Mt no 45

Page 1


Marksizmin Haklılığına Dair Levent Toprak

K

apitalist dünya ekonomisinin bugünlerde yaşamakta olduğu kriz, kapitalist sistemin bütünsel anlamda tarihsel bir bunalım içinde olduğuna dair en son ve en güçlü kanıtı oluşturuyor. Sermayenin düşen kâr oranlarını tekrar yükseltmek için uzun yıllardır işçi sınıfına karşı dünya ölçeğinde yürüttüğü açık taarruz da, son yıllarda şiddetlenerek gelişen yeni emperyalist savaş süreci de kapitalizmin bu uzun dönemli ve bunalımlı iniş eğrisinin ifadeleriydi. Ancak, sıradan bir ekonomik kriz olmanın çok ötesinde bir derinliğe sahip olan mevcut ekonomik kriz, bu gerçeği çok daha dolaysızca ve şaşmaz biçimde ortaya koymaktadır. Sarsıcı dalgalar halinde gelen krizle birlikte, kapitalizmin tahripkâr doğasını gözlerden saklamanın zorlaştığı bir durum gitgide olgunlaşmakta. Bu bağlamda kriz kapitalizmin inandırıcılığı ve meşruiyetinde son 25-30 yıldır ilk kez görülen bir sarsılmayı da beraberinde getirmektedir. Böylece kapitalizme yönelik sorgulamaların arttığı ve Marx’ın ve Marksizmin yeniden gündeme gelmeye başladığı yeni bir iklimin ilk işaretleri görülmeye başlandı. Dünyanın dört bir yanından, Marksist eserlere rağbetin artmaya, bu eserlerin yeni yeni baskılar yapmaya başladığına dair haberler geliyor, Marksist ya da komünist sıfatıyla bilinen birçok kişiye görülmemiş ölçüde medyada yer veriliyor, dört bir yanda “kapitalizm çöküyor mu” ya da “Marx haklı mıydı” tartışmaları yapılıyor. Bu arada nicedir unutturulmuş olan ve yerine “piyasa ekonomisi” kavramının bilinçli biçimde yerleştirildiği “kapitalizm” kavramı da, sürgüne gönderildiği uzak diyarlardan dönmüş durumda. Recai Kutan’dan tutun Hüseyin Üzmez’e,

Marksizmin üç ana bileşeninden biri olan tarihsel maddeciliğin temel önermesi, hayatı belirleyenin bilinç değil bilinci belirleyenin hayat olduğunu ileri sürer. Bugünlerde yaşanmaya başlanan Marx’a ve Marksizme ilgi canlanması bizzat bu temel ilkenin canlı bir doğrulanışı anlamına geliyor. Kapitalizmde ciddi bir sorun olduğu düşüncesi veya Marx haklıydı düşüncesi, ancak gerçek hayatta bu açık bir olgu olarak görünür olduğunda, yaygın ya da genel bir bilinç olma eğilimi gösterebilmektedir. Yani bir olgu, bir gerçeklik olarak kendisini bilince dayattığı zaman, doğru bir düşünce olarak genel kabul görmeye başlayabiliyor. Marksizm bilincin her zaman gerçek hayatın ardından belli bir gecikmeyle, deyim yerindeyse topallayarak geldiğini söyler. Çünkü bilinç nesnel gerçekliğin dolaylı bir yansımasıdır.

1


Aralık 2008 • sayı: 45

marksist tutum

oradan dizi oyuncularına kadar değişik simalar “kapitalizme” atıp tutuyorlar. Bush son konuşmalarından birini “kapitalizm”den daha iyi bir alternatif olmadığını vurgulamaya ayırmak zorunda kalırken, Türkiye’de İş Bankası’nın Marx’ın Kapital’inin yeni bir çevirisini (Almanca orijinalinden) yayınlamayı programına aldığını öğreniyoruz. Bu konuda Avrupa’dan Japonya’ya kadar tüm dünyadan çok sayıda yeni haber ve veri geliyor. Genel olarak gençler arasında Marx’a ve eserlerine, komünist fikirlere dönük göze çarpan bir ilgi artışı olduğu görülüyor. Hatta Japonya’da işsizliğe ve güvencesiz geçici işçiliğe mahkûm edilmiş gençlerin Komünist Parti’ye son dönemlerde yoğun bir katılımı yaşanıyor. Bu gençlerin Japon Komünist Partisi gibi düzene tümüyle adapte olmuş liberal-reformist ve milliyetçi bir partide dertlerine derman bulup bulamayacakları elbette ayrı bir mevzu. Ama gençlerin aklına ilk adres olarak “Komünist” partinin gelmesinin bir anlamı vardır. Tam da böyle olduğu için bu husus uluslararası medyanın da yoğun ilgi ve değerlendirmelerine konu olmaktadır.

Bir başka açıdan Marksizmin haklılığı Marx’ın haklılığı üzerine tartışmalar daha ziyade onun kapitalizmin krizleri hakkındaki görüşleri ve genelde kapitalizme yönelik eleştirileri bağlamında yürüdü. Krizin kapitalizmin yıkıcı ve akıldışı doğasını kuvvetle açığa vurduğu bir dönemde bunun olması son derece doğal. Bugün bir yanda muazzam bir bolluğun potansiyelleri oluşmuşken, krizle birlikte kapitalizmin insanlığa açlık, yoksulluk, işsizlik, savaş ve yıkım verdiği daha çarpıcı biçimde görünmeye başlıyor. Bu durumda kapitalist ekonominin sırrını çözerek, onun en derinlikli tahlilini yapan ve bu temelde krizlerin de nereden kaynaklandığını, hangi mekanizmaları izlediğini çok erken bir dönemde ortaya koyan Marx’ın eserinin bu yönlerinin öne çıkması kaçınılmaz. Marksizmin üç ana bileşeninden biri olan tarihsel maddeciliğin temel önermesi, hayatı belirleyenin bilinç değil bilinci belirleyenin hayat olduğunu ileri sürer. Bugünlerde yaşanmaya başlanan Marx’a ve Marksizme ilgi canlanması bizzat bu temel ilkenin canlı bir doğrulanışı anlamına geliyor. Kapitalizmde ciddi bir sorun olduğu düşüncesi veya Marx haklıydı düşüncesi, ancak gerçek hayatta bu açık bir olgu olarak görünür olduğunda, yaygın ya da genel bir bilinç olma eğilimi gösterebilmektedir. Yani bir olgu, bir gerçeklik olarak kendisini bilince dayattığı zaman, doğru bir düşünce olarak genel kabul görmeye başlayabiliyor. Marksizm bilincin her zaman gerçek hayatın ardından belli bir gecikmeyle, deyim yerindeyse topallayarak geldiğini söyler. Çünkü bilinç nesnel gerçekliğin dolaylı bir yansımasıdır. Son tahlilde kapitalizmin yıkıcı sonuçları gitgide daha geniş kitleleri etkilemeye ve dünyayı bir yangın yerine çevirmeye başladığı için, biz şimdi Marx’a yönelik bir ilgi

2

canlanmasının başladığını görüyoruz. Elbette bu yalnızca bir başlangıçtır. Genel zihinsel-entelektüel iklimde belli bir değişimin başlangıçlarını tespit edişimiz, boş hayaller yaratmak için değildir. Dünya tarihinde yeni bir dönemin açılmakta olduğunu zaten başka bazı bakımlardan tespit etmekteydik. Şimdi yalnızca buna düşünce ikliminde de yeni bazı belirtilerin eklendiğini gözlemlemekteyiz. Mesele bunu doğru algılamaktan ve anti-kapitalist düşünce ve eğilimler açısından yeni dönemin eskisinden daha elverişli bir dönem olacağını kavramaya yardımcı olmaktan ibarettir. Bu döneme ne denli hazırlıklı ve örgütlü girilebilirse semeresinin o denli iyi olacağı açıktır.

Gericilik dönemi Yaşanmakta olan değişim sancılı, yavaş ve inişli-çıkışlıdır. O nedenle yukarıda kısaca verdiğimiz güncel gelişmelerin gelgeç olaylar olup olmadığına karar vermek zor görünebilir. Böylesi dönüşümleri içinde yaşarken tespit etmek zaten genelde zordur. Bunlar ileride tarih olduğunda tespitler ve değerlendirmeler daha kolaydır şüphesiz. Burada yapılması gereken sürecin diyalektiğine odaklanmaktır. Bir önceki dönemde yeniyi hazırlayan öncülleri ve yeninin kendi çelişkileriyle birlikte bunlar üzerinden nasıl su yüzüne çıkmakta olduğunu doğru bir şekilde görmek gerekiyor. Böylece sürecin genel düzeyde nereden nereye akmakta olduğu daha iyi anlaşılır. 80’lerden bu yana sermaye, düşen kâr oranlarını ayağa kaldırabilmek için işçi sınıfına yönelik büyük ölçekli bir taarruz başlattı. Bu taarruzun hedefi, işçi sınıfının büyük mücadelelerle ve burjuvazinin yüreğine saldığı devrim korkusu sonucu sermayeye dayattığı ve elde ettiği kazanımlardı. Aslında halen de devam etmekte olan “eskiyi” gayet iyi biliyoruz. En başta da belirttiğimiz gibi 80’lerden bu yana sermaye, düşen kâr oranlarını ayağa kaldırabilmek için işçi sınıfına yönelik büyük ölçekli bir taarruz başlattı. Bu taarruzun hedefi, işçi sınıfının büyük mücadelelerle ve burjuvazinin yüreğine saldığı devrim korkusu sonucu sermayeye dayattığı ve elde ettiği kazanımlardı. Halen de devam etmekte olan bu taarruz sonucunda işçi sınıfının yaratılan toplam toplumsal gelirden aldığı pay gitgide azalmış, geçinmesi zorlaşmış ve genel toplumsal eşitsizlik artmıştır. Böylece işçiler geçinebilmek için giderek daha uzun saatler boyunca ve birden fazla işte çalışmaya, sendikasızlaştırılmaya, geçici ve güvencesiz çalışma biçimlerine razı olmaya, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanında elde ettiği hakları da kaybetmeye başlamışlardır. Özetle bu son 2530 yıl zarfında işçiler için hayat çok daha zorlaşmıştır. Elbette bu saldırılar kolayca hedefe ulaşmamıştır. Za-


sayı: 45 • Aralık 2008

ten bunca yıldır dünya ölçeğinde yürütülmesine rağmen halen devam ediyor olması da buna bir kanıttır. İşçi sınıfı birçok ülkede birçok kez büyük mücadeleler vermiş, kimi yerlerde şu ya da bu saldırıyı durdurmuş, genel olarak hızını düşürmeyi başarmış, ama esas olarak reformist önderliklerin ihaneti nedeniyle bu dönem genel planda bir gerileme ve yenilgi dönemi olmuştur. 1990 dönemecinde, Marx’ın adıyla ve sosyalizmle yanlış biçimde özdeşleştirilen bürokratik-despotik rejimlerin çöküşüyle birlikte burjuva düzenin saldırıları daha da hız ve özgüven kazanmış, buna mukabil ihanetin derinleşmesiyle işçi sınıfı da büyük bir moralsizliğe itilmiştir. Bu gerileme ve yenilgi döneminde oluşan manevi havayı ve söylemi de gayet iyi biliyoruz. Adeta bir zafer yürüyüşü yaptığı bu dönemde kapitalizm “rakipsiz”di, “alternatifi yok”tu, “gücü sonsuz”du... Herkes bu “ebedi hakikati” kabullenmeli ve onun karşısında biat etmeliydi. Üstelik sistemin bazı olumsuzluklar sergilemesinin nedeni de ona alternatif olarak boy gösteren despotik-bürokratik rejimlerdi! Onlar yüzünden silahlanmaya daha fazla kaynak ayırmak zorunda kalıyorduk, onların tehdidi yüzünden refahımızdan feragat ediyorduk! Bu nedenle bu rejimler 1990 dönemecinde yıkıldığında, güya artık dünyaya yeni bir barış, refah, adalet ve mutluluk çağı gelecekti. İnsanlık bu hayırlı hadiseden, bolluk getirecek bir “barış primi” ya da “barış ikramiyesi” kazanacaktı. “Tarihin sonu” gelmişti, kapitalizmin zaferi mutlaktı vs. vs. Söylem aynıyla buydu. Bu durum dünya ölçeğinde entelektüel atmosfere de tam tekmil bir gericiliğin karabasan gibi çökmesine yol verdi. Öyle ki, artık Marx’ın adını ağzına alan adeta çarmıha geriliyor, Marx’a ve Marksizme karşı, her şeyin önüne “sonra” anlamına gelen post sıfatının konduğu (post-modernizm, post-marksizm, post-yapısalcılık vs.) akla ziyan akım ve düşünceler ileri sürülüyordu. Aslında çoktan defteri dürülmüş felsefeler, düşünce akımları ve düşünürler, şimdi bu gibi yeni kisveler altında, bunlardan hikmet bekleyen yenilgi döneminin zayıf bünyeleri için piyasaya sürülüyor ve rağbet görüyorlardı. Bu gerici felsefeler ve entelektüel akımlar fikrî güçleriyle üs-

marksist tutum

tünlük kazanmış değillerdi. Yalnızca, sınıflar mücadelesinin gerçek alanında yer alan ve insan ömrü için uzun sayılabilecek bir yenilgi ve gerileme döneminde, zamanın ruhuna denk düşüyorlar, onu oluşturuyorlardı. Onlar için uygun bir zemin oluşmuştu, hepsi bu. Bir kez daha, Marksizmin temel önermesinin gereği olarak, bilinç hayatı değil hayat bilinci belirlemişti.

Tarihin yasası işliyor Gericilik dönemi birdenbire sökün etmeyip bir süreç içinde gelişmişti. Önce sınıflar mücadelesinin gerçek alanında belirleyici sonuçlar alınmış ve kapitalizm muzaffer göründüğü ölçüde fikirler dünyasında gerici düşünceler kol gezmeye başlamıştı. Aynı şekilde son zamanlarda yavaş yavaş başlayan Marksizme ilgi de ne birdenbire zuhur etmiştir ne de düşünce dünyasındaki gelişmelerin bir sonucu olmuştur. Her şeyden önce, başta da belirttiğimiz gibi, kapitalizmin yol açtığı yıkımın dehşet verici boyutları gitgide gözlerden saklanamaz hale gelmeye başladı. Dayanılmaz hale gelen sömürü ve baskı sonucu işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların hoşnutsuzluğu artmaya ve kapitalizme dair yalanların inandırıcılığı zayıflamaya başladı. Bu uzun yenilgi döneminden çıkış ve bir direniş/mücadele eğiliminin ilk filizlenişleri ise nihayet 2000 dönemecinde kendini gösterdi. Küreselleşme karşıtı gösteriler biçiminde başlayan süreç kısa sürede Latin Amerika’nın birçok ülkesinde birbirinin ardı sıra gelen kitlesel işçiemekçi patlamaları ve isyanlarıyla yeni bir dinamik kazandı. Diğer taraftan Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak’a saldırmasının, emperyalist propaganda makinesinin tüm gayretlerine rağmen dünya halkları gözünde meşrulaştırılamaması ve bu temelde (tüm zaaflarına rağmen) dünya ölçeğinde gelişen savaş karşıtı eylemlilikler de genel silkinme sürecinin bir boyutunu oluşturdu. Tüm bu süreçlerin ardından gelen şimdilerdeki ekonomik kriz, kapitalizmin inandırıcılığı ve meşruiyeti konusunda emekçi kitlelerde oluşmaya başlayan sorgulamayı güçlendirecek bir etki yapmakta. Kapitalizmin gücü ve sarsılmazlığının adeta sembolü haline gelmiş dev şirketlerin birbiri ardına kâğıttan şatolar gibi devrilmelerinin, bunun sonucu artan ve daha da artacağı hissedilen işsizlik ve yoksulluğun emekçi yığınların üzerine kara bir bulut gibi

3


marksist mark ma rk ksi sist stt tutum tuttum um

çöküşünün bunu yaratmasından daha doğal bir şey olamazdı. Krizin acı sonuçları yayıldıkça ve emekçi kitleleri daha da derinden vurdukça bu etkinin katmerlenerek kuvvetleneceği muhakkaktır. Diğer taraftan kapitalizmin savunucularının yakın zamanlara kadar burunlarından kıl aldırmayan kibirli tavırları da ister istemez yerini daha mahcup bir tutuma bırakmış durumda. Bu gelinen nokta nihayet bir ideolojik atmosfer değişimini de beraberinde getirmektedir. Bir süredir zaten başlamış olan bu değişim şimdilerde daha yeni biçimler alarak kendini ortaya koyuyor. Artık kapitalizmde bir şeylerin yanlış olduğuna dair genel bir bilinç, henüz son derece bulanık olarak da olsa, insanlarda uç vermeye başlamıştır. İşte Marksizme yönelik ilgi canlanması tüm bu nesnel süreç ve gelişmelerin sonucudur.

Yeni bir dönem açılırken 25-30 yıl gibi süreler tarihsel ölçekte kısa olsalar da, insan yaşamında hayli uzun sürelerdir. Zayıf insan bilincinin böylesi uzun süreler zarfında dönemin ruhuna kendini kaptırıp teslim olmaması zordur. Tüm sınıf mücadelesi tarihi göstermektedir ki gericilik dönemlerinde hep böyle olmuştur. Böylesi dönemlerde devrimci Marksistler akıntıya karşı yüzmek zorundadırlar. Geride bırakmaya başladığımız bu uzun dönemde de devrimci Marksistler akıntıya karşı yüzmekteydiler. Kendine sosyalist diyen, devrimci diyen çok kişi ve çevre ise bu zorlu akıntıya kapılıp gitti. Marksizmin özünü yeterince kavramamış ve bu temelde sağlam bir sınıf bilinci ve inanca sahip olmayanların kaçınılmaz sonudur bu. Ama Marksizmin özünü doğru kavrayan ve bu temelde bilimsel sınıf bilincini ve inancını yitirmeyen devrimci Marksistler bu değişimin er geç yaşanacağını öngörmüş ve iyimserliklerini yitirmemişlerdi. Marksizmden kaçanların ve burjuva ideologlarının miyopluğu ve bunun karşısında Marksizmin derinliği ve öngörü gücü bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan, espriyle karışık diyebiliriz ki, Marksistler bugünlerde Marx’ın 1857 ekonomik krizi sı-

4

Arraallık k2 00 0 08 • sayı: sayı sa y : 45 yı 5 Aralık 2008

rasında dile getirdiği türden bir ferahlık içindedirler. içindedirler Engels’e yazdığı 13 Kasım 1857 tarihli mektupta Marx, 1848 devrimlerinin yenilgisiyle başlayan gericilik döneminin ardından gelen kriz dolayısıyla şöyle diyordu: “Her ne kadar kendi para sıkıntım gerçekten vahimse de, 1849’dan beri kendimi hiç bu kriz sırasındaki kadar ferah hissetmemiştim.” Kapitalizm bu krizi ekonomik veçhesiyle atlatacak olsa bile bugünlerde belirginlik kazanmaya başlayan ideolojik atmosfer değişimi tümüyle geriye devşirilemeyecektir. Stalinist bürokratik diktatörlüklerin çöküşü sonrasında Marksizmin yaşadığı itibar kaybı günlerine bir daha dönülmesi pek mümkün değildir. Stalinizmin çöküşü özel bir fenomendi ve bir kez olmuş bitmiştir. Marksizme indirdiği darbe olağan gericilik dönemlerinin etkisinden çok daha ağırdı ve tam da bu yüzden havanın değişmeye başlaması bu denli zaman almıştır. Ama yine de Marksizmin öngördüğü biçimde tarihin yasası işlemiş ve sonunda, mukadder olan ortaya çıkmamazlık edememiştir. Bu durum Marksizmin temel ilkelerinin ne denli doğru ve sağlam olduğunu göstermektedir. Evet, şimdi bir ideolojik iklim değişikliğinin ilk belirtilerini görüyoruz ve bunun arkasının geleceğini de söyleyebiliriz. Bunun genel olarak sevindirici ve umut verici bir şey olduğu da açık. Devrimci fikirleri ve örgütlenmeleri besleyecek yeni bir dönemin açıldığını söylemekten çekinmeye gerek yok. Ancak Marksizmin bu noktadaki görüşlerinin doğruluğu ne denli kesin ve netse, doğru bir ideolojik-politik hat ve bu temelde proleter devrimci örgütlenme olmadan, uygun atmosferin kendi başına istenilen devrimci sonuçları doğuramayacağı da o kadar nettir. Bu nedenle işçi sınıfı devrimcilerinin Marksizme daha da büyük bir inançla sarılmaları ve bu yeni dönemde kızışacak mücadelelere daha büyük bir azim ve şevkle hazırlanmaları gerekiyor. Lenin’in sözleriyle, “doğru olduğu için sonsuz bir gücü olan Marksizmi” işçi sınıfının yaşam içindeki devrimci gücüne dönüştürmek sınıf devrimcilerinin görevidir. 


Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /9 Mehmet Sinan

Burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonundan tutarlı demokratlık beklemek ham hayaldir Türkiye egemen sınıfı içinde süregelen statükocu-liberal kavgası, AB’ye üyelik müzakerelerinin fiilen başladığı 1999 yılından bu yana burjuva siyasetin gündemini esaslı bir şekilde meşgul etmektedir. Egemen sınıf içindeki güç ve iktidar paylaşımıyla doğrudan ilgili olan bu kavga, emek cephesinin genel olarak örgütsüz, dağınık ve güçsüz durumda bulunduğu bir ortamda devam etmektedir bugün de. Egemen sınıf fraksiyonlarının kendi iç kavgalarını kamuoyu önünde böylesine rahat ve korkusuzca yürütebilmelerinin bir nedeni de budur kuşkusuz! Çünkü onlar, güçlü bir işçi hareketinin bulunmadığı koşullarda, kendi iç kavgalarının sömürü düzenlerini sarsmayacağından ve sınıf çıkarlarına zarar vermeyeceğinden gayet emindirler. Bunun somut bir örneği, son dönemde Doğan grubu ile Başbakan Erdoğan arasında patlak veren kavgadır. Karşılıklı suçlamaların ve iddiaların havada uçuştuğu bu kavga, sermayenin kirli çamaşırlarının da ortalığa saçılmasına (Hilton arazisi ve Deniz Feneri olayı gibi) yol açarak, kamuoyunu günlerce meşgul etmiştir. Şu bilinen bir gerçektir ki, kapitalistler ancak sömürü düzenleri tehdit altında olduğunda ve ortak sınıf çıkarları tehlikeye girdiğinde acilen birleşme ve birlikte hareket etme ihtiyacı duyarlar. Birbiriyle rekabet halinde bulunan bu sınıfın mensupları, ancak zorunlu oldukları durumlarda kendi bireysel ya da kesimsel çıkarlarını ikinci plana iterek, ortak sınıfsal bir davranış içine girebilmektedirler. Aksi durumlarda ise, yani sömürü düzenlerine yönelik yakın bir “tehlike” ya da “yı-

Türkiye egemen sınıfı içinde süregelen statükocu-liberal kavgası, AB’ye üyelik müzakerelerinin fiilen başladığı 1999 yılından bu yana burjuva siyasetin gündemini esaslı bir şekilde meşgul etmektedir. Egemen sınıf içindeki güç ve iktidar paylaşımıyla doğrudan ilgili olan bu kavga, emek cephesinin genel olarak örgütsüz, dağınık ve güçsüz durumda bulunduğu bir ortamda devam etmektedir bugün de. Egemen sınıf fraksiyonlarının kendi iç kavgalarını kamuoyu önünde böylesine rahat ve korkusuzca yürütebilmelerinin bir nedeni de budur kuşkusuz! Çünkü onlar, güçlü bir işçi hareketinin bulunmadığı koşullarda, kendi iç kavgalarının sömürü düzenlerini sarsmayacağından ve sınıf çıkarlarına zarar vermeyeceğinden gayet emindirler.

5


marksist tutum

kıcı” bir tehdit söz konusu değilse ve kendilerini güvende hissediyorlarsa, o zaman bireysel ya da grupsal çıkarları ön plana geçmekte ve kendi adlarına güç ve iktidar sahibi olma tutkuları ağır basmaktadır. Sermaye grupları arasında rekabeti ve çıkar çatışmasını kızıştıran da esasen bu sınıfın doğasında var olan bu güç ve iktidar tutkusudur! Şimdi 2000’li yıllar Türkiye’sinde izlediğimiz egemen sınıf içi kavga da böyle bir kavgadır. Bu kavgada kimi burjuva kesimlerin “liberal”, kimilerinin de “statükocu” bir konumda ve bölünmüşlük görünümünde karşımıza çıkmaları bizleri hiç yanıltmasın. Yarın aynı çevrelerin, sınıflarının ortak çıkarlarını savunmaları sözkonusu olduğunda, işçi sınıfının karşısına birleşmiş “gerici güçler” olarak çıkacaklarından hiç kuşku duyulmasın! Gene aynı şekilde, bugün özel çıkarları için birbirlerine saldıran Aydın Doğan ile Başbakan Erdoğan’ın da, yarın sınıf mücadelesi keskinleştiğinde ve devrimci işçi hareketi kapitalist düzeni tehdit eder duruma geldiğinde, domuztopu gibi birleşeceklerinden ve kapitalist düzenin gerici saldırı oklarını işçi sınıfına yönelteceklerinden hiç kuşkumuz olmasın! Türkiye kapitalizminin tarihsel gelişim sürecini bir de bu açılardan değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, egemen sınıf içinde bu türden bölünmüşlük görüntüsünün birçok kez yaşandığına, ama ortak sınıf çıkarları söz konusu olduğunda derhal birleşildiğine tanık oluruz. Fakat öte yandan, sermayenin henüz gelişme aşamalarının başlarında bulunduğu 1960’lar Türkiye’sindeki burjuvazinin konumuyla, finans kapitalin egemen olduğu 2000’ler Türkiye’sindeki burjuvazinin konumunun aynı olmadığını ve bu konuda belirgin faklılıkların bulunduğunu da burada ayrıca zikretmeliyiz. Kapitalizmin bugün geldiği düzeyi kavramak bakımından da bu iki dönemin karşılaştırılması çok önemlidir kuşkusuz. İki dönem arasında pek çok açıdan farklılıklar bulunmakla birlikte, biz burada iki dönemi karakterize eden en temel farklılıklara değinmekle yetineceğiz. Bir defa 60’lı yıllar Türkiye’sindeki kapitalizm, ne bugünkü düzeyde tekelci bir konuma yükselebilmişti ne de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasından doğan mali sermaye (finans kapital) grupları bugünkü gibi bir gelişmişlik düzeyine ulaşabilmişlerdi. Gerek “tekelcilik” gerekse “mali sermaye”, 60’lı yıllar Türkiye’sinde henüz oluşum halindeydiler daha. Öte yandan, 60’lı yıllarda burjuvazi kesimsel çıkarlarını ön planda tutmaktan veya kendi içinde kapışmaktan çok, o dönemde hızlı bir gelişme gösteren sınıf mücadelesi karşısında, kendi sınıfının “ortak çıkarlarını” savunma göreviyle yüz yüze bulmuştu kendisini. Hatta o yıllarda burjuvazi, kapitalist düzenin bekası için kendi olağan siyasal rejimini (burjuva parlamentarizmini) bile rafa kaldırmayı göze almış durumdaydı. O dönemde olağan siyasal rejimini geçici bir süreliğine rafa kaldırmayı veya sınırlarını olabildiğince daraltmayı düşünmesi, burjuvazinin keyfi bir tercihi değildi kuşkusuz. Keskinleşen sınıf mücadelesinden ve gelişen devrimci

6

Aralık 2008 • sayı: 45

işçi hareketinden duyduğu amansız korkunun bir sonucuydu! Ama siyasal düzlemde yaşanan bu somut pratikler, burjuvaziye dair tarihsel bir gerçekliği de apaçık ortaya koyuyordu: Sermaye sahibi büyük burjuvazi işine geldiği sürece kendini liberal, demokrat, anti-militarist, barışçı vb. gösterebilmektedir. Ama işine gelmediğinde, kendine yakıştırdığı bu sıfatları elinin tersiyle bir kenara iterek anında otoriter, militarist, anti-demokrat ve de şahin kesilivermektedir! “Liberal” ve de “demokrat” pozlara bürünüp militarizme karşı çıkan da, kılıç kuşanarak halkı hizaya getirmek isteyen de hep aynı büyük burjuvazidir! Fakat tüm bunları yaparken kendisi pek öne çıkmaz bu burjuvazinin. O genellikle arka planda kalmayı tercih eder ve yapmak istediklerini hep burjuva siyasetçilere, asker-sivil bürokrasiye, “derin devlet” adamlarına yaptırır! Böylece, dışardan bakıldığında o hep sureti haktan gözükür. Kötülükleri o değil, ya ülke içindeki “sorumsuz siyasetçiler” ya “darbeciliğe hevesli” askerler ya da deniz aşırı “dış güçler” yapmaktadır hep! 60’lardan itibaren Türkiye’deki toplumsal ve politik gelişmeler incelendiğinde ve bu dönem boyunca Türk büyük burjuvazisinin siyasal tutumu izlendiğinde, bu sınıfın siyasal liberalizm, demokrasi ve özgürlükler üzerine verdiği söylevlerin nasıl da buz üzerine yazılı olduğu ve onun dilinde bu kavramların nasıl da bir demagojiden ibaret bulunduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

60’lı yıllar: Gelişen sınıf mücadelesi ve büyük sermayenin artan tedirginliği Genel başkanlığına Süleyman Demirel’in getirildiği Adalet Partisi (AP), 1965 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerini büyük bir farkla kazanmıştı. Liberal söylemlerle ve refah getireceği vaadiyle seçmenlerin %53’ünün oyunu almayı başaran bu parti, tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluğa ulaşmıştı parlamentoda. AP’nin elde ettiği bu seçim başarısı en başta ABD’yi ve yerliyabancı büyük sermaye çevrelerini sevindirmişti. Zira bu çevreler, mevcut burjuva partiler içinde kapitalist düzeni en iyi yönetebilecek, yerli ve yabancı sermayenin ortak çıkarlarını en iyi savunabilecek partinin AP olduğunda karar kılmış ve ittifak halinde bu partiyi desteklemişlerdi. Sonuçta AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte, bu çevreler de arzuladıkları siyasal iktidara kavuşmuş olduklarını düşünüyorlardı kuşkusuz. Fakat öte yandan, arzuladıkları siyasal iktidara kavuşmuş olduklarını düşünseler bile, gene de tedirginliklerini üzerlerinden tam olarak atabilmiş değildi bu çevreler. Hem ABD emperyalizmini hem de yerli büyük sermayeyi tedirgin eden esas şey, o dönemde Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelerdi kuşkusuz. 27 Mayıs darbesinden sonra oluşan görece liberal siyasal ortamda, hem işçi sınıfının hem de öğrenci gençliğin eylemliliğinde gözle görülür bir artış olmuştu. Bu dönemde işçi sınıfı, önceki


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum Adalet Partisi’nin elde ettiği seçim başarısı en başta ABD’yi ve yerliyabancı büyük sermaye çevrelerini sevindirmişti. Zira bu çevreler, mevcut burjuva partiler içinde kapitalist düzeni en iyi yönetebilecek, yerli ve yabancı sermayenin ortak çıkarlarını en iyi savunabilecek partinin AP olduğunda karar kılmış ve ittifak halinde bu partiyi desteklemişlerdi.

yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde militan bir sendikal örgütlülük ve eylemlilik içine girmiş bulunuyordu. İşçi sınıfının bu eylemliliğini, 60’ların ikinci yarısından itibaren üniversite gençliğinin yükselen eylemleri izleyecekti. Bu eylemlerin hepsi de mevcut düzene karşı toplumsal hoşnutsuzluğu dile getiren ve düzen değişikliği isteyen muhalif eylemlerdi. Egemen sınıfları da asıl tedirgin eden şey, eylemlerin bu içeriğiydi. Önemli bir diğer gelişme ise, Türkiye’de uzun yıllardan beri bastırılmış ve yeraltına itilmiş olan sosyalizm düşüncesinin de bu hareketli dönemde yeniden gün yüzüne çıkması ve işçi sınıfı ile aydınlar ve öğrenci gençlik arasında hızla yayılmaya başlamasıydı. Nitekim bu gelişmelerin bir sonucu olarak, bu dönemde örgütlü sosyalist hareket de hızla gelişmeye başlayacak ve elle tutulur bir siyasal güç düzeyine yükselecekti. Bu yıllarda sola ve sosyalizme artan ilgi, o dönemde tek legal sosyalist parti olan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) gelişiminde ifadesini bulacaktı. Ama öte yandan, daha çok “ulusalcı” yönü ağır basan ve bu temelde “anti-emperyalist”, “anti-Amerikancı” söylemleri öne çıkaran “ulusal bağımsızlıkçı” bir küçük-burjuva radikal hareket de gelişecekti bu dönemde. Bu ikinci hareket, özellikle üniversite gençliğini, aydınları ve hatta ordu içindeki genç subayları güçlü bir biçimde etkiliyor ve gelecekteki cuntacı “sol” örgütlenmelerin oluşumuna da zemin hazırlıyordu. 1965 seçimlerinde işçi ve emekçi haklarının savunusu temelinde bir ajitasyon-propaganda yürüten ve “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” şiarını yükselten TİP ise seçimlerde %3 oy alarak parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başarmıştı. TİP’in parlamentoya 15 milletvekili sokabilmesi, o günkü seçim sisteminin görece demokratik yapısı sayesinde mümkün olabilmişti kuşkusuz. 27 Mayıs sonrasının görece liberal siyasal ortamının etkisi altında hazır-

lanmış olan bu seçim sistemi, partilerin aldığı her oyun tam olarak değerlendirilmesini (milli bakiye sistemi) ve buna göre partilere dağılımını esas alıyordu. Bu seçim sistemi sayesinde parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başaran TİP, büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarına karşı tek ciddi muhalefeti yürüten parti haline gelecekti parlamentoda. TİP’in 15 milletvekiliyle bile bir burjuva parlamentosunu hop oturtup hop kaldırması, sömürücü egemen güçleri ciddi olarak endişelendirmişti. Çünkü egemen güçler, sınıf çelişkilerinin yoğun bir şekilde yaşandığı Türkiye gibi azgelişmiş kapitalist bir ülkede, sosyalist bir partinin varlığının, kapitalist düzenin ve emperyalist ittifakın (NATO) geleceği açısından ciddi bir tehlike oluşturduğunu düşünmeye başlamışlardı. Bu konularda çok deneyimli olan ABD emperyalizminin o dönemde Türkiye’deki olayları dikkatle izlediğine ve alınması gereken önlemler konusunda müttefiki yerli büyük burjuvaziyi, burjuva siyasetçileri ve de tabii “derin devlet” adamlarını yönlendirdiğine hiç kuşku yok! Nitekim toplumsal olaylar karşısında burjuva hükümetlerin almış olduğu “önlemler”, ABD’nin daha en baştan işin içinde olduğunu apaçık ortaya koyuyordu. ABD emperyalizmine göre, bir Ortadoğu ülkesi olan ve aynı zamanda SSCB’nin de sınır komşusu bulunan Türkiye gibi sosyal çelişkileri alabildiğine yoğunlaşmış bir ülkede, burjuva demokrasisinin sınırlarının geniş tutulması ve Batıdaki gibi liberal-demokratik bir siyasal ortama izin verilmesi, bu ülkede kapitalist düzenin ve NATO’nun geleceğini tehlikeye düşürebilirdi pekâlâ! O nedenle, NATO’nun ve ABD’nin dostu olan yerli egemen güçler bu konularda çok dikkatli olmalı ve kontrolü hiçbir zaman elden bırakmamalıydılar! Başta iktidar partisi AP olmak üzere, parlamentodaki

7


marksist tutum

sağcı burjuva siyasetçiler de ABD’nin bu önerilerine ve “öğütlerine” canı gönülden katıldıklarını parlamentodaki tutumlarıyla açıkça ortaya koyuyorlardı zaten. Burjuva siyasetçiler, ‘61 Anayasası’nın getirdiği görece liberal açılımları tasfiye edebilmek için, 1965-69 parlamento döneminde her yolu deneyeceklerdi. Fakat burjuva parlamentosunun mevcut bileşimi ve parlamento dışı muhalefet hareketinin gelişimi, o dönemde sağcı burjuva güçlerin Anayasa’da yapmak istedikleri gerici değişikliklere izin vermeyecekti. Böylece, ABD’nin ve yerli büyük sermayenin Anayasa’da yapmak istediği gerici değişiklikler, 12 Mart 1971 askeri darbesine kadar fiilen ertelenmiş oluyordu! Toplumsal çelişkilerin derinleştiği ve sınıf mücadelesinin giderek keskinleştiği Türkiye gibi dışa bağımlı az gelişmiş kapitalist bir ülkede, burjuvazinin geniş bir demokrasi uygulamaya nefesinin yetmediği ve yetmeyeceği, AP’nin iktidarda olduğu 1965-69 parlamento döneminde giderek daha net ortaya çıkıyordu. ABD emperyalizmi ve yerli büyük sermayenin, “burjuva demokrasisinin sınırlarının daraltılması” yönünde telkinlerde bulunduğu bir ortamda, parlamentodaki burjuva partilerden bunun aksine bir davranış beklemek saflık olurdu zaten! 1960’ların “liberal” AP’si de tıpkı 1950’lerin “liberal” DP’si gibi, “özgürlüklerin ve demokrasinin savunucusu olacağını” ve “halktan yana bir siyasal çizgi izleyeceğini” vaat ederek oy istemişti halktan. Fakat AP’nin bu konuda samimi olmadığı ve onun da tıpkı DP gibi demokrasi ve özgürlükleri yalnızca kendisi için istediği, bu partinin iktidardaki eylemleriyle giderek daha net anlaşılıyordu. Sınıfsal yapısı gereği, bu parti ne emekçi halktan yana reformlar yapabilir ne de iddia ettiği gibi toplumsal ve siyasal yaşama demokratik bir açılım getirebilirdi. Nitekim iktidara gelir gelmez, halk kitlelerinin çıkarlarıyla temelden çelişen bir ekonomik programı uygulamaya sokarak, kimlerin partisi olduğunu zaten çok net olarak ortaya koymuş bulunuyordu bu parti. İşçilerin, köylülerin, emekçi halk kesimlerinin oyunu alabilmek için her türlü demagojik popülist söyleme başvuran AP, aslında yerli ve yabancı sömürücü egemen güçlerin hizmetinde olan en has bir sermaye partisiydi! Nitekim bu partinin milletvekillerinin parlamentoda işçi haklarını savunan TİP’li milletvekillerine saldırması, ‘61 Anayasası’nın getirdiği liberal-demokratik açılımları tasfiye etmek için harekete geçmesi ve TİP’i bir daha parlamentoya sokmamak için seçim sistemini değiştirmesi, aslında bu partinin de tüm liberal-demokrat söylemli burjuva partileri gibi özünde anti-demokrat ve de gerici bir parti olduğunu gözler önüne seriyordu. Gerek ABD emperyalizmi gerekse yerli egemen güçler (büyük sermaye ve büyük toprak sahipleri), 1965-70 döneminde AP iktidarını aktif olarak destekleyecek ve AP iktidarı da bu güçlerin istediği ekonomik programı kararlı bir şekilde uygulayacaktı. Fakat Türkiye’deki kapitalist düzenin zayıflığından ve bunalımlar karşısındaki kırılganlı-

8

Aralık 2008 • sayı: 45

ğından ciddi şekilde endişe duyan ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçler, geleceğe güvenle bakamıyorlardı gene de. Dışa bağımlı olan ve yatırımlarının önemli bir bölümünü dış borçla sürdürmek durumunda kalan Türkiye kapitalizmi, belirli büyüme oranını sürekli tutturmak zorundaydı. Büyümedeki bir yavaşlama, ekonominin dönen çarklarını durdurabilir ve kapitalist ekonomiyi hepten durgunluğa sokabilirdi. Böyle bir ekonomik bunalımın gerçekleşmesi ise, zaten sürekli bütçe açıklarıyla ve dış borçla yaşamını sürdüren azgelişmiş kapitalist bir ülkede işsizliği daha da azdırabilir ve sosyal patlamalara yol açabilirdi. İşte ABD emperyalizmi ile yerli büyük sermayenin geleceğe yönelik duydukları bu korku ve endişe, Türkiye’de burjuva demokrasisinin kaderini de belirleyecekti!

İdeolojik ayrışma-siyasal saflaşma Türkiye’de olaylar ABD emperyalizminin ve yerli ortaklarının endişelerini haklı çıkaracak doğrultuda gelişiyordu kuşkusuz. Özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren toplumsal çelişkilerin yoğunlaşması ve buna paralel olarak toplumun hemen her kesiminde (işçiler, köylüler, öğrenci gençlik, aydınlar vb.) toplumsal sorunlara duyarlılığın artması ve bu temelde hızlı bir politikleşme sürecinin yaşanmaya başlanması, egemen sınıfların işini bayağı zorlaştıran gelişmelerdi. Bu dönem aynı zamanda, toplumda ideolojik ayrışma ve siyasal saflaşmaların eskiye oranla çok daha yoğun yaşandığı bir dönem olacaktı. Toplumsal ve siyasal sonuçları bakımından en önemli ve en etkili ayrışma işçi hareketinde yaşanacaktı bu dönemde. Türkiye’de işçi sınıfının örgütsüzlüğünden ve sınıf bilincinin geriliğinden yararlanan yerli ve yabancı kapitalistler, yıllar yılı yoğun bir sömürüye maruz bırakmışlardı bu sınıfı. Özellikle yerli kapitalistler, emeğin bu yoğun sömürüsü sayesinde hızlı bir sermaye birikimi süreci yaşamışlar ve kısa sayılabilecek bir zaman diliminde tekelciliğe ve finans kapitale doğru yol almaya başlamışlardı. Yerli kapitalistler sermayelerini büyütmede gösterdikleri bu “başarıyı”, her şeyden önce işçileri yıllar boyunca sendikasız ve her türlü haktan yoksun çalıştırmalarına ve hiç kuşkusuz burjuva devletin her açıdan onlara sağladığı sınırsız desteğe borçluydular. Türk burjuvazisi, çalışma yaşamı ve sendikalaşmayla ilgili konularda da ABD’deki uygulamaları örnek almıştı kendine. Yıllardan beri zaten her türlü haktan yoksun bıraktığı ve baskı altında tuttuğu işçi sınıfını, şimdi de sözümona bir burjuva demokrasisinin uygulandığı koşullarda, gerçek sınıf sendikalarında örgütlenmekten uzak tutmaya çalışıyordu. Bunun için bir yandan (ABD’den de aldığı destekle), tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş’i sınıf işbirlikçisi ve düzen yanlısı bir sendikal konfederasyon olarak yapılandırmaya çalışırken, diğer yandan işyerlerinde gerçek sınıf sendikalarının örgütlenmesini engellemek için, yaygın bir şekilde patron yanlısı “sarı sendikacılığı”


sayı: 45 • Aralık 2008

teşvik ediyordu. Bütün bunlar, sınırsız propaganda ve örgütlenme hakkının gerçekte yalnızca düzen ve devlet yanlısı burjuva partilere tanındığı “Türk tipi” burjuva demokrasisinde yaşanıyordu kuşkusuz! Fakat öte yandan, bu “Türk tipi” burjuva demokrasisinin her türlü sınırlayıcı engellemelerine karşın, Türkiye işçi sınıfı gene de yılların durgunluğunu üzerinden atabilmiş ve ayağa dikilmiş durumdaydı. Onu bu haklı mücadelesinden vazgeçirerek tekrar yerine oturtmak ve uysal bir şekilde beklemesini sağlamak pek mümkün görünmüyordu artık! Direnişler, grevler hatta yer yer fabrika işgalleri birbirini izliyordu sanayi kentlerinde. İşçiler grev haklarını kullanmak üzere grev kararı alıyor, bu duruma hiç alışık olmayan ve içlerine sindiremeyen patronlar ise fabrikalarını kapatıyor, polis çağırıyor ve işçiler işyerine gelen polisle çatışıyordu. Grevlerin fiilen başladığı yerlerde ise, çaresiz kalan patronların yardımına bu kez burjuva devlet koşuyordu. Devlet, “halkın sağlığını ve güvenliğini tehdit ettiği” gerekçesiyle sık sık grevleri ertelemeye başlamıştı. Paşabahçe Şişe-Cam’ın 2200 işçisinin 31 Ocak 1966’da başlattığı grev ise, hem sınıf mücadelesinin gelişiminde varılan aşamayı göstermesi bakımından, hem de işçi hareketinde artık zamanı gelmiş olan ayrışmanın somutlanması bakımından önemli bir dönemeç noktası olacaktı. Bu grevin yürütümünü doğrudan Türk-İş Yürütme Kurulu üstlenmişti. Fakat grev sürerken, Türk-İş Yürütme Kurulu grevci işçilere hiç danışmadan işverenlerle anlaşmaya varmış ve bir bildiri yayınlayarak işçilerin greve son vermelerini ve işbaşı yapmalarını istemişti. O güne kadar Türk-İş içinde zaten mayalanmakta olan ayrışma, Türk-İş Yürütme Kurulu’nun bu son davranışıyla iyice açığa çıkacaktı. Türk-İş’in bu sınıf işbirlikçi ve de düzen yanlısı sendikal anlayışına baş kaldıran sendikalar (Petrol-İş, Lastik-İş, Maden-İş, Tez Büro-İş), Paşabahçe işçilerinin grevini destek-

marksist tutum

lemek üzere bir dayanışma komitesi kurduklarını açıklayacaklardı. Fakat bu sendikalar, Paşabahçe grevinin bitişinden hemen sonra Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edileceklerdi. İhraçlarla başlayan bu süreç, sendikal harekette kesin bir ayrışmayla sonuçlanacaktı. Büyüyen işçi sınıfı ve yükselen sınıf mücadelesi, sınıfından kopmamış sendikacıları, sınıf çıkarları temelinde daha mücadeleci ve daha militan bir sendikacılık yapmaya zorluyordu. Türk-İş içindeki bu ayrışmada başı çeken Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları 12 Şubat 1967’de yaptıkları olağanüstü kongrede, Türk-İş’ten ayrılma kararı aldılar. 13 Şubat 1967 ise, bu sendikaların arasına Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımıyla DİSK kuruldu. Böylece, sosyalist bir partinin (TİP) kuruluşundan tam altı yıl sonra, bu kez de kendini sol ve devrimci olarak tanımlayan bir işçi kitle örgütü, yeni bir sendikal konfederasyon da kurulmuş oluyordu Türkiye’de. DİSK’in kurucularının neredeyse tamamı 1961 yılında TİP’in kuruluşunda da yer alan sendikacılardı. Dolayısıyla, DİSK’in kuruluşunda TİP’in önemli bir rol oynadığı açıkça ortadaydı. Bu dönemde parlamentoda 15 milletvekili bulunan TİP, işçi ve emekçilerden yana bir iktidarın işbaşına gelmesini savunan ve her ne kadar programında yazılı olmasa da, kendini sosyalist olarak tanımlayan legal bir partiydi. DİSK bu dönemde Türk-İş’in izlediği sınıf işbirlikçi çizgiye karşı mücadele ederek ve sınıf sendikacılığını savunan bir anlayışıyla örgütlenerek hızla gelişmeye başladı. DİSK’in bu dönemde devlet işletmelerinde örgütlenmesinin önü çeşitli yöntemlerle kesilmiş olsa da, özel sektördeki en önemli işletmelerde örgütlenmesi engellenememişti. İşçiler akın akın DİSK’e geliyorlardı. DİSK’e bağlı sendikalara üye olmak isteyen işçileri patronlar çeşitli baskılarla ve oyunlarla engellemeye kalkıştıklarında ise, işyerlerinde çatışmalar çıkıyor, her yer militan işçi eylemlerine sahne oluyordu. Bu militan işçi eylemleri 1968 ve ‘69 yıllarında daha da artarak sürdü. 1968 Şubatında Zonguldak’ta yirmi beş bin maden işçisi, toplu sözleşme görüşmelerinde bir sonuç alınamayınca iş bırakarak eylemlere başladı. Başka yerlerde olduğu gibi bu eylemlerde de işçiler polisle çatışacaktı. Aynı yılın Temmuz ayında Derby lastik fabrikası işçileri, işyerinde patronla anlaşıp kendilerini satmaya kalkışan Türk-İş’e bağlı Kauçuk-İş sendikasını reddettiler ve DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasında örgütlenmek istediler. Bunun üzerine fabrikada olaylar çıkmış ve işçiler fabrikayı işgal etmişlerdi. Daha sonra yapılan oylamada, işyerinde

9


marksist tutum

yetkiyi ezici bir çoğunlukla Lastik-İş kazanacaktı. Aynı aylarda öğrenci gençler de üniversite işgallerini başlatmış bulunuyorlardı İstanbul ve Ankara’da. İlerleyen günlerde ise Türkiye, sosyalist fikirleri benimseyen öğrenci gençlerin işçi hareketiyle militan dayanışmasına sahne olacaktı. Militan işçi mücadelesinde bir ilk olan Derby işçilerinin fabrika işgali deneyimi, diğer işyerlerindeki sendikal mücadelelere de örnek teşkil etmiş ve fabrika işgali eylemleri yayılmaya başlamıştı. Nitekim 1969 sonu ve 1970’in başlarında Singer, Demirdöküm, Sungurlar işçileri de sendikal haklarını elde etme mücadelesinde polis ve jandarmayla çatışmayı göze alarak, fabrika işgali eylemlerini başlatacaklardı. Bu eylemler esnasında kolluk kuvvetlerinin şiddetine maruz kalan işçiler, ordusu, polisi ve yasalarıyla karşılarına dikilen devletin gerçekte kimlerin devleti olduğunu daha iyi anlıyor ve bu devletin burjuva sınıf karakterini daha net kavramaya başlıyorlardı. Aynı şekilde, Türk-İş’in temsil ettiği uzlaşmacı sendikacılık anlayışının da nasıl patronların değirmenine su taşıdığını ve sınıf sendikacılığının gelişip güçlenmesinin önünde nasıl engel oluşturduğunu da bizzat mücadele içinde yaşayarak kavrıyorlardı. DİSK, mücadeleci ve militan sınıf sendikacılığı anlayışıyla artık işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelmiş bulunuyordu. Ve tabii bu gerçeklik, Türkiye’de yerli ve yabancı sermaye güçlerini müthiş derecede rahatsız etmeye başlamıştı. Ama egemen güçleri rahatsız eden yalnızca işçi hareketindeki bu gelişmeler değildi. Aynı şekilde gençlik hareketindeki gelişim ve değişim de egemenleri ciddi biçimde tedirgin ediyor ve gelecek için endişelendiriyordu.

Öğrenci gençlik de düzene başkaldırıyor 1960’lara gelinceye dek, genelde Türkiye’de gençlik hareketleri, devletin korporatif yapısı içinde yer alan resmi gençlik örgütlerinin dışına çıkmamıştı. Devlete bağımlı ve devlet tarafından yönlendirilen bu “resmi” gençlik örgütleri (MTTB, TMTF, TMGT vb.) dışında her türlü örgütlenme fiilen engellenmiş durumdaydı. Gençliğe yönelik bu resmi devlet politikası da yeni bir şey olmayıp, İttihat Terakki döneminden beri devam edegelen bir politikaydı aslında. Özellikle öğrenci gençlik bu yolla toplumcu politikadan ve toplumsal duyarlılıktan uzak tutulmuş ve devletin resmi politikaları çerçevesinde milliyetçi ve şoven bir bakış açısıyla eğitilip biçimlendirilmişti. Bu nedenle de, birbirini takip eden gençlik kuşakları, yıllar yılı egemen devlet politikalarını ve statükoyu savunmaktan öteye geçememişler ve egemen sınıf içindeki iktidar kavgalarında piyon olarak kullanılmaktan kurtulamamışlardı. Ama 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren dünyada esen değişim rüzgârları Türkiye’yi de etkiledi ve gençliğin yıllardan beri süregelen bu edilgin durumu birden değişmeye başladı. Devletin pek hoşlandığı o “resmi otoriteye saygılı”, “munis” gençlik yoktu artık üniversitelerde!

10

Aralık 2008 • sayı: 45

1960’ların ikinci yarısından itibaren dünyada yeni bir dönem açılmıştı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve demokratik devrimlerin yükselişe geçtiği bir dönem oldu bu. Özünde burjuva demokratik karakterde olan bu mücadeleler, ilk başlarda küçük gerilla gruplarının yürüttüğü gerilla savaşı biçiminde başlamışken, giderek daha geniş halk kesimlerinin katıldığı uzun süreli halk savaşlarına dönüştü. 60’lı yılların başında Küba devriminin başarıya ulaşması ve Castro liderliğinde kurulan iktidarın kendini “sosyalist“ ilan etmesi, Vietnam halkının fedakârca yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesinin ABD emperyalizmi karşısındaki yenilmezliği, Filistin direnişinin ve Latin Amerika ve Afrika’daki diğer ulusal kurtuluşçu gerilla mücadelelerinin yükseliş içinde olmaları vb, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öğrenci gençliği derinden etkiledi. Bu koşullarda, bir taraftan ABD emperyalizminin saldırganlığına ve küstahlığına karşı gençlik içinde güçlü bir anti-emperyalist, anti-Amerikancı akım gelişirken, diğer taraftan ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleyen SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer “sosyalist“ ülkelere karşı giderek artan bir sempati dalgası yükselmekteydi. Artık gençlik hareketi içinde de esaslı bir ayrışma başlamış bulunuyordu. Önceki yıllarda genelde resmi gençlik derneklerinin (TMGT, MTTB, TMTF gibi) dışına çıkmamış olan gençler, 1965’lerden itibaren alternatif bir örgütlenme arayışına girdiler. Genel olarak sola ve devrimciliğe yönelmiş olan gençler için o dönemde tek adres TİP ve onun yan kuruluşu gibi çalışan Sosyalist Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) idi. O nedenle, üniversite gençliğinin politikleşen öncü kesimleri bu yıllarda TİP’in ve FKF’nin etrafında toplaşmaya başlamışlardı. Bu gelişmeler, gençlik hareketinde de bir ideolojik ayrışmanın yaşanmaya başladığının açık göstergesiydi. Öğrenci gençliğin bir kısmı sola ve devrimciliğe yönelirken, geleneksel anlayışlara ve resmi otoritelere bağlığını sürdüren ve bizzat egemen güçler tarafından yönlendirilen düzen yanlısı gençlerse resmi gençlik örgütleri içinde kalarak buraları kendi ideolojik mevzileri haline getirmeye çalışıyorlardı. 1968 yılı, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de radikal gençlik eylemlerinin birden bire patladığı yıl oldu. 1968 yılında Türkiye’de işçi sınıfının yasal sınırları zorlayan militan eylemleri gelişirken, aynı yılın yazında gençlerin üniversitelerde başlattığı işgal ve boykot eylemleri patlak verdi. Olayların gelişimini bir bütün olarak göz önüne aldığımızda, 1968 yılının Türkiye’de gerçekten de bir dönüm noktası olduğunu söylemeliyiz. Gençlik içinde genel olarak sola, anti-emperyalist akımlara, ulusal kurtuluşçu hareketlere sempati giderek artmaya ve bu doğrultuda siyasal oluşumlar hızla gelişmeye koyuldu. Aynı anda yükselişe geçen işçi ve gençlik eylemleri, üniversite gençliğini daha da radikalleştirmiş ve politik bakımdan devrimciliğe ve sosyalizme ilgisini daha da artırmıştı. Kendilerini ilerici-devrimci olarak tanımlayan öğ-


sayı: 45 • Aralık 2008

renci gençler anti-emperyalist gösteriler düzenliyor, işçilerin sendikal mücadelelerini, grevlerini, direnişlerini aktif olarak destekliyor ve en önemlisi DİSK’le dayanışma içinde oluyorlardı. O güne kadar Türkiye’nin tarihinde pek görülmüş bir şey değildi bu. Yerli ve yabancı sermaye güçlerini asıl tedirgin eden de buydu. Birbirleriyle yakınlaşan ve eylem birliği içine giren işçi hareketi ile öğrenci hareketinin eylemleri düzen sınırları dışına taşmaya ve giderek devrimcileşmeye başlamıştı. Sadece bu kadar da değil; hem işçi hareketi içinde hem de öğrenci hareketi içinde sosyalizm düşüncesi de mayalanmakta ve bu düşünce etrafında örgütlenmeler oluşmaktaydı. Diğer taraftan, bu dönemde hem kendi demokratik örgütlerini (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kurmaya girişen, hem de TİP içinde Türk sosyalistleriyle birlikte örgütlenen sosyalist Kürt aydınlarının ve gençlerinin devrimci muhalefeti de Türk egemenlerini esaslı bir şekilde tedirgin eden diğer bir gelişme oldu.

ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçlerin “düzen koruyucu” derin önlemleri! Aslında hem işçi hareketinin militanlaşmasında hem gençliğin radikalleşip sola açılmasında hem de Kürt ulusal hareketinin öncü unsurlarının yeniden örgütlenme çabası içine girmesinde, 27 Mayıs sonrasında oluşan görece liberal siyasal ortamın önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Oluşan bu liberal siyasal ortam, toplumsal değişim taleplerinin ideolojik düzeyde ifade edilmesine ve siyasal düzeyde örgütlenmesine eskiye oranla çok daha uygun bir zemin hazırlamıştır. Nitekim işçi hareketinin ve devrimci hareketin yükselişe geçtiği ve yaygın bir örgütlenme içine girdiği bir ortamda, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesinin kendi aleyhlerine olacağını gören ve “tehlike” sinyallerini herkesten önce alan ABD emperyalizmi ve yerli büyük sermaye, sömürü düzenlerini koruyacak “önlemleri” almakta hiç duraksamamıştır.

marksist tutum

Tam da ABD ile SSCB arasında soğuk savaşın tam gaz sürdüğü bir tarihsel kesitte, Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeki bir ülkede (Türkiye’de) işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemlerinin devrimcileşmesi ve genel olarak solun yükselişe geçmesi, kuşkusuz ABD’yi ve yerli egemen güçleri derinden tedirgin ediyordu. Özellikle ABD, bir NATO üyesi olan Türkiye’de SSCB lehine bir iktidar kaymasının vuku bulacağı endişesini yaşıyordu her an. Nitekim bu tür bir endişeyi savaştan sonra tüm NATO üyesi ülkeler için de taşımış olan ABD, olası bir sosyalist devrim tehlikesine karşı Avrupa’daki bazı ülkelerde birtakım karşı-devrimci önlemleri daha baştan almış bulunuyordu zaten. ABD’nin almış olduğu bu karşı-devrimci önlemlerin başında ise, günümüzde çokça tartışılan ve artık günlük basında bile tefrika konusu haline gelen kontrgerilla örgütlenmeleri geliyordu. NATO bünyesinde oluşturulan bu örgütlerin görevi, NATO üyesi ülkelerde kapitalist sistemi yıkmaya yönelecek anti-kapitalist devrimci gelişmeleri engellemek ve bu ülkelerde ABD yanlısı burjuva iktidarların iş başında kalmasını sağlamaktı. Çeşitli adlar altında kurulmuş bulunan bu gizli örgütler, kapitalist devletlerin her türlü araçla donattığı ve toplumun her kesimi içinde örgütlediği bir nevi karşı-devrimci savaş örgütleriydiler. NATO üyesi ülkelerde, legal orduların yanı sıra örgütlenmiş olan bu “illegal” savaş örgütlerinin esas görevi, burjuvazinin “iç düşman” olarak gördüğü komünistlere, ilericilere, devrimcilere, hülasa emekten yana olan tüm güçlere karşı gayri nizami savaş yürütmekti. Komünistlerin ya da komünizme sempati duyan solun iktidara gelmesini önlemek ve böylece “kutsal sermaye düzenini” ebediyen korumak adına bu örgütlerin yaptığı ve yapacağı her şey (sabotaj, provokasyon, kitle kırımı, adam kaçırma, suikast, cinayet, soygun, uyuşturucu ticareti vb.) mubah sayılacaktı egemen güçler tarafından. İlk olarak Avrupa’da (İtalya, Almanya, Belçika vb.) kurulmuş olan bu karşı-devrimci örgütlerin kadroları ise, zaten bu işlere yatkın olan eski Devrimci gençlik hareketi 1968 dönemecinden itibaren çığ gibi büyüyecekti. ABD donanmasından 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek için binlerce gencin katıldığı yürüyüş ve miting ise, gençlik eylemlerinin radikalleşmesinde ve aynı zamanda egemen güçlerin de buna karşılık “düzen koruyucu” karşıdevrimci önlemlerini artırmasında bir dönüm noktası olacaktı.

11


marksist tutum

Nazi artığı subaylardan, işsiz güçsüz faşist takımından, mafya ile içli dışlı olan emniyetçilerden ve doğrudan mafya unsurlarından devşirilmiştir. 2. Dünya Savaşından sonra kendini emperyalist-kapitalist sistemin mutlak hâkimi olarak gören ve uluslararası ilişkilerini de bu bakış açısıyla yürüten ABD, 1960’ların başında Türkiye’de de bu kontrgerilla örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Bu örgüt 27 Mayıs’tan sonra bizzat CIA ve Pentagon tarafından ve elbette Türk egemen sınıfıyla hemfikir olunarak kurdurulmuştur. Bu günlerde gazetelerde yapılan açıklamalardan da öğrenmiş bulunuyoruz ki, Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinde yer alanların başında, o dönemde Amerika’da kontrgerilla eğitimi almış, kurslardan geçirilmiş generaller gelmektedir. Daha sonra bu örgütlenmeye, “vatanı kurtarıyoruz” düşüncesiyle (!) subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler, işadamları ve sıradan insanlar da katılmıştır! Doğrudan ABD’nin yönettiği ama yerli egemen sınıfın da bilgisi dahilinde olan bu Gladyo ya da Kontrgerilla isimli örgüt, Türkiye’de solun 1960’lardaki yükselişini engellemek için, en başta dinci “mukaddesatçıları” ve ırkçı milliyetçileri kullanmıştı. Bu kesimler azılı anti-komünist görüşler temelinde örgütlenerek, ilericilerin, sosyalistlerin, sol düşünceli aydınların, gençlerin vb. üzerine salınmıştı. Bu dönemde Anadolu’nun her kentinde kurulmaya çalışılan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve Türkeş’in yönetimindeki paramiliter ırkçı faşist çeteler de işte bu türden örgütlenmelerdi. Gene bu dönemde, MTTB ve TMTF gibi yarı resmi öğrenci dernekleri de devletin el altından desteklemesiyle kontrgerillanın denetimi altına girmiş ve içinde gericilerin yuvalandığı dernekler haline getirilmişti. Fakat ABD’nin ve yerli egemenlerin birlikte örgütledikleri bu karşı-devrimci faaliyetler, ne işçi hareketinin ne de öğrenci gençlik hareketinin 60’lardaki yükselişini engelleyebilecekti. Özellikle devrimci gençlik hareketi 1968 dönemecinden itibaren çığ gibi büyüyecekti. ABD donanmasından 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek için binlerce gencin katıldığı yürüyüş ve miting (Şubat 1969) ise, gençlik eylemlerinin radikalleşmesinde ve aynı zamanda egemen güçlerin de buna karşılık “düzen koruyucu” karşı-devrimci önlemlerini artırmasında bir dönüm noktası olacaktı. Türkiye sol hareketinin tarihine Kanlı Pazar olarak geçen bu mitingde, ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçlerin birlikte tezgâhladığı ve dinci gericilere uygulattığı bir saldırı sonucunda iki işçi ölmüş ve onlarca kişi yaralanmıştı. Fakat tüm bu provokasyonlara rağmen hem işçi hareketi hem de devrimci gençlik hareketi yükselişini sürdürecekti. 1969 yılında yapılan genel milletvekili seçimlerini gene AP kazanmış ve tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluğa sahip olmuştu parlamentoda. TİP’in parlamentoya girişini engellemek için bir önceki dönemde seçim yasası sağcı burjuva partilerin oylarıyla değiştirilmiş

12

Aralık 2008 • sayı: 45

olduğundan, 1969 seçimlerinde TİP ancak iki milletvekili sokabilmişti parlamentoya. Öte yandan, solda yaşanan bölünmeler nedeniyle de zaten bu parti hem kadrosal düzeyde hem de kitle desteği düzeyinde önemli bir güç kaybına uğramış ve etkisini yitirmeye başlamıştı. 1969 seçimlerinden sonra parlamento bütünüyle burjuvazinin hâkimiyeti altındaydı. Ne işçilerin ne de emekçi köylü ve esnafın sesi duyuluyordu parlamentoda. Fakat buna karşın, parlamentodaki burjuva partilerin hepsi de (AP’si de, CHP’si de, CKMP’si de) parlamento dışında gelişen solun, işçi hareketinin ve gençliğin devrimci muhalefetinden müthiş ürkmekteydiler! Bu nedenle de, sola ve devrimciliğe karşı gizli bir ittifak oluşmuş gibiydi bu burjuva partiler arasında. Nitekim açığa vurulmayan bu gizli ittifakın anti-sol, anti-demokrat ve karşı-devrimci niteliği, ilerde gerçekleşecek olan yarı faşist 12 Mart darbesine karşı takındıkları tutumlarda apaçık çıkacaktı ortaya. ABD emperyalizmiyle sıkı bir işbirliği ve ortaklık içinde işlerini yürüten yerli egemen güçler, parlamentonun bütünüyle kendi hâkimiyetleri altında olmasına karşın, işçi ve gençlik hareketinin yükselişini olağan burjuva yöntemlerle durduramayacaklarını anlayınca, olağanüstü yöntemleri devreye sokmakta gecikmediler. ABD’nin ve yerli büyük sermayenin el ele verip örgütlediği “düzen koruyucu” ve de “vatan kurtarıcı” kontrgerilla fiilen devredeydi artık. Bu aşamadan itibaren, bir yandan AP hükümetinin harekete geçirdiği toplum polisinin saldırıları artarken, diğer yandan isimleri yeni yeni duyulmaya başlayan paramiliter ülkücü faşist çetelerin üniversite gençliğine yönelik provokasyonları arttı. İlerleyen günlerde ise, devrimci gençlik hareketinde öne çıkan gençlerin art arda ölüm haberleri gelmeye başlayacaktı. Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür, Battal Mehetoğlu ve daha birçok genç, bu dönemde devrimci gençlik hareketinin verdiği ilk şehitler olacaklardı. Emperyalizmin ve yerli sermayenin güdümündeki karanlık güçler, hazırladıkları provokasyonlarla aslında devrimci gençleri adım adım bireysel eylemlere ve erken bir silahlı çatışmanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Amaçlanan şey, devrimci gençlerin küçük gruplara bölünerek kendi kitlesinden soyutlanması ve aynı zamanda devrimci gençlik hareketinin işçi hareketiyle olan bağlarının giderek kopmasıydı. Emperyalizm ve yerli egemen güçler, sınıf mücadelesinin alabildiğine kızıştığı ve toplumun her kesiminin ayakta olduğu çatışmalı bir dönemde bu planlarını adım adım uygulayarak, 12 Mart darbesinin koşullarını da hazırlamış oldular bir bakıma. İstedikleri de buydu zaten! Çünkü devrimci hareketin gelişimini ve işçi hareketinin devrimcileşmesini olağan burjuva yöntemlerle engelleyemeyeceklerini artık çok iyi anlamışlardı! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Mustafa: Bir Bardak Suda Koparılan Fırtına Selim Fuat

