Düzen Partilerine Oy Yok! Levent Toprak
29
Martta yapılacak yerel seçimler aylar öncesinden gündemin ana maddesi haline geldi. Seçim gününe yaklaşıldıkça sermaye partileri ve siyasetçilerinin tepişmeleri de artıyor. Bu alt alta üst üste tepişmelerin, seçim dolayısıyla halkın sorunlarını daha fazla gündeme getirme ve bunlara çözüm bulmayla ilgisi yok elbette. Rezilce vaatlerin, oy avcılığının ve ortalığa dökülen pisliğin haddi hududu bulunmuyor. Halkı nasıl kandıracağım diye ar damarını çatlatmış olanların, suyu bile olmayan evlere çamaşır makinesi dağıtmasından tutun; “bize oy vermezseniz size zırnık koklatmayız” yollu halka şantaj yapanlara; “milli-manevi değerlere” bağlı namus timsallerinin evlilik dışı seks kasetlerinin ortalıkta dolaşmasına; aday olamayınca yeniçeri misali kazan kaldıranlara kadar, ne ararsan var! Ne için bütün bu hengâme, bütün bu rezillik? Lafta “halka hizmet” için! Ama böyle “soylu” bir amaç için bu denli soysuzluk neyle izah edilecek? Bunun bir tek izahı var: Sermaye düzeninin partileri ve siyasetçileri bunları bir yandan baskı ve sömürü düzeninin devamını sağlamak, diğer yandan da emekçi kitlelerin sırtından yürütülen dizginsiz talandan daha fazla pay almak hırsıyla yapıyorlar. Çaresizleştirilmiş yığınlar ise hoşnutsuzluklarını ifade kanallarından yoksun ve örgütsüz. Bu çaresizlik içinde kaçınılmaz olarak “kötünün iyisi” arayışı öne çıkmakta. Hâlbuki toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin ağır ve acil çözüm bekleyen sorunları var. Düzen partilerinin bu sorunlara çözüm bulması mümkün değil. Onlar bu sorunların başlıca sorumluları arasında yer alıyorlar. Yani çözümün değil sorunun parçasıdırlar. Çözüm bekleyen acil sorunların önemli bir kısmını tam da yerel seçimlerin konusu olan belediye sorunları oluşturuyor. Konut sorunu, ulaşım sorunu, çevre sorunu, diğer altyapı sorunları gibi. Ayrıca bu sorunlar, işçi sınıfının genel mücadele amacının parçasını oluşturmanın yanında, diğer acil taleplerle iç içe geçmiş sorunlardır. Kriz dolayısıyla daha da ağırlaşan işsizliğin, yoksulluğun ve mahrumiyetin, eğitim, sağlık ve sosyal güvence sorunlarının bu sorunlarla bağlantılı olduğu apaçıktır. Bunların yanı sıra, önümüzdeki yerel seçim, Türkiye’nin yıllardır en ya-
Açıktır ki, çözüm bekleyen mahalli-kentsel ve diğer sorunların gerçek çözümü bir düzen değişikliği gerektirmektedir ve bunun anlamı da bir toplumsal devrimdir. Bugün ise, işçi sınıfı devrimcilerinin seçimler dolayısıyla başlıca görevi, oluşmakta olan politizasyonu düzen karşıtı propaganda ve örgütlenme çalışmaları için bir fırsat ve vesile olarak değerlendirmektir. Düzen bir seçimle değişmeyeceğine göre, seçimler nedeniyle düzen partileri tarafından yayılan boş hayalleri teşhir etmek, temel sorunlarımızın çözümü için düzene karşı örgütlenme ve mücadele etme gerekliliğini somut soru ve argümanlarla döne döne anlatmak önceliğimiz olmalıdır.
1
marksist tutum
kıcı politik sorunu durumundaki Kürt sorunu ile de somut olarak yakından bağlantılı durumda. Kürt ulusal hareketinin özellikle Kürt illerinde ciddi bir kitlesel gücü var ve bütün düzen güçleri de bunun gayet iyi bilincinde. Bu nedenle düzen, bölgede tüm güçlerini DTP’ye karşı birleştirmiş durumda. Başka her konuda ve her bölgede AKP’ye hücum eden diğer düzen partileri, bu bölgede oy alma şansına sahip tek parti olan AKP’yi sessizce destekliyorlar. Bu o denli açık bir gerçeklik ki, medyada bu siyasetlerin sözcülüğünü yapanlar arasında bunu açık açık itiraf etmek zorunda kalanlar, hatta işi pişkinliğe vurup “Sezar’ın hakkı Sezar’a” diyerek AKP’yi utangaçça övenler bile var. Özetle, Kürt halkı karşısında AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle tam anlamıyla gerici bir “kutsal ittifak” oluşturulmuş durumda. Bu gerici-şoven ittifak AKP eliyle özellikle “Diyarbakır Kalesini” fethetmek üzere sefere çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla seçimlerde devrimci işçi hareketinin mazlum Kürt halkının temsilcilerini bu gericişoven ittifaka karşı elden geldiğince kollayıcı bir tutum alması bir gerekliliktir. Dolayısıyla Kürt düşmanlığına, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadele görevi bu seçimler vesilesiyle de işçi sınıfının gündeminde yer almaktadır. Gelelim yerel seçimlerin başat konusunu oluşturan kent ve çevre sorunlarına. Sermaye düzeninin partileri, memlekete yaptıkları büyük hizmetleri, “halka hizmet” için nasıl da paralandıklarını anlatıp duruyorlar. Peki bu “büyük hizmetler” sonucu önümüzde nasıl bir manzara var? Sağlıklı, temiz, insanca yaşanır bir kent ve çevreye sahip miyiz? Aslında soruyu sormak bile yeterli, ama biz yine de “büyük hizmet” tablosundan birkaç kesit verelim. Bugün Türkiye’nin hemen hemen hiçbir kentinde planlı bir şehirleşmeden söz etmek mümkün değildir. Her şeyi olduğu gibi kenti de bir kâr ve sömürü aracı olarak gören sermayenin mantığına uygun olarak, kentler kanserli hücrelerin anarşik ve kendiliğinden büyümesini andırır biçimde büyümüştür. Bu anarşik kentleşme, yararlı insan emeğinin ölçüsüzce israf edilmesini getirmiş ve kentin yoksulları olan emekçilerin de her bakımdan mahrumiyetine yol açmıştır. Kırdan kente göçen yoksul emekçilerin yerleşim ve konut ihtiyacına gözlerini kapayan, onlara altyapısı sağlam ve işler vaziyette, sağlıklı yerleşim alanları planlamayan, buralarda insanca yaşanır konutlar sunmayan sermaye düzeni, böylece onları kendi sorunlarıyla baş başa bırakmıştır. Onyıllardır süren gecekondulaşmanın sebebi budur. Bu şekilde, yolu, suyu, elektriği, ulaşımı, sağ-
2
Mart 2009 • sayı: 48
lık tesisleri, kültür, spor, dinlenme ve eğlence alanları başlangıçta hiç olmayan ve sonrasında da ancak kısmen ve çarpık biçimde olan devasa yerleşim alanları doğmuştur. Sermaye düzeni, işçilerin emeğinin sömürüsüyle elde ettiği artı-değeri ve yine onlardan aldığı vergileri, “halka hizmetten” ziyade kendi öncelik ve tercihleri doğrultusunda kullanmıştır. Kentlerdeki konutlar ve diğer binaların çok büyük bölümü derme çatma yapılar durumundadır. Su şebekesi yetersiz, musluktan akan su sağlıksız, paralı ve üstelik pahalıdır. Yetmezmiş gibi şimdi özelleştirme de gündemdedir. Derme çatma, yalıtımsız konutları ısıtmaya çalışmanın bedeli zehir solumak olmuştur. İnsan sağlığına ve çevreye zarar vermeyen bir enerji ve ısıtma sistemini planlı biçimde uygulamak için yeterli kaynak bal gibi varken, insanlar büyük ölçüde kömüre (hem de en kalitesizine) mahkûm edilmişlerdir. Başta konutlar olmak üzere binaların büyük bölümü depreme dayanıksız yapılar durumundadır. Örneğin Marmara bölgesinde beklenen büyük deprem konusunda on yıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir ciddi önlem alınmamıştır. Yine her ciddi yağışta su baskınları, hatta kuvvetli rüzgârlarda baca zehirlenmelerinden ölümler yaşanmaktadır. Atıklar çoğu kentte hiç arıtılmamakta, arıtma yapılan yerlerde de tam bir biyolojik arıtma yapılmamaktadır. Bunun sonucu ağır bir doğa tahribidir. Yeraltı ve yerüstü suları, denizler, göller, bu dizginsiz tahribattan nasibini almaktadır. Emekçi kitleler büyük kentlerde balık istifi tıkıldıkları taşıma araçlarında işe gidip gelebilmek için ömür törpüsü saatler geçiriyorlar. Çocuklar için yeterli kreş, yuva, okul ve oyun alanları; engellilerin sosyal yaşama dâhil olabilmeleri için gerekli düzenlemeler hak getire. Diğer taraftan tüm hizmetleri sözde getirme adına yapılan çalışmalar tam anlamıyla bir vurgun, bir talan zihniyetiyle yürütülmekte, o nedenle bir şey yapılırken başka şeyler acımasızca tahrip edilmekte, toplumun ortak varlığı Kırdan kente göçen yoksul emekçilerin yerleşim ve konut ihtiyacına gözlerini kapayan, onlara altyapısı sağlam ve işler vaziyette, sağlıklı yerleşim alanları planlamayan, buralarda insanca yaşanır konutlar sunmayan sermaye düzeni, böylece onları kendi sorunlarıyla baş başa bırakmıştır. Onyıllardır süren gecekondulaşmanın sebebi budur.
sayı: 48 • Mart 2009
olan doğal ve tarihsel varlıklar harap edilmektedir. Bugün Türkiye’de altyapısı tamamlanmış bir kent bulunmamaktadır. Ve bütün bu zorunlu temel hizmetler için bizlerden büyük bedeller alınıyor. Alınterimizin sömürüsünden elde ettikleri zenginlikler bir yana, aldıkları vergiler de yetmiyormuş gibi, bu hizmetler bir de bizlere yüksek fiyatlarla satılıyor. Enerji, şebeke suyu, ulaşım, hatta atıklar için bizlerden aldıkları paraların haddi hesabı bulunmuyor. İşte tablo budur. Bunun gerçek sorumlusu kâr mantığına dayalı kapitalizmdir, sermaye düzenidir. Bu sorunlar kapitalizmin plansız, anarşik ve bir avuç sömürücü azınlık çıkarına işleyen yapısından kaynaklanıyorlar. Sermayenin bezirgân partilerine ve siyasetçilerine bel bağlanarak bu sorunlara çözüm bulunamaz. Bu sorunları yaratanlar onlardır. Bu düzen partileri ve siyasetçileri bol keseden vaatler verip, sonrasında bunları büyük oranda unutacaklar ve hatta günümüzün kriz ortamında bunların tam tersini yapacaklardır. IMF ile görüşmelerin de yürüdüğü bu ortamda seçimlerden sonra halkın sırtına yeni ve ağır yüklerin yükleneceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Halk içinde bir söz vardır: “köprüyü geçene kadar …” Hükümet seçimlerde halkın tokadını yememek için, iç ve dış sermaye çevrelerinin basıncına direnmeyi de göze alarak, daha ağır bazı “kemer sıkma” tedbirlerini (saldırı paketlerini) erteliyor. Bütçe açığını ciddi biçimde artırma pahasına halka gösteriş için sadaka dağıtıyor, kendi belediyelerine bol keseden kaynak aktarıyor. Bunların acısını katmerli biçimde seçimlerden sonra biz işçi-emekçilerden çıkaracaklar. Şayet dişli bir mücadeleyi örgütleyemezsek! Önümüzde taklalar atarak bizden oy isteyen düzen partilerinin temsilcilerine doğru soruları sormayı bilmeliyiz. Yukarıda özet bir tablosunu çizdiğimiz sorunların gerçek bir çözümü için ne yapmışlardır, ne yapacaklardır, nasıl yapacaklardır? Üretici güçleri ve dolayısıyla toplumsal zenginliği ellerinde bulunduran sermaye sınıfına dokunmadan bu sorunların kalıcı bir çözümü yolunda adım atmak mümkün müdür? Vaatlerin denetimini bizzat halkın yapması için bir düzenlemeleri var mıdır? Kentlerin gerçek ihtiyaçlarının belirlenmesi, kaynaklarının tespit edilmesi ve tahsisinde, planlanması ve hayata geçirilmesinde geniş yığınların söz hakkı olacak mıdır? Vaatlerini yerine getirmeyenleri ya da çalışması beğenilmeyenleri seçmenler istedikleri zaman (5 yıl sonraki seçimi beklemeden) görevden alabilecekler midir? Bu sorular düzen siyasetçilerinin foyalarının açığa çıkarılmasına yardımcı olacaktır. Aynı yolda, “halka hizmet” demagojisini de bertaraf etmek gerekiyor. Neden halk hangi hizmetin, nereye, ne ölçüde ve nasıl yapılacağına kendi karar veremiyor da, birilerinin lütfuna mahkûm kılınıyor? Asıl sorulması gereken soru budur. İster maddi bir şekil almış olsun ister hizmet biçiminde olsun tüm zenginliklerin gerçek yaratıcısı işçilerdir, emekçilerdir. Dolayısıyla, neden emekçiler ken-
marksist tutum
di emeklerinin ürününden küçük bir miktarı hizmet biçiminde geri alabilmek için sermaye partilerine el açmak zorunda olsunlar? Kendi emeklerinin nerede, ne için, ne kadar ve nasıl harcanacağına emekçiler kendileri karar verdiklerinde bir yeryüzü cenneti yaratmak mümkündür. O halde en iyisi, “halka hizmet” için paralanan bu “iyilikseverleri” bu zahmetten kurtarmak değil midir? Kent ve çevre sorunlarının kalıcı ve insanca çözümü tümüyle insanı, doğayı ve tarihi gözeten bir kent ve çevre planlamasından geçmektedir. Ama böylesi kaygılar sermayenin esas kaygısı olan kâr kaygısına ters olduğu gibi, planlama da öz olarak onun anarşik piyasa ve rekabet mantığına uymaz. Ya biri ya öbürü! Gerçek tercih, gerçek seçim buradadır. Kâr, israf, vurgun, talan, yıkım mı, emekçi kitlelerin kendi elleriyle hayata geçirdiği demokratik bir planlama mı? Para ve iktidar sahibi bir avuç egemenin insafına terk edilmişlik mi, kaderimizi kendi ellerimize almamız mı? Kent ve çevre sorunlarının kalıcı ve insanca çözümü tümüyle insanı, doğayı ve tarihi gözeten bir kent ve çevre planlamasından geçmektedir. Ama böylesi kaygılar sermayenin esas kaygısı olan kâr kaygısına ters olduğu gibi, planlama da öz olarak onun anarşik piyasa ve rekabet mantığına uymaz. Ya biri ya öbürü! Gerçek tercih, gerçek seçim buradadır. Bu sorular, insanca yaşanabilir bir kent ve çevre için kalıcı çözümün temel şartının bu sömürücü sermaye düzeninden kurtulmak olduğuna işaret ediyor. Açıktır ki, çözüm bekleyen mahalli-kentsel ve diğer sorunların gerçek çözümü bir düzen değişikliği gerektirmektedir ve bunun anlamı da bir toplumsal devrimdir. Bugün ise, işçi sınıfı devrimcilerinin seçimler dolayısıyla başlıca görevi, oluşmakta olan politizasyonu düzen karşıtı propaganda ve örgütlenme çalışmaları için bir fırsat ve vesile olarak değerlendirmektir. Düzen bir seçimle değişmeyeceğine göre, seçimler nedeniyle düzen partileri tarafından yayılan boş hayalleri teşhir etmek, temel sorunlarımızın çözümü için düzene karşı örgütlenme ve mücadele etme gerekliliğini somut soru ve argümanlarla döne döne anlatmak önceliğimiz olmalıdır. * Düzen partilerine oy yok! * İnsanca yaşanabilir bir kent ve çevrenin yolu işçi iktidarından geçiyor! * Emekçiler için temiz, sağlıklı, güvenli, parasız konut, ulaşım, su ve enerji! * Kürt halkının temsilcilerine yönelik baskılara son! Yaşasın halkların kardeşliği!
3
Gazze’de Mazlumu Savunurken Diyarbakır’da Zalim Kesilenler Kerem Dağlı
“İkiyüzlülük” sözcüğü kadar burjuvazinin sınıfsal karakterine uygun sıfat az bulunur. Bir yanda milyonlarca insandan oluşan Kürt halkının varlığını dahi on yıllarca kabule yanaşmayacaksın, diğer yanda ise Gazze’de katledilen mazlumların hamisi rolüne soyunup bunu emperyalist emellerine örtü yapacaksın. Doğrusu son haftalarda sergilediği bu performansıyla Türkiye burjuvazisi, katliamcılığın yanı sıra ikiyüzlülükte de ne denli mahir olduğunu göstermiş oldu. Erdoğan’ın Davos çıkışı bu ikiyüzlülüğün zirvesidir. Bu çıkıştan kısa bir süre önce de Saadet Partisinin yöneticileri, düzenledikleri kitlesel Filistin mitinginde benzer şovlara girişerek halkın tepkisini seçim sandığına tahvil etmekle meşguldüler. Bu işin iyi prim yaptığını gören diğer burjuva partiler, yaklaşan seçim atmosferinin de etkisiyle, birbirleriyle yarışırcasına en çok kendilerinin Filistin halkı için gözyaşı döktüğünü ispata giriştiler. Kendi çıkarlarına alet etmek üzere her yanda yardım kampanyaları açıldı, İsrail’i kınayan ve Filistinlilere destek sözü veren basın açıklamaları, mitingler düzenlendi. Burjuva partiler ve politikacılar, Filistin meselesine gelince ulusal kurtuluş mücadelesini, bağımsızlık talebini, hatta bu uğurda girişilen silahlı mücadeleyi bile meşru görüyorlar. Hamas’ın “terörist” olmadığını, seçimle işbaşına geldiğini ve muhatap kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlar. İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocukları kahraman ilan ediyorlar. Katil İsrail devletinin katlettiği insanlar için timsah gözyaşları döküyorlar. Ama sıra Kürt halkının haklı mücadelesine geldiğinde, en kanlı saldırılara girişmek-
4
ten, en ağır baskıları uygulamaktan kaçınmıyorlar. Bir halkın varlığı inkâr ediliyor. Talepleri duymazdan geliniyor. 9 yaşındaki çocuklar kurşunlanıp, hapse atılabiliyor. Seçimle gelmiş olsalar dahi Kürt halkının siyasal temsilcileri muhatap alınmayıp çeşitli bahanelerle tutuklanıyor, onyıllar boyu hapislerde çürütülüyor, işkencelere maruz bırakılıyor. Türkiye işçi sınıfı, burjuvazinin bu ikiyüzlü tutumuna aldanmamalıdır. İşçi sınıfının çıkarları, hem Filistin halkının hem de Kürt halkının özgürlüğünü elde etmesinde yatmaktadır. Filistin halkına sahip çıkarken Kürt halkının çektiği acıları görmezden gelmek ancak burjuvazinin ekmeğine yağ sürer. Bu ikiyüzlü tutum burjuvazinin çıkarlarını güden bir politikanın gereğidir. Türk işçileri Kürt kardeşlerinin demokratik taleplerine sahip çıkmadıkları sürece, Kürt ve Türk işçilerinin birliği sağlanamaz. Burjuvazinin Türk ve Kürt halkları üzerindeki tahakkümü kırılamaz. Her zaman söylediğimiz gibi, başkasını ezen bir ulus özgür olamaz.
