Ergenekon Dalgalarında Savrulanlar Levent Toprak
O
cak ayı içinde gerçekleşen yeni tutuklama dalgalarıyla (10. ve 11. dalga) Ergenekon operasyonu yeniden siyasal gündemin odağına oturdu. Eski MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz gibi bazı “mühim” generallerin de gözaltına alındığı ve toprak altından cephaneliklerin çıkarıldığı bu tutuklamalarla, bir süredir görece sakin seyir izleyen egemen sınıf içi kapışma yeniden alevlendi. Ergenekon dalgalarının sağıyla soluyla Türkiye’deki siyasal yapılanmayı şiddetli biçimde sarsmakta olduğu aşikâr. Çok değişik siyasal renklere sahip, akla gelmedik kişi ve yapıların karanlık devlet yapılanmalarıyla ilişkilerinin açığa çıktığı, en benzemez ve yan yana gelmez görünenlerin Ergenekon söz konusu olduğunda ortak tutum aldıkları bir süreç yaşanıyor. Bu da Ergenekon’un fiilen tüm siyasal güçleri yeni saflaşmalara sürüklediğinin bir göstergesi. Bu bakımdan, işçi örgütlerinin ve sol hareketin de ciddi bir sınav vermekte olduğu ve Ergenekon dalgalarıyla savrulmakta olduğu bu süreci, işçi sınıfının devrimci siyasal çizgisi açısından doğru analiz etmenin ve bu temelde sağlıklı tutum almanın önemi artmaktadır.
Son dalga ne anlama geliyor? Öncelikle Ergenekon davasında yaşanan son dalgaların ne anlama geldiğini ve nasıl bir bağlama oturduğunu kısaca netleştirmek gerekiyor. Daha evvel tespit etmiş olduğumuz gibi, Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP davasının Temmuz ayı sonunda AKP’nin kapatılmamasıyla sonuçlanmasından sonra, Ergenekon soruşturmasında göreli bir durulma sürecine girilmişti. Örneğin darbeci örgütlenmenin baş aktörü konumundaki general Şener Eruygur salıverilmişti. Bu nedenle davayı büyük bir umutla destek-
leyen liberaller bile sürecin tavsatılmakta olduğundan dem vurarak hükümete veryansın etmeye başlamışlardı. Statükocu cephe içinde bazı kesimlerin GenelkurmayAKP yakınlaşmasından hazzetmedikleri, hatta zaman zaman bu konuda Genelkurmaya sert eleştiriler yönelttikleri bir sır değil. Genelkurmayın çizgisini yeterince sert bulmayan bu unsurların provokasyon çabalarından vazgeçmeyecekleri ve vazgeçmedikleri de bilinmeyen bir şey değil. Genel olarak Alevilere karşı bir kışkırtma amacı taşıdığına hiç şüphe olmayan geçtiğimiz aylardaki seri cami kundaklama eylemleri aslında bunu yeterince gösteriyordu. Ama bu provokasyonlar tutmadı. Gelişme sürecine dikkatlice bakınca, Ergenekoncu güçlerin hükümetin yıpratılması ve devrilmesiyle sonuçlanabilecek bir korku ve pasifikasyon ortamı yaratma amaçlı yeni provokasyonlar serisi için hazırlık yaptıkları görülüyor. Ergenekon soruşturmasının yeni dalgasındaki tutuklama ve bulgularda, içinde bazı Alevi kitle örgütü liderlerinin, Ermeni Patriğinin, bir Ermeni yerel cemaat liderinin ve kimi aydınların olduğu 12 kişiye dönük suikast planlarının devreye konduğu anlaşılıyor. Besbelli ki son tahlilde hükümeti hedef alan bu tür girişimlerin ardı arkasının kesilmemesi AKP’yi de tekrar diş göstermeye itmiştir. Bir yandan bu provokasyonlarla doğrudan ilgili görünen özel harekâtçı polisler ve ilgili askeri unsurlara operasyon düzenlenirken, diğer taraftan da eski MGK sekreteri Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz gibi generaller ile YÖK eski başkanı Kemal Gürüz gibi isimler de gözaltına alınarak karşı cepheye gözdağı verilmek istendiği açıktır. Dolayısıyla denebilir ki, esasen uzlaşmaya razı gelmeyen, Genelkurmayı Amerikan çizgisine yatmakla suçlayan ve yerel seçimler öncesi kargaşa yaratmak isteyen bazı statükocu cephe unsurlarının provokasyon girişimleri bu yeni tutuklama dal-
1
marksist tutum
galarını tetiklemiştir. Diğer taraftan Genelkurmay da, operasyon nedeniyle yaşadığı yıpranmayı telafi edebilmek için mutabakat çizgisinin gereği gibi görülen tavır ve jestlerin (“kanun dışına çıkan yargılansın” açıklamaları vs.) ötesine geçti. Genelkurmay başkanının derhal başbakan ve cumhurbaşkanını ziyaretinin sonrasında Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz hapishaneye gönderilmeden serbest bırakıldı. Benzer şekilde Kemal Gürüz gibileri de hemen salıverilmiştir. Ardından ordu, intihar ettiği açıklanan JİTEM’ci albayın cenazesinde de gövde gösterisi yapmıştır. Bu cenazede, Ergenekon zanlısı konumundaki Tuncer Kılınç tüm komuta heyeti tarafından el üstünde tutulmuştur. Bununla da hem hükümete “sınırlar aşılmasın” mesajı verilmiş, hem de kendisini sessiz kalmakla eleştirenleri rahatlatarak kontrol altına almak istemiştir. Sonuçta Ergenekon operasyonunun kontrolden çıkarak statükocu cephenin bütününe dönük bir operasyon haline gelmesi ve Genelkurmay ile AKP arasındaki uzlaşmanın bozulması şimdilik engellenmiştir.
Ergenekon sürecine nasıl bakılmalı? Öncelikle bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Ergenekon davası “fasa fiso” diyerek geçiştirilebilecek bir şey değildir. Bununla kastımız, dava sürecinden devletin genel anlamda kontrgerilladan temizlenmesi ve “temiz ve aydınlık bir Türkiye” gibi sonuçlar doğabileceği değildir. Burjuva devlet varolmaya devam ettikçe böyle bir şey söz konusu olamaz. Burası kesin. Davanın önem ve ağırlığı buradan değil, başta da belirttiğimiz gibi, Türkiye siyasetinde önemli sonuçlar doğurmasından, şiddetli sarsıntılara yol açmasından kaynaklanıyor. Öyle olduğu için de, kimilerinin tüm önemsizleştirme çabalarına karşın, dava her dalgasında kaçınılmaz biçimde gündemin göbeğine oturmaktadır. Türkiye’de egemen sınıfın değişik kesimleri arasındaki güç dengelerinde ciddi kaymalar yaşanmaktadır ve bu da, emekçi yığınlara dayalı güçlü bir toplumsal muhalefetin yokluğu nedeniyle, ağır çekim yaşanan bir rejim krizi oluşturmaktadır. Egemen sınıf içinde şiddetli bir çatışma yaşanmaktadır ve bu çatışma ile oluşan çatlaktan düzenin karanlık doğasına ilişkin ipuçları sızmaktadır. Devrimci Marksizm bu duruma düzenin bütününü teşhir ve burjuva pisliğe karşı bir mücadele olanağı sunması açısından bakar. Bunun için de çatışan tarafların geniş emekçi yığınları kendi peşlerine takmak için kullandıkları ideolojik argümanları deşifre etmek ve işçi sınıfına bağımsız bir mücadele hattı çizmek gereklidir. Gerçekten de Ergenekon davası dolayısıyla egemen sınıf içinde oluşan çatlaktan sızanlar, Türkiye’de burjuva düzenin kendi varlığını sürdürmek için yarattığı kan ve irin deryasının geniş kitleler için bir nebze olsun görülmesini sağlayacak bir durum yaratmaktadır. Düzenin lağım pisliklerinin alabildiğine açığa saçıldığı bir süreç yaşanmakta ve topluma “saygın” diye belletilen zevatın hiç de “saygın”
2
Şubat 2009 • sayı: 47
Düzenin lağım pisliklerinin alabildiğine açığa saçıldığı bir süreç yaşanmakta ve topluma “saygın” diye belletilen zevatın hiç de “saygın” olmayan işlerle iştigal ettikleri gün ışığına çıkmaktadır.
olmayan işlerle iştigal ettikleri gün ışığına çıkmaktadır. Kibirli generallerin, para babalarının, sözde sanatçı ve akademisyenlerin, siyaset sahnesinde çok değişik konumlarda görünenlerin, faşist köpek sürüleriyle, mafya yapılarıyla vs. nasıl ilişkili olduklarını, nasıl en akla gelmeyecek kişilerin telaşa düştüklerini görmek, doğrusu kitlelerin burjuva demokrasisi okulundaki siyasal eğitimi açısından oldukça yararlı oluyor. Diğer yandan darbeci örgütlenmelerin varlığı, geçmişte solun üzerine yıkılan birçok kanlı olayın asıl tertipçilerinin gerçekte kimler olduğu, düzenin “Encümen-i Daniş” gibi bir gayri resmi yüce “ihtiyarlar konseyi”ne sahip olduğu gibi gerçekler de bu süreçte açığa vurulmak zorunda kalınıyor. Bunun gibi açığa vurulan daha nice gerçekliğin devrimci propaganda ve faaliyet için elverişli bir zemin yarattığı açıktır. Burjuva taraflar arasında açık ya da örtük biçimde yan tutmak gibi kaygısı olmayan işçi sınıfı devrimcileri meseleye böyle bakarlar. Düzen ve rejimin düştüğü durumdan herhangi bir rahatsızlık duymak Marksistlerin işi olamaz. Bu dava sürecinden şu ya da bu biçimde rahatsızlık duyanlar, buna üzülenler, tepki duyanlar kesinlikle durumdan düzen aleyhine yararlanmak gibi devrimci bir perspektife sahip olmadıklarını kanıtlamaktadırlar. Bu perspektifin temel bir yönü şudur: egemen sınıf içi kapışmanın taraflarından birinin yanında yer almamak konusunda net olmak ne denli önemli ve doğruysa, “mesele bizi ilgilendirmez” demeye getiren tutumlar da o kadar yanlıştır. O nedenle kimi sol kesimlerin “onlar yesin birbirini, biz halkın iş, aş, ekmek sorununa odaklanalım” tarzı yaklaşımı, özünde kaçamak bir tutumdur, apolitizm ve ekonomizm eğilimini beslemeye hizmet eder. Bu ülke tarihinde birçok kez görüldüğü gibi birileri darbe tezgâhlayacaklar, bunun için solcuları, aydınları, gayrimüslimle-
sayı: 47 • Şubat 2009
ri, Kürtleri, Alevileri hedef alan katliamlar planlayacak ve bunları hayata geçirmeye başlayacaklar, ama sen buna karşı tok bir tutum almaktan geri duracaksın! Bunları tezgâhlayanların en azından bir bölümü, maksat ne olursa olsun, açığa çıkarılacak, yargılanmaya başlayacak ve sen rahatsızlık duyacak, kulp takarak tutum almaktan geri duracaksın! Her nasılsa düzenin surlarında açılmış gediği daha da büyütmek için çabalamaktan kaçınacaksın! Davanın ve soruşturma sürecinin sahiplerini daha da ileri gidilmesi için sıkıştırmak ve emekçi kitleler cephesinden basınç bindirmek yerine, süreci baltalama yönünde çaba harcayacaksın! Hrant Dink’in katline tepki veren yüz binden fazla insan cenazesinde sokağa dökülecek, sen “Amerikan oyunu” diye cenazeye küfredeceksin! Böylesi tutumların devrimci tutumlar olamayacağı açıktır. Bunlar, en hafifinden kafa karışıklığı anlamına gelir, ya da bilinçli biçimde düzene soldan payanda olma anlamına. Ergenekon davası doğrudan doğruya egemen sınıf içi çatışmanın dinamiklerinden doğduğu ve şu ana kadar tümüyle bu dinamikler tarafından belirlenmekte olduğu için, devletin her türlü illegal/gizli yapılanmalarının açığa çıkarılarak mahkûm edildiği ya da gelmiş geçmiş tüm darbecilerin ve yardakçılarının hedef tahtasına konduğu bir süreç değildir ve olamaz. Ama bunu vurgulamak, yukarıda örneklendirdiğimiz ve son tahlilde Kemalist-statükocu kesimlerin değirmenine su taşıma anlamına gelen kaçamak tutumlar için bir bahane oluşturamaz. Solda genellikle böylesi tutumlara rastlıyoruz. Örneğin TKP(SİP)’in genel başkanlığını yapan kişi televizyonlarda “ne darbesi canım, yok böyle bir şey” diyebiliyor. Adı “komünist” olan bir parti, varlığı ayyuka çıkmış darbe planlarını göz göre göre inkâr edebiliyor. Dolayısıyla doğru tutum, birinci ve en önemli olarak, yaşanan sürecin esasen egemen sınıf içi bir güç ve iktidar kapışması olduğunu, yani özü itibariyle işçi sınıfının taraflardan birinin yanında yer almasının söz konusu olamayacağını ortaya koymak, ama ikinci olarak da, güdük burjuva demokrasisini bile boğazlayacak olağanüstü rejim arayışlarının kesin biçimde karşısında olmaktır. İşçi sınıfı, burjuva demokrasisinin bile gerisine götürecek girişimlere (buna sözde ilericilik, anti-emperyalizm kılığındakiler de dahil), kimden gelirse gelsin, asla olumlu gözle bakamaz. İlericilik kılığında yapılan 28 Şubat’ın işçi sınıfı ve Kürt hareketi için ne anlama geldiği bu denli çabuk unutulmamalıdır. Bugün açık ya da örtülü biçimde Ergenekonseverlik saflarında yer alan sol kesimlerin 28 Şubat’a da olumlu ya da hayırhah bakıyor olmaları tesadüf değildir. Ergenekon operasyonundan “bir şey çıkmayacağını” (demokratik hak ve özgürlüklerin anlamlı ölçüde genişlemiş olduğu bir Türkiye’nin çıkmayacağı anlamında) vurgulamak başka şey, Ergenekon operasyonundan rahatsız olmak, feverana kapılmak başka şey. İşçi sınıfının devrimci bakış açısından, “derin devlet” yapılanmalarının burjuva siyaset mekanizması tarafından gerçek anlamda tasfiyesi
marksist tutum
gibi bir şeyin olamayacağını söylemek, burjuva devletin doğası konusunda yanılsamalar yaratılmasının önüne set çekmek anlamına gelir. Bununla yetinmeyerek, bir yerinden açılan yumağa asılarak daha fazlasının ortaya çıkması için mücadeleye zemin hazırlamaya çalışmak gerekir. Takınılması gereken tutum budur. Ama diğer tarafta bundan rahatsız olup, önünü almaya çalışanları görüyoruz. Oysa hiçbir şey olmasa bile ortaya çıkanlar burjuva devletin nasıl kan ve irin dolu bir yapılanma olduğunu ortaya sermekte, Türkiye gibi bir ülkede ordunun ne mal olduğunu teşhir etmektedir. Bu bile uzun vadede emekçi kitlelerin ideolojik bilinçlenmesi sürecine katkıda bulunucu bir işlev görmektedir. Devrimciler burjuva devletin kirli çamaşırlarının açığa dökülmesinden rahatsız olabilirler mi? Ya da işçi sınıfına, komünistlere, Kürtlere, gayrimüslimlere, Alevilere yıllar yılı etmedik zulmü bırakmayan eli kanlı burjuva devletin paşalarının, polis şeflerinin, savcılarının, YÖK’çü profesörlerinin, bürokratlarının, bunlarla ve sermayeyle iç içe geçmiş sendikacı kılığındaki işçi düşmanı faşist-gangster bozuntularının içeri alınmasından ve teşhir edilmesinden rahatsızlık duyabilirler mi? Ergenekon sürecinden kapsamlı bir demokratikleşme hamlesinin çıkmayacağını vurgulamak önemlidir, ama yeterli değildir. Burada durmak son tahlilde, davayı kendi çıkarlarına aykırı bulan burjuva kesimlerin propaganda değirmenine su taşır duruma düşmek anlamına gelir. AKP karşıtı bir tutum içindeki tekelci Doğan, Ciner ve Çukurova medyasında, bu tür görüşleri dillendirenlere ve ulusalcı görüşlere yakın duran “sosyalist” kimlikli kişilere yer verilir olması bu bakımdan manidardır. Düzen ve rejimin düştüğü durumdan herhangi bir rahatsızlık duymak Marksistlerin işi olamaz. Bu dava sürecinden şu ya da bu biçimde rahatsızlık duyanlar, buna üzülenler, tepki duyanlar kesinlikle durumdan düzen aleyhine yararlanmak gibi devrimci bir perspektife sahip olmadıklarını kanıtlamaktadırlar. AKP karşıtı burjuva basında Ergenekon soruşturmasını hedef alan eleştirilerin büyük bölümü rezil bir seçkinciliği ve ikiyüzlülüğü dışa vurmaktadır. Devletin yüksek katlarında görev yapmış pek saygın generaller, profesörler, hukukçular nasıl olur da polis baskınlarına, ev aramalarına, gözaltlarına ve cezaevlerine maruz bırakılırlar? Böyle şeyler ancak “ayaktakımının” layık olduğu şeylerdir! Bu seçkinci ve kibirli argümanların yanı sıra, soruşturmanın ve davanın hukuki kurallara uyulmadan yürütüldüğü yönünde argümanlar ileri sürülmektedir. Her türlü zulme maruz bırakılan devrimciler, işçiler, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler vb. için gıkını çıkarmayıp, hatta alkış tutanların birden hukuk sevdalısı kesilip bu argümanları dillen-
3
Şubat 2009 • sayı: 47
marksist tutum
dirmesine bakıldığında, sergilenen ikiyüzlülüğü görmemek elde değil. Ne yazık ki kendine sosyalist diyenlerin içinde de, her devrimcinin gözünde zaten mahkûm olması gereken bu halk düşmanlarının suçlarını örtbas etmeye utangaç biçimde soyunanlar var. Benzer bir durum Türk Metal sendikası başkanı Mustafa Özbek ve ekibinin gözaltına alınması meselesinde de kendisini göstermektedir. Kendine sosyalist diyen kimileri, bu kişilerin gerçekte kim ve ne olduğunu adeta unutmuşçasına meseleyi “sendikal özgürlüklere müdahale”, “sendikacılığa saldırı” olarak sundular. Türk-İş yönetiminin tutumu ve DİSK Başkanı Süleyman Çelebi’nin beyanatları da benzer bir çizgidedir. Bereket versin ki histerik bir AKP karşıtlığına kendini kaptırmayıp genelde sınıf çizgisinde kalmayı başaranlar da var. Örneğin bu tutumlara güzel bir cevabı, Türk Metal’in ne demek olduğunu en yakından bilen Birleşik Metal-İş vermiş ve böylece kendine “sosyalist” diyenlerin ayıbını da ortaya koymuştur: “Mustafa Özbek ve bazı yöneticilere yönelik yapılan operasyonların, bir sendikaya yapılan bir saldırı olarak algılanması bu ülkede gerçekten de tüm zorluklara rağmen işçilerin ekmekleri, hakları ve insanca yaşamaları için mücadele eden bizim gibi sendikalar ve sendikacılar için büyük bir ayıp olacaktır. Sözlük tanımı ve tarihi gerçekliği içinde sendikacı adıyla asla bağdaştıramayacağımız ve hatta sendikacı kavramı ile yan yana gelmesi bile utanç verici olan bu kişilerin, … bugün karşılaştıkları durum, asla sendikalara ve sendikacılığa karşı yapılmış bir müdahale olarak algılanmamalıdır.” Diğer taraftan “Ergenekon bahane edilerek tüm toplumsal muhalefet sindiriliyor” argümanı da inandırıcılık-
Özbe bek k ve eki kibi biini nin n gö göza zalt za ltın ına ın a al alın ınma ın ması ma sını sı n “se nı end ndik ikal ik a al özgü öz gü ürl rlük ükle lere re e müd üdah ahal ah ale” al e”,, “s “sen endik ikac acıl ac ılığ ıl ığa ığ a sald sa l ır ld ırı” ı” ola lara r k su ra sunm nmak nm ak sın nıf pus usul ulas ul asın as ınıı tü tümü müyl mü yle yl e yiti yi tirm rm mek ekti tir. ti r.
4
tan uzak bir abartıdır. İşçi hareketi, devrimci hareket ve Kürt hareketi üzerinde alaturka burjuva düzenin baskıları her zaman nasıl ise öyle sürmektedir, Ergenekon üzerinden ya da o bahaneyle bu baskıda özel bir artışın yaşandığını söylemek zorlamadır. Ayrıca burjuva düzenin devrimcilere, işçi hareketine ve Kürt hareketine her türlü baskıyı yapmak için Ergenekon gibi garip bir bahaneye ihtiyacı mı var?
ABD emperyalizmi sorunu SSCB’nin yıkılışından sonra Türkiye’ye bölgede genel olarak farklı bir misyon biçmek ve özellikle de Kürt sorununu kendince çözmek isteyen ABD emperyalizminin, TC devleti içinde bundan rahatsızlık duyan ve farklı bir yönelişe giren çevreleri etkisiz hale getirmek istediği biliniyor. Ne var ki bu gerçek sol içinde birçok farklı değerlendirmeye zemin oluşturuyor. Kimileri bu gerçekten yola çıkarak Ergenekon sürecini tümüyle ABD emperyalizmi tarafından yürütülen bir operasyon olarak değerlendiriyorlar. Oysa süreç buna indirgenemez. Türkiye’de egemen sınıf içi çatışma temelinde devlet ve rejimin yeniden yapılandırılmak istendiği biliniyor ve bu konuda özellikle Mehmet Sinan’ın Marksist Tutum’da yer alan yazıları meselenin tarihsel temellerine ve güncel boyutlarına ışık tutmaktadır. Bu çatışmalı yeniden yapılanma süreci elbette emperyalist merkezlerden bağımsız olarak yürüyen bir süreç değildir. Örneğin son 5-6 yıldır darbecilerin çeşitli hamlelerinin başarısızlığa uğramasının ve AKP’nin yerleşik yapıya daha önce görülmemiş hücumlarda bulunabilmesinin gerisinde ABD ve Avrupa emperyalizminden aldığı desteğin önemli bir yer tuttuğu açıktır. Ancak egemen sınıf içi çatışma esas olarak Türkiye kapitalizminin ulaştığı gelişmişlik aşamasının bir sonucudur. Bu aşama zaten kendi içinde sermayenin uluslararasılaşmasıyla ilgili bir boyut barındırmaktadır. Bu aşamanın gereği olarak Türkiye kapitalizmi dışa açılmak, yeni pazar ve sömürü alanları bulmak zorundadır. Bu sermayenin yasasıdır. İşte büyük emperyalist güçlerle ilişkilerin yeni bir düzlemde yeniden tarif edilmesi bu çerçevede gündeme gelmektedir. Bu sürece baktığımızda ise bunun 1990 sonrası değil, esasen Özal’la, yani daha SSCB yıkılmadan başladığını, hatta biraz daha geriye giderek 24 Ocak 1980 kararlarıyla (ki onun da mimarı Özal’dı) başladığını söyleyebiliriz. Bu gelişme aşamasına ulaşmış sermayenin eski Kemalist takıntılara endekslenmiş bir devlet yapılanması ve dış siyasetle yetinmesi mümkün değildi. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle işçi sınıfı hareketini ve devrimci hareketi bastırarak adeta silen Türkiye burjuvazisi, cuntanın iktidardan ayrılması ve Özal’ın başa gelmesiyle bu yeniden yapılanma işine artık başlayabilirdi. Nitekim Özal bu konuda statükoyu çok kızdıran birçok adım attı ve sonunda da tartışmalı bir ölümle sahneden ayrılmak zorunda kaldı. Konunun daha fazla derinine girmenin yeri burası de-
sayı: 47 • Şubat 2009
ğil. Sonuç olarak şuna dikkat etmek gerekiyor ki, bu süreç salt 1990 dönemecinde SSCB’nin yıkılışı ile ve uluslararası faktörlerle sınırlı bir süreç değildir. Türkiye’deki büyük siyasal gelişmeleri ABD emperyalizmini işin içine önemli bir faktör olarak katmadan açıklamaya çalışmak ne kadar yanlışsa, her şeyi oraya indirgeyerek açıklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Her şeyi ABD emperyalizmine endekslemenin temel sonuçlarından biri, yerli sermayenin ve onun devletinin gücünü küçümsemek, onun suçlarını görmezden gelmek, meselelere sınıfsal temelde değil ulusal temelde bakmaya başlamaktır. O yüzden öncelikli kavramlarınız da yavaş yavaş değişmeye başlar. Sermaye karşıtlığı, anti-kapitalizm, işçi sınıfı, işçi sınıfı devrimi, burjuva devlet gibi kavramlar giderek dilinizden uzaklaşır. Yerli sermaye ve “kendi” devletin giderek önemli bir sorun olmaktan çıkar, dışarıya karşı mücadele ön plana çıkmaya başlar. Kötülük hep dışarıdadır. Böylece arkadan dışarıya karşı “ulusal birlik” stratejileri de gelir. Tarihte bunun sayısız örneği bulunuyor. Diğer taraftan ABD’ye kafa tutmaya başladıkları söylenen statükocuların konumunu da doğru tahlil etmek gerekiyor. Bunlar yukarıda da belirttiğimiz gibi emekçi halka karşı en büyük suçları işlemiş olanlardır. Dolayısıyla onların başına geleceklere işçilerin ve Marksistlerin zerrece üzülmesi söz konusu olamaz. Elbette bu gibilerin asıl mahkemesi devrim günlerinde olacaktır ve gerçek cezayı verecek olan işçi sınıfıdır. Ama asıl önemlisi, solun Kemalizmle bulaşık kesimlerinde bu gibi darbeci-faşizan unsurların, ABD’ye güya tavır koyuyor diye bir şekilde daha olumlu gözle görülüyor olmalarıdır. Asıl sakatlık buradadır. Biraz karikatürize ederek söyleyecek olursak, burjuvanın takkeli olanıyla takkesizi arasında bir Marksist için özellikle çağımızda bir fark olabilir mi? Bu konuda fark gözetenler Marksizmin din konusundaki doğru tutumuna değil kaba burjuva aydınlanmacılığının patolojik tutumlarına bağlı olanlardır. Türkiye’de Kemalist seçkinci kesimlerin tutumu tam da böyledir. Marksizmi doğru kavrayan sınıf devrimcileri, sınıfsal analizi bırakıp burjuvaları kendilerine yakıştırdıkları aldatıcı ideolojik örtülerle değerlendirmezler. Tayyip Erdoğan ile Şener Eruygur arasında, ya da Koç Holding ile İslamcı denilen sermaye grupları arasında, veyahut Hürriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi ile Zaman gazetesi ve Yeni Şafak gazetesi arasında işçi sınıfı açısından niçin anlamlı bir fark olsun? Bir başka önemli nokta, söz konusu statükocu kesimlerin ABD ile bazı sorunlar yaşamalarının nedeninin esas olarak ABD’nin Kürt sorunundaki tutumu olmasıdır. ABD’nin Ortadoğu’da bir Kürt devleti düşüncesine genel hatlarıyla olumlu bakmakta olması bizim statükocuları çileden çıkarmaktadır. Bu kesimler yüz yılı aşkın süredir ulusal bağımsızlık özlemiyle dolu olan ve bu uğurda mücadeleler verip bedeller ödemiş Kürt halkına kendi devletine sahip olma hakkını reva görmemekte ve azgın bir
marksist tutum
Kürt düşmanlığı politikası izlemektedirler. Dolayısıyla mazlum Kürt halkına düşmanlık temelinde ve onun acıları pahasına bir ABD karşıtlığı söz konusudur. Bunu asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim statükocu kesimlere gerdan kıran sol çevrelerin Kürt sorunundaki konumları da karakteristiktir. Bunlar Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımamak için bin dereden su getirmekte ve genel hatlarıyla sosyal-şoven bir çizgi izlemektedirler. ABD’ye karşı tavır almak kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Tavır alan kim, nasıl alıyor, ne sebeple, ne için alıyor? Sorulması gereken sorular bunlardır. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi açısından bu ulusalcı Kemalist unsurların bir emperyalist odaktan uzaklaşıp başkasına yakınlaşması mı daha iyi oluyor? Ya da emperyalizmden sözde bağımsız bir kapitalist Türkiye mi daha iyi oluyor? Bu güya bağımsız kapitalist Türkiye’de işçi sınıfı daha mı az sömürülecek, daha mı az baskıya maruz kalacak, mücadelesi için daha elverişli olanaklara mı kavuşacak? Bunların hiçbirisinin söz konusu olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ayrıca bu unsurların görece yeni tutum değişiklikleri öncesinde ABD emperyalizminin ve İsrail Siyonizminin sadık hizmetkârlığını yaptığını unutmak mümkün mü? Tavır değişikliği olduğu söylenen dönemde bile bunların ABD’deki en aşırı neo-con çevrelerle gizli toplantılar yaparak AKP’ye karşı lobi yaptıklarını unutmak mümkün mü?
* * * “Beyaz Türk”lükle malul olanlar ve Kemalizm etkisindekiler her ne kadar görmek istemese de, AKP’yi gayrimeşru yollardan yıpratma ve düşürmeye dönük çabaların ona tekrar tekrar cansuyu sağlamakta olduğu bir kez daha görülmektedir. Kapitalist ekonomik kriz işçi sınıfı üzerinde en ağır sonuçlarını göstermeye başlamışken ve bu nedenle hükümete karşı genel bir hoşnutsuzluğun da mayalanmaya başlamasına hizmet etmekteyken, AKP tam da yerel seçimler arifesinde yeni bir hayat öpücüğü almıştır. Bu yerel seçimler pekâlâ AKP için bir düşüş sürecinin başlangıcı olabilecekken, besbelli ki planlanan suikastlar ve provokasyonlar AKP’ye yeniden demokrasi şampiyonu pozlarında emekçi yığınlarla nikah tazeleme fırsatı sunmaktadır. Bu arada patlak veren İsrail’in Gazze vahşeti de ayrıca buna katkıda bulunmuştur. Erdoğan pratikte İsrail’e karşı hiçbir somut adım atmasa da söylem düzeyinde esip gürleyerek kitlelerin gönlünü okşamayı başarmıştır. Oysa işsizlik ve yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü günümüz şartlarında düzenin bütününü hedef alan ve AKP’yi de bu çerçeveye oturtan bir mücadele hattı için ortam özellikle uygundur. Ancak sosyalist hareketin sahne önündeki belli başlı yapıları AKP karşısında büyük oranda ulusalcılığa gerdan kıran bir çizgi izlemektedirler. Ulusalcı darbecilerden, Kemalist “beyaz Türk”lerden medet uman bu siyasal hatla, bırakın işçi kitlelere yol göstermeyi, onların ilgisi bile çekilemez. Bunun sonunda varılacak yer Lenin’in de sık sık işaret ettiği bataklıktır.
5
Gazze’nin Aynasında Emperyalist Savaş Gerçeği İlkay Meriç
K
atil İsrail devleti, 22 gün boyunca soluk aldırmaksızın havadan ve karadan bombardımana tuttuğu Gazze’den, bozulması pamuk ipliğine bağlı göstermelik bir ateşkesin ardından geri çekildi. Haftalarca devam eden bu akıllara durgunluk verici vahşet esnasında, ABD, AB ve onların dümen suyundaki Arap devletleri, var güçleriyle, “Hamas’ın saldırılarına karşı kendini savunma hakkını kullandığını” iddia ettikleri İsrail’in arkasında yer aldılar. İsrail’in yalnızca Hamas militanlarını ve onların üslenip silah deposu olarak kullandıkları binaları hedef aldığı yalanı İsrail’de de Batı’da da medya aracılığıyla günün 24 saati insanların beyinlerine şırınga edildi. Bombalanan evlerin, okulların, hastanelerin, ölen çocukların ve kadınların görüntüleri sansürlenirken, Hamas’ın attığı el yapımı üç beş füzenin İsraillileri büyük bir yıkım tehdidi altında bıraktığı, İsrailli çocukların psikolojisinin bozulduğu vs. yalanlarıyla kitleler uyutulmaya çalışıldı. Emekçi kitleler medya aracılığıyla korkunç bir karartma ve çarpıtma operasyonuna maruz bırakıldılar. Ancak tüm bu karartma çabalarına rağmen, gerek muhalif televizyon kanalları gerekse internet sayesinde, Gazze’de olanların işçi-emekçi kitlelere yansıması tam olarak engellenemedi. Sonuçta Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Ortadoğu’ya milyonlarca insan sokaklara dökülerek Flistinlilerin yanında olduklarını haykırdılar ve katil İsrail devletine ve kendi işbirlikçi devletlerine öfke kustular. Bir yandan bu öfkenin daha da yükselmesinin getirdiği korku, diğer yandan “barış adamı” maskesi kuşanan Obama’nın başkanlığı devralacağı günün gelmiş olması, ikiyüzlü emperyalist devletlerin “ateşkesin zamanıdır” deme noktasına gelmelerine yol açtı. İsrail Dışişleri Bakanı Livni’nin ABD’ye gitmesinin ertesi gününde Birleşmiş Mil-
6
letler İsrail’e “derhal” ateşkes ilan etmesi çağrısında bulundu ve kısa bir süre sonra İsrail Meclisinden tek taraflı ateşkes kararı çıktı. Böylece İsrail de, ABD de, BM de üzerine düşeni yapmış göründü. Ne var ki, bu süre zarfında Gazze, çok şiddetli bir deprem geçirmiş ya da nükleer savaştan çıkmışçasına harabeye dönmüştü. Yıkılmış binaların enkazından ceset kokularının yükseldiği Gazze Şeridi’nde, 450’ye yakını çocuk, 100’ü kadın olmak üzere 1300’ü aşkın Filistinli ölmüş, 6 binden fazlası yaralanmıştı. Oysa suçlu ilan edilen Hamas’ın İsrail’in sınır kasabalarına attığı ilkel Kassam füzeleri nedeniyle yedi yılda ölen İsraillilerin sayısı toplam 10’u geçmiyordu. Çoğu kadınlardan ve çocuklardan oluşan 110 sivili bir apartmana toplayıp binayı bombardımana tutacak kadar vahşileşen İsrail ordusunun cehenneme çevirdiği Gazze’de binlerce bina yerle bir edilirken, 100 binden fazla insan evsiz bırakıldı. Altyapı ağır tahribata uğratılarak yüzbinlerce Filistinli susuzluğa ve elektriksizliğe mahkûm edildi. Gazze’nin yeniden inşa edilmesi için 2 milyar dolara ihtiyaç olduğu söylenirken, halen devam eden ambargo ve abluka yüzünden, insanlar yiyecek ekmek, içecek temiz su, yaralarını saracak ilaç bile bulamıyorlar. 22 gün boyunca, evlerin, okulların, hastanelerin, camilerin, alışveriş merkezlerinin yanı sıra Birleşmiş Milletler’e ait binalar ve gazetecilerin büro olarak kullandığı binalar da bombalandı. Kışkırtma o kadar açıktı ki, İsrail ordu sözcüsü Reuters ajansını arayarak bürolarının koordinatını soruyor, hedef alınmayacakları konusunda teminat veriyor, fakat kısa bir süre sonra basın mensuplarının kullandığı bu binaya bombalar yağdırılıyordu. İkiyüzlü emperyalistlerin ve onların uşaklarının en fazlasından “orantısız güç” kullanmakla eleştirdikleri İsrail’in,
sayı: 47 • Şubat 2009
bu savaşta, uluslararası sözleşmelerle kullanımı yasaklanan fosfor bombasının ve seyreltilmiş uranyumun yanı sıra şimdiye dek hiç bilinmeyen birtakım silahları denediği de ortaya çıktı. İsrail’in ABD’den aldığı fosfor bombaları ciltte derin yanıklara ve iç organlarda tahribata yol açarak ölüme neden olurken, söz konusu bilinmeyen bomba, şarapnel parçası olmaksızın ölümcül kesiklere yol açıyor. Nitekim Gazze’de yüzlerce insan bu tür derin yanıklar ve kesikler yüzünden hastanelerde yaşam savaşı veriyor. Peki neden? İsrail, dünyanın gözü önünde gerçekleştirdiği bu vahşetin, başta bölge halkları olmak üzere tüm dünya halklarında büyük bir öfke ve nefrete yol açacağının ve sadece İsrail devletine değil genel olarak Yahudilere yönelik büyük bir tepki doğuracağının farkında değil midir? Elbette farkındadır. Ama onun hedefi, yangını körüklemek ve yürüyen emperyalist paylaşım savaşında safları netleştirerek savaş cephesini genişletmektir. Bu niyet görülmeksizin İsrail’in yaptıklarına anlam vermeye çalışmak beyhude bir çaba olarak kalacaktır. İsrail bu hamleyle bölgede bir güç gösterisinde bulunmuş ve emperyalist savaşın ileriki aşamaları için tüm dünyayı saflaşmaya davet etmiştir. Elif Çağlı, Üçüncü Dünya Savaşının uzun süreden beri bir emperyalist savaşlar zinciri şeklinde yaşandığını ve savaşın alanının sürekli genişlediğini söyleyerek şu tespitte bulunmuştu: “Zincir kapanmamıştır, emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları bölgeleri ateşe vererek sürdürdükleri bu Üçüncü Dünya Savaşının arkası gelecektir.”1 İşte Filistin cephesi, bu emperyalist savaşlar zincirinin kilit halkalarından birini oluşturmaktadır.