H

anidir reklamları yapılan ve belli bir kesimde heyecanla beklenen Can Dündar prodüksiyonu belgesel film “Mustafa” vizyona sokuldu. Ne var ki, Can Dündar, “insan Atatürk”ü anlatacağını söylediği bu belgesel ile, “Sarı Zeybek” vesilesiyle gönüllerinde taht kurduğu kesimlerde uyandırdığı beklentilerin karşılığını veremedi. Oysa sinemalarda gösterime girişi 29 Ekim’e denk getirilen ve Yaşar Büyükanıt, Sabih Kanadoğlu gibi isimlerin katılımıyla Dolmabahçe Sarayı’nda galası yapılan filmin, bir öncekinde olduğu gibi okulların “zorunlu Kemalizm” dersleri bünyesinde kullanılacak temel kaynaklardan biri haline gelmesi bekleniyordu. Ne de olsa Can Dündar, bir süreden beri hararetle sürdürülen, “Kemalizmin köhnemiş imajını düzeltme, yenileme, parlatma çalışmalarına” en önemli katkıları sunmuş şahsiyetlerden biriydi. Muasır medeniyetle bütünleşme hususunda artık daha hızlı adımlar atmak telaşındaki egemen sınıf kesimlerinin, rehabilite etmek istedikleri Atatürk imajına, “Sarı Zeybek” ve “Fikriye” vesilesiyle ihtiyaç duyulan yeni nefesi verenlerden biri olmuştu. Bunu yaparken de egemen kesimlerden hiç kimsenin nasırına basmamaya büyük özen gösterdiği için “herkesin” övgüsüne mazhar olmuştu. Bu sayede yeni belgeselinin hazırlanması sırasında, herkesten özenle saklanan, Atatürk’ün özel arşivi bile Genelkurmay tarafından ona açılmıştı. Ergenekon davasında yargılanan “militan Kemalistlerin” verdiği görüntü yüzünden yine yıpranmaya yüz tutan Atatürk imajının, daha “insani” bir görüntüyle popüler kültürün dolaşımına yeniden sokulması önemli bir ih-

tiyaç haline gelmişti. Ancak ortaya çıkan belgesel bir bardak suda fırtınalar kopardı. CHP Başkanı Deniz Baykal’ın, “Atatürk, yalnız ve umutsuz, kadınlara zaafı olan, günde bir büyük rakı içen, yaptıklarından pişman biri olarak gösterilmiş. Bunlar gerçek değil. Atatürk’ün diktatör eğilimi de yoktu. Belgeselde, Türkiye’nin başta Ergenekon olmak üzere yaşadığı 2008 sürecinin yansıması olan Can Dündar yaklaşımı var” değerlendirmesiyle hedef tahtasına oturtulan Dündar, özellikle statükocu burjuva kesimlerin salvolarına maruz kaldı. Film vesilesiyle ortaya çıkan tartışmalarda, burjuvazinin kimi kesimleri gerçekliğin küçük bir kırıntısı ile bile yüzleşmek istemediklerini hastalıklı ruh hali ile birlikte ortaya koydular. Tüm eğitim hayatı boyunca, döne döne okuduğu resmi tarih kitaplarından öğrendiklerini tarihin gerçekleri zanneden ve kafalarındaki Atatürk imajına tapan kesimlerin içlerindeki korkular da bu sayede ortalığa saçıldı. Kafalarındaki insanüstü Atatürk’ü hangi cüretle, kim, karanlıktan korkan, kadınlara zaaflı, depresyonlu bir içki düşkünü olarak gösterebilirdi ki! Can Dündar tüm kokmaz bulaşmazlığıyla, siyasal yönden eleştirel olmaktan özellikle kaçınmasına ve olabildiğince yumuşak bir tavırla, tartışmalı olabilecek konulara doğrudan temas etmemesine rağmen, bu kesimlerin hışmına uğradı. Çünkü zaten istim üstünde olan statükocuların, adeta bir peygamber haline getirdikleri tarihsel figürü kendi istedikleri gibi övmeyenlere gösterecek sabırları yoktu. Bütün bu tantana, Türkiye Cumhuriyetinin egemen sınıfının iç mücadelesinin kendisini sadece siyaset sahnesin-

13


marksist tutum

deki tezahürleri ile ortaya koymadığını bir kez daha gösterdi. Başka alanlarda da, kültürel alanda da bu it dalaşının görüntüleri mevcut. Tartışan kesimler elbette gerçeklere ulaşmak gibi bir amaçla tartışmıyor. Her iki taraf da gerçeklerin ışığını kendi prizmalarında kırıp kendi istedikleri doğrultuda insanların zihnine düşürmeye uğraşıyor. Günlerdir yürüyen “Mustafa” kavgası da, artık geldiği düzeyin ihtiyaçları yüzünden geçmişin ideolojik yüklerinden kurtulmak isteyenlerle, statükoyu sürdürmek isteyenlerin kavgası olarak görülmeli. Filme, tartışmaların yaratacağı bütün riskleri göze alarak sponsor olan Sabancı’nın ve Şahenklerin NTV’sinin isimleri bu çerçevede anlamını buluyor zaten.

Mustafa’nın anlatmadıkları Dündar’ın “Bence, bunları bilmek Atatürk’ü daha değerli kılıyor” dediği, ancak statükocular tarafından topa tutulmasına yol açan hususlara bakıldığında, aslında hiçbirinin bir yeniliği olmadığı görülüyor. “Espri yapan, içkisini içen, zeybek oynayan, zaman zaman hüzünlenen, zaman zaman çok öfkelenen, kadınlara düşkün, yalnız” Atatürk’e dair de, Anadolu’ya geçmeden önce Vahdettin ile görüşen, İzmit’te Kürtlere muhtariyetten bahseden, “Medeni Bilgiler” kitabında dini toplumsal hayattan çıkarmaya dair cümleleri yazan Atatürk’ü de tanıyoruz. Mili Mücadeleye başlarken Bolşeviklere göz kırparak onlardan alınan sandık sandık altının öyküsünü de, eski silah arkadaşları ile arasının açık olduğunu da biliyoruz. Değil resmi olmayan tarih çalışmalarını, Falih Rıfkı’yı, Şevket Süreyya’yı, Karaosmanoğlu’nu okuyanların bile bildiği, yani bizzat ünlü Kemalistler tarafından da ifade edilmiş konular bunlar. Belki milli tarih kitaplarıyla ve televizyon programlarıyla yetinenler bilmiyor olabilir, ama Dündar’a saldıran Baykalların, Bekir Coşkunların bunları bilmiyor olması mümkün değil. Onların derdi, bunların gerçekten olup olmaması değil zaten, toplumun Atatürk’ü kendi isteklerine hizmet edecek tarzda algılaması. Can Dündar’ın yapmak istediği ise Atatürk’ü gökyüzünden yeryüzüne indirerek bugün için kullanışlı hale getirmek, deyim yerindeyse Katolik Atatürkçülüğü Protestanlaştırmaktır. Çıktığı 32. Gün programında, Kemalist büyükleri tarafından kulağı çekilen Dündar, Küba’ya gittiğinde, bir kutlama vesilesiyle kitlelerin “Fidel Fidel” diye bağırdığını, halkın liderine ismiyle hitap edecek kadar yakın olduğunu, film için “Mustafa” adını da bunun için seçtiğini söylüyordu. Aslında Dündar, böylece “Mustafa” filmini neden yaptığını da açıklamış oluyordu. Halk kitleleri nezdinde değer yitiren Kemalizm ideolojisi, kitlelerin yakınlık kurabileceği “Mustafa” üzerinden tekrardan etkin bir güç olarak devşirilmek istenmiştir. İşçiler için “Mustafa”yı anlamayı sağlayacak olan şeyler ise, Can Dündar’ın bilerek anlatmadıkları ve üzerinde durmadıklarıdır. En başta işçiler için ayrı ayrı “Mustafa”

14

Aralık 2008 • sayı: 45

ve “Kemal” yoktur. İkisi de aynı gerçeğin iki yüzüdür. Mustafa Kemal Atatürk, işçilerin bugün egemenliği altında yaşadığı patronların devletinin kurucusu ve mimarı olan kadronun lideridir. Bir burjuva önderdir ve ister “Mustafa” olsun ister “Kemal” olsun işçi sınıfının karşısındadır. Türkiye Cumhuriyeti devletini inşa ederken de hep burjuvalar çıkarına pragmatist davranmış bir önderdir. Kapitalist bir cumhuriyet kurma fikrine sahipken, rüştünü Batılı kapitalistlere ispat edinceye kadar, Bolşeviklerin yardımını almış, ama Komünist Partinin önderlerini Karadeniz’de boğdurtmuştur. Dinin sosyal hayattaki etkisini bütünüyle ortadan kaldırma düşüncesini günlüklerine yazarken, kendisine “dinsiz” diyenleri susturmak için Meclis’i bilhassa Cuma gününe denk gelen 23 Nisanda hocalarla, dualarla açtırmıştır. O dönemde Kürtleri oyalamak için özerklikten bahsedilmiş, ama ardından inkâr ve imha politikaları devreye sokulmuş ve bu politikalar karşısında ayaklanan Kürtler katledilmiştir. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum yarattık” iddiasıyla işçiler ve yoksul köylüler baskı altına alınmış, onların sömürülmesiyle elde edilen zenginlik devlet eliyle burjuvaların yaratılması için kullanılmıştır. Elbette kişiler tek başlarına tarihi belirleyemezler. Mustafa Kemal de içinde bulunduğu koşullar içinde Osmanlı bürokrasisinden ve eşraftan devşirdiği kadroların örgütlülüğünde ulus devletin inşası işine girişmiştir. O bu güçlerin önderi ve örgütleyicisidir. Burjuvaların kendi içlerindeki kavgayı ifade eden “Mustafa” ve “Kemal” ayrımlarının işçiler için bir anlamı yoktur. Burjuvalar kendi it dalaşlarını bir de bu kavramlar etrafında yapmaktadırlar. Onlar ihtiyaç duyduklarında hiç tereddüt etmeden “Mustafa”larını “Kemal”leri ile birleştirip işçilerin ve ezilen Kürt halkının karşısına Mustafa Kemal olarak koymayı bilirler. İşçilerin bunun karşısında yapması gereken ise tarih bilincini geliştirip, kendi önderlerinden öğrendikleriyle mücadele etmektir. Ancak ne yazık ki Mustafa Kemal’in, Marksizmi tahrif edenler tarafından anti-emperyalist ya da ilerici addedilerek, sosyalistler nezdinde bile itibar görmesi sağlanmıştır. Türkiye sosyalist hareketi bu anlayış yüzünden Kemalizm ile sakatlanmıştır. Bu yüzden Mustafa Kemal işçiler ve sosyalistler için yerli yerine oturtulması gereken bir tarihsel figürdür. Burjuvaların kendi içlerindeki kavgayı ifade eden “Mustafa” ve “Kemal” ayrımlarının işçiler için bir anlamı yoktur. Burjuvalar kendi it dalaşlarını bir de bu kavramlar etrafında yapmaktadırlar. Onlar ihtiyaç duyduklarında hiç tereddüt etmeden “Mustafa”larını “Kemal”leri ile birleştirip işçilerin ve ezilen Kürt halkının karşısına Mustafa Kemal olarak koymayı bilirler. İşçilerin bunun karşısında yapması gereken ise tarih bilincini geliştirip, kendi önderlerinden öğrendikleriyle mücadele etmektir. 


K

apitalizmin dünya çapında içine girmiş olduğu ekonomik kriz, giderek kızışan emperyalist savaş süreciyle de paralel olarak derinleşiyor. Sistemi krizden çıkarmak ve krizin sermayeye olan etkisini en aza indirmek için çırpınan burjuva hükümetler, birbiri ardına önlem paketleri açıklıyor ve çeşitli tedbirler alıyorlar. Ancak kriz yatışmadığı gibi, borsalar sürekli olarak düşmeye devam ediyor. Krizle birlikte dev tekellerden küçük işletmelere kadar sayısız şirket ya iflas ediyor ya da küçülme yoluna gidiyor. Burjuva politikacıları ve iktisatçıları da krizin bir gecede ortaya çıkmadığının ve bir gecede çözümlenemeyeceğinin farkındalar. Kapitalizmin kaçınılmaz bir biçimde içine girdiği bu ekonomik krizin faturasını türlü saldırılarla işçi ve emekçi sınıflara ödetmeye uğraşıyorlar. Sonuçta da hepimizin iyi bildiği gibi, işsizlik ve yoksullaşma artıyor, dünya giderek artan bir biçimde işçi ve emekçiler için bir cehennem haline dönüşüyor. İşçi sınıfı ise uluslararası düzeyde bu krize hazırlıksız, örgütsüz ve dağınık bir halde yakalanmıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, sınıfın mücadele örgütleri olmaları gereken sendikaların hal-i pür melali pek de iç açıcı değildir. Yapılması gereken krizin faturasını ödemeyi reddederek mücadeleyi yükseltmekken, gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde konfederasyon veya federasyon başkanları (yani sendika bürokratları) bol bol açıklamalar yaparak ve burjuva basına beyanatlarda bulunarak işi geçiştirmeye, durumu idare etmeye çabalıyorlar. Şimdilik az sayıda sendikacı mücadeleci bir tutum takınırken, birçoğu göstermelik eylemlerle işçilerin tabandan gelen öfkesini yatıştırmaya, bu öfkeyi kapitalistlere yöneltecek yerde onu engellemeye uğraşıyor. Çünkü pekiyi biliyorlar ki bu öfke dalgasının kabarmasını engelleyemezlerse, önünde ilk savrulacak-

Ekonomik Kriz ve Sendikalar Kerem Dağlı

15


marksist tutum

lar kendileridir. Uzlaşmacı sendikacılığın ve bu anlayışın sonucu olarak ortaya konulan sözde kriz karşıtı açılımların teşhir edilip, görece daha militan ve sınıf temelli açılımların ise desteklenmesi gerekiyor. Sendikaların sınıf uzlaşmacı çizgiyi terk edip mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için tabanın bindirdiği basıncın artması şart şüphesiz. Bunun içinse öncelikle taban örgütlülükleri geliştirilip güçlendirilmelidir. Kuşkusuz bu, sendikaların içinde ve tabanında devrimci tarzda çalışmalar yürütülmedikçe kendiliğinden olabilecek bir şey değildir. Devrimci güçlerin basıncı olmadıkça sendikal cenahtan çıkacak en militan sesler bile yalnız kalarak boğulmaya yahut pörsütülüp unutulmaya mahkûmdur.

Kriz karşısında dünya sendikalarının tutumu Fabrikaların ve işyerlerinin kapanması, çalışma saatlerinin uzaması, ücretlerin düşmesi ve sosyal kazanımların kaybedilmesi sendikaları da vurmaktadır. Çünkü krizin bu etkilerine paralel olarak sendikasızlaştırma yayılmakta, sendikalı işçi sayısı hızla düşmektedir. Diğer yandan sürecin bizatihi kendisi sendikaları ve işçileri daha radikal programlar geliştirmeye ve krizin etkilerine karşı durmak için çeşitli eylemler düzenlemeye itmektedir. Buna paralel olarak işçi sınıfında en genel anlamda bir sola kayış ve daha mücadeleci bir havanın hâkim olması da beklenen gelişmelerdir. Sendika bürokrasisi de bunu bildiğinden kontrolü elden kaçırmamak adına göstermelik çıkışlar ve/veya eylemler düzenlemekten kaçınmıyor. Ancak bunların altı boş olduğundan ve gerçek niyet işçi sınıfının çıkarlarını savunmak olmadığından, yapılan açıklamalar havanda su dövmekten öteye geçmiyor. Örneğin Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC), ki 168 milyon işçiyi temsil etmektedir, Dünya Çalışma Örgütü’nün (ILO) krizle ilgili düzenlediği zirvede yayınladığı bildiride, “küresel ekonomi yönetiminin işçilere hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmesi” çağrısında bulundu. ITUC yöneticisi bürokratlara göre, bu talebin hayat bulması için finansal krizin çözümü iş bulma olanaklarının yaratılması ve büyümenin teşvik edilmesi faaliyetleriyle birlikte yürütülmeliydi. Fransız Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) da benzer şekilde, işlerin düzelmesini sağlayacak yeni bir “ulusal kalkınma stratejisi” çağrısı yaptı. Güney Afrika İşçi Sendikaları Kongresi’nin (COSATU) açıklamasında da temel vurgu, “ekonomik büyümeyi ve fırsatların artmasını destekleyen mantıklı genişleme politikaları”na ihtiyaç olduğu yönündeydi. ABD işçi federasyonları AFL-CIO’nun yaklaşımı da farklı değildi: finansal pazarların yeniden düzenlenmesi, altyapı yatırımlarının arttırılması, sağlık ve emeklilik hizmetlerinin yeniden düzenlenmesi vs. Bu uzlaşmacı-işbirlikçi yaklaşımların hedefinin krizin faturasını kapitalistlere ödetmek olmadığı açıktır. Onun yerine burjuva iktisatçıları ve politikacılarıyla aynı ağzı

16

Aralık 2008 • sayı: 45

kullanarak (“finans piyasasının denetimi”, “mantıklı genişleme politikaları” veya “yeni ulusal kalkınma stratejileri”), kapitalistlerin krizi atlatmasına yardımcı olmaya çalışıyorlar. Oysa işçilerin emeğinin sömürüsüne ve özel mülkiyete dayanan bir üretim tarzının –bugünkü küresel ekonomi budur– işçilere hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmesi mümkün değildir. Burjuva devletle ve egemen sınıfla iç içe geçmiş üst düzey sendika bürokratları da bunu pekâlâ bilmektedirler. O yüzden, kapitalist ekonomilerin genişlemesinin ve kalkınmasının nasıl olup da işçi sınıfının kalkınmasını sağlayacağı sorusunu cevaplayamazlar. Sendika bürokrasisi, her ne kadar bu düşünceyi “ekonomik büyüme devam ederse işyerleri kapanmaz ve işsizlik artmaz” gibi argümanlara dayandırsa da, mevcut krizin öncesindeki on yıllarda kayda geçen ciddi büyüme oranlarının neden şimdiki gibi bir krize yol açtığını da açıklayamaz. Ya da kriz öncesinde ciddi kârlar elde eden dev tekellerin işçi ücretlerini neden arttırmamış olduklarını yanıtlayamaz. Her halükârda, bu tür sınıf uzlaşmacı politikaların tek işlevi, işçi sınıfının krizin etkilerinden korunması değil, bizzat sendika bürokrasisinin de açıkça ve sıkça ifade ettiği gibi, “sosyal barışın bozulmaması”, yani burjuva düzeni bozabilecek devrimci ayaklanmaların ve süreçlerin önlenmesidir. Sendikaların sınıf uzlaşmacı çizgiyi terk edip mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için tabanın bindirdiği basıncın artması şart şüphesiz. Bunun içinse öncelikle taban örgütlülükleri geliştirilip güçlendirilmelidir. Kuşkusuz bu, sendikaların içinde ve tabanında devrimci tarzda çalışmalar yürütülmedikçe kendiliğinden olabilecek bir şey değildir.

Öte yandan, daha mücadeleci ve radikal talepler ortaya koyan sendikal anlayışlar da yok değildir. Meksika’da birçok sendikal birliğin ve federasyonun içinde yer aldığı “Ulusal Diyalog” adlı platformun ortaya koyduğu ve krizkarşıtı olarak nitelenen “Tartışılmaz Asgari Program” buna kapsamlı ve iyi bir örnektir: özelleştirmelerin durdurulması, halk demokrasisinin tesisi, emperyalistlerin Meksika’nın ve diğer ülkelerin içişlerine karışmaması, emperyalistlerin belirlediği uluslararası ticaret anlaşmalarının iptal edilmesi, dış borç ödemelerine ayrılan paranın bir kısmının ulusal kalkınmaya ayrılması, bankaların işçi ve emekçilerden alınan vergilerle kurtarılmasına son verilmesi ve bunun yerine bu paraların işçi haklarının savunulmasına ve sosyal güvenliğin geliştirilmesine harcanması vs. Benzer şekilde birçok farklı sendikal birlik de “işçilerden alınan gelir vergilerinin kesilmesi, sosyal yardım ödemelerinin arttırılması, ücretler düşürülmeden iş saatlerinin kısaltılması, asgari ücretin arttırılması, yaşam standartlarının yükseltilmesi, gıda ve diğer temel maddelere


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum Krizin faturasını ödemeyi reddeden, işçi sınıfını bu uğurda mücadeleye çağıran program veya bildirgelerde ortaya konan taleplerin birçoğu doğrudur ve savunulması gerekmektedir. İşçi ve emekçilerin bu talepler arkasında mücadeleye çağrılmaları da son derece gereklidir. Ancak bu talepler uygun bir eylem programıyla desteklenmezse ve başlangıçta en azından sendikalı işyerlerindeki işçiler harekete geçmezse, sonuç farklı olmayacaktır. Güzel sözler ve doğru fikirler tek başlarına bir işe yaramazlar. Gerçekleşebilmeleri için doğru bir eylem programı ve örgütlü bir mücadele gerekir.

yapılan zamların durdurulması, bu maddelerden alınan vergilerin kaldırılması” gibi doğru talepleri öne sürmektedir. Birçok ülkede sendikaların öncülüğünde mücadele komiteleri kurulmakta, işsizliğe karşı kampanyalar başlatılmakta, hatta Latin Amerika ülkelerinde “üçlü forumlar”la üretimin yönetimine işçi örgütlerinin de katılması istenmektedir.

Sendikaların Türkiye’deki durumu Sendikal hareketin Türkiye’deki durumu da dünyadaki genel durumdan pek farklı değildir. Krize karşı ortaya konan çözüm önerileri ve alınan tutumlar büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir. Bir yanda sınıf işbirliğini ve uzlaşmacılığını, diğer yanda da görece daha mücadeleci bir çizgiyi yansıtan yaklaşımlar öne çıkmaktadır. Sınıf işbirlikçi yaklaşımların bir örneği olarak, Kasım ayı başında düzenlenen ve DİSK hariç diğer konfederasyonların katıldığı Ekonomik Koordinasyon Kurulunda yapılan açıklamalara göz atabiliriz. Gündemini küresel ekonomik krizin Türkiye’ye olası etkilerini azaltmak amacıyla hazırlanmış raporların oluşturduğu bu toplantıda, sendika bürokratları, işçilerin haklarını savunan bir örgütün temsilcisi gibi değil de burjuva hükümetin çalışma bakanı edasıyla konuştular. Bedelli askerliğin tekrar uygulanması, 2B diye nitelenen orman arazilerini yapılaşmaya açacak yasanın meclisten geçirilmesi, TOKİ’nin yurt dışındaki yatırımlarının geliştirilmesi, işverene yönelik vergi indiriminin getirilmesi –ki daha önce aynı sendikalar buna karşı çıkıyordu– gibi önerilerle burjuvazinin akıl hocalığına soyundular. Hak-İş ve Türk-İş’in açıklamalarının özünü krizin sebebinin yanlış politikalar olduğu, kriz ortamından çıkış için büyümenin devam etmesi gerektiği ifadeleri oluşturuyordu. Türk-İş bürokrasisi, krizin ortaya çıkarttığı olum-

suzlukların giderilmesinde uygulanacak politikalarda aktif sorumluluk üstlenmeye hazır olduğunu dile getirmeyi de ihmal etmedi. Hak-İş’in yaklaşımı da farklı değildi: krizin etkilerinin basiretli politikalarla atlatılabileceği, büyüme hızının düşmesini önleyecek tedbirler alınması gerektiği, sosyal boyutu istihdam olan projelere desteklerin arttırılması vb. DİSK’le KESK’in başını çektiği ve Türk-İş içerisinden de bazı muhalif konumdaki sendikaların katıldığı, ayrıca TMMOB gibi demokratik kitle örgütlerinin de içinde yer aldığı kanadın ortaya koyduğu görece daha mücadeleci ve doğru talepler ise KESK’in açıklamasında ifadesini buluyordu. KESK yaptığı açıklamada temel önceliklerinin emekçi ve yoksul kesimlerin korunması olduğunu, bunun için hayata geçirilmesi gereken “Emek ve Demokrasi Programı”nın da şu talepleri içermesi gerektiğini dile getirdi: Kriz gerekçesiyle işten atmaların engellenmesi, iş güvencesinin etkinleştirilmesi, zamların geri alınması, herkesten gelirine göre vergi alınması, asgari ücretin vergi kapsamından çıkarılması, kayıtdışı ve yasadışı iktisadi faaliyetlerin önlenmesi, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin ücretsiz karşılanması, kriz bahanesiyle ücretlerin düşürülmesine izin verilmemesi, 12 Eylül’ün ürünü olan 1982 Anayasasının kaldırılması, Kürt sorununda izlenen inkâr ve imha siyasetinin terk edilmesi, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi, her türden düşünce ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınması, her türden inanç ve inançsızlık özgürlüğünün güvence altına alınması, kamu emekçilerinin toplusözleşme ve grev hakkının tanınması, siyaset yasaklarının kaldırılması, kanunlardaki cinsiyet ayrımcılığını içeren ifadelerin kaldırılması vb. Bu talepler DİSK tarafından da sahiplenildi ve ek olarak “süper varlıklı” sınıftan servet vergisi alınması, işsizlik fonundan yararlanma koşullarının kolaylaştırılması ve sü-

17


marksist tutum

renin uzatılması, özelleştirmelerin durdurulması, işçi ve emekçilerin kredi borçlarının yeniden düzenlenmesi, işsizlik ve yoksullukla mücadele için oluşturulan fonların yönetiminin sendikalara bırakılması gibi talepler ortaya konuldu. KESK, DİSK, TMMOB, TTB ve Çiftçi-Sen krize karşı ortak bir açıklama yaparak, krizin bedelinin emekçilere ödettirilmesinin kabul edilemeyeceğini, krizin sorumlusunun sermayenin doymak bilmez kâr hırsı olduğunu, hükümetin uygulayacağı sermaye yanlısı programların kabul edilemeyeceğini, krize karşı işçi ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış “sosyal dayanışma ve demokratikleşme programı” çerçevesinde çözüm üretilmesi gerektiğini ifade ettiler. Yine BMİS, akademisyenlerin, DİSK ve Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların katılımıyla birlikte krizle ilgili bir atölye çalışması gerçekleştirdi. Ve sonuç bildirgesinde de krizde gasp edilmek istenen çalışma haklarını savunacaklarını, işten çıkarmaların yasaklanmasını, çalışma süresinin düşürülmesini, çalışmak isteyen herkese iş garantisi verilmesini, çalışamayacak durumda olanlara temel ihtiyaçlarını sağlayacak bir gelir sağlanmasını, taşeron sistemi ve güvencesiz çalışma uygulamalarının yasaklanmasını, işsizlik fonunun sermaye ve devlete aktarılmasına son verilmesini, fondan yararlanmanın kolaylaştırılmasını, bütçeden sermayeye değil emekçiye kaynak aktarılmasını, örgütlenme önündeki engellerin kaldırılmasını içeren taleplerini sıraladı. Aynı bildirgede BMİS, tüm sendikaları, meslek birliklerini, emekten yana güçleri ve örgütsüz kesimleri bu talepler uğruna birlikte mücadeleye çağırarak, sınıfın örgütlü ve örgütsüz tüm kesimlerini kapsayan enternasyonalist dayanışmayı güçlendiren bir mücadele başlatmak gerektiğini duyurdu.

Krizin sorumlusu kapitalist sistemdir, faturayı da kapitalistler ödemelidir! Görüldüğü gibi gerek uluslararası gerekse de ulusal düzeyde, krizin etkileriyle nasıl başa çıkılacağı konusunda sendikalara hâkim olan uzlaşmacı-işbirlikçi yaklaşımların yanı sıra görece daha mücadeleci ve sınıf temelli yaklaşımlar da bulunmaktadır. Yazımızın başında da belirttiğimiz üzere uzlaşmacı-işbirlikçi yaklaşımların teşhir ve mahkûm edilmesi, görece daha mücadeleci ve sınıf temelli yaklaşımların ise desteklenerek güçlendirilmesi gerekiyor. Böylece işçi sınıfının mücadele örgütleri olmaları gereken sendikaların kriz karşısında takınmaları gereken doğru tutumun ne olduğu da ortaya konmuş olacaktır. Tekrar tekrar üzerinde durmamız gereken birinci husus, krizin sorumlusunun bizzat kapitalist sistem olduğudur. Krizin ve işçi sınıfı üzerindeki olumsuz etkilerinin sebebini, hükümetlerin yanlış politikalarında yahut finans sektörünün yeterince denetlenmemesi gibi tali konularda aramak hedef saptırmaktır. Mesele bu şekilde konularak asıl sorunun kapitalist sistemde olmadığı, dolayısıyla da

18

Aralık 2008 • sayı: 45

güya doğru ve basiretli politikalar izlenerek krizsiz bir kapitalizmin olabileceği yalanı kafalara sokulmak istenmektedir. Bir kez bu mantıkla düşünülmeye başlandığında, krizin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için yapılması gerekenin tıpkı burjuva politikacılarının söylediği gibi sistemde birtakım iyileştirmeler veya reformlar yapmak olduğu fikri kabul görmeye başlamaktadır. Oysa kapitalist sistem burjuvazinin çıkarları doğrultusunda işleyen bir sistemdir ve bu sistemi iyileştirme çabası da son tahlilde burjuvaların durumunu iyileştirmekten başka bir amaca hizmet etmeyecektir. Nitekim burjuva politikacıların ortaya koyduğu veya uyguladıkları tedbirlerin hepsi de burjuvaların zararlarını gidermek veya azalan kârları telafi etmek üzerine kuruludur. Alınan tedbirlerin ve hayata geçirilen uygulamaların hiçbiri işçi sınıfının çıkarları düşünülerek yapılmış değildir. Tam aksine krizin faturasını işçi ve emekçilere ödettirme amacına hizmet etmektedirler. Ekonomik krizi kapitalizmin yapısal ve kaçınılmaz bir sorunu olarak görmemek, krizin Amerikan emperyalizmi tarafından rakiplerini ve özellikle de gelişmekte olan ekonomileri “geri bıraktırmak” amacıyla kasıtlı olarak yaratıldığı tezinde olduğu gibi komplo teorilerine bile yol açabilmektedir. Bu saçma tezin tartışılmaya ihtiyacı yoktur, fakat kapitalizmin kötülüklerini hep dış kaynaklı olarak yorumlayıp ulusal burjuvaziyi temize çıkarmaya götürmesi bakımından bu bakış açısı son derece tehlikelidir. Benzer biçimde, fabrikaların iflas veya zarar ederek kapanmasını yahut işçi çıkarmasını, “kriz bahanesi” ile yapılmış kasıtlı şeyler olarak açıklamaya çalışmak da yanlıştır. Ekonomik kriz, tıpkı emperyalist savaş gibi, kapitalizmin gerçeklerinden biridir. Bu tarz söylemler krizin hafifsenmesine ve “iyi patron, kötü patron” ayrımının doğmasına yol açar. “İşçisini sokağa atmak istemeyen iyi niyetli patron”larla uzlaşmanın kapısını aralar. Krizin faturasını ödememek üzere mücadele vermek yerine, patronla uzlaşarak anlaşmalı olarak işçi çıkarılmasına, ücretsiz izinlere vb. göz yuman sendika bürokratlarına fırsat sunar. Krizin sorumlusunun kapitalizm olduğu gerçeği unutulduğunda ya da unutturulduğunda, “krizi atlatmak için hepimiz fedakârlıkta bulunmalıyız” tarzı söylemlere de zemin yaratılmış olur. Burjuva politikacılarının yahut patronların sık sık kullandığı bir söylemdir bu. Sermayenin hükümeti AKP’nin çalışma bakanı Faruk Çelik de, Ekonomik Sosyal Konseyin açılışını yaparken “krize ilişkin çıkacak faturanın ne şekilde taksim edileceğini” konuşmak için toplandıklarını vurgulamıştır. Ancak şimdiye kadar kapitalistlerin faturanın kendilerine ait kısmını ödedikleri görülmemiştir. Kemer sıkan, işsiz kalan, daha kötü koşullarda daha çok çalışmak zorunda kalan, yoksullaşan, aç kalan, çocuğunu doktora götüremeyen, borç batağında debelenen, sefaletin pençesine düşen hep işçi sınıfıdır. Kriz dönemlerinde lüks tüketim maddelerine olan talebin artmasının anlamı nedir? Hangi işçi, kriz dolayısıyla işten atılınca “bari mavi yolculuğa çıkayım” diyerek yat almayı


sayı: 45 • Aralık 2008

düşünebilir ki… Unutulmaması gereken ikinci husus ise işçi sınıfına düşen görevin, kapitalistlere krizden çıkmaları için yardım etmek değil, kapitalizmi yıkmak olduğudur. Sendika bürokrasisi ise, “kriz ortamından çıkmak için ekonomik büyümenin devam etmesi gerekir” gibi kapitalizmi kurtarıcı akla ziyan sözler edebilmektedir. Burjuva hükümetler ekonomiyi kriz ortamından çıkarmak için ellerinden geleni zaten fazlasıyla yapmaktadırlar. Bildikleri en iyi yol da faturayı işçi sınıfına ödetmektir. Bu durumda, “krizin faturası patronlara” demek yerine, “finans sistemi daha iyi denetlensin”, “kamunun verimsiz harcama ve teşvikleri ortadan kaldırılsın”, “sosyal boyutu istihdam olan projeler desteklensin” gibi çağrıları yükseltmek, hele hele kapitalistlere kredi olarak vereceği parayı bulması için hükümete akıl vermeye kalkışmak, üstelik de bunun için orman arazilerinin yağmalanmasını, işverene vergi indirimi getirilmesini vs. savunmak olsa olsa işçi sınıfının düşmanlarının işi olabilir, sendikaların değil. Bu tarzın uç örneklerinden birisini, evlere şenlik önerileriyle krize karşı üyelerini “uyaran” Kamu-Sen’de görmek mümkün. Kamu-Sen, sebze ve meyvelerin kap içinde yıkanmasından yemeklerin düdüklü tencere ile pişirilmesine, otomobillere bakım yaptırılmasından alışverişin nereden yapılacağına, yastık altındaki paranın nasıl değerlendirileceğinden kredi kartı kullanımından uzak durulmasına kadar birçok konuda beyanatlarda bulunuyor. Böylelikle de, güya üyelerini krize karşı uyarmış oluyor. Peki, bu mudur sınıfın mücadele örgütü olması gereken sendikaların işi? Benzer şekilde, işi “kriz yok, kriz fırsatçıları var” demeye getiren Hak-İş’in veya “işçiler kredi kartı borçlarını ödeyebilmek üzere kıdem tazminatı alabilmek için işten çıkartılmayı kabul ediyorlar” diyen Türk-Metal bürokratları gibi faşist sendikacıların amacı ne olabilir? Böyle bir sendikanın üyesi olan işçiler, kriz dolayısıyla işten çıkarmaları, iş saatlerinin uzamasını, ücretlerin düşme-

marksist tutum

sini de son derece doğal ve kaçınılmaz şeyler olarak algılayacaklardır. Kendilerine yönelik saldırılara sessiz kalacaklardır. Sendikaların tepesini işgal etmiş olan bürokratların bu tutumları, tabanı umutsuzluğa, güvensizliğe ve teslimiyet psikolojisine itecektir. İşin özü bunlar, devlet güdümlü ve sınıf uzlaşmacı sendikacılığın yaklaşımlarıdır. Bu tür sendikal anlayışlarla burjuva hükümetleri ve kurumları, bir elmanın iki yarısı gibi düşünmek gerekiyor. Her iki tarafın da ortak amacı, “sosyal barışın bozulmaması” için asgari düzeyde adımların atılmasını sağlamaya çalışmak, burjuva düzenin krizden yara almadan çıkması ve kapitalist sistemi sarsacak olası toplumsal hareketlerin frenlenmesidir. Zaten burjuva devletin bakanlarıyla sermaye sınıfının temsilcilerinin söylemleri de bu sendika bürokratlarının söylemlerinden çok farklı değildir. Nitekim sendika bürokrasisinden gelen bu tür açıklamalar, burjuva medyada da hak ettiği ilgiyi hemen bulmuştur. Gazeteler, büyük bir övgüyle, sürekli olarak hükümetlerle zam pazarlığı yapan sendikaların ilk kez somut öneriler sunduğunu yazdılar.