Buradaki terörist, oradaki direnişçi! Erdoğan Davos’ta, İsrail cumhurbaşkanı Peres’in karşısında “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye kükremişti. İsrail’in orantısız güç kullanarak Gazze’yi bombaladığını, seçimleri kazanan Hamas’ın muhatap alınması, Filistin halkının siyasi iradesine saygı gösterilmesi gerektiğini söylüyordu. Erdoğan Türkiye’ye dönüşünde de şu açıklamayı yapıyordu; “Biz Türkiye olarak kardeşimiz Filistin halkının kendi
sayı: 48 • Mart 2009
bağımsız ve egemen devletini kurmasını en güçlü şekilde destekledik. Bundan sonra da desteklemeye devam edeceğiz.” Newsweek dergisine verdiği mülâkatta ise soruyordu, “bir ülkenin meclis başkanını, hükümet üyelerini, vekillerini hapse atıp sonra da uysalca oturmalarını mı bekliyorsunuz?” İsrail’in saldırılarının protesto edildiği mitinglerde bol bol “Hamas’a selam direnişe devam”, “zulme karşı direneceğiz” sloganları attırıldı. İsrail’in ırkçı ve işgalci niteliği dile getirildi. “Bağımsız Filistin devleti kuruluncaya, Filistin ve Ortadoğu emperyalistlerin ve katillerin elinden kurtuluncaya kadar direniş sürmelidir” denildi. İsrail’in sivillere yönelik saldırıları kınandı. Bazı politikacılar, “Filistin kan gölüne dönmüşken, Filistinli çocuklar zalimlerin kurşunlarıyla can verirken nasıl evlerinizde oturursunuz” diye mitinge katılmayanlara çıkıştılar. İsrail ordusunun hastaneleri dahi bombalayarak, buralara baskınlar düzenlemesini kınadılar. Kaçırılmış bir askere karşılık binlerce Filistinlinin öldürülmesinin haksızlık olduğunu vurguladılar. Asıl teröristin, ev sahibini öldürüp eve yerleşen ve sonra da öldürülenleri “tehlikeli terörist” ilan eden İsrail devleti olduğunu, asıl canilerin kameralar önünde çocukları kurşuna dizen İsrail askerleri olduğunu söylediler. Kuşkusuz bu mitinglere, gösterilere katılan onbinlerce insanın İsrail vahşetine karşı beslediği duygular insanlığın gereğiydi ve samimiydi. İsrail’in zulmüne karşı haklı bir öfke besliyor ve bu vahşetin biran önce durdurulması için bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Ama aynı şey mitingi tertipleyen burjuva politikacıları için yahut Davos’ta gürleyen Erdoğan için söylenebilir mi? O ve onun gibilerin sözlerinde samimi oldukları düşünülebilir mi? Erdoğan’ın Davos’taki çıkışını bile “diplomatik teamüllere” aykırı olduğu gerekçesiyle eleştiren, yani Gazze’de ölen binlerce insanın hayatını “diplomatik teamüllerden” değersiz gören, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin bozulmaması için böylesi katliamlara göz yumulması gerekir demeye getiren “monşer”lerin gayri insani tutumları unutulabilir mi? Elbette hayır. Türkiye burjuvazisinin sicili de en az İsrail devletininki kadar kanlı ve kabarıktır. İsrail’in Filistin halkına yaptıklarının kat be kat fazlası geçmişte Ermeni halkına yapılmış, yüz binlerce Ermeni katledilmiştir. Dersim’de kırk bin Kürdün canına kıyılmıştır. Onyıllardır Kürt halkına reva görülen zulüm ortadadır. Kıbrıs gerçeği ortadadır. İsrailli bir komutanın “Erdoğan önce aynaya baksın, İsrail’i suçlayan Türkiye, uzun yıllar önce Ermenilere dünyanın en büyük katliamlarından birini yapmıştır, aynı politika bugün de Kürtler üzerinde sürdürülmektedir, Kıbrıs’ın kuzeyi onyıllardır işgal altındadır” sözleri TC sözcülerinde soğuk duş etkisi yapmıştır. Hatta monşer takımı, “gördünüz mü, şimdi de onlar bizim kirli çamaşırlarımızı ortaya çıkaracak” dercesine paniğe kapılmışlardır. İsrailli komutanın bu çıkışına ve uluslararası alandan gelebilecek benzer tepkilere karşı en bilindik ve artık ba-
marksist tutum
yatlaşmış cevaplar sıralanmıştır. Radikal’daki yazısında Hasan Celal Güzel, bu “iddiaları” güya çürüterek; Ermeniler üzerinde hiçbir şekilde soykırım yapılmadığını, sadece tehcirin söz konusu olduğunu, halbuki İsrail’in Filistin halkının topraklarını işgal ettiğini ve katliamlar yaptığını, arada benzerlik olmadığını öne sürüyor. Benzer şekilde, eskiden Osmanlı toprağı olduğunu vurguladığı Kıbrıs’ta Türklere karşı uygulanan etnik temizliğe karşı uluslararası anlaşmalardan doğan hakkın kullanıldığını, bunun İsrail’in Filistin’i işgaliyle ilgisi olmadığını söylüyor. Son olarak da, Kürtlere en ufak bir siyasi ve hukuki ayrımcılık uygulanmadığını, sadece PKK “terör örgütü”nün eylemlerine karşı can güvenliğinin sağlanmaya çalışıldığını, Türkiye’nin güneydeki PKK kamplarına yönelik saldırılarında hiçbir sivilin burnunun dahi kanamadığını, Türkiye’nin işgal altında tuttuğu bir metrekarelik yer olmadığını iddia ediyor. Bu söylem Türkiye’nin resmi açıklamalarıyla da örtüşmektedir. Ancak insan bu pişkinlik ve yüzsüzlük karşısında “pes doğrusu” demekten kendini alamıyor! Gerçekliğin bu olmadığı açıktır. Hem Türkiye hem de İsrail burjuvazisinin ikiyüzlülükte, riyakârlıkta, katliamcılıkta ve gayri insanilikte birbirinden aşağı kalır yanı yoktur. Her ikisi de işgal altında tuttuğu topraklarda tarihsel açıdan hakları olduğunu iddia etmektedirler. Yaptıkları katliamların, saldırıların kendilerini savunmak amacı güttüğünü, sivil halkla bir işleri olmadığını, amaçlarının “terörist grupları” yok etmekten ibaret olduğunu ve bu “teröristlerle” masaya oturmalarının mümkün olmadığını söylemektedirler. İşin aslı bu ikiyüzlü tutumlar, bütün burjuva devletlerin ortak karakteridir. Dünyanın baş emperyalisti ABD de Afganistan ve Irak’ın işgalini “savunma amaçlı saldırı”, “demokrasi ve özgürlük götürmek” laflarıyla açıklıyordu. Rusya, Çeçen halkını tankları altında inletirken “teröristler”e karşı mücadele ettiğinden dem vuruyordu. Çin de, Tibet ve Uygur halklarını ezerken benzer gerekçeler ileri sürüyordu. “Demokrasi şampiyonu” geçinen AB ülkelerinin Afrika’da veya Asya’da yaptıkları da gayet iyi biliniyor. Bu nedenle ABD emperyalizminin baş temsilcisi Bush, “uluslararası terörizme karşı mücadele” söylemini ortaya attığında, kimse çıkıp da “asıl terörist sensin, bu sözlerle emperyalist niyetlerini gizlemeye çalışıyorsun” demedi. Tüm burjuva devletler kendi “teröristlerini” yarattılar ve emperyalist niyetlerini de birilerini “özgürleştirerek” gizlemeye çalıştılar. Emperyalist girişimlerin adı “arabuluculuk”, emperyalistler de “barış elçisi” oldu.
Mızrak çuvala sığmaz Peki, bu burjuvalara sormak gerekmez mi, söz konusu Filistin olduğunda atıp tuttukları halde, sıra Kürt halkının taleplerine gelince neden İsrail kesildiklerini? Gazze’de mazlum kesilirken, Diyarbakır’da zalim olduklarını? Elbette sormak ve gerçekleri görmek gerekir.
5
marksist tutum
Erdoğan ve temsilcisi olduğu egemen sınıf da en az Peres kadar öldürmeyi iyi bilir. 25 yıldır süren haksız savaşta 40 bin insanın hayatını kaybetmiş olması bunun kanıtı değil midir? Yakılan 3500 Kürt köyü, savaş uçaklarıyla yapılan bombardımanlar, kullanılan yüksek tahrip güçlü silahlar “orantısız güç kullanımı” değil midir? Hamas’ın muhatap alınması gerektiğini söyleyenlerin, önce DTP’li milletvekillerini muhatap alması gerekmez mi? DTP’lilerin muhatap alınmaması da Kürt halkının iradesine saygısızlık değil midir? Neden Filistin halkının bağımsız ve egemen bir devlet kurma hakkı tanınırken, Kürt halkının en demokratik talepleri bile karşılanmamaktadır? Her ulusun kendi kaderini tayin hakkı yok mudur? Bazı uluslar ayrıcalıklı mıdır? Mademki bir halkın vekillerinin, temsilcilerinin hapse atılması, o halkın “uysalca oturup beklememesini” haklı kılıyor, o halde onca temsilcisi üstelik de en uyduruk gerekçelerle hapislerde çürümeye terk edildiği halde neden Kürt halkının meşru eylemleri “terörizm” oluyor? Hamas’ın silahlı eylemleri bile meşru görülürken, Kürtlerin demokratik hak arama çabaları dahi en ağır yaptırımlarla cezalandırılıyor. Türkiye devleti de en az İsrail kadar ırkçı bir milliyetçilik zihniyetine sahiptir. Kürtler için söylenen “sözde vatandaş” nitelemesi, “ya sev ya terk et” yaklaşımı, Kürtçe ismi yüzünden havaalanından geri döndürülerek ülkeye sokulmayan çocuklar, köy isimlerinin Kürtçe olduğu için değiştirilmesi, milyonlarca insanın konuştuğu bir dilin yıllarca yasaklanması, bir halkın varlığının dahi inkâr edilmiş oluşu ırkçılık değildir de nedir? Köyleri, evleri, insanları yakanların, dışkı yedirenlerin, asit çukurlarına gömenlerin, “faili meçhul” cinayetlerle insanları katledenlerin, gerillaları helikopterden atanların, kulaklarını kesip kolye yapanların Siyonizmle beyni yıkanmış İsrail askerlerinden farkı yoktur. Tıpkı İsrail’in Filistinlilere yaptığı gibi, önce evler bombalanmış, basılmış, sonra da içindekiler “terörist” ilan edilmiştir. Küçücük çocuklar “terörist zannedilerek” kurşunlanmıştır. İsrail’in Filis-
İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocukları kahraman ilan edenler, Kürt çocukları avuçlarındaki taş izlerine bakarak gözaltına alıyorlar
6
Mart 2009 • sayı: 48
tinlileri göçe zorlaması gibi, yüzbinlerce Kürt evsiz bırakılarak göçe zorlanmıştır. PKK’yle mücadele gerekçesiyle güneydeki ve sınırın öte yakasındaki onlarca köy işgal edilmiş ve askeri karargâha çevrilmiştir. Filistin’in kurtuluşu için İsrail askerlerine taş atan çocuklar kahraman ilan edilirken, kendisini kurşunlayan, coplayan, gözaltına alan, 40 yıl hapis istemiyle yargılayanlara karşı taş atan Kürt çocukları neden “terörist” ilan edilmektedir? Çocukları avuçlarındaki taş izlerine bakarak gözaltına almak en âlâ faşistlik değil midir? Kürtçe marş söylediler diye yargılamak İsrail’in zihniyetinden farklı mıdır? Son 11 ay içinde sadece Adana’da 264 çocuk gözaltına alınmıştır. Eyleme katılan çocukların aileleri de yargılanmakta, bunlara yapılan sosyal yardımlar ve sağlık hizmetleri kesilmektedir. Bu ayrımcılık, hukuksuzluk değil midir, hakkını arayanlara karşı girişilen devlet terörünün uzantısı değil midir? Hamas’ın vekillerine karşı İsrail’in yürüttüğü sindirme harekâtları kınanırken, DTP genel başkanının Kürtçe konuşması sırasında neden televizyon yayını kesilmektedir? Üstelik de bizzat devletin kendisi Kürtçe yayın yapan bir kanalı yeni açmışken. İşte işçi sınıfının görmesi gereken ve burjuvaziden hesabını sorması gereken gerçekler bunlardır. Nasıl ki İsrail karşıtı mitinglerde “bağımsız Filistin devleti kuruluncaya, Filistin ve Ortadoğu emperyalistlerin ve katillerin elinden kurtuluncaya kadar direniş sürmelidir” diye bağırıyorsak, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına da sahip çıkılmalı, bu yoldaki mücadeleleri meşru görülmeli ve desteklenmelidir. Çünkü Ortadoğu halklarına eziyet eden güçler ABD ve İsrail’den ibaret değildir. Türkiye de bu güçlerden birisidir. Türkiye burjuvazisi ve onun egemenlik aygıtına da en az İsrail’e olduğu kadar karşı çıkılmalı, öfke duyulmalıdır. Nasıl ki Filistin halkı zalimlerin kurşunlarıyla, bombalarıyla can verirken evlerimizde oturamayıp sokaklara dökülüyorsak, Kürt halkının uğradığı baskılara karşı da aynı biçimde harekete geçilmelidir. Emekçiler, Filistinli çocuklara üzüldüğü kadar Kürt çocuklarına da üzülmelidir. Aksi takdirde İsrail ve Türkiye burjuvazisinin birbirinden farkı olmayan ikiyüzlü tutumlarına alet olunur ve onların halkları birbirine düşürmeyi hedefleyen politikaları başarıya ulaşır. Bu yüzden işçi sınıfı uyanık olmalıdır. Burjuvazinin döktüğü timsah gözyaşlarına kanmamalıdır. Çünkü burjuva politikacıların, ideologların, gazetecilerin sözlerinde en ufak bir samimiyet yoktur. Bu ikiyüzlü ve çifte standartlı tutumlarıyla demokratlıklarının ve özgürlük anlayışlarının ne kadar sınırlı ve kendi çıkarlarını gözeten bir içeriğe sahip olduğunu ortaya koymaktadırlar. Mazlumların yanında olmak bir tarafa, çıkarları uğruna en büyük mezalimi yapmaktan geri durmayacaklarını göstermiş olmaktadırlar. Onlardan halkların yararına politikalar üretmelerini, ezilen halkların yanında yer almalarını beklemek boşunadır. Ezilen halkların kurtuluş mücadelesine sahip çıkacak olan ve çıkması gereken yegâne sınıf işçi sınıfıdır.
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /12 Mehmet Sinan Emperyalizmi ve yerli büyük sermayeyi asıl korkutan işçi hareketinin devrimcileşmesidir 1977-80 yılları Türkiye’de ithal ikameci kapitalizmin yapısal krizinin derinleştiği, sınıf mücadelesinin keskinleştiği, işçi ve devrimci hareketteki yükselişin doruk noktasına ulaştığı ve buna karşılık sermayenin de karşı-devrimci saldırılarını alabildiğine artırdığı yıllardır. Başka bir deyişle bu yıllar, Türkiye’de devrimci bir durumun yaşandığı ve toplumun “ya devrim ya karşı devrim” ikilemiyle yüz yüze geldiği yıllardır. Türkiye’de dışa bağımlı, ithal ikameci kapitalizmin 1977’den başlayarak yapısal sorunlarının iyice ağırlaşması sonucunda, bir yandan çeşitli sektörlerde ciddi üretim daralmaları yaşanırken, diğer yandan enflasyon hızla tırmanıyor ve işçilerin reel ücretleri her geçen gün daha da eriyordu. Bütün ekonomik göstergeler, sürecin bir ekonomik çöküşe doğru ilerlediğini ortaya koyuyordu. Böyle bir dönemde bir de toplu sözleşme ve grev mücadelelerinin yoğunluklu olarak gündeme gelmiş olması, kapitalistleri iyice köşeye sıkıştırmıştı. Bu durumun en çarpıcı örneği, ithal ikameci kapitalizmin en büyük sektörü olan metal sektöründe yaşanıyordu. Otomotiv, makine ve madeni eşya sanayilerini içeren bu sektördeki patronlar bir yandan sistemin yapısal sorunlarıyla boğuşurken, diğer yandan da Türkiye’nin en kitlesel, en etkili ve en uzun süreli grevleriyle yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Bu sektörde çalışan işçilerin en bilinçli, en mücadeleci kesiminin sendikal örgütü olan DİSK’e bağlı Türkiye Maden-İş sendikası ile iş-
veren örgütü MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) arasında yürüyen toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı. Dolayısıyla, tekelci sermayenin ve büyük holdinglerin hâkim olduğu bu işkolunda, Maden-İş üyesi binlerce metal işçisi için çetin bir mücadele dönemi başlıyordu. Zaten bu mücadele öncesinde de işçiler aylardan beri yürüyüşler, mitingler ve direnişlerle yoğun bir hareketlilik içindeydiler. İşçi sınıfının ve toplumun diğer ilerici, devrimci, demokrat kesimlerinin ayakta olduğu böyle bir dönemde, DİSK de Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en kitlesel, en görkemli mitinge, 1 Mayıs 1977’ye hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı 1 Mayıs hazırlıklarına işçiler, devrimci gençler, emekçi kadınlar, aydınlar, sosyalist örgütler birlikte katılıyor, tüm caddeler, sokaklar 1 Mayıs afişleriyle, çağrılarıyla donatılıyordu. Herkes büyük bir heyecanla 1 Mayıs gününü bekliyordu. Gerçek şu ki, içinden geçilen bu dönem, sıradan ya da olağan bir dönem değildir! Kitle politizasyonunun yüksek düzeyde seyrettiği, değişim isteğinin herkesi sardığı, büyük sermayenin ve MC hükümetinin bu gelişmeler karşısında tedirginlik içinde önlemler almaya çalıştığı olağanüstü bir dönemdir bu dönem. Başka bir deyişle bu dönem, giderek olgunlaşmakta olan bir devrimci durumun tüm belirtilerini içinde taşıyan bir dönemdir. Nitekim 12 Mart 1971 öncesinde benzer bir durumun daha alt aşamalarını yaşamış ve bu konuda oldukça deney sahibi olmuş yerli finans kapitalin kurmayları ve onlara akıl hocalığı yapan “müttefik” ABD’li uzmanlar, böyle bir
7
marksist tutum
devrimci durumun kitleleri harekete geçirerek bir devrime doğru büyümesinden ciddi endişe duymakta ve bunun önüne geçebilmek için çareler aramaktaydılar. Tabii her zaman olduğu gibi, akıllarına gelen ilk çare, devrimci gelişmeyi karşı-devrimci saldırılarla engellemek olacaktı. Bunun ilk işaretleri ise 1 Mayıs 1977 mitinginde ortaya çıkacak ve bu tarihten itibaren, Türkiye’de devrim/karşıdevrim diyalektiğinin işlediği bir siyasal süreç yaşanmaya başlanacaktı. Bu tarihi süreçte toplumsal muhalefetin adeta öncümerkezi haline gelen DİSK, bu konumu nedeniyle ABD emperyalizminin ve yerli finans kapitalin de boy hedefi olmuştu. DİSK’in kendisi bir siyasi parti değildi ama kapitalist düzene ve gerici burjuva yönetimlere karşı çıkan işçi ve emekçi kitlelerin, devrimci gençliğin, aydınların, ilericidemokrat kesimlerin gözünde adeta devrimci bir muhalefet partisi gibi algılanıyordu. DİSK’in düzenlediği mitingler, düzene karşı olan tüm ilerici, devrimci sol güçleri bir araya getiren bir platforma dönüşüyordu. Nitekim DİSK’in öncülüğünde gerçekleştirilen Demokrasi Mitingleri, DGM Direnişi, 1 Mayıs 1976 kutlaması gibi kitle gösterileri de böyle olmuştu. Ve şimdi DİSK, aynı şekilde tüm ilerici, sol güçlerin katılacağı kitlesel 1 Mayıs 1977 mitingine hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı yoğun bir çalışma sonucunda, Türkiye’nin dört bir yanından gelen 500 bine yakın işçi ve emekçi, bir sel gibi Taksim alanına akıyordu. DİSK’in örgütlediği bu tarihi mitingin, sosyalistleri, komünistleri, ilerici-demokratları, tüm düzen karşıtı muhalefeti bir araya getirmesi, yerli ve yabancı tüm sermaye güçlerinin yüreğine bir kez daha korku salmıştı. Taksim alanına akan yürüyüş kollarında on binlerce ağız “141142’ye Hayır”, “Faşizme Geçit Yok”, “Faşizme Karşı Omuz omuza”, “İşçiyiz Güçlüyüz, Devrimlerde Öncüyüz” sloganlarını haykırıyordu. Bu tablonun ortaya koyduğu apaçık gerçek şuydu: İşçi hareketi devrimcileşiyordu! Yerli ve yabancı sermaye güçlerini asıl ürküten de buydu işte! Toplumun diğer kesimlerinin politikleşmesinden ve öğ-
8
Mart 2009 • sayı: 48
renci gençliğin, aydınların, ilerici-demokratların hareketlenmesinden daha çok, işçi hareketinin devrimcileşmesi ürkütmüştü egemenleri. Yıllardan beri Türkiye’de farklı kulvarlarda yürüyen işçi hareketi ile devrimci ve sosyalist hareket, şimdi hızlı bir bütünleşme sürecine girmiş gibiydi. Bu durum, işçi sınıfının muazzam bir bilinç sıçraması içinde olduğunu ve kendi bağımsız sınıf siyasetine sahip çıkmaya başladığını gösteren bir gelişmeye işaret ediyordu kuşkusuz!