Emperyalist savaş yayılıyor Obama’nın barış elçisi olacağını, Amerika’nın Irak’ta batağa battığı için çekilme kararı aldığını ve Büyük Or-
marksist tutum
tadoğu Projesinin hezimete uğrayıp gündemden düştüğünü düşünenlerin aksine emperyalist paylaşım savaşının en kanlı rauntları daha yeni başlıyor. Obama’yı pazarlayanlar, onun İsrail’i dışlayarak Hamas’la gizli gizli görüşeceği ve sorunu çözeceği yanılsamasını yaymaya ve onu Bush’tan farklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi, İsrail’in arkasında olunduğunu vurgulayan bir kararı, savaşın en kanlı günlerinde Demokrat Partinin tam desteğiyle çıkarmıştır. İsrail’in Gazze’den gelen saldırılar karşısında kendini savunma hakkının bulunduğunun söylendiği bu kararda, “güvenli sınırlara sahip demokratik bir Yahudi devleti olarak İsrail devletinin refahı, güvenliği ve hayatta kalması için güçlü ve kararlı destek” taahhüdünde bulunulmuştur. Aynı karar, terörist olarak nitelendirilen ve savaşın sorumlusu ilan edilen Hamas’ı, roket saldırılarına son vermeye, şiddeti terk etmeye, İsrail’i tanımaya ve İsrail ile Filistin arasında daha önce imzalanan tüm anlaşmaları kabul etmeye çağırmaktadır. Dolayısıyla, Obama’nın temsil ettiği Demokratlar, İsrail’e koşulsuz ve tam destek verilmesi ve Filistin ulusal kurtuluş hareketinin tek mücadeleci temsilcisi konumunda olan Hamas’ın ortadan kaldırılması konusunda Cumhuriyetçi Bush ekibiyle aynı çizgiyi paylaşmaktadırlar. ABD, Büyük Ortadoğu Projesinden vazgeçmek bir yana, onu daha da genişleterek uygulamaya sokmak için var gücüyle çalışıyor. Bu proje Asya’da savaşın Pakistan ve Hindistan’ın yanı sıra Kafkaslar’a sıçratılması, Ortadoğu’da ise Şii-Sünni cepheleşmesinin yaratılması doğrultusunda adım adım hayata geçiriliyor. İsrail’in 2006 yazında Hizbullah’ı gerekçe göstererek Lübnan’a saldırmasının ardından, bunun Suriye ve İran’la kozların paylaşıldığı bir ilk raunt olduğunu söylemiştik. İsrail’in daha sonraki rauntları bir an önce hayata geçirmeye hazırlandığını da dile getirmiştik.2 İşte son İsrail saldırısı, hem Lübnan’da alınan yenilginin rövanşı hem de Suriye-İran cephesine karşı girişilen bir ikinci raunt niteliği taşımaktadır. Lübnan Hizbullahının ve Suriye’nin müttefikliğindeki Şii İran’a karşı Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın başını çektiği Sünni cephe her vesileyle bir parça daha tahkim edilmektedir. Nitekim son Gazze saldırısı, bu cephenin yeterince sağlamlaştığını net bir şekilde göstermiştir. Filistin sorununda önemli bir unsur olarak daima devrede olan Mısır’ın, Hamas’ın karşısında tartışma götürmeyecek bir biçimde İsrail’in yanında saf tutması, Şii-Sünni cepheleşmesinde Suudi Arabistan’la birlikte bir kutup başı rolüne soyunduğunu açıkça gösteriyor. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Körfez emirlikleri gibi ülkeleri kapsayan Sünni kutup, ABD’nin ve İsrail’in emperyalist planlarıyla da çakışan bir biçimde, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak üzere bir araya gelmiş bulunuyor. Hamas’ın tasfiye edilmesi, İran’ın Arap yarımadasının Batı ucuna uzanan elinin kırılması anlamına da geliyor ve bu yüzden söz konusu cephe İsrail’in Hamas’ı yok etme operasyonuna sessiz kalıyor.3 Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed
7
marksist tutum
Ebul Geyt, Filistinlilerin başına bombalar yağarken El Arabiya televizyonuna verdiği bir mülakatta, İran’a ve Suriye’ye yönelik olarak şunları söylemişti: “Arap dünyası dışında İran gibi bir ülke var ve yeni gelen ABD yönetimine «Körfez’deki güvenlikten ya da nükleer dosyadan söz etmek istiyorsanız bizimle konuşmalısınız» demek için bütün kartları elinde tutmak istiyor. Bazı Arap olmayan ülkelerin ve bazı Arap ülkelerinin Filistin meselesinden ellerini çekmelerini sağlamalıyız.” Geyt, “Arapların Gazze saldırısı konusunda sadece İsrail’i suçlayan dengesiz bir dil kullanmaktan kaçınmaları” gerektiğini söyleyerek, Mahmut Abbas’ın başkanlığını yaptığı Filistin Özerk Yönetimi’ne karşı mücadele eden Hamas’ı desteklemesinden ötürü Suriye’yi de ağır bir dille eleştirdi. Mısır’ın Hamas’ı tanımayacağını ve sınır kapılarını açmayacağını da net bir şekilde ifade etti. Sünni cephede yer alan diğer Arap devletleri de saldırının sorumlusu olarak Hamas’ı gösterecek kadar pervasız birer işbirlikçi olduklarını kanıtlamışlardır. Kendi çıkarlarını Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla ortaklaştıran Sünni Arap devletleri “Müslüman” İran yerine açıkça “Yahudi” İsrail’i tercih etmektedirler. Bu vesileyle bir kez daha görülüyor ki, emperyalist ideologların “medeniyetler çatışması” safsatasının aksine, yaşanan şey bir MüslümanYahudi-Hıristiyan çatışması değil, burjuva devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları ittifaklar zemininde yürüttükleri kanlı bir emperyalist savaştır.
Türkiye’nin emperyalist planları Yaşanan tüm gelişmeler, bu savaşta Mısır’a Arap ülkelerini İsrail karşısında hizaya getirme görevi verilirken, Türkiye’ye de Hamas’ı ıslah ve ikna etme rolünün biçildiğini gösteriyor. Bilindiği gibi, İsrail saldırısından hemen önce dışişleri bakanı Livni Mısır’a giderken, başbakan Olmert de Türkiye’ye gelmişti. Saldırının arkasından bu görüşme nedeniyle muhalefet tarafından topa tutulan
8
Şubat 2009 • sayı: 47
Erdoğan, Olmert’in gelişinin Türkiye’nin Suriyeİsrail görüşmelerindeki dolaylı arabuluculuğuyla ilgili olduğunu, saldırıdan kesinlikle haberdar edilmediğini iddia ederek İsrail’e ateş püskürmeye başladı. Hatta diplomatik dil sınırlarını öylesine aştı ki, (sayesinde ne kadar İsrail sevdalısı olduklarını öğrenme fırsatını bulduğumuz) burjuva köşe yazarları, yorumcular, medya gülü burjuva akademisyenler, emekli büyükelçiler vs. bu durumdan fazlasıyla rahatsız olarak, başbakanının devlet adamlığına yakışmayan bir üslupla Türkiye’nin ulusal çıkarlarını hiçe saydığından dem vurmaya başladılar. Onlara göre Erdoğan yaptığı sert açıklamalarla diplomaside ne kadar acemi olduğunu göstermiş, Araplardan çok Araplık yapmış, İsrail’le köprüleri atacak kadar ileri gitmiş, Batı ekseninden uzaklaşmış, arabuluculuk rolüne zarar vermiş, bölgeye asker gönderme şansını tehlikeye atmıştı! Ancak Erdoğan, diplomasi ve politika konusunda, bu “diplomasi üstatlarını” suya götürüp susuz getireceğini bir kez daha kanıtladı. Başbakan esip gürlerken, başbakanlık başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ve Dışişleri görevlileri, Hamas’ı ateşkese ikna etmek ve işbirlikçi Mahmut Abbas yönetimiyle milli birlik hükümeti kurmaya zorlamak üzere Ortadoğu turuna çıkmışlardı. İran ve Suriye’nin aşırı tepki vermelerini engelleyip onları “sağduyulu” hareket etmeye ikna etmek de, bu görevin bir parçasıydı. Bunda son derece başarılı olunduğu, ateşkes sonrası yapılan açıklamalardan ve bizzat ateşkes sürecinden gayet net olarak ortaya çıkıyor. Erdoğan bir yandan yaklaşan yerel seçimler nedeniyle konuyu iç politika malzemesi haline getirip, Filistin’e destek mitinglerinde onbinleri toplayan Saadet Partisi gibi rakiplerine karşı meydanı boş bırakmadığını göstererek seçmen kitlesinin gönlünü okşamıştır. Öte yandan Ortadoğu halklarının gönlünde taht kurmuştur. Yemen’deki mitinglerde Erdoğan’ın resimleri Chavez’le birlikte yan yana taşınmış, Hamas sözcüleri “komşumuz Mısır yerine Türkiye olsaydı İsrail bunu yapamazdı” diye açıklamalarda bulunmuş, Mısır halkı Mübarek’e Erdoğan’ı örnek göstermeye başlamıştır. Başbakan bunları duydukça coşmuş, coştukça İsrail’e daha sert çıkışlarda bulunmuştur. Ne var ki Erdoğan, gürleyen ama yağmayan bulut misali, İsrail’le diplomatik ve ekonomik ilişkilerin kesilmesi, askeri anlaşmaların feshedilmesi gibi konuları ağzına bile almamaktadır. Tersine, Venezuela, Bolivya, Katar ve Moritanya İsrail’le diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserken, Suriye ve İran tüm Arap devletlerine diplomatik ilişkiyi kesme çağrısı yaparken, o, devlet adamlığını hatırlatmayı tercih etmiştir: “Devletler arasında esas olan ulusal çıkarlardır”, “bekâra karı boşamak kolaydır”, “bakkal dükkânı yönetmiyoruz”… Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, bir gazetecinin, Türkiye’nin İsrail saldırısından bir gün önce İsrail ile im-
sayı: 47 • Şubat 2009
zaladığı 167 milyon dolarlık silah alımı anlaşmasını iptal edip etmeyeceği sorusuna verdiği yanıt, AKP’nin ve TC’nin konuya yaklaşımını gayet güzel özetlemektedir: “Ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz, çünkü askeri işbirliği Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir.” Türkiye ve İsrail arasındaki askeri ve ticari ilişkiler, başbakanın sert açıklamalarıyla bozulamayacak kadar sağlam bir zemine sahiptir. İsrail’le “savunma sanayii işbirliği” adı altında gerçekleştirilen askeri anlaşmaların parasal boyutu 1,8 milyar dolara ulaşmıştır. Zaten Olmert de, “her politikacı kamuoyunu rahatlatmak için bu tür açıklamalarda bulunmak zorunda kalır” diyerek, devletler arası ilişkilerin iç ya da dış politika gereği yapılan bu tür açıklamalarla bozulamayacak kadar derin dinamiklerce koşullandırıldığını ifade etmiştir. Türkiye ABD’nin şekillendirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin önemli aktörlerinden biridir ve TC’nin Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerde attığı her adım bu çerçevede değerlendirilmelidir. Emperyalistleşme dürtüsüyle hareket eden Türkiye, Ortadoğu’nun ABD emperyalizmi eliyle yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bu süreçte, bölgenin önemli siyasi aktörlerinden biri olma gayretindedir. Gerek Musul-Kerkük meselesinde, gerek İsrail’in Lübnan’a saldırmasının ardından bölgeye gönderilen emperyalist askeri gücün (sözde barış gücü) içinde yer alınmasında, gerekse şimdilerde Mısır’la Gazze arasında konuşlandırılması planlanan emperyalist gücün Türkiye’nin komutasında şekillendirilmesi çabalarında, baskın olan daima bu dürtüdür. Bilindiği gibi emperyalist güçler, Mısır’dan Gazze’ye silah kaçakçılığı yapıldığı ve İran ve Suriye’nin bu yoldan Hamas’ı silahlandırdığı iddiasıyla, Gazze-Mısır sınırına uluslararası bir askeri gücün yerleştirilmesini planlıyorlar. Bunun adına da “barış” gücü ya da “gözlemci” güç diyorlar. Peki bu gücün işlevi ve niteliği ne olacaktır? Egemenlerin, gerçek niteliğini gizlemek için söz konusu güce insanların vicdanlarına seslenecek şu ya da bu adı koymaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çok açıktır ki böylesi bir güç tıpkı Lübnan’da, Somali’de, Afganistan’da, Darfur’da ve dünyanın daha pek çok bölgesinde olduğu üzere emperyalist bir güçtür. İşlevi ise Filistinlileri İsrail saldırısından korumak değil aksine Gazze’yi bir açıkhava hapishanesi olarak tutmaya devam etmektir.
marksist tutum
Savaş İsrail’le Gazze arasında olduğu halde, söz konusu birlik Mısır sınırına konuşlandırılacaktır. Görevi ise Mısır’dan Gazze’ye İsrail’in onayı dışında hiçbir şeyin geçmemesini sağlamak olacaktır. Böylelikle Filistin halkı açlığa ve sefalete mahkûm edilerek Hamas’a isyan etmeye zorlanırken, Filistin’in direnen en büyük gücü olan Hamas’ın kolu kanadı da kırılacaktır. Ardından İsrail Filistin’i dilediği politikalara zorlayabilecektir. Kabul edilemez olan, bu emperyalist plana, sendikalar aracılığıyla işçi sınıfının da ortak edilmeye çalışılıyor oluşudur. Barış gücü, gözlemci güç vs. adı altındaki bu tür güçleri ya da Birleşmiş Milletler gibi kuruluşları, emperyalist niteliklerini perdeleyerek kurtarıcı olarak görmek ve göstermek, çok açık ki işçi sınıfını burjuvaziye yedeklemekten öte bir anlam taşımıyor. Örneğin DİSK, KESK gibi konfederasyonlar ve meslek odaları, geçtiğimiz günlerde yayınladıkları bir bildiriyle, “hükümeti ve bütün siyasal partileri BM Güvenlik Konseyi’nde varlık göstermeye” çağırıyor, “Türkiye’nin içinde yer alacağı bir barış gücünün hemen bölgeye gönderilmesini” talep ediyorlardı. Fakat hiçbir konfederasyon, TC İsrail’le diplomatik, ticari ve askeri ilişkilerini kesene kadar bir genel grev örgütlemeye kalkmadı meselâ. Oysa çok açık ki, İsrail ancak, işçi sınıfının yükselteceği vurucu eylemler (sektörel ya da genel grevler, kitlesel protesto gösterilerinin örgütlenmesi, işbirlikçi devletlerin İsrail’le ilişkilerini kesmeye zorlanması, bu ülkeye giden her türlü silah ve mühimmat akışının fiilen durdurulması vs.) sayesinde baskı altında tutulabilir. Bu noktada, ABD’nin Yunanistan limanları üzerinden İsrail’e göndereceği 325 konteyner silahın sevkiyatını limanı basarak engelleyen Yunan işçi sınıfının geçtiğimiz günlerdeki önemli eylemini vurgulamak gerekiyor.
Filistin sorununun barındırdığı devrimci dinamik Filistin sorununun tüm bölge için önemli bir devrimci dinamik oluşturduğu son İsrail saldırısı vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. İsrail katliamına sessiz kalmayarak sokaklara dökülen yüzbinlerce emekçi, bölgedeki burjuva rejimlerin ödlerini koparmıştır. Bu rejimlerin, ayağa kalkan emekçi kitleler karşısında bir fiskelik canı vardır ve buna Siyonist İsrail rejimi de dahildir. İsrail’in, son yıllarda iyice keskinleşen toplumsal çelişkilerin üzerini örtmek için kitleleri sürekli bir kâbus atmosferinin içinde yaşatması boşuna değildir. Artan işsizlik, yoksulluk, sık sık tekrarlanan genel grevler, binbir parçalı koalisyon hükümetleri, yolsuzluk, tecavüz gibi yüz kızartıcı suçlardan yargılanıp koltuğunu terk etmek zorunda kalan cumhurbaşkanları, başbakanlar, dikiş tutmayan hükümetler… Tüm bunlar kitlelerin mevcut düzenden hoşnutsuzluk-
9
Şubat 2009 • sayı: 47
marksist tutum
larının ve burjuvazinin yönetme sorunuyla yüz yüze olduğunun ifadesidir. İsrail burjuvazisi, Filistinli “teröristlerin” tehdidi altında olduklarını, her an tepelerine Hamas roketleri inebileceğini, Arapların Yahudilerin can düşmanı olduğunu, İsrail’in İran’ın nükleer saldırısıyla yok edilmek istendiğini, kitleleri derin bir korku cehennemine hapsetmekte ve egemenliğini sürdürmenin çaresini savaşı sürekli kılarak tüm bölgeye yaymakta bulmaktadır. Ne var ki, tüm bu baskı, sindirme ve gerçekleri karartma operasyonlarına rağmen, Yahudi işçi ve emekçilerin Siyonist rejime duydukları öfkelerinin artmasının, savaşmayı reddetmelerinin ve her geçen gün daha güçlü bir muhalefet yükseltmelerinin önüne geçilememektedir. İsrail’in katliam operasyonundan sonra Mısır’dan da küçük çaplı ayaklanma haberleri gelmiştir. Mısırlı işçilerden genel grev çağrıları yükselirken, tüm bastırma çabalarına rağmen halk muhalefeti patlama noktasına ulaşmıştır. İsrail-ABD işbirlikçisi Mübarek diktatörlüğü, işçi ve emekçilerin yükselen tepkisini uzun zamandır polis ve asker gücüyle bastırmaya uğraşarak varlığını korumaya çalışıyor. Ancak bölgedeki her olay işçilerin ve emekçilerin ayağa kalkmasına yol açan bir kıvılcım görevi görebiliyor. Son İsrail saldırısı esnasında Gazze’ye gönderilmek üzere toplanan yardım konvoylarına polisin saldırması, gösterilerin yasaklanması ve göstericilerin gözaltına alınması, rejimin nasıl bir sıkışmışlık içinde olduğunu da göstermektedir. Sadece Mısır’ın değil, bölgedeki tüm devletlerin, İsrail saldırılarının uzaması durumunda ciddi halk ayak-
10
lanmalarıyla yüzyüze kalacakları açıktır. Türkiye’de Erdoğan’ın İsrail’e ateş püskürüyor görünmesinin önemli bir nedeni de, İsrail’e karşı yükselen halk tepkisinin AKP iktidarını sallamasını engellemektir. Yaşanan son vahşet, bölge halklarının can düşmanını Siyonist İsrail devletiyle ve onun arkasındaki emperyalist güçlerle sınırlamanın ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha göstermiştir. İşçi ve emekçilerin can düşmanı, bir bütün olarak burjuvazi ve onun kapitalist-emperyalist sömürü sistemidir. On yıllardır barış dolu günlere duydukları özlemle yaşayan Filistin halkının ve diğer Ortadoğu halklarının bu özlemlerine kavuşmasının, burjuvazinin egemenliğindeki bir Ortadoğu’da olanaksız olduğu her vesileyle tekrar tekrar ortaya çıkıyor. İşte tam da bu nedenledir ki, emperyalist senaryoların sahneye koyulmasında her gün yeni bir aşamayla karşı karşıya kaldığımız Ortadoğu’da, proleter devrim, bugün her zamankinden daha yakıcı ve daha hayati bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. “Tüm halkların ve azınlıkların ayrılma hakları da dahil olmak üzere bütün demokratik haklarını güvence altına almış, gönüllü birlik temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasına yol açacak bir Ortadoğu devrimi olmaksızın, bölgedeki sorunlar yumağına kalıcı, yaşayabilir, adil ve demokratik bir çözüm bulmak olanaksızdır. Bu ise ancak işçi sınıfının enternasyonalist bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesiyle mümkündür. Biz enternasyonalist komünistlere düşen görev, böyle bir örgütlülüğü enternasyonal düzeyde gerçekleştirmek ve bu bilinci tüm dünya işçi sınıfına taşımaktır.”4
______________________________ 1
Elif Çağlı, Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler, MT, Ekim 2008
2
İlkay Meriç, Ortadoğu’ya Barış İşçi İktidarıyla Gelecek, MT, Ağustos 2006
3
“İran ve Suriye tarafından desteklenen Hamas 2006 Ocağında seçimleri kazandığından beri başta ABD ve İsrail olmak üzere tüm «uygar dünya», Filistin halkını bu «yanlış demokratik seçimleri» yüzünden cezalandırmaya koyuldu. Derhal siyasi ve ekonomik ambargolar yürürlüğe konularak Filistin halkı açlıkla terbiye edilmeye çalışıldı. Amaç, radikal Hamas’ın yerine tekrar ılımlı El Fetih’in işbaşına gelmesini sağlamaktı. Çünkü El Fetih, bir parçası olduğu FKÖ ile birlikte düşünüldüğünde, 1993’teki Oslo görüşmelerinden bu yana emperyalistler nezdinde rüştünü ispat etmişti. Hamas ise daha militan ve mücadeleci çizgisiyle halkın «bağımsızlık» umutlarını yeşertiyor, ABD ve İsrail’e karşı direnmesine öncülük ediyordu. Hamas’ın tecrit edilerek gözden düşürülmeye ve yok edilmeye çalışılması bundandır.” (Kerem Dağlı, Filistin’de İç Savaş ve Kaynayan Ortadoğu Kazanı, MT, Temmuz 2007)
4
Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım, www.marksist.com
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /11 Mehmet Sinan
Adım adım 12 Mart darbesine 15-16 Haziran büyük işçi eylemi, zaten kabına sığmayan devrimci gençleri daha da hareketlendirmişti. Devrimci gençlik liderleri politik olarak Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisine bağlılıklarını sürdürmekle birlikte, Mihri Belli’nin bir anlamda zinde güçlere bel bağlamış olan “beklemeci” çizgisini artık daha sert eleştirmeye başlamışlardı. Nitekim bu dönemde MDD çizgisi içinde gerçekleşen bölünmeler de devrimci gençlik liderlerinin farklı bir yöneliş içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyordu. Dev-Genç liderleri (Mahirler) Ocak 1971’de yayınladıkları açık mektupta, Mihri Belli’nin siyasal çizgisini milliyetçilikle, sağ oportünizmle, reformizmle eleştiriyor ve artık bu çizgiyle yollarını tamamen ayırdıklarını açıklıyorlardı. Dev-Genç liderlerine göre, yarı sömürge bir ülke olan Türkiye’nin kentleri bütünüyle emperyalizmin boyunduruğu altındaydı. O halde emperyalizme karşı devrimci savaş, emperyalist boyunduruğun en zayıf olduğu halkalarda yani kırlarda başlamalı ve kentlerin fethi doğrultusunda bir rota izlemeliydi. Devrim kırlardan başlayacağına göre, bu devrimin temel gücü de köylülük olacaktı. İşçi sınıfına gelince; işçi sınıfı devrimin önder gücüydü ama onun önderliği “fiili önderlik” değil, “ideolojik öncülük” olmalıydı! “Emperyalist işgale karşı işçi-köylü ittifakı temelinde halk savaşı” stratejisini benimsediklerini söyleyen devrimci gençlik liderleri, bu stratejiye uygun bir askeri örgütlen-
meye gitmek gerektiğini savunuyorlardı. Nitekim 12 Mart öncesinde yayınladıkları bildirilerde, bu askeri devrimci örgütlerin kurulduğunu kamuoyuna duyuracaklardı. Silahlı mücadeleyi esas alan bu askeri devrimci örgütlenmeler (THKO ve THKP-C), bir süre sonra giriştikleri askeri eylemlerle (bombalama, banka soygunu, adam kaçırma vb.), “halk savaşı”nı fiilen başlattıklarını ilan ediyorlardı! 1971 yılına girildiğinde ordu içinde de kıpırdanmalar artmış durumdaydı. Kendilerini Kemalist milliyetçi- devrimciler olarak tanımlayan radikal subaylar, AP hükümetini devirmek için bir darbe hazırlığı içindeydiler. Radikal subayların oluşturduğu “sol” cuntanın içinde eski 27 Mayısçı subayların yanı sıra, çeşitli meslekten Kemalist aydınlar da (Devrim dergisi çevresi) yer alıyordu. Ayrıca dönemin kuvvet komutanlarının da bu “sol” cuntayı desteklediği yaygın bir inançtı sol kamuoyunda! Bu ortamda darbeyi bir an önce gerçekleştirmek ve kendi “devrim” programlarını hayata geçirmek için sabırsızlanan radikal subaylar, darbe tarihini kesinleştirmeleri için kuvvet komutanlarına alttan basınç bindirdiler. Alttan gelen bu basınca daha fazla engel olamayacaklarını anlayan kuvvet komutanları, bu durumda darbe tarihini 9 Mart olarak bildireceklerdi cuntaya. Fakat bu arada ABD ve yerli finans oligarşi de ordu içinde faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Belli ki, ABD ve yerli finans oligarşi, radikal subayların “sol” darbe girişimini engellemek için kuvvet komutanlarıyla üst düzeyde pazarlıklar yürütüyordu. Üst düzeyde yürütülen bu pazarlık, NATO’nun Güney Doğu kanadını oluşturan Türk or-
11
marksist tutum
dusunun yapısıyla ve Türkiye’deki burjuva rejimin geleceğiyle ilgiliydi kuşkusuz! ABD ve yerli finans oligarşinin kısa dönemli amacı, kuvvet komutanları ve üst düzey generallerle bir anlaşmaya vararak, gerçekleşecek askeri müdahalenin kendi kontrolleri dışına çıkmasını engellemekti. Uzun dönemli amaç ise, orduda bozulan emir komuta zincirini yeniden ve sağlam bir biçimde tesis etmek ve kendi denetimleri dışında cuntasal oluşumlara bir daha asla izin vermemekti! Radikal subayların aşağıdan yaptıkları baskı sonucunda, 8 Martı 9 Marta bağlayan gece yarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü alarma geçirildi ve önceden hazırlanmış olan darbe planı istikametinde askeri birlikler seferber edildi. Artık sıra, kuvvet komutanlarının (Kara, Hava, Deniz) hareket emrini vermesine gelmişti. Darbeci subaylar birliklerinin başında bu emrin gelmesini beklemekteydiler. Ancak bekledikleri emir hiçbir zaman gelmeyecekti. Çünkü o güne kadar radikal subaylarla ve sol cuntayla birlikte hareket ettikleri izlenimini veren kuvvet komutanları, eğer radikallerin planlandığı gibi bir sol darbe gerçekleşirse, ilerde kendilerinin de harcanacağından korkarak (ya da başkaları tarafından böyle korkutularak), son anda hareketten vazgeçtiler. Bu arada ordu içinde “sol” cunta yanlısı radikal subayları oyalamak için, onlara darbe tarihinin şimdilik Hazirana ertelendiğini bildirdiler. Oysa gerçek durum bu değildi. Gerçekte kuvvet komutanları, o sırada ordunun tutucu ve Amerikancı kanadının görüşlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la, dolayısıyla ABD ile bir anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmaya göre, ilk adımda radikal subayların “sol” darbe girişimi engellenecekti. Daha sonra ise, kuvvet komutanları ile Genel Kurmay Başkanı’nın imzaladığı bir uyarı mektubu (meşhur 12 Mart Muhtırası) Senato ve Meclis Başkanlığına iletilecekti. TRT’nin haber bültenlerinde de okunan bu muhtırada, “parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşiye ve kardeş kavgasına sürüklediği” vurgulanıyor ve “ anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle yapacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı, partiler üstü bir hükümetin bir an önce kurulması” isteniyordu. Bu yapılmadığı takdirde, TSK idareye doğrudan doğruya el koyacaktı!
12
Şubat 2009 • sayı: 47
Ordu içinde radikal subayların nefretini en çok üzerine çekmiş ve darbenin esas hedefi haline gelmiş olan Demirel, 12 Mart Muhtırasının verilmesiyle birlikte “şapkasını alıp gitti” ve AP hükümeti de böylece düşürülmüş oldu! Fakat bunun karşılığında kuvvet komutanları da ABD’ye ve finans oligarşiye verdikleri “sözü” yerine getirdiler ve “sol” cuntayla ilişkisi olan radikal subayların tasfiye sürecini başlattılar. Sol cunta içinde yer aldığı tespit edilen pek çok subay emekli edildi ve bazıları da tutuklandı. Emekli edilen ve tutuklananlar arasında kilit görevler üstlenmiş olan generaller de bulunmaktaydı. TSK içinde sürecin kendi aleyhlerine işlediğini gören sol Kemalistler, artık her şeyin bittiğini anlayıp bir bozgun havası içinde geri çekildiler. Darbe öncesinde devrimci gençleri “gerillacılığa” teşvik eden sol Kemalistler, şimdi artık “gerillacılıktan” vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaktaydılar! Sol Kemalistlerin devrimciliğine bel bağlayanlar ise, bu ibretlik manzara karşısında, şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaya çalışıyorlardı! ABD ve yerli finans oligarşi “son anda” yaptıkları bu müdahaleyle, hem ordu içinde “emir-komuta” zincirinin bozulmasını engellemiş, hem de radikal subayların 9 Martta gerçekleştireceği “sol” darbeyi önlenmiş oldular. Bu aynı zamanda, burjuva devletin temel direği olan silahlı kuvvetler bünyesinde muhtemel bir bölünme ve “iç çatışma”nın da savuşturulması anlamına geliyordu. Bu aşamadan itibaren, burjuvazinin tüm fraksiyonları, finans oligarşinin hegemonyası altında bir araya gelecek ve burjuva rejimde doğan otorite bunalımını aşmak üzere, olağanüstü bir rejimin uygulanmasına onay vereceklerdi. Silahlı kuvvetlerin yüksek komuta kademesi, sermayenin doruğu ve ABD arasında varılan bu “kutsal” anlaşma, parlamentoda da hemen yansımasını bulmuştu. AP, CHP ve öteki burjuva partiler, finans oligarşinin direktifiyle başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim’in kuracağı “partiler üstü” hükümete bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını açıkladılar. Fakat öte yandan, hem sol kamuoyunu oyalamak hem de ordu içindeki radikal subayları yatıştırmak için, kurulan bu hükümetin “ilerici, reformcu, sol bir hükümet” olduğu izlenimi de yaratılacaktı kamuoyunda. Nitekim bu izlenimi yaratabilmek için, Nihat Erim hükümetine parlamento dışından “sol” görüşlü olduğu bilinen kişiler de alınacaktı. Örneğin parlamento dışından atanan bakanlar arasında, Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden olduğu bilinen ve o sırada OECD ve Dünya Bankasında çalışan Atilla Karaosmanoğlu, ismi “ilerici” öğretim görevlileri arasında geçen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkân Akyol, NATO Genel Sekreter yardımcısı Osman Olcay ve 27 Mayısçı iki tabii senatör de yer almaktaydı. Böylece burjuvazi, teknokrasi ve asker-sivil bürokrasi, kapitalist düzenin bekası için bir “milli birlik ve beraberlik hükümeti” etrafında kenetlenmiş oldular! Nihat Erim hükümeti programını açıkladığında, ilk
sayı: 47 • Şubat 2009
marksist tutum
kutlama mesajı finans (26 Nisan 1971’de) kapitalin sembol ismi Ankara, İstanbul, İzünlü işadamı Vehbi mir, Adana, Hatay ve Koç’tan gelmişti. Erim Diyarbakır’da sıkıyöhükümetinin oluşunetim ilan etti ve hemundan bir ay sonra men ardından devrimise, burjuvazinin ficileri, solcuları, örgütnans kapital düzeyine lü işçi hareketini ezyükselmiş olan unsurmek için meşhur “Ballarının örgütü TÜSİyoz Harekâtı”nı başlatAD kuruldu! Zengintı. Sözde reform hüküler kulübü olarak da meti olarak işbaşına anılan TÜSİAD, burgelen, gerçekte ise yerli juvazinin genelini temfinans kapitalin ve sil eden sanayi-ticaret ABD’nin istediği ekoodaları ve işveren sennomik-siyasal düzenledikalarının yanında, finans oligarşinin çı- Nihat Erim hükümetinin meleri yapmakla görevlendirilmiş bulunan gerçek yüzünü karlarını temsil eden “daha özel” bir örgüt Nihat Erim hükümeti, işbaşında bulundugöstermesi için çok olarak inşa edildi. Nitekim TÜSİAD kuruğu süre boyunca bu uğursuz görevini ekbeklemek gerekmedi. luşundan itibaren bu “özel” durumuna uysiksiz yerine getirecekti. 12 Mart’ın gerçekte gun davranacak ve tüm burjuva kesimler Erim hükümetinin sıkıyönetim ilan etdevrimci solu ve işçi üzerinde finans oligarşinin hegemonyasını mesinden sonra tüm inisiyatif sıkıyönetim hareketini ezmek tesis etmeye ve bu doğrultuda baskı gücü komutanlarının, dolayısıyla kontrgerillaiçin geldiği, Erim oluşturmaya çalışacaktı. hükümetinin icraatıyla nın eline geçti. Sıkıyönetim ilan edilen AP ve CHP, sermayenin doruğunda katüm illerde ve özellikle azılı anti-komünist kısa zamanda ortaya rarlaştırıldığı gibi hareket ettiler ve parlaFaik Türün’ün sıkıyönetim komutanı olçıktı. mentoda Nihat Erim hükümetine güvenoduğu İstanbul’da solcu ve devrimci avı başyu verdiler. İşin ilginç yanı, 12 Mart darbesiyle tasfiye latıldı. Binlerce polis ve asker eşliğinde, Fırtına Bir ve edilmiş olan sol Kemalistlerin de (Devrim dergisi çevresi) Fırtına İki adı verilen arama, kitap toplatma ve yakma başlangıçta Nihat Erim hükümetini desteklemiş olmasıyharekâtı yürütüldü. Yüzlerce devrimci gözaltına alınıp işdı. O dönemde Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk, kencelerden geçirildi ve tutuklandı. TİP, Kürt sorunuyla Erim hükümetinin reformlara girişebilmesi için “Atatürkilgili aldığı kongre kararı nedeniyle Sıkıyönetim Mahkeçülerin birlik içinde olması gerektiğini” vurgulayan yazılar mesi tarafından kapatıldı ve yöneticileri ağır hapis cezalayazıyordu. Oysa aynı dönemde TİP ve Dev-Genç, Nihat rına çarptırıldı. Dev-Genç, Türkiye Öğretmenler SendiErim hükümetini “tekelci kapitalistlerin”, “bürokratik fakası, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve daha pek çok ileşizmin” hükümeti olarak tanımlayacak ve hiçbir biçimde rici ve devrimci dernek kapatıldı. Sendikalar sürekli baskı destek olmayacaklarını açıklayacaklardı. O tarihte CHP altında tutuldu ve faaliyetleri fiilen en aza indirildi. DevGenel Sekreteri olan Bülent Ecevit bile, Türkiye’de rimci gençlik liderleri Sıkıyönetim Mahkemelerinde idam Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulduğunu söycezalarına çarptırıldılar. Devrimci gençlik hareketinin önleyerek ve partisinin Erim hükümetine bakan vermesini de gelen üç lideri asılarak, diğer gençlik liderleri kahpece protesto ederek, partideki görevinden istifa edecekti. pusuya düşürülerek ve bombalanarak hunharca katledildiNitekim Erim hükümetinin gerçek yüzünü göstermesi ler. Olağanüstü burjuva rejimin uyguladığı bu yıldırma ve için çok beklemek gerekmedi. 12 Mart’ın gerçekte devpasifikasyon harekâtının uzun erimli amacı, devrimci ve rimci solu ve işçi hareketini ezmek için geldiği, Erim hüsol hareketin bir daha belini doğrultamayacak şekilde ezilkümetinin icraatıyla kısa zamanda ortaya çıktı. 12 Mart mesi, örgütsüzleştirilmesi ve böylece hem işçi hareketinin darbesiyle süreci kendi kontrolleri altına alan yerli finans hem de gençliğin devrimcileşmesinin önüne geçilmesiydi. oligarşi ve ABD, kurdurdukları Erim hükümeti aracılığıyBu arada finans kapital, kendi düzeninin bir zaafı olala burjuva düzeni yeniden tahkim etmeye girişmişlerdi. Bu rak gördüğü 61 Anayasasını değiştirmek için de harekete olağanüstü burjuva yönetim döneminde, komünistlere ve geçmişti. 61 Anayasasında yazılı olan özgürlüklerin kulladevrimcilere karşı mücadele de artık MHP’li, Ülkü Ocaklı nılmasından başı çok ağrıyan burjuvazi, şimdi bu özgürsivil faşist çeteler eliyle değil, doğrudan doğruya emperyalüklere anayasada sınırlar getirilmesini istiyordu. Burjuvalizmin ve burjuva devletin derin aygıtları (kontrgerilla) zinin bu isteğini Nihat Erim şöyle dile getirecekti: “61 eliyle yürütülecekti! Anayasası Türkiye için bir lükstür. Halk bu anayasanın geNihat Erim hükümeti işbaşına geldikten bir ay sonra tirdiği özgürlükleri kullanmaya henüz ehil değildir. Bu
13
marksist tutum
anayasadaki özgürlükler halka bol gelmiştir ve bu da anarşiye yol açmıştır. Onun için, özgürlükleri kısıtlayıcı gerekli anayasal değişiklikler derhal yapılacaktır!” Sonuçta, finans kapitalin mutemet adamı Erim’in istediği gerici anayasal değişiklikler, parlamentoda AP ve CHP milletvekillerinin oylarıyla bir bir gerçekleştirildi. Burjuvazinin asıl istediği, içinde düzene karşı devrimci muhalefet yürüten solcuların, devrimcilerin, komünistlerin bulunmadığı bir siyasal düzendi kuşkusuz! Burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimi olan 12 Mart rejimi iki buçuk yıldan fazla sürdü. Bu olağanüstü rejim döneminde, burjuvazi sarsılan düzenini tahkim etmeye ve kendi sınıfsal çıkarlarını uzun dönemli güvenceye alacak ekonomik-siyasal düzenlemeleri yapmaya çalıştı. Gerçi burjuvazi bu dönemde yapmak istediği değişikliklerin tümünü gerçekleştiremedi, ama gelişmesinden büyük ürküntü duyduğu örgütlü devrimci sol hareketleri ve işçi sınıfı hareketini belli bir süre için de olsa sindirmeyi başardı. Bu dönemde devrimci örgütler ağır darbeler yedi, devrimci kadrolar ağır kayıplar verdi. Öte yandan, 12 Mart rejimi işçi ve sendikal hareketi de sürekli baskı altında tutarak, kapitalistlere rahat bir sömürü ortamı sağladı. Dolayısıyla bu yıllarda hem yabancı sermaye ortaklığına dayanan ithal ikameci sanayi yatırımları artmış, hem de sanayide hızlı bir tekelleşme süreci yaşanmıştır. Sanayide yaşanan bu hızlı tekelleşme sürecinde başı çeken sermaye kuruluşları arasında, asker kökenli bir sermaye kuruluşu olan OYAK da yerini almıştır. Kısa zamanda hızlı bir büyüme gösteren bu tekelci sermaye gruplarının hepsi de yabancı sermayeyle ortak yatırımları olan kuruluşlardır. Dolayısıyla bu dönem, yerli-yabancı finans kapital ortaklığının, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamı üzerinde tam anlamıyla hegemonyasını kurmaya başladığı tarihsel bir dönemeç noktası olmuştur. Fakat bu dönem aynı zamanda, ekonomide dışa bağımlılığın ve borçlanmanın arttığı ve Türkiye kapitalizminin yapısal krizini artıran koşulların da hızla birikmeye başladığı bir dönemdir. 1971 yılından itibaren burjuva siyasal rejim üzerinde hegemonyasını kuran güç, yukarıda da belirttiğimiz üzere, askeri-bürokratik elitin de içinde yer aldığı finans oligarşidir. 12 Mart rejiminde burjuvazinin tüm kesimlerini bir anlamda zora dayanarak kendi hegemonyası altında birleştiren finans oligarşi, diğer taraftan bu olağanüstü rejim koşullarının uzun yıllar sürdürülemeyeceğinin de bilincindedir. Bu konularda uzun dönemli düşünen ve planlarını buna göre yapan emperyalizm ve yerli finans oligarşi, Türkiye’de tekrar olağan burjuva yönetim biçimine geçildiğinde, devrimci harekete alternatif olabilecek bir burjuva reformist “sol” harekete ne denli ihtiyaç duyacaklarının da farkındadır. Bütünüyle burjuvazinin kontrolünde olacak böyle bir reformist “sol” hareketin burjuvazi açısından yerine getireceği tarihi görev, Türkiye’de işçi sınıfını, gençliği, aydınları ve geniş emekçi kitleleri devrimci örgütlerin, özellikle de gerçek proleter devrimci (komünist) örgütle-
14
Şubat 2009 • sayı: 47
rin etkisinden uzak tutmaktır. Nitekim ilerde göreceğimiz üzere, burjuvazinin akıl hocaları, bu amaçla hazırladıkları bir siyasal projeyi 1973 seçimlerinde hayata geçirmeye çalışmışlar, fakat başarılı olamamışlardır. 1973 seçimleri öncesinde burjuva medyada bir “Ecevit efsanesi” yaratılmaya çalışılmıştır. “Karaoğlan Ecevit”, “halkçı Ecevit”, “umudumuz Ecevit” gibi popülist söylemlerle politikada imajı parlatılan Bülent Ecevit, emekçi kitlelere bir “kurtarıcı” olarak takdim edilmiştir. Burjuvazinin akıl hocalarının kafasındaki plan, yılların resmi devlet partisi CHP’yi, sosyal-demokrat bir parti olarak ambalajlayarak, işçi sınıfını, solcu aydınları, devrimci gençliği bu partinin kuyruğuna takmaktır. Burada asıl hedeflenen şey, Türkiye’de gelişme potansiyeli olan gerçek bir proleter devrimci hareketin önünün kesilmesidir kuşkusuz. Fakat burjuvazinin hazırladığı bu siyasal proje tutmayacak ve devrimci sol hareketleri CHP aracılığıyla ehilleştirme ve düzen sınırları içine çekme planları çok çabuk suya düşecektir.
70’li yıllar: Burjuvazinin liberalini de statükocusunu da ürküten devrimci yıllar 1973 yılının Ekim ayında milletvekili seçimleri yapıldı ve yeniden olağan burjuva parlamenter işleyişe geçildi. Seçimlerde hiçbir burjuva partisi tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluk elde edememişti. Bunun üzerine büyük burjuvazi yukarıda zikrettiğimiz siyasal projesini hayata geçirmek üzere harekete geçecek ve Bülent Ecevit’in başbakanlığında bir koalisyon hükümetinin kurulmasını sağlayacaktı. Burjuva basın, kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetini kamuoyuna “solla sağ arasında gerçekleşen tarihi uzlaşma” olarak lanse edecek ve bunu gerçekleştiren Ecevit’e övgüler yağdıracaktı. 12 Mart’tan çıkışta siyasal süreç, gerçekten de finans kapital kurmaylarının arzuladığı şekilde gelişiyor gibiydi. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 12 Mart rejimi sona erip yeniden burjuva parlamenter rejime geçildiğinde, burjuva reformist bir “sol” hareketin yaratılması, aslında büyük burjuvazinin kurguladığı bir siyasal projeydi! Nitekim seçimlerden sonraki siyasal tabloya bakıldığında, burjuvazinin kurguladığı bu siyasal projenin bir biçimde gerçekleşmiş olduğu anlaşılıyordu. Üstelik Kıbrıs harekâtının da tam bu tarihlere denk düşmüş olması (Haziran 1974) ve ardından Yunanistan’da faşist Albaylar Cuntasının iktidardan alaşağı edilmesi, bu siyasal projenin tutmasını kolaylaştırmıştı. Öte yandan, bu süreçte Bülent Ecevit’in “sol” rüzgârlar estiren söylevleri de onu kamuoyunun gözünde, emekçiden yana, halkçı bir lider, bir kahraman haline getirirken, partisi CHP’yi de emekten yana, solcu bir parti haline getiriyordu. “Halkçı Ecevit” ve “ortanın solu” söylemi adeta bir mitos haline gelmişti bu dönemde. Solda artık yalnızca Ecevit’in ve onun burjuva reformist “ortanın solu” çizgisinin borusu ötecek gibi görünüyordu! Bü-
sayı: 47 • Şubat 2009
yük burjuvazinin de burjuva parlamenter rejimde görmek istediği siyasal manzara buydu zaten! 12 Mart’tan çıkış sürecinde yaratılan bu politik atmosferden, kuşkusuz işçi sınıfı ve aydınlar da etkilenmişlerdi. Sosyalist hareketin henüz kendini toparlayamadığı, devrimci hareketin henüz yükselişe geçemediği bir ortamda, bu gelişmelerden yararlanan elbette ki CHP olmuştu. Örneğin, 12 Mart öncesinde CHP’yi en sert şekilde eleştiren ve TİP’i destekleyen DİSK bile şimdi CHP’yi desteklediğini açıklıyor ve bu partinin “Anayasal özgürlükleri, demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti” olduğunu söylüyordu. DİSK’in bu tutumu, onun tabanını da derin bir şekilde etkiliyordu tabii ki. Ancak bu durum fazla uzun sürmeyecekti. Pek çok devrimcinin 1974 affıyla cezaevlerinden çıkışıyla birlikte, sosyalist sol yeniden toparlanmaya, işçi ve devrimci hareket yeniden yükselmeye başladı. Üstelik devrimci ve sosyalist örgütlenmelere katılanların sayısı 12 Mart öncesine göre çok daha artmış, devrimci ve sosyalist hareket çok daha kitleselleşmişti. Hepsi bu kadar da değil; bu kez toplumun her kesiminde düzen karşıtı muhalefet hareketleri gelişiyor ve bu temelde yoğun bir örgütlenme seferberliği yaşanıyordu. İşçiler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, teknik elemanlar, sanatçılar, aydınlar her geçen gün daha da politikleşiyor, toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında devrimci duyarlılık her geçen gün daha da artıyordu. Bu arada DİSK de CHP’nin etkisinden çıkmış ve daha solda, daha mücadeleci, militan bir sınıf sendikacılığı anlayışına yönelmişti. DİSK’in bu çizgiye gelmesindeki en önemli etken, Türkiye Komünist Partisi’nin DİSK içinde örgütlenmesi ve DİSK’i etkilemiş olmasıdır kuşkusuz. Özellikle bu son durum, yani işçi hareketinin yeniden yükselişe geçmesi ve işçilerin akın akın DİSK’in çatısı altında toplanmaya başlaması, burjuvaziyi ciddi şekilde endişelendiren ve ürküten bir gelişmeydi.
Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk
marksist tutum
Bu dönemde iç siyasal gelişmelerin yanı sıra, dış siyasal gelişmeler de burjuvaziyi etkiliyordu. Bir yandan Yunanistan’daki faşist askeri cuntanın yol açtığı Kıbrıs sorunu ve bu sorunun NATO içinde yarattığı ihtilaf, diğer yandan “haşhaş ekimi” dolayısıyla ABD ile Türkiye arasında yaşanan gerilim, burjuva devleti ciddi şekilde sıkıştıran gelişmelerdi. İçerde ve dışarıda gelişen olaylar ve yaşanan sorunlar, burjuvazinin tüm kesimlerini ve ordunun yüksek komuta kademesini, finans oligarşinin hegemonyası altında birleşmeye ve birlikte hareket etmeye zorluyordu. ABD ile ittifakın ve sermaye düzeninin çıkarları bunu gerektiriyordu çünkü! Nitekim böyle olduğu içindir ki, o dönemde burjuva iktidar bloku içinde yer alan askerler ile sivil politikacılar ve statükocular ile liberaller arasında, bugün yaşandığı gibi bir iktidar kavgası pek yaşanmayacaktı. Her şeyden önce şu noktayı çok iyi anlamak gerekiyor. Bu yıllarda yönetici sınıfın çeşitli kesimlerini (askerini de sivilini de) birlikte davranmaya iten ya da zorlayan en önemli faktör, bu kesimlerin muhtemel bir işçi devriminden duydukları korkuydu. Devrimci ve işçi hareketinin 70’li yıllardaki yükselişinden duydukları bu korku, askeriyle siviliyle statükocusuyla liberaliyle tüm egemen sınıf kesimlerini “birlikte davranmaya” zorlamıştı. Egemen sınıfın duyduğu bu korku sanal değil, maddi temelleri olan gerçek bir korkuydu. Bunun somut kanıtı, keskinleşen sınıf mücadelesi ve her an kendini hissettiren bir devrimci durumun varlığıydı. Bu gerçekliği herkesten önce gören ABD emperyalizmi, yerli finans oligarşi ve ordunun yüksek komuta kademesi, düzenin “bekası” için gerekli önlemleri almaya çoktan karar vermişlerdi. Ve verdikleri bu kararı, burjuva partilerden bağımsız olarak nasıl uygulayacakları da ilerde görülecekti! Aslına bakılacak olursa, 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’deki gelişmeleri kontrol eden ve yönlendiren gerçek güç, asker kökenli sermayenin de içinde yer aldığı yer1973 seçimleri öncesinde burjuva medyada bir “Ecevit efsanesi” yaratılmaya çalışılmıştır. “Karaoğlan Ecevit”, “halkçı Ecevit”, “umudumuz Ecevit” gibi popülist söylemlerle politikada imajı parlatılan Bülent Ecevit, emekçi kitlelere bir “kurtarıcı” olarak takdim edilmiştir. Burjuvazinin akıl hocalarının kafasındaki plan, yılların resmi devlet partisi CHP’yi, sosyaldemokrat bir parti olarak ambalajlayarak, işçi sınıfını, solcu aydınları, devrimci gençliği bu partinin kuyruğuna takmaktır.
15
marksist tutum
li finans kapitaldi. ‘70 dönemecinden itibaren ekonomide hâkim konuma geçmiş ve ahtapot kollarıyla bütün sektörleri sarıp sarmalamış olan yerli finans kapitalin gerçek arzusu, dış pazarlara açılmak ve uluslararası tekelci sermaye ile bütünleşmekti elbette. Yerli finans kapital esasen bu arzusunu gerçekleştirmeye hazırlanıyordu, ama önünde aşması gereken ciddi engeller vardı. Bu engellerin başında, örgütlü işçi hareketi geliyordu tabii ki. Ecevit Kıbrıs harekâtıyla elde ettiği politik “başarısını”, bir erken seçimle oya tahvil etmek istemişti ama rakip partiler buna izin vermemişlerdi. Siyasal manevrası tutmayan ve erken seçim arzusunu gerçekleştiremeyen Ecevit 1974 yılı sonunda başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Demirel’in başbakanlığında Birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti (AP, MSP, MHP, CGP) kuruldu. MC hükümeti, beklendiği gibi anti-komünist bir siyaset izleyerek, sola, devrimci gençliğe ve işçi hareketine saldırmakla işe başlamıştı. Bir taraftan MHP’nin yönettiği para-militer faşist çeteler öğrenci gençliğin ve işçilerin üzerine saldırtılırken, diğer taraftan devlet dairelerinde ve poliste faşist kadrolaşmaya gidiliyordu. Öte yandan, sendikal harekette DİSK’in önünü kesebilmek için devlet de bizzat görev üstleniyordu. MC hükümeti, beklendiği gibi anti-komünist bir siyaset izleyerek, sola, devrimci gençliğe ve işçi hareketine saldırmakla işe başlamıştı. Bir taraftan MHP’nin yönettiği para-militer faşist çeteler öğrenci gençliğin ve işçilerin üzerine saldırtılırken, diğer taraftan devlet dairelerinde ve poliste faşist kadrolaşmaya gidiliyordu. Öte yandan, sendikal harekette DİSK’in önünü kesebilmek için devlet de bizzat görev üstleniyordu. Örneğin MC iktidarı DİSK’in devlet ve özel sektör işletmelerinde örgütlenmesinin önüne geçebilmek için, buralarda Türk-İş’in örgütlenmesine yardımcı oluyor, hatta yer yer bu örgütlenmeyi bizzat kendisi organize ediyordu. DİSK’in örgütlenmesini engellemek için, işyerlerine yerleşen sarı sendikacılar ve para-militer faşist çeteler bizzat iktidarın yandaşlarından oluşuyordu. Fakat MC iktidarının bu gerici, faşizan baskılarına rağmen, DİSK’in gelişmesi engellenemiyordu. DİSK gelişmesini sürdürürken Türk-İş geriliyor ve üyelerinin DİSK’e geçmesine mani olamıyordu. DİSK, hem özel sektör işyerlerinde, hem de devlete ait işyerlerinde sarı sendikacılara ve faşist çetelere karşı mücadele ederek örgütlenmesini sürdürüyordu. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Kırıkkale MKE gibi stratejik işletmelerde işçilerin DİSK’te örgütlenmeye başlamaları burjuva devleti ciddi biçimde tedirgin etmişti. Bu süreçte DİSK’in mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışını benimsemesi ve yaptığı toplu sözleşmelerle ve grevlerle işçilerin çalışma koşullarını ve ücretlerini iyileştirmesi, işçilerin akın akın DİSK’e gelmesini sağlamıştı. 1976’da DİSK’in üye sayısı 300 bin-
16
Şubat 2009 • sayı: 47
lere doğru tırmanıyordu. 70’li yılların ikinci yarısından itibaren DİSK, işçi ve emekçilerin, öğretmenlerin, teknik elemanların, öğrenci gençliğin, ilerici aydınların, sanatçıların vb. gözünde, işçi sınıfının sendikal örgütü olmaktan öte bir misyona ulaşmıştı. DİSK yaptığı eylemlerle ve düzenlediği kitlesel mitinglerle adeta ilerici toplumsal muhalefetin merkezi haline gelmişti. DİSK’in 20 Eylül 1975’de İstanbul’da gerçekleştirdiği “Demokratik Hak ve Özgürlükler” mitingine 40 bin, 1 Mayıs 1976 mitingine 100 bin, TOFAŞ işçisi ve DİSK üyesi Muammer Çetinbaş’ın faşistlerce öldürülmesi nedeniyle 10 Temmuz 1976’da Bursa’da yapılan mitinge 10 binlerce işçi ve emekçi katılmıştı. Bu dönemde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) MC hükümeti tarafından yeniden yasalaştırılmak istenmesi, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden birine yol açmıştı. İşçiler yüzlerce işyerinde üretimi durdurarak direnişe geçmişlerdi. Bunun karşılığında ise patronlar, aralarında sendika temsilcilerinin de bulunduğu binlerce işçiyi işten atmış ve bu işçilerin başka fabrikalarda işe girmesini engellemek için “kara listeler” hazırlamışlardı. Fakat tüm bu faşizan baskılara karşın, başını DİSK’in çektiği bu militan mücadele sayesinde, burjuvazinin DGM’leri yeniden açma girişimi geri püskürtülmüştü. Can Yücel’in şiirinde dile getirdiği gibi, gerçekten de hava dönmüştü ve işçiden işçiden esiyordu yel! DİSK’in başını çektiği bu militan mücadeleler sayesinde işçilerin kendilerine güvenleri artmış ve devrimci bir sınıf olmanın bilinci ve gururu içinde işyerlerinde, miting alanlarında ve patronlarının karşısında başları dik gezer olmuşlardı. İşçi sınıfı hareketindeki bu devrimci yükseliş, toplumun her kesimini etkilemişti. Devrimci gençlik hareketini temsil eden örgütlerin on binlerce üyesi ve taraftarı vardı. Gençler gözünü budaktan sakınmaksızın atılıyorlardı devrimci mücadeleye. Tabii aynı şekilde, kendi kitle örgütlerini yaratmış on binlerce öğretmen, mühendis, sağlık çalışanı, memur ve emekçi kadın, işçi sınıfıyla omuz omuza yer alıyorlardı dünyayı değiştirme mücadelesinde. Öte yandan kırsal kesimde de tarım işçilerinin ve emekçi köylülerin örgütlü mücadelesi yükseliş halindeydi. Özetle, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve toplumsal mücadelelerdeki bu kitlesellik ve devrimci kabarış, önceki yıllarla kıyaslanamayacak bir durum arz ediyordu. Alt sınıfların hareket tarzındaki bu değişme ve gelişmeler, üstteki yönetici sınıflara büyük bir basınç bindirdi kuşkusuz. Bu basıncın görünür sonuçları ise, yöneticilerin eskisi gibi yönetememesi ve hem hükümette, hem parlamentoda, hem de devletin çeşitli kurumları (ordu, polis, idare, üniversiteler vb.) içinde derin bir siyasal krizin yaşanması oldu. Bu bakımdan 70’li yıllar, önceki yıllardan kesinlikle çok farklı bir nitelik taşıdı. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
“Ergenekon” Tipi Sendikacılık! Adil Aksu
1980
faşist askeri darbesi, militan sınıf sendikacılığı fikrini işçi sınıfının içinden söküp atmak için her tür baskıyı uyguladı. Mücadeleci sendikal anlayışın odağı olan DİSK kapatıldı. İşkolu barajları, grev yasakları ve noter şartıyla faşist rejimlere özgü korporatif sendikacılık anlayışı geliştirilmeye çalışıldı. Bu çizginin en temel izleyicisi Türk Metal sendikası oldu. Türk Metal sendikası 1980’den sonra işçi mücadelesini milliyetçi, devletçi, işbirlikçi çizgide tutmayı hedefleyen faşist rejimin en gözde sendikasıdır. Bu sendika kurulduğu günden bu yana patronların eliyle beslendi ve metal işçilerinin sırtından semirdikçe semirdi. Son dönemde sermaye sınıfının kampları arasında yaşanan iktidar çatışmasında burjuva kesimler birbirlerinin ipliğini pazara çıkartırken, bu çatışmada açık bir taraf olan Türk Metal’in kirli çamaşırları da açığa dökülmeye başlandı. Nitekim çok geçmeden Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek, “Ergenekon Terör Örgütüne” üye olduğu ve finansal destek sağladığı gerekçesiyle tutuklandı. Geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yana, Türk Metal sendikasının faşist yöneticilerini Ergenekon ile ilişkilendiren haberler ortaya çıkmaya başlamıştı. Böylece burjuva iktidar bloğu içindeki çatlaktan sızan pislikler, işçi sınıfının tepesine çöreklenmiş hain sendika bürokratlarının kim olduklarını bir kez daha gösterdi. Sendikanın Manisa şube başkanı, sendikadan Avrasya Televizyonuna para aktarıldığını söyleyince, buzdağının bir kısmı görünmeye başlandı. Manisa Şube Başkanı Mehmet Ali Özaltın 8 Ekim 2008’de Zaman gazetesine yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “Özbek’in Ergenekon’a aktardığı paralarla ilgili olarak ciddi belgeler vereceğiz. Örneğin Bursa’da yapılan mitingde organizatör Hurşit Tolon paşaydı. İşyerlerinden arabalar kaldırdık. Bizim işçilerimiz katıldı. İşçiler tehditle, baskıyla gitti. Şu anda da benim işyeri temsilcilerim tehdit ediliyor.” Böylece işçi sınıfının Türk Metal sendikası aracılığıyla faşist örgütlenmelerin kitle gücü haline getirilmeye çalışıldığının kanıtlarından birini açıklamış oluyordu.
İşçi sınıfının geleceği darbe, kriz ve savaş sarmalında, tehlikenin tam ortasında yol alıyor. İşçi hareketini milliyetçilik zehriyle uyuşturan, işçi kitlelerini patronların çıkarlarının edilgen nesnesi haline dönüştüren sendika bürokratlarına karşı devrimci, militan mücadele yükseltilmelidir. On yıllardır işçi sınıfının mücadelesinin önünde faşist bir engele dönüşen Özbek tipi sendikacıları tanımak ve onları oturdukları yerlerden alaşağı etmek, militan sınıf sendikacılığını savunan işçilerin en temel görevlerinden biridir. Fabrikalarda yürütülecek militan bir mücadeleyle Türk Metal’in kaleleri devrilmeli, yok edilmelidir. Militan sınıf sendikacılığı ruhuyla, patronlar ve onların hain işbirlikçilerine karşı örgütlü mücadele yükseltilmelidir.
17
Şubat 2009 • sayı: 47
marksist tutum
Özbek hakkında iddialar Ergenekon davası görülmeye başlandığından bu yana gündemden düşmedi. Gazetelerde boy boy Özbek’e ait mal varlıkları yayınlanmaya başlandı. Özbek’e ait servetin ucu bucağı gözükmüyor. Mal varlığı sendika başkanından daha çok herhangi bir patronun mal varlığına benziyor. Tam 33 yıldır oturduğu sendika başkanı koltuğunda işçilerin aidatlarından elde ettiği paralarla palazlanan Özbek, yıllar içinde işçilere ihanet ederek servetini büyüttü. Özbek patronların çıkarlarının öz bekçiliğini yaparak oteller, villalar, apartmanlar, televizyon kanalı, gazete ortaklığı, çiftlikler, lüks otomobiller ile ödüllendirildi. Mustafa Özbek’in kontra faaliyetleri Türk Metal sendikası ile sınırlı kalmıyor. Özbek, Türkiye çapında örgütlenen ve 1,5 milyon üyesi olan Türk Boyları Konfederasyonu’nun “Beyi”dir. Özbek, “vatan, millet, devlet, bayrak ve Atatürk” diyen bütün kişi, kurum ve kuruluşları, adı “Türkiye’m Topluluğu” olan bir çatı örgütünde örgütlemiştir. SSCB dağıldıktan sonra TC’nin emperyal planlarının bir parçası olarak, 1994 yılında Avrasya Metal İşçileri Federasyonunun kuruluşuna öncülük eden de Özbek’tir. Özbek, TUSAM (Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi) adlı kuruluş aracılığıyla sermaye sınıfına akıl hocalığı da yapmaktadır. Cumhuriyet gazetesinin ortaklarından olan Özbek, TUSAM’a bağlı Strateji adlı haftalık dergi ile statükocuların hedeflerini topluma yaymaktadır. Cumhuriyet mitinglerinin ateşli savunucu olan Özbek, metal işçilerini zorla mitinglere katmaktan çekinmemiştir. Mustafa Özbek’in tutuklandığı haberi duyulmaya başlayınca, Özbek’i desteklemeye giden, basın açıklamalarıyla Özbek’in arkasında duranlar oldu. Sendikal mücadeleyi, demokrasiyi ve insan haklarını öne sürerek Özbek’e sahip çıkan CHP milletvekillerinin kim oldukları ve nerede durdukları bir kez daha ortaya serildiği gibi, aynı haltı yiyen sendikacıların meşrebi de görüldü. Mustafa Özbek’i “işçi lideri” sıfatıyla değerlendirerek, aklamaya çalışanlardan biri de Türk-İş konfederasyonu oldu. Türk-İş Başkanlar Kurulu yayınladığı bir bildiri ile Özbek’e sahip çıktı. Yapılan açıklamada “Mustafa Özbek işçi sınıfı hareketinde büyük emeği olan bir işçi lideridir. Hukukun üstünlüğüne inanan Türk-İş, bağımsız yargının vereceği adil karar ortaya çıkıncaya kadar Özbek’in yanında olacaktır” denildi. Bu da Türk-İş içindeki kirli dengele-
18
rin ve ayak oyunlarının çamurunda çürümüş bürokratların sonunda Özbek gibilere bile arka çıkmaktan kaçınamadıklarını ortaya koymuştur. Yıllardır Türk Metal’in tepesine çöreklenmiş olan Özbek’in işçi sınıfına karşı sendikal alan üzerinden işlenen suçlarda diğerlerinden fersah fersah ileride olduğu şüphesizdir. Ancak son tahlilde diğer kokuşmuş sendika bürokratlarının da sermaye düzenine hizmette aynı genel fonksiyonu görmekte oldukları da bir gerçektir. Dolayısıyla onlar Özbek’le “aynı gemide”dirler. Aralarında rekabet ve tepişmeler olabilse de bu temel gerçek yerinde durmaktadır. Öte yandan sendikal alanda Özbek’e arka çıkanlar Türk-İş’le sınırlı kalmadı. DİSK başkanı Süleyman Çelebi de yaptığı açıklamalarla kervana katıldı. Bu da, bir CHP’li olarak Çelebi’nin de egemen sınıf içi çatışmada bir taraf olduğunu bir kez daha ve net biçimde göstermiştir. Bir DİSK başkanının, asıl varoluş sebebi ve misyonu DİSK’i ve onun asıl dinamosu Maden-İş’i yok etmek olan Özbek’e ve Türk Metal’e sahip çıkmaya kalkması sendikal hareketin vahim durumuna bir kez daha işaret etmektedir.
Faşist darbenin beslemesi! Türk Metal sendikası Özbek’in 33 yıllık krallığıyla yönetiliyor. Sendika sınıf mücadelesinin yükseldiği 1963 yılında kuruldu. 1975 yılından bu yana Özbek sendikanın değişmeyen tek başkanıdır. Sendikada, sendikal demokrasinin zerresine dahi müsamaha edilmiyor. Kurulduğu günden bu yana sendikada emir komuta işleyişi hüküm sürüyor. Türk Metal bürokrasisi sendikayı 1980 darbesine değin, faşist örgütlenmelerin, grev kırıcılığın, işçi sınıfı ve komünizm düşmanlığının temel üssü haline getirmiştir. Faşist darbeye değin rüştünü ispatlayan Türk Metal sendikasının tepesindeki bürokratlar, bunun ödülünü darbeden sonra fazlasıyla aldılar. 1980 faşist darbesi öncesinde metal işkolunda işçilerin gözünde iyice teşhir olmuş sendika, darbe sonrasında DİSK’in kapatılması ve öncü işçilerin fabrikalardan tecrit edilmesiyle yeniden parlatılmaya başlandı. Maden-İş üyesi işçiler zorla Türk Metal’e geçirildi. Bugün Türk Metal sendikası metal işkolunda Koç ve Sabancı’nın fabrikaları başta olmak üzere 500’ün üzerinde fabrikada örgütlüdür ve 300 binden fazla üyesiyle en bü-
sayı: 47 • Şubat 2009
yük sendika konumundadır. Özbek tipi sendikacılar, MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) patronları tarafından sendikaların başına tepeden atanmışlardır. Sermaye sınıfının işçi sınıfı içindeki ajanları olan bu sendika bürokratları, her tür işçi uyanışını bastırmak, mücadeleyi frenlemek ve işçileri devletçi, milliyetçi çizgiye yönlendirmek üzere görevlendirilmişlerdir. Metal işçilerinin geçtiğimiz Aralık ayında bağıtlanan 2008-2010 dönemine ait son toplusözleşme görüşmelerinde Türk Metal’in patronlara uşaklık ettiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. TİS sürecinin başında yüzde 20 zam rakamlarını dilinden düşürmeyen Türk Metal, işçilerin çıkarlarını MESS’e kurban etmiştir.
“Önce vatan, önce patron”! İşçi sınıfını örgütlenmekten, mücadeleden, grevden ve daha önemlisi sendikalara güvenmekten alıkoyan adreslerin başında işbirlikçi sendika bürokratları geliyor. Sermaye sınıfının baskılarından çok daha fazlasını yıllardır işçi sınıfı üzerinde uygulayan işbirlikçi sendikacılar kuzu postuna bürünmüş kurtlardan farksızdırlar. Türk Metal sendikasının ambleminde yer alan kurt misali, sendika yöneticileri yıllardır fabrikalarda işçilere saldırıyorlar. İşçilerden gelen her türlü eleştiriye anında işten atmayla cevap veriliyor. Sendika ajanları işçi eylemlerini izleyerek, mitinglere katılan mücadeleci işçileri derhal ispiyonlamakta ve işten attırmaktadır. Fabrikalarda başta Özbek olmak üzere sendika yönetimi hakkında en ufak bir eleştiri dahi yine işten atılmayla son bulmaktadır. İşçi sözcüğünü lügatlarından çıkartan hain bürokratlar, sendika yerine “teşkilat” demeyi uygun buluyorlar. İşçilerin aidatlarıyla inşa edilen beş yıldızlı Büyük Anadolu Otelinde her yıl binlerce metal işçisine MESS’in akıl hocaları eğitimler veriyorlar. Bu eğitimlerle işçilerin kendi çıkarlarını vatan, millet edebiyatı altında patronların çıkarlarına feda etmeleri sağlanıyor. İşçiler esnek çalışma ve kalite çemberleri uygulamalarıyla birbirlerinin rakibi olmak üzere eğitiliyorlar. Tarihinde grev ve direniş sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen Türk Metal sendikasının bürokratları, her sözleşme döneminde patronlardan bol yıldızlı plaketler alıyorlar. “Milli tip” sendikacılığı savunduğunu söyleyen Türk Metal başbuğlarının sloganı, “üretmek, kazanmak ve kazandırmak”tır. Esnek çalışmayı işçilere dayatan sendikacılar yıllardır kendilerine ve patronlara kazandırmaya, işçi sınıfına ise kaybettirmeye devam ediyorlar. Kriz nedeniyle metal işçileri işlerini patır patır kaybederken, Türk Metal bürokrasisi “önce vatan, önce patron” demeyi sürdürüyor. Ford, Tofaş gibi otomobil devlerinde sendikaya rağmen işten atmalar, ücretsiz izinler işçilere dayatılmaktadır. Krize karşı işçiler lehine tek bir söz dahi etmeyen sendika yönetimi, hakkını arayan işçileri de baskılarla susturmaktadır. Sendika yöneticileri işçilere daha fazla fedakârlık yapmak gerektiğini anlatmaktadır. Uzel trak-
marksist tutum
tör işçilerinin 5 aylık ödenmemiş ücretleri için kılı kıpırdamayan sendika, her koşulda patronlara işçilerin alınterini sunmakta bir çekince görmemiştir. İşçileri istifa etmeye zorlayan sendika yönetimi, işçilerin tazminatsız işten atılmalarına sebep olmuştur. Türk Metal sendikası birçok fabrikada Birleşik Metal-İş’in örgütlenmesini kırmak üzere bizzat patronlar tarafından yetkilendirilmiştir. İşçiler sendika değiştirmeye zorlanmakta, direnenler üzerinden her türlü baskı aracı kullanılmaktadır.
Yaşasın Militan Sınıf Sendikacılığı Tarihi boyunca işçilerin başlarını dahi kıpırdatmasına izin vermeyen Türk Metal, 1998 yılında beklemediği bir tokat yemişti. O yıl İstanbul ve Bursa’da Türk Metal üyesi 80 bin işçi, Ford, Tofaş ve Oyak Renault fabrikalarında, sendikanın ihanetlerine artık yeter diyerek topluca eyleme geçmişlerdi. İşçiler fabrika önünde “Satılmış Özbek İstifa” sloganlarını cesaretle haykırıyorlardı. Sendikadan toplu halde istifa ederek, Birleşik Metal-İş’e (BMİS) geçmek üzerek harekete geçtiler. Tepki öylesine büyüktü ki, işçiler fabrika içindeki tüm otomobilleri preslere attılar. Fakat işçilerin bu patlaması DİSK’e bağlı BMİS tarafından doğru temellerde yönlendirilmeyince işçiler geri adım atmak zorunda kaldılar. Bugünlerde de metal işçileri benzer kaynaşmanın içindeler. Son toplu sözleşme yaşanan krizle birleşince işçilerin öfkesi birikmeye devam ediyor. Bu tepki doğru kanallara akıtılmadıkça, Türk Metal’in hükümdarlığına son verilemez. İşçi sınıfını örgütlenmekten, mücadeleden, grevden ve daha önemlisi sendikalara güvenmekten alıkoyan adreslerin başında işbirlikçi sendika bürokratları geliyor. Sermaye sınıfının baskılarından çok daha fazlasını yıllardır işçi sınıfı üzerinde uygulayan işbirlikçi sendikacılar kuzu postuna bürünmüş kurtlardan farksızdırlar. İşçi sınıfının geleceği darbe, kriz ve savaş sarmalında, tehlikenin tam ortasında yol alıyor. İşçi hareketini milliyetçilik zehriyle uyuşturan, işçi kitlelerini patronların çıkarlarının edilgen nesnesi haline dönüştüren sendika bürokratlarına karşı devrimci, militan mücadele yükseltilmelidir. On yıllardır işçi sınıfının mücadelesinin önünde faşist bir engele dönüşen Özbek tipi sendikacıları tanımak ve onları oturdukları yerlerden alaşağı etmek, militan sınıf sendikacılığını savunan işçilerin en temel görevlerinden biridir. Fabrikalarda yürütülecek militan bir mücadeleyle Türk Metal’in kaleleri devrilmeli, yok edilmelidir. Militan sınıf sendikacılığı ruhuyla, patronlar ve onların hain işbirlikçilerine karşı örgütlü mücadele yükseltilmelidir.
19
Devletçilik Marksizm Değildir Serhat Koldaş
Ekonomiye devlet müdahalesini haklı göstermek üzere “krizin Marx’ı haklı çıkardığı, devlet mülkiyetinin ve devletin ekonomiye müdahale etmesinin gerekliliğinin ortaya çıktığı” propaganda ediliyor. Oysa Marx bozuk kapitalist ekonomiyi düzeltmekle değil, kapitalizmin yıkılmasıyla ilgilenmiştir. Marx kapitalizmin tamircisi değil onun can düşmanıdır. Marksizm devleti sınıf egemenliğinin aygıtı olarak tanımlar. Sınıflardan bağımsız bir devlet yoktur ve olamaz. Burjuvazinin siyasi egemenliği elinde tuttuğu durumda devlet burjuvazinin devletidir, dolayısıyla devlet mülkiyeti de burjuvazinin kolektif mülkiyetidir.
20
D
üne kadar devletin sanayi, finans ve hizmet sektörlerinde çok fazla rol üstlendiğinden şikâyet ederek özelleştirmeleri hararetle destekleyen burjuvazi, dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte, iflasa sürüklenen işletmeleri kurtarması için devleti feryat figan göreve çağırıyor. Krizin derinleşmesiyle beraber kapitalist devletin ekonomiye daha fazla müdahalesi, batan işletmelerin borçlarının üstlenilmesi, zordaki şirketlere sermaye aktarılarak devletin bu şirketlere ortak olması gibi talepler burjuvazi tarafından sıkça dillendirilir oldu. Burjuvazi “Marksist” liderler icat etmekten de geri durmuyor. Sırf devlet güvencesinde bir genel sağlık sigortasını savunuyor göründüğü için Obama’yı bile sosyalist hatta “Marksist” ilan ediyorlar. Burjuvazi Marx’ı çarpıtmaya, onun görüşlerini “devletçiliğe” indirgeyerek çıkarlarına payanda haline getirmeye çalışıyor. Burjuvazi tüm toplumu yanıltmak üzere sinsi bir kampanya başlatmıştır. Ekonomiye devlet müdahalesini haklı göstermek üzere “krizin Marx’ı haklı çıkardığı, devlet mülkiyetinin ve devletin ekonomiye müdahale etmesinin gerekliliğinin ortaya çıktığı” propaganda ediliyor. Oysa Marx bozuk kapitalist ekonomiyi düzeltmekle değil, kapitalizmin yıkılmasıyla ilgilenmiştir. Marx kapitalizmin tamircisi değil onun can düşmanıdır. Marksizm devleti sınıf egemenliğinin aygıtı olarak tanımlar. Sınıflardan bağımsız bir devlet yoktur ve olamaz. Burjuvazinin siyasi egemenliği elinde tuttuğu durumda devlet burjuvazinin devletidir, dolayısıyla devlet mülkiyeti de burjuvazinin kolektif mülkiyetidir. Kapitalist devletin mülkiyeti, özel mülkiyetin bir biçimidir. Marksizm işçi sınıfının siyasal mücadelesinin hedefini burjuva devleti parçalamak ve yerine öz-yönetim organları (sovyetler, konseyler, şuralar vb.) üzerinde yükselen işçi iktidarını, yani işçi devletini kurmak olarak ortaya koyar. Özel mülkiyetin işçi sınıfının egemenliği altında devletleştirilmesi, kapitalist düzen altındaki devletleştirmelerden tamamen farklı bir içerik taşır. Kapitalist devlette devletleştirme, burjuvaziye kaynak aktarma
sayı: 47 • Şubat 2009
yöntemidir. Zarar eden ya da batma durumuna gelen işletmelerin bedeli burjuvaziye ödenir. Burjuvazi hem yükten kurtarılır, hem de daha kârlı alanlara yatırım yapabilmesi için ona sermaye aktarılmış olur. İşçi devletinde ise devletleştirme, sömürüyü ve sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak amacıyla yapılır. İşçi devleti, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. İşçi devletinin mülkiyeti, işçi sınıfının ortak mülkiyetidir. İşçi devleti üretim araçlarına el koyarken burjuvaziye herhangi bir bedel ödemez.
Devlet mülkiyeti sorunu ve sol 80’li yıllarla birlikte tüm dünyada özelleştirme furyası yaşanmaya başlamıştı. Kapitalist devletin yani “kolektif kapitalistin” mülkiyeti altındaki dev işletmeler ve bankalar özelleştirilirken, eğitim ve sağlık gibi devletin üstlendiği hizmetlere özel sektörün girişi kolaylaştırılarak burjuvaziye kârlı yatırım alanları açılıyordu. Bu işletmelerde çalışan işçilerin yarattığı artı-değere bundan böyle kapitalist devlet değil büyük sermaye grupları el koyacaktı. Mülkiyet el değiştiriyordu ancak işçilerin sömürüsü üzerine kurulu kapitalist üretim tarzı aynen hükmünü sürdürüyordu. Bu dönem boyunca, muhafazakâr ve liberal burjuva partiler ile sosyal demokrat partilerin bir kısmı özelleştirme yanlısı cephede yer alırken, devlet mülkiyetini savunma cephesinde sosyal demokratların diğer bir kısmı, sendika bürokrasisi ve bilcümle küçük-burjuva sol yerlerini aldılar. İşçi sınıfı adına siyaset yaptığını iddia eden bu kesimler, işçi sınıfının kazanılmış haklarını savunmak ve geliştirmek için mücadele etmek yerine, “KİT’ler halkın malıdır” gibi tümüyle yanlış bir anlayışa dayandırdıkları bir “özelleştirme karşıtlığı” üzerinden devleti kutsayan bir politika izlediler. Böylelikle karşıt görünen bu iki kamp korkunç bir kandırmacayı elbirliği ile günümüze kadar taşıdılar. Oysa Marksizmi devlet aşığı bir siyasal akımmış gibi göstermeye çalışan her türlü söylem, gerçekte ya derin bir cehaletin ve yanılsamanın ya da sinsi bir saldırının ürünüdür. Marksizmin “devletçi” olduğuna dair yaygın yanılsamanın inandırıcılık kazanmasını sağlayan nesnel zemini de bizzat sol akımlar yaratmıştır. Yüz yılı aşkın bir süredir, “devletçi sosyalizm” anlayışına sahip Marksizm dışı küçük-burjuva sol akımlar kendilerini “Marksist” olarak pazarlamışlardır. Lenin, 1848 ilâ 1871 arasındaki tüm tarihsel olayların hep Marx ve Engels’i haklı çıkardığına, Marx ve Engels’in ideolojik basıncı altında kalan Marksizm dışı sosyalist akımların da kendilerini “Marksist” ilan etmek zorunda kaldıklarına dikkat çekmişti. Lenin, bu küçük-burjuva sosyalistlerin, kendi küçük-burjuva fikirlerini Marksizme yamamaya giriştiklerini, nihayetinde bu akımların II. Enternasyonal’e egemen olan oportünizmin ideolojik ve tarihsel kaynaklarını oluşturduğunu tespit etmişti. Küçük-burjuva sosyalist akımların egemen olduğu II. Enternasyonal partileri (Sosyal
marksist tutum
Demokrat partiler) Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte işçi sınıfına açıkça ihanet ettiler ve burjuvazinin arkasında saf tuttular. Bu yıllardan itibaren giderek burjuvazinin sol kanadı olma rolünü üstlenen Sosyal Demokrasi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin egemenliği altında devlet mülkiyeti ile özel mülkiyetin yan yana yer aldığı “karma ekonomi” denen bir modeli savunageldi. Bu durum yine “devletçilik” ile “sol” kavramlarının yan yana anılmasını sağladı. SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde egemen olan bürokratik diktatörlükler tarihsel yanılsamanın daha da derinleşmesine hizmet ettiler. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin resmi ideolojisi olan Stalinizm, bürokrasinin egemen olduğu ülkelerde, çıkarlarının yansıması olan bazı özgün yönler taşımakla birlikte ideolojik argümanlarını küçük-burjuva sosyalizminden devralmıştı. Stalinizm, devletçiliği ve devlet mülkiyetini sosyalizmin alamet-i farikası olarak sunuyordu. Böylelikle bürokrasi, kendi egemen konumunu ve toplumdaki sınıf farklılıklarını gizliyor, bürokratik devletin mülkiyeti altındaki işletmelerde çalışan işçileri kolektif olarak sömürdüğünü gözlerden uzak tutmaya çalışıyordu. Bu işletmelerin yönetiminde işçilerin söz hakkı ya da yönetime katılımı yoktu. Bilakis tüm yönetim bürokrasinin elindeydi. Marksizmi devlet aşığı bir siyasal akımmış gibi göstermeye çalışan her türlü söylem, gerçekte ya derin bir cehaletin ve yanılsamanın ya da sinsi bir saldırının ürünüdür. Marksizmin “devletçi” olduğuna dair yaygın yanılsamanın inandırıcılık kazanmasını sağlayan nesnel zemini de bizzat sol akımlar yaratmıştır. Stalinist ideolojiden beslenen veya etkilenen sosyalist akımlar devletçiliği kutsayan bir söylemi on yıllar boyu baş tacı ettiler. Bürokratik diktatörlüklerde kapitalist restorasyon süreci, bizzat egemen bürokrasiler marifetiyle tamamına erdirildi. Bu süreç, gerçekliğe dürüstçe bakabilme cesareti gösteren herkese, bürokrasinin işçi sınıfının bir parçası olmadığını, bürokratik devlet aygıtının işçi sınıfını nasıl baskı altında tuttuğunu, bürokrasinin devletçiliğinin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini gösterdi. Ancak Stalinizmin dünya çapında yarattığı tahrifat, halen etkisini sürdürüyor. Dünya üzerindeki sol akımlar halen Stalinizmden, dolayısıyla da “devletçi sosyalizm” fikirlerinden arınabilmiş değildir. Devlet mülkiyetini, devletin sınıfsal niteliğini göz ardı ederek savunma hastalığından Troçkist akımlar da kendilerini kurtaramamışlardır. Troçki, SSCB’de işçi sınıfının fiilen iktidarı yitirdiğini ve bürokrasinin iktidarı gasp ettiğini isabetle tespit etmişti. Öte yandan, Rusya’da üretim araçlarının devletleştirilmiş olmasının bürokrasinin iktida-
21
Şubat 2009 • sayı: 47
marksist tutum
rı altında dahi bir tarihsel kazanım olduğunu ve işçi sınıfının bürokrasiyi defedip politik iktidarı yeniden ele geçirdiğinde mülkiyet ilişkilerine dokunmak zorunda kalmayacağını söylüyordu. Troçki’nin SSCB’nin sınıf karakteri üzerine yazılarındaki bu sorunlu noktayı dogmalaştıran Troçkist akımlar, devlet mülkiyeti sorunuyla ilgili neredeyse Stalinizme paralel fikir ve yaklaşımlar ortaya koydular. Devletçilik konusu Türkiye için özel bir durum arz etmektedir. Zira Türkiye’de hem Kemalizmin devletçiliğinden hem de Stalinizmin devletçiliğinden feyiz alan küçük-burjuva solcuları hiç eksik olmadı. Devlet mülkiyetini “gizli sosyalizm” olarak gören bu devletçilik şampiyonları, şimdilerde de krizden çıkış yolu olarak klasik devletçi tezlerini terennüm ediyorlar. Bu Troçkist akımlar, iki kutuplu dünya koşullarında hayat bulan SSCB benzeri bürokratik diktatörlükleri “işçi devleti” çeşitlemeleri içerisinde tanımladılar. Bu ülkelerde politik iktidarın fiilen kimin elinde olduğu sorusuna yanıt vermek yerine, bürokrasinin egemenliği altında yürütülen devletleştirmeleri ön plana çıkardılar. “İşçi devleti” ile “devlet mülkiyeti” kavramlarını politik iktidarın sınıfsal tabiatı sorunundan bağımsız olarak ele aldıkları oranda Marksizmden uzak değerlendirmeler ve politik yaklaşımlar geliştirdiler. İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçiremediği veya küçük-burjuva önderliklere kaptırdığı pek çok ülkedeki rejimleri “yine de işçi devletidir” diyerek desteklediler. Devlet mülkiyetini “işçi sınıfının kazanımı” olarak gören bu akımların büyük çoğunluğu, halen tarihsel yanılgıları ile hesaplaşma cesareti gösterebilmiş değildirler. Devletçilik konusu Türkiye için özel bir durum arz etmektedir. Zira Türkiye’de hem Kemalizmin devletçiliğinden hem de Stalinizmin devletçiliğinden feyiz alan küçükburjuva solcuları hiç eksik olmadı. Devlet mülkiyetini “gizli sosyalizm” olarak gören bu devletçilik şampiyonları, şimdilerde de krizden çıkış yolu olarak klasik devletçi tezlerini terennüm ediyorlar. Bu tür yaklaşımlar işçi sınıfı için büyük bir tehlike barındırıyor. Elif Çağlı, ekonomik krizi ele aldığı 29 Kasım 2008 tarihli yazısında tüm işçi sınıfını ve devrimcilerini burjuvazinin sahneye koyduğu yeni oyunlara karşı uyanık olmaya çağırıyor: Şimdilerde burjuvazi, tıpkı geçmişte yaptığı gibi, sosyalizmin anlamını devletçilikle özdeşleştirerek çarpıtıyor. Bu tür çarpıtmalar tuttuğu ölçüde de kitlelerin bilincinde önemli kayma ve bozulmalar gerçekleşiyor. Örneğin ABD’de iflas bayrağını çeken bazı büyük kuruluşların devletleştirilmesi karşısında, kamusal fonların kriz bahanesiyle tekellere peşkeş çekilmesine isyan eden kitlelerin öfkesine ne gariptir ki “kahrolsun sosyalizm” haykırışları
22
eşlik edebilmiştir. Gerçekte kitlelerin protesto etmek istedikleri hep tekellere yontan bir devletçiliktir. Fakat yaratılan bilinç çarpılması nedeniyle onlar bu devletçiliği “sosyalizm” diye adlandırıp topa tutmuşlardır. Yine aynı çarpıtma konusunda bir başka önemli örnek de hatırlanabilir. Bu, toplumsal sömürü ve eşitsizliğe son verecek olan sosyalizmin, kapitalizmin krizlerine deva olacak pespaye bir reform reçetesi gibi gösterilmek istenmesidir. Burjuva iktisatçılar kapitalizmin krizine karşı önerdikleri devlet müdahalelerini, “biraz kapitalizm, biraz sosyalizm” veya “karma ekonomi” ya da “part-time sosyalizm” gibi maskara nitelemelerle etiketleyip kafa karıştırmaktadırlar. Oysa genel anlamda devletçiliğin sosyalizmle bir alâkasının olmaması bir yana, şimdi kriz nedeniyle gündeme getirilen devlet müdahaleleri düpedüz kapitalist devletçiliktir. Daha açık bir ifadeyle, kapitalist devletin büyük sermayeyi korumaya çalışmasından ibarettir. Burjuva ideolojisinin dönem dönem genel anlamda devletçiliğe yönelttiği saldırılar her ne olursa olsun, işin gerçeğinde kapitalistler kendi devletlerinin ekonomik yaşamda her zaman kendilerine şu ya da bu şekilde yardımcı bir rol oynamasını isterler. İçinden geçilen sanayi çevriminin niteliğine göre bu yardım talebinin biçimi ve düzeyi değişebilir; ama kapitalist devlet öyle ya da böyle ekonomik yaşama elini uzatmayı sürdürür. Bugün yaşanana benzer büyük kriz dönemlerinde ise, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi, sermaye birikiminin önündeki engellerin temizlenmesi gibi yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Böylesi dönemlerde kapitalist cepheden yükselmeye başlayan “devletçilik” övgüsünün altında, devletin büyük fonları güçlü tekelleri daha da güçlendirecek biçimde dağıtması arzusu yatar. Bugün burjuvazi, özellikle sistemin hegemon ülkesi ABD’de yaşananların açıkça somutladığı üzere, tepede esaslı bir yönetim krizinin gelişmemesi için önlemler almaya çalışıyor. Devrimci güçler bastırmadan onlar zaaflarını kabul eder görünerek kitlelerin öfkesini yatıştırmayı, basınç boşaltmayı deniyorlar. Burjuva yazar çizerler bir yandan kerhen Marx’a hak verir gibi görünürlerken, öte yandan kitleleri bu kez nasıl kandırıp manipüle edebileceklerinin hesabı içindedirler. Bu yüzden yeni argümanlar icat edip piyasaya sürmektedirler. Gerçek durum budur ve hiç unutulmasın ki, dünya işçi sınıfının Marx’ın haklılığının teslimi için burjuvazinin hileli desteğine ihtiyacı yoktur.
Marksizm “devletçi” midir? Marksizm devleti, sınıfların ortaya çıkışı ile hayat bulmuş bir siyasal aygıt olarak tanımlar. Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürme aracı olan devlet, sınıfların ortadan kalkışına paralel olarak sönümlenecek ve
sayı: 47 • Şubat 2009
tarihin çöplüğüne atılacaktır. İnsanoğlunun devlet denilen illetten kurtulabilmesi için, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, burjuva devlet aygıtını parçalaması ve kendi iktidarı altında sınıfların ortadan kalkacağı bir geçiş dönemini başlatması öngörülür. Marx ve Engels devlet sorununu ele aldıkları Gotha Programının Eleştirisi’nde devletçi sosyalizm anlayışını mahkûm etmiş, kendileri ile bu küçük-burjuva sosyalistler arasındaki ayrımı kalın çizgilerle belirginleştirmişlerdi. Marksizm, işçi devletini de kutsamaz. Her devletin nihayetinde “sınıf diktatörlüğünün aracı” olduğunu tasdik eder. Devrimin ertesi günü sınıflar ortadan kalkmayacaktır. İktidarını yitiren sömürücü azınlık, sömürü düzenini geri getirmek için karşı-devrim örgütlemeye girişecektir. İşçi sınıfı, burjuvazinin içeriden ve dışarıdan gelecek saldırılarına karşı, devrimci iktidarını korumak, sömürücü sınıfa boyun eğdirmek zorundadır. İşçi devletine bunun için ihtiyaç vardır. İşçi devleti, toplumun emekçi çoğunluğunun sömürücü azınlığı baskı altında tutabilmesi ve karşı-devrimin başını ezebilmesi için ihtiyaç duyduğu geçici bir aygıttır. Lenin’in de vurguladığı gibi işçi devleti bir yarı-devlet, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş bir devlettir. İşçi devleti işçi sınıfının sovyetler biçimindeki kendi örgütlülüğünden başka bir şey değildir ve böyle olduğu için de o bürokratik bir devlet olamaz. Bu devlet iktidarı altında, işçi sınıfı, kendisi de dâhil tüm sınıfları ve kendi devletini ortadan kaldırmanın yolunu döşeyecektir. İşçi iktidarı sosyalizme doğru ilerleyebilmek için ekonominin dümenini eline alacaktır. Bankalar, madenler ve büyük fabrikalar başta olmak üzere tüm üretim araçları işçi devletinin mülkiyeti altına alınacaktır. Ancak şu nokta asla unutulmamalıdır: İşçi devletinin alameti, üretim araçlarının ne kadarının devlet mülkiyeti altında toplandığı değil, siyasal iktidarın işçi sınıfının elinde olup olmadığıdır. Üretim faaliyetleri, toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bizzat işçiler tarafından ve onların öz-örgütlülükleri aracılığıyla oluşturulacak merkezi bir plan dâhilinde örgütlenecektir. İşçi iktidarı dünya planında yaygınlaştığı ölçüde, üretim anarşisi, işsizlik, rekabet gibi kapitalizme özgü olgular ile birlikte krizler ve savaşlar da son bulacaktır. Herkes yeteneği doğrultusunda çalışabilecek, çalıştığı kadar da toplumsal üretimden payını alacaktır. Sosyalist topluma varıldığında, dünya ölçeğinde sınıflar, sınırlar ve bir siyasal aygıt olarak “devlet” ortadan
marksist tutum Marx’ın kapitalist ekonomiye ilişkin öngörüleri son krizle birlikte elbette bir kez daha doğrulandı. Ancak sadece kriz dönemlerinde değil, kapitalizmin olağan işleyişi içerisinde de Marx’ın kapitalizme ilişkin çözümlemeleri doğrulanmaktadır; üstelik 150 yıldır…
kalkmış olacaktır. Herkesin özgür üreticiler topluluğunun bir ferdi olarak kamusal işlerin planlanmasında ve idaresinde görev alabildiği, karar alma süreçlerine katılabildiği bir toplumda kamu işlerinin organize edilmesi ya da üretimin planlanması gibi işlevler siyasi niteliğini yitirmiş olacaktır. İnsanlık kaderini kendi ellerine alacak ve kendi geleceğini bilinçli olarak yaratabilecektir. Toplumsal üretkenlik ve zenginlik arttığı ölçüde çalışmak bir zorunluluk olmaktan çıkıp zevk haline gelecektir. İşte o zaman, bugüne değin insanların ancak dinsel bir tasavvur olarak betimlemeye çalıştıkları cennet, gökyüzünden yeryüzüne inmeye başlayacaktır. İşte o zaman insanoğlu sınıfsız toplumun üst aşamasına yani komünizme doğru yol alacaktır. Marksizmin insanlığın tarihsel evrimini irdeleyerek vardığı sonuçlar özetle bunlardır. Marksizm devlet aşığı bir ideoloji değildir, bilakis insanoğlunun devlet denilen illetten nasıl kurtulabileceğini ve özgür üreticiler topluluğu haline gelebileceğini bilimsel olarak öngörebilen yegâne düşünsel akımdır. Marksizm işçi sınıfının devrimci rehberidir, insanlığın kurtuluşu için yol haritasıdır. Burjuvazinin Marx’ı “kriz profesörü” veya “devletçiliğin papası” gibi tanıtma ve çarpıtarak kendi çıkarları için kullanma çabaları dalavereden ibarettir. Küçük-burjuva sosyalizminin her türden devlet mülkiyetini kutsayan söylemleri ile işçi sınıfının devrimci mücadelesi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık da gayet açıktır. Marksizmin bilimsel çözümlemelerinin, burjuvazinin devletçi ekonomiye meşruiyet kazandırma çabaları ile ilgisi yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomiye ilişkin öngörüleri son krizle birlikte elbette bir kez daha doğrulandı. Ancak sadece kriz dönemlerinde değil, kapitalizmin olağan işleyişi içerisinde de Marx’ın kapitalizme ilişkin çözümlemeleri doğrulanmaktadır; üstelik 150 yıldır… Marx, sınıf savaşımlarının zorunlu olarak proletaryanın devrimci diktatörlüğüne yol açacağını da öngörmüştü. 20. yüzyıl bu öngörünün ulaşılmaz bir hayal olmadığını ispat etti. 21. yüzyılda proletarya, bu öngörüyü nihai, tam ve geri dönüşsüz bir biçimde doğrulayacaktır.
23
Kızıl Kanat R
osa Luxemburg’un devrimci Marksizmi savunma çabası içinde çarpıcı biçimde öne çıkan konulardan birini, onun reformizme karşı yürüttüğü ideolojik-teorik mücadele oluşturuyor. Bu konunun geçmişte büyük bir önem kazanması, o yıllar boyunca Avrupa sosyalist hareketinde yaşanan bazı somut gelişmelerin bir sonucuydu. Marksizmin toplumsal devrim anlayışının karşısına dikilen reformist çizgi 1890’lar ve sonrasında Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde giderek güç kazanmış ve bu partinin geniş etkinlik alanı nedeniyle de II. Enternasyonal’de egemen eğilim haline gelmişti. Engels’in ölümünden sonra II. Enternasyonal’i ve II. Enternasyonal partilerini adım adım uzlaşmacı ve işbirlikçi bir çizgiye çeken reformizmin yükselişinde en büyük pay da kuşkusuz Eduard Bernstein’a aitti. Bernstein’ın görüşleri pek çok açıdan Marksizmin devrimci çizgisine bir saldırı niteliği taşır. Bernstein bu saldırısını başlangıçta kuşkusuz Marksizmden açık bir kopuş biçiminde ortaya koyamamıştır. Bunun yerine, görüşlerini ve tezlerini, değişen somut koşullar gereği Marksizmde yapılması gereken masumane bir “yenileme” (revizyon) olarak sunmuştur. Oysa düşünsel alanda onun giriştiği eylem, düpedüz, Marksizmin devrimci özünü karartan ve eylem çizgisini saptıran bir revizyondur. İşin özünü vurgulamak gerekirse, Bernstein’ın yaptığı revizyonun içeriği ve kapsamı aslında devrimci mücadelenin tam anlamıyla inkârı anlamına gelir. Bernstein kapitalizmi devrimci tarzda yıkarak ondan kurtulmayı değil, kapitalizmi reformlarla ehlileştirerek yaşatmayı esas alır. Ona bakılacak olursa, talep edilecek reformlar sayesinde kapitalist devleti de demokratik tarzda dönüştürmek mümkündür! Bu nedenle aslında siyasal bakımdan Bernstein’ın yaptığı, işçi mücadelesi alanından çaktırmadan uzaklaşmak ve reformist bir burjuva siyasetini biçimlendirmektir. Avrupa ülkelerinde sosyal demokrasi akımı olarak ete kemiğe bürünen burjuva sol siyasetin, neticede Bernstein ve benzeri dönek Marksistlerin çaba ve katkılarıyla vücut bulduğu da aşikârdır. Öte yandan, bur-
24
juvazi de kitleleri havuç politikasıyla avutup yatıştırmak istediğinde, her zaman bu tür siyasi akım ve siyasi düşünürlere ihtiyaç duymuş ve meydanı bu gibilerin hizmetine açmıştır. Bu olgular kapitalizm altında dünden bugüne yaşanmış gerçeklerdir ve bugün de burjuvazinin, sırası geldiğinde yine Bernstein’lara ihtiyaç duyacağı açıktır. Kapitalizmin tarihinin defalarca örneklediği üzere, bu sistem yaşanan büyük krizler nedeniyle işçi ve emekçi kitleler tarafından daha bir sorgulanır hale geldikçe, burjuva düzen güçlerinin bir bölümü faşizm gibi açık baskı politikalarına yönelir. Bir başka bölümü ise, kapitalizmi daha istikrarlı biçimde ve daha uzun zaman boyunca yaşatabilme kaygısıyla havuç politikasına, reform vaatlerine sarılmak ister. Bu tespitler yalnızca tarihsel geçmişi ilgilendiren ya da teorik soyutlamalar mahiyetindeki bir takım çıkarsamalardan ibaret değildirler. Günümüz koşullarında dünya ölçeğinde yaşanan siyasal gelişmeler ve ideolojik propagandalar, bu tespitlerin güncelliğini ve somutla bağını fazlasıyla doğrulamaktadır. Kapitalizmi reforme ederek katlanılır kılmaya yönelik bayatlamış fikirler, bugünlerde kimi burjuva ideologlar veya sol akademisyenler tarafından mal bulmuş mağribi edasıyla piyasaya sürülmektedir. Yaşanan siyasal istikrarsızlık ve kaos döneminde önümüzdeki sürecin, birbiriyle çelişen ve çok yönlü siyasal gelişmelere açık olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bununla birlikte, muhtemel gelişmelerin tartıştığımız konuyla doğrudan ilgili bir boyutuna özellikle dikkat çekmek yararlı olacak. Yaşanan sistem krizinin tetiklediği siyasal sarsıntılar devrimci düşünceye yeni bir ivme kazandırıp Marksizmi güncel ve önemli kıldıkça, revizyonizm ve reformizm cephesinde de “daha adil bir kapitalizm”, “yeni bir kapitalizm” türünden saçmalıkların üretimine hız verilecek. Oysa diyebiliriz ki, kapitalist sistem devam ettiği sürece aslında bir bakıma güneşin altında hiçbir şey yeni değil. Fakat bu genellemenin yalnızca yukarda değindiğimiz hususla sınırlı olmayan farklı bir boyutu da bulunuyor. Burjuva düşün dünyası Bernstein gibi reformistleri parla-
tlı Rosa /2 Elif Çağlı
tıp öne çıkardığı sürece, Rosa gibi devrimci Marksist önderlerin reformizme karşı yürütmüş oldukları mücadele de öneminden ve güncelliğinden hiçbir şey yitirmeyecek.
Bernstein’ın tahrifatları Bernstein işçi sınıfının mücadele tarihine Marksizmde gerçekleştirdiği büyük revizyonla geçti. Bernstein’a göre işçi sınıfının devrimci programının nihai amacı en iyi ihtimalle güzel bir düşü dile getirmekte, fakat pratik eylem açısından hiçbir değer ifade etmemekteydi. Onun devrimci amacın önemini inkâr eden bu yaklaşımı, zaman içinde ün kazanan bir ifadesinde yansımasını bulmuştu: “Ne olursa olsun, nihai amaç benim için hiçbir şeydir; hareket ise her şeydir.” Bu reformist teorisyen, Marx’ın öngörülerinin tersine kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmediği ve keskinleşmeyeceği görüşünü ortaya attı. Sermayenin uyumunu sağlayan tröstler, kredi mekanizmaları vb. sayesinde sistemin anarşik doğasının düzelmekte olduğunu, düzenin demokratikleşeceğini, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarının giderek iyileşeceğini iddia etti. Bu yaklaşımlarının doğal bir uzantısı olarak da, işçi hareketinin özsel niteliğini demokratik ve sosyalist bir reform hareketi olarak tanımladı. İşçi hareketi kendini bu reformların adım adım gerçekleştirilmesi çabasına hasretmeli ve siyasal iktidarın devrimci yoldan ele geçirilmesini düşlememeliydi. Bernstein’ın çeşitli makaleleri ve Sosyalizmin Ön Koşulları adlı kitabı onun bu evrimsel sosyalizm anlayışını ortaya koyar. Söz konusu kitapta yer alan ve Rosa’nın yaman bir dille eleştirdiği başlıca hususlardan biri de, Engels’in önemli bir değerlendirmesiyle ilişkilidir. Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıflar Savaşı’na yazdığı 1895 tarihli Önsöz’de yasal mücadele araçlarından yararlanmanın önemine değinmiştir. Fakat onun bu değerlendirmesi, dönemin bazı sosyalistleri tarafından legalizme yontacak biçimde yorumlanmıştır. Bu tür çarpıtmalarla kendisini yasalcılık aşığı biri olarak göstermek isteyenlere Engels’in ne denli öfkelendiği ve bu duruma göz yuman Bebel’leri sert bir dille
eleştirdiği hatırlanacaktır. Geçmişte bu olayların yaşanmasına rağmen, Bernstein, Engels’i bir kez daha tahrif edecek ve onun değerlendirmesini kendi legalist planlarına alet etmeye teşebbüs edecektir. Bernstein’ın iddiasına göre, güya Engels Önsöz’de “sosyal demokrasinin gelişmesi için yasal araçların, yasadışı araçlara ve şiddete dayanan devrime göre çok daha uygun olduğunu” söylemiştir. Böylece Bernstein, Engels’in düşüncelerinden uzaklaşır ve tamamen kendi çarpıtmalarına dayanarak, devrimci şiddetin işçi sınıfı ve sosyalistler tarafından reddedilmesi gerektiği sonucuna çıkar. Ona göre dönemin işçi partisinin (Sosyal Demokrat partinin) esas görevi, parlamenter mücadele temelinde “oylarının kesintisiz bir şekilde artması için çalışmak” olmalıdır. Bernstein’ın yaptığı, Engels’in “değişen koşullarla birlikte taktiklerin gözden geçirilmesi gerektiği” tembihinin ardına sığınarak Marksizmde esaslı bir çarpıtma harekâtına girişmek olmuştur. İşte II. Enternasyonal partileri, neticede bu gibi çarpıtma ve siyasal manevralara bağlı olarak Marksizmden uzaklaşmış ve giderek burjuva solun işçi hareketi içindeki uzantılarına dönüşmüşlerdir. Rosa Luxemburg ise, daha Bernstein’ın tahrifat teşebbüslerini yakaladığı bir noktada bu duruma şiddetle karşı çıkar ve tüm gücüyle, Engels’in gelecek kuşaklar tarafından yanlış anlaşılmasını engellemeye çalışır. Bu bağlamda öncelikle kavranması gereken husus, Engels’in Önsöz’de barikatlara karşı yasal mücadelenin önemine değinirken konuyu hangi somutlukta ele aldığıdır. Rosa’nın da açıklığa kavuşturduğu üzere, Engels konuyu tamamen olağan dönemlere özgü günlük mücadele sorunu bağlamında işlemiştir. Engels yalnızca, uzun süren bir baskıcı yönetim döneminden sonra işçi sınıfının mücadelesini güçlendirmek bakımından yasal araçlardan yararlanmanın önemine dikkat çekmek ister. Proletaryanın güç toplaması bakımından yasal araçların önemi vurgulanırken, kuşkusuz kastedilen kapitalizmi yıkma noktasındaki bir proletarya değil, henüz düpedüz kapitalizmin egemenliği altındaki bir proletaryadır. Kısacası, yasal olanaklardan
25
marksist tutum
yararlanma vurgusu, proletaryanın iktidarı ele geçirme noktasında burjuva devlet mekanizmasını kırıp parçalama görevini asla ortadan kaldırmaz. Zaten, Engels’in söylediklerinden maksadını aşan yasalcı sonuçlar çıkartmaya çalışmak Engels’in devrimci özüne ihanet anlamına gelir. Yaşamı boyunca savunduğu görüşlerin bütünlüğü göz önünde bulundurulacak olursa, parlamentarizmden doğabilecek aşırılıkları protesto edecek ilk kişinin Engels olacağı açıktır. Bernstein’ın Marksizmde yarattığı tahrifat kuşkusuz yalnızca bu tür örneklerden ibaret değildir. Marksizmi terk ettiği ölçüde, o, üretimin toplumsallaştırılması zorunluluğunu da görmezden gelmeye başlamıştır. Ekonomik temelde de devrimci mücadele gereğini inkâr ederek, ticaretin ve tüketim kooperatiflerinin reforme edilmesini istemekle yetinme noktasına kaymıştır. Bunun anlamı, Marksizmin temel direklerinden birini oluşturan materyalist tarih anlayışının reddedilmesidir. Böylece, Rosa’nın ifadesiyle, Marksist sistemin harikulâde simetrik ve gurur duyulan yapısı Bernstein’ın elinde bir döküntü yığını haline getirilmiştir. Avrupa sosyal demokrat hareketinde Marksizmin sınıf mücadelesi anlayışı terk edilmiş ve siyasal mücadele çizgisi liberal burjuva siyaseti düzeyine indirgenmiştir. Devrimci Marksizm sınıf egemenliğinden bağımsız bir demokrasi olamayacağını gözler önüne serer. Demokrasi mücadelesi bağlamında devrimci proletaryanın hedefini de, işçi iktidarının kurulması ve Komün tipi bir demokrasinin tesisi oluşturur. Ne var ki, Marksizmin revize edilmesi ve devrim anlayışının yerine reformizmin geçirilmesiyle oluşturulan bir “sosyalizm” akımının, demokrasi kavrayışı bakımından da büyük tahrifatlar zemininde hareket edeceği açıktır. Nitekim Bernstein, işçi sınıfının vereceği demokrasi mücadelesi konusunda da Marksizmi çarpıtmış ve bu bağlamda görevi burjuva demokrasisinin yaşatılması, yerleştirilmesi ve genişletilmesi ile sınırlı bir parlamenter mücadele anlayışına indirgemiştir. Bu temelde, özünde bir burjuva devlet biçimi olan parlamenter demokrasiden başka bir demokrasi tanımayan ve istemeyen bir “sosyalizm” akımı yaratılmıştır. Bu akım günümüzde de sosyal demokrat ya da reformist sosyalizm biçimindeki siyasal çizgiler olarak varlığını sürdürmektedir. Bu tür siyasi çizgiler, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesini sulandırıcı, baltalayıcı ve geriye çekici ciddi bir tehlike kaynağıdır. Revizyonizmin Marksizmde yarattığı bir başka büyük tahrifat ise, devletin verili düzen çerçevesinde egemen sınıfın devletinden başka bir şey olamayacağı gerçeğini karartmasıdır. Tüm devlet tipleri için geçerli olmak üzere, esasında devlet bütün toplumun değil egemen sınıfın temsilcisidir. Revizyonistler gerçekliği tam da bu noktada çarpıtarak, devleti tüm toplumun temsilcisi gibi göstermişlerdir. Bu sayede de, kapitalizm altında güya tüm topluma adaletli biçimde hizmet edecek ve kapsamlı sosyal reformları gerçekleştirecek bir “sosyal devlet” palavrası yaratılmış-
26
Şubat 2009 • sayı: 47
tır. Çok iyi hatırlanacağı üzere, özellikle Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrasından 80’lere dek bu tür palavralarla işçi sınıfının bilinci alabildiğine bulandırılmış ve işçi hareketi reform beklentileriyle kapitalist düzene entegre edilmiştir. Bugün de genelde reformizm ve özelde Avrupa sosyalizmi geçmiştekine benzer uğursuz görevlerle iş başındadır. Şimdi de işçi sınıfının devrimci mücadeleye atılması, bugünkünden farklı bir kapitalizm olabileceği yalanıyla engellenmeye çalışılmaktadır. Revizyonizmin işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yarattığı tahribatın bir boyutu da kuşkusuz örgütsel sorunlara uzanır. Marksizmi revize etme teşebbüsünü, eleştiri özgürlüğü bahanesinin ardına sığınarak yürütmüştür Bernstein. Fakat Rosa Luxemburg’un bu tür hassas konular karşısındaki devrimci ve uyanık tutumu oportünizmin maskesini kısa sürede alaşağı etmiştir. Rosa Eylül 1899 tarihli Eleştiri ve Bilim Özgürlüğü adlı makalesinde, Bernstein zihniyetinin devrimci örgütte yerinin olamayacağını açıkça ifade eder: “Bizi amacımıza yönelten eleştirileri ve bizi amacımızdan uzaklaştıran eleştirileri aynı şekilde karşılasaydık, bir mücadele partisi değil, bir gevezeler birliği olurduk”. “Kimseyi saflarımızda yürümeye zorlamıyoruz” der Rosa ve devam eder: “ama biri bunu kendi iradesiyle yapıyorsa, bu, ilkelerimizi kabul ettiği anlamına gelir. Öte yandan, programımızın ve taktiğimizin temelini her gün tartışma konusu yaparsak; artık sağlam, dokunulmaz, sınırlanmış hiçbir şey kalmayacağına göre anarşistlerin, nasyonal sosyalistlerin, ahlâk reformu taraftarlarının özgür eleştiri adına partiye kabul edilmemeleri için neden kalmayacaktır. O zaman belirli ilkelerle diğer partilerden ayrılan siyasi bir parti olma kimliğinin ortadan kalkacağı da açık bir gerçektir”. Böylece Rosa, eleştiri özgürlüğü gibi bir hakkın sınıflar üstü veya burjuva akademik tarzda yorumlanamayacağını bugünün kuşaklarına da çarpıcı biçimde gösteren bir tutum sergilemiştir. Bunu Rosa’nın yapmış olması önemlidir, çünkü o, Marksizmi güçlendirecek olan bir eleştiri özgürlüğünün her zaman ateşli bir savunucusudur. Örneğin konu Marksizmi kendi akademik çıkarları adına donuklaştırmaya yeltenenler olduğunda, Epigonlar Marksist Teoriyi Ne Hale Getirdiler makalesindeki şu unutulmaz satırlarla gürler Rosa: “Marksizm, yeni bilgiler edinmek için aralıksız mücadeleyi öngören, donmuş ve kesin kalıplardan başka bir şeyden iğrenmeyen ve hayati gücünü özeleştiri silahlarının şakırtısı ile tarihin yıldırım darbelerinde bulan bir devrimci dünya görüşüdür”. Rosa’nın devrimci değerlendirmeleri sayesinde tarihsel bir derse dönüşen Bernstein örneği, genelde oportünizmin, revizyonizmin ya da inkârcılığın duru durağı olmayacağını gözler önüne sermektedir. Bir kez bu yolu tutanların, eğik düzlemlerin üzerinden kayarak dibi boylayacağı aşikârdır. Nitekim başlangıçta Marksizmde “makul” görünen revizyonlar yapma iddiasıyla yola çıkan Bernstein kuşkusuz o noktada durmamış ve bu uğursuz yolculuğunu iş-
sayı: 47 • Şubat 2009
çi sınıfının nesnel varlığını dahi reddederek noktalamıştır. “Bernstein için işçi sınıfı sadece düşünce bakımından, politik açıdan değil, aynı zamanda ekonomik açıdan da birbirleriyle ilişkisi olmayan tek tek kişilerin oluşturduğu bir topluluktur.” (Rosa Luxemburg, Sosyal Reform Ya da Devrim, Ma-ya Yay., Birinci baskı, s.106) Bu revizyonist teorisyen, siyasal yolculuklarını Marksizmin inkârı ile sonlandıran tüm döneklerin mükemmel bir prototipini oluşturur. Belli ki, Bernstein’ın açtığı yoldan ilerlemek isteyip proletaryaya defalarca “elveda” diyen akademik solcular hiç eksik olmamıştır ve de olmayacaktır. Sosyalist mücadele saflarından liberal burjuva siyaset saflarına sıçrayışların geçmişte kalmadığı ve bunun günümüzde de sıkça yaşanmakta olduğu unutulmamalıdır.
Sosyal reform mu sosyal devrim mi? Marksizm sosyal reformlar ile sosyal devrim arasındaki ilişkiyi araç-amaç diyalektiği temelinde ele alır ve açıklar. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinde sosyal devrim bir amaç, sosyal reformlarsa araçtır ve sınıfın devrimci programı da bu anlayışla ve bütünsellik içinde ifade edilmelidir. Ancak revizyonist ve reformist solun bambaşka bir yol tuttuğu ve bir araç olan sosyal reformları amaçlaştırdığı da bir gerçektir. Oysa “yasal reform çabalarının, devrime bağlı olmayan kendi başına bir itici gücü yoktur”. (Rosa, age, s.94) Fakat revizyonizm (ya da reformizm), parlamenter ve sendikal mücadele temelinde kapitalizme karşı elde edilecek kısmi zaferlerin sürdürülmesiyle günün birinde sömürüye son verilebileceğini savunur. Böylece Marksizm iğdiş edilmiş ve kapitalizme karşı mücadele anlayışı da ancak burjuva demokratların ağız tadına ve kabulüne uygun düşecek bir düzeye indirgenmiştir. Esasen bu tür sol akımlar, son tahlilde kapitalizm çerçevesi dışına taşmayan bir muhalif konumla yetinen ve zaten yaşam tarzları da buna uygun olan burjuva demokratların ürünüdür. Gerek geçmişteki gerekse günümüzdeki revizyonist ve reformistlere göre, kapitalist düzeni kökünden sallayıp yıkacak gerçek bir toplumsal devrim sadece bir kuruntudan ibarettir. Böyle düşünenler devrimcileri de hep aşırı ve hayalci unsurlar olarak değerlendirir ve buna karşı kendi ger-
marksist tutum
çekçilikleri ile pek övünürler. Oysa revizyonizmin ya da reformizmin burada “gerçekçilik” diye algılatmak istediği, aslında toplumsal yaşamda gerçekleşebilecek ve gerçekleştirilmesi gereken hedefleri karartan bir tutuculuktan ibarettir. Sorunun derinlerine inilip dikkatlice irdelenecek olursa, tarihsel açıdan aşılması gereken bir toplumsal düzenden devrimci tarzda kurtulmanın pekâlâ mümkün ve gerekli olduğu görülecektir. Fakat tarihsel bakımdan vadesini doldurmuş adaletsiz bir düzenin bazı reformlarla ıslah edilip, yeni ve adaletli bir düzen haline getirilebildiği ise hiç vaki değildir. Reformizm işçi hareketi içinde etkili olduğu ölçüde, devrimci mücadeleyi gerek ulusal gerek enternasyonal düzeyde güçsüz düşüren bir zehir tesiri yaratır. O nedenle de reformizme karşı mücadele Marksizmin doğuşundan bu yana her zaman için büyük önem taşımıştır. Bu bakımdan Rosa Luxemburg’un SPD ve II. Enternasyonal içinde erken ve etkin biçimde yürüttüğü kavga gerçekten de çarpıcı bir örnek oluşturur. Bernstein’ın “nihai amaç hiçbir şeydir” şeklindeki ünlü formülünün Marksizmin esaslı bir revizyonu anlamına geldiğini parlak biçimde teşhir etmiştir Rosa. O ve onun gibi devrimci önderlerin, Marksist mevzileri ideolojik-teorik ve politik açıdan korumaya yönelik örnek tutumları asla tarihin tozlu sayfaları arasında unutulmaya terk edilemez. Bunları yeniden ve yeniden gün ışığına çıkarmak ve unutturmamak devrimci bir görevdir. Bernstein revizyonizmini mahkûm ederken Rosa’nın vurguladığı son derece önemli bir husus burada hatırlanabilir. Aslında işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından “nihai amaç her şeydir!” ve bu amaç olmadan gündelik mücadele de düzen içi bir niteliğe hapsolarak soysuzlaşır. SPD’nin 1898 Stuttgart kongresinde Rosa, verdiği raporlarla parti delegelerinin dikkatini mücadele açısından yaşamsal değer taşıyan bu hususa çekmiştir. Sosyalist hareketin nihai amacı ile günlük işçi-emekçi mücadelesi arasındaki bağlantı kopartıldığı takdirde reformizme saplanmak kaçınılmaz hale gelecektir. Rosa’nın reformizme karşı yürüttüğü amansız mücadelenin unutulmaz kesitlerinden birini de, SPD’nin 1899 yılında toplanan Hannover Kongresi oluşturur. Kongreye, Bernstein’ın gündeme getirdiği reformist görüşler etrafında başlayan tartışmalar damgası-
27
marksist tutum
Şubat 2009 • sayı: 47
lardaki iki ayrı unsurdurlar. Bu unsurlar kuzey ve güney kutupları, ya da burjuva ile proletarya gibi birbirlerine hem muhtaçtırlar, hem birbirlerini tamamlarlar, hem de birbirlerini iterler.” (age, s.93) Reformizm, nihai amaç ile pratik eylemler arasındaki diyalektik ilişkiyi kopartarak Marksizmin devrimci özünü boşaltır. Oysa gündelik mücadele içinde devrimci Marksistleri diğerlerinden ayırt eden yön, pratik mücadeleyi nihai amaca bağlayabilmektir. Rosa’nın isabetle dile getirdiği gibi, devrimci işçi hareketi tüm gelişim süreci boyunca tehlikeli iki uç arasında koşar. Hareket, kitle karakterinin terk edilmesi ile nihai amacın terk edilmesi arasında, sekBernstein (sol başta) ve Kautsky (ortada) , Haziran 1917 terliğe geri dönüş ile burjuva reform hareketine uyarlanma arasında ve anarnı basmıştır. Bebel ve Kautsky de Bernstein’a karşı çıkarşizm ile oportünizm arasında ilerlemek zorundadır. lar, fakat Bernstein’ı en açık ve kararlı biçimde eleştiren Reformistlerin kapitalist devlet altında gerçekleştirilen Rosa olur. sosyal reformlara boyundan büyük anlamlar yüklemeleri Rosa Luxemburg, Bernstein reformizmine karşı Markkarşısında, bu konuda Marksizmin işaret ettiği sınıfsal gersizmi savunmak üzere çeşitli kapsamda yazılar da kaleme çekliğin savunulması da büyük bir önem taşır. Rosa’nın almıştır. Bunlar arasında ilk kez 1899 yılında basılan Sosbelirttiği üzere, kapitalist devletin getirdiği sosyal reformyal Reform mu Sosyal Devrim mi adlı kitapçık reformizme lar işçi sınıfının kendi iş sürecini denetlemesi anlamında bir “toplumsal denetim” sağlayamaz. Son tahlilde bu tür vuran çarpıcı içeriğiyle önde gelir. Bu kitapçık, Bernstein’ın makalelerine yanıt olarak kaleme alınan birinci bölüm reformların anlamı, sermayenin sınıfsal örgütü tarafından sermayenin üretim sürecinin denetlenmesidir. Bu bakımve Bernstein’ın Sosyalizmin Önkoşulları adlı kitabını eleştiren ikinci bölüm olmak üzere iki ayrı yazı dizisinden oluşdan, sosyal reformun doğal sınırları sermayenin çıkarlarını maktadır. Rosa bu çalışmasında kapitalizmin yarattığı çeaşamaz. lişkilere, parlamentarizmin ve sendikal mücadelenin özelBernstein ve benzeri düşüncede olanlar, kendi reforliklerine değinerek revizyonizmi teşhir etmekte ve işçi sımist siyasetlerini zamana yayılmış cinsten bir devrimci çizgi olarak yutturmaya çalışmışlardır. Günümüzde de bu nıfının kurtuluşunun sosyal reformlarla değil, ancak toplumsal bir devrimle gerçekleşebileceğini gözler önüne sergerçeklik değişmiş değildir. Oysa, “yasal reform çabalarını sonsuza dek uzanan bir devrim ve devrimi de sıkıştırılmış mektedir. Yaşanan onca tarihsel deneyden sonra alabildiğine açık bir reform olarak görmek, tarihsel açıdan geçerli olmayan, olan bir gerçeklik vardır. Rosa’nın deyişiyle, hangi koşullar temelde yanlış bir düşüncedir. Sosyal bir değişim ile yasal altında olursa olsun, işçi sınıfının günlük mücadelesi kenreform birbirlerinden belirli süre ile değil, özlerindeki değişik unsurlarla ayrılırlar. Politik gücün kullanılmasıyla ortadiliğinden sosyalizmi getirmez. Sosyalizme gidecek yolu döşeyen, kapitalizmin her geçen gün biraz daha yoğunlaya çıkan tarihsel değişimlerin sırrı, salt nicel değişikliklerin şan iç çelişkileri ve proletaryanın bundan kurtuluşun anyeni bir niteliğe bürünmesinde, daha somut söyleyişle, bir tarihsel dönemden diğerine, bir toplum düzeninden başka cak sosyal bir devrimle mümkün olduğu bilincine varmabirine geçişte aranmalıdır”. (Rosa, age, s.94) sıdır. Revizyonizmin yaptığı üzere, bu iki gerçekten birincisi inkâr edilir ve ikincisine de karşı çıkılırsa, işçi hareketi Burjuva toplumunu zaman içinde gerçekleştirilecek yabasit bir sendikacılık ve reformculuğa indirgenmiş olur. sama reformlarıyla taksit taksit tasfiye etme düşü, kapitalist yaşamın katı gerçekleriyle fena halde alay etmek anlaMarksizmin devrim-reform diyalektiği konusundaki mına gelir. Her şeyden önce kapitalist sömürü hukuksal yaklaşımını yansıtan önemli bir hususu da doğrudan Rodeğil, ekonomik bir olgudur. Kapitalizm altında genellesa’nın çarpıcı satırlarından aktarmak yararlı olacaktır: “Yaşen ücretli kölelik sisteminin kaynağında, bu üretim tarzısal reform ve devrim, tarihsel ilerlemenin çeşitli yöntemlena özgü ekonomik ilişkiler yer alır. Dolayısıyla kapitalist ri değildirler. Tarih büfesinden, isteğe göre sıcak ya da soekonomik ilişki sistemine son vermeden, salt yasal değiğuk sosis seçmek diye bir olanak yoktur. Yasal reform ve şim yoluyla sömürü ortadan kaldırılamaz. “Hiçbir yasa devrim gerçekte, sınıf toplumunun gelişiminde çeşitli an-
28
sayı: 47 • Şubat 2009
proletaryayı kapitalizmin boyunduruğunu kabul etmeye zorlamaz. Onu sermayeye teslim olmaya zorlayan yoksulluğudur, üretim araçlarına sahip olamayışıdır. Burjuva toplumu çerçevesi içinde kaldığı sürece, dünyada hiçbir yasa proletaryaya üretim araçlarını bağışlayamaz, çünkü yasalar değil, ekonomik gelişmedir üretim araçlarını üreticiden koparmış olan.” (Rosa, age, s.97) Kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda sınıf egemenliği açıkça eşit olmayan haklara dayanırken, kapitalist toplumda eşdeğerlerin mübadelesi üzerinde yükselir. Böylece biçimsel hukuk açısından sanki eşitlik sağlanmış gibidir, fakat işin gerçeğinde kapitalizme özgü bu ekonomik ilişki düpedüz haksızlık ve eşitsizlik üretmektedir. Bernstein ve benzerleri, parlamenter ve sendikal mücadelenin yanı sıra çıkartılacak yeni yasalar sayesinde sosyalizme ulaşılabileceği görüşünü savunmakla, meseleyi hukuksal bir değişikliğe indirgemektedirler. Bu yaklaşım, kapitalist sömürünün ekonomik temelini inkâr etmek anlamına gelir. Oysa kapitalizmin ücretli emek sisteminde sömürü hukuksal bir sisteme dayanmaz. Ücret düzeyi hukukla belirlenmez, ekonomik faktörlerle belirlenir. Dolayısıyla, kapitalist sınıf egemenliğinin temel ilişkileri hiçbir zaman burjuva yasama reformları ile değiştirilemez. Çünkü bu ilişkiler burjuva yasaları ile getirilmiş değildir. Fakat bu noktada vurgulanması da gerekir ki, zaten reformistlerin kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi bir nihai amaçları da yoktur. Bu nedenle reformizm, Marksizmin açıklığa kavuşturduğu tüm temel gerçeklikleri bilinçli olarak ya yok saymakta ya da çarpıtmaktadır. Örneğin Bernstein’ın sosyalizmi, kapitalizmin ekonomik temellerinin Marksist bir tahlili üzerine oturmaz. Bernstein veya benzeri sosyalistler, programlarını idealist bir temele oturtur ve kapitalist üretim biçimine karşı verilecek devrimci mücadelenin yerine kapitalist dağılıma karşı verilecek reformist mücadele anlayışını ikame ederler. Böylece sosyalizm, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi ile ulaşılacak yeni bir toplumsal düzen olmaktan çıkartılmaktadır. Bunun yerine, adeta kapitalizmin sözde daha “adil” bir versiyonuna, özetle bir çeşit “sosyal devletçiliğe” indirgenmektedir. Bernstein ya da Konrad Schmidt gibi II. Enternasyonal revizyonistlerinin geliştirdiği reformist sosyalizm anlayışının başlıca unsurları, emekçi kooperatiflerine ve işçi sendikalarına fazladan misyonlar biçilmesi, parlamenter mücadeleye ve burjuva demokrasisine sözde devrimci roller yüklenmesi olarak sıralanabilir. Bu argümanlar, özellikle Avrupa ülkeleri başta olmak koşuluyla dünyada bir burjuva sosyalizm akımını biçimlendirmiş ve özde pek de bir değişikliğe uğramadan dünden bugüne taşınmıştır. O yüzden Rosa’nın bu tür konularda Bernstein’a yönelttiği eleştirilerin hatırlanması gerçekten önemlidir. Bernstein veya onun revizyonist görüşlerini daha da açık hale getiren Konrad Schmidt gibi teorisyenler, kapitalizm altında işletilecek bir kooperatifçiliği kapitalist sömürüden bir kurtuluş yolu olarak sunmuşlardır. Oysa gerçek-
marksist tutum
lik tamamen farklıdır ve Rosa Luxemburg’un konuya dair açılımları revizyonist tezleri bilimsel kanıtlarıyla kökünden çürütür. Kapitalizm altında oluşturulan üretici veya tüketici kooperatiflerinin kapitalizmin işleyiş yasalarının dışına çıkabilmesi son tahlilde olanaksızdır. Bu kooperatifler mevcut nesnel yasaların basıncı altında ya yeniden kapitalist bir girişime dönüşürler, ya da eğer işçi çıkarları ağır basıyorsa nihayetinde dağılıp giderler. Dolayısıyla bu tür kooperatifleri işçi sınıfının unsurları teşkil ettiğinde de temel kural değişmez. Türkiye’de ve dünyada yaşanan pek çok örneğin kanıtladığı üzere, işçiler üretici kooperatifleri altında kendilerine karşı kapitalist girişimci rolü oynamak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu çelişki de bu tür kooperatiflerin uzun süre yaşayamamasına ve sonunda çöküp gitmesine neden olmaktadır. Diğer sınırlayıcı etkenler bir yana, üretici kooperatiflerinin yaşatılabilmesi bir de her şeyden önce üretilen malların satılabileceği bir pazarın varoluşuna ve böyle bir pazarın baştan itibaren elde tutulabilmesine bağlıdır. O nedenle Rosa, üretici kooperatiflerinin, üretilen ürünün alımına tahsis edilmiş tüketici kooperatiflerine ihtiyaç duyacağını vurgular. Fakat teorik düzeyde derinlemesine düşünüldüğünde açıkça kavranacaktır ki, bu biçimde kooperatiflerin oluşturulması tekelci kapitalizme özgü dünya pazarının varlığıyla çelişmektedir. İşin aslında, söz konusu türden tüketici kooperatiflerinin varlığı dünya pazarının yıkılmasını ve mevcut büyük dünya ekonomisinin küçük ve yerel üretici-tüketici gruplarına ayrılmasını varsayar. Bu ise, Rosa’nın da altını çizdiği gibi, büyük kapitalist meta ekonomisinden küçük meta ekonomisine geri dönüş demektir. Dolayısıyla varsayımın saçma ve gerici bir nitelik taşıdığı açıktır. Revizyonizmin önemli çarpıtmalarından birini de, sendikal mücadelenin işlevinin ve gücünün abartılması oluşturur. Özü “adım adımcılık” olan reformizm, sendikal mücadeleyi “kapitalist sömürünün sınırlandırılması ve giderek ortadan kaldırılması” şeklinde sunar. Şurası bir gerçektir ki, sendikal mücadele ne denli kapsamlı olursa olsun kendi başına asla kapitalist ücretli kölelik sistemini tasfiye edemez. Sendikaların varlığı, en iyi ihtimalle, sömürünün kapitalist ücret yasası temelinde belirli sınırlar içinde kalmasını sağlayabilir. Bu bakımdan sendikal mücadele son tahlilde, işgücünün satımını olabildiğince işçilerin lehine gerçekleştirme aracıdır. Fakat kapitalist gelişme sürecinin özellikleri titizlikle değerlendirildiğinde, sendikal mücadelenin bu açıdan dahi bazı nesnel engellerle sınırlandırıldığı kavranacaktır. Rosa’nın Bernstein çizgisine karşı yürüttüğü ideolojikteorik mücadele, bu gibi önemli hususlara dair açılımları da kapsar. Buna dayanarak vurgulamak gerekirse, örneğin sendikal hareketin kendi etki alanı içinde kesintisiz bir gelişme eğrisi kaydetmesi mümkün değildir. Tersine, sınaî gelişim ilerledikçe emek yoğun teknolojilerin yerini makine yoğun teknolojiler almakta ve böylece işgücü talebi da-
29
marksist tutum
ralırken diğer yandan da toplumda işgücü arzı artmaktadır. Netice olarak sendikal mücadeleyi etkileyen nesnel koşulların kötüleştiği bilimsel açıdan aşikârdır. Ayrıca, yine söz konusu gelişme neticesinde sermayenin organik bileşimi yükselmekte ve dolayısıyla ortalama kâr oranları düşmektedir. Kâr oranlarındaki bu düşüşü durdurmak için büyük sermayenin öncelikle başvurduğu yöntem ise, işçi ücretlerinin düşürülmesi yönünde basınç bindirmek olmaktadır. Marksizm bu ve benzeri nesnel eğilimleri gözler önüne sererken, reformizm, sendikaların kapitalist kârlılık mekanizmasının altını oyabileceklerini savunur. Vaktiyle Rosa Luxemburg, ücret hadleri ile kâr hadleri arasındaki kavganın Bernstein’ın iddia ettiği gibi özgür bir ortamda cereyan etmediğini ve kapitalist ücret yasasının sınırları içinde yürüdüğünü kanıtlamıştır. Sendikal mücadelenin amacı kuşkusuz işçinin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirebilmek ve işçi sınıfının toplumsal zenginlikten aldığı payı yükseltmeye çalışmaktır. Fakat kapitalizm altında kaçınılmaz biçimde varlığını sürdüren iki ters eğilim bu payı aşağıya doğru çeker. Bunlardan biri, kapitalist gelişme nedeniyle proleterleşen küçük-burjuva katmanların iş pazarına sürekli olarak yeni işgücü sağlamasıdır. İkincisi ise, teknolojik gelişmenin emek verimliliğini artırması ve böylece toplumsal zenginlikten işgücüne giden toplam payı azaltmasıdır. Sonuç olarak sendikalar, sermayenin kesintisiz ve nesnel ekonomik saldırısı altında işçi sınıfının haklarını savunmaya ve işçi sınıfının kapitalist düzene karşı kitlesel direnişini örgütlemeye yarayan nitelikte örgütlenmelerdir. Sendikaların sömürüyü kademeli olarak sınırlandırıp neticede tasfiye edebilmesi kesinlikle mümkün değildir. Bu tür görüşler, işçi sınıfının kapitalist düzenden kurtulmasını geciktiren ve engelleyen revizyonist ve reformist yaklaşımlardır. Sendikaların ve sendikal mücadelenin önemi, işçi sınıfının kitlesini genel bir örgütlülük ve mücadeleye çekmesi noktasında vurgulanmalıdır. Öte yandan, sendikal mücadelenin onca ters basınca karşın yine de militanlaşabilmesi gereklidir ve de mümkündür. Fakat bu ancak, sendikal mücadeleye devrimci unsurların yol gösterebilmesi durumunda gerçekleşebilecektir. Geçmişte ve günümüzde tüm burjuva sosyalistlerinin eğilimini belirleyen değişmez bir kural mevcut. Bunlar için demokrasi sanki sınıflar üstü genel ve mutlak bir nitelik taşıyor. Bu nedenle de onlar demokrasiden yalnızca parlamentarizmi ve burjuva demokrasisini anlıyorlar. Örneğin Bernstein revizyonist tezlerini biçimlendirirken, tüm burjuva kuramcıların yaptığı gibi burjuva demokrasisini tarihsel evrimin temel bir yasası olarak ele almıştı. Oysa Rosa’nın da gözler önüne serdiği üzere, sınıf demokrasisinin bu kesintisiz yükselişi fikri tamamen yanlış ve boş bir düşüncedir. Kapitalist gelişim ile demokrasi arasında mutlak ve doğru orantılı bir bağ yoktur. Tersine, “eğer dünya politikası ve militarizm bugünkü dönemin yükselen
30
Şubat 2009 • sayı: 47
bir eğrisi ise, burjuva demokrasisinin de aşağı yönelen bir çizgi içinde hareket etmesi gerekir” (age, s.90). Zaten kapitalizmin emperyalist aşamasına eşlik eden militarizm, savaşlar ve faşizm gibi gerçek olgular, kapitalist gelişme boyunca demokratik kurumların kesintisiz var oluşuna veya gelişimine değil, tam tersine işaret ediyorlar. Vaktiyle siyasi yaşamdaki gericileşme karşısında Bernstein’ın işçi sınıfına öğütlediği, liberal düşüncenin yükseltilmesi çağrısı olmuştu. O ve onun gibiler burjuva demokrasisine atfettikleri önemi her zaman sosyalist mücadele gereğinin önüne dikiyorlar. Oysa işin özüne bakılacak olursa, sosyalist hareketin kaderi burjuva demokrasisine bağlı değildir. Tam tersine, aslında demokratik gelişimin kaderi sosyalist hareketin varlığına ve gücüne bağlıdır. Rosa’nın son derece yerinde bir tespitle ifade ettiği gibi, işçi sınıfı kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. “Sosyalist hareket, dünya politikasının gerici sonuçlarına ve burjuvazinin demokrasiden kaçışına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur”. (age, s.91) O halde demokrasinin gerçekten güçlenmesini arzulayanlar, sosyalist hareketin zayıflamasını değil onun sağlıklı temellerde güçlenmesini istemek zorundadırlar. Açıktır ki, devrimci temellerde yükseltilecek bir sosyalist çabadan vazgeçilmesi, aynı zamanda güçlü bir işçi hareketinden ve demokrasiden de vazgeçmek anlamına gelecektir. İşte revizyonizmin demokrasi anlayışının sınıfsal karakteri de bu tür noktalarda olanca açıklığıyla sırıtıvermektedir. Reformist sosyalizm akımının parlamenter mücadeleyi allayıp pullayıp, zaman içinde kapitalizmi tasfiye edecek bir araç olarak sunmasına göz yumulamaz. Parlamentarizm, kapitalizmi zayıflatmak bir yana, icabında onu güçlendiren ve dolayısıyla kapitalist sınıfa hizmet eden bir araçtır. Kapitalizmden kurtulabilmek için işçi sınıfının siyasal gücü devrimci yoldan ele geçirmesi zorunludur. Rosa Luxemburg tarafından parlak biçimde kanıtlandığı üzere, reformist sosyalizm akımının kapitalist sömürüyü sona erdirecek araçlar diye sunduğu kooperatiflerin, sendikaların, parlamentarizmin ve burjuva demokrasisinin böyle bir niteliğe ve güce sahip olmadıkları son derece açık. Ne var ki, reformizm işçi hareketinde güç kazandığı ölçüde mücadeleyi yolundan saptırıyor ve işçiler arasında yeşermeye başlayan devrimci bilinç tohumlarını da köreltiyor. O nedenle geçmişte olduğu gibi günümüzde de, sosyalist geçinen reformist sola karşı uyanıklığı ulusal ve enternasyonal örgütlenme alanında elden bırakmamak ve mücadeleyi yükseltmek zorunlu bir görev oluşturuyor.
(devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Devletin Kürtçe “Şeş”irtmecesi Kerem Dağlı
TRT
’nin Kürtçe kanalı TRT 6’nın faaliyetine başlamasıyla birlikte Kürtçe ve Kürt sorunu üzerinde yürüyen tartışmalar da bir anda alevlendi. Çoğunlukla AKP’nin seçimlere yönelik “Kürt açılımı” olarak nitelendirilen bu duruma, yine TRT’de Alevi kesime dönük yapılan Muharrem ayı yayınları ve Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesi gibi hadiseler de eklenince tartışma daha da genişledi. Hepsinin üzerine, Kürtçe televizyon kanalını üniversitelerde açılacak Kürdoloji bölümlerinin takip edeceği, cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kalkacağı, Madımak Otelinin müze yapılacağı yolundaki açıklamalar gelince süreç daha da ilginç bir hal aldı. Arka planda ise yeni gözaltı ve tutuklama dalgalarıyla birlikte Ergenekon davası sürüyor ve aksamış bulunan AB sürecine ilişkin bir toparlanma yaşanacağı mesajları yer alıyor. Burjuva liberal çevrelerce, buruk bir sevinçle de olsa, adı konmamış bir reform gibi karşılanan Kürtçe TV uygulamasına statükocu partilerin tepkisi sert oldu. Ancak bu kesimlerin eleştirileri sadece Kürtçe televizyon kanalına değil, tüm bu sürece yönelikti. Baykal, bu uygulamaları “tehlikeli” bulduğunu ve asıl hedefin Kemalist cumhuriyet olduğunu söylerken, Bahçeli de AKP’nin bölücülük yaptığını ve başbakanın PKK’ye Kürtçe selam verdiğini söyledi. Genelkurmay ise genel olarak sessiz kalmayı tercih etti. Tüm bu “açılım”ların yerel seçimler öncesine denk getirilmesi, AKP hükümetinin kaybetmekte olduğu Kürt oylarını korumak ve arttırmak amacıyla bunları yaptığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor. Ancak bu sözde demokratik açılımlar, yerel seçimlere yönelik birer adım olmanın ötesinde bir anlama da sahiptir. Kuşkusuz amaç, Kürt sorununa çözüm getirmek ya da Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerini tanımak değildir. AKP’nin bu açılımlarını, yürüyen ve yeni bir evreye gelmiş bulunan emperyalist
savaş sürecinde emperyalist güçlerin planlarıyla, ayrıca içte burjuva kamplar arasındaki uzlaşma ve kapışmaların seyriyle, en önemlisi de Kürt hareketinin ulaştığı düzeyle birlikte düşünmek gerekiyor. Konuyu iç ve dış siyasal konjonktürün bütünsel bir değerlendirmesi içinde ele almak gerekiyor.
“Bilinmeyen dil”de devlet yayını Halk arasında yaygın bir deyiş vardır, “bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü” diye… İşte AKP’nin birbiri ardı sıra gelen “açılımlarının” pek çok insanda uyandırdığı izlenim budur. Çünkü on yıllardır binlerce insan, bıraktık diğer hak ve özgürlükleri, sadece Kürtçe düşündüğü, konuştuğu ve yazdığı için bile nice baskılara maruz kaldı, hapishanelere atıldı, işkenceler gördü ve hatta katledildi. Şimdi bile, devletin resmi kanalı Kürtçe yayına başlamış olduğu halde, DTP’li milletvekillerinin Kürtçe konuşmaları meclis tutanaklarına “bilinmeyen dil” notuyla kaydediliyor. Hal böyleyken, kritik bir sürece denk gelmiş bulunan yerel seçimlere 3 ay kala AKP’nin apar topar Kürtçe televizyon kanalını yayına sokmasını, “nihayet akılları başlarına geldi ve geç de olsa doğruyu gördüler” türünden liberal yorumlarla karşılamak mümkün değildir. Bu topraklarda Türkçeden çok daha eski tarihlerden beri konuşulan Kürtçe, 85 yıldır yasaklıdır. Kürt halkı 85 yıldır anadilinde eğitim yapamıyor, 90’lara kadar da dilini yazılı olarak kullanamıyordu. 12 Eylül faşizminin düzenlediği anayasayla, Kürtçe konuşmak, şarkı ve türkü söylemek de yasak kılındı. Yani devletin resmi ideolojisine göre ne Kürt halkı ne de Kürtçe diye bir şey var. 90’lı yıllardan itibaren Kürtçeye serbestlik tanıyan bazı sınırlı düzenlemeler yapılmışsa da, zihniyet değişmediği için bunların çoğu kâğıt üzerinde kalmış ve keyfi uygulamalarla yasaklar
31
marksist tutum
sürdürülmüştür. TC’nin kuruluşundan bu yana 12 bin 422 köyün adı Kürtçe olduğu veya Kürtçe ifadeler içerdiği için değiştirilmiştir. Ve bugün Kürtlerin yaşadıkları yerlere kendi dillerinde isimler koymaları halen yasaktır. Yine Kürt illerinde, Türkçe bilmedikleri için eğitim, sağlık, belediye gibi kamu hizmetlerinden faydalanamayan insanlara, kendi anadillerinde hizmet verilmesi de halen yasaktır. Bu konuda bazı adımlar atmak isteyen DTP’li belediye başkanları derhal tutuklanmış ve uygulamalara izin verilmemiştir. Cezaevlerindeki mahkûmlar Kürtçe konuşamıyor ve yazamıyor. Seçim çalışmalarının ve propagandasının Kürtçe yapılması yasak. DTP’li belediye başkanları, bayramda Kürtçe tebrik kartı bastırdıkları için yargılanıyorlar. İnsanlar çocuklarına kendi dillerine uygun adlar dahi veremiyorlar. Kürt alfabesinde bulunan Q, X, W gibi harflerin kullanılması bile yasağın ihlal edilmesine delil kabul edilebiliyor. Benzer şekilde, “TRT Şeş”in açılış sürecinde yapılanlar da işin içinde başka hesapların olduğunun bir diğer göstergesidir. Örneğin TRT’nin Kürtçe yayınlar koordinatörlüğüne getirilen Sinan İlhan, daha önce dışişleri bakanlığının “uzman idari personeli” olarak yurtdışında istihbarat alanında çalışmış, Irak Özel Temsilciliği’nin istihbarat masasında görev almış, iyi derecede Kürtçe, Arapça, Farsça, İngilizce ve İbranice bilen birisidir. Böyle bir istihbaratçının bu işin başına getirilmesinin sadece iyi derecede Kürtçe bildiği için olduğunu düşünmek herhalde saflık olurdu. “TRT Şeş”te çalışacak veya eserleri kullanılacak Kürtlerde “sicili temiz olmak”, “Roj TV’ye çıkmamış olmak” gibi şartlar aranmaktadır. TRT haricinde hiçbir özel televizyon kanalı tam gün Kürtçe yayın yapamamaktadır. Yani Kürtçe, Kürtlere yasak devlete serbest konumdadır. Ayrıca kanalın açılışında söylenen türküler bile halen devletin yasaklı şarkılar listesindedir. Bu tür yasaklı şarkıları yerel televizyon veya radyolarda çaldıkları için yargılamaları devam eden insanlar vardır. Bu yasaklı şarkılar yüzünden ka-
Şubat 2009 • sayı: 47
patılmış radyo ve televizyonlar mevcuttur. Açılışa çağrılmış ve görev teklif edilmiş birçok Kürt sanatçı, yıllarca bu yasaklar yüzünden işkence görmüş, yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış, hapislere atılmış, konserleri yasaklanmış, kısacası ağır baskılara maruz kalmıştır. Bu konuda hiçbir düzelme olmadığı halde, şimdi onları hiçbir şey olmamış gibi çağırmak da ayrı bir utanmazlıktır. Pek çok Kürt sanatçının ve aydının da ifade ettiği gibi, sorun sadece Kürtçe konuşulması ve şarkılar söylenmesi değildir, aynı zamanda ne söylendiği ve ne hedeflendiği de önemlidir. Ancak “TRT Şeş”in henüz ciddi bir yasal düzenlemeden yoksun olarak apar topar yayına başlaması, bundan da öte devlet üniversitelerinde Kürdoloji bölümleri açılmasının tartışmaya açılması, Kürtçe ile ilgili yasaklar konusunda artık mızrağı çuvala sığdırmanın iyiden iyiye zorlaştığını da gösteriyor. Tüm bunlar, 1990’lardan beri yaşanan sürecin bir sonucu olarak, devletin resmi ideolojisinde bir kırılmaya da işaret ediyor. Bu bir kırılmadır çünkü “Kürt yoktur”la başlayan inkârcı anlayış artık yerini devletin resmi televizyon kanalında tam gün Kürtçe yayın yapmasına bırakmıştır. Kürtçeye ilişkin yasaklar artık komik bir hale gelmiştir. Kürtçe, Irak’taki federe Kürt devletinin resmi dili ve Irak’ın da ikinci resmi dilidir. İran’da, Mısır’da, Suriye’de ve Avrupa’nın birçok ülkesinde Kürtçe yayınlanan dergiler, kitaplar basılmakta, Kürt enstitüleri faaliyet göstermekte, onlarca televizyon ve radyo kanalı yayın yapmaktadır. İstanbul’da da 1992 yılından beri İstanbul Kürt Enstitüsü faaliyettedir. Uydudan Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları neredeyse her Kürt ailesinin evinde izlenir hale gelmiştir. Kürt özgürlük hareketi, hiçbir döneminde olmadığı kadar uluslararası bir boyut kazanmış olduğundan, bu harekete ve halka yapılan baskılar da uzun zamandır dünya kamuoyunda ciddi tepkilere neden olmaktadır. Bu genel durumun yarattığı basıncın da, “TRT Şeş”in açılmasında önemli etkisi vardır. Zaten Kürtçe yayın yapaBu topraklarda Türkçeden çok daha eski tarihlerden beri konuşulan Kürtçe, 85 yıldır yasaklıdır. Kürt halkı 85 yıldır anadilinde eğitim yapamıyor, 90’lara kadar da dilini yazılı olarak kullanamıyordu. 12 Eylül faşizminin düzenlediği anayasayla, Kürtçe konuşmak, şarkı ve türkü söylemek de yasak kılındı. Yani devletin resmi ideolojisine göre ne Kürt halkı ne de Kürtçe diye bir şey var.
32
sayı: 47 • Şubat 2009
marksist tutum
Türkiye işçi sınıfına düşen görev, Kürt halkının haklı mücadelesini ve taleplerini desteklemektir. Türkiye burjuvazisinin ve ABD emperyalizminin kanlı planları ancak bu sayede boşa çıkartılabilir. Ancak bu sayede Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin kardeşçe birliği sağlanabilir ve bu temelde özgürce bir arada yaşamaları mümkün olabilir. cak bir televizyon kanalı ve Kürtçeye ilişkin yasakların kaldırılması düşüncesi, Özal döneminden beri gündemdedir.
“Açılım”ların ardında yatan niyetler “TRT Şeş”in ve diğer açılımların zamanlamasında yerel seçimler hiç kuşkusuz belirleyici bir faktördür. Bu faktör, açılımların apar topar yapılmasını da açıklamaktadır. Yakın zaman önce, başbakan Erdoğan’ın ve çeşitli bakanlarının ağzından Kürt sorununa ilişkin gerçek duygu ve düşüncelerini açık eden AKP’nin, Kürt illerinde çok ciddi oranda oy kaybettiği aşikârdır. AKP, iktidara geldiği ilk dönemlerde, AB sürecindeki gelişmelere de paralel olarak Kürtleri umutlandırmış ve buna karşılık bölgedeki oy oranlarını da arttırmıştı. Fakat bu umutların boş olduğunun ve AKP’nin vaatlerinin arkasında duramayacağının anlaşılması uzun sürmedi. 2007 seçimlerinden itibaren statükocu güçlerle Kürt sorunu temelinde bir uzlaşmaya varan AKP, bunun sonucu olarak da Kürt sorununa ilişkin resmi devlet politikaları çerçevesinde hareket etmeye ve konuşmaya başlayınca, Kürtlerden aldığı oyları hızla kaybetmeye başladı. İşte şimdi de, sopayı saklı tutup havucu göstermek suretiyle imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Yalnız burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta vardır. Kürt illerindeki yerel seçimlerin, Türkiye’nin geri kalanından öte bir anlamı bulunmaktadır. Batıda burjuva partiler arasındaki siyasi çekişmeden ibaret olan yerel seçimler, Kürt illerinde DTP ile AKP arasındaki bir mücadele şeklinde cereyan etmektedir. DTP’nin Kürt hareketini temsil eden tek siyasi parti olması sebebiyle de, seçimleri Kürt sorununun genel seyrine bağlı olarak ele almak gerekiyor. DTP’nin bölgedeki yerel seçimleri kazanması hem DTP’nin Kürt hareketini temsiliyetinin tescillenmesi açısından hem de Kürt halkının DTP ile temsil olunan çizgiyi sahiplendiğini göstermesi bakımından önemli olacaktır. Dolayısıyla AKP açısından mesele bölgede bir varoluş sorunu şeklinde kavranmaktadır. Hâlihazırda başkaca hiçbir burjuva partinin esamisi de okunmadığından, statükocu kanat dâhil tüm burjuvazi, bu konuda AKP’yi des-
teklemektedir. Çünkü onlar açısından da mesele, Kürt halkına boyun eğdirip eğdirememe sorunu haline gelmiştir. Bu yüzden de burjuvazi Kürt illerindeki seçimlerde topyekûn hareket etmekte ve seçimleri kazanmayı önemsemektedir. Tüm bu faktörlerin yanı sıra AKP’nin, baskı ve yasaklamalar yoluyla sağlayamadığı Kürt halkını asimile etme ve Kürt hareketi içerisinde daha ılımlı-liberal-İslamcı bir kanat yaratma çabalarına artık daha “ince” metotlarla devam edeceğini de öngörmek gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz “kırılma” olgusu ile birlikte değerlendirildiğinde, bu yaklaşımın devletin resmi Kürt politikasına da “ince ayar” çekildiği şeklinde kavranması doğru olacaktır. Tabloyu kafamızda canlandırabilmek için önce parçaları yan yana dizelim. Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalist bir güç olma emelleri ve girişimleri olduğunu biliyoruz. Ancak bu yolda önünü kesen en önemli engelin Kürt sorunu olduğu da bir gerçek. Çünkü TC devletinin geleneksel yaklaşımıyla ABD emperyalizminin bölgeye dönük planları birbiriyle uyuşmuyor. Ve bu bağlamda ABD’nin, Türkiye’deki statükocu kanadı yaklaşımlarını değiştirmeye ikna etmek için oldukça çaba sarfettiği de malûm. İşte AKP’nin 2007 genel seçimlerinden sonra Genelkurmay ile Kürt sorunu üzerinden yaptığı ittifakı ve ardından Ergenekon davası aracılığıyla statükocu kanadın içinde yürütülen temizliği biraz da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Böylece Türkiye’nin Kürt sorununda (ve kuşkusuz BOP bağlamındaki diğer konularda) ABD planlarına uygun hareket etmesinin önü de açılmıştır. Lakin bu süreci sadece Türkiye burjuvazisinin ABD’nin planlarını kabul ettiği şeklinde yorumlamak yanlıştır. ABD de bu süreçte birtakım tavizler vermiştir. Gelinen noktada ABD-AKP-Genelkurmay arasında ortaklaşılan planı şu şekilde tarif etmek mümkündür: Türkiye, Kürtlere dönük olarak bazı “demokratik” açılımlar yapacak ve böylece “hiç adım atmayan, ceberut devlet” imajını düzeltecek, Irak’taki Federe Kürt Devletini tanıyacak ve iyi ilişkiler geliştirecek; ABD de Türkiye’nin PKK’yi etkisizleştirme çabalarına destek verecek.
33
marksist tutum
Şubat 2009 • sayı: 47
Tam da bu çerçevede nun Kürtlere yönelik AKP, bir yandan Kürt saldırılar yapmasını, hareketini bölmeye ve Kürt köylerini bombalaonun içinde ılımlı-libemasını, yüzlerce Kürt ral-İslamcı bir kanat yamilitanını asarak idam ratmaya, böylece de etmesini engellememekPKK’nin otoritesini kırtedir. Türkiye burjuvazimaya çalışırken, diğer sinin niyeti de, yukarıda yandan da Irak’taki Kürt açıkladığımız üzere, yönetimiyle iyi ilişkiler farklı değildir. içerisinde, Kürt sorunu ne külGenelkurmayın sürdürtürel ne de ekonomik düğü PKK’yi “yok etme” bir sorundur. Kürt soruveya hiç değilse “etkisiznu siyasi bir sorundur leştirme” çabalarına Talave çözüm noktasında bani ve Barzani’yi ortak atılması gereken ilk Kürt sorunu ne kültürel etmeye uğraşıyor. Bir yandan Irak devleadım da Kürt halkını temsil eden siyasi ne de ekonomik bir tiyle görüşüp “ortak komuta merkezi” iradenin tanınması ve muhatap alınmasısorundur. Kürt sorunu kurmak üzere anlaşmalar yapıyor, öte dır. Bunu dışlayan hiçbir adım ve yöntesiyasi bir sorundur ve yandan da İran ve Suriye’yle PKK’yi abmin Kürt sorununa adil, demokratik ve lukaya almak amacıyla görüşmelerde bu- çözüm noktasında atılması barışçıl bir çözüm getirme şansı bulunmagereken ilk adım da Kürt lunuyor. Nitekim son dönemde Irak dımaktadır. Kendi anadillerinde konuşmak, halkını temsil eden siyasi şişleri bakanı Zebari ile defalarca görüşülyazmak, eğitim görmek, televizyon ve radiradenin tanınması ve mesi, bizzat Zebari’nin Suriye ile PKK muhatap alınmasıdır. Bunu yo kanalları ile yayın yapmak, yaşadıkları konusunda temaslarda bulunması, Türk yerlere ve çocuklarına kendi anadillerinde dışlayan hiçbir adım ve ordusunun sınırötesi saldırılarının artık isimler koyabilmek, kamu hizmetlerini yöntemin Kürt sorununa günlük bir rutine binecek denli artması adil, demokratik ve barışçıl kendi dillerinde almak, örgütlenme ve ifabir çözüm getirme şansı (fakat basında nedense pek yer bulmuyor) de özgürlüğünü kullanmak vb. elbette bulunmamaktadır. ve İran’ın da Türk ordusuyla eşzamanlı Kürt halkının hakkıdır. Kürtler, verdikleri olarak PEJAK’a saldırması ve Kürtlere yömücadele ile bu hakların bir kısmını alnelik baskıyı arttırması gibi gelişmeler, görüşümüzü doğmışlardır ve geri kalanını da alacaklardır. Bu açıdan, rular niteliktedir. AKP’siyle Genelkurmay’ıyla Türkiye burjuvazisinin inayeHâlihazırda yurtdışından yayın yapan Kürt televizyon tine ve insafına kalmış değillerdir. Ama talepleri sadece bu kanallarını serbest bırakmak ve yerli televizyonlardaki tür kültürel hakların ve birtakım göstermelik siyasi özgürKürtçe yayın sınırlamalarını kaldırmak yerine bir devlet lüklerin tanınmasıyla sınırlı değildir. televizyonunun kurulması, “komünizm gelecekse, onu da Bu noktada Türkiye işçi sınıfına düşen görev de, Kürt biz getiririz” şeklindeki eski zihniyetin de devam ettiğini halkının bu haklı mücadelesini ve taleplerini desteklemekgöstermektedir. Daha da önemlisi, Kürt sorununun diğer tir. Türkiye burjuvazisinin ve ABD emperyalizminin kanlı tüm başlıklarında olduğu gibi bu noktada da AKP, Kürtplanları ancak bu sayede boşa çıkartılabilir. Ancak bu salerin meşru temsilcisi durumundaki kurumları ve kişileri yede Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin kardeşçe birlimuhatap almamış, bunun yerine kendi “ajanlarını” devreği sağlanabilir ve bu temelde özgürce bir arada yaşamaları ye sokarak Kürtlerin direncini kırmak amacını taşıdığını mümkün olabilir. Bu yüzden de burjuvazinin her türlü şoaçık etmiştir. Nitekim AKP’nin bu açılımını alkışlayan liven ve milliyetçi tutumuna, ırkçı ve faşist anlayışına, emberallerin, “TRT Şeş”i, “PKK’yi safdışı etmenin en akılcı peryalist politikasına, işçi sınıfına yakışan enternasyonalist yolu” olarak formüle etmeleri de AKP’nin gerçek niyetini bir bilinçle karşı durmak gerekir. Rafine milliyetçiliğe ve açıkça ortaya koymaktadır. emperyalizmin “ince” yöntemlerine karşı uyanık olmak “TRT Şeş”i, “sebebi ne olursa olsun karşı çıkılmaması gerekir. Bir yandan ezilen Filistin halkı için timsah gözyaşgereken olumlu bir adım” olarak lanse edip sonra da “deları dökerken, diğer yandan Kürt halkının mücadelesini mokratik bir açılım” olarak nitelendiren liberal yaklaşım ezmek için en hain ve kanlı planları yapmaktan geri duraldatıcıdır. Unutmayalım ki, Halepçe katliamını yapan mayan burjuvazinin ikiyüzlülüğüne kanmamak gerekir. Saddam’ın Irak’ında da Kürtçe serbestti ve Kürtçe yayın Özellikle AKP’nin, hem Türk hem de Kürt işçi ve emekçiyapan televizyon kanalları mevcuttu. Benzer şekilde bulerin dini duygularını istismar etmeye ve halkın bu hassagün İran’da da Kürtçe yayın yapan televizyon ve radyo kasiyetini burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanmaya nalları bulunmaktadır, ancak bunların varlığı İran ordusudönük çabalarına fırsat vermemek gerekir.
34
IMF’ye Nasıl Karşı Çıkmalı? Selim Fuat
B
aşbakanın teğet geçti, bize bir şey olmaz lafazanlıklarıyla karşıladığı kriz konjonktürü, sonunda hükümeti bir kez daha IMF ile görüşme masasına oturttu. Kapitalizmin küresel krizinin yarattığı fırtınada pek çok ülkeyle “destekleme” anlaşması yapan IMF’nin, kredi miktarı en fazla görünen sözleşmesini AKP hükümeti ile imzalayacağı anlaşılıyor. Daha önce 20 kez yapılmış olan ve Türkiye piyasasının dünya kapitalizmiyle entegrasyonunu adım adım geliştiren ve sağlamlaştıran IMF anlaşmalarının yenisi de şüphesiz patronlar sınıfının çıkarına hizmet edecek. Bu yüzden patronlar sınıfı, gelecek krediyi ve beraberinde kendi lehlerine izlenecek politikaları dört gözle bekliyor. 2000 yılının Kasım ve 2001 yılının Şubat aylarında patlak veren iki büyük kriz sırasında ve ardından, borsa oyunları ve Hazinenin ödediği yüksek reel faizlerden yararlanarak servetlerini katlayan ve IMF’nin “kurtarma paketleri” ile bütün faturayı işçi sınıfına ödeten burjuvalar, yeni anlaşmayla da hem küresel krizin kendilerine uluslararası piyasalarda kaybettirdiklerini telafi etmeyi hem de işçileri daha da ezecek programlarla sömürülerini katmerleştirmeyi umuyorlar. Kapitalizm için hem zehir hem de panzehir olan krizi kendileri açısından fırsata dönüştürmek için hükümeti sıkıştırıyor, uluslararası örgütlerini devreye sokuyorlar. Bir an önce IMF kredilerinin ellerine geçmesini ve bu kredilerin serbest bırakılması için uygu-
lanması şart koşulan politikaların hayat bulmasını istiyorlar. Nitekim geçtiğimiz günlerde yapılan son TÜSİAD genel kurulunda da, büyük patronların başlıca iki talebinden birisi olarak, kendi dış borçlarının devlet tarafından karşılanması dile getirildi ve bunun için de, gelecek yeni IMF kredilerinin kendilerine verilmesi istendi. Yani kendi aldıkları ve sefasını sürdükleri dış borçları böylece utanmadan halkın sırtına yıkmak istediklerini söylemiş oldular. Türkiye ekonomisi 2001 krizi sonrası dönemde dünyada en hızlı büyüyen ekonomilerden biri olmuştur. Türkiye gayri safi yurt içi hâsılası bu dönemde 2002, 2003, 2004 ve 2005 yılları için reel olarak sırasıyla yüzde 7,9, yüzde 5,8, yüzde 8,9 ve yüzde 7,4 oranlarında büyümüştür. Bu büyüme oranlarının gerçekleşmesini sağlayan şey, işçilerin daha da acımasızca sömürülmesidir. Sömürü oranı muazzam ölçüde artarken, burjuvalar sermayelerini katlamış, hem ekonomik hem siyasal olarak güçlenmiştir. Elbette işçi sınıfının ödemek zorunda kaldığı bedeller pahasına. İşçi sınıfı bu dönemde bir kat daha yoksullaşmış, örgütsüzlüğü bir kat daha artmıştır. Önemli sınıfsal kazanımlarını bir bir yitirmiştir. Sosyal Güvenlik Yasası gibi saldırıların hayata geçirilmesi, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma uygulamalarının yoğunlaşması ile yaşam koşulları alabildiğine ağırlaştırılmıştır.
35
Şubat 2009 • sayı: 47
marksist tutum
İşçi sınıfı 2001 krizini takip eden dönemde bir kat daha yoksullaşmış, örgütsüzlüğü bir kat daha artmıştır. İş saatleri uzamış, ücretler düşmüş, işçiler çok daha acımasızca sömürülmüşlerdir. İşçiler önemli sınıfsal kazanımlarını bir bir yitirmiştir. Sosyal Güvenlik Yasası gibi saldırıların hayata geçirilmesi, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma uygulamalarının yoğunlaşması ile yaşam koşulları alabildiğine ağırlaştırılmıştır.
Bu dönemde, burjuvazinin cebinin daha fazla şiştiğini gösteren yüksek büyüme oranlarına rağmen istihdam aynı oranda artmamıştır. Örneğin 2002’den 2005 yılına kadar sanayi sektöründeki büyüme birikimli olarak yüzde 25’in üzerine çıkmışken, sanayi istihdamındaki artış sadece yüzde 7 düzeyine ulaşabilmiştir. 2002-2005 yılları arasında işsizlik oranı ise resmi verilere göre bile yüzde 10,3’ün altına inmemiştir. 2002-2005 yılları arasında imalat sanayiinde kişi başına “üretkenlik” yıllık ortalama yüzde 8,6 oranında artmıştır. Peki, bu “üretkenlik” artışı, yeni teknolojik gelişmeleri içeren yatırımların ortaya çıkardığı bir üretkenlik artışı mıdır? Elbette değil. Bu artış, ya aynı işin daha az sayıda işçiye yaptırılmasıyla ya da işçilerin çalışma sürelerinin artırılmasıyla sağlanmıştır. İmalat sanayinde 2001’den bu yana yıllık ortalama yüzde 10’lar düzeyinde gerçekleşen üretim artışları, yıllık ortalama yüzde 2,9 düzeyinde istihdam artışlarına yol açarken üretimde çalışılan saat artış hızı da ortalama yüzde 4,2 düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu da imalat sanayinde birim üretim başına daha az sayıda işçinin daha uzun saatler çalıştırılması sonucunda gerçekleşmiş bir “üretkenlik artışı”nı açık biçimde ortaya koymaktadır. Peki, patronların işleri böylesine büyürken, işsiz bırakılan işçilerin yerine de çalışan işçilerin ücretleri ne olmuştur? 2000-2005 yılları arasında imalat sanayiinde çalışan işçilerin reel ücretleri kamu kesiminde birikimli olarak yüzde 3,3, özel sektörde ise yüzde 11,6 oranında azalmıştır. Buna karşılık aynı dönemde üretimde çalışan kişi başına ortalama “üretkenlik” yüzde 29,7 oranında artmış, toplam imalat sanayi üretim artışı da yüzde 23,6 olarak gerçekleşmiştir. Sonuç olarak, patronların kârı sıçramalı bir biçimde yükselirken işçilerin ücretleri önemli oranda aşın-
36
mıştır. Yani patronların “bizim kazanmamız sizin de kazanmanızdır” yalanının mumu bir kez daha sönmüştür. Patronların başta devletleri ve bankalar aracılığıyla yaptıkları soygunların yarattığı açıkların kapatılmasında kullanılan IMF kredileri de işçilere ödettirilmiştir. Çünkü burjuvaların devleti bu borçlarını öderken kullandığı paraları da vergiler yoluyla işçilerden tahsil etmiştir. Ücret ve maaşlardan kesilen vergilerin ve dolaylı vergilerin ağırlığı oluşturduğu mevcut vergi sisteminde sermaye gelirleri ve finansal kazançlar büyük oranda vergi dışıdır. Dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı yüzde 70’e ulaşırken, sermayeden alınan kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı sadece yüzde 10 düzeyindedir. Bütün veriler, burjuva devletin işçilerden topladığı paralarla oluşturduğu bütçesini sermaye sınıfının gelirlerini korumak ve ekonomik krizlerin maliyetini işçilerin üzerine yıkmak amacıyla kullandığını da açıkça ortaya koymaktadır. Neticede, bu dönemde başka pek çok belirleme ve veriyle daha desteklenebileceği gibi IMF politikaları ile Türkiyeli burjuvaların çıkarına olacak biçimde birçok düzenleme yapılmış ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmiştir.
IMF politikalarına hangi temelde karşı çıkılmalı? Mali sermayenin günümüzde IMF gibi örgütleriyle hayata geçirdikleri programlar, işçi sınıfının mücadeleleri ile elde ettiği kazanımların tasfiye edilmesini ve patronların sömürü düzenini güçlendirmeyi sağlıyor. Bu açık gerçek, burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanına rağmen, onca deneyimin ardından aslında Türkiyeli işçilerin çoğu tarafından da fark ediliyor. Bu yüzden de Türkiyeli işçiler-
sayı: 47 • Şubat 2009
de IMF ve politikalarına karşı birikmiş bir tepki mevcut. Ancak bu haklı tepkinin işçilerde, sağlıklı bir sınıfsal yaklaşımla oluştuğunu ve bunun işçileri sınıf çıkarları doğrultusunda bir mücadeleye yönelttiğini söylemek de mümkün değil. Çünkü bugüne kadar solun büyük bir bölümünün IMF politikalarına karşı oluşturdukları muhalefet, ulusalcı ve reformist bir temel üzerinde şekillenmiş ve böylece işçi sınıfına taşınmış durumda. IMF anlaşmalarının gündeme geldiği dönemlerde, sanki bu anlaşmalardan önce durum güllük gülistanlıkmış gibi “Türkiye ekonomisinin geleceği uluslararası finans kapitale teslim edilmiştir” sesleri yükseliyor. Hakeza, burjuva hükümet aslında başka bir yönelimdeymiş gibi “IMF dayatması ile işçi aleyhine yasaları Meclis’ten geçiriyor” ya da bütün sınıfların ortak bir çıkarı varmış gibi “Türkiye’nin gerçek çıkarlarına aykırı davranılıyor” türünden değerlendirmeler ortalığı kaplıyor. Anti-kapitalizmden yoksun bir anti-emperyalist söylem sağcısıyla solcusuyla pek çok insanın diline yerleşiyor. Sendikaların önemli bir bölümü Türkiye’nin kapitalistlerini hedef tahtasına oturtmadan yalnızca “Kahrolsun IMF”, “Kahrolsun uluslararası finans kapital” demekle yetiniyorlar. Bütün bu değerlendirmeler ve tutumlar kimler tarafından ortaya konursa konsun, aslında işçi sınıfının değil, kapitalistler arası rekabette zayıf kalmış burjuvaların ve yok
marksist tutum
olma endişesiyle yatıp kalkan küçük-burjuvaların kaygılarını ifade etmektedir. Mali sermaye ile baş etme kapasitesi olmayan bu kesimler, işçileri de kendi zeminlerine çekerek genel gidişat karşısında kendi dayanma güçlerini arttırmaya çabalamaktadırlar. Özellikle, sorunsuz bir kapitalizm özlemi çeken akademisyenler tarafından dile getirilen görüşlerle, işçilerin kafası bu kesimlerin dertleriyle dolduruluyor. Kapitalizmin ortaya çıkardığı türlü türlü illetlerin aslında iyileştirilebileceği, düzenin sorun yaratan mekanizmalarının aslında tamir edilebileceği yanılsaması yeniden ve yeniden üretilerek, işçi sınıfı, bunlar tarafından sosyal soslu bir devlet kapitalizmine tav edilmek isteniyor. İdeolojik-politik perspektifi sınırlı sosyalistlerden, sol söylemli akademisyenlere ve sendikacılara kadar uzanan geniş bir kesimde, mali sermayenin IMF ve benzeri uluslararası kurumlarını dış güç tanımlamasıyla bütün temel sorunların kaynağı olarak görme eğilimi var. Oysa IMF politikalarının bir sebep değil kapitalist sistemin doğasının olağan bir sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Neticede, bir dünya sistemi olarak örgütlenmesini tamamlamış kapitalist sistem dâhilinde IMF ve benzeri yapılar genel anlamda Türkiyeli burjuvaların da çıkarlarını savunan, onların da ortağı olduğu kurumlardır. Uygulamaya soktukları politikalar da, Türkiye’dekiler de dâhil tüm kapitalistlerin genel ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuştur. Yani IMF de politikaları da sebep değil sonuçtur. Kapitalist sistemin ihtiyaçlarının sonucudur. IMF ile herhangi bir program anlaşması olmayan sayısız ülkede de, sermaye, içeriği üç aşağı beş yukarı aynı olan genel saldırı programını yürütmektedir. Bu yüzden işçi sınıfı devrimcileri IMF politikalarına karşı olan tutumlarını kapitalistlere karşı topyekûn mücadeleleri bağlamında belirlemek zorundadırlar. Küresel kapitalizme karşı ulusal kapitalizmi yeğleme saçmalığına düşmemelidirler. IMF politikaları ile hayata geçirilecek saldırılara karşı elbette mücadeleyi yükseltmek gerekir. Çünkü IMF politikaları işçiler için daha fazla sömürülme, işsizlik, yoksulluk belâlarıyla daha fazla yüz yüze gelme, esnekleştirilmiş iş koşullarında ve örgütsüz olarak daha çok çalıştırılma demektir. Buradan hareketle işçi sınıfı elbette IMF’ye karşı çıkmalıdır. Ancak kimi burjuvaların ve küçük-burjuvaların talepleriyle değil, kendi bağımsız sınıf çıkarlarını ifade eden taleplerle. Burjuvazinin yarattığı sorunların bedelini ödemeyi reddederek ve IMF politikalarının yerine başka kapitalist politikalar aramadan. IMF’li IMF’siz tüm kapitalist programların karşısına konabilecek ve işçilerin çıkarlarını ifade edecek yegâne siyaset de işçilerin iktidarını hedefleyerek ortaya konabilir. Kapitalizm iyileştirilebilir ve içerisinde işçi sınıfının köklü sorularına çözüm bulunabilir bir sistem değildir. Bütünüyle ortadan kaldırılmadıkça da işçi sınıfına uyguladığı zulmü arttırarak sürdürecektir. Bu nedenle IMF ile birlikte tüm burjuvaziyi defetmedikçe sorunlardan kurtuluş yoktur. Çözüm işçilerin iktidarındadır.