Sendikalar işçi sınıfının mücadele örgütleri olmalıdır Krizin faturasını ödemeyi reddeden, işçi sınıfını bu uğurda mücadeleye çağıran program veya bildirgelerde ortaya konan taleplerin birçoğu doğrudur ve savunulması gerekmektedir. İşçi ve emekçilerin bu talepler arkasında mücadeleye çağrılmaları da son derece gereklidir. Ancak bu talepler uygun bir eylem programıyla desteklenmezse ve başlangıçta en azından sendikalı işyerlerindeki işçiler harekete geçmezse, sonuç farklı olmayacaktır. Son derece önemli olan üçüncü bir husus da budur. Güzel sözler ve doğru fikirler tek başlarına bir işe yaramazlar. Gerçekleşebilmeleri için doğru bir eylem programı ve örgütlü bir mücadele gerekir. Kriz ortamı bu açıdan önemli fırsatlar da sunmaktadır. Çünkü kriz dolayısıyla burjuvazinin kendine olan güveni ve inancı sarsılmaktadır. Burjuva iktisatçılarının ve politikacılarının karamsar söylemlerinde bunu görmek mümkündür. Dolayısıyla çeşitli araçlarla işçileri örgütlemek ve mücadeleye sevk edebilmek gerekiyor. Ancak bu noktada da devreye, sendikaların yıllardan beri biriken hatalarının işçi sınıfında yarattığı güvensizlik ve umutsuzluk faktörü

19


marksist tutum

girmektedir. Türkiye özelinde düşünecek olursak, 12 Eylül faşizminin devrimci işçi hareketini ezerek sendikaları kendi güdümüne sokmuş olmasının etkileri hâlâ sürmektedir. Buna bir de 90’ların başında SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesi sonucu sosyalist hareketin krizi eklenince, sendikal hareket ve ona bağlı olarak da işçi hareketinin sosyalist hareketle bağları neredeyse tamamen kopmuştur. Bu durum, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olarak nitelediğimiz sendika bürokrasisinin sendikalar üzerinde rahat bir hâkimiyet kurmasının da önünü açmış ve böylece sendikalar işçi sınıfının mücadele örgütleri olmaktan uzaklaşarak, burjuvazinin işçi hareketini kontrol altında tutmasını sağlayan araçlara dönüşmüştür. 80’li yıllardan beri tüm dünyada esen neo-liberal ekonomi politikalarıyla paralel yürütülen saldırılar da, bu yüzden işçi sınıfınca göğüslenememiş, sendikal hareket ve işçi sınıfı sürekli olarak kan kaybetmiştir. Gelinen noktada, işçiler sendikaları, haklarını koruyacak ve geliştirecek birer mücadele aracı olarak görmediklerinden, sendikalı olmak ve mücadele etmek fikrine de soğuk bakmaktadırlar. Güvensizliği ve umutsuzluğu kırabilmenin ilk adımı, sendikaların tabanını oluşturan işçilerin örgütlülüklerinin kâğıt üzerinde kalmaktan çıkartılarak ete kemiğe büründürülmesi ve taban inisiyatifinin önünü açacak girişimlerin güçlendirilmesidir. İşçiler ancak sendikaları kendi örgütleri olarak görür ve gerçekten bir şeyler yapılabileceğine inanırlarsa kavgaya atılabilirler. İşte bu güvensizliği ve umutsuzluğu kırabilmenin ilk adımı, sendikaların tabanını oluşturan işçilerin örgütlülüklerinin kâğıt üzerinde kalmaktan çıkartılarak ete kemiğe büründürülmesi ve taban inisiyatifinin önünü açacak girişimlerin güçlendirilmesidir. İşçiler ancak sendikaları kendi örgütleri olarak görür ve gerçekten bir şeyler yapılabileceğine inanırlarsa kavgaya atılabilirler. Bu bağlamda, ‘80 öncesinde pek çok işyerinde bulunan birim temsilciliklerini ve işyeri komitelerini tekrar hayata geçirmek veya canlandırmak gerekiyor. Bu araçlar, sadece sendikalı işçileri değil, işyerindeki tüm işçileri (sendikasız, taşeron, “kapsam dışı” vb.) kapsamaları bakımından da önemlidirler. Bu araçlar kullanılarak işçilerin özelde krize karşı ve genelde de haklarını koruyup geliştirmek açısından bilinçlenmesi sağlanabilir. Sendikalar, işçileri eğitme ve bilinçlendirme görevlerini yeniden hatırlamalı ve yerine getirmelidirler. Ancak bu eğitimler lafta kalmamalı veya göstermelik olarak yapılmamalıdır. Eğitim örgütlenme içindir. Sendikal eğitimlerin amacı da işçilerin örgütlülüğünü pekiştirmek ve onları mücadeleye sevk etmek olmalıdır, işçileri oyalamak değil.

20

Aralık 2008 • sayı: 45

İşçi sınıfı hareketi meşruluğunu burjuvazinin yasalarından değil mücadelesinin haklılığından alır. Dolayısıyla da, “çok şey yapmak istiyoruz ama sendikal yasaklar müsaade etmiyor” tarzı anlayışlar terk edilmelidir. Bu da dördüncü önemli husustur. Yapılması gereken, sendikal yasakların aşılması için işçileri mücadeleye çekmektir. “Yasalar müsaade etmiyor” söylemi mücadeleden kaçmanın bahanesi ve kılıfı haline getirilmemelidir. Örneğin, işçi sınıfının zararına bir yasaya karşı, yasa meclisten geçene kadar “bir şeyler yapmak lazım” deyip de yasa meclisten geçtikten sonra eylem programını rafa kaldırmamak gerekmektedir. “Kapsam dışı” denilerek işyerindeki işçilerin önemli bir kısmının sendikal örgütlülüğe dâhil edilmemesine göz yumulmamalıdır. Yahut “yasalar izin vermiyor” denilerek işçi sınıfının mücadele geleneğinin parçası olan uygulamalardan vazgeçilmemelidir. Kriz dolayısıyla işsizlik artacağından, işsizliğe karşı mücadele komiteleriyle sendikasız işçilerin de dâhil olabileceği örgütlenmelerin oluşturulması önem kazanacaktır. Sendikalar işsiz-işli işçi ayrımı yapmamalı, kriz yüzünden atılan işçilere sahip çıkmalıdır. Unutulmamalı ki, sendikalar aynı zamanda sınıf dayanışmasının temel araçlarıdır. Oysa halihazırda sendikaların birçoğu, bıraktık mücadele etmeyi, işverenle aralarının bozulmaması adına işten atılan üyelerine bile sahip çıkmamaktadırlar. Sendikal örgütlülüğü ve işçilerin haklarını korumanın yolunun işverenle uzlaşmaktan veya ondan medet ummaktan değil, işçi sınıfının örgütlü gücüne güvenmekten geçtiği iyi kavranmalıdır. İşçi sınıfı bilinçsiz, örgütsüz ve dağınık olduğundan, işten atılmalar yahut çalışma süresinin uzatılması gibi saldırılara karşı olması gereken tepkiyi verememektedir. Böylesi bir ortamda, sendikaların işçileri krize karşı uyarma, bilinçlendirme ve kriz derinleştikçe kaçınılmaz olarak yükselecek tepkileri örgütlü bir kanala akıtma görevi hayati önem kazanmaktadır. Tüm bunların önemi kavranıp doğru bir eylem programıyla, Türkiye işçi hareketinde yıllardır kırılamayan durgunluğun ve yenilgi psikolojisinin yerini gittikçe yükselen bir sınıf hareketine bırakması da sağlanabilir. Ancak sendikaları yeniden mücadele örgütlerine dönüştürmek için, işçi sınıfının ve devrimcilerin üzerine düşen görevleri de yerine getirmeleri gerekiyor. Sendikal hareketin içinde bulunduğu tıkanıklık, mevcut kriz ve savaş ortamında ölümcül sonuçlar doğurabilecek denli önemli bir sorundur. Bu tıkanıklığın giderilmesi, sosyalist hareketin sendikal hareketle olan bağlarının tekrar kurulmasıyla mümkün olacaktır. Böylece on yıllardır kopmuş vaziyetteki halka tekrar kavranabilecek ve sendikalar sınıf hareketindeki gerçek işlevine kavuşabilecektir. Bu noktada sosyalist ve devrimcilere düşen görev, sendikalardan vazgeçmek ve onlara alternatif sözde “yeni tipte örgütler” geliştirmeye çalışmak yerine, her ne pahasına olursa olsun sendikaların içine girmeye ve mevzi kazanmaya çalışmaktır. 


Obama: Siyahla Aklamak İlkay Meriç

A

ylardır tüm dünyayı meşgul eden ABD başkanlık seçimleri, Barack Obama’nın 44. ABD başkanı seçilmesiyle sonuçlandı. McCain’in oy oranı %46’da kalırken, %52’lik seçmen desteğiyle Obama, rakibi McCain’den 7,4 milyon fazla oy aldı. Bu seçim, bir siyahın ilk kez başkanlık koltuğuna oturacak olmasının yanı sıra katılım oranının yüksekliğiyle de tarihe geçti. John Kennedy’nin başkan seçildiği 1960 seçimlerinin rekoru (%63), bu seçimdeki %66’lık katılım oranıyla kırılmış oldu. Adaylıklar kesinleştiği andan itibaren Obama anketlerde hep bir adım önde görünse de, Amerika gibi ırkçılığın halen güçlü olduğu bir ülkede bir siyahın başkan seçilebileceğine son ana dek hep kuşkuyla yaklaşılmıştı. Ancak seçim kampanyaları sürecinde McCain’e yaptıkları bağışın iki katı miktarda bağışta bulunmalarından da anlaşılıyor ki, Obama’ya “yürü ya kulum” diyen büyük sermaye kesimleri, onun ten renginin değişik oluşunu, seçim şovunun en temel görsel malzemesi olarak özellikle tercih etmişlerdi. Hollywood yapımı reytingi yüksek dizilerle Amerikan halkının uzun bir süredir “siyah başkan” fikrine alıştırılmaya çalışıldığı da dikkate alındığında, Obama’nın galibiyetini burjuvazinin uzun erimli planlarının bir parçası olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır. Obama, miadını çoktan doldurmuş olan Cumhuriyetçi Bush yönetiminin ardından, “değişimin” ve “umudun” simgesi olarak pazarlanmış ve albenili bir ürün olarak hedef kitleye ulaştırılmıştır. İşsizlikten, sosyal güvencesizlikten, uzun çalışma saatlerinden, düşük ücretlerden, ayrımcılıktan, yolsuzluklardan ve savaştan alabildiğine hoşnutsuz olan işçi ve emekçiler, bu kötü tabloyu değiştireceği umuduyla Obama’ya yönelmişlerdir. Ancak emperyalist egemenler Obama’yı sadece iç piyasaya pazarlamakla yetinmemişlerdir. O, tüm dünyada

Burjuvazi ne kadar çabalarsa çabalasın, Obama’nın gerçek yüzünün ortaya çıkması çok uzun zaman almayacaktır. Siyah emekçilerin sevinç gözyaşları istismar edilerek, seçilmesi “devrim” olarak sunulan Obama da, tıpkı Bush gibi, krizin faturasını işçi sınıfına yüklemeye devam edecek, emperyalist savaşı derinleştirip yayacak, “terörizmle mücadele” adı altında milliyetçiliği ve ırkçılığı tırmandıracak, ezilenlerin, sömürülenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların acılarını katmerlendirecektir. Ve çok geçmeden tarihsel gerçeklik, değişim ateşiyle yanan kitlelere bir kez daha kendini dayatacaktır: Devrimci değişimler ancak devrimlerle mümkündür!

21


marksist tutum

nefret edilen bir ülke haline gelen ABD’nin sarsılan imajını tazelemek için de ideal bir figür olmuştur. Bir milyondan fazla insanın katledildiği emperyalist savaşın, esmer tenli herkesin terörist muamelesi görmesinin, en vahşi işkencelerin mekânı haline getirilen Ebu Garib’in ve Guantanamo’nun baş müsebbibi olan ABD, yüz milyonlarca insan için bir nefret öğesine dönüşmüştür. İşte Obama, tüm bu insanlara da, ezilenlerin simgesi, köklü değişimden yana bir demokrat, hatta devrimci olarak sunulmuştur. Seçim öncesi anketlerde Obama’nın ABD’deki halk desteği %48’lerde gezinirken, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya çok sayıda ülkede bu oranın %7080’ler düzeyinde seyretmesi ve seçim galibiyetinin tüm dünyada büyük bir coşku ve heyecanla karşılanması, mali sermayenin dünya ölçeğinde de son derece başarılı bir pazarlama kampanyası yürüttüğünün açık bir kanıtıdır. Türkiye’de de burjuva medya, Obama’nın ABD başkanı seçilmesini, “devrim”, “demokrasinin zaferi”, “rüya gerçek oldu” türünden manşetlerle duyurmuştur. Sağcısından liberaline burjuva kalemler Obama balonuna gaz üflemekte adeta birbirleriyle yarışmışlardır. İşte Türkiye’nin en sağ kalemlerinden bir örnek: “Bence Hüseyin Barrack Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesi, Kunta Kinte’nin de zaferidir. Amerikan elitizminin gizli formülü WASP (white, anglo-saxon, protestan), Obama ile yerle bir edilmiştir. Adı ve soyadı dahi Amerikalı olmayan, Kenyalı Müslüman bir babanın oğlu Obama’nın ABD Başkanlığına seçilişi, ırk ayrımcılığına vurulan en büyük darbedir. Bu seçim, hem ABD’ye demokrat, hürriyetçi ve eşitlikçi hüviyetini yeniden kazandırmış ve itibarını arttırmış, hem de dünya demokrasilerinin ufkunu açmıştır.” (Hasan Celal Güzel) Daha fazla kâr uğruna dünyayı ateşe veren, en korkunç silahları ve en insanlık dışı işkence tekniklerini tüm dünyaya ihraç eden, ırkçılığı kışkırtan, sınıflar arasındaki eşitsizliği en uç boyutlara taşıyan bir devleti, özgürlük ve eşitlikçilik şampiyonu ilan eden, tekellerin kontrolündeki iki

22

Aralık 2008 • sayı: 45

partili burjuva diktatörlüğünü demokrasi olarak kutsayan bu satırlar, Obama’ya ve ABD’ye yönelik övgülerin çarpıcı bir özeti niteliğindedir. Medya başta olmak üzere her türlü olanağı seferber eden Amerikan burjuvazisi, düzenin tüm pisliklerinin üzerini Obama’nın derisinin rengiyle örtmeye çalışmaktadır. Emperyalist savaşın, ekonomik krizin ve sistemin ürettiği diğer binbir türlü melânetin sorumluluğunu, sermayeden bağımsızmış gibi gösterilen Bush yönetimine yıkıp, bütün bunları doğuran kapitalist-emperyalist sistemi “siyah” bir perdeyle gizlemek ve böylelikle düzeni aklamak istemektedir. Dünya kanlı bir emperyalist savaşla yeniden paylaşılırken, ABD’nin en büyük payı alabilmesini sağlamak üzere en insanlık dışı yöntemlere başvuran, militarizmi görülmedik ölçüde tırmandıran ve işçi sınıfına en azgın şekilde saldırarak temsilcisi olduğu sınıfa kusursuzca hizmet eden Bush yönetimi, sekiz yıllık iktidarı döneminde işçi sınıfının ve dünya halklarının sınırsız nefretini kazanmış ve fazlasıyla yıpranmıştır. Ancak paylaşım savaşı sona ermemiştir, aksine daha da şiddetlenecektir. Üstelik buna bir de tüm küreyi sarsan ekonomik kriz eklenmiştir. Bu koşullarda işçi sınıfının tepkisinin düzen sınırları içine hapsedilmesinin egemen sınıf açısından bir ölüm kalım sorunu haline dönüşeceği açıktır. “Çok uluslu” kimliğiyle, “değişimci” söylemiyle emekçi kitlelere umut dağıtan “demokrat” başkan Obama, işte tam da böylesine kritik bir dönemde mali sermayenin imdadına yetiş(tiril)miştir. Sermayenin Obama’ya biçtiği rol ortadadır. Peki, ezilen, sömürülen kitleler bu seçimlerde hangi dürtülerle hareket ettiler? Bu sorunun yanıtı mevcut tabloda yatmaktadır. 550 milyar dolara ulaşan dev savaş bütçesinin ve derinleşen ekonomik krizin işçi sınıfının iliğini her gün biraz daha kuruttuğu ABD’de, işsiz sayısı son 25 yılın en yüksek değerine ulaşmış bulunuyor. Resmi verilere göre işsizlerin sayısı 10,1 milyona, işsizlik oranıysa yüzde 6,5’e yükselmiş durumda. Yine resmi verilere göre, geçtiğimiz ay 240 bin işçi işini kaybetmiş ve son bir yıl içinde işsiz kalanların sayısı 2,8 milyona çıkmış bulunuyor. Ancak gerçek rakamların bunun çok üzerinde olduğu da biliniyor. 1,6 milyon işsizin “son bir ay içinde iş aramadığı” gerekçesiyle işsiz kategorisine dahil edilmemesi bile bu olguyu çıplak biçimde gösteriyor. Aynı resmi istatistikler, ırk ayrımcılığına ilişkin de çarpıcı veriler sunuyor. Örneğin işsizlik oranı beyaz nüfusta yüzde 5,9’da seyrederken, bu oran Hispaniklerde yüzde 8,8’e, siyah nüfusta ise yüzde 11,1’e çıkıyor. Bunun yanı sıra, yoksulluk oranı beyaz nüfusta yüzde 8,2 iken, Hispaniklerde yüzde 21,5’e, siyahlarda ise yüzde 24,5’e fırlıyor. Yani işsiz her beyaz işçiye karşılık iki siyah işçi, yoksulluk çeken her bir beyaza karşılık ise üç si-


sayı: 45 • Aralık 2008

yah yoksul bulunuyor. Yine görüldüğü üzere, Hispanik yani Orta ve Güney Amerika kökenli işçiler de ırkçılıktan nasiplerini alıyorlar.* İleri kapitalist ülkeler içinde genel sağlık sigortasının olmadığı tek ülke olan ABD’de, 46 milyon kişi hiçbir sağlık güvencesi olmadan yaşamaya çalışırken, sağlık sigortası olanlar da sigorta şirketlerinin insafına terk edilmiş durumdalar. Yapılması gerektiği halde yapılmayan tetkikler, ameliyatlar, ödenmeyen ilaç ve tedavi masrafları, kendi cebinden sağlık primi ödeyen on milyonlarca işçi için sıradan olaylar haline gelmiş bulunuyor. Bu koşullar altında yaşayan milyonlarca Amerikalı işçi, son başkanlık seçimini, bu kara tabloya ve tüm bunların sorumlusu olarak görülen Bush’un uyguladığı politikalara “hayır” demek üzere bir referanduma dönüştürmüştür. Ancak tekellerin mutlak egemenliği altındaki iki burjuva partinin adayları dışında hiçbir adayın seçilmesine fiilen izin vermeyen mevcut seçim sistemi, geçmişte indirilen ağır darbeler sonucu sosyalist geleneğin zayıf oluşu, sendikal ve siyasal örgütlülükten yoksunluk gibi pek çok faktör nedeniyle işçi sınıfının geniş kesimleri Obama’ya yönelmek dışında bir seçenek görememişlerdir. Sermayenin neoliberal saldırı programından sıtkı sıyrılan işçiler, Obama’ya krizin faturasının kendilerine ödetilmemesi için oy vermişlerdir. Gelir dağılımındaki korkunç adaletsizliğin sona erdirilmesi için oy vermişlerdir. Yoksulluğa, işsizliğe mahkûm edilmemek, insanca koşullarda insan gibi çalışabilmek, sağlık güvencesine kavuşmak, çocuklarına kaliteli ve parasız eğitim aldırabilmek, ırk ayrımcılığına uğramamak için oy vermişlerdir. Egemenlerin çıkarları uğruna yürütülen emperyalist savaşın sona erdirilmesi için oy vermişlerdir. Kuşkusuz sermayenin iki alternatifinden biri olarak Obama’yı seçmiş olmaları, proleter kitlelerin ufuklarının henüz burjuva politikanın dar alanının dışına çıkmamış olduğunu kanıtlamaktadır. Fakat aynı kitleler, ABD gibi bir ülkede ırkçı önyargılara teslim olmayıp bir siyahı başkan seçmekle ve seçimlere katılım rekoru kırmakla, hoşnutsuzluklarını ve bir şeylerin değişmesini istediklerini de kanıtlamışlardır. “Terörizm”, “İslam” ve “sosyalizm” kavramları üzerinden korku ablukasına alınan işçi kitleler, seçim kampanyası boyunca bu kavramlar Obama’ya yönelik bir suçlama unsuru olarak kullanılmasına rağmen geri

marksist tutum

adım atmamışlardır. Tarih, savaş ve kriz sarmalının kitlelerin ruh halinde ve bilincinde sıçramalı değişimlere yol açabileceğinin sayısız örneğiyle doludur. Önümüzdeki çalkantılı dönem, işçi sınıfının bilincine ket vuran burjuva sınırların yıkılmasının ve her türlü engelin aşılarak onun ötesine geçilmesinin nesnel olanaklarını fazlasıyla sunacaktır. Bu durumun Amerikan burjuvazisi için ciddi bir tehlike arz ettiğine hiç şüphe bulunmuyor. Zaten sermayenin Obama gibi birini değişim vaadiyle piyasaya çıkarıp tüm pazarlama tekniklerini mükemmel bir şekilde kullanarak kitlelere sunmasının temel nedeni de budur; siyahıyla beyazıyla Amerikan proletaryasının büyüyen tepkisinin devrimci kanallara akmasının önüne geçmek! Burjuvazi ne kadar çabalarsa çabalasın, Obama’nın gerçek yüzünün ortaya çıkması çok uzun zaman almayacaktır. Siyah emekçilerin sevinç gözyaşları istismar edilerek, seçilmesi “devrim” olarak sunulan Obama da, tıpkı Bush gibi, krizin faturasını işçi sınıfına yüklemeye devam edecek, emperyalist savaşı derinleştirip yayacak, “terörizmle mücadele” adı altında milliyetçiliği ve ırkçılığı tırmandıracak, ezilenlerin, sömürülenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların acılarını katmerlendirecektir. Ve çok geçmeden tarihsel gerçeklik, değişim ateşiyle yanan kitlelere bir kez daha kendini dayatacaktır: Devrimci değişimler ancak devrimlerle mümkündür! 

––––––––––––––––––––––––––– *

Burjuvazi istediği kadar Obama’yla ırkçılığın tarihe gömüldüğü mesajını vermeye çalışsın, gerçeklerin üzeri örtülemez. Obama, Amerika’nın en yoksul kesimini oluşturan, ırk ayrımcılığına uğramaya devam eden, en kötü işlerde çalışan, büyük bir bölümü işsizliğe mahkûm edilen milyonlarca siyahtan biri olmadığı gibi, onların temsilcisi de değildir. Nasıl ki, Bush yönetiminde başkanın sağ kolu olarak görev yapan Condoleezza Rice ya da Colin Powel gibi siyah bakanlar egemen sınıfın temsilcileri olarak o koltuklara oturtulup, aktif savunucusu ve uygulayıcısı oldukları politikalarla ABD’nin demokrasi, hürriyet ve eşitlik düşmanı gerçek yüzünü tüm dünyaya göstermişlerse, Obama da aynı sınıfın temsilcisi olarak üzerine düşen görevi yapmak üzere o mevkiye getirilmiştir. Obama gibilerin, ezilen, sömürülen, hor görülen siyah proletaryayla tek ortak tarafları derilerinin rengidir.

23


Dünyanın Üzerinde B T

arihte çeşitli kereler yaşanmıştır. Kendi varlıklarını ve düzenlerini çok güçlü hisseden egemenler bu durumun ilânihaye böyle devam edeceği vehmine kapılır ve düzen karşıtı her çeşit eleştirel yaklaşıma horgörüyle bakmaya başlarlar. Diğer üretim tarzları bir yana, kapitalizmde bunu doğrulayan sayısız örnek vardır. Bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak, 1980 dönemeciyle ve özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte girilen dönem hatırlanabilir. Bu dönemin başlıca özelliklerinden birisi de, burjuva ideolojisinin kapitalist piyasa ekonomisine ebedi üstünlük atfetmesi ve kitlelerde kapitalizme karşı sempati ve güven hissi yaratmasıdır. Söz konusu yıllar boyunca, büyük sermayedarların çıkarlarını doruğa taşımayı amaçlayan nice ideoloji icat edilip piyasaya sürülmüştü. Fukuyama gibiler eliyle “tarihin sonu” ilan edilirken, bununla kapitalizmin büyük bir gelecek vaat eden parlak bir yükseliş dönemine girdiği fikri topluma aşılanıyordu. Sanki Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin çöküşü kapitalizmi sistemik hastalıklarından, kriz ve durgunluk gibi belâlardan ebediyen kurtarmış ve böylece ona bir cins ölümsüzlük iksiri sunmuştu. Gerçeklerin bu masallarla bağdaşmamasına karşın, o dönem burjuva güçler eliyle yaratılmaya çalışılan ideolojik atmosfer buydu. Şimdilerde ekonomik durgunluk, iflas ve çöküntüler içinde kıvranan Amerikan emperyalizmi, o yıllarda kendini sanki muazzam bir gelişme döneminin dev aynasında görür ve böbürlenir hale gelmişti. Neoliberalizm diye adlandırılan uygulamaların damgasını bastığı 80’li yıllar ve sonrasında kapitalist sistem, toplumculuğun her belirtisine ve emekçilerin kazanılmış sosyal haklarına saldırısıyla ünlendi. Kapitalist sistemin dini imanı, sermayeyi muazzam bir hızla döndüren ve bu arada da alabildiğine spekülatif biçimde şişiren bir borsa, piyasa ve tüketim dünyasına tapınmada somutlanıyordu. Kredi mekanizmasına, yalnızca üst sınıfların değil alttakilerin de hesapsız kitapsız biçimde tüketmesi için sanki yoktan var eden bir tanrı gözüyle bakılır hale gelinmişti. İnsanı insan yapan manevi değerler toplumsal yaşamdan bütünüyle kovulmaya ve paylaşım, dayanışma, insaf,

24

merhamet, adalet gibi duygular para adlı şeytanın yardımıyla ayaklar altında ezilmeye çalışıldı. Tüm sınıflar borsanın gücü önünde secde etmeli, yoksul insanların beyni üç beş kuruşlarıyla borsada oynayıp zengin olma düşleriyle uyuşturulmalı, üst sınıflar arasındaki siyasal çekişmelere varıncaya dek her şey borsanın sağlık ve esenliğine endekslenmeliydi. Gözlerini inanılmaz biçimde kâr hırsı bürümüş burjuvalar, bu “yeni dönem”de ellerine fırsat geçmişken Marksizme ve onun devrimci dünya görüşüne karşı amansız bir haçlı seferi yürüttüler. O nedenle toplumda, Marksizmin ve devrimin bir daha belini doğrultamayacağı yolunda boş bir inanç oluştu. Görünürde yaşam burjuva ideolojisinin egemen kıldığı bu yapay âlem temelinde akıp giderken, işin aslında topluma empoze edilen algılamalarla gerçeklik arasındaki uçurum büyümekteydi. Nihayetinde bu “yapay” dönem, uzun bir mayalanma ve baskılama sonucunda büyük bir krizin iyice olgunlaşarak kızışıp köpürmesi ve ciddi patlama ve sarsıntılarla dışa vurması ile sona erdi. Kim ne derse desin, bugün işçi sınıfının mücadelesine yönelik bakış açısı olumlu doğrultuda değişmektedir ve kapitalistlerin kendi sistemlerinin geleceğine duydukları güven ise sarsılmaktadır. Şimdi kapitalizmin küresel krizine ilişkin ha-


Bir Heyula Dolaşıyor Elif Çağlı

berler dünyayı sardıkça, burjuvaların aklına da, kapitalist sistemin ölmeye yazgılı olduğunu yıllar öncesinden bilimsel kanıtlarıyla kâinata ilan eden Marx’ın hayali düşüyor. Günümüzde dünyanın üzerinde burjuvazinin yüreğine korku salan bir heyula dolaşıyor. Ne mutlu ki tarih, devrimci Marksistler olarak savunduğumuz fikirlerin ve yazdıklarımızın yalancısı çıkartmayacak bizleri. Marksizm, burjuva ideolojisi ve onun peşinden sürüklenen inkârcı ve dönek unsurların marifetiyle yok sayılmaya çalışılan dünya işçi sınıfının elinde ışıldamaya, gerçek gücüne kavuşmaya başlayacak.

“Tatlı” yükselişin “acı” tükenişi Vaktiyle 1929 büyük krizi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Amerikan emperyalizminin yükselişi temelinde yaratılan kapitalizme tapınma dönemini sona erdirmişti. Günümüzde patlak veren sistem krizi de benzer bir terminator gibi yol alıyor. Kuşkusuz her iki tarihsel örnek arasında bazı açılardan farklılıklar vardır. Fakat diğer yandan kapitalizmin bu son büyük kriz dönemi de, eskisine benzer biçimde, devrime davetiyeler çıkartan ve Marksizmin haklılığını dünyanın tüm burjuvalarının suratına çarpan keyifli boyutlar içermektedir.