İşçi hareketinin devrimcileşmesi sermayenin karşı-devrimci saldırılarını gündeme getiriyor Yaklaşan “tehlikeyi”, yani devrimcileşen işçi hareketinin ayak seslerini çok önceden duymuş olan ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi de bu süreçte boş durmamıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, devrimci harekete alternatif olabilecek burjuva-reformist bir “sosyal-demokrat” hareket yaratmayı ve işçi sınıfını bu hareketin peşine takmayı denemiş olan finans kapitalin kurmayları, bu amaçla bir dönem Bülent Ecevit’in liderliğindeki “ortanın solu” hareketini parlatmış ve bu hareketi emekçi kitlelere “solcu” ve de “halkçı” bir hareket olarak lanse etmeye çalışmışlardı. Ne var ki, işçi sınıfını, devrimci gençliği ve ilerici-sol güçleri devrimci çizgiden uzaklaştırıp, burjuva CHP’nin kuyruğuna takamayacağını kısa zamanda anlamış olan finans-kapitalin kurmayları, bu kez çareyi gene eski statükocu yöntemlere dönmekte bulacaklardı. Egemen güçler, yükseliş içinde olan işçi ve devrimci hareketi bastırmak ya da hiç değilse geriletmek için 1976’dan itibaren yoğun bir faaliyet gösterecek ve bu amaçla acil önlemler geliştirmeye çalışacaklardı. Nitekim MC hükümetinin bu dönemde DGM’leri yeniden açma girişiminde bulunması da bu önlemlerden birisiydi. Fakat işçi sınıfı “DGM’ler sıkıyönetimsiz sıkıyönetimdir”, “burjuvazinin sınıf mahkemeleridir” diyerek direnişe geçmiş ve bu gerici mahkemelerin açılmasına izin vermemişti. Bu durumda gerici planlarını ve saldırılarını “burjuva demokrasisi” çerçevesinde açıktan uygulayamayacaklarını anlayan yerli egemenler ve onların destekçisi ABD emperyalizmi başka yollar aramaya başladılar. Ve bu amaçla, bir yandan devlet içindeki NATO menşeli kontrgerilla örgütünü harekete geçirirken, diğer yandan da el altından destekledikleri ve taşeron olarak kullandıkları MHP’yi ve onun paramiliter sivil faşist çetelerini 12 Mart öncesinde olduğu gibi yeniden sahneye sürdüler. DİSK’in örgütlediği 1 Mayıs 1977 mitingi işte bu koşullar altında, yani yerli ve yabancı sermayenin hizmetin-
sayı: 48 • Mart 2009
deki karanlık güçlerin karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları bir ortamda yapıldı. 1 Mayıs günü bütün sol, sosyalist, komünist örgütler, sendikalar, dernekler, meslek odaları ve onların binlerce taraftarı, işçilerle omuz omuza 1 Mayıs’ın kutlanacağı alana doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş kollarında hep bir ağızdan haykırılıyordu: “Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın işçilerin mücadele birliği, kahrolsun emperyalizm, kahrolsun kapitalizm, faşizme geçit yok!” Büyük tekelci patronların örgütü MESS’e karşı toplu grev mücadelesine hazırlanan Maden-İş’in on binlerce üyesi de o gün Taksim alanındaydı ve hep bir ağızdan “DGM’yi ezdik, sıra MESS’de” sloganını haykırıyorlardı. 1 Mayıs mitingine, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş bir kitlesel katılımın gerçekleşmesi ve aynı dönemde kitlesel işçi grevlerinin de kapıda olması, Türkiye’de havanın döndüğünün ve devrimci rüzgârların esmeye başladığının açık bir göstergesiydi. Ama öte yandan, ABD emperyalizmi ve yerli egemenler de bu durumun farkındaydılar ve gelişen bu devrimci havayı kırmak için uzun zamandan beri “derin” bir karşıdevrimci faaliyet içindeydiler. Bu konuda görevlendirilmiş olan yerli ve yabancı sermayenin karanlık güçleri, planladıkları karşı-devrimci genel saldırıyı başlatmak için zaten nicedir uygun bir fırsat kollamaktaydılar. Nitekim yüz binleri bir araya getiren büyük 1 Mayıs mitingi, ses getirici saldırılarını gerçekleştirmeleri için bu karanlık güçlere bekledikleri fırsatı sunacaktı. Düzen güçlerinin önceden planladıkları karşı-devrimci saldırı, 1 Mayıs mitinginin bitişine yakın bir zamanda emekçi kitlelerin üzerine açılan yaylım ateşle başladı. Doğrudan doğruya bir kitle katliamını hedefleyen bu karşı-devrimci kanlı saldırının bilançosu, 37 işçinin yaşamını yitirmesi ve yüzlercesinin yaralanması oldu. Aynı anda polis panzerleri de bilinçli bir şekilde kitlenin üzerine sürülerek, bir korku, dehşet ve yılgınlık havası yaratılmaya çalışıldı. 1 Mayısa yönelen bu kanlı saldırı, yükselmekte olan işçi hareketi ve devrimci hareket karşısında paniğe kapılan egemen güçlerin, ileriki günlerde daha genel bir saldırı planını Türkiye çapında uygulamaya sokacaklarının da açık habercisiydi! 1 Mayıs mitingine yapılan bu saldırı, o dönemde kimilerinin göstermek istediği gibi, “dış güçler” tarafından planlanmış ve Türkiye’nin egemen güçlerinden habersiz ya da bağımsız olarak uygulamaya sokulmuş bir “operasyon” değildi kuşkusuz. Gerçekte bu saldırı, öteden beri emperyalist sermaye ile sıkı işbirliği içinde olan yerli büyük sermayenin ve onun devletinin ilgisi ve bilgisi dâhilinde, önceden planlanmış ve inceden inceye hazırlığı yapılmış karşı-devrimci bir saldırıydı. Arkasında ABD emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin tezgâhı bulunan kanlı 1 Mayıs saldırısı, işçi ve emekçi kitleleri yıldırmaya, pasifize etmeye ve aynı zamanda devrimcileri ve komünistleri de emekçi kitlelerden tecrit ederek yalnızlaştırmaya yönelik genel bir saldırı planının başlangıç aşamasını oluşturuyordu. Fakat karşı-devrimci ser-
marksist tutum
maye güçlerinin bu kanlı saldırısı, bekledikleri sonucu vermemişti. Bu saldırı, örgütlü işçi ve emekçi kitleleri, sosyalistleri, komünistleri geriletmemiş, tersine mücadele azimlerini daha da bilemişti. Kanlı 1 Mayıs’tan yaklaşık bir ay sonra aynı alanda yapılan Ecevit’in mitingine, her türlü provokasyon ve saldırı ihtimaline karşın, gene yüz binler katılmış ve Ecevit’in mitingini, MC hükümetini ve faşist saldırıları protesto mitingine dönüştürmüşlerdi. Bu durum, 1 Mayıs katliamından sonra da kitlelerin ruh halinde esaslı bir değişikliğin olmadığını, bir yılgınlık halinin yaşanmadığını gösteriyordu. Nitekim 1 Mayıs olaylarından sonra, faşist karması MC hükümetine karşı protestolar daha da yaygınlaşmış ve Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlere bu politik atmosfer içinde gidilmişti. DİSK seçimler öncesinde yaptığı açıklamada, “tekelci sermayenin demokrasi ve halk düşmanı, gerici-faşist stratejisini bozguna uğratmak, faşizm tehlikesini yok etmek üzere MC’yi demokratik yoldan alaşağı etmek en acil hedeftir” diyordu. İşçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu Haziran 1977 seçimlerinde oylarını “sol ve emekten yana” bir parti olarak gördükleri Ecevit’in CHP’sine verdiler. CHP bu sayede seçimlerde en çok oyu alan ve en fazla milletvekili çıkaran parti oldu. Ne var ki, CHP’nin aldığı oy ve çıkardığı milletvekili sayısı gene de tek başına hükümeti kurmaya yetmemişti. Bu durumda hükümeti gene sağ partiler koalisyonu kuracaktı. Böylece AP, MSP ve MHP’den oluşan 2. MC hükümeti dönemi başladı. Faşist saldırılar ve polis baskısı 2. MC döneminde de devam etti. Öte yandan sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi de aynı keskinlikte sürüyordu. Bunun en somut belirtisi ise, MESS ile Maden-İş arasındaki uyuşmazlığın, yaygın kitlesel grevlere dönüşmüş olmasıydı.
Tekelci sermayenin saldırısına metal işçilerinin yanıtı: Toplu grev Daha birkaç ay önce, MC hükümetinin yeniden açmak istediği DGM’lere karşı direnişin en ön saflarında yer almış olan metal işçileri, şimdi de kazanılmış haklarını korumak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için tekelci büyük sermayenin örgütü MESS’e karşı çetin bir mücadeleye hazırlanıyorlardı. O tarihte MESS’in başındaki şahsın Turgut Özal olduğunu hatırlarsak, bu örgütün işçi sınıfına ve DİSK’e nasıl baktığına dair ayrıca bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırız! 1976 yılının Eylül ayında DGM’lere karşı demokratik direniş hakkını kullanarak politik bir eylem ortaya koyan pek çok metal işçisi, MESS’in talimatıyla işlerinden atılmış ve kara listeye alınmıştı. Sermayenin bu azılı işçi düşmanı örgütü, bilinçli metal işçilerine ve onların mücadeleci örgütü Maden-İş’e duyduğu düşmanlığı hiç gizlemiyordu. Çünkü Maden-İş, hem DGM direnişinde gösterdiği militan mücadeleyle, hem de ardından gelen toplu sözleş-
9
marksist tutum
me görüşmelerinde geri adım atmayarak, sermaye karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir yolu değil, sınıf mücadeleci bir yolu seçtiğini açıkça ortaya koymuştu. Maden-İş sendikası ücretlerin artırılması, sosyal hakların geliştirilmesi, haftalık çalışma saatlerinin kısaltılması, yıllık izin sürelerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş güvencesinin sağlanması, kıdem ve işsizlik tazminatlarının yükseltilmesi gibi konularda ileri taleplerle çıkmıştı MESS’in karşısına. Maden-İş’in talepleri arasında, DGM direnişi nedeniyle işten atılan sendika temsilcilerinin ve işçilerin işe iadesinin sağlanması ve yasalarda adı “bahar bayramı” olarak geçen 1 Mayıs gününün, “uluslararası işçi bayramı” olarak toplu sözleşmelere yazılması talebi de yer alıyordu. Maden-İş sendikası bu talepleri, işyerlerinde, sendika şubelerinde işçilerle birlikte günler süren toplantılar yaparak hazırlamıştı. Ne var ki MESS, işçilerden gelen bu talepleri karşılamak bir yana, toplu sözleşme masasında müzakere etmeye bile yanaşmadı. Çünkü MESS, Türkiye kapitalizminin yapısal bunalımının derinleşmekte olduğu koşullarda, yeni bir sözleşme düzeni getirerek ücret artışlarını sınırlamak ve diğer işçi haklarını da (örneğin kıdem tazminatını, yıllık izinleri, ikramiyeleri vb.) dondurmak istiyordu. Bu nedenle daha baştan toplu sözleşme masasına uzlaşmaz bir tavırla oturan MESS, önceden kurgulanmış bir stratejik amaç doğrultusunda hareket ettiğini açıkça ortaya koydu. Kendisine üye olan patronları Maden-İş karşısında domuz topu gibi birleştirip bloklaştıran MESS, DİSK’in kuruluşuna öncülük etmiş, 15-16 Haziran direnişinde başı çekmiş, DGM direnişini örgütlemiş ve mücadeleciliğiyle işçilerin haklı güvenini kazanmış olan Maden-İş’i yenilgiye uğratmak ve böylece militan sınıf sendikacılığı anlayışına esaslı bir darbe vurmak istiyordu. MESS, çok sayıda işçinin katılacağı kitlesel bir grevi, Maden-İş’in nasıl olsa göze alamayacağını, alsa bile mali zorlukları nedeniyle böyle bir grevi yürütmeye gücünün
10
Mart 2009 • sayı: 48
yetmeyeceğini ve sonunda mutlaka pes edeceğini düşünüyordu. Bu nedenle, toplu sözleşme masasına “uzlaşmaz” bir tavır içinde oturan MESS’in bu meydan okuyucu tavrı, aslında büyük sermayenin örgütlü işçi hareketine ve özellikle de DİSK’in temsil ettiği mücadeleci sınıf sendikacılığına karşı genel bir saldırıya hazırlandığının işaretlerini veriyordu. Yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinin, MESS’in bu “meydan okuyucu” tavrı nedeniyle uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, Maden-İş sendikası 1977 başında 60’a yakın işyerinde topluca grev kararı aldı. Bu grev kararıyla birlikte metal işçileri, sermayenin dayatmalarına boyun eğmeyeceklerini açıkça ortaya koymuş oluyorlardı. Metal işçilerinin ekonomik alanda başlattığı bu mücadele, tekelci büyük patronların ve MESS’in saldırgan tutumu nedeniyle kısa zamanda ideolojik ve siyasal bir mahiyet kazanacak ve işçi sınıfının tümünü ilgilendiren bir mücadele haline gelecekti. Maden-İş sendikası, o güne kadar Türkiye’de görülmemiş bir kitlesel işçi katılımıyla grev mücadelesine hazırlanmaktaydı. Fabrikalarda en alt birimlerden (üretim ünitelerinden) başlayarak grevi örgütleme çalışmaları yürütülüyor, işçilerin talepleri ve düşünceleri alınıyor, eğitimler yapılıyor, komiteler kuruluyor, dayanışma için farklı işkollarından sendikalarla, sosyalistlerle, emekçi kadın hareketiyle, ilerici-demokrat kesimlerle, aydınlarla, devrimci gençlerle vb. ilişkiler geliştiriliyordu. Metal işçilerinin MESS patronlarıyla olan bu mücadelesi, toplu grevler başladıktan kısa bir süre sonra ilerici-sol kamuoyunu da etkileyecek ve grevci işçiler etrafında giderek genişleyen bir dayanışma ağı oluşmaya başlayacaktı. Maden-İş sendikası 1 Mayıs olaylarından 30 gün sonra, grev kararı aldığı işyerlerinde grevleri fiilen başlatmıştı. İlkin 31 işyerinde grevi başlatan Maden-İş, daha sonra grevi 64 işyerine yayacaktı. Buna karşılık MESS de 13 işyerinde lokavt başlatmıştı. MESS’in lokavt başlattığı bu işyerlerinde Maden-İş grev kararı almış fakat henüz greve çıkmamıştı. Yani bu işyerlerinde üretim devam ediyordu. MESS’in bu işyerlerinde lokavt uygulaması ve işçileri sokağa atması tam bir misilleme saldırı ve işçilere verilmiş gözdağıydı. MESS’in bu saldırgan tavrının kamuoyunda yankı bulması gecikmedi. Metal işçileriyle dayanışmanın boyutları daha da genişledi. Siyasal anlayışları ne olursa olsun lokavta karşı olan hemen tüm kuruluşlar, bu arada Türk-İş yöneticileri de MESS’in bu uygulamasını protesto ettiler. Metal işçilerinin bu mücadelesi, başından itibaren “sınıfa karşı sınıf ” şeklinde yürüyen ve politik mahiyet kazanmış olan bir mücadeleydi. 25 binden fazla metal işçisinin yürüttüğü bu kitlesel grevlerin gelişimi, hiç de MESS’in beklediği gibi olmayacaktı. 1960’lardan beri patronlar sınıfına karşı verilen mücadelelerde ve sınıf sendikacılığının gelişiminde hep başı çekmiş ve öncü bir rol oy-
sayı: 48 • Mart 2009
namış olan metal işçileri, şimdi de haklarını gasp etmek isteyen tekelci sermayenin saldırılarına karşı ayağa kalkmışlardı. İşçiler geri adım atmamakta kesin kararlıydılar. Üstelik işçiler bu grevin çok uzun sürebileceğini ve Maden-İş’in mali olanaklarının sınırlı olduğunu bilerek ve ayda yalnızca 1000 lira gibi sembolik bir grev ödeneğini kabul ederek çıkmışlardı bu greve. Grev mücadelesini aynı anda başlatan binlerce metal işçisinin patron sendikası MESS’e karşı duydukları sınıf kini, onların mücadelelerinde ve grev çadırlarındaki öfkeli dik duruşlarında yansıyordu. İşçilerin grev süresince gösterdikleri canlılık ve kararlılık, “para almadan nasıl bu grevi yürütecekler” diyen ve ellerini ovuşturarak grevin bir an önce çözülmesini bekleyen MESS patronlarını kısa zamanda hayal kırıklığına uğratacaktı! Grevci işçiler başlattıkları toplu grevleri, patronlara inat tam 8 ay boyunca dimdik ayakta ve militan bir kararlılık içinde sürdürerek MESS’e geri adım attırdılar ve haklarını gasp ettirmediler. Üstelik metal işçileri bu mücadeleyi, burjuvazinin grevi kırmak için başvurduğu her türlü saldırıya, yalana ve demagojik propagandaya rağmen başarıyla yürütmüşlerdi. Burjuvaziye göre, Maden-İş sendikasının başlattığı bu grevler, büyük sermayenin ekonomik çıkarları açısından olduğu kadar, genel olarak burjuvazinin ve onun devletinin sınıfsal-ideolojik çıkarları açısından da “zarar verici”, dolayısıyla “tehlikeli” grevlerdi! Bu nedenle de, daha grevler başlar başlamaz burjuvazinin propaganda makineleri de işlemeye başlamıştı. MESS’e göre Maden-İş bu grevleri ekonomik hak aramak amacıyla değil, siyasi amaçla yapıyordu. MESS’in bu açıklamalarına dayanan burjuva basın da günlerce kamuoyunu grevci işçilere ve Maden-İş’e karşı kışkırtmıştı. Fakat öte yandan, burjuvazinin bu saldırıları karşısında, grevci işçiler cephesinde müthiş bir dayanışma çemberi oluşmuştu. Metal işçilerinin ortaya koyduğu bu büyük grev mücadelesinde, işçilerin gerek kendi aralarında gerekse ilericisol güçlerle birlikte ürettikleri devrimci dayanışma ve eylem birlikteliği, mücadeleye hazırlanan işçi sınıfının diğer kesimleri için de son derece önemli bir deneyim ve yaşayan canlı bir örnek oluşturdu. Nitekim metal işçilerinin ortaya koyduğu bu militan sınıf mücadelesi deneyimi, diğer sınıf sendikalarına da örnek teşkil edecek ve bir sonraki dönemin toplu sözleşme ve grev mücadelelerinde “ortak mücadele ve eylem birliği” anlayışı yaygınlaşmaya başlayacaktı. İşçi cephesinde yaşanan tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi ürküten gelişmelerdi kuşkusuz! Maden-İş’in 8 ay süren toplu grevleri, 1978 yılının Şubat ayında imzalanan toplu iş sözleşmesiyle sona ermişti ama yeni bir grev dalgası daha sırada beklemekteydi. Çünkü Maden-İş sendikası ile MESS arasında, yürürlük tarihi gelmiş başka bir grup işyeri için yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri de gene uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve bu işyerleri için de grev kararı alınmıştı. Maden-İş grev kararı aldığı 21 işyerinden 8’inde grevi fiilen başlatacaktı.