37
Çöp Toplayıcılar Ilgın Çevik
S
ıradan bir çöpün içini bir an için gözlerinizin önüne getirin; pislikler, tuvalet kâğıtları, yemek artıkları, ölü bir fare, balgamlı mendiller… Evde bir saniye dahi beklemesine tahammül edemediğimiz her şey bu çöp kutularına atılır. Adımlarımız bir çöp bidonunun yanından geçerken sıklaşıverir, nefesimizi tutarız geçerken. Çünkü pis kokar, iğrenç kokar. Çöp işçileri bir değil, iki değil, saniyeler değil, saatlerce, bütün gün, çöp bidonlarındaki çöpleri kovalar dururlar. İşe yaramaz denilenin içinden işe yarar bir şeyler ararlar. Bir karton parçası, bir cam parçası, demir, poşet, geri dönüştürülebilecek herhangi bir şey… Bir tek yaşamlarının geri dönüşümü yok, bedenlerinin, ellerinin, kokudan çatlayan beyinlerinin... Her gün yüzlerce toplama işçisi gözleriyle, elleriyle çöp bidonlarını yokluyor. Kadın, erkek, çocuk… Eskiden sadece Romanlar yapardı bu işi, kimse görmeden, şafağın köründe. Var olduklarını bilirdik, kör olmayı seçerek; at arabasıyla geçerlerken yanımızdan, sağır kesilirdik. Şimdi her yaştan işçi Roman, Kürt, Türk yoksullar aynı çöpü her gün elleriyle yoklamadan önce, bedenlerini çöp bidonunun içine yarıya kadar sokarak, gözlerini bir çöp bidonunun karanlık pisliğine dikerek, evlerden atılan, bağlanmış poşetleri bir bir elden geçiriyorlar. Bir insanın kokuya dayanabildiği, midenin kaldırabildiği noktaya yani insanlığın son noktasına kadar, ekmek parası için, poşetleri bir bir didikliyorlar. Bedenleri taşıdıkları balyanın yarısı kadar, kolları arkaya gerilmiş şekilde, göğüsler önde, her gün kilometrelerce yol katediyorlar. Binlerce bidon ve çöp torbası karıştırıyorlar. Günde sadece 40-50 kilo toplayabiliyorlar ve bunun karşılığında alabildikleri sadece 7-8 lira. Doyabilmek için ölümü, hastalığı göze alıyorlar.
38
Nano teknolojilerin, otomasyonun, robotların kullanıldığı bu sistemde, yoksullara sadece pisliğin içinden bir parça ekmek reva görülüyor. Gün boyu insanların bakışları dövüyor onları, polisler kovalıyor, zabıtalar caddelere sokmuyor, gecenin karanlığında köpekler kovalıyor. Bir yoksul üzerindeki ağır kokuyla tutarken evinin yolunu, beklerken aç çocukları onu, Dubai’de zenginlerin ayağı yanmasın diye kumsaldaki kumlar soğutuluyor. Belediyeler halktan çöp vergisi alırken, bir yandan da katı atık dönüştürme şirketlerine ihalelerle çöpleri satıyorlar. Bu nedenle de çoğu kez katı atık toplayıcısı işçilere izin verilmiyor ve bu işi kaçak yapmaya çalışıyorlar. Onlar, belediye arabaları çöpleri toplamadan önce çöplere ulaşmayı ve oralardan işe yarar dönüştürebilecek maddeleri toplamaya çalışıyorlar. İşin zorluğu, pisliği yetmiyor bir de belediyelerce cendere altına alınıyorlar. Patronlar vergiler kaçırıp, kara paralar aklarken, zabıtaların görevi bu dürüst, çalışkan yoksulları kovalamak oluyor. Zabıtalar ya arabalarına ya da topladıkları balyalara el koyuyorlar. Hatta depolara baskın yaptıkları da oluyor. Bu baskınlar sonucu çöp toplayan işçi arabasını kaybetmekle kalmıyor, emeği de boşa gitmiş oluyor. Bu nedenle çöp işçileri, çöp toplamak için belediyelerden izin kâğıdı talep ediyorlar. Örgütsüzler, hiçbir düzenli gelire ya da sosyal güvenceye sahip değiller. Birçoğu barınma koşullarından kaynaklı zatürreeden, veremden, salgın hastalıklardan, hepatitten yaşamını yitiriyor. Barınma sorunlarından kaynaklı ya balyaları boşalttıkları depolarda kalıyorlar ya da eve bin bir güçlükle dönebiliyorlar. Birçok sanayi kentinde çöp dönüşüm merkezleri açıldı. Bu işe belediyeler ve ticari şirketler yatırım yapıyorlar. Çünkü tüm dünyada çok büyük rantlar elde edilen bir
sayı: 47 • Şubat 2009
sektör halini almış durumda. Kapitalizmin idrardan içilecek su elde etmeyi ya da hurdalardan yeniden hammadde elde etmeyi başarabildiği günümüz koşullarında, yoksullar, eldivensiz, maskesiz, canı elinde çalışmaya devam ediyor. Patronlar zenginleştikçe onlar karın tokluğuna çöp tarlalarında ya da çöp bidonlarının dibinde çalışıyorlar. Patronlar kârlarına kâr katarken, onlar çok cüzi paralar karşılığında ve yaşamları pahasına patronlara çöpü ulaştırıyor, ayrıştırıyorlar. Türkiye genelinde sayılarının on binlerle ifade edilebildiği ve her geçen gün artan bu yoksulların içindeki kadın ve çocukların sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Her biri topladığı çöpü aracı kişilere veriyor. Çoğu kez keyfi bir şekilde kâğıdın ıslaklığı ya da içinden işe yaramaz mad-
marksist tutum
de çıktı denilerek topladıkları maddeler, firelerle çok daha ucuza satın alınıyor. Örgütlü olmadıkları için de seslerini çıkartıp pazarlık yapamıyorlar. Çalışma koşullarının hesabını ne patronlardan ne de onların devletinden soramıyorlar. Aslına bakarsanız onlar da istemiyorlar böylesi bir işi. Ama ne çalışacak bir başka işleri ne de bir başka seçenekleri var. Onları böylesi insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlayan kapitalizmin kendisidir. Kapitalistlerin tüm dünyada işçi sınıfına karşı tavrı aynıdır. İşten çıkartılan, hakları gasp edilen, iş cinayetlerine kurban gidenler hep işçilerdir. İşçi sınıfının şimdi her zamankinden daha fazla örgütlü mücadeleye ve birlik olmaya ihtiyacı var. Çöpe gitmesi gerekense kapitalist sistemin ta kendisidir.
Öğrencilere “Terör” Konferansları Ç orum Terörle Mücadele Şubesi Müdürü, Aralık ayı boyunca okul okul gezip “terör” konusunda düzenlediği konferanslarla öğrencileri bilgilendirmiş. Şube Müdürü bu konferanslarda “Türkün Türkten başka dostu olmadığını”, “ülkenin her yanının düşmanlarla çevrili olduğunu” vurgulayarak, “öğrencilerin terör örgütlerine kanmaması gerektiğini” buyurmuş. TMŞ müdürü “ağaç yaşken eğilir” diyerek, ilköğretimde, lisede ve üniversitede okuyan 9 bin öğrenciye adeta zehir saçmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatında yer alan “Milli Tarih”, “İnkılâp Tarihi” ve “Milli Güvenlik” dersleri fazlasıyla Türkün Türkten başka dostu olmadığı klişesini zaten işliyordu. Fakat TMŞ müdürünün milliyetçiliğini müfredat tatmin etmemiş olacak ki, okul okul gezerek kendisi bizzat bu fikirleri dillendirmiş ve günümüze uyarlamış. TMŞ müdürü örneğin “Komşularımızdan İran her zaman rejimini ülkemize ithal etmek istemiştir. Ermenistan diasporası aralıksız olarak düşmanlığını sürdürmektedir. Irak, Saddam rejiminde de şimdiki ABD döneminde de bizim için tekin bir bölge olmamıştır. Suriye’deki devlet okullarında Hatay hâlâ Suriye sınırları içerisinde gösterilmektedir. Keza Bulgaristan, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin yaklaşımları bellidir. Görüldüğü üzere çevremizde dostumuz yoktur…” diyerek öğrencileri birlik, beraberliğe çağırmış. Yıllardır şovenizm temelinde birlik beraberlik nutukları atan resmi görevliler, gerçeklerin üzerini örtmeye devam ediyorlar. İlk olarak gencecik beyinleri “dış mihraklar”, “vatanımızda, namusumuzda gözü olanlar” şeklinde korkutanlar, ikinci olarak da “iç düşmanlara”, “bölücülere” vurgu yaparak korku ve sindirme konferanslarını sürdürüyorlar. “İçimizdeki teröristler dışarıdan
aldıkları destekle vatandaşlarımızı yoldan çıkartıyorlar” deniliyor. TMŞ müdürü de aynı yöntemi uygulayarak “Ermeniler bizi katlettiler”, “parasız eğitim, yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı mücadele terör argümanlarıdır, gençler bu konularla ilgilenmemelidir” diyerek öğrencileri aç, işsiz ve eğitimsiz kalma pahasına vatan korkuluğu yapmaya davet ediyor. Sistemi, düzeni ve devleti ayakta tutmak için muhalif herkesi ve her şeyi düşman ilan eden kapıkullarının ilk hedefi daima çocuklar ve gençler olmuştur. Parasız eğitimi, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı mücadeleyi talep etmeyi dahi terör talebi diyerek engellemeye çalışanların, geldikleri nokta düşündürücüdür. İş isteyen, eğitim isteyen, özgürlük isteyen, örgütlenmek isteyen herkes düzenin gözünde “terörist” oluyor. Düzenin bekçilerinin, Yunanistan’daki gençlik eylemleri “ya bize de sıçrarsa” diyerek tedirgin olmaları ve kendilerince önlemleri arttırmaları boşuna değildir. Onlar suskun, örgütsüz ve apolitik genç kuşaklar yetiştirmek için her tür yolu ve yöntemi deniyorlar. Milliyetçi müfredat, baskı ve pop kültürü ile genç beyinler uyuşturulmaya çalışılıyor. Öğrencilerin ve işçilerin 1968’de yükselttikleri mücadele hâlâ sermaye düzenini korkutmaya devam ediyor. Ama tüm çabaları nafile… Düzenin içine girdiği krizle beraber lise veya üniversitede okumak maddi anlamda son derece külfetli hale gelirken, mezun olanların iş bulmaları da fazlasıyla zorlaşmış durumda. Gençler düzen içinde tutunacak bir dal olmadığını görüyorlar. Geriye tek çözüm yolu kalıyor; talepleri hep beraber savunmak, örgütlenmek ve sermayeye karşı mücadele etmek. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
39
Kitap Dünyası
marksist tutum
Uçurum İnsanları Derya Çınar
Ü
retim araçlarını özel mülkiyeti haline getiren az sayıda insanın, toplumun geri kalanını ücretli işçi durumuna soktuğu bir düzendir kapitalizm. Mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin, ekonomik açıdan epeyce palazlandıktan sonra egemenliğini siyasal bir güçle taçlandırmayı başardığı ilk ülkelerden biri de İngiltere’dir. İngiltere’de burjuvazi Fransa gibi toplumsal mücadelenin devrimci ateşinin çemberinden geçmeyip, aristokrasiyle uzlaşarak ve iktidarı onunla paylaşarak egemen sınıf konumuna yükselmiştir. İngiliz burjuvazisi denizaşırı coğrafyaları sömürgeleştirmekle ve talan etmekle kalmayıp kendi ülkesinin işçi sınıfının da kanını iliklerine dek emmiştir. Üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğu hummalı bir şekilde ve korkunç bir emek sömürüsü ile inşa edilmiştir. Burjuvazi ile birlikte doğar işçi sınıfı da. Birbirine hiç benzemeyen ve asla uzlaşmayacak olan iki sınıftan biridir o. Ve İngiltere’de yaşananlar, kapitalizmin proletaryaya nasıl bir hayat bahşettiğinin ve nasıl bir gelecek vaat ettiğinin de resmini sunmaktadır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı, kapitalizmin gelişmeye başladığı ilk dönemden itibaren büyük bir sefalete sürüklenmiştir. İngiltere’de işçi sınıfının içine sürüklendiği inanılmaz sefalet çeşitli araştırmaların ve romanların da konusu olmuştur. İşçi sınıfının yaşam koşullarını anlatanlardan biri de sosyalist yazar Jack London’dır. Muazzam bir sömürü üzerinde yükselen kapitalizmin geçmişten bugüne değin değişmediğini ortaya koyması bakımından, London’ın Uçurum İnsanları adlı eseri öğreticidir. Üstelik bu eser 1800’lerin “vahşi kapitalizmini” değil, kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği 1900’lerin başındaki İngiltere’yi anlatmaktadır. Jack London Amerika’dan gelir ve Londra’nın ünlü Doğu Yakası’nda yaşayan insanları yakından tanımak ister. Ona deli gözüyle bakan arkadaşlarının tüm engelleme çabalarına rağmen Doğu Yakası’nda bir eve yerleşir. İşçi sınıfının burjuva sınıfı nasıl kanıyla beslediğini anlattığı “Uçurum İnsanları” adlı kitabını işte Doğu Yakası’ndaki bu evde yazar. Bundan dolayı kitap birçok kez Doğu Yakası adıyla da basılır. Anlatılanlar Londra’nın doğu yakası mahallesinin hikâyesi gibi görünse de, aslında insanlık dışı bir sistem olan kapitalizmin dünya işçi sınıfına yaşattıklarının hikâyesidir. 1900’lü yılların başlarında İngiltere’nin Batı yakası ihtişamıyla göz kamaştırırken, doğu yakasında her gün
40
biraz daha artan sayıda insan uçuruma itilmektedir. İçine karıştığı bu yoksul yığınların hayatlarına tanık olan Jack London, gördüklerinden dolayı büyük bir şaşkınlık içerisindedir. İngiliz burjuvazisi yüz binlerce insanı fiziksel varlığının son sınırlarına kadar çalıştırıp bunların ürettiği zenginliğe el koymakta ve onlara kendini asgari düzeyde yeniden üretme şansı bile vermemektedir. Kâr hırsıyla gözü dönen burjuvazi, üstüne üstlük bu üreten sınıfı aşağılamakta, onu cahil ve değersiz bir yığın yerine koymaktadır. Doğu yakasında yaşamaya çalışan işçilerin durumu çok kötüdür. Yazar insanların en temel barınma haklarından bile yoksun yaşadığını şu cümlelerle anlatır. “Kiralık ev yoktur, kiralık odalar daha doğrusu izbeler vardır. Bütün gün çalışan insanların kazançlarının en büyük bölümü haftalığı üç şilin olan bu odalara verilmektedir.” Bu evlerde tuvalet, ısınma gibi olanaklar zaten bulunmamaktadır. İnsanlar bu ahıra benzeyen evlerde uzun yıllar kalır ve çoğu zaman ömürlerini de buralarda tamamlarlar. “İnsanları domuz ahırlarına benzeyen yerlerde yaşatır ve çalıştırırsan onlardan güzel düşünceler temizlik ve istek bekleyemezsin” der Jack London, İngiliz hanımefendi ve beyefendilerine. Bu hanımlar ve beyler, sefalet içinde yaşayan işçilerin sırtından geçinmekte ve onları pis, kaba bulup, hakir görmektedirler. İngiltere’de işçi sınıfı neredeyse fiziksel olarak varlığını korumanın koşullarından bile mahrumdur. Büyük bir aile küçücük bir odada yaşamaya mahkûm edildiği için, bugün bizlerin anladığı anlamda bir ev yaşantısından zaten söz edilememektedir. Bir insanın sadece canlı kalabilmesi için bile yeterli olmayan bu koşullarda bu insanlar ölümle yaşam arasında, uçurumun kenarında yaşamaktadırlar. Yoğun sömürü koşullarından doğan bu yaşam biçimi işçilerin insan olabilmesinin olanaklarını da ortadan kaldırmıştır. Madenlerde çok yüksek sıcaklıklarda her yaştan kadın erkek yan yana bir lokma ekmek için çalışmak zorunda kalır. Açlık ve yoksulluk, yanına başka bozuklukları ve zorunlulukları da alarak işçi sınıfının üstüne üstüne yürür. Sevgi ve saygı üzerinde inşa olması gereken kadın erkek ilişkilerinde de bir yozlaşma, ahlâki çöküntü alır başını gider. Buna bir de yaşlılık, hastalık ve iş kazaları sonucunda ortaya çıkan başkasına muhtaçlık durumu eklenince, düşkünler evinde kalabilmek için verilen savaşı varın siz düşünün. Kapitalistlerin kâr hırsı uğruna yaşamın her anı ha-
pishaneye çevrilir. Yaşamanın kahredici bir yük ve anlamsız bir eziyet haline geldiği bu durumdan ölerek kurtulmak isteyenlerin sayısı artmaktadır. Fakat insanlar yoksulluk ve sefalet uçurumunun dibinden intihar edip kurtulmak isterlerken bile özgür değillerdir. Mahkemeler yargılamakta ve “ölmeyi beceremeyip sağ kalma “suçu” işlediği tespit olunanlar hapsi boylamaktadır. Kapitalizmin adaleti, hukuku, yasaları, bugün olduğu gibi o günlerde de sermayenin çıkarına işlemektedir. İşçilerin hayatları birileri tarafından gasp edilmiş, yaşama haklarına tecavüz edilmiş ve ölme özgürlükleri bile ellerinden alınmıştır. Buna rağmen onları iki değnek gibi üzerinde oradan oraya sürükleyen bacaklarına dinlenme hakkı verilmeyecektir. Londra sokaklarındaki banklar evsiz ama bütün gün bir kapitalistin emrinde çalışmış bedenlerin uyuyup dinlenmesi için yapılmamıştır. Geceleri banklarda uyuması bile yasak olan bu insanlar her mevsim ölü gözleri, çökmekte olan bedenleriyle oradan oraya sürüklenip dururlar. Bir evin kapı aralığında uyumaya kalktıklarında yasaların gücü hemen devreye girer. Polis zoru derhal enselerinde biter ve gözlerinde uyku, çökmüş bedenlerini taşımaya çalışan insanlar için cezalar hiç zaman kaybetmez. İşçi sınıfı için burjuva adalet mekanizması çok hızlı çalışır. Tıpkı bugünkü gibi… Jack London doğu yakası insanlarının içine bütün parasını içki âlemlerinde yemiş, meteliksiz bir gemici gibi davranarak karışır. Ve bir akşam bu acıdığı insanlarla “çivi”de kalabilmek için saatlerce kuyruk bekler. En kıymetli yemeği ekşimiş yulaf ezmesi olan ve yoksullar için inşa edilen barınaklara insanlar “çivi” demektedirler. Bu “çivi”lerde kalmak öyle beleş falan da olmayıp bir bedeli vardır. Ya taş kırmaya ya da en iyi durumda bir hastanenin temizliğini yapmaya gitmek zorundadır insanlar. Yediklerinin ve yattıkları yatağın bedelini ödemeden oradan ayrılamazlar. Aksi halde bir daha asla, bir gecelik bile olsa, yoksullar evinden faydalanamazlar. Jack London’ın bir gece bile dayanamayıp kaçtığı bu mikrop yuvası “çivi”ler, yoksul ve hastalıklı her yaştan işçinin en büyük umut kapılarından biridir. 21. yüzyıl Türkiye’sinde, yüzlerce kilometre uzaklara fındık toplamaya giden Kürt işçiler gibi, onlar da şerbetçiotu toplamaya giderler bir lokma ekmek için. İş bulabildiklerinde çok düşük ücretlere çalıştırılırlar. İş bulamadıkları zamanlardaysa karınlarını doyurmak için oradan oraya sürüklenir dururlar. Ama yine de üreterek yaşayan insanlar öyle kolayına ölümü seçip pes etmezler. Her şeye rağmen direngendirler. Bu zorlu yaşam, kendi dilini de yaratmıştır. Uykusuz olduğu halde banklarda yatması yasak olunca yürümek zorunda kalmaya “sancak taşıma”, aç kaldığında bedava yemek yiyebildiği yere “askı”, korkunç yataklarda yattığı, taş gibi ekmeğini yediği yoksullar evine de “çivi” der doğu yakasının işçisi. Gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalist sistem kendi işleyişinin yarattığı sınırlara gelip dayandığında ortaya çıkan ekonomik bunalımlar zaten uçurumun
kenarında yaşamakta olan bu insanları kitleler halinde uçurumdan aşağıya iter. Bir yanda inanılmaz bir bolluk, diğer yanda aklın sınırlarını zorlayan bir yoksulluk. Kapitalist sistemin kriz dönemlerinde işten atılan işçiler çoğunlukla yeniden iş bulamazlar. Böylesi dönemlerde özellikle erkek işçiler gözlerinin önünde eriyip yok olmakta olan karısı ve çocuklarına baktıkça derin bir moral çöküntü içine sürüklenirler. Jack London, bu durumu, gördüklerinden yola çıkarak şöyle özetler: “Erkeklerin düşünmeye başlaması yapmaması gereken bir şey, çünkü bu durumdaki erkekler genellikle hem karılarını hem de çocuklarını öldürürler.” Yaşamak için çalışmak zorunda oldukları işler yüzünden sağlığını ve hayatını kaybeden insanların hikâyeleri geçmişte kalmış kötü anılar değil ne yazık ki işçi sınıfı için. Onun yüzlerce yıllık birikmiş emeği üzerine koca kıçıyla çöreklenmiş her ulustan kapitalistler hâlâ canımızı almaya devam ediyorlar. Bugün Türkiye’de kot taşlama işinde çalışan sınıf kardeşlerimiz silikozis hastalığına yakalandıkları için otuz yaşına gelmeden yaşama veda ediyor. Çok basit yöntemlerle önlenebilir kaza ve hastalıklar nedeniyle binlerce işçi hayatını kaybediyor ve her dalı yemiş dolu bu dünyayı lüks içinde yaşayan mülk sahibi sınıflara terk ediyor. Mülkiyeti elinde bulunduranlar mahkûm etmektedir mülksüzleri böyle bir yaşama. Peki, ama niye katlanmaktadır bütün mülkleri ve ihtişamı yaratanlar bu sefalet koşullarına? Alaska’nın Yukon nehri ağzında yaşayan ilkel bir kabilenin insanlarının arasındaki ilişkileri, İnnuit halkının yaşamını da ele alır Jack London aynı kitabında. Ve buradan yola çıkarak “uygarlık” adı verilen bu kapitalist dünyanın insanın yararına olup olmadığını sorar. “Uygarlık denen bu büyük dolandırıcılığın ve yapay parlaklığın etkisinden uzak İnnuit halkı sağlıklı ve güçlü insanlardan oluşur. Bu insanlar ya hep beraber mutludur, ya hep beraber mutsuz.” Yazar İnnuitler’in yalnız kıtlık zamanlarında açlık çektiğini, oysa İngiliz işçi sınıfının sürekli açlık çekmekte olduğunu vurgular. Eğer insanların bir kısmı rahat ve huzur içinde yaşıyorsa bu insan emeğinin bir ürünüdür. “Daha 19. yüzyılda beş kişi bin kişinin yiyeceğini sağlayabilmektedir. Öyleyse neden insanların büyük çoğunluğu daha iyi durumda yaşamamaktadır?” diye soran Jack London şöyle devam eder: “Bugün bizi kendisine mahkûm eden bu sistem işçinin durumunu bir ilkel insandan daha kötü bir duruma sokuyorsa o zaman pazarları ve sanayisiyle birlikte ortadan kaldırılmalıdır.” Kapitalizmin yarattığı felaketleri tespit eden Jack London bu sistemin ortadan kaldırılması gerektiği sonucuna varsa da, bu tür satırlarında genel anlamda uygarlığın terk edilmesi şeklinde yanlış bir görüş savunmaktadır. Oysa insanlığın düşmanı makineler, teknoloji, üretim araçları değil, bunların kapitalist tarzda mülk edinilmesidir. Çözüm uygarlığın ve sanayinin yıkılmasında değil, bunların kapitalist esaretten kurtarılması ve sınıfsız bir toplumun kurulmasındadır. Bu sınıfsız toplumda ilkel komünal toplumlardaki gibi yoksulluk değil, bolluk paylaşılacaktır.
Kitap Dünyası
marksist tutum
41
Timsah Gözyaşlarına Kanma! Soner Güven
K
atil İsrail devleti, Filistin halkına yönelik bugüne kadar sayısız toplu katliam yaptı. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü son katliamda 22 günde 1400’e yakın insan öldü ve binlercesi de yaralanıp sakat kaldı. Gazze sokakları kan gölüne çevrildi. Hastaneler, okullar ve evler bombalandı, kent yerle bir edildi. Doktorlar kolu bacağı kopan insanlara cep telefonunun ışığında acil müdahale etmeye çalıştılar. Gazze’de ağır yaralanan, kolu-bacağı ko-
pan yüzlerce insan var. İnsanlar çaresizlik içinde. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü vahşeti tüm dünya seyrediyor. Tüm burjuva politikacıları gibi karı-koca Erdoğanlar da sahtekârca timsah gözyaşları döküyor.
TC İsrail’in destekçilerinden biridir Gazze’deki İsrail saldırılarında ağır yaralanan 10 Filistinli Türkiye’ye getirildi ve başkentte tedavi görüyorlar. Erdoğan yaralı, acılı Filistinlileri ziyaret ediyor. Onlardan biri çok feci şekilde yaralanmış. Yaralı Filistinlinin iki bacağı kopmuş. Eşi ve iki çocuğu enkaz altında can vermiş. Erdoğan yaralının acılar içinde kıvrandığını gördükçe bir yandan kameralar önünde gözyaşı döküyor, öbür yandan yaralıların yanağını okşayarak konuşuyor: “Emin ellerdesiniz. Güvenilir yerdesiniz. Burada ağabeyinizin, babanızın evindesiniz” diyor. Emine Erdoğan ise Beşiktaş’taki beş yıldızlı Four Seasons Otel’de yapılan Gazze’yle dayanışma toplantısında, katledilen Filistinli çocuklardan bahsediyor, Nazım’dan dörtlükler okuyor ve gözyaşlarına hâkim olamıyor.
42
Erdoğan’ın başını okşadığı yaralı Filistinli çocukların çoğunun, İsrail’in saldırısından koşup kurtulacak ne bacakları ne de taş atacak kolları var artık. Türkiye’ye getirilen 10 yaralı Filistinli için ağlayan Erdoğanlar din kardeşliğini ikiyüzlüce kullanıyorlar. İsrail’in katlettiği binlerce Filistinli güvenilir yerde değil toprağın altındalar. Fakat ağlamak, acıları paylaşmak ve eli kanlı katillere lanet okumak için uzağa gitmeğe gerek yok. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz çelimsiz çocuk bedenine 13 kurşun sıkılarak öldürülürken, çocuklarının ölüsünü bile bulamayan Kürt anneleri coplanıp üzerlerine köpekler salınırken, 13-15 yaşındaki Kürt çocukları 20 yıllık hapis cezasıyla yargılanıp F tipi cezaevlerinde tutulurken, başbakanın ve Emine Hanımın yüreği neden hiç titremedi acaba? Başbakan Erdoğan ve eşi sözde yaralanan ve ölen Filistinlilere ağlıyorlar, ama Türkiye ile İsrail arasındaki askeri ve ticari anlaşmalar her yıl daha da genişleyerek devam ediyor. Erdoğan’ın başbakanı olduğu TC yıllardır İsrail ile milyarlarca dolarlık silah, tank, uçak anlaşmaları yapıyor. Filistin halkının tepesine bomba yağdıran İsrail jetlerine kendi üslerinde eğitim yaptıran TC devletidir. Erdoğan’ın bölgedeki ülkelere gitmesi, arabuluculuk rolüne bürünmesi, Filistin sorununun çözülmesi için değil TC’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyal hedefleri içindir. TC burjuvazisinin din kardeşliğini kullanarak Filistin halkının davasına sahip çıkıyormuş gibi görünmesi ise tam bir sahtekârlık.
Barış işçilerle gelecek İsrail’in 22 gün sonra Gazze’den çıkmasının ardından başbakan “BBC üç hafta sürecek diyordu, demek ki biliyordu” diye konuştu. Yapılacak katliamı kendisi bilmiyor muydu? İsrail ile yapılan görüşmelerin notları neden açıklanmıyor? Gerçekler işçi sınıfından gizlenirken, duygusal nutuklar ve gözyaşları bir bir dökülüyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Filistin halkı için yürüyüşler yapıldı. İsrail’in uyguladığı vahşet lanetlendi. Sokağa çıkan milyonlarca insan yüreklerinde Filistin halkının acısını hissetti. Filistin halkının haklı davasını desteklediğini gösterdi. Ve tüm bunlar bir kez daha gösterdi ki, dünyaya barış, burjuvazinin ve onların politikacılarının timsah gözyaşlarıyla değil işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle gelecek!
sayı: 47 • Şubat 2009
marksist tutum
İşçi Sınıfı Susuyor, Katil İsrail Devleti Vuruyor
B
ugün televizyonlarımızı açtığımız zaman insanın içini sızlatan manzaralarla karşılaşıyoruz. Bir şey yapamama duygusu insanı daha da kahrediyor. Katil İsrail devleti tüm dünyanın gözlerinin içine bakarak Filistin halkının üzerine ölüm kusuyor. İşçi sınıfının ciddi bir örgütlülükten yoksun oluşu, onu uluslararası ölçekte kucaklayan bir Enternasyonalin yokluğu yüzünden, İsrail’in katil egemenleri işçiemekçileri yoğun bir milliyetçi fırtınayla, ezilen Filistin halkının üzerine salmakta, çocuk yaşlı demeden binlerce insanı katlettirmektedir. Burada işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünün önemi kendini acı bir şekilde hissettiriyor. Filistin halkına destek amaçlı çeşitli kampanyalar düzenlenmekte olsa da ne savaş duruyor ne de Filistin halkının yardım çığlıkları duyuluyor. Türkiye’de insanların manevi duygularını okşayarak toplanan paraların ne kadarı nereye gidiyor henüz belli değildir. Bir anda barış elçiliğine soyunan başbakan Erdoğan bu sorunun çözümünü kâğıt üzerinde ararken (aramak denirse) İsrail’in yaptığı saldırıyı sözlü kınamaktadır. Öncelikle başbakanın ne kadar samimi olduğuna bakmak gerekir. Aynı başbakan, Irak savaşı öncesi milli çıkarları bahane ederek, teskere karşıtı oy kullanan milletvekillerine verip veriştirmişti. Bugünse barış elçiliğine soyunuyor. İsrail işgaline esip gürleyen TC, aynı İsrail ile trilyonlarca liralık silah anlaşmaları yapıyor. Yine aynı başbakan ve TC, yıllardan beri mazlum Kürt halkına kan kusturuyor. İsrail işgali karşısında ise timsah gözyaşları dökmekteler. Sağduyulu hiç kimse bu harami başlarından bir umut beklememelidir. Yaklaşan seçimlerle birlikte, işgali bir seçim kampanyasına dönüştüren bu asalakların gerçekte hiç de Filistin halkının yarasını sarmak ve bu işgale bir son vermek gibi bir dertleri yoktur. Eğer ki böyle bir dertleri olsaydı ilk işleri Türkiye’den İsrail elçilerini kapı dışarı etmek ve İsrail’le olan tüm ticari ve askeri anlaşmaları iptal etmek olurdu. Oysa İsrail ile TC’nin tüm ticari-siyasi-askeri ilişkileri tıkır tıkır işliyor. Kan deryasında yüzen insanları seçim malzemesine dönüştüren Erdoğan ise uzaktan esip gürlüyor. Zaten bu asalak sınıftan başka türlüsünü de beklemek saflık olurdu. Bu savaş ne yazık ki kolay kolay durmayacaktır, çünkü bu işgale son vermek işçi sınıfının örgütlülüğüyle mümkündür. Yani Yahudi, Türk, İngiliz demeden bu konuda işçi sınıfı bilinçlendirilmeli, burjuvazinin oyununa gelmeden İsrail burjuvazisine ağır bir yumruk indirilmelidir. Bugün dünya işçi sınıfının, ezilen Kürt halkının ve mazlum Filistin halkının intikamını ancak işçi sınıfı örgütlenerek burjuvaziden sorabilir. 1917’yi hatırlayacak olursak, işçi sınıfı örgütlenerek, burjuvazi için değil ona karşı savaşmıştı. Bugün bizim de temel düsturumuz bu olmalı bence, işçi sınıfı örgütlenerek, yumruklarını birleştirerek, bu kana doymayan burjuvazinin tepesine indirmelidir. Kahrolsun katil İsrail devleti! Kahrolsun ezen ulus milliyetçiliği! Yaşasın ezilen ulusların haklı mücadelesi! Yaşasın işçilerin enternasyonalist mücadelesi!
rtadoğu, İsrail’in Filistin’e saldırısıyla yine kan gölüne döndü. Yüzlerce asker ve sivil öldü ve yaralandı. Katil İsrail devleti hava saldırısının ardından karadan saldırıya geçti. ABD, AB ülkeleri ve bunların kontrolündeki BM ise İsrail’in sözde kendini Hamas’ın roket saldırılarından koruduğunu, İsrail’in “müdahalesinin” haklı olduğunu açıkladılar ve Hamas’ı suçladılar. Buna karşın birçok ülkede İsrail saldırısına karşı protesto eylemleri gerçekleştirildi. Türkiye’de burjuva medya, kitlelerin zihninde Yahudi-Müslüman savaşı yaşanıyormuş izlenimini oluşturacak biçimde verdi olanı biteni. Oysa söz konusu olan İsrail devletinin Filistin halkına karşı yürüttüğü haksız savaştı. Başbakan da esip gürledi; almayın mazlumların ahını diye. Tam bir ikiyüzlülükle İsrail’i kınadığını açıklayan burjuva TC’nin yöneticileri bu devletle milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarını daha geçenlerde yenilemişti. Üstelik Gazze’yi kan gölüne çeviren İsrail jetlerine kent bombalama tatbikatları TSK desteğiyle Konya’da yaptırılmıştı. Tüm bunlar, burjuva devletlerin pisliklerinin, ikiyüzlülüklerinin bir kez daha kendini ortaya koyduğu olaylardır. Zaten burjuva TC, en büyük ikiyüzlülüğü, Kürtlere karşı yıllardır benzer bir haksız bir savaş sürdürmesine rağmen, İsrail’e bir sürü laf söyleme hakkını kendinde bularak sergilemiyor mu? İşçi sınıfı bu haksız emperyalist paylaşım savaşları karşısında kendi sınıf çıkarlarına göre hareket etmelidir. Bu haksız savaşlardan bizleri koruyacak olanlar burjuva devletler değil işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Eğer Filistin’de, Kürdistan’da, Irak’ta, Afganistan’da ve daha nice katliam yapılan yerlerde insanların ölmesine karşıysak, onlar için bir şeyler yapmak istiyorsak, yapmamız gereken işçi sınıfının saflarında mücadele etmektir. İşçi sınıfı emperyalist paylaşım kavgalarına alet olmak yerine kendi sınıf kavgasını vermelidir.
Kıraç’tan bir işçi
Ankara Üniversitesi’nden bir öğrenci
Filistin’de Yaşanan Dinsel Savaş Değildir
O
43
marksist tutum
Şubat 2009 • sayı: 47
Nazım Hikmet Komünist Kimliği İle Yaşıyor Hâlâ! “Otuzumda asılmamı istediler Kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini”
B
urjuva hükümetin bakanları Nazım Hikmet üzerinden “demokrasi” sicillerini aklamaya çalışıyorlar. 25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile TC vatandaşlığından çıkartılan Nazım, ölümünden 46 yıl sonra yeniden TC vatandaşlığına kabul edildi! 10 Ocak 2009 günü Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararıyla, Nazım Hikmet yeniden TC vatandaşı oldu. Nazım, hayatı boyunca TC egemenlerinin baskı, cezalandırma, yasaklama ve tehditleriyle karşı karşıya kaldı. On yıllarca hapis yatmaya mahkûm edilmiş, kitapları yasaklanmış, ırkçı faşist güruhların saldırılarına maruz kalmıştı. Nihayetinde yaşamını yurt dışına çıkarak sürdürebilmişti. Fakat Nazım, tüm bu baskı ve yasaklamalara rağmen, egemen sınıfa karşı, işçi sınıfının saflarında mücadele vermekten asla vazgeçmedi. Burjuva devletin korkarak vatandaşlıktan çıkardığı Nazım, hak ettiği üzere, işçi ve emekçilerin kalbinde taht kurmuş bulunuyor. Kitapları, yaşamı ve kavgasıyla Nazım Hikmet, dünyanın tüm işçilerinin ozanı olarak yaşıyor hâlâ. Egemenler, baskıyla yok edemedikleri Nazım’ı, sözde sahiplenerek, ehlileştirmeye, “zararsız bir ikon”a dönüştürmeye çalışıyorlar. UNESCO’nun Nazım Hikmet Yılı olarak ilan ettiği 2002 yılı boyunca, Türkiye’de yapılan yayınlar-
da, Nazım’a “aşk şairi”, “yurtsever” gibi yakıştırmalar yapıldı. Yerinden ve yurdundan, kavga yoldaşlarından ve ailesinden uzak düşen Nazım’ın, ömrünün büyük bölümünü geçirdiği topraklara olan özlemini ifade etmesi, milliyetçiliğin değirmenine su taşımak için kullanılmaya çalışıldı ve halen de çalışılıyor. Nazım, şimdi de Türk vatandaşlığı ile ehlileştirilmeye çalışılıyor. Burjuva hükümet Nazım’a vatandaşlık hakkını yeniden tanıyarak kendine demokrat süsü verme peşindedir. Demokrat Parti döneminde vatan hainliği ile suçlanan, “tükürün şu haine” diye Cumhuriyet gazetesinde manşetlere çıkartılan Nazım’ın düşmanlarının kuzu postuna bürünmelerine aldanmamalıyız. Diğer yandan Nazım’ın enternasyonalist kimliği, yurtseverlik ve milliyetçilik yaftalarının arkasında yok edilmeye çalışılıyor. Nazım işçi sınıfının ve Kürt halkının düşmanlarının, emperyalist savaş kışkırtıcılarının ortak vatandaşı hiçbir zaman olmadı, olmayacak. O dünyadaki tüm ezilen, sömürülen, baskıya uğrayan işçi sınıfının ve ezilen halkların ortak vatandaşıdır. O bir dünya vatandaşıdır. Kimliğinde şu yazmaktadır: Dünyayı değiştirme kavgasında yer almış, işçi sınıfının komünist bir şairi, yurdu enternasyonal olan komünist bir nefer! Marksist Tutum okuru bir işçi
Hrant Dink Bundan İki Yıl Önce Katledildi
T
akvimler 19 Ocak 2007’yi gösterdiğinde, Ermeni aydın Hrant Dink, çalıştığı Agos gazetesi binası önünde kontrgerillanın organize ettiği bir suikastla katledildi. “Bebeklerden katiller yaratan” atmosferi oluşturmakta uzmanlaşanların organize ettiği suikastta, kardeş Ermeni halkı bu kez de önde gelen bir demokrat aydınıyla hedef alınıyordu. Suikastın ardından kimileri meseleyi küçümseyerek olayı üç beş gencin işiymiş gibi göstermeye çalışırken, kimileri de “bu kurşunlar Türkiye’ye sıkılmıştır” diyerek Türkiye’nin AB sürecinin önünün tıkandığını ifade ettiler. Oysa bu katliam, Ergenekon davası vesilesiyle ortaya dökülenlerle daha da net anlaşılıyor ki, burjuva devletin gizli örgütlerinin işidir. Suikastın ardından işçiler, emekçiler, devrimciler, hep bir ağızdan kardeş Ermeni halkına “yaşasın halk-
44
ların kardeşliği” şiarıyla birlikte “Hepimiz Ermeniyiz” diye seslenmişti alanlardan. Aradan geçen iki yıla rağmen toplumun bu kesimlerindeki duyarlılıkta bir eksilme olmamasına rağmen, burjuva devlet olayın aydınlatılmasına yönelik gerçek bir ilerleme “kaydedemedi.” Kaydetmesini de bizler beklemiyoruz. Çünkü kendi yarattığı karanlığı burjuvazi ortadan kaldıramaz. Bu tür katliamların üzerine gidebilecek ve halklar arasında kardeşliği sağlayabilecek tek güç, Ermenisiyle, Türküyle, Kürdüyle mücadele eden örgütlü işçi sınıfıdır. Hrant Dink’in katledilmesine öfkelenenler, böylesi katliamlar yaratan kapitalist sistemin alaşağı edilmesi mücadelesine katılmalıdırlar. Ceyne Asterun Yeğpay Rütyun! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Gazi Üniversitesinden bir öğrenci
sayı: 47 • Şubat 2009
marksist tutum
Sadakaya Değil Sınıf Dayanışmasına İhtiyacımız Var
G
ittikçe derinleşen kriz nedeniyle patronlar sınıfının korkuları da derinleşiyor. Bu korkularının kaynağında yoksul kitlelerin isyan etmesi ve bu sömürü düzenini yıkması var. Krizin faturası sırtlarına yıkılan ve gün geçtikçe daha da yoksullaşan kitlelerin isyan etmesini engellemek için patronlar sınıfı bir dizi önlem alıyor. Bunlardan biri de “gıda yardımı,” “yakacak yardımı” adı altında yoksullara sadaka vermektir. Özellikle yerel seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte bu tür dağıtımlarda belirgin bir artış var. Deniz feneri davası ve DTP’li vekillerin konuyu Meclise taşımasıyla çığrından çıktığı iyice belirginleşen bu “yardımları” devlet bünyesinde merkezileştirmek için, hükümet yeni bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Buna göre tüm yoksulların içinde bulunduğu bir veri tabanı oluşturulacak. Sistemde adı olan yoksullar tüm yardımlardan ve devlet hastanelerindeki sağlık hizmetlerinden yaralanabilecekler. Sistemde adı olmayanlarsa, devletin yetkisinde olan yardımlardan faydalanamayacaklar. Egemenler bu yasayla bir taşla iki kuş vurmayı hesaplıyor. Birincisi, açlığa mahkûm ettikleri milyonların ağzına bir parmak bal çalarak onları yatıştırmaktır. İkincisi ise, bu yöntemle yola getiremediklerini dipsiz bir sefaletin içine iterek cezalandırmaktır. Patronlar sınıfının sadakalarının işçi sınıfına bugüne kadar hiçbir faydası olmamıştır. Olması da beklenemez. Bu gerçek, özellikle kriz dönemlerinde iyice belirginleşmektedir. Batık bankalar ve şirketler işçilerin sırtına yüklenen ağır vergilerle kurtarılırken, kemer sıkmaya zorla-
nan işçiler de ufak sadakalarla avutuluyor. Yani bankalara milyonlarca dolar fonlar feda edilirken, işçilere en fazla bir kilo bulgur, bir paket makarna ya da bir torba kömür reva görülüyor. Üstelik bu sadakalar işçilerin yaşam koşullarına isyan etmemeleri karşılığında veriliyor. En temel demokratik hakları için mücadele ettiklerinde devlet terörüyle karşılaşan, işsiz bırakılan, iş bulabildiklerinde en ağır koşullara razı olmak zorunda kalan işçilerin insan gibi çalışmak ve insan gibi yaşamak hakkı yok sayılırken böyle sadakalarla avutulmaları nasıl da ikiyüzlü bir tutumdur. Yaklaşan kriz işçi sınıfına şu gerçeği bir kez daha gösteriyor. İşçi sınıfının sadakalara değil, kaderini değiştirmeye ihtiyacı var. İşçi sınıfının bu hayırsever patron ve hükümet masallarına karnı tok. Biz işçiler artık bir kilo kurban etini, bir torba kömürü veya bir koli erzakı, yani onların vereceği sadakayı istemiyoruz. Biz, dünyadaki bütün zenginlikleri bir kara delik gibi yutan patronlar sınıfını ve onların sistemini kaldırmak istiyoruz. Çünkü şunu biliyoruz ki, üreten bizler yönetmeye başlarsak, bu dünyadaki tüm insanların ihtiyaçlarını kat be kat karşılayabilecek zenginliği yaratabiliriz. O zaman ne aç kalıp dilenen çocuklar olur, ne de sadaka verecek insan olur. Yeter ki bu dünyayı yaratmanın elimizde olduğuna inanalım ve çevremizdeki işçi kardeşlerimizi de bu dünyayı kurmak için örgütlü mücadelemize katalım. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Kartal’dan bir metal işçisi
Dünyaya Barış İşçilerle Gelecek!
M
arksist Tutum dergisinin Aralık sayısını elime aldığımda ilk dikkatimi çeken şey arka kapaktaki yazı oldu. Büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kapitalizm insanlığa cehennemi yaşatıyor. Bir avuç kapitalistin saltanatı, gezegeni dolduran milyarlarca insanı, açlığın, yoksulluk ve yoksunluğun, işsizliğin, inanılmaz bir eşitsizlik ve adaletsizliğin, kanlı savaşların, zulüm ve işkencenin, dibi gelmez bir çürüme ve yabancılaşmanın pençesinde kıvrandırıyor. Kâr hırsına dayanan bu saltanat, tüm doğayı da acımasızca tahrip ediyor. Bu gidişi durdurmadığı takdirde insanoğlunu bekleyen akıbet, misli görülmemiş bir barbarlık olacaktır.” Kaç kere okudum bu paragrafı bilmiyorum ama her cümlenin, her kelimenin fotoğrafı gözümde canlanıyordu. Özellikle son günlerde artan işsizlik, yoksulluk, sefalet ve tüm bunlara rağmen patronların bitmeyen kâr hırsı… Dünya halkları böyle sefalet koşullarında yaşarken, paragraftaki o bir avuç asalak, dünyayı paylaşma hırsıyla olanca gücüyle saldırıyor her
yere gözlerini karartmış bir şekilde, tüm şiddetiyle… Tüm bu yaşananlara işçi sınıfı tek bir yumruk olup dur demediği sürece bu saldırılar böyle sürüp gidecek. Hem de her geçen gün daha da yayılarak, şiddeti daha da artarak. Ancak bu dünyayı yaratan eller bir araya gelip tek bir yumruk olursa patronlar sınıfına karşı gücümüzü gösterebilir ve o yumruğu tüm gücümüzle indiririz tepelerine. Patronlar bugüne kadar nasıl bize bir şey vermedilerse, kazanılan her şeyi işçi sınıfı mücadele ederek kazandıysa, bugün de yapmamız gereken budur. Bizler bilinçli işçiler olarak tüm bu yaşananları, bu sistemin pisliklerini diğer işçi kardeşlerimize de anlatmalıyız. Bu sömürü sistemini, patronların kendi elleriyle yarattıkları krizi ve krizlerinden çıkmak için yaptıkları savaşı kabul etmeyip kendi istediğimiz insanca bir yaşamı yaratmak için mücadeleye atılmalıyız. Çünkü böylesi bir dünya ancak işçiler mücadele ederlerse gelecek! Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Yunanistan’da 15 yaşında liseli bir gencin öldürülmesi ile başlayan olayları hep birlikte takip ettik. Binlerce insan sokaklara taştı, okullar işgal edildi ve fabrikalar iş bıraktı. Deyim yerindeyse Yunan burjuvazisi sarsıldı ve sağa sola “sıkıyönetim” ve “askeri müdahale” tehditlerinde bulundu. Tam da bu döneme rastlayan 10 Aralık genel grevi ise olayların üzerine mum dikti. Uçaklar uçmadı, gazeteler çıkmadı… Yunanistan’da tüm hayatı felç eden genel grev, bir kez daha üretenlerin işçiler olduğunu ve bir kere birleşip eyleme geçtiler mi nelere kadir olduklarını kanıtladı. Peki, TC ile Yunanistan arasındaki fark neydi ki bizde son bir yılda polis tarafından gerçekleştirilen katliamın hesabı hiç sorulamıyor, gerici yasalar elini kolunu sallaya sallaya geçiyor? Fark şu: Yunanistan’da 1967-74 yılları arasında yaşanan faşizm dönemi, kitlelerin mücadelesi ile son bulmuşken, bizde 12 Eylül faşizmi burjuvazinin kontrolü altında çözüldü. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin en büyük sonucu, işçi sınıfı içinde örgütsel halkaların kopması ve mücadele motivasyonunun müthiş derecede gerilemesi oldu. Bugün hâlâ işçi sınıfının önünde duran asıl engel budur. Bunu aşmayı da asıl olarak sınıfın bilinçli öncüsünün yardımıyla başarabilir. Bugün için önümüzde duran en önemli hedef de bu öncünün inşasıdır. Şimdi hedefe kilitlenme ve yorulmadan çalışma zamanıdır. Sosyalizm ve Özgürlük İçin Tüm Ülkelerin İşçileri Birleşin! Akhisar’dan bir işçi
Savaşa Doğru Giderken
Katil Devlet! Son dönemde kapitalizmin içine girdiği bunalım ve kitlelere dayattığı yaşam koşulları elbet cevabını bir şekilde bulacaktı ve buluyor. Yaşam diyalektik ilerlemesine devam ediyor. Kapitalizmin kokuşmuş bedeninin üzerinden bir mücadele yeşermeye başladı. Dünyanın her yerinden çatışmalar, grevler ve benzeri haberler geliyor. Gerçek düşmanını göremeyen işçi sınıfı henüz ne yeterince örgütlü ne de bilinçli. Ancak bu durumun sonsuza kadar gitmeyeceğinin işaretlerini bugün Yunanistan’da görüyoruz. Yunanistan’daki ve onun yurt dışındaki konsolosluklarının önünde verilen mücadele ve asılan “Katil Devlet” pankartı biz işçilere bir şeyi hatırlatmalı. Bize daha düne kadar katil, cani “Rumlar” diye belletilen Yunanlıların, vurulan bir genç için neler yaptıklarını gördüğümüzde, aslında katil ve cani olmadıklarını, bunun burjuvazinin yalan silsilelerinden sadece bir tanesi olduğunu, hiç tanımadıkları bir kardeşleri, arkadaşları, çocukları için yani kısacası gelecekleri için cesurca mücadele etmekten geri durmadıklarını öğrendik. Fakat burada asıl incelenmesi gereken, halkın artık hedefe devleti oturtmaya başlamasıdır. Artık dünya işçi sınıfı için sis perdesinin yavaş yavaş aralanıyor olduğudur. Yaşam sürekli akıyor ve değişmeyen tek şey değişimin kendisi oluyor. Dalgaların sahile hep aynı ritmik hareketlerle vurmadığını artık biliyoruz. Dev dalgalar her çekilişinde daha güçlü bir şekilde geliyor. Yaşadığımız bu topraklarda da durum tam böyle. İşsizlik, yoksulluk, geleceğe olan güvenin geniş kitleler açısından erozyona uğraması. Kitlelerde oluşacak haklı öfkeyi doğru yere kanalize etmek için işçi sınıfının öncülerinin canla başla çalışması gerekir. Kaçırılan her fırsatın işçi sınıfına daha fazla zarar vereceğini bilmeliyiz. Bu sebepten dolayıdır ki mücadele etmek ve saflarımızı sıklaştırıp büyütmek bu kadar yakıcı bir önem taşıyor. Çürümüş, hastalıklı, ihtiyar bir garabetin yerine ellerimizle büyüttüğümüz gürbüz bir çocuk yetişiyor. Sabırla büyüttüğümüz bu çocuğun insanlık tarihinde sahne alacağı günler yakındır. Yeter ki biz ona hak ettiği emeği verelim. Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!
Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben Manisa’dan bir lise öğrencisiyim. Hepinizin de bildiği gibi kapitalizmin çıkmazlarından olan kriz dönemindeyiz. Bir yığın işçi işten çıkarıldı, bankalar battı ve buna benzer büyük şirketlerin çöküşü gerçekleşti. Bu durumdan, yani kapitalist sistemin yok olacağından korkan ve korktuğu için de saldırganlaşan burjuvazinin hali apaçık ortadadır. Bugün hegemon güç olan Amerika kendine karşı bir kutup aramaktadır. Burjuvazi durgunlaşan ekonomiyi harekete geçirmek için savaşa başvurmaktadır. Çünkü yapılan her savaşta emperyalist devletler güçlerini yenilerler, pazarlarını genişleterek ellerindeki stokları eritirler ve yeniden üretime geçerler. Ama bu savaşların hiçbirine burjuva sınıfına üye olanlar katılmaz. Savaşlarda işçi kardeşler, kardeşlerimiz, kendilerine aşılanan şoven duygularla birbirlerini boğazlarlar, katlederler. O yüzden savaşa karşı işçilerin alacağı tutum şu olmalıdır: “Biz kardeşlerimizle savaşmak istemiyoruz. Sizin için savaşa gitmek istemiyoruz.” İşçiler birlik olarak örgütlenmeli ve silahlarını önce “kendi burjuvalarına” çevirmelidirler, çünkü işçileri savaşa göndermeye çalışan burjuvazidir. Ancak bu yolla savaşları durdurabiliriz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Tam 160 yıldır bize ışık tutan Marksizm, içinde bulunduğumuz kriz sürecinde de insanlığın önünü aydınlatmaya devam ediyor. 160 yıldır birçok saldırıya maruz kalan Marksizm, bu saldırılara hiçbir şekilde yenik düşmeden günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmeyi başarmıştır. Çünkü Marksizmi yok etmek mümkün değildir. İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin, öncesiyle sonrasıyla en doğru tahlilini yapan düşünce odur. Marksizm çeşitli kesimlerce devrimci içeriğinden arındırılmaya çalışılsa da bunu başaramamışlardır. İçinde bulunduğumuz kriz nedeniyle bir kez daha Marksizme olan ihtiyaç görülmüş oldu. Dünya genelinde Marx’ın kitapları kapış kapış satılmaya başladı. Biz genç işçilere düşen görev ise Marksizmi öğrenip onu gelecek nesillere iyi bir şekilde aktarmaktır. Bunu boynumuzun borcu olarak bilmeliyiz. Eğer kapitalizmden kurtulmak istiyorsak Marksizme ihtiyacımız vardır ve sonsuza kadar da bize yol göstermeye devam edecektir. Açlığın, yoksulluğun, savaşların olmadığı sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya istiyorsak, Marx’ın da dediği gibi, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!”
Manisa’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Marksist Tutum okuru bir tersane işçisi
46
Gebze’den işsiz bir işçi
Marksizmin Sonsuzluğu
Okurlarımızdan Fabrika İşgalleri ve Sendikaların Tutumu Kapitalizmin yarattığı kriz gittikçe derinleşiyor ve patronlar bunun faturasını da biz işçilere, emekçilere ödetmeye çalışıyorlar. Nasıl mı ödetiyorlar? En temel ihtiyacımız olan ürünlere zamlar yaparak, bizleri ücretsiz izinlere çıkartarak, işten atarak. İşten atmalara karşı birçok işyerinde işgal eylemleri yapılırken ya da işçiler direnişe çıkarken, işçi sınıfının örgütleri olan sendikalar genelde uzlaşmacı ve ürkek bir tavırla hareket ediyor. Örneğin Brisa işçilerinin 3 gün süren bir işgal süreçleri vardı. Ve patron işgali bitirmedikleri takdirde, jandarma zoruyla çıkartacağını, tazminatlarını ödemeyeceğini söyleyerek işçileri tehdit etmişti. Sonrasında sendika ve patron masaya oturup anlaşmış ve işgal sona erdirilmişti. İşgalin ardından işçiler, 7 günü senelik izinden kullanılmak, 2 günü ise ücretsiz izin olmak üzere 9 gün zorunlu izne çıkarılmışlardı. İşten çıkarılan 64 işçi işe geri alınmazken, sendika yönetimi en az kayıpla anlaşma sağlandığını savunmuştu. Ancak karardan sonra fabrikayı boşaltan işçiler, kararın kendilerine sorulmadan alındığını söyleyerek sendikaya tepkilerini dile getiriyorlardı. Troçki bir yazısında “kapitalist devletlerde bürokratizmin en canavarca biçimlerinin sendikalar içinde görüldüğünü, kapitalizmin Avrupa ve özellikle İngiltere’de bekasını büyük ölçüde sendikal bürokrasiye borçlu olduğunu” ifade etmişti. Bu belir-
Kahrolsun Siyonist Burjuvaların İsrail Devleti!
lemenin doğruluğu bugün daha fazla gözler önündedir. Türkiye’de özellikle 12 Eylül 1980’den beri, sendika bürokrasisinin hâkimiyeti işçilerin mücadeleden geri durmasına daha fazla neden oluyor. Ancak ‘80 öncesine dönüp baktığımızda mücadeleci pek çok sendikal örnek görüyoruz. Meselâ Derby fabrikası işçilerinin fabrika işgali bunlara güzel bir örnek. 4 Temmuz 1968’de Türk-İş’e bağlı Kauçukİş sendikasının, yetkili olduğunu söyleyerek toplu sözleşme yapmak istemesi üzerine, Derby fabrikası işçileri kendilerinin DİSK’e bağlı Lastik-İş üyesi olduklarını belirterek işyerlerini işgal etmişlerdi. Ve böylece diğer sınıf kardeşlerine iyi bir örnek olmuşlardı. Nitekim bu işgalin ardından başka işgaller de başlamıştı. İzmir Menemen Çamaltı Tuzla İşletmelerinde, Singer’de, Demirdöküm’de, Sungurlar’da işçiler işyerlerini işgal etmişlerdi. Bugün de pek çok yerde işçiler bu doğrultuda adımlar atıyor. Bunlar çok olumlu ve destek vermemiz gereken örnekler. Ancak işçi sınıfı devrimcilerinin henüz yeterince etkili olamamaları yüzünden bu adımlar sendikal bürokrasinin çelmelerine takılıp duruyor. Bu yüzden işçi sınıfı devrimcilerine çok iş düşüyor. İşçilere hem sendikalı olmanın önemini hem de sendikal bürokrasiye aldanmamayı kavratmalı, bir yandan da mücadeleciliklerini daha da militanlaştırmalıyız. Ankara’dan bir grup işçi
İsrail’in saldırıları sonucunda Filistin’de yüzlerce insan öldü, binlercesi yaralandı. Yıllardır Filistin halkının bitmek bilmez çilesi devam ediyor. Emperyalist saldırganlığın tekrar kızıştığı böyle bir dönemde, Filistin halkı kapitalistlerin çıkarları uğruna acı çekiyor. Kapitalist devletlerin bir kısmı İsrail’in Filistin saldırısını kınıyorlar. Peki, bu devletler kendi içlerinde var olan şiddeti, saldırganlığı kısacası kendi saldırganlıklarını da kınıyorlar mı? Bunlara en büyük örnek; gözaltına alınan insanların hiçbir suçu olmadan katledildiği, Kürt halkına yönelik inkâr ve imha politikalarının devam ettiği, krizle beraber işsizlik ordusunun çoğaldığı, faşizan yasaların çıkarıldığı, elektriğe, suya ve doğalgaza zam üstüne zam yapıldığı Türkiye’dir. Bunlar gösteriyor ki böyle kınamalar, kapitalistlerin ve uşaklarının, aslında kendi emperyalist çıkarları için döktükleri timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir. İsrail kapitalistleri Filistin’deki kardeşlerimizin kanını döküyor. Ama birçok kapitalist devlet, pazar alanlarını genişletmek için bu yola başvuruyor. Bu savaşlarda bir hiç uğruna ölüyoruz. Sınıf kardeşlerimizi öldürmeye zorlanıyoruz. Biz işçiler olarak, eğer ki işten çıkartılıp aç bırakılmayı, ölüme terk edilmeyi hak etmiyorsak, kapitalistlerin kendi çıkarları uğruna çıkarmış oldukları savaşlarda neden savaşalım? Bu savaşları durdurabilecek, bu kadar bolluk içindeyken açlık ve sefalet içinde yaşamaya son verecek, bu çelişkilerle dolu sistemi ortadan kaldıracak olan, biz işçilerin örgütlü sınıf mücadelesidir. Emperyalist Savaşlara Hayır!
Kapitalizmin krizinin belirginleşmeye başlaması ile birlikte, insanların, bu düzende, insancıl özelliklerini ne kadar yitirdikleri de iyice ortaya dökülmeye başladı. Tarih sahnesindeki yerini almasıyla birlikte her türlü insan ilişkilerini salt metalar arası ilişkiye indirgeyen kapitalizm, her kriz döneminde olduğu gibi ektiğini biçiyor yine… Üç-beş liralık fidye için kendi öz bebeğini kaçıran anneler, tecavüz ve taciz vakalarındaki artış, cinayet rakamlarındaki artış vs… Birileri kriz yok diyorsa buyursun baksın?! Tarih sahnesindeki yerini çoktan doldurmuş olmasına rağmen hâlâ orada durmakta olan bu düzenin insanlara sıçrattığı safra ayan beyan ortadadır. İyice yoksullaşan, işsiz kalan insanlar, çözümü hırsızlıkta, gaspta vs. aramaktadırlar. Yani bu düzen, insanın elinden onurlu yaşama umudunu da almaktadır. Her türlü pisliği bir şekilde aklayan, bu tür olayları basit ve tekil olaylar gibi gösteren bu düzenin aygıtları –basını, akademisyenleri vs.– tabii bu durumun üstüne düşmek ve araştırmaktan da uzak duruyorlar. Biz onlara yardımcı olalım: Bu durum, kapitalist üretim ilişkilerinin, insanları bilfiil yamyamlara ve hayvanlara dönüştürmesidir. Boşuna bu sisteme cangıl düzeni denmiyor. Her türlü vahşiliğin serbest olduğu sefil bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden yapmamız gereken tek şey, bu düzeni değiştirmek için çalışmak ve örgütlenmektir. İnsanlık için sosyalizmden başka hiçbir umut yok ve olmayacak! Dünyaya İnsanlık Sosyalizmle Gelecek!
Kağıthane’den bir metal işçisi
Manisa’dan Marksist Tutum okuru işsiz bir işçi
47
Okurlarımızdan Biz Kapitalist Sistemin Bekçisi Değiliz Sevgili dostlar, ben kendimi bildim bileli bize hep bir şeylerin miras bırakılmasından bahsediliyor. Bu bahsi geçen şeyler genellikle para, mal, mülk oluyor. Oysa sınıf bilinciyle donanmaya çalışan biz işçiler, çocuklarımıza her şeyden daha önemli olarak onurlu bir gelecek bırakmak zorundayız. Bizim sınıfımızın genel çıkarlarını gözeten bir bakış açımız olmalı. Ama bu bakış açısı var olanla yetinen, var olanı korumaya çalışan bir bakış açısı kesinlikle olamaz. Çünkü var olanı korumak demek patronlar sınıfının çıkarına olanı korumak demektir. Var olanla yetinelim demek sistemin çıkarlarının bekçiliğini yapalım demektir. Sevdiklerimize, kendimize, işçi sınıfına, insanlığa haksızlık etmek demektir. Oysaki kapitalizm üretimi artırabilmek için hiçbir zaman var olanla yetinmiyor. Üretim araçlarını ve biz işçileri daha çok ve daha verimli çalıştırmaya kafa yoruyor. Biz işçiler neden kendi çıkarımıza olan, dostlarımızın çıkarına olan, sınıfımızın çıkarına olan, yani tüm insanlığın çıkarına olanı istemeyelim? Neden bu kokuşmuş düzeni korumaya hizmet eden alışkanlıklara yenik düşelim? Neden var olan sistemin dışında bir alternatifi güçlendirmeyelim? Neden şu ya da bu şekilde fabrikalarda, mahallelerimizde sınıf bilinçli insanların sayısını artırmayalım? Neden bu tür gelişmeleri hızlandırmaya, mücadeleyi geliştirmeye, kendimizi geleceğe hazırlamaya çalışmayıp sistemin bekçiliğini yapalım? Neden sistemin ekmeğine yağ sürelim? Neden, neden, neden… İşçi sınıfının kurtuluşuna giden yolda aldığımız her nefes sınıf mücadelesini geliştirmeye yarayacakken, durağanlık ve atalet ise var olanın devamına destek vermemiz anlamına geliyor. Sınıf mücadelesinin haklılığından bahseden her işçi bence rutin geçen her gününü sorgulayıp sınıf mücadelesine ve kendi gelişimine neler kattığını sorgulamalı. Bunları sorgulamayan bir iş-
“Savaş korkunç” diyen birine, Lenin, “Savaş korkunç kârlar demektir” diyor. Evet savaş korkunç kârlar demektir, kapitalistler için. Yıkıp yapmanın getirdiği muazzam kârlar! Biz işçiler için ne demek savaş? Bizim için savaş ölüler demek Kolları, bacakları olmayan ölüler. Kafatasları çatlamış, başları kopmuş ölüler demek. Vücudunun her tarafı kurşunlarla delinmiş cesetler demek. Yirmi yaşlarında genç delikanlıların Doğmamış bebeklerin ölümüdür savaş Yeryüzünün yok olması Toprakların kimyasallara karışmasıdır Her yerin karanlık ve gri olmasıdır Bütün düşlerin ve umutların kurşunlarla Parçalanarak yok edilmesidir acımasızca. Ya barış Barış hayat demek Özgürlük, ışık demek Öldürülmeden, öldürmeden yaşamak demek Halkların kardeşliği demek Kısacası barış Kâr hırsının olmadığı Sömürüsüz bir dünyada yaşamak demek Bir istersek olur barış! Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi
48
çi doğal olarak karşı sınıfa yani burjuvaziye hizmet etmiş olacak ve kapitalizmin bekçiliğini yapmış olacaktır. Bu doğrultuda önümüze iki seçenek çıkıyor: birincisi mücadele etmek ve gelişime, değişime doğru dinamik bir sürece hayat vermek. Ya da hiçbir şey yapmayarak kapitalist kokuşmuş düzeninin devamına hizmet etmek. Biz işçilerin mücadeleye bakışında, algılayışında, bazı yanlışlar ve yamukluklar oluşmaktadır. Bunlardan birisi rutinizmdir. Rutin mücadele vermek gibi kendi kendimizi kandıran bir bakışa ve anlayışa kapılabiliyoruz. Ben bir metal işçisi olarak şimdiye kadar hayatın kendisinin hiç rutin gitmediğini gözlemledim. Biz ne kadar istesek bile hayatın doğal ilerleyişi, hayatın yasaları buna ters işliyor. Yani hayatın kendisi dinamik olarak da rutinizme karşı gelişimler ve devinimler izliyor. Biz hayatın dinamik gelişimine karşı koyarak bir nevi gerici tavırlar içine girmiş oluyoruz. Halbuki sistemin yıkılması bile diyalektiğin yasalarının bir sonucudur. Biz gereken çabayı gösteremeyerek, hayatın bu yasalarına direnmiş oluyoruz. Böylece süreci uzatmış oluyoruz. Bizim bu durumumuz gerici diye tabir ettiğimiz insanların yaptığının aynısı olmasa bile son tahlilde aynı şeye yani kapitalizme hizmet eder. Bilinçlenmeye çalışan biz öncü işçilere düşen görev bekçilik değil, savaşkan bir ruhla ve bize yakışan onurlu görevlerimizi yerine getirerek işçi kardeşlerimizi örgütleyerek örgütlü gücümüzü büyütmektir. Bu sistemde her durgunluk sistemin kendisi gibi çürümeye neden olur. Bizim de çürümemek ve hayatta diri kalabilmek için mücadeleden ve gelişimden başka yolumuz yoktur. Ya örgütlüyüzdür ve her şeyizdir ya da örgütsüz ve hiç bir şeyizdir. Yaşasın işçi sınıfının devrimci mücadelesi! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Esenler’den bir metal işçisi
Her konuda ve her daim kendilerini vatansever ilan eden, oysaki emperyalist-kapitalist düzenin ve soyguncuların koruyuculuğunu yapan faşist öğrenciler okul içinde terör estiriyorlar. “Sessiz olun arkadaşlar sınava çalışıyoruz” demek bile suç sayılıyor. Rahatça sınıf basılıyor, sınavdan öğrenci çıkartılıp dövülüyor. Che’nin tişörtünü giyen öğrencilerin üzerine saldırıp tişörtü yırtıyorlar. Dışardan gelip içerideki öğrenciye silah çekiliyor. Bıraktık kantinde, cafede rahat ve özgürce sohbet etmeyi, sınıflarda huzurlu ders bile işleyemez duruma geldik. Rektörlük ve okul müdürü ise onlara göz yummakla ve harç parası toplamakla meşgul. Ege Meslek Yüksek Okulu’nun 2. öğretim öğrencilerinden bir dönemde toplanan toplam harç parası 430 bin lirayı buluyor. Bu kadar parayı sözde eğitimimize katkı olarak topladıklarını iddia edenler, bırakın düzgün bir eğitim vermeyi, eğitimin sürdürülebilmesi için asgari şart olan can güvenliğimizi bile sağlayamıyorlar. Dostlar kapitalist düzene fabrikalarda anne ve babaları sömürmek yetmiyor, onların çocuklarını da iliklerine kadar sömürüyorlar. Biz ise bu olaylara sessiz kalmamalıyız. Fabrikalarda, okullarda ve emeğin sömürüldüğü her noktada bilinçlenip örgütlenmeliyiz. Unutmamalıyız ki kapitalist düzeni parçalayıp sömürüsüz bir dünya yaratmanın yolu bilinçli bir örgütlülükten geçer. Bu hepimizin kavgasıdır. Hadi sen de koy elini taşın altına. Her şeyi yaratan, yürüten ellerimiz hiçbir şeyden mahrum kalmasın. İzmir Ege Üniversitesi MYO’dan 2. öğretim öğrencisi