1929 büyük kriz dönemi ile kapitalizmin günümüzde içine sürüklendiği kriz dönemi arasındaki farklılıklar mevzuuna gelince, bunlara burada kısaca değinebiliriz. Bunlar arasında, sosyalist olmasa bile kapitalist düzenin karşısında bir çeşit sol alternatif oluşturan Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin varlığı-yokluğu meselesi başta gelir. 1929 krizi döneminde var olan Sovyetler Birliği ve daha sonra ortaya çıkan kopyaları bugün yaşamamaktadır. Bunun yanı sıra, işçi sınıfı ve emekçileri kucaklayan devrimci örgütlenmeler günümüzde geçmişe oranla son derece dağılmış ve güçsüzleşmiş durumdadır. Proletaryanın bağrında kök salması gereken devrimci bilinç son derece zayıftır, mücadele düzeyi geridir ve genelde devrimci düzen değişikliği fikri toplumda henüz istenen düzeyde rağbet görmeye başlamamıştır. Buna rağmen, kapitalist ekonominin işleyişine içkin yasalar günümüzde de tıpkı geçmişte olduğu gibi bu sistemin altını oyan devrimci bir köstebek mahiyetinde hükümlerini icra ediyorlar. Günümüzde yaşanan sistem krizi, kapitalizmin bu işleyiş yasalarından kaçıp kurtulmasının mümkün olmadığını ve de olamayacağını bir kez daha, hem de son derece çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Kapitalizmin tekelci ve emperyalist aşamasının krizleri hafifletmediği, tersine şiddetlendirdiği, özellikle dünyada 1990’lardan bu yana yaşananlarla gözlerden gizlenemez biçimde su yüzüne çıkmıştır. Kapitalist ekonomide dizginsiz bir kâr hırsı, aşırı üretim, spekülasyon ve borsa oyunlarının damgasını bastığı “tatlı” yükseliş dönemlerinin “acı” kriz dönemleriyle sonlanması kaçınılmazdır. Böylece büyüme dönemi boyunca topluma musallat edilen tüketim çılgınlığı ve kapitalizm hayranlığı da yerini yoğun bir işsizlik, açlık, durgunluk ve hayal kırıklığı sarmalına bırakarak çöker. Her türden işletmeler, bankalar, kredi kuruluşları geri ödenmeyen borçların devasa yükü altında iflas bayraklarını çekmeye koyulurlar. İşsizlik çığ gibi büyür ve düzeni tehdit eden tehlikeli bir toplumsal hastalığa dönüşür. Vaktiyle 1929 krizinin sonucunda oluşan işsizlik öyle ürkütücü boyutlara ulaşmıştır ki, örneğin 1933 yılında

25


Aralık 2008 • sayı: 45

marksist tutum 1929 krizinin sonucunda oluşan işsizlik öyle ürkütücü boyutlara ulaşmıştır ki, örneğin 1933 yılında ABD de çalışabilir durumdaki üç kişiden biri işsiz kalmıştır.

ABD de çalışabilir durumdaki üç kişiden biri işsiz kalmıştır. Bu arada çeşitli büyüklükteki işyerleri kapanmış, 5 bin banka iflas bayrağını çekmiş ve sanayide kapasite kullanımı yüzde 20-30’lara inmiştir. Daha önce piyasa ekonomisinin sözde zenginleştirici sihrine inandırılan kitleler sokaklarda aç bilaç dilenir ya da yeni açılan aşevlerinde dağıtılan çorba kuyruklarında sürünür hale gelmişlerdir. Günümüzde patlak veren krizin yaratacağı sefalet manzaraları da bundan farklı olmayacaktır. Nitekim ILO gibi resmi kaynaklar tarafından bile, küresel durgunluk nedeniyle dünya işsizler ordusuna 2008 yılında 5 milyon insanın daha ekleneceği açıklanmıştır. Üstelik bu gibi rakamlar 2008 yılının başına aittir ve ortaya çıkacak olan gerçek durumun bu tür tahminleri fersah fersah aşacağı şimdiden bellidir. Kapitalist sistemin egemen güçlerinin bu ölçekte ciddi kriz dönemlerinde düzenlerini korumak için her yönteme başvurmak isteyecekleri, çeşitli türden baskı ve zorbalığı gündeme getirecekleri de açıktır. Gündeme gelecek bu tehditler karşısında kitleleri uyanık ve örgütlü kılmak komünistlerin görevidir. Unutulmamalı ki, kapitalizm kendi haline bırakıldığında finans kapital krizin yükünü tüm ağırlığıyla işçilerin-emekçilerin sırtına yükler. Kapitalist devletler ekonomik yaşamda altta kalanların ezilmesine ve sermayenin en güçlüler tarafından yutulmasına fırsat verirler. Böylece kapitalizmin yeniden yoluna devam etmesinin koşulları yaratılır. Geçmiş örneklerde bunun anlamı, yoksul kitlelerin büsbütün sömürülüp ezilmesi, halkları

26

birbirine kırdıran kanlı emperyalist savaşlar, artan baskılar, siyasal ortamın gericileşmesi ve faşizm olmuştur. Günümüzde de kapitalizm işçi sınıfının mücadelesiyle köşeye sıkıştırılmadıkça, düzenin egemenlerinin farklı davranmayacağı aşikârdır. Burjuvazinin kendi sisteminin krizleri nedeniyle artık aklını başına toplayacağını veya insafa gelip yumuşayacağını ummak kadar tehlikeli bir yanılsama olamaz. Patlak veren kriz sıradan bir periyodik kriz değildir ve yol açacağı yıkıcı sonuçlar henüz tam anlamıyla yaşanmaya başlanmamıştır. Ama daha şimdiden son derece açık olan yön, ekonomik canlılık dönemi boyunca yaratılan kapitalist iyimserlik rüyasının bizzat sistemin başını çeken ülkede, ABD’de çöküşüdür. Bu koşullarda Amerikan siyasi yaşamında iktidar koltuğuna hangi parti ve kişiler oturursa otursun, bunların büyük sermayenin uğursuz planlarını yürütmekten başka asli bir görevlerinin olamayacağı son derece açıktır. O bakımdan ABD’nin yeni devlet başkanı Obama ile birlikte dünyada yoksul ve emeğiyle geçinen insanlar için olumlu koşulların doğacağı ve bir barış ve esenlik döneminin açılacağı havasını yayanlar, ezilenler dünyasına büyük bir kötülük etmektedirler ya da ihanet içindedirler. Amerikan emperyalizmi krizin yıkıcı sonuçlarını bir nebze de olsa kontrol altına almak için, Obama ile birlikte iyimser olunması gereken yeni bir döneme girildiği propagandasını elbette sürdürecektir. Bu arada emperyalist savaş alanındaki yeni hamleler, örneğin Irak’ta kontrolü sağlayacak düzeyde askeri güç bıraktıktan sonra gerisinin yeni bölgelere çekilmesi gibi, ABD’nin Ortadoğu’da saldırgan Bush politikalarından vazgeçtiği şeklinde yorumlanmak istenecektir. Fakat tüm bunlar krizler içinde kıvranan kapitalist sistemin büsbütün saldırgan ve gerici politikalar üreteceği gerçeğini değişikliğe uğratamaz. Çünkü egemen güçler gerici savaşlara ve faşizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerine, iktidardaki kişilerin karakter özellikleri yüzünden ya da gönül eğlemek için başvurmazlar. Burjuva iktidar koltuklarına oturanların başlangıçtaki kişisel niyetleri her ne olursa olsun, onları finans kapitalin nesnel çıkarları doğrultusunda politikalar izlemeye mecbur kılan güçlü itkiler mevcuttur.

Tepede krize dikkat Kapitalizmin büyük kriz dönemleri yalnızca ekonomik yaşamda devasa sarsıntılar yaratmakla kalmaz, ayrıca siyasal yaşamda da nice istikrarsızlık üretir. Bu kuralı doğrular biçimde günümüzde de kriz çeşitli ülkelerde siyaset sahnesinde yansımalarını buluyor. Krizin neden olduğu huzursuzluk ve güvensizlik hissi, en alttaki yoksullardan görece ortada duranlara ve üsttekilere kadar pek çok sınıf ve katmanı etkisi altına alıyor. Patronlar dünyası krizin yükünü işçi-emekçi kitlelerin sırtına yükleyecek bin bir yol üzerinde düşünür ve uygulamaya koymaya çalışırken, bazı ülke-


sayı: 45 • Aralık 2008

lerde yoksul kitlelerin buna karşı isyan dalgası gelişiyor. Netice olarak, hemen tüm kapitalist ülkelerde halihazırda siyasal iktidar koltuğunda oturanlar yıpranmakta ve genel olarak kitlelerin mevcut yönetimlerle yıkıcı krizin atlatabileceğine inancı alabildiğine azalmaktadır. Bu durumdan beslenen bir siyasal hoşnutsuzluk duygusu yalnızca ezilen ve sömürülen yığınlar arasında değil, bizzat burjuva sınıf içinde de gelişip yaygınlaşmaktadır. Esasen kapitalizmin tüm büyük kriz dönemleri getirdiği işsizlik, resesyon, iç ve dış siyasette istikrarsızlık gibi sorunlarla yalnızca aşağıdakilerin dünyasını sarsmakla kalmaz, üsttekilerin dünyasında da derin şok dalgaları yaratır. Zaten kapitalizmin ciddi kriz dönemleri bu nedenle genelde devrimci durumlara gebedir. Çünkü hatırlanacağı üzere, devrimci durumdan söz edebilmemiz için gerekli olan koşullardan biri de düzenin tepesine sirayet etmiş olan kriz halidir. Gerçekten de devrimci durum asıl olarak tepeyi saran bir siyasal bunalımla belli olur. Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, bir devrimin olması için alt sınıfların artık eskisi gibi yaşamak istememesi yeterli değildir. Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda olması gereklidir. Devrimci bir durum, üst sınıflar arasında ciddi bir buhran ortaya çıktığında gelişebilir. Mevcut krizin, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlama yaratması halinde devrimci durum olgunlaşabilir. Ekonomide işlerin tıkırında gittiği dönemler boyunca durmadan kendi düzenine güven tazeleyen burjuvazi, büyük kriz kapıyı çaldığında kendi düzenine duyduğu güvenin aşındığı hissini topluma yansıtır. Büyük krizin yarattığı şok dalgaları toplumsal psikolojiyi değişikliğe uğratır; burjuvazinin ölü ilan ederek kurtulduğunu sandığı devrim fikrine ve devrimci önderlere yeniden can verir. Ve bu arada elbette burjuvazinin yüreğine de yeniden büyük devrim korkusunu salar. Bunlar biz devrimcilerin gönlümüzü hoş eylemek için anlattığımız masallar değildir; günümüz dünyasında bizzat burjuva ideologlar tarafından da dışa vurulmak zorunda kalınan gerçeklerdir. Kapitalizmin derin kriz dönemleri işçi sınıfının öncü güçleri açısından devrimci mücadelenin yükseltileceği tarihsel kesitlerdir. Marx, Engels ve Lenin gibi devrimci önderler krizde yalnızca batan ekonomiyi teşhis etmekle yetinmemişler, düzenin ciddi sarsıntılarının yarattığı toz duman arasında devrimin habercilerini görmüşler ve devrim için mücadeleyi başa almışlardır. Bu bakımdan, kapitalizmin sarsıcı bunalımlarla seyreden kesitleri Marksizmin devrimci önderlerine keyif veren yönlerle bezelidir. Örneğin 1850’lerde patlak veren kriz neticesinde devrimci kabarış bekledikleri koşullarda Marx Engels’e şöyle yazmaktadır: “kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım”. Engels ise yanıtında, “Geçen yedi yılın burjuva boku belli bir ölçüde bana da bulaşmıştı, şimdi o temizlendi,

marksist tutum

bambaşka biri oldum. Kriz bana bedenen en azından deniz havası kadar iyi geldi” demektedir. Kapitalizmin krizleriyle devrimci durum arasındaki ilişkiyi irdelediğimiz çalışmada (bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durumlar) daha uzun boylu ele aldığımız üzere, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun alabildiğine derinleştiği ekonomik kriz ortamları genelde devrimci fırsatlar yaratır. Sınıf hareketinde bir yükselişi mümkün kılacak asgari koşulların var olması halinde, kriz sınıfın kitlesini yaygın ve giderek militanlaşan bir ekonomik mücadelenin içine çekebilir. Lenin, proletarya arasında yoksulluğun ve ekonomik mücadelenin büyük ölçüde arttığı dönemlere özel bir önem atfeder. Devrimci harekette dikkate değer bütün büyük ayaklanmaların ekonomik kitle hareketi temelinde başladığı unutulmamalıdır. Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinin genelde devrimci durumlara gebe olduğu tespitini yaparken, son derece önemli bir gerçekliği de gözden kaçırmamak gerekir. Kapitalizm ekonomik krizleriyle kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, kriz dönemlerinin devrimci doğrultuda olgunlaşması da kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Devrimci öncünün mücadelesi sayesinde işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından avantajlı kılınabilirse, ciddi bir kriz dönemi devrimci bir durumun olgunlaşması doğrultusunda gelişebilir. Aksi halde, krizlerin neden olduğu sarsıntılı dönemler faşizm türü baskıcı burjuva rejimlere kitlesel destek yaratılmasıyla da sonuçlanabilir. Kısacası krizin yaratacağı devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, devrimci bir önderliğin olup olmamasına ve toplumun geniş emekçi kesimlerinin işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü etrafında harekete geçirilip geçirilmemesine bağlıdır. Büyük kriz dönemleri kapitalizmin temel sınıflarına ve bu sınıfların siyasal temsilcilerine asli görevlerini hatırlatan bir uyarıcı işlevi de görürler. İşçi sınıfının öncü güçlerinin oyalamacı, uzlaşmacı, reformist etkilenmelerden iyice kurtulmaları doğrultusunda katı gerçekleri daha da net kavranabilir hale getirir kriz. Fakat söz konusu dönemler, diğer yanda, sisteme dair temel gerçekleri burjuva güçlerin suratına vurmaktan da geri durmaz. Bu kuralın olanca çarpıcılığıyla günümüzde de işlediği o kadar açıktır ki, kriz kaçınılmaz olarak burjuvazinin aklına korkulu bir rüyayı, kapitalizmi bekleyen nihai sonu düşürmüştür. Son dönemde burjuva dünyada Marx adı sıklıkla hatırlanır olmuş, kapitalizmin yaşadığı ölümcül hastalıklar Marx’ın bunlara dair dahiyane teşhislerini burjuva ideolog ve iktisatçıların kafasına kakar hale gelmiştir.

Sisteme Marx virüsü mü girdi? Günümüzde patlak veren büyük krizin şokuyla adeta sınıfsal sağduyularını yitiren burjuva ideologlar, sanki bir an için gerçekleri itiraf edercesine Marx’tan anımsatmalarla konuşmaya başladılar. “Marx haklı mı çıkıyor?”, “Kapitalizmin sonuna mı geliniyor?” türünden sorular bizzat

27


marksist tutum

burjuva yazar ve çizerler âleminden yükseliyor. Ne diyelim, yoksa sisteme Marx virüsü mü girdi? Şaka bir yana, şimdi burjuvazi gerçeklerden kaçacak delik arıyor fakat bulamıyor! Tek yapabildiği, mecbur kaldığında gerçekleri itiraf eder gibi gözükürken diğer yandan da o gerçekleri sinsice çarpıtmaya çalışmaktan ibarettir. Burjuvazinin ekonomik sistemini tamamen güvende hissettiği cicim ayları boyunca yarattığı tersine havalara karşı, bugün kriz gerçekleri su yüzüne çıkartmıştır. Mevcut koşullar, koca Marx’ın ölümünden nice yıllar sonra bile burjuvazinin yüreğine hâlâ korku salmakta olduğunu ifşa etmektedir. Bunda garipsenecek bir yan da yoktur, zira günümüzde yaşanmakta olanlar vaktiyle Marx’ın dediklerini birer birer doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben kapitalizmi ve serbest piyasa ekonomisini ebedi düzen ilan ederek göklere çıkartan ünlü ideologlar, şimdilerde adeta kapitalist düzen karşıtlarıyla benzer analizleri ve jargonları paylaşır hale gelmektedirler. Ne var ki bu, kuşkusuz kafalarına kriz taşı düştüğünden ve böylece akıllandıklarından değildir. İlk bakışta Marksizmin popülaritesini artırır gibi görünen bu durumun altında son tahlilde yine sınıfsal kötü niyetler, hinlikler aramak doğru olacaktır. Akademik çevrelerin devrimci siyasi sorumluluktan uzak hafifmeşrep tutumlarından da beslenecek olan “Marksizmi sulandırma” girişimleri karşısında uyanıklığı elden bırakmamak zorunludur. Burjuva ideologlar aslında, kapitalist sistemin içine sürüklendiği karanlık dönemin düzen karşıtı cepheyi büyütüp güçlendireceği endişesi içindedirler. Devrimci mücadelenin Marksizm silahıyla donanıp güçlenmesini peşinen engelleyebilmek amacıyla, ideolojik alanda bir “önleyici savaş” yürütmeye girişmişlerdir. Kapitalizme karşı gerçekten tehlikeli bir devrimci savaş yürütecek olan proleter unsurlar Marksizme sahip çıkmadan, onlar Marksizmi sulandırılmış biçimde gündeme getirerek cazibesini azaltmayı planlamaktadırlar. Şimdilerde burjuvazi, tıpkı geçmişte yaptığı gibi, sosyalizmin anlamını devletçilikle özdeşleştirerek çarpıtıyor. Bu tür çarpıtmalar tuttuğu ölçüde de kitlelerin bilincinde önemli kayma ve bozulmalar gerçekleşiyor. Örneğin ABD’de iflas bayrağını çeken bazı büyük kuruluşların devletleştirilmesi karşısında, kamusal fonların kriz bahanesiyle tekellere peşkeş çekilmesine isyan eden kitlelerin öfkesine ne gariptir ki “kahrolsun sosyalizm” haykırışları eşlik edebilmiştir. Gerçekte kitlelerin protesto etmek istedikleri hep tekellere yontan bir devletçiliktir. Fakat yaratılan bilinç çarpılması nedeniyle onlar bu devletçiliği “sosyalizm” diye adlandırıp topa tutmuşlardır. Yine aynı çarpıtma konusunda bir başka önemli örnek de hatırlanabilir. Bu, toplumsal sömürü ve eşitsizliğe son verecek olan sosyalizmin, kapitalizmin krizlerine deva olacak pespaye bir reform reçetesi gibi gösterilmek istenmesidir. Burjuva iktisatçılar kapitalizmin krizine karşı önerdikleri devlet müdahalelerini, “biraz kapitalizm, biraz sosya-

28

Aralık 2008 • sayı: 45

lizm” veya “karma ekonomi” ya da “part-time sosyalizm” gibi maskara nitelemelerle etiketleyip kafa karıştırmaktadırlar. Oysa genel anlamda devletçiliğin sosyalizmle bir alâkasının olmaması bir yana, şimdi kriz nedeniyle gündeme getirilen devlet müdahaleleri düpedüz kapitalist devletçiliktir. Daha açık bir ifadeyle, kapitalist devletin büyük sermayeyi korumaya çalışmasından ibarettir. Burjuva ideolojisinin dönem dönem genel anlamda devletçiliğe yönelttiği saldırılar her ne olursa olsun, işin gerçeğinde kapitalistler kendi devletlerinin ekonomik yaşamda her zaman kendilerine şu ya da bu şekilde yardımcı bir rol oynamasını isterler. İçinden geçilen sanayi çevriminin niteliğine göre bu yardım talebinin biçimi ve düzeyi değişebilir; ama kapitalist devlet öyle ya da böyle ekonomik yaşama elini uzatmayı sürdürür. Bugün yaşanana benzer büyük kriz dönemlerinde ise, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi, sermaye birikiminin önündeki engellerin temizlenmesi gibi yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Böylesi dönemlerde kapitalist cepheden yükselmeye başlayan “devletçilik” övgüsünün altında, devletin büyük fonları güçlü tekelleri daha da güçlendirecek biçimde dağıtması arzusu yatar. Bugün burjuvazi, özellikle sistemin hegemon ülkesi ABD’de yaşananların açıkça somutladığı üzere, tepede esaslı bir yönetim krizinin gelişmemesi için önlemler almaya çalışıyor. Devrimci güçler bastırmadan onlar zaaflarını kabul eder görünerek kitlelerin öfkesini yatıştırmayı, basınç boşaltmayı deniyorlar. Burjuva yazar çizerler bir yandan kerhen Marx’a hak verir gibi görünürlerken, öte yandan kitleleri bu kez nasıl kandırıp manipüle edebileceklerinin hesabı içindedirler. Bu yüzden yeni argümanlar icat edip piyasaya sürmektedirler. Gerçek durum budur ve hiç unutulmasın ki, dünya işçi sınıfının Marx’ın haklılığının teslimi için burjuvazinin hileli desteğine ihtiyacı yoktur. Burjuvazi ne derse desin, ne tutum alırsa alsın, kapitalist sistem yarattığı tüm ciddi sorunlarla birlikte, Marx’ın ve Marksizmin haklılığını yeniden ve yeniden gün ışığına çıkartmaktadır ve de çıkartacaktır. Günümüzde açığa çıkan gerçekler ve dünyanın önümüzdeki dönemlerde yaşamaya gebe olduğu olaylar, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana ideolojik borazanıyla kafa ütüleyen, durmadan işçi sınıfının öldüğünü, sınıf mücadelesinin sona erdiğini yineleyen burjuvazinin yalanlarını onun suratına çarpmaktadır. Ve daha da çarpacaktır. Marx’ın Kapital’in önsözünde belirttiği gibi, bu devasa yapıtın başlıca amacı burjuva toplumun ekonomik işleyiş yasalarını ifşa etmek olmuştur. Marx kapitalist üretim tarzının iç yasalarını o denli derin ve büyük bir isabetle çözümlemiştir ki, aradan geçen uzun yıllar onun çözümlemelerinin gerçekleri aydınlatan ışıltısını azaltmak bir yana büsbütün güçlendirmiştir. Konuyu burada fazlaca uzatmadan çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, modern toplumda giderek keskinleşen zenginlik ve yoksulluk kutuplaşmasını


sayı: 45 • Aralık 2008

hatırlatmak yetecektir. Kapitalizmi işçi-emekçi kitlelere katlanılabilir bir düzen olarak sunmak için manevra üzerine manevra geliştiren burjuva ideolojisinin, “zenginliği tabana yayan sosyal devlet” benzeri tüm yalanları çökmüştür. Fakat Marx’ın onyıllar öncesinden işaret ettiği satırların doğruluğu ve haklılığı ortadadır. Marx’ın dediği gibi, bir kutupta zenginliğin birikimi zıt kutupta sefaletin ve çalışma ıstırabının, köleliğin, cehaletin, yabaniliğin, zihinsel gerilemenin birikimidir. Kapitalizm gerçekten de burjuva kutupta zenginliği geliştirir ve merkezileştirirken, proleter kutupta yoksulluğu büsbütün kitleselleştirip yaygınlaştırmaktadır. Diğer çarpıcı bir örnek, Marx’ın kapitalizmin krizlerinin akıbetini değerlendirirken başvurduğu engin bilimsel birikiminin eşsiz bir önseziye dönüşmüş olmasıdır. İktisatçılar kapitalist düzeni savunma gayretkeşliği içinde Marx’ın değerlendirmelerini yalancı çıkarmaya ve diyelim kapitalizm görece rahat bir nefes aldığında “bir daha krizler olmayacak” masalının yeni bir versiyonunu uydurmaya devam ededursunlar, gerçekler direngendir. Gerek kapitalizmin geçmişte yaşadığı iki büyük kriz dönemi (1870’ler ve 1930’lar) ve gerekse 1970’lerden bu yana gelişip olgunlaşan uzun dönemli sistem krizi, kapitalizmin mevcut krizlerini ancak daha yıkıcı olanlarını hazırlama pahasına atlatabildiğini açıklayan Marx’ı fazlasıyla doğrulamaktadır. 1870’lerden 1890’lara gelişen kriz, kapitalizmin henüz yedeklerini yitirmediği bir döneme ilişkindir ve kapitalizm o dönemdeki krizini emperyalistleşerek atlatabilmiştir. 1930’lar örneği ise, kapitalizmin bugün de içinde olduğumuz emperyalist çağına aittir ve kapitalizmin iyileştirici yedeklerinin zamanla azaldığını açığa vurur. Bu nedenle bu son örnek, artık yeni bir aşamaya yükselme şansı bulunmayan emperyalist kapitalizmin adeta kendi içinde sıkışmaya başlayan bir sisteme dönüştüğünün ipuçlarını sergiler. Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde olgunlaşmaya başlayan ve kapitalizmin tarihsel açmazına dönüşen bu sıkışma hali, vaktiyle siyasal arenada da yansımasını bulmuştur. Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde faşist diktatörlükler kurulmuş; o dönemde faşizm rüzgârı bir ölçüde ABD’yi de yalamış ve daha nice kapitalist ülkede esmeyi sürdürmüştür. Emperyalistleşen ve dünya ölçeğinde yayılan kapitalizmin zamanla sistem içi bir sıkışma yaşamaya başlaması,

marksist tutum

emperyalist savaşların da giderek daha yaygın ve kudurgan bir niteliğe bürünmesine yol açmaktadır. Bunun yanı sıra, sermayeyi krizden çıkartmak üzere gündeme getirilen kapitalist devletçilik de giderek daha baskıcı biçimlere bürünmektedir. Esasen kapitalizmin tarihi, bu üretim tarzının gelişmesinin, onun içerdiği çelişkileri derinleştirip keskinleştirdiğini gözler önüne serer. Kapitalizm emeğin toplumsallaşmasını giderek inanılmaz bir hızla geliştirir ve böylece sosyalizmin maddi temelini döşer ve kapitalizmden kurtulmayı kaçınılmaz hale getirir. Üretimin toplumsallaşması nihayetinde üretim araçlarının da toplumun malı olmasına, yani mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesine yol açmak zorundadır. Bu tarihsel eylemi gerçekleştirecek olan toplumsal güç, bizzat kapitalizmin yarattığı ve büyüttüğü proletaryadır. Günümüzde patlak veren sistem krizi, üretici güçlerin artık insanlığa kapitalizm altında hizmet edemeyeceğinin iyice olgunlaşmış bir ilanıdır. Köhnemiş kapitalizm insan soyunun ve doğanın çıkarlarına tamamen aykırı bir niteliğe bürünmüştür. Giderek araları sıklaşan ve süresi uzayan ölümcül krizler içinde kıvranan kapitalizmin tarihsel bir geleceği yoktur. Kapitalizm eninde sonunda kendi ölümüne yazgılıdır. Kısmi reform çabalarının ve kitlelerin gözünü boyamaya çalışan “iyileştirme” vaatlerinin kapitalizmi bu yazgısından kurtarabilmesi asla mümkün olmayacaktır. İnsanlığın geleceği sosyalizmdedir. İnsanlığı bu parlak geleceğe, sınıfsız ve sömürüsüz topluma taşıyacak araç işçi devrimlerinden başkası olamaz. Günümüzde Marx’ın yıllar öncesinde dillendirdiği bir “kehanet” gerçekleşmekte, üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması artık kapitalist kabuk ile bağdaşmamaktadır. Nihayetinde proleter mücadele şaha kalktığında bu kabuk paramparça olacak ve kapitalist özel mülkiyetin ölümünü ilan eden çanlar çalacaktır. Alınteriyle geçinen yoksul insanları mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir!

Kapitalizmin yüküne hayır! Kapital’de yazdığı üzere, sermaye yaşamda tek bir amaca sahiptir; artı-değer yaratmak. Ve bir kapitalist de yalnızca sermayenin kişileşmesinden ibarettir. Onun ruhu sermayenin ruhudur. Sermayenin emrindeki kapitalistler daha fazla artı-değer elde edebilmek için sınıf kırbaçlarını

29


marksist tutum

işçilerin sırtında şaklattıkça, bir yandan kapitalistlerin zenginliği artarken diğer yandan da yeni aşırı-üretim bunalımları mayalanır. Böylece kapitalizmin krizleri, sermaye birikiminin önündeki en büyük engelin bizzat sermayenin kendisi olduğunu açıklayan Marx’ı doğrular. İnsanın insan üzerindeki sömürüsüne, dizginlenmemiş bir kâr hırsına, gözü doymaz bir para tutkusuna dayanan kapitalizm, bu özellikleriyle birlikte, kendi geleceğini tehlikeye atan en büyük “düşman”ın bizzat kendisi olduğunu ele vermiştir. Bu nedenle kapitalizmin egemenlerinin, düzenlerinin temeline dinamit döşemeye çalışan “terörist” mihraklar aramaya kalkışmaları beyhudedir. İnsanlığın toplumsal ihtiyaçlarının planlı biçimde karşılanmasına dayanmayan, o yüzden anarşik bir üretim tarzından başka bir şey olmayan kapitalizm, tarihsel bakımdan da artık dünyada kaos yaratmaktadır. Kapitalizmin büyük krizi adeta bu sistemin içini dışına çevirmiş ve onun içsel özelliklerini, neredeyse burjuvaların bile artık kolayına inkâr edemeyecekleri biçimde ortalığa saçmıştır. Yaşanan krizin küresel ölçekte yaygınlığı, derinliği ve şiddeti ortadadır. Uzun söze gerek yok. Bizzat sistemin hegemon ülkesinde şirket iflas haberlerinin ardı arkası kesilmiyor, banka sistemi çöküşlerle sarsılıyor. İşsizlik daha şimdiden ürkütücü bir kitlesellik boyutuna tırmanmıştır. Kapitalist devletler yaşanan krizin yol açabileceği sorunlar karşısında panik içindedirler. En büyük korku krizin yaratacağı uzun süreli durgunluk korkusudur. Bu nedenle kapitalist devletler bir yandan büyük batışların yol açacağı toplumsal sarsıntıları asgariye indirebilme telâşı içinde bazı “kurtarma” önlemlerini uygulamaya koyuyorlar, diğer yandan da resesyon tehlikesine karşı devlet harcamalarını artırıcı önlemler üzerinde düşünüyorlar. Önümüzdeki süreçte yaşanacak olanların ayrıntıları üzerine fal açamayız; ama bu kriz döneminin sıradan önlemlerle kolayına atlatılamayacağını söylemek için de zaten falcı olmaya gerek yoktur. Büyük krizlerin ekonomik ve toplumsal yaşamda yaratacağı sorunların, estireceği fırtınaların büyük olacağı aşikârdır. Bununla birlikte, en büyüğünden bile olsa kapitalizm ekonomik krizlerini öyle ya da böyle atlatabilir. Kriz düğümü işçi sınıfının kapitalist sisteme indireceği devrimci kılıç darbesiyle kökten sökülüp atılmadıkça, kapitalistler ilerde daha da yıkıcı krizleri hazırlamak üzere ve topluma ödettikleri bedel her ne olursa olsun mevcut krizden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Siyasal alandan ve sınıf mücadelesinin seyrinden bağımsız olarak salt ekonomik yasalar bağlamında düşünüldüğünde, kapitalizmin krizleri büyük dengesizliklere neden oldukları gibi ekonomiyi yeniden dengeye sokmanın olanaklarını da içerirler. Krizin yaşanması neticesinde “ölen ölür” ve kapitalizm “kalan sağlarla”, yani güçsüz olanların piyasadan elenmesi ve sermayenin daha güçlülerin elinde yoğunlaşıp merkezileşmesiyle yoluna devam eder. Fakat kuşkusuz krizin kapitalizm açısından bu “düzel-

30

Aralık 2008 • sayı: 45

tici” mekanizmasının işleyebilmesi, asla salt ekonomik faktörlere bağlı bir hadiseden ibaret değildir. Aslında her şey sınıf mücadelesinin seyrine tâbidir. Çünkü kriz, toplumun gündemine onun yükünü esasen hangi sınıfın taşıyacağı sorununu sokar. Bu yükü karşıt sınıfa yükleyebilmek başarılı bir siyasal mücadele yürütmeyi gerektirir. Devrimci bilinç ve örgütlülük sayesinde kendini güçlü kılamayan işçi sınıfı neticede okkanın altına gitmekten kurtulamaz. Zaten burjuvazinin krizin yükünü işçi ve emekçi kitlelerin sırtına yüklemeyi başarabilmesinin açık anlamı da bundan ibarettir. Kapitalizmin bugüne dek yaptıkları bundan sonra yapacaklarının da teminatı oluyor. Tarihi boyunca büyük krizlerini yoksul insanların yaşamını karartarak, onları açlığa, işsizliğe ve ölüme mahkûm ederek atlatan bu düzenin önümüzdeki süreçte neler yapabileceği genel hatlarıyla şimdiden bellidir. Burjuvazinin işçi ve emekçi haklarına karşı, dünya ölçeğinde zaten uzun bir süredir yoğun bir biçimde sürdürdüğü saldırılar daha da tırmandırılmak istenecektir. Kapitalizmin krizinin şiddeti tüm ülkelerde burjuva iktidarları köşeye sıkıştırdıkça siyasal gerginlikler yoğunlaşacak ve siyasal krizler patlak verecektir. Emperyalist güçler militarizmi daha da tırmandırarak ve dünyayı daha da fazla kana bulayarak kendi krizlerinin yükünden kurtulmaya çalışacaklardır. Unutulmamalı ki, dünyanın yeniden paylaşılması için çıkartılan emperyalist savaşları körükleyen başlıca faktör kapitalist sistemin büyük krizleridir. Yakın geçmişte ekonomik krizlerden nasibini fazlasıyla alan ve burjuva blok içindeki iktidar tepişmelerinden yakasını kurtaramayan Türkiye gibi bir ülkede krizin etkileri yoğun biçimde yaşanacaktır. Krizin dalgaları Türkiye kıyılarına daha da vurdukça, “krizin bize dokunmayacağı” yolunda uzun süre boşa böbürlenen AKP iktidarı güç yitirecektir. ABD’si Türkiye’si vb. hepsinde geçerli olmak üzere, finans kapital tüm burjuva iktidarlardan tamamen büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda bir ekonomik düzenleyici olarak hareket etmelerini talep edecektir. İşçi ve emekçi kitleler, çoktandır yıkılmayı hak eden kapitalizmin yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk belâsı karşısında pasif bir seyirci konumuna sürüklenemezler. Kapitalist krizlerin yükünü işçi-emekçi kitlelerin sırtına yüklemeye çalışan düzen güçleri karşısında işçi sınıfı örgütlenerek mücadeleye atılmak zorundadır. Krizin ekonomik ve siyasal yükünün burjuvazi tarafından faşizm biçimine büründürülerek ya da emperyalist savaşların ölüm yağdıran bombalarına dönüştürülerek, kadını erkeği, genci yaşlısı ve bebesiyle dünyanın yoksul insanlarının tepesine çöktürülmesine izin vermeyelim! 

www.marksist.com sitesinden alınmıştır


B

irbirini besleyen işsizlik ve iktisadi kriz olguları, kapitalist üretim tarzının ne denli akıl dışı ve ne denli yıkıcı olduğunun en çarpıcı göstergelerini sergiliyor. Yaşanmakta olan kriz işsizliği çok daha yaygınlaştırıp yakıcılaştırdığından, gerek işsizliğin gerçek nedenlerinin gerekse de işsizliğe karşı hangi talepler ve yöntemlerle savaşılması gerektiğinin doğru kavranılması önem taşımaktadır. Kapitalizm, genelleşmiş meta üretimi anlamına geliyor; yani kapitalist sistemde her şey satılabildiği sürece ve satılmak üzere üretilir. Bu sömürü sisteminde işçinin hayatta kalabilmek için gerekli geliri elde etmek üzere satabileceği tek bir şey mevcuttur, o da kendi işgücüdür. Ancak bu, işçinin işgücünün, kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı anlamına gelmiyor. Tersine, her geçen gün, iş bulmak daha da zorlaşıyor. Hele kapitalist kriz dönemlerinde bu sorun tam bir kangren haline geliyor. İşsizlik ve daha dar anlamda kronik işsizlik sorunu, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile işçi sınıfının belini büken bir gerçekliktir. Kapitalist düzeni aklamayı meslek edinen burjuva iktisatçıları, işsizlik sorununun nedenlerini çarpıtıyorlar. Bunlar sorunu genellikle nüfusun aşırı artmasıyla, ekonomik krizlerle, yanlış ekonomi politikalarıyla ve hatta sendikaların yüksek ücret talepleriyle açıklamaya çalışıyorlar. Kimi burjuvalar da sorunu işçilerin eğitimsizliğine ve “tembelliği”ne indirgeyecek kadar pervasızlaşabiliyorlar. Tüm bu açıklamalar, aslında işsizliğin gerçek nedenini kitlelerin gözünden saklamak için ileri sürülen yalanlardan ibarettir. İşçi sınıfının yaşadığı tüm sorunlar gibi işsizlik sorununun da gerçek se-

Kapitalist İllet: İşsizlik Oktay Baran

31


marksist tutum

bebi kapitalist sistemin bizzat kendisinden başka bir şey değildir. Gerçek şu ki, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez bile. Kapitalist sistemde çalışabilir durumda olan tüm insanların istihdamı, yani tam istihdam, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir ve sistemin kendi mantığı gereğince hiçbir zaman da gerçekleşmeyecektir. Kimi burjuva iktisatçıları ise işsizliği, kapitalist ekonomik çevrimin kriz evresine has bir olgu olarak değerlendiriyorlar. Kriz dönemlerinde işsizliğin arttığı hatta çığ gibi büyüdüğü doğrudur; kapanan ya da kapasite kullanımını düşüren işyerleriyle birlikte milyonlarca insan sokağa atılır, ardından büyüme dönemlerinde tekrar açılan fabrikalarla ve yeni yatırımların yapılmasıyla işsizlik oranlarında belli bir düşüş yaşanabilir. Ne var ki, sorunun yalnızca krizden kaynaklı bir sorun olmadığını, krizlerin işsizliği son derece arttırmasına rağmen, kapitalist ekonominin kriz dışı dönemlerinde de işsizlik sorununun devam ettiğini biliyoruz. Hele çağımızda, işsizliğin kronik ve kitlesel bir hal aldığı en çıplak biçimde ortaya çıkmıştır. Yedek işçi ordusu hem sayıca hem de oransal olarak gittikçe büyüyor. İşsizlik olgusu, tek tek kapitalistlerin iradesinden bağımsız olarak, kapitalist sermaye birikim sürecinin hem gereğidir hem de kaçınılmaz sonucudur. Burjuvazi, hem yeni yatırımlarda ihtiyaç duyacağı işgücünü sağlamak hem de mevcut çalışanlar üzerinde baskı kurarak onları daha fazla sömürebilmek için, her daim bir işsizler ordusunun varlığına ihtiyaç duyar. Gerek Türkiye’deki gerekse de dünyadaki işsizlik oranlarına baktığımızda işsizlik oranlarının hiçbir zaman belli bir değerin altına düşmediğini görüyoruz.1 Bir başka deyişle ekonomik döngünün evrelerine bağlı olarak işsizlik oranları da azalıp çoğalıyor, ama bu dalgalanma daima, belli ve gittikçe yükselen bir asgari düzey üzerinde gerçekleşiyor. Örneğin, son yirmi yıla baktığımızda, birbirinden rahatlıkla ayırt edilebilen farklı ekonomik döngülere rağmen, Avrupa Birliği’ndeki işsizlerin sayısı sürekli bir artış göstermiştir: 1980’de 8,1 milyon, 1985’te 15,9 milyon ve 1994’te 20 milyon işsiz. Türkiye’ye baktığımızda da manzara aynıdır. DİE’nin son derece yetersiz verileri bile bu gerçeği ortaya seriyor. 1991’den bu yana Türkiye’de açık işsizlik oranı %6’nın altına inmemiş görünüyor. Buna “eksik istihdam” edilenleri, yani part-time veya geçici işlerde çalışanları da eklediğimizde, aynı minimum oranın %11’ler civarında olduğunu görürüz. Üstelik bu oran yalnızca bir alt sınırı temsil ediyor. Sendikaların yaptığı araştırmalar bugün Türkiye’de gerçek işsizlik oranının %26’lar civarında olduğunu gösteriyor!

32

Aralık 2008 • sayı: 45

Emek üretkenliği ve işsizlik olgusu İşsizlik olgusu, tek tek kapitalistlerin iradesinden bağımsız olarak, kapitalist sermaye birikim sürecinin hem gereğidir hem de kaçınılmaz sonucudur. Burjuvazi, hem yeni yatırımlarda ihtiyaç duyacağı işgücünü sağlamak hem de mevcut çalışanlar üzerinde baskı kurarak onları daha fazla sömürebilmek için, her daim bir işsizler ordusunun varlığına ihtiyaç duyar. İşgününü kısaltarak işsizlere de iş imkânı yaratmak pekâlâ mümkünken, kapitalist sistemin doğası buna izin vermez. Tersine, kapitalist sömürüyü arttırma güdüsü, daha az sayıda işçiyi mümkün olan en uzun süre boyunca ve en yoğun biçimde çalıştırmayı dayatır. Bilindiği gibi kapitalist toplumda işgünü iki kısımdan oluşur: işçinin kendi ücretinin karşılığına denk düşen bir değer toplamını ürettiği gerekli emek-zamanı ve ikincisi, karşılığı ödenmeksizin patron hesabına çalıştığı artı-emek zamanı. İşte kapitalistin kârının kaynağı bu artı-emek zamanıdır. Kapitalist üretim kâr amacıyla yapıldığından ve ancak en büyük kâr oranını elde eden kapitalistler pazarda tutunabilme ve daha fazla pay kapma yarışında galip gelebileceğinden, her bir kapitalist, bu artı-emek zamanını hem oransal hem de toplam büyüklük olarak arttırmaya çalışır. Yani kapitalist rekabet savaşından galip çıkmanın tek yolu işçiyi daha fazla ve daha büyük oranlarda sömürmekten geçmektedir. Bunun bir yolu, işgününü daha da uzatmaktır; ne var ki bunun fiziksel sınırları vardır: kapitalistler bu gerçek karşısında ne kadar hüzünlenirlerse hüzünlensinler, bir işgününü 24 saatten daha fazla uzatmak mümkün değildir. İkinci bir seçenek, gerekli emek-zamanını kısaltarak artı-emek zamanını uzatmaktır; ki bunun da yolu, işçinin çalışma temposunun arttırılmasından, bir işçinin birden fazla işi yapar hale getirilmesinden, işbölümünün ve kullanılan makinelerin yetkinleştirilmesinden ve en sonu işin daha önce işçi tarafından yapılan kimi bölümlerinin de artık yeni makineler tarafından yapılmasını sağlamaktan geçmektedir. İşçi sınıfı kapitalistler karşısına sendikal alanda militan ve güçlü bir örgütlülükle çıkabildiği sürece, kapitalist, işgününü uzatarak sömürüyü arttırma seçeneğinden mahrum olur ve ikinci yola, yani esasen emek verimliliğini arttırma yoluna başvurmak zorunda kalır. İşçi sınıfı örgütsüz durumdaysa, kapitalist hem işgününü giderek uzatarak birinci yola hem de emek verimliliğini arttırıcı önlemlerle ikinci yola başvurma olanağını elde eder. Ve böylece sömürüyü alabildiğine derinleştirme şansına ulaşır. İşgününün uzatılmasının, işsizliği de doğrudan arttırıcı bir faktör olduğu apaçıktır. Son dönemde yalnızca Türkiye’de değil, neredeyse kapitalist dünyanın her köşesinde iş yasalarında yapılan değişikliklerle sekiz saatlik işgününün ortadan kaldırıldığını, işgününün esnetildiğini ve minimum 12 saatlik çalışmanın giderek kural haline geldiğini görüyoruz. Birçok işyeri sekiz saat ve üç vardiya


sayı: 45 • Aralık 2008

sistemini bırakarak, 12 saatlik iki vardiyaya dönüyor. Bu uygulama bir taraftan halen işini kaybetmemiş işçilerin muazzam ölçülerde sömürülerek tükenmesine, diğer taraftan da her üç işçiden birinin işini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalmasına yol açıyor. Buna ek olarak fazla mesailerin zorunlu kılınması ve fazla mesaiye kalmak istememenin kapitalistler tarafından doğrudan işten atma gerekçesi haline getirilmesi de işsizlik olgusunu körüklemektedir. Diğer taraftan, üretim sürecinde emek verimliliğini arttırıcı rasyonalizasyon uygulamaları, işgünü uzatılmadığında dahi (ki yıllardır bu tür uygulamalar çoğunlukla işgününün uzatılmasıyla birlikte gündeme gelmektedir), sömürünün ve işsizliğin artmasıyla sonuçlanmaktadır. Son otuz yıldır tüm dünyada alabildiğine artan “neo-liberal” saldırının özünü bu tür uygulamalar oluşturmaktadır. Özelleştirmeler, sendikasızlaştırmalar, taşeron sistemi, esneklik uygulamaları, kalite çemberleri vb. bu saldırı programının temel direklerindendir.2 Tüm bu uygulamalarla, tensikatlar yoğunlaşmış, üç kişinin işini iki kişiye yaptırma yaklaşımı yaygınlaşmış ve örgütsüz kalan emekçi yığınlar yalnızca ağırlaşan çalışma koşullarıyla değil aynı zamanda kötüleşen yaşam koşullarıyla da boğuşmak zorunda kalmışlardır. İşsizlik bir taraftan tüm kapitalist ülkelerde ekonomik büyüme dönemlerinde bile yükselmeye devam ederken, diğer taraftan sınıf hareketi zayıfladığı ölçüde işgünü giderek uzamıştır. Üstelik düşen reel ücretlerle birlikte, tek bir işte çalışarak geçinmek giderek imkânsız hale gelmiş ve birden fazla işte, sigortasız ve güvencesiz çalışmak, işçi sınıfının hiç de azımsanamayacak bir bölümü için kural haline gelmiştir. Sonuç tek tek işçiler açısından 16 saatlere varan günlük çalışma süresi, katmerleşen sömürü, artan iş cinayetleri ve yitip giden yaşamlardır. Ne var ki, burada önemli bir noktanın özellikle altının çizilmesi gerekiyor: Solcu geçi-

marksist tutum

nen kimi akademisyenler ve reformistler, bu tablonun sorumluluğunu, kapitalizmden yalıtarak ele aldıkları neo-liberal uygulamalara yıkarak emekçi kitlelere esasen “başka bir kapitalizm mümkün” mesajını vermektedirler. Dolayısıyla net bir şekilde vurgulayalım ki, ister neo-liberal olsun ister devletçi olsun, kapitalizm devam ettiği sürece, bu sistem işçiler açısından artan sömürü, sefalet ve işsizlikten başka bir şey üretemez. Yalnızca makineleşme olgusunu ele almak bile bu gerçeği açığa çıkaracaktır. Diğer tüm koşullar aynı kalsa dahi, kapitalist çerçevede makineleşme, işçiler açısından artan bir sömürü ve işsizlik anlamına gelir. Nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin makineleşmenin her durumda sonucu aynıdır: Bir ve aynı işi yapmak için gereken işçi sayısının azalması ve belli bir ürünün üretilmesi için gerekli emek zamanının gittikçe kısalması. Üretimin gittikçe makineleşmesi, makinelerin daha da yetkinleşmesi ve böylece emek verimliliğinin artması, teknolojik yenilenme, elektronik ve bilgisayar teknolojisine dayalı otomasyon sistemlerinin geliştirilmesi vb. gibi olgular gerçekte üretici güçlerin gelişmesi anlamına gelmektedir. Aslında bu durum, işgününün giderek kısaltılmasının son derece mümkün olduğu anlamına geliyor. Dahası kısalan bir işgünü ve böylelikle arttırılabilecek vardiya sayısıyla işsizliğin kökünü tamamen kazımak pekâlâ mümkündür. Makineleşme olgusunun barındırdığı ve giderek geliştirdiği bu olanaklar, sosyalizmin nesnel zemininin olgunlaşması demektir. Ancak diğer taraftan bu aynı gelişme, kapitalist üretim ilişkilerinin cenderesi altında, gittikçe artan ve kalıcılaşan bir kitlesel işsizliğin nedeni haline geliveriyor. Kapitalistler açısından fazlalık durumuna gelmiş işçiler kapı önüne konularak işsizler ordusunun saflarına atılıveriyorlar. Ardından da bu işsizler ordusunun varlığı, çalışan işçilerin her türlü talebinin karşısına birer tehdit unsuru olarak çıkarılıyor. Sanayinin ve genel olarak kapitalist üretimin büyümesi bile artık tek başına işsizliği azaltmıyor. Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden bu yana yaşadığı gelişme bunun çok tipik bir kanıtını oluşturuyor. Bu yıllar boyunca ekonomik büyüme ortalama olarak yıllık yüzde 5-6 civarında seyrederken, işsizlik azalmak şöyle dursun artmaya devam etmiştir. Kapitalizmin temel bir kuralının burada da işlediğini görüyoruz: yeni yatırımlarda, sözkonusu teknolojik gelişmeler nedeniyle, gittikçe daha az canlı insan emeği kullanılıyor. Geçmişin on binlerce işçinin çalıştığı dev fabrikaları artık istisna durumunda. Büyük fabrikalarda ve işletmelerde istihdam edilen işçi sayıları artık binli sayılar etrafında hatta daha da altında seyrediyor. Dahası bu yeni işletmeler eskilerinden çok daha fazlasını üretebiliyorlar.

33


marksist tutum

Emek üretkenliğinin muazzam boyutlara ulaştığını gösteren bu durum, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşmasını dayatıyor. Bu gerçekleşmediği sürece kapitalist üretim ilişkileri, tüm toplumu olduğu gibi emeği de gittikçe daha çok yıkıma uğratıyor. Üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşma düzeyi, mülkiyetin bireysel biçimleriyle o denli çelişiyor ki, insanlık, yalnızca, ekonomik yıkım anlamına gelen krizlerin birinden diğerine savrulmakla kalmıyor, aynı zamanda insani yıkım anlamına gelen toplumsal çürümeyle ve haksız savaşlarla her geçen gün yok ediliyor. Kapitalistlerin bu tür savaşları, diğer şeylerin yanı sıra, aşırı fazlalık haline gelmiş milyonlarca işsizden de kurtulmanın bir yolu olarak görmesi ise kapitalizmin bir garabet haline geldiğini yeterli açıklıkla ortaya koyuyor olsa gerek. Kapitalizmin en üst aşaması olan emperyalizm çağında ekonomik krizlerin gittikçe derinleşmesi ve insanlık açısından son derece yıkıcı hale gelmesi, muazzam bir spekülasyon alanının oluşması ve dev tekellerin salt para, hisse senedi, tahvil ve meta borsalarında gerçekleştirdikleri finans oyunlarıyla inanılmaz boyutlarda kâr elde edebilmesi ise işsizliği daha da kamçılamaktadır. Her geçen gün spekülatif işlemlerden elde edilen kârlar, dev şirketlerin bilançolarında daha büyük oranlarda yer tutuyor. Lenin’in deyişiyle, salt “kupon kırpmakla” ve bunun yanı sıra günümüzde özellikle birkaç talimat ve birkaç bilgisayar tuşuna basmakla inanılmaz servetler kazanılabiliyor. Büyük kapitalistler, yalnızca işçi sınıfını iliklerine kadar sömürmekle yetinmeyip, giderek daha küçük kapitalistleri de soyup soğana çevirme ve onların işçi sınıfından elde ettikleri artıkdeğere de el koyma işini çok daha yetkinleştirip özel bir uzmanlık alanı haline getiriyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerin neredeyse tamamında, milli gelirde mali sektörün payı giderek öne çıkmaktadır. Bu durum imalat ve hizmet sektörlerindeki yeni yatırımların ve dolayısıyla da istihdamın daralarak işsizliğin daha da kitlesel hale gelmesine yol açıyor.

İşsizliğe ve tensikatlara karşı mücadele İşsizlik sorunu yalnızca çalışma olanağı bulamayan işçileri değil, çalışanlar da dahil olmak üzere tüm işçi sınıfını ilgilendiren en temel ve yakıcı sorunlardan birisidir. İşsizlik arttıkça çalışan işçiler üzerindeki baskı artmakta, çalışma koşulları giderek ağırlaşmakta, işgünü uzamakta, ücretler düşmekte ve sosyal haklar giderek budanmaktadır. Dahası çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşması, bu saldırılara karşı militan bir mücadele hattı çizilmediği sürece, işsizliği daha da arttıra-

34

Aralık 2008 • sayı: 45

rak bir sarmal döngü oluşturmaktadır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde işsizliğe ve işten çıkarmalara karşı mücadele, sınıf mücadelesinin belirleyici önem taşıyan başlıklarından biri haline gelmektedir. Burada da öncelik hiç kuşkusuz işten atılmalara karşı militan bir direniş hattını örmekten geçiyor. Böylesi bir mücadele hattı ancak işçi sınıfının örgütlü gücüne dayanarak ve doğru bir sınıf bakış açısıyla örülebilir. Ne var ki tam da bu noktada, işçi sınıfının ekonomik mücadele araçları olan sendikaların durumu hem giderek güçsüzleşen yapılarıyla hem de bağımsız bir sınıf bakış açısından tümüyle uzak tutumlarıyla hiç de parlak gözükmemektedir. Sendikal hareket genellikle işsiz kesimleri işçi sınıfının bir parçası olarak algılamıyor ve işsizlerin sorunlarına çözüm yolları arama, onları örgütleme ve çalışanlarla işsizlerin ortak bir mücadele cephesini yaratma gibi bir kaygı taşımıyor. Özellikle Türkiye’de bu anlayış o denli köklü bir şekilde yerleşmiştir ki, işten atılan işçilerin sendikaya üyeliklerinin düşürülmesi uygulaması bile son derece doğal bir uygulama olarak algılanmaktadır. Sendikaların işsizlere dönük bir perspektifi olması gerektiği yolundaki düşüncelere karşı, iyi niyetli sendikacıların bile ağzından duymaya alıştığımız “biz daha çalışan işçileri bile örgütlemeyi beceremedik ki” şeklindeki açıklamalar da bütünsel ve sınıfsal bir bakış açısından uzaklığı yansıtması bakımından çarpıcıdır. Oysa çalışan işçilerle, işten atılan veya uzun süredir işsiz kalan işçilerin sorunları ortaktır. Çalışan işçilerin sendikal örgütlenmesinin bu denli zayıf olmasının en temel nedenlerinden birinin, burjuvazinin kapı önünde bekleyen işsizleri göstererek çalışan işçiler üzerinde uyguladığı ekonomik terör olduğu nasıl bu kadar kolay unutulabiliyor? Sendikalar, işsizliğe ve işten atılmalara karşı etkin, kararlı ve militan bir mücadele çizgisi izlemedikçe sendikal tıkanıklığın aşılması pek mümkün olmayacaktır. Bu açıdan, 20 Kasım 2008 tarihli DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu Bildirgesindeki, “işten atılmaların yasaklanması”, “dinlenme ve yemek süresi dahil haftalık çalışma süresinin 40 saate düşürülmesi”, “İşsizlik Sigortasından yararlanma koşulları ve sürelerinin yeniden düzenlenmesi”, “çalışma süresinin tam ücret verilerek kısaltılması”, “işsizlerin örgütlenmesi” talepleri bir ilk adım olarak önem taşımaktadır. DİSK’in ilgili açıklamasında, “örgütlü örgütsüz tüm işyerlerinde çalışan işçileri ‘kriz nedeniyle işten çıkarmalara karşı’ işyerlerini terk etmemeye davet” etmesi ileri bir adımdır. Ne var ki bu talepler, son derece iyi planlanmış, gerçekçi bir takvime bağlanmış, taban inisiyatifini harekete geçirici, sonuç alınıncaya


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum İşsizliğe karşı en temel talebimiz, ücretlerde hiçbir kesinti yapılmaksızın işgününün kısaltılması, vardiya sayısının arttırılması ve zorunlu fazla mesailerin yasaklanması olmalıdır. Kapitalistler ve onların yardakçıları, bu taleplerin karşılanamaz olduğunu, ekonominin yasalarının ihlali anlamına geldiğini söyleyecekler. Biz ise onlara, ne mülkiyet hakkının ne de herhangi bir yasanın, milyarlarca emekçinin hayatta kalma ve insanca bir yaşam sürme hakkından daha değerli olamayacağını haykıracağız.

kadar sürecek ve farklı mücadele biçimleriyle zenginleştirilmiş bir eylem programıyla somutlanmadıkça kâğıt üzerinde kalacaklardır. Bu taleplerin kâğıt üzerinde kalmaması ve hayata geçirilebilmesi için, sınıf bilinçli işçilerin bu asgari taleplere sımsıkı sarılarak, sendika yöneticilerini bu taleplerin gereğini yerine getirmek üzere sürekli bir baskı altında tutması ve bunu da sağlamak üzere, örgütlü örgütsüz tüm işyerlerinde işten atılmalara ve saldırılara karşı mücadele ve dayanışma komiteleri çerçevesinde taban örgütlülüklerini inşa etmeye girişmesi belirleyici bir önem taşımaktadır. Nitekim en ileri ve doğru talepler bile, bu taleplerin arkasında duracak sağlam bir örgütlülük olmadığı sürece boş laf olmanın ötesine geçemeyecek, olsa olsa sendikal bürokrasinin işçilerin gözünü boyamasına hizmet edecektir. İşçi sınıfının sahip olduğu yüzlerce yıllık mücadele geleneği, işsizliğe karşı mücadelede temel kalkış noktalarımızın ne olması gerektiğini bizlere gösteriyor. Her şeyden önce, işçi sınıfının çıkarları sınıfın işsiz kesimini göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif olarak çalışan bölümünden ibaretmiş gibi ele alarak savunulamaz. Sendikalar işsizleri ve çalışanları karşılıklı sorumluluk ve dayanışma içinde birbirlerine kenetlemek, işsizleri ve aktif olarak çalışan işçileri aynı çatı altında örgütlemenin yollarını geliştirmek zorundadır. İşçiler açısından çalışma hakkının yaşam hakkı demek olduğu bilinciyle ve bunun sağladığı meşruluk zemininde, kitlesel işten atmalara, krizi gerekçe göstererek fabrika kapatmalara karşı, işyerleri terk edilmemeli, kapatılan ya da tensikata uğrayan işyerleri bizzat işçiler tarafından yönetilerek üretimin devamı sağlanmalıdır. İşsizliğe karşı sınıfın bütününü ve geniş emekçi kesimleri harekete geçirecek en temel talebimiz, ücretlerde hiç-

bir kesinti yapılmaksızın işgününün kısaltılması, vardiya sayısının arttırılması ve zorunlu fazla mesailerin yasaklanması olmalıdır. Burada temel hareket noktası, varolan bütün işlerin, çalışabilir durumda olan tüm işçiler arasında bölüşülmesi olmalıdır. Kapitalistler ve onların yardakçıları, bu taleplerin karşılanamaz olduğunu, ekonominin yasalarının ihlali anlamına geldiğini söyleyecekler. Biz ise onlara, ne mülkiyet hakkının ne de herhangi bir yasanın, milyarlarca emekçinin hayatta kalma ve insanca bir yaşam sürme hakkından daha değerli olamayacağını haykıracağız. Onların burjuva ekonomisinin yasalarıyla ispat etmeye çalıştıkları “gerçekler”, aslında kapitalizmin milyarca emekçiye işsizlikten, sefaletten ve açlıktan başka bir şey sunamayacağının kanıtından başka bir şey değildir. Madem ki, kapitalist sistem milyarlarca emekçinin temel varoluş koşullarını bile sağlamaktan acizdir, o takdirde yıkılıp tarihin çöp sepetine atılmayı fazlasıyla hak ediyor demektir. 

–––––––––––––––––––––––––– 1

Bugünkü krizi ve hatta 2000-2001 krizini bir tarafa bırakalım, daha 1998 yılında, Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) rakamlarına göre dünyada toplam 150 milyon işsiz vardı. Bunlara “eksik istihdam” adı altında geçici, sezonluk, part-time işlerde çalışan 900 milyon işçiyi de kattığımızda sayı çoktan 1 milyar kişinin üstüne, yani tüm dünyadaki çalışabilir nüfusun üçte birine çıkmaktadır.

2

Petrol-İş verilerine göre, yalnızca özelleştirmeler sonucunda her on işçiden yedisi işten atılmış ya da zorunlu erken emekli edilmiştir. Yine aynı sendikanın verilerine göre, son on yılda, halen özelleştirilmemiş KİT’lerde de her on işçiden üçünün işine çeşitli yollarla son verilmiştir!

35


“16 Mart” Davası Aşındırılarak Düşürüldü! Berdan Güney

16

Mart 1978 katliamı davası, geçtiğimiz günlerde, zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle düşürüldü. Burjuva devletin mahkemelerinin vicdanı, 70’li yıllarda işçi sınıfı karşısında biçare kalan egemenlerin düştükleri çukurdan çıkmak için kullandıkları “iyi çocukların” cezalandırılmasına el vermedi! Türkiye’de sınıf mücadelesinin keskinleştiği, patronların işçi sınıfından yana esen rüzgârın yönünü tersine çevirmeye çabaladığı bir yıldı 1978. Fabrikalarda patlak veren ve yaygınlaşan grev ve direnişler, kitlesel mitingler, öğrencilerin üniversite işgalleri, boykotları o günlerde olağanlaşmıştı. İşçi sınıfının yükselen mücadelesi karşısında sıkışan Türk burjuvazisi, hareketi dizginlemek ve düzeninin bekasını sağlamak için, paramiliter güçlerini işçi sınıfının ve devrimci öğrencilerin üzerine salmıştı. 1977 1 Mayısından sonra faşist saldırıların dozu yükseltildi. Egemen sınıf, faşist saldırıları kitlelere sağ-sol çatışmaları diye yutturup, kontrolü ele geçirebilmek için uygun zamanı kolluyordu. İstanbul Üniversitesi öğrencileri de bu yıllarda işçi sınıfının yanında saf tutarak hem direnişlerini sürdüren işçilere destek oluyor, hem de faşistlerin saldırılarına karşı mücadele ediyorlardı. Üniversite içinde “Merasim Birliği” adıyla oluşturulmuş polis birliği, faşistlerin öğrencilere saldırılar düzenlemesine, okula girişlere engel olmalarına ve üst araması yapmalarına destek oluyordu. Bu saldırılara karşı okula toplu giriş-çıkış yapan öğrencilerin mücadelelerini kırmak için bombalı bir senaryo sahneye kondu. 1978’in 16 Martında, Eczacılık Fakültesi’nin Süleymaniye kapısından toplu çıkış yapmakta olan devrimci öğrencilerin kanı, büyük bir patlama sesinin ardından Beyazıt Meydanı’nın rengini kızıla boyadı. Saldırıda 7 devrimci öğrenci yaşamını yitirdi, 50’den fazlası yaralandı. Amaçlarına ulaşan faşistler hızla olay yerinden uzaklaşmaya koyuldular. Sözde “öğrencileri korumak” için orada hazır bulunan polisler, kaçmakta olan faşist saldırganlara doğru, görüntüyü kurtarmak için de olsa bir kovalama hamlesi yaptılar, fakat polis komiseri tarafından durduruldular. Var olan kanıtlar, alışılageldiği gibi itinayla temizlendi ve faşist katliamcıların izleri yok edilmeye çalışıldı.

36

Saldırganlara karşı dava açıldı, ancak aradan geçen 30 yıl boyunca devrimci öğrencilerin katilleri sanık sandalyesine oturtulamadı ve nihayetinde dava “aşındırılarak” düşürüldü. Zaten bu dava ancak polisin “öğrencileri koruma” görevi kadar sahiciydi! Katliamdan sonra olaya dair birçok ipucuna ulaşıldı. Saldırıda kullanılan patlayıcının, kontrgerillacı emekli bir yüzbaşıya ait depoda, Amerikan modeli bir TNT kalıbından yapılmış olduğu ortaya çıktı. Olayı “ispiyonlama” tehlikesine karşı ortadan kaldırılan Zülküf İsot’un, katliamı Türkeş’in emriyle ve Latif Aktı, Sıdık Polat ve Mustafa Doğan’la birlikte gerçekleştirdiği biliniyor. Olayın önemli aktörlerinden biri olan komiser Reşat Altay bir süre sonra terfi ettirilirken, 16 Mart katliamının sonrasında devletle iç içe geçen faşist güçler birçok katliam senaryosunu sahneye koydular. Benzer şekilde, sahnelenen her bir oyunun bir sonraki perdesinde “failler” şöyle bir göründü, katillerin sergilediği vahşet medyada biri iki satırla yer aldı, birkaç delil bulundu, sonra karartıldı. Bu olayların hepsinde de sonunda davaları “zamanla aşındırma” yoluna gidildi. 7 TİP’li öğrencinin katledilmesi, Sivas katliamı davası, 19 Aralık “Hayata Dönüş” Operasyonu… İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi, eldeki kanıtlara rağmen, ceza vermekk bir yana suçluları aklamıştır. Ama burjuva mahkemelerin in akladıklarını devrimci işçi sınıfı unutmayacak cak ve aklamayacaktır. fı, ne kkatil atil faşist sürüsünü Devrimci işçi sınıfı, ne de onları kullanan burjuvaziyi nan burjuv u aziyi ve onun kapitalist düzenini ni affedecektir. Devrimci ci işçi sınıfı açısından, heasap sormanın zaman aşımı yoktur, r, hesap sormanın n zamanı vardır. İşçi çi sınıfı örgütlü bir güç olarak ayağa kalktığında, hesap sormarmanın çanları da çalaalacaktır. 


Direnen İşçilerin Hikâyesi:

Direnen Haliç

Kitap Dünyası

marksist tutum

Aylin Dinç

N

ejat Elibol’un 1988 yılında yayınlanan “Direnen Haliç” romanı, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişte olduğu bir dönemde, bu yükselişten etkilenmiş işçilerin, 1975’te, Alibeyköy’de, aralarında Sungurlar kazan fabrikasının da olduğu üç fabrikadaki direnişlerinin öyküsünü anlatmaktadır. Romanda, işten atılma, iş bulamama korkusuyla yaşadığı koşullara ses çıkaramayan işçilerin yavaş yavaş iç sesleri duyulur, bunlar dudaklardan dökülen seslere ve sonra da bir fırtınaya dönüşerek, işçilerin kendilerinden ve başkalarından beklemedikleri olağanüstü değişimleri gerçekleştirmesini sağlar. Kitabın ilk bölümünde Döküm Fabrikasının işçilerinin, ilerleyen bölümlerde ise Küçük Kazan Fabrikası ve Büyük Kazan Fabrikasının (Sungurlar) direnişine tanık oluyoruz. Daha iyi bir toplu sözleşme yapmak, daha iyi haklar almak ve her türlü baskıyı dayatan, istemediğini işten atan patrona karşı durmak amacıyla örgütlenen ve bu koşullara karşı sesini çıkarmayan sarı sendikalarını değiştirmek isteyen işçiler, sonunda direnişe geçmek zorunda kalacaklardır. Roman, örgütlenme mücadelesi verecek işçilerin neler yapması, nasıl davranması gerektiği ile ilgili derslerle dolu: Fabrikalarda kendi

halinde olan, sıkı bağlar içinde olmayan işçiler bu halleriyle bile eninde sonunda koşullara karşı direnme zorunluluğuyla karşı karşıya gelirler. Ama sorun bu noktaya gelmek değil, bundan sonra sorunun çözülmesi yönünde bir ilerleme kaydetmektir. Bu da işçilerin sağlam bir örgütlülüğü olması durumunda gerçekleştirilebilir ama bunun temeli iyi inşa edilmelidir. İşçilerin sık sık görüşmesi, grev veya direnişlerden aylar hatta yıllar öncesinden kurulmuş olan dostlukları, dayanışmaları zorunludur. Romanda olaylar, önceleri işten atılma korkusuyla sendikalı olmaktan korkan, sendikalara güveni ol-

mayan, bilinçsiz bir işçi olan ama sağlamlığı ve haksızlıklara karşı tutumuyla diğer işçilerin güvenini kazanıp mücadele içinde giderek bilinçli bir işçi olmaya başlayan Birol’un gözüyle anlatılıyor. Çalıştığı fabrikada ücretlerin ayın kaçında ödeneceği belli değildir, yemekler bozuk çıkmakta ve bu durumdan en ufak hoşnutsuzluk gösteren kendini kapı dışında bulmaktadır. İşten atılan, geride kalanların yüreğine korku salmaktan başka bir işe yaramamakta, çoğu işçi ezildiğinin, haksızlığa uğradığının farkında olmasına rağmen iş karşı çıkmaya geldiğinde, kimse buna cesaret edememektedir. Birol, greve başladıktan sonra işçileri önceden tanımanın zorunluluğunun farkına varıyor. Bize grev öncesi ve sonrası yalnızca olayları anlatmıyor, yapılan hatalarda işçilerin karakterlerinin, alışkanlıklarının, eğilimlerinin ne kadar önemli olduğunu, örgütlenmek için hazırlığın en önemli parçalarından birinin, işçileri tanımaktan geçtiğini gösteriyor. Tek başına hareket etmenin yanlışlığının bilincinde olan ama nereden başlayacağını bilmeyen Birol, mücadele deneyimi olmadığı için, yanlışlardan ders çıkararak, bireysel davranan işçi arkadaşlarını gözlemleyerek ne yapmaması gerektiğini öğrenmeye çalışı-

37


Kitap Dünyası

marksist tutum

yor. Birlikte, omuz omuza mücadele vereceğimiz işçi arkadaşlarımızı iyi tanımamız gerektiğinin önemli olduğunun altını çiziyor. Denizcilikten gelen Mehmet, fabrikadan kurtulmaktan başka bir şey düşünmüyor, başkasının yaşamı da onu hiç ilgilendirmiyor. Sorunlara karşı tek başına mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyor, meseleyi tek başına güçlülük veya zayıflık olarak ele alıp, tüm sorunlarını yalnız başına çözmeye kalkıp, sonunda da gerçekten yalnız başına kalıyor. İşçilerin içinde lümpen olanlar da vardır, en ufak bir sebepten kavga çıkarırlar, kıyasıya kapışırlar. Grev mücadelesinde bazen bu yönleri işe yarayabilir, ama onları devamlı aynı çizgide tutmak olanaksızdır. Disipline asla gelemedikleri ve yapılanlar yalnızca “delikanlılık” anlayışına göre değerlendirilerek yapıldığı için grevde yan yana durdukları arkadaşlarına kızıp grev kırıcıların saflarına geçme durumları da hiç şaşırtıcı olmamalıdır. Çeyrek aydın tiplemesi Yücel Aydın, etrafımızda gördüğümüz ve mücadelenin içinde olmayan ama dışardan gazel okuyan, sürekli konuşan ama iş yapmaya geldiğinde “nasıl yapsam da buradan bana bir şey bulaştırmadan tüysem” diyen binlerce örgütsüz insanı temsil ediyor. Örgütsüz küçük-burjuva aydın tipleri duyarlı olabilir, sorunlara karşı hümanist bir tepki verebilir ama sorunların çözümü konusun-

38

da kararlı bir tutum içinde olamazlar. Bu tipleme, böylesi çeyrek aydınların her an yan çizebileceğini, mücadeleyi sonuna kadar götüremeyeceğini, kuyruğu sıkıştığında “ben bu işi yapamayacağım” diyebileceğini çok iyi anlatır. İşçilerin patrona, müdüre, şefe karşı duydukları ezikliğin altında, kendilerini yönetenlere duydukları o gizli hayranlığa da bizi tanıklık ettirir Birol. Grev sırasında uyumak için patronların, müdürlerin odalarındaki yumuşak deri koltukları tercih edenler, sınıf atlama hayaliyle kendilerini yönetenlerin yerine koyan işçilerdir. İşçilerin temsilcisi olup da bir gün makam koltuklarının düşünü kuran, sınıfına ihanet etmeye hazır ve arkadaşlarını küçümseyen, öne çıkma heveslisi, maceracı işçilerle ilgili örnekler de verir bize Birol. Birol, düzenin bozukluğunu görebilmenin ve onunla mücadele etmenin, tek tek bireylerin gücünü aştığını fark eden biridir. Birey olarak karşı koyamayacağı bozukluklara sınıf olarak karşı koyulabileceğini kavrar. Toplumun bir parçası olduğunu, toplumun ilerlemesiyle kurtuluşunun yolunun açılacağın düşünür. İşçilerin neden korktuklarının farkındadır. Toplumun tüm değer yargıları hepsinin üstüne sinmiştir. Aynı ortak kaderi paylaştığının farkındadır. Onlara ihtiyacı vardır. Yazgısının değişmesi için tüm işçilerinkinin değişmesi gerektiğine

inanır. Her üç fabrikanın direnişinde de sendikal örgütlenme mücadelesinin ciddiyetle ele alınması gereken bir mücadele olduğunu, doğru mücadele deneyimi olmadan yenilgiye mahkûm olduğunu, sermaye sınıfının ciddi saldırılarının söz konusu olduğunu ve bu saldırılara karşı bir savaşa hazırlanır gibi planlı hazırlanmak gerektiğini görürüz. Bir savaşta nasıl ki, savaşı yöneten bir kurmay varsa burada da komite olması gerektiğini Küçük Kazan işçileri bilmiyor ve bu yüzden çok kısa süre içinde direniş zayıflıyor ve fabrikada işbaşı yapılıyor. Her üç direnişte de patronlar, direnişleri bitirmek için yalnızca polis ve jandarmayı işçilerin üzerine sürmekle yetinmiyor, diğer fabrikalara yayılmasını engellemek için bazen işçilerin başına silahlı adamlar yerleştiriyor, bazen kiralık katillerle öncüleri öldürtmeyi planlıyor, bazen de gece bekleyen işçileri korkutmak için grev çadırını kurşunlatıyorlar. Tüm bunlar bize, düşmanı küçümsemenin mücadeleyi küçümsemek olduğunu, moralimizi bozmadan her türlü kirli tertibe karşı uyanık olmamız gerektiğini gösteriyor. İki fabrikanın işçileri bu mücadele için birlikte hareket etmeye karar verdiklerinde örgütlenmenin en önemli kurallarından birini ihlal ediyor, ilk toplantıya çok iyi tanımadıkları, hatta hiç güvenilir olmayan, patron yalakası işçileri bile çağırıyorlar. Ancak en güvenilir olanlarla yola çıkmak gerektiği, ertesi gün Küçük Kazan Fabrikasından öncülerin işten atılmasıyla daha iyi kavranacaktır. Ama olacakları tahmin eden Birol ve birkaç işçi zaten planlarını hazırlamışlardır: İşten atılma durumunda direniş başlatacaklardır. Ve böylece direniş başlar. “Direniştekilere gelince, onlar üretimi durdurmanın dışında bir sürü şeye karşı mücadele vermek zorundaydılar. Üretimi durdurmakla iş bitmiyordu. Kendi bilgisizliklerine ve tecrübesizliklerine karşı, sı-


nıf gerçeğini görmeyen işçilere karşı, sınıfına ihanet içersinde olanlara, açlığa, korkaklığa karşı… Bir sürü şey vardı mücadele etmek zorunda kalacakları. Bunların neler olduğunu hayat gösterecekti onlara, bir bir karşısına çıkacaktı hepsinin. Bunlara karşı dayandıkça güçlü olunurdu” diyen Birol, hazırlıksız bir direniş başladığında, direnişçi işçilerin, yalnızca patronun saldırılarına değil, bir sürü şeye karşı mücadele vermek zorunda olduklarını anlatıyor. Direnişin ilk anları önemlidir, saflar kısa sürede netleşir, kararsızlar patron tarafına geçer. Çizginin bir tarafında mücadeleye işçileri çekmeye çalışan öncüler, diğer tarafında işçileri tehdit eden, geri çekilmeleri için gözdağı veren patron ya da onun hizmetkârları. Hangi taraf daha çok bastırırsa işçiler

her an o tarafa doğru gitmeye eğilimlidir. İyi bir hazırlık yapılmadan başlayan mücadelede bu çizgi çok incedir, işçiler arasında sağlam bir güven, sağlam bir örgütlülük oluşmamışsa iki saf arasında başlayan savaşta ilk etabı daha cesur olan kazanır. Kimin haklı olduğunu unutabilecek durumdadır işçiler. Küçük Kazan Fabrikasındaki direniş işte böylesi bir psikolojik savaştan sonra başlıyor, ama direnişi başlatanlar direnişle ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Deneyimli olan Döküm Fabrikası işçilerinden, askerlerin zorlamasına rağmen fabrikayı terk etmemeleri ve patronun fabrikadan malzeme çıkarıp dışarıda işi devam ettirmesini engellemeleri gerektiğini öğreniyorlar. İşçilerin sık sık acil bir sorun olduğu için eve çağrılması gibi durumlara karşı ön-

lem alınmasının şart olduğunu, zira bunun patron tarafından da tezgâhlanabileceğini görüyorlar. Sorumluluk verilmeyen işçilerin grev kırıcıların safına geçme tehlikesinin farkına varıyorlar. Direnişi ilk terk edenler, genelde, buradan kurtulmayı, “kendi işinin patronu” olmayı hayal edenler olur. Bazı işçiler, bir süre sonra kavga çıkarıp jandarmanın veya polisin müdahalesine fırsat sunmaya uğraşarak patron hesabına çalışabilirler. Bunlara karşı uyanık olunmalıdır. Birol’un direnişte öğrendiği şeylerden biri de direniş komitesinin önemi oluyor. Örgütsüz hiçbir hareketin başarıya ulaşamayacağını, dağınıklığın ancak komite aracılığı ile toparlanabileceğini öğreniyor. Hazırlıksız yola çıkıldığında, direnişe katılmayanlar ikna edilemiyor, başta heyecanla başlayanların heyecanı sönüyor, tek çıkar yol kaçmakta bulunuyor, başka işlerde çalışmaya başlanıyor. Büyük Kazan Fabrikasının işçileri daha deneyimli olduklarından onlar direniş başlar başlamaz komite kuruyorlar, ama onlar da Küçük Kazan Fabrikası gibi aylar öncesinden süren sabırlı bir çalışmayla bu işe başlamış değiller. Her üç fabrikadaki direniş de işçilerin kendiliğinden hareketiyle bir anda gelişmiş mücadelelerdir. Bu yüzden çıkarılması gereken bir yığın dersle doludur roman. Kapitalist düzenin dayattığı çalışma ve yaşam koşulları, er ya da geç mücadeleye itiyor işçileri. Sermaye sınıfı her ne kadar mücadeleci işçiler istemese de, kendi mezar kazıcısını savaşa girmek zorunda bırakıyor. Ama bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesinin en önemli koşulunun devrimci işçi sınıfının örgütlü ve kararlı duruşu olduğunu, mücadele tarihimiz kafamıza vura vura gösteriyor. Doğru dersi çıkaranlar, doğru rehberi edinenler daha az kayıpla yola devam ederken, hazırlıksız, rehbersiz yola çıkanlar yenilgiye mahkûmdurlar. 

Kitap Dünyası

marksist tutum

39


marksist tutum

Aralık 2008 • sayı: 45

İşte Böyle Bir Oyun Oynamalı!

H

ayatımızı çepeçevre saran kapitalist sistem, biz ezilenleri bir dakika bile boş bırakmaz. Burjuva sınıfı geleceğe güvenle bakabilmek için kendi ideolojisini sürekli olarak üretmek zorundadır. Hâkim sınıflar bütün bunları bildikleri için sömürdükleri sınıfları zapturapt altına alırlar. Sindirmeyi, susturmayı yalnızca zor araçlarını kullanarak yapmazlar. Bunun öncesinde kitleleri ideolojik aygıtlarla maniple etme yolunu seçerler. Görsel ve yazınsal basını elinde bulunduran burjuva sınıfı her gün ekranları ve sayfaları kendi yalanlarıyla doldurarak sömürüsünü gizler. Sadece bununla da kalmaz, beyaz perdeye taşınan filmler olsun, oynanan oyunlar olsun çoğu düzenin hizmetindedir. Sistemin sömürücü sınıfsal karakterini teşhir etmekten ziyade burjuva yaşam biçimini sunmayı tercih ederler. Bu şekilde kitleleri edilgen hale getirerek sisteme sadık birer insan haline getirirler. Sınıf mücadelesi veren işçi örgütlerinden pek çoğu işçileri sınıfsal zemine çekme noktasında eksik kalmaktadır. Fakat mütevazı çalışmalar sonucu işçi sınıfının sorunlarını işçilerle anlatan işçi dernekleri de yok değil. İşte UİD-DER bunlardan biri. Yaptığı çalışmalarla işçilerin tarihsel hafızasını tazeliyor, düzenin sömürücü yapısını resmediyor ve işçiler arasında dayanışmanın önemini, bu köhnemiş düzenin yıkılıp yerine kendi iktidarımızı kurabileceğimizi en yalın şekilde anlatarak mücadele etmeyi öğretiyor. Pazar günü UİD-DER İşçi Tiyatrosu’nun Aydınlı şubesinde sahnelediği tiyatro oyununda bunu bir kez daha gördük. “İşçiler İçin Nasıl Bir Oyun Oynamalı” oyununda neler öğrenmedik ki. Yaşlı olduğu gerekçesiyle işten atılan işçi Hasan, haklı olduğunu bilerek pat-

rona dava açar. Hasan’ı bir sosyalist savunurken, maden patronunu ve toprak ağasını, bir avukat ve bir de imam savunuyordu. İmamın mahkemede ne işi var diyeceğiz ama oluyor işte. Sömürüyü dört kitaba dayandırarak kutsallaştıran, insanların eşit yaratılmadığını her nefeste dillendiren onlar değil midir? Bundan dolayı imamın mahkemede zenginleri savunmasında yadırganacak bir şey yok. Aslında görevini de öyle iyi yapıyordu ki, haksızlığı, sömürüyü öyle güzel dine dayandırıyordu ki neredeyse biz bile inanacaktık.

Ama sömürücülerin ve savunucularının yanıldıkları bir nokta vardı. Mahkemeyi yürüten yargıcın mahkeme süresi boyunca göstereceği tutum nasıl olacaktı? Onlar yanıldığı gibi biz de yanıldık. Yargıç tarafsız olmayı tercih etti ve sorduğu sorularla, burjuvaların işçileri sömürerek nasıl zengin olduklarını ortaya çıkardı. Maden ocağında çalışan işçi Hasan, gün doğumundan gün batımına kadar tonlarca kömür çıkarmasına rağmen neden yoksullukla boğuşuyordu? Öte yandan hiç çalışmadan, yan gelip yatanlar, üretim sürecinde suya sabuna dokunmayanlar nasıl oluyor da her şeyin en iyisine sahip oluyorlardı, oluyorlar? Bütün bunların cevaplarını UİD-DER İşçi Tiyatrosu’ndan aldık. “İşçiler ancak başkalarının hizmetinde çalışır, onlar yetenek gerektiren işleri beceremezler” diyenlere verilecek en iyi cevap buydu. Bunun adı bal gibi işçi tiyatrosuydu. Ki biz bunu oyunun bitiminde de gördük. Seyircilerin uzun süre oynanan oyunu alkışlamaları açıkçası çok şeyi anlatıyordu. İşçi sınıfı isterse her şeyi ama her şeyi başarabilir. Bunun farkına varmak için UİD-DER gibi derneklere gitmek gerekiyor. İşçi sınıfını bilinçlendirmeye dönük etkinliklerle şunu öğreniyoruz: Ey burjuvazi senin kefenini bin bir lanetle dokuyoruz biz, dokuyoruz! Aydınlı’dan bir işçi

40


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum

Safirin Çocukları B

u eller burjuva bir kadının kibar elleri… Parmağını süsleyen yüzüğün taşları ise safir taşları… Bu nasırlı eller ise o safir taşlarını yerin derinliklerinden bulup çıkaran Madagaskarlı bir taş işçisinin eli… Dünyada kullanılan safir taşının yüzde ellisi Hint Okyanusu’nda bulunan ve dünyanın dördüncü büyük adası olan Madagaskar’da çıkarılıyormuş. Bu adanın İlakaka köyü ve etrafında büyük bir servet yattığını keşfeden kapitalistler, keseleri dolsun ve burjuva kadınların gösterişi artsın diye o taşları yoksulluğa mahkûm insanlara zorlu koşullar altında topraktan çıkarttırıyorlar. Bölgedeki insanların tek geçim kaynağı olan safir taşlarını toprağın altından çocuklar çıkartıyor. Bedenleri bu işe uygun olduğu için İlakakalı çocuklar yaşları on bir, on ikiye gelince daracık tünellerden yerin altına indiriliyorlar. Gün boyu toprağı eşeliyor, kovalara toprak dolduruyorlar, yukarıya çıkarılan toprakla dolu kovalara dikkatle bakılıyor, bu toprak yıkanıyor, çıkabilecek bir-iki taş karın tokluğuna tüccarlara satılıyor. Dünyada sadece Madagaskar’da değil birçok bölgede yoğunluklu olarak çocuk işçiler çalıştırılıyor. Bugün dünyada 5-17 yaş arasındaki her 6 çocuktan biri işçi olarak çalıştırılıyor. Başta Asya, Afrika olmak üzere tüm dünyada yaklaşık 250 milyon çocuk, ağırlıkla tarım sektöründe, tekstilde, cam-tuğla fabrikalarında, taş işçiliğinde, maden işçiliğinde, dilencilikte, fuhuş sektöründe ve daha birçok sek-

Ürettiklerimizin Sahibi Olamıyoruz Tüm dünyadaki en güzeli üreten biziz. Dünyayı yaşanabilir kılan biziz. Ama açlığa, yoksulluğa ve sefalete katlanan da biziz. Kendi ürettiklerimize kendimiz sahip olamıyoruz. Çünkü patronlar sınıfı kendi çıkarları uğruna işçileri çok çalıştırıyor, fakat karşılığında verdiği para bize birkaç gün ancak yetiyor. Benim annem Brillant tül perde fabrikasında çalışıyor. Fakat evimizde öyle vitrinlerdeki gibi harikulade perdelerimiz yok. Geçen gün okulda bir öğretmenimiz bize “Florya’da evi olan var mı?” diye sordu. Samimi olduğum arkadaşlarımdan birisi “kim kaybetmiş ki biz bulalım” dedi. Teneffüste bu konu hakkında o arkadaşımla konuşurken, başka biri daha geldi. Ve şöyle dedi: “Benim babam inşaat işçisi, babamın patronunun Florya’daki villasını bile onlar yapmış, fakat biz öyle villalarda oturamıyoruz.” Çünkü o villalar bizim oturmamız için yapılmıyor, o villalar zenginler için yapılıyor. Gerçekten de asgari ücretin bi-

törde çalıştırılıyor. Ortalama günde 1 dolardan az kazanan, çoğu kayıt dışı, karın tokluğuna sağlıksız koşullarda çalıştırılan bu çocuklar, meslek hastalıklarına veya iş kazalarına hatta ölüme karşı daha savunmasız halleriyle kapitalizmin insanlık dışı yüzünü daha çarpıcı biçimde yaşıyorlar. Dünyadaki çocukların çoğu açlıktan, yoksulluktan ölürken büyük bir kısmı da savaşlarda ölüyor. Hatta Ortadoğu’da, Afrika’da, boylarından büyük silahlarla donatılıp bizzat savaştırılıyorlar. Yani kapitalizm yoksul işçi-emekçi çocuklarını ya açlıktan ya yoksulluktan ya da savaşlarda öldürüyor. Bugün yüz milyonlarca insanın işsiz kalması, yoksullaşması, yüz milyonlarca insanın açlık sınırında yaşaması, yiyecek ekmek bulamaması, yüz milyonlarca çocuğun çalışmak zorunda kalması, açlıktan veya savaştan ölmesinin tek sebebi bütün dünyanın üstüne bir kara bulut gibi çöken kapitalist sömürü sistemidir. Bir cehennemin ortasındaki Iraklı, Filistinli, Kürt çocukların, Afrika’daki bölgesel savaşlardaki çocuk askerlerin, Madagaskar’da yerin altından taş çıkartan çocukların, Çin’de, Hindistan’da çok zor koşullarda karın tokluğuna çalıştırılan çocukların, Türkiye’de maden ocaklarında, tekstil atölyelerinde, pamuk tarlalarında çalıştırılan çocukların, Amerika’da, Avrupa’da sokakta yaşayan çocukların ve tüm dünyadaki işçilerin, emekçilerin ve insanlığın kurtuluşu ancak bu sömürü düzeninin, kapitalizmin yıkılmasıyla olacaktır. Kadıköy’den bir eğitim işçisi

raz daha üstünde çalışıp da villa sahibi olan var mı? O villaları bizim ana-babalarımız yapıyor. Ama yine de bizler yıkık-dökük apartmanlarda, hatta kimimiz gecekondularda yaşıyoruz. Her şeyi biz üretiyor, ama kötü yaşam koşullarına katlanmaya da biz mecbur bırakılıyoruz. Mağazaların vitrinlerini süsleyen güzel giysileri biz yapıyoruz. Ama dolabımızı açıp baktığımızda o şatafatlı giysilerden bir tane bile yok, hatta bazılarımız hiç göremiyoruz. Bazılarımızın elbiselerini koyacak dolapları bile yok. Altını biz işliyoruz, elması biz çıkartıyor, parayı biz basıyoruz. Ama bir ayda aldığımız para kira, elektrik, su faturası şu bu derken 10 dakikada bitiyor. Patronlar ise bunların hiçbirini yapmadan zevkü sefa içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Oysaki bizim, dünyanın tepesinde bizi yöneten bir avuç insandan daha güzel yaşamamız lazım. Eğer ki, daha güzel yaşamak istiyorsak, örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Şunu unutmayalım ki, işçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir, ya da örgütsüzdür ve hiçbir şeydir. Esenler’den bir ilköğretim öğrencisi

41


marksist tutum

Aralık 2008 • sayı: 45

Türbana Sınıfsal Bakış! B

en bir fabrika işçisiyim. Çalıştığım fabrikada ağırlıklı olarak kadınlar çalışıyor ve kadın arkadaşlarımın çoğunun başı kapalı. Üç vardiya çalışıyoruz ve kadın işçilerin çoğu işe gelirken bırakacak yer bulamadığı için küçük çocuklarını evde yalnız bırakarak kapıyı üstlerine kilitliyor. Tüm bunları yazmama neden olan şey geçenlerde izlediğim bir haber. Haberde türbanlı ve çarşaflı kadınların AKP’ye tepkili oldukları için CHP’ye katıldıkları, kapalı kadınların CHP’ye katılımının devam edeceği, CHP’nin çizgisinden sapmadığı söyleniyordu. Bu haberlerin ardından da tüm tartışma programlarında “CHP değişiyor mu?” gibi tartışmalar birbirini izledi. Aslında CHP’nin değiştiği falan yoktu. CHP’de tüm bunların yaşanmasının nedeni yerel seçimlerin yaklaşması ve CHP’nin oy kapma derdidir. Bu olayın altında yatan nedenin oy derdi olmasına karşın mesele burjuva medyada çok yanlış bir temelde ortaya konuyor. Tüm başı açıklar sanki CHP’liymiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ya da tersinden tüm kapalılar AKP’liymiş gibi gösterilerek, kapalılar AKP’ye yönlendiriliyorlar. Oysa mesele başı açık ya da kapalı olmak meselesi değildir. Sorunun kaynağı sınıfsaldır. Biz işçi ve emekçiler bu soruna sınıfsal bir temelde yaklaşmalıyız. AKP bir burjuva partisidir. Yöneticilerinin eşleri kapalı olsa dahi onlar da burjuvazinin bir parçasıdırlar. MÜSİAD’daki sermayedarların başı kapalı eşleri ile bizim gibi fabrikada çalışan türbanlı işçi kadınların çıkarları ortak olabilir mi? Nasıl ki başı açık işçi ve emekçi kadınların Yalçındağ’la Arzuhan Yalçındağ la hiçbir ortak çıkarı yoksa, başı kapa ka kapalı p lı iişçi pa şçii ve eemekçilerin şç mekç me kççili er erin in d dee başbakanın başb ba ş akkan anın ın b başı aşı kka aş kapalı ap pa alılı

42

eşiyle hiçbir ortak çıkarı olamaz. Başı ister kapalı olsun ister açık, işçi ve emekçi kadınlar eve bir ekmek götürmenin derdindeyken, burjuva kadınlar hangi modacıdan giyineceklerinin derdindedir. Bizler, gece gündüz çalışıp sınıfımızın erkekleriyle aynı sorunları yaşarken, burjuva kadınlar da sınıflarının erkekleriyle birlikte bizleri daha fazla nasıl sömüreceklerini düşünüyorlar. İşte bu kadınlarla dünyalarımız bu kadar ortak! Köylerde annelerimiz köyün rahatlığından dolayı başlarına yazma takarlardı. Kentlere göçle birlikte kadınlar, şehrin hengâmesinden kendilerini korumak için türbanın altına giriyorlar. Bu bir geçiş dönemidir ve değişim zorlu olacaktır. Bu yüzden bugün bir türban sorunu yaşanmaktadır. Gerek AKP gerekse de CHP olsun yaşanan bu türban sorununu kullanıyorlar. İster başı açık olalım ister kapalı, oynanan bu oyuna gelmemeliyiz. Türban sorunu, tüm gerçekliğinden soyutlanmış bir şekilde tartışılıyor. Özel okullarda türbanlı kızlar okuyabilirken, devlet üniversitelerinde kapalı kızlar içeri dahi alınmamaktadır. Yani burada da görüldüğü gibi bu sorunları işçi sınıfının türbanlı kadınları yaşamaktadır. Sorunlarımız yalnızca kadın olmaktan değil, işçi sınıfının kadını olmaktan kaynaklanıyor. Bu türban meselesinde de aynen geçerlidir. Bizleri yapay ayrımlarla bölmelerine izin vermemeliyiz. Tüm sorunlarımızın kaynağı sınıfsal bir öz taşıyor. İşte bu nedenledir ki biz kadınlar, sınıfımızın erkekleriyle birlikte bu düzeni yıkmak için birleşmeli ve mücadele etmeliyiz. Marksist Ma arksi s st Tutum Tut utum u okuru oku uru ub bir ir kad kadın adın işç işçi şçi


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum

Milliyetçi Dalgaya Dikkat!

A

yvalık Altınova’da yaşanan olayların ardından Bezelé (Aktütün) baskını ve asker cenazeleriyle birlikte Kürt düşmanlığı pompalanmış, şovenist zehir ortalığı kaplamıştır. Devam eden günlerde ise, AKP tarafından devletin resmi ideolojisi olan “yok sayma ve imha politikası”na ilişkin açıklamalar gelmiştir. Başbakan Erdoğan İstanbul’da yaşanan olaylarda Kürt vatandaşların üzerine pompalı tüfekle ateş açılmasına ilişkin açıklamasında, “halkımızın canına kast etmek isteyenler varken, vatandaşımız kendini koruyacaktır, savunacaktır elbette” demiştir. Bunu takip eden günlerde ise, “Ya Sev Ya Terk Et” zihniyetine çıkan ırkçı bir söylemle konuşmaya devam etmiştir. Aslında tüm bunlar şuursuzca söylenen cümleler değil, AKP’lilerin bugüne kadar gizlemeye çalıştıkları içyüzlerinin su yüzüne çıkmasıdır. Çünkü benzer açıklamalar başbakanla sınırlı kalmamıştır. Yine aynı partiden olan Abdülkadir Akgül de benzer açıklamalar yaptıktan sonra basına verdiği cevaplarda şöyle demişti: “Ben vurmaktan hoşlanan biri değilim. Ancak devletime, milletime karşı geleni vururum.” Yozgat milletvekilinin bu sözlerinin ardından birçok tepki gelmiş ancak kendisi aynı pişkin ifadeyle “vururum ne var!” diyebilmiştir. Bu zihniyeti tescilleyen diğer örnekler ise, bir Kürt burjuvası olan ve geçmişte AKP’ye ılımlı adımlar attıran Dengir Fırat’ın partiden zorla istifa ettirilmesi ve savunma bakanı Vecdi Gönül’ün Ermeni kırımını ve mübadeleyi savunan sözleridir. Patronlar sınıfı, bir taraftan yarattıkları krizin faturasını biz işçi ve emekçilere çıkarmak için atağa geçerken bir taraftan da işçi ve emekçiler arasında Kürt düşmanlığını kabartmaktadır. Bu bakımdan içinde bulunduğumuz durum, işçi sınıfının mücadelesi açısından zorlu sınavlara gebedir. Bizler hem krizin faturasını patronlara ödetmek için hem de kabartılan bu Kürt düşmanlığı dalgasına karşı Kürt işçi-emekçi kardeşlerimizin yanında yer almak için, birleşmeli ve mücadele etmeliyiz. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Kahrolsun Irkçılık ve Şovenizm! Kartal’dan işsiz bir işçi

Gelecek Bizim! B

iizler l ki geleceğin l ği iişçileri; il i staj t j adı d altında lt d sömürülen, ö ü ül yazın, kışın, part-time adı altında esnek, güvencesiz çalıştırılıp patronları daha da semirten işçi çocuklarıyız. Onların eğitiminden onların elindeki bilimden faydalanmak için ya çalışmak ya da ailelerimizin kamburlaşmış sırtına biraz daha yük yüklemek zorundayız. Sabahları dolu otobüslerde birbirimizi yer, kantinde bir bardak çay içer, derse koşar, orada kapitalizmi kurtarmanın her türlü yolunu dinler, sermayedarların ilim ve irfan yuvasında eğitiliriz. Geçtiğimiz ay, en temel ihtiyaç olan yemeğe gelen zammın yanında içlerinden kılların, böceklerin çıktığı yemeklerin kalitesiz ve yetersiz oluşu karşısında üniversitemizde bir eylem düzenledik. “Açlık Ordusu Yürüyor” dövizi altında birleşerek yemekhaneye girdik. Yemekhanedeki arkadaşlara, “bu sorun sadece bizlerin değil, hepimizin sorunu, bizler kafelerde yiyemeyiz, burada doyamıyoruz, aramıza katılın öğrenci dayanışmasını büyütelim” dedik. Masalara vurarak alkışlarla desteklediler. Yemekhane işçileri bulaşıkhanede bekletilirken önlerine güvenlikçiler tarafından barikat örülmüştü. İmza kampanyası, alternatif yemek programı ve eylem sürecinin ardından, sabahları ücretsiz çorba dağıtımı, yemeklerde iyileşme ve miktarda artış görüldü. Ama bu kısmi iyileşme karşılığında artık dışarıda dolmuşlardan indirilip kimlik kontrolünden geçiriliyoruz. Artan sivil polis sayısıyla göz hapsinde tutuluyoruz. Yapmamız gereken ne kabuklarımıza çekilmek ne de kısmi başarılarla yetinmektir. Bunun için de burada sağlanan kısmi başarı ile 6 Kasım çalışmalarına yüklendik. Ve daha kitlesel bir şekilde bütün kampusu Kürtçe-Türkçe sloganlarla inlettik. Bizleri sermaye sahiplerinin eline bırakan, haraca kesen, inkârcı, baskıcı kuruma, darbeyle birlikte gelip silik bir gençlik yaratan sistem ürünü YÖK’e “HAYIR” dedik. Kürtçe-Türkçe basın açıklamasında sloganlar ve dostluk halayı eşliğinde birbirimize güç verdik. Aldığımız güçle “Sermaye Defol Üniversiteler Bizimdir”, “Staj Adı Altında Sömürüye Hayır”, “Edi Bese” diye haykırdık. Ne peşimizdeki bir alay sivil polis, ne önümüzdeki faşistler, ne de dışarıdaki çevik kuvvet içimizdeki ateşi yok edemedi. Kafalarındaki örümcek ağı fikirlerine yapışmış, efendilerinin kölesi olmuş akademisyenlere, rektörüyle medyasıyla polisiyle baskıcı, inkârcı, sömürü düzeninin tüm kuklalarına hayır! Anadilde eğitim için, bilimi, eğitimi kendi sınıfımızın çıkarına yapmak için, kendimiz, ailemiz, kardeşlerimiz, sınıfımız için, tüm baskı ve ezber kalıplarına inat ÖĞRENİYORUZ, ÖĞRETİYORUZ, ÖRGÜTLENİYORUZ! Mersin Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir grup öğrenci

43


marksist tutum

Aralık 2008 • sayı: 45

Patronların Baskısı Artıyor S

abahın soğuğunda OSTİM’de alelacele işyerlerine çekilen işçiler, yaşamlarının derinliklerine nüfuz etmiş yoksulluklarıyla, çoğu kez dalgın düşüncelere dalıp çalışmaya başlarlar. Hiçbiri yarına umutla bakmaz, sanki hayata küsmüş gibidirler. Bir lokma ekmeği kursaklarından geçirmek için bin bir eziyetler çekmektedirler ama ses çıkaramamaktadırlar. İşten çıkarılma korkusu bunun en önemli nedenlerinden biri. Ağır çalışma koşulları altında fazlasıyla ezildiğimizden bellerimizi bir türlü doğrultamıyoruz. Her gün daha da ağırlaşıyor yükümüz, patronlar bunları fırsat bilip bütün bildiklerini üzerimizde uygulamaya çalışıyorlar. Saymakla bitmiyor sorunlarımız, birini aştım derken diğerinin çelmesine takılıveriyorsun. OSTİM’de matbaa-yayın sektöründe çalışan bir işçiyim. İşyerinde mesai saati başladığında ortalık suspus oluyor, herkes işine gömülüyor. Patronsa eli arkasında şöyle bir volta atıp iş hakkında bilgi aldıktan sonra kümesine geri dönüyor. O yanımızdayken kimseden çıt çıkmıyor, nefes alışlarımız bile zorlaşır gibi oluyor. Sömürücü odadan çıktığında eski halimizi geri alıyoruz. Bundan sonrasında tepemizdeki kameralar akbaba gibi gözlemlemeye devam ediyor bizleri işyerinin her noktasından. Attığımız adımlara, yaptığımız sohbetlere kadar izleniyoruz. Geçen gün yine buna benzer bir sahne ile işe başlayacakken, bir işçi arkadaşımız dikkatimizi kendisine yoğunlaştırarak, ellerindeki kâğıtları bizlere vereceğini, bunların doldurulması gerektiğini söyledi. Kâğıtlar dağıtıldıktan sonra arkadaşların bazıları birbirinin gözlerine bakarken, bazılarımız da “nasıl yani?” deyip birbirlerinden fikir alış verişinde bulunmaya koyuldular. Kâğıtta yazılanlar şunlardı: “Bildiğiniz gibi giderek etkisini arttıran ekonomik kriz

var. Bu ekonomik krizin firmamıza henüz somut bir yansıması görünmese de, gerek kâğıt fiyatlarında yaşadığımız fahiş artış gerekse piyasada dalga dalga yayılan kriz psikolojisi mutlaka bizim de durumdan etkilenmemizi doğuracaktır. Hepimiz aynı geminin içindeyiz, dolayısıyla bu süreci hem kendimiz hem de kurumumuz adına en az zararla atlatmak hepimizin sorumluluğudur. Bu nedenle sizden tasarruf önerisi bekliyoruz. Bizlere öneride bulunun. Nelerden tasarruf edebiliriz? Nasıl?” İşçi arkadaşların bazıları önemseyerek düşüncelerini yazmaya koyulurken bazılarımız da masanın bir kenarına fırlatıverdi kâğıtları. Tüm bu yaşananların öncesinde, patronumuz, Almanya’da, ekonomik krizin gidişatı hakkında bir bilgilendirme toplantısına katılmıştı. Oradan almış herhalde bu fikri. Bir arkadaşımız, bizlere aba altında sopa gösterilmek istendiğine işaret etti. Nitekim bunun farkında olan arkadaşlarla çay saatlerimizde bu durumun tartışmasını yaptıktan sonra, arkadaşlarımıza, krizin sorumlusunun biz olmadığımızı, bu krizlerin patronların daha çok kazanma hırsından kaynaklandığını, krizi bizlere ödetmek istediklerini ve bunun faturasını bizim değil onların ödemesi gerektiğini anlattık. O bir şeylerden anlamaz, kafası çalışmaz denilen işçilerden o kadar güzel cümleler dökülüyordu ki. Herkes bu saldırılara karşı birlikte hareket etmenin gerekliliğinin farkına varmış görünüyordu. Nitekim daha sonraki günlerde baskılar artmaya başladı. İşe geç kalanların iş sözleşmesinin feshedileceği, işteki hataların zararının yarısının işçiden kesileceği, ölüm olmadığı sürece izin verilmeyeceği, tuvalette boşa zaman harcanmaması ve suyun boşa tüketilmemesi gerektiği, içme suyumuzu artık kendimizin alması gerektiği noktasına kadar ileri götürüldü saldırılar ve hepsi bir bir uygulamaya koyuldu. İşçi sınıfının devrimcileri olarak bizler, tüm bu olup bitenleri, sömür sisteminin pisliklerini büyük bir sabırla işçilere anlatmalı, yılgınlığa düşmemeli, bu konuda inatçı olmalıyız. Bizlere taşınan ve bizlerin de diğer işçi arkadaşlarımıza taşıdığımız bilinç er ya da geç meyvesini verecek! Patronlara ve Onların Sistemine Dur Demek İçin Mücadeleye Katılalım! Birleşen İşçiler Yenilmezler! OSTİM’den Marksist Tutum okuru bir işçi

44


sayı: 45 • Aralık 2008

marksist tutum

Nükleer Silahlar Dehşet Saçıyor

H

epimizin bildiği gibi hiç de küçümsenemeyecek bir sorunumuz var. Savaş! Savaş denilince hepimizin aklına gelecek birtakım olgular vardır; misal silahlar, ölüler, yaralılar, cepheler ve savaştan önce de olduğu gibi açlık. Ancak bunlara burjuvazinin geliştirdiği silah teknolojisini de eklemek zorundayız. Bahsettiğim teknolojinin ismi nükleer silahlar. Nükleer silahlar ve bu silahlara sahip olan ülkeler hakkında yaptığımız kısa bir araştırma, dünyayı tarih öncesi çağlara götürebilecek tehlikeyi gözler önüne seriyor. Ünlü fizikçi Albert Einstein’ın, kendisine 3. Dünya Savaşının çıkıp çıkmayacağı yönündeki bir soruya verdiği cevap, bu silahların neler yapabileceğine dair bir öngörü sunuyor: “3. Dünya Savaşının nasıl olacağını bilmiyorum, ama 4. Dünya Savaşının taş ve sopalarla olacağını biliyorum.” Einstein’ın öngörüsü şimdilerde daha da bir kesinlik kazanmıştır! Üçüncü dünya savaşının çığlıkları giderek daha güçlü bir şekilde kendini duyurmaktadır. Nükleer silah demek, atomun parçalanması ya da iki atomun birleşmesiyle açığa çıkan enerjiden istifade edilerek geliştirilmiş ölüm bombaları demektir. Bir bombada milyarlarca atom bir anda parçalandığı ya da birleştiği için açığa çıkan enerji astronomik rakamlarla ifade edilecek düzeye ulaşmaktadır. Atom bombası ilk kez Japonya üzerinde denendi. ABD tarafından Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine atılan atom bombaları, patladıkları anda tüm şehri yok etmelerinin yanında, uzun yıllar süren kalıcı etkileriyle de ne denli korkunç birer silah olduklarını gösterdiler. Hiroşi-

İşkenceci Burjuvazi

E

ngin Ceber’in polis işkencesi sonucu hayatını kaybedişi, egemen sınıfın iğrenç yüzlerinden biri olan işkenceyi yine gündeme getirdi. Engin Ceber 28 Eylülde Yürüyüş dergisi dağıtırken gözaltına alındıktan sonra Metris Cezaevine konulmasının ardından karakolda ve cezaevinde gördüğü işkenceler sonucu yaşamını yitirmişti. Burjuvazinin statükocu kanadının diliyle konuşan medya, sanki kendileri sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi, yaklaşık 10 gün boyunca, büyük sermayenin sözcüsü AKP’ye bu vesileyle saldırdı. Ama bizler çok iyi biliyoruz ki, işkence bütün burjuva devletlerde, özellikle de devrimcilere yönelik olarak kullanılan bir araçtır. İşkence AKP’den önce de vardı, şimdi de sürüyor. Burjuva düzen yıkılmadıkça da son bulmayacak. Çünkü burjuva düzen açık ya da gizli, fiziksel ya da psikolojik yani o ya da bu türden işkenceyi sürdürmeden ayakta kalamaz.

ma’nın 580 metre üzerinde patlatılan atom bombasıyla, ilk anda 70 bin insan buharlaşırken, bir hafta boyunca şehre asit yağdı. İki ay içerisinde radyasyon sebebiyle 70 bin insan daha hayatını kaybetti. Patlamanın ilk beş yılında bilânço, 200 bin ölü, onbinlerce sakattı. Buna Nagasaki de eklenince kayıp sayısı 350 bine ulaşıyordu. Dünya’nın sonunu getirebilecek ve insanlığı taş devrine geri götürecek en büyük tehditlerden biri olan nükleer silahlarla, İkinci Dünya Savaşı sırasında tanıştık. Soğuk Savaş yıllarında dünya, nükleer silahlara sahip olmak için adeta bir yarışa girdi. En son olarak Kuzey Kore bir deneme yaptı. Bu bombanın sadece yer sarsıntısı olarak etkisinin 4,2’lik bir depreme eşdeğer olduğu görüldü. Bin bir türlü nimetlerle dolu dünyamız, kapitalist kâr düzeni altında göz göre göre yok oluşa sürüklenmektedir. Yeryüzündeki tüm hastalıkların iyileştirilmesi, tüm zorlukların üstesinden gelinmesi, yani insanlığa faydalı olacak şekilde kullanılması gereken teknoloji, tam tersine egemenler tarafından sonu gelmeyecek bir kâr hırsı nedeniyle insanlığın kökünü kazımak için kullanılıyor. Hepimizin yaşadığı ve yaşayabilmek için de ihtiyaç duyduğu bu yerküreyi kurtarmanın yolu, onu bu dizginsiz kâr sisteminden temizlemekten geçiyor. Bu temizlik ise ancak biz işçiler birlik olduğumuz ve bilinçlendiğimiz zaman olabilecek. Yaşasın işçilerin uluslararası mücadele birliği! Haramidere’den bir işçi

Zaten tarih boyunca burjuvazi, kendi egemenliğinin devamlılığı için çeşitli işkence yöntemlerini kullanmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır. İşkence bir baskı yöntemi ve ezilenleri kontrol altına alma aracı olarak her daim kullanılmıştır. Bugün de binlerce devrimci, F-tipi cezaevlerinde yaşadığı işkenceler yüzünden fiziksel ve ruhsal yönden çöküntüye uğramakta ve sistem bununla da yetinmeyerek, devrimcileri hapisten çıktıktan sonra bile rahat bırakmamakta, yaşam içerisinde yalnızlaştırmaya ve “hiçleştirmeye” çalışmaktadır. Oysaki işçi sınıfının mücadele tarihi, devrimci irade, bilinç ve inançla işkencecileri aciz bırakan devrimcilere pek çok kez tanıklık etmiştir. Günümüzde işçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle tüm hayatımızı işkenceye çevirenlere karşı sınıfımızın örgütlülük düzeyini artırmalı ve mücadelemizi yükseltmeliyiz. Ankara Tuzluçayır’dan bir eğitim emekçisi

45


Okurlarımızdan Sıra Bana Ne Zaman Gelecek? Merhaba işçi arkadaşlar, ben Gebze’de metal sektöründe çalışan bir işçiyim. Yaşamakta olduğumuz krizi sebep göstererek çalışmakta olduğumuz işyerlerinde ücretsiz izinler ve toplu işten çıkarmalar başladı. Bu çıkışlarla beraber işsizlik artarak, varolan sefalet ve yoksulluk koşulları çekilmez hale geliyor. Benim çalıştığım işyerinde de krizin dillendirilmeye başlandığı ilk günlerde patron, “hamdolsun biz vatan olarak krize hazırız” diyordu. Aradan geçen zaman içinde krizin etkileri tüm dünyayı sarsarken, “kriz bize uğramaz” diyenlere de bir bir uğruyordu. Bu kriz bize gelmez diyenlerin içinde bizim patroncuk da yer alıyordu. Yeni siparişlerin gelmemesi ve var olan siparişlerin iptal olmasıyla beraber bizim patron salya sümük ağlamaya başladı. “İşler kesat, birlikte çalıştığımız firmalar üretimi durdurdu. İşçilerini ücretsiz izne göndermişler, işçi çıkarmaya başlamışlar. Biz de daralmaya gidebiliriz, yakın zamanda çıkışlar olabilir” diyerek biz işçilerin gözlerini işsizlikle korkutmaya başladı. Zaten bunun öncesinde servisimizi kaldırarak, üç ay önce yapmış olduğumuz fazla mesailerin ücretlerini hâlâ vermeyerek ve üc-

retlerimizi düzenli ödemeyerek bize bir yığın sıkıntı yaşatıyordu. İşçi arkadaşlarımla konuşurken bir işçi arkadaşım “acaba beni çıkarır mı, bana sıra ne zaman gelecek?” diyerek, “babamı işten çıkarmışlar, benim çalışmam lazım, evde başka çalışan kimse kalmadı, biz ne yaparız?” diye yakınıyordu. Zor belâ karnımızı doyurmaya çalıştığımız bu düzende, sistemin anarşik ve plansız doğasından ve patronların kâr hırsı yüzünden çıkan krizler nedeniyle katlanılmaz bir yaşam sürmekteyiz. Patronlar, holdinglerini, bankalarını kurtarmak için biz işçilerin üç kuruşuna göz diktiler. Devletin ardı ardına yaptığı zamlar, ücretsiz izinler, işten çıkarmalar ve sıfır zam dayatmalarıyla, ikiyüzlü sahtekâr patronlar ve devlet krizin faturasını biz işçilere kesmek istiyor. Sıra bana, sana, bize ne zaman gelecek diye bekleyecek miyiz? Ne zaman gözlerimizi açıp gerçekleri göreceğiz? Kaybedecek zaman yok, işçiler birleşmeli, mücadele bayrağını yükseltmeli. Bu, bizim ve çocuklarımızın geleceği. Ben bir metal işçisi olarak, krizin faturasının biz işçilere kesilmesini kabul etmiyorum. Sen de kabul etme. Sınıf cephesine gir, çünkü sen de bir işçisin!

Tersanede Bir İş Kazasının Düşündürdükleri

Gebze’den bir metal işçisi

Ben bir lise öğrencisiyim. Şu günlerde herkesin ÖSS yarışına kapıldığını görüyorum. Öğrenciler sosyal hayattan tamamen kopmuşlar, yolda ders çalışanına bile rastlanır. Bu sistemin yarattığı bir sınavda başarılı olduktan sonra her şey bitecek mi? Bütün dertler son bulacak mı? Hayat güllük gülistanlık mı olacak bizim için? Aylık asgari ücret alan bir işçi, çocuğunu nasıl milyarlar verip de dershanelere gönderecek, özel hocalar tutacak? Bu düzende hiçbir öğrenci eşit olamaz ama hepsi tek bir sınava tabi tutuluyor. Yaşam şartlarımız göz önüne alınmıyor. Bir de sözde parasız eğitim deniliyor. Böyle bir saçmalık olamaz. Parası olan okuyor bu sistemde. Parasız eğitim, sömürüsüz bir düzen istiyoruz! Kahrolsun kapitalizm!

Tersanelerde iş kazaları dur durak bilmeksizin devam ediyor. Bakanlığın sözde önlem alması ve tersaneleri kapatması pek işe yaramış gibi görünmüyor. Geçen günlerde çalıştığım tersanede bir iş kazası meydana geldi. Kaza sonucunda işçi ölmedi ama ağır yaralandı. Belki de bir daha yürüyemeyecek. Olay yerine gittiğimde bir işçi yüksekten düşmüş ve yerde acılar içinde kıvranıyordu. Bir süre acılar içinde inledikten sonra birden ağlamaya başladı. Daha sonra ambulansla hastaneye götürdüler. Herkes kaldığı yerden çalışmaya devam etti. Kazanın nedeni kocaman bir dolabı iki kişinin indirmeye çalışmasıydı. Yukarıda olan işçinin elinden dolap kayıyor ve aşağıdaki işçiye çarpıyor. Bu çarpmanın etkisiyle işçi merdivenlerden aşağı düşüyor ve ağır bir şeklide yaralanıyor. İndirilen dolap büyük olduğundan vinçle indirilmesi gerekiyor. Ama dolaba zarar gelecek diye buna izin verilmiyor. Merdivenlerde korkulukların olması gerekiyor ama bu da yok. Bu arada kazazedeyi almaya GİSBİR’e bağlı ambulans geliyor. Yani kazayla ilgili tutanak tutulmayacak ve tersaneye hiçbir şekilde ceza gelmeyecek. Kimsenin haberi olmadan bu kazanın da üstü kapatılmış olacak. İşçinin ağlayış sesleri kulaklarımdan çıkmıyor bir türlü. Kendi kendime düşünüyorum acaba neden ağladı diye. Acıdan olamaz diyorum. Galiba o anda aklına ailesi geldi. Eğer kendine bir şey olursa arkasında kalanlar açlık, yoksulluk ve sefalet içinde ortada kalacak. İşçi ölmedi ama felç kalma tehlikesi var. Şimdi ailesiyle birlikte o da ortada kalma tehlikesi içinde hayata tutunmaya çalışıyor. Eğer biz işçiler bu şekilde örgütsüz kalmaya devam edersek iş kazalarında daha çok canlar vereceğiz, daha çok hayatlar sönecek. Bu kazaların önüne ancak ve ancak birlik olarak geçebiliriz.

Daha kaç ay öncesinden Marksist Tutum dergisinin içinde yer alan bir yazı gerçeğe dönüşüyor. Hegemon güç olan Amerika gücünü kaybettikçe saldırganlaşıyor. Kapitalist düzenin kaçınılmazı olan ekonomik kriz yine yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek. Kapitalist düzenin en iğrenç yüzü yansıyor ve ne kadar çaresiz oldukları gözler önüne seriliyor. Herhangi bir kriz durumunda elleri kolları bağlanıyor ve çıkmazın içine batıyorlar. İşçi sınıfının örgütlü ve sağlam bir çalışması ile kapitalist düzen yıkılabilir. O zaman insanlar ekonomik kriz yaşamazlar ve daha güzel bir dünyada yaşarlar. Yasasın Örgütlü Mücadelemiz!

Tuzla’dan bir tersane işçisi

Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci

46

Akhisar’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci


Okurlarımızdan Geçtiğimiz günlerde gazetelerde şöyle bir haber okuduk: İşsizlik fonunda biriken 33 katrilyonu krizden çıkılması için patronlara vermemiz gerekiyormuş. Çünkü bu kriz hepimizinmiş. Biz aynı gemideymişiz, batarsak hep beraber batacakmışız. Bunun için biz işçilerin kolları sıvaması ve bu krizden çıkmak için patronlara yardım etmemiz gerekiyormuş. Gece gündüz çalışmalı ve hatta fonumuzda biriken 33 katrilyonu da onlara vermeliymişiz. Evet dostlar, siz ne düşünüyorsunuz? Gerçekten bunları yapmalı mıyız? Gece gündüz çalışıp iliklerimize kadar sömürülüp, sonra da 33 katrilyonu patronların doymak bilmeyen midelerine indirmelerine göz mü yummalıyız? Bu ciddi bir rakam, patronların ağzının suyunun akmaması imkânsız. Onlar işlerini yapıyorlar, sınıflarına ve soylarına yakışanı yapıyorlar. Bizlerin ekmeklerine göz dikiyorlar. Peki, biz ne yapmalıyız? Onlara ekmeğimizi verip aç mı kalmalı? Yoksa, bize düşeni yapıp canımız pahasına da olsa karşı mı çıkmalıyız? Canımız pahasına da olsa diyorum, çünkü henüz krizin dibini görmedik. Bu gerçekleştiğinde milyonlarca işçi kardeşimiz işten atılacak. Size ihtiyacımız yok denilecek ve tek elimizde olan da işsizlik fonundaki bu para

olacak. Bu da olmazsa açlıktan öleceğiz belki de. Bunlar 1929 krizinde yaşanmış. İnsanlar açlıktan ölmüş. Bu krizinse 29 krizinden büyük olacağı düşünülüyor. Dolayısıyla bizim buna karşı çıkmamız gerekir. Çünkü o para bizim, ayrıca her şey yolunda giderken, kâr üstüne kâr ederken, kimse bu kârı paylaşalım demiyordu. Zarara gelindiğinde zarar hepimizin zararı diyorlar. Yok ya! Bu nasıl oluyor? Patronlar trilyonlar kazanırken, “kârımın bir kısmını da şu işçilere dağıtayım, bu kâr hepimizin” demiyorlardı. Ne oldu da birden böyle ortak kesildik. Tüm bunları düşünüp şöyle haykırmalıyız: “Krizin faturası patronlara! Bu krizi biz yaratmadık. Dünyadaki diğer pislikleriniz gibi bunu da biz yaratmadık!” diyebilmeli ve onlara dünyanın kaç köşe olduğunu göstermeliyiz. Bu sistemi yıkıp yerine yeni bir dünya, yaşanır bir dünya kurmalıyız. Açlığın, yoksulluğun, sefaletin, savaşların olmadığı bir dünyayı kurmalıyız. Dolayısıyla ekmeğimizi vermek için değil çoğaltmak için kolları sıvamalıyız ve şöyle haykırmalıyız: Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sınıfsız sömürüsüz bir dünya!

Ben 500 işçinin çalıştığı elektrikli ısıtıcı üreten bir fabrikada çalışıyorum. Bu işyeri kışa doğru sezonluk işçi alıyor. Eylül ayında alıp Ocak ayında çıkarmaya başlıyor. Yani çalışma yaklaşık beş ay sürüyor. Fabrika geçen seneden farklı olarak bu sene kadın işçi de çalıştırıyor. Patrona göre kadın işçiler erkek işçilerden daha hızlı ve güzel çalışıyormuş. Bunu duyan kadın işçiler erkek işçilerle yarışa girmişçesine hızlı çalışıyorlar. Fabrikaya baktığımda sömürü çok korkunç düzeyde ve patron her anlamda kâr elde ediyor. Fabrikaya günlük iş başvurusu yapan işçi sayısı yüzü geçiyor. Aynı zamanda işe başlayan işçiler yarım gün, bir gün, iki gün, bazen üç gün çalışıp çıkıyorlar. Çalıştıkları gün ise patrona kâr olarak kalıyor. Bu durum her gün aynı. İşçilere çok para veriyormuş gibi, iş görüşmesinde ballandıra ballandıra aylık 485 YTL, ayrıca 45 YTL fiş parası, toplam 530 YTL ve cumartesi mesailerini de içine katarak 600 YTL’ye yakın bir parayı çok cazip bir ücretmiş gibi anlatıyorlar. İşsizlik çok fazla olduğundan işçiler sezonluk falan demeden çalışmak zorundalar, yoksa çocuklarıyla birlikte aç kalırlar. Zaten hepimiz karın tokluğuna çalışıyoruz. Patron kârına kâr katmak için, işçilerin daha çok çalışmaları için rekabeti arttırmak amacıyla bir de 50 YTL’lik prim açıkladı. Kim iyi çalışırsa ona 50 YTL ödül verilecekmiş. Resmen at yarıştırıyorlar. İşçiler kendi aralarında rekabet etmeye başlıyor. Çalıştığımız iş çok ağır ve çok yorucu. İşçilerin kolları yara-bere içinde, ellerimiz su toplayıp patlıyor, yara oluyor, sonra da nasırlaşıyor. Yani ürettiğimiz her şeyde elimizin kanı var. Öncelerde sezonluk işçi alınması bu kadar yaygın değildi. Şu an patronlar sınıfı çıkarttıkları yasalarla iyice kanımızı emiyor. Biz işçiler haklarımıza sahip çıkmadığımız için yeni saldırı yasaları da bizleri köleleştiriyor. Senelerimizi verip hak ettiğimiz kıdem tazminatları kaldırılmak istenmekte. Artık çoğu fabrikada işçiler altı aydan fazla çalıştırılmıyor. Böylelikle kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmış oluyorlar. Eğer biz işçiler bu duruma dur demezsek kazanılmış haklarımızı tekrar patronlar sınıfından söke söke almazsak, hiçbir zaman karın tokluğundan başka bir şeye çalışmamış olacağız. Yoksulluktan sefaletten kurtulamayacağız. Evet, işçi kardeşlerim, ya bir araya gelip haklarımızı yeniden patronlar sınıfından geri alacağız ya da patronlar sınıfı bizi yok oluşa sürüklemeye devam edecek. Biz işçiler olarak yeter ki üretimden gelen gücümüze inanalım, mücadele saflarına katılalım. Kıraç’tan bir kadın metal işçisi

Esenler’den bir tekstil işçisi

Savaş Muzla Unutulur mu? 21 Kasım 2004’te babası ile birlikte “güvenlik” kuvvetleri tarafından öldürülmüştü Uğur Kaymaz. Aradan tam 4 yıl geçti. Belki pek çok insan şimdi hatırlamıyor ama sırtından 13 kurşunla vurularak “etkisiz hale getirilmişti” Uğur. O daha 12 yaşında bir çocuktu. Burjuvalar şimdi de bir yandan eylemlere katılan Kürt çocukları ve ailelerini nasıl cezalandıracaklarını tartışıyor bir yandan da bu çocukları nasıl uysallaştırabileceklerini düşünüyorlar. Bu çocuklar eylemlere kandırılarak götürülüyormuş, onların devletin şefkatine de ihtiyacı varmış vs. vs. Her gün bomba sesleriyle uyanan, her gün bu haksız savaşta sevdiklerini kaybeden, başına vurula vurula Türkçe öğretilen, sokakta mermilerle oynayan çocukları nasıl uysallaştırabilirsiniz ki? Ama devletin kolluk güçleri kendilerince bir yol bulmuş. Çocukları sinemaya götürerek, onlara muz vererek ya da onlarla futbol oynayarak arkadaş oluyorlarmış. Sormazlar mı? Şimdi mi Kürt çocukları geldi aklınıza? 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen Uğur Kaymaz çocuk değil miydi? Onlar Kürt sorununu çözmek yerine muzla savaşı unutturmaya çalışadursunlar, Kürt halkı bir kez ayağa kalkmış durumda. Bilinçli Türk işçiler de onların haklı mücadelesinin yanında. Kurdara Azadi! Ankara Üniversitesinden bir öğrenci

47


Okurlarımızdan Krizin Faturası Yine Emeğin Devine

Halkını Düşünen Hükümet

Her zaman olduğu gibi yine kendini akıllı sanan ve milyonlarca yıldır emeğin devini kandırıp, sömüren ve ezen patronlar sınıfı büyük bir kriz yaşıyor. Bu krizin faturası da üretici ve yaratıcı sınıf olan emeğin devini oluşturan işçi sınıfına ödetilecek ve ödetiliyor. Patronlar sınıfı bizleri, işçileri sömürdüğü yetmiyormuş gibi bir de kendi kavgalarını, kendi çıkmazlarını ve kendi savaşlarının faturasını her zaman yaptığı akıllılıkla bizlere ödetiyor. Türkiye krizden etkilenmez denildi. Babam şoförlük yapıyordu. Daha krizin etkileri tam başlamadan işten çıkmak zorunda kaldı, çünkü çalıştığı yerden 4 aylık maaşının sadece ikisini aldı. İşten çıktıktan sonra taksicilik yapmaya başladı. Taksicilikte de para kazanamadı, hatta içeriye borçlandı. Bildiğime göre Brillant işçileri de ücretsiz izne çıkarıldı. Yaratan biziz, üreten biziz, yediren giydiren biziz; aynı zamanda aç kalan, çıplak kalan yine biziz. İnsan düşündüğü zaman ne kadar saçma geliyor bu işleyiş, her insan bir dakika düzgünce düşünse bu sistemin ne kadar çarpık olduğunu anlar. İçinde bulunduğumuz sistem artık çürümüş durumda. Önümüzde iki seçenek var. Ya yaşayacağız ya da öleceğiz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Ama kazanacak çok güzel günlerimiz var. Yaşamak için de tek çözümümüz var; işçi sınıfının örgütlü mücadelesi. Güzel günler için tek yol bu. Eğer örgütlü mücadelemiz olmazsa krizle birlikte işten çıkarılmayanlar da çıkarılacak. İnsanlar açlıktan ölecekler. Sonra patronlar sınıfı sebepsiz yere savaş çıkarıp biz işçi sınıfını milliyetçilik ile birbirine vurduracak. Bir sürü işçi ve emekçi ölecek. Bu seferki savaş çok daha yıkıcı olacak. Çünkü dünya kitle imha silahlarıyla dolu. Albert Einstein “3. dünya savaşı olursa 4. dünya savaşı kazma ve kürekle yapılacak” demişti. Bu şu demektir ki 3. dünya savaşı çok yıkıcı olacaktır ve belki de insanlığın sonu olur. Tek yol işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin! Örgütlü İşçiler Yenilmezler!

Haberleri izliyorum, haberlerde bakanın biri çıkmış doğalgaza yapılan zam ile ilgili açıklama yapıyor: “Zam oranı bize de çok geldi, ama bu zammı yapmak zorundaydık yoksa zarar ederiz, bunun faturası yine sizlere çıkar. 15 gün boyunca bu konuda toplantılar yaptık. Biz halkını düşünen bir hükümetiz” diyor. Son birkaç aydır doğalgaz ve elektrik zamları otomatiğe bağlanmıştı. Sonuncusuyla birlikte doğalgaza toplam %82 zam yapılmış oldu. Yani asgari ücrete yapılan zammın yaklaşık 20 katı. Ekonomik krizle birlikte, işten atmaların, ücretsiz izinlerin, maaş kesintilerinin yoğunlaştığı bir süreçte zamlar dur durak bilmiyor. Ücretlerimizin dışında her şeye zam yapılıyor. Patronlar sınıfı krizin faturasını biz işçilere çıkarmaya devam ediyor. Bizler örgütlenip zamlara dur demediğimiz müddetçe zamların ardı arkası kesilmeyecektir. Sadece zamlar için değil geleceğimiz, çocuklarımızın geleceği için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.

Esenler’den bir işçi çocuğu

Aydınlı’dan işsiz bir işçi

Niçin Çalışıyoruz?

Merhaba arkadaşlar. Ben, 1998 yılında devletin engellilere verdiği iş sözü üzerine İş-Kur’a başvurmama rağmen ancak 2008 yılında bir işyerine yerleştirilebilmiş bir engelliyim. İşe alındığım şirket, sektörünün en büyüklerinden biri olup pek çok yerde şubesi olan bir marketler zinciri. Doğrusu adını duyduğum zaman rahat edeceğimi, çalışma koşullarının pek çok yere göre iyi olacağını düşünmüştüm. Fakat ne kadar yanıldığımı çok geçmeden anladım ve saygın bir firma iddiasında olan bu işyerinin işçilere hiç saygısı olmadığını gördüm. İşyerinde kadrolu olarak çalışanlar sendikalılar. Bir de bizim gibi taşeron firmaya bağlı olarak çalışanlar var. Kadrolularla aynı işi yaptığımız halde ne onların aldığı ücreti alabiliyoruz ne de iş garantimiz var. Her an iş sözleşmemiz iptal edilebilir ve işsiz kalabiliriz. İşyerinde taşeronlara yönelik yasal olmayan pek çok uygulama var. Örneğin hastaneye gitmek için senelik izin formu doldurmak zorunda kalıyoruz. Rapor alsak bile o günler senelik izinden kesiliyor. Haftada birkaç gün mutlaka fazla mesaiye kalıyoruz ve fazla mesai ücreti almıyoruz. Kapasitemizin çok üstünde bir tempoyla çalıştırılıyoruz ve buna rağmen hak etmediğimiz pek çok kötü muameleye maruz kalıyoruz. Size sözünü ettiğim bu kuruluş, alanında, Türkiye’nin başta gelen dört büyük sermaye kuruluşundan biri. Dışarıdan bakıldığında burada çalışmak kendini garantiye almak gibi görünse de gerçek böyle değil. Gerçek garanti, kadrolu, taşeron, sendikalı, sendikasız bütün işçilerin birliği ve ortak mücadelesidir.

Biz üreten kişiler ara vermeksizin çalışıyoruz. Kapitalist sistemin dayatmış olduğu koşullar günden güne çekilmez oluyor. İnsanlar zorlu hayat koşullarında ayakta kalabilmek için çoluğuyla çocuğuyla hep beraber çalışmak zorunda bırakılıyor. Gerçekten de arkamıza bir dönüp baktığımız zaman “niçin çalışıyoruz?” sorusu kafama takılıyor. Ne için çalışıyoruz? Ölümümüzün erken gelmesi için çalışıyoruz. Çalıştıkça fakirleşmek için çalışıyoruz. Diğer işçi kardeşlerimizin işsiz kalması için çalışıyoruz. Çocuğumuzu okuldan alıp onun da eline bakmak için çalışıyoruz. Krizlerin gelmesi için çalışıyoruz. Daha bir sürü cevap. Kapitalist sistemin üretim tarzı önümüzü karanlıklar ülkesine çeviriyor. Çalıştıkça fakirleşen bizler, çözümü nerde aramalıyız peki? Birlik olmakta, bilinçlenmekte, milyonların tek yürek olmasında aramalıyız. Önümüze baktığımızda patronların hiçbir zaman bir şey vermeyeceğini, verilen şeyleri de kendiliğinden değil işçilerin mücadeleler sonucunda kanlarıyla canlarıyla kazanmış olduklarını görebiliyoruz. Bizim de elimizdeki hakların kaybedilmesini engellemek ve yeni haklarımızı, yeni koşullarımızı şekillendirmek için mücadele etmemiz gerekir. İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!

Ümraniye’den bir market çalışanı

Beylikdüzü’nden bir tekstil işçisi

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.