marksist tutum
Fakat bir önceki toplu grevlerde metal işçisinin mücadeleciliğini ve direncini tanımış ve dersini almış olan MESS, bu kez çabuk pes edecekti! Bu nedenle, kısa süren bir grevden sonra, 21 Temmuz 1978’de toplu sözleşme bağıtlandı ve Maden-İş üyeleri bir önceki sözleşmeye benzer haklar elde ettiler. Maden-İş sendikası bu uzun ve kitlesel grev mücadelesinin deneyimini yaşadıktan ve metal işçilerinin mücadeleciliğini bir kez daha gördükten sonra, yeni bir karar aldı ve büyük grev mücadelesine katılmış bütün işyerlerinin sözleşmelerinin bitiş tarihlerini birleştirdi. Dolayısıyla gelecek toplu sözleşme döneminde pek çok işyerinin sözleşme görüşmeleri aynı anda başlayacaktı. Buna göre, 1979 yılının Eylül ayında başlayacak olan toplu sözleşme görüşmeleri 122 işyerini ve 40 bin işçiyi kapsayacaktı. Üstelik Maden-İş sendikası aldığı bu kararın ardındaki düşünceyi de hiç saklamıyordu: “Burjuvazi bizi kavgaya davet etti, davetleri kabulümüzdür!” Gerçekten de, 1980 yılına girildiğinde, tekelci sermayenin büyük fabrikalarının da içinde olduğu 122 işyerinde, 40 binden fazla metal işçisi, bir önceki çetin mücadele deneyimlerinin de birikimiyle, sermayeye karşı yeni bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Maden-İş’in kitlesel katılımla sürdürdüğü bu toplu grevler, ekonomik temellerde başlamış olmasına karşın zaman içinde politik bir nitelik kazanmış ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yürüyen sınıf mücadelesinin daha da keskinleşmesine yol açmıştı. Bu mücadele bir yandan işçilerin kendi sınıf güçlerine olan güvenini artırırken, diğer yandan da işçi hareketinin toplumun diğer ilerici kesimleri üzerindeki etkisini güçlendirecekti. Gerçekten de gerek DİSK’in gerekse Maden-İş’in, diğer emekçi kitle örgütlerinin gözünde güvenilir ve moral verici bir yeri vardı. Diğer taraftan şu da bir gerçek ki, sendikal hareketin böylesine sınıf mücadeleci bir konuma gelmesini sağlayan esas faktör, sendikal hareketi ayakta tutan ve geliştiren işçi kadroların politikleşmiş ve politik düzeyde örgütlenmiş oluşuydu. Bu dönemde işçilerin fabrikalarında, patron uşaklarının yüreğine korku salar bir biçimde başları dik gezmeleri ve her koşul altında sendikal örgütlülüklerini yaşatma kararlılığı içinde olmaları, onların “kerameti kendinden menkul” işçiler olmasından değil, politik olarak örgütlenmiş işçiler oluşundandı. Maden-İş sendikasını mücadeleci, militan bir sınıf sendikası haline getiren, onun tabanındaki örgütlü sosyalist işçilerin (TKP’lisi, TİP’lisi, TSİP’lisi, Dev-Yol’lusu vb.) varlığı ve bu işçilerin fabrikalarda daha gerideki işçilere öncülük etmeleri ve kavgada onlara sınıf cesareti aşılamalarıydı. Maden-İş’in MESS’e karşı grevini “Büyük Grev” yapan, DİSK’in DGM’lere karşı direnişini başarılı kılan gerçeklik de buydu işte! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
11
Burjuva Devletlerin İkiyüzlülüğü Soner Güven
B
urjuva devletlerden ve onların sözcülerinden medet ummak saflık olur. Burjuvazinin temsilcilerinin ezilen ve katledilen halkları koruyormuş havalarında esip gürlemeleri tam anlamıyla bir ikiyüzlülüktür. Burjuva devletlerin derdi ezilen halkların değil, temsilcisi oldukları sermayenin çıkarlarını korumaktır ve bu nedenden ötürüdür ki, durum neyi gerektiriyorsa o yönde konuşurlar. Timsah gözyaşları akıtmaktan geri durmazlar. İşte Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı bu yönde bir çıkıştı. Erdoğan, Gazze’deki Filistin halkı üzerinden Türkiye’yi Ortadoğu’da yükselen güç yapmak istemektedir. Diğer burjuva devletlerin temsilcileri de tam bir ikiyüzlülük içindedir. Başbakanın Davos çıkışına bir tepki olarak, İsrail’in Kara Kuvvetleri Komutanı “siz kendinize bakın” kabilinden bir açıklama yaptı, Türkiye’nin de Ermenileri ve Kürtleri öldürdüğünü ima etti. Yani herkes birbirinin kirli çamaşırını biliyor, bozuştukları zaman hemen gün yüzüne çıkartıyorlar. Irak’ta bugüne kadar yaklaşık bir milyon insan ölmesine rağmen sessiz kalan Erdoğan, Gazze’deki katliama karşı birdenbire dünyanın en hümanist insanı kesiliveriyor. Ancak ABD ve AB Darfur’da 400 bin kişinin öldürülmesini soykırım olarak görüp Sudan lideri Ömer El Beşir’i savaş suçlusu ilan ederken, Başbakan Erdoğan, Beşir’i Türkiye’de krallar gibi karşıladı. Aynı ABD ve AB, Ruanda’da 800 binden fazla Tutsi katledilirken kıllarını kıpırdatmamışlardı, fakat Darfur’da katliamı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla derhal harekete geçmişlerdi. Yani hangi katliamın görmezden gelineceği, hangisinin soykırım ve insanlık suçu olarak tanımlanacağını belirleyen şey, burjuva devletlerin çıkarlarıdır.
Her burjuva devlet öldürmeyi iyi bilir! Erdoğan’ın, Davos’ta “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği İsrail’in, ABD’den sonra en büyük destekçilerinden biri TC devletidir. Katil İsrail ile TC devletinin milyarlarca dolarlık ticari ve askeri anlaşmaları hâlâ devam ediyor. TC devleti Müslüman kardeşliği söylemine başvurarak Filistin
12
halkının davasına sahip çıkıyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Ama Türk burjuva devletinin ve Erdoğan’ın yaptıkları Müslümanlık ve insaniyet adına olsaydı, Gazze’nin tepesine bomba yağdıran, yüzlerce insanın katili İsrail jetleri ve İsrail pilotları Konya’da eğitim görmeye devam ediyor olmazdı. TC egemenlerini ve Erdoğan’ı esas ilgilendiren konu sadece İsrail ile olan anlaşmaları korumak ve Ortadoğu’daki kurtlar sofrasından pay kapmaktır. Davos’ta esip gürleyen Erdoğan, Sudan cumhurbaşkanı Ömer El Beşir Türkiye’ye geldiğinde “siz 400 bin insanı katlettiniz, soykırım yaptınız. Milyonlarca insanı da yaşadıkları topraklardan sürüp attınız” gibi cümleler sarf etmedi. Tersine, “konuğuna” saygıda kusur etmedi. Erdoğan’ın ikiyüzlülüğü, Darfur’da kırım yapan katil Ömer El Beşir’le imzalanan ikili anlaşmalarla iyice ortaya çıkmıştı. Ama bu durum ne medyanın ne de Türk egemenlerinin umurunda olmadı. Türkiye devletinin çıkarları Darfur katliamcılarını görmezden gelmeyi, Gazze katillerine ise esip gürlemeyi gerektiriyordu, öyle de yapıldı.
Kurtlar Sofrasındaki Afrika Ömer El Beşir yönetiminin uyguladığı ayrımcı politikalara ve açlığa karşı 2003 yılında Darfur’da bir silahlı ayaklanma gerçekleşmişti. Ayaklanmayı bastırmak için tüm dünyanın gözleri önünde bir soykırım gerçekleştirilmişti. Ömer El Beşir yönetimi tarafından 400 binden fazla insan katledilmişti, 2000’den fazla köy yakılıp yıkılmıştı. On binlerce insana işkence yapılmış, kadınlara tecavüz edilmişti. 4,5 milyondan fazla insan da üzerinde yaşadıkları toprakları bırakıp başka bölgelere kaçmıştı. Darfur’da evleri yakılıp yıkılan 2,5 milyondan fazla insan, hâlâ mülteci kamplarında, açlığın, salgın hastalıkların ve savaşın orta yerinde ölüm kalım mücadelesi veriyor. Darfur’da yaşanan bu olayların benzerleri Sudan’ın da içinde olduğu Afrika’nın birçok bölgesinde yaşandı, yaşanıyor. Kara Kıta’nın kara bahtlı insanlarının yaşadıkları katliamlar Darfur’la sınırlı değil. Somali’de emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla çıkarılan kanlı iç savaşlarda binlerce in-
sayı: 48 • Mart 2009
san katledildi. Emperyalist güçler Somali’ye sözde savaşı durdurmak için “barış gücü” adı altında askeri birlikler göndermişti. Egemen güçlerin yanında bölgede pay kapmaya çalışan TC devleti de Somali’ye askeri birlikler göndermişti. Ancak sözde barışı sağlamak için Somali’de bulunan “barış gücü” birlikleri, katliamı yapanları değil, saldırıya uğrayan silahsız, savunmasız insanları ölümün kol gezdiği ölüm kamplarından kaçmalarını engellemek için ablukaya almıştı. Bu ölüm kamplarında “barış gücü” askerlerinin gözlerinin önünde binlerce çocuk içecek bir yudum temiz su bulunamadığı için öldü. Bugün emperyalist-kapitalist güçler, güya korsanları engellemek amacıyla yeniden Somali açıklarına asker gönderiyorlar. Gönderilen savaş gemileri arasına Türkiye’den de bir gemi katıldı. Bu savaş gemilerinin amacının halkların huzurunu sağlamak olmadığı yeterince açıktır. Afrika’nın çileli halkları ve Somali halkını önümüzdeki günlerde de acı ve gözyaşı bekliyor. Ruanda’da da, emperyalistlerin kışkırtması sonucu, birbiriyle akraba olan ve iç içe yaşayan Hutu ve Tutsi kabileleri arasında çıkarılan iç savaşta üç ayda 800 bin insan katledilmişti. Kan emici emperyalistler, Ruanda’da çirkin emellerine ulaşmak için iki kardeş halkı birbirine düşürdüler. Milliyetçilik zehriyle gözleri kör edilen kara derili insanlar gözlerini kırpmadan birbirlerini katlettiler. Katliamdan kurtulabilmek için yüz binlerce insan yaşadıkları yerleri terkederek komşu ülkelere sığındı. Bunu başaramayanlar kaderleriyle baş başa bırakıldılar. Emperyalist kapitalist sistem dünyada hüküm sürdükçe kışkırtmaların, soykırım ve katliamların sonu gelmeyecek. İnsanlık özlemini duyduğu savaşsız sömürüsüz, barış dolu günleri göremeyecek. Burjuvazi ve onun ikiyüzlü politikacıları kendi çıkarları için gözümüzün içine baka baka yalan söylemeye, kan ve gözyaşı akıtmaya devam edecekler. Ölen insanların kanı egemenlerce yine şov malzemesi yapılacak. Afrika’nın petrol ve maden zenginliklerini ele geçirmek isteyen emperyalistlerin, özellikle de ABD’nin amacı, bölgeyi hegemonyası altına almaktır. Bölgedeki ülkelerden biri de Sudan’dır. ABD tam da bundan dolayı Sudan devletinin Darfur’da yürüttüğü katliamı soykırım olarak tanımlamış ve bölgeye derhal bir barış gücü gönderilmesi için yaygara koparmıştır. Ancak bu ikiyüzlü haydut, Sudan devletini Darfur’da soykırım yapmakla suçladığı günlerde müttefikleriyle birlikte Afganistan’a “barış ve demokrasi” götürmekle meşguldü! ABD’nin “barış ve demokrasisi” Irak’ta da 1 milyona yakın Iraklının canına mal oldu. Yani sadece Irak’ta, Sudan’da öldürülen insan sayısının iki katından fazla insan katledildi. Egemenlerin sürdürdükleri paylaşım kavgaları yüzünden dünyada milyonlarca insan katledildi. Birçok halk soykırımdan geçirildi, yok edildi. Soykırımdan, katliamlar-
marksist tutum
dan kurtulup sağ kalan insanlar ise yüz yıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan sürülüp atıldılar. Kapitalizmin tarihinde soykırımcı devletler listesinde binlerce Kızılderili yerliyi katleden kapitalist-emperyalist ABD devletinin ilk sırada olduğunu görürüz. Ancak soykırım vahşetinin listesi burada bitmiyor. Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Afrika’da yaşanan kanlı iç savaşlarda milyonlarca insan katledildi, soykırımdan geçirildi. Egemen sınıfların dünyayı yeniden paylaşmak için giriştikleri savaşlar, katliamlar ve soykırımlara her gün yenileri ekleniyor. Üzerinde yaşadığımız topraklarda Ermenilere, Rumlara, Yezidilere, Süryanilere ve Kürtlere dönük kırımlar gerçekleştirildi. Tarihin karanlık sayfalarında Nazilerin Yahudileri, Çingeneleri, komünistleri, hasta ve yaşlıları akıl almaz biçimde gaz odalarında katlettiği yazılıdır. Kapitalist sistemin dünya üzerindeki egemenliği devam ettikçe insanlık daha nice haksız savaşlar, katliamlar ve soykırımlara şahitlik edecek, bu liste kabardıkça kabaracaktır.
Katillerden Hesabı İşçi Sınıfı Soracak Ancak dünyayı kana bulayan kapitalist-emperyalist devletlerin hiçbiri bugüne kadar yaptıkları katliamları ve uyguladıkları soykırımları kabul etmediler. Kapitalistemperyalist devletler işledikleri suçları kabul etmek bir yana, katlettikleri halkları suçlu göstermeye çalıştılar. Binlerce Kızılderili’yi katleden emperyalist ABD devleti Kızılderililerin beyazları katlettiğinin propagandasını yaptı. Naziler milyonlarca insanı dünyanın gözleri önünde, toplama kamplarında ve gaz odalarında imha ettiler ama bunu soykırım olarak adlandırmadılar. Osmanlı yüz binlerce Ermeni’yi katletti ve yapılanları inkâr etti. TC egemenleri bu gerçeği elbette biliyorlar. Buna rağmen bu gerçeği yalanlamak için “sözde soykırım” propagandasıyla bir karşı saldırıya geçiyorlar. Gerçeği inkâr ettikleri yetmezmiş gibi, aslında Ermenilerin soykırım yaptığı yalanını yaymaya çalışıyorlar. Gerçekleri inkâr etmeyi sürdüren kapitalistemperyalist devletler işledikleri suçların hesabını işçi sınıfına ve sömürülen halklara er geç vermek zorunda kalacaklar. Emperyalist kapitalist sistem dünyada hüküm sürdükçe kışkırtmaların, soykırım ve katliamların sonu gelmeyecek, liste uzayıp gidecek. İnsanlık özlemini duyduğu savaşsız sömürüsüz, barış dolu günleri göremeyecek. Burjuvazi ve onun ikiyüzlü politikacıları kendi çıkarları için gözümüzün içine baka baka yalan söylemeye, kan ve gözyaşı akıtmaya devam edecekler. Ölen insanların kanı egemenlerce yine şov malzemesi yapılacak. Fakat dünyanın bütün işçileri tüm ezilenlerin kaderini değiştirmek üzere bir araya geldiğinde, insanlık bu karanlık tünelden çıkacak ve üzerine giydirilen deli gömleğini yırtıp atacaktır. Devran dönecek ve bugünün efendilerinin hesap verme vakti gelecektir. Yeter ki egemenlerin gözlerimize çektiği perdeyi yırtıp gerçekleri görelim.
13
Güçlükonak Katliamı Burjuva Devletin Karanlık Tarihinden Bir Sayfa Berdan Güney
E
rgenekon davası ile birlikte burjuva devletin birçok pisliği ortalığa saçıldı. İşçi mücadelesinin ve Kürt hareketinin önünü kesmek için ne tür provokasyonlara girişildiği, katliamlar tezgâhlandığı bilinmeyen şeyler değildi. Kısa bir zaman öncesinde “devlet için kurşun atan iyi çocukların” Genelkurmay’ın ve devletin en üst makamlarınca nasıl korunduğuna tüm toplum şahit oldu. Şemdinli’de Umut Kitabevini bombalayan JİTEM’ciler bölge halkı tarafından suçüstü yakalanmıştı; ancak “tanırım, iyi çocuktur” açıklamasıyla birlikte, yakalanan kişiler kısa bir süre yargılandıktan sonra salıverilmişlerdi. Burjuva devletin gayrimüslimler başta olmak üzere, ezilen halklara karşı pek çok kez pogromlar yaptığını tarih yazıyor. Kürt halkı da yıllardır eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Burjuva devlet Kürt halkını kimliğini ve dilini unutmaya zorlamış, başaramadıkça da her türlü baskı ve şiddetle esaret altına alarak terbiye etmeye çalışmıştır. Burjuva devlet, işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği 1980 öncesi dönemde, mücadelenin önünü kesmek için gladyo tipi kontrgerilla örgütlenmesine gitmekten geri durmadı. Aynı örgütlenme faşist darbe sonrasında görevlerini icra etmeye devam etmiş, bu defa, yükselişe geçen Kürt hareketini bastırmak için işbaşı yapmıştır. Kürtler, gözaltına alındı, kaybedildi, işkenceli sorgulardan geçirildi, aylarca mahkemeye çıkarılmadan hapishanelerde tutsak edildiler. Mücadeleye destek veren Kürtlerin köyleri yakılarak boşaltıldı. Devlet, koruculuğu yaygınlaştırarak Kürt mücadelesini bölmeyi hedefledi. Diyarbakır zindanlarında esir tuttuğu Kürtlere karşı Dehak’ı aratmayacak zalimlikle saldırmaktan geri durmadı. Bütün bu uygulamalar devletin yarattığı özel örgütlenmeler eliyle yürütüldü. Özel Harp Dairesi bu olayların hepsinde, daima başrolü oynayan örgütlenmelerden biridir.
14
Bu kontrgerilla örgütlenmesinin yeni bir kolunu da JİTEM oluşturuyordu. Varlığı devlet tarafından resmi olarak kabul edilmese de evleri basılan, köyleri yakılan Kürtler sıkça bu örgütle karşılaştılar. Kimi zaman gerilla kıyafetleri giyen kontrgerillacı JİTEM sürüsü, köyleri basıp yağmalıyor, kadınlara tecavüz ediyor, çocukları katlediyor ve sahneden çekiliyordu. Sonrasında suç PKK’nin üzerine atılıyordu. Televizyonların haber bültenlerinde ve programlarında, gerillaların nasıl köy basıp, çocuk-yaşlı demeden nasıl herkesi öldürdüğü dramatize edilerek anlatılıyordu. Bu katliamlardan biri olan Güçlükonak katliamı da benzer şekilde sunuldu. Ama kazın ayağının hiç de öyle olmadığı, Güçlükonak’ta devletin karanlık güçlerinin parmağı olduğu belliydi ve nitekim gelinen süreçte bu açığa çıkmış bulunuyor. 1996 yılında gerçekleştirilen Güçlükonak katliamı, dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen’in Yeni Aktüel dergisinde yayınlanan röportajıyla bugünlerde yeniden gündeme geldi. Eski bakan, röportajında “gerçeği bildiğim halde bunu kamuoyuyla paylaşamadığım için vicdanen rahatsızım” diyerek tam 13 yıl sonra Ergenekon davası gündemde iken konuşmaya karar vermiş.
