücadele etmeden, birleşmeden hiçbir şeyi başaramayız” diyorum. İşçilerin gözlerindeki ölüm korkusu işsizlik, hapislik ve polisin varlığıyla kat kat artıyor. Çalışma koşulları ve ücretlerinden konuşuyoruz. Kaç yıldır sigortasız ve düşük ücretlerle çalıştıklarından yakınıyorlar. Günlük yevmiye en fazla 40 lira. Üç insan eşittir 120 lira. Her şeyin bir fiyatı var kapitalizmde. En ucuzu işçi hayatı. Bazı işçilerin dikkatini iki tersane sonraki beyaz, yeşil balonlar çekiyor. “Tören var” diyor bir işçi. Ölen işçilerin cenaze töreni değil, yeni bir geminin denize indirilmesi töreni. Servetlerin ve sefaletin yana yana geldiği törenler oluyor aynı gün. Burjuvazinin düğünü işçilerin cenazesi aynı gün aynı saatte yaşanıyor. Bir işçiye, doktoru, ilk yardımı soruyorum. Sağlık odası var ama doktor yok diyor. Ölen, yaralanan işçilere sadece suni teneffüs yapıldı diyor. Sonra sık sık “suni teneffüs yetmez ki” diye tekrarlıyor. Son işçi de tersanenin önünden ayrılıyor. Ben de onların peşinden yürüyorum ve düşünüyorum. Patronlar sınıfına can, kan ve nefes veren işçi sınıfı, hayatı karşılığında sadece suni teneffüs alıyor. Posamız çıkana kadar verilen emek sonrası aldığımız suni teneffüs ile ölüme terk ediliyoruz. Sağ olan, canlı olan ne varsa kapitalizme hayat veriyor. Fakat sermaye düzeni değil mi hayat damarlarımızı kurutan? Kendimizi, sınıfımızı, geleceğimizi ve insanlığı kurtarmak için suni teneffüs yetmez. Bize lazım gelen sınıfımızın örgütlü gücünü tek nefeste birleştirmektir. Canımıza can katacak olan örgütlü gücümüzdür. Yılana değil örgütlü mücadelemize sarılmanın tam vaktidir. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Ucuz İşgücü: Stajyer İşçilik Ü
niversiteler, meslek liseleri eğitim programlarına “zorunlu staj eğitimi”ni alıyorlar. Bununla sözde amaçlanan ise teoride öğretilenleri, öğrencilerin pratikte uygulayarak mesleğe hazır hale gelmesidir. Meslek lisesi öğrencileri, haftanın belli günleri okulla birlikte kendi bölümleriyle alakalı sektörlerde stajyer işçilik yaparken, üniversite öğrencileri için ise zorunlu yaz stajları var. Bu zorunlu stajlarla birlikte öğrenciler işçileşmeye başlarken, sosyal haklardan yararlanmak bir yana ücret dahi alamazlar. Patronlar bu durumdan gayet memnunlar. Çünkü yasalar da patronların çıkarına hizmet etmektedir. Yasalarda üniversite öğrencisi stajyerlere herhangi bir ücret ödeme zorunluluğu yoktur, patronların keyfine bırakılmıştır. Meslek lisesi öğrenci stajyerlere ise asgari ücretin üçte birini ödeme zorunluluğu vardır ve sigorta primleri asgari ücretin yüzde 50’si üzerinden devlet tarafından ödenir. Böylece patronlar bu yükten de kurtarılmış olunur. Üniversite öğrencisi stajyerlerin ise sigorta primleri ne devlet tarafından, ne de patronlar tarafından ödenir. Herhangi bir iş kazası durumunda ise üniversite öğrencisi stajyerler kayıtlara geçmezler ve her türlü sağlık harcamalarını da kendileri karşılamak zorunda bırakılırlar. Tüm bunlar patronların ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaları için bir fırsattır. İşte bu yüzden de patronlar ekstradan işçi almak ve ücret ödemek yerine, gözlerini firmalarına başvuracak stajyer öğrencilere dikerler. Patronlar ücretli çalıştıracağı işçiye yaptıracağı her işi stajyerlere yaptırarak maliyeti alabildiğine düşürürler. Bir taraftan dışarıda işsiz sayısı alabildiğine artarken, diğer yandan sözüm ona iş öğrenmeye giden öğrencilere kendi bölümleriyle alakasız bölümlerde, angarya işler yaptırılır. Tüm bunlar da “pratik iş eğitimi” adı altında meşrulaştırılır. Stajyer öğrenciler ise tüm bu sömürü koşullarına, angarya işlere, staj sonunda dolduracakları staj raporuna iyi bir not verilmesi ya da mezun olduktan sonra iyi bir iş bulma hayaliyle ses çıkarmadan katlanırlar. Ben de bir üniversite öğrencisiyim ve bizim de eğitim programımızda 60 işgünü zorunlu staj süresi bulunuyor. Ben de bu zorunlu stajı tamamlamak için şu an metal sektöründe bir fabrikada stajyer öğrenci olarak çalışıyorum. Yukarda belirttiğim sorunları ben de stajyer bir işçi olarak yaşıyorum. Ama ben daha “şanslı” sayılırım. Üniversite öğrencisi stajyerlere verilme zorunluluğu olmayan asgari ücretin üçte birini alabiliyorum. Tehlikeli bir sektör olmasına ve iş kazalarının yoğun yaşanmasına rağmen benim de sigortam yok. Patronun temsilcisi olan insan kaynaklarıyla sigorta ödenmemesi durumunu konuştuğumda, patronun stajyerlerin sigortasının yatırılmamasını söylediğini ve herhangi bir iş kazası durumunda ise okulun sorumlu olduğunu, kendilerinin sorumlu olmadığını söylemişti. Ayrıca iş kazası riskini azaltmak için ise beni ellerinden geldiğince üretim sahasından uzak tutmaya çalışıyorlar. Oysaki benim kendi işimi öğrenmem için büro yerine üretimde, laboratuarda olmam gerekir. Bu staj vesilesiyle bu düzenin yasalarının kimlere hiz-
met ettiğini ve patronların biz işçilere hangi gözle baktıklarını bir kez daha gördüm. Patronlar için önemli olan işlerinin halledilmesi ve sermayelerine sermaye katılmasıyken, okuduğumuz burjuva eğitim kurumlarının asıl derdi, patronlar sınıfına en iyi şekilde hizmetkârlık edecek kalifiye işçiler (mühendisler, teknisyenler, doktorlar, hemşireler, öğretmenler…) yaratmak ve onları olası düzen karşıtı fikirlerden olabildiğince uzak tutup, küçük-burjuva boş hayallerin peşinden koşturmaktır. Ne yazık ki bugün egemen olan burjuva ideolojisinin peşine binlerce öğrenci arkadaşımız takılıyor. Kendisini üretimde çalışan işçi arkadaşımızdan uzakta görüp, mezun olduğunda “iyi” koşullarda çalışacağı, “iyi” bir ücret alacağı hayaliyle mevcut duruma boyun eğiyor. Patronların biz işçilerin birlikte hareket etmesinin önüne geçmek için empoze ettiği beyaz yakalı, mavi yakalı gibi ayrımlara kapılıp, kendisini işçi olarak görmeyebiliyor. Oysaki bizler patronların işçileri bölüp parçalama tuzağına düşmeksizin, kendi sınıf çıkarlarımız doğrultusunda bu kapitalist düzeni yıkmak için mücadeleye atıldığımızda gerçek anlamda güzel bir gelecek yaratabiliriz. Aksi takdirde bizleri hiç de güzel günler beklemiyor. metal sektöründen bir öğrenci-işçi
Kır Zincirleri! Merhaba Marksist Tutum okurları, Öncelikle derginin üstünde durmak istiyorum. Marksist Tutum dergisi biz gençlerin bilincini aydınlatıyor. Hayata başka bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Dergide yayımlanan güncel haberler o kadar doğru bir şekilde veriliyor ki; bu da bizi dergiye bağlayan etken oluyor. Burjuvazinin gözünü kâr hırsı bürümüş. Acımasızca saldırıyor, bu da insanlığı kendi hayatları üstüne kumar oynamaya zorluyor. Daha geçenlerde başlayan Rusya-Gürcistan savaşı buna iyi bir örnektir. Bu savaş haksız bir emperyalist savaştan başka bir şey değildir. Bir bölge için başlayan bu savaşta hiçbir suçu olmayan binlerce insan ölüyor. AB ve NATO da o bölgedeki petrol hatlarına zarar gelmemesi için Rusya’ya karşı ateşkes çağrısında bulunuyor. Buradan da görüyoruz ki herkes kendi çıkarlarının peşinde, orada ölen insanlar kimsenin umurunda değil. Yine bir örnek vereceğim, geçende bir tersanede filikaların denenmesi için filikalara kum torbaları yerine işçiler bindiriliyor ve sonuçta üç işçi boğularak ölüyor, on üçü de yaralanarak kurtuluyor. Bu nasıl bir insanlık? Ama bir gün gelecek bu vahşet bitecek, burjuvazi korkuyu iliklerine kadar hissedecek. Elbet bir gün güneş işçi sınıfı için doğacak. Ama tüm bunların olabilmesi için insanların kendilerini Marksizmin teorisiyle donatması gerekiyor. Haydi dostlar verelim el ele, örgütlenerek yıkalım kapitalizmi! Kıralım bizi bağlayan zincirleri! Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci
45
Eylül 2008 • sayı: 42
marksist tutum
Ö
ÖSS Kandırmacası
SS sınav sonuçları açıklandı ve öğrenciler büyük umutlarla üniversite seçimlerini yaptılar. Bütün bir yıl boyunca öğrenciler hep ders çalıştı. Hemen hemen hepsinin hiçbir sosyal aktiviteye katılamadığını söyleyebiliriz. Ev, okul ve dershane üçlüsü arasında mekik dokuyan öğrencilerin kimisi strese girdi, kimi depresyona girdi ve kendi kişiliklerini kaybederek adeta birer robot haline geldiler. Çünkü öğrenciler için burjuvazi tek kurtuluş yolu olarak ÖSS’yi gösteriyor. Başka bir kurtuluş yolu bulamayan gençler bu yolda heba oluyor. Şimdi ise yeni bir sınav sistemiyle karşı karşıyayız. Bu sistemi öne sürmelerinin nedeni öğrencileri psikolojik olarak rahatlatmak ve dershaneleri kaldırmak olarak gösteriliyor. ÖSS rezilliğini bir yıl çekmelerine rağmen bu bir yılda yaşadıklarından dolayı öğrencilerin çoğu bunalıma giriyor. Şimdi ise bu bir yıllık çile üç yıla çıkacak. Yani öğrencilerin sırtına binen yük üç katına çıkacak. Yeni sisteme göre öğrenciler lise 2’den itibaren her yıl sınava girecek. Ama bu yeni sistem sadece ÖSS’yle sınırlı kalmıyor. OKS’de bu yıl uygulanmaya başlanan yeni sistemde ise öğrenciler 6. sınıftan itibaren her yıl sınava girecekler. İki sınavı birleştirdiğimiz zaman ortaya çok korkunç bir manzara çıkıyor. Daha önceden sınav stresini 8. sınıfta ve lise son sınıflarda çeken öğrenciler, yeni sistemle bunu bütün öğrencilik hayatları boyunca çekecekler. Yani 7 yıl boyunca hayatları hep sınavlarla geçecek. Böyle bir sistemde öğrencilerin ders dışında bir şeylere vakit bulmaları mümkün olabilir mi diye düşünüyorum. Ama hiçbir şey bulamıyorum. Çocuklar birer robot gibi yetişecek ve etraflarında olan bitenlerin farkına varamayacaklar. Kendilerine karşı yapılan haksızlıklara karşı koyamayacaklar. Yani yine burjuvazi kendine göre insanları yetiştirmeye devam ediyor. Yeni sistemin diğer palavrası ise dershanelere giden öğrencilerin sayısının azalacağı. Ama bu sistem dershanelerin önünü daha da açacak bir sistemdir. Geçtiğimiz yıllarda sadece sınav döneminde dershaneye giden öğrenciler şimdi her yıl gitmek zorunda kalacaklar. Çünkü sistem dershaneye gidemeyen öğrencileri bir şekilde saf dışı bırakmayı başarıyor. Bunu gören aileler ise akın akın dershanelere koşuyor. Dershane ve özel ders sektöründe önümüzdeki yıllarda patlama olacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu kadar çok öğrenciyi karşısında görecek olan dershane patronları istedikleri gibi fiyatlara zam yapabilecekler. Yani kısacası ailelere şunu diyecekler: “Paranız yoksa okutmayın kardeşim. Gitsin bir işte çalışsın, sizin çocuğunuz için en iyisi budur.” Tabii çocuklarının okumamasına razı olmayan aileler çeşitli yerlerden paralar bulmaya çalışacak. Dershane mağduru ailelerin ilk aklına gelecek yer ise bankalardan kredi çekmek olacaktır. Ve bu sistem sadece ders-
46
hane patronlarının değil, bankaların da önünü daha da açacak bir sistem olacaktır. Ama çoğu aile bu parayı bulamayacak ve çocuklarının okuma hakkı olamayacak. Yeni sistemin çarpıklıklarından bahsettim. Şimdi de biraz insanlar üzerindeki etkilerinden söz etmek istiyorum. Acaba öğrenciler ve aileleri bu sistemi nasıl karşılıyorlar? Dershaneler kaldırılacak ve öğrencilerin üniversitelere girmeleri kolaylaşacak diye yutturulmaya çalışılan bu sistem birçok öğrenci ve ailenin ilk zamanlarda kulaklarına çok hoş gelebiliyor. Yeni sistem eski sistemden sıkılan ve bu sisteme yavaş yavaş isyan etmeye başlayan öğrencileri de bir süre de olsa uyutmak amacı taşıyor. Yani burjuvazinin işi birkaç yıl daha kolaylaşıyor. Burjuvazi sınav sistemini birkaç yılda bir değiştirip kendisine karşı ayaklanmanın da önünü kapatıyor. Ve bu yeni sınav sistemlerini duyan öğrenciler devrimci yolu seçmek yerine yeni sınav sisteminin pisliğinde kaybolup gidiyorlar. Sınavı kazansalar da kazanmasalar da içlerinde bu sistemin çarpıklıklarının farkına varanlar var. Ancak yapacak bir şey olmadığını düşünen gençler kendi kendilerine hayıflanıp durmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Geriye dönüp baktıklarında kaybolan yıllardan başka bir şey göremeyen gençler, kapitalizmin çürümüşlüğünde debelenip duruyorlar. Ve ulaşmak istedikleri hedefin yalan olduğunun farkına varıyorlar. İşçi olarak doğan bu gençler büyüdüklerinde gerçekten de işçi sınıfının birer neferi olduklarının farkına varıyorlar. Ve hayatlarını devam ettirebilmek için burjuvazinin ücretli köleleri oluyorlar. Kapitalizm ve pislikleriyle mücadele etmek mümkündür. Gençlerin içindeki öfkenin doğru yere yönlendirilmesi gerekiyor. Milyonlarca gencin bu yolda heba olmasına seyirci kalınamaz. Her gencin içinde bir isyan ateşi vardır ama önemli olan bu ateşi doğru yere yönlendirmektir. Bu yer ise Marksizmden başka bir yol değildir. Gençlerin kendilerini yeniden bulabilmeleri için Marksizmle tanışıp devrimci mücadeleye atılmaları gerekiyor. Gençler ancak Marksizmle tanıştıktan sonra bu sistemin çarpıklıklarının farkına varabilirler. Ve içlerindeki isyan ateşiyle birlikte kapitalizme karşı devrimci bir başkaldırı gerçekleştirebilirler. Ama genç işçilerin veya öğrencilerin çıkarları kesinlikle proletaryadan bağımsız değildir. Kapitalizm ve onun pisliklerine karşı koyacak gerçek güç ancak ve ancak proletaryadır. Bu dünyayı var eden işçiler ama sefasını süren bir avuç sömürücü. Dünyayı döndüren işçilerin elleridir ve yine kendi elleriyle dünyadaki bu sistemi yıkacak olan da işçilerdir. Bu da ancak dünya proletaryasının enternasyonalist mücadelesiyle mümkün olacaktır. 1 Mayıs Mahallesinden bir öğrenci
Okurlarımızdan Uçmak ve Ölmek
U
çmak bin yıllar boyunca insanlığın en büyük hedeflerinden biriydi. Balonlar, helikopterler ve uçaklarla bu hedefe ulaşılmış oldu. Ancak insanlığın güzel amaçlarını kâbusa çeviren sömürücü sınıfların varlığı nedeniyle her düş bir kâbusa dönüşüyor. İspanya’daki son uçak kazası, egemen sınıfların kâr hırsının nasıl katliamlara yol açtığını bir kez daha gösterdi. İspanya’nın başkenti Madrid’de meydana gelen uçak kazasında 153 insan katledildi. Henüz uçağın düşme nedeni açıklanmış değil. Motorlarında meydana gelen arızadan dolayı düşmüş olabileceği tahmin ediliyor. En son Ocak ayında tamirden geçen uçak, Çarşamba günü meydana gelen kaza öncesinde, ilk uçuş denemesinde arıza sinyali vermiş. İspanya’da yayınlanan El Pais gazetesinin haberine göre pilot, havalanmadan önce sol motorda meydana gelen arızanın ciddi olduğunu havayolu şirketi Spanair yetkililerine bildirmiş ve uçağın havalanmasının tehlikeli olduğunu belirtmiş. Buna rağmen şirket yöneticilerinden “uçuşu gerçekleştirmesi” talimatı almış. Bunun üzerine uçuşa geçilmiş
ve uçak 200 metre havalandıktan sonra yere çakılmış. Kaza sırasında çıkan yangında yolcuların büyük çoğunluğu yanarak kül oldular. Tren, otomobil ve uçak kazaları binlerce insanın canına mal olmaya devam ediyor. Alınmayan basit önlemler, teknik eksiklikler, işçilerin dayanılmaz çalışma koşulları ve patronların kâr ve rekabet hırsı, her gün yeni bir felâkete yol açıyor. Oysa tüm bu makineler, bir araç olmanın ötesinde hiçbir şey ifade etmemeliydi. Fakat araçlar kâr amacına endekslenince işler değişiyor. İnsanın yerini, sermayenin artışına verilen değer alıyor. Üç günlük yasın ardından ulaşım tekelleri yine bildiğini okumaya, canlı mezarlar olmaya devam edecekler. Türkiye’de yaşanan tren kazalarında makinistler, demiryolu çalışanları cezalandırıldı. İspanya’da pilotlar mı cezalandırılacak bilmiyoruz. Fakat ortak bir gerçek var ki ölümlerin asıl suçlusu kapitalist sömürü düzenidir. Bu sistem insanlığı tehdit etmeye devam ediyor. Kurtuluşumuz için mucizeler beklemeye gerek yok. Kâra endeksli bu sistemi yok etmek için harekete geçmek yeterli. Marksist Tutum okuru bir işçi
Koş Elvan Koş! Müjde! Olimpiyatlar bitti ama Türkiye futbol ligi yeniden başlıyor, yorgan döşekleri hazırlayın! Tuttuğunuz takımlar her gol attığında bir gol daha yazılacak patronların skorborduna! Alex’in attığı gollere sevinip umursamayacağız kıçımıza vurulan tekmeleri, sırtımıza inen copları. Eğlenmek bizim de hakkımız, coşun eğlenin. Çin’de koleradan ölen çocuklar niye üzsün ki bizi? Biz Pekin olimpiyatlarında alamadığımız madalyalara bakar üzülürüz. Aman Allah’ım milli sporumuz güreşte yine birden fazla madalya alamadık, atletizmde neden başarısızız? O halterci kaldıramadığı halterin altında kalır inşallah, rezil ettiler bizi! Yahu rezil olan kim? O kaldırınca seni mutlu eden ne? O halterci kaldırdığı ya da kaldıramadığı sırada Pekin’de 20 çocuk daha öldü sokakta. O halterci o halteri kaldıramadığında Tuzla tersanelerinde bir işçi daha öldü üzerine düşen ağırlıkla. O halterci kaldırdığı ya da kaldıramadığında işsiz bir işçi daha intihar etti eve ekmek götürememenin ağırlığında. Ailesinin tek ümidi olan Ümit başarısız olunca ÖSS sınavında; baba dayağı korkusuyla ağlayarak çıktı köprü parmaklıklarına! Koş Elvan koş, güldür Türk halkının yüzünü, “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde” senin başarmana ihtiyacımız var. Zira işçilerden ne zaman bir hakkı geri alınsa ya da Kürt halkına yönelik ne zaman baskılar artsa, “birlik ve beraberliliğe ihtiyacımız olduğu” söylenir. Koş Elvan koş, unuttur bize acılarımızı! Koş Elvan koş, 70 milyon arkandayız, senin ayakkabılarından tutunuyoruz hayata… Bizim de olimpiyatlarımız var gerçek hayatta. Sabahları muhteşem açılışlar yapıyoruz, en büyük koreografiyi oluşturuyoruz halk ekmeği kuyruklarında, en uzun süre nefessiz kalma rekorları kırıyoruz otobüs ve minibüs sıkışıklığında, en büyük cambazlar biziz inşaat korkuluklarında. Küçük sporcular yetiştiriyoruz; her gün arabalara çalım atıyorlar cam silme yarışmalarında. Yüzme dalında en başarılı biziz, sel sularında. Evlatlarımız ölüyor her gün bizi birbirimize kırdırma yarışmalarında. Bugünlerde acılarımızla övünür olduk. Marifetmiş gibi anlatıyoruz başımıza gelen felaketleri, acılara karşı dayanıklılığımızı. Oysa mücadele etmek değil midir onurlu yaşamak? Karşı koymak değil midir zorbalıklara, haksızlıklara? Kırmak değil midir sırtımıza inen copları bize layık görenlerin kafalarında? Güçlü olmaksa, en güçlü biziz bir arada olduğumuzda. Ve acılar övünç kaynağımız olmayacak hayatı yaratanlar hayatı ellerine aldığında. Yenibosna’dan bir işçi
İnsanların geleceği için yorulmadan çalışan, büyük özverilerde bulunan devrimcileri; vatan haini, terörist ve toplum düşmanı olmakla suçluyorlar. Bizi, düzene başkaldırmakla suçluyorlar. Düzen mi? İnsanların gün geçtikçe çaresizleştirildiği, yozlaştırıldığı; bireylerin kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmelerine izin verilmediği, gençlerin sesini çıkarmasına ve en ufak bir muhalif tutumuna dahi coplarla karşılık verildiği; patronların, işsizlik kırbacıyla korkutulan işçilerin sessizliğinden faydalanarak dilediğince at koşturduğu bir düzen! Evet, biz bu düzene başkaldırıyoruz! Bütün bu çirkeflik devam ettiği sürece, insanlığın geleceği hakkında güzel hayaller kurmak söz konusu değildir. İşte tam bu noktada, biz işçi sınıfı gençlerinin üzerine çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Düşmanlarımızı, yani patronlar sınıfını iyi tanımalıyız. Öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Bıkmamalı, yorulmamalı ve mücadele etmeliyiz. Ve en önemlisi örgütlenmeliyiz! Suç olan şey, özgürlüğü ve eşitliği savunmaksa, dünyayı değiştirmek istemekse, yıkmak istemekse bezirgânların bezirgânlığını; evet ben bu suça ortak olmaya hazırım, ya siz? Savaştepe’den lise öğrencisi bir genç
47
Okurlarımızdan Yaklaşık olarak 1,5 senedir Tuzla tersaneler bölgesinde çalışmaktayım. Bu bölgede 107 işçi arkadaşımızı iş kazasında kaybettik. Patlamada, düşmede, çarpmada ve buna benzer pek çok kaza sebebiyle sürekli ölümler aklımızda uyuyup, sonra yine gözümüzü ölümlere açıyoruz Tuzla havzasında. Bizleri gerekli iş güvenliği önlemlerini almamakla suçluyorlar. İş güvenliği önlemlerini asıl almayanlar tersane patronları, ama onlar etrafı “iş güvenliği önlemleri almadan işe başlama” yazılarıyla doldurarak masumları oynuyorlar. Tersane bölgesinde iş güvenliği önlemlerinin nasıl alındığını Gisan tersanesinde yaşanan iş kazasıyla 3 işçi kardeşimizi daha kaybederken bir kez daha gördük. Gisan tersanesinde yapımı bitmiş geminin filikasının testi esnasında bir kaza yaşandı. Filikanın test için içine ağırlık (kum torbası vs.) konularak denize gönderilmesi gerekirken kurallara uymadı tersane patronları. Sermaye her alanda olduğu gibi burada da işçi kardeşlerimizi kobay olarak kullandı ve filikanın içine kum torbası yerine 16 işçi kardeşimizi koyarak suya bırakmaya karar verdi. Filikayı tutan halatlardan birinin kopması üzerine filika denize düştü. Filikanın ters düşmesinin ardından filikanın camları patladı, içerisi hızla suyla dolarken emniyet kemeri bağlı olduğu için bulunduğu yerden kendini çıkaramayan 3 işçi kardeşimiz boğularak olay yerinde can verdi. 12 işçi kardeşimiz de yaralandı. Gözleri kâr hırsından başka bir şey görmeyen tersane patronlarının derdi, testini bir an önce sonuçlandırıp gemiyi teslim etmek ve hemen kızağa yeni bir gemi almak. İşte bu yüzden de ne iş güvenliği ne de işçilerin canı önemli onlar için. Kaybedilen her dakikanın bin dolarla hesaplandığı bir tersane bölgesinde, işçi kardeşlerimiz ölmüş ne olacak onlar için! Birkaç kuruş verdikten sonra bütün olaylar unutulur gider nasıl olsa. Bu ölümlerin hesabını işçi sınıfı örgütlü gücüyle sormadığı sürece ne patronların kâr hırsı dizginlenir ne de işçi kardeşlerimizin ölümleri son bulur. Onun için bizler örgütlü gücümüze güvenmeli, bu güce dün olduğundan daha fazla sarılmalı ve onu büyütmeliyiz. Tuzla’dan bir tersane işçisi
İşçi Ölümleri Bilindiği üzere uzun zamandan beri, Tuzla tersanelerinde ölümler meydana gelmekte. 12 Ağustos günü yine emekçiler için sıradan bir gündü, her şey Tuzla tersaneler bölgesinde tamiratta olan bir geminin filikasının testi sırasında yaşandı. 3 işçi öldü ve 12 işçi yaralandı. Bütün ölümlerden sonra, alınan güvenlik önlemlerinin seviyesi, işçilerin hayatının patronlar için ne kadar değersiz olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Olay günü bir gazetecinin İstanbul Valisi Muammer Güler’e neden kum torbasıyla deneme yapılmadığının sorulması üzerine Güler’in cevabı şu oldu: “Kum torbasıyla deneme yapılacağını sizden duydum.” İnsan hayatı onlar için bu kadar önemsiz. Bir kum torbası almayarak yapacakları kârı insan hayatından daha üstün tutuyorlar ve işçilerin ölmesi onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Bu ölümleri sadece Tuzla tersanelerinde ölen işçilerle sınırlayamayız; çünkü bu ölümler dünyanın her yanında her gün ya-
48
Mızraklar Sivriltilirken Emperyalist kapitalist sistem doludizgin savaşı yaymaya hazırlanıyor. Amerika İran’a müdahale için hazırlıklarını hızlandırıyor. TC son provokasyonlardan faydalanarak, Kürt illerine yeni müdahaleler için kamuoyu yaratmaya çalışıyor. Bir de bunların üstüne, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya müdahalesi ve sonrasında Rusya’nın saldırısıyla Kafkaslar da alevleniyor. Sistem krizi derinleştikçe kuduran emperyalistler, başlattıkları emperyalist paylaşım savaşını genişletme derdindeler. Kapitalizmin doğasından kaynaklanan krizin faturasını, uluslararası işçi sınıfının örgütsüzlüğünden ve mücadelesinin geriliğinden aldığı güçle, neo-liberal saldırılarıyla yine işçi sınıfına kesen kapitalistler; şimdi de, işçi sınıfını birbirine kırdırtmanın yollarını açmaya çalışıyorlar. Yani, çok uyanık olmamız gereken bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının büyük bölümü mevcut durumdan hoşnutsuz da olsa, örgütsüz olduğu müddetçe bu hoşnutsuzluk hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Şimdi, mızrakları sivriltme günü. Patronlar sınıfının, mızrakları biz işçilere verip, bizleri, başka sınıf kardeşlerimizin üzerine salacağı günler o kadar da uzak değil. Biz de şimdiden hızla örgütlenmeli ve sınıf bilincini diğer işçi kardeşlerimize de taşımalıyız ki, mızrakları elimize aldığımızda, farklı milletlerden sınıf kardeşlerimize değil de, kendi burjuvalarımıza saplayabilelim. Boşa geçen her saniye, giderek daha büyük bir kayba dönüşüyor. Eğer, savaşları, açlığı, yoksulluğu yaratan bu sistemi yok etmek istiyorsak, Lenin’in sözlerini asla unutmamalıyız. “Silahını kendi burjuvazine çevir!” İşte, bu enternasyonalizm bilincini, işçi sınıfının geniş kitlelerine benimsetmek için durmadan çalışmalıyız. Çünkü zaman giderek daralıyor. Ve giderek tüm insanlığa “ya sosyalizm ya barbarlık!” ikilemini dayatıyor. Bu ikilemi sosyalizm yönünde çözebilecek yegâne güç, işçi sınıfının uluslararası örgütlü mücadelesidir. Kahrolsun Tüm Savaşlarıyla Emperyalist-Kapitalizm! Barış İçin Savaş! Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir genç işçi
şanıyor. Bu aşağılık kapitalist düzen hüküm sürdüğü müddetçe, daha fazla kâr hırsıyla ölecek olanlar her zaman işçilerdir. Ama bir direkten düşerek, ama bir maden ocağında göçük altında kalarak, ama savaşlarda birbirini boğazlayarak... Bu ölümlerin en büyük suçluları, işçilere hiçbir güvence sağlamayan, onları sömüren, bitiren, gözünü para hırsı bürümüş olan kapitalistler ve onların aşağılık düzeni kapitalizmdir. Bu düzeni yıkmanın ve ölümlere artık dur demenin yolu işçi sınıfının uluslararası örgütlü mücadelesinden geçer… Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan Bizleri nasıl kurtarır Bizleri kurtaracak olan Kendi kollarımızdır Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık Enternasyonalle kurtulur insanlık Akhisarlı bir Marksist Tutum okuru öğrenci