İ
şçi sınıfı kapitalist krizin getirdiği mücadele görevlerinin yanı sıra, bir kez daha kabartılan militarizm ve Kürt düşmanlığı dalgasına karşı mücadele görevleri ile de karşı karşıya. Bu bakımdan işçi sınıfını her yönüyle zorlu bir mücadele dönemi beklemektedir. Kabartılan şovenist Kürt düşmanlığına kapıldığı takdirde işçi sınıfının mücadelesinin tümüyle sekteye uğrayacağı ve dayatılan baskıcı uygulamaları sineye çekmesi için çok daha uygun bir ortam oluşacağı asla gözden kaçırılmamalıdır. Bu şekilde egemenlerin krizin faturasını işçi sınıfına kesmesi de kolaylaşacaktır. O nedenle sınıf bilinçli işçiler yaşanan süreci doğru kavramalı ve mücadeleye bu bilinçle atılmalıdırlar. Yoksulluğun, işsizliğin ve kültürel yozlaşmanın çaresizliği içinde kıvranmaya mahkûm edilen Türk emekçiler, ipleri kontrgerillanın elinde olan faşist gericiliğin kışkırtması ve yönlendirmesiyle, bunların gerçek sorumlusu olan kapitalist düzeni ve onun sahiplerini değil, Kürtleri hedef alabilmektedirler. Son haftalar içinde en sivri örneklerinden birini Ayvalık Altınova’daki cinnet kampanyasında gördüğümüz bu durum, egemenlerin sırası geldiğinde neler tezgâhlayabilecekleri konusunda (bir kez daha) vahim bir uyarıdır. Peşi sıra gelen Bezelé (Aktütün) baskını ve asker cenazeleri de egemenler tarafından aynı maksatlarla kullanılmış ve şovenist zehir bir kez daha ortalığı kaplamıştır.
Kürt sorununun ağırlığı
Kürt Sorunu Çözüm Bekliyor Levent Toprak
AKP hakkındaki kapatma davası sonuçlandığında egemen sınıfın belli kesimleri derin bir oh çekmişler ve yeni bir “istikrar” döneminin açılacağı beklentisini oluşturmaya koyulmuşlardı. O günlerde siyasal durumu çözümlediğimiz yazımızda bu kesimler tarafından pompalanan “demokratik açılım” beklentisinin ve yaratılmaya çalışılan iyimserlik havasının boş ve aldatıcı olduğunu vurgulamış, başka şeylerin yanı sıra Kürt sorununun olduğu yerde durduğuna ve yeni patlamaların kapıda olduğuna işaret etmiştik.
1
marksist tutum
Kasım 2008 • sayı: 44
Nitekim Aktütün baskını, Türkiye’deki siyasetin taşlacek, Kürt sorunu da “cami ve makarna” ile yatışma yoluna rını bir kez daha olanca gücüyle yerinden oynattı. Bir kez girecekti! daha görüldü ki, ne kadar unutturulmaya çalışılırsa çalışılŞimdi gelinen noktada, tüm bu boş hayaller paramparsın, ne kadar gargaraya getirilmeye uğraşılırsa uğraşılsın, ça olmuştur. Burjuva gazeteci ve siyasetçilerin de itiraf etKürt sorunu tüm yakıcılığıyla olduğu yerde durmaktadır. tikleri gibi, Aktütün sonrasında devlet cephesinde bir moEgemenler onu suyun altına bastırmaya çalıştıkça daha ral çöküş ve bozgun, Kürt ulusal hareketi cephesinde ise büyük bir güçle yüzeye fırlamaktadır. Gerçek bu. “Cami yeni bir inisiyatif ve yükseliş havası oluşmuş durumdadır. ve makarna” formülüyle Diyarbakır’ı fethetme sevdasına Geçen yıl meseleyi “sınır ötesi” diye tarif edip ısrarla kapılan Başbakanın Diyarbakır’a yaptığı ziyarette düştüğü savaş tezkeresi isteyen ve aldığı tezkereyle bir yıldır sınır acıklı durum bunu tüm çıplaklığıyla göstermektedir. ötesine kara ve hava operasyonları düzenleyen, ABD’den Aktütün baskını ve onun etrafında cereyan eden son şikayet edip sonrasında ondan istihbarat desteği alan, günlerin gelişmeleri, geçen bir yıl boyunca Kürt ulusal haBarzani’den şikayet edip sonrasında onun da sessiz destereketine karşı devletin dört bir koldan tırmandırarak yüğini alan ve tüm bunların sonucunda da PKK kamplarırüttüğü saldırı kampanyasının esas itibariyle iflas ettiğini nın yerle bir edildiğini, oraların kendileri için “BBG eviortaya koymaktadır. Hatırlanacağı gibi, geçen yılki Orene” döndüğünü söyleyerek alay eden, PKK’nin “belinin mar (Dağlıca) baskınından sonra sınır ötesi savaş tezkeresi kırıldığını” propaganda eden Genelkurmay’ın foyası Akçıkarılmış ve ordu bir yandan içte askeri operasyonlara hız tütün baskınıyla ortaya çıkmış oldu. Medyanın postal yaverirken bir yandan da sınır ötesine sürekli olarak kara ve lamadaki tüm birikimi ve becerisine rağmen, propaganda hava harekâtları düzenlemeye başlamıştı. Bu çerçevede ile gerçeklik arasındaki uçurum gözlerden saklanamayacak ABD emperyalizmi ile yeni bir işkadar büyük ve açıktı. birliği süreci başlatılarak Güney’deki Ordunun tüm öfkesine rağmen, Türkiye’deki burjuva düzen Kürt Kürt liderliklere de gözdağı verilTaraf gazetesinin, askeri başarısızlısorunu konusunda başından bu mişti. Yapılan askeri saldırılar büğı ve genelde orduyu sorgulayan yana bir çözüm üretme yük başarı olarak sunulmuş ve buhaberlerini gözlerden saklamak yeteneğinde olmadığını nun sonucu olarak bir kez daha mümkün olamadı. Peşi sıra, ifşa göstermektedir. Ne ortada bir PKK’nin “kırılma noktasına geldiedilen “golfçü general” vakası da, ulusal sorun olduğu ği” propaganda edilir olmuştu. vatan-millet-Sakarya edebiyatı yakabullenilmekte, ne 25 yıldır bir Diğer taraftan, ordunun şahin pıp, yoksul işçi-emekçi çocuklarını savaş yürüten ulusal hareket çizgisine sanki direniyormuş havası haksız savaşlarda ölümlere göndemuhatap alınmakta, ne de Kürt yaratmayı bir ölçüde başaran AKP renlerin gerçekte nasıl bir yaşam halkının ulusal demokratik de, bu sayede 22 Temmuz 2007 setarzına sahip olduklarını ortaya sertaleplerini tanıma yolunda ciddi çimlerinde Kürt illerinde nispeten di. Golfün, finans-kapitalin tepe bir adım atılmaktadır. Aksine, yüksek oy alınca, Kürt ulusal harenoktalarını işgal edenlerin zevkleri Türkiye’deki burjuva düzen, bu ketini bölgede etkisizleştirebileceği ve yaşam tarzıyla en çok özdeşleştalepleri bastırma uğruna her zehabına kapıldı. Yine de, tüm basmiş aktivitelerden biri olduğu dütürlü insanlık dışı suçu işlemeye kı ve engellemelere karşın, bağımsız şünüldüğünde, generallerin bu kararlı görünmektedir. adaylarla seçimlere girmek zorunda “spora” ilgileri, onların gerçekte nebırakılan DTP mecliste grup kurareye ait olduklarını sembolik bicak kadar milletvekili çıkarmayı başardı. Tabii uzun yıllarçimde göstermiştir. dan sonra Kürt hareketinin meclise girmesi egemenler açıSonuç olarak, “hikmetinden sual olunmaz” ordu, bursından bir anlamda hamamın namusunun bozulması gibi juva basında belki de ilk kez bu denli tartışılır hale geldi. bir şeydi. DTP’nin sesini boğmak için ne lazımsa yapıldı Göreve geldiği günden beri burjuva basında “birikimli, ve nihayet hakkında kapatma davası da açıldı. kültürlü, entelektüel paşa” diye parlatılan yeni GenelkurEgemen sınıf içi çatışmanın sahne önündeki kutup may başkanının, hiddetten köpürmüş bir şekilde ve çocuk başları olarak AKP ve ordu arasındaki itiş-kakışın da yeni azarlar gibi medyayı (ve aslında onun üzerinden herkesi) bir uzlaşma ve ateşkes evresine geldiği ve bu uzlaşmanın esas duruşa sokmaya çabalaması elbette bunun önünü kesesas olarak Kürt sorunu üzerinden sağlandığı düşünüldümek içindi. “Paşasının başbakanı” da hemen imdada koşağünde, tüm bu süreci anlamak daha da kolaylaşır. İşbirliği rak, hanidir oluşmuş olan mutabakatın gereğini yaptı ve halinde, bir koldan AKP’nin, diğer koldan ordunun, belli “doğru yerde” durduğunu gösterdi. ölçülerde ABD ve Barzani desteği de alarak, Kürt ulusal Bu militarist tehdit ve hezeyanlar aslında Kürt soruhareketine karşı yürüttükleri çok yönlü saldırılar, düzen nunda geleneksel devlet siyasetinin tıkanmışlığını ve çıkışsahiplerinde “başarı” ümidinin yeşermesine yol açmıştı. sızlığını göstermektedir. Çünkü bir yandan Kürt ulusal Yaklaşmakta olan belediye seçimleri de bir bakıma bu “bahareketi bastırılamamakta, Kürt ulusal kimliği güç kazanşarıyı” tescilleyecek, taçlandıracaktı! Diyarbakır fethedilemakta, bir yandan da çeyrek asırdır sürdürülen bu haksız
2
Kasım 2008 • sayı: 44
savaşa toplumu inandırmak gitgide zorlaşmaktadır. Gerçekten de haksız savaşın inandırıcılığında ciddi bir aşınma yaşanmaktadır. Baskı ve sindirme sonucu oluşan korku nedeniyle, savaş karşıtı bir tepki dalgası yükselememekle birlikte, savaşın sonuçlarına katlananların yoksul işçi ve emekçiler olduğu, ölenlerin “hep garibanlar” olduğu kanısının içten içe güçlenmekte olduğu açıktır. Aslında “her Türk asker doğar” diye militarist propaganda yapanların, askerliği zorunlu olmaktan çıkarıp bunu “test etmeye” zinhar yanaşmamaları ve yüz binleri bulan asker kaçaklarının sayısı kendi başına çok şey anlatmaktadır. Diğer taraftan Genelkurmay başkanının hiddetinin önemli bir nedeni de, ordu içinde de generallere ve savaşa inancın zayıflamakta oluşudur. Başbuğ bu tür sert mesajlarla safları sıkı tutmak istiyor. Alt kademe subayların ve astsubayların genelde tepkili oldukları zaten bilinen bir şeydir. Ama dışarı sızan bunca kritik bilgi ve belge, ordu içinde, izlenen siyasetten hoşnut olmayan daha yukarılarda birilerinin de olduğunu gösteriyor olsa gerek. Burjuva yazarlar da ordu içindeki hoşnutsuzluklara ve bunun “tehlikelerine” dikkat çekmekten geri durmamaktadırlar: “Ve asker gitgide çözümün değil, sorunun bir parçası oluyor, hatta ‘meselenin kaynağı’ haline gelmeye başlıyor. Bu durum, not edin bir kenara, Türkiye’nin istikrarı açısından tehlikelidir. Çünkü askere karşı da hem kendi içinden, hem toplumun değişik kesimlerinden tepkiler büyüyor, tomurcuklanıyor.” (Hasan Cemal)
Nasıl bir döneme giriyoruz? Ancak ordunun ve savaşın bir anlamda şimdiye kadar olmadığı biçimde sorgulanıyor olması kendi başına bir olumlu sonuca yol açmamaktadır. Aksine, egemenler devlet baskısı ve terörünün daha da arttırılması anlamına gelecek yeni yasal, idari ve fiili düzenlemelerle bu duruma yanıt vermeye hazırlanmaktadırlar. Genelkurmay’ın hükümetten talep ettiği ve bu aralar dizi dizi toplantılarla tartışılan yasal düzenlemelere bakıldığında bu açıkça görülmektedir. Gözaltı sürelerinin yeniden uzatılması, sorguda avukat zorunluluğunun kaldırılması, hâkim kararı olmadan sınırsız arama yetkisi, vali onayı ve haberi olmadan operasyon yetkisi ve daha nice baskı önlemi, istenen şeyin niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Genelkurmay yeniden adı konmamış olağanüstü hal yetkileri (hatta bazı bakımlardan daha ötesini) istemektedir. İstenen şeylerden birisi de polise bağlı faşist özel harekât timlerinin yeniden
marksist tutum
bölgede görev başı yapmasıdır. Bu konuda planlamanın da şimdiden yapıldığı ve yıl sonuna kadar bölgeye 7 bin özel harekâtçının gönderileceği anlaşılıyor. Aslında fiiliyatta bu sürece çoktan girilmiş durumdadır. Sadece görünür verilere bakıldığında bile tablo nettir. 2008 yılında işkencede ölenlerin sayısı 30’a ulaşmış, sokakta infaz edilenlerin sayısı 30’u geçmiş, faili meçhul cinayetlerin sayısı da 35’i bulmuştur. Bunlar sadece açık resmi verilerdir. Devrimci Engin Çeber’in geçtiğimiz günlerde poliste ve hapishanede gördüğü işkenceyle katledilmesi ve ülkenin dört bir yanında gösteri ve eylemlere yönelik devlet saldırıları, içine girilen sürecin bir özeti gibidir. Diğer taraftan sınır ötesi harekât tezkeresi bir yıl daha uzatılmıştır. Bu arada, “bağımsız yargı” da çalışmalarını sürdürmekten geri kalmayarak, “ölen her askere karşı beş DTP’li öldürülmeli” diye salyalı çağrılar yapan bir gazeteyi geçtiğimiz günlerde “düşünce özgürlüğü” kapsamında beraat ettirmiştir. Diğer taraftan iç savaş aygıtının yeni baştan organize edilerek, İçişleri Bakanlığı çatısı altında merkezileştirildiği yeni bir yapılanmaya gidileceği ilan edilmiş durumda. Hükümet sözcüleri İngiltere ve İspanya’dakine benzer bir yapılanma peşinde olduklarını söylüyorlar. Bu yapılanma için asıl olarak Genelkurmay’ın bastırdığı düşünüldüğünde, öncelikli amacın, ön planda tek sorumlu olarak görünen ordunun perde arkasına çekilerek (elbette ipleri bırakmaksızın), eleştirilerin doğrudan hedefi olmaktan çıkarılması olduğu anlaşılabiliyor. Böylece ordunun daha fazla yıpranmasının önlenebileceği ve eleştirileri sivil devlet otoritesinin göğüslemesinin sağlanacağı hesap ediliyor olsa gerek. Bu yapılanmaya ilişkin detaylar henüz açıklanmış değilse de, bundan çıkacak şeyin devrimciler, Kürt halkı ve her türlü toplumsal muhalefet için daha fazla baskı ve devlet terörü olacağını kestirmek zor değil.
3
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
Kürt sorunu tartışmaları Kürt sorununda gelinen iflas noktasının çarpıcı biçimde ortaya çıkması ve yeni bir baskı dönemine doğru gidiş eğilimlerinin uç vermesi, Kürt sorunu tartışmalarını da yeniden tetikledi. Kürt sorununda bazı kırıntılara dayalı açılımlar yapacağı beklentisiyle hükümete ümit bağlamış olan burjuva kalem erbabı, “kaybedilmekte olan fırsat” için ağıtlar yakarken, bir yandan da sürecin geri çevrilebilmesi için hükümete akıl vermeye soyunuyorlar. Bu kesimler yeni baskıların sorunu bertaraf etmek bir yana daha da şiddetlendireceğinin farkındalar şüphesiz. Hatta bunlar arasında, kırıntılara dayalı bir “çözümün” bile artık imkânsız olduğunu ve gelinen noktada çok daha kapsamlı bir adım atılması gerektiğini dile getirenler var: “«Kürt sorunu»nun zamana yayılarak, zaman içinde adım adım çözülmeye çalışılmasının zamanı geçiyor. Bu konuda, hükümetin «ezber bozan», radikal ve sorunun birçok yönünü bir arada kapsayan bir paketle sahneye çıkmasının zamanı geldi, geçiyor.” (Cengiz Çandar) AKP hükümeti de bir yandan tüm baskı mekanizmalarını işletirken, diğer yandan tam bir riyakârlıkla Kürt sorunuyla ilgili yeni adımlar atacağından söz etmekten geri durmuyor. Kürt halk kitlelerini bir kez daha kandırmaya çalışıyor. TRT’den 12 saat Kürtçe yayın hazırlıklarının yapıldığını ilan ederek büyük reform yapıyormuş havası satıyor. Kimsenin yüzüne bile bakmayacağı bu yayınlarla büyük jest yapacağını zannediyor. Halbuki, Çandar gibilerin bile kabul ettiği gibi, bu tür içi boş kırıntılarla Kürt halkının avutulmasının vakti çoktan geçmiş bulunuyor. Diğer taraftan sorunun ekonomik yatırımlarla, sadakalarla, rüşvetlerle geçiştirilebileceği ve din kardeşliği kisvesi altında gargaraya getirilebileceği havasını yaymak da, onun dört başı mamur bir ulusal sorun olduğu, yani özünde kültürel ya da ekonomik bir sorun değil, politik bir sorun olduğu gerçeğini örtbas etmek anlamına gelmektedir. Yıllar süren inkârdan sonra bugün bazı burjuva yazarlar bu noktayı da utangaçça itiraf etme noktasına gelmişlerdir. Elbette bundan gerekli tüm sonuçları çıkararak değil. Kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına bile almayan bu yazarlar, yalnızca, kültürel bazı tavizlerle veya ekonomik önlemlerle sorunun çözülemeyeceğini ve idarianayasal bazı düzenlemelere ihtiyaç olduğunu söylemekle yetiniyorlar. Fakat bu kadarı bile mevcut rejim için bir tabu durumunda. Asıl tabu ise Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin muhatap alınması sorununda kendini gösteriyor. Bugün Kürt hareketinin en öncelikli talebinin bu olduğu açıktır. Kürt hareketi taleplerini oldukça geriye çekmiş olmasına rağmen, egemenler onu tanımamakta ısrar etmekte; hareketin tutsak liderine fiziki ve manevi işkence etmekte, onu aşağılamakta ve bir nefret figürü haline getirmeye çalışmaktadırlar. Bunu yaparken kendilerine “makul Kürtler” dedikleri muhataplar aramakta ya da bunları yaratmaya
4
çalışmakta, ancak her seferinde de batağa saplanmaktadırlar. Bu tür çabalarla ilgili dikkat çekilmesi gereken önemli bir başka nokta, TC’nin son bir yıl içinde Güney’deki Kürt liderlikleriyle (KDP ve KYB) yakınlaşmakta oluşudur. ABD’nin desteği ve ordunun da rızasıyla yürütülen bu yakınlaşma, adeta Kürt sorununu Barzani-Talabani üzerinden “çözme”ye doğru bir yönelişin ipuçlarını vermektedir. Ancak Aktütün baskını ve sonrasındaki gelişmeler, bu girişimlerle PKK’yi saf dışı etmenin kolay olmadığını göstermektedir. Sonuçta tüm bu gelişmeler, sorunun özünden ve muhataplarından kaçılarak bir yere varılamayacağını göstermektedir. * * * Türkiye’deki burjuva düzen Kürt sorunu konusunda başından bu yana bir çözüm üretme yeteneğinde olmadığını göstermektedir. Ne ortada bir ulusal sorun olduğu kabullenilmekte, ne 25 yıldır bir savaş yürüten ulusal hareket muhatap alınmakta, ne de Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini tanıma yolunda ciddi bir adım atılmaktadır. Aksine, Türkiye’deki burjuva düzen, bu talepleri bastırma uğruna her türlü insanlık dışı suçu işlemeye kararlı görünmektedir. Bu durum, bunca ırkçı şoven zulme, aşağılamalara, katliamlara, işkencelere rağmen, genelde halklar arasında bozulmayan köklü kardeşlik duygularının da gitgide zedelenmesine yol açmaktadır. Kürt sorunu uzunca bir süredir Türkiye’nin kilit siyasal sorunu halini almıştır. Bunun anlamı şudur ki, ülkedeki büyük ölçekli toplumsal ve siyasal sorunların Kürt sorununun üzerinden atlanarak çözülmesi olanaksızdır. Marx kendi döneminde İrlanda sorununun İngiltere ve İngiliz işçi sınıfının mücadelesi açısından kilit önem taşıdığını ve İngiliz işçi sınıfının bu sorunda enternasyonalist bir tutuma ulaşmadıkça kurtuluşunun mümkün olmadığını vurgulamıştı. Bugünkü haliyle Kürt sorunu da Türkiye işçi sınıfı için benzer bir konum işgal etmektedir. O nedenle işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi belki de hiçbir zaman olmadığı kadar yakıcı bir aciliyet arzetmektedir. Son 25 yılın savaş tecrübesi açıkça göstermektedir ki, işçi sınıfı bu haksız savaşa dur deyip bir devrimci özgürlük rüzgârı estirmedikçe, Kürt sorununda kalıcı, hakiki bir çözümün gelme ihtimali yok gibidir. Elbette Türkiye’deki gerici burjuva rejim sıkıştıkça kimi tavizler verebilecektir. Ancak her seferinde bunların Kürt halkının özlemlerini gidermekten uzak, bölük pörçük kırıntılardan öteye gidemeyeceği ve yeniden aynı döngüye girileceği görülmektedir. O nedenle halklar arasındaki kardeşliğin yegâne sigortası konumundaki işçi sınıfına büyük bir sorumluluk düşmektedir. Sınıf bilinçli işçiler bu kavrayışla hareket etmeli ve şovenist zehrin işçileri etkilememesi için azimle çaba harcamalıdırlar.
Kapitalizm Krizde, Marksizm Işıldıyor Oktay Baran
“T
atlı hayallere dalıp doğa yasalarından kurtulmak nasıl mümkün değilse, kapitalizmin iç yasalarının yaratacağı felâketlerden uzak durabilmek de asla mümkün olamaz. Bu yasaların koyduğu kaçınılmaz engeller karşısında, ekonomik büyüme kredi pompasıyla ilânihaye sürdürülemez. Piyasalardaki durgunluğun, devlet harcamalarının arttırılması ve kredilerin şişirilmesiyle ertelenmeye çalışılmasının bir sınırı vardır. Bir dönem için ertelenmiş gibi görünen sorunlar, gerçekte uluslararası banka sistemini tehdit eden zincirleme bir iflâs ve çöküş tehlikesinin kaynağıdır. Geri ödenmeyen borçların muazzam miktarlara ulaşmasıyla birlikte işler tamamen terse döner. Bir yandan artık yeni kredi açılamazken öte yandan biriken faizlerle birlikte kartopu gibi büyüyen borç rakamları geniş kitleleri yıkıma sürükler. Bu da talepte ani ve sıçramalı daralmalarla sonuçlanır. Bu durum kontrol altına alınamayan ve belirtilen faktörlerin birbirini daha da olumsuz yönde etkilemesi sonucunda derinleşen bir depresyon eğilimidir.” (Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.33-34) Bir düşüncenin gücü, doğruluğu ve bilimselliği onun mevcut olguları açıklayabilme ve dahası sağlam öngörülerde bulunabilme yeteneğiyle ölçülür. Bundan beş yıl önce yazılan yukarıdaki satırlar, Marksizmin ne denli güçlü, doğru ve bilimsel bir dünya görüşü olduğunun apaçık bir kanıtıdır. Burjuva iktisatçılar, II. Dünya Savaşından sonraki en hızlı büyüme döneminden geçiyoruz yalanlarıyla insanlığı kandırırken kaleme alınan bu satırların her birinin harfiyen nasıl doğrulandığına aşağıda
Kapitalizm, yukarıda dile getirdiğimiz tüm çıkmazlarına, tüm çöküş eğilimlerine, çürümekte oluşu gerçekliğine rağmen, devrimci işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü darbesiyle çökertilmediği sürece kendiliğinden çökmeyecektir. Lenin’in ısrarla vurguladığı üzere, kendi haline bırakıldığı sürece, kapitalizmin çözüm bulamayacağı hiçbir kriz, hiçbir açmaz yoktur. İşçi sınıfı tarafından yıkılmadığı sürece kapitalizm tüm insanlığı yeni felâketlere sürükleme pahasına eninde sonunda bir çıkış yolu bulacaktır. Yeni felâketlerden kurtulmanın tek yolu, kapitalizme bitirici darbeyi vurmak üzere işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmekten geçiyor.
5
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
Güven bunalımı denen şey bir olgu olsa bile, krizin nedeni bu değildir. Güven olgusu ne krizleri yaratır ne de yükselişleri. Ekonominin yükseliş ve kriz evreleri, köklerini psikolojik faktörlerde değil, pazarların genişliği ve derinliği, talebin düzeyi, krediler, faiz ve en önemlisi kâr oranları vb. gibi son derece nesnel faktörlerde bulurlar. Ve dolayısıyla güven olgusu gerçekte bu nesnel koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkar ya da yok oluverir.
somut verilerle bakacağız. Ama bundan önce, burjuva yorumcuların, politikacıların ve ideologların ne denli çapsız olduğunun kimi örneklerine değinmek de epey öğretici olacaktır.
Güven bunalımı mı? Krizin Türkiye’yi etkileyip etkilemeyeceği yolundaki sorulara başbakan, “hamdolsun bize bir şey olmaz”, “teğet geçeriz”, “yangına körükle gitmeyin” gibi boş laflarla yanıt veriyor ve “piyasalara güven aşılamaya” çalışıyor. Nasıl aşılamasın ki! Eğitimlerini ABD’de ve İngiltere’de almış ve neo-liberalizme imanı tam iktisatçılar güven bunalımından bahsedip duruyorlar, Kasımpaşalı başbakan da bundan “ver gazı” çözümünün yeterli olacağı sonucunu çıkartıyor. Ama yalnızca o değil ki! Aklı başında gözüken burjuva yorumcular bile sorunun kökeninde güven bunalımın yattığını iddia edecek kadar çaresizler. Ne var ki, güven bunalımı denen şey bir olgu olsa bile, krizin nedeni bu değildir. Güven olgusu ne krizleri yaratır ne de yükselişleri. Ekonominin yükseliş ve kriz evreleri, köklerini psikolojik faktörlerde değil, pazarların genişliği ve derinliği, talebin düzeyi, krediler, faiz ve en önemlisi kâr oranları vb. gibi son derece nesnel faktörlerde bulurlar. Ve dolayısıyla güven olgusu gerçekte bu nesnel koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkar ya da yok oluverir. Ciddi ve büyük kriz dönemlerinde, krizin esas yükünü çeken emekçi kesimler arasında sistemden duyulan hoşnutsuzluk artar ve yeni bir toplum arayışları canlanırken, burjuvalar arasında bile sistemin işlerliğine dönük derin kaygılar belirir.
6
ABD Merkez Bankasının eski “efsane başkanı” ve neo-liberalizmin bir numaralı savunucularından Alan Greenspan, geçenlerde Kongrenin oluşturduğu bir araştırma komitesine verdiği ifadede bu güvensizliği dışa vuruyor. Alan Greenspan, bankaların ve finans kuruluşlarının “yaptıkları hatalara” inanamadığını söyleyerek, “piyasa rekabetinin ve serbest piyasaların bir temel taşı kırıldı. Bunun nasıl olduğunu hâlâ tam anlamıyorum” diyor, kendisinin ekonomiyi algılama modelinde de bir “yanlışlık” olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “40 yıldan fazla süredir bu sistemin iyi çalıştığını zannediyordum”. Greenspan gibilerin kırk yıldır ne yaptıklarının bilincinde olduklarından en ufak bir şüphe duyulamaz. Ne var ki kimi başka burjuva yorumcuların, krizin nedeni olarak güven bunalımını göstermelerinin sebebi, eğer sahtekârlık değilse, bizzat kendilerinin sisteme duydukları güvenin yıpranması olsa gerek! Şöyle diyor bir burjuva yorumcu: “piyasalardaki bu başıboş düşüşün derin bir güven bunalımından kaynaklandığı konusunda hayli yaygın bir görüş birliği var. Bankalar birbirine güvenmiyor ve bankalararası piyasa çalışmıyor; bankalar şirketlere güvenmiyor ve kredi açmıyor; tasarruf sahiplerinin bankalara ve finans sistemine güveni sarsılmış durumda. Belki de hepsinden önemlisi, karar alma noktasındakilere, hükümetlere ve merkez bankalarına güven duyulmuyor. Alınan benzeri görülmemiş önlemler de bu nedenle etkili olamıyor.” (Milliyet, 12/10/08) Kapitalistler birbirlerine ve hükümetin krizi çözebileceğine güvenmiyor; halk ise hem kapitalistlere hem de onların hükümetine güvenmiyor! Sonuna kadar doğru ve biz Marksistler için sevindirici bir haber! İlk olgu krizin derinliğine, ikincisi ise dipteki bir devrimci mayalanmaya işaret ediyor!
Kasım 2008 • sayı: 44
Finans krizi mi? “Devinim halindeki tüm süreçleri incelediğimizde görürüz ki, yukarı doğru tırmanışı yaratan çeşitli faktörler süreci bir tepe noktasına taşıdıktan sonra kendi karşıtlarına dönüşür ve böylece ani düşüşlere, çöküntülere neden olurlar. Kapitalist ekonomik işleyişte de her yükselişin bir düşüşü vardır ve bu olgu sistemin bir hareket yasasıdır. Bu nedenle, arızi nedenlerle patlak veren bazı mali krizler bir yana, incelememize konu olan devresel ekonomik krizler tesadüfi olaylar değildir. Egemen kapitalist güçlerin sistemin bu krizlerinden kaçıp kurtulabilmelerinin bir yolu yoktur.” (Elif Çağlı, age, s.14, abç)
Bugün yaşanmakta olan krizin, hangi alandan kaynaklandığı, neden ve nasıl başladığı üzerine çeşitli burjuva yorumcular, üç aşağı beş yukarı fikir birliği içindeler. Çoğunluğu, mevcut krizin, finans sektörü alanındaki güven bunalımından ve esasen aşırı denetimsizlikten kaynaklandığını söylüyorlar. “ABD’de mortgage kredilerinin geri dönmemesi ile başlayan kriz” şeklindeki ifadeler burjuva analizlerin temel taşı niteliğinde. Oysa bu yaklaşım, gerçeğin ancak yüzeysel bir görüntüsünü sunmakta, temelde yatan gerçek nedene değil, sonuca işaret etmektedir. Böylelikle sorunu kapitalist üretim alanında değil, dolaşım alanında arayarak sistemi aklamaya çalışıyorlar. Kapitalist ekonominin derinliklerinden gelen mevcut krizin, kendisini inkâr edilemez biçimlerde ve şiddette dışa vurduğu alanın konut kredileri başta gelmek üzere kredi ve finans sektörü olduğu doğrudur. Ancak bizi gerçek yanıta götürecek çok basit bir soru mevcut: krediler neden geri dönmemiş, borçlular neden borçlarını ödememişlerdir? Birkaç milyon Amerikalı bir araya gelip bu borçları ödememe fikri etrafında ortak hareket etme kararı vermiş olmadığına göre, ortada, onların borçlarını artık ödeyemez duruma düştükleri nesnel gerçeği yatmaktadır. Bu gerçeğin üstünü kazıdığımızda ise, bunun altında, uzun yıllardır sürekli olarak düşen reel ücretler, kapitalist verimliliği arttırıcı önlemlerin sonucu olarak artan işsizlik olgusuyla karşı karşıya kalırız. Ve biliyoruz ki, düşen ücretler ve artan işsizlik olgusu, kapitalist ekonomik işleyişin canlanma ve yükseliş evresine ait olgular değil, daha ziyade durgunluk ve bunalım dönemine ait olgulardır! Öte yandan işsizliğin artması ve ücretlerin düşmesi, kapitalist sistemin bütününde tüketim talebini daha da azaltıcı bir etki yaratıyor ki, bu durum beraberinde üretilen ürünlerin satılamamasını ve devasa ürün stoklarının birikmesini (aşırı-üretim) getiriyor. Diğer taraftan, işçinin sömürüsüyle elde edilen artıdeğerin kâr olarak realizasyonu sorunu gittikçe kangrenleşirken, gerek bu sorundan gerekse de zaten düşme eğiliminde olan kâr oranlarından ötürü sanayi ve hiz-
marksist tutum
metler sektöründe kapitalistlerin yeni yatırım iştahı giderek azalıyor. Durgunluktan yakayı kurtaramayan “reel” sektörde yeni işletmelerin açılmaması ve hatta varolanların kapanmaya başlaması, bu döngüyü daha da kuvvetlendirip, ekonomiyi daha da diplere doğru sürüklüyor. Yaşanan kriz, arızi bir mali kriz ya da kapitalist sistemin temelini aklamak üzere kimi burjuva ideologlarının kullandığı tabirle “finansal kapitalizmin” krizi olmayıp, sistemin yapısal, kaçınılmaz ve periyodik krizlerinden birisidir. Üstelik bu seferki kriz tarihi önemdeki krizlerden biridir. Burjuvazinin bu denli telaşa kapılmasının, emekçilerin sırtından trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri oluşturulmasının, kapitalizmin ışıltısı kararan metropollerinin semalarında Marx’ın siluetinin bir kez daha parıldamasının nedeni budur.
Demek ki, bugün yaşanılan kriz, konut kredilerinin geri ödenmemesiyle başlamamıştır. Kredi geri ödemelerinin durması, zaten başlamış olan krizin kendisini apaçık ilan etmesi ve finans sektöründeki çöküşün tetiklenmesi anlamına geliyor. Bu gerçekliği kavradığımızda, burjuva yorumcular arasında sürmekte olan, “finansal kriz reel sektöre yansıyacak mı ya da ne ölçüde yansıyacak” şeklindeki tartışmanın beyhudeliği de apaçık ortaya çıkacaktır. Gerçek, özünde, bunun tam tersidir; reel sektördeki kriz daha da olgunlaşarak finans sektörüne yansımış, orada giderek derinleşmiş ve şimdi reel sektörü daha da dibe doğru çekerek sistemin bütününü uçurumun kenarına getirmiştir. Çok net bir şekilde vurgulamakta yarar var: Yaşanan kriz, arızi bir mali kriz ya da kapitalist sistemin temelini aklamak üzere kimi burjuva ideologlarının kullandığı tabirle “finansal kapitalizmin” krizi olmayıp, sistemin yapısal, kaçınılmaz ve periyodik krizlerinden birisidir. Üstelik bu seferki kriz tarihi önemdeki krizlerden biridir. Burjuvazinin bu denli telaşa kapılmasının, emekçilerin sırtından trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri oluşturulmasının, kapitalizmin ışıltısı kararan metropollerinin semalarında Marx’ın siluetinin bir kez daha parıldamasının nedeni budur.
Mevcut krizin gelişimi “Kredi sistemi sanayinin çeşitli sektörlerine yatırım yapmak isteyen kapitalistlerin kaynak sıkıntısını gidererek üretimin önünü açar. Ayrıca geniş kitlelerin
7
marksist tutum borçla satın almasını yaygınlaştırıp tüketimi arttırır. Böylece bir yandan kapitalizmin bunalımlarını azdırırken bir yandan da sanki bunalımlara bir çözüm getirirmiş gibi görünür. Fakat ister yatırımcı ve isterse tüketici kredisi biçiminde ele alınsın, gerçekte kredi musluklarını sürekli açık tutmanın olanağı yoktur. Bankaların ve kredi kuruluşlarının kredi sistemini ayakta tutabilmeleri için, verilen kredi tutarlarının faiziyle birlikte geri ödenmesi gerekir. Geri ödemelerde sorunlar biriktikçe kredi genişlemesi duracak, kredi muslukları kısılacaktır. Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir sistemde, kredi musluklarının birdenbire kısılmasıyla birlikte bir bunalımın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten bu nedenle, gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk bakışta bir para ve kredi bunalımı gibi görünür. Kâr haddinin düşmesine karşılık faiz haddinin yükselmesi nedeniyle borsada hızlanan spekülasyon, böylesi dönemlerde önemli miktarda para sermayeyi kendine çeker. Fakat işin gerçeğinde, borsadaki “aşırı” kârın kaynağı üretim sürecindeki genişlemeden kaynaklanmayan spekülatif bir kârdır. Ve borsada bunalımın patlak vermesiyle birlikte ani biçimde çöker.” (Elif Çağlı, age, s.31-32)
Diğer taraftan, alınan tüm önlemlere rağmen ekonominin tümüyle dibe vurması durumunda, krizden çıkış ancak, yeni pazarların yaratılması, ele geçirilmesi ya da derinleştirilmesiyle, mevcut üretici güçlerin büyük ölçüde yok edilmesine yol açan büyük çaplı savaşların yürütülmesiyle veyahut tüm bunların uygun bir bileşimiyle mümkün olmaktadır. Ne var ki böylesi büyük dönüşümler, kapitalist sisteme göreli uzun bir rahatlama dönemi bahşetse bile, son tahlilde sistemin tarihsel sonunu yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Krizi aşmak için denenen tüm yöntemler, bir yandan da kapitalizmin cephaneliğini giderek tüketmesi anlamına gelmektedir. Bugün bu gerçekliğin örnekleri apaçık ortadadır. Bugünkü kriz, milenyumdaki dünya krizinin bir devamı niteliğindedir. Tüm dünyayı eşzamanlı olarak finansal bir çöküşe ve derin bir durgunluğa iten milenyum krizinden çıkış yolu olarak özellikle ABD sermayesinin öncülüğünde geliştirilen “finansal kapitalizm” bugün artık iflas bayrağını çekmiş bulunmaktadır. Milenyum krizinden çıkış için, militarist harcamaların arttırılmasıyla üretimin canlandırılması, faizlerin düşürülerek tüketim kredilerinin daha da pompalanması ve finansal spekülasyonların ve finans hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması yoluna gidilmişti.1 2004 yılına kadar kısmi bir toparlanmayı beraberinde getiren bu uygulamalar, o tarihten itibaren etkisini giderek yitirdi. 2004’ten itibaren, yeni ev inşaatları ve otomobil satışları düşmeye başlamış, sanayi üretiminde, dayanıklı tüketim malları siparişlerinde ve perakende satışlardaki artış
8
Kasım 2008 • sayı: 44
oranları düşüşe geçmiş, buna karşın enflasyon ve işsizlik yükselmeye başlamıştı. ABD ekonomisi durgunluk eşiğine dayanmış, tüketim kredilerinin geri ödenmesinde sorunlar baş göstermişti. Öte yandan, yukarıda belirttiğimiz önlemlerin 2001 yılından itibaren üretim alanında ekonominin ciddi bir toparlanışına hizmet edememesi, finans sektöründe spekülasyon eğiliminin görülmedik ölçülerde güçlenmesini beraberinde getirdi. Mal ve hizmet üretimi alanında, yani reel ekonomide durgunluğun aşılamaması, ellerinde muazzam ölçüde birikmiş aşırı sermaye için yatırım alanı arayan dev kapitalist grupları, finans sektöründeki tatlı ve kolay kazanç kapılarına itti. Yatırımları teşvik amacıyla faiz oranlarının düşürülmesi, tüketicilere verilen kredilerin de ucuzlamasına ve buna bağlı olarak özellikle konut kredileri alanında muazzam bir büyümeye yol açmıştı. Bir taraftan konut fiyatları yapay olarak şişirilmiş, diğer taraftan ödeme gücü olmayan insanlara bile binbir hilelerle konut kredileri dağıtılmıştı. Çılgınlık o düzeye vardı ki, evlerini satıp yeni bir ev almak isteyen insanlara eski evlerinin saptanan değerinden %10-20 daha fazla kredi sağlandı. Böylelikle 10 trilyon dolar civarında bir konut kredisi sektörü oluşuverdi.
Dahası bu yüksek riskli kredi sözleşmeleri, daha düşük riskli farklı türde kâğıtlarla paket haline getirilip, düşük riskli kıymetli kâğıtlar olarak tüm dünyaya pazarlandı. Bu kâğıtları ellerinde bulunduran mali kuruluşlar onları teminat olarak gösterip yeni borçlanmalara giriştiler ve yeni kıymetli kâğıtlar çıkarmaya devam ettiler. Devasa bir hacme ulaşan ve türev enstrümanlar adını taşıyan bu kâğıtlar üzerinden yapılan spekülasyonla muazzam bir “köpük” oluştu. Ne var ki, ödemeler zincirinin en zayıf halkasını oluşturan “hane halkı”nın çöküşüyle birlikte bu balon Eylül 2008’de büyük bir gürültüyle patlayıverdi. Böylelikle bir kez daha şu saptama kanıtlanmış oluyor: “İlk aşamalarında birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine giren kredi
Kasım 2008 • sayı: 44
sistemi, giderek büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çekmektedir. … Kapitalizmin emperyalist aşaması, aşırı-üretimle kitlelerin sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin kapitalist pazara getirdiği kaçınılmaz engellerin kredi sistemi sayesinde aşılmaya çalışıldığını gözler önüne serer. Fakat kredi kapitalist krizlerin kaynağını ortadan kaldırmamıştır. Tam tersine, krizlerin bu mekanizma sayesinde geciktirilmeye ve hafifletilmeye çalışılması daha büyüklerinin yolunu döşemiştir.” (Elif Çağlı, age, s.29-30)
Kriz bitiyor mu? Eylül 2008’de kriz ayyuka çıktığında, burjuva yorumcular, “kriz yatırım bankalarını vuruyor, klasik bankacılık ve finans sektöründe sorun yok” diyerek halkı aldatmaktan vazgeçmeyeceklerini bir kez daha gösteriyorlardı. Ne var ki, birkaç hafta içerisinde yaşanan gelişmeler hem cahilliklerini hem de sahtekârlıklarını yeterince açığa çıkarmış oldu. Konut kredisi dağıtan bankaların ardından, yatırım bankaları, mevduat bankaları, dev sigorta şirketleri, yatırım fonları ve şimdi de doğrudan büyük kapitalist üretim tekelleri iflasın eşiğinde çırpınıyorlar. Kriz bitmek üzere, dip göründü, toksik madde temizlendi gibi açıklamaların daha mürekkebi kurumadan, dibe doğru gidişin devam ettiği ve devam edeceği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Konut kredisi dağıtan bankaların ardından, yatırım bankaları, mevduat bankaları, dev sigorta şirketleri, yatırım fonları ve şimdi de doğrudan büyük kapitalist üretim tekelleri iflasın eşiğinde çırpınıyorlar. Kriz bitmek üzere, dip göründü, toksik madde temizlendi gibi açıklamaların daha mürekkebi kurumadan, dibe doğru gidişin devam ettiği ve devam edeceği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Spekülatif finansal balon nedeniyle bugün halen yaşanan krizin mali sektördeki toplam faturasının ne olacağını bilinmiyor. Yalnızca bugüne kadar ortaya çıkan faturayı dikkate alan araştırmalar, son derece iyimser tahminlerle, “küresel gerçek kredi hacminin” yüzde 4 ilâ 6 arasında daralacağını öngörüyorlar. Oysa resesyon sınırını aşan yıllık yüzde 3’lük bir büyüme için bile kredi hacminin yüzde 10 ilâ 15 arasında genişlemesine ihtiyaç olduğunu söylüyor burjuva iktisatçılar. Bu durumda zaten ekonomik durgunluktan kaynaklı olarak girdi-
marksist tutum
ği kriz nedeniyle çöküşün eşiğine gelen mali sektörün dönüp reel ekonomiyi hepten durma noktasına ve hatta çok ciddi bir küçülmeye doğru baskı altına alması kaçınılmazdır. Daha şimdiden ABD’de tüketim talebi büyük ölçüde daralmış, tüketici güven endeksleri tarihteki en düşük düzeyine inmiş, sanayi üretimi son yirmi yılın en büyük düşüşünü kaydetmiştir. 2001 krizinden sonra inanılmaz ölçüde şişirilen finansal balonun temeli durumundaki inşaat sektöründeki faaliyetler, bugün son 26 yılın en düşük düzeyine inmiş durumda. En iyimser burjuva yorumcular, bir yıl sürecek bir depresyon (küçülme) döneminden bahsededursunlar, ABD’nin ünlü burjuva iktisatçılarından Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Dani Rodrik, özellikle geri kapitalist ülkelerin büyük bir yıkımla karşı karşıya olduğunu söyleyerek, şunları belirtiyor: “Bu kriz, etkilenen ülkelerdeki hükümetlerin alacağı önlemlerle engellenemez. … İleri ülkelerdeki derin bir durgunluk, gelişmekte olan ülkelerin paralarının kontrolsüz değer yitirmesi ve ABD-Avrupa’da ticari bariyerlerin yükselmesiyle birleştiğinde iş dayanılmaz noktalara varacaktır. 1930’lardaki gibi işsizlikle korumacılığın yaratacağı ve birbirini destekleyeceği bir kısır döngü, herkesin beklediği durgunluğu ikinci büyük buhrana dönüştürecektir.” Bilindiği gibi, 1929 Büyük Buhranı, ABD’de 1940’ların başına kadar sürmüş ve bu buhrandan ancak 40 milyonu sivil olmak üzere 55 milyondan fazla insanın katledildiği II. Dünya Savaşıyla çıkılabilmişti.
Artan karmaşıklık, asalaklaşma ve spekülasyon “Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi haline gelinceye kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.” (Marx, Kapital, c.3, s.390)
En katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi! Marx’ın bu güzelim ifadesi, modern kapitalizmin gerçekliğini her görünümüyle dile getiriyor. Bu sıfatlara bugün eklenmesi gereken tek şey “en karmaşığından” sıfatı olsa gerek. Üretim alanındaki yalın sömürünün yanı başında dolaşım alanında en karmaşık yöntemlerle soygun, vurgun ve spekülasyon. En küçüğünden en büyüğüne tüm kapitalistlerin işçileri iliklerine kadar sömürmesinin yanı sıra, küçük kapitalistlerin birbirlerini yok etmeye ve büyük kapitalistlerin de hepsini birden soyup soğana çevirip yutmaya çalıştığı bir ekonomik düzen. Bugün yaşadığımız kriz bu pis-
9
marksist tutum
Kasım 2008 • sayı: 44
Yaşanan durgunluklardan anlamlı bir çıkış sağlayamayan sermaye sürekli olarak emek sömürüsünü yoğunlaştırsa da, kâr oranlarındaki düşme eğilimini ortadan kaldıramadı, kaldıramazdı da. Sonuç, büyük emperyalist merkezlerin önce imalat sanayiini artan ölçülerde daha geri ülkelere transfer ederek hizmet sektörüne kayması, ardından da düpedüz tefecilik anlamındaki mali sektörün emperyalist ülkelerin ekonomisinde giderek ağırlık kazanmaya başlaması oldu. liği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Bir burjuva yorumcu, “krizin aşılmasını zorlaştıran faktörlerin başında, şeffaflığı kaybolan finansal sistemin karmaşık yapısı geliyor; bu yapı içinde risklerin nasıl dağıldığını kimse tam olarak bilmiyor” diyor. Hiç kimse tam olarak bilmiyor; yalnızca bilgiler ticari sır perdesinin arkasına saklandığı için değil, sonsuz ölçüde karmaşıklaştırılmış vurgun yöntemleri nedeniyle tam bir yumak haline gelmiş mali ilişkilerden ötürü. Bugün şu ya da bu şirketin hisselerinin, çıkardığı tahvillerin, yazdığı çek ve senetlerin, imzaladığı kontratların, sipariş anlaşmalarının velhasıl ondan kaynaklanan her türlü kıymetli kâğıdın hangi kişilerin, şirketlerin ya da devletlerin elinde olduğunu tam bir kesinlikle saptamak imkânsız. Birkaç ay öncesine kadar çok kıymetli ve makbul kabul edilen bu tür kâğıtların bugün değersizleşmesi, tüm kapitalistleri diken üzerinde oturtuyor. Bu bilinmezlikten kaynaklı, “acaba iflas sırası kimde” sorusu ekonominin üzerine bir kâbus gibi çökmüş durumda. Aynı şey devletlerin piyasaya sürdükleri kıymetli kâğıtlar için de geçerli. Ama özellikle son yirmi yıldır, kimin elinin kimin cebinde olduğunun hiçbir şekilde belli olmadığı bu işleyişin üzerine, finans piyasalarının “harika çocukları”nın icatları tam anlamıyla tüy dikmiş oldu. Bu “harika çocukların” yarattığı yeni tipte kıymetli kâğıtlar aracılığıyla gerçekleştirilen işlemlerin hacmi, dünyada yaratılan yıllık hasılayı defalarca katlayan meblağlara ulaşmış bulunuyor. Benzer bir olguyu dünya döviz piyasasındaki hareketlerde de görmekteyiz; her gün 2 trilyon dolara yakın bir döviz miktarı el değiştirmektedir. Temel enerji, hammadde ve gıda ticaretinde de aynı spekülatif süreç inanılmaz boyutlara varmaktadır; yalnızca petrol fiyatlarının birkaç aylık bir süre içerisinde önce 80 dolarlardan 150 dolara fırlaması ardın-
10
dan da iki hafta içerisinde 70 doların altına inmesinin muazzam boyutlardaki spekülasyondan başka hiçbir açıklaması yoktur. Tüm bu olgular bir taraftan muazzam ölçüde artan ve karmaşıklaşan bir dünya ticaretine2, öte yandan da ondan katlarca hızla büyüyen bir mali spekülasyon denizine işaret etmektedir. Son otuz yıldır dünya ekonomisindeki genel yavaşlama eğiliminin de katkısıyla, yaşanan durgunluklardan anlamlı bir çıkış sağlayamayan sermaye sürekli olarak emek sömürüsünü yoğunlaştırsa da, kâr oranlarındaki düşme eğilimini ortadan kaldıramadı, kaldıramazdı da. Sonuç, büyük emperyalist merkezlerin önce imalat sanayiini artan ölçülerde daha geri ülkelere transfer ederek hizmet sektörüne kayması, ardından da düpedüz tefecilik anlamındaki mali sektörün emperyalist ülkelerin ekonomisinde giderek ağırlık kazanmaya başlaması oldu.3 ABD’nin yanı sıra bir zamanlar dünyanın atölyesi olarak anılan İngiltere’nin bugün milli gelirinin ağırlıklı bir bölümünü finans sektöründen elde etmesi bunun tipik bir göstergesidir. İktisadi, siyasi, teknolojik ve kuşkusuz askeri üstünlüklerine dayanarak, emperyalistkapitalistlerin daha zayıf rakiplerinin biriktirdiği artıdeğere el koyma eğilimi giderek güçlenmiş ve belirleyici bir hal almıştır. Ve bugün yalnızca emperyalist merkezlerde değil, Türkiye gibi emperyalist piramidin ortalarında yer alan ülkelerde bile büyük sermaye gruplarının kazançlarında finansal kazançlar yüzde 40’ları aşan oranlarda ağırlık kazanmaya başlamıştır. Lenin, emperyalizmi bu yüzden asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm olarak adlandırmıştı.
İşçiler yıkmadıkça kapitalizm yıkılmaz Krizin mali sektör üzerindeki denetimsizlikten kaynaklandığını ileri süren kapitalizmin özürcüleri, yaşan-
Kasım 2008 • sayı: 44
makta olan çöküşle birlikte “piyasanın tanrılaştırıldığı dönemin sonuna gelindiğini” iddia ediyorlar. Onlara bakılırsa neo-liberalizmin çıkmaz bir yol olduğu ortaya çıkmış ve Amerikan tarzı sermaye birikim modelinin “karizması çizilmiştir”. Kuşkusuz bunlar gerçekliğin bir boyutudur, ama resmin tamamı bu değildir. Mali sektör üzerindeki denetimin arttırılması, finansal spekülasyonların belli bir düzeye geriletilmesi vb. gibi faktörler, finansal alanda ortaya çıkan arızi krizleri, ani dalgalanmaları vb. belli ölçülerde kontrol altında tutmak açısından iş görebilirler. Ne var ki, kapitalist çerçevede kalındığı sürece, en sıkı denetim mekanizmaları, en Keynesyen yaklaşımlar, en katı gözüken devlet kapitalizmi modelleri bile sermayenin hareket yasalarının üstesinden gelemez ve kapitalizmin periyodik krizlerini ortadan kaldıramazlar. Dahası, devlet müdahalesini, devlet yatırımlarını veya devletleştirmeleri içeren ya da “sosyal devlet” vurgusunu öne çıkaran politikalar, işçi sınıfının yaşamını bir ölçüde daha katlanılır kılsa bile, bu durum emeğin sömürüsünün ortadan kalktığı ve hatta çoğu kez azaldığı anlamına bile gelmeyecektir. Emeğin yaşam standartlarını bir ölçüde dahi olsa iyileştiren kimi uygulamalar, genellikle kapitalizmin büyük bir canlanma yaşadığı dönemlerde hayata geçirilmiş ve işçi sınıfını düzen sınırları içerisine hapsetme amacını güden bir rüşvet işlevi görmüşlerdir. Ama bu kırıntılar bile, ancak emek verimliliğindeki artışın bir sonucu olarak artan sömürüyle mümkün hale gelmiştir. Bu nedenle devrimci işçi sınıfı hedef tahtasına şu ya da bu iktisadi politikayı değil, bir bütün olarak kapitalist sistemi koymak zorundadır. Öte yandan, devletin ekonomik işleyişten elini çekmesi, bu işleyişe hiçbir şekilde müdahale etmemesi anlamında neo-liberalizmin artık öldüğünü söylemek de pek mümkün değildir. Zira, tekelci burjuvazi, devlet müdahalelerine hiçbir zaman kökten karşı olmamıştır, onun karşı çıktığı şey, devletin tekelci sermayenin çıkarlarını zedeleyecek tarzda müdahalede bulunmasıdır. Benzer şekilde kapitalist devlet de ekonomik işleyişten gerek devlet işletmeleri anlamında gerekse de devlet müdahaleleri anlamında hiçbir zaman elini tam olarak çekmemiştir ve çekemez de. “Kendi kendini düzenle-
marksist tutum
yen bir piyasa ekonomisi” ve “küçülen burjuva devlet” hiçbir zaman varolmadı ve de olmayacak. Burjuvazi masraflı, pahalı, bürokratik ve gittikçe büyüyen bir devlet aygıtına, yalnızca siyasal ve askeri nedenlerle değil, gerekli olduğu her an ekonomiye uygun müdahalelerde bulunması ve kapitalist sınıfın kolektif çıkarları doğrultusunda ekonomiyi yönlendirmesi için her zaman ihtiyaç duymuştur. Son olarak, kapitalizm çöküyor mu anlamına gelen tartışmalara ilişkin olarak Marksist perspektifi hatırlatmakta yarar var. Kapitalizm, yukarıda dile getirdiğimiz tüm çıkmazlarına, tüm çöküş eğilimlerine, çürümekte oluşu gerçekliğine rağmen, devrimci işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü darbesiyle çökertilmediği sürece kendiliğinden çökmeyecektir. Lenin’in ısrarla vurguladığı üzere, kendi haline bırakıldığı sürece, kapitalizmin çözüm bulamayacağı hiçbir kriz, hiçbir açmaz yoktur. İşçi sınıfı tarafından yıkılmadığı sürece kapitalizm tüm insanlığı yeni felâketlere sürükleme pahasına eninde sonunda bir çıkış yolu bulacaktır. Yeni felâketlerden kurtulmanın tek yolu, kapitalizme bitirici darbeyi vurmak üzere işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmekten geçiyor. Gün, daha da büyük bir inanç ve kararlılıkla bu görevi yerine getirme günüdür.
–––––––––––––––––––––––––––––– 1 Yıllık yaklaşık 10 trilyon dolarlık bir özel tüketim harcamasının söz konusu olduğu ABD’de, 2005 yazı ile 2006 yazı arasındaki bir yıllık dönemde, insanların kazandıklarından 1,1 trilyon dolar daha fazla tüketim harcaması yaptıkları görülüyor. Amerikan halkının borcu 2006 Mart ayının sonunda 11,8 trilyon dolar düzeyindeydi, ki bu halkın gelirlerinden fazlasını oluşturuyor. Bir başka deyişle Amerikan halkı daha o tarihlerde iflas bayrağını çekmiş durumdaydı. 2
1990’da 1 trilyon dolara civarında olan dünya ticaret hacmi, 2000 yılında yaklaşık 6 trilyon dolara, 2005 yılında ise 12 trilyon dolara ulaşmıştır.
3
40 yıl önce, ABD’de mali kârlar tüm yurtiçi kârların yüzde 15’ini oluştururken, günümüzde bu oran yüzde 40’ı aşmıştır. Geçmişte kârların yüzde 50’sini oluşturan imalat sektörünün payı ise bugün yüzde 15’in altına inmiştir.
11
Kapitalistler Kurtarılıyor, İşçiler İşsizlik ve Açlığa İtiliyor
E
konomik kriz her geçen gün etki alanını yaygınlaştırıp daha da derinleşirken, burjuva medya günün 24 saati, borsadaki düşüşten, doların fırlamasından, yüz milyarlarca dolarlık kurtarma paketlerinden söz ederek krizin vurduğu tekeller için sızlanıyor. Bankalar patır patır batıyormuş, otomobil tekelleri çok zor durumdaymış, bunları kurtarmak için devlet elini taşın altına sokmalıymış! Devlet elini taşın altına soksun derken, emekçilerin ödediği vergilerin sermayeye peşkeş çekilmesinden söz ediyorlar. “Kâr bizim kârımız” diyen patronlar sınıfı, iş zarara gelince toplumsallıktan, devletten, korumacılıktan söz etmeye başlıyor. Peki ya işçiler, emekçiler? Onların zararlarını kim karşılayacak? Patronunu korumak için seferber olup oluk oluk para akıtan devlet, işsiz kalan işçiyi de koruyor mu? Bankaların borçlarını üstlenen devlet, aldığı üç kuruş ücretle yaşaması olanaksız olduğu için borç batağına saplanan işçinin borçlarını da üstleniyor mu? Hayır, çünkü düzen sermayenin düzeni, devlet sermayenin devleti. Tekeller, ekonomik kriz yüzünden kâr beklentileri düştüğü için ağlaşırlarken, on binlerce işçiyi işten atma planlarını en ufak bir iç sıkıntısı duymaksızın ilan edi-
12
yorlar. Kâr beklentisini %3,5’ten 1,3’e (her iki rakam da milyar dolarlara karşılık geliyor) indirdiğini açıklayan Peugeot, Fransa’daki fabrikalarından bazılarını kapatacağını ve Türkiye ya da Polonya’da yeni bir fabrika kurabileceğini dile getiriyor. Yani, binlerce Fransız işçisi sokağa atılırken, fabrikalar emeğin çok daha ucuz olduğu ülkelere kaydırılacak. Volkswagen, 25 bin geçici ve sözleşmeli işçiyi çıkarma planları yaparken, Renault ve Ford’da da binlerce işçi işten atılıyor. Burjuvazi krizin herkesi vurduğundan dem vurarak, işçilere kaderinize razı olun diyor. Ama aynı kriz patronları kârlarından zarar etmeye sürüklerken işçileri açlığa mahkûm ediyor. Onlar örneğin Daimler- Mercedes gibi 7 milyar dolar kâr etmek yerine 6 milyar dolar kârla yetinmek zorunda kalırken, milyonlarca işçi için asgari ücret bile bir lüks haline geliyor. Türkiye’de de patronlar kriz sopasına sarılıyorlar. Metal sanayiinde 100 binden fazla işçiyi ilgilendiren ve MESS’le yürütülen grup toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uyuşmazlığa gidilirken, patronların imdadına ekonomik kriz yetişti. %4’lük komik ücret artışı önerileri, fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi, ikramiye gün sayısının azaltılması, esnek çalışmanın dayatılması kar-
Kasım 2008 • sayı: 44
şısında greve çıkmaya hazırlanan on binlerce işçi, şimdi de kriz sopası gösterilerek işsiz kalmakla tehdit ediliyor. Çok sayıda fabrikada daha şimdiden ücretli ve ücretsiz zorunlu izin uygulamaları başladı, vardiya sayıları düşürüldü, işten atmalar hız kazandı. Renault, Ford, Toyota gibi otomobil fabrikalarında üretime belirli sürelerle ara verilirken işçiler zorunlu izne çıkarılmaya başlandı. Sadece Ford’da yılbaşından bu yana binden fazla işçinin işine son verildi. Otomobil tekellerinin izlediği üretimi düşürme politikası, otomotiv yan sanayiini de vuruyor. Ücretsiz izinler, işten çıkarmalar, tazminatların ödenmemesi, sıfır zamla çalışmanın dayatılması gibi durumlar tüm sektörde alabildiğine yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz yıl patronların siparişler birikti diyerek dayattıkları zorunlu fazla mesailerden yaka silken işçiler, şimdi vardiya sayılarının üçten ikiye hatta bire inmesiyle ve işsizlikle yüz yüzeler. Ücretlerin düşüklüğünü fazla mesai ücretleriyle telafi edebilmek için günde 12 saat, haftada 7 gün çalışmaya boyun eğen işçiler, şimdi de “işler kesildi” denerek kapı önüne konuluyorlar. Ekonominin büyüme dönemlerinde siparişleri yetiştirmek için ölümüne çalıştırılan işçiler, kriz dönemlerinde stoklar birikince sokağa fırlatılıyorlar. Kapitalizmin plansız ve anarşik doğası, işçiyi ya aşırı çalışmaktan ya da işsiz bırakılarak aç kalmaktan ölümle burun buruna getiriyor. Krizden dolayı zarar ettiklerini söyleyen patronlar, işçilerden fedakârlık istiyorlar ve onları en kötü şartlarda çalışmaya boyun eğmeye zorluyorlar. Ama aynı patronlar, muhasebe kayıtlarını işçilerden bir sır gibi saklıyorlar. Oysa işçilerden fedakârlık isteyenler önce muhasebe defterlerini işçilere açarak işe başlamalıdırlar. Açsınlar ki bizim için krizin ne anlama geldiğiyle onlar için ne anlama geldiğini açıkça öğrenelim; havsalamıza sığmayan kârlarından bir parça olsun zarar etmemek için gözlerini kırpmadan bizi nasıl da sokağa fırlattıkla-
marksist tutum
rını açık açık görelim. İşler yoğunlaşınca fazla mesailerde posamızı çıkaranlar, işler kesilince bizi kapının önüne koyma özgürlüğüne sahip olmamalıdırlar. Onların açgözlülüğünün neden olduğu bu krizin faturasını bize ödettirmek isteyenlere yanıtımız net olmalıdır. İş saatleri düşürülmeli, işçilerin kayıpları İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmalı, patronların işçi çıkarma özgürlükleri ellerinden alınmalıdır. Ücretsiz izinlere son verilmeli, üretime ara verildiği takdirde işçilerin ücreti çalışıyormuş gibi ödenmelidir. Devlete, batık bankaları, iflas eden şirketleri kurtarmak için bizim vergilerimizi sermaye gruplarına peşkeş çekme hakkı tanınmamalıdır. Devlet, bu krizin sorumlusu olan burjuvaları değil onun mağduru olan ve borç batağı içinde yüzen işçi-emekçileri kurtarmalı, onların iflasının önüne geçmek için her türlü önlemi almalıdır. Bankalardaki mevduatlara sınırsız garanti getirebilecek kadar zengin olan bu devlet, öncelikle işçilerin-emekçilerin ödenemez duruma gelen kredi kartı borçlarını silmeli, doğalgaz, elektrik ve su faturalarını sıfırlamalıdır. Asgari ücret tamamen vergi dışı bırakılmalı, vergiyi zengine yükleyen bir kademeli vergilendirme sistemine geçilmelidir. Bunun yanı sıra, yapılan tüm zamlar geri alınmalı, ev kiraları dondurulmalı, işçilerin-emekçilerin barınma hakkı devlet tarafından güvence altına alınmalıdır. Eğitim, sağlık ve ulaşım tümüyle ücretsiz olmalıdır. Kamu hizmetlerinin yaygın bir biçimde örgütlenmesi talebi, işsizliğe karşı mücadele açısından da son derece yakıcı bir taleptir. İşçiler tüm bu talepleri ancak örgütlü bir mücadeleyle savunabilirler ve kendilerini yıkımdan ancak bu sayede koruyabilirler. Bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için, sendikalı olsun olmasın her fabrikada derhal işyeri komitelerinin oluşturulması ve bunlar arasında organik bir birliğin kurulması gerekiyor. Sendikalı işçiler, patronların bindirdiği basınç karşısında geri adımlar atan, işçileri boyun eğmeye zorlayan ve dolayısıyla onların işsizliğe, açlığa sürüklenmesine göz yuman sendika bürokrasisinin karşısına da örgütlü güçleriyle dikilmek zorundalar. Egemen sınıf ve temsilcileri elbette bu taleplerin “gerçekçi olmadığını” söyleyeceklerdir. Hatta iflasa sürüklenen küçük kapitalistlerden hesap defterlerini gösterip kendini acındıranlar da olabilecektir. Ancak işçiler bu tür savunmalara prim vermemelidirler. İşçilerin talepleri sonuna kadar meşrudur.
13
Genişleyen AB Çatlağı ve Marksizmin Tarihsel Haklılığı Utku Kızılok
A
vrupa Birliği’nin emperyalist savaş sürecinde belirginleşen çatlakları, dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte daha da genişlemiş buluyor. Kriz dalgaları Amerika’dan Avrupa’ya sıçradığında, başta Birliğin lokomotif gücü Almanya olmak üzere, her kapitalist devlet, “her koyun kendi bacağından asılır” misali, ortaklığı unutarak kendi sermaye gruplarının imdadına koşmuştur. Önce İrlanda, ardından Almanya, Birliğin onayını almadan kendi bankalarındaki mevduatlara tam devlet güvencesi verdiler. Kimi burjuva ideologlar, Avrupa Birliği’nin ortak karar alma süreçlerinin üzerinden atlayan ve kendi sermaye gruplarını kurtarma peşine düşen devletleri ayıplayıp hayıflansalar da hakikat budur. Devam eden günlerde ise, krize karşı önlem alınması
14
amacıyla Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bir araya geldiler. Fakat bu toplantıdan Birliği bağlayan ortak bir karar çıkmadı; Almanya, Birlik düzeyinde ortak önlemler alınmasına ve böylece diğer ülke sermayelerinin zararının üstlenilmesine karşı çıkmıştır. Almanya’ya göre her ülke ulusal düzeyde sorumluluk almalıydı! Almanya’nın bu tutumu ve diğer üyelerin kaale alınmayarak sadece dört büyük gücün toplanmış olması, AB’nin gerçek niteliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Dört emperyalist ülkenin bu tutumları, kendi paçalarını kurtarmaktan ve diğerlerine ise “ne haliniz varsa görün” demekten başka bir anlama gelmemektedir. Nitekim AB şakşakçılığında başı çeken Fransız gazetesi Le Monde “herkes kendi başının çaresine baksın” diye manşet atarken, Le Figaro da “pragmatik olunması” ve “küresel tek bir çözümün bulunacağı hayaline kimsenin kapılmaması” gerektiğini söylemektedir.
Kasım 2008 • sayı: 44
Ortak önlem paketi demek, üye tüm ülkelerin kendi güçleri oranında Birliğin ortak fonuna para aktarması ve bunun, zor durumda olan bankalara aktarılması ya da o bankaların kurtarılması demektir. Bu, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist ülkelerin, ortak fona daha fazla para aktarması ve Birliğe üye diğer ülkelerin bankalarının batıklarını da üstlenmesi anlamına geliyor. Ancak bu dört emperyalist güç, ne birbirlerinin ne de diğer zayıf ülkelerin yükünü üstlenmeyi kabul etmişlerdir. Nitekim krize karşı yapılan ikinci AB liderleri zirvesinden de ortak bir önlem paketi çıkmamıştır. Fakat bu toplantıda, her ülkenin kendi bankalarını kurtarmak için aldığı kararlar onaylanmıştır ki, bunun için Birliğin var olması zaten şart değildir. Böylece bugüne kadar oluşturulan AB mekanizmalarının pek de işe yaramadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu zirveden çıkan en önemli ve Birliği bağlayıcı karar, 1993’te devreye sokulan Maastricht kriterlerinin esnetilmesidir. Maastricht kriterlerine göre, Birliğe üye ülkelerin bütçe açıklarının GSMH’lerinin %3’ünü geçmemesi gerekiyor. Bu kriterin esnetilme kararıyla birlikte Birliğe üye ülkeler kendi ihtiyaçları doğrultusunda borçlanabilecek ve devlet bütçesinden daha fazla açık verme pahasına batık şirketler kurtarılacaktır. Siyasi birlik yolunda ilerleyemeyen, ağır darbeler yiyerek çatlayan AB, ekonomik bir birlik olarak da ortak hareket edememiştir. Birlik, emperyalist savaş ve ekonomik kriz fırtınasında su almaya başlamıştır. Oysa dört beş-yıl öncesine kadar burjuva ideologlar, liberaller ve Marksizm soslu sol liberaller AB’yi göklere çıkartıyorlardı. Burjuva ideologlara göre, küreselleşme denen olgu gümrük duvarlarını yıkarak ve sermayenin sınırsızca dolaşımının önünü açarak, daha büyük birliklere doğru ulus-devletleri ortadan kaldırıyordu. Bu noktada özellikle Avrupa Birliği projesi parlatılıyordu. Güya Avrupa Birliği, demokrasinin, özgürlüklerin, barışın, hukukun üstünlüğünün, kalkınmanın ve müreffeh bir yaşamın somutlaşmasıydı! AB projesinin ulus-devletleri ortadan kaldırmaya ve dolayısıyla da ulusal çelişkilere ve çatışmalara kıta düzeyinde son vermeye başladığı önemle vurgulanıyordu. Burjuva ideolojisinin basıncı altında kalan kimi Marksistler ise, bu söyleme, Kautskici bir çizgiyle katılıyorlardı. Ulus-devletin aşıldığını ve emperyalizm ötesi yeni bir dönemin başladığını savlayan ve özünde Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisinin ısıtılıp sahneye sürülmesinden başka bir şey olmayan düşünceler itibar görmekteydi. Oysa tüm bu söylenenler gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değildi, bunu anlamak için kapitalizmin hakikatin duvarına bir kez daha toslamasını beklemek de gerekmiyordu. AB benzeri birliklerin her zaman olanak dâhilinde olduğunu söyleyen Rosa, Lenin ve Troçki gibi devrimci Marksist önderler, bu tip birliklerin ortaya çıkmasından hareketle, “emperyalizm ötesine geçiliyor ve kapitalizm ulus-devlet çelişkisinden kurtuluyor” biçiminde bir
marksist tutum
değerlendirmenin doğru olmayacağını defalarca vurgulamışlardır. Troçki’nin şu değerlendirmesi AB’nin bugünkü durumuna da ışık tutmaktadır: “Avrupa’nın az çok tam ekonomik birliğinin, kapitalist hükümetler arasındaki bir anlaşma sayesinde yukarıdan gerçekleştirilmesi, bir ütopyadır. Bu yolda, kısmi uzlaşmalar ve yarım tedbirlerin ötesine geçilemez.”1 Avrupa Birliği, özünde, Amerika ve Japon emperyalist tekellerine karşı rekabet edebilmek, yeni pazar ve yatırım alanlarına uzanabilmek ve var olan pazarları derinlemesine sömürebilmek için oluşturulmuş bir emperyalist birliktir. Elif Çağlı, sözde imparatorluk teorileriyle Kautskici “ultraemperyalizm” görüşlerinin ortalığı kapladığı bir dönemde, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe AB’nin gerçek niteliğine dikkat çekiyordu: “Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle dolu. İşte Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.”2 Avrupa’nın kapitalist temellerde birliğinin sağlanması sorunu çok eskilere dayanmaktadır. Napolyon’dan günümüze değin uzanan çizgide, burjuvazi bir Avrupa Birleşik Devletleri hayaliyle yanıp tutuşmuştur. Ne var ki, farklı sermayeler, farklı ulus-devletler, dolayısıyla da farklı çıkarlar temelinde bölünmüş Avrupa’nın kapitalizm altında bir siyasal birliğe dönüşmesi mümkün olmamıştır ve olamaz da! Sermayenin ekonomik birlik eğilimi ile ulus-devletin varlığı hep tezatlık oluşturur ve sermayenin birlik eğilimi sürekli olarak kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet engeline çarpar. Bu gerçeğin üzerinden atlayan ve sermayenin uluslararasılaşması sürecine bakarak ulus-devletlerin aşıldığını iddia eden düşünceler, tarihsel ve güncel deneyimler tarafından çürütülmüştür. “Birlik ihtiyacı, sermayenin ra-
15
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
kiplere karşı daha güçlü olma ihtirasından kaynaklanıyor, ama böyledir diye de ulus-devletler kendiliğinden yok olmuyor. Ulus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulus-devlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır.”3 Tekelleşmenin ve rekabetin gün geçtikçe daha da üst düzeylere yükseldiği günümüzde, sermayenin ulus-devletlere olan ihtiyacı, azalmamakta, tersine artmaktadır. Yaşanmakta olan ekonomik kriz ve sermayenin kendisini devletin kollarına atması gerçeği, bunun çarpıcı bir göstergesidir. Şurası çok açık ki, kapitalizmin çelişkili doğasına burjuva hükümetlerin iradi kararlarıyla son verilemez. Ekonominin büyüdüğü ve emperyalist hegemonya kavgasının daha düşük tempolarda seyrettiği konjonktürlerde göreli olarak bir yumuşama olur; nitekim AB benzeri birlikler de bu ekonomik büyümenin ve yumuşamanın ürünüdürler. Ancak dünyayı etkisine alan ekonomik buhran ve emperyalist savaş dönemlerinde, o güne kadar sorunsuz yol alır gözüken bu tip birlikler çatırdamaya başlar. Her ülke sermayesi kendini korumak, zararı başkalarına ödetmek, rakiplerini alt etmek üzere ileri atılır. Elif Çağlı’nın vurguladığı üzere “kapitalizmin doğası budur. Emperyalizm dönemini de içermek üzere, ulus-devletler arasındaki rekabet ve çatışmalar olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu gerçek yalnızca dünya genelini değil, özelde Avrupa kıtasını da aynı derecede ilgilendiriyor. Eğer ki rekabetin kızışması nedeniyle artan gerilim iki Avrupa ülkesini karşı karşıya getirirse –örneğin İngiltere ve Almanya’yı–, bu ülkelerin egemen burjuvaları, sosyal-papazların «Avrupa Bir-
liği» doğrultusundaki vaazlarına hiç de kulak asmayacaklar.”4 Netice itibariyle, bir ekonomik birlik olarak AB’nin bugünkü düzeyde varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği dahi meçhuldür. Kaldı ki, emperyalist birliklerin ya da ittifakların amacı dünyaya barış, demokrasi ve özgürlük getirmek değildir, onların amacı rakipleri karşısında güçlenmek, pazar ve yatırım alanlarına hâkim olmaktır. Marksizm, Avrupa’nın birliği sorunu gündeme geldiği günden beri bunun kapitalizm altında mümkün olamayacağını söylüyor ve olaylar her seferinde onu doğruluyor. Kapitalizmin içine sürüklendiği kriz ve savaş, Marksizmin tarihsel haklılığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yalnızca Avrupa’yı değil, tüm dünyayı ulus-devletlerden, üretici güçlerin önünde bir engel teşkil eden özel mülkiyetten, kriz ve savaşlardan ancak işçi devrimleriyle kurulacak işçi iktidarları kurtarabilir. İnsanların sömürülmeden, müreffeh ve barış dolu bir dünyada yaşaması mümkündür ve bunun için mücadele vermek gereklidir. Artık miadını dolduran ve gün geçtikçe daha da çürüyen kapitalizmi ebediyete intikal ettirmenin zamanı geldi de geçiyor!
–––––––––––––––––––––––– 1
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., 2000, s.16
2
Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yay., 2004, s.26
3
Elif Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay., 2006, s.88
4
Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, s.41
AVRUPA BİRLİĞİ SORUNUNDA MARKSİST TUTUM Elif Çağlı Bir dünya sistemi yaratmış olan kapitalist üretim tarzı, ulusal yalıtılmışlığın karşısında çok yönlü uluslararası ilişkileri ve çeşitli düzeyde ittifakları gerçekten de kaçınılmaz kılmaktadır. Fakat bu kaçınılmazlık, kapitalist sistemin varlığını değişmez bir gerçeklik olarak kabullenip, onun yasalarına boyun eğmeyi ve bu yasaları savunmayı değil, tam tersine artık iyice çürümüş ve yozlaşmış bu kapitalist düzeni aşıp geçmeyi emrediyor. Günün yakıcı sorunlarına işçi ve emekçi kitlelerden yana çözüm sunabilmek, mevcut işleyişi aşan devrimci bir alternatif dikmeyi gerektiriyor. Avrupa’nın birliği sözkonusu olduğunda da çözüm yolu nettir. Kapitalistlerin “Avrupa Birliği” programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler. (Haziran 2004, 64 sayfa, 2 YTL)
16
Küresel Isınma ve Emperyalist Paylaşım Kerem Dağlı
K
üresel ısınmanın yol açtığı ve açacağı olumsuz sonuçlar o kadar çeşitli ve karmaşık ki, henüz tam bir dökümünü yapmak bile mümkün değil. Birleşmiş Milletler verilerine göre, sadece doğal felâketlerde ölenlerin sayısı, savaşlarda ölenlere yaklaşmış durumda. Ve hem doğal felâketlerin hem de bu afetler sonucu ölenlerin sayısında, son on yıllık dönemde ciddi artışlar var. Örneğin 1900-1940 yılları arasında, bahsimize konu olacak çapta 400 felâket meydana gelmişken, bu rakam 1960-70 yılları arasında 650’ye, 1980-90 arasında 2000’e ve 19902000 yılları arasında da 2800’e çıkmış. Sadece 2004 yılında 305 felâket sonucu 300 bine yakın insan hayatını kaybetmiş ve 150 milyondan fazla insan da bu felâketlerin sonuçlarından etkilenmiştir. Bu rakamlar her geçen gün artıyor. 1990’da toplam 90 milyon insan bu felâketlerden etkilenmişken, sadece 2007 yılında 300 milyona yakın insan evini, barkını, yaşamını kısaca her şeyini kaybetti. Her yıl yüz milyarlarca dolarlık zarar meydana geliyor. Ve kolaylıkla tahmin edebileceğimiz gibi, bu felâketlerden etkilenen insanların tamamına yakını yoksul emekçilerden meydana geliyor.
Kapitalizm ve “felâket ekonomisi” Yoksul emekçiler bu felâketlerin acılarını yaşarken, kapitalistler ve onların politikacıları, ideologları, bilimadamları bu felâketleri bile kârlı fırsatlara dönüştürmenin peşinde koşuyorlar. Güney Asya kıyılarını neredeyse yok eden tsunami felâketinin ardından, ABD emperyalizminin sözcülerinden Rice’ın “bizim için büyük kâr getiren müthiş
bir fırsat” diye konuşması, bunun açık kanıtlarından biridir. Kapitalizmin ideologları, bu çerçevede 50’li yıllardan itibaren işin teorisini de üretmiş ve “felâket ekonomisi” adı altında burjuvazinin hizmetine sunmuşlardı. O kadar ki, bu konu üniversitelerde dahi ders olarak okutulmaktadır. O zamanlar, olası bir nükleer savaş sonucu oluşacak büyük yıkım sonrasında nasıl toparlanılır ve yıkım nasıl fırsata dönüştürülür mantığıyla üretilen teoriler, şimdilerde de küresel ısınma sonucu hızla artan felâketler nedeniyle yıkıma uğramış bölgelerde yürütülecek “yeniden inşa” projelerine uyarlanıyor. Afganistan ve Irak savaşı öncesinde de, benzer “yeniden inşa” tezlerinin ışığında nice projeler üretildiği ve hayata geçirildiği bilinen şeylerdir. Kapitalizmin kendisi insanlık için bir felâkete dönüşmüş olduğundan, kapitalizmin ideologlarının da “felâket ekonomisi” türünden düşünceler üretmelerine şaşırmamak lazım. Kapitalizmin küresel krizinin derinleşmesine ve emperyalist savaşın yayılmasına, küresel ısınmanın yol açtığı yıkıcı sonuçları da eklediğimizde, bizzat kapitalizmin kendisinin dev bir “felâket ekonomisi”ne dönüştüğünü söylemek abartılı olmaz. Emperyalist güçler ve dev tekeller, savaşları, felâketleri ve küresel ısınmayı, pazar ekonomisinin büyümesi için bir fırsat saydıklarını ve krizden çıkışın yolu olarak gördüklerini ifade etmekten çekinmiyorlar. Deprem, kasırga, sel, tsunami veya savaşlardan dolayı yıkıma uğramış bölgelere hücum eden emperyalist-kapitalist güçler, “yeniden inşa” adı altında bu bölgeleri nüfuz alanı haline getiriyor. “İnsani yardım” denilerek verilen borçlar karşılığında sermaye ihracının önünü açacak veya
17
marksist tutum
Yoksul emekçiler felâketlerin acılarını yaşarken, kapitalistler ve onların politikacıları, ideologları, bilimadamları bu felâketleri bile kârlı fırsatlara dönüştürmenin peşinde koşuyorlar.
sermaye yatırımlarını güvence altına alacak siyasi ve ekonomik düzenlemeler dayatıyorlar. Neo-liberal ekonomi politikaları hayata geçiriliyor, özelleştirmeler, toprak yağmaları birbiri ardı sıra gidiyor. Örneğin 1998’de yaşanan kasırga felâketinden sonra enkaza dönen Honduras diz boyu çamur ve ceset kaplıyken, uluslararası sermaye gruplarının isteğiyle toplanan Honduras Kongresi birbiri ardına özelleştirmeye izin veren yasalar çıkartmış, toprak reformlarını iptal etmişti. Halkın eski yerlerine dönmesi engellenerek buralara lüks oteller ve turistik kompleksler inşa edilmişti. Aynı şeylerin diğer felâket bölgelerinde de tekrarlandığı biliniyor. Irak savaşından önce de, henüz Bağdat yerle bir edilmemişken, şehri yeniden inşa edecek Amerikan şirketleri için taslak yasalar hazırlanıyordu. Bu yasalar, Irak’taki rejim yıkılır yıkılmaz uygulamaya konulmuştu.
Kuzey Buz Denizi üzerinde paylaşım kavgası Küresel ısınma sonucu kuzey kutbundaki buzulların hızla erimeye başlaması ve böylelikle bu bölgenin de emperyalist paylaşım kavgasına konu olması ise, kapitalizmin
18
Kasım 2008 • sayı: 44
aynı zamanda bir “felâket ekonomisi” olduğuna bir başka örnektir. Nice bilim insanı, kutuplardaki ısınmanın yaratacağı yıkıcı sonuçlar üzerine sayfalarca makale yazmışken ve bu konuda her geçen gün yeni araştırma sonuçları yayınlanırken, emperyalist güçler buzulların erimesiyle kullanılabilir hale gelecek bu bakir alanda yatan petrol, doğalgaz ve maden rezervlerini ele geçirmenin peşindeler. Buzulların erimesinin diğer sonuçları, örneğin kıyı şeridinde bulunan pek çok yerleşim bölgesinin ve tarım alanının sular altında kalacak olması, buralarda yaşayan insanların kaderi, gittikçe şiddetlenecek olan kasırgalar sonucu evlerinden ve canlarından olacak insanlar onları ilgilendirmiyor. Daha doğrusu, sadece bu yıkımlar sonucu ortaya çıkan “yeniden inşa” alanları olarak ilgilendiriyor. Oysa bu toprakların sanayi üretimine açılması yani petrol platformlarının, rafinerilerinin, boru hatlarının, maden ocaklarının, fabrikaların kurulması ve gemi, uçak, kara yolu trafiğinin artması sonucu, buzulların erimesi süreci daha da hızlanacak ve bu durum da küresel ısınmanın olumsuz sonuçlarını arttıracaktır. Bilimsel veriler, kuzey kutbundaki buzulların küresel ısınma nedeniyle 35 yıl sonra tamamen yok olacağını gösteriyor. Bu yüzden, kuzey kutbu denilen bölgede hak iddia eden güçler, yani ABD, Kanada, Danimarka, Norveç ve Rusya çoktandır pazarlığa girişmiş durumdalar. Geçtiğimiz aylarda bir BM toplantısında, bölgede hak iddia edecek ülkelerin, iddialarını kanıtlamak için 2009’a kadar kanıtlarını sunmaları gerektiği kararlaştırıldı. Şu anda bu 5 ülkenin her biri, kendi payını arttırmanın yollarını arıyor. Uluslararası hukukun mevcut durumuna göre, bölgede kıyısı olan her ülke, (kıyı şeridinden itibaren) zaten 200 millik bir alanda petrol arama, çıkarma ve işletme gibi haklara sahip. Ancak buzulların erimesiyle ortaya çıkacak devasa büyüklükteki alan düşünüldüğünde, bu sınırlar çok küçük kalıyor. Kuzey kutbunu çevreleyen Kuzey Buz Denizinin, emperyalist güçlerin bu denli iştahını kabartmasının sebebi barındırdığı petrol, doğalgaz ve maden rezervleridir. Kuzey Buz Denizi, 14 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle Avrupa kıtasından büyüktür. Sadece buzullardan oluşan (Grönland ve diğer ülkelerin kıyıları sayılmazsa) bir alan olmasına rağmen, ABD hükümetine bağlı araştırmacıların bulguları bölgede 90 milyar varillik petrol ve 500 trilyon metreküplük doğalgaz olduğunu gösteriyor. Bunun anlamı, tahmini petrol rezervlerinin %15-25’inin ve doğalgaz rezervlerinin de %30’unun burada olduğudur. Bölgedeki potansiyel petrol rezervi, Suudi Arabistan’dakinden bile fazladır. Öte yandan, buzulların erimesiyle birlikte bölgenin deniz trafiğine açılması, mevcut deniz ticaretinde de önemli değişiklikler meydana getirecektir. Şu anda olumsuz iklim koşulları yüzünden gemiler bu bölgede seyir yapamıyorlar, fakat buzulların erimesiyle birlikte dünya ticareti açısından çok daha kısa yollar ve dolayısıyla da yeni limanlar, ticaret merkezleri oluşacak. Bu ticaret ve nakil yol-
Kasım 2008 • sayı: 44
ları üzerinde nüfuz sahibi olmak da emperyalistlerin üzerinde kavga verdiği hususlardan birisidir. Paylaşım kavgasının ilk sinyalleri Norveç ile Rusya ve Danimarka ile Kanada arasında 90’lı yıllarda ortaya çıkan anlaşmazlıklara kadar dayanıyor. Yakınlarda Rusya, bölgedeki hâkimiyetini vurgulamak amacıyla deniz yatağına (4000 metre derinlikte) bir Rus bayrağı dikince tartışmalar başlamış ve alttan alta yürüyen paylaşım kavgası da bir anda su yüzüne çıkmıştı. Kanada bölgede iki yeni askeri üs kuracağını açıklamış, ABD ise Alaska’da 12 günlük geniş çaplı bir askeri tatbikat düzenlemişti. 120 savaş uçağının ve birkaç savaş gemisinin katıldığı “bölgeyi kontrol altında tutmak” amaçlı bu tatbikat üzerine Rusya da bombardıman uçaklarını ve nükleer denizaltılarını kullandığı tatbikatlar gerçekleştirmişti. Bunlara ek olarak bu beş ülkenin her birinin ciddi sermaye ve araştırma yatırımları da sürüyor. Kanada 3 milyar dolarlık, ABD 1,5 milyar dolarlık yeni yatırımlar planlıyor. İngiliz-Hollanda ortaklı Shell tekelinin halihazırda 2 milyar dolarlık lisans anlaşması bulunuyor. Bir diğer petrol tekeli olan BP de şimdiden 1 milyar doları petrol arama hakkı için harcamış durumda. 17 milyar dolarlık boru hattının inşasına da başlanmak üzere. Kanada’nın sadece askeri üsler için harcadığı para 7 milyar dolar civarında. Mevcut sınırlara göre bölgede en geniş alana sahip ülke Rusya. Onu sırasıyla Kanada, Danimarka (Grönland üzerinden), Norveç ve ABD takip ediyor. Şu anki uluslararası hukuka göre geçerli olan 200 millik sınırı arttırmanın yolu, kıyı şeridine sahip devletlerin, kara topraklarının uzantısının denizaltında da devam ettiğini ispatlamaları. Rusya, neredeyse tüm Kuzey Buz Denizi bölgesinin Sibirya’nın uzantısı olduğunu iddia ediyor. Deniz dibine bayrak dikmesi de bunu kanıtlamak amacıylaydı. Danimarka da, Grönland’ın uzantısı olan önemli büyüklükteki bir alanda söz sahibi olmak niyetinde. Fakat Grönland üzerinde Kanada da hak iddia ediyor, ayrıca bölgenin batı kısmındaki geçitlerde de (buralar deniz trafiği açısından kilit önemde) Kanada, ABD ve Rusya arasında anlaşmazlıklar mevcut. Dolayısıyla hemen her ülke, bir yandan araştırma gemileri vasıtasıyla bölgenin kendi kara parçalarının uzantısı olduğunu ispatlamak peşinde çalışmalar yürütürken, diğer yandan da askeri güçlerini bölgeye sevk ederek ileride meydana gelebilecek çatışmalar için şimdiden pozisyon almaya çalışıyor. Nihai karar, tüm bu verilerin 2009’a kadar BM’nin ilgili heyetine sunulması ve yeni sınırların belirlenmesi ile verilecek. Geçtiğimiz Mayıs ayında, bu beş ülkenin temsilcilerinin biraraya geldiği toplantıda da, bir nevi geçici “ateşkes” ilan edilerek, 2009’a kadar her ülkenin çalışmalarını sürdürmesi ve bu süreçte de diplomatik görüşmelerin devam etmesi kararlaştırıldı. Bölgeyi paylaşmak konusunda oldukça hevesli görünen emperyalist güçler şimdilik diplomatik yollardan bahsetseler de, uluslararası konjonktür dikkate alındığında bu anlaşmazlığın bölgede cid-
marksist tutum
di bir askeri çatışma potansiyeli taşıdığı açıktır. Petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının hayati derecede önem taşıdığı ve enerji hammaddelerinin fiyatlarının sürekli arttığı göz önüne alındığında, böylesi devasa kaynaklara sahip bir bölgenin paylaşımında diplomatik yöntemlerin değil, askeri gücün belirleyici olacağı barizdir. Emperyalist sistemde hüküm süren “orman kanunu”na göre bu böyledir: güçlü olan fazlasını alır. Nitekim Mayıs ayındaki görüşmelerin ardından, burjuva medyaya “sızan” haritalara göre pastanın %40’ını ABD’nin, %30’unu Rusya’nın alacağı ve diğer üç ülkeye de %10 kalacağı gündeme geldi. Bu dedikodular bile, paylaşımın hangi kriterlere göre yapılacağının ipuçlarını vermektedir. Çünkü şu andaki sınırlara bakıldığında, potansiyel petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyük bir çoğunluğu (yaklaşık dörtte üçü) Rusya kıyılarına yakın yerlerde, kalanı ise ABD’ye bağlı olan Alaska kıyılarına yakın bölgelerdedir. Emperyalist güçler dünyayı şimdiye kadar nasıl paylaştılarsa Kuzey Buz Denizinin paylaşımında da aynı yöntemleri kullanmaya devam edeceklerdir. Bu uğurda birbirleriyle dalaşmaktan da çekinmeyeceklerdir. Yapılan askeri yığınaklar ve tatbikatlar bunun göstergesidir. Özellikle Rusya, oyuna sonradan dâhil olan tüm emperyalist güçler gibi, giderek daha saldırgan ve aktif bir tutum izlemektedir. ABD emperyalizmi ise, sahip olduğu siyasi ve askeri gücüne paralel olarak aslan payını kaptırmaya niyeti olmadığını açıkça göstermiştir. Emperyalist güçler dünyayı şimdiye kadar nasıl paylaştılarsa (ki Ortadoğu’da yürüyen ve Kafkasya’ya sıçramış olan savaş bunun son örneklerini oluşturuyor) Kuzey Buz Denizinin paylaşımında da aynı yöntemleri kullanmaya devam edeceklerdir. Bu uğurda birbirleriyle dalaşmaktan da çekinmeyeceklerdir. Yapılan askeri yığınaklar ve tatbikatlar bunun göstergesidir. Özellikle Rusya, oyuna sonradan dâhil olan tüm emperyalist güçler gibi, giderek daha saldırgan ve aktif bir tutum izlemektedir. ABD emperyalizmi ise, sahip olduğu siyasi ve askeri gücüne paralel olarak aslan payını kaptırmaya niyeti olmadığını açıkça göstermiştir. Kuzey Buz Denizinin paylaşımı, “felâket ekonomisi” olan kapitalizmin mantığını anlamak ve insanlığın başına ne gibi belâlar açacağını görmek açısından önemli bir örnek oluşturuyor. Küresel ısınmayı bile kârlı bir fırsata dönüştürmeye uğraşan, bu anlamda dünyanın yokoluşundan bile faydalanmaya çalışan bu toplumsal sistemin ne denli çürüdüğünü gösteriyor. Bu yüzden ne bilim insanlarının feryatları ne de diplomatik çabalar emperyalizmin gidişatını durdurmaya yetecektir. Dünyanın da insanlığın da kurtuluşu işçi sınıfının devrimci mücadelesinde, sosyalizmdedir.
19
Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum Özgür Doğan
Emperyalist dünya sistemi, doğumundan bugüne dek insanlığı gerek genel gerekse yerel yüzlerce savaşla karşı karşıya bıraktı. Ve işçi sınıfının öncü kesiminin bilmesi gereken en temel gerçek şu ki, kapitalist sistem yerle bir edilinceye dek, insanlık barış yüzü göremeyecek. Dün olduğu gibi bugün de barış sorunu proleter devrim sorunudur. Burjuvazinin barıştan anladığı kendi zaferidir. Proletaryanın barıştan anladığı da bundan başkası olamaz. İşçi sınıfı, burjuvazinin iktidarını bir devrimle yıkıp yerine kendi dünya federasyonunu geçirmediği sürece kalıcı barış hem işçi sınıfı açısından hem de tüm insanlık açısından bir hayal olarak kalacaktır.
20
S
avaş, en özlü anlatımla, siyasetin başka araçlarla yani silahlar aracılığıyla sürdürülmesidir. Sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde, egemen sınıflar, kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere sayısız savaşların başlatıcısı oldular. Ve istisnasız her birinde bu savaşların gerçek amaçlarını, savaş alanına sürdükleri insanlardan sakladılar. Kimi zaman “Tanrı kelâmını gavurlara da benimsetecek kutsal bir cihat” olarak, kimi zaman “barbar halkları uygarlaştıracak erdemli bir insani girişim” olarak, kimi zaman “tehlike altındaki vatanın düşmanlardan kurtarılması” olarak sunulan yüzlerce savaşa tanık ve dahil oldu insanoğlu. Ama her birinde savaş genellikle savaşa sürülenlerin haberdar olmadığı belli amaçlara ulaşmak üzere şiddetin kullanıldığı bir araç olageldi. Bu durumda savaşları anlamak ve savaşa karşı doğru bir sınıfsal tutum alabilmek için, aracın kendisine değil amaca bakmak zorundayız. Diğer bir deyişle, işçi sınıfının bakması gereken nokta, savaşın hangi siyasi, iktisadi, askeri, stratejik hedefler ve amaçlar uğruna verildiği, yani hangi siyasetin doğrudan bir sonucu ve devamı olduğu noktasıdır. Peki kapitalist toplumda savaştan önce hangi siyaset izlenir? “Hangi siyaset” sorusu, sınıflı toplumlarda, “hangi sınıfın siyaseti” sorusuyla birlikte düşünülmediği sürece gerçekler açığa çıkartılamaz. Çünkü toplum, hele ki kapitalist toplum, bir çırpıda tüm gerçeklerin önümüze serildiği basit ve tek değişkenli bir denkleme indirgenemez. Gerçekler bilinçli olarak egemen sınıf tarafından çarpıtılır. Bu nedenle pek çok durumda silahlı bir çatışmaya yol açabilecek ivedi ekonomik çıkarların neler olduğunu ayırt etmek o kadar kolay olmaz. Ama sınıflı bir toplumda, barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da her türlü anlaşmazlığın temelinde sınıfsal çıkarlar yatar. Kapitalist toplumda egemen olan sınıf burjuvazi olduğuna göre,
Kasım 2008 • sayı: 44
izlenen siyaset de gerek barış dönemlerinde gerekse de savaş dönemlerinde burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına hizmet eden bir siyasettir. I. Dünya Savaşı sırasında savaşa karşı doğru bir sınıfsal tutum alabilmiş ender işçi önderlerinden biri olan Lenin, “savaş korkunçtur” diyen birine, “doğru, savaş korkunç kârlar demektir” şeklinde karşılık vermişti. Barış dönemlerinde işçi sınıfının sırtından mümkün olduğunca fazla kâr etmenin peşinden koşan ve tüm iç siyaseti bu “kutsal” amaca göre belirlenen burjuvazi, savaşa da aynı “kutsal” amaçlarla başvurur. Dahası tıpkı Lenin’in alaycı bir biçimde belirttiği gibi savaş, başlı başına muazzam bir kâr kaynağıdır. En başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere, üretimin birbirine bağlı halkaları içerisinde faaliyet gösteren çeşitli kapitalist işletmeler, savaştan ve onun ekonomide yarattığı canlanmadan muazzam kârlar elde ederler. Savaşı küçük-burjuva bir mantıkla değerlendirenlere, en başta da sosyal-demokratlara göre, savaş harcamaları koca bir israftan başka bir şey değildir ve savaşlar olmasaydı insanlar ne bu denli sefalet içinde olurdu ne de ekonomik krizler yaşanırdı. Örneğin, Kürt halkına karşı yürütülen savaş boyunca sosyal-demokratlardan ve küçük-burjuva aydınlardan bu palavrayı dinleyip durduk. Bu ahlâkçı yaklaşım aslında kapitalist sömürünün üstünü örtme gayretinden başka bir şey değildir. Çünkü modern çağda savaş muazzam bir tüketimdir. Ama tüketim demek üretim demektir. Sıkılan her bir kurşun, ateşlenen her bir top, fırlatılan her bir füze, imha olan her bir zırhlı araç, yıkılan her bir bina, kapitalistlerin gözünde, yerine tekrar konulması gereken bir metadan başka bir şey değildir. Tüketilmek üzere ve tüketildikleri sürece kâr etme gayesiyle üretilirler. Dolayısıyla kapitalist ekonomi açısından savaş harcamalarının, kârlı görülen bir başka alana yapılan yatırım harcamalarından hiçbir farkı yoktur. Savaşlar burjuvazi açısından, hele de zafer kazanmış burjuva kesim açısından tam bir yağlı kazanç kaynağı demekken, işçi sınıfı açısından yıkım, ölüm ve artan sefalet demektir. İşçi sınıfı yalnızca elde silah cephelerde ölümle boğuşmakla kalmaz, aynı zamanda cephe gerisinde de kendi kapitalistlerinin savaşı kazanması için gerekli fedakârlıkları yapmak zorunda bırakılır: Ücretler düşer, çalışma saatleri artar, çalışma temposu yükselir, sosyal haklar askıya alınır, sendikalar eğer kapatılmamışsa hepten işlevsizleştirilir, grevler yasaklanır ... kârlar artar. Savaş nasıl politikanın başka araçlarla sürdürülmesi demekse, dış politika da aynı şekilde iç politikanın devamı demektir. Burjuvazinin iç politikası işçi sınıfından mümkün olan en büyük artı-değerin elde edilmesine dayanır. Demek ki onun dış politikasının temeli de, dünya çapında aynı artı-değer sömürüsünden daha fazla pay alma amacını güder. Dev kapitalist tekeller arasında yürüyen amansız rekabet, normal dönemlerde barışçıl yollardan yani iktisadi araçlarla, siyasi manevralarla ve kapalı kapılar ardında yürütülen diplomasiyle çözüme bağlanır. Ama iş-
marksist tutum
lerin artık bir düğüm noktasına ulaştığı bir an çıkagelir. Çeşitli kapitalist tekellerin ve onların temsilcisi durumundaki ulus-devletlerin sahip oldukları askeri, siyasi ve en önemlisi iktisadi güç oranları değişir ve bu yeni durum, dünya çapında verili eski güç dengeleriyle artık bağdaşmaz hale gelir. Kapitalist dünyada hakim olan uluslararası siyasal statüko çatlamaya başlar, dengeler yerini dengesizliğe bırakırken, barışçıl yollar da yerini savaşlara terk eder. Kapitalistler açısından savaş, rekabette kimin üstün çıkacağını, yeni dünya düzeninde kimin belirleyici olacağını tayin eden nihai boy ölçüşmedir, şüphesiz bir sonraki düğüm noktasına ulaşıncaya dek. Dolayısıyla emperyalist savaşlar, iktisadi kaynakları, hammaddeleri ve pazarları ele geçirmek, yeni nüfuz alanları oluşturmak ve varolanları pekiştirmek için yapılır. İşte burjuvazinin sürdürdüğü ve kapitalizm yıkılmadığı sürece sürdürmek zorunda olduğu politika da budur. Kapitalistler açısından savaş, rekabette kimin üstün çıkacağını, yeni dünya düzeninde kimin belirleyici olacağını tayin eden nihai boy ölçüşmedir, şüphesiz bir sonraki düğüm noktasına ulaşıncaya dek. Dolayısıyla emperyalist savaşlar, iktisadi kaynakları, hammaddeleri ve pazarları ele geçirmek, yeni nüfuz alanları oluşturmak ve varolanları pekiştirmek için yapılır. 20. yüzyıl tam da bu temelde iki büyük dünya savaşına tanık oldu. Gerçekten de I. Dünya Savaşı, temelde, zayıflayan ama dünya hâkimiyeti devam eden İngiliz emperyalizmi ile muazzam bir atılım yapan ama sömürgelerden ve sömürge imparatorluğu olmanın ayrıcalıklarından yoksun olan Almanya arasındaki çekişmeden kaynaklanmıştı. Dünya bir önceki dönemde (19. yüzyılın son çeyreği) toprak bakımından çoktan paylaşılmıştı. Kendine bu dünyada belirleyici bir yer edinmek isteyen Almanya, ekonomik büyümesini sürdürmek için İngiliz emperyalizmini geriletmek zorundaydı. Aksi takdirde muazzam bir iktisadi kriz içine sürüklenmek tehlikesiyle yüz yüzeydi. Ve burjuva ideologlarının, gazetecilerinin ve siyasetçilerinin sonsuz barış hayalleri pompaladıkları bir sırada, I. Dünya Savaşı patlak verdi. 10 milyondan fazla insan ölüm tarlalarında can verdi. Avrupa, uygarlığın hepten yok oluşuyla karşı karşıya kaldı. Almanya yenildi ve büyük bir iktisadi ve askeri baskı altına alındı. 1920’lerin dünyasında bunun anlamı, I. Dünya Savaşına yol açan sorunların çözülmeksizin kalmasıydı. Ve yeni bir paylaşım savaşı kaçınılmazdı. 1920’lerin sonlarında Almanya’da ve 1929’da ABD’de patlak veren muazzam iktisadi kriz kısa sürede tüm Avrupa’ya da yayılarak bir dünya krizi haline geldi. Kapitalistler için krizden bir çıkış yolu vardı, o da yeni bir savaştan başka bir şey değildi. Ve böylece kapitalizm ve onun kaçınılmaz krizleri, tüm insanlığı bir kez daha büyük bir emperyalist savaşın içine yuvarladı. II. Dünya Savaşı, yepyeni bir güç-
21
marksist tutum
ler dengesi kurduğu gibi 1930’lu yılların iktisadi krizinin aşılmasının da temel kaldıracı oldu, şüphesiz bu savaşta hayatını kaybeden 55 milyon insan pahasına. İnsanlık 20. yüzyılda böylesi iki büyük dünya savaşının yanı sıra, başını doğrudan büyük emperyalist devletlerin çektiği ve kendi emperyalist çıkarları için küçük devletleri birbiriyle çatıştırdığı nice bölgesel emperyalist savaşa tanık oldu. Ama bu savaşlar yalnızca çalışan emekçi kitlelerin büyük acılar çekmesine yol açmakla kalmamış, beraberinde kaçınılmaz olarak kimi iktisadi, siyasi ve toplumsal değişimleri de getirmiştir. Lenin, emperyalizmi kapitalizmin en son aşaması olarak tanımlarken, insanlığın emperyalizmle birlikte bir savaşlar ve devrimler çağına girdiğine işaret ediyordu. İki büyük dünya savaşı şu gerçeğin altını bir kez daha çizdi: Savaşlar devrimlerin dölyatağıdır. I. Dünya Savaşı, tüm Avrupa’da devrimci duyguları fırtınaya dönüştürdü. Bu öyle bir fırtınaydı ki, hiçbir burjuva rejim bundan kendisini tümüyle kurtaramadı. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da en başta Hohenzollern, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı hanedanlıkları olmak üzere birçok monarşinin yıkılmasına yol açtı. Bazıları bununla bile kurtulamadılar. 1917 Şubatında patlak veren Rus devrimi, 1917 Ekim ayında proletaryanın zaferiyle taçlandı. Değişen yalnızca siyasal rejim değildi, mülk sahibi tüm sınıfların dünya sahnesinden silinmesinin ilk kıvılcımı olarak Rusya’da işçi sınıfı ve onun yoksul müttefikleri mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye girişmişlerdi. Benzer olguları II. Dünya Savaşı sonrasında da görmek mümkündür. Japon İmparatorluğu ABD’nin desteğiyle zar zor ayakta kalırken, yine de burjuva demokrasisine geçmek zorunda kaldı. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de büyük bir devrim patlak verdi ve Çin halkı emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olmaktan kurtuldu. Hindistan ise Britanya’nın “akılcı” politikası sayesinde son
II. Dünya Savaşı, yepyeni bir güçler dengesi kurduğu gibi 1930’lu yılların iktisadi krizinin aşılmasının da temel kaldıracı oldu, şüphesiz bu savaşta hayatını kaybeden 55 milyon insan pahasına.
22
Kasım 2008 • sayı: 44
anda devrim yolundan geri çevrildi ama yine de bağımsızlığını kazandı. Tüm Avrupa’da büyük devrimci yükselişler yaşandı, ama bu yükselişlerin önüne geçen bu kez Stalinizm idi. Eğer Stalinist bürokrasinin ihaneti olmasaydı, bugün bambaşka bir dünyada çok daha farklı şeylerin mücadelesini veriyor olacağımız çok açıktır. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, yenilen her devrimci yükseliş, yerini eskinin restore edilmesine değil, burjuvazinin muazzam bir karşı-saldırısına, bir karşı-devrime bırakır. I. Dünya Savaşının ardından Almanya ve İtalya’da proletaryanın iktidarı alamaması, daha önceki devrimci yükselişlere bir tepki olarak Mussolini ve Hitler’in faşist diktatörlüklerine yol açarak, II. Dünya Savaşını kaçınılmaz kıldı. 20. yüzyılda insanlık yalnızca emperyalist savaşları görmedi kuşkusuz. Yanı sıra büyük emperyalist devletlerin birer sömürgesi ya da yarı-sömürgesi durumundaki nice ulusun verdiği ulusal kurtuluş savaşlarına da şahit oldu. Siyasal bağımsızlıktan yoksun ezilen ulusların verdiği bu savaşımlar şüphesiz özü itibarıyla apayrı bir kategoridedir. Ve dünya işçi sınıfının bu tip savaşlara karşı çıkmak şöyle dursun, bu savaşlarda ezilen ulusların devrimci mücadelesinin yanında olmak gibi bir görevi vardır. Tam da bu noktada, Marksistlerle pasifistler arasındaki ayrım ortaya çıkar. Pasifistler, ya da daha Türkçesiyle barışseverler her türlü savaşa karşıdırlar. Oysa Marksistler savaşlara sınıf perspektifinden bakarlar, haklı ve haksız savaşları birbirinden ayırt ederler. Pasifistlerin unuttuğu gerçek, sınıflı bir toplumda yaşadığımızdır. Bu gerçekte öyle bir toplumdur ki, bağrında derin bir sınıfsal bölünmeyi taşır. Böyle bir toplumda farklı ve dahası birbirine karşıt çıkarları olan sınıflar arasında bir mücadele kaçınılmazdır. Bu mücadelenin kendisi düpedüz bir savaştır, sınıf savaşıdır. Küçük-burjuva reformistleri ve pasifistler bu gerçeğin üzerini örtmeye ne kadar çalışırsa çalışsınlar, aslında proletaryanın devrimci öncüleri ve elbette ki burjuvazi bunun pekâlâ bir savaş olduğunun farkındadır. Bu nedenle her türlü savaşa karşı çıkmak demek, proletaryanın son derece haklı olan, kapitalist düzene karşı savaş hakkına da karşı çıkmak demektir. Ve böylece pasifistler, proletaryaya, sermaye düzeninin ona dayattığı koşulları kabul etmekten başka hiçbir çıkar yol sunmayarak, aslında burjuvazinin çıkarlarının temsilcisi olduklarını açığa vururlar. Proletaryanın genel çıkarlarını savunmak üzere kolektif bir tarzda giriştiği en küçüğünden en kapsamlısına her eylem, bu sınıf savaşının bir parçasıdır. Demek ki, kapitalist toplumun temel iki sınıfı olan burjuvazi ile proletarya arasında zaten her gün, şurada burada patlak veren bir mücadele, yani soğuk bir “iç savaş” yaşanmaktadır. Kapitalizm varolmaya devam ettiği sürece çeşitli burjuva kesimleri ve grupları arasında kıyasıya rekabetin, sıcak çatışmalarla, yani emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, derin iktisadi krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyor-
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
sında da yerlerini almış olmazlardı. Burjuvazinin gerçek yenilgisi, onun herhangi bir savaşta alacağı askeri bir yenilgi değil, kendi toprakları üzerinde tadacağı sınıfsal bir yenilgi olabilir ancak. Bu yenilgiyi burjuvazi açısından kalıcı hale getirmek; burjuvaziyi yeni katliamlara girişmekten alıkoymanın tek yolu olarak onun sınıfsal iktidarını devirmek ve yerine işçi sınıfının iktidarını geçirmek. İşte proletaryanın tarihsel görevi budur. Emperyalist savaşı iç savaşa çevirerek, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifi en kapsamlı biçimde Lenin tarafından I. Dünya Savaşının başından itibaren ortaya konulduğunda, işçi sınıfının tüm sahte dostları, bu perspektifi hayalci, ütopyacı olarak damgaladılar. Reformistlere ve sosyal-şovenlere göre Lenin’in bu perspektifi, barış için mücadele etmekten kaçmak üzere ileri sürülmüş devrimci bir lafazanlık idi. Ama Lenin ve onun önderliğindeki Bolşevikler, hiç de lafazan ve hayalci olmadıklarını 1917 Ekiminde kanıtladılar. Rus halkı, barışa ne burjuva liberallerle, ne de sosyal-demokratlarla kavuşabildi. Rus emekçilerine barışı getiren, burjuvazinin siyasal saltanatının yıkıldığı Ekim Devrimi idi. * * *
sa ve kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. Dolayısıyla işçi sınıfı emperyalist savaşların kurbanı olmak istemiyorsa yalnızca emperyalist savaşları başlatan, körükleyen, destekleyen, sevk ve idare eden burjuva hükümetlere değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme son vermek zorundadır. O halde emperyalist savaşları engellemenin tek mümkün yolu burjuvazinin egemenliğine son verecek bir proleter devrimdir. İşte bundan ötürü, emperyalist bir savaşa ilişkin olarak, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifinden yoksun bir “barış” sloganı, işçi sınıfının sloganı olamaz. Marksistler işçi sınıfına silahlardan arınmasını ve barış güvercinleri uçurmasını değil, o silahları gerçek düşmanına yöneltmesini söyleyerek şu çağrıda bulunurlar: Sınıf kardeşlerini boğazlamayı reddet, gerçek düşmanın içeridedir, kendi burjuvazindir! İşçi sınıfı bu perspektifle emperyalist burjuvaziyi alaşağı etmedikçe, emperyalist büyük güçler açısından gerçek bir yenilgi söz konusu olamaz. Emperyalist bir savaşta taraflardan biri yenilse bile bu, onun egemen sınıf olma konumunun sona ereceği anlamına ya da o ülkenin emperyalist bir güç olmaktan çıkacağı anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, I. Dünya Savaşının mağlup devletleri, II. Dünya Savaşında da sahnede baş aktörler olarak boy göstermezlerdi. 20. yüzyılda yaşanan iki büyük emperyalist savaşın ve nice küçük çaplı savaş ve çatışmaların baş aktörleri neredeyse eksiksiz bir biçimde bugünkü kurtlar sofra-
Emperyalist dünya sistemi, doğumundan bugüne dek insanlığı gerek genel gerekse yerel yüzlerce savaşla karşı karşıya bıraktı. Ve işçi sınıfının öncü kesiminin bilmesi gereken en temel gerçek şu ki, kapitalist sistem yerle bir edilinceye dek, insanlık barış yüzü göremeyecek. Dün olduğu gibi bugün de barış sorunu proleter devrim sorunudur. Burjuvazinin barıştan anladığı kendi zaferidir. Proletaryanın barıştan anladığı da bundan başkası olamaz. İşçi sınıfı, burjuvazinin iktidarını bir devrimle yıkıp yerine kendi dünya federasyonunu geçirmediği sürece kalıcı barış hem işçi sınıfı açısından hem de tüm insanlık açısından bir hayal olarak kalacaktır. İşçi sınıfının önünde, savaştan proleter dünya devrimi için yararlanmaktan, emperyalist savaşı iç savaşa çevirerek, silahları içerideki düşmanına yöneltmekten başka bir seçenek yoktur. Ama yine şurası da çok açık ki, proletarya bu görevi kendiliğinden ve örgütsüz olarak başaramaz. Ona tüm dünya çapında önderlik edecek güçlü bir Enternasyonal olmadığı sürece, çıkması çok muhtemel bir emperyalist paylaşım savaşını engelleyecek bir devrimin zafere ulaştırılması ya da emperyalist bir savaşın iç savaşa çevrilmesi mümkün değildir. Her zaman dediğimiz gibi işçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey. Görevimiz dün olduğu gibi bugün de tüm güçlerimizi işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünü geliştirme doğrultusunda seferber etmek, savaşın getireceği siyasal ve toplumsal koşullardan bu doğrultuda yararlanmak ve işçi sınıfının öncü kesimini bu temelde harekete geçirmektir. www.marksist.com sitesinden kısaltılarak alınmıştır
23
Kapitalizmin Krizleri Kapitalizm krizlerinin sonucunda kendiliğinden çökmez Kapitalist ekonomi bir işleyiş yasası olarak her an kriz potansiyelini içinde taşır; ama krizlerin kapitalist sistemi kendiliğinden ölüm döşeğine sürükleyeceğini iddia etmek asla doğru olmaz. Kapitalizm işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadığı sürece, yeni boom’lar ve krizler yaşamak üzere varlığını sürdürebilir. Yaşanmakta olan kriz döneminin kapitalizmin son dönemi olacağı yolundaki iddialar bugün olduğu gibi geçmişte de çeşitli kereler ileri sürülmüştür. Kapitalizmin içinde debelenmekte olduğu derin bunalım döneminden çıkışı ne denli zor görünürse görünsün ve üstelik ilerleyen zaman içinde kapitalizm bunalımlarını atlatabilme bakımından ne denli daha zayıf duruma düşüyor olursa olsun, kapitalizmin yıkılışını nihai kriz kehanetine bağlayan yaklaşımlar özünde yanlıştır. 1920’lerin başlarında Komünist Enternasyonal içinde yürütülen tartışmalarda olduğu gibi, kapitalizmin salt ekonomik işleyişten kaynaklanan iç çelişkilerinin birikimi sonucunda çökeceğini iddia eden görüşler temelsizdir. Lenin ve Troçki’nin dikkat çektiği üzere, kapitalizmi kendiliğinden çökertecek bir nihai kriz yoktur. Kapitalist sistem işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı sürece, egemen güçler insan toplumunu en yıkıcı felâketlere sürükleme pahasına kendi sistemlerini yaşatmanın bir yolunu bulacaklardır. Kapitalist üretim tarzının kelimenin gerçek anlamında bir dünyasal sistem düzeyine yükseldiği emperyalizm çağından başlayarak, ilk atılım dönemlerine oranla artık bir çürüme çağı içine girdiği açıktır. Lenin de bunu ifade etmiştir. Ne var ki bu tarihsel kıyaslamayı içerdiği anlamın ötesinde mutlak bir durum olarak kavramak son derece yanlış olur. Örneğin Lenin’in emperyalizm dönemi için kullanmış olduğu “çürüyen kapitalizm”, “çöküş halindeki kapitalizm” gibi nitelemeler, kapitalizmin artık üretici güçleri geliştiremediği ve böylece sistemin kendiliğinden bir çöküşe sürüklendiği anlamına gelmez. Bu nitelemeler, emperyalizm çağında kapitalizmin içsel çelişkilerinin ala-
24
bildiğine olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğunu, tekellerin dünyayı sömürüsünün büsbütün asalak ve çürümüş bir karakter kazandığını anlatır. Kapitalizmin en önce gelişip yaşlanmaya başladığı ülke olan İngiltere örneğinde olduğu gibi, mali oligarşi artan biçimde “kupon kırpmak”la yaşamakta ve bu durum kendini sarsıcı durgunluklar, savaşlar ve üretici güçlerdeki tahriplerle ortaya koymaktadır. Emperyalizm döneminin bu temel özelliklerini, ekonomik büyümenin durması şeklinde yorumlamak isteyenleri şöyle eleştirir Lenin: “Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. … Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”1 Nitekim Troçki de, Komintern’in ilk yıllarında “kapitalizmin çöküş çağı” kavramı etrafında cereyan eden tartışmalarda, çöküş nitelemesinin yanlış anlaşılmaması gereğine dikkat çekmiştir. Ekim Devrimine rağmen, dünyadaki dengelerin ve siyasal koşulların kapitalizm lehine değişmesi halinde kapitalizmin yeniden yükselişe geçebileceğini, üretici güçleri geliştirebileceğini belirtmiştir. Kapitalizm tarihsel olarak kendinden önce gelen diğer üretim tarzlarına kıyasla son derece dinamik bir karaktere sahiptir. Fakat kapitalist üretim tarzının gelişme kapasitesi yalnızca geçmişe değil, daha da önemlisi geleceğe kıyasla değerlendirilebilir. Bakılması gereken yer, kapitalizm altında üretici güçlerin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkinin artık olgunlaşmış olmasıdır. Üretici güçlerin ulaşmış olduğu gelişme düzeyi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin ve kapitalizmin örgütlenme biçimi olan ulus-devlet gerçeğinin aşılıp geçilmesini, özetle sosyalizmi zorunlu kılmaktadır. Buna rağmen kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi, toplumsal üretimin global anlamda son derece çelişkili, sosyalizm olanağına kıyasla muazzam ölçüde israfçı, doğayı ve insanlığı yıkım tehlikesiyle tehdit eder bir biçimde devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Çürüyen kapitalizm nitelemesi asıl olarak bu gerçekliğin ifadesi olabilir. Bu gerçekliği kapitalist sistemin tarihsel bunalımı ola-
i ve Devrimci Durum Elif Çağlı
rak da değerlendirmek mümkündür. Bu değerlendirme bir zamanlar Lenin’in de dikkat çektiği üzere, Büyük Ekim Devriminden sonra kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının açıldığını, böylece kapitalist sistemin tarihsel olarak vadesinin dolduğunu anlatır. Fakat bu olguya bunun dışında bir anlam yüklemek ve Stalinist anlayışın yerleştirdiği biçimde, bir sürekli bunalım ya da kapitalizmin bu kez içinden çıkamayacağı nihai bir kriz olarak algılamak asla doğru değildir. Marx’ın da vurguladığı gibi, gerçekte sürekli bunalım diye bir şey mevcut değildir. 1917 Ekim Devriminden sonra kapitalist sistemin sürekli bir bunalım anlamına gelen bir genel bunalım içine girdiği görüşü, Lenin’in emperyalizm çağı konusundaki değerlendirmelerinin Stalinizm tarafından çarpıtılmasının sonucudur ve tamamen yanlıştır. Stalinist genel bunalım şablonuna karşın, özellikle II. Dünya Savaşından günümüze dek dünyada ne gibi gelişmelerin yaşandığı biliniyor. Ekim Devrimini tasfiye eden Stalinizmin kapitalizme büyük bir soluk alma fırsatı verdiği, kapitalizmin kendi ekonomik krizleri temelinde çökmediği, tersine uzun yıllar boyunca kapitalizmin genel krizinden dem vuran bürokratik diktatörlüklerin çöküp tarihe karıştığı açıktır. Aslında kapitalist sistemin durumuna ilişkin gerçeklik, onun tarihsel evrimiyle ilgilidir. Biliyoruz ki, tarih içinde gelip geçmiş çeşitli üretim tarzlarının yükseliş dönemleri olduğu gibi, artık üretici güçleri eskisi gibi geliştiremedikleri gerileme dönemleri de vardır. Kapitalist üretim tarzı da tarihin bu yasasından muaf değildir. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Ama sık sık tekrarlayan ve derinleşen krizlerde açığa çıktığı gibi, üretkenlikteki gelişim engellendiğinde kapitalizm aslında tarihsel görevine ihanet etmektedir. Marx’ın deyişiyle, böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olmaktadır.2 Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin sonucunda kendiliğinden çökmez ama kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğinde gelişip yaygınlaştıkça ve bir dünya sistemi olarak ol-
gunlaşıp yaşlandıkça, krizlerini atlatabilmesini mümkün kılan manivelalar zamanla aşınır ve etkinliklerini yitirir. Üretici güçlerin geliştirilmesi bakımından tarihsel bir dönem boyunca önemli bir hizmet görmüş bulunan kapitalizmin ilerletici potansiyeli asla sonsuz ve mutlak değildir. Giderek daha şiddetli aşırı-üretim krizleriyle büyük spazmlar geçiren kapitalist üretim tarzı, üretici güçlerin bugün ulaştığı düzeyle artık bağdaşmamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarının eşit, adil, insan doğasıyla uyumlu ve doğayı mahvetmeyen dengeli bir biçimde karşılanabilmesi bakımından bugün insanlığın en yakıcı ihtiyacı sosyalizmdir. Günümüzde kapitalizmin, savaşları, nice yıkımları, açlığı, kitlesel işsizliği içeren mantıksız gerçekliği karşısında, toplumsal ihtiyaçları insanı mutlu kılacak biçimde karşılayabilecek olan sınıfsız toplum olanağı yer almaktadır. Nitekim günümüzde yaşanan ve ya sosyalizm ya yokoluş özdeyişiyle dile getirmeye çalıştığımız gerçeklik tam da budur. Bugün sosyalizm hedefi kesinlikle bir ütopya değil, dünya üzerindeki milyonlarca işçi ve emekçinin mücadelesi sayesinde rahatlıkla yaşama geçirilebilecek gerçek bir olanaktır.
Krizle devrim ilişkisi Kapitalizmin ekonomik krizleriyle işçi sınıfının mücadelesi arasındaki ilişkiyi mekanik bir tarzda değil, somut yaşamda olayların akışını belirleyen pek çok nesnel ve öznel faktörün diyalektik ilişkisi içinde kavramak gerekiyor. Ekonomik krizler işçi sınıfının devrimci mücadelesinde otomatik olarak yükselişlere yol açmıyor. Ekonomi ile siyaset arasında karşılıklı fakat karmaşık bir etkileşim vardır. İşçi hareketinin siyasal ve örgütsel düzeyi, genel moral durumu, mücadele azmi ya da tersine mücadele yorgunluğu gibi faktörler, işçilerin krize gösterecekleri tepkinin de niteliğini belirler. Olumsuz koşullar işçi sınıfını ekonomik kriz karşısında büsbütün geriletip, böylece burjuvaziye soluk alma fırsatı verebilir. Örneğin Troçki, emperyalizmin I. Dünya Savaşı sonra-
25
marksist tutum
sı dönemde sağladığı görece istikrarın nedenini buna bağlar. Emperyalizmin sözde istikrarının temel nedeni, bir yandan kapitalist Avrupa’nın ve sömürge Doğunun bütün sosyal ve ekonomik hayatının maruz kaldığı genel sarsıntı ile, “öte yandan komünist partilerin zayıflıkları, hazırlıksızlığı, kararsızlığı ve önderliklerinin müthiş hataları arasındaki çelişkide yatmaktadır”.3 Tersine, işçi sınıfının doğru bir önderlik altında kendisine duyduğu güven koşulları ise dönüp ekonomiyi etkileyebilir, burjuvazinin ekonomik krizini daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Nitekim çeşitli örneklerde görüldüğü üzere, işçi sınıfının ekonomik krizin yükünü taşımayı reddetmesi ve tam tersine yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek üzere bastırması burjuva düzeni çığ gibi büyüyen sorunlarla yüz yüze bırakmıştır. Bu gibi ortamlar, kriz koşullarındaki kapitalist ekonominin rakip güçlerin rekabeti karşısında gerilemesine ve egemen güçlerin kontrol altında tuttukları pazarlarda konumlarını yitirmelerine neden olabilir. Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin sonucunda kendiliğinden çökmez ama kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğinde gelişip yaygınlaştıkça ve bir dünya sistemi olarak olgunlaşıp yaşlandıkça, krizlerini atlatabilmesini mümkün kılan manivelalar zamanla aşınır ve etkinliklerini yitirir. İşçi sınıfının kapitalist sisteme yönelik başarılı vuruşları egemen kapitalist güçlerin çözüm yollarını tıkarken, başarısız girişimleri ise burjuvazinin yeni çıkış yolları bulabilmesine olanak vermektedir. Geçmiş dönemlerde yaşanmış olan çeşitli deneyler, örneğin İspanya ve Fransa’da kapitalist işleyişi doğrudan hedef almayan sınıf uzlaşmacı Halk Cephesi deneyimleri, keza Türkiye’de 1980 öncesinde yaşanan benzeri işbirlikçi çizgiler bu yasayı kanıtlayan örneklerdir. Bu tür örnekler incelendiğinde, işçi sınıfının sözde devrimci örgütler tarafından izlenen politikalar nedeniyle tam bir yılgınlığa sürüklendiği görülür. Böylece burjuvazinin eli, faşizm gibi baskıcı yönetimler altında ekonomik sorunlarını çözecek yollar bulmak bakımından güçlenmiştir. Yine tarihsel örnekleri incelediğimizde görürüz ki, ekonomik kriz koşulları bazen devrimleri tetiklerken bazen de işçi sınıfı hareketini genel bir duraklama ya da gerileme içine sürükleyebilmektedir. Örneğin Marx ve Engels 1851 yılında Avrupa’da ekonomik yükseliş zirveye ulaştığında 1848 devrim dalgasının sona erdiğine değinirler. Yaşanan olaylardan devrim ve kriz ilişkisi bağlamında sonuç çıkartan Engels, 1847 krizinin devrimin anasıyken, 1840-50 boom’unun ise muzaffer karşı-devrimin anası olduğunu belirtir. Fakat bu durum o dönemdeki somut koşulların bir ürünüdür ve genel bir kural değildir. Nitekim bu konuyu ele alan Troçki, krizin devrimci eylemi doğururken,
26
Kasım 2008 • sayı: 44
boom’un tam tersine işçi sınıfını pasifize ettiği anlamına gelecek yorumların son derece tek yanlı ve yanlış olacağını söyler. Aslında 1848 devrimi de mekanik bir biçimde krizden doğmamış, kriz patlamaya hazır bir dizi çelişkiye son itilimi vermiştir. Farklı bir örnek de Rus devrim sürecinden verilebilir. 1905 devriminin geri çekilmesinden sonra yaşanan gericilik döneminde pek çok devrimci Marksist, kapitalizmin yeni bir canlanma konjonktürüyle birlikte Rus devrimci işçi hareketinin de yeniden yükselişe geçebileceğini düşünmüştür. Ve nitekim öyle de olmuştur. 1910-12 yılları boyunca yaşanan ekonomik iyileşme koşullarına, daha önceki yenilgi nedeniyle gerilemiş ve moralini yitirmiş işçi hareketindeki yeni bir yükseliş dalgası eşlik etmiştir. Kapitalist üretim sürecinde bir sınıf olarak kilit role sahip olduğunun ayrımına varan proletarya yeniden canlanmış, ekonomik mücadelede elde ettiği başarılar moralini yükseltmiş ve böylece siyasal alanda da saldırıya geçmiştir. Kısacası kapitalizmin görece refah dönemi militan işçi hareketini geriletmemiş, tersine devrimci yükselişi ateşlemiştir. Bu ve benzeri deneyimlerden sonuç çıkartan Troçki, ekonomik konjonktürde yaşanacak iyileşmenin ve yaşam standartlarındaki görece yükselişin, devrim üzerinde yıkıcı bir etki değil, tam tersine oldukça elverişli bir etki de yapabileceğini söyler. Ona göre bu gibi konularda yürütülecek tartışmalarda asıl önemli olan, salt konjonktürel değişimleri izlemekle yetinmemek ve dönemin uzun gelişme eğrisinin özelliğini kavrayabilmektir. Örneğin 1848 periyodunda yaşanan kriz yalnızca yüzeysel ve kısa ömürlüyken, canlanma ve iyileşme konjonktürü son derece güçlüdür ve bu nedenle devrimci dalga geri çekilmiştir. Fakat 1929’da ve günümüz benzeri derin ekonomik kriz dönemlerinde ise, ekonomideki geçici iyileşmeler cılız ve kısa ömürlüdür. Dolayısıyla, süreci etkileyen diğer faktörleri saklı tutmak koşuluyla, bu değişimin devrimci dalgalanma üzerinde yaratacağı olumsuz etkinin daha sınırlı olduğu söylenebilir. Görüldüğü gibi, somut gerçekliğin farklı ve karmaşık yönleri vardır. Bu önemli hususu gözardı etmemek koşuluyla yine de diyebiliriz ki, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun alabildiğine derinleştiği ekonomik kriz ortamları işçi sınıfının devrimci güçleri açısından son derece önemli dönemlerdir. Zira sınıf hareketinde bir yükselişi besleyebilecek asgari koşulların var olması halinde, kriz koşulları sınıfın kitlesini yaygın ve giderek militanlaşan bir ekonomik mücadelenin içine çekebilir. Nitekim Lenin, proletarya arasında yoksulluğun ve ekonomik mücadelenin büyük ölçüde arttığı dönemlere özel bir önem atfetmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesinde bir hareketlilik tesbit ettiğinde, partinin dikkatini bu gelişmeye çekmiştir. Devrimci hareketin bütün ayaklanmalarının ekonomik kitle hareketi temelinde başladığına işaret eder Lenin. Şubat 1907’de toplanan RSDİP beşinci kongresinin önüne şu görevi koyar: “Mümkün olan en fazla sayıda Parti üyesi,
Kasım 2008 • sayı: 44
kitleler arasında ekonomik ajitasyon çalışmasında yoğunlaşmalıdır.”4 Büyük ekonomik krizlerin, kitleleri kapitalist sistem konusunda yanılsamalara sürükleyen yaldızları parçaladığını kim inkâr edebilir? Böylesi dönemler, günümüzde Latin Amerika kıtasında birbiri ardısıra patlak veren devrimci durum örneklerinde olduğu gibi, son derece önemli tarihsel kesitlerdir. Genel olarak emekçi kitlelerde önemli bir ruhsal değişim yaratan kriz koşulları, devrimci öncüler bakımından bile bir canlandırıcıdır. Marx ve Engels’in yaklaşımlarını hatırlayalım. 1856 sonlarında yeni bir devrimci kabarış bekledikleri dönemde Engels’e şu satırları yazıyordu Marx: “Kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım.” Engels’in yanıtı ise şöyleydi: “Geçen yedi yılın burjuva boku belli bir ölçüde bana da bulaşmıştı, şimdi o temizlendi, bambaşka biri oldum. Kriz bana bedenen en azından deniz havası kadar iyi geldi.”5 Bu saptamalar ne derece doğruysa, kitle hareketinde en kendiliğinden gibi görünen yükseliş ve gerileyişlerin bile aslında devrimin öznel faktörleriyle sıkı sıkıya ilintili olduğu da o derece doğrudur. Devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin alabildiğine geri olması durumunda, işçi sınıfının en şiddetli krize bile devrimci bir yanıt veremeyeceği, tersine işini kaybetme korkusu, gelecek kaygısı ve derin endişelerle büsbütün gerileyebileceği bir gerçektir. Türkiye örneğinde olduğu üzere, işçi hareketinin önemli darbeler yediği ve alabildiğine gerilediği gericilik yıllarının ardından gelen son ekonomik krizler hiç de devrimci bir duruma yol açmamıştır. Tersine, işsizlik tehdidi işçi sınıfının en sıradan ekonomik mücadele potansiyelinin üzerinde bile bir Demokles kılıcı gibi sallanır olmuştur. Bu gibi durumlarda işçi sınıfının genel ruh halinin, bilinç ve militanlık düzeyinin ilerletilebilmesi için, ekonomik mücadele alanında henüz mütevazı da olsa bazı başarılar ve kazanımlar elde etmek son derece önemlidir. Bu hususu irdelediğimizde, bu kez karşımıza sendikal mücadeledeki sorunlar dikilmektedir. Sendika bürokrasisinin hain rolü, işçilerin ekonomik mücadele anlamında bile gerekli bilinçten ve örgütlülükten uzak oluşları, bugünün Türkiye’sinin yakıcı gerçekleridir. Kısacası hangi düzeyde olursa olsun, ekonomik durumla devrimci mücadele arasında kurulacak ilişkide öznel ögeyi dışlayarak salt ekonomik analizlerle bir sonuca varmak mümkün değildir. Sınıf mücadelesinde sonucu
marksist tutum Devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin alabildiğine geri olması durumunda, işçi sınıfının en şiddetli krize bile devrimci bir yanıt veremeyeceği, tersine işini kaybetme korkusu, gelecek kaygısı ve derin endişelerle büsbütün gerileyebileceği bir gerçektir.
belirleyecek olan ekonomik kriz mekanizması değil, dünyadaki genel siyasal koşullar, dünya işçi hareketinin durumu gibi faktörlerdir. Marksizm hiçbir şekilde, devrimin öznel faktörlerinin devrimin nesnel koşulları üzerinde etkili olmayacağını ileri sürmez. İşçi sınıfının kapitalist düzeni yıkabilmek bakımından yeterince örgütlü olmadığı koşullarda, derin bir ekonomik krize bağlı olarak ortaya çıkan devrimci durumun kısa sürede sönümlenmesi pekâlâ mümkündür. Bu takdirde burjuvazi kazandığı zamanı işçi sınıfının sömürüsünü yoğunlaştırmakta kullanabilecek, ekonomiyi yeni bir iyileşme dönemine taşıyabilecektir.
Reformizm kapitalizme can verir İşçi hareketinde reformist eğilimle devrimci eğilimi birbirinden ayırt eden temel hususu şu şekilde özetleyebiliriz: burjuvaziye karşı örgütlü sınıf mücadelesini yükseltme iradesinin, bunu gerçekleştirme azminin ve hazırlığının olup olmadığı. Kapitalist krizi nasılsa yeni bir ekonomik yükseliş döneminin izleyeceği ve böylece işçi haklarında zaten iyileştirici önlemlerin önünün açılacağı düşüncesi tamamen pasifist, uzlaşmacı ve reformist bir anlayıştır. Kapitalizmin ciddi bir kriz içinde debelendiği koşullarda, bu anlayışın işçi hareketinde yaygınlaşması, hareketi felçleştirir ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürer. İşçi hareketindeki tüm reformist akımlar, eskiden olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesini yatıştırmak üzere burjuvaziye çok önemli bir hizmet sunmaktadırlar. İşçilerin mücadelesinin reformizmin egemenliği nedeniyle düzen sınırları içinde tutulması halinde, burjuvazi elbette ki zaman ve manevra alanı kazanacaktır. Oysaki işçi hareketinde devrimci bir çizginin güçlenmesi durumunda, gerek kriz ve gerekse ekonomik yükseliş koşullarında militanlık düzeyini yükseltmek mümkündür. I. Dünya Savaşını takip eden yıllarda, Hilferding de dahil olmak üzere pek çok reformist, kapitalizmin yeniden dengeye getirici güçlerini abartmakta ve sistemin yeni bir temel üzerinde otomatik olarak eski haline kavuşacağını
27
marksist tutum
söylemekteydiler. Oysa kapitalist sistem, her seferinde geri dönülecek doğal bir denge durumu yasası temelinde işlemez. Sistemin işleyişi, çeşitli krizler, altüstlükler, savaşlar ve sınıf mücadelesindeki sertleşmelerle kırılmalara uğrayan çelişkili ve düzensiz bir karaktere sahiptir. Troçki’nin o dönemde Hilferding ve benzeri düşüncede olanlara yönelttiği eleştiride vurguladığı gibi, otomatik evrime iman oportünizmin en önemli ve en karakteristik özelliğidir. İşçi sınıfı devrimci mücadeleyi yükseltmekte başarısız kalıp, burjuvaziye dünyanın yazgısına uzun yıllar hâkim olma fırsatını verirse, burjuvazi elbette ki bir tür yeni denge durumunu inşa edebilecektir. Belirli bir süre devam eden durgunluk koşullarının ardından, yeni bir uluslararası işbölümünün sancılı bir şekilde kurulmasıyla yeni bir kapitalist yükseliş döneminin gelmesi pekâlâ mümkündür. Fakat Troçki haklı olarak, reformist muhakeme tarzının son derece tehlikeli bir eğilime işaret ettiğini belirtir. Bu siyasal eğilim tüm sorunları, proletaryanın mücadele etmeyi bıraktığı ya da bırakacağı varsayımı temelinde ele almaktadır. Çeşitli faktörlerin birlikte işleyişi gözönünde bulundurulduğunda, aslında kapitalist ekonominin her krizden sonra otomatik olarak dengeye ulaşabileceğini varsaymanın ne denli hatalı bir yaklaşım olduğu kolaylıkla kavranabilir. Çünkü kapitalist işleyişin yeniden canlanmasını sağlayacak olan mekanizmalar, diğer taraftan sınıf mücadelesinin kızışma potansiyelini de yükseltecek unsurlardır. Örneğin yeni bir canlanma dönemi, yeni yatırımlar ve kârlılığı arttıracak önlemler anlamına gelir. Bu da kapitalistlerin emeğin üretkenliğini arttırma çabasına girmeleri demektir. Kriz ve durgunluk dönemi boyunca düşmüş olan üretimin arttırılması için, çalışma saatlerinin fiilen uzatılması veya aynı süre içinde işçinin çok daha verimli çalışmaya zorlanması gibi önlemler uygulamaya sokulur. Bu yeni koşullar işçi sınıfının sömürüsünü çok daha yoğun hale getirirken, aynı zamanda somutta işçi haklarına saldırı anlamına gelir ve pekâlâ işçi sınıfının başkaldırısını tetikleyebilir. Egemen burjuvazinin olası bir işçi isyanını, ciddi bir grev dalgasını yatıştırmadan, kapitalist ekonomiyi burjuva iktisatçılarının önceden kâğıt üzerinde tasarladıkları şekilde dengeye kavuşturması mümkün değildir. Ve işte böylece yaşam bizi kaçınılmazlıkla, ancak soyutlamada geçerli olabilecek olan bir ekonomik analiz âleminden, gerçeklerin somutluğuna, siyaset ve sınıf mücadelesi alanına taşımış olur. Kapitalist sistemde ekonomik gelişme hiçbir zaman rakamların ve burjuva istatistiklerinin doğurduğu otomatik bir süreç olmamıştır ve olmayacaktır. Sınıf mücadelesinin rolünü gözardı edip, sanki her türlü sonuç salt ekonomik koşullara bağlı olarak önceden veriliymişçesine pasifist bir yaklaşım sergilemenin devrimci Marksist tutumla bağdaşır hiçbir yanı olamaz. Proletaryanın devrimci öncü güçlerine düşen görev, içinden geçilmekte olunan dönemin özelliklerini belirlemek ve somut
28
Kasım 2008 • sayı: 44
koşulların gerektirdiği mücadele taktiklerini yaşama geçirme becerisini göstermektir. Herhangi bir çatışmada olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kazanma azmiyle kavgaya tutuşmadan, kesin sonucu önceden bilebilmenin olanağı yoktur. Örneğin ekonomik kriz koşullarında patlak veren sıcak ve uzun süreli militan grevlerin ne gibi gelişmelere yol açacağını önceden tam olarak bilebilir miyiz? Veya kapitalist ekonominin yeniden bir canlanma içine girmesiyle birlikte işçi sınıfının militan mücadelesinde otomatik olarak bir yükselişin ya da gerilemenin yaşanacağını iddia etmek doğru mudur?
Devrimin nesnel ve öznel koşulları Proleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için gereken koşulları bir bütün olarak ele alacak olursak, başlıca üç öncülden söz etmemiz gerekir. Birincisi, genelde dünyadaki üretim koşullarıyla ilgilidir. Üretici güçler, kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesini mümkün kılacak gelişme düzeyine ulaşmalıdır. İkinci olarak, bu tarihsel dönüşümü gerçekleştirmeye niyeti ve yeterli gücü olan bir sınıf fiilen ortaya çıkmalıdır. Yani işçi sınıfı bu köklü değişimi başlatmak için ekonomide yeteri kadar önemli bir rol oynayacak konuma yükselmelidir. Üçüncü olarak da, işçi sınıfı devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış olmalıdır. İlk iki koşul dünya ölçeğinde kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin inşasını mümkün kılacak nesnel temele işaret ederken, son koşul aslında devrimin öznel koşulu anlamına gelmektedir. Devrim sorununda iradeci ya da kendiliğindenci bir konuma sürüklenmemek için proleter devrimin nesnel koşullarıyla öznel koşullarını ayrı ayrı doğru biçimde kavramak gerekir. Dünyanın bir bütün olarak sosyalizme hazır hale gelişi, yani sosyalizmin nesnel koşullarının olgunlaşması, proleter devrimin istenildiği anda gerçekleştirilebileceği anlamına gelmez. Nitekim Troçki de, çağımızın devrimci özelliğinin her an devrimi gerçekleştirmeye, yani iktidarı almaya olanak tanımayacağını belirtmiştir. Çağın “devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalardan, doğrudan devrimci bir durumdan, başka bir deyişle komünist partinin iktidar için çalışmasını kolaylaştıran bir durumdan, faşist veya yarı-faşist karşı-devrimin zaferine … yol açan ani ve sık geçişlerden oluşmaktadır”.6 Gerçekten de devrim kişilerin iradi kararlarına bağlı olarak gündeme girmez. Bunun için devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmış olması şarttır. Bu nedenle, toplumun sosyalist dönüşümünü mümkün kılan nesnel koşullarla, proleter devrimin nesnel koşullarını birbirine karıştırmamak gerekir. Devrimin nesnel koşulu olan devrimci durum, kişilerin ya da örgütlerin iradesiyle yaratılamaz ve son tahlilde kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizlerle ilintilidir. Lenin genel olarak devrimci durumun belirtilerini üç başlık altında toparlar. Birincisi, “Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün ol-
Kasım 2008 • sayı: 44
mazsa; «üst sınıflar» arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlamaya götüren buhran ortaya çıkarsa.” Bir ihtilalin olması için, genellikle “alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememesi” yeterli değildir. “Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda” olması gereklidir. İkincisi, “Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse”. Lenin’in devrimci bir durumun üçüncü belirtisi olarak dikkat çektiği unsur ise, devrimci örgütlerin müdahalesinden bağımsız olarak işçi sınıfının bizzat nesnel koşullar tarafından eyleme itilmiş olmasıdır. Bu unsuru şu sözlerle açıklar Lenin: “Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, «barış zamanında» kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat «üst sınıflar» tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.”7 Devrimci durumun eski iktidarı yıkacak bir devrime dönüşebilmesi için öznel faktörün yeterince olgunlaşmış olması, yani doğru bir önderliğin varlığı ve işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin yeterliliği gerekir. Lenin bu koşulların tümünü nesnel değişiklikler, bir devrim durumu olarak adlandırır. İradenin dışındaki bu nesnel değişiklikler olmaksızın, yalnız tek tek gruplar ve partilerin değil, sınıfın da devrim yapamayacağını belirtir. Fakat bir devrimci durumun oluşması bile devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Nitekim Rusya’da 1905 devriminden önce birkaç kez devrimci durum oluşmasına rağmen bir devrim gerçekleşmemiştir. Çünkü bir devrim ancak yukarda belirtilen nesnel değişikliklerin yanı sıra öznel bir değişiklik olduğu zaman ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı, aslında kriz dönemlerinde bile kendiliğinden düşmeyecek olan iktidarı devrimci kitle eylemleriyle yıkabilmek bakımından yeterince güçlü olabilmelidir. Kısacası, devrimci durumun eski iktidarı yıkacak bir devrime dönüşebilmesi için öznel faktörün yeterince olgunlaşmış olması, yani doğru bir önderliğin varlığı ve işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin yeterliliği gerekir. Evet, genel bir devrimci durum olmaksızın en sağlam bir örgütün bile salt kendi faaliyetiyle bir devrimi gündeme sokması mümkün değildir. Ama diğer yandan unutulmamalıdır ki, emperyalizm çağında kapitalizm devrimci durumlara yol açacak mayalanmayı sık sık yaratmaktadır. Zaten bu nedenledir ki, öznel faktör tarihsel bakımdan belirleyici hale gelmiştir. Bu nedenle insanlığın tarihsel bunalımı gerçekten de devrimci önderliğin bunalımına indirgenebilir. Günümüz koşullarında, partinin ve devrimci önderliğin rolünü küçümseyen oportünist zihniyet Troçki’nin de belirttiği gibi çok ciddi bir tehlikedir. Bütün ta-
marksist tutum
rihsel sürecin anahtarının, öznel etkenin yani partinin eline geçtiğini önemle vurgular Troçki. Oportünizm ise, her zaman için öznel etkenin, yani partinin ve devrimci önderliğin rolünü ve bunun önemini azımsamaya heveslidir. İşte, “genel olarak yanlış olan böyle bir tutum, emperyalist çağda kesinlikle ölümcül etkiye sahiptir”.8 Proletaryanın devrimci mücadelesine önderlik etmeye soyunmuş güçler açısından somut durumun doğru biçimde analizi çok önemlidir. Taktikler ona göre belirlenecektir. Örneğin bir devrimci durumun varlığı halinde, kitle mücadelesine kapitalist düzenin yıkılması fikrini aşılayabilecek ve mücadeleyi devrime doğru ilerletecek taktiklerin tesbiti ve uygulanması fevkalâde yaşamsaldır. Mücadelenin artık iktidarın alınmasını ivedi kıldığı düzeyde olgunlaşması, yani doğrudan devrim aşamasına yükselmesi durumunda ise ayaklanma taktiklerini cesur ve basiretli biçimde ileri sürebilmek ve bu doğrultuda gereken fiili hazırlığı yürütmek gerekir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bir devrimci durumla devrimi birbirinden ayıran katı bir duvar yoktur; bu nedenle devrimci mücadelenin gelişiminin bu iki farklı olgunluk düzeyi arasındaki ilişkiyi asla skolastik mantıkla ele almamak gerekir. Devrimci durumda işçi sınıfının öncü güçlerine düşen görev, “devrimci durum mu, devrim mi” gibisinden ölü tartışmalarla zaman yitirmeyip, devrim hazırlığını elden gelen tüm güçle ilerletmektir. Unutulmamalı ki, devrimci durum gerekli önderliğin olmadığı koşullarda kolaylıkla geri devşirileceği gibi, devrimci öncünün çabasıyla başarılı bir devrime doğru da ilerletilebilir. İşte böylesi kritik durumlarda üzerinde odaklaşılması gereken temel gerçek budur.
Örgütlü mücadelenin yakıcılaşan önemi Devrimin nesnel ve öznel koşulunun anlam ve önemini ve birbirleri üzerindeki diyalektik etkisini doğru biçimde kavramaksızın, işçi sınıfını başarıya götürecek bir devrimci strateji geliştirilemez. Bu sorun ekseninde ortaya çıkmış ve çıkacak olan çarpılmaları iki uçta özetleyebiliriz. Bir uçta, devrimin nesnel koşulunun tek boyutlu yorumlanması ve dolayısıyla sınıfın kendiliğinden isyan potansiyelinin abartılması vardır. Diğer uçta ise, salt öznel koşula aşırı bir önem atfedilmesi ve iradeci yaklaşımların yüceltilmesi yer alır. Aslında proletaryayı zafere ulaştırabilecek olan bir devrimci önderlik anlayışı, kendisini bu iki temel faktörün diyalektik ilişkisinin doğru kavranışı üzerinde temellendirmek zorundadır. Dikkatlice düşünecek olursak, bu diyalektik ilişkiyi doğru biçimde kavramayan siyasal akımların sağ ya da sol çeşitlemelerinin son tahlilde devrimci lafazanlık noktasında buluştuklarını rahatlıkla görürüz. Açıkça reformizmi savunanları bir yana bırakalım. Devrimci çözümü sözde reddetmeyen fakat onun yaşama geçirilmesi bakımından işçi sınıfı içinde gerekli hazırlık çalışmasını yürütmeyen çevreler, genelde işçi sınıfının her kendiliğinden yükselişi-
29
marksist tutum
ni gereksiz biçimde abartırlar. Örgütlenme konusunda sahip olunması gereken devrimci kavrayış, irade ve kararlılık noksanlığının üzeri, neredeyse kendiliğindenliğe tapınma noktasına varabilecek bir devrimci edebiyatla örtülenmeye çalışılır. Keza, sınıf mücadelesinin nesnel koşullarını kavrama kapasitesine sahip bulunmayan ve sınıf içinde sistemli bir çalışma sabrı gösteremeyen çevreler de, kendi eksikliklerini, iradeciliği tek yönlü biçimde abartan keskin devrimci sözlerin ardına saklarlar. Oysa işçi sınıfının Lenin önderliğinde yaratılan Bolşevik çizgisinin ortaya koyduğu gibi, gerçek devrimci hazırlık hiçbir zaman süslü laflarla ve devrimci lafazanlıkla yürütülmemiştir ve yürütülemez. Proletaryanın devrimci örgütlülüğünü sağlama çabası, kararlılık, planlı çalışma ve sabır gerektirir. Gerçek Bolşevikler, devrimci lafazanlara son derece bıktırıcı gelen meşakkatli görevleri devrimci azimle yürütebilenlerdir. Örneğin Lenin, devrimcilerin gerici sendikalarda çalışmamaları gerektiğini savunan Alman sollarının çocukluk hastalığını eleştirmiştir. Gerçek devrimcilerin sınıfın örgütlenmesine hizmet edebilmek için sendikalarda karşılarına çıkarılacak her türlü olumsuz ve zor koşula rağmen mücadelenin bir yolunu bulmaları gereğine dikkat çekmiştir. “Sendikalara girebilmek, sendikalar içinde kalabilmek ve her ne pahasına olursa olsun komünist çalışmayı bu örgütler içinde yürütebilmek için bütün bunlara göğüs germek gerekir, her türlü özveriye katlanmak, (eğer gerekirse) savaş hilelerine başvurmak, gizli eylem yöntemlerini uygulamak gerekir.”9 Gerici sendikalar bir yana, zaten genel olarak sendikaların işçi sınıfının devrimci politik örgütüne kıyasla pek çok geri ve uzlaşmacı yön içerdiği açıktır. Nitekim Lenin de sendikalarda çalışmanın önemine vurgu yaparken bu malûm hususları sıralamış, fakat tüm bunlara rağmen, sendikalarla işçi sınıfı partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan hiçbir yerde proletaryanın gelişiminin sağlanamadığına işaret etmiştir. İşçi sınıfının kurtuluşunun bizzat sınıfın kendi eseri olması gerektiğini söyleyen Marksist kuralın nasıl yaşama geçirilebileceğini derinden kavramış bir devrimci liderdi Lenin. Sözde daha keskin bir devrimcilik adına, öncü devrimci güçlerin sınıfın mevcut kitle örgütlerinde çalışmamaları, sendikalara burun kıvırmaları durumunda ortaya çıkabilecek yegâne sonuç, sınıfın kitlesinin gerici, kaypak, uzlaşmacı sendika bürokratlarının ellerine teslim edilmesi olur. Önümüzdeki dönem, artık sorumsuzluk derecesine varan bir devrimci lafazanlıkla hiç mi hiç bağdaşmayacak denli önemli görevlerle yüklü bir dönem olacak. II. Dünya Savaşı sonrasındaki uzun yükseliş dönemi boyunca işçi sınıfına tavizler verebilen kapitalist sistem şimdi şiddetli bir kriz içinde kıvrandığından, sosyal bütçelerdeki kesintiler ve işçi haklarına yönelik saldırılar sürecin egemen karakteri haline gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun bir dönem reformizme hayat vermiş olan toprak kaymaktadır artık. Bu durumun işçi sınıfının bilincine yansıması, dün-
30
Kasım 2008 • sayı: 44
yada kitle hareketlerindeki görece yükselişte kendini açığa vurmaktadır. Ne var ki nesnel koşulların değişikliğe uğramasıyla birlikte, öznel koşulların da bu yeni dönemin gerektirdiği doğrultuda kısa vadede ve kolay biçimde değişeceğini ummak saflık olur. Reformist ve sınıf uzlaşmacı anlayış özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı örgütlerine o denli derinden nüfuz etmiştir ki, bu örgütler açıkça dönemin görevlerinin gerisinde kalmaktadırlar. Bu durum işçi sınıfının öncü kesimlerinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor olsa da, örgütlenmemiş bir hoşnutsuzluğun bir çırpıda her şeyi değiştirebilmesi asla mümkün değildir. Sınıfın ileri unsurlarının atılımı temelinde yeni bir örgütsel canlanışın başlatılabilmesi bile, bu uğurda planlı, kararlı ve sistemli bir mücadele yürütecek örgütlü unsurlara ve özellikle onların devrimci nitelik ve azmine bağlı olacaktır. Bu türden bir örgütlülük temelinde işçi hareketinde sağlıklı bir yükseliş sağlanamadığı sürece, savaş karşıtlığı gibi nedenlerle ileriye atılabilen kitle hareketlerinin yine aynı kolaylıkla geriye çekilmesi kaçınılmazdır. Bu yakıcı gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda, dünya işçi hareketinin gerçek bir yol ayrımıyla yüzyüze bulunduğunu söylemeliyiz. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde geçmiş dönemin yerleştirdiği uzlaşmacı, reformist ve uyuşuk önderlikler ve zihniyetlerle artık bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır. Marx, proletaryanın görevinin sadece sermayeye direnmek değil, onu yıkmak olduğunu vurgular. İşçi sınıfını genelde tehdit eden kapitalist ekonomik saldırı hemen her ülkede tırmanmaktadır ve bu tür gelişmelerin sınıf savaşını kızıştırmadan ilerleyebileceği düşünülemez bile. Gelişmiş kapitalist ülkelere oranla ekonomik krizlerin yükünü, politik sonuçları itibarıyla çok daha derinden ve kısa vadede yaşayan orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak veren ve daha da verecek olan karışıklıklar, yarın nelerin yaşanabileceğinin işaretleridir. Bugün örneğin Latin Amerika kıtasını devrimci krizlerle sarsan gelişmeler, bir yandan kendiliğinden devrimci bir zaferin elde edilemeyeceğini çok açık biçimde gözler önüne sererken, diğer yandan devrimle oyun oynanamayacağı gerçeğini de bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Kızışan sınıflar savaşında, burjuvazi ve proletarya arasında ortaya çıkan iktidar çatışmasının uzun bir süre boyunca aynen devam edebilmesi olanaksızdır. Tarihsel gelişim bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Bu savaşta yenemeyen sınıf sonunda yenilmeye mahkûmdur. Ekonomik krizin ve devasa boyutlara varan işsizliğin yoksul kitleleri içine sürüklediği başkaldırı koşulları, doğru bir önderlik ve örgütlülük temelinde pekâlâ devrimci bir iktidara yol açabilir. Fakat işçi sınıfının yeterli örgütlülük ve yol göstericilikten yoksun olması durumunda, aynı koşulların kapitalist gericiliğin ve faşizmin yükselişinin yolunu döşediğini de pekâlâ biliyoruz. Bugün dünya kapitalist sisteminin yaşamakta olduğu kriz ciddi boyutlardadır; sistemin hegemon gücü ABD’nin
Kasım 2008 • sayı: 44
sergilediği emperyalist savaş çılgınlığı rakamların desteğine ihtiyaç duymaksızın durumu izah ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde birbiri ardı sıra patlak veren siyasal skandallar ve mayalanan siyasal kriz ortamı, artık bu ülkelerin de ekonomik koşullardaki kötüleşmenin yarattığı siyasal gerilimlerden kaçıp kurtulamayacağını kanıtlıyor. Geçmiş dönemin koşullarına bakıp, Avrupa’da siyasal gericiliğin yaşanmayacağı doğrultusunda genellemelere girişmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor. Kapitalist sistemin kitleleri bazı tavizlerle ve tatlı yalanlarla kandırabilmesi olanaksızlaştıkça, sistem kitle hareketini zehirleyip ezecek, sindirecek politik biçimleri öne çıkarmanın yollarını arayıp bulacaktır. Burjuvazinin gerici saldırganlığının illâ da geçmiş dönemin örneğini birebir tekrar etmesi, örneğin Almanya’nın Nazizmin yükselişini aynen yeniden yaşaması şart değil. Fakat bilinen bir husus var ki, o da kapitalist sistemin açmazı derinleştikçe kudurganlığının artacağı ve her türden gerici siyasal önlemi gündeme getirmekte tereddüt etmeyeceğidir. Bugün kapitalizm, sistemin hegemon gücü ABD’nin somut durumunun açıkça sergilediği gibi uzun bir dönem boyunca yaşadığı parlak günlerini geride bırakmıştır. Fakat asla üzerinden atlamamız gereken gerçek şudur ki, içinden geçtiğimiz kriz ne kadar derin ve şiddetli olursa olsun kapitalizm krizleri içinde kendiliğinden çökmeyecektir. İnsanlığın kaderi geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha fazlasıyla işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlıdır. Feurbach’ı eleştirirken kaleme aldığı ünlü 11.Tez’de “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marx’ın satırlarını asla unutmayalım. Bugün üzerinde odaklaşmamız gereken ana halka işte budur. Kendini tamamıyla geçmiş dönemin koşullarına adapte etmiş olan ve yeni koşullara uyum potansiyeli taşımayan işçi örgütlerini, yüzyüze gelinecek siyasal sarsıntılar ortamında büyük krizler bekliyor. Böyle bir süreçte işçi hareketine, ancak ve ancak, kapitalizme karşı mücadele konusunda Marksist kavrayışa ve Bolşevik tarzda örgütlenme iradesine, çabasına sahip olan siyasal yapılanmalar yol gösterebilir. Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak gelişmeler, proleter enternasyonalizmi temelinde dünya ölçeğinde yükseltilmesi gereken mücadelenin gereğini ve önemini misliyle yakıcı kılacaktır. Tarihte gördüğümüz
marksist tutum
benzeri çalkantılı dönemler, yalnızca bu türden değişimlere ayak uydurabilecek kapasite ve hazırlık düzeyine sahip örgütlülüklerin öne atılabileceğini ve işçi sınıfının enternasyonalist devrimci mücadelesinin gereklerini yerine getirebileceğini kanıtlıyor. Büyük Ekim Devrimi aracılığıyla tarihin öğrettiği ve asla unutulmaması gereken bir başka ders ise, proletarya enternasyonalizminin soyut bir dilek olmadığıdır. Yaşanılan toprak parçası üzerinde mücadeleyi Bolşevik temellerde yükseltme çabası içine girilmeden ve böylece doğru fikirlere yaşam suyu akıtılmadan, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi güçlendirilemez. Enternasyonalist komünist eğilim, salt doğru fikirlere dayanıyor diye hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendiliğinden bir güç kaynağı düzeyine yükselmedi. Komünist öncülerin görevi, doğru fikirleri işçi sınıfı hareketi içinde yeşertmek ve örgütlü bir çekim merkezi haline getirebilmektir. Lenin önderliğindeki Bolşevikler bu görevin başarılabilmesi uğrunda yol alırlarken, işçi hareketindeki kendiliğinden yükselişlere tapınan ya da tersine sınıf hareketinden kopuk sözde bir devrimci iradecilik sergileyen eğilimlerle kıyasıya mücadele etmişlerdi. Yaşam, aradan geçen uzun yıllara rağmen benzer mücadele hedeflerini bugünkü devrimci kuşakların da önüne koymuş bulunuyor. Bugün de işçi sınıfı içinde proletaryanın enternasyonalist kavgasını güçlendirmenin yolu, Ekim Devrimine önderlik eden Bolşeviklerin yükselttiği mücadele bayrağını sahiplenmekten geçiyor.
Büyük Ekim Devrimi aracılığıyla tarihin öğrettiği ve asla unutulmaması gereken bir diğer ders de, proletarya enternasyonalizminin soyut bir dilek olmadığıdır.
Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum broşüründen kısaltılarak alınmıştır
–––––––––––––––––––––––– 1
Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.150
2
Marx, Kapital, c.3, s.232
3
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.74
4
Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, Ser Yay., Kasım 1974, s.60
5
Marx ve Engels, Grundrisse’ye Sunuş içinde, Birikim Yay., s.12
6
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.73
7
Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969, s.16
8
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.75
9
Lenin, Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., Haziran 1991, s.48
31
Diller Dağından Emperyalist Paylaşım Alanına İlkay Meriç
D
ünyanın en çeşitli etnik bileşimine sahip coğrafyalarından birisidir Kafkaslar. Farklı dillere, dinlere ve etnik kökenlere sahip çok sayıda halk, bin yıllardır bu coğrafyada iç içe geçmiş bir şekilde yaşamaktadır. Ne var ki, halkların gönüllü birlikteliği temelinde muazzam bir kültürel zenginliğin ifadesi olacak ulusal çeşitlilik, kapitalist-emperyalist sistemde, en azgın çatışmaların, boğazlaşmaların ve düşmanlıkların kanlı yatağına dönüştürülmektedir. Kafkas halkları yüzyıllar boyunca sömürgeci imparatorlukların ve kapitalist-emperyalist devletlerin baskı, eza ve sömürüsüne maruz kalmışlar, birbirlerine düşürülüp birbirlerini kırmaya zorlanmışlardır. Bugünse, yerel egemenlerin ve emperyalist güçlerin elele planladığı kirli oyunlar, bu cennet coğrafyayı emperyalist paylaşım savaşının yeni cephesi haline getirmiştir.
“Diller Dağı”nın acılı halkları Adını Arap coğrafyacıların Cebelü’l-Elsine (Diller Dağı) olarak adlandırdıkları Kafkas Dağlarından alan Kafkasya, Gürcüler, Azeriler, Ermeniler, Abhazlar, Çeçenler, Osetler, İnguşlar, Dağıstanlılar, Kazaklar gibi 50’nin üzerinde halkı içinde barındıran bir bölgedir. Bu halklar içinde, aynı dili konuşan birkaç yüz kişilik etnik toplulukların yanı sı-
32
ra sayıları milyonları bulan daha büyük uluslar da yer almaktadır. Yüzyıllar boyunca Pers, Bizans, Osmanlı ve Rus imparatorlukları tarafından sömürgeleştirilen bu bölgenin kadim halkları, kitlesel sürgünlere, zora dayalı asimilasyona vb. maruz bırakılarak kıyıma uğradılar. Ancak Ekim Devrimiyle birlikte ilk kez kendi kaderlerini tayin hakkına kavuştular. Devrimci sovyet hükümeti, iktidarın ele geçirildiği günün hemen ertesinde, tüm ezilen uluslara kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkını tanıyordu. Bu haktan Çarlık Rusya’sının diğer ezilen ulusları gibi Kafkas halkları da yararlandılar. Devrimin yarattığı çoşkulu kardeşlik atmosferi Kafkaslar’ı da elbette etkilemiş ve halkların kardeşçe birliği yolunda güçlü bir arzu ve itilim oluşmuştu. Devrim süreci ateşini koruduğu ölçüde devam eden bu genel süreç, ne yazık ki çeşitli iç ve dış faktörlerden dolayı oldukça sancılı bir gidişat gösterdi. Kafkaslar’daki etnik çeşitlilik, halkların nüfusça az oluşları, iç içe geçmeleri ve yaşadıkları bölgelerin net sınırlarla ayrılamaması, bu bölgede ulusal sorunun çözümünü Rusya’nın diğer bölgelerine göre çok daha zorlu kılıyordu. Bölgenin en büyük halkları Azeriler, Gürcüler ve Ermenilerdi ki, bunların nüfusları bile 2 milyonun altındaydı. Bunun da ötesinde, yıllarca Osmanlı’nın zulmüne uğrayan Ermenilerin nüfusça oldukça büyük bir bölümü Azer-
Kasım 2008 • sayı: 44
baycan ve Gürcistan sınırları içinde yaşıyorlardı. Örneğin Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Ermenilerin nüfusu Gürcülerden daha fazlaydı. Bu durum, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin egemenliği altında kuşkusuz ulusal çatışmalara da yol açıyordu. Gürcü mülk sahibi sınıflar, Ermenilere karşı düşmanlık yaratmak için halkı sürekli olarak kışkırtıyorlardı. Ayrıca Kafkaslar, geri üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü, köylülüğün ağır bastığı bir bölgeydi. Yoksul köylülerin ağırlıkta olduğu Azerbaycan’da, petrol sanayiinin gelişkin olduğu başkent Bakû dışında proletarya yok denecek kadar zayıftı. Gürcistan ve Ermenistan’da da gelişmiş bir proletaryadan söz etmek mümkün değildi. Var olanlar esas olarak demiryolu işçileriydi. Ekim Devrimi bu nesnel zemin üzerinde ve Birinci Dünya Savaşının halen devam ettiği bir atmosferde gerçekleştirilmişti. Rusya devrimle birlikte savaştan resmen çekilmiş, bir süre sonra imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasıyla sınırlarının önemli bir kısmı netleştirilmişti. 2 Mart 1918 tarihli bu anlaşmayla Rusya’nın Osmanlı Devletiyle olan sınırları da çizilmiş, Ermenilerin ağırlıkta olduğu Kars ve Gürcülerin ağırlıkta oldukları Batum Türkiye sınırları içinde kalmıştı. Ne var ki bu durum Ermenileri de Gürcüleri de son derece hoşnutsuz etmişti. Kısa bir süre sonra, Osmanlı tehdidinin de itilim vermesiyle, Bakû dışında kalan tüm Transkafkasya’da1 Transkafkasya Bağımsız Federatif Cumhuriyeti ilan edildi (22 Nisan 1918). Bolşeviklerin örgütlü oldukları Bakû’de ise, Azeri işçiler, Ermeni işçi ve emekçilerden de destek gören bir sovyet hükümeti kurdular. Yeni kurulan bağımsız Transkafkasya Cumhuriyetinin Gürcistan ayağında Menşevikler, Ermenistan’da Taşnaklar ve Azerbaycan’da Musavat (Eşitlik) Partisi egemendi. Bunların milliyetçi tutumları ve egemen sınıflar arasındaki çatışmalar nedeniyle, kurulan cumhuriyetin ömrü ancak bir ay olabildi. Federatif cumhuriyetin feshedilmesinin ardından, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, üç ayrı cumhuriyet olarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak birkaç hafta sonra Türk birliklerinin Ermenistan ve Azerbaycan’ı işgal etmesi, bu cumhuriyetlerin daha doğar doğmaz yok olmalarına neden oldu. Gürcistan ise Türk tehdidi karşısında Almanya’ya sığındı. Bolşevikleri Brest Litovsk’ta Rusya’yı Almanya’ya satmakla suçlayan Gürcü Menşevikler, korkunç bir ikiyüzlülükle, Gürcistan’ın Almanya’ya teslim edilmesine sessiz kalmışlardı. Onlar için, Bolşevik Rusya’dan yardım almak yerine Almanya’ya biat etmek daha makbuldü! Rusya’yı Kafkaslar’dan sıkıştırmak için bu ülkeyi bir üs olarak kullanmak isteyen Almanya ise, Gürcistan’la yaptığı anlaşma neticesinde Bakû petrollerini Karadeniz’e taşıyan Transkafkasya demiryolunu denetimi altına aldığı gibi, ülkenin önemli madenlerinden manganezin de savaş boyunca kendine tahsis edilmesini sağlamış oluyordu. 1918 sonlarında sona eren Birinci Emperyalist Savaşta Almanya’nın ve Osmanlı’nın yenik düşmesinin ardından,
marksist tutum
Kafkaslar’daki Osmanlı ve Alman egemenliği yerini İngiliz egemenliğine bıraktı. Transkafkasya’nın büyük bir bölümü, Bakû de dahil olmak üzere İngiliz emperyalizminin işgaline uğradı. İngiltere, o sırada toplanan Paris Barış Konferansında Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyacağını açıklasa da, bu İngilizlerin diplomatik oyunlarından biri olmaktan öteye bir anlam taşımayacaktı. Tam da bu süreçte, emperyalist güçlerden her türlü desteği alan karşıdevrimci Beyaz Orduların başlattıkları iç savaş, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın bağımsızlık sürecini baltalayacaktı. 1920 Nisanında İngiliz birlikleri Transkafkasya’yı terk ettiklerinde, İngilizlerin tanıdığı mevcut hükümeti deviren Azerbaycan işçi ve emekçileri, “dünya emperyalizmine karşı birlikte mücadele etmek için Moskova’yla kardeşçe bir ittifak kurma” amacında olduklarını da deklare ederek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilan ettiler. Azerbaycan’da sovyet cumhuriyetinin kurulmuş olması Ermeni işçi ve köylüleri de coşkuyla ayağa kaldırmış ve bu coşku devrimci bir isyana dönüşmüştü. Ne var ki isyan, Beyaz Ordularla işbirliği halindeki Taşnak hükümeti tarafından kısa sürede bastırıldı. Bir süre sonra Türkiye’nin Kars’ı ve Gümrü’yü ele geçirmesiyle ve iç kısımlara doğru ilerlemesiyle Taşnak hükümeti dağılacak hale geldi. Kuzeydoğudan gelen sovyet birliklerinin yardıma yetişmesi, Türk işgalinin önüne geçti ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Aralık 1920’de kurulan bu cumhuriyetin ilk işi Türkiye ile barış anlaşması imzalamak olacaktı. Bu sırada Gürcistan’da Menşevik hükümet iktidardaydı ve Gürcistan’ın bağımsız bir devlet olarak Milletler Cemiyeti’ne katılması için diplomatik çabalara hız verilmişti. Menşevikler, 1920 Ocak ayında, Gürcistan’ın İtilaf Devletleri Yüce Konseyinde, yani sovyet Rusya’nın düşmanı olan emperyalist güçler cephesinde tanınmasını sağladılar. Ancak Gürcistan, Osetler, Abhazlar ve diğer küçük uluslar üzerinde baskılara, köy yakıp yıkmalara devam ediyor, yasal olan Bolşevik Komünist Partinin bütün üyelerini tutukluyordu. 1921 Şubatında, Gürcistan’da patlak veren işçi ayaklanmasını desteklemek üzere, Bolşevikler öncülüğündeki Ermeni ve Rus sovyet güçleri Gürcü sınırını geçerek Tiflis’teki Menşevik hükümeti devirdiler ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Nihayetinde, 13 Aralık 1922’de Bakû’de yapılan ilk Transkafkasya sovyet kongresinde, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri birleşerek, başkenti Tiflis olan Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetini ilan ettiler. Toplam nüfusu yaklaşık 6 milyon olan bu federatif cumhuriyet içinde, Güney Osetya ve Dağlık Karabağ özerk bölgeler, Nahçıvan, Abhazya ve Acaristan ise özerk cumhuriyetler olarak varlık sürdüreceklerdi. Bu cumhuriyet, Aralık ayı sonunda Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti’nin (RSFSC) sovyet cum-
33
marksist tutum
Kasım 2008 • sayı: 44
SCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yaşanan trajedi, bürokrasinin egemenliği altında tarihsel düşmanlıkların ortadan kaldırılmayıp her an dinamitlenmeye hazır olarak beslendiğini en acı şekilde gösterdiği gibi, kapitalizmin küçük uluslara sunduğu sözde özgürlüğün ve kurtuluşun sahteliğini de yüzbinlerce emekçinin canı pahasına ortaya koymuştur. huriyetleri birliğine dönüştürülmesiyle oluşturulan yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de (SSCB) dört kurucu cumhuriyetinden birisi olacaktı. Böylece, aynı dönemde kuzeyde kurulan çok sayıda özerk Kafkas sovyet cumhuriyetine paralel olarak güneyde kurulan bu federatif sovyet cumhuriyetiyle, “Diller Dağı”nın acılı halkları, gerçek kardeşliğe giden yolda önemli bir adım atmış oluyorlardı.
Lenin’in uyarıları ve beklenen son Ancak bu yol, engebesiz olmadığı gibi, bir anlamda yeni açılan ve bundan dolayı da iyi bir kılavuz gerektiren bir yoldu. Konunun hassaslığı nedeniyle en ufak bir yalpalama, derin hayal kırıklıklarıyla, güvensizliklerle ve birliğin dağılmasıyla sonuçlanabilirdi. Nitekim Lenin bu konuda son derece endişeliydi ve hasta yatağında aldığı duyumlar ona birtakım şeylerin ters gitmekte olduğunun işaretlerini daha o günlerde vermişti. Lenin, Merkez Komiteye hitaben 30-31 Aralık 1922’de kaleme aldığı “Milliyetler ya da ‘Otonomizasyon’ Sorunu” başlıklı mektubunda, Gürcistan’da Stalin önderliğindeki Rus ekibin yerel yetkililere takındığı tutumu “büyük Rus milliyetçiliğiyle” eleştiriyordu. Hastalığı yüzünden merkez komite toplantılarına katılamadığı için, bu sorunun tamamen kendi dışında geliştiğini belirtiyordu. Aynı mektupta, Stalin’i kastederek, “kendisi gerçek bir ‘nasyonalistsosyalist’ kaba bir büyük Rus zorbası olduğu halde ‘nasyonalist-sosyalizm’ hakkında ileri geri suçlamalarda bulunan bir Gürcü, temelde proleter sınıf dayanışmasının çıkarlarını zedelemektedir” diyordu.2 Lenin’i çileden çıkaran şey, Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetinin kurulum sürecinde, Gürcistan ayağında yaşanan olaylardı. Stalin’in görevlendirdiği Orjonikidze, Gürcistan’ın Transkafkasya Federasyonuna dahil olmasına sıcak bakmayan Gürcü yöneticileri bu bir-
34
liğe girmeye zorlamış, hatta bunu tartışma esnasında yumruklaşmaya kadar varan bir zorbalıkla yapmıştı. Lenin, bu olayı duyduktan sonra sürüklendiği umutsuzluğu, söz konusu mektuplara şöyle yansıtacaktı: “Eğer işler … Orjonikidze’nin kaba güç kullanma aşırılığına varacağı noktaya gelmişse, ne tür bir bataklığa girdiğimizi düşünebiliriz.” 3 Lenin ömrü boyunca ulusal sorunu çok hassas bir sorun olarak görmüş ve ezen ulus milliyetçiliğini en ağır şekilde mahkûm etmiş bir komünist önderdi. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki fikirleriyle zaman zaman Bolşevik Parti içinde bile yalnız kalmış, ancak bu onu doğru bildiğini savunmaktan alıkoymamıştı. Ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini asla aynı kefeye koymamak gerektiğini, bazen gönüllü birliğe giden yolun ayrılmaktan geçtiğini, her ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkının olması gerektiğini her platformda ısrarla savunmuştu. Onun öncülüğünde gerçekleştirilen Ekim Devriminin en büyük hedeflerinden biri, farklı etnik kökenden gelen çok sayıda halkın Sovyet potası içinde ve gerçek eşitlik ve gönüllülük temelinde kaynaştırılması ve hep birlikte sosyalist dünya toplumuna doğru ilerlenmesiydi. Ne var ki Lenin’in ölümünün ardından bu Marksistenternasyonalist anlayışı savunanlar Bolşevik Partiden tümüyle tasfiye edildiler ve sosyalizm bir dünya perspektifi olmaktan çıkarılıp tek ülkenin sınırlarına hapsedilen milliyetçi bir kalkınma ideolojisine dönüştürüldü. Ekim Devrimiyle kurulan işçi devleti Stalin döneminde tarihe gömülürken, dilleri, dinleri, kimlikleri ağır baskı altına alınan çeşitli Kafkas halklarına yönelik şoven uygulamalar, sürgünler ve kıyımlarla, bu halklar arasında sosyalizme yönelik derin bir nefretin de tohumları ekildi. Böylece Ekim Devrimiyle yaratılan gönüllü birlik ve kardeşlik fırsatı, devrimin kazanımlarının geri devşirildiği karşı-devrim süreciyle birlikte berheva olmuş oldu. Bürokrasinin sınıf iktidarının yeni bir anayasayla tescillendiği 1936 yılında, Transkafkasya Sosyalist Federatif
Kasım 2008 • sayı: 44
Sovyetler Cumhuriyeti de dağıtıldı. Bu cumhuriyetin bileşenlerini oluşturan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan, bu tarihten sonra, üç ayrı sovyet cumhuriyeti olarak SSCB’nin bileşeni olmayı sürdüreceklerdi. Ancak egemenliğin sovyetler aracılığıyla örgütlenmiş işçi sınıfının elinden bürokrasiye geçmiş olması ve büyük Rus şovenizminin yeniden hortlaması, halkların kardeşliğine giden yolun düşmanlık tohumlarının yeniden filizlendiği bir dikenliğe dönüşmesi için de uygun ortamı hazırlamıştı. Dahası, izlenen anti-Marksist politikalar nedeniyle, sosyalizm, küçük ulusların gözünde, ezen ulus şovenizminin hâkim olduğu, insanların dinlerinin zorla engellendiği, küçücük mülklerinin ellerinden alındığı, dayatmacı, anti-demokratik ve zorbalığa dayanan bir sistem olarak yer etti. Bu yüzden SSCB’nin yıkılışı, pek çok ulus açısından bir kurtuluş fırsatı olarak görüldü. Ama sözde kurtuluştan sonra yüzleşilen manzara hiç de beklenildiği gibi olmayacaktı. Demokrasi vaadiyle kurulan pek çok devlet, eski Sovyet bürokratlığından gelen tiranların kişisel diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü ülkelere dönüşecekti. Halkın haklı kurtuluş ve özgürlük özlemiyse, yeni kapitalist sınıfın kendi çöplüğünün horozu olma mücadelesinin payandası haline gelecekti. SSCB’nin çöküşüyle birlikte, eski Transkafkasya cumhuriyetleri arasındaki çatışmalar ve paylaşım kavgaları da yeniden su yüzüne çıktı. Hem de son derece kanlı olarak! Azerbaycan parlamentosunun 1989 yılında Dağlık Karabağ’ın özerkliğini kaldırdığını ve bu bölgenin Azerbaycan toprağı olduğunu ilan etmesinin ardından Ermenistan’la Azerbaycan arasında bu konuda şiddetli bir ihtilaf baş gösterdi. Azerbaycan sınırları içinde bulunan fakat nüfusunun %76’sı Ermenilerden oluşan bu bölge, 1991’de Ermenistan tarafından işgal edilerek, Azerbaycan-Ermenistan arasında kanlı bir savaşın konusu haline getirildi. 30 bin Azerinin ve Ermeninin canına mal olan bu savaş sonucunda, 1 milyondan fazla Azeri, yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı. Dağlık Karabağ sorunu, 1994’ten bu yana resmen ateşkes halinde bulunan bu iki ülke arasında halen anlaşmazlık konusu olmaya devam ediyor. SSCB’nin dağılmasını takip eden dönemde Gürcistan’la Abhazya arasında da kanlı bir savaş yaşanmış ve bu savaşta 5 bin Abhaz vatandaşı hayatını kaybetmişti. Güney Kafkasya’da durum buyken kuzeyde de sonuç farklı değildi. Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle başlayan korkunç savaş, 1995 yılından bu yana 100 binden fazla Çeçen sivilin, 10 bine yakın Çeçen askerin ve yaklaşık 20 bin Rus askerinin ölümüne yol açtı.
marksist tutum
en acı şekilde gösterdiği gibi, kapitalizmin küçük uluslara sunduğu sözde özgürlüğün ve kurtuluşun sahteliğini de yüzbinlerce emekçinin canı pahasına ortaya koymuştur. 1990’larda Balkanlar’ı kasıp kavuran emperyalist savaş, dünyanın değişik bölgelerine yayılarak devam etmiş ve bugün enerji nakil hatlarının kalbinde yer alan Kafkasya’da yeni bir cephe açmış bulunuyor. Emperyalist güçler tarafından kışkırtılan mikro milliyetçilik ve Rusya’nın şoven, emperyalist politikaları bölgeyi bir barut fıçısı haline getirmiş durumda. Geçmişte nice acıya katlanmak zorunda kalan, kıyıma uğrayan, yerinden yurdundan sürülen milyonlarca insan, bugün de emperyalist güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin uygulamaya koyuldukları kanlı planlarla yüz yüzeler. Troçki, Ocak 1909 tarihli bir makalesinde, “Balkanlar’ın üzerine bir lanet gibi ağırlığı çöken şey, buradaki ulusal çeşitlilik değil, yarımadanın pek çok devlete bölünmüş olmasıdır” diyordu. Bu durum, benzer bir etnik çeşitlilik bileşimine sahip olan Kafkaslar için de geçerlidir. Burjuva ideologlar, etnik çeşitliliğin karmaşık bir yapıya sahip olduğu bölgelerde, savaşların nedenini bu olguya bağlayarak, gerçek suçluyu aklama peşinde koşmaktadırlar. Oysa suçlu bizzat emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri konumundaki yerli egemenlerdir. Komünist Enternasyonal’in 1919 tarihli Manifestosunda “küçük halklara özgür varoluş imkânını sadece proletarya devrimi sağlayabilir” denerek, böyle bir devrimin en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı sunacağı belirtiliyordu. Bu gerçek, aradan geçen 90 yılda, başta Balkanlar, Kafkaslar ve çeşitli Afrika ülkeleri olmak üzere pek çok bölgede, maalesef tersinden sayısız kez kanıtlandı. Emperyalizm küçük ulusların özgürleşme taleplerini kendi çıkarları için istismar ederek, halklar arasında düşmanlık tohumları ekmekten başka bir şey yapmadı, yapmıyor. Dolayısıyla, dünyanın benzer bölgelerinde olduğu gibi Kafkas işçi ve emekçilerinin önünde de tek bir kurtuluş seçeneği bulunuyor. Bu seçenek, gönüllü birlik temelinde inşa edilecek bir işçi-emekçi sovyetleri federasyonudur. Proletaryanın ve üretici güçlerin 1920’li yıllara göre kat kat gelişmiş olduğu söz konusu coğrafyada bugün inşa edilecek böylesi bir sovyetik birliğin, geçmişteki Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyetiyle kıyaslanamayacak üstünlüklerle donatılmış olacağı çok açıktır. Geçmişin olumlu ve olumsuz deneyimlerden çıkarılan doğru dersler ise devrimci proletaryanın en büyük yardımcısı olacaktır. ––––––––––––––––––––––––
Çözüm İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunda
1
SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yaşanan trajedi, bürokrasinin egemenliği altında tarihsel düşmanlıkların ortadan kaldırılmayıp her an dinamitlenmeye hazır olarak beslendiğini
Büyük Kafkasların kuzeyi “Kafkas önü” olarak adlandırılırken, güney bölgesi “Transkafkasya” (Kafkas ardı) olarak adlandırılmakta ve bu bölge Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan topraklarını kapsamaktadır.
2
Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ser Yay., 1975, s.29
3
Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, s.25
35
Reformizmin Kıskacındaki Bolivya Selim Fuat
Bolivyalı işçiler ve yoksul köylüler, bugüne kadar, burjuva güçler karşısında hep Morales’in arkasında durdular. Ancak Morales’ten aldıkları yanıt, burjuvaziye verilen ödünler ve burjuvaziyle uzlaşma oldu. Onlara önderlik edecek Bolşevik niteliklere sahip bir parti olmadığı sürece de işçilerin ve yoksul köylülerin bu engeli aşması mümkün olmayacak. Dahası, şu ana kadar mücadeleyle yaratılmış olan durumun yitirilmesi de söz konusu olacaktır. Burjuvazinin işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün mücadelesini ezmek için harekete geçtiği açıktır. Bolivya’da güçlenmeye başlayan karşı-devrimi ödünler vererek durdurmak mümkün olmayacaktır.
36
2
003 Eylül ayında Bolivya hükümetinin çokuluslu petrol tekelleriyle imzaladığı doğal gaz satış anlaşmasının ardından, başta madenciler olmak üzere işçilerin ve yoksul köylülerin ayağa kalkmasıyla, ABD destekli Sanchez de Lozada hükümeti düşmüş ve Lozada ülke dışına kaçmıştı.1 O günlerden bu yana Bolivya’da kendi iniş-çıkışlarıyla devrimci öz taşıyan bir kitle seferberliği yaşanmakta. Ancak bu süreçte burjuvazinin karşıdevrimci faaliyeti de olgunlaşmış ve gelinen noktada kitle hareketinin kazanımları da tehlike altına girmiştir. Devrimci durumun yarattığı rüzgâr sayesinde 2005 yılının Aralık ayında büyük bir halk desteğiyle başkanlığa seçilen MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) lideri Evo Morales, egemen sınıf tarafından, özellikle son birkaç aydır büyük baskı altına alındı. 8 Ağustosta yaptığı referandumla sorunları “demokratik” yollardan çözebileceğini zanneden Morales, bu referandumda %67 gibi yüksek oranda bir destek oyu almasına rağmen burjuvaziye geri adım attıramadı. Morales’in, doğal kaynakların kontrolünün merkezi hükümetin denetimine geçmesi, büyük toprak mülkiyetinin sınırlandırılması, toprak reformunun gerçekleştirilmesi, özerk bölgelerdeki yönetimlerin güçlerinin sınırlanması, bu bölgelerde yoğunlaşan zengin doğal kaynakların gelirlerinden ülkenin yoksul bölgelerinin de pay alması ve ekonomide kamu denetiminin artması gibi konularda anayasa değişiklikleri ile hayata geçirmeye çalıştığı reformlar tekelci sermayenin büyük direnişi ile karşılaştı. Burjuvazi, karşısında ürkek davranan ve her du-
Kasım 2008 • sayı: 44
rumda uzlaşma arayan reformistleri bulunca, sınıf mücadelesi tarihinin benzer her durumunda olduğu gibi, Bolivya’da da, yasaları, anayasayı bir kenara atıp karşı-devrimi güçlendirmeye, hükümeti ellerinde bulunduran reformistleri sallamaya başladı. Ülkenin zengin doğal gaz yataklarına sahip olan Santa Cruz, Beni, Tarija, Pando ve Chuquisaca eyaleti valileri, Morales’in yeni anayasa taslağını, çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan yerlilere daha çok hak tanıdığı için reddettiler. Morales’in Ağustos referandumunda bu bölgelerde bile %40’ın üzerinde oy almasıyla, hükümeti “demokratik” yollarla ele geçiremeyecekleri kanaatine varan bu valiler, bir yandan da ayrılıkçı niyetlerini iyiden iyiye ortaya koymaya başladılar. Morales’in göz yummasıyla güçlenen karşı-devrimci valiler, 2006 Temmuzundan bu yana bölgesel yönetimlerin özerkliğini güçlendiren kararlar alarak ülkeyi fiili olarak bölme yönünde adımlar atıyorlardı. ABD’den de büyük bir destek alan bu güçler, merkezi hükümetin kurumları karşısında kendi polis, gümrük ve mali sistemlerini kurmuşlardı. Bu kurumları kullanarak, Morales’i destekleyenleri sindiriyorlardı. Aynı zamanda, faşist çeteler örgütleyerek, bu paramiliter güçleri, doğalgaz taşıyan boru hatlarına sabotaj düzenlemekte, sendikacılara, Morales yanlılarına, hatta kamu binalarına saldırılar tertiplemekte kullanıyorlardı. Valilerin anayasa taslağını reddetmeleri üzerine, bu beş eyalette hükümet karşıtı protestolar da artmaya başladı. Pando eyaletindeki gösteriler Morales yanlısı yoksul köylülere yönelik azgın bir şiddete dönüştü ve faşist çeteler onlarca emekçiyi katletti. 11 Eylül 2008’de, 100’den fazla Morales taraftarı köylü, Pando’da vali Leopoldo Fernandez’in silahlı adamları tarafından tuzağa düşürülerek yaralandı ve 30 köylü öldürüldü. Bunun üzerine Morales, Pando’da sıkıyönetim ilan etti. Morales’e bağlı askerler, merkezi hükümetin uçaklarının inişine bile izin vermeyen havalimanlarının kontrolünü yeniden sağladı. Morales valiyi tutuklama kararı aldı ve yeni bir vali atadı. Aynı zamanda, bizzat paramiliter güçlerin örgütleyicisi durumundaki ABD büyükelçisi Phillip Goldberg’i de istenmeyen kişi ilan etti ve ülkeden kovdu. Morales bütün bunlara rağmen 12 Eylülde, sanki Pando’daki saldırılar öbür bölgelerdeki saldırılardan izoleymiş gibi, diğer muhalif valileri “önyargısız bir diyalog” için toplantıya çağırıyordu. Toplantıya katılan valilerle günler boyunca kapalı kapılar ardında pazarlıklar yapan Morales, sonunda çeşitli konularda tavizler vererek uzlaşma sağladı. Devlet Başkan Yardımcısı Alvaro Garcia, “tarafların kesin karara vardıklarını” açıkladı ve bu anlaşmanın ardından, Ocak 2009’da yeni anayasa taslağının referanduma sunulacağını belirtti. Garcia, Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in, bu kararın alınması için muhalefetin talebine uyarak taviz verdiğini ve devlet başkanlığı için 3. kez aday olma ihtimalinden vazgeçtiğini de ekledi. Buna göre anayasa için referandum 25 Ocak 2009’da, eğer anayasa kabul
marksist tutum
edilirse devlet başkanı ve milletvekili seçimleri ise 6 Aralık 2009’da yapılacak. Morales bu seçimi kazanırsa 2014’e kadar devlet başkanlığı yapacak, ancak 3. kez seçilemeyecek.
Uzlaşmalar karşı-devrimin önünü keser mi? Attığı geri adımlarla bugün uçuruma iyice yaklaşan Morales, başkan seçildiği 2005 yılının sonundan beri, düzen güçlerinin partileriyle çeşitli anlaşmalar imzaladı ve çokuluslu maden tekelleriyle işbirliğine girişti. İşçilerin ve yoksul köylülerin durumlarını iyileştirme vaadiyle iktidara gelmesine rağmen, karşı-devrimci güçlerin kontrolünde bulunan eyaletlerdeki zenginliği yoksulların lehine dağıtacak politikaları uygulamaya koymayıp, aksine kemer sıkma politikalarıyla işçi ücretlerini baskı altına aldı. Morales bütün reformistlerin gördüğü temel işlevi layıkıyla yerine getirdi: İşçi sınıfının ve yoksul köylülüğün sisteme karşı yükselen kitlesel hareketini dizginledi, etkisizleştirdi. Zengin kaynaklara sahip doğu eyaletlerinde ABD katkısıyla hiçbir engelle karşılaşmadan yerel yönetimleri ele geçiren, faşist çeteler kuran burjuvalara karşı pasif tutumlar sergilerken, grevci maden işçilerine karşı devletin gücünü kullanmaktan imtina etmedi. Morales iktidara geldiği günden bu yana programındaki en asli unsurları bile hayata geçiremedi. Ne toprak reformu oldu ne yeraltı zenginliklerinin paylaşımı konusunda Bolivyalı işçilerin ve yoksul köylülerin yararlanacağı düzenlemeler yapıldı. Ülke zenginliklerinin %80’inin kontrolü halen karşı-devrimci eyalet yönetimlerinin elinde. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıkların tümünü bilmek olanaksız, ama Ocak ayında yapılacak referandumda yeni anayasa kabul edilse bile, yoksul köylülere toprak dağıtımı mülk sahiplerinin topraklarına el konularak değil devlet arazileri üzerinden gerçekleştirilecek. Toprak mülkiyeti kişi başına 10.000 hektar ile sınırlanacak. Büyük toprak sahibi ailelerin her bir bireyinin bu miktardaki toprağa sahip olma hakkı olduğu düşünüldüğünde, bu sınırlamanın mevcut mülk sahiplerini pek etkileyeceği söylenemez. Anayasa taslağında gündeme gelen doğalgaz için uygulanacak vergi miktarının ne olacağı da belirsiz. Morales bu konularda yoksul köylüler ve işçiler adına hiçbir ilerleme kaydedemedi, ancak bütün reformistlerin gördüğü temel işlevi layıkıyla yerine getirdi: İşçi sınıfının ve yoksul köylülüğün sisteme karşı yükselen kitlesel hareketini dizginledi, etkisizleştirdi. Zengin kaynaklara sahip doğu eyaletlerinde ABD katkısıyla hiçbir engelle karşılaşmadan yerel yönetimleri ele geçiren, faşist çeteler kuran burjuvalara karşı pasif tutumlar sergilerken, grevci maden
37
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
Gericileşmiş kapitalist düzen, Bolivya örneğinde toprak reformu, petrol ve doğal gazın kamulaştırılması, bölgesel eşitlik gibi olağan taleplere bile tahammül edememektedir. Bu tür taleplerin bile gerçekleşmesi pratikte ancak işçi iktidarı ile mümkün hale gelmektedir. Bu yüzden bu taleplerin öne sürülmesiyle devrimci bir işçi partisinin önderliğinde seferber edilecek bir mücadele bir işçi iktidarının manivelası olabilir.
işçilerine karşı devletin gücünü kullanmaktan imtina etmedi. Karşı-devrimci güçlerin kontrolünde olan bölgelerde Morales yanlısı köylülere dönük her türlü şiddeti kullanırken sessiz kaldı, onları korumasız bıraktı. Ayaklanan işçilerin öz-örgütlerinin içini boşalttı, savunma komitelerini ortadan kaldırdı. Kendini de Bolivyalı işçileri de burjuva devletin askerine emanet etti. Emperyalizm çağına gelmiş kapitalizm öylesine büyük bir gericilik halini almıştır ki, Bolivya gibi işçi-emekçi kitlelerin sefaletin pençesinde kıvrandığı azgelişmiş küçük ülkelerde, olağan burjuva demokratik talepler bile pratikte düzenin çerçevesini zorlayan kitle seferberliklerine, devrimci kaynaşmalara yol açabilmektedir. Gericileşmiş kapitalist düzen, Bolivya örneğinde toprak reformu, petrol ve doğal gazın kamulaştırılması, bölgesel eşitlik gibi olağan taleplere bile tahammül edememektedir. Bu tür taleplerin bile gerçekleşmesi pratikte ancak işçi iktidarı ile mümkün hale gelmektedir. Bu yüzden bu taleplerin öne sürülmesiyle devrimci bir işçi partisinin önderliğinde seferber edilecek bir mücadele bir işçi iktidarının manivelası olabilir. Ancak ne yazık ki benzer biçimde devrimci durumların yaşandığı tüm Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, Bolivya’da da bu perspektife sahip devrimci bir parti yoktur. Böylesi devrimci işçi partileri yaratılamadığı sürece de gelişen devrimci durumlar, burjuva sol önderlikler eliyle tarihte olageldiği gibi bundan sonra da heder edilecektir. Bolivyalı işçiler ve yoksul köylüler, bugüne kadar, burjuva güçler karşısında hep Morales’in arkasında durdular. Ancak Morales’ten aldıkları yanıt, burjuvaziye verilen ödünler ve burjuvaziyle uzlaşma oldu. Onlara önderlik edecek Bolşevik niteliklere sahip bir parti olmadığı sürece de işçilerin ve yoksul köylülerin bu engeli aşması mümkün olmayacak. Dahası, şu ana kadar mücadeleyle yaratılmış olan durumun yitirilmesi de söz konusu olacaktır. Burjuvazinin işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün mücadelesini ezmek için harekete geçtiği açıktır. Bolivya’da güçlenmeye
38
başlayan karşı-devrimi ödünler vererek durdurmak mümkün olmayacaktır. Ne var ki, pek çok sosyalist çevre gerek dünyada gerekse Bolivya’da bu gerçeği görmektense Morales’e övgüler düzmekle günlerini geçiriyorlar. Oysa devrimle oyun oynanmaz: “Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dahil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü ‘sol rüzgârlar’ denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı ‘kurtaran’ siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor.”2 Enternasyonalist komünistler bu uyarıları uzun süredir yapıyorlar ve yaşanan tüm gelişmeler bu vurgunun yakıcı önemini kanıtlıyor. Unutmayalım ki, başarıya ulaştırılamayan her devrim burjuvazinin karşı-devrimiyle boğulur ve burjuvazinin yarattığı kan gölü ve karanlık, dünyanın her tarafındaki devrimcileri etkiler. İşçi sınıfının mücadele tarihinde, işçilerin dökülen kanları pahasına edinilen yeterince deneyim mevcuttur. Yenileriyle öğrenmeye asla ve asla mecbur değiliz.
–––––––––––––––––––––––– 1
bkz. Bolivya: Yarım Kalan Devrim, Zeynep Güneş, Ekim 2003, www.marksist.com
2
Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006
Egemen Sınıfın Uyutma Araçlarından Biri: Masallar Aylin Dinç
B
urjuvazi, zihinsel, bedensel ve dilsel gelişimin 7 yaşına kadar büyük ölçüde tamamlandığından hareket ederek, eğitim çarkından geçirdiği çocuklar için “7 yaş çok geç” diyor. Bu nedenle okula başlama yaşını küçültmeye çalışıyor, her okula ana sınıfı açıyor, ana sınıflarını zorunlu yapmak istiyor. Burjuvazi için eğitmek, yontmak, biçimlendirmek, kafasını ezmek için 7 yaş çok geç olabiliyor gerçekten de. Eğitim “uzmanları”nın en iyi öğrenmenin hangi yaşlarda olduğuna kafa yormaları, bilgili, bilinçli kuşaklar yetiştirmek için değil, uyutulmaya, kandırılmaya en müsait yaşların hangi yaşlar olduğunu araştırmak ve o yaşlarda ideolojik biçimlendirme için bombardımana başlamak. Bu yüzden de bu “saygı değer” uzmanlar, “yatmadan önce çocuklarınıza mutlaka masal okuyun” diyorlar. Bu yaşlardaki çocukları “uyutmaya” alıştırmanın en iyi araçlarından biri elbette ki masallar! Albenili kitaplarda resimlerle süslenmiş masallar, çocuğun yeni oluşmakta olan bilincine dantel gibi işlemeye başlar düzeni. Masallar, toplumsal normları, değerleri, korkuları, yanılsamaları, bilinç bulanıklıklarını en iyi veren eğitim materyalleridir ve çeşitli derslerle doludur. Aile kurumu önemlidir, ailenin belirlediği ve koyduğu kurallara uymak gereklidir, çok çalışan kazanır, dünyada adalet vardır ve bir gün mutlaka tecelli edecektir, yeter ki gönlünü ferah tut, sabırla beklemeyi bil! Haksızlıklara karşı ancak sihirli, olağanüstü güçleri olan karşı koyar, sen naçizane güçsüzlüğünle hiçbir şeye karşı duramazsın! Yani haksızlıklar karşısında insanüstü bir güce sahip değilsen kurtulmayı hayal etmeyeceksin! Okuduğumuz masallarda mutlaka yoksullar ve zenginler vardır. Yoksullar safında olan bizlerin bu masal-
lardan çıkarmamız beklenilen derslerse şunlardır: “Yaşamımızı sürdürmek için mutlaka çok çalışmalıyız, hem de çok! Başkasının ne yaptığı bizi ilgilendirmez, biz elimize ne geçecek derdinde olmalıyız. Sonunda mutluluğa ereceğiz.” Sanki çalışırken kendimiz için çalışıyormuşuz gibi bir yanılsama yaratılır. Örneğin ağustos böceği ile karınca masalındaki çalışkan karınca sonunda mutlu olurken, yaz boyunca saz çalıp eğlenen ağustos böceği
karıncaya muhtaç hale gelir. Oysa işçiler, karıncalardan daha çok çalışırlar, hem de dört mevsim boyunca ve buna karşılık tüm yıl sefalet içinde geçirirler günlerini. Burjuvalar ise ağustos böceği gibi yer, içer, eğlenirler, ama hiç çalışmadıkları halde, masaldaki gibi sefil olmazlar. Tüm masallarda aile kutsal bir kurumdur. Gerçek anneler hep melek gibidirler, kötü bir anne varsa o da üveydir. Baba eğer bir kötülük yapmışsa ya üvey anne ya da kötü birisi yüzünden çocuklarına kötülük yap-
39
marksist tutum
Kasım 2008 • sayı: 44
mıştır. Ama yine de bu yüzden evden ayrılmak zorunda tığına kaptırır, yenilginin teorisini yazdırır. Masalların henüz uykuya geçmeden önce çocuklara kalmış çocuklar, dışarıda daha fazla kötülükle karşılaşokutulmasını tavsiye ediyor burjuva uzmanlar. Rüyasıntıktan sonra son durak olarak yine ailelerine döner ve onu öpüp başlarına koyarlar. Geri döndüklerinde de za- da masalın kahramanıyla özdeşleşen çocuk, gündüz de ten herkes pişman olmuş, kötü üvey annenin başına da benzer masalların çizgi film versiyonuna maruz kaldıbir kötülük gelmiştir. Yani masallarda anlatılmak iste- ğında, beyni adeta felce uğrar. Uyutulurken okunan her nen şudur: Aileniz dışında hiç kimseye güvenmeyin, ai- masal, yetişkin bir insan oluncaya kadar unutamayacaleniz ne kadar kötü olursa olsun daima başkalarından ğı, bilincinin derinlerinden ona hükmedecek bilgiler olarak kalır. daha iyidir. Sığınacak tek liman orasıdır. Evet, çocuklarımızı çok erken yaşlarda eğitmeliyiz, Masallarda fakirin fakire âşık olduğu nerdeyse hiç ama düzenin kırbacıyla terbiye etmeden, korkutmadan, görülmez. Yoksul kahraman ancak zengin birine rastladığında ve ona âşık olduğunda kurtulabilecektir. İyiler bireysel kurtuluş hayalleriyle beslemeden! Burjuvazinin hep güzeldir. Kötüler ise çirkindir. Külkedisi olmaktan çocuklarımız için yazdığı masalları değil, sınıfımızın kurtulmanın yolunun da zengin bir prens bulmaktan kanlarıyla yazılan gerçek öyküleri, mücadele öykülerigeçtiği anlatılır, zaten iyiler güzel olduğuna, güzeller mizi, sınıfımızın hikâyesini anlatmalıyız onlara. Çocukzengin olduğuna göre prens de yakışıklı olacaktır mu- larımız uyurken o hikâyelerin kahramanları olmayı hahakkak. Güzel yoksul kızların, yoksullar arasında işi ol- yal etmeliler, sömürünün olmadığı bir dünyayı yaratamamalıdır masala göre. O, güzelliğiyle bir yoksul erke- cak olanın insanüstü güçler değil, birlik olmanın olağağe değil bir zengine layıktır! Yoksul bir erkek de kendi- nüstü gücü olduğunu öğrenmeliler. ne denk olacak şekilde çirkin bir yoksul kız bulmalıdır. Bu yüzden, bulunduğun koşullardan kurtulmanın tek bir yolu var masallarda, güzel olup zengin bir prens bulmak. Ama çirkinler için de umut bitmemiştir. Çirkin ördek yavrusu çirkinliğinden dolayı sınıf atlama hayalini unutabileceklere ilaç gibidir. Bu masalları okuyarak çirkin ördek yavrusu olduklarını düşünen tüm kızlar, bir gün güzel kuğuya dönüşecekleri günü beklerler. Masallarda güzel yoksul kızlar prenslerini bulup sınıf atlayıp arkalarına bile bakmadan saraya doğru giderken, geride kalan çaresizler için de masallar vardır: Kibritçi kız masalı! Ona da mücadele nasip edilmemiştir. Ancak ölüm onu kurtarabilir. “Eğer çok yoksulsan debelenme, Bak baba neyi anlatıyor gazeteler, Televizyonlar neyi gösteriyor kare kare, ‘çaresi yok’ diye düşünüyorsan işte sana çare: Solgun çehrelerin çığlığı sarıyor dört biryanı, Öldür kendini, sen de kurtul ben de kurtulaAçlık bağırıyor, kara ve beyaz bildik tek renk şimdi, yım” der masalcı, yani burjuvazi. “Yaktığın her Ölüm sokağa düşmüş, sanki kaldırım yosması, kibrit tanesi senin umutlarındır, ama çok kısa Kaldırım taşları çağırıyor soğuk koynuna, sürelidir, asla sonsuza kadar kurtuluş yok senin Adresini şaşırmış bir isyan dalgasında, için” der. “Bu yüzden acı çekmeye değmez. Kayboluyor, ekmeğin kokusu. Kimse seni görmüyor. Bunda suçlu olan sensin.” Bana bir dünya anlat baba, içinde açlığın olmadığı Umutsuz, ama ölmek istemeyen, her şeye Bir dilim ekmeğe satılmasın yaratan ellerimiz, İçinde sınıfım olsun, içi içine sığmayan dostlarım, rağmen yaşamaya azimli olanlar için de bir maBize masal anlatmasınlar artık baba, sal var: Polyanna! Her kötü durumda daha beKendi tarihimizi anlat bana ter bir durumla karşılaşmadığı için bulunduğu Anlatırken tutalım ellerimizi, koşullara şükreden Polyanna bize de şükürcülüBirleşsin tüm işçiler, yıkılsın bu düzen, ğü öğretmek ister. Elde olana şükredip, varolan İçinde sosyalizm olsun... durumu daha kötüsüyle kıyaslayıp, teslimiyete Kaynarca’dan Marksist Tutum okuru bir işçi sürüklemeye çalışır bizi. Teslimiyetçiliğin man-
40
Chicago Mezbahaları Derya Çınar
İ
nsanlığın büyük bir çoğunluğu, ya büyük felâketler ve saldırgan politikalarla ya da şişirilen özgürlükler ülkesi söylemleriyle tanıdı Amerika’yı. Amerika bugün dünyanın en büyük askeri, siyasi ve ekonomik gücü. İşte bu büyük güç Amerikan işçi sınıfının yoğun sömürüsü üzerine kuruldu. Burjuva ideologlarının allayıp pullayıp üstüne örttüğü aldatıcı kılıf aralandığında altından çıkan gerçeklikler de bunun kanıtı. Bugün Amerikan ekonomisinin büyüklüğü 14 trilyon dolar. Ve bu büyük ekonomi şimdilerde depremlerle sarsılıyor. Batan sermaye kuruluşlarını kurtarmak için 700 milyar dolarlık kurtarma paketleri hazırlayan Amerikan hükümeti geçmişte olduğu gibi bugün de bunun faturasını işçi ve emekçi sınıflara kesecek. İşçi ve emekçilerin hayatı bankalara olan kredi borçlarıyla, borsa tahvilleriyle adeta ipotek altına alınmış durumda. Milyonlarca insan, bir bankanın kredi kartına, aldığı bir tüketici kredisine, ya da borsadaki hisse senedine bağımlı hale gelmiş durumda. Amerikan burjuvazisi bugün geçmiştekinden daha vicdanlı değil. Amerika’da kapitalizmin ortaya çıktığı yıllardan bugüne kadar yaşananlar bunun kanıtı. Kapitalizmin Amerika kıtasını fethedişi, acımasızlığı ve vahşiliği, toplumcu yazarların romanlarında da anlatılır. İşte bu romanlardan biri de Chicago Mezbahaları. Amerika’da yaşanan hızlı tekelleşme süreci, sömürünün yoğunlaşması, bü-
yük kitleler halinde toprağından kopartılmış insanların işçileşmesi sırasında yaşanan trajediler, insan aklının alamayacağı yokluk ve acılar, Upton Sinclair’in Chicago Mezbahaları adlı romanının satırlarından ruhunuza doğru içinizi de acıtarak yol alıyor. Yaşadıkları topraklarda geçinme umutlarını yitiren emekçiler, büyük bir umutla başka diyarlara yola çıkarlar. Bilinmeyen korkutur korkutmasına ama kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır bu insanların. Chicago’daki mezbahalarda insanlık dışı koşullarda çalışmaya mahkûm edilen binlerce işçiden kimi sevdiği ile evlenmenin, küçük güzel bir ev sahibi olmanın, kimi çocuklarıyla mutlu olma hayalinin ardına düşüp gelmiştir. Ama kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değildir. Amerika’-
Kitap Dünyası
marksist tutum
nın Chicago’sunda kapitalizmin en çirkin yüzüyle karşı karşıya gelirler. Bu “rüyalar ülkesinin” topraklarına ilk adımlarını yeni atmışlarken kapitalist sistemin egemenlik araçları devreye girer. Gökyüzünün göründüğü gibi olmadığı bu ülkede, egemen düzenin kirli burjuva siyasetiyle, emlakçısıyla, patronuyla, bankacısıyla ablukaya aldığı işçilerin ve ailelerinin yaşadıkları trajedi yüreklerimizi burkar. Yazar 1900’lerin başındaki Amerikan kapitalizminin genel durumunu ve Amerikan rüyasının ne pahasına ve neyin üzerinde yükseldiğini, yaşanmış öyküler ve kaybolan hayatlar üzerinden anlatır. Büyüyen, yıldızı parlayan Amerikan ekonomisinin bu gelişmesine, dünyanın her yerinden hızlı bir göç dalgası da eşlik etmektedir. İnsanca
41
Kitap Dünyası
marksist tutum
yaşam ihtiyacının yola düşürdüğü insanlar, büyük umutların büyük trajedilere dönüştüğü Amerika’ya ulaşmak için nice acılara katlanmışlardır. Ne var ki bu muazzam sömürü çarkı, bu umut yolcularını çok kısa sürede dişlileri arasında öğütür. Çok zorlu bir yolculuk geçirip, simsarların, dolandırıcıların kucağından Chicago mezbahalarında zengin olma hayallerinin peşine düşen insanlar, bu kazancı bol, fiyatları yüksek ülkedeki yoksul işçinin, dünyanın öbür ucundaki yoksul işçiden en ufak bir farkının olmadığını kısa sürede anlayacaklardır. İrikıyım vücudu ve pazulu kollarına bakıp “bu kollarla insanlar beni aç mı bırakırlar” diye düşünen kahramanımız Jurgis’in öteden beri peşini bırakmayan zengin olma hülyaları da bir gecede sönüp gidecektir. Binlerce işçi ağır ve vahşi çalışma koşullarına karşı direnmeye çalışır. Sadece karın doyurmaya yetecek kadar kazanmaktadırlar. Barınacak bir yer bulamamalarını, elde avuçta ne var ne yok tükettikten sonra, kimi zaman kış ortasında aç açık kalmalarını ve hayatta kalma, yaşama tutunma kavgalarını anlatır Sinclair romanında. Sadece bununla da yetinmez, bu koşulları işçilere reva gören et tröstlerinin kâr uğruna insan sağlığını nasıl hiçe saydığı-
42
nı gösteren resimleri de çizer satırlarında. Bir gizli kamera gibidir Upton Sinclair’in satırları. Bu nedenle de roman, yayınlandığı yıllarda, işçilerin çalışma ve yaşam şartlarının korkunçluğunun ve et üretiminin insanlık dışı koşullarının duyulması dolayısıyla epey bir fırtına koparmıştı. Amerikan burjuvazisi gıda kanununu değiştirmek zorunda kalmıştı. Yine bu romanda anlatılanlar nedeniyle et üretimini elinde tutan tröstlere karşı saldırıya geçilmişti. Romanın kahramanı içimizden biridir. Güçlü, kuvvetli, heybetli, ekmeğini taştan çıkaracak bir Litvanya delikanlısı; adı Jurgis. O, insanların çok çalıştıklarında her şeye sahip olabileceğine inanan, iyi yürekli, saf, dinlenmek nedir bilmeyen, tam patronların istediği ve bulamadıkları için de şikâyet edip sızlandıkları türden bir işçidir. Çalışmaya başladığı ilk zamanlarda Jurgis için etrafındaki işçilerin işlerinden, ustalarından ve patronlarından nefret ediyor olması şaşırtıcıydı. Çünkü onun için ustalar ve patronlar ona güzel günler vaat edenlerdi. İlk karşılaştığı sorunlardan biri sendika konusu olmuştu. Birlikte çalıştığı işçiler birleşip mücadele etmek zorunda olduklarını anlattıklarında Jurgis henüz hak denen şeyin ne olduğunu bile bilmiyordu. Bir
tek şeye hakkı vardı onun: iş bulmak ve kendine söylenenleri yerine getirmek. Sendikaya aidat ödemek zorunda olduğu için üye olmaktan vazgeçen, her koyunun kendi bacağından asılacağına inanan biriydi. Bir gün başına gelen felâketlerden yorulmuş bedenini dinlendirebilmek için bir yer aramaktayken, kendini birdenbire bir toplantı salonundaki yüzlerce insanın içinde buldu. Kürsüdeki adam “…insanlığın sesiyle konuşarak kurtuluşa çağırıyorum. İnsanın ölümsüz ruhu çöplüklerden ayağa kalkıyor, zindanın duvarlarını yıkıp kendini saran, cahillik, sömürü ve baskı bağlarını yırtıp paralayarak, ışığa doğru yürüyor…” diyordu. Bu sözler Jurgis’in hayatını değiştiren sosyalist fikirlerle tanışmasını sağlayacak günlerin kapısını aralayacaktı. Bu adamın sözleri, Jurgis’in ruhuna düşen yıldırımlardı sanki. Bundan sonraki günlerde öğrendikleri onu tepeden tırnağa değiştirecekti. “Sanki bütün sınırlamalardan kurtulmuş, alabildiğine özgür olmuştu. Dört yıldan beri Jurgis vahşi bir ormanın derinliklerinde şaşkın şaşkın dolaşırken birden kendisine uzanan bir el onu bu karanlıklardan çekip yüce bir dağın doruğuna oturtuvermişti. Her şeyi açık açık görebiliyordu buradan.” Jurgis’in ruhunu yeniden ayağa kaldıran o günler aynı zamanda Amerikan işçi sınıfının da, kokuşmuş burjuva siyasetinin cenderesinden kendisini kurtarmaya çalıştığı günlerdir. Halkın bilinçlenmesini bin türlü düzenbazlıkla ve hileyle engellemeye çalışan kapitalistlerin çirkin yüzünü de teşhir etmektedir yazar. Jurgis’i değiştiren şey, ona yeniden insan olmayı öğreten sosyalist fikirler ve o dönemde yürümekte ve yükselmekte olan işçi sınıfı hareketidir. Romanı okumayı bitirdiğinde şunu tekrar anlıyor insan, örgütlü mücadele ve sosyalizm gerçekten de insanlığın tek kurtuluş yolu!
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
MESS Dayatmalarına Hayır! Krizin Faturası Patronlara! M
etal sektöründe yürüyen ve 100 bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden 10 Ekimde uyuşmazlık kararı çıktı. Patronlar sınıfının temsilcisi MESS, ücretler için %4,15, sosyal haklar içinse %7-10 arasında değişen oranda bir zam teklifi sundu. Ayrıca esnek çalışmanın sözleşmeye geçirilmesini, ikramiye gün sayısının yarıya indirilmesini, mesai ücretlerinin düşürülmesini dayattı. Bu dayatmaları kabul etmeyen Birleşik Metal-İş sendikası, 10 Ekimde görüşmelerin uyuşmazlıkla sonlandığını açıkladı. Sendika bir eylem planı oluşturarak, toplu sözleşme imzalanana kadar her Cuma servislerden inilip fabrika önlerine yürünerek sloganlarla işbaşı yapılmasını, 27 Ekimden sonra mesailere kalınmamasını, grev komiteleri oluşturulmasını, ayrıca afiş, bildiri dağıtımı ve basın toplantıları örgütlenmesini kararlaştırdı. Cuma eylemlerinin ilki 17 Ekimde gerçekleşti. Sendikanın Gebze şubesinin örgütlü olduğu Sarkuysan, Areva, Akkardan, Makine Takım, Çayırova Boru, Yücel Boru, Poly Metal, Bosal Mimaysan ve Kroman Çelik fabrikalarında çalışan binlerce işçi, 8:00 vardiyasında gerçekleştirilen bu eyleme sloganlar eşliğinde katıldı. İstanbul’dan gelen servisler Yenimahalle köprüsünde, Gebze yönünden gelen servisler ise Hisar Çelik önünde durdu ve işçiler servislerden inerek yürüyüşe geçtiler. İşçiler iki koldan Akkardan fabrikasının önünde toplandı. Süreçle ilgili kısa bir konuşmanın ardından işçiler üretim alanlarına doğru gittiler. Yürüyüş sırasında işçiler “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Direnen işçiler yenilmezler”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, “MESS’e karşı tek yumruk” gibi sloganlar attılar. Gebze Pelitli köyünde bulunan Bosal Mimaysan işçileri de servisten inerek sloganlarla fabrikaya doğru yürüyüşe geçtiler.
Cuma eylemlerinin ikincisi ise 24 Ekimde gerçekleştirildi. Yaklaşık 10 bin metal işçisi, servislerden inerek işyerlerine toplu halde yürüdüler. Yürüyüş esnasında “MESS Dayatmalarına Hayır” pankartı taşıyan işçiler, “MESS şaşırma sabrımızı taşırma!”, “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Esnek çalışmaya hayır”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganları attılar. İşçiler bu eylem nedeniyle gecikmeli olarak işbaşı yaptılar. “MESS’in dayatmalarını kabul edecek miyiz?”, “Esnekliği kabul edecek miyiz?” sorularını “hayır!” diyerek yanıtlayan işçiler, MESS’in dayatmalarını alkış ve düdüklerle protesto ettiler. Krizi fırsat bilen patronlar sınıfı işçilere karşı yoğun bir saldırıya geçmiş bulunuyor. İşten atmalar, ücretsiz izinler, ücretlerimizin düşürülmesi, haklarımızın budanması, esnek çalışma dayatması karşısında yapılan bu eylemler kuşkusuz önemlidir. Fakat mücadele sürekli hale gelmedikçe ve işçiler işyeri komitelerinde gerçek anlamda örgütlenmedikçe, bu tür eylemler tek başlarına işe yaramayacaklardır. En önemli şey işçilerin örgütlenmesidir. Sendika bürokrasininse böyle bir derdi yoktur. Onun içindir ki işçiler sadece kendi güçlerine inanmalı, sendikalarını ise sürekli olarak denetlemelidir. Toplu sözleşme sürecine tüm işçiler katılmalı ve işyerlerinde komiteler kurulmalı. Sendikalarımızı ancak bizler işlevli hale getirebiliriz. Yoksa sendika bürokrasisi tekrar gidip masa başında işçiler adına görüşmeler yapıp düşük bir zamma imza atacaktır. Sorunlarımız ortak, patronlar sınıfına karşı ortak bir mücadele içerisinde kararlı durursak kazanabiliriz! Krizin faturası patronlara! Gebze’den bir grup metal işçisi
43
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
Rus Çarının İtibarı İade Edildi!
E
kim Devriminin hemen sonrasında Rus işçi sınıfı tarafından tüm ailesiyle birlikte kurşuna dizilen Rus Çarı II. Nikola’nın itibarı, Rusya yönetimi tarafından iade ediliyor. Rusya Yüksek Mahkemesi, “ailenin Bolşeviklerin siyasi baskılarının kurbanı olduğuna” karar vermiş. Çar II. Nikola, Ekim Devrimine kadar Rusya’daki tüm işçilere, köylülere ve ezilen uluslara kan kusturuyordu. Emekçilerin en basit taleplerle gerçekleştirdikleri eylemleri, katliamlarla bastırıyordu. 9 Ocak 1905’te Papaz Gapon önderliğinde binlerce işçi, Çar “babaya” taleplerini içeren bir dilekçe sunmaya gitmiş ve taleplerine jandarma kurşunlarıyla karşılık almışlardı. Kitlenin üzerine açılan ateş birçok emekçinin canını almıştı, fakat 1905 devriminin kıvılcımını da çakmıştı. İki yıl boyunca Çarlığı kasıp kavuran devrimci durum geri çekilmeye başladığında, emekçiler baskı ve terörle cezalandırılmışlardı. İlerleyen yıllarda yeniden toparlanan işçi sınıfı, 1917’de Bolşeviklerin önderliğinde Çarlığın baskılarına karşı ayağa kalkacak ve sonunda iktidarı fethedip Çara bütün kinini ve öfkesini kusacaktı. Çarlık kuvvetlerinin aldığı her bir canın hesabını sormak isteyen Rus emekçiler, tahtını emekçilerin kanı üzerinde kuran II. Nikola’yı hanedanıyla birlikte tarihin karanlığına gömecek öfkeyi biriktirmişti. 17 Temmuz 1918’de Çarlık ailesi Rus işçileri tarafından kurşuna dizildi. Rus işçi sınıfının büyük bedeller ödeyerek zapt ettiği iktidar, önce bürokrasinin, 1990’lardan itibaren de, bürokrasi içinde sivrilip gelişen burjuvazinin eline geçti. Rusya’da kapitalizmi yeniden inşa eden burjuvazinin yegâne amacı emperyalizmin “en süperi” olmak oldu. Çarlık Rusya’sının eski değerlerine öykünen Medvedev-Putin yönetimi, II. Nikola’nın itibarını iade etmenin yanında, Rus milliyetçiliğini yaygınlaştırarak, sahip olduğu kitle imha silahlarını geçit törenlerinde sergileyerek emperyalist hiyerarşide “itibar” kazanmaya çalışıyor. Bütün bu gösterişi Rus işçi sınıfının sömürüsünden gerçekleştiriyor. Çar aklanarak, proletaryanın yazdığı tarih unutturulmaya çalışılıyor. Hafızalardan devrim tarihi silinerek karşı-devrim tarihi geçiriliyor. Burjuvazinin yazdığı bu yeni tarihte, haklılar haksız, haksızlar haklı kılınıyor. Yıllarca Rus işçi ve köylüleri sömüren, baskı ile yöneten Çar aklanıyor ve proleter devrim karalanmaya çalışılıyor. Egemen sınıflar Çarı aklayarak kendi diktatörlüklerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Yaşam koşulları gittikçe kötüleşen Rus işçi sınıfı, iktidarı yeniden almak için kendi sınıf çıkarları yönünde yeniden örgütlenmeli, kaybettiklerinin hesabını SSCB bürokrasisinin artığı olan Rus burjuvazisinden sormalı ve mücadeleyi sınıfsız bir dünyanın kapısını aralayıncaya kadar sürdürmelidir. Bu, sadece Rus işçi sınıfının değil, bütün dünya işçilerinin enternasyonal örgütlerini yaratmalarıyla mümkün olacaktır. Burjuvaziyi bir daha dirilmemek üzere kara deliğe yollamak, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle gerçekleşecektir. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
44
Özgürlük Mücadelesi Engellenemez
K
ürt ulusunun özgürlük mücadelesini bastırmak için yıllardan beri sürdürülen baskı ve inkâr politikasının işe yaramadığı, son dönemde, Kürt illerinde cereyan eden protestolarla bir kez daha kanıtlandı. “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyerek Kürtlerden oy toplayan ve seçildikten sonra TC bürokrasisinin yanında konumlanıp inkâr ve baskı politikasını devam ettiren R. Tayyip Erdoğan’ın ziyaret ettiği her yerde ayağa kalkan Kürt kitleler, başbakana da bir anlamda açık ve net bir cevap vermiş oldu: “Edi bes e!” Evet, gerçekten yeter artık! Burjuva basın da şimdi bu kitlelerden “kandırılmış” olarak bahsediyor ve onları küçümsüyor. Neymiş efendim, çocuklar kullanılıyormuş. Hadi be sen de! Yaşamın her alanında çocukları burjuva ideolojisi ile sarıp sarmalayan bu düzenin en aşağılık organları, çocukların öldüğü savaşlara destek veren bu aynı basın, kendi ulusunun özgürlüğünü savunmak isteyen Kürt çocuklarını kullanılmış ve cahil ilan ediyor! Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı engellenemez. Biz ezen ulusun işçilerine ve devrimcilerine bu noktada çok büyük görevler düşüyor. En başından, ulusal sorunda net bir tutum almak zorundayız. Şovenizme hizmet edecek her türlü kıvırmalardan arınmalı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) her alanda savunmalıyız. Kürt sorununun gerçek çözümü buradadır. Şunu aklımızdan çıkartmamalıyız. Kürt ulusuna karşı sürdürülen bu haksız savaş, Türk işçilerinin de boynunda urgandır. Çünkü, bu haksız savaş bahane edilerek, grevlerimiz engelleniyor, işçi düşmanı yasalar hiçbir sınır tanımaksızın geçiriliyor. Ulusal sorun, karşımıza, sınıf savaşını engellemek için her yerde çıkartılıyor. Kürt sorunu Tayyiplerin değil, en başta Türk işçi sınıfının sorunudur. Bu sorunda enternasyonalist bir tutum takınmalı ve UKKTH’yi savunmalıyız. Şunu da akıldan çıkartmayalım ki, halklar arasında yaratılacak tek gerçek barış sosyalizmle mümkündür. Dolayısıyla eğer gerçekten enternasyonalist devrimci isek, ulusal sorun bunun kanıtlanacağı yerdir. Kendi kaderi hakkında karar verecek olan Kürt halkıdır. Başkasının onun adını konuşmaya hiçbir biçimde hakkı yoktur. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı engellenemez! Yaşasın tüm dünya işçilerinin uluslararası birliği! Biji Biratiya Gelan! Akhisar’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Kasım 2008 • sayı: 44
marksist tutum
Bant Usulü Çalışma
B
ant usulü çalışma ve son dönemlerde keşfedilen diğer yoğun sömürü teknikleri, “üretim sürecinin getirdiği zorunluluk” denilerek bahanelendiriliyor. Burjuvazi bu yöntemlerle bütün fiziksel ve zihinsel güçlerimizi gün gün emerek alıyor. Montaj zincirine dayalı bant usulü üretim, çalışma sürecimizin her anına yansıyan bir sömürü yumağı. Çalışırken, yemeğe giderken, çaya çıkarken, tuvalete giderken... 2 vida sık! Kafanı kaşıma! 4 çekiç vur! Düşünme! Boya! Terini silme! Kontrol et olmuş mu? Gönder! Mesai sonu pestili çıkmış bir vücut, ağırlaşmış bir beyin, görmekte zorlanan gözlerimiz ve yaşamımızda kalıcı bir sorun haline dönüşen meslek hastalıkları... Önümüzden geçen bantlara yetişebilmek için koşmaktan yorulup, kendi zekâ pratiğimiz ile bulduğumuz kolaylaştırıcı yöntemler dahi patronların cebine girecek kâr anlamına geliyor. Aslında işimizi rahatlatmak için yaptığımız küçük kurnazlıklar bize fayda sağlamak yerine onların ekmeğine yağ sürüyor, bizlerin daha fazla sömürülmesine neden oluyor. Yaratıcı olmak, yaptığımız işe değer vermek bile onlar adına zaman ve para anlamına geliyor. Oysaki tüm bunları gerçekleştiren, yaratan yine bizleriz. Kısa bir örnek: Taylor sistemi ilk uygulamaya koyulduğunda, İngiltere’de bir fabrikanın en verimli işçilerinden bir grup oluşturuyorlar ve yoğun bir çalışma temposuna tâbi tutuyorlar. En üst düzeyde aldıkları verim üzerinden bir üretim kâğıdı oluşturuyorlar. Ondan sonra tüm işçilere diyorlar ki, şu işi şu kadar sürede yaparsanız daha yüksek ücret alırsınız. Belirledikleri şeyi standart olarak kabul ediyor ve altına düşen işçilere düşük ücret vereceklerini söylüyorlar. Tabii diğer işçilerden çoğu uzun süreli tempoda bu normu aşamıyorlar ve ücretleri düşüyor. Bu sistemi uygulayarak 1000 işçinin yaptığı işi 300 işçiye yaptırmaya başlıyorlar. İşçinin ücreti artmış gibi gözüküyor ancak harcanan emekteki artışı da hesaplarsak eskisine göre çok daha fazla üretim yapıldığı halde çok daha düşük bir ücret alındığı, dolayısıyla işçinin daha fazla sömürüldüğü görülüyor. Kapı dışarı edilen işçiler de cabası! Her şeyin bir usulü var derler, ancak birilerine göre bir
Kapitalizm İşçi Devrimiyle Yıkılır Yaşadığımız şu günlerde tarihinin en büyük ekonomik bunalımını yaşayan kapitalist sistem, her geçen gün daha da çıkmaza giriyor. Kapitalistlerin aldığı günübirlik önemler ise, krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Kimi burjuva yazarlar, krizin kötü yöneticilerin yanlış politikalar izlenmesinden ileri geldiğini ileri sürüyorlar. Örneğin Obama, ABD’deki krizin, baştaki yöneticilerin aşırı harcama yapmalarından ve yanlış ekonomik politikalar izlemelerinden ileri geldiğini söylüyor. Kimi devletler ise krizden etkilenmeyeceklerini iddia ediyorlar. Bütün bunların hepsi işçi ve emekçilerin bilincini bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Aslında krizin sebebinin bizzat kapitalizm olduğunu yani aşırı üretimden kaynaklandığını, tek çıkış yolunun da emperyalist paylaşım savaşı olduğunu kimse söylemiyor.
usulü var. Bir sınıfın çıkarına göre usulü var. Tıpkı patronlar sınıfının çıkarlarına göre düzenlenmiş bant usulü çalışma gibi. Günbegün gelişen teknoloji bu yönde kullanılıyor, üretim artarken maliyet azalıyor, ancak biz işçilerin yarattığımız değerden aldığımız pay yani ücretlerimiz sürekli düşüyor. Bu da yetmezmiş gibi çalışma temposu arttıkça yaşadığımız sağlık sorunları da artmakta ve doktor ve eczane kapılarında soyulmaktayız. Tüm emeğimizi ve yeteneğimizi patronlar için kullanırken, bu sistem bizi yaptığımız işe de alabildiğine yabancılaştırıyor. O kadar ki, büyük mağazaların önlerinden geçerken “vay be adamlara bak nasıl yapmışlar!” der hale geliyoruz. Yaptığımız işin sadece bir parçasını gördüğümüzden, vitrinde duranın bizim emeğimizin ürünü olduğunu kavrayamıyoruz. Burjuvazinin tüm bunları bize yaptırabilmesinin başlıca nedeni, örgütsüz oluşumuzdur. Bu durumumuzun devam etmesi için elinden geleni ardına koymuyor. Türlü baskılarla, yasaklarla, askeriyle, polisiyle ve hükümetiyle bizi örgütsüz bir halde tutmaya çalışıyor. Ancak bu engelleri aşmanın tek yolu da yine örgütlenmekten geçiyor. Onlar engel koydukça biz daha çok bilinçlenmeli, onların sistemlerine, yasalarına, oyunlarına karşı uyanık olmalıyız. Gücümüzün birliğimizden geldiğini unutmamalıyız. İMES’ten bir işçi
Örgütsüz, önderliksiz işçi sınıfı yine bir savaş cehenneminin içine çekiliyor. Krizin faturası yine işçilere, emekçilere kesilmeye çalışılıyor. Sınıf bilincinden ve örgütlülükten yoksun olan işçiler savaş cephelerine sürülüyor. Tüm bunları işçilerden gizleyerek onları kendi çıkarları uğruna birbirine boğazlatan kapitalistler şunu çok iyi bilmelidirler ki; işçiler gerçekleri görecekler, kendi güçlerinin farkına varacaklar ve dünyayı kendilerinin var ettiklerini kanıtlayacaklar. Bu ancak işçi sınıfının devrimci ve örgütlü mücadelesiyle olacak. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesi olmaksızın, kapitalizmin kendi kendine yıkılacağını düşünmek sadece bir ütopyadır. Kapitalizmi yıkacak ve sosyalizmi inşa edecek olan örgütlü işçi sınıfının gerçekleştireceği dünya devrimidir. Gazi Mahallesinden bir metal işçisi
45
Okurlarımızdan Kapitalizmin Alternatifi Yokmuş!
Kriz Kapımızı Çalıyor
Dünya, kapitalizmin çelişkilerinden doğan krizle dalgalanırken Türkiye burjuvazisi hâlâ pembe tablolar çizme uğraşında. Bir yandan, bazı köşe yazarları bu kriz döneminde siyasilerin birbirlerine sataşarak “huzur ve istikrar” ortamını bozmamalarını öğütlüyor. Çünkü kriz konjonktürü böyle çalkantıları kaldırmaz. Bir yandan da siyasiler ve sermayedarlar Türkiye’nin krize direndiğini ve bu krizden en az zararla çıkılacağına dair inançlarını dillendirmekten geri durmuyorlar. İşin bir diğer tarafında ise kapitalizmin yaşadığı bu küresel kriz, sosyalistlerin beklediği devrim gününün geldiğinin göstergesi olarak ilan edildi. Sabah Gazetesi köşe yazarı Emre Aköz, atv ana haberin Günün Manşeti bölümünde yaptığı açıklamalarla bu durumu daha net bir şekilde dillendirdi. Haber spikerinin sorduğu “Kriz nereye gidiyor, siz yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna; “bazı eski solcu, sosyalist yazarlar, aydınlar bu krize çok sevindi. Devletin krize müdahalede bulunmasına özellikle sevindiler. Çünkü solcular özünde devletçidir. Adeta 1917 havası yaratılmaya çalışılıyor. Ancak kapitalizmin alternatifi yok, dolayısıyla kapitalizmin sonu gelmedi. Hiç heveslenmeyin, kapitalizmin daha yapacak çok şeyi var” şeklinde yanıt verdi. Oysa kapitalizmin alternatifi vardır ve adı da sosyalizmdir. Elbette ki büyük krizler, afetler, savaşlar gibi olağanüstü durumlar devrime giden yolun bir başlangıcı olabilir, tıpkı Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının 1917 Ekim Devriminin yolunu açması gibi. Ancak bunun için dünya işçi sınıfının doğru bir önderlik etrafında örgütlenmiş olması gerekir. Bazı küçük-burjuva solcular bu krizden fazla medet umuyor olabilirler. Ancak işçi sınıfı devrimcileri olarak bizler biliyoruz ki, böylesi bir döneme örgütsüz giren işçi sınıfı açısından muzaffer bir devrim uzak ihtimaldir. Kapitalizmin sonu bugün için gelmemiş olabilir ama bir gün mutlaka kapitalizm, işçi sınıfının devrimiyle birlikte tarihin çöplüğüne atılacaktır.
ABD’den esen kriz rüzgârları tüm dünyayı sarmış durumda. Büyük şirketler bir bir iflaslarını açıklıyor. 1929 ekonomik buhranını yaşayan kapitalizm, büyük ve içinden çıkılmaz bir krize daha girmiş bulunmakta. Patronlar ve onların siyasetçileri oluşabilecek büyük krizden kendilerini kurtarabilmek için, batan şirketleri devlet eliyle satın alıp krizin etkilerini hafifletmeye çalışıyorlar. Yaşadığımız topraklarda ise siyasetçiler “biz önlemimizi aldık kriz bizi etkilemez” diyorlar. Evet, patronları veya siyasetçileri kriz ne derecede etkileyecek bilemeyiz ama işçi sınıfını can damarından yakaladığını söyleyebiliriz. Bugün otomotiv sektöründeki tekellerin bir kısmı üretimi azalttı, bir kısmı da üretimlerini bir süreliğine durdular. Bundan etkilenen yine işçiler oldu. Birçok otomotiv fabrikasında işçiler ücretsiz izine çıkartıldı. Kimisi 15 gün kimisi ise süresiz! İşçi sınıfını büyük sorunlar bekliyor: işsizlik, açlık ve savaşlar. Kapitalistler krizden çıkmak için birçok yola başvuruyorlar. Üçüncü emperyalist paylaşım savaşı kapımızı çalmaya başladı bile… Bütün bu kötü koşulları düzeltmek bizlerin elinde, bizler ne zaman örgütlenip mücadele edersek bu koşulları o zaman düzeltebiliriz. İşçi arkadaş sen de elini bu örgütlülüğe uzat, uzat ki kapitalizmi yıkıp yerine yepyeni, yaşanılası bir dünyayı, yani sosyalizmi kuralım.
Ankara Üniversitesinden bir öğrenci
Aydınlı’dan bir işçi
Benim çalıştığım fabrikada işler özel bir vasıf gerektirmiyor. Bu yüzden önemsiz sayılıyor, herkes bu işi yapabilir deniliyor. Arkadaşların tabiriyle hamallık bizim yaptığımız iş. Bütün arkadaşlarımın ortak bir düşüncesi var. Ya okumalısın ya da bir meslek sahibi olup kendini buradan kurtarmalısın. Aslında doğru, öyle çok fazla deneyim ve eğitim gerektiren bir iş değil bizimki. Ama hiç de önemsiz bir iş yapmıyoruz. Sanayide ve hastanelerde kullanılan gazların dolumu ve sevkiyatı bizim işimiz. Geçenlerde gittiğim bir hastanede yeni doğmuş bir bebek cam bir fanus içerisinde taşınırken bu fanusa bağlı oksijen tüpünü görünce “işte alnımızın teri, bir insana hayat veriyor” diye düşündüm. Bundan daha önemli bir iş olabilir mi? Ama patronlar bizim yaptığımız işleri önemsiz göstermeye çalışıyorlar. Oysa bu dünyadaki her şeyi üreten biz işçileriz. Bu dünyada her ne üretiyorsak, neye alın teri akıtıyorsak, bunu dünyanın en değerli şeyini yani emek gücümüzü harcayarak yapıyoruz. Onun için yaptığımız her iş çok önemli ve ürettiğimiz her şey çok değerli. Ama üretmemiz gereken öyle bir şey var ki bu bizim en önemli görevimiz. O da hiç emek harcamadan dünyamızdaki tüm zenginliğe el koyan patronları ortadan kaldıracak aracı yaratmak ve bu asalak sınıfı dünyamızdan silip yepyeni sınıfsız bir dünyayı yaratmak. Şimdi bu yolda yılmadan, yorulmadan çalışma zamanı, hem de son performansımızla ve bol bol fazla mesai yaparak! Çünkü ancak bu işte fazla çalışırsak hem kendimizi hem de tüm dünyayı kurtarabiliriz. Tuzla’dan bir işçi
46
Selam tüm Marksist Tutum okurlarına, Daha iki-üç gün önce gerçekleşen bir olaya değinmek istiyorum. ABD herhangi bir savaş döneminde tüm ülkelere demokrasi çağrısı yapardı. Nasıl oldu anlamadan sözde ElKaide’yi öne sürerek Suriye topraklarına girdi. Ve yine olan sivil halka oldu. Bu nasıl bir vahşettir? Artık gözlerimizi açıp bakmalıyız olanlara. ABD’nin ne kadar dansöz olduğunu –tüm burjuva devletler gibi–, ne kadar ikiyüzlü bir politika izlediğini bu olaylar bize bir kez daha tanıtladı. Marksist Tutum aylar öncesinden söylüyordu ve hâlâ da söylüyor. “Derinleşen krizle birlikte, emperyalist savaş da yayılacak!” diye. Tüm bunların farkında olmalıyız. Bizler işçiler olarak kendimizi Marksizm teorisiyle donatıp, örgütlenerek bu sistemin üstesinden gelebiliriz ve gelmek zorundayız. Ancak o zaman, tüm dünyaya barışı getirecek olan sosyalist güneş doğacaktır. Dünyaya barış işçi devrimleri ile gelecek! Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan Sendikalar Biz İşçilerindir Dünyada ve Türkiye’de burjuvazinin saldırıları hız kesmeden devam ediyor. İşçi sınıfı bu saldırılara karşı şimdilik cılız tepkiler verebiliyor. Yeterli örgütlülüğün olmadığı günümüzde, mücadeleye atılmanın yakıcılığı daha da hissedilir boyutlarda. Fabrikalarda artan kuralsız çalıştırma ve düşük ücret uygulamaları biz işçilere birlikte hareket etme ve mücadeleye girişme zorunluluğunu dayatıyor. Son zamanlarda örgütlenmeye çalışan fabrika sayılarında artış var. Patronların türlü oyunlarına rağmen mücadeleyi elden bırakmayan ve direnişe geçen işçiler, kararlılıklarıyla bizlere iyi örnekler sunmaktalar. Aynı zamanda haklarını korumak için greve giden sendikalı işçilerin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Hem de bu grevlerin birçoğu sendika bürokratlarının olumsuz tutumlar sergilemelerine rağmen işçilerin baskıları sonucu yaşanıyor. Biz işçiler için sendikalar hayati derecede önemlidir ve bu örgütler bizzat biz işçilerindir. Türkiye sendikal hareketine baktığımızda sınıf sendikacılığı adına önemli örnekler görürüz. Günümüzde ise durum farklı, sendika bürokratları biz işçilerin mücadelesini ileri taşımak bir yana frenlemenin uğraşı içindeler. Aramızdan çıkan mücadeleci işçilere de sürekli baskılar uygulayan bu bürokratlar sınıf mücadelesinin gelişimine engel oluyorlar. Militan bir anlayışa sahip olması gereken sendikalar, sendika bürokratlarının uzlaşmacı tutumlarıyla işçi mücadelesini sekteye uğratıyor. Son dönemlerde dikkat etmişizdir, konfederasyon başkanları arasındaki ağız dalaşlarına. Özellikle SSGSS sürecinde ve 1 Mayıs’ta ayyuka çıkan tartışmalar sonucu Hak-İş başkanı hükümet kanadında açık bir şekilde saf tutmuş, KESK ve DİSK başkanları da karşı saflarda yerlerini almıştır. Kimi burjuva siyasetinin sağında yer alırken kimi de görece
sol tarafında yer almaktadır. Bu çekişmeler tepeden aşağıya doğru yansımasını da bulmuş ve işçilerin kafalarının karışmasına neden olmuştur. Büyük çoğunluğumuzun burjuvazi tarafından açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edildiği günümüzde, sendikal bürokrasi tarafından da burjuva siyasete mahkûm ediliyoruz. Kendi yaşadığım bölgedeki bir örnek aslında sınıfın ne kadar dağınık, bunun sonucunda da bilincinin ne kadar çarpılmış olduğunu gösteriyor. Bir konfederasyona üye olmayan Eğitim-İş (Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası) şubesine işçi arkadaşlarımla yaptığımız bir ziyarette yaşadıklarımızı aktarmak isterim. Eğitim-İş Gebze şubesinin bazı üyeleri kendi işkollarındaki diğer sendikaların darbecileri eleştirmelerine kızıp hayıflanmaktaydılar. Biz “peki siz darbeci misiniz?” diye sorduğumuzda hiç tereddüt etmeden “evet” cevabını verdiler. Bu örnek sendikalara nüfuz eden milliyetçi, darbeci anlayışı ibretle göstermektedir. Sendikalar siyasetten bağımsız olamazlar ve kuşkusuz olmamalılar. Fakat yürütmeleri gereken işçi sınıfının siyasetidir, burjuva siyaseti değil. Bunun için de tepeden değil tabandan örgütlenmeliyiz. Günümüzde sendikaların hâlâ bu durumda olmasının nedenlerinden biri de biz işçilerin kendi sınıf siyasetimizden uzak duruşumuzdur. Kendi sınıf çıkarlarımızı savunmak, kendi örgütlerimize sahip çıkabilmek için işçi sınıfının siyasetini gütmeli ve bunun mücadelesini yürütmeliyiz. İşçi sınıfının siyasetini sendikalarımızda da aktif olarak yürütmeli ve militan sınıf sendikacılığını yeniden işyerlerimizde, fabrikalarımızda yaratmalıyız. Sendikalar biz işçilerindir. Sendikamızı denetlemeli, ona sahip çıkmalı ve bu doğrultuda sendika bürokratlarına karşı mücadele yürütmeliyiz. Yaşasın Militan Sınıf Sendikacılığı! Kocaeli’den bir metal işçisi
“Burası Cezaevi”
Kahrolsun Kapitalizm
İstanbul’un Kumkapı semtinde İl Emniyet Müdürlüğüne ait Yabancılar Şube Müdürlüğü Misafirhanesinde kalan 786 göçmen, “Burası misafirhane değil cezaevi” diyerek isyan etti. Göçmenler kaldıkları misafirhanenin kapılarını kilitleyip, polise karşı barikat kurdular. Ardından battaniyeleri yaktılar ve kırdıkları dolap kapaklarını aşağıya attılar. Amaçları basına seslerini duyurmaktı. Arapça, İngilizce ve Türkçe olarak dertlerini kâğıtlara yazıp, dışarıda biriken kalabalığa ve basın mensuplarına doğru attılar. Göçmenler aylardır boş yere hapsedildiklerini, aç kaldıklarını ve işkence gördüklerini notlara yazdılar. Serbest kalmak istediklerini ifade eden göçmenler, son olarak hep bir ağızdan “Burası misafirhane değil cezaevi” diye bağırdılar. Çoğunluğu Afrika ve Asya’dan gelen kadın, erkek göçmenler, yoksulluk, savaş ve işsizlikten kaçıyorlar. Fakat Türkiye doğu ülkelerine mülteci statüsü vermiyor. Sağ kalmayı başaran şanslı göçmenler, yakalandıklarında bu kez insanlık dışı koşullarda ülkelerine iade edilmeyi bekliyorlar. Bu ülkede sadece Yabancılar Şube Müdürlüğü değil, yerli halk için de her yer cezaevine dönüştürülmüştür. Fabrikalardan okullara, sokaklara kadar neredeyse her yer baskılarla ve yasaklarla dolu. Bu cezaevini yıkmak için sınıf saflarını sıklaştıralım.
Ben ziraat fakültesi öğrencisiyim ve staj yapmaktayım. Staj denince benim aklıma kendi bölümümle ilgili bir şeyler öğrenmek geliyordu. Ancak bizlere 4 gün boyunca erik, yumurta toplamayı ya da koyunların altlarını temizlemeyi öğrettiler. Bunları öğrenmek en fazla yarım gününü alıyor aslında. Çiftlikteki tüm işleri staj ya da mesleki uygulama diye öğrenciler yapıyor. Stajın ilk gününde staj müdürü gülünç bir şey söyledi : “Sakın ücret talep etmeyin, bizler zaten size yatacak yer ve yemek veriyoruz.” Evet, gerçekten veriyorlar ancak gözardı ettikleri bir şey var; senelik izinde olan işçilerin yerine öğrencileri çalıştırıyorlar. “Bir şeyler öğrenmek istiyoruz, ama tüm işleri yapan ücretsiz birer köle olmak istemiyoruz” dediğimizde, orada bulunan mühendislerden biri, “sistem böyle ve böyle sürecek, yapacak hiç bir şey yok” dedi. Hayır, yapacak çok şey var. Bizler sesimizi çıkarmalı, bir araya gelmeli, gücümüzü göstermeliyiz. Kurtuluşumuz kendi gücümüzdedir. Bizler birlikte gücüz. Örgütlü mücadele etmeli ve mücadeleyi yükseltmeliyiz.
Marksist Tutum okuru bir işçi
Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru
47
Okurlarımızdan Gerçek Güç Nasıl Olmalı? Yaklaşık 8 yıldır bir kimya fabrikasında çalışıyorum. Aynı yerde, aynı patrona çalışıyor olmamıza rağmen, aynı fabrika çatısı altında çalışan işçilerin bordrolarında beş ayrı şirket görünüyordu. İlk zamanlarda bunun sebebini anlayamamıştım. Ama daha sonra anlamaya başladım. Sendikalaşmanın önünü kesmek içinmiş. 2001 yılında, yetersiz bir hazırlıkla başlatılan bir sendikalaşma çalışmasının sonucunda 280 kişilik fabrikada 12 kişi sendikalı olmuştu. Sendikalaşma sürecine birçok işçi katılmış, ancak bakanlıktan sadece 13 arkadaşın çalıştığı bölüme (şirkete) yetki çıkmıştı. 2001 krizini bahane eden patron, bu bölümde sendikalı olan 12 arkadaşımızın birkaçını işten çıkardı veya yasal kılıfına uydurarak kapsam dışı bıraktı. Bu arada patronun, biz sendikalı olamamışlara verdiği ilk söz, sendikalılara tanınan hakların bize de tanınacağıydı. Patron 2001 krizinde üretim bölümüne ve idari kısma bir teklifte bulundu. Ya ücretsiz izinler başlayacaktı ya da bazı arkadaşlarımızın işine son verilecekti. Üretim bölümü olarak ücretsiz izini kabul ettik. İdari kısım ise işten çıkarmalara razı oldu. Önce idari kısımda çalışan arkadaşların işine son verildi, bununla birlikte biz de ücretsiz izinlere başladık. Kriz zamanı uzadı. Sendika sözleşmesine göre enflasyon oranına göre zam alacaktık. Enflasyonun çok çıktığı gerekçesiyle önce maaşımıza göz diken patron, daha sonra yine krizi bahane ederek üretimdeki arkadaşlarımızı işten çıkarmaya başladı. Bunun üzerine hep birlikte çok hızlı bir şekilde karar verip sendikaya üye olmaya gittik. Ama daha önceden bir çalışmamız olmadığından, hazırlıksız yapılan bu girişimimiz ve sendikanın yanlış tutumundan kaynaklı beklediğimiz sonucu yine alamadık. Yeniden 13 arkadaşın çalıştığı şirket için sendika yetkisi verildi ve işveren hemen bizleri toplantıya çağırdı. Biraz tehdit ve biraz vaatle bizlere vaaz verdi. Aynı gün bunu yukarda şampanya içe-
Bir Kızıl Gün Ateşin devinimleri ilmek ilmek Gecenin içine doğru uzanırken, Suretleri aşktan kızarmış işçiler Durmaksızın şiirler, şarkılar söyler, Ateşin bacısıdır bu şarkılar Söyleyenlerin ağızları gibi Yarına duyulan özlem gibi Sıcak… O ateş ki, bir gün tekrar büyüyecek. Büyüyecek ateşimiz, büyüyecek şiirler; Dev meydanların kızıl balkonlarında, Bir daha okunacak dizelerimiz Geçmişin soluğu ile demlenen Bu kadim mısraların yurdunda. Şimdi bu ormanın cinleri gibi biz, Dolaşmaktaysak geçmişin ezgilerine Ve buğulanmakta ise gözlerimiz Bilin ki, şaşkınlığımızdan değil de Bir kızıl günü, gördüğümüzden gülmekteyiz… Bostancı’dan bir Marksist Tutum okuru
48
rek kutladılar. Patron tarafından verilen şahsi sözle, bizler iki yılda bir patronla güvencesiz ve bilgisiz bir biçimde sözleşme masasına oturmaya devam ediyoruz. Sendikalı olmamamıza rağmen zayıf da olsa bir biraradalığımız var. Yerine göre üretimden gelen gücümüzü de yaptırım olarak kullanabiliyorduk. 2005 yılındaki sözleşme zamanında patrona baskı olsun diye üretimi %70 düşürdük. Bu olay bir hafta kadar sürdü. İşverenin kaybı yüz binlerce dolardı, sadece ekonomik değil sosyal haklar için de aynı birlikteliği sağlıyorduk. Ama süreç ilerledikçe her tip kazanımlarımızı kaybetmeye başladık. Bize yardım eden arkadaşlarımız “mutlaka sendikalaşmalısınız, yoksa mevcut haklarınızı da yitirirsiniz” diyorlardı. Fakat biz bunu tam olarak kavrayamıyorduk. Kısa bir süre sonra, Cumartesi 5 saat olan çalışma süresi 8 saate çıktı. %300 olan bayram mesailerimiz %200’e indi ve bizler bunların neden olduğunu yeni anlamaya başlıyoruz. 2007’de yaptığımız görüşmeler her sene daha kötüye gideceğimizin habercisi oldu. Bizler gücümüzü doğru yönde kullanabilseydik, bu geçen süre zarfında bilinçlenebilseydik, sendikal bir örgütlülüğün gerekliliğini anlamış olsaydık, şimdi bizim üzerimizde olan baskıyı biz işverene yaşatıyor olurduk. Sadece güç olmak yetmiyor, bilinçli ve örgütlü güç olursak ve bu gücü karşımızdakilere gösterirsek baskılara karşı durabiliriz, yapılan sömürülere baş eğmeyiz. Sorun sendikanın gelmesiyle de bitmeyecek. Elbette işi sadece sendikaya bırakmak da çözüm değil, her zaman aynı gücü korumak ve bu gücü daha üst seviyelere taşımak gerek. Yoksa emek verip yaptığımız bütün çalışmalar o kadar çabuk yok olup gider ki anlamayız bile ne olduğunu. Biz işçilerin tek gücü kendi örgütlü gücüdür. Bunun dışında başka bir seçeneğimiz yok. Sadece gerçek gücü nasıl kullanacağımızdır sorun. Gebze’den bir metal işçisi
Biz sınıf bilinçli işçiler açısından istenmeyen, mutlaka yıkılması gerektiğini düşündüğümüz bir sistemin altında hayat devam ediyor. Çevre kirliliği, nükleer silahlar, yoksulluk, savaşlar, bunun gibi onlarca maddi sonuçlarıyla beraber kapitalizmin pislikleri, sadece gözle görülür elle tutulur şeyler değildir. Bu pisliğin insan ruhunda yarattığı kirlilik ve açtığı kapanmaz yaralar, bu olumsuzlukların devam ediyor olmasındaki en büyük paya sahiptir. Bugün dünyayı değiştirebilme potansiyeline sahip tek gücün işçi sınıfının örgütlü gücü olduğu inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sorun burada sayı sorunu olmayıp bu gücün doğru bir önderlik altında örgütlenebilme sorunudur. Tarihte egemenler sayı olarak hep azınlık olmasına rağmen egemenliklerini sürdürebilmişlerse, bu onların örgütlenmesinde yatar. Sorun ve çözüm bu kadar nettir esasında. Burada anlaşılması gereken başka bir şey de bizim bu mücadeledeki net tutumumuz olmalıdır. Kapitalizmin bataklığından çıkıp ayak bastığımız mücadele yolunda geçmişimizle elbet kolay olmayacak hesaplaşmamız. Bazen haksız eleştirilere maruz kalıyormuşuz gibi hissedeceğiz. Bazen ailemiz, bazen de sınıfımızın geçtiği şu gerici durum çöreklenecek üzerimize. Yorulup düşenler olacak belki. Ama biz şunu bileceğiz. Biz ilk önce kendi onurumuz izin vermediği için barışmayacağız bu sistemle. Mücadeleye inançla atalım adımlarımızı. Her zaman bize yardıma hazır dostlarımız olacaktır. Haydi, mücadeleye. Onurlu bir yaşam bizi bekliyor. Gebze’den bir işçi