“İyi çocuklar” sahnede PKK’nin 15 Aralık 1995’te ilan ettiği ateşkesi bozmak isteyen devlet güçleri provokatif bir hamle tasarladılar. 12 Ocak 1996’da Gêrê (Çevrimli) ve Yatağan köylerine baskın yapan askerler, yardım-yataklık yaptıkları suçlamasıyla eski korucu olan Abdullah İlhan, Ahmet Kaya, Ali Nas, Neytullah İlhan, Halit Kaya ve Ramazan Oruç’u gözaltına aldılar. Evlerinden alınan köylüler, Taşkonak jandarma ta-
sayı: 48 • Mart 2009
buruna götürüldü. 3 gün sonra, bu defa Koçyurdu köyüne gelen askerler, Hamit Yılmaz, Abdulhalim Yılmaz, Mehmet Öner ve Lokman Özdemir adlı korucuları “görev var” diyerek aynı tabura götürdüler. Korucular gözaltına alınan köylülerle birlikte minibüse bindirilerek yola çıkarıldılar. Araca bindirilen köylüler, senaryoda hangi rolde, nasıl bir oyunun parçası olduklarının farkında değildiler. Fakat senarist deneyimliydi, daha önceki senaryolarında da seçtiği kimseleri rollerini bilmeden sahneye çıkarmayı başarmıştı. Bu sahnede köylüler “maktûl” rolünü oynayacaklardı. Tabur ile Koçyurdu köyü arasında kalan yol üzerinde silahlı bir grup tarafından minibüs durduruldu. Araç önce kurşun yağmuruna tutuldu, sonra içindekilerle birlikte yakıldı. Bir gün sonra olay yerine götürülen gazetecilere katliamın PKK tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Bu olay PKK’nin ilan ettiği ateşkesi bozduğunun kanıtı olarak gösterilmeye çalışıldı. Gazetecilerin halkla temas kurmalarına engel olundu. Katliam haberi gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından katillerin istediği şekilde yayınlandı. PKK ise katliamla bir ilgisi olmadığını ve olayı kınadığını açıkladı. 13 Şubat 1996’da aydın ve sanatçıların oluşturduğu “Barış İçin Bir Arada Çalışma Grubu”, katliam yerine inceleme yapmak üzere bir heyet yolladı. Bölge halkıyla ve öldürülenlerin yakınlarıyla yaptıkları görüşmeleri ve incelemeleri tamamlayan heyet, katliamın devlet güçlerince gerçekleştirildiğini açıkladı. Olaydan Genelkurmay Başkanlığını sorumlu tutan heyet suç duyurusunda bulundu. Köylülerin ne şekilde, ne zaman ve kim tarafından evlerinden alındıkları belliydi. Aracın plakası dahi bilinmekteydi. Fakat adalet mekanizması, katledilen Kürt köylüleri lehine işlemedi. Olayın PKK tarafından yapıldığında ısrarcı olan devlet, kontrgerillayı suçlayan ifadelerde bulunan aydınları, “ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ” suçlamasıyla yargıladı. Katledilenlerin yakınları 12 Temmuz 1996’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdular. Mahkeme Türkiye devletini suçlu bularak, devleti, katledilenlerin yakınlarına maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm etti. AİHM’in kararına göre 10 kişiye 15’er bin, 1 kişiye 5 bin 160, sekiz kişiye de 3’er bin avro ödenmesine karar verildi. Bu sonucun Türkiye’deki yansıması ise şöyle oldu: Ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif suçlamasıyla yargılanan aydınlara 10’ar ay hapis cezası verildi. Yargıtay’ın kararı bozmasından sonra aydınlar beraat ettiler. Fakat katliamın aydınlatılması ve gerçek sorumluların ortaya çıkarılmasından özenle uzak duruldu. Adnan Ekmen röportajında, yakılan köylülerin kimliklerinin yanmamış halde jandarmanın elinde olduğunu, ama tüm somut kanıtlara rağmen o dönem bunun üzerine gidemediklerini söyleyerek, devletin gerçekleri çarpıtıp katilleri gizlemekteki rolünü gözler önüne sermiştir. Eski bakan, olayın Ergenekon dosyasına eklenmesini talep etti.
marksist tutum
Kimi zaman gerilla kıyafetleri giyen kontrgerillacı JİTEM sürüsü, köyleri basıp yağmalıyor, kadınlara tecavüz ediyor, çocukları katlediyor ve sahneden çekiliyordu. Sonrasında suç PKK’nin üzerine atılıyordu. Bu katliamlardan biri olan Güçlükonak katliamı da benzer şekilde sunuldu.
Devletin üst makamlarında görev yapmış birinin açıklamalarının üzerinden günler geçtiği halde somut bir adım atılmış değil. Hatta bir süre önce eski bir itirafçı, devlet güçleriyle nasıl katliamlar gerçekleştirdiklerini, öldürdükleri insanları nasıl kuyulara attıklarını ifşa etmişti. Ama bu itiraflar dikkate alınıp soruşturma dahi başlatılmadı. Güçlükonak olayında da adalet haklıdan yana tecelli etmiş değil. Olur da mahkemeler ilgi gösterirlerse, davanın burjuva devletin olaydaki asli rolünü perdeleyecek şekilde yürütüleceği muhakkaktır. Burjuvazi, iktidarını emekçilerin kanı ve alınteri üzerine kurmuştur. Toplum üzerindeki egemenliğini zorbalıkla, yalanlarla sürdürür. İşçi sınıfının koca gövdesini kontrol altında tutmak, sürekli uykuda kalmasını sağlamak için her türlü olanağı sonuna kadar kullanır. Katliam yapması gerekirse, bunu da yapmaktan kaçınmaz, defalarca yapmıştır. Kapitalizmin dünya ölçeğinde işçi sınıfına ve ezilen halklara yönelik gerçekleştirdiği yüzlerce katliamın hesabı bugüne kadar hâlâ sorulamamıştır. Ve yeni katliamlar devam ediyor. Bu katliamların hesabını ancak işçi sınıfı sorabilir. Örgütlenerek, gücüne güvenerek ve kapitalizme karşı sosyalist mücadele bayrağını yükselterek!
15
İşsizler Hareketinin İmkân ve Sınırları Oktay Baran
K
apitalist kriz derinleştikçe bunun başlıca sonuçlarından biri olarak işsizlik sorunu da ağırlaşmakta ve buna karşı mücadele de yakıcı bir önem kazanmaktadır. Sınıf mücadelesinin diğer alanları ve konularında olduğu gibi bu alanda da doğru bir perspektife sahip olmak gerekiyor. Ama ne yazık ki bu konuda kafalar karışıktır. İşçi sınıfının yapısı ve kapsamı, devrimci potansiyelinin temelleri ve toplumsal devrimin yegâne lokomotifi oluşuna dair Marksist yaklaşımı hiçbir zaman kavrayamamış, içselleştirememiş ya da zaten kabul etmemiş kimi sol çevrelerin gerek “proletarya öldü” söylemini gerekse de 90’ların sonlarından itibaren özellikle Latin Amerika’da gelişen hareketlerin etkisiyle “yeni toplumsal dinamik” arayışlarını yoğunlaştırdıklarını görüyoruz. Bu arayışlar sonucunda keşfedilen ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin aleyhine olarak göklere çıkarılan hareketlerden biri de “işsiz işçiler hareketi”dir. Özellikle 2001 kriziyle birlikte Arjantin’de ortaya çıkan devrimci yükseliş içerisinde oynadığı rol bakımından işsiz işçiler hareketi birçok sol çevrenin abartılı değerlendirmelerine ve çarpıtmalarına temel oluşturmuştu. Bugün de krizle birlikte işsizler ordusunun kitlesel işten atılmalarla hayli kabarık sayılara ulaşması, bir kez daha böylesi bir hareketin imkânları ve sınırları hususunda bir tartışmayı alevlendirecek gibi görünmektedir. Bundan ötürü, Marksizmin işsizlere dair değerlendirmelerini ve bir işsiz işçiler
16
hareketinin olanaklarına dair yaklaşımlarını hatırlamakta ve gerek Bolşeviklerin tarihsel deneyimine gerekse de güncel deneyimlere bu gözle bakmakta fayda var.
Marksizm ve işçi sınıfının işsiz kesimi “İster doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır. Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!) hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.86)
İşsiz bırakılmış bir emekçi nüfus yani bir yedek işçi or-
sayı: 48 • Mart 2009
dusu üretmeyen bir kapitalizm düşünülemez. Kapitalist rekabet ve sermayenin merkezileşip yoğunlaşması, giderek daha çok makineleşmeyi ve dolayısıyla da gerek mutlak gerekse de oransal olarak giderek artan bir işsiz işçiler ordusunu yaratmaktadır. Bu durum, işçi sınıfını daha ilk elde, aktif işçi ordusu ve yedek işçi ordusu olarak ikiye böler. Ne var ki, “işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde etkide bulunur” (Elif Çağlı, age, s.80). Son dönemlerde kimi sol çevreler ve solcu geçinen kimi akademisyenler, işsizlerin de işçi sınıfının bir parçası olarak ele alınması gerektiği gerçeğini daha yeni keşfederek, “Marksizmin işsizleri dışladığı, küçümsediği ve önemsemediği” vb. gibi son derece gayri ciddi iddialarda bulunuyorlar. Oysa işin doğrusu şudur ki, Marksizm daha en başından itibaren işsizleri işçi sınıfının bir parçası olarak ele almıştır. Gerek nesnel sınıfsal konumları itibarıyla gerekse de iktisadi-siyasi ve toplumsal çıkarları bakımından işsizler ordusu işçi sınıfının bir parçasıdır: “Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir.” (Elif Çağlı, age, s.80-81) İşsizleri işçi sınıfının dışında bir kategori olarak ele almanın günahı Marksizme değil, reformizme ve Marksizm dışı akımlara aittir. Reformizm genelde işsizlerin örgütlenmesi işinden uzak durmuş, istikrarlı, ağırbaşlı, düzenle barışık işçi aristokrasisini kendine temel almayı sınıfsal mayasına daha uygun bulagelmiştir. Benzer şekilde sendikal bürokrasi de, örgütlenmesi zor olan, son derece sabırlı bir çabayı gerekli kılan ama buna rağmen aidat geliri anlamında pek de bir getirisi olmayan işsizlere hiçbir zaman ilgi göstermemiştir. Lenin önderliğindeki Bolşevikler “partinin kitlelerle sağlam bağlar kurması, her şeyden önce, sendikalarla yakın ilişki demektir” anlayışını savunmuşlar, ama işçi hareketine bir bütün olarak yaklaşma ilkesinden asla kopmamışlardı. Bu anlayışla, reformistlerin ve sendika bürokrasisinin işsizler karşısındaki tutumunu kesin bir dille mahkûm ediyorlardı: “kapitalistler gittikçe büyüyen işsizler ordusundan, örgütlü işçiler üzerinde ücretleri düşürme yönünde bir baskı kurmak için yararlanırken, ödlek sosyal demokratlar, Bağımsızlar ve resmi sendika liderleri işsizlere alçakça sırtlarını dönmekte; onları devletin ve sendikaların insafına terk etmekte ve siyasal bakımdan lümpen proletarya olarak sınıflandırmaktadırlar. Komünistler, günümüz koşullarında işsizler ordusunun, muazzam öneme sahip devrimci bir faktör
marksist tutum
oluşturduğunu kesin bir biçimde kavramalı ve bu ordunun önderliğini üstlenmelidirler. … Komünist Parti, işsizlerle proleter öncüyü sosyalist devrim mücadelesinde birleştirerek, işsizler arasındaki daha devrimci ve sabırsız unsurların umutsuzluktan doğacak bireysel eylemlere girişmesini engelleyebilir. … Özetle, işsiz kitle, sanayinin yedek ordusundan, devrimin faal bir ordusuna dönüştürülebilir.” (Taktikler Üzerine, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal –Belgeler– c.2, Maya Yay., s.119-120)
İşsiz işçilerin örgütlenmesinin nesnel zorlukları ve imkânları “İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir.” (Elif Çağlı, age, s.135)
İşsizlerin oluşturduğu geniş işçi kitlelerinin taşıdığı düzen karşıtı yıkıcı potansiyeli politik açıdan değerlendirirken, iki sorunu birbirinden ayırt etmek gerekiyor. İşsizlerin, bir işçi devriminin gerçekleştirilmesinde oynayacakları rol sorunu ile, böylesi bir devrime önderlik edecek bir partinin inşa edilmesinde ne denli öncü bir rol üstelenebilecekleri sorunu birbirine karıştırılmamalıdır. İşsizler de dâhil olmak üzere, işçi sınıfının en yoksul, “en ayrıcalıksız” ve en örgütsüz kesimleri arasında kapitalist sisteme karşı birikmiş bir öfkenin devrimci-yıkıcı bir potansiyel taşıdığı ve bu potansiyel harekete geçirilmediği sürece bir işçi devriminin mümkün olmadığı apaçık ve yadsınamaz bir gerçekliktir. Ancak bu gerçeklikten hareketle, bu kesimlerin devrimci komünist bir örgütlenmenin inşasında başı çekebilecek unsurlar olduğunu ileri sürmek son derece yanlış bir uca savrulmak anlamına gelir: “Sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin başını çekebilecek unsurlarla, sınıf hareketinin düzene karşı yönelebilecek kitlesel yıkıcı potansiyeli arasındaki ayrım da önemsiz değildir. … İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir.” (Elif Çağlı, age, s.81) Bunun en temel nedeni, işsizlerin, “homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden” oluşması gerçeğinde yatmaktadır. (Elif Çağlı, age, s.82) Hiç kuşkusuz ki gerek nesnel konumlanışları ve içinden çıkıp geldikleri toplumsal-kültürel ortam gerekse de geçmiş deneyimleri açısından işsiz kesimlerin devrimci bir örgütlülüğe ve devrimci bir sınıf disiplinine yatkınlığı büyük farklılıklar göstermektedir. “Örneğin, daha önce büyük
17
marksist tutum
Mart 2009 • sayı: 48
Reformizm genelde işsizlerin örgütlenmesi işinden uzak durmuş, istikrarlı, ağırbaşlı, düzenle barışık işçi aristokrasisini kendine temel almayı sınıfsal mayasına daha uygun bulagelmiştir. Benzer şekilde sendikal bürokrasi de, örgütlenmesi zor olan, son derece sabırlı bir çabayı gerekli kılan ama buna rağmen aidat geliri anlamında pek de bir getirisi olmayan işsizlere hiçbir zaman ilgi göstermemiştir. fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla; küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz değildir.” (Elif Çağlı, age, s.82) Marksizmin işsiz işçilere dair bu yaklaşımları tarihsel örneklerle de defalarca kanıtlanmıştır. Tarihin gösterdiği gerçek şudur ki, bir işsiz işçiler örgütlenmesi, esas olarak büyük krizler ve toplumsal sarsıntılar döneminde ortaya çıkabilmekte, buna karşın, olağan dönemlerde de varlığını süreklileştirebilen istikrarlı bir hareket-örgütlenme yaratılamamaktadır. Bunun hiç kuşkusuz başta gelen nedeni, işsiz işçilerin son derece çeşitlilik arz eden yapısının yanı sıra muazzam dağınıklığıdır. İnsanlar arasındaki ilişkileri meta ilişkilerine indirgeyerek toplumu atomize olmuş bireyler yığınına dönüştüren kapitalizmin yıkıcı doğasının en fazla etkide bulunduğu kesim kuşkusuz işsiz yığınlardır. İşyerlerinde kendi sınıfdaşlarıyla kaçınılmaz olarak bir arada ortak bir kaderi paylaşan çalışan yığınların, bir sınıf olduklarının, çıkarlarının ortak olduğunun bilincine varması, bu temelde mücadeleye atılması ve böylelikle örgütlenme, disiplinli ve kolektif davranma yeteneğine kavuşması mümkünken, işsiz ve birbirinden yalıtık unsurların böylesi bir olanakları son derece kısıtlıdır. Tarihin kaydettiği işsiz işçi örgütlenmelerinin hepsinin büyük kriz dönemlerinde ve devrimci durumlarda ortaya çıkması ve istis-
18
nasız hepsinde başı çeken unsurların, daha önce büyük işyerlerinde çalışan, mücadele ve örgütlülük deneyimine sahip olan ve temel sınıf bilincini edinmiş işçilerden, özellikle de geniş çaplı bir lokavt ya da büyük bir tensikata uğramış sanayi işçilerinden oluşması, hem bu gerçekliği tersinden doğrulamakta hem de bir işsiz işçi hareketi için temel teşkil eden kesimin hangisi olduğu sorusuna yanıt oluşturmaktadır.
Tarihsel bir örnek: Bolşeviklerin işsizler örgütlenmesi Rusya’da 1905 devrimi sürecinde gelişen grev dalgası Ekim ayında büyük bir genel greve dönüştüğünde, burjuvazi bu dalganın önünü kesmek ve devrimci işçilerden intikam almak amacıyla dev çaplı bir lokavta başvurmuştu. Devlete ait ya da özel tüm büyük fabrika ve işletmeler kapatılmış, işçiler sokağa atılmıştı. Kara Yüzler olarak adlandırılan çetelerin pogromları ise işçilerin silahlı öz savunma birliklerini kurmaları sayesinde püskürtülebilmiş ve işçi hareketi böylelikle moral bir bozgundan uzak durabilmişti. Lokavtın en yıkıcı etkisi kuşkusuz sanayinin merkezi olan St. Petersburg’da hissediliyordu. Devrimin başında bu büyük sanayi kentinde kurulan St. Petersburg İşçi Vekilleri Sovyeti, Bolşeviklerin önerisiyle, kentin tüm mahallelerinde şube açan bir işsizler komisyonu örgütlemişti. Gerek halen çalışmakta olan işçilerin ücretlerinden yapılan yüzde 1’lik kesinti gerekse de miting ve gösterilerde yardım kampanyalarının örgütlenmesi sayesinde işsizler komisyonu, işsizlere yardım amaçlı somut adımlar atma olanağına kavuşmuştu. İşçi mahallelerinde işçilerin yönetiminde aşevleri açmış, işten atılan işçilere çok düşük de olsa düzenli bir gelir sağlamış, kent meclisine (Duma) hem işçilere düzenli yiyecek tedarik etmesi hem de fonlarının işsizlere iş sağlanması için kullanılması doğrultusun-
sayı: 48 • Mart 2009
da baskı yapmaya, gösteriler örgütlemeye girişmişti. Bolşevikler özellikle bu sonuncusuna vurgu yapıyorlardı. Meclis ve belediye yönetimleri, kamu işleri örgütlemeliydiler! Onların önerileri doğrultusunda aşevlerinde seçimler yapılmış ve böylelikle İşsizler Konseyi kurulmuştu. İşsizler Konseyinin temel talebi kamu işlerinin örgütlenmesi, bu işlerde Konseye üye işçilerin çalıştırılması, aşevlerinin desteklenmesi ve yenilerinin açılması, evsiz kalmış işsizlere barınabilecekleri konutların sağlanması idi. Konsey, iki yıllık varlığı boyunca bu talepleri elde etmek için gösteriler ve mitinglerin yanı sıra doğrudan eylemlere de girişmiş ve sonunda bir takım kazanımlar da elde etmişti. Yapılan baskılara boyun eğmek zorunda kalan Meclisin bütçesinden İşsizler Konseyine aktarılan paralar, işsizlerin acil ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı gibi, zaman zaman greve çıkan fabrikalara destek amacıyla da kullanılıyordu! Bu kazanımları elde etmek için Meclis binasının basılması, işgali vb. eylemlerden de kaçınılmamıştı. Konseyin bu cüreti, meclisi basan işçi delegelerinden birinin sözlerinde ifadesini şöyle buluyordu: “Sizden hiçbir şey rica etmiyoruz, talep ediyoruz. Siz işsizleri görmemişsiniz, ben onlarla birlikte yaşıyorum. … Dediler ki, ‘git, Şehir Duması ve Şehir Meclis Üyeleriyle konuş! Eğer seni dinlemezlerse, bu sefer biz kendimiz gideceğiz ve boğazlarını sıkacağız!’” (akt: Sergey Malişev, Bolşevikler İşçileri Nasıl Örgütledi, Maya Kitapları, s.31) Bolşevikler bu süreç boyunca işsizleri çalışanlarla birlikte örgütleme ilkesine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Lenin’in yol gösterici önerilerini takip eden Bolşevikler sayesinde İşsizler Konseyi, 30 işsiz ve 30 sanayi işçisinden oluşacak şekilde örgütlenmişti. Diğer bir önemli husus da yukarıda vurguladığımız gerçeği gözler önüne seriyor. İşsizler Konseyi, İşçi Vekilleri Sovyetinin bir uzantısı olarak, onun öncülüğü ve inisiyatifiyle kurulmuştu ve temelleri de önceki dönemde mücadelede en çok öne çıkan, en bilinçli ve en örgütlü durumdaki işçiler tarafından atılmıştı: “İşçi Vekilleri Sovyeti lokavt sonucu sokağa atılan on binlerce işçinin sorumluluğunu üstlendi. Fakat İşsizler Konseyi, kurulur kurulmaz hareketin sorumluluğunu üstüne aldı ve lokavttan etkilenen bütün işçileri konseye kazandı, onları üye olarak kaydetti. Kayıtlar ilginç bir gerçeği açığa çıkardı; lokavttan etkilenen işçilerin %54’ü metal işkolundan kalifiye işçiler, %18’i marangoz, doğramacı, duvarcı ve diğer vasıflı meslekler ve sadece %21’i vasıfsız kesimleri kapsıyordu! Bu tablo gösterdi ki, kavgada, çalışan sınıfın ön saflarında kim yer almışsa kapitalistler öfkelerini bu kesimler üzerine yöneltmişti.” (Sergey Malişev, age, s.18) Burjuvaziye karşı girişilen mücadelenin en ön saflarında yer alan büyük metal fabrikalarının işçileri, yalnızca patronların hışmına ilk uğrayanlar değil, aynı zamanda işsizler hareketini yaratan unsurlardı! 1905 Rus devrimi sürecinde İşsizler Konseyi farklı kentlerde de kurulmuş ancak kısa ömürlü olmuştu. Oysa büyük sanayinin merkezi durumundaki St. Petersburg’da
marksist tutum
bu örgüt iki yıl boyunca faaliyetine devam etmiş ve ancak devrimin kesin yenilgisinin ardından, askeri-polisiye baskı ve baskınlarla yok edilebilmişti. Bu örnek de göstermektedir ki, böylesi bir hareketin kaderi devrimci durumun gidişatına bağlı olduğu gibi, belli bir dönem boyunca süreklilik arz eden bir varlığa kavuşabilmesi bile, büyük sanayi temelinde gelişen örgütlü bir işçi hareketiyle sağlam bağlar kurabilmesiyle mümkün olmuştur.
Güncel bir örnek: Latin Amerika deneyimi Latin Amerika’da kapitalistlerin 80’li yıllarla birlikte hızla devreye soktukları IMF güdümlü neo-liberal saldırı programı büyük bir toplumsal yıkıma ve kıtanın tüm ülkelerinde muazzam bir sefaletin, yoksulluğun ve işsizliğin patlak verişine yol açmıştı. Arjantin ve Brezilya gibi sanayileşmiş olanlar da dâhil olmak üzere kıtanın birçok ülkesinde yüzde 50’lere varan resmi yoksulluk ve yer yer yüzde 80’lere varan resmi işsizlikten bahsediliyor. 90’lı yılların sonlarından itibaren bu nesnel zemin neredeyse kıta ülkelerinin tamamında işçi hareketlerinin ve genel anlamda sol düşüncenin yükselişine ve devrimci durumların patlak vermesine yol açmıştır. Bu yükseliş bugün önemli ölçüde hız kesmiş ve devrimci durum genelde sonlanmış olsa bile, yükselişin işçi sınıfının psikolojisinde, örgütlülük ve bilinç düzeyinde yarattığı olumlu etki halen son bulmuş değildir. Özellikle küçük-burjuva solcular tarafından çarpıtılıp, Marksizmin “klasik kalıplarının geçersizleştiğinin”, “işsizlerin” de “bağımsız” örgütlenebilme yeteneğinin, “yeni toplumsal dinamiklerin” öneminin vb. kanıtı olarak ileri sürülen piketeros hareketinin doğuşuna baktığımızda, aslında bu küçük-burjuva solculuğun iddialarının altının ne denli boş olduğunu görürüz. Nitekim bu hareketin temelleri de özelleştirmeler sonucunda işten atılan sendikalı, örgütlülük deneyimine sahip büyük fabrika işçileri tarafından atılmıştır. İster Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Bolivya’da ortaya çıkan “işgal edilmiş fabrikalar hareketine”1 bakalım, ister yine Arjantin’deki piketeros (piqueteros -barikatçılar) hareketine, her iki durumda da, hareketin başlangıcında öne çıkan sanayi işçilerini görürüz. Örneğin Brezilya’daki işgal edilmiş fabrikalar hareketinin başını çeken ve işçi yönetiminin ilk örneklerini sunan 1300 kişinin çalıştığı CİPLA fabrikası, işgalden önce aynı şirkete ait diğer fabrikalarla (ki hepsi de işgal edilip işçi yönetiminde üretimi sürdürmektedir) birlikte plastik sektörünün en büyük fabrikasıydı ve pazarın büyük bir bölümüne de hâkimdi. Benzer şekilde Arjantin’de 1990’lardan itibaren özelleştirmeler ve fabrika iflasları sonucunda işten atılan işçilerle işsizlik yüzde 3 ilâ 4 düzeyinden yüzde 35’lere ve hatta kimi bölge-
19
marksist tutum
Mart 2009 • sayı: 48
Arjantin’de kapitalizmin saldırısına karşı direniş hareketi işten atılan işsizlerin giriştiği fabrika işgalleri temelinde şekillendi. Bu hareket metal sektöründeki İMPA ve seramik sektöründeki Zanon fabrikalarıyla sembolize oldu.
lerde yüzde 80’lere fırlamıştı. Bu ülkede de kapitalizmin saldırısına karşı direniş hareketi işten atılan işsizlerin giriştiği fabrika işgalleri temelinde şekillendi. Bu hareket metal sektöründeki İMPA ve seramik sektöründeki Zanon fabrikalarıyla sembolize oldu. Zanon işçilerinin mücadelesi defalarca polis saldırısıyla kırılmaya çalışılmış, işçiler defalarca fabrikadan sürülmüş ama her defasında geri dönerek işgale ve üretime devam etmişlerdi. Bu mücadeleler sonrasında başkent Buenos Aires’te kapatılan fabrikaların işçilerin yönetiminde üretime devam etmesini onaylayan bir yasa çıkması sağlanabilmişti! Bugün Arjantin’de bundan feyz alan işgal edilmiş fabrikalar hareketi, fabrikalardan atölyelere, matbaalardan otellere, hastanelerden okullara yaklaşık 150 işyerini kapsar hale gelmiştir. Öte yandan, yine Arjantin’de işsizliğe karşı başka bir biçime bürünen bir direniş hareketi daha doğmuştu: piketeros hareketi. Özellikle küçük-burjuva solcular tarafından çarpıtılıp, Marksizmin “klasik kalıplarının geçersizleştiğinin”, “işsizlerin” de “bağımsız” örgütlenebilme yeteneğinin, “yeni toplumsal dinamiklerin” öneminin vb. kanıtı olarak ileri sürülen piketeros hareketinin doğuşuna baktığımızda, aslında bu küçük-burjuva solculuğun iddialarının altının ne denli boş olduğunu görürüz. Nitekim bu hareketin temelleri de özelleştirmeler sonucunda işten atılan sendikalı, örgütlülük deneyimine sahip büyük fabrika işçileri tarafından atılmıştır. Hareketin ortaya çıktığı iki kentten biri Mosconi’dir ve buradaki piketeros grubu halen hareketin en büyük ve en önemli gruplarından birini oluşturmaktadır. 20 bin kişilik bu kent, devlete ait İTPF
20
petrol işletmesinin yaşam verdiği ve gelir düzeyi yüksek bir işçi kentiydi.2 Özelleştirmeden sonra bir gecede işçilerin yüzde 80’i işini kaybetti ve kentte sefalet kol gezmeye başladı. Fabrikadan atılan işçiler Kentli İşsiz İşçiler Hareketini (UTD) kurarak mücadeleye atıldılar. Hareketin liderlerinden biri şunu söylüyordu: “Biz işsizler hareketi değil, kapitalizmin işsiz bıraktığı işçiler hareketiyiz.” Bu işsiz işçiler, seslerini duyurabilmenin bir yolu olarak, büyük şehirlere ve sanayi merkezlerine giden yolları barikatlarla kapatmayı keşfetmişlerdi, bu nedenle de “barikatçılar” olarak adlandırıldılar. Şehirlere gelen hammadde ve sanayi merkezlerinden çıkan mamul maddelerin ulaşımını baltalayarak üretim sürecine doğrudan müdahale etmenin bir yoluydu bu. Polis ve orduyla şiddetli çatışmalardan kaçınmayan bu hareketin temel talebi iş ve gıda temini idi. Ve giriştikleri eylem biçiminin grev etkisi yaratması nedeniyle birçok bölgede bu talepler belli ölçülerde karşılanmış ve bu somut başarılar hareketin daha da yaygınlaşmasına, büyük kentlerin çevresindeki işçi semtlerindeki genç işsizlerin de hızla hareketin saflarına katılmasına yol açmıştır. Latin Amerika ülkelerinde, işten atılan işçiler olanağını buldukları her yerde fabrikaları işgal ettiler. Barikatlar kurup makinelerin fabrika dışına çıkmasına engel oldular. Hepsinde de ortak slogan “Ocupar, Resistir, Producir” (İşgal Et, Diren, Üret) idi. Kendi içlerinden seçtikleri konsey ve komiteler aracılığıyla üretimi devam ettirmeye giriştiler. Ardından benzer durum yaşayan fabrikaların komiteleriyle bir araya gelerek yerel ya da ulusal konseyler kurdular ve bir iletişim ve dayanışma ağı ördüler. Çabalarını
sayı: 48 • Mart 2009
bununla da sınırlamayıp, örgütlenmelerini fabrika dışına da yaygınlaştırmaya çalıştılar. Önce işçi ailelerinin örgütlenmesinden başladılar. Ardından bu örgütlenmeyi işçi semtlerine yaygınlaştırdılar, böylelikle hareket büyük fabrika işçileri ve onların ailelerini kapsayan bir boyutu hızla aştı. İşçi sınıfının eğitim, sağlık, konut gibi acil ihtiyaçlarını yine sınıfın diğer kesimleriyle işbirliği içinde kurdukları örgütlülüklerle karşılamaya dönük anlamlı çabalar sergilendi: kolektif okullar ve sağlık ocakları kurdular; evsizlerin konut sorununu çözmek üzere, fabrika işçi komitesinin denetiminde boş alanları işgal edip planlı bir temelde elbirliğine dayanarak bu alanlarda konutlar yapmaya giriştiler vb. Her ülkenin kendi siyasal geçmişine, kapitalizmin gelişkinlik düzeyine ve işçi hareketinin deneyimine bağlı olarak ortaya çıkan hareketlerde kimi nüanslar da mevcuttur. Örneğin Brezilya’da, “iflas eden fabrika, işgal edilen fabrika, fabrikanın kamulaştırılması” sloganıyla hareket eden işgal edilmiş fabrikalar hareketinin temel talebi, işgal edilip işçi komitesinin yönetiminde üretime devam eden fabrikaların devletleştirilmesi doğrultusundadır. İşçiler böylelikle işyeri komitesi yönetiminde üretime devam eden fabrikaların, enerji, hammadde, kredi ve pazarlama sorunlarının devlet tarafından çözülmesini talep ediyorlar. Dahası işgal ve işçi yönetimi deneyiminin bu haliyle sonsuza kadar süremeyeceğinin, kapitalist pazar ortada durduğu sürece, bu deneyimin eninde sonunda başarısızlığa uğrayacağının farkında olarak tüm üretim araçlarının devletleştirileceği ve toplum yararına kullanılacağı bir düzen istiyorlar. Brezilya’da iktidarda işçilerin büyük desteğini alan ve sendikalara dayanan İşçi Partisi (PT) hükümetinin olması, bu taleplerin işçi kitleleri tarafından son derece haklı ve doğal talepler olarak algılanmasında önemli rol oynadığı gibi, maalesef hedeflenen bu büyük değişimin parlamenter yoldan mümkün olduğu yanılsamasını da besliyor. Uruguay’da işgal edilmiş fabrikalardaki işçi yönetimine sendikalar hem destek veriyorlar hem de söz hakları var. Oysa Latin Amerika’da işgal edilmiş fabrikaların ilk ortaya çıktığı ve en çok işgal edilmiş fabrikaya sahip Arjantin’de, uzun yıllar boyunca Peronizmin denetiminde devlet aygıtının bir uzantısı durumuna düşürülmüş olan en büyük sendika konfederasyonuna ve tüm düzen partilerine büyük bir tepki var. Bu durum bir taraftan sendikal harekette yeni oluşumları ortaya çıkarıyor, diğer taraftan da, gelişen hareketin hem sendikalardan hem de siyasal partilerden uzak durmasına yol açıyor. Ne var ki, düzen partilerine ve korporatist sendikal anlayışlara karşı bu anlamlı tepki, diğer uca savrularak, genel anlamda sendikal örgütlülüğe ve devrimci siyasal hareketlere karşı da bir “özerklik” savunusuna dönüşmüş durumda. Bu durum beraberinde hem bir dağınıklığı, hem ciddi bir önderlik boşluğunu hem de fabrika ve işletmelerdeki işçi yönetiminin kooperatifçiliğe kayarak yozlaşması tehlikesini getirmektedir.
marksist tutum
Fabrikalar kalelerimizdir “Sınıfın örgütlenmeye, disiplinli ve kolektif davranma yeteneğine en fazla sahip olan kesiminin örgütlü kesimler olduğunu anlamak o denli karmaşık bir şey değildir. İşte bu nedenle diyebiliriz ki, sınıfın dağınık ve örgütsüz kesimlerinin kendiliğinden patlamaları gayet mümkün olsa bile, sonuç alıcı kavgayı verecek, belirleyici olacak olan güç her zaman işçi sınıfının çekirdeği olan, örgütlü sanayi işçileri olmuştur. Geniş ve son derece heterojen olan işçi sınıfının savaş kurmayı bu kesim içinden çıkacaktır. Demek ki sınıfın diğer kesimlerinin devrimci potansiyelini proleter devrim doğrultusunda açığa çıkarabilmesi … için tam da bu özelliklere sahip bir mücadelenin fabrikalarda ve büyük işyerlerinde patlak vermesi gerekir.”3
Geride bıraktığımız on-on beş yıllık dönemde Latin Amerika’da ortaya çıkan işsiz işçi hareketleri de Bolşeviklerin işsiz işçi örgütlenmesi deneyiminin derslerini doğruluyor: Birincisi, bu tür örgütlülükler ancak kriz ve devrimci yükseliş dönemlerinde ortaya çıkan ama sürekliliği ve istikrarlılığı sağlanamayan örgütlülüklerdir; ikincisi de, hareketin kurucu nüveleri kitlesel işten atılmalara karşı kavgaya atılmış, örgütlenme ve mücadele deneyimine sahip büyük fabrika ve işletmelerde çalışan işçilerdir. Bir başka deyişle, işsiz örgütlenmeleri sıfırdan yaratılan örgütlenmeler olmaktan ziyade, öncesinde varolan örgütlü mücadelenin bir uzantısı şeklinde hayat bulabilmektedir. İşsiz kalan işçiler tarafından sürdürülen mücadele ve örgütlülük ancak belli kazanımlar elde ettiği ölçüde diğer işsiz kesimleri de kendi etrafında toparlayabilen bir çekim merkezi haline gelebilmektedir. Bu dersler ışığında yaklaşıldığında, içine girdiğimiz tarihsel dönem komünist hareket açısından önemli fırsatlar anlamına gelmektedir. Kapitalizm tüm dünyada eşzamanlı ve derin bir kriz içerisine yuvarlanmış durumda. Bu durum bir taraftan burjuva ideolojisinin inandırıcılığının ve kapitalist topluma duyulan güvenin aşınmasına, diğer taraftan da faturanın işçi sınıfına kesilmesine dönük saldırıların giderek artmasına yol açıyor. Başta işten atmalar, işgününün uzatılması ve ücret kesintileri olmak üzere bu saldırıları göğüsleyebilmek işçi hareketi açısından hayati bir önem taşıyor. Latin Amerika’da yaşananlar Marksizmin temel yaklaşımlarını doğrulamakta ve özellikle bu saldırılar karşısında devrimci işçi hareketinin takınması gereken tutum hakkında önemli örnekler sergilemektedir. ___________________________ 1
Bu işgaller kısa süreli işgallerle karıştırılmamalıdır. Söz konusu işgaller fabrikanın işçi yönetimi altında üretime devam etmesi hedefiyle girişilen işgallerdir.
2
Metin Yeğin, Patronsuzlar, Versus Yay., s.185 ve devamı.
3
Özgür Doğan, İşçi Sınıfı ve Varoşlar, Şubat 2003, marksist.com
21
Bolivya ve Venezuela Referandumları Selim Fuat
25
Ocakta Bolivya’da yeni anayasa, 15 Şubatta ise Venezuela’da anayasa değişiklikleri için referandumlar yapıldı ve bu referandumlardan Evo Morales ve Chavez galip çıktı. Bolivya’da Evo Morales’in iktidara gelmesinin ardından oluşturulan Kurucu Meclis’in üç yıldan beri üzerinde çalıştığı yeni anayasanın halkın onayına sunulduğu referandumdan, anayasa lehine yüzde 61 “evet” oyu çıktı. Venezuela’da ise devlet başkanının iki dönemden fazla seçilmesini sağlayacak olan anayasa değişikliğini de kapsayan teklifler için seçmenlerin yüzde 54’ü “evet” oyu kullandı. Böylece mevcut devlet başkanı Hugo Chavez’in görev süresinin bittiği 2012 yılından sonra yeniden seçilebilmesinin önünü de açacak olan değişiklik halk tarafından da onaylanmış oldu. Bir süredir işçilerin ve yoksul köylülerin mücadelesinin yükselişine sahne olan bu ülkelerde bugüne dek çok sayıda referandum gerçekleştirildi. Sosyalist çevrelerin pek çoğu tarafından büyük heyecanla karşılansa da, bu referandumlarla getirilen düzenlemeler gerçekte sınırlı iyileşmeler içeriyor ve işçi sınıfının ve yoksul köylülerin devrimci enerjisinin hakkını vermekten çok uzak. Bu düzenlemeler, devrimci süreci ilerletmekten ziyade kitlelerin devrimci enerjisinin düzen sınırlarına hapsedilmesine ve pörsümesine yol açıyor.
Bolivya’nın yeni anayasası Bolivya’da gerçekleştirilen referandumla kabul edilen yeni anayasa, özellikle yerli halklar ve yoksul köylüler lehine olumlu adımlar içeriyor. İnsan haklarını ayrıntılı biçimde tanımlayan bir “haklar bildirgesi”ne sahip olan anayasa, yerli dillerinin ve kültürlerinin varlığını devletin güvencesi altına alıyor ve farklı dillerde eğitim yapılmasını düzenliyor. Yeni anayasa, kullanılmayan bütün toprakları, doğalgaz, maden ve petrol alanlarını devletin idaresine veriyor. Su kaynaklarının özelleştirilmesini yasaklıyor; eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkını vazgeçilemez sayıyor ve her aşamasında herkese ücretsiz sağlanmasını ön-
22
görüyor. Anayasada, devletin herkese yeterli iş ve emeklilik olanakları sağlaması esas kabul ediliyor. Kamulaştırılan büyük toprakların bir kısmı, yerli halka veriliyor, bu arazilerden elde edilen enerji ve maden gelirlerinden daha fazla pay almaları sağlanıyor. İşçilerin grev ve sendika hakkı anayasal güvence altına alınıyor. Toprak sahiplerinin mülkiyet hakkını 5000 hektarla sınırlayan yeni Bolivya anayasası aynı zamanda eyaletlerin kendi idari ve ekonomik kararlarını almasında geniş bir özerklik alanı da tanımlıyor. Ülkenin doğalgaz, petrol ve madenler gibi stratejik kaynakları üzerinde söz hakkı merkezi hükümete tanınırken, eyalet valilikleri halkın katılımı, adil bölüşüm ve güvenlik gibi başlıklarda inisiyatif sahibi oluyorlar. Yerli halkın kendi bölgelerindeki doğal kaynaklardan “öncelikli pay” alması sağlanıyor. Ancak bu “öncelikli pay”ın doğal kaynaklar zengini doğu eyaletleri ile ülkenin diğer bölgeleri arasındaki farkın ortadan kaldırılmasına nasıl hizmet edeceği biraz sorunlu bir durum oluşturuyor. Morales hükümetine karşı muhalefet eden eyalet valilerinin mücadelesini yürüttükleri özerklik talebinden farklılıklar içerse de, eyaletlerin idari ve ekonomik kararlar alırken ellerinin rahatlatılmasından burjuva muhalefetle belirli bir noktada uzlaşıldığı anlaşılıyor. Toprak mülkiyetinin kişi başına 5000 hektarla sınırlanmasının fiiliyatta büyük toprak sahipliğini ortadan kaldırmayacağı ise açık. Yeni anayasa burjuvazinin iktidarının temeli olan üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı da hiçbir önlem içermiyor.
Chavez “sosyalizm” oyununu sürdürüyor Venezuela’da Kasım ayında yapılan yerel seçimlerde burjuva muhalefet kilit valilikleri elinde tutmaya devam etmiş ve daha önce Chavez hükümetinin elinde olan başkent Caracas, petrol zengini Zulia, Miranda gibi eyaletlerde de seçimi kazanmıştı. Hemen ertesinde, Chavez’e yönelik darbe hazırlıkları da ortaya çıkmıştı. Chavez muhaliflerinin sokak gösterileri, hükümet binalarına molotoflu saldırıları giderek yaygınlaşmıştı. Tüm bunlar Chavez’i yeni
sayı: 48 • Mart 2009
bir referandumla iktidarını pekiştirme hamlesine sevk etti. Venezuela Ulusal Seçim Konseyinin 15 Şubat referandumundan “evet” oylarının galip çıktığını açıklamasının ardından sokakları dolduran halka seslenen Hugo Chavez, “yalana karşı gerçek kazandı, Venezuela geçmişteki onursuz günlerine bir daha dönmeyecek. Bolivarcı devrimin 2009’dan 2019’a üçüncü tarihsel dönemi başlıyor. Yolumuzda yürümek için geleceğin kapılarını açtık” sözleriyle zaferini kutladı. Gerçi Venezuela’daki referanduma 17 milyon kayıtlı seçmenden 5,5 milyonunun katılmamış olması, yüzde 46’ya yaklaşan “hayır” oyunun yüksek oranı ve daha 23 Kasım 2008’de gerçekleştirilen yerel seçimlerde PSUV ve ittifak halindeki partilerin aldığı yüzde 65’lik oyun epeyce altına düşülmesi “21. yüzyıl sosyalizminin mimarı”nın başarısını gölgeliyordu. Ama Chavez meşruiyetini bir kez daha tazelemişti. Bu gelişmeler karşı-devrimci güçlerin elinin zayıflamayıp tersine güçlendiğini gösteriyor. Venezuela’da uzun süre devam eden devrimci durumun ilerletilememesi, Chavez’in burjuva muhalefet karşısında sıkışmasına sebep oluyor. Ama öte yandan, devrimci bir ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biri de bizzat Chavez’dir. Venezuela’da asıl önemsenmesi gereken ise, işçi sınıfına dönük açık saldırıların artması ve bizleri şaşırtmayan biçimde Chavez’in bunlar karşısında aciz kalmasıdır. Ör-
marksist tutum
neğin, Venezuela’da yerel seçimlerin ardından, 28 Kasımda Aragua eyaletinde Chavez yanlısı Ulusal İşçi Birliği (UNT) sendikası ve Birleşik Sosyalist Sol Parti (PSUV) üyesi üç sendikacı katledildi. Bu üç sendikacı olaydan bir gün önce, ücretlerini alamadıkları için direnişe geçen 400 işçiyi ziyaret etmiş ve orada polisin saldırısına uğramışlardı. Ertesi gün ise, Kolombiya’da kontrgerillanın sıklıkla kullandığı bir yöntemle, motosikletten ateş açılarak öldürüldüler. Mitsubishi fabrikasını 12 Ocaktan bu yana işgal altında bulunduran işçilere polisin yaptığı saldırı da ölümle sonuçlandı. İşten atılan Singetram sendikası üyesi 135 işçinin işe geri alınmayacağının açıklanması üzerine gerçekleştirilen işgale dönük saldırıda iki işçi katledildi, en az altı işçi yaralandı. “21. yüzyılın sosyalizmini inşa etmekte olan” Venezuela devlet başkanı Chavez ise, “sosyalist ülkenin” polislerinin işçilere saldırmasının ardından bir açıklama yaparak, “işçilere dönük polis istismarının bir daha yaşanmaması için polis örgütünde ciddi değişiklikler yapmak üzere eyalet yöneticileriyle görüşüyorum” dedi. Ancak “polis örgütünde ciddi değişiklikler yaparak” bu sorunların çözülmeyeceği ortada. Bu konuda yapılması gerekeni en doğru sözlerle ortaya koyan ise Chavezci çizgisine rağmen, UNT ulusal koordinatörü Stalin Perez Borges oldu: “Derhal bir araya gelerek öz savunma birimleri oluşturmak zorundayız, hükümet bize gereken silahları ve silahlı eğitimi sağlamak zorunda. Bu tür suçlarla polis ya da yargı değil ancak saldırıların hedefi olan işçiler savaşabilir. İşçiler faşizme karşı kendilerini silahla savunacaklar.” İşçilerin izlemesi gereken yolun rotası gerçekten de budur. Sınıf mücadelesinin gerekleri kendisini hayatın içerisinden Venezuelalı işçilere dayatmaktadır. * * * Morales ve Chavez referandumları kazandılar. Bolivya’nın yeni anayasasında ve her ikisinin hükümetlerinin uyguladığı politikalarda elbette işçiler ve yoksul köylüler yararına iyileştirmeler de var. Ama bunlar Bolivya ve Venezuela’da işçileri özgürleştirmiyor, başka kapitalist ülkelerde işçilerin başlarına gelenlerden onları muaf tutmuyor. Onlar da giderek yoksullaşıyor, onların da direnişçi işçileri polis kurşunlarına maruz kalıyor. Bu yüzden referandumları popülist ve reformist liderlerin kazanması bilinçli işçileri yanıltmamalı. İşçi sınıfı ve yoksul köylülerin devrimci hareketliliğinin devam ettiği Bolivya ve Venezuela’da, Kurucu Meclisin anayasasının ve karşılaşılan her sıkıntıda devreye sokulan referandumların, işçi sınıfının çıkarlarını garanti altına alma ve onlara gerçekten demokratik bir hava solutma imkânı yoktur. Aksine işçi sınıfını oyalamaya hizmet etmektedir. Bu durum da, Chavez, Morales gibi popülist ve reformist liderler sayesinde, kitlelerin devrimci hareketine öldürücü bir darbe vurmak için fırsat kollayan burjuvalara, çok ihtiyaç duydukları zamanı fazlasıyla sağlıyor.
23
Kızıl Kanat İ
şçi sınıfının kitle eylemlerinin tarihsel rolüne derinden inanan ve güvenen Rosa Luxemburg’un teorik açılımları içinde kitle grevleri konusu önemli bir yer tutar. Rosa aslında oldukça erken tarihlerde, daha 1890’larda bu konu üzerinde dikkatle durmaya başlamıştır. Çünkü o dönemde çeşitli Avrupa ülkelerinde gerçekleşen kitlesel eylemler, bu sorunun derinlemesine incelenmesi bakımından onun ilgisini çekmiştir. Rosa Luxemburg bu eylemlerde işçi sınıfının sergilediği kitle inisiyatifini değerlendirecek ve kitle grevlerini işçi sınıfının son derece etkin bir mücadele silahı olarak görecektir. Bu konu Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) 1899 Hannover kongresinde de gündeme getirilip tartışılır, ama neticede dişe dokunur kararlar niteliğinde bir sonuç elde edilemez. 1905 Rus devrim deneyimi, Rosa’nın kitle grevlerine ilişkin gözlem ve düşüncelerini derinleştirip olgunlaştırması açısından yeni ve daha verimli fırsatlar sunacaktır. O dönemlerde Rusya, işçilerin art arda patlak veren kitlesel grevleriyle sarsılmaktadır. Nitekim Lenin de bu devrimci tarihsel kesitten dersler çıkartırken, işçi sınıfının kitlesel gücünü harekete geçiren ve başlangıçta yaygın ekonomik taleplerden hareket eden grev ve direnişler üzerinde ciddi biçimde durmuştur. II. Enternasyonal’in 1907 yılında toplanan Stuttgart kongresinde ise, hem Lenin hem de Rosa bu önemli konuyu tartışma gündemine getirirler. Kitle grevlerinin taşıdığı mücadele potansiyeli bu sayede çeşitli açılardan aydınlatılmış olur. Bir kere kitle grevleri, emperyalist savaşı engelleme veya zaten başlamış olan emperyalist bir savaşı durdurma yöntemi olarak mutlaka savunulmalıdır. Fakat Rosa ve Lenin’in kitle grevlerinin önemine dair değerlendirmeleri yalnızca bununla sınırlı değildir. Onlar kitle grevlerinin, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinde son derece önemli bir araç olabileceğini de sezmiş ve bu görüşü savunmuşlardır. Rosa Luxemburg’un çeşitli konularda olduğu gibi kitle grevleri konusunda da SPD’nin uzlaşmacı ve reformist yöneticilerinden tamamen farklı bir siyasal çizgi izlediği aşikârdır. Rosa 1905 Rus devriminden pek çok ders çıkartmış ve işçi sınıfının sergilediği kitlesel ey-
24
İşçi sınıfının kitle eylemlerinin tarihsel rolüne derinden inanan grevleri konusu önemli bir yer tutar. Rosa aslında oldukça e durmaya başlamıştır. Çünkü o dönemde çeşitli Avrupa ülkeler incelenmesi bakımından onun ilgisini çekmiştir. Rosa Luxem değerlendirecek ve kitle grevlerini işçi sınıfının son lem gücü karşısında büyük bir coşkuya kapılmıştır. SPD liderliği işçi sınıfının aktif kitle gücünü ve kitle grevlerinin siyasallaşma potansiyelini küçümserken, bu gibi konularda devrimci Marksizmi savunmaya ve zenginleştirmeye çalışan Rosa olmuştur.
Kitle grevleri deneyimi İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin yükselişi bağlamında 20. yüzyılın başlangıç dönemine damgasını vuran olaylardan biri de, çeşitli ülkelerde gerçekleşen kitle eylemleri ve grevleriydi. Örneğin Belçika işçi sınıfı 1891 ve 1893 yıllarında anayasal haklar elde etmek ve antidemokratik seçim sistemini değiştirmek için kitlesel mücadele ve grevler yürütmüş ve bu eylemler enternasyonal düzeyde ses getirmişti. Belçika’da işçiler 1902 Nisanında Brüksel kentinde eşit oy hakkı talebiyle bir kez daha sokaklara döküldüler ve burjuva düzeni savunan ordunun saldırılarıyla yüz yüze geldiler. Bu olay kuşkusuz tekil bir örnek olarak kalmayacak ve işçi sınıfının mücadele tarihi içinde, Türkiye dahil çeşitli ülkelerde defalarca yaşanacaktı. Nitekim işçi sınıfının sekiz saatlik işgünü mücadelesi 20. yüzyılın başlarında Fransa’da işçileri sokağa dökerken, söz konusu taleple greve çıkan iki yüz bin işçi polisin ve ordunun baskısıyla karşılaştılar. Keza, on binlerce Petersburg işçisinin haklı taleplerini Çar’a iletmek için 1905 Ocak ayında başlattığı yürüyüş Çarlık Sarayının önünde kanlı bir katliamla sona erdi. Tarihe Kanlı Pazar diye geçen bu katliam işçi sınıfının mücadele ateşini söndüremedi. Tersine bu olay, devrimin çağrısını bütün Rusya’da proletaryanın en geniş katmanlarına taşıyacak dev kitle grevleri dizisini başlatan bir kıvıl-
tlı Rosa /3 Elif Çağlı
n ve güvenen Rosa Luxemburg’un teorik açılımları içinde kitle erken tarihlerde, daha 1890’larda bu konu üzerinde dikkatle rinde gerçekleşen kitlesel eylemler, bu sorunun derinlemesine mburg bu eylemlerde işçi sınıfının sergilediği kitle inisiyatifini n derece etkin bir mücadele silahı olarak görecektir. cım etkisi yarattı. İşçi sınıfının 1905 Ocak isyanı devrimci mücadelede yeni bir dönemi açarken, daha önceki kitle grevlerinin de son bir uğrağıydı. Zaman tünelinde biraz daha gerilere uzanılıp hatırlanacak olursa, Rusya’da aslında daha önceki tarihlerde de bazı önemli kitle grevleri gerçekleşmişti. Örneğin Petersburg dokuma işçilerinin 1896-97 grevleri bu kapsamdaydı. Bu grevlerin çıkış nedenleri ilk bakışta tesadüfî görünse de, işin gerçeğinde bunlar o dönemin devrimci gruplarının sınıf içinde yarattıkları mayalanmanın ürünüydüler. Rusya’da 1902 yılında cereyan eden olaylar, acil ekonomik taleplerle başlayan kitle grevlerinin nasıl da birdenbire politik ve devrimci eylemlere dönüşebildiğini gözler önüne seriyordu. Bu durum da aslında tesadüfî değildi. O yıl içinde patlak veren sanayi ve ticaret krizinin açığa çıkartıp büyüttüğü sorunlar ortasında gelişen devrimci durum, zaten böyle kızıştırıcı bir nitelik taşıyordu. 1903 baharında Rusya’nın pek çok sanayi bölgesinde peş peşe boy veren eylemler ise, önceden belirlenmiş merkezi bir plana dayanmıyordu. Bunlar, her biri farklı nedenlerle ve farklı biçimlerde küçük kollar halinde akmaya başlayıp, sonra beraberce çağıldayan büyük bir ırmak gibiydi. 1903 yazında Güney Rusya’da bir fabrikadan diğerine sıçrayarak sonunda tam bir genel greve büyüyen mücadele dalgası, Rosa’nın deyişiyle, Çarlık İmparatorluğu’nun tüm güneyini birkaç hafta içinde ilginç ve devrimci bir işçi cumhuriyetine dönüştürdü. Bu tablo, dönemin ünlü liberali Peter Struve’in gazetesinde şöyle tasvir edilecekti: “Kardeşçe kucaklaşmalar, tutku ve coşku nidaları, neşeli kahkahalar, espri ve sevinç duyuluyordu sabahtan akşama dek şehirde dolaşan binlerce kişiden. Neşeli bir hava esiyordu; insan neredeyse, yeryüzünde yeni, daha iyi bir yaşamın başladığına inanabilirdi.” Bu yorum liberal bir mu-
habirin kaleminden çıkmış olsa bile hiç de isabetsiz değildi. Çünkü birleşen ve mücadeleye atılan işçilerin gerek kendi benliklerinde gerekse toplumsal düzende gerçekleştirdikleri değişim, yeni bir yaşamın yaratılması anlamına geliyordu. 1903 yılı Rusya’sında gerçekleşen genel grevler dizisi içinde Kiev örneği özellikle hatırlanmaya değer. Çünkü bu örnek, sıradan ekonomik istemlerle başlayan bir grevin bir devrimci durumun içinde nasıl da siyasal içerikli militan bir kitle grevine dönüşebildiğini çarpıcı biçimde gösterir. Kiev’de 21 Temmuz günü demiryolu tamirhanelerinde bir grev patlak vermiştir. Grevin başlama nedeni kötü çalışma koşulları ve düşük ücretlerdir. Bir sonraki gün dökümcüler de benzer nedenlerle greve çıkarlar. Fakat 23 Temmuz gecesi demiryolu işçilerinin iki delegesinin tutuklanması üzerine, bir genel greve dönüşecek olaylar gelişmeye başlar. İşçiler tutuklanan delegelerin serbest bırakılmasını istemiş ve bu istekleri yerine getirilmeyince de tren vagonlarını kent dışına çıkarmamaya karar vermişlerdir. Grevci işçiler, kadınları ve çocuklarıyla birlikte tam bir mücadele kararlılığı içinde istasyondaki rayların üzerine otururlar. Kendilerine yöneltilen yaylım ateşi tehdidine karşı işçilerin yanıtı, göğüslerini açarak “ne duruyorsunuz, ateş edin!” diye haykırmak olmuştur. Savunmasız kitlenin üzerine ateş açılır ve kadınlar, çocuklar dahil onlarca işçi öldürülür. Haber kısa sürede kente yayılır ve mücadeleci işçiler ölülerini yerden kaldırıp ellerinin üzerinde taşıyarak büyük bir kitle korteji oluştururlar. Birkaç gün önce tekil bir greve gözlerini açan Kiev şehri 24 Temmuz günü bir genel grev alanına dönüşmüştür bile. O dönemin Rusya’sı, farklı sınıflara dayanan çeşitli siyasal akımların karşılıklı ilişki ve mücadelelerine ışık tutması bakımından da eğiticidir. Örneğin 1904 yılı başlarında mücadeleci işçiler ve kitle grevleri dalgası bir süre için geriye çekilmiş gibidir. Fakat bu arada Çarlık Ordusunun peş peşe uğradığı yenilgiler liberal toplumu uykusundan uyandırmış ve liberalizm bir süre boyunca proletaryayı sahne gerisine iterek öne fırlamıştır. Ne var ki bu durum uzun sürmeyecektir. Gericiliğin bastırması üzerine libera-
25
Mart 2009 • sayı: 48
marksist tutum
lizmin nefesi tükenirken, devrimci proletarya ağır koşullarda mücadeleyi sürdürebilecek yegâne güç olduğunu bir kez daha kanıtlayacaktır. Nitekim 1904 Aralık ayında Bakü’de gerçekleşen genel grev muhteşem bir örnek olarak tarihe geçer. Bu gibi örnekler işçi sınıfının kitle gücünü kanıtlarken, sınıf içinde yürütülen devrimci çalışmanın neticelerini de gözler önüne serer. Mücadelenin henüz kitleleri kucaklamadığı zor günler boyunca, devrimci öncülerin sınıf içinde iğneyle kuyu kazarcasına çalışarak gelecekte bin bir ürün verecek bir mayalanma yarattıkları açıktır. Eğer Büyük Ekim Devriminin ardında bir “mucizevî güç” aranacaksa sır buradadır ve işin bu sırrı özde günümüz açısından da değişmemiştir. Rusya’da 1905 Ocak ayında Petersburg’da patlak veren kitle grevi de küçük görünen bir olayla başlar. Ünlü Putilov fabrikalarının iki işçisinin işten atılması üzerine bu fabrikalarda çalışan 12 bin işçi dayanışma grevine çıkmış ve bu arada Bolşevikler de grevci işçiler arasında devrimci ajitasyon faaliyetine hız vermişlerdir. İşçi sınıfının o dönemdeki somut koşullar çerçevesinde acil taleplerini dile getiren ekonomik ve siyasal istemler (sekiz saatlik işgünü, konuşma ve basın özgürlüğü gibi), işçi kitleleri tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Olaylar, grevci işçi sayısının birkaç gün içinde 140 bine ulaşmasıyla gelişecek ve nihayet 22 Ocak günü 200 bin işçinin papaz Gapon önderliğinde Çarlık Sarayına yürüyüşüyle doruğa çıkacaktır. Rosa’nın çarpıcı ifadesiyle belirtecek olursak, disiplin cezasına çarptırılmış iki Putilov fabrikası işçisinin yol açtığı çelişki bir hafta içinde yeni çağın en muazzam devriminin önsözüne dönüşmüştür. Çarlık Sarayına yürüyen işçilere karşı girişilen katliam Rusya’nın çeşitli bölgelerinde ve tüm sanayi merkezlerinde muazzam kitle grevlerine ve genel grevlere neden olur. Her yerde gösteriler düzenlenir, orduya karşı mücadeleler yürütülür, dönemin proleter devrimci örgütleri kitlelere seslenen sloganlarıyla güç kazanırlar. Rosa bu yükselen kitle grevleri dalgasını dikkatle inceleyerek bazı önemli sonuç-
lar çıkartır. Daha önceki kitle grevleri ve genel grevler devrimci durumun genel havası içersinde ve sosyal demokrat ajitatörlerin etkisi altında hızla politik gösterilere dönüşen, ayrı ayrı fakat birlikte akan ücret mücadelelerinden kaynaklanmışlardır. Bunlarda ekonomik uğrak ve sendikal parçalanma çıkış noktası iken, politik yürütümün sağlanması ve toparlayıcı sınıf eylemine ulaşılması elde edilen sonuç olmuştur. Şimdi ise hareket tam tersinedir. Ocak ve Şubat genel grevleri, sosyal demokrasinin yönetiminde birleşmiş devrimci eylemler olarak patlak vermekte, ancak bu eylemler kısa zamanda her bir şehirdeki, bölgedeki veya meslek kolundaki, fabrikadaki sonsuz sayıda yerel, kısmi ekonomik grevlere bölünmektedirler. Rus devrimci süreci içinde gelişen kitle grevleri, ilerleyen süreçte Alman proletaryasını da etkileyecektir. Almanya’da ekonomik taleplerle başlayan grevler, işçi sınıfının anti-demokratik seçim yasasına karşı düzenlediği gösteriler neticesinde politik taleplerle bezeli grevlere dönüşür. Böylece Rosa Luxemburg’un kitle grevlerine ilişkin açılımları Almanya’da da 1918 devrim süreci içinde fiilen doğrulanır. Karşı-devrimin dipçikleri tarafından yaşamına son verildiği ana dek, mücadeleyi ve devrimci teoriyi geliştirmeye çalışan Rosa’nın kitle grevlerine dair değerlendirmeleri geçmişten günümüze uzanan devrimci bir kaynaktır.
Rosa ve kitle grevleri
1905’teki gelişmeler bir yana, işçi sınıfının daha 189193 yıllarında Belçika’da gerçekleşen siyasal grevleri Rosa Luxemburg’u derinden etkilemişti. Bu durumun bir ürünü olarak Rosa, 1902 yılının Nisan ve Mayıs aylarında siyasal kitle grevlerinin devrimci niteliğini irdeleyen iki ayrı yazı kaleme almıştı. 1905 dönemecinden itibaren, Avrupa, Rusya’daki proleter kitle eylemlerinin dönüştürücü gücü altında sarsılmaya başladığında ise Rosa konuya dair analizlerini geliştirdi. Ve vardığı sonuçları, Eylül 1906 tarihli Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı kitabıyla ortaya koydu. O ve onun gibi devrimci önderler proleter mücadelenin bu tür sorunlarına kafa yorarlarken, Alman Sosyal Demokrat Partisi liderliği ise Marksizme sözde bağlılık adına Marksizmi katletmekle meşguldü. Rosa gibi devrimci Marksistlerin işçi sınıfının kitle inisiyatifini hararetle destekledikleri bir dönemde, Alman sosyal demokrasisinin içi geçmiş reformist siyasetçileri sınıfın genel grev eylemlerini “genel saçmalık” diyerek küçümsemekteydiler. Açıktır ki, bu anlayıştaki siyasetçilerin, Marx ve Engels’in kimi değerlendirmelerini çarpıtmalarında da 1905 19 05 Oca ağı ğınd nda nd a Ça Çarl rlık Sar aray ayın ay ına ın a yü yürü rüye rü yen ye n iş şçi ç le lere re e kar arşı şı şaşılacak bir yan yoktur. Örneğin, giri rişi şile len n ka katl tlia iam, m, Rus usya ya’n ya nın çeş şit itli li böl ö ge gele leri le rind ri nde e ve tüm san a ay ayii merk kez ezle leri eri rind n e muaz nd muazza zam m ki kitl tle e gr grev ev vle leri rine ri ne ned e en olu lurr birkaç haftalık genel grevle sosyal
26
sayı: 48 • Mart 2009
devrimin tamamlanacağı yolundaki naif Bakuninci devrim anlayışına Engels’in yönelttiği haklı eleştirinin başına gelenler ortadadır. Engels’in 1873’te işçi hareketinin geri çekildiği koşullarda kaleme aldığı satırları içeriğinden tamamen kopartılmış ve reformist sosyal demokrat siyasetçilerin elinde, sınıfın genel grevini anarşistlikle suçlayan bir garabete dönüştürülmüştür. Oysa Marksizm, teorik çıkarsamaların somut koşullardaki değişime bağlı olarak mutlaka gözden geçirilmesini şart koşar. Nitekim işçi sınıfının tarih sahnesine fiili kitle grevleriyle damgasını basmaya başladığı koşullarda genel grev konusunun mahiyeti de değişmiştir. Sınıf mücadelesinin değişime uğrayan yönlerini artık yeni gelişmeler ışığında analiz etmek zorunlu hale gelmiştir. İşte Rosa’nın da yapmaya çalıştığı bu olmuş ve kitle grevlerinin bundan böyle işçi sınıfının politik mücadelesinin en güçlü silahı olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Gelişen olayların zorlamasıyla, Alman sosyal demokrasisi 1905 Jena Parti Kongresinde kitle grevini işçi sınıfının en etkili mücadele araçlarından biri olarak yorumlayacaktır. Fakat bunu yapmak durumunda kaldığında bile, SPD liderliği bu eylem biçimini yalnızca parlamenter seçim hakkının savunulmasıyla sınırlar. Rosa haklı olarak, bu yaklaşımın kitle grevine tamamen bir savunma karakteri kazandıracağını ve kitle grevi gibi önemli bir eylem biçimini parlamentarizmin kuyruğu haline getireceğini belirtir. Ayrıca Alman sosyal demokrasisinin, kitle grevini sanayi proletaryasının bir defaya mahsus olarak gerçekleştirdiği kusursuz bir siyasal grev gibi algılayıp kabul etmesi de ibret vericidir. Oysa tam bir anlaşma, disiplin, düzen ve önceden belirlenmiş kesin bir bilanço temelinde gelişip tamamlanacak bir kitle grevi anlayışı saçma ve şematiktir. Bu tür ölü şemaların, Rusya’da yaşanan gerçek kitle grevleri deneyimiyle de bir ilgisi bulunmamaktadır. Rosa’nın altını çizdiği gibi, “eğer Rus devrimi bize bir şey öğretmişse, o da hepsinden önce kitle grevinin suni olarak ‘yapılamayacağı’, gelişigüzel ‘karar verilemeyeceği’, ‘propagandasının yapılamayacağı’, aksine, onun, belirli bir uğrakta tarihsel zorunluluk olan sosyal koşullardan çıkan tarihsel bir görüngü olduğudur.” (R. Luxemburg, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar, Z Yay., Kasım 1990, s.16) Nesnel faktöre yapılan bu vurgu, yanı sıra öznel faktörün öneminin de belirtilmesiyle bütünlenir. Sınıfın devrimci partisi kuşkusuz pasif bir şekilde olayların gelişmesini ve devrimin günün birinde gökten zembille inmesini bekleyemez. Öncü, olayların gelişimini genel eğilimler itibariyle önceden kestirmek, örgütlü gücüyle sürecin gelişimini olumlu biçimde etkileyip hızlandırmakla yükümlüdür. Fakat bu devrimci işlev, sınıfın önüne damdan düşer gibi kimi devrimci şiarları atmakla yerine getirilemez. Bu bakımdan, “kitle grevi” veya “genel grev” ya da “işçi denetimi ve yönetimi” gibi mücadele sloganlarının, her hal ve koşulda geçerli olabilecek sihirli formüller olmadığı bilinmelidir. Bunlar fiili eylem çağrıları olarak, ancak sınıfın
marksist tutum
içinde gün be gün ilerletici bir çalışma yürütmekle, devrimci şiarların anlamını ve gerekliliğini sınıfın örgütlü ve fiilen başı çeken bir kesimine kavratmakla etkili hale gelebilirler. Diğer yandan, kuşkusuz, sınıf mücadelesinin akışını belirleyen somut koşulların varlığı ve etkisi asla göz ardı edilemez. Tarihin akışını önceden planlanmış “düzenli ve disiplinli” eylemler olarak algılayanların, sınıf mücadelesinin seyrini ve yaşanan gelgitlerin anlamını da doğru şekilde kavrayamayacaklarını söylerken haklıdır Rosa. Sınıf mücadelesinin düz bir çizgi üzerinde seyretmesi olanaksızdır. İşçi sınıfının kapitalist düzene karşı kitlesel mücadelesi uzun süren durgunluk dönemlerinin yanı sıra, bilinç ve örgütlülük düzeyinde ani sıçramalar yaratan patlamalı kesitleri de içerir. Nitekim Rusya’da Petersburg proletaryasının ani isyanı da, Rosa’nın ifadesiyle, milyonlarca işçinin sınıf bilincini ve sınıf duygusunu adeta bir elektrik şokuyla uyandırarak sınıfın kitlesine yönelik güçlü bir etkide bulunmuştur. Açıktır ki, siyasal nitelikli ve bütünsel görünümlü bir genel grevin, mücadelenin ilerleyişi içinde pek çok ekonomik greve bölünerek kitleye yayılmasında olumlu taraflar vardır. O halde, sınıfın uyuyan kitlesini uyandıran bu gibi yön değişikliklerini fırsatların kaçırıldığı bir gerileme olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Mücadelenin bu tür seyirleri bir yerde eşyanın doğası gereği geçilen momentlerden ibarettir. “Kitle grevi” veya “genel grev” ya da “işçi denetimi ve yönetimi” gibi mücadele sloganlarının, her hal ve koşulda geçerli olabilecek sihirli formüller olmadığı bilinmelidir. Bunlar fiili eylem çağrıları olarak, ancak sınıfın içinde gün be gün ilerletici bir çalışma yürütmekle, devrimci şiarların anlamını ve gerekliliğini sınıfın örgütlü ve fiilen başı çeken bir kesimine kavratmakla etkili hale gelebilirler. Rusya’da devrimci süreç, büyük bir politik grevden yüzlerce ekonomik greve ya da yüzlerce ekonomik grevden büyük ve etkili bir politik kitle grevine yürümüş olan çeşitli örneklerle doludur. Bu bakımdan bu tarihsel kesit, vaktiyle Rosa’nın kitle grevleri bağlamında çeşitli dersler çıkarmış olmasını da tamamen anlaşılır kılan biçimde eğiticidir. Rusya’da işçi sınıfı, 1905 kitlesel grev dalgasıyla çeşitli sektörlerde ücret artışları sağlamış ve daha da önemlisi çok sayıda bölgede sekiz saatlik işgünü hakkını elde etmiştir. Daha Avrupa’nın pek çok ülkesinde sekiz saatlik işgünü hakkı kazanılmamışken, Rusya’da bunu mümkün kılan işçi sınıfının kitlesel mücadelesi olmuştur. O işçiler ki, uzun yıllar boyunca Çarlık rejiminin zulmü altında her türlü haktan ve örgütlülükten yoksun biçimde ezilip sersemletildikleri için mücadele edebileceklerine inanılmayan, hatta kendilerinin bile “bizden adam olmaz” diyerek kendilerinden umut kestiği işçilerdir. Tarih “olmaz” diye bir şeyin olmadığını, korkularından ve ataletlerinden sıy-
27
marksist tutum
rılan işçi-emekçi kitlelerin inanılmaz mucizeler yarattıklarını kanıtlayan deneyimlerle doludur. Geçmiş dönemlerde yaşananlar günümüzde yaşanacak olanlara da ışık tutmaktadır. 1905 Rusya’sında yaşanan bazı kitle grevleri sınıf mücadelesinin karmaşık doğasını sergilemesi bakımından öğretici yönler içerir. Bu bakımdan öncelikle dikkat çeken hususlardan biri, egemen güçlerin baskı ve katliamlarının her zaman aynı sonucu yaratmayacağıdır. Kitlenin henüz korkusundan sıyrılamadığı ve kendi gücünü fark etmeye zaman bulamadığı koşullarda, bir kitle eyleminin baskı ve zulümle parçalanması müthiş bir gerileme yaratabilir. Fakat ok bir kez yaydan çıktıktan ve kitlede sınıf duygusu ve dayanışma azmi uyandıktan sonra sonuç tam tersi olabilmektedir. İkinci durumda egemen sınıfın baskı ve tehditleri, gerilemeye hiç de niyeti olmayan kitlenin öfkesini ve mücadele azmini büsbütün bilemekte ve proleter mücadeleyi daha da ileri fırlatmaktadır. Örnekse, Kasım 1905’te Kronstadt bahriyelilerinin ve askerlerin ayaklanmasını takip eden olaylar hatırlanabilir. Egemen güçler görünürde isyanı bastırmış ve 1500 bahriyeli ile birkaç yüz askeri bir askeri mahkemedeki yargılama neticesinde ölüme mahkûm etmişlerdir. Ancak Petersburg işçilerinin dayanışma grevi bahriyelileri ve askerleri kurşuna dizilmekten kurtaracaktır. İşçi kitleleri arasında mücadele birliği ve sınıf dayanışması duygularının belirip yoğunlaşmaya başlaması, devrimci bir dönemin de başlıca
28
Mart 2009 • sayı: 48
göstergelerinden biridir. Rusya’da işçi sınıfının küçük bir kesiminin sorununun bile giderek sınıfın geneli tarafından dert edilmesi ve bu temelde kitle grevlerinin yükselmesi, devrimci sürecin bereketli bir ürünü olmuştur. Fakat unutulmasın ki, bu tür örnekler yalnızca görkemli bir işçi devriminin yaşandığı Rusya’ya özgü değildir. Benzer yaygınlık ve düzeylerde olmasa da, pek çok ülkede proletarya devrimci süreçler içinde benzeri sınıf davranışları göstermiş ve sınıfın tarihine olumlu deneyim örneklerinin kaydını düşmüştür. Türkiye’de de 1980 öncesinin devrimci yükseliş ve mücadele günlerinde işçiler kesimsel ekonomik mücadele anlayışının ötesine geçerek bütünsel bir sınıf oluşturduklarını duyumsamışlar ve çeşitli dayanışma grevleri sergilemişlerdir. Kaldı ki günümüzde de işçi sınıfının uzun süren bir karanlıklar döneminin zincirlerini kırmaya başlamasıyla birlikte, sınıfın kitlesi içinde sınıf bilinci ve sınıf dayanışması duygusunun yine boy vermeye başladığı açıktır. Rusya’da Ocak 1905’ten Aralık ayına uzanan o kısacık süreçte proletaryanın bağrında gerçekleşen bilinç sıçraması da muazzam bir örnek teşkil eder. Ekimde demiryolu işçilerinin başlattığı görkemli genel kitle grevi, artık politik bilinç unsurunun önemli rol oynadığını ortaya koymuştur. Rosa’nın deyişiyle, Ocak grevinin önsözü politik özgürlük için Çarlık Sarayına yapılmış bir rica ziyaretiyken, Ekim grevinin şiarı “Çarlığın meşrutiyetçi komedisine son!” olur. Ancak 1905 devriminin ilerleyişi içinde kitle mücadelesinin tepe noktasını Aralık ayı eylemleri oluşturacaktır. İşçi sınıfı son derece kısa süren bir anayasa düşünden uyanır ve bu kez politik eylem Ocak ayında olduğu gibi yüzlerce ekonomik greve parçalanmaz. Bunun yerine, bu defa mücadele tamamen bir üst düzeye sıçrar. Mücadelenin diyalektik gelişimi, kitle grevinin Aralık ayında açık bir isyana dönüşümünde somutlanmıştır. Bu isyan, Moskova’yı dipten gelen muazzam bir dalgayla sarsan silahlı barikat ve sokak savaşları şeklinde seyreder. Böylece bir tepe noktasına ulaşan devrim, işçi sınıfının henüz yenecek güçte olmaması nedeniyle geri çekilecek ve Rusya 1906 yılıyla birlikte Duma (meclis) seçimleri ve Dumalı yönetim dönemine girecektir. Rosa’nın işaret ettiği gibi liberalizm yine ön plana çıkar ve bir kez daha konuşma, eylemin yerine geçer. Proletarya kendini daha yoğun bir gayretle sendikal mücadeleye ve örgütlenmeye adamak üzere bir müddet gölgeye çekilir. “Liberal retoriğin çatırdayan füzeleri gün be gün uçurulurken, kitle grevlerinin sesi duyulmaz olur.” (age, s.42)
Kitle grevleri deneyiminin dersleri Rosa Luxemburg Rus devrim deneyiminin kopmaz bir parçası olan kitle grevlerine ilişkin pratiği başlıca kesitleriyle sergilemenin yanı sıra, bu yaşananlardan son derece önemli bazı genel sonuçlar da çıkarmıştır. Örneğin kitle grevleri politik ve ekonomik mücadelenin tüm evrelerini,
sayı: 48 • Mart 2009
devrimin tüm aşama ve uğraklarını içinde barındırır ve yansıtır. Çelişkilerle ve tezatlarla dolu devrim, en acımasız intikam sahnelerinin yanı sıra sürpriz ekonomik zaferleri de beraberinde getirir. Devrimci dalganın bu keskin iniş çıkışları arasında en değerli olan değişim, düzenin düşünsel çöküntüsüdür. Proletaryaya ekonomik ve politik mücadelesinde en sağlam teminatı sunan ve sıçramalı gelişim yaratan unsur ise, sınıfın moral ve kültürel büyümesidir. Devrimci dalgalanmalar içinde sınıfın kitlesini kucaklayan bir ekonomik mücadelenin, işçi-işveren ilişkisini değişikliğe uğrattığını ispatlayan örnekler Türkiye’de de 1980 öncesinde yaşanmıştır. Özellikle o dönemin militan grevler örneğini somutlayan DİSK/Maden-İş sendikasının pratiği, mücadelenin dönüştürücü gücü içinde işçilerin fabrika ve işyerlerinde nasıl başları dik gezmeye başladıklarını ortaya koyar. İşçiler patronlara, kendilerinin onayı alınmadan sorunların çözülemeyeceğini açıkça hissettirmeye koyulmuşlar ve toplu sözleşmelere çeşitli düzeylerde işçi kurullarının oluşturulması için maddeler ekletmişlerdir. Bu durum Rosa’nın devrimci dönemler için dediklerini çağrıştırır: “Bütün önemli sanayi merkezlerinin en büyük fabrikalarında, kendi kendine olmuş gibi, işverenin tek başına görüşmeye oturduğu ve tüm anlaşmazlıklara karar veren işçi kurulları oluşmuştur.” (age, s.35) Rosa’nın son derece yerinde bir tespitle belirttiği gibi, işten atılma tehlikesine karşı kendisine tam bir güvence verilmeden 1 Mayıs’ta hiçbir şekilde iş bırakmaya yanaşmayan bir sendikacı psikolojisiyle ne devrim ne de kitle grevi yapılabilir! Buna karşın, devrimci bir dönemin fırtınası içinde pek çok işçi, ihtiyatlı bir aile babasından, devrimci idealler için yaşamını bile feda etmeye hazır bir devrimciye dönüşebilmektedir. Bu noktada durup geçmiş dönemi değerlendirdiğimizde, 1980 öncesinde Türkiye’de işçi sınıfının biteviye yükselen mücadele ve grev dalgası karşısında burjuvazinin duyduğu korkunun hiç de boşa olmadığını anlayabiliriz. Sınıf mücadelesinden galip çıkabilmek için tarihten ders almaya çalışan yalnızca proletarya değildir. Kuşkusuz burjuvazi de kendi düzenini sarsan tarihsel örnekler üzerinde durmadan edemez. O yüzden, 1980’lere ilerleyen süreçte Türkiye toprakları burjuvazinin hