Mt no 43

Page 1

Krizin Bedelini Kapitalistlere Ödetelim! • Kapitalizm yine bunalımda

Ekim 2008

• Yolsuzluk kapitalizmin hamurundadır • Emperyalist kutuplar belirginleşiyor

43

• Türk tipi burjuva demokrasisi /8 • Tarihin prizmasından yansıyan gerçekler • DİSK tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /4


Kapitalizm Yine Bunalımda Oktay Baran

D

ünya kapitalizminin lokomotifi durumundaki Amerikan ekonomisinde yaklaşık bir buçuk yıldır gittikçe güçlü sinyaller veren kriz nihayet artık inkâr edilemez bir düzeye ulaştı. Bir buçuk yıldır, sanki ekonomi borsadan ibaretmişçesine, borsanın her yükselişinde “tamam artık durgunluk geride kaldı” diye sevinç çığlıkları atan, böylelikle hem kendilerini hem de emekçileri kandıran kapitalizm şakşakçılarını bugün büyük bir endişenin sardığını görüyoruz. Ekonominin krize girmesiyle, gerek burjuva iş âleminin önde gelenlerini, gerek onların servetlerine servet katarken kendi ceplerini de dolduran finans uzmanlarını, gerekse hepsinin birden çıkarlarının sözcüsü durumundaki yazar-yorumcu takımını da derin bir depresif ruh hali sarıp sarmalıyor. Daha düne kadar, kapitalizmin nimetlerinden, serbest piyasanın ve liberal ekonominin üstünlüğünden, piyasanın her şeyi düzenleyen görünmez elinden bahsederek, ekonomiye devletin müdahalesine şiddetle karşı çıkanlar, bugün devletin elindeki tüm olanaklarla ekonomiye müdahale etmesi ve hatta batan şirketleri devletleştirerek kurtarması yönünde canhıraş feryatlar atıyorlar. Kapitalist sistemde burjuvazinin en büyük kesiminden gelen bu imdat çığlıklarına ABD’sinden TC’ye kadar burjuva devletlerin sessiz kalması beklenemezdi. Emekçilerin yaşam standartlarının iyileştirilmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, sosyal hak gasplarına son verilerek sosyal harcamaların arttırılması gibi talepler karşısında “kaynak yok” diyerek sessiz kalan burjuva devletlerin her biri, sıra büyük tekellere, dev finans kuruluşlarına geldiğinde akıl sınırlarını hayli aşan kaynaklar akıtmakta pek aceleci davranıyorlar. Ne var ki, burjuva devletlerin “piyasalara” akıttığı muazzam paralara rağmen, kapitalist ekonomiler dibe doğru yol alan hızlı seyirlerinden geri döndürülemiyor. Dahası, aklı başına gelmeye başlayan tüm burjuva iktisatçıların da itiraf et-

tikleri gibi, bugün yaşanmakta olanlar, henüz daha sürecin en kötü aşaması olmaktan uzaktır. Bir başka deyişle dibe daha çok yol var!

Bir krizden diğerine Tüm burjuva ideologlar, krizleri, akılsız politikalara ve politikacılara, kötü ekonomi bürokratlarına, yetersiz ya da amaca uygun olmayan yasalara, spekülatörlere vb. bağlayıp dururlar. Türkiye’de bu günah keçileri kümesine bir de “tukaka” yabancı sermayeyi, IMF’yi vb. eklemek gerekiyor. Eski Merkez Bankası yöneticisi “saygın” ekonomi bürokratı Yaman Törüner bakın ne diyor: “AKP, ekonomik krizle geldi; ekonomik krizle gidecek gibi görünüyor. İşin garibi, ikisinin nedeni de, sevgili Merkez Bankamızın yanlış politikaları olacak.” (Milliyet, 29/9/2008). Oysa kuşkusuz ki sorun yanlış politikalara, beceriksizliğe indirgenemez! Sorun kapitalist üretimin doğasında yatmaktadır: “İktisatçıların krizlerin kapitalizmin doğasına içkin olduğu gerçeğini gizleyebilmek amacıyla ileri sürdükleri boş gerekçeler ve sözde tahliller yıllar boyunca birbirini tekrar edip duruyor. Onların işi, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz sonuçları hükümetlerin yanlış mali uygulamalarına, hatalı para politikalarına bağlayarak bilinç bulandırmak ve böylece sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Her seferinde krizin nedeni ya da krize çözüm olarak ele aldıkları unsurlar, faiz oranları gibi aslında ekonomik duruma bağımlı olan parametrelerdir. İktisatçıların faiz oranlarıyla oynanmasını bunalımın çözümü gibi göstermek istemelerine karşın, gerçeklik hiç de böyle değildir. … Kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır.” (Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.35)

1


marksist tutum Ekonominin krize girmesiyle, gerek burjuva iş âleminin önde gelenlerini, gerek onların servetlerine servet katarken kendi ceplerini de dolduran finans uzmanlarını, gerekse hepsinin birden çıkarlarının sözcüsü durumundaki yazar-yorumcu takımını da derin bir depresif ruh hali sarıp sarmalıyor.

Sorunu kapitalist üretim alanında değil, dolaşım alanındaki tıkanıklarda, bu alanda izlenen politikalarda vb. arayan burjuva iktisatçıları, aynı yanlışı gerek mevcut krize çözüm ararken gerekse de geçmiş krizleri değerlendirirken yapmaktan geri durmuyorlar. Son haftalara kadar bıraktık en darkafalı cahil yankileri, anlı şanlı burjuva iktisat profesörleri bile, 1929 krizinin bir istisna olduğunu, bir daha asla yaşanmayacağını ileri sürüyorlar ve bu hayli iddialı düşünceyi de esas olarak burjuva devletlerin dersler çıkartmış olmasına ve finansal denetim kurumlarının oluşturulmasına bağlıyorlardı. Son yaşananlarla bir kez daha kanıtlanmış oldu ki, kapitalist rekabetin doğası gereği, pazardan daha fazla pay kapma ve daha fazla kâr olanağının önüne, çıkartılmış hiçbir ders, hiçbir akıl, hiçbir vicdan geçemez. Kapitalizm rasyonaliteye değil, özel mülkiyete, rekabete ve bunların bir sonucu olan kâr hırsına dayanır. Bu gerçeği kabullenmek istemeseler de, burjuva iktisatçılar bile bugün artık 1929 benzeri bir bunalımın hiç de uzak olmadığını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. ABD Merkez Bankasının eski başkanı Alan Greenspan, yaşananları “muhtemelen yüzyılda bir olan olaylardan” biri olarak adlandırırken aslında tam da adını bile anmaktan çekindiği 1929 krizine işaret ediyor. Bugün merkezinde ABD ekonomisinin bulunduğu ama kaçınılmaz olarak tüm kapitalist dünyayı etkileyen ve önümüzdeki dönemde çok daha derinden etkilemesi beklenen kriz, gerçekten de şimdiye kadarki krizlerin en derini olmaya adaydır. İşin aslı şu ki, kapitalist çerçevede atlatılan her bir kriz, bir sonrakinin daha da derinleşmesine yol açmaktadır. 2000’lerin başında yine ABD merkezli olarak başlayan ve yine tüm dünyada senkronize olarak yaşanan krizin, bugün yürüyen emperyalist savaşın temel nedeni olduğunu daha önceki yazılarımızda defalarca belirttik. Emperyalist savaşın katkılarıyla krizden belli ölçülerde sıyrılmayı beceren Amerikan ekonomisinin sergilediği canlanmanın son derece kısmi ve geçici olduğunu ve

2

Ekim 2008 • sayı: 43

daha da büyük bir krizin yolunu döşediğini de defalarca ifade etmiştik. Gerçekten de kapitalizm otuz yıldan uzun bir süredir genel bir yavaşlama eğilimi göstermektedir. Bu genel eğilim içerisinde kapitalizmin periyodik bunalımları çok daha ağır ve uzatmalı bir şekilde seyrederken canlanma dönemleri çok daha sönük ve kısa ömürlü olmakta, kapitalist ekonomi adeta bir krizden diğerine sürüklenerek hızlanma (yükseliş, boom) evresini neredeyse devre dışı bırakmış gibi görünmektedir. Krizlerin giderek ağırlaşmasında, kapitalist sermaye birikim sürecinin ve tekelleşmenin ulaştığı devasa boyutlarla bağlantılı olarak, kapitalist devletlerin, kriz dönemlerinde ekonomiye muazzam ölçeklerde müdahale ederek krizi yapay yöntemlerle atlatmaya ve hafifletmeye çalışmasının da payı vardır. Sistemin bütününde yaratacağı sarsıcı etkileri göze alamadıklarından ötürü, dev boyutlara ulaşan tekellerin, muazzam büyüklükteki finans kuruluşlarının çökmesini yapay mekanizmalarla engelleyen burjuva devletler, aslında böylelikle geçici de olsa tek tedavi yönteminin de etkisini azaltmış oluyorlar. Çünkü, “kapitalizmin devresel krizleri hem sistemin kaçıp kurtulamayacağı bir hastalıktır hem de sistemin içerdiği tüm çelişkilere ve orantısızlıklara rağmen işleyişini mümkün kılan tedavidir. Bunalım, üretim sürecinin birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla kurulmasından başka bir şey değildir. Krizler temelinde ve krizler sayesinde yol alabilen bu sistem, sağlanan ekonomik büyümeye karşın aslında bir anlamda yap-boz tahtası benzeri düzensiz bir karaktere sahiptir.” (Elif Çağlı, age, s.12-13)

ABD’de krizin şu anki boyutları Bugün gelişmekte olan kriz, ne finansal bir krizden ibarettir, ne salt bir mortgage krizidir, ne de öncekilerden bağımsız olarak gelişen yepyeni bir krizdir. Çin bir tarafa bırakılacak olursa, tüm dünya ekonomisi, yukarıda da değindiğimiz üzere, daha 2000 krizinin etkisini bile üzerinden atamamış, yüzde 1 ilâ 2 arasında salınan büyüme oranlarıyla can çekişir durumdadır. ABD ekonomisinde son dönemlerde büyüme oranlarının beklentilerin epey altında kalması, buna karşılık işsizlik oranlarında ve enflasyon rakamlarındaki beklenmedik artışlar gibi olgular, gerçekler dünyasında neler olup bittiğini aslında yeterince açıklıkla ortaya koyuyordu. Benzer olguların Türkiye de dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde geçerli olduğunu biliyoruz. Nitekim İngiltere’de de son bir yılda imalat sanayiinde “istihdam kayıpları” 1,5 milyon kişiye ulaşmış, gerçek ücretler ise yüzde 2’ye yakın oranda gerilemiştir.


Ekim 2008 • sayı: 43

Tüm kapitalist ülkelerde emekçilerin borçluluk oranı katlanarak büyümüş, tüketim harcamaları ucuz kredi mekanizmalarıyla canlı tutulmaya çalışılmış ve emekçilerin gerçek gelir düzeyleri ile tüketim düzeyleri arasında ciddi bir açı oluşmuştur. Örneğin İngiltere’de işçi ailelerinin borçluluk oranı, ortalama olarak kişisel harcanabilir gelirlerinin yüzde 160’ına ulaşmış durumda! Yalnızca bu veriler bile ortada bir aşırı-üretim bunalımının olduğunu ve kredi zincirinin kopmaya çok yakın olduğunu yeterince göstermekteydi. Ne var ki, reel ekonomideki kan kaybı her geçen gün artarken, bu durum, finans sektöründeki spekülatif kazançlara olan ilgiyi körüklemiş ve bu sektör gerçek ekonomiyle olan bağlarını giderek silikleştiren bir görüntü vererek aşırı şişmiştir. Bugün yaşanan krizin en aşırı ifadeleriyle öncelikle finans sektöründe patlak vermesi, aslında bu sektörün ekonominin gerçeklerinden oluşan katı duvara nihayet toslaması anlamına gelmektedir. İşin ilginç tarafı, bugün likidite sıkıntısından kaynaklandığı iddia edilen bu krizin çökerttiği dev kredi kuruluşları, gerçekte ellerinde muazzam ölçeklerde “likit” sermaye bulunduran ve bu “aşırı-üretilmiş” sermayeyi canlı tutabilmek için “önüne gelene” kredi olarak dağıtan kuruluşlardan başkası değildir. Birbirleriyle giriştikleri ölümüne kapitalist rekabetin doğurduğu kaçınılmaz akıldışılıkla, hiçbir geliri olmayan ve sokaklarda yaşayan insanlara bile konut edinme kredisi (mortgage) veren bu kuruluşlar sonunda kapılarına kilit vurmak zorunda kaldılar. Bugün merkezinde ABD ekonomisinin bulunduğu ama kaçınılmaz olarak tüm kapitalist dünyayı etkileyen ve önümüzdeki dönemde çok daha derinden etkilemesi beklenen kriz, gerçekten de şimdiye kadarki krizlerin en derini olmaya adaydır. İşin aslı şu ki, kapitalist çerçevede atlatılan her bir kriz, bir sonrakinin daha da derinleşmesine yol açmaktadır. Bu kez çöküş muazzam boyutlardadır. Amerika’nın en büyük iki konut kredisi şirketine (Fennie Mae ve Freddie Mac) devlet adına el konulmuştur. Bu iki şirket, sağladığı 5,3 trilyon dolarlık kredi hacmiyle küresel finans sisteminin de ana direklerindendiler. Yalnızca bu rakam bile inanılmaz bir boyutu temsil etmektedir. Bir fikir vermesi için, bu rakamın, Türkiye’de bir yılda üretilen tüm zenginlikler toplamının tam dokuz katı olduğunu belirtelim. ABD’nin en büyük yatırım bankalarının borsa değerleri bir yıl içinde yüzde 60 ilâ 80 arasında değer kaybederken, bunlardan iki dünya savaşı ve nice krizi atlatmayı başarmış olan 158 yıllık Lehman Brothers sonunda iflas etti; bankanın zarar olarak açıkladığı rakam Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasına yakın: 613 milyar dolar. Merrill Lynch ve mortgage kre-

marksist tutum

dileriyle ilişkisi olmayan bir başka asırlık banka devi Washington Mutual da ABD hükümetinin aracılığıyla başka devler tarafından yutuluverdi. Bir başka çarpıcı olay ise, tüm bu kredi bankalarının güvencesi durumundaki ABD’nin dev sigorta şirketi American International Group’un (AIG) batmasıdır; diğer bir deyişle, sistemin sigortaları da atmaktadır! AIG’in kendi kaderiyle baş başa bırakılmasının krizi daha da derinleştireceğini bilen ABD hükümeti, bu şirkete 85 milyar dolar para aktararak hisselerinin yüzde 80’ini devlet mülkiyetine geçirmiş oldu. Bu rakamlar Türkiye’deki tüm bankacılık sektörünün 61,7 milyar dolar seviyesindeki özkaynaklarıyla karşılaştırıldığında daha somut bir anlam kazanıyor. Özetle, 2007 Ağustos ayından bu yana ABD’de batan banka sayısı 13 ve bu sayı, geride şimdilik 1,3 trilyon dolarlık bir batık borç bırakarak, hızla artıyor.

Burjuva ahmaklık: “Bize dokunmaz” Yalnızca Türk ekonomisi değil, daha şimdiden gerek AB ekonomisi gerekse de dünyanın geri kalanı sarsılmaya başlamıştır. Milli gelirinin önemli bir kısmını finans sektöründen sağlayan İngiltere’de dev bankalar batmaya başlamış, bankalar arası kredi işlemleri durdurulmuş ve hisse senetleri son dönemde üçte bir oranında değer kaybetmiştir. Avrupa’nın en büyük bankalarından Fortis ise iflastan ancak Belçika, Hollanda ve Lüksemburg hükümetlerinin bankanın yarısını satın almasıyla kurtulmuştur. Benzer şekilde Belçika, Fransa ve Lüksemburg, Dexia’yı kurtarmaya girişirken, Alman hükümeti de Hypo Real Estate Bankası’nı iflastan döndürmüştür. Öte yandan, tüm dünya borsaları bu kriz dalgasıyla birlikte inanılmaz düşüşler yaşamakta, her gün yeni bir düşüş rekoru kırmaktalar. Amerikan Dow Jones sanayi indeksi tarihinin en büyük düşüşünü yaşadı ve süreç devam ediyor. İşler o noktaya gelmiş durumda ki, Rus borsası yaşanan ani hareketliliklerden ötürü kapatılmış, iki gün sonra açılmış ve açılışı takiben tekrar kapatılmak durumunda kalmıştır. Türk ekonomistlerin ise bayram nedeniyle borsa kapalı olduğundan zil takıp oynamadığı kalmıştır. Batan ABD’li ve Avrupalı bankaların çıkardığı trilyonlarca dolarlık borç tahvillerini satın almış olan Çinli finans kuruluşları da mevcut krizin Çin ekonomisine zarar verdiğini ve daha da vereceğini açıklıyorlar. Kapitalizm bunamıştır ve bunadıkça saçmalamakta sınır tanımaz hale gelmiştir. Geride trilyon dolarlık borçlar bırakarak batan bankalar, sadece New York borsasının bir günde 1,2 trilyon dolarlık bir değer kaybına uğraması, bir günde yüz binlerce insanın işsiz kalması… Tüm bu olgulara rağmen, Avrupa Ülkeleri Ekonomik Grup Başkanı ve Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Avrupa’nın mali sisteminin “çok daha dengeli” olduğunu, Avrupa bölgesinde “resesyon olmayacağını” ve kendilerinin bu krizden o kadar etkilenmeyeceğini söylüyor. AKP hükümeti ise başbakanından bakanlarına dek halkın gözünün içine

3


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

baka baka yalan söylemeye devam ediyor. Onlar da tıpkı Avrupalı sınıfdaşları gibi, krizden etkilenmeyiz, mali yapımız güçlü vb. gibi masallarla halkı uyutmaya çalışıyorlar. Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle entegrasyonundan gururla bahsedenler bugün bu gerçeği unutmuş görünüyorlar. Güçlü dedikleri mali yapının boyutları hakkında yukarıda aktardığımız rakamlar yeterince açıklayıcı olsa gerek. Batan tek bir ABD bankasının varlıkları Türkiye’nin GSYİH’sini aşarken ve Türk borsasının yüzde 70’i tam da bu tür büyük emperyalist banka ve fonların denetimindeyken, Türk sermayesinin yabancı sermayeyle gerçekleştirdiği evlilikler, dış yatırımları ve ihracata dayalı üretim yapısı giderek artmışken, Türk ekonomisinin bu dev dünya krizi dalgası karşısında paçayı sıyırmasının mümkün olmadığı açıktır. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi, özellikle kriz dönemlerinde, ekonominin ulusal yönlerine vurgu yapmayı bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu, bir taraftan işçi ve emekçilere acı reçeteleri dayatmanın ve böylelikle ulusal ekonominin kurtulacağı vaazları çekmenin bir gereğiyken, diğer taraftan da her krizle birlikte şiddetlenen emperyalist yeniden paylaşım kavgasında işçi ve emekçileri birbirlerine kırdırabilmek üzere milliyetçiliğin azdırılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle böylesi dönemlerde, “milli ekonomi”, “ulusal korumacılık” vb. gibi söylemlere karşı her zamankinden daha fazla uyanık olunmalıdır. Bu noktada enternasyonalist komünistlere düşen görev, krizlerin iyice açığa vurduğu kapitalizmin uluslararası doğasını ve bu krizden işçi sınıfının zarar görmeden çıkmasının yegâne yolunun da uluslararası proleter devrim mücadelesini yükseltmekten geçtiğini işçilere çok daha somut örneklerle kavratmaktır.

Biri batar, diğeri çıkar! Kapitalist krizler, yalnızca ulusal rekabeti değil uluslararası rekabeti de kızıştırıyorlar. Zayıfların elenerek güçlü

4

tekellerin dünya arenasında daha da sivrilmesine vesile olan kriz dönemleri kaLütfen inanın, pitalistler açısından gerek yurt içinde geteknik olarak rekse de yurtdışında hem sermaye evliresesyonda likleri hem de sermayenin daha da merdeğiliz! kezileşerek yeniden yapılanması için bir fırsat oluşturuyor: “Bunalım döneminde sermaye daha da merkezileşir ve yeniden yapılanır. Sermaye kazançları giderek düştüğü için bir kısım sermaye tasfiye edilecek ya da değer yitirerek büyük tekeller tarafından ucuza kapatılacaktır.” (Elif Çağlı, age, s.21-22) Marksizmin sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olarak adlandırdığı bu süreç bugün çırılçıplak biçimde yaşanmaktadır. Birkaç örnek verelim. Bugün İngiltere’nin en büyük bankalarından olan Halifax iflasın eşiğine gelmiş durumda ve burjuva gazeteler iki rakip banka olan Lloyd’s ve HSBC’nin yanı sıra kimi İspanyol bankalarının da onu ucuza kapatmak için hükümetin kurtarma operasyonunu dört gözle beklediğini yazıyorlar. Bu multimilyar dolarlık bankacılık devlerinin sessizce bir köşede beklemeyip hükümet üzerinde türlü oyunlara başvurarak bir basınç yarattıklarını anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Amerikan kapitalizmindeki örnekler ise her zamanki gibi en çarpıcı olanlar. Geçtiğimiz yıl 72 milyar dolarlık bir borsa değerine sahip olan Merrill Lynch bankası hükümetin aracılık etmesiyle 50 milyar dolara Bank of America’ya satıldı. Daha da büyük bir talan Washington Mutual’ın iflasında yaşandı. Washington Mutual, 307 milyar dolarlık bir varlığa ve 188 milyar dolarlık bir mevduat toplamına sahipti –ki bu rakamlar Türkiye’nin milli gelirinin yarısından fazlasını ifade etmektedir– ve bu devasa zenginlik, bir başka Amerikan bankası olan JP Morgan tarafından hepi topu 1,9 milyar karşılığında yutuluverdi! Böylelikle JP Morgan 2 trilyon dolar varlıkla ülkenin ikinci büyük bankası oluverdi! Lenin emperyalizmin işleyişini gangsterlik yöntemlerine benzetirken ne kadar da haklıydı!

Devletleştirme çözüm mü? Lenin’in olmasa bile Marx’ın adının, kriz dönemlerinde burjuva gazetelerinde fazlasıyla anılır olması hiç de tesadüf değildir. Tüm kriz dönemlerinde, piyasanın dizginlenmesi ve devlet tarafından kontrol edilmesi, devletin üretimden dolaşıma kadar ekonominin her alanına müdahale etmesi, zarar eden işletmeleri satın alarak devletleştirmesi gereğinden bahsedilir. Bu kez de farklı olmadı. Tek fark bu kez Marx’ın ve sosyalizm kavramının şaşırtıcı bir sıklıkla kullanılıyor oluşudur ki, bu da krizin ne denli derin olduğunun bir başka kanıtıdır. Kapitalist toplumsalekonomik yozlaşmanın ulaştığı boyutlardan yakınan bir


Ekim 2008 • sayı: 43

Anglikan papazının bile Marx’ın haklılığından dem vurması, içlerine düştükleri aczi yeterince göstermektedir. Burjuva devletlerin krizi yatıştırmak adına, zor durumdaki bankaları satın alması, batık borçları üstlenmesi, şirket evliliklerine aracılık etmesi ve trilyon dolarları daha şimdiden aşan miktarlarla kurtarma operasyonlarına girişmesi, birçok Keynesçi burjuva ekonomist tarafından hararetle destekleniyor ve bu durumun neo-liberal politikaların bir tarafa bırakılması için bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği üzerine yorumlar yapılıyor. Alışılageldiği üzere kapitalist kriz, bir kez daha liberallerle Keynesçi ekonomistler arasındaki “ideolojik” savaşımın kızışmasına sahne oluyor. Çeşitli burjuva çevrelerin, piyasanın aşırılıklarının dizginlenmesi ve piyasa düzenleme ve denetleme kuruluşlarının sayılarının ve etkinliklerinin arttırılması doğrultusunda çözümler ileri sürdüklerini görüyoruz. Neo-liberal ideolojinin öldüğünün kabulü anlamına gelen bu sözde çözümler gerçekte hiçbir sorunu halletmeyeceklerdir. Özel mülkiyet ve ticari sırlar birer kapitalist tabu olarak kaldığı sürece, hiçbir denetleme kurumu sermaye hareketlerini tam olarak denetleyemez. Finans uzmanlarının, muhasebecilerin, iktisatçıların temel görevi, tam da bu tür denetim kurumlarından ve yasalardaki açıklardan yararlanarak vergi kaçırmak, şirketlerin gerçek durumunu ve sermaye hareketlerini türlü oyun ve hilelerle saklamak değil midir? Tek cümleyle ifade edecek olursak, kapitalist çerçevede kalındığı sürece, hiçbir denetleme kurumu kapitalist anarşiyi ortadan kaldıramaz. Yıllar boyunca hem emperyalist burjuvazi hem de Sovyet bürokrasisi, dünya işçi sınıfını devlet mülkiyetinin sosyalizm demek olduğu noktasında uyutup durmuşlardı. Hatırlanacağı gibi, eski başbakanlardan Tansu Çiller de, SSCB’nin çöküşünden sonra tek sosyalist ülke olarak Türkiye’nin kaldığını söylerken aynı devlet mülkiyeti olgusuna işaret ediyordu. Bu yaklaşımlar kötü bir espri olmanın çok daha ötesinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından büyük bir tehlikeye işaret etmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde, işçi kitlelerin artan tepkilerini yatıştırabilmek üzere “ulusal solculuk” bizzat burjuvazinin eliyle parlatılır; devlet mülkiyetinin nimetlerinden, kamu harcamalarının arttırılması gereğinden, gümrük duvarlarının yükseltilerek “yerli sanayinin” korunması zorunluluğundan vb. dem vurulur. Burjuva sol partilerin, reformist örgütlerin ve sendika bürokrasisinin bu tür söylemleriyle işçi kitlelerini peşine takmayı becerebilen burjuvazinin, krizin daha da derinleşmesiyle birlikte, emperyalist saldırganlık ve yayılmacılık eğilimlerini hayata geçirmesi de son derece kolaylaşmış olur. Tarih, böylesi milliyetçidevletçi-reformist yaklaşımların işçi sınıfını ne tür felâketlere sürüklediğinin örnekleriyle doludur. Bu nedenle, kapitalizm altında devletleştirmelerin ya da devletçi önlem ve girişimlerin, sol, sosyalist ya da ilerici olarak gösterilmesine asla prim verilmemelidir. Çarpıcı bir yanılgı olması bakımından yine ABD’den

marksist tutum

tarihsel bir örnek verelim. 1929 krizini izleyen dönemde, krizden tek çıkış yolu olarak Keynesçi politikalara sarılan Amerikan burjuvazisinin New Deal politikası, sol hareket tarafından alkışlanmakla kalmamış, Amerikan Komünist Partisi bu politikaları ilerici bir adım şeklinde değerlendirerek kendisini feshetmesinin gerekçelerinden biri olarak ileri sürmüştü. Ne var ki, bu tür yanılgıların yalnızca Stalinist hareketlerde olduğunu söylemek de hiç mümkün görünmüyor. Nitekim devrimci Marksizm adına politika yaptığı iddiasında olan kimi Troçkist çevreler, kapitalist devlet mülkiyetini daha ileri bir adım olarak ve hatta bir kazanım olarak değerlendirme yanlışından halen kurtulabilmiş değillerdir. Oysa Engels burjuva devlet için “üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür” diyordu. Bu temel gerçeği kendi yaşam deneyimleriyle defalarca test etmiş olacaklar ki, geçtiğimiz günlerde New York’ta Bush hükümetinin finans devlerini kurtarma operasyonlarını protesto eden binden fazla işçi, kendi ödedikleri vergilerin batan ya da batma tehlikesiyle karşılaşan şirketlerin devletleştirilmesi için değil, daha fazla sağlık, eğitim ve emeklilik hakları için kullanılmasını haykırıyorlardı. Krizin daha da derinleşmesini engellemek üzere kapitalist devletlerin kimi işletmeleri devletleştirmesinin, gerçek bir işçi iktidarı altındaki devletleştirmeyle hiçbir ilişkisi yoktur. Komünistlerin görevi bu tür kapitalist devletleştirmelerin gerçek niteliğini işçilere açıklamaktır. Gerçekte kapitalist çerçevedeki bu tür devletleştirmeler, krizin yükünün işçi-emekçi kesimlere bindirilmesinden, işçi sınıfının daha çok sömürülmesinden başka bir anlama gelmez. Üstelik, kriz atlatılır atlatılmaz bu işletmelerin gerisin geriye eski kapitalist sahiplerine ya da başka kapitalistlere teslim edileceği çok açıktır. Önümüzdeki dönemde krizin daha da derinleşeceği, üretim alanında çok daha sarsıcı etkilerinin olacağı apaçıktır. Daha şimdiden devasa ürün stokları birikmiş, kârlar düşmüş, fabrikalar üretimi durdurmaya başlamış ve yeni yatırımlar ertelenmiş durumdadır. Kredi olanaklarının ortadan kalkmasıyla, bu süreç daha da derinleşecektir. Büyük bankaların ardından devasa fabrikaların iflası da hiç uzak değildir. Tüm bunlar işçi sınıfı açısından tek bir anlama geliyor: İşsizliğin çığ gibi büyümesi, ücretlerin tepe taklak aşağı düşmesi, tüm sosyal hakların fiilen ortadan kaldırılması, sefaletin diz boyu artması. Hiç kuşkusuz tüm bunlara, anti-demokratik uygulamaların, yabancı düşmanlığının, faşizmin ve emperyalist saldırganlığın burjuvazi eliyle yükseltilmesini de eklemeliyiz. Bir önceki kriz halen devam eden bir emperyalist savaş sürecini tetiklemişti, bu kriz, onu daha da keskinleştirecek, daha da yaygınlaştıracak ve insanlığı felâkete bir adım daha yaklaştıracaktır. Tüm bunların önüne geçmek için, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü ve iktidar mücadelesini ilerletmekten başka hiçbir yol yoktur. Komünistlerin görevi de budur. 

5


Yolsuzluk Kapitalizmin Hamurundadır Levent Toprak

T

ekelci burjuva medyanın ana kolu olan Doğan medya grubu ile AKP hükümeti arasındaki kapışma, düzenin lağımlarında birikmiş nice pisliğin ortaya dökülmesini sağladı. Ortaya çıkanlar gerçeğin son derece küçük bir parçası olmasına rağmen, bu kadarıyla bile kapitalist düzenin ne büyük bir pislik denizi üzerinde yükseldiğini gösteriyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, sermayesiyle, sözde hayır kurumlarıyla dört dörtlük bir çürümüşlük manzarası duruyor ortada. Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşamakta olduğu derin bunalımı da beraber düşündüğümüzde, bu sefil çürümüşlük manzarası kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olduğunu ve yıkılmayı sonuna kadar hak ettiğini açıkça göstermektedir. Sözümona “özgür ve kurallı yarışma”nın hüküm sürdüğü bu “dünyaların en iyisi” kapitalist dünyada, bakıyoruz ki her düzeyde yolsuzluk, kanunsuzluk, kollama, kayırma, perde arkası ilişkiler, avantalar gırla gidiyor. Medya patronu başbakanla özel görüşmeler yapıyor, kendisi için imar düzenlemeleri istiyor, petrol rafinerisi istiyor vs. Başbakan da “maalesef rafineriyi falancaya söz verdik” diyor. Ardından aynı medya patronunun başbakana özel mektuplar yazarak “doğal haklarını” takip ettiğini öğreniyoruz. Derken bakıyoruz din ve merhamet sömürüsüyle insanlardan yardım ve hayır kisvesi altında toplanan paralar bavullarla taşınıp cebellezi edilerek yeni yeni sermaye oluşumlarının harcı yapılıyor… Trilyonların döndüğü bu sefahat âleminin işçi ve emekçilerin emeğiyle yaratılan değerlerin arsızca talanına dayandığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Ama ne yazık ki normalde büyük bir infial yaratması beklenebilecek bu dört başı mamur skandallar ciddi bir tepki doğurmuyor. Buna bakınca, bugün egemenlerin bu denli pervasızca ve

6

alenen birbirlerinin pisliğini ortalığa dökebilmelerinin son tahlilde belirleyici olan nedeninin işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünde onyıllardır yaşanmakta olan büyük gerileme olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Neden şimdi? Yolsuzluklar ve medya patronları ile hükümetlerin kirli çamaşırları bilinmeyen şeyler değil kuşkusuz. Doğrusu yaşadığımız topraklarda bu alanda engin bir birikim var. Hal böyle olunca dört bir tarafı sarmış bu pisliğin neden şimdi bir ucundan ortaya döküldüğüne bakmak gerekiyor. Meselenin kaynağı başbakanın iddia ettiği gibi AKP’nin hükümete gelmesiyle basitçe Doğan ve hempalarının “hortumlarının kesilmesi” değildir. Gerçekte hem Doğan grubu hem de diğer büyük tekelci sermaye grupları AKP hükümeti döneminde de yağlı ballı ihaleler ve kayırmalarla keselerini doldurmuşlardır. Sadece devasa Petrol Ofisinin Doğan’a verilmiş olduğunu ve bu alandaki trilyonluk vergi kaçakçılığının görmezden gelindiğini hatırlamak bile yeterli. Şüphesiz Doğan grubuyla AKP’nin ilişkileri dalgalı bir seyir izlemiştir ve son dönemde Doğan’ın AKP karşıtı bir tutum aldığı bir gerçektir. Bunun muhakkak ihalelerde ve diğer türden devlet dolayımlı işlerde Doğan aleyhine bazı sonuçları da olmuştur. Ancak yine de son haftalarda yaşanan kapışma basit bir ihale-vurgun anlaşmazlığıyla sınırlı değildir. Burada egemen sınıf içi süregelen kavganın yeni bir cephesiyle karşı karşıyayız esas olarak. AKP’ye yönelik saldırılarından istediği ölçüde sonuç alamayan statükocu cenah en son Anayasa Mahkemesi marifetiyle de partinin kapatılamayacağını gördükten sonra, AKP’yi dizginlemek


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

Doğan ve Erdoğan’ı birbirinden ayıran hususlardan daha derinlerde onları birbirine bağlayan, birleştiren hususlar bulunmaktadır. Tüm itişme tepişmeye rağmen Doğan ve Erdoğan aynı sınıfın, yani modern toplumun sömürücü egemen sınıfı olan burjuvazinin mensuplarıdırlar. ve önümüzdeki yerel seçimlerde geriletebilmek için farklı bir cepheden yüklenme çabasına girişti. Laiklik ve “vatan elden gidiyor” temalı saldırıların yeterli sonuç vermemesi üzerine, yeni istikamet olarak yolsuzluk meselesinin kararlaştırıldığı görülüyor. Nitekim tam da Anayasa Mahkemesinin AKP ile ilgili kararının açıklandığı günlerde, CHP Şaban Dişli dosyasını patlatarak AKP üzerine yüklenmeye başladı. Buradan nispeten başarılı bir sonuç alınıp da AKP’ye bir darbe vurulunca hemen arkası da getirilerek Almanya’daki Deniz Feneri davası konu edildi. Şaban Dişli vakasında olsun Deniz Feneri vakasında olsun, iddia ve suçlamaların esasının doğru olmadığını düşünmek için bir neden bulunmuyor. Aksine bunların buzdağının sadece yüzeydeki küçücük bir kısmını oluşturduğuna şüphe yok. Bu topraklardaki halk bilgeliğini yansıtan “çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” sözü boşuna söylenmemiştir. İşte Erdoğan’ın çıkışı bu gelişmelerin ardından gelmiştir. Kapıya dayanan ekonomik kriz koşullarında yolsuzlukların AKP’nin zayıf karnı olarak iş görebileceğini pekâlâ bilen Erdoğan “en iyi savunma saldırıdır” taktiğini izleyerek kale duvarında açılan gediği kapamaya çalışmıştır esas olarak. Aynı zamanda seçime doğru giden yolda, bir karşı saldırıyla hem gelen ekonomik krizle ilgili olarak halkın gündemine girecek yakıcı sorunları gargaraya getirmek hem de halk nezdinde puan getireceğini pekâlâ bildiği bir noktaya –medyaya– vurarak puan toplamak istemiştir. Ancak bunun tümüyle yeterli olamayabileceğini de hesap eden AKP, Ergenekon’da da yeni bir tutuklama dalgasını ateşleyerek yolsuzluk saldırısına cevabını kuvvetlendirmiştir. Erdoğan, Doğan medya grubunu hedefe oturtarak, yolsuzluk iddialarının bu en güçlü medya grubu tarafından ön plana çıkartılmasını önlemek istiyor. Yani bu aynı zamanda Doğan grubunu tarafsızlaştırmaya, onun statükocularla işbirliğini bozmaya dönük bir hamle niteliği taşımaktadır. Doğan’a yöneltilen tehdit ve şantajları bu çerçeveden görmek gerektiği gibi, bunları aynı zamanda ona yönelen bir pazarlık teklifi olarak da görmek gerekir. Erdoğan bu karşı atağıyla amaçlarına tümüyle ulaşamasa bile, hiç olmazsa Doğan medyasının inandırıcılığına darbe

vurarak olası yolsuzluk haberlerinin etkisini baştan sınırlamak gibi bir sonucun da ortaya çıkacağını hesap ediyor. Sonuç olarak bu yolsuzluk muharebeleri egemen sınıf içi çatışmanın yeni cephesi olarak öne çıkmıştır ve bir süre daha bu cephede yürüyecek yeni muharebeler olacağını tahmin edebiliriz. Daha önce Anayasa Mahkemesinin AKP’yi kapatmamasıyla egemen sınıf içi çatışmada belli düzeylerde bir mutabakatın tescillenmiş olduğunu, ama bunun çatışmanın bittiği anlamına gelmediğini vurguladığımızı hatırlatalım.

Derindeki birlik Doğan ile Erdoğan arasındaki atışmanın açığa vurduğu birçok gerçeklik var. Ama bunlar arasında sınıf bilinçli işçilerin özellikle öne çıkarması gereken noktalardan biri şudur ki, Doğan ve Erdoğan’ı birbirinden ayıran hususlardan daha derinlerde onları birbirine bağlayan, birleştiren hususlar bulunmaktadır. Tüm itişme tepişmeye rağmen Doğan ve Erdoğan aynı sınıfın, yani modern toplumun sömürücü egemen sınıfı olan burjuvazinin mensuplarıdırlar ve Erdoğan’ın başında olduğu devlet de tüm toplumun değil bu burjuvazinin devletidir. Erdoğan’ın ifşaatlarından Doğan’la gizli saklı görüşmeler yapmış oldukları ve bu görüşmelerde Doğan’ın birtakım taleplerde (ve elbette vaatlerde) bulunduğu anlaşılıyor. Sıradan bir işçinin başbakanla böyle özel görüşmeler yapabildiğini, ondan taleplerde bulunabildiğini (sözün gelişi sınırsız grev ve örgütlenme özgürlüğü talep edebildiğini) duyan var mıdır? Aydın Doğan başbakandan Hilton arazisinin1 imar planının değiştirilmesi ve İskenderun’da rafineri için beleş arazi tahsisi gibi taleplerinin “doğal vatandaşlık hakkı” olduğunu söylüyor. Yani hırslı bir burjuvanın patavatsızlığıyla şu mesajı vermiş oluyor: “Bu düzen biz para babalarının düzenidir, ben de bu düzenin en tepesindeki para babalarından biriyim; o nedenle bizim işlerimizi görmek zorunda olan başbakandan bu tür taleplerimin olmasından daha doğal ne olabilir?” Doğru söze ne denir? Bu sözler, tüm çatışmalara rağmen burjuva sınıfın içindeki derin birlik ve beraberlik konusunda fikir verdiği gibi, bir işçi için devletin sınıf karakteri hakkında da fi-

7


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

kir vermelidir. Sanki sınıflardan bağımsız ya da onların üstündeymiş gibi sunulan devlet imajı aldatıcıdır. Fabrikada işçinin ümüğüne basan, onun suyunu sıkan patronla, kafasına cop indiren devlet aynı sınıfsal baskının değişik yönlerini sergilemektedirler yalnızca. Medya baronuyla başbakanın görüşmesine geri dönelim. Peki, Aydın Doğan başbakana “doğal haklarını” hatırlatarak taleplerde bulunuyor da, bu münasebetsiz ve “haksız” istekleri kabul etmediğini ilan ederek ak kaşık pozları kesen başbakan ne yapıyor? Doğan’ı ve daha sonra da elçilerini huzura kabulde hiç beis görmemesini geçelim. Meselâ “aslan yürekli” başbakan “ne cüretle böyle bir ayrıcalık talebinde bulunabilirsin” diyerek Doğan’a kapıyı mı gösteriyor? Ya da bu açık suçüstü durumu karşısında Doğan’ı yargıya mı havale ediyor? Ne gezer! “Özgür yarışmanın”, “şeffaflığın” hâkim olduğu, “hak edenin” kazandığı bu kapitalist harikalar diyarında, “rafineri işini Çalık istedi, ona söz verdim” diyor. Böylece, özellikle büyük çaplı ganimetin söz konusu olduğu hallerde, işlerin perde arkasında gerçekleştirilen gizli kapaklı görüşmeler ve pazarlıklarla halledildiğini, yağma ve talanda raconun bu şekilde işlediğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Doğan’ıyla, Erdoğan’ıyla, Çalık’ıyla burjuvaların dünyasında herkesin oyunu bu racona göre oynadığı ve nadir haller dışında kol kırıldığında yen içinde kaldığı açıkça ortadadır. Doğan’ın, “Eğer başbakanın elinde benimle ilgili belge varsa bir hafta beklemesin. Eğer benimle ilgili bir suç biliyor da açıklamıyorsa bu suçtur. Eğer suçluysam savcılığa şikâyet et, beni hapsettir” diyebilmesinin de, Erdoğan’ın “haftaya her şeyi açıklayacağım” diye esip gürleyip hiçbir şey açıklamamasının da izahı buradadır. Başbakan, bakanlar, yüksek bürokratlar, belediye başkanları, para babaları, kendilerine ait dünyada beraber düşüp kalkıyorlar, zaman zaman da anlaşmazlıklara düşebiliyorlar. Ama bu anlaşmazlıklar işçilerin emekçilerin dünyasından çok uzak bir dünyada, kendi ortak burjuva dünyaları içinde cereyan ediyor. Onların sefahat içinde yüzdükleri bu dünya, işçilerin emeğinin vahşice sömürüsüyle inşa edilmiş bir dünyadır. Viski kadehleri tokuşturan asri burjuvalarımız da, şerbet kanaatkarlığı pozlarındaki badem bıyıklı burjuvalarımız da temelde aynı aleme aittirler ve işçi sömürüsünde ve düşmanlığında birdirler. Bu kirli kardeşler birliği gerçeği aslında o denli açıktır ki, burjuva medyada kalem namusunu az çok korumayı başaran yazarlar bile görmezden gelememektedir: “Güç ile güç bazen kapışır, sıkça birbirine yapışır. Bu gelgitlerin özünde

8

ne basın özgürlüğü, ne demokrasi, ne ahlâk, ne cumhuriyet, ne sapına kadar ve her ahval ve şeraitte haysiyet, ne bağımsızlık, ne de ilke, tutarlılık bulunur. Biri, bir gün hortumcu dediği filin kucağına koşar... Bir başkası, yola düzdüğü, yolda düzdüğü kervandaki devenin hörgücüne kızar bir gün. Kervan ve devran budur. Düzen budur. Tıynet budur! Cumhuriyet, demokrasi, hukuk, hele basın özgürlüğü diye yandan çarklı, içten pazarlıklı çığıranların öz ruhudur.” (Umur Talu, Sabah)

Burjuva Medya Başbakanın salvolarına hedef olan Doğan medyasının “özgür basın” bayraktarı kesilmesi sınıf bilinçli her işçinin ancak tiksinmeyle karşılayacağı bir şeydir. Bugün Doğan medyasının ana kolunu oluşturduğu bütün burjuva medya, olsa olsa kokuşmuşluğun bayraktarı olabilir. Gerçek şu ki, bugünkü haliyle burjuva medya George Orwell’in 1984 adlı kara romanındaki ürkütücü duruma aşağı yukarı yaklaşmıştır. Düzen medyasının temel işi halkı ülkede ve dünyada yaşananlardan doğru, tam ve çok yönlü haberdar etmek değil, halkta belirli bilinç biçimlerini oluşturmaktır. Bunun anlamı, halkı burjuva düzene her gün yeniden ikna etmek, bu düzene rıza oluşturmaktır. Dolayısıyla burjuva medyanın esas işlevi gerçeğin doğru anlaşılmasına hizmet etmek değil, onu egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktır. Temel işlev çarpıtma, yalan, manipülasyon, kışkırtma olunca zaman zaman dillendirilen “gazetecilik ahlâkı”, “etik meslek ilkeleri” gibi sözler ve bildiriler hoş birer laf-ı güzaf olmaktan öteye gitmez. Kapitalist düzen ihtiyarlayıp bunadıkça bu gerçeklik daha da belirgin bir hal alır. Elbette bu pislik denizinin içinde namusunu korumayı başarabilen tek tük gazeteci vardır, ama bunların varlığı istisna olmaya mahkûmdur ve genel gerçeklik değişmez. Bugün “özgür basın”dan dem vuranların devrimcilere, işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı işlediği suçların listesi son derece kabarıktır. Onlar, sermayenin ve ordusuyla polisiyle onun devletinin işçi sınıfı ve Kürt halkına karşı saldırılarının yılmaz savunucusu, borazanı ve çoğu zaman önde bayrak sallayarak giden öncü müfrezesi olmuşlardır. Hatırlayalım, 1994 yılında Özgür Ülke gazetesi bizzat Çiller’in talimatıyla bombalandığında bu “ahlâklı” ve “özgür” basının bir alkış tutmadığı kalmıştı. Devrimci basına ve Kürt basınına yönelik baskı ve devlet terörü karşısında burjuva basının tutumu temelde aynıdır. Onlar


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

bu saldırılara alkış tutmakla kalmayıp, Yoksulluk sorunu, din ve tekellerinde bulundurdukları dağıtım merhamet istismarı ve kâğıt sektörü aracılığıyla sosyalist ve muhalif basının yaşamasını ve halDoğan grubu ile AKP arasındaki ka ulaşmasını da engellemeye gayret tepişme vesilesiyle açığa çıkan lağım etmektedirler. pisliğinin en tiksindirici unsurlarınErdoğan, Doğan medyasına ait gadan birisi de Deniz Feneri hadisesiyzetelerin okunmaması çağrısında budi. Din ve merhamet istismarıyla inlunduğunda, bu medya grubunun en sanlardan toplanan muazzam miktar“demokrat” gazetesi Radikal, ertesi da paranın iç edilerek yeni tekellerin gün, “Faşizmin Ayak Sesleri” manşesermaye harcı yapıldığı açığa çıktı. tiyle çıktı. Oysa şimdiye kadar başta “Yüzyılın iyilik hareketi” gibi şaşalı Kürt sorunu olmak üzere düzeni tehetiketlerle son yıllarda peyda olan bu dit eden her türlü sorun karşısında gibi örgütlenmelerin böylece aynı zatüm burjuva gazetelerin genel yayın manda sermayenin görece yeni palazçizgisinin Genelkurmay talimatlarıyla lanan bir kesiminin şekillenmesine belirlenmesi, muhalif gazete ve dergihizmet ettiği daha görünür oldu. lerin bizzat polis ve jandarma zoruyla Bunun sadece paraların belli bir bayilere sokulmaması, bu “demokrat” bölümünün cebe indirilmesi hadisesi Doğan grubu ile AKP arasındaki ve “radikal” gazeteye faşizmin ayak sesolmadığı açıktır. Yardım faaliyeti çertepişme vesilesiyle açığa leri gibi gelmemişti. çevesinde yürütülen tüm ticari işleçıkan lağım pisliğinin en Çok açıktır ki darbelere alkış tutan, rin yine İslamcı sermayeye ait şirkettiksindirici unsurlarından birisi de Deniz Feneri hadisesiydi. kuyruk sallayıp darbecilerin emir erliler üzerinden yürütülerek buraların Din ve merhamet istismarıyla ğine giren, onlarla bir olup hükümetpalazlandırılmasını da bir kenara bıinsanlardan toplanan muazzam ler deviren ve kuran bu medyadır. rakalım. Burada daha önemli sorun, Savaş kışkırtıcılığı yapan, şovenizmi miktarda paranın iç edilerek yeni yoksulluğun kendisi ile alâkalıdır. tekellerin sermaye harcı yapıldığı körükleyen, Ermeni düşmanlığı, Kürt Hızla yaygınlaştırılan bu “hayır” açığa çıktı. düşmanlığı, Rum-Yunan düşmanlığı ekonomisiyle, yoksul emekçilerin, yapan bu medyadır. Devrimcilere ve işçi sınıfına kin kukendi gerçek çıkarlarına uygun bir düzen ve sosyal güvenlik sistemi için mücadele etmesi değil, ağzını zenginlerin san bu medyadır. Bu konularda genel bir mutabakat ve inayetine açıp dilenmesi, yoksulluğa isyan etmeyip onu situtum birliği içinde olan burjuva düzen ve medyasının zaneye çekmesi istenmektedir. man zaman kendi işine gelmeyen burjuva muhalif yayınDeniz Feneri ile ilgili yolsuzluğun teşhir olmasından ları bile yok etmeye yöneldiği de bilinen bir gerçek. Geçtiğimiz yıl darbe günlüklerini yayınladığı için kapatıfena halde rahatsız olan İslamcılar utanmadan bu “hayır” lan Nokta dergisinin başına gelenler henüz tazeliğini kofaaliyetlerini “vahşi kapitalizme” karşı bir erdem olarak paruyor. zarlama pişkinliğini gösteriyorlar. Dindar burjuvaların diNokta dergisinin kapatılmasına yol açan yayınlar ve ğer burjuvalardan farklı olduğunu göstermek için boşuna Ergenekon davası sürecinde açığa dökülenler bir başka yırtınıyorlar. Laikiyle İslamcısıyla burjuvalar işçilerin sırönemli gerçeğin de bir kez daha görünür olmasını sağladı. tından elde ettikleri zenginliklerle kendi dünyevi sefahatlerini sürerken, yoksulluk içinde kıvranan işçi ve emekçiBüyük medyada önde gelen isimlerin hemen hepsinin lere, isyan etmeyin, bizim yüce gönlümüzden kopan kı2003 ve 2004 yıllarındaki darbe girişimlerinden haberdar rıntılara el açın ve asıl olarak da öteki dünyayı bekleyin oldukları halde bunu tümüyle gizli tuttukları açığa çıkmıştır. İşte burjuva medyanın işine geldiği zaman riyâkarca denmektedir. Bu noktada sınıf bilinçli işçilere düşen gödiline doladığı “halkın haber alma özgürlüğü” böyle bir rev, yoksulluk sorununun ahlâksızlıktan, aç gözlülükten, şeydir. Yürümekte olan darbe hazırlıklarının halktan sinsidinsizlikten vb. kaynaklanmayıp, kapitalizminden kaynaklandığını açıklamak, çözümünün de, aşağılayıcı sadaka sisce gizlenmesinin darbecilerle açık bir işbirliği anlamına temiyle ya da öteki dünyayla değil, bolluk dolu adil bir geldiğini eklemeye gerek yoktur. Ama aynı riyâkar tutudünya için kapitalizmle mücadeleye atılmakla gelebilecemun darbe girişimine maruz kalmış AKP hükümetinde de ğini propaganda etmektir. olduğunu hatırlatmaya gerek vardır. Yine aynı süreçte hükümetin de bu darbe girişimlerinden haberdar olduğu, ama iş perde arkasında halledilince hiç ses çıkarmadığı ve Bu pisliği ancak devrim temizler darbecileri yargılamak için hiçbir şey yapmadığı teşhir olmuştur. Burjuva siyaset ve medya kuburunun tablosu buTüm bu anlatılan kirli ilişkiler ve yolsuzluklar kapitadur. lizmin kaçınılmaz bir sonucudur, onun kendisidir. Kapi-

9


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

talistin kazancı daha kaynağında işçinin artı-emeğinin gasp edilmesine dayanır. İşçi kan ter içinde çalışarak zenginliği üretir, asalak kapitalist buna el koyar. Yani daha işin başlangıç noktasında tabir caizse bir “suç” ya da bir “günah” vardır. Toplumun azınlığını oluşturan kapitalistler büyük çoğunluğu oluşturan işçi sınıfına karşı bu “suçu” işlemek suretiyle kendilerini var ederler. Dolayısıyla kapitalistler sınıfı ve onların türlü hizmetkârları işçi sınıfı karşısında koca bir suçlular kulübü oluştururlar. Diğer taraftan, bu temel üzerinde, kâr hırsına, sonu gelmez bir tamaha ve bu temelde gırtlak gırtlağa acımasız bir rekabete dayanan kapitalizmde, rakiplerin kazanmak için “kuralları” bir biçimde çiğnemeye yönelmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde bu acımasız cangılda yok olup gitmek vardır. Kimse bunu kolay kolay sineye çekmek istemez ve bu cangılda hayatta kalmak için elinden geleni ardına koymaz. Bu düzende esas olan her ne pahasına olursa olsun kazanmaktır. Kirli ilişkiler ve yolsuzluklar kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur, onun kendisidir. Kapitalistin kazancı daha kaynağında işçinin artı-emeğinin gasp edilmesine dayanır. Yani daha işin başlangıç noktasında tabir caizse bir “suç” ya da bir “günah” vardır. Toplumun azınlığını oluşturan kapitalistler büyük çoğunluğu oluşturan işçi sınıfına karşı bu “suçu” işlemek suretiyle kendilerini var ederler. Dolayısıyla kapitalistler sınıfı ve onların türlü hizmetkârları işçi sınıfı karşısında koca bir suçlular kulübü oluştururlar. Yolsuzluğun kapitalizmin doğasında olduğunu söylediğimizde, onun sadece Türkiye’ye özgü bir şey olmadığını da söylemiş oluyoruz. Kapitalizmin ideologları genellikle yolsuzluğun kapitalizmin azgelişmiş olduğu, dolayısıyla “piyasa ekonomisinin” kurallarının yeteri kadar oturmadığı koşullarda hayat bulduğunu söylerler. Yani suç haşa kapitalizmde değil onun eksikliğindedir! İşçinin artı-emeğinin gaspı üzerinde yükselen bir düzen için bu savın hiçbir mantıki temeli yoktur. O nedenle kapitalizmin en sofistike filozofları bile onu ahlâklı bir düzen olarak gerekçelendirmekte büyük zorluklar çekmişlerdir. Ama kapitalizmin yolsuzluğu doğal olarak beraberinde getirdiğini görmek için uzun izahata hiç de gerek yoktur. Dünyanın en gelişmiş, en “kurallı” kapitalist ülkelerinde bile nice yolsuzluklar olduğu defalarca kanıtlanmıştır. Şimdilerde yaşanan büyük kriz vesilesiyle devasa şirketlerin, bankaların zararlarını türlü hilelerle gizledikleri ortaya çıkmaktadır. Petrol tekellerinin, silah tekellerinin hükümetle ilişkilerini, elde ettikleri “usulsüz” ganimetleri bilmeyen var mı? Amerika’daki Enron skandalı ve onun gibi nicelerinin sergilediği örnekler henüz tarih olmamıştır. Yine de, sorunun özüne ilişkin olmasa da, gelişmiş kapitalist ülkelerle Türkiye gibi ülkeler arasında farklar da

10

bulunmaktadır. Kapitalizme, özel mülkiyetin var olduğu feodalizmden değil de Asyatik bir tarihsel güzergâhtan gelerek ve esasen dış etmenle, geç giriş yapan Türkiye gibi ülkelerde, bir yandan bağımlılık-biat-cemaat ilişkileri toplum hayatında gücünü korurken, diğer yandan da devlet aygıtının çıkar dağıtımında özgün ve ağırlıklı bir rolü vardır. Keyfiliğe daha açık bir zemin sunan bu şartlarda, devlet dümenine geçenlerin başına “devlet kuşu” konmuş olur.2 Devletin kontrolündeki engin kaynakların dağıtımı sermaye birikiminde önemli bir rol oynar. Bu kaynaklar tükenmediği ve sınıf atlama özlemleri de toplumda diri olduğu ölçüde, yeni ve hırslı burjuva adaylarının da kulübe dahil olma ve devlet talanından siyaset yoluyla nemalanmaları için henüz pay vardır. Diğer taraftan, örgütlü ve politik bir işçi hareketi var olmadığı ölçüde, uzun yüzyıllardır süren bir devlet talanı geleneği toplumda belli ölçülerde bir kanıksanmışlık da yaratır. Bu nedenle yolsuzluk skandalları patlak verdiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen ve burjuva düzenin “papazlarının” talep ettiği istifalar, yargılamalar vb. de pek olmaz böylesi toplumlarda. Ancak bu farklılıklar işin özünü değiştirmemektedir. Unutmamak gerekiyor ki, Japonya gibi ülkelerde gözlemlenen intihar vakaları türünden uç biçimler aldığında bile, bu jestler son tahlilde işçi sınıfını yatıştırmaya dönüktür. Ne kadar trajik olursa olsun bu jestlerle işçi sınıfına mevcut sınıflı toplum düzeninin temel kurallarına riayet etmesi gerektiği telkin edilir. “Bu düzen özünde iyidir, bakın hata yapan da cezasız kalmaz” mesajı verilir. Bu tür jestlerle, hata ya da yanlış olarak sunulan davranışların düzenin özünden türediği gerçekliği örtbas edilmeye çalışılır. Örgütlü ve politik bir işçi hareketinin olmaması ve bu sebeple kırılamamış olan genel kanıksama hali nedeniyle, yolsuzluk skandalları ciddi bir buhran yaratmamaktadır. Şüphesiz bunlar hükümetlerin yıpranmasının unsurlarından birini oluştursa da, AKP örneğinde çok net olduğu gibi kendi başına bunun etkisi sanıldığı kadar fazla değildir. Burjuva düzenin pisliklerinin ortaya saçılması, düzeni teşhir bakımından bol ve aleni olanaklar sunsa da, bu asla yeterli olmuyor. Sorun bir kez daha, örgütlü ve diri bir işçi hareketinin var olup olmadığına gelip dayanıyor. Dolayısıyla, işçi hareketinin devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltme sorunu olanca yakıcılığıyla önümüzde durmaya devam ediyor. 

–––––––––––––––––––––– 1

Hilton Otelinin eski sahibi, kamu çalışanlarının ücretlerinden yapılan kesintilerle oluşturulan Emekli Sandığı idi. Bilindiği gibi daha sonra otel Emekli Sandığı’nın elinden alınarak AKP hükümeti tarafından haraç mezat Doğan grubuna satıldı.

2

Mehmet Sinan’ın dergimizde yer alan yazı dizileri bu geleneklerin tarihsel köklerini kapsamlı biçimde ortaya koymaktadır.


Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /8 Mehmet Sinan

Güdümlü-tekelci kapitalist sanayileşmenin siyasal sonuçları Bundan önceki bölümde, Türkiye’deki dışa bağımlı tekelci kapitalist sanayileşme sürecinin ekonomik ve sosyal yapıda meydana getirdiği değişimler üzerinde durduk. Bu bölümde ise, bu ekonomik ve sosyal değişimlerin siyasal yaşama nasıl yansıdığını ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu irdelemeye çalışacağız. Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1960’lara kadar ağır aksak bir şekilde ilerleyen Türkiye’deki kapitalist sanayileşme süreci, 60’lı yıllarda başlayan ithal ikameci sınai yatırımlar sayesinde sıçramalı bir gelişme gösterecekti. Sanayideki bu sıçramalı gelişme, hem sanayi proletaryasının nicelik ve nitelik olarak gelişimini hızlandırmış, hem de sınıf mücadelesi eğrisinde ani bir yükselişe yol açmıştı. İşçi sınıfının örgütsüz ve her türlü haktan yoksun bulunduğu yıllarda ciddi bir sınıf mücadelesiyle karşılaşmamış ve bu bakımdan üzerinde hiçbir basınç hissetmemiş olan yerli büyük burjuvazi, sınıf mücadelesinin 60’lardaki bu ani yükselişi karşısında ciddi bir bocalama içine girecekti. Tam da yabancı sermayeyle ortaklık kurup tatlı kârlar elde etmeye başladığı bir dönemde karşısına dikilen bu sınıf mücadelesi engeli, esaslı bir şekilde ürkütmüştü burjuvaziyi. Bu koşullarda tam olarak ne yapacağını bilmez durumda olan yerli büyük burjuvazinin yardımına,

TC’nin en yakın askeri ve siyasi müttefiki ABD emperyalizmi koşacaktı şüphesiz! ABD egemenleri, bir NATO üyesi ve aynı zamanda SSCB’nin sınır komşusu olan bir ülkede sınıf mücadelesinin gelişerek kapitalist düzeni tehdit edici boyutlara ulaşmasının, yalnızca o ülkenin burjuvazisi açısından değil, emperyalist-kapitalist sistemin genel çıkarı açısından da ne denli tehlikeli bir durum oluşturduğunun bilincindeydi. İşte bu nedenledir ki, işler Türkiye’de daha o “tehlikeli” safhaya gelmeden ABD’li yetkililer derhal harekete geçecek ve sınıf mücadelesinin bu “tehditkâr” yükselişi karşısında ne gibi “güvenlik” önlemleri (siyasî, askerî, polisiye vb.) almaları gerektiği konusunda Türk makamlarını uyarmaya başlayacaklardı. ABD’li yetkililerin o dönemde yerli burjuvazinin temsilcileriyle ve burjuva devletin ilgili birimleriyle sık sık “bilgi alışverişinde” bulunmaya başlamalarının nedeni bu olsa gerektir! Öte yandan, bu “bilgi alışverişi”nin, ABD’li yetkililerin Türk makamlarını yaklaşan “tehlike” karşısında “uyarması”, “bilgilendirmesi”, “bilinçlendirmesi” ve de fiilen “yönlendirmesi” şeklinde olduğuna hiç kuşkumuz yok. ABD emperyalizmine göre, alınması gereken önlemlerin başında, bir NATO üyesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) içyapısını düzene sokmak ve iç hiyerarşisini yeniden tesis etmek geliyordu. Çünkü TSK’nın hiyerarşik yapısı (emir-komuta zinciri), alt rütbeli subayların gerçek-

11


marksist tutum

Ekim 2008 • sayı: 43

TSK’nın hiyerarşik yapısı, alt rütbeli subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs darbesiyle esaslı bir şekilde kırılmış ve ardından gelen iki darbe girişimiyle de “tehlikeli” bir şekilde bozulmuş bulunuyordu. Bu durumda, TSK içindeki emirkomuta zincirinin sağlam temellerde yeniden tesisi, hem Türkiye’deki kapitalist düzenin “bekası” açısından, hem de Türkiye’nin dahil olduğu emperyalist ittifakın (NATO) bölgedeki çıkarları açısından yaşamsal bir önem taşımaktaydı ABD ve Türk egemenleri için! leştirdiği 27 Mayıs 1960 darbesiyle esaslı bir şekilde kırılmış ve ardından gelen iki darbe girişimiyle de (Albay Talat Aydemir’in önderliğindeki 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri) “tehlikeli” bir şekilde bozulmuş bulunuyordu. Bu durumda, TSK içindeki emir-komuta zincirinin sağlam temellerde yeniden tesisi, hem Türkiye’deki kapitalist düzenin “bekası” açısından, hem de Türkiye’nin dahil olduğu emperyalist ittifakın (NATO) bölgedeki çıkarları açısından yaşamsal bir önem taşımaktaydı ABD ve Türk egemenleri için! Alınması gereken ikinci önlem, Türkiye’de ortaklık kurmuş bulunan yerli ve yabancı büyük sermayenin ekonomik çıkarlarını savunacak ve bu bağlamda ABD’ye, NATO’ya, ikili anlaşmalara sadık kalacak bir siyasal iktidar yapılanmasının bir an önce oluşturulmasıydı. Ama mevcut burjuva parlamenter yapı içerisinde böyle bir iktidarın oluşturulabilmesi için de öncelikle yerli sömürücü egemen sınıflar bloku içindeki çatlağın giderilmesi, yani kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bozulan ittifakın yeniden tesisi gerekiyordu.1 Fakat öte yandan, bu ittifakın kurulması da yeterli değildi tabii ki. İki egemen sınıf kesimi arasında kurulan bu ittifakın, burjuvazinin bir diğer kesimini oluşturan geleneksel devletlû sınıfın, yani kendilerini cumhuriyetin kurucusu ve kollayıcısı olarak gören yüksek askerî bürokrasinin de desteğini alması gerekiyordu. Bu da ancak, ordu içinde emir-komuta zincirinin (iç hiyerarşinin) yeniden sağlanmasıyla ve yüksek komuta kademesinin, burjuva iktidar blokunun emrine girmesiyle mümkün olabilecek bir şeydi. Üçüncü önlem, yükselmekte olan işçi hareketinin önünün kesilmesiyle ilgiliydi. ABD emperyalizmi ve yerli büyük burjuvazi, Türkiye’de işçi hareketinin gelişimini frenleyebilmek için öncelikle sendikal hareketin kontrol altına alınması gerektiği konusunda anlaşmış durumdaydılar 1960’larda. Bu konuda attıkları ilk adım ise, o yıllarda mevcut tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş üzerinde burjuva devletin denetimini sıkılaştırmak oldu. Türk-İş bu yolla mücadeleci sınıf sendikacılığından mümkün oldu-

12

ğunca uzak tutulacak ve burjuva devletin kontrolü altında güdümlü, uzlaşmacı bir sendikal hareket konumunda tutulacaktı. Bu güdümlü sendikal hareket, daha sonra komuoyuna “partiler üstü” ya da “siyaset dışı” sendikacılık (!) diye lanse edilecek olan harekettir. Dördüncü önlem, Türkiye’de işçi sınıfı temelinde gelişebilecek olan devrimci sosyalist siyasal hareketin ne pahasına olursa olsun önünün kesilmesiyle ilgiliydi. Bu konuda atılacak adımların başında ise, Türkiye’deki dinci ve milliyetçi sağ güçlerin sosyalist harekete karşı birer vurucu güç olarak kullanılması geliyordu. Ama bunu yapabilmeleri için de, öncelikle bu güçleri azılı anti-komünist, antiSovyet örgütlerin çatısı altında toparlamaları gerekiyordu. Daha sonra ise bu anti-komünist sağcı örgütler, ABD emperyalizminin planladığı ve yerli büyük burjuvazinin aktif olarak desteklediği bir soğuk savaş stratejisi çerçevesinde harekete geçirileceklerdi. Bu örgütler zamanla anti-komünist, anti-Sovyet kitle eylemleri düzenleyecek ve bu eylemlerle kışkırttıkları kitleleri, henüz daha yolun başında olan sosyalist hareketin üzerine salacaklardı. ABD emperyalizmini yukarıda sıraladığımız önlemleri almaya iten şeyin sadece ortağının (yerli büyük burjuvazinin) çıkarlarını koruma güdüsü olmadığı açıktır. ABD’yi Türkiye’de bu önlemleri almaya iten esas neden, Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu olan Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist sistemin çıkarları açısından taşıdığı önemdi. Bilindiği gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşından en kazançlı çıkan emperyalist devlet ABD olmuştu. 60’lı yıllara gelindiğinde de ABD emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü konumundaydı. ABD’nin bu konumunu diğer emperyalist devletler de de facto kabullenmiş durumdaydılar o dönemde. Dolayısıyla, emperyalist güçler arasında şimdiki gibi bir hegemonya mücadelesinin söz konusu olmadığı 60’lı yıllarda asıl çatışma, emperyalist-kapitalist sistemin tek hegemon gücü olan ve dünya üzerindeki nüfuz alanlarını daha da genişletmek isteyen ABD emperyalizmi ile buna karşı çıkan ve ABD’nin önünde fiili bir engel oluşturan SSCB arasında geçiyordu.


Ekim 2008 • sayı: 43

İki karşıt sistemin temsilcileri olarak, ekonomik, siyasî, askerî her alanda karşı karşıya gelen bu iki süper güç arasındaki rekabet ve nüfuz yarışı, birbirlerine karşı yürüttükleri sürekli bir soğuk savaş biçimine bürünmüş durumdaydı. Bir NATO üyesi olan kapitalist Türkiye de bu savaşta ABD emperyalizminin yanında saf tuttuğu için, doğrudan soğuk savaşa dâhil olmuş bulunuyordu. Bu yıllarda Türkiye’de bir yandan sınıf mücadelesinde bir yükselişin yaşanması, diğer yandan sosyalizme, SSCB’ye ve genel olarak “sosyalist sisteme” şu ya da bu ölçüde sempati duyan bir sol hareketin gelişmeye başlaması, sadece Türk egemenleri değil, emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD’yi de tedirgin etmişti. Bu nedenledir ki, emperyalist sistemin bu iki “müttefik” gücü (ABD ve Türkiye), Türkiye’de yükselişe geçen işçi hareketini ve solu engellemek için birlikte hareket edecek ve sola karşı planlanan soğuk savaşı birlikte yürüteceklerdi. Ve tabii, Türkiye’deki burjuva demokrasisi de bu soğuk savaş temelinde biçimlenecek ve inişleri çıkışları buna göre olacaktı!

TSK’nın bozulan iç düzeninin yeniden tesisi 1961 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosunda, hiçbir burjuva partisi tek başına mutlak çoğunluğu elde edebilmiş değildi. Milli Birlik Komitesi’nin de desteklediği CHP’nin ‘61 seçimlerinde aldığı oy, 1957 seçimlerinde aldığı oydan da daha azdı (%36,7). Büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin desteklediği iki sağ partinin, yani Adalet Partisi (AP) ile Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) aldıkları toplam oy oranı ise CHP’den fazlaydı (%48,5). Üstelik bu iki sağ parti, seçimlerin yapılacağı yıl kurulmuşlardı ve kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) devamı oldukları iddiasıyla seçimlere katılmışlardı. Nitekim DP’nin oyları, gerçekten de bu iki sağ parti arasında bölüşülecekti 1961 seçimlerinde. 1961 seçimlerinin bu şekilde sonuçlanması çok normal bir şeydi aslında. Çünkü 27 Mayıs rejimi eski ekonomik ve sosyal yapılara hiç dokunmamıştı. Bu nedenledir ki, seçmen kitlelerin eski siyasal eğilimlerinde de önemli bir değişiklik meydana gelmemişti. Özellikle kırsal kesimdeki seçmen tercihleri, 1950’lerde olduğu biçimiyle aynen devam ediyordu. Bunun da başlıca nedeni, kırsal kesimdeki (özellikle aşiret bağlarının güçlü bir şekilde hüküm sürdüğü Kürt illerinde) seçmenlerin siyasal tercihlerinin eskiden olduğu gibi gene büyük toprak sahipleri tarafından yönlendiriliyor oluşuydu. Nitekim ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosundaki milletvekili dağılımı bunu açıkça ortaya koyuyordu. YTP’den seçimlere katılıp parlamentoya giren Doğu ve Güneydoğu illeri milletvekillerinin büyük çoğunluğu, büyük toprak sahiplerinin temsilcileriydiler. Dolayısıyla büyük toprak sahipleri 1950’li yılların parlamentolarında olduğu gibi, bu yeni parlamentoda da önemli bir ağırlığa sahip bulunuyorlardı. Öte yandan, AP de 1961 seçimlerinde hem kent büyük

marksist tutum

burjuvazisinin hem tarım burjuvazisinin, hem de büyük toprak sahiplerinin (toprak ağaları) temsilcilerini taşımıştı yeni parlamentoya. Böylece, kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri 1961-65 döneminde iki ayrı partiyle (AP ve YTP) temsil edilmiş olacaklardı parlamentoda. Yani egemen sınıf cephesi içinde bir önceki dönemde (1950-60) oluşan çatlak, yeni dönemde de hâlâ devam ediyordu. CHP’ye gelince; bu parti 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların, küçük-burjuva aydınların, Kemalist asker/sivil bürokrasinin adeta son sığınağı haline gelmişti ‘61 seçimlerinde. CHP’nin geleneksel olarak milliyetçidevletçi küçük-burjuva eğilimi temsil ettiğine inanan bu kesimler, CHP’nin seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanacağını da umut ediyorlardı. Fakat bu umutları çok çabuk sönecekti. Çünkü CHP seçimlerde çoğunluğu elde edememiş ve DP’nin devamı olduklarını iddia eden iki sağ partiyle (AP ve YTP) anlaşarak bir de koalisyon hükümeti kurmuştu seçimlerden sonra. İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulan bu koalisyon hükümeti, sanayileşmeye öncelik tanıyan ve bu temelde yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarlarını gözeten bir program uygulayacaktı iktidarda kaldığı sürece. Koalisyonda yer alan CHP’nin bu tutumu, ondan çok şey bekleyen küçük-burjuva aydınları, Kemalist bürokrasiyi ve zaten iktidarın sivillere devredilmesinden pek de hoşnut olmayan ordu içindeki radikal eğilimli subayları ciddi bir şekilde hayal kırıklığına uğratmıştı. Nitekim ilerde değineceğimiz üzere, bu kesimler 1965 seçimlerinden sonra CHP’den giderek uzaklaşacak ve kendi Kemalizm anlayışları temelinde, devlet ağırlıklı bir “ulusal kapitalizm”i savunan ulusal kalkınmacı bir siyasal çizgi oluşturmaya yöneleceklerdi. Darbeciliği de içeren ve adına “parlamento dışı muhalefet” hareketi denen bu “radikal” siyasal çizginin ideolojik-teorik esin kaynağı, 1930’ların Kemalizmi ile 1960’ların pek revaçta olan ulusal kalkınmacı “üçüncü dünyacılık” akımı idi! Seçimlerden sonra ordu içinde özellikle alt rütbeli subaylar arasında “huzursuzluğun” giderek artmakta oluşu, hem ABD’yi hem de yerli büyük burjuvaziyi ve büyük toprak sahiplerini endişelendirmekteydi. İşçi ve köylülerin hareketlendiği bir ortamda, bir de ordu içinde radikal eğilimli subayların huzursuzluğunun artması, istikrarın bozulacağından ve düzenlerinin sarsılacağından korkan egemenler için tehlikeli bir gelişmeydi kuşkusuz. Çünkü böyle bir ortamda ordu içinde çıkacak bir karışıklık, emperyalizmin ve yerli ortaklarının kontrolü ellerinden kaçırmalarına neden olabilirdi pekâlâ. SSCB’nin sınır komşusu olan ve bir ayağı Ortadoğu’da bir ayağı Avrupa’da bulunan Türkiye gibi bir ülkede, emperyalizmin kontrolü elden kaçırmasının ne gibi sonuçlara yol açacağı hiç belli olmazdı! Böyle bir durumda, emperyalist sermayenin ve yerli ortaklarının her şart altında başının fena halde ağrıyacağı besbelli bir şeydi.

13


marksist tutum

Bu gelişmeler karşısında ABD emperyalizmi ve ortağı yerli büyük burjuvazi derhal harekete geçecek ve 27 Mayıs darbesiyle bozulmuş olan ordu içindeki hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden tesis etmeye çalışacaklardı. Bunun bir gereği olarak, ‘61 seçimlerinden hemen sonra, TSK içinde yeni atamalar ve görev değişiklikleri gündeme getirildi. Fakat TSK içinde üst komuta kademesinin siyasal iktidarla anlaşarak başlattığı bu girişim, özellikle alt rütbeli subaylar arasında tepkiyle karşılandı. Kendilerini “Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak tanımlayan bu subaylar, yüksek komuta kademesinin başlattığı bu tasfiye operasyonuna karşı çıktılar. Bunun 27 Mayıs’ı tasfiyeye yönelik bir hareket olduğunu ileri süren bu subaylar, yeni bir darbe girişiminde bulundular. Albay Talat Aydemir’in başını çektiği darbeci subayların gerekçesi, 61 Anayasası’nın gerekli kıldığı reformların yapılamamış olmasıydı. Darbe girişiminin birincisi 22 Şubat 1962’de, ikincisi ise 21 Mayıs 1963’de olmuştu. Fakat her iki darbe girişimi de İsmet İnönü hükümetiyle anlaşan ordunun üst komuta kademesi tarafından bastırılacaktı. Bunun ardından gelen süreç ise, TSK’nın yüksek komuta kademesini oluşturan ve aynı zamanda NATO bünyesinde de yönetici görevler üstlenmiş bulunan generallerin, orduda bozulmuş olan hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden sağlamak üzere harekete geçmeleri olacaktı. Tabii bu süreç, ordu içinde yeni çatışmaları ve tasfiyeleri getiren ve nihayet 12 Mart 1971 darbesiyle noktalanan uzun bir süreç niteliğindeydi. Bu bahse, 12 Mart darbesinin tahlilini yaparken yeniden döneceğiz.

Büyük burjuvazinin hegemonyası altında iktidar blokunun yeniden kuruluşu 1961 seçimlerinin sonuçları, hiçbir partinin tek başına hükümet olamayacağını ortaya koymuştu. 1950’li yıllarda DP hem kent büyük burjuvazisinin hem de büyük toprak sahiplerinin temsilcilerini bünyesinde toplamış bir partiydi. Oysa ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni parlamentoda, bu iki egemen sınıfın temsilcileri iki ayrı partiye (AP ve YTP) bölünmüş durumdaydı. Bu koşullarda hem büyük burjuvazi hem de büyük toprak sahipleri, Milli Birlik Komitesi’nin “telkinlerine” boyun eğerek CHP’yle bir koalisyon hükümeti kurmayı kabul etmişlerdi. CHP genelde bir burjuva partisi olsa da, geleneksel olarak bürokratik elitin temsilcisi konumundaydı aynı zamanda. Dolayısıyla, İsmet İnönü’nün başbakanlığındaki CHP’li bir koalisyon hükümeti döneminde siyasal iktidarı bütünüyle kendi tekeline alamayacağını ve parlamentoyu denetim altında tu-

14

Ekim 2008 • sayı: 43

Cevdet Sunay, İsmet İnönü ve Süleyman Demirel

tamayacağını gören büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle ittifakını bir an önce yenileyerek parlamentoda pozisyonunu güçlendirmeye çalışacaktı. Egemen sınıf cephesi içinde siyasal hegemonyasını kurabilmesi için de atması gerekli bir adımdı bu büyük burjuvazinin. Öte yandan, 1961 parlamento seçimlerinden sonraki toplumsal gelişmeler de bu iki egemen sınıf kesiminin güçlerini bir an önce birleştirmelerini şart koşuyordu zaten. Çünkü kentlerde işçilerin patronlara karşı, kırsal kesimde ise topraksız-yoksul köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı mücadelesi gün be gün gelişmekteydi. Nitekim Türkiye’deki gelişmeleri izleyen ABD emperyalizmi de sınıf mücadelesindeki bu “tehlikeli” tırmanışı görmüş ve Türkiye ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Türkiye’yle ilgilenen ABD’li yetkililer, Türkiye’de egemen sınıfların bir an önce güçlerini birleştirmelerini ve bu güç birliğine dayalı bir siyasal iktidar yapılanmasını bir an önce oluşturmalarını öneriyorlardı Türk egemenlerine. Ama ABD emperyalizmi böyle bir siyasal iktidar yapılanmasının, tabii ki “iş ortağı” yerli büyük burjuvazinin hegemonyası altında gerçekleşmesini istiyordu. Emperyalist sermaye ile yerli büyük sermayenin bu konuda attıkları ilk adım, yeni dönemde burjuvaziyi temsil edecek bir siyasal lider yaratmak olacaktı. Hazırladıkları bir plan çerçevesinde hareket ederek, önce Adnan Menderes’in eski Su İşleri genel müdürü Süleyman Demirel’i Adalet Partisi’nin başına getirdiler. Süleyman Demirel, belli bir süre ABD’de de eğitim görmüş, mesleğinde başarılı olmuş genç bir politikacıydı. Demirel’in halkın içinden gelen bir kişi olduğu, “çobanlık yapığı” ve de ayrıca Amerika tarafından “çok iyi tanınıp takdir edilen parlak bir mühendis” olduğu burjuva medyada günlerce tefrika edildi. Burjuva medya tarafından böylesine övülüp göklere çıkarılan Demirel, AP kongresinde rakibini yenilgiye uğratarak başkan seçildi. AP’nin başına paraşütle indirilen


Ekim 2008 • sayı: 43

Süleyman Demirel, Türkiye’nin yükselen sınıfı olan sanayi burjuvazisinin tartışmasız siyasi lideriydi artık. Demirel bu konumun kendisine sağladığı politik avantajları iyi değerlendirerek, 1965 seçimleri öncesinde büyük toprak sahiplerini de kendi partisine çekmeyi başaracak ve böylece ABD emperyalizmi ile yerli büyük sermayenin arzuladığı egemen sınıflar ittifakını kendi partisi içinde gerçekleştirmiş olacaktı. Sonuçta büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerini bünyesinde toplayan AP, 1965 seçimlerini %53 gibi bir oyla kazanarak tek başına iktidara geldi. Büyük toprak sahiplerinin desteğini tamamen yitiren YTP ise bu seçimlerde büyük bir oy kaybına uğrayarak siyaset sahnesinden silinip gitti. Kurulan bu yeni iktidar blokunun tartışmasız hegemon gücü, ticarî, sınaî ve malî sermayeyi bünyesinde toplayan yerli büyük burjuvazi oldu. Böylece, hem yerli büyük burjuvazinin hem de ABD emperyalizminin arzuladığı ve olmasını istediği siyasal iktidar yapılanması Türkiye’de gerçekleşmiş bulunuyordu. Fakat 1965 seçimleri sonrasında ortaya çıkan ve sağ güçlerin ezici üstünlüğünü yansıtan bu parlamento tablosuna rağmen, gerek ABD’li yetkililer gerekse yerli egemen sınıf temsilcileri hâlâ endişeliydiler. Çünkü iki askeri darbe girişiminin (22 Şubat ve 21 Mayıs) bastırılmış olmasına rağmen, ordu içindeki hoşnutsuzluk ve kıpırdanmalar devam ediyordu. Üstelik bu kez ordu içindeki kıpırdanmalar, 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi, ideolojik bakış açısından ve politik programdan tamamen yoksun kıpırdanmalar da değildi doğrusu! 27 Mayısçı subaylar ne yapacaklarını bilmez durumdaydılar ve siyasal inisiyatifi daha baştan CHP’ye, dolayısıyla burjuvaziye kaptırmış durumdaydılar. Oysa şimdi hem ordu içinde hem de sivil kesimde gelişen ve adına “parlamento dışı muhalefet” denilen bu hareketin, kendine göre bir “ideolojisi” ve “politik programı” vardı. Bu program her ne kadar küçük-burjuvazinin bakış açısındaki sınıfsal bulanıklığı taşıyor ve olmayacak bir düşün (kendi içine kapalı, “bağımsız ulusal kapitalizm”) peşinden koşuyorsa da, sonuçta bu muhalefet hareketi ABD emperyalizmiyle ortaklık kuran yerli büyük burjuvazinin devletteki mutlak hakimiyetine kesin karşı çıkıyordu. Bu burjuva-küçük burjuva karması muhalefet hareketinin ordu içinde ve özellikle genç subaylar arasında giderek taraftar bulması, ABD emperyalizmini ve yerli büyük burjuvaziyi derinden endişelendirmekteydi elbette! Akıl hocalığını ABD’nin yaptığı Türkiye gibi kapitalist bir ülkede, yükselen sınıf mücadelesi koşullarında yerli büyük burjuvazinin ne genişlikte bir burjuva demokrasisi uygulayabileceği de netleşmeye başlamıştı. Sertleşen sınıf mücadelesine ve “tehlikeli” toplumsal muhalefet hareketlerinin gelişmesine tahammülü olmayan ve öte yandan çelişkileri yumuşatacak reformlar yapmaya da takati bulunmayan bir kapitalist ülkede burjuvazi ne kadar burjuva demokrasisi uygulayabilirse, Türkiye’de de burjuvazi o kadar bir “burjuva demokrasisi” uygulayabilecekti!

marksist tutum

Türkiye’de finans kapitalin gelişmesi ve bir finans oligarşinin oluşması 1965 seçimlerinde AP’nin %53 oy alarak tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaştığını söylemiştik. Seçimlerden sonra kurulan ve 1969 yılına kadar devam eden birinci AP hükümeti döneminde, lokomotifliğini sanayi sektörünün yaptığı katlamalı bir kapitalist gelişme süreci yaşanacaktı. Daha önce de değindiğimiz üzere, kapitalist üretimin gelişmesi ve iç pazarın genişlemesi için bu dönemde devlet altyapı yatırımlarını (yol, su, elektrik, maden çıkarma vb.) artırırken, yerli ve yabancı özel sektör şirketleri de sanayi sektöründeki yatırımlarını hızlandırmışlardı. Neticede, birinci Demirel hükümeti dönemi, sanayide sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin arttığı, tekellerin oluştuğu ve sanayi burjuvazisi içinden bir kesimin tekelciliğe yükseldiği bir dönem oldu. Kapitalizmin tekelci aşamasında, tüm kapitalist sektörlere hükmeden ve bu sektörlerde faaliyet gösteren tüm sermayeyi de kendine bağımlı hale getiren finans kapital kuruluşlarının Türkiye’de de oluşmaya başlaması, kapitalistler sınıfı içinde de son derece önemli bir ayrışmayı gündeme getirecekti. Bu, kapitalistler sınıfı içinde bir kesimin sivrilerek diğerleri üzerinde hegemon bir konuma yükselmesi olayıydı. Bu kesim, malî sermayenin yönetimini elinde bulunduran ve bu dolayımla büyük bir iktidar gücüne de ulaşmış bulunan finans oligarşiden başkası değildi. Fakat iş bu aşamada durmadı ve duramazdı da. İç pazarın genişlemesiyle birlikte, satışları ve kârları her geçen yıl katlamalı olarak büyüyen ve önemli bir sermaye birikimine ulaşan tekelci sanayi burjuvazisi, artık her alana el atmaya, her sektörde (sanayi, tarım, ticaret, bankacılık, sigortacılık vb.) yatırımlar yapmaya yönelecekti. Sermaye cephesindeki bu hareketlilik, farklı sektörlerdeki büyük sermayelerin iç içe geçmesini, kaynaşmasını, dolayısıyla yeni ortaklıkları ve şirket birleşmelerini de beraberinde getirecekti. Özellikle, genişleyen özel sektör yatırımları ve bu temelde artan kredi ihtiyacı, bankaların kapitalist ekonomi içindeki rollerini ve önemini muazzam şekilde artırmıştı. Bu süreç, banka sermayesinin kapitalist ekonomi üzerindeki etkinliğini artırdığı gibi, aynı zamanda onun giderek hâkim sermaye haline gelmesini de sağlayacaktı. Nitekim bu süreçte banka sermayesi, çeşitli sektörlerdeki büyük sermayelerin kaynaşarak bir malî sermaye (finans kapital) sentezine ulaşmasında başat bir rol oynayacaktı. İşte finans kapital gelişiminin bir göstergesi olan “holding” şirketlerin Türkiye’de ortaya çıkışı da bu döneme rastlamaktadır. Her ne kadar Türkiye’de holdingler 1970’lerde duyulmaya başlamışsa da, gerçekte çok daha erken tarihlerde oluşmuş bulunuyorlardı. Türkiye’nin ilk holding kuruluşu olan Koç Holding, 1963 yılında kurulmuş-

15


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

tu. Bu holding, çeşitli sektörlerde faaliyet yürüten 25 şirketi bünyesinde toplayan bir finans kapital kuruluşuydu. Keza Sabancı Holding de 1966 yılında kurulmuştu. 1960’ların sonlarına doğru ise bunlara, Yaşar, Eczacıbaşı, Transtürk vb. gibi daha pek çok holding katılacaktı. Bunların yanı sıra, o dönemde her ne kadar “holding” unvanını taşımıyor olsa da, OYAK da aynı nitelikte bir sermaye kuruluşu olarak boy gösterecekti kapitalist ekonomide. İlerde finans kapitalin içinde yerini alacak olan bu sermaye kuruluşu, Batılı kapitalist ülkelerde benzeri olmayan bir biçimde, ordu mensupları tarafından “yaratılmış” bir sermaye kuruluşuydu. Yönetiminde generallerin bulunduğu OYAK, özel bir kanunla kurulmuş, vergilerden muaf tutulmuş “ayrıcalıklı” bir sermaye kuruluşuydu. O dönemin burjuva siyasal iktidarlarının hemen hepsi de OYAK’ı aktif olarak desteklemiş ve onun ayrıcalıklı konumuna göz yummuşlardır. Bunun bir sebebi vardı kuşkusuz: ABD emperyalizmi ile yerli büyük burjuvazi, ordu içindeki yüksek komuta kademesinin (askeri bürokratik elitin) gelişmekte olan yerli malî sermayeyle tam bütünleşmesini ve askeri bürokrasinin bir bütün olarak Türkiye’deki egemen burjuva iktidar blokunun tam destekçisi konumuna gelmesini arzuluyorlardı. Nitekim emperyalist ittifakın bu isteği, bilindiği gibi yarı faşist 12 Mart darbesiyle gerçekleşecek ve ardından gelen faşist 12 Eylül darbesiyle de iyice perçinlenecekti. Burada önemli bir not daha düşmemiz gerekiyor: Bu her iki darbe de, Türkiye’de sermayenin malî sermaye aşamasına yükseldiği bir tarihsel kesitte gerçekleşmiştir. 12 Mart darbesi, yerli büyük sermayenin malî sermayeye dönüşüm sancıları çektiği bir dönemin ürünüyken, 12 Eylül darbesi, malî sermayenin dışa açılma, emperyalistleşme sancıları çektiği bir dönemin ürünü olmuştur. Kapitalizmin tekelci aşamasında, tüm kapitalist sektörlere (sanayi, ticaret, bankacılık, sigorta vb.) hükmeden ve bu sektörlerde faaliyet gösteren tüm sermayeyi de kendine bağımlı hale getiren finans kapital kuruluşlarının (holdingler) Türkiye’de de oluşmaya başlaması, kapitalistler sınıfı içinde de son derece önemli bir ayrışmayı gündeme getirecekti. Bu, kapitalistler sınıfı içinde bir kesimin sivrilerek diğerleri üzerinde hegemon bir konuma yükselmesi olayıydı. Bu kesim, malî sermayenin (finans kapital) yönetimini elinde bulunduran ve bu dolayımla büyük bir iktidar gücüne de (ekonomik, siyasî ve askerî) ulaşmış bulunan finans oligarşiden (malî sermaye zümresi) başkası değildi. Sanayi, ticaret, banka, sigorta vb. sermayelerinin bileşik gücünü temsil eden bu malî sermaye zümresi, burjuvaların en kodamanlarını bünyesinde toplamaktaydı. Bu zümreye, finans kapitalin diğer bir temsilcisi olan OYAK’ın omuzu kalabalık generalleri de dahil olacaktı şüphesiz! Türkiye’de sermayenin 1960-70 arasında kat ettiği gelişme aşamalarını değerlendirdiğimizde, karşımızda kapitalizmin klasik gelişme örneklerinden farklı bir örneğin

16

bulunduğunu görmekteyiz. Kapitalizmin klasik örneklerine bakacak olursak, orada çok erken tarihlerde başlayan ve görece uzun bir zaman dilimine yayılarak yaşanan kapitalist gelişme aşamaları (rekabetçilik, tekelcilik, finans kapitalin oluşumu vb.) Türkiye’de çok geç tarihlerde başlamış, fakat çok kısa bir zaman dilimi içinde (1960- 71) sıçramalı olarak yaşanmıştır. Tüm bu aşamaları hızlandırılmış bir biçimde yaşayan ve sonunda finans kapital düzeyine ulaşan yerli büyük sermaye için artık geriye dönüş söz konusu değildir Türkiye’de. Elif Çağlı’nın çok özlü bir biçimde ifade etiği gibi, “‘70 dönemecinden öteye Türkiye kapitalizminin gelişim öyküsü, artık burjuvazinin tarım, ticaret ve sanayi kesimleri arasındaki çekişmeler temelinde anlatılamaz. Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir.”2 1970’li yıllarda finans kapital aşamasına ulaşmış bulunan yerli büyük sermaye, başka ülkelerde kendisinden çok önce bu aşamaya ulaşmış bulunan her finans kapital oluşumunun yaptığı gibi, dışa açılmak, yatırımlarını ulusal sınırların ötesine taşımak, yani emperyalistleşmek için yanıp tutuşmaya başlamıştır. Fakat istemek başka şey, yapabilmek başka şeydir! Hem geç kalmanın yarattığı dezavantajlar (tarihsel faktör), hem de Türkiye’nin o yıllarda içinde bulunduğu ekonomik ve siyasî istikrarsızlık ortamının yarattığı belirsizlikler, Türkiye finans kapitalinin dışa açılma, emperyalistleşme emellerini boşa çıkarmaktadır. Bu ise, ilerde göreceğimiz üzere, Türkiye’de kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesine ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve bu temelde devrimci durumların doğmasına yol açacaktır.

(devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

–––––––––––––––––––––– 1

27 Mayıs rejimi döneminde çıkarları zarara uğrayan ve bu nedenle de küskün olan egemen sınıf kesimi büyük toprak sahipleri olmuştu. Milli Birlik Komitesi’nin yönetimi döneminde büyük toprak sahiplerinin kredileri kısıtlanmış, Ziraat Bankası’ndaki hesapları denetim altına alınmış, tarım fiyatları düşük tutulmuş ve “toprak reformu” yapılmasını isteyen bir yasa tasarısı Kurucu Meclis’in gündemine getirilmişti. Oysa aynı dönemde sanayi burjuvazisi lehine birçok kararlar alınmıştı Milli Birlik Komitesi tarafından. Sanayi burjuvazisine verilen krediler artırılmış ve bir planlama teşkilatı kurularak, sanayi sektörü öncelikle teşvik edilen bir sektör haline getirilmişti. Bu durum, egemen sınıf bloku içinde sanayi burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bir çekişmeye yol açmıştı.

2

Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.248


Emperyalist Kutuplar Belirginleşiyor Kerem Dağlı

G

ürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan sürecin basitçe Rusya-Gürcistan savaşına indirgenemeyeceğine, bunun yürüyen emperyalist savaşın ve hegemonya yarışının bir parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmiştik. Nitekim son dönemde yaşanan gelişmeler de bunu doğrular niteliktedir. Mesele oldukça hızlı bir biçimde aslına rücu etmiş ve “asıl tarafların” yani ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın karşılıklı hamleleri ve müdahaleleriyle şekillenmeye devam etmiştir. Örneğin daha baştan, Rusya’nın Gürcistan’ı toptan işgale girişmeyeceği ama bölgedeki askeri varlığını daha da pekiştireceği belliydi. Ateşkes anlaşmasının ardından, Rusya’nın Gürcü topraklarından çekilmekte ağır davranması ve önemli bazı kontrol noktaları ile Poti limanını halen elinde tutuyor olması bunun göstergesidir. ABD emperyalizminin ve AB devletlerinin tüm bağrışmalarına rağmen geri adım atmayacağı da açıktır. Çünkü Rusya’nın konumlanışı, attığı adımlar ve siyasi tutumları Gürcistan’a değil ABD’ye karşıdır. Rusya hem bölgesel düzeyde sıcak çatışmalara hazırlanmakta, hem de uluslararası düzeyde “soğuk savaş” koşullarını hesaba katarak davranmaktadır. Rusya’nın Amerikan karşıtı Chavez’le yürüttüğü görüşmeler ve Chavez’in Rusya’yı haklı bulduğunu açıklaması, iki ülke arasında yapılan 4 milyar dolarlık silah anlaşması, ayrıca Rus donanmasına ait bir filonun önümüzdeki günlerde Venezuela’yı ziyaret edecek olması boşuna değildir. ABD emperyalizminin “arka bahçesi” sayılan Latin Amerika’ya el atması anlamına gelen böyle bir hamleyle Rusya, bundan sonra ABD’ye daha açıktan kafa tutacağını da göstermiş olmaktadır. Benzer ama daha önemli bir biçimde, İran’da yapmakta olduğu nükleer santral inşaatını hızlandırmasının ve hem bu ülkeye hem de Suriye’ye S-300 füzelerinin verilmesini gündemine almasının, Suriye’ye deniz üssü kurma anlaşması yapılmasının, Belarus’a füze kalkanı kurma gi-

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan süreç basitçe Rusya-Gürcistan savaşına indirgenemez. Bu, yürüyen emperyalist savaşın ve hegemonya yarışının bir parçasıdır. Nitekim son dönemde yaşanan gelişmeler de bunu doğrular niteliktedir. Mesele oldukça hızlı bir biçimde aslına rücu etmiş ve “asıl tarafların” yani ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın karşılıklı hamleleri ve müdahaleleriyle şekillenmeye devam etmiştir. Açıktır ki, emperyalistler arası kapışma, bir dünya devrimi dalgasıyla durdurulmadığı takdirde kaçınılmaz bir biçimde daha nice ulusu savaşın alevleri içine çekecektir. Bu gerçekler karşısında durup beklemek veya olup bitenleri seyretmek lüksümüz yoktur. Unutmayalım “taraf olmayan bertaraf olur”. İşçi sınıfı da “kendi tarafını” oluşturmalı ve “karşı tarafı” yani burjuvaziyi “bertaraf” etmelidir.

17


marksist tutum

Ekim 2008 • sayı: 43 Rusya’nın Chavez’le yürüttüğü görüşmeler ve Chavez’in Rusya’yı haklı bulduğunu açıklaması, iki ülke arasında yapılan 4 milyar dolarlık silah anlaşması, ayrıca Rus donanmasına ait bir filonun önümüzdeki günlerde Venezuela’yı ziyaret edecek olması boşuna değildir. ABD emperyalizminin “arka bahçesi” sayılan Latin Amerika’ya el atması anlamına gelen böyle bir hamleyle Rusya, bundan sonra ABD’ye daha açıktan kafa tutacağını da göstermiş olmaktadır.

rişiminin anlamı da aynıdır. ABD emperyalizminin yıllardır uygulamakta olduğu kuşatma politikasına karşılık Rusya da kendi nüfuz alanlarını ve kuşağını oluşturmaya çalışıyor. Bu “kuşak”lar, emperyalist savaşın da mevcut ve olası cepheleridir aynı zamanda. Ancak daha da önemlisi, hegemonya yarışında ve emperyalist savaşta yeni bir dönüm noktasına gelinmiş olduğunun fark edilmesidir. İlkin, emperyalist bir güç olarak Rusya’nın aldığı yeni tutum ve pozisyon, “soğuk savaş” benzetmelerinin aksine, emperyalist savaşta çok daha “sıcak” ve ciddi bir evreye girildiğinin işareti sayılmalıdır. Hegemon güç olarak ABD emperyalizmine karşı yeni bir rakibin ya da “kutup başı”nın ortaya çıkması, emperyalist güçlerin giderek daha doğrudan karşı karşıya geleceği bir yöne ilerlendiğinin göstergesidir. Tüm güçlerin hazırlıkları da bu doğrultudadır. Rusya, ABD’ye açıktan meydan okuyarak, hegemonya yarışında yeni bir kamp kurmaya ve başı çekmeye aday olduğunu ilan etmiştir. Şimdi de bunun altını döşemeye çalışmaktadır. ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) zirvesinde Çin’i, İran’ı, Hindistan’ı ve Pakistan’ı kendinden yana taraf olmaya zorlamıştır. Her ne kadar bu zirveden istediği düzeyde sonuçlar elde edememiş olsa da –Çin ve diğer ülkeler Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımadıkları gibi Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne vurgu yaptılar– bu bir süreçtir ve ABD’nin de zorlamasıyla kamplaşma giderek netleşecektir. Rusya, AB ülkeleriyle konuşurken de oldukça dikkatli davranmakta ve AB’nin ABD emperyalizmiyle arasını açmaya çalışan bir politika gütmektedir. Zaten ABD’nin politikasının da AB’nin Rusya ile arasını açmak olduğu hatırlanırsa, bu son derece normaldir. Her iki tarafın da AB ülkelerini kendi yanına çekmeye çalışması, kaçınılmaz olarak, AB içindeki çatlağı derinleştirmekte ve AB ülkelerinin de ikircikli ve uzlaşmacı tavırlar sergilemesine sebep olmaktadır. Ancak henüz kamplaşmaların tam olarak ne yönde

18

ilerleyeceğini, tek tek kimin hangi tarafta yer alacağını söylemek için erkendir. Hatta genel bir kural olarak diyebiliriz ki emperyalizmin tarihi; son ana kadar bu kampların tam olarak netleşmeyeceğini, sık sık taraf değiştirenlerin olacağını, belirleyici olanınsa verilen ve söylenen sözler değil çıkarlar ve tarihsel arka plan olduğunu göstermiştir. Ama doğal olarak “kutup başları” çok daha erken ortaya çıkacak ve kamplaşmalar da bunların etrafında şekillenecektir. Yükselen bir emperyalist güç olarak Rusya’nın bu atılımı, kuşkusuz uluslararası güç dengelerini de etkilemiştir ve daha da etkileyecektir. Yine de, sürecin ilerleyişinde, belirleyici ve yönlendirici olanın ABD emperyalizmi olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Gelişmelerin hızının ve karmaşasının yaratacağı algı bozukluklarına ve burjuva medyadaki manipülatif haberlere, dezenformasyonlara karşı uyanık olunmalıdır. ABD emperyalizminin “kaybettiği” şeklindeki yorumlar abartılıdır. Süreci başlatan, daha doğrusu provoke eden ve hazırlayan ABD emperyalizmidir. Temel gayesi AB ülkelerini, en fazla da Almanya’yı, kendi yedeğine alabilmek ve böylelikle de bir yandan hegemonya yarışındaki lider konumunu sağlamlaştırmak, diğer yandan da kaçınılmaz olarak sürekli kızışan emperyalist savaşta kendi cephesini güçlendirmektir. Bunun en kestirme yolunun, yeterince korkutucu bir öcü yaratmak olduğunu ABD çok iyi bilmektedir. Ancak ne “uluslararası terörizm” heyulası ve ne de İran, bu anlamda yeterince korkutucu olmamışlardır. Rusya ise sahip olduğu askeri güç ve hırs bakımından, çok daha etkili ve “korkutucu” bir “düşman”dır. Dolayısıyla Rusya’nın öne çıkmasını sağlayacak ve hızlandıracak koşulları ABD bizzat kendisi hazırlamıştır. ABD emperyalizminin kışkırtmaları ve sıkıştırmasıyla, hegemonya yarışındaki ve emperyalist savaştaki taraflar daha bir netleşmeye başlamış, orta yolcu ve uzlaştırmacı politikaları savunan güçlerin manevra alanı daha bir daral-


Ekim 2008 • sayı: 43

mıştır. Bu, ABD emperyalizminin istediği ve planladığı bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında, kısmi ve sınırlı da olsa başarı kazandığı söylenebilir. Örneğin, AB içinde ABD politikalarına en fazla karşı çıkan ve direnen Almanya, Gürcistan’ın NATO üyesi olacağını ve Rusya’nın Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımasının “kabul edilemez” olduğunu, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün bozulmaması gerektiğini açıklamıştır. Yine Almanya başbakanı Merkel, Rusya’yı dışında tutarak, Gürcistan’a komşu ülkelerin katılacağı bir zirve toplantısı için AB dönem başkanı Fransa’ya bir çağrı yapmıştır. Fakat AB ülkeleri, İngiltere bir tarafa bırakılırsa, henüz Rusya’ya karşı ABD’nin istediği ölçüde karşıt bir tutum almaya da hazır değillerdir. ABD’nin isteğiyle NATO konseyi toplanmış, fakat “Rusya’yla ilişkilerin askıya alınabileceği” dışında bir karar çıkmamıştır. Benzer şekilde AB zirvesinden de Rusya aleyhine bir yaptırım kararı çıkmamıştır, üstelik de Rusya’nın bütün meydan okuyan söylemine ve kafa tutmalarına rağmen… Almanya, Fransa ve İtalya ilişkilerin koparılması önerilerine karşı durmuşlar ve sadece ortaklık görüşmelerinin askıya alınmasıyla yetinilmesini savunmuşlardır. Kısacası AB ülkeleri, Rusya’ya karşı bir cephede açıktan yer almak yerine şimdilik Rusya’nın tamamen “düşman” olmasını önleyecek adımlar atılmasını savunmaktadırlar. Bu siyasetin çeşitli sebepleri arasında, bizzat kendilerinin de hegemonya yarışında öne geçmeye çalışıyor olmaları ve bu anlamda ABD’nin hegemonyasından memnun olmamaları, Rusya ile sahip oldukları ekonomik ve siyasal ilişkilerin yarattığı bağlayıcılıklar, olası bir Rus-Amerikan çatışmasında arada kalmaktan yani Avrupa’nın emperyalist savaş alanına dönmesinden duydukları korku sayılabilir. Ama en önemlisi, AB ülkelerinin, henüz kendilerini emperyalist bir dünya savaşına hazır hissetmemeleri –ki ne ekonomik ne de askeri açıdan değillerdir– ve bu yüzden yeterli hazırlığı yapacak zamanı kazanmaya çalışmalarıdır. İkircikli ve uzlaşmacı politikalar izlemeleri bu yüzdendir. Tabii hiç kimsenin, özellikle de ABD ve Rusya’nın, onları ve diğerlerini (Çin, Japonya vb.) beklemeye niyeti yoktur. Bunun anlamı da, AB ülkelerinin, kendileri ayrı bir kamp oluşturamadıkları sürece, eninde sonunda mevcut kamplardan birine dâhil olmalarının kaçınılmaz oluşudur. Bu noktada, tarihsel açıdan, Batılı ülkelerin ABD emperyalizminden yana taraf oldukları ve olacakları söylenebilirse de, özellikle Almanya’nın pozisyonunun ne olacağını kestirmek güçtür. Burada, yeri gelmişken, Türkiye’nin durumuna değinmekte de yarar var. Türkiye burjuvazisi genel çizgileri itibariyle ABD emperyalizminin tarafındadır. Ancak şimdilik ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına tümüyle ve açıktan angaje olmaktan ve Rusya’ya açıktan cephe almaktan kaçınan bir çizgi izlemek zorunda hissediyor kendini. Ne var ki “denge siyaseti” de denen böylesi bir siyaseti yürütmesi giderek zorlaşmaktadır. Bu, emperyalist-

marksist tutum

kapitalist sistemin içinde barındırdığı ve giderek keskinleşen çelişkilerinin doğal bir sonucudur. Bu çelişkiler öyle ya da böyle (ya emperyalist savaşla ya da dünya devrimiyle) çözülmek zorundadır. Ancak Türkiye’nin bu konumu, onun bölgesel bir emperyalist güç olmak hayallerini ve çabalarını ortadan kaldırmıyor. Türkiye’nin hem Ortadoğu’da hem Kafkasya’da soyunduğu “arabuluculuk” veya “barış elçiliği” rollerini bu çerçevede yorumlamak gerekir. Türkiye burjuvazisinin “Kafkasya İttifakı” yahut platformu olarak adlandırdığı girişimlerinin özü de bölgesel güç olma niyetine dayanmaktadır. Fakat yukarıda açıkladığımız sebeplerden ötürü, hem AB ülkelerinin hem de Türkiye’nin bu tür diplomatik manevraları yahut girişimleri sonuçsuz kalmaya ya da en iyi ihtimalle geçici olmaya mahkûmdur. Türkiye’nin II. Dünya Savaşında olduğu gibi savaşa doğrudan bulaşmama çabaları beyhudedir. Emperyalist savaşın gelişim çizgisi bunun imkânsızlığının açık kanıtıdır. Daha şimdiden, ABD ve NATO’ya bağlı savaş gemilerinin “insani yardım götürme” bahanesiyle Boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmeleri örneğinde de olduğu gibi, zorlamalar başlamıştır. Benzer biçimde, Türkiye’nin II. Dünya Savaşında olduğu gibi savaşa doğrudan bulaşmama çabaları da beyhudedir. Emperyalist savaşın gelişim çizgisi bunun imkânsızlığının açık kanıtıdır. Daha şimdiden, ABD ve NATO’ya bağlı savaş gemilerinin “insani yardım götürme” bahanesiyle Boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmeleri örneğinde de olduğu gibi, zorlamalar başlamıştır. Boğazlardan geçişi düzenleyen Montrö Anlaşması tartışılmaya başlanmıştır. Burjuva köşe yazarlarının, Osmanlının I. Dünya Savaşına girmesine ithafen “Goeben ve Breslau” zırhlılarının (sonradan “Yavuz ve Midilli” adlarını almışlardı) Boğazlardan geçişini hatırlatmaları manidardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, tehlike giderek büyümekte ve yakınlaşmaktadır. Kafkas cephesinin alevlenmesi ve Rusya’nın yeni pozisyonu, bu süreci önemli ölçüde hızlandıracaktır. Örneğin ABD’nin “füze kalkanı” girişimlerine Rusya’nın da karşılık vermesiyle silahlanma yarışı önemli ölçüde ivmelenmiştir. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık giderek derinleşmekte ve kalıcı bir hal almaktadır. Açıktır ki, emperyalistler arası kapışma, bir dünya devrimi dalgasıyla durdurulmadığı takdirde kaçınılmaz bir biçimde daha nice ulusu savaşın alevleri içine çekecektir. Bu gerçekler karşısında durup beklemek veya olup bitenleri seyretmek lüksümüz yoktur. Unutmayalım “taraf olmayan bertaraf olur”. İşçi sınıfı da “kendi tarafını” oluşturmalı ve “karşı tarafı” yani burjuvaziyi “bertaraf ” etmelidir. 

19


Boğazlar A Savaş Yolu Olurken İlkay Meriç

20

BD’nin Kafkaslar’daki ana üssü konumundaki Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması ve ardından Rusya’nın bu saldırıya karşılık vermesi, emperyalist savaşın Kafkas cephesinde alevlerin bir anda parlamasına yol açtı. Gürcistan’ın geri adım atmak zorunda kalışıyla alevler fazla uzun sürmeden sönümlenme noktasına geldiyse de, bu savaşın, gittikçe daha büyük bir hızla yayılan emperyalist savaşın bir parçası olarak, cürmünden fazla yer yakacağına kesin gözüyle bakılabilir. Nitekim Rusya’nın Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık kararını tanımasıyla sürecin ikinci perdesi açılmış bulunuyor. Bu süreçte ABD’nin provokatif açıklamalarının dozu artmakta, AB, Rusya’ya enerji bağımlılığı nedeniyle kükreyemese de sesini yükseltmekte, Türkiye ise diplomatik girişimler silsilesiyle süreci en az zararla atlatma çabası içinde kıvranmaktadır. Rusya’ya enerji bağımlılığı nedeniyle açıktan bu ülkeye karşı tavır alamasa da, Türkiye aslında Gürcistan’ın ve ABD’nin yanında saf tutmaktadır. Yıllardır Gürcistan ordusuna verilen askeri mühimmat ve eğitim desteği, Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki eli olarak bu ülkeye sokulduğunun en açık göstergesidir. Ancak bu el aynı zamanda ateşe sokulan bir maşadır ve söz konusu maşa, bölgedeki nüfuzunu arttırarak emperyalistleşme hayalleriyle de yanıp tutuşmaktadır. Sözde bölgesel istikrarı sağlamak adına başta Rusya ve Gürcistan olmak üzere bölge ülkeleriyle Kafkasya İşbirliği Platformu adı altında bir diyalog zemini oluşturmaya çalışan Türkiye, emperyalistleşme niyetlerini takındığı masumiyet maskesinin ardına gizlemeye çabalasa da genel planda safını belirlemiştir. Zaten NATO ve ABD donanmasına ait gemilerin Boğazlardan geçmesine göz yumarak bunu fiilen de göstermiştir. Rusya’nın ABD gemilerinin


Ekim 2008 • sayı: 43

yol açacağı herhangi bir sorundan Türkiye’yi sorumlu tutacağını açıklamış olması da bunun sonucudur. ABD donanmasına ait büyük tonajlı gemilerin Boğazlardan geçişine Montrö Boğazlar Sözleşmesini gerekçe göstererek izin ver(e)memesini, Türkiye’nin ABD’ye kafa tutması olarak nitelendirip erken konuşan bir kısım burjuva medya, iki gün sonra daha düşük tonajlı Amerikan gemileri Çanakkale Boğazına girdiğinde suspus kesilmiştir. Sonuçta ABD’nin talebi Montrö’ye uygun bir kılıfa büründürülerek paşa paşa karşılanmıştır. Ancak son bir ayda yaşanan tüm bu gelişmeler, Montrö’nün masaya yatırılarak tadilattan geçirilmesine Türkiye’nin razı edilmesi çabalarının da gündeme geleceğinin ipuçlarını vermektedir. Bu çabaların baş aktörünün ise ABD olacağı açıktır. Peki bugünlerde adından sıkça söz edilen Montrö Sözleşmesi nasıl bir tarihsel arka plana sahiptir ve neleri öngörmektedir?

Montrö Boğazlar Sözleşmesi Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde kurulan yeni Türk devletinin coğrafi sınırlarını belirleyen Lozan Antlaşması, aynı zamanda Türkiye’nin Marmara denizi ile Çanakkale ve İstanbul Boğazları konusundaki yetkilerinin de sınırlarını çiziyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan bu antlaşma, İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki kimi bölgelerin askerden arındırılmasını şart koştuğu gibi, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarının bir bölümünü de uluslararası bir komisyona devrediyordu. Dolayısıyla sözde bütün emperyalist güçlere karşı savaşılarak gerçekleştirilmiş ve bir kahramanlık destanıymış gibi sunulan TC’nin kuruluşu, gerçekte emperyalist güçlerle her aşamada uzlaşma arayan özelliğini burada çok net biçimde ortaya koyuyordu. Aslında elde ettikleri de önemli ölçüde Rusya’daki proletarya devriminin ve onun tüm dünyada yarattığı dalgaların emperyalistlerin yüreğine saldığı korku sayesindeydi. Emperyalistlerle yapılan Lozan uzlaşması sonucu Boğazların yönetimini uluslararası komisyona bırakan Türkiye, kısa bir süre sonra bu egemenlik haklarını kısıtlayan Lozan maddelerinin kaldırılması için diplomatik çabalara girişecekti. Ne var ki uzun bir süre boyunca, Boğazlar rejiminin yeniden tayin edilmesi için uluslararası bir konferans toplanması talebini emperyalist devletlere kabul ettirmeyi başaramayacaktı. Ta ki 1936’ya dek. 1935 Kasımında İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesiyle Milletler Cemiyetinin çeşitli yaptırım kararları almasını fırsat bilen Türkiye, yeni bir girişim başlattı ve o anki devletler arası güç dengeleri dolayısıyla bu girişim hedefine ulaştı. 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kasabasında yapılan uluslararası konferans sonucunda, Lozan’ın getirdiği “askerden arındırma” ve “uluslararası komisyon” dayatması kaldırılarak, Boğazların rejimi Türkiye’nin ege-

marksist tutum

menliği lehine yeniden belirlendi. 9 Kasım 1936’da yürürlüğe giren bu sözleşmeyle, “savaş durumu”, “barış durumu” ve “Türkiye’nin kendisini çok yakın bir savaş tehlikesi tehdidi altında hissetmesi durumu”na göre, ticari ve askeri gemilerin ve uçakların Boğazlardan geçişi konusunda bir rejim değişikliğine gidiliyordu. Ticari gemilerin ve uçakların söz konusu alanları kullanımında serbestlik ilkesi benimsenmeye devam edilirken, ticari gemilerden harç ve vergi alınması ve kılavuzluk işlemleri de kurala bağlanıyordu. Konunun bamtelini ise Boğazlardan savaş araçlarının, özellikle de Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş araçlarının geçişi oluşturmaktaydı. Nitekim bugünlerde tartışmalara konu olan husus da buradan patlak vermektedir. Birçok ayrıntısı bulunan sözleşmede, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin Boğazlardan geçirebileceği savaş gemilerine tip (uçak gemisi, büyük savaş gemisi ve denizaltı geçemez) ve azami tonaj sınırlaması (15 bin ton) getirilmektedir. Bu devletlerin Karadeniz’de belli bir anda bulundurabileceği gemilerin toplamı için de yine azami tonaj (en fazla 45 bin ton) ve süre (21 gün) sınırlaması gibi kısıtlamalar getirilmiştir. 20 yıl süreyle geçerli olmak üzere imzalanan bu sözleşme, anlaşmaya taraf olan herhangi bir devletin süre bitimine iki yıl kala “sona erdirme ön-bildirimi” vermemiş olması nedeniyle 20 yıl dolduktan sonra da geçerliliğini korumaya devam etmiştir. Sözleşme ayrıca, anlaşmaya taraf devletlerin herhangi bir zamanda “sona erdirme ön-bildirimi” vermelerinden 2 yıl sonrasına kadar Montrö’nün geçerli olacağını hükme bağlamaktadır ve şu ana dek böyle bir itiraz gelmediği için sözleşme geçerliliğini korumaktadır.

Yeni bir emperyalist savaş ve değişen dengeler Lozan Antlaşması, bilindiği gibi Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşını takip eden yıllarda ve o savaşın yarattığı güç ilişkileri koşullarında imzalanmıştı. Montrö Sözleşmesi ise, bu güç ilişkilerinin altüst olduğu ve yeniden kurulmak üzere ikinci bir emperyalist savaşın kapıda pusu kurduğu bir atmosferde imzalanacaktı. Bugün bir kez daha emperyalistler arası güç dengelerinin yeniden şekillendirildiği günlerden geçiyoruz. Oluşmakta olan yeni emperyalist saflaşmada bir kutbun başını ABD çekerken, Rusya diğer bir kutup başı olarak sivrilmeye başlıyor. Bu durum doğal olarak Karadeniz-Boğazlar’ın emperyalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda engelsiz kullanımı sorununu da gündeme getirmiş bulunuyor. ABD ne zamandır Karadeniz’de kendi kontrolünde bir NATO donanması oluşturulması için uğraş veriyor. Ancak Rusya’nın şiddetli karşı koyuşu ve Türkiye’nin bile ikna edilememesi şimdiye dek bu planın sürekli ertelenmesine yol açıyordu. Bugün Gürcistan ekseninde patlak veren krizin bu planla-

21


marksist tutum

Ekim 2008 • sayı: 43

1914 Ağustosunda Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi Boğazlardan geçerek Rusya limanlarını bombalamıştı. Ardından Osmanlı devleti bu gemilere kendi bayrağını asarak ve adlarını Yavuz ve Midilli diye değiştirerek onları donanmasının bir unsuru olarak göstermiş ve böylece emperyalist savaşa resmen dahil olmuştu. rı yeniden gündeme getireceği açıktır. ABD’nin Karadeniz’de dilediği gibi cirit atmasının önündeki olası bir “Türkiye” engelini aşması için Montrö’nün yeniden masaya yatırılmasını dayatması da kuvvetle muhtemeldir. Ya da bu sağlanamadıkça anlaşmanın hile yoluyla delinmesi, geçersizleştirilmesi yollarına başvurulacaktır ki, aslında bugünlerde yapılan da budur. Güya “insani yardım malzemeleri” taşıyan gemiler, tonaj şartlarına uygun olduğu söylenerek ve hiçbir denetime tâbi tutulmayarak vızır vızır Karadeniz’e geçirilmektedir. Ayrıca bu uygulama gemilerin giriş-çıkış yapmaları suretiyle de adeta bir turnike sistemine çevrilmiş durumdadır. Dolayısıyla işin özü bakımından Montrö zaten delinmeye başlamıştır. Birinci ve ikinci emperyalist savaşın yarattığı eski denge koşullarının değişmiş olduğu bu süreçte, eski sözleşmelerin, anlaşmaların ve bu dengeler etrafında oluşmuş statükonun dağılmakta olduğu yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu nedenle, Montrö’nün tartışmaya açılmasının gündeme geleceği beklentisi de, Karadeniz’e açılan ABD savaş gemilerinin Goeben ve Breslau’yu çağrıştırması da abesle iştigal etmek olarak değerlendirilemez. Bilindiği gibi, 1914 Ağustosunda Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi Boğazlardan geçerek Rusya limanlarını bombalamıştı. Ardından Osmanlı devleti bu gemilere kendi bayrağını asarak ve adlarını Yavuz ve Midilli diye değiştirerek onları donanmasının bir unsuru olarak göstermiş ve böylece emperyalist savaşa resmen dahil olmuştu. Çok açıktır ki, bugün ABD de Gürcistan’a gönderdiği askeri gemileri herhalde ki “insani yardım taşımak” için son sistem füzelerle donatmış değildir! Putin’in, Rusya’nın Karadeniz’e giren ABD-NATO gemilerine “serinkanlı ve yumuşak” bir yanıt vereceğini ifade etmesi de boşuna değildir. Tüm bunlar sürecin gidişatına dair önemli ipuçları vermektedir. Yaşanan son süreçte, Afganistan’ın ve ardından Irak’ın işgaliyle başlayan emperyalist savaşın Kafkas cephesi açılmıştır. Bu savaşın büyük bir hızla cephe genişletmeye devam edeceğini görmek için kâhin olmaya da gerek yoktur. Dolayısıyla zaten savaş cehenneminin içinde ölüm-kalım mücadelesi veren on milyonlarca emekçiye, her gün yüz

22

binlercesinin daha ekleneceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Irak’ta her gün 100’e yakın insan katledilmeye devam ederken, Afganistan’da sular durulmak bir yana her gün biraz daha kana bulanırken, Osetya’da yaşanan savaşta sadece beş gün içinde 2000’den fazla sivil ölüp 170 binden fazla Gürcü ve Oset göç etmek zorunda kalmıştır. Ortadoğu ve Kafkaslar’ı alevleri içine alan bu emperyalist savaşın, tüm bölge emekçileri gibi Türkiye’deki emekçi kitlelere yönelik tehdidi de her geçen gün daha çıplak hale gelmektedir. Nasıl Irak savaşı öncesi Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçirilmesi ve bir kuzey cephesi açılması sorunu Türkiye devrimci işçi sınıfının gündemine girmişse, bugün de Boğazların savaş yolu haline getirilme girişimleri aynı şekilde işçi sınıfının gündemine girmelidir. Buradan geçen savaş gemileri Türkiye’nin de dahil olduğu Karadeniz ve çevresine “barış ve insani amaçlar” için gitmiyorlar. Bugünkü gerilim mevcut haliyle bir süre sonra dinebilirse de, artık Karadeniz’in yeni bir savaş alanı haline getirilmesi yolunda çok önemli bir dönemeç geçilmiş durumdadır. Bunun bilincine varılmalıdır. Bunu önlemek için emperyalist ülkelerin işçi sınıflarına önemli görevler düştüğü kadar Türkiye işçi sınıfına da önemli görevler düşmektedir. Boğazların bir savaş yolu yapılmasına izin vermemek de bunun en kritik parçalarından biridir. İşçi-emekçi kitlelerin devrimci bir örgütlülükten yoksun oluşlarının, sürecin çok daha hızlı, emperyalistler açısından engelsiz ve çok daha kanlı yaşanmasına yol açtığı açıktır. Kutupları daha belirginleşen bu emperyalist savaş sürecinin, emperyalistlerin diplomasi oyunlarıyla, alicenaplıklarıyla, sözde barış antlaşmalarıyla, “insani yardım”larıyla durdurulamayacağını, yaşanan iki büyük emperyalist savaş gibi son yedi yıllık süreç de net bir biçimde kanıtlamış bulunmaktadır. Bu emperyalist savaşın en kısa sürede son bulmasının tek bir yolu var: Örgütlü ve devrimci proletaryanın “emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı ve kapitalizme karşı işçi sovyetleri iktidarı” şiarıyla ayağa kalkması. Aksi takdirde işçi ve emekçi kitleleri, geçmiş iki dünya savaşında yaşanan felâketten kat kat korkunç felâketler bekliyor. 


“İşkenceye Sıfır Tolerans” ve Gerçekler Berdan Güney

T

ürkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, ekonomik ve siyasal haklar için mücadele yürütenler, ağır baskı ve şiddet uygulamalarına maruz kaldılar. Demokratik haklar bağlamında açılan davalarsa uzun sürelere yayılarak zaman aşımına uğratılıyor. Böylece “adalet” sınıfsal doğasına uygun bir şekilde tecelli ediyor! AKP hükümeti, “AB’ye uyum yasaları çerçevesinde” işkenceyi ortadan kaldırmak üzere pek çok düzenleme yapıldığını söylüyor. Ancak uygulamaya bakıldığında işçi sınıfının ve Kürt ulusunun üzerindeki baskıların devam ettiği ve nefes alabilecek alanların iyice daraldığı görülüyor. Polis vazife ve selahiyet kanunu olarak anılan yasada yapılan tüm olumlu değişiklikler bir bir geri alınırken ve polisin yetkileri arttırılırken, özellikle karakollarda yaşanan ölüm ve işkence vakalarının sayısında ciddi bir yükseliş meydana geldi. Festus Okey adlı Nijeryalının karakolda katledilmesi sonrasında yükselen tepkilere rağmen, işkence vakalarındaki artış tırmanmaya devam ediyor. 2002 seçimlerinde, “demokrasinin önünü açma ve işkenceye sıfır tolerans” vaadiyle oy toplayarak iktidar koltuğuna kurulan AKP, burjuva hükümet olmanın gereklerini yerine getirdiğini gösteriyor. Üstelik hayata geçirmek istedikleri bazı düzenlemelere engel olan geleneksel devlet yapısı içindeki kurumlara karşı, “demokrasinin önünün açılmasını istemiyorlar” şeklinde feryat edip “mağdur” rolünü oynamaya devam ediyor. İşkence ve hak ihlalleriyle ilgili olaylar her geçen yıl daha da artıyor. DTP’li milletvekili Aysel Tuğluk, geçtiğimiz günlerde işkence ve hak ihlalleriyle ilgili olarak İHD, MazlumDer ve Özgür-Der ile birlikte hazırladığı bir soru önergesini Adalet Bakanlığının yanıtlaması istemiyle Meclise sundu. İşkence ve kötü muameleye maruz kalanların 2004 yılından bu yana İHD’ye yaptıkları başvurularda her geçen yıl bir artış olduğu belirtiliyor. 2004 yılının ilk altı ayında 174 başvuru yapılırken, 2005’in ilk altı ayında 191, 2006’nın ilk altı ayında 242, 2007’nin ilk altı ayında 172, 2008’in ilk altı ayında ise 434 başvuru yapılmış.

Başvuruların önemli bir bölümü F tipi cezaevlerinden geliyor. Koğuş tipi cezaevlerini, mahkûmların “güvenliklerini” ve “topluma yeniden kazandırılmalarını” sağlamak bahanesiyle kapatan devlet, yerlerine F tipi cezaevlerini inşa etmişti. Nakil işlemini ise hatırlanacağı gibi televizyon kanallarından naklen yayınlanan “Hayata Dönüş” katliamının hemen sonrasında gerçekleştirmişti. Koşulların iyileştirilmesi için uzun süre devam ettirilen ölüm oruçlarına rağmen F tipi cezaevleri adeta birer işkence evine dönmüş durumda. Görüş ve ortak alan kullanma yasakları, mektupların ulaştırılmaması, mahkûm yakınlarının soyularak aranması, revire veya mahkemeye çıkarılırken atılan asker ve gardiyan dayağı vb. uygulamalar bu cezaevlerinde olağan hale gelmiş durumda. Hak ihlallerine dair hükümete soru sorulduğunda, her seferinde üç maymun parodisi yeniden sahneye konuluyor. Cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini meclise yazılı olarak soran DTP milletvekili Selahattin Demirtaş, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den “Yok” yanıtını aldı. AKP, kapıştığı kesimlere karşı “demokrasinin önünü tıkıyorlar” şeklinde tepki gösterirken, grev, direniş ve gösterilerde işçi sınıfına yönelik polis şiddeti, Kürtlere karşı uygulanan imha ve inkâr politikaları görmezden geliniyor, hatta bizzat AKP tarafından destek görüyor. Askeri operasyonlar sırasında esir düşen gerillalar katlediliyor. En son Mardin’de yaşanan bir olayda çatışma sırasında esir alınan bir gerilla, korkunç işkencelere maruz bırakılarak katledildi ve kulakları kesildi. İşine geldiği zaman savaşı kuralına göre yapmak gerektiğinden bahseden devlet, eline geçen ilk fırsatta Kürt hareketini bastıramamanın intikamını esirlerden alıyor. Burjuva devletin, işçi sınıfına ve Kürt hareketine yönelik uygulamaları, gerçekte sınıfsal doğasından kaynaklanmaktadır. Varlığını sürdürdükçe de bu tür uygulamaların sonu gelmeyecektir. Demokrasi, kapitalist devlette, “Adalet Mülkün Temelidir” sözünün gerçekte ifade ettiği gibi, üretim araçlarının sahibi konumunda olan patronların çıkarlarını korumak için işler. İşçi sınıfı kapitalizme “DUR” diyene kadar da bu çark dönmeye devam eder. 

23


Uzak ve Yakın Tarihin Prizm K

apitalist süreç boyunca krizlerin derinleştiği, devrim ve karşı-devrim olasılıklarının gündeme geldiği kritik dönemeç noktaları yer alıyor. Böylesi tarihsel momentler günümüz açısından da yaşamsal önem taşıyan derslerle doludur. Örneğin 1917 Büyük Ekim Devrimini ve Birinci Dünya Savaşını kapsayan 20. yüzyıl başlangıcı böyle bir tarihsel uğraktır. O dönemde peşpeşe yaşanan olayların son derece çarpıcı biçimde gözler önüne serdiği bazı gerçekler vardır. Kapitalist sistemin büyük kriz dönemleri, emperyalist güç odakları arasındaki çatışmaları kızıştırır ve yeniden paylaşım savaşlarının yaygınlaşmasını tetikler. Fakat öte yandan da, büyük kriz dönemleri işçi sınıfı açısından çeşitli devrimci fırsatlar yaratır. Nitekim Ekim Devrimi böyle bir fırsatı gerçekliğe dönüştürmüş ve Marksizmin teorik düzlemde ortaya koyduğu çözüm ve yaklaşımların doğruluğunu da pratikte kanıtlamıştır. Bu eşsiz tarihsel deneyimin gösterdiği üzere, işçi devrimleri sayesinde emperyalist savaşlara son vermek ve kapitalizmden kurtulmak pekâlâ mümkündür. Devrim olasılığını gerçekliğe dönüştürmek, günümüzde de, tarihin akışını insan toplumunun büyük çoğunluğunun çıkarına değişikliğe uğratabilmenin yegâne yolu olarak görünüyor. Doğanın kapitalizmin yıkıcı pençelerinden kurtarılabilmesi de devrim sayesinde mümkün olabilecektir. Bu tarihsel görev dünya işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ne var ki, sınıfın bilinçli öncü güçleri planlı ve sebatlı bir hazırlık çalışması yürütmedikleri sürece umulan tarihsel değişim asla gerçekleşmeyecektir. Derinleşen ve yaygınlaşan krizlerle sarsılan kapitalist sistem içinde her an devrim olasılığını barındırsa da, devrim ancak, olmaz denileni olduracak azim ve kararlılıkla mücadele yürüten proleter güçlerin örgütlü çabası sayesinde başarıya ulaştırılabilecektir. Bunun dışında kapitalist sistem asla kendiliğinden çökmeyecektir. Bu düzen değişmediği sürece de, işçi-emekçi kitlelerin yaşamını perişan eden koşullar daha da kötüleşerek varlıklarını sürdüreceklerdir. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gerçekler, aslında milyonlarca işçinin ve emekçinin yaşamını doğrudan ilgi-

24

İnsanlığın kaderini belirleyecek olması bakımından çok ön geçiyoruz. Böylesi kritik dönemlerde devrimci tutumla, op çizgilerle ayrışması da gerekli ve neredeyse kaçınılmazdır. kalamaz ve esasen böylesi süreçler enternasyonal alanda cer daha önceki benzer tarihsel dönemlerde de bunlar yaşanm Enternasyonali yaratan devrimci eğilimle İkinci Enternasy uzaklaşmıştır. Bu farklı ve uzlaşmaz eğilimlerin netleşip ko ilerlemeye koyulmaları çok önem

lendiren bir önem ve kapsama sahip bulunuyorlar. Ama ne yazık ki, günümüz dünyasında bu yaşamsal gerçekleri henüz küçük bir devrimci azınlık kavrayıp kendisine dert ediniyor. Onun dışında, işçiler ve emekçiler, bu gerçekler sanki onların yaşamını doğrudan ilgilendirmiyormuş gibi davranmayı sürdürüyorlar. Oysa özellikle son dönemde peşpeşe yaşanan olaylar, kapitalizmin büsbütün yoğunlaşan bir sömürü ve savaş mekanizması olarak işçi-emekçi kitlelerin üzerine nasıl da çullandığını açıkça gözler önüne seriyor. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşları, değdiği bölgelerde yoksul ve emeğiyle geçinen milyonların yaşamını söndürürek ve etrafa zulüm saçarak ilerleyip yayılıyor. İnsanlığın kaderini belirleyecek olması bakımından çok önemli ve muazzam ölçekte sarsıntılı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Böylesi kritik dönemlerde devrimci tutumla, oportünist ve reformist yaklaşımların birbirlerinden keskin çizgilerle ayrışması da gerekli ve neredeyse kaçınılmazdır. Daha baştan dikkat çekmek gerekirse, bu tür ayrışmalar kuşkusuz yalnızca ulusal alanla sınırlı kalamaz ve esasen böylesi süreçler enternasyonal alanda cereyan eden derin bölünme ve altüstlüklerle ilerlerler. Nitekim daha önceki benzer tarihsel dönemlerde de bunlar yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşını kapsayan süreçte, Üçüncü Enternasyonali yaratan devrimci eğilimle İkinci Enternasyonali batıran oportünist-dönek eğilim ayrışıp birbirinden uzaklaşmıştır. Bu farklı ve uzlaşmaz eğilimlerin netleşip kopuşması ve nihayetinde bunların ayrı ayrı kendi yolla-


asından Yansıyan Gerçekler Elif Çağlı

nemli ve muazzam ölçekte sarsıntılı bir tarihsel dönemden portünist ve reformist yaklaşımların birbirlerinden keskin Bu tür ayrışmalar kuşkusuz yalnızca ulusal alanla sınırlı reyan eden derin bölünme ve altüstlüklerle ilerlerler. Nitekim mıştır. Birinci Dünya Savaşını kapsayan süreçte, Üçüncü yonali batıran oportünist-dönek eğilim ayrışıp birbirinden opuşması ve nihayetinde bunların ayrı ayrı kendi yollarında mli bir tarihsel örnek oluşturur.

rında ilerlemeye koyulmaları çok önemli bir tarihsel örnek oluşturur.

Tarihten ders almayanlar Kapitalizmin emperyalist aşamasının tarihi incelendiğinde, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir toplumsalsiyasal yasanın varlığı kavranacaktır. Şöyle ki, büyük türbülans dönemlerinde bir yanda temel siyasal ve sınıfsal eğilimler netleşir ve ayrışırken, diğer bir yanda da derin bir kafa karışıklığı hasıl olmaktadır. Bu aslında pek de şaşılacak bir durum değildir. Gerçi sınıf mücadelesini kızıştıran nesnel etkenler genelde karşıt sınıfsal uçları keskinleştirip netleşme ihtiyacını dayatırlar. Fakat buna rağmen, gerçeklikten kaçan ya da iki temel sınıfsal tutum arasında yalpalayan unsurlar bir ara alan oluştururlar. Revizyonist, reformist, oportünist ve uzlaşmacı görüşlerin cirit attığı bu alan aynı zamanda işçi sınıfına burjuva etkisini yayan bir ortam teşkil eder. Bu durum birinci emperyalist paylaşım savaşının neden olduğu büyük altüstlük döneminde yaşandığı gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde de gözlemlenmiştir. Ve benzer bir durum ana renkleri itibarıyla günümüzdeki üçüncü paylaşım savaşı döneminde de tekerrür etmektedir. O nedenle, söz konusu ara alanın varlığı ve yarattığı etki bakımından sanki tarih kendini tekrar ediyor gibidir. Kuşkusuz gerçekte kendini tekrar eden soyut bir tarih değil, tarihten ders almayı bilmeyenlerdir.

Birinci Dünya Savaşı döneminden günümüze uzanan çarpıcı bir örneği hatırlayalım. Emperyalist kapitalizmin gelişip olgunlaşmasının dünyaya savaş değil, bir barış dönemi getireceği yolundaki görüşler Marksist geçinen teorisyenler tarafından dünden bugüne çeşitli kereler ileri sürülmüştü. Ancak bu tür değerlendirmeler kapsamında ilk planda akla gelen ismin her seferinde Kautsky olması tesadüf değildir. Kautsky söz konusu görüşlerin temelini döşeyen kişidir ve döneminin Marksizm papası kabul edilecek çapta büyük bir teorisyendir. Ne var ki, onun son tahlilde burjuva aydın kategorisine denk düşen sınıfsal tutumu, dünyanın büyük çalkantılara sürüklendiği bir dönemde Kautsky’yi devrimci Marksizmden tamamen uzaklaştırmıştır. Gelecekte kendisiyle aynı sınıfsal tutum ve siyasal yaklaşımları paylaşacak olan bütün bir teorisyenler takımının serüvenini vurgularcasına, Kautsky, işçi sınıfının devrimci strateji ve taktiklerine ters düşen pek çok görüş ileri sürmüştür. Onun burjuva devletin yapısı ve ortadan kaldırılması, proletarya diktatörlüğünün tarihsel önem ve zorunluluğu, işçi devriminin başarıya ulaştırılabilmesi için gerekli strateji ve taktikler ve nihayet böyle bir devrimin şart koştuğu devrimci örgüt ve örgütlenme anlayışı gibi fevkalâde önemli konularda yarattığı inkâr ve çarpıtmalar unutulmamalıdır. Kautsky’nin Marksist çözümlemelere ters düşen görüşleri Lenin gibi devrimci Marksist önderler tarafından eleştirilmiş olsa da, uzun süre alanında otorite kabul edilecek çaptaki bir teorisyenin saçtığı zehirli tohumlar zaman içinde de etkisini sürdürmüştür. Bunlar arasında, emperyalizm olgusuna yaklaşımdaki çarpıklıklar çok önemli bir yer tutar. Bilindiği üzere, kapitalizmin emperyalist aşaması olgunlaştıkça sermayenin ulus-devleti aşıp geçme arzusu ağır basmaktadır. Ama buna rağmen, sermayenin bu uluslararası yayılma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı arasındaki çelişki de varlığını sürdürür. Kautsky bu çelişkinin, ekonomik faktörlerin dayatması sayesinde yayılma lehine savaşsız biçimde

25


marksist tutum

çözülüp aşılabileceğini varsaymıştır. Ona göre kapitalizm, uluslararası ölçekte birleşen mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesine dayanan emperyalizm ötesi (ultra-emperyalist) yeni bir aşamaya ulaşacaktır. Kautsky ve onun gibi düşünenler, sermayenin uluslararası bütünleşme eğiliminin ulusal çıkar çatışmalarına ve büyük kapitalist gruplar arasındaki yıkıcı rekabete son vereceğini iddia etmişlerdir. Onlara göre, ekonomik gelişme tekelci kapitalizmi neredeyse tek bir dünya tekelinin oluşumu noktasına taşıyarak barışçı yaklaşımları dayatacaktır. Hiçbir güç ve olgu bu ekonomik gidişatı durduramayacak, tersine çeviremeyecektir. Böylelikle emperyalizm yerini ultraemperyalizme bırakırken, militarist dünya politikası da yerini barışçı dünya politikasına terk edecektir. Oysa kapitalizmin tekelci gelişiminin tek bir dünya tekeli yaratabileceği fikri, olsa olsa teorik bir soyutlama olabilir. Zira birleşme ve merkezileşme eğilimi daha büyük tekelleri yaratsa da rekabeti ortadan kaldıramaz. Tersine bu eğilim rekabeti daha üst düzeyde üretir ve keskinleştirir. Aynı eğilim dünya üzerinde çeşitli emperyalist birliklerin oluşmasını da gündeme getirir. Ancak, birleşenler daha sonra çatışıp ayrışabilir ve yeni çıkar ortaklıkları temelinde yeni birlikler oluşabilir. Böylece, daha önce aynı pakt içinde yer alan büyük emperyalist güçler daha sonra birbirlerine düşman kesilebilirler. Kısacası, kapitalizmin emperyalist savaşların nedenini ortadan kaldıracak tarzda bir bütünleşme aşamasına ulaşacağı ve büyük sermayenin artık savaşlara gerek duymadan dünyayı bir barış dönemine taşıyabileceği yolundaki tezler dayanaksızdır. Kaldı ki sınıflı toplumların tarihi, insanın insan üzerindeki sömürü ve baskısına dayanan sosyal sistemler var olduğu sürece, farklı egemen güçler arasındaki çıkar çatışmalarının körüklediği savaşların kökünü kurutmanın olanaksızlığını gözler önüne serer. Emperyalizmin tarihi ise, militarizmin finans kapital egemenliğinin kopmaz bir parçası olduğunu ortaya koymaktadır. Mali sermayenin saltanatını sürdürebilmesi için her daim ordulara, savaşlara, askeri harcamalara, tek kelimeyle militarizme ihtiyaç duyduğu ve duyacağı en çarpıcı biçimlerde ve defalarca kanıtlanmıştır. Dolayısıyla Kautsky’nin yaptığı gibi, emperyalizmi büyük sermayenin militarizme dayanan dış politikası olarak göstermek ve finans kapitalin pekâlâ emperyalizm ötesi barışçı bir dış politika tercihinin olabileceğini varsaymak gerçeklere sırt çevirmek demektir. Bu tutum ayrıca Marksizmin devrimci özüne ihanettir. Kautsky’nin bu tür görüşleri, emperyalist güçlerin dünyayı büyük bir paylaşım savaşıyla kana boyadıkları bir süreçte ileri sürmüş olması da ayrıca ibret vericidir!

Zihin bulandıran yaklaşımlar Eğer yaşanan bu tür olaylar yalnızca geçmişle sınırlı bir etki alanına sahip bulunsalardı, belki de bunlar çoktan tarihçilerin ilgi alanına havale edilmiş olacaklardı. Ne var ki

26

Ekim 2008 • sayı: 43

durum hiç de böyle değildir. İşçi hareketindeki burjuva aydın etkisinin olumsuz rolü, bir başka deyişle revizyonistreformist solun yarattığı tahribat açısından emperyalizm çağının başlangıcından bu yana pek de bir şey değişmemiştir. Bir zamanlar Kautsky tarafından ortaya konan ve İkinci Enternasyonali bir ihanet çizgisine sürükleyen yaklaşımların benzerleri günümüzde de akademik Marksist çevreler tarafından üretilmektedir. Son yıllarda yürüyen küreselleşme, emperyalizm ve savaş konulu tartışmalara, akademik Marksizm Kautsky’nin ruhunu şad eden tutumlarla katılmaktadır. Bu durum, günümüz ortamına yakın tarihin prizmasından yansıyan gerçeklerin üzerinde durmanın gereğini de kat be kat artırıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de akademik Marksizm hünerini, somut gerçeklere dair tam bir bilinç çarpılmasının yaratılması noktasında döktürüyor. Özellikle Avrupa’da önemli bir etki alanı yaratan akademik Marksizm çevrelerinden çeşitli ülkelere yayılan çarpıtmaların başında ise, karmaşık sorunların özenli bilimsel çözümlemesi yerine kaba bir ekonomik determinizmin ikame edilmesi geliyor. Bu tür yaklaşımların çarpıcı özü, emperyalistleşen ya da yeni tabirle küreselleşen kapitalizmin hız vereceği ekonomik bütünleşme eğiliminin mutlaklaştırılmasıdır. Ekonomik gidişatın ulus-devletler veya emperyalist birlikler arasındaki rekabeti ortadan kaldıracağı ve dolayısıyla savaşlara son vereceği yolundaki görüşler yeniden ve yeniden üretilmektedir. Unutulmamalı ki karmaşık dünya sorunlarını mekanik bir ekonomik belirlenimciliğe indirgeyenler, siyasetin uysalca ekonomiyi izleyeceği yolunda yaklaşımlar geliştirirler. Oysa emperyalist güçler arasındaki çekişmelerin yarattığı siyasal sorunlar, dünya ekonomisindeki bütünleşme eğilimi nedeniyle buharlaşıp yok olmaz ya da kendiliğinden çözülmezler. Bu sorunları artık olağan siyasi ve diplomatik yöntemlerle çözümleyebilmenin olanaksızlaştığı bir kaynama noktasına ulaşıldığında, kozları savaş alanlarında paylaşmak kaçınılmaz hale gelir. Kapitalist sistem devam ettiği sürece bu gibi işleyiş yasaları dün olduğu gibi bugün de hükümlerini sürdürmektedirler. Bu bakımdan, 20. yüzyıldan başlayıp günümüzü de içine alan bütün bir emperyalizm çağı, büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarının her an nüfuz alanlarındaki kapışma ve savaşları tetiklediği bir çağdır. Bu çağ, dünya siyasetinin icabında yaygın emperyalist savaşlarla sürdürüldüğü bir tarihsel dönemdir. Böyle bir çağ boyunca “barış” dönemleri, olsa olsa büyük savaş dönemleri arasına sıkışıp kalmış geçici ateşkes dönemlerinden ibaret olabilir. Emperyalist kapitalizmin tarihinin gösterdiği üzere, kimi büyük uluslararası sorunların bir yeniden paylaşım savaşı sonucunda “çözülmesi” ve büyük güçler arasında bazı kısmi anlaşmalara varılması pekâlâ mümkündür. Ama kapitalizm var oldukça, ulus-devletler ve emperyalist birlikler arasındaki rekabet, çatışma eğilimi ve savaş olasılığı ortadan kalkmayacaktır.


Ekim 2008 • sayı: 43

Diğer yandan günümüzde Avrupa Birliği örneğinin de gösterdiği üzere, kimi ulus-devletler bir ekonomik birlik çatısı altında biraraya gelebilmektedirler. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu tür birlikler geri dönüşsüz bir siyasal bütünleşmeyi asla sağlayamamakta, birliği oluşturan ulusdevletler arasındaki rekabet ve çatışma olasılığını ortadan kaldırmamaktadır. Emperyalist kapitalizm altında büyük çıkar ortaklıkları mahiyetindeki ekonomik paktlar her zaman oluşabilir, fakat neticede bunların hiçbiri duragan ve kalıcı olamaz. Dolayısıyla, oluşan emperyalist birlik veya paktların akıbeti belli değildir ve bunlar kararlı bir denge durumu arz etmezler. Büyük güçler arasında yeni biçimler altında devam edecek rekabet ve buradan kaynaklanacak yeni çıkar ilişkileri, var olan emperyalist birlikleri parçalayıp yenilerinin oluşumunu teşvik etmeyi sürdürür. Dünya üzerindeki eski dengeleri kökünden sarsacak denli muazzam değişim ve olayların yaşanması durumunda, yeni güçler oranına göre yeni dengelerin kurulması da kaçınılmaz hale gelmektedir. Şurası da kesindir ki, emperyalistler arası güç dengesi değiştiğinde ortaya çıkan yeni çelişkileri çözen hep “zor” olmuştur. Dünya siyasetinin olağan yöntem ve diplomasi ile yürütülmesinin artık mümkün olmadığı durumlarda emperyalist güçler devreye “silahlı siyaset”i sokmuşlardır. Bunlar yalnızca geçmişteki “dünya savaşları” dönemleriyle sınırlı gerçekler değildir, bütün bir emperyalist çağı ilgilendirmektedir. Nitekim bugünün özgül koşullarında yürüyen ve “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak nitelediğimiz emperyalist savaşlar zinciri de bu eğilimlerin varlığını ve işlerliğini yeterince kanıtlamaktadır. Tartışma konumuzla ilgili olan ve atlanmaması gereken bir başka önemli husus daha var. Emperyalist savaşlar askeri teknik, donanım, alan ve yöntem bakımından birbirlerini basitçe tekrar etmezler. Kapitalist süreç içinde bu açılardan pek çok şey değişmektedir. O yüzden, Birinci veya İkincisine benzeyeceği beklentisiyle, Üçüncü Dünya Savaşının yaşanmadığını düşünenlerin yanıldığı ortadadır. Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir “Dünya” savaşının parçalarıdırlar. Üçüncü Dünya Savaşı aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. Bu savaş ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgalleri ile devam etmiş ve etmektedir. Ve nihayet bu savaşın alanı, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla birlikte Rusya ve ABD arasındaki gerginliği tırmandırarak genişlemektedir. Zincir kapanmamıştır, emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları bölgeleri ateşe vererek sürdürdükleri bu Üçüncü Dünya Savaşının arkası gelecektir. Günümüz dünyasını ilgilendiren tartışmalı sorunlara emperyalizm ve savaş ilişkisi açısından yaklaşıldığında, her anlaşma ve birleşmenin farklı güçler arasındaki rekabeti ve çatışmayı başka bir düzeye taşıdığı ve böylece yeni emperyalist savaşlara zemin hazırladığı kolayca kavranabiliyor.

marksist tutum

Bu bağlamda altını çizmek gerekirse, örneğin Avrupa ülkelerinin şu ya da bu biçim altında birleşmeleri dünyaya barış getirmiyor. Tersine, siyasal ve askeri açıdan daha bütünleşmiş bir güç olarak beliren bir Avrupa, diyelim ABD veya Rusya ya da Çin karşısında eskiye oranla daha da büyük bir rekabet ve kapışma eğilimini körüklemektedir. Sonuç olarak dünya üzerinde gerçek bir silahsızlanmanın sağlanması, militarizmin ortadan kaldırılması ve savaşlara son verilmesi, ancak ve ancak, kapitalizmin işçi devrimleriyle yıkılması sayesinde gerçekleşebilecektir. Tam da bu noktada, kısaca dile getirmeye çalıştığımız yanlış yaklaşımlar bağlamında bir başka çarpıcı örneğe değinebiliriz. Avrupa ülkelerinde akademik Marksizm çerçevesinde ileri sürülen iddialar arasında, ABD’nin Irak savaşı dolayısıyla yaptığı harcamaların muazzam boyutlara ulaştığı ve artık çok pahalıya patlayan savaşın sürdürülemez hale geldiği biçiminde argümanlar da yer almaktadır. Askeri harcama ve askeri yatırımların diğer harcama ve yatırım kalemlerinden farklı olarak kapitalizme yük oluşturacağı görüşü, olsa olsa, kapitalist ekonominin özelliklerini bilmemek ya da bilmezden gelmek demektir. Oysa devrimci Marksizmin öteden beri aydınlattığı üzere, askeri harcamaların yükseltilmesi ve savaşların yaygınlaştırılması kapitalizmin büyük kriz dönemlerine eşlik eden gerçeklerdir. Askeri harcamalar, üzerinde durduğumuz yanlış görüşlerin tam tersine kapitalist çıkarlar açısından bakıldığında, ekonomiye olumsuz bir yük teşkil etmek bir yana ekono-

27


marksist tutum

Ekim 2008 • sayı: 43 Askeri harcama ve askeri yatırımların diğer harcama ve yatırım kalemlerinden farklı olarak kapitalizme yük oluşturacağı görüşü, olsa olsa, kapitalist ekonominin özelliklerini bilmemek ya da bilmezden gelmek demektir. Oysa devrimci Marksizmin öteden beri aydınlattığı üzere, askeri harcamaların yükseltilmesi ve savaşların yaygınlaştırılması kapitalizmin büyük kriz dönemlerine eşlik eden gerçeklerdir.

mik işleyişi hızlandırıcı ve durgunluktan çıkarıcı bir çarpan hizmeti görürler. Bu nedenle, günümüz benzeri kritik dönemlerde kamuoyunu aldatmak için dışarıya ve basına hangi tür haber sızdırılırsa sızdırılsın, finans kapital zirvelerinde kapalı kapılar ardında savaşların nasıl sona erdirileceği ya da askeri harcamaların nasıl kısılacağı gibi konular değil, tam tersi konular tartışılıp karara bağlanır. Kimi entelektüeller ABD emperyalizminin artan savaş harcamaları nedeniyle artık Ortadoğu’da veya Kafkasya’da, Afganistan’da vb. savaşları sürdüremeyeceği ve dolayısıyla barışçı bir politikaya geçiş yapacağı türünden görüşlerle oyalanadursunlar, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk tehlikesine karşı savaş makinesini nasıl körüklediği ortadadır. Örneğin dünya üzerindeki büyük güçlerden biri olan Rusya’nın askeri harcamaları yaklaşık 36 milyar dolarken, ABD’ninki 550 milyar dolar civarındadır. Dünya genelinde yaklaşık 1,3 trilyon dolar olan yıllık askeri harcamalar içinde ABD tek başına %45’lik paya sahiptir. ABD’nin askeri harcamalarının İkinci Dünya Savaşından bu yana en yüksek düzeyine ulaşması da ayrıca dikkat çekicidir. Böylesi bir durumun barışçıl politikalara geçişe işaret etmediği aşikârdır. Burjuva ideolojisine karşı devrimci tavır alamayan aydın çevrelerin küreselleşme konusunda da zihinleri bulandıracak tarzda yaklaşımlar sundukları açıktır. Bu tür yaklaşımlar arasında, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir evresi olduğu şeklindeki görüşler yer almaktadır. Örneğin Antonio Negri ve Michael Hardt’ın kaleme aldıkları İmparatorluk kitabında, emperyalizm çağının sona erdiği ve imparatorluk çağının başladığı teorize edilmektedir. Yazarlara göre, büyük kapitalist güçler tek bir dünya tröstü içinde birleşecek ve ulus-devletler bu imparatorluk içinde eriyeceklerdir. Geçerken belirtmemiz gerekirse, orjinallik peşinde koşan aydınlar aslında hiç de orijinal olamamaktadırlar. Nitekim örneğimizde yer alan ve ilk bakışta yeni ve ilginç gibi gö-

28

rünen görüşler de, geçmişte Kautsky tarafından icat edilen ultra-emperyalizm teorisinin versiyonlarından ibarettir. Küreselleşme kavramıyla dile getirilen ekonomik gelişim, emperyalizm döneminin özelliklerinden aşinası olduğumuz gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde tam bir eşitsizlik temelinde yayılıp pekişmesi anlamına gelir. Dünya coğrafi açıdan zaten küreseldir, ama gezegenimizin kapitalist üretim tarzı altında bir de iktisaden “küreselleşmesi”, ülkelere, bölgelere, farklı uluslara vb. hiç de eşit olanaklar sunmamaktadır. Eşitsizliğe dayanan güç ve zenginlik ise, her zaman daha fazla sömürü, daha fazla kâr ve daha fazla güç elde etme kavgası ve dolayısıyla da yeni çatışmalar ve savaşlar demektir. Gerçeklik aslında bu kadar yalındır ve bu gerçekliğin işçiler tarafından kavranması hiç de zor değildir. Fakat burjuva aydınların, entelektüellerin, üniversite kürsülerinde yer edinmiş akademik Marksizm çevrelerinin “derin” çözümlemelerine dalıp kafası karışanların asla bu şansı olmayacaktır. Söz konusu “kafa karıştırıcı” tarzın tipik özelliklerinden biri de, konjonktürel olguları genelleyip, geleceği ipotek altına alan “yasalar” icat etmesidir. Bu gibi yaklaşımlar sonucunda, gerçeklerin sınavına dayanamayacak “teoriler” icat edilir ya da tarihe önceden bir sıra dayatılır. Örnekse, Avrupa’daki sosyalist çevreler arasında uzun bir süredir saltanat süren bir yaklaşımı hatırlatabiliriz. Buna göre, güya burjuvazi Keynesciliği ya da devletçiliği, kısacası büyük krizlerin yıkıcı etkilerini hafifletebilmek amacıyla ekonomiye devlet müdahalesi yöntemlerini bir daha geri dönmemek üzere tamamen terk etmişti. Fakat bu tür yaklaşımlarla bezeli satırların daha mürekkebi kurumadan kapitalist sistem büyük bir krizin etkisiyle sarsılmaya başlamış ve burjuva devletler telaş içinde ekonomiye müdahale etmeye koyulmuşlardır bile. Keza, burjuvazinin artık tamamen ıskartaya çıkarttığı söylenen Keynescilik burjuva ideologlar ve iktisatçılar tarafından yeniden gündeme getirilip parlatılmaktadır. Bu gelişmelere rağmen söz konusu


Ekim 2008 • sayı: 43

sosyalist çevreler bu kez de, örneğin emperyalist savaş zinciri kapanmadan burjuvazinin asla Keynesci uygulamalara başvurmayacağı şeklinde görüşler ileri sürmekle meşguldürler. Gerekçe olarak da, daha önceki dünya savaşları dönemlerinde yaşananların sırası gösterilmektedir. Oysa tarih kendini hiç de aynen tekrar etmez. Olaylar farklı tarihsel kesitlerde illa da aynı sırayı izlemezler. Bu bakımdan henüz Keynesciliğin zamanının gelmediği ve önce savaş zincirinin kapanması gerektiği yolundaki tezler, yaşanmamış olaylara dıştan bir tarih dizini dayatmak anlamına gelecektir. Halbuki her dönemin farklı özgünlükleri vardır. Üretim tarzı değişmedikçe genel özellikler kuşkusuz varlıklarını sürdürürler, ama bunlar dahi etkilerini ancak verili tarih kesitine ait özgünlükler içinde ortaya koyarlar. Günümüzde kapitalizm, düşük yoğunluklu savaş denilenden yükseğine, soğuk savaştan sıcağına, emperyalist savaşların yıkıcılığından kapitalist tekellerin yıkılan bölgeleri yeniden inşa sahtekârlığına kadar her şeyi bir arada ve tam bir çorba gibi yaşamaktadır. Bu nedenle içinden geçtiğimiz 21. yüzyıl 20. yüzyıla oranla büsbütün sarsıntılı bir karaktere bürünmekte ve kapitalizm, bunayıp sarsaklaşan bir organizmanın sergilediği tuhaflıkları fazlasıyla sergilemektedir.

Aydının “teoricilik” merakı Entelektüel çevrelerin kendilerine özgü farklı bir dünyalarının olduğu açık bir gerçek. Onların dünyasında olgu ve olayları yalın biçimde kavramak “basitlik” kabul ediliyor ve tatmin edici bulunmuyor. O dünyada somutun titizlikle çözümlenmesi yerine, aydının bizzat kendisini tatmin edecek bir “teoricilik” rağbet görüyor. Aydın böylece kendi “üstün” yönünü tatmin peşinde koşarken, burjuva düzene de bir güzel hizmet sunmuş oluyor. Devrimci mücadeleyle bütünleşmeyen aydın etkinliği, eninde sonunda burjuva düzenin girdaplarında yozlaşıyor. Bu girdaba kapılıp gidenlerin dünyasında gerçekliği çözümleme çabasının yerini, ün kazanmak uğruna ilginç görünen görüşler ortaya atma merakı alıyor. Aydınlar devrimci dönemlerde toplumun pek çok kesimini etkileyen devrimci heyecan ve hareketliliğin etkisine kapılmış olsalar bile, devrimci dalga geri çekilir çekilmez bu yaşananları pek “ilkel” bularak suçlamaya meyyaldirler. Demokrasiyi kapitalizm çerçevesinde aramaya yeminli aydın kesimin solculuk bağlamında gidip gidebileceği nihai nokta da liberal sol düşüncelerden ötesi olamamaktadır. Bu bakımdan, burjuva düzenden kopamayan aydınlar Marksizmden etkilenirmiş gibi göründüklerinde dahi, burjuva demokrasisinin faziletlerine veya küreselleşmenin dünyaya barış getireceğine vb. inanmaya yatkındırlar. İşte bu tür aydın unsurlarla akademik Marksizm alanında otorite geçinenler arasında, aslında her an açık ya da örtük yakın bir iletişim ve etkileşim söz konusudur. Akademik Marksizm sınıf temelli sağlam bir devrimci

marksist tutum

örgüt yaratma görevine uzak duruşuyla kendini belli eder. Bu kapsamda yer alan “Marksist” teorisyen ya da yazarların derdi, işçi sınıfı mücadelesinin çeşitli alanlarda ilerletilmesine hizmet etmek değildir. Onların zihnini daha ziyade kendi akademik çevrelerinde yürüyüp giden tartışmalarda üste çıkabilmek meşgul eder. Teori, somut olay ve olguları bilimsel temellerde çözümleme çabasından kopup aydınlar arası üstünlük yarışına dönüştüğü ölçüde yozlaşır. Sınıf mücadelesinin harından uzaklaşan aydın unsurlar yakalarına parıltılı birer “Marksist” etiketi iliştirseler bile, somut gerçekleri doğru okuyup sınıfsal çözümler geliştirme amaçlı bir teorik çaba içinde olamazlar. Tersine, toplumsal yaşamda tuttukları nesnel konum onların düşünsel yaklaşım tarzlarını belirler. Konumları, özel hırs ve tutkuları onları, “sırça köşkünde teori üreten aydın”ın “körleşme” hastalığına duçar eder ve böylece salt teori adına “teori” üreten bir duruma düşüverirler. Akademik Marksizm okumuşları “yüksek” teorik tartışmalarla etkileyip kendi alanına çektiği ölçüde, devrimci bir örgüt yaratma mücadelesinden uzaklaştırmakta ve genel bir demokrasi mücadelesi ile yetinme konumuna sürüklemektedir. Üstelik yaşam, belirli noktalarda savrulmaya uğrayanları zaman içinde büsbütün yanlış noktalara itivermektedir. Zaten akademik Marksizm de değişmez bir şey değildir, o da büsbütün akademikleşip Marksizmden iyice uzaklaşmaktadır. Nitekim Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben burjuva ideolojisinin tartışmasız bir üstünlük kazandığı dönemde akademik Marksizm de büsbütün yozlaşmıştır. Böylece, akademik Marksizm çerçevesine giren aydınlar ile liberal sol aydınlar arasındaki sınır çizgisi iyice silikleşmiştir.

Devrim gerçeği 20. yüzyılın açılışına birinci emperyalist paylaşım savaşı ve bu savaşın ateşleri içinden yükselen Ekim Devrimi damgasını basmıştı. 20. yüzyıl devrimci işçi mücadelesinin büyük iniş ve çıkış dalgalarına sahne oldu ve bu yüzyılın kapanışı ise, kendilerini uzun süre “yaşayan sosyalizm” olarak kabul ettiren bürokratik rejimlerin çöküşü ile gerçekleşti. İçine girilen yeni dönemin özelliğini, henüz daha Gorbaçov’un “Sovyetler Birliği” ayakta iken kaleme aldığımız Marksizmin Işığında adlı çalışmanın girişinde şu sözlerle belirtmiştik: “Kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi sona eriyor… Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız.” (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.) 21. yüzyılın başlangıcı, bu sözleri doğrular biçimde,

29


marksist tutum

insanlığın canını fena halde yakan emperyalist savaşlar, krizler içinde debelenen bir kapitalizm ve gericileşen burjuva rejimlerle ilerliyor. Bu durumu bir önceki yüzyılın girişiyle karşılaştıracak olursak pek çok bakımdan benzerlikler bulmak mümkündür. Bu karşılaştırma tablosunda eksik olan başlıca unsur, Rusya’dan hareketle dünyayı derinden sarsmış olan büyük işçi devrimidir. Neden böyle olmuştur? Uzun yıllar boyunca dünya üzerinde nice devrimci kuşağın yaşam çizgisine, dünyayı algılayışına ve hayallerine, umutlarına biçim veren devrim gerçeği bir daha geri dönmemek üzere gezegenimize veda mı etmiştir? Bu soruyu büyük bir memnuniyetle “evet” diye yanıtlayanlar olacaktır ve biliyoruz ki böylelerinin sayısı hiç de az değildir. Fakat işin aslında burjuva düzen yanlılarının arzularını yansıtan bu “evet” yanıtının hiçbir bilimsel dayanağı bulunmamaktadır. Günümüzde devrimin ayak sesleri henüz doğrudan biçimde hissedilmese de, toplumsal yaşamın derinlerinde devrimci bir mayalanma gerçekleşmektedir. Kapitalizm için kurtuluş yok. Kapitalist toplum yarattığı tüm zulüm, baskı, sömürü ve haksız savaşlarla birlikte tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak için işçi sınıfının büyük devrimci eylemini bekliyor! Zamanın mekân ve hıza bağlı göreceli algılanışında olduğu gibi, tarihsel olguların kitleler tarafından kavranışı da görecelidir. Devrim gerçeğinin kitlelerin yaşamına kısa ve uzun dönemli yansımasının farklılığı bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturur. Şöyle ki, içinden geçtiğimiz son zaman dilimi aslında dünya üzerindeki verili güç dengelerinin altüst olduğu son derece çalkantılı bir dönemdir. Temel toplumsal değişimlere gebe bir tarihsel dönemden geçtiğimiz aşikârdır. Derin bir sistem krizi içinde kıvranmaya başlayan kapitalizm aslında nesnel açıdan yeni işçi devrimlerini mayalamaya koyulmuştur. Özetle, görmek isteyen ve görebilecek niteliğe sahip gözler için günümüzde devrimin onlarca uzun vadeli yansıması mevcuttur. Fakat günü yaşayıp yalnızca anlık kesitleri algılayabilen ve de düzen tarafından toplumsal hafıza kaybına uğratılmış örgütsüz kitlelerin bu gerçekleri kendiliğinden kavrayabilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan devrim gerçeği halihazırda yoksul halk kitlelerinin yaşam alanında doğrudan hissedilememektedir. Kapitalizmin yarattığı sorunlar içinde debelenen yoksul kitleler, devrim diye bir kurtuluş yolu olduğuna inanamamaktadırlar. Öte yandan, sınıf mücadelesinin gidişatındaki değişim henüz teori dünyasına yansımadan önce aslında işçiemekçi kitlelerin gündelik mücadele alanlarında kendini göstermeye başlar. Fakat değişim başlangıçta o denli cılız olabilir ki, devrimci mücadeleye inanmak için illa da gök-

30

Ekim 2008 • sayı: 43

te mucize kabilinden kanıtlar arayan küçük-burjuvalar, yeryüzünde gerçekleşen olayları yorumlama zahmetine bile katlanmak istemezler. Ancak tarihin uzun dönemli akışı içinde, tüm tarihsel duraklama ve yanılsamalara rağmen kaçınılmaz yasalar hükümlerini icra ederler. Bu noktada durup, yaşanan son dönemin kısa bir değerlendirmesini yapmakta yarar var. Tarihin gerçek akışı, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş döneminde estirilen ters rüzgârlar döneminde Marksizme ve işçi devrimlerine inanmayı sürdürenleri değil, böylelerini dinazor ilan edenleri yalancı çıkardı. Bürokratik rejimlerin kitleler tarafından “yaşayan sosyalizm” olarak algılanması büyük bir yanılsamaydı ve tarihin bu hatayı düzeltmesi için uzun yıllar geçmesi gerekmişti. Fakat ikincisi, yani “ölümsüz kapitalizm” yalanı ise bütünüyle bir ideolojik propagandadan ibaretti ve o nedenle de hükmü çok kısa sürdü. Şimdi yalanlardan temizlenen tarih sahnesinde gerçeklere boylu boyunca yer açılmış bulunuyor. Komünizmin veya Marksizmin sahtelerinin tarih sahnesini terk etmesi, gerçeklerinin tarihin yeni dönemine, hem de eskiden yaşananların dersleriyle de güçlenmiş yeni girişler yapmasını mümkün kılacaktır. Günümüz gerçekleri, akademik Marksizmin veya liberal burjuva solun uzun bir dönem boyunca yaymaya çalıştığı tezlerle alay edercesine tersi yöne işaret etmektedir. Küreselleşme nedeniyle kapitalizm bambaşka bir döneme girecek denilirken, dünya halkları emperyalist savaş cehennemlerinde kırılıyorlar. Kapitalizm çok güçlü artık eskisi gibi krizler olmaz denilirken, derinleşen sistem krizi burjuva düzen yanlılarını bile korkutuyor. Pek çok ülkede neredeyse kronik bir siyasal istikrarsızlık yaratan tüm bu faktörler bir arada etkisini gösterip, işçi-emekçi kitlelerin gözünü açmaya başlıyor. Artık hiçbir zaman geri gelmeyeceği iddia edilen devrim gerçeği, henüz yeterince güçlü biçimde olmasa bile yine de günümüz kitlelerine, “vardım, varım, varolacağım” mesajıyla hınzırca göz kırpmaya girişiyor. 80’lerde dünyadaki siyasal atmosferi derinden etkileyen ve genç kuşakların zihniyetini bulandıran olumsuz koşulların bugün tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Ne var ki, toplumsal alanda içten içte yürüyen bir değişim başlamıştır. Evet, devrimci işçi mücadelesi bakımından dünyanın hiçbir yerinde henüz esaslı bir toparlanma gerçekleşmiş değildir. Fakat yakın gelecekteki büyük değişimleri hazırlayan küçük birikimler öbeklenmeye, çeşitli işçi grevleri, direnişleri orada burada patlak verip yaygınlaşmaya koyulmuştur. Günümüzde devrimin ayak sesleri henüz doğrudan biçimde hissedilmese de, toplumsal yaşamın derinlerinde devrimci bir mayalanma gerçekleşmektedir. Kapitalizm için kurtuluş yok. Kapitalist toplum yarattığı tüm zulüm, baskı, sömürü ve haksız savaşlarla birlikte tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak için işçi sınıfının büyük devrimci eylemini bekliyor!  www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Kıbrıs Sorunu Çözülüyor mu? Utku Kızılok

E

mperyalist savaşın yeni cephelerinin alev alıp halkları acı ve gözyaşına boğduğu ve emperyalist güçlerin çeşitli araçlar üzerinden karşılıklı olarak birbirine diş gösterdiği bir süreçte, Kıbrıs sorununu “çözme” görüşmeleri yeniden başladı. Dünya ekonomik krizinin gün geçtikçe derinleştiği ve emperyalist savaşın genişlediği böylesi bir konjonktürde, Kıbrıs sorununun ne yönde çözüleceğini bekleyip göreceğiz. Ancak içinden geçmekte olduğumuz dönemin barış rüzgârları estirmediğini vurgulamak gerekiyor. Yürüyen emperyalist savaş sürecinin bir parçası olarak, Kosova’nın bağımsızlığının Amerikalı ve Avrupalı emperyalistler tarafından, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığının da Rusya tarafından tanınması, TC’nin uluslararası arenada elini rahatlatmış ve “bağımsız KKTC”nin tanınması yönündeki heveslerini kamçılamıştır. KKTC’nin tanınmasına emsal teşkil edebileceğinden ötürü, Güney Kıbrıs, Kosova’nın bağımsızlığına direnmiş ve tanımamıştır. Rum egemenlerin Kıbrıs sorununda “çözüm”ü dillendirmesinin bir nedeni kitlelerin bu doğrultuda yaptığı baskıysa, öteki nedeni de, ortaya çıkan bu yeni durumdur. Dolayısıyla da Rum lider Hristofyas ile Türk lider Talat’ın görüşmelerinin akıbetinin ne olabileceğini, uluslararası ölçekte yaşanan değişimin içine oturtarak anlamak gerekiyor. Bilindiği üzere, Annan Planı1 olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler planı, uzun pazarlıklardan sonra, 24 Nisan 2004’te referanduma sunulmuş, Türk kesimi “Evet” demesine karşın, Rum tarafı “Hayır” dediği için reddedilmişti. Böylece 1974’ten beri süregelen görüşmelerin önemli bir dönemeç noktasına gelişinin ifadesi olan Annan Planının çöpe atılmasıyla, Kıbrıs sorunu burjuva çerçevede dahi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Buna mukabil, son dört yıllık süre zarfında gerek Kıbrıs’ta gerekse yukarıda işaret edildiği gibi uluslararası siyasal konjonktürde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Tam da bu değişimin bir sonucu olarak, Kıbrıs sorununun burjuva düzen sınırları içinde çözülmesi Annan Planı günlerine göre daha zorlaşmış durumdadır.

Şurası çok açıktır ki, Türkiye ve Yunanistan işçi sınıfları Kıbrıs işçi sınıfını da içine alan bir devrimci mücadele yükseltmedikçe Kıbrıs’ın kaderini emperyalist güçler ile Türk ve Yunan burjuvazisi belirleyecektir. Tarihsel ve güncel deneyimlerle de sabit olmuştur ki, halklar arasındaki düşmanlıklara, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa, kin ve nefrete, acı ve gözyaşına ancak devrimci işçi sınıfı son verebilir. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs işçi sovyetleri federasyonu, bu topraklardaki halkların yaşadığı trajedilere son verecek, gerçek ve kalıcı bir barışı halklar kendi elleriyle yaratacaklardır.

31


marksist tutum

Eski “yoldaşlar” işbaşında ama…

Ekim 2008 • sayı: 43

lerin desteğini alan AKEL, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını gözeten bir politika ortaya koymadığı gibi, Türk kesiminde Annan Planına “Evet” diyen cephenin Annan Planına da milliyetçi bir temelde karşı çıkmıştır. başını çeken Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri Mehmet Ali Önce Talat’ın, bilahare Hristofyas’ın iktidara gelmesi, Talat, halk kitlelerinin değişim arzusunun bir sonucu olaKıbrıs sorununun çözülmesini arzulayan Rum ve Türk rak, “Denktaş Krallığı”na son verip Nisan 2005’te cumhalkını gerçekten de umutlandırmıştır. Zira CTP’yi kuran hurbaşkanı seçildi. Türkiye’nin AB süreciyle örtüştüğü kadrolar 1970’lerin başına kadar AKEL’in içinde yer aliçin AKP hükümeti de statükocu-devletçi Denktaş’a karşı maktaydılar ve AKEL, yasaklanan Kıbrıs Komünist liberal Talat’ı desteklemiş ve Kıbrıs’ta yaşanan bu değişim, Partisinin 1941’de aldığı isimdi. Bu iki parti de 1974’ten “çözüm” bekleyen halk kitlelerinde yeni bir umut yaratberi, bağımsız, iki toplumlu federal bir birleşik Kıbrıs gömıştı. Hiç kuşku yok ki, bir “sömürge valisi” gibi hareket rüşünü savunmaktaydılar. “İki toplumlu, iki bölgeli, topeden Denktaş’ın tahtından edilmesi, Türkiye’nin Kıbrıs lumların siyasi eşitliğine dayalı, Federal Kıbrıs üzerindeki boyunduruğunu istemeyen kitlelerin isyanının Cumhuriyeti” görüşü halen CTP’nin programının en tesonucuydu. O dönem, Kıbrıs Türk halkının geniş kesimmel maddesi konumundadır. Talat ve Hristofyas’ı işçilerinin pankartlarına ve sloganlarına yansıyan şu sözler bu emekçi kitlelerin desteklemesinin en temel nedeni, ikisiisyanı apaçık anlatmaktaydı: “Ankara, paranı da, paketini nin de değişimden, sorunun çözümünden ve birleşik bade, memurlarını da istemiyoruz… Köle olmak istemiyoğımsız Kıbrıs’tan yana olduklarını ileri sürmeleriydi. Ne ruz!” var ki, birbirlerine “yoldaş” demeyi pek seven Talat ile Lakin 2004’ten bu yana geçen süre zarfında Kıbrıs soHristofyas, 3 Eylülde başlayan görüşmelerde farklı telden rununun çözülmesi doğrultusunda herhangi bir adım atılçalmaya başladılar. Talat ve Hristofyas’ın “komünist yolmadı. Ancak 2008 Şubatında AKEL lideri Hristofyas’ın daşlar” değil, burjuvazinin temsilcileri oldukları yeterince cumhurbaşkanı seçilmesi ve sorunun çözülmesi yönünde açıktır. Başlayan görüşmelerde Kıbrıslı Rum ve Türk işçibir tutum takınması, halklar arasında Birleşik Kıbrıs emekçi kitlelerin değil, iki tarafın egemenlerinin çıkarları umutlarının yeniden yeşermesine neden oldu. Seçimleri güdülmektedir. kazandığı akşam Hristofyas, “Kıbrıs sorununu en erken Hristofyas’ın siyasi manevrasının eksenini, garantör ülzamanda çözüme kavuşturma” sözü veriyor ve şöyle diyorkelere gerek olmadığı, adanın kendi kaderini kendisinin du: “Ada’da yabancı askerler olmadan, kendi kaderimizi tayin etmesi ve yabancı güçlerin askerlerini adadan çekbarış içinde çizmemiz gerekiyor.” Burada hemen belirtmek mesi gerektiği görüşü oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra gerekiyor ki, sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde söHristofyas, iki toplumlu ve iki bölgeli federal bir Kıbrıs’ı zümona komünist AKEL’in –Emekçi Halkın İlerici Parsavunmaktadır. Ancak Hristofyas’ın ya da onun nezdinde tisi– büyük bir sorumluluğu vardır. Zira işçi-emekçi kitleRum burjuvazisinin “garantörler olmasın, yabancı askerler adayı terk etsin, kendi kaderimizi kendimiz çizelim” tezini ileri sürmesinin nedeni başkadır. Hristofyas’a göre Kıbrıs zaten AB’nin bir parçasıdır ve bundan ötürüdür ki, garantörlere ve yabancı askerlere gerek yoktur. Türkiye’nin ya da Yunanistan’ın, AB’nin bir parçası olan Kıbrıs’ta asker bulundurması doğru olmaz; en büyük garantör AB’nin kendisidir ve herhangi bir sorun oluştuğunda, anlaşmaya konacak hükümler çerçevesinde AB gereken müdahaleyi yapacaktır. İşte Hristofyas’ın “sorun AB çerçevesinde çözülsün” demesinin sebebi budur. Anlaşılacağı üzere, “bağımsızlıkçı” postuna bürünen Hristofyas’ın sözünü ettiği şey, Rum ve Türk halklarının özgürce kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesi değildir. Onun üstü kapalı ve diplomatik bir dille ifade ettiği şey, Kıbrıs’ın Türkiye ya da Talat ve Hristofyas’ın “komünist yoldaşlar” değil, burjuvazinin Yunanistan’ın (Yunanistan’ın AB üyesi oltemsilcileri oldukları yeterince açıktır. Başlayan görüşmelerde duğunu da hatırlatmak gerekiyor) egemenliğinden kurtarılarak daha büyük bir egeKıbrıslı Rum ve Türk işçi-emekçi kitlelerin değil, iki tarafın men gücün, tümüyle AB emperyalizminin egemenlerinin çıkarları güdülmektedir.

32


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum Her ne kadar Talat kendini bağımsız bir devletin cumhurbaşkanı olarak görüyorsa da, mevcut yapılanma devam ettiği müddetçe o da bir sömürge valisi olmaya mahkûmdur. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı resmen ilhak etmemesi, Talat’ı ya da ondan önce Denktaş’ı vali statüsüyle atamamış olması bu gerçeği değiştirmez.

boyunduruğuna sokulmasıdır. Talat’ın ya da Türk tarafının politikasının ana eksenini ise, Türkiye’nin garantörlüğünün korunması ve her ne pahasına olursa olsun Türk askerinin adada kalması gerektiği savı oluşturmaktadır. “Türkiye’nin desteğinin olmadığı şartlarda yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur” diyen Talat, şöyle devam etmektedir: “Kazanımlarımızı, Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliğini, Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığının güvenceye bağlanmasını her zaman için temel hedef olarak tespit ettik. Bu temelleri korumaya devam edeceğiz.” Bilindiği gibi, Denktaş’ın çözümsüzlük politikasının mihenk taşını Türk ordusunun adayı terk edemeyeceği oluşturmaktaydı. Elbette yıllarca bir o yandan bir bu yandan çevrilip sahneye sürülen “güvenceye alma” demagojisinin amacı, Türkiye’nin Kıbrıs’taki boyunduruğunu meşrulaştırmaktı. Ve şimdi statükocu Denktaş’ın tezlerini, liberal Talat neredeyse aynen savunuyor. Aşağıdaki sözlerin Denktaş’a değil de Talat’a ait olması ne denmek istendiğini yeterince açık kılıyor: “Türkiye’nin desteği, garantisi olmadan Kıbrıslı Türkler çözümü kabullenmez!” Tüm estirdiği değişim ve çözüm rüzgârlarından sonra Talat bugün statükocu söylemi kullanır hale gelmiştir. Oysa CTP’nin parti programında şöyle deniyor: “CTP, Kıbrıs Türk toplumunun kendi gelişmesini önleyecek her türlü dış müdahaleye karşıdır. Kıbrıs Türk toplumu ile Türkiye arasındaki ilişkilerde karşılıklı saygıyı gözetirken, Kıbrıs Türk toplumunun iç işlerine müdahale edilmesine karşı mücadele edecektir.” İyi ama Türk askerinin Kıbrıs Türk toplumunun iç işlerine müdahalesini kim ve nasıl engelleyecektir? Dahası Türk ordusunun adada kalması CTP’nin karşı çıktığı “dış müdahale” anlamına gelmiyor mu? Eğer olası bir çözümde Türk ve Yunan askerlerinin adada kalmasına karar verilirse, çok açık ki bu, Kıbrıs’ın boyunduruk altında kalmaya devam etmesi, bu iki ülkenin çıkarları temelinde halkların yeniden karşı karşıya getirilmesi demektir. Talat’a göre Türk ordusu da Kıbrıs’ta çözümden yanay-

mış! Bu gülünç açıklamaya ada halkının inanmadığı kesindir. Bugün KKTC denen sözümona bağımsız devletçiğin tüm ipleri TC’nin ve Türk ordusunun elindedir. Ada halkı bilmektedir ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde esas söz sahibi olan Lefkoşa’daki cumhurbaşkanlığı sarayı veya parlamento değil, 35 bin askeri emrinde bulunduran Girne’deki Kolordu Komutanlığıdır. Her ne kadar Talat kendini bağımsız bir devletin cumhurbaşkanı olarak görüyorsa da, mevcut yapılanma devam ettiği müddetçe o da bir sömürge valisi olmaya mahkûmdur. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı resmen ilhak etmemesi, Talat’ı ya da ondan önce Denktaş’ı vali statüsüyle atamamış olması bu gerçeği değiştirmez. Sözümona bağımsız KKTC’nin, Türkiye’nin herhangi bir ilinden pek farkı yoktur: Talat’ın, milletvekillerinin ve söz konusu devletçiğin memurlarının maaşlarını Türkiye ödemektedir ve devlet daireleri Türkiye’nin bir uzantısı konumundadır. İğneden ipliğe her şeyi adaya gönderen Türkiye, ekonomik yaşamı da kontrol etmektedir. 1974’teki işgalden günümüze değin uzanan sürede, Türkiye’den adaya taşınan yaklaşık 50 bin nüfusla kolonileştirmenin eksik ayağı da tamamlanmıştır. İşte Talat’ın çözümden yana dediği ordu, bu durumun uluslararası düzeyde de onaylanmasını istemektedir. Ordunun çözümden yana olmadığını, Türkiye’nin boyunduruğuna karşı çıkanları nasıl susturduğunu ada halkı senelerdir yaşayarak tecrübe etmiştir. 2001’den sonra yükselen muhalefetin nasıl ezildiğini Talat unutmuş olabilir ama Kıbrıs halkı unutmamıştır. “Bu ülke bizim, onu biz yöneteceğiz” diye gazetelere ilan veren Kıbrıs öğretmenler sendikasının başına gelmeyen kalmamıştır. Sendika baskı altına alınmış, yöneticileri tutuklanmış, sendika büroları dağıtılmış ve “Türk ordusu işgale son vermelidir” diyen öğretmenler görevlerinden alınmışlardır. İlanın verildiği ve muhalif yazıların çıktığı Avrupa gazetesinin yazarları casus oldukları gerekçesiyle tutuklanmış, gazetenin matbaası tahrip edilmiştir. Kıbrıs Türk halkı yıllardır baskı ve şiddete maruz kal-

33


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

maktadır. Türk ordusunu eleştirdiği için sol görüşlü gazeteci Kutlu Adalı 1996’da hunharca katledilmiştir. Hatırlatmak gerekiyor ki, o dönemde KKTC Sivil Savunma Teşkilatı Başkanı olan ve Adalı’nın öldürülmesinde parmağı olduğu söylenen korgeneral Galip Mendi ile geçtiğimiz günlerde Ergenekon davasından yatan Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u TSK adına ziyaret eden Kocaeli Garnizon Komutanı Galip Mendi aynı kişidir. Kıbrıs sorununda şimdiye dek sürekli TC bürokrasisinin ve genelkurmayının borusu ötmüştür. Bunun dışına çıkıldığı ve bir yarılmanın oluştuğu tek örnek Annan Planına evet denmesidir. Fakat söz konusu plana evet denilmemesi için ordunun nasıl direndiğini, “Sarıkız” ve “Ayışığı” adıyla darbe planlarının yapıldığını ve darbenin eşiğinden dönüldüğünü bugün herkes bilmektedir. Annan Planına Rum kesiminin hayır demesiyle ordu, bir anlığına kaçırdığı ipleri yeniden eline almıştır. Anlaşılacağı üzere, ordu değil, bir zamanlar değişimden, dönüşümden ve çözümden söz eden Talat statükoculuk yönünde bir değişim geçirmiş bulunmaktadır. Yıllarca iki toplumlu, iki bölgeli federal bir Kıbrıs’tan dem vuran Talat, şimdilerde konfederasyon anlamına gelebilecek şeylerden söz etmektedir. Talat, adına “üç özgürlük” denen, dolaşım, mal-mülk edinme ve yerleşim hakkı konularında da kısıtlamadan yana olduğunu açık etmiş bulunuyor. Türk resmi tezine göre, eğer bu üç özgürlük olursa, zengin güneyli Rumlar kuzeye yatırım ve yerleşme amacıyla geçip yoksul Türklerin topraklarını rahatça satın alacaklar ve Kuzey Kıbrıs’ın nüfus ve mülkiyet yapısını kısa zamanda kendi lehlerine değiştirecekler. Kuşkusuz bu söylemin ve getirilmek istenen yasağın esas nedeni, 1974’te malını mülkünü terk ederek Güney’e geçen 200 bin Rum’un geri dönüşünü engellemektir. Adanın Türk halkını “düşmanlarla çevrili” bir korku tünelinde yaşatmayı içeren bu tezi yıllarca statükocu Denktaş dilinden düşürmedi ve şimdi Talat tekrarlamaktadır. “Rum halkı çözümden yana değil” diyen Talat’a göre “zaman çözümden yana işlemiyor”. Netice itibariyle Türkiye’nin Kıbrıs sorunundaki resmi tezi yeniden egemen siyaset haline gelmiştir.

mek mümkündür: Birincisi, sürdürülen görüşmeler tıkanır ve adadaki mevcut durum aynen korunursa bu, ada halkı üzerinde Türk, Yunan ve İngiliz boyunduruğunun devam etmesi demektir. İkincisi, yürütülen pazarlıklardan birleşik bir Kıbrıs da doğabilir; ancak bu çözümün Annan Planının ötesine geçmeyeceği açıktır. Ada halkı uzun ve karmaşık sözleşmeler temelinde bölünecek, ülke içerisinde özgürce ve sınırsızca hareket etmesinin önüne geçilecek, yönetim ve güç paylaşımları konusunda sürekli sorunlar çıkacak, emperyalistlerin, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın müdahalesi son bulmayacaktır. Emperyalist savaş sürecinin yaşanmakta olduğu düşünülecek olursa, böylesi bir Kıbrıs’ın yeniden parçalanması muhtemeldir. Şurası çok açıktır ki, Türkiye ve Yunanistan işçi sınıfları Kıbrıs işçi sınıfını da içine alan bir devrimci mücadele yükseltmedikçe Kıbrıs’ın kaderini emperyalist güçler ile Türk ve Yunan burjuvazisi belirleyecektir. Tarihsel ve güncel deneyimlerle de sabit olmuştur ki, halklar arasındaki düşmanlıklara, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa, kin ve nefrete, acı ve gözyaşına ancak devrimci işçi sınıfı son verebilir. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs işçi sovyetleri federasyonu, bu topraklardaki halkların yaşadığı trajedilere son verecek, gerçek ve kalıcı bir barışı halklar kendi elleriyle yaratacaklardır. İşçi sınıfı bu yolda, aşağıdaki acil geçişsel talepler için mücadele eder:  Adadaki İngiliz üsleri kaldırılmalıdır.  Türk ve Yunan askerleri adadan geri çekilmelidir.  BM güçleri adayı terk etmeli, sorunun çözümüne ilişkin her türlü dış müdahaleye son verilmelidir.  Başta adanın idari yapısı olmak üzere, her türlü soruna çözüm üretmek üzere, Kıbrıslı Rum ve Türk işçilerden oluşan ortak komiteler kurulmalı, adanın geleceği hakkında karar alma hakkı bu komitelere Kıbrıs halkına devredilmelidir.  Adadaki sınırlar kaldırılarak, dolaşım ve yerleşim özgürlüğü sınırsız bir biçimde hayata geçirilmelidir.  Bütün çalışanlar, örgütlenme alanı tüm adayı kapsayan sendikalar altında örgütlenmeli, yani sendikal birlikleri sağlanmalıdır.  Kıbrıs’ta iki halk arasında sürekli düşmanlığı kışkırtan tüm faşist ve milliyetçi örgütler dağıtılmalı, yöneticileri cezalandırılmalıdır.  Ada, mafyanın ve istihbarat örgütlerinin tüm uzantılarından arındırılmalı, bunların finans kaynakları olan kumarhaneler kapatılmalı, tüm bankalar işçi komitelerinin denetimi altında kamulaştırılmalıdır. 2

Kalıcı çözümün yolu nereden geçiyor? Rum ve Türk işçi-emekçi kitleler birleşik ve bağımsız bir Kıbrıs’tan yana olmalarına karşın, bağımsız sınıf çizgisini egemen kılacak bir örgütlülüğe sahip değiller. Bu nedenle, yabancı güçlerin boyunduruğuna karşı duydukları öfke ve ihtilafın çözülmesi yönünde verdikleri mücadele Talat ve Hristofyas’ı aşamayarak onların burjuva siyasetine kan veriyor. Anlaşılması ve kavranması gerekiyor ki, Kıbrıs’ta bugünkü statükonun devam etmesi de, Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve emperyalist güçlerin arzusu doğrultusunda varılacak olası bir çözüm de ada halklarının gerçek çıkarına değildir ve bu çözümler kalıcı olmayacaktır. Burjuva seçenekleri yakından inceleyerek bunu daha net gör-

34

––––––––––––––––––––– 1

bkz. Zeynep Güneş, Kıbrıs’ta “Çözüm” Arayışları, www.marksist.com

2

Zeynep Güneş, Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım, www.marksist.com


TC Burjuvazisinin Kafkasya Atağı Serhat Koldaş

C

HP yöneticilerinden Mustafa Özyürek’in, “Ermenistan, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını tanımamakta ve Türkiye’nin soykırım yaptığını iddia etmektedir. Bu adımlar, karşı tarafa cesaret vermektedir. Uluslararası ilişkilerde bu tür girişimlerin bir yararı yoktur. Bu girişim, Ermenistan’ın gururunu okşayıcı bir girişimdir” açıklamasını, Baykal’ın Ermenistan’ın Dağlık Karabağ işgalini hatırlatan açıklamaları takip etti. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tunca Toskay da “Türk milleti, akılsız ve yalan bir şekilde soykırımla itham ediliyor. Bu konularda Ermenistan’ın geri adım atacağına dair en ufak bir işaret yokken, böylesi bir ziyaret son derece gereksiz” dedi. TC’nin Ermeni soykırımını inkâr temelinde sürdürdüğü propaganda, statükocu kesimin sözcülerince bir kez daha dile getirildi. Ziyareti, “halkların kardeşleşmesi ve eski düşmanlıkların giderilmesi yolunda atılan olumlu bir adım” olarak değerlendiren liberal kesimler ise bu girişimi hararetle desteklediler. Oysa TC egemenleri ve onun temsilcileri ne milliyetçiliklerinden ne de halklar arası düşmanlık yaratma politikalarından vazgeçmiştir. Ermenistan ile Türkiye arasında düşmanlığın sürmesi elbette işçi sınıfının çıkarına değildir. Ancak TC egemenlerinin derdi bölge halklarının kaynaşması ve tarihsel husumetlerin giderilmesi değildir. Uluslararası sözleşmeleri hile yoluyla delerek ABD gemilerine Karadeniz’in kapılarını açan TC’nin “bölgesel barış ve istikrar” söylemlerini dilinden düşürmemesi ikiyüzlülüğün ta kendisidir. Egemenliği altındaki coğrafyada Kürtlerin en temel demokratik haklarını hiçe sayarak haksız bir savaşı kirli yöntemlerle körükleyen, Irak Kürdistanı’na seferler düzenleyip tehditler yağdıran TC burjuvazisinin, bölge barışını sağlamak için çabaladığına inanmak mümkün müdür?

“Bölge barışı” söylemi, egemenlerin, gerçek niyetlerini perdelemek üzere ileri sürdükleri aldatıcı bir propagandadan ibarettir. Ermenistan ziyareti üzerine burjuva yazarlarca yaratılan havaya ve küçük-burjuva aydınların naif yorumlarına asla aldanmamak gerekir. TC egemenlerinin gerçek niyeti, bölgede alt-emperyalist bir güç olarak paylaşım ve hegemonya kavgasında yer tutabilmektir. Ortadoğu ve Kafkasya’nın emperyalist güçler arasında etkinlik ve hegemonya kapışmasına sahne olduğu herkesin malûmudur. SSCB’nin dağılmasından bu yana TC burjuvazisi başta Türkî cumhuriyetler olmak üzere bölgenin küçük ülkeleri üzerinde yürüttüğü bir dizi faaliyet ile etkinlik sahası oluşturmaya çalışmaktadır. TC burjuvazisi, bölge ülkelerine sermaye ihracının yanı sıra, özellikle Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelere tarikat sermayesi aracılığıyla okul, öğrenci yurdu, cami vb. gibi “yatırımlar” da yapmaktadır. Bu girişimleri sadece AKP ile ilişkilendirenler fena halde yanılıyorlar. Fethullah Gülen’in Türkî cumhuriyetlerdeki faaliyetleri nedeniyle eski başbakan Bülent Ecevit tarafından takdir edildiğini unutmayalım. Yönetimi işçi düşmanı faşist çetelerce gasp edilmiş bulunan TürkMetal sendikası da bu ülkelerde işçileri örgütlemektedir. Bu sınır ötesi örgütlenmenin “işçilerin uluslararası mücadele birliğini sağlamak” üzere yapılmadığı gayet açıktır. Ermenistan ziyaretinin hemen ardından gelen Azerbaycan ziyareti, TC’nin iki ülke arasındaki sorunlara arabuluculuk yapmaya giriştiğini gösteriyor. “Hakemlik rolü”ne soyunan TC, İngiltere, Fransa, ABD gibi emperyalist ağabeylerinin izinden gidiyor. Liberal burjuvazinin önde gelen kalemşorlarından İsmet Berkan’ın şu sözleri Ermenistan ziyaretinin ardındaki niyetlerin bir kısmını özetliyor: “Burada mesele, biraz da

35


marksist tutum

Ermenistan’ın Batı ittifak sistemiyle yakınlaşmasının anahtarını Türkiye’nin elinde tutması meselesi. (…) Ermenistan, Rusya yerine Batı ittifakının kanatlarının altına girmek istiyorsa, aynı anda hem Türkiye hem de Azerbaycan’la anlaşabilir. Ermenistan, tek başına Azerbaycan’a ve onun vaat edebileceklerine güvenmiyor, o yüzden Rusya’nın sözünden çıkmıyor son tahlilde. Ama Türkiye ona Batı’yla bağlantı güvencesi verebilirse, o zaman Rusya’yı devreden çıkarabilir Erivan (...) Rusya’nın Kafkasya’da ağırlığını hissettirdiği bir dönemde, Moskova’nın Ermenistan kalesini kaybetmesi çok anlamlı olur (…) Böyle bir adım, (…) ülkemizi Batı açısından biraz daha vazgeçilmez kılacak sonuçlara da yol açabilir.” Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, enerji kaynaklarını Batıya karşı koz olarak kullanan Rusya’nın Kafkaslar’daki etkisini kırmak üzere Türkiye burjuvazisine önemli roller biçmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Condollezza Rice’ın açıklamaları TC burjuvazisine verilen ABD desteği konusunda kuşkuya yer bırakmıyor. Rice, Tayyip Erdoğan’ın Kafkasya İstikrar Paktı önerisini desteklediklerini; ABD’nin Türkiye gibi müttefik ülkelerle, Kafkasya’da “işbirliğinin” temelini oluşturmaya çalıştığını; bölgedeki enerji kaynaklarını çeşitlendirmek için işbirliğine ihtiyaç duyduklarını; bölgedeki enerji kaynaklarının Batı pazarlarına ulaştırılması için Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile çalıştıklarını söyledi. Rusya’nın Osetya ve Abhazya sorunları yüzünden Gürcistan’ı kısmen işgal etmesi, ABD ve müttefiklerinin Kafkasya’daki gücünü tahkim etmesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla ABD ve müttefiklerinin “Ermenistan atağı” aciliyet kazanmıştır. ABD, İsrail ve Türkiye Gürcistan’ı silahlandırmış ve Rusya’ya karşı cesaretlendirmişti. Gürcistan’ın Abhazya’ya ve Osetya’ya karşı saldırgan politikalar izlemesinde Türkiye burjuvazisi de Batılı güçler kadar sorumludur. Türkiye burjuvazisi SSCB’nin dağılmasından bu yana Türkî cumhuriyetler ile ilişkilerini geliştirerek bölgesel güç olma yolunda mesafe kat etmeye çalışıyor. Ancak önündeki önemli engellerden birisi de coğrafidir. TC’nin Türkî cumhuriyetler ile sınırı yoktur. Coğrafi olarak en yakın olduğu Azerbaycan ile arasında Ermenistan uzanmaktadır. Hazar petrollerinin Azerbaycan ve Türkiye üzerinden Akdeniz’e ulaştırılması Gürcistan üzerinden sağlanıyor. ABD ve TC burjuvazisi Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına stratejik bir önem atfediyor. Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı ve son olarak da 24 Temmuzda Gürcistan, Azerbaycan ve Türkiye tarafından temeli atılan Bakü-TiflisKars demiryolu hattı Türkiye’nin ve ABD’nin Kafkasya politikalarının parçasıdır. Gürcistan’da gerilimin yükselmesi, TC burjuvazisinin Kafkasya’ya yönelik planlarını tehdit ediyor. Rusya’nın Gürcistan’ı denetimi altına alması ve İran’a, dolayısıyla da Ortadoğu’ya kadar uzanacak bir enerji koridoru oluşturması ABD’nin ve TC’nin asla işine gelmeyecektir. Ermenistan, ABD’nin bölgedeki müttefik ülkeleri olan

36

Ekim 2008 • sayı: 43

Azerbaycan ve Türkiye ile kavgalı durumdadır. Azerbaycan’la arasındaki Karabağ sorunu halen çözülmüş değildir. TC ile arasında var olan, Osmanlı döneminde yaşanan soykırımın kabulü ve Ermenilerin tazminat taleplerinin karşılanması konusundaki anlaşmazlık devam etmektedir. Türkiye ve Azerbaycan ile çevrili olan Ermenistan, bu iki ülkenin sınır kapılarını kapalı tutması yüzünden müşkül durumdadır. Ermenistan ekonomisi günden güne kötüye gitmektedir. Rusya güdümündeki bazı ülkeler Abhazya ve Osetya’nın bağımsızlığını tanırken Ermenistan tanımamıştır. Çünkü Rusya ile arasındaki bağı Gürcistan üzerinden sağlayan Ermenistan, Gürcistan ile arasının bozulması ve sınırın kapanması durumunda tam bir izolasyona maruz kalacaktır. Ermenistan’daki ana muhalefet partisi, Rusya’nın güdümünden çıkmayı ve ABD, AB ve Türkiye ile ilişkileri geliştirmeyi savunmaktadır. Ana muhalefet Batılı emperyalist güçlerden tam destek alıyor. Ermenistan’daki mevcut hükümet Rusya yanlısı olsa da, Ermenistan burjuvazisinin iktisadi krizini aşması ve gelişmesi için sınır kapılarının açılması ve bölge ülkeleri ile ticaretin gelişmesi gerekiyor. Bu yönde atılacak adımlar Ermenistan hükümeti ile “turuncu devrim” hedefleyen muhalefet arasında uzlaşma zemini yaratacaktır. Halkları kaynaştırmanın anahtarı işçi sınıfının elindedir. Farklı ülkelerin işçileri arasında örülecek dayanışma ağları ve mücadele birliği, savaşların ve husumetlerin sonunu getirecektir. Bugüne değin egemenler eliyle yaratılmış bulunan sorunların kalıcı çözümü, bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinden geçmektedir. Sarkisyan’ın TC cumhurbaşkanını maça davet etmesi ve Abdullah Gül’ün davete icabeti böylesi bir ortamda ve ilişkiler zemininde gerçekleşmiştir. Burjuva devletler, çıkarları söz konusu olduğunda aralarındaki husumetleri geçici olarak soğutup rafa kaldırabilir ve çıkarları gereği aralarında ilişkiler geliştirebilirler. Son tahlilde, sermayenin çıkarları her şeyin üzerindedir. Koşullar değişip çıkarlar çatıştığında ise tarihsel husumetler yeniden ısıtılarak gündeme getirilir. Burjuva devletler arasındaki ilişkilerde her iki durumun da yüzlerce örneği mevcuttur. Sınıf bilinçli işçiler, burjuva siyasetçilerin halklar arasında milliyetçi düşmanlıklar yaratmaya dönük politikaları karşısında uyanık olmalıdır. Öte yandan düne kadar birbirini düşman gören ülkeler yakınlaşma mesajları verdiklerinde iyimserliğe kapılınmamalı, “hangi dağda kurt öldü?” sorusu sorulmalıdır. Halkları kaynaştırmanın anahtarı işçi sınıfının elindedir. Farklı ülkelerin işçileri arasında örülecek dayanışma ağları ve mücadele birliği, savaşların ve husumetlerin sonunu getirecektir. Bugüne değin egemenler eliyle yaratılmış bulunan sorunların kalıcı çözümü, bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinden geçmektedir. 


DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /4 Selim Fuat

12

Eylül 1980’de iktidara gelen faşist yönetim, DİSK’i ezilmesi gereken başlıca hedeflerden biri olarak gördü. DİSK’in çalışmalarını durdurdukları gibi, genel başkandan sendikalardaki işyeri temsilcilerine kadar binlerce kişiyi gözaltına aldılar. DİSK’li tutsakların çoğuna 100 günü aşan gözaltı süreleri boyunca her türlü işkenceyi uyguladılar. 78 idam istemini de içeren 1477 sanıklı DİSK davası, 24 Aralık 1981’de İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde başladı. Sanıkların mahkeme sorgusu 16 ay sürdü, Selimiye’de başlayan tutukluluk sonradan Davutpaşa Kışlasında devam etti. Birçok DİSK yöneticisi buradaki avcı köşkü Otağ-ı Hümayun’da işkence gördü. Savcılar esas hakkında mütalaalarını ancak 15 Ocak 1986 tarihinde okudular. 25 Şubatta ise DİSK’in savunması başladı. Abdullah Baştürk’ün 500 sayfayı aşan savunması, DİSK’in savunması olarak kabul edildi. Mahkeme, kararını dava başladıktan 5 yıl sonra, 24 Aralık 1986’da verdi. Kararda DİSK’in ve üye sendikaların kapatılması, 261 yönetici ve 3 uzmanın toplam 2053 yıl hapisle cezalandırılması yer alıyordu. Gerekçeli karar ise yasaları ihlal edecek biçimde geciktirilerek 1989 yılında açıklanacaktı. Bunun üzerine karar DİSK’liler tarafından temyiz edildi. Faşizmin artık çözülmüş olduğu ve dünyadaki siyasal atmosferin de büyük bir dönüşüm geçirdiği koşullarda, hükümetin Ceza Yasasındaki ünlü 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırma kararı alması, DİSK davasının yönünü değiştirecekti. Nihayet Askeri Yargıtay 3. Dairesi, Ceza Yasasının 141. maddesinin iptali üzerine, davanın açılmasından tam 10 yıl 10 ay sonra, 16 Temmuz 1991’de, mahkemenin kararını bozdu ve DİSK davasından yargılananlarla ilgili olarak beraat kararı verdi. DİSK davası beraat ile sonuçlanmıştı sonuçlanmasına ama geride DİSK’ten de eser kalmamıştı. 12 Eylül faşizmi 60’lı yıllardan başlayarak yükselen işçi sınıfı hareketini öyle bir ezmişti ki, DİSK’in bu yılların militan deneyimlerini yeni işçi kuşaklarına aktaracak bir örgütlenmesi artık yoktu. 1989 Bahar Eylemleri ve Zonguldak madencilerinin eylemleri ile bir kımıldanma yaşansa da, militan işçi kuşağı, siyasal ve sendikal tüm işçi örgütlerinin ezilmesi ve büyük ölçüde tasfiye olmasıyla yıpranmış ve dağılmış bir halde bulunuyordu. Bu duruma bir de SSCB’nin çöküşü eklenince, işçi sınıfı hareketindeki gerileme en üst boyuta ulaştı. DİSK’in bundan sonraki sürecine bu du-

37


marksist tutum

Ekim 2008 • sayı: 43

rum damgasını vuracaktı.

DİSK’in yeniden kuruluşu ve “yeni” mücadele hattı 1991’de mahkeme beraat kararı verdiğinde DİSK’in görevleri süren yöneticilerinin dışında hiçbir üyesi kalmamıştı. Ancak, Turgut Özal önüne geçmeye çalışsa da, mal varlığının ve parasının bir kısmı DİSK’e iade edilmişti. Böylece DİSK, 12 yıl sonra tekrar çalışmalarına başladı. Son olağan genel kurulunu 1980 yılında yapan DİSK, yeni başkan ve yönetimini belirlemek için 1992 yılında 8. genel kurulunu topladı. Genel başkanlığa konfederasyonun kurucularından Kemal Nebioğlu seçildi. Bu dönemde DİSK için birinci öncelik yeniden toparlanmak, “ete kemiğe bürünmek” için çalışmalar yapmaktı. Ne var ki DİSK, 12 Eylül’ün yasal düzenlemelerinin sendikal mücadeleyi oldukça zorlaştırmasının da etkisiyle 1980 öncesinin sendikal gücüne ve hareketlilik düzeyine bir daha ulaşamayacaktı. 12 Eylül’ün yarattığı yeni düzene ayak uydurmaya çalışan DİSK, yapılan toparlanma çalışmaları ile bazı işkollarında barajları aşabilecek üye sayısına kavuştu. Ancak bazı sendikaları da kapandı. DİSK’in yeniden açıldığı 1992 yılına kadar geçen sürede Türkiye’de ve dünyada sınıflar arası mücadelede güç dengesi burjuvaziden yana büyük bir kayma yaşamış ve sermayenin işçi sınıfını hedef alan çeşitli biçimlerdeki saldırıları artan ölçüde başarı kazanmaya başlamıştı. Özelleştirmelerin yanı sıra, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve diğer güvencesiz çalıştırma biçimleri yaygınlaşıyordu. Sovyetler Birliği ile birlikte diğer bürokratik diktatörlüklerin dağılmasıyla, “serbest piyasa” tekrar sihirli bir sözcük haline getirilmiş ve onun “kerameti” herkesi etkilemeye başlamıştı. Bu değişimler elbette DİSK’e de sirayet edecekti. Bu şartlar altında gerçekleştirilen ve bir bakıma “yeniden kuruluş” niteliği taşıyan kongreden çok kısa süre sonra (Haziran 1992) DİSK’in Ören tesislerinde “DİSK ve Bağlı Sendikaların Genişletilmiş Ortak Toplantısı” düzenlendi. Ören toplantısı DİSK’in bundan sonra izleyeceği çizgi konusunda iki eğilimin birbiriyle mücadelesine sahne oldu. Bir tarafta, DİSK’in geçmişteki gibi sınıf kimliğini vurgulayan mücadeleci bir sendikal anlayışı yine sürdürmesi gerektiğini savunanlar bulunuyordu. Ancak sendikaların bu mücadeleci anlayışı hayata geçirmesini sağlayacak devrimci kadroların zayıf olması, bu eğilimin DİSK’te belirleyici olmasının önünde büyük engeldi. Diğer tarafta ise, özetle Türkiye ve dünya ölçeğinde değişen şartları öne süren ve bu temelde sınıf sendikacılığı değil “çağdaş sendikacılığı”, mücadeleci bir tavrı değil, sermayeyle uzlaşma ve işbirliğini öne çıkaran “toplumsal mutabakat” anlayışını savunanlar yer alıyordu. İki eğilim arasındaki bu mücadeleyi zamanın ruhuna uygun olarak “çağdaş sendikacılık” çizgisi kazandı. Başkan

38

İşçiler sendika hakkını dişediş mücadelelerle kazandıkları için, kendilerinin dışında bir yapı olarak algılamadıkları DİSK’e sonuna kadar sahip çıkma bilincine de ulaşmışlardı. İşçilerin kendi örgütlerine bu sahip çıkma tarzlarını bugün de hayata geçirmek sınıf hareketini güçlendirmek için hayati önem taşıyor.

Kemal Nebioğlu’nun toplantıda yaptığı konuşma da bunu ilan edici nitelikteydi: “12 yılda çok şey değişti. Bizim kongremize TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) başkanı sayın Refik Baydur geldi. Biz de önümüzdeki günler içerisinde TİSK’i ve genel başkanı ziyarete gideceğiz. Meseleleri oturup tartışacağız, biz diyalogdan, demokrasinin kural ve kurumlarının sağlıklı işlemesinden yanayız. Artık sorunları kavgayla değil masada çözeceğiz.” DİSK yönetimi o günden bu yana da bu çizgisini geliştirerek ve perçinleyerek yoluna devam etti. Yeni gelen yönetimler de bu çizgiden çıkmadılar. Sınıf işbirlikçi anlayışı kuvvetlendirdiler. Bunun çarpıcı bir ifadesi DİSK’in işçi eğitimlerinde ele aldığı konu ve içeriklerde bulunabilir. Geçmişteki eğitimler kapitalist sömürüyü, sınıflı toplumlar tarihini, artı-değeri, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini vb. anlatırken, şimdi Avrupa Birliği’nden gelen yardımlarla örgütlenen eğitimlerin içeriğini “liderlik”, “etkin iletişim”, “yeni yönetim teknikleri” ve “sosyal diyalog” gibi konular oluşturuyordu. Ayrıca, son yıllarda, DİSK yöneticilerinin burjuvazi içinde süren it dalaşında taraf olarak işçilerin statükocu burjuva kesimin arkasına takılmasına hizmet etmekten kaçınmadıklarını da görüyoruz. Bütün bunlar da gösteriyor ki, bir zamanlar işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelen ve verdiği mücadele ile burjuvazi tarafından ciddi bir tehdit


Ekim 2008 • sayı: 43

olarak algılanan DİSK’in yerinde bugün yeller esmektedir. DİSK, sendika bürokrasisinin elinde, diğer konfederasyonlardan temelde pek farkı olmayan bir yapı haline gelmiş, onu devrimci işçi sendikaları konfederasyonu yapan geleneğinden fersah fersah uzaklaşmıştır.

Militan sınıf sendikacılığı anlayışını güçlendirelim Belli başlı kesitlerini hatırlatmaya çalıştığımız DİSK’in bu “kısa” mücadele tarihi, inişleri ve çıkışlarıyla, doğruları ve yanlışlarıyla birlikte önemli deneyimlerle doludur. Bu yüzden militan sınıf sendikacılığı anlayışını egemen kılmak isteyenlerin, öncü işçilerin taban örgütlerine dayanarak DİSK’i pratikte nasıl bir mücadele örgütüne dönüştürdüklerinden öğrenecekleri çok şey vardır. Türkiye işçi sınıfının sınıf bilinci kazanmasında rolü çok büyük olan DİSK, mücadeleci çizgisiyle işçilerin birçok kazanım elde etmelerini sağlamıştır. DİSK sendikaların siyasetten bağımsız olmaları gerektiği anlayışına karşı mücadele ederek kendini var etmişti. Yaşanılan deneyimler, partiler üstü sendikacılık anlayışına karşı sınıf sendikacılığını temel alan bir mücadelenin, işçi hareketinin ücret sendikacılığının ötesine geçerek militan bir karaktere bürünmesine yol açtığını net bir biçimde göstermiştir. Militan sınıf sendikacılığı anlayışına göre, sendikalar siyasetten değil, burjuvaziden, onun partilerinden ve devletinden bağımsız olmalıdır. Bugün bu anlayışı egemen kılmak öncü işçilerin önünde duran bir görevdir. Militan sınıf sendikacılığı anlayışına göre, sendikalar siyasetten değil, burjuvaziden, onun partilerinden ve devletinden bağımsız olmalıdır. Bugün bu anlayışı egemen kılmak öncü işçilerin önünde duran bir görevdir. DİSK, sendikaların siyasetten bağımsız olması anlayışına karşı çıkmasına rağmen, burjuva devlete ve ‘61 Anayasasına ilişkin yanılsamalardan kurtulamamıştı. Ancak DİSK içindeki militan işçiler, haklarını korumanın ve geliştirmenin yolunun yasal engelleri aşma gayretini göstermekten geçtiğini deneyimleriyle öğrenmişlerdi. Derby’deki fabrika işgalleri, Alpagut deneyimi ya da 15-16 Haziran örneklerinde olduğu gibi yasaları değil mücadelenin meşruluğunu temel alan eylemler bunu göstermişti. İşçiler sendika hakkını dişediş mücadelelerle kazandıkları için, kendilerinin dışında bir yapı olarak algılamadıkları DİSK’e sonuna kadar sahip çıkma bilincine de ulaşmışlardı. Bu sahip çıkışı da sözlerle değil aktif biçimde ortaya koyuyorlardı. İşçilerin kendi örgütlerine bu sahip çıkma tarzlarını bugün de hayata geçirmek sınıf hareketini güçlendirmek için hayati önem taşıyor. Bunu gerçekleştirmek için de öncelikli olarak, sendikaların yapılarının, işle-

marksist tutum

yişlerinin değiştirilmesi için mücadele verilmelidir. Bugün sendikalarda belirleyici olanlar sendika bürokrasisidir. Oysa sendikalarda kararları alanlar bizzat işçiler olmalıdır. Bunun temelleri de taban örgütlülüklerini oluşturma perspektifiyle yürütülecek sabırlı bir çalışmayla atılabilir. Olabildiğince geniş ve canlı işyeri örgütlülüklerini oluşturmak, bunların hem karar hem de denetim organları olmasını sağlamak, sendikal demokrasinin hayata geçirilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Sendika bürokrasisi sınıf hareketinin önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak bu nedenle sendikalara küsüp bu örgütlerden umudu kesmek, bu örgütleri burjuvalara ve onların ajanlarına kendi ellerimizle teslim etmekten başka anlama gelmez. Tersine sendikalara üye olmak, onlara sahip çıkmak, bu bilinci yaygınlaştırmak ve tabanın sendika yönetimi üzerinde denetim kurması için sabırla çalışmak gereklidir. Çok açık ki, sendikal bürokrasi sendikalardaki demokratik işleyişin en büyük düşmanıdır. DİSK tarihinde de tanık olduğumuz gibi, işçi sınıfı hareketinin gerilemeye başladığı her dönemde sendika bürokrasisi hep güçlenmiştir. Bugün de sendika bürokrasisi sınıf hareketinin önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak sendika bürokrasisinin böylesi dönemlerde ele geçirdiği bu güç öncü işçiler için yıldırıcı olmamalıdır. Bu nedenle sendikalara küsüp bu örgütlerden umudu kesmek, bu örgütleri burjuvalara ve onların ajanlarına kendi ellerimizle teslim etmekten başka anlama gelmez. Tersine sendikalara üye olmak, onlara sahip çıkmak, bu bilinci yaygınlaştırmak ve tabanın sendika yönetimi üzerinde denetim kurması için sabırla çalışmak gereklidir. Bugünkü mücadeleci işçilerce giderek daha fazla ihtiyaç hissedilen bir husus da, işçilerin çıkarlarının ulusal bir çerçevede değil enternasyonalist bir bakış açısıyla savunulması meselesidir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorundur. İşçi sınıfının bütünsel çıkarları mücadelenin enternasyonalist bir bakış açısıyla kavranmasını ve örgütlenmesini gerektirir. Bu nedenle, ulusal sınırları aşmak ve milliyetçi önyargıları kırmak için mücadele etme görevi de öncü işçilerin önünde durmaktadır. Ancak bütün bu görevlerin yerine getirilmesi için öncü işçilerin devrimci bir bilince ulaşabilmeleri ve devrimci bir siyaset izlemeleri gerekmektedir. Bu da ancak burjuvaziden ideolojik, politik ve örgütsel açıdan bağımsız bir siyasal önderlik ile mümkündür. Bugün işçi sınıfının ve özel olarak da sendikaların içinde bulunduğu durumun nedeni böyle bir önderliğin olmamasıdır. Bu sadece Türkiye’deki işçilerin değil tüm dünyadaki işçilerin ihtiyaç duyduğu yakıcı bir eksikliktir. 

39


Kavgamızın Şehri İstanbul Ezgi Şanlı

K

imisine göre içinden deniz geçen tek şehirdir İstanbul. Kimisine göre taşı toprağı altındır. Kimisi eğlenirken sabahlara dek ışıltılı gece kulüplerinde İstanbul’un, kimisi hastanelerinde kuyruk beklemektedir aynı saatlerinde günün. Kimi boğaza nazır evlerinde tüm güzelliklerinin tadına varırken, kimisi başını sokacak bir ev bulamadığı için sorar 20 milyonluk devasa kente: “Sana bir ben mi fazla geldim İstanbul?” İki ayrı sınıfın insanları için iki ayrı İstanbul var. Dünyanın en güzel şehirleri arasında gösterilir İstanbul. Burjuvazi için gerçekten muazzam güzelliklerle doludur, dipdiridir bu yedi tepeli şehir. Burjuvazi İstanbul’un güzelliklerini işçi sınıfıyla paylaşmak niyetinde olmadığını defalarca ortaya koydu. Gecekondu mahallelerini yıkarak, işçilerin yaşadığı ve çalıştığı yerlere altyapı yatırımı yapmayarak, fabrikalarının zehrini havaya, suya, toprağa yayarak, ev kiralarını astronomik rakamlara ulaştırarak ve daha bin bir türlü yöntemle İstanbul’un işçi ve emekçileri için yaşamı tam bir işkenceye çevirdi. Adı ister “Üç İstanbul” olsun ister “Kentsel Dönüşüm” olsun, burjuvazi için daha fazla kâr, İstanbullu işçi ve emekçiler için ise daha fazla zulüm anlamına gelen projelerin ardı arkası kesilmiyor. Bu projelerin hayata geçirilebilmesi için burjuvazi yoğun bir çaba harcarken en büyük destek Avrupa Birliği’nden geldi. İstanbul, 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Bu proje ilk defa 1985 yılında Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından, Avrupa’nın “küçük ve ekonomik açıdan kalkınması istenen kentleri” hedeflenerek ortaya atılmıştı. 2000 yılından itibaren Avrupa Birliği

40

tarafından periyodik olarak her yıl belirlenen kent veya kentlere “Kültür Başkentliği” unvanı verilerek projelerin finanse edilmesi karara bağlanmıştı. Gerçekten de Avrupa Kültür Başkenti seçilen Selanik, Glasgow, Lille gibi kentlerde burjuvazinin özlemini çektiği pek çok değişim yaşanmıştı. Şimdi sırada İstanbul var. Hükümetin ve bazı sivil toplum örgütlerinin girişimi sonucu Avrupa Kültür Başkenti adayı olan İstanbul, bu unvanı alabilmek için Ukrayna’nın başkenti Kiev’le yarıştı. “4 Elementin Kenti” gibi mistik isimler verilen dosyalar Avrupa Birliği’ne sunuldu. Unvan netleşir netleşmez projeye kaynak sağlamak için 1 Temmuz 2008’den itibaren geçerli olmak üzere benzin ve motorinde ÖTV artışını öngören kararnameler çıkarıldı. 2010’a kadar 31 bin avro, 2010’da ise tam 65 bin avro harcanarak tüm hazırlıklar tamamlanacak. İstanbulluları bu projenin bir parçası haline getirmek için, projenin “kentin tüm sosyal sorunlarının tespiti ve çözümlenmesi” fırsatı yaratacağı masalları anlatılıyor. Kentlilik bilinci gelişecekmiş, projenin kültürel ve sosyo-ekonomik etkileri her derde deva olacakmış vb.! Yine de burjuvazi kendi kendini ele vermeden yapamıyor. Tıpkı avının üstüne atlarken ağzının akan suyunu ve keskin dişlerini gizleyemeyen bir yırtıcı hayvan gibi. 2010 yılının sonuna kadar Avrupa Birliği’nden İstanbul ve diğer iki “kültür başkentine” akacak para tam bir milyon avro. Anlaşılan o ki egemenler kaz gelecek yerden tavuk esirgememe geleneklerini dipdiri yaşatıyorlar. “Kültür Başkenti” olmaktan kimler nasiplenmeyecek ki? Turizmin patronları 2010 yılında on milyonun üstün-


Ekim 2008 • sayı: 43

de turist bekliyorlar. Bu turistler sırtı çantalı olanlardan değil, çok kazanç getiren eğitimli ve yüksek gelirli “elit” insanlardan olacakmış. Buna bağlı olarak organizasyon ve yemek şirketleri, otel ve restoranlar, konferans salonları, kültür merkezleri ve buraları inşa eden şirketler de ihya olacakmış. Hediyelik eşya dükkânları dolup dolup taşarken kadın emeğini de değerlendireceklermiş. Matbaa, reklâm ve ulaşım gibi sektörler büyük bir canlanma içine girerken, artan talebi karşılamak için gençlere yeni istihdam alanları yaratacaklarmış. Gerçi gençlerin bu projedeki istihdamı geçici bir nitelik taşıyacak ve daha çok projenin gönüllü çalışanları olmaya teşvik edileceklermiş ama olsun. Deneyim deneyimdir. Proje kapsamında yeniden yapılanması düşünülen İstanbul, gecekonduların, çarpık kentleşmenin çirkin görüntülerinden yani işçi semtlerinden arındırılacak, her köşesi üç imparatorluğun kültürünü yansıtan müzelerle, tiyatro salonlarıyla dolup dolup taşacakmış. Kültür başkenti olmanın genelde Türkiyeli, özelde İstanbullu patronlar için faydaları saymakla bitmez. Açılsın yeni pazarlar, gelsin avrolar. İstanbul burjuva kültürünün başkenti değil, Türkiye işçi sınıfının kalbinin attığı yerdir. Mücadelemizin başkentidir. Kavel destanını yaratanlar bu destana son noktayı koymadılar. 15-16 Haziran ruhu daha yok olmadı. Yaşanan en görkemli 1 Mayıs, 1977 1 Mayısı olarak kalmayacak. Gelecek günler Türkiye işçi sınıfının yüreğinde, İstanbul’da kopacak fırtınaların görkemiyle gelecek. Selam olsun zafer şarkılarıyla devrime yürüyecek işçi sınıfına! Peki, işçi sınıfı için, İstanbullu işçi ve emekçiler için bu proje ne anlama geliyor? Bu projeden önce yaşamı fazlasıyla çileli olan İstanbullu işçileri 2010’a kadar ve ondan sonra neler bekliyor? Bunu anlamak için kâhin olmak gerekmez. Habitat-2 toplantısının ve Formula-1 yarışlarının Türkiye’de düzenlenmesinin İstanbul işçi ve emekçileri için ne anlama geldiği unutulabilir mi? Yıkılan gecekonduların ardından bakan evsiz insanların yaşlı gözleri unutulabilir mi? Yolları, binaları, yarış pistlerini inşa etmelerine rağmen oralara girmesine izin verilmeyen insanlar işçiler değil miydi? İşe giderken kullandıkları yollar bile güya güvenlik nedeniyle kapatılarak İstanbul’un trafiğine misliyle kurban edilenler de işçilerdi. “Alt tabakalardan” insanların kent merkezlerine girişini polis terörüyle engelleyenlerin havada uçuşan copları bize gerçekleri anlatmıyor mu? Boğaz kıyısındaki saraylarda, yalılarda kutlamalar yapılırken her cinsten pisliğin içinde çalışanların, gün yüzü görmeden ter akıtanların kültürden haberi bile olmayacak.

marksist tutum

15-16 Haziran 1970

Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında evleri başlarına yıkılacak insanlara, 2010’a kadar İstanbul’u yeniden inşa edebilmek için günün her saatinde ve en kötü koşullarda çalışan insanlara şöyle bir bakmak bile kültür başkenti olmanın işçiler açısından nasıl bir “kültürel ve sosyo-ekonomik etki” yapacağını anlamaya yeter. Her milletten burjuvalar, konser salonlarını, müzeleri, spor tesislerini, eğlence merkezlerini doldururken, onlara hizmet yetiştirmeye ve onların fabrikalarında çalışmaya devam edecek olanlar yine işçiler olacak. Bu manzaranın tersine döndüğü, patronların işçilerin öfkesinden kaçtığı, işçilerin yüz binlercesinin fabrikaları değil, alanları doldurduğu günler de yaşadı İstanbul. İstanbul asıl sahiplerinin omuz omuza mücadele yürüterek ona sahip çıktığı günler de gördü. İstanbul’un işçileri, bu kentin tüm meydanlarıyla onlara kucak açtığına tanık oldu. Böyle günler yaşandı. Bu İstanbul burjuvaların İstanbul’una benzemeyen, bambaşka bir ihtişamı olan işçi sınıfının İstanbul’udur. 20 milyonluk devasa nüfusunun yüzde yetmişi işçi olan, Türkiye’deki imalat işçilerinin yüzde altmış beşine kucak açan, adı bu toprakların gördüğü en şanlı direnişlerle, grevlerle anılan bir kent, 15-16 Haziran’ın, ‘77 1 Mayısının mekânı olan bir kent, burjuvalara terk edilebilir mi? İstanbul burjuva kültürünün başkenti değil, Türkiye işçi sınıfının kalbinin attığı yerdir. Mücadelemizin başkentidir. Kavel destanını yaratanlar bu destana son noktayı koymadılar. 15-16 Haziran ruhu daha yok olmadı. Yaşanan en görkemli 1 Mayıs, 1977 1 Mayısı olarak kalmayacak. Gelecek günler Türkiye işçi sınıfının yüreğinde, İstanbul’da kopacak fırtınaların görkemiyle gelecek. Yaralarını sarması için yiğit işçilerini bekle İstanbul. Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi. Devrimci işçi sınıfının solukları hızlanıyor, kalbi kavga için atıyor. Ey İstanbul, ey kavgamızın şehri, ey attığımız yeni tohumların boy verdiği toprak! Şan olsun doğacak kızıl şafaklarına! Selam olsun zafer şarkılarıyla devrime yürüyecek işçi sınıfına! 

41


Cezaevlerinde Çıplak Arama Dayatması Soner Güven

C

ezaevlerinde 12 Eylül dönemini aratmayan uygulamalar sürüyor. Cezaevlerinde yaşanan insan hakları ihlalleri her geçen gün daha da artıyor. Tutsaklara yönelik görüş yasakları, disiplin cezaları, tedavi engelleri, baskı ve saldırılar sistematik olarak devam ediyor. Baskı ve saldırılar tutsak ailelerine de uygulanıyor. Geçtiğimiz haftalarda çeşitli cezaevlerinde devrimci tutsakların görüşüne giden yakınları çırılçıplak soyularak arandı. “Yasalar karşısında herkes eşittir” diyen burjuvazi, özellikle devrimci tutsaklara her türlü insanlık dışı yöntemi uyguluyor. Ancak sıra tutuklu Ergenekoncu paşalara ve onların yandaşlarına, faşist çete liderlerine gelince nasıl da seçmeci davranıldığı ortada.  İzmir Torbalı Cezaevine oğlu Devrim Türkmen’in görüşüne giden Gülnaz Türkmen, görevli kadın polis tarafından iç çamaşırı çıkartılarak arandı. Anne Gülnaz Türkmen İHD İzmir Şubesine başvuruda bulunarak kendisine yapılan onur kırıcı arama dayatılmasına ilişkin yasal girişimde bulunulmasını istedi.  Bayrampaşa Cezaevinden Silivri L Tipi Cezaevine sevk edilen Tarkan Durgun’un eşi Dide Durgun, cezaevi girişinde çırılçıplak aramaya maruz kaldığını açıkladı. Durgun, kadın gardiyanların sadistçe bir zevkle bu aramayı yaptığını belirtti.  İzmir Tire B Tipi Kapalı Cezaevinde tutuklu olan Mehmet Deste’nin kızı Derya Deste babasının görüşüne gittiğinde görevli polis tarafından çırılçıplak arandığını açıkladı. Cezaevi girişinde tutsak yakınları, “yakının ile görüşmek istiyorsan bizim arama biçimimiz böyle, bu şekilde aranmaya izin vermezsen görüşe giremezsin” denerek tehdit ediliyorlar. Savcılığa suç duyurusu yapmaya gittiklerinde ise savcılar tutsak yakınlarını “şahidin var mı?” sorusuyla karşılıyorlar. Cezaevlerinde yaşanan bu insanlık dışı uygulamalar tekil olaylar değil. Ne var ki bu uygulamaların çok azı dışarıya taşınıp kamuoyuna yansıtılıyor. 19 Aralık saldırısı sonrasında devrimci tutsaklar F tipi hücrelere atıldılar. F tipine atılan devrimcilere 12 Eylül askeri faşist dardesinden kalma baskı ve işkenceler uygulandı. 132 devrimci ölüm oruçlarında yaşamını yitirdi. Yüzlercesi sakat kaldı. Bunun yanı sıra, hasta olduğu halde

42

tedavi edilmediği için ölen onlarca devrimci var. Ölümün eşiğine gelmiş ve tedavi için hastaneye bile götürülmeyen devrimci tutsaklar var. Tedavisi yapılmayan ve ölüme terk edilen devrimcilerden biri de Erol Zavar. Kanser hastası Erol Zavar’ı, bırakın tahliye edip dışarıda tedavi altına almayı, revire bile götürmüyorlar. Erol Zavar’ı ne burjuvazinin bakanı ne başbakanı görüyor. Aynı şekilde, burjuvazinin gör dediği her şeyi gören, duy dediği her şeyi duyan medya da Zavar’ı ne gördü ne de yazdı! Fakat sıra Ergenekon tutuklularına gelince durum değişiyor. Hepsi çeşitli hastalık bahaneleriyle teker teker tahliye ediliyorlar. Meselâ tutuklu kontrgerilla şefi emekli paşa Şener Eruygur üniversite hastanesinde tedavi altına alındı ve tahliye edildi. Hurşit Tolon’un benzeri bahanelerle tahliyesi de yolda. Devrimci tutsaklara karşı üç maymunu oynayan burjuva medya, kendisi de bir burjuva olan Ergenekoncu Kuddisi Okkır’ı, F tipi cezaevinde yaşadıklarıyla gündeme getiriyor. Erbakan yaşından dolayı cezasını villasında çekerken affediliyor. Ama Erbakan’ın yaşındaki bir Kürt, yalnız başına F tipi bir beyaz hücrede tutuluyor. Erol Zavar ölümün eşiğinde olduğu halde serbest bırakılmıyor. Ceza yasasına göre tutuklu ve hükümlülerin görüşlerine sadece birinci dereceden yakınları gidebiliyor. Üstüne üstlük fiili dayatmalarla onlar da ancak çırılçıplak soyunmayı kabul ederlerse yakınlarıyla görüştürülüyor. Ama Ergenekon tutuklusu paşaların aileleri, dostları, “dava arkadaşları”, ellerini kollarını sallaya sallaya cezaevine ziyarete gidebiliyor. Generaller, TSK adına kontrgerilla şeflerini resmi düzeyde ziyaret edebiliyor. Başbakan ise bu ziyaretin “insani bir ziyaret” olduğunu söyleyebiliyor. Tüm bu farklı davranışların temelinde sınıfsal farklılıklar yatıyor. Eruygurlar, Okkırlar ve diğerleri, ne olursa olsun burjuvazinin bir parçasıdırlar. Devrimci tutsaklar ise, burjuvazinin yeryüzündeki saltanatını yıkma mücadelesi veren örgütlü ve onurlu insanlardır, işçi sınıfının bir parçasıdırlar. Siyasi ya da adli tutsaklara ve onların yakınlarına karşı sürdürülen saldırılara karşı mücadele vermek gerekiyor. İşçi sınıfının boynunun borcu olan bu mücadele, hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçasıdır ve boşlanamaz. İşçi sınıfı burjuvazinin defterini dürüp sınıfsız toplumun yolunu açtığında, emekçiler bu sistemin yarattığı hapishanelerden de sonsuza dek kurtulmuş olacaklar. 


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

Bilimsel Şarlatanlık ve İşçi Düşmanlığı

K

amu emekçileri sendikaları ile hükümet arasında süren toplu görüşmelerin 3. turu devam ederken hükümet adına görüşmeleri yürüten Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun TÜİK’in hesapladığı “açlık sınırını” dillendirmesi tartışmalara neden oldu. TÜİK’e göre 4 kişilik bir ailenin “açlık sınırı” 255 YTL idi. Toplu görüşmelerde 4 kişilik bir aile için açlık sınırını Türkiye Kamu-Sen 1012 YTL, Memur-Sen ise 820 YTL olarak açıkladılar. Sendikalar TÜİK’in açıklamasını protesto ederek açıklanan rakamın açlık değil ölüm sınırı olduğunu söylediler. TÜİK ise gelen tepkilere rağmen açıkladığı rakamı savunarak, sendikaların açlık sınırını yüksek tutma yarışında oldukları, bilimsel bir yönteme dayanmadıkları, açıkladıkları rakamların birbirini tutmadığı, dolayısıyla TÜİK’i eleştireceklerine önce birbirleri ile tartışmaları gerektiği yönünde açıklamalar yaptı. TÜİK’in tam adı T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu; yani TÜİK bağımsız değil, TC’nin Başbakanlığına bağlı bir kurum. TC’nin kapitalistlerin cumhuriyeti, başbakanlarının da aynı zamanda kurnaz birer tüccar olduğu hepimizin malûmudur. Kapitalist devletin “bilimsel” kurumlarının emekçi sınıflar yararına bilimsel çalışmalar yürütmek gibi bir kaygıları yok! Başbakanlığa bağlı olan kurum, yürüttüğü istatistik çalışmalarının verilerini bedelsiz olarak kamuoyuna sunmuyor. TÜİK’in resmi internet sitesinde istatistik verileri içeren yayınlar parayla satılıyor. Örneğin 2006 yılı “Hane halkı bütçe araştırması” verilerine internet üzerinden ulaşmak için 100 YTL ödemeniz gerekiyor. “Bilimsel bilgiye” bedava ulaşmak yok! Kendi “açlık sınırı” hesabının “bilimselliğini” savunan TÜİK, bilimsellik dayanağını “Dünya Bankasına” dayandırıyor. Dünya Bankası, hükümetlere ekonomilerini düzeltmeleri için hep işçilere “kemer sıktırmayı” öneren dünya kapitalizminin has kurumlarından biridir. Dünya Bankasının açlık sınırı hesaplama yöntemine göre nüfusun en yoksul %10’luk kesimi hesaplama dışı bırakılıyor. Yani 70 milyon nüfuslu bir ülkede 7 milyon kişinin aç yaşadığı peşinen (bilimsel olarak!) kabul ediliyor. İkinci en yoksul %10’luk dilimde yer alan ailelerle yapılan anket çalışmaları veri kabul ediliyor. Bu 7 milyonluk kesimin ise “karnının doyduğu” peşinen kabul ediliyor (elbette bilimsel olarak!). TÜİK’in açlık sınırına

esas aldığı bir günlük kalori miktarı 2 bin 100. “Sağlıklı beslenmek” kavramı ise TÜİK’in lügatında yok! İkinci en yoksul dilimde yer alan ailelerin önemli bir kısmının kırsal nüfus içerisinde yer alması ve gıda ihtiyaçlarının önemli bir kısmını tarlasından sağlıyor olmaları ya da kırsal kesimde gıda fiyatlarının kentlerdeki fiyatların çok daha altında olması gibi gerçeklerin de, TÜİK ya da hükümet sözcüleri açısından “bilimsel değeri” yok! KESK, grev hakkı olmadan yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinin kandırmacadan ibaret olduğunu açıklayarak görüşmelere katılmadı. Kamu-Sen ve Memur-Sen bürokratları görüşmelerde 255 YTL’lik açlık sınırı açıklamasını lafta protesto ettiler. Ancak hükümet sözcüleri ile kol kola girmeyi ihmal etmediler. Kamu emekçilerini temsil etme iddiasındaki sendika konfederasyonlarının, emekçilerle dalga geçen hükümete haddini grevle bildirmek üzere bir girişimleri yok! 255 YTL’lik rakamın kentlerde yaşayan kamu emekçilerine “gıda masrafınız bu kadar” denilerek sunulması, bilimsel değil sınıfsal bir tutumdur. Burjuvazi, ordusu, polisi, medyası, üniversitesi, meclisi, yargısı, Dünya Bankası ve bilcümle kurumları ile sömürü düzenini sürdürebilmek için “bilimi” seferber ediyor. Onların bilimsel copları ve gaz bombaları, bilimsel işkence yöntemleri, bilimsel F tipleri, bilimsel işten atmaları, bilimsel iş cinayetleri, bilimsel istatistik kurumları hep aynı amaca hizmet ediyor. Sözün kısası, işçi sınıfının kurtuluşu için örgütlenmekten ve mücadeleyi yükseltmekten başka çare yok! Gazi Mahallesinden işsiz bir kadın işçi

Adım adım Koşa koşa Yaşamın dakikalarına inat Işığımızla sarıyoruz dünyayı. Şimdi küçük ama gittikçe çoğalan ellerimizle, Her gün biraz daha kabaran ve büyüyen yüreğimizle, Yarın kuracağımız büyük mutlu bir dünya için Bizden ve bu kocamış dünyanın insanlarından Mutluluğu ve yaşama hakkını pervasızca çalan sana, Bugünden öfkeyle bileniyoruz burjuvazi. Aydınlı’dan bir metal işçisi

43


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

Sosyalist ABD mi?

S

mperyalist savaş hızla ilerlemeye devam ediyor. Irak, Afganistan, Lübnan, Filistin derken şimdi de Kafkaslar’da işçi ve emekçiler katlediliyor. Ağustos ayında Gürcistan’ın Osetya’ya, Rusya’nın da Gürcistan’a saldırması sonucu binlerce işçi ve emekçi yaralandı ve yaşamını yitirdi. Savaşın herhangi bir karesine baktığımızda dahi, yaşanan dehşeti fark edebiliyoruz. Fotoğrafta, Gürcistan’ın Gori kentindeki büyük bir apartmana atılan bombanın enkazında kalan bir kadın var. Kadın kan revan içinde. Ateşler ortasında ve çaresiz. Üstü parçalanmış ve kaybetmiş sevdiklerini. Kadın tüm gücüyle dünyaya haykırıyor: Kahrolsun Savaş! Emperyalist savaşlar kuşkusuz kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tüm insanlık için ölüm ve yıkım demektir. Bir gerçek daha var ki emekçi kadınlar savaşın acılarıyla kat kat fazla yüz yüze kalıyorlar. Ucuz işçi olarak boşalan fabrikalara sürülüyorlar, tecavüze uğruyorlar, açlık ve sefalete mahkûm oluyorlar. Fotoğrafı gördüğüm zaman orada bulunan kadının yerinde kendi annemin, ailemin, dostlarımın olabileceğini düşündüm. Bizim birbirimizden hiçbir farkımız yok artık. Emperyalist savaş acımasız ve dehşet verici bir şekilde fotoğrafa yansıyor. Bombalar açlık, işsizlik, yoksulluk olup, biz işçileri ve emekçileri daha uykumuzdan uyanmadan, işimize gitmek için evimizden çıkmadan, yolda, sokakta, her yerde yok ediyor. Fotoğraf savaşın daha ilk anlarında çekilmiş. Burjuva medya fotoğrafı “savaşın simgesi Gürcü kadın” diye afişe etti. Oysa bunun gibi yüz binlerce dehşet verici fotoğrafı ve yaşananları bizler iki büyük dünya savaşında, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Kürdistan’da ve sayamayacağım birçok emperyalist savaşta gördük. Çektiğimiz acı, döktüğümüz gözyaşı, ölülerimiz, açlığımız, yoksulluğumuz patronlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Onlar için anlamlı olan tek şey kâr! Biz işçi ve emekçiler, emperyalist savaşlardan ve onu yaratan kapitalist sistemden kurtulmak için kadınerkek demeden bilinçli ve örgütlü bir şekilde mücadeleye atılmalıyız.

on birkaç aydır dünya borsaları çalkantı içindeydi. Aslında uzun süreden beri kapitalizmin nabzı demek olan borsa düzensiz olarak atmaktaydı. Geçtiğimiz pazartesi olanlar oldu. New York Borsasındaki ani düşüşle bütün dünya borsaları ani inişe geçti. 1929 buhranında borsanın felç olduğu günün Kara Cuma diye adlandırılmasından esinlenen burjuvazinin kalemşorları bu pazartesiyi de Kara Pazartesi diye adlandırdılar. Burjuvazi, gelir durumu görece daha iyi durumdaki emekçi kitlelere de borsa aracılığıyla umut satmaktadır. Yıllarca ter dökmektense kısa yoldan para kazanmak onlara daha cazip gelmektedir Tabii ki bunların borsada oynadığı paralar asla spekülatörler gibi milyar ya da milyon dolarlar değildir. En fazlasından, bir ev ya da bir araba alacak kadar miktarlardır. Bu para da genellikle borsanın iniş çıkışları sırasında büyük para babalarının yemi olur. Yaşanan bu tür vakaları çok duymuşuz ya da şahit olmuşuzdur. Benim bahsedeceğim konu da bu hafta yaşanlarla ilgili. İşyerinden tanıdığım “borsacı”ların, son yaşanan Lehman Brothers gibi büyük şirketlerin iflasları sonucundaki ruh hallerini sizlerle paylaşmak istiyorum. İki hafta öncesinden başlayarak anlatmak istiyorum. Bu “borsacı”ların ruh halleri değişmiş ve aşırı alıngan olmuşlardı. Daha önce takmadıkları ufak tefek sorunları aşırı derece büyütüyorlardı. Yüzleri gergindi. Daha önce günaydın derken gözleri gülerken, artık gözleri gülmüyor, yapay bir gülümseme beliriyordu. Gözleri, kulakları sürekli olarak borsadan gelecek haberlere açıktı. Dünya ile ilişkilerini cep telefonlarına gelecek borsa haberleriyle kurabiliyorlardı. Haberler kötüleştikçe bunların alınganlıkları, bezginlikleri artıyor, yüz hatları ise daha da geriliyordu. Kısaca borsanın nabzı ile kendi nabızları ortak atıyordu. Artık gündemle ya da ailevi meselelerle ilgili konular konuşulmuyordu. Bu gidişata Amerika’nın müdahale edeceğini söylüyorlardı. Oysa birkaç gün önce ne de güzel piyasa ekonomisini savunuyorlardı. “Bırakın batan batsın” diyorlardı. “Zaten ne çekmişsek bu devletin müdahale etmesinden çekmedik mi” diyorlardı. Fakat yaşanan kriz onları devlet müdahalesinin gerekliliğine itmişti. Bir anda devletçi kesilmişlerdi. Nihayetinde imdatlarına “sosyalist” ABD yetişti ve piyasaya para pompaladı. Borsanın nabzı tekrar atmaya başladı. Buna paralel olarak “bizim” borsacıların da nabzı yerine geldi. Bu haftanın son günü gülümsemeler tekrar normalleşti. Artık alınganlıkları gitmişti. Paralarını şimdilik kurtarmışlardı. Neşeleri de yerine gelmişti. “Sosyalist” ABD’nin müdahalesi günü kurtarmıştı. Ama biz sınıf bilinçli işçiler şunu gayet iyi biliyoruz. Krize yapılan bu hayat öpücüğü aslında bir sonraki çöküşün daha sarsıntılı ve sancılı geçeceğinin garantisidir. Örgütlenip hazırlandığımızda “sosyalist” ABD’yi gerçekten sosyalist ABD yapmanın imkânı elimize geçecektir. Sadece ABD’yi değil bütün dünyayı sosyalist bir cennet haline getirebileceğiz. Yeter ki, biz örgütlenip sınıf bilinciyle donatalım kendimizi!

1 Mayıs Mahallesinden bir eğitim emekçisi

Gazi Mahallesinden bir metal işçisi

Kahrolsun Emperyalist Savaşlar!

E

44


Ekim 2008 • sayı: 43

marksist tutum

“Yardım Rezaleti” mi, Sistemin Rezilliği mi?

E

ndonezya’nın yoksul semtlerinden Pasura’da, ramazan dolayısıyla dağıtılan yardımı almak isteyen kadınlardan 21’i feci şekilde ezilerek can verdi. Gazetelerin aktardığına göre, Pasura semtinde, bir otomotiv işletmecisinin birkaç kuruş yardım dağıtacağını haber alan yüzlerce kadın ve çocuk, bir anda dağıtım yapılacak evin önünde toplandı. Dağıtılacak yardım 10 ekmek parası bile etmemesine rağmen, çoğunluğu kadınlardan oluşan aç kalabalığın sayısı bini buldu. Sona kalıp elinin boş döneceği düşüncesine kapılan kalabalık ön taraflara doğru yüklenmeye başladı. Panik halinde birbirine yüklenen insanlardan çoğu ezildi, 21 kadın ise havasız kalıp oracıkta can verdi. Bu ve benzeri olaylar dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sık sık yaşanıyor. Yakın zamanda, 10 kiloluk bulgur paketi dağıtımında yine izdiham yaşanmıştı. Peki, medyanın sıkça yaptığı gibi, 10 ekmek parası bile etmeyen yardıma ulaşmak için insanların birbirini ezmesini sadece “yardım rezaleti” diyerek açıklamak yeterli mi? Böyle denilerek sınırlı miktarda yardıma bir an önce ulaşmak isteyen yoksullar suçlanmış olunuyor. Zenginlerin özellikle dini günlerde sadaka vererek, insanlara dilenci muamelesi yaparak vicdanlarını rahatlatması ise övülerek göklere çıkarılıyor. Endonezya’nın Pasura semtinde yaşanan trajedi insanlar arasındaki servet ve sefalet uçurumunu bir kez daha yansıtmış oldu. Binlerce insan evlerine götürecek birkaç ekmek parası dahi bulamıyorken, bir tek zengin, binlerce yoksulun sahip olduklarının katlarca fazlasına tek başına

Bebek Ölümlerinin Sebebi Nedir? “Hastane enfeksiyonu, hastanede ortaya çıkan, hasta hastaneye yattıktan 48-72 saat sonra ve taburcu olduktan sonraki 10 gün içinde gelişen enfeksiyonlardır” der literatür. Çözümü için de der ki, “bir hastaya herhangi bir nedenden ötürü dokunmadan önce ve sonra elleri yıkamak için mutlaka yeterli zaman ayrılmalıdır. Hastalara kullanılan malzemelerin, çarşafların, örtülerin, tıbbi aletlerin temizliği bu işi bilen kişiler tarafından doğru bir şekilde yapılmalıdır. Yeterli sayıda uzman hekim ve personelin görevlendirilmesi, sorunu büyük oranda çözecektir. Böylece verilen hizmetin kalitesi daha yüksek olacaktır.” Ama bu önlemler oldukça masraflıdır, bu yüzden yeterli personel istihdam edilmez ve insan hayatı tehlikeye atılır. Geçtiğimiz aylarda, Ankara Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde bir hafta içerisinde 27 bebeğin ölmesi klebsiella isimli bir hastane enfeksiyonuna bağlandı. Oysa alınabilecek birkaç basit önlemle bu ölümlerin önüne büyük oranda geçilebileceğini çok iyi biliyoruz. Dini imanı daha fazla kâr elde etmek

sahip olabiliyor. Devede kulak dağıtılan yardımlarla ağızlara bir miktar bal çalınmış oluyor. Bir eliyle üç kuruşluk yardım yapanlar, diğer eliyle kat kat fazlasını işgücünü sömürerek elde ediyorlar. Üstelik bu düzene kader deniliyor ve acılara katlanmak gerektiği empoze ediliyor. 21 yoksul kadının ölümüne “yardım rezaleti” sebep olmamıştı. Sebep asalaklar takımının dünyayı sömüren sistemidir. Karnını doyuracak bir miktar yiyeceğe dahi muhtaç olan yüz milyonlarca insan var. Günde bir dolarla yaşayan, işsiz ve aç insanların gün geçtikçe artan sayısı, dilenmek değil kapitalist sisteme karşı mücadele etmek gerçeğini gösteriyor. Bütün zenginliklerin, servetin ve üretilmiş ürünlerin tüm insanlık tarafından ortakça paylaşıldığı bir düzen kurduğumuzda kapitalizmin neden olduğu rezilliklere de son vermiş olacağız. Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi

olan kapitalistler sağlık sistemine pençesini bu denli geçirmişken, 27 bebeğin ölmesine şaşırmamak gerekir. Gerekli hekim sayısının sadece 6’da birinin hastanede çalışıyor olması, 3 hemşirenin yapması gereken işi 1 hemşirenin yapmaya çalışması, tıbbi malzeme ve alan temizliğinin taşeron firmalar tarafından ve masraftan kaçınmak için işçilere eğitim verilmeden yaptırılması, bu sonucun kaçınılmaz olduğunun göstergesidir. Üstüne üstlük yıllar önce Türk Tabipler Birliği’nin yayınladığı raporda, yeterli istihdam sağlanamazsa hastane enfeksiyonuna bağlı ölümlerin artacağı da açıkça belirtilmiştir. Ne enfeksiyonların ne de buna bağlı ölümlerin artışı kapitalistlerin kâr hırsının önüne geçemedi. Hastane tadilatta olduğu halde kapasitesinden fazla hasta alımı yapıldı ve bir kuvözde 2-3 bebeğin yatırılması bu sonu hazırladı. Nice umutlarla dünyaya getirilen çocuklarımızın ölümünde suç klebsiella mikrobundan çok kapitalizmdedir. Ama her şeye rağmen biz yarına umutla bakan, karanlığı yırtacak, kapitalizmden bir gün mutlaka hesap soracak çocuklar yetiştireceğiz. Tuzluçayır’dan bir sağlık işçisi

45


Okurlarımızdan Göçmen Kürt İşçiler

Kendi Gücüne Güven!

Onlar Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinden Karadeniz’e fındık toplamak için gelen Kürt işçiler. Kendi bölgelerindeki işsizlik sıkıntısı nedeniyle buralara para kazanmak için geliyorlar. İlk başta yaptıkları yolculukla başlıyor uğradıkları zulüm. Tren, minibüs ve kamyonlarda sıkışarak ve birbirlerini ezerek yolculuk yapıyorlar. Karadeniz’e geldikten sonra kendi istedikleri değil valiliğin izin verdiği yerlere çadırlarını kuruyorlar. Daha sonra fındıklarını toplatmak isteyen çiftçi bu çadırlara gelip işçilerle pazarlık yapıyor. Sabahın erken saatlerinde kalkıp yedide işe başlayan işçiler, akşamın yedisine kadar toplam bir saat bile sürmeyen molalarla çalışıyorlar. Bu 12 saatlik çalışma süresinde aldıkları günlük ücret 20 ile 25 YTL arasında değişiyor. Tabii bir de şu var; yemek ve yol masraflarını kendileri karşılıyorlar. Geriye kalan para yok denecek kadar az. Bölgedeki yerli işçilerin aldığı ücret ise 30 YTL, üstelik yemek ve yol masraflarını bahçe sahibi karşılıyor. Bu ücretleri belirleyenlerin yapmak istedikleri ise yerli ve Kürt işçileri bölmek. Bahçe sahiplerinin oyununa gelen yerli işçiler zaman zaman Kürt işçilerle tartışıyorlar. Bir de Kürt işçilerin beraberinde getirdikleri çocuk işçiler var. Aileleriyle beraber onlar da bunca zorluğu çekiyorlar. Karadeniz’de bulunduğum sırada tanıştığım bir Kürt çocuğunun adı Deniz ve Urfalıydı. Burada olmaktan memnun musun diye sorduğumda hiç cevap vermedi. Peki şimdi Urfa’da olmayı ister miydin diye sorduğumda, “evet memleketimde arkadaşlarımla oyun oynamayı isterdim” diye cevapladı. Bu küçüğün oyun oynama isteği bile onun çektiği sıkıntıyı çok iyi anlatıyor. Bütün işçiler gibi Kürt işçiler de açlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşıyor. Ve bu sermaye düzeni yani kapitalizm var oldukça böyle devam edecek. Bu düzeni yok etmenin tek yolu ise Türk, Kürt, Laz, Çerkez demeden işçiler olarak hep beraber örgütlenmek. Çünkü bizim sorunlarımız hep aynı. Bilmeliyiz ki bu dünyanın çarkını döndüren biz işçileriz. Bizleri bölmek isteyen sermaye sınıfına hayır diyebilmeli ve ellerimizi birleştirmeliyiz.

Birçok işkolunda olduğu gibi uzun ve esnek çalışma saatlerine maruz kalan basın çalışanları, gecelerini gündüzlerine katıp kapitalistlerin kârına kâr katmak için arı gibi çalışıyorlar. Bunun bir örneğini de 2008 Pekin olimpiyatlarında “üstün çalışma performansı” gösteren TRT işçileri oluşturdu. Bir gazetenin manşeti şöyle idi: “TRT, olimpiyat yayınlarında 50 işçiyle imkânsızı başardı.” 500 işçinin yapacağı işin 50 işçiye yaptırılmasıyla övünen gazete, bu 50 işçinin olimpiyat oyunları esnasında 24 saat canlı yayın yapmasının yanı sıra, Pekin’in sosyal ve ekonomik yapısı hakkında da bilgi verdiğini vurguluyordu. Gazete, diğer ülkelerin medya çalışanlarına da gönderme yapıyordu. Gücümüzün farkında olmadığımız sürece bizim gücümüzden övünç duyacak olanlar patronlar sınıfıdır. Biz işçi sınıfı olarak, kendi gücümüzden gelen örgütlü mücadelemizle patronlara cevap verelim. Ve “imkânsızı” başarıp kendi dünyamızı kuralım…

Gebze’den bir metal işçisi

Mamak’tan bir işçi

Benim babam asansör montajcısı. 23 yıldır taşeron firmada, sigortasız, hiçbir can güvenliği olmayan iskeleler üstünde, kuyular içerisinde günde 15 saat çalışıyor. Kaç can aldı o kuyular, kaç kişi düştü o iskelelerden… Babam kaç kez ağır yaralandı hatırlamıyorum. Tek bir isteği vardı; bizi üniversitede okutmak. Bu bizim için tek kurtuluştu ona göre. Bize düşense, hiçbir can güvenliği ve sağlık güvencesi olmadan aylarca alacaklarını alamayan ama bıkmadan, durmadan çalışan babama o gururu yaşatmaktı. Ben yazları işe girerek kendi okul masraflarımı çıkarıp üniversiteye girdim. “Şimdilik” yazları işçi, kışları öğrenciyim. Şimdilik diyorum çünkü birkaç yıl sonra mezun olunca şansım varsa sürekli işçi olacağım ya da işsiz işçiler ordusuna katılacağım. Büyürken bizleri bu sistem öyle bir hale getiriyor ki konuşmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, hakkını aramayan, durmadan çalışan ya da gelir grubu daha yüksek ailelerdensek internette, telefonda, alışverişte, amaçsızca vakit öldüren kişiler oluyoruz. Bireysellik ağına takılıp kapitalizmin içerisinde kayboluyoruz. Ta ki sınıfımızın farkına varıp mücadeleyi öğrenene kadar. Patronların cepleri para ile dolarken, onlar “saray yavruları” satın alırken bizim babalarımızın iş koşulları gün geçtikçe kötüye gidiyor. Bizler üniversiteyi “tek kurtuluş” görüp çalışırken ya kazanamıyoruz ya da kazanıp bitirdikten sonra sağlam bir torpilimiz olmadığı için işsiz kalıyoruz. Aile bağlarımız kopuyor. Hepimiz evlere farklı saatlerde geliyor, hiç konuşmadan oturup usulca yatağımıza geçiyoruz. Ancak şunu biliyoruz ki bu köhne düzeni birimizin haykırışları değil hepimizin elleri bozacak. Bizlerin mücadelesiyle kuracağımız dünyada açlıklar, savaşlar, çocukluğunu yaşayamayanlar, en önemlisi sınıflar olmayacak. Her gün babalarımız, kardeşlerimiz, eşlerimiz ya da biz evimize tek vücut dönecek miyiz korkusu yaşamayacağız. Ama savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için dönüşüme önce kendimizden başlamalıyız. Fabrikalarımızla, okullarımızla, sokaklarımızla mücadeleyi büyütmeliyiz.

Merhaba sevgili Marksist Tutum okurları, Ben Manisa’da bir lise öğrencisiyim. Çocukluğumdan beri içimde sürekli bir tepki vardı. Çünkü babam günde 13-14 saat çalışır, eve yorgun argın döner ve bizimle hiç ilgilenemezdi. Babamın patronu son model arabası ile gezinirken, babam kıçı kırık bir mobiletle işe gidip gelirdi. Patronun evi, bizimkinden çok daha büyük ve lükstü. Bense bu duruma hiç anlam veremez, babam daha çok çalıştığı halde patronu neden çok daha zengin diye düşünüp dururdum. Ve sonra bir arkadaşım vasıtası ile Marksist Tutum dergisi ile tanıştım. Onu okudukça, gözlerim açılmaya başladı. Duyduğum tepkinin sınıfsal bir tepki olduğunu ve dünyanın her yerinde insanların durumunun aynı olduğunu öğrendim. Biz işçi sınıfı üretirken, onlar bizim emeğimizle zengin oluyorlarmış. Buna da kapitalizm deniyormuş. Ve şimdi bir şeyi daha öğrendim ki, bu dünyanın değişmesi mümkün! Babalarımızın evlerine erken gelebilmesi, biz işçilerin de güzel ve ferah evlerde oturabilmesi mümkün! Yeter ki birleşelim ve mücadele edelim! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Kahrolsun Kapitalizm!

Mersin’den bir Marksist Tutum okuru

Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci

46


Okurlarımızdan Krizin Faturasını Patronlara Ödettirelim! Ben otomotiv sektöründeki sendikalı bir fabrikada çalışıyorum. Toplu sözleşmeye göre geçen ay zamlı alınması gereken ücretler yine eski ücret üzerinden alındı. Avanslarla birlikte belki aradaki fark ödenir diye düşünüldü. Ancak avans günü geldiğinde, insan kaynakları tarafından ilan panosuna, zam farklarının yatırılmadığı ve bir hafta sonra patronun buna dair bir açıklama yapacağı duyurusu asılmıştı. Bu duyuruyu gören işçi arkadaşlar öfkelenip ertesi gün bir saat iş durdurma kararı aldı. Ancak bu karar patronun kulağına gitti ve patron hemen o gün tüm işçileri toplayarak bir toplantı yaptı. Patron aslında işçi arkadaşların hiç de yabancısı olmadığı bir konuşma yaptı. Patron otomotiv sektöründe bir kriz olduğundan, nakit sıkıntısı yaşadıklarından ve pazarda bir daralma yaşandığından bahsetti. Siparişlerin azaldığını, Ford’un bir hattını ucuz işgücü dolayısıyla Romanya’ya taşıdığını, bu nedenle de Ford’da ve birçok fabrikada işçi çıkarmaların yaşandığını, ücretlerin ödenemediğini, ama “bizim fabrikamızda” ellerinden geldiğince biz işçileri mağdur etmemeye çalıştıklarını, işçi çıkarmak istemediklerini söyledi. Ford’da 250 tane işçinin işten atıldığını, buna bağlı olarak da bizde de 40 işçinin işten çıkarılabileceğini, ama yeni siparişler alıp işten atmaların önüne geçmek istediklerini söyleyen patron, diğer taraftan da bizleri tehdit ediyordu. Yapılacak olan iş durdurmanın yasal olmadığını, iş durdurmanın yaşanması durumunda tazminatsız işten çıkarmaların olacağını ve bu durumda da sevinecek olanın kendileri olduğunu söyledi. Sendikadan ve kendilerinden habersiz eylem kararları alınmasını da istemeyen patron utanmadan bu sendikanın değiştirilmesinden yana olmadığını ve sendikayla bir “evlilik” yaptıklarını ve bundan da gayet memnun olduklarını belirtti. Ayrıca böylesi kriz dönemlerinde kaçınılmaz olan işçi kıyımlarını öne sürerek, bizlere dört elle işimize sarılmamızı, ekmeğimize sahip çıkmamızı söylüyor akıl veriyordu, sanki bizlerle işi bittiğinde sokağa atmayacakmış gibi! Patron

Geçen gün gazeteyi karıştırırken bir şey dikkatimi çekti. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu demiş ki: “Güneş girmeyen eve hastalık girer. Büyüme olmayan ekonomi de işsizlik, yoksulluk, huzursuzluk ve kavga üretir.” Bu adamlar bir şeylerden korkuyor. Sadece krizle birlikte kâr oranlarında yaşanacak bir düşmeden mi? Hayır elbette. Onlar “kavga”dan korkuyor. Onlar, işçi sınıfının krizin derinleşmesiyle birlikte, son yıllarda biriken öfke ve mücadele isteğinin, yeni bir evreye girerek büyümesinden korkuyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok tabii. ABD ekonomisi, ardı ardına patlak veren dalgalarla sarsılıyor. Yine Hisarcıklıoğlu’nun sözlerine bakılırsa son çöken finans kuruluşu Lehman Brothers 600 milyar dolar değerindeymiş. Ve bu ilk değil. Son da olmayacak. Kriz bir sistem krizi ve krizin yarattığı savaş da krizle birlikte derinleşip yaygınlaşacak. Bir de Güler Sabancı’nın sözlerini aktaracağım: “Ekonominin kitabının yeniden yazılması gerek. Krizin daha da derinleşeceğini söylemiştik. Ama bu kadarını da hiç beklemiyorduk”. Güler Sabancı hanım Kapital’i okusa iyi eder. Kapi-

konuşmasını bu yaşanılanların son olması uyarısında bulunarak bitirdi ve hepimiz işimizin başına geçtik. Paydos saatinde ise iki vardiya birleşti ve sendika baştemsilcisi “biz her gün krizdeyiz” diyerek, haklarımızı almak için ertesi gün iş durdurma eylemini yapmamız gerektiğini söyledi. Herkes bunu kabul etti. Ancak meydanı boş bırakmayan patron ertesi gün işyeri baştemsilcisini fabrikaya sokmayarak cezalandırdı. Sendika ile görüşüldüğü ve ücret farklarının önümüzdeki günlerde ödeneceği kararına varıldığı duyurulunca da eylem yapılmadı. Uzun süredir patronlar sınıfının sözcüleri bile bir krizin yaklaştığını söylüyorlardı. Ancak birçok işçi arkadaşım eminim buna inanmıyordu ya da Türkiye’nin bundan etkilenmeyeceğini düşünüyordu. Oysaki üretimin plansız ve sırf kâr için yapıldığı, işçilerin hiçbir çıkarının düşünülmediği bu düzende krizler kaçınılmaz oluyor. Bunu bizim patron bile açık açık şöyle anlattı: “Ha bire üret üret, bu kadar ürün nerede satılacak? Elbette bir yerde pazar tıkanacak ve kriz başlayacak.” Peki, üretimin patronların çıkarları doğrultusunda yapıldığı ve biz işçilerin ihtiyaçlarının hiçbir şekilde düşünülmediği bu düzende neden krizin bedelini biz işçiler ödüyoruz? Krizler yaşandığında patronlar çözümü hemen işçileri işten atmakta ve üretimi daraltmakta görüyorlar. Hiçbir patron işten atılan işçinin evine ekmek götüremeyeceğini, işsiz kalan işçinin ekonomik ve psikolojik sorunlar yaşayacağını düşünmez. Onlar kendi lükslerinden dahi hiçbir “fedakârlık” yapmadan krizin faturasını biz işçilere çıkararak krizi atlatırlar. Öyleyse bizler de kendi sınıf çıkarlarımızı bilmeli, kendi örgütlü gücümüze güvenmeliyiz. Çünkü biz nasıl ki bir hafta sonra canı isterse açıklama yapacak olan patrona birlikte hareket edeceğimizi gösterdiğimizde aynı gün içerisinde açıklama yaptırabiliyorsak, örgütlü bir şekilde mücadele ettiğimizde krizin faturasını da patronlara çıkarabiliriz! Tuzla’dan bir metal işçisi

talist ekonominin kitabı odur. Burjuvazinin paçası tutuştu. Çünkü biliyorlar ki –hatta bir kısım “solcu”dan daha iyi bir şekilde– kriz ve savaş demek, devrimci durum için fırsat demektir. Ama bu fırsatlar ancak ve ancak doğru bir önderliğin elinde değerlendirilebilir. Doğru bir önderlik ise, ancak devrimci Marksizmle eğitilmiş bir önderlik olabilir. Dolayısı ile devrimci olmak için çabalayan biz gençlerin artık Marksizmi okuyarak, tartışarak ve onun güncel konularda elimize verdiği varsayımları gözleyerek öğrenmesi elzemdir. Kaybedecek fazla zamanımız yok. Devrimci durumların yaklaşan ritmi yavaş yavaş duyulur hale gelmektedir. Eğer biz o günlere, bugünden tam donanımlı olarak hazırlanmazsak, insanlığın sonu hiç de iyi görünmüyor. Kanıt aranıyorsa ülkelerin nükleer silah potansiyeline bakılabilir. Ayağa kalkan işçi kitleleri ile birlikte, güzel günler hiç de uzak değil. Yeter ki biz işçi sınıfının gençleri, kendimizi devrimci Marksist temelde eğitebilelim. Yaşasın Devrimci Marksizm! Yaşasın İşçi Sınıfının Devrimci Mücadelesi! Marksist Tutum okuru bir genç işçi

47


Okurlarımızdan Uyanmak Yeni Bir Dünya İçin

Okulların tatil olmasıyla beraber hemen hemen her işyerini öğrenciler doldurdu. Benim çalıştığım işyerinde de birkaç tane öğrenci var. İki aydır beraber çalışıyoruz bu arkadaşlarla. Ara ara konuşma fırsatı buldum bir tanesiyle. Bu genç kardeşe ilk başlarda fazla sorun olarak gelmeyen iş, son iki haftadır sorun halini almış durumda, sürekli söylenip duruyor. Yoğun çalışma temposu onu iki ayda bıktırdı. “Bu iş çok zor, bir daha bu işyerine adım atmam” deyip duruyor. Tabii ki de işçi olmayacağını düşünüyor. “Ne olacaksın” diye sorduğumda öğretmen olacağım diyor. “İşçiler gibi ücret almayacak mısın” dediğimde, alacağım ama buradaki gibi ezilmeyeceğim, farklı olacak, diyor. Hemen her öğrencide olduğu gibi o da yaşamının okuyunca farklı olacağını, işçi olmayacağını düşünüyor. Sadece o değil böyle düşünen, annesi de aynı şeyi düşünüyor. Kızını işe getirmesinin sebebi; gelsin çalışsın da okulun kıymetini bilsin, derslerine çok çalışsın, hayatını kurtarsın, benim gibi işçi olup ezilmesin. Bugün patronların çocukları tatillerini farklı ülkeleri gezerek, rahat rahat para harcayarak geçirirken işçi ailelerinin çocukları çalışmak zorunda. Niçin? Harçlığını çıkarsın, eve katkısı olsun, tabii en önemlisi de işin zorluğunu görsün de okusun diye. Bütün anne ve babaların yaptığı şey aynısı. Çocuklara büyük donlar biçmek. Gerçek olan şudur ki işçi anne babaların çocukları hiçbir zaman kolejde okuyan, özel okullarda eğitim alan patron çocukları gibi olamayacaklar. İşçi emekçilerin çocuklarının en büyük hedefi üniversitedir. O da devlet üniversitesi olma mecburiyetiyle. Zar zor girse bile kaç tanesi mezuniyeti görebiliyor? On taneden belki de üçü dördü. Kaldı ki bugün mezun olmuş kaç öğrenci eğitimini aldığı işi yapabiliyor? Sürekli sınavlarla geçen bir yolculuk. Dolayısıyla hiçbir zaman umut ve çözüm oluşturmuyor. Diğer taraftan ise patron ve o sınıfa mensup ailelerin çocuklarının böyle bir dertleri yok. Ne iş, ne para, ne de geçim sıkıntısı. Onlar böyle şeylere kafa bile yormazlar. Zaten hepsinin geleceği düşünülmüş ve hazırdır. Biz emeğiyle geçinenlerin yapması gereken bu sömürü düzenine son vermek için çalışmaktır. Bu sistem bizim sistemimiz değil, bu sistem insanlığın sistemi değil. Bu sistem bir avuç azınlığın dünya üzerinde bizim yarattığımız bütün zenginliklere el koyduğu sistemdir, yani patronların sistemidir, BİZİM DEĞİL! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!

Yaşam, doğmak, büyümek, ölmek midir? Hayat akışını belirleyemeden düz bir çizgide ilerlemek midir yalnızca? Dinlenmek, boş bir kara kutunun karşısında tüketmek midir zamanı? Ya umutlu olmak? Üretmek dizginsizce, patronlar için emeğimizi satmak mıdır karın tokluğuna? İnsan olduğumuzu hatırlamak, emperyalist savaşlarda ölen sınıf kardeşlerimiz için üzülmek midir sadece? Bir yoksula merhamet hissetmek midir acımak? Evimiz, işimiz, sağlığımız yerindeyse her şey tıkırında ve biz kurtulmuş mu oluruz kapitalizmden? ... Sorular, sorular, sorular… Soruların doğru cevaplarını vermek de soruları doğru sormak da mücadele okulunun kendisinden geçiyor. Dünyadaki bütün güzellikleri yaratan biz işçiler için gerçek hayat işçilerin devrimci mücadelesiyle tanışmamızla başlıyor; mücadele okulundan önceki hayat bizlerin kendisine ait değil. Burjuva ideolojisi emrediyor, biz işçiler ise yaşadığımızı sanıyoruz sadece. Mücadele dediğimiz okulumuzla tanışmadan önceki sorularımız, çelişkilerimiz, hayata bakışımız, yani yaşamımız, patronlar sınıfının istediği gibi şekilleniyor; sınıfımızın mücadelesi ise hayatın doğrularını kavratıyor bizlere… Kim olduğumuzu neden ve nasıl sömürüldüğümüzü, kurtuluşumuzun nasıl bir yoldan geçtiğini, kocaman bir zincirin halkası olduğumuzu, örgütlendiğimizde hiçbir gücün karşımızda duramayacağını öğretiyor bize. Yani dostlar örgütlü mücadeleden bihaberseniz yaşadığınızı sanmayınız! Uyuyan bir devin içerisindesiniz halen! Onurlu bir yaşamı yaratmak ise ellerinizde, FARKINDA MISINIZ?

Gazi Mahallesinden bir kadın büro işçisi

Topkapı’dan bir sağlık işçisi

Sendikal Yasakları Aşalım!

Deniz Feneri Yolsuzluğu

12 Eylül faşizminin bir ürünü olan sendikal yasaklar yirmi sekiz yıldır işçi sınıfına darbe vuruyor. Bu da işçi sınıfının elinin kolunun bağlanmasına neden oluyor ve burjuvaziye geniş haklar tanıyor. İşçi ve emekçilerden alınan oylarla hükümete gelen partilerin hiçbiri de dur demiyor. AKP hükümeti de Kıbrıs ve Kürt sorununda olduğu gibi, yine duruma ilişkin somut bir adım atmıyor. Sendikalar da burjuvazinin gerici hamlelerine karşı örgütlü mücadeleden kaçınıyor. Artık işçilerin ortak örgütleri olan sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokrasinin sökülüp atılması gerekiyor. Sendikalar örgütlü mücadeleye katılmalı. Mücadele bayrağını işçi sınıfıyla beraber yükseltip, sendikal yasaklara direnmelidir!

Şu günlerde gündemimizi Deniz Feneri davası etkilemektedir. Yıllarca yapılan yardımları kim yedi? Bu soruların cevaplarını kim verecek? Almanya’da faaliyet gösteren Deniz Feneri Derneğinin topladığı 41 milyon avronun ne kadarı yardım için kullanıldı? Bu fener (!) kimin elinde? Bu davada burjuvazi birbirlerinin açıklarını ortaya çıkardı, herkesin kirli çamaşırları döküldü. Sonuç olarak; yine burjuvazi kazanacak, çünkü her şey onların egemenliği altında, bu kapitalist dünya onlar üzerine kurulu, kendi paralarımızla bize birkaç torba kömür dağıtarak bizim gözümüzü boyuyorlar. Yapılan yardımlar bizim cebimizdeki parayla yapılıyor, kendi ceplerinden 5 kuruş para çıkmıyor. CHP veya AKP hükümetinin kimin elinde olduğu önemli değil, hepsi aynı yola çıkıyor, hepsi yine bizi sömürüyor. Bu düzeni yıkmanın tek yolu örgütlü mücadeleden geçiyor.

Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

Akhisar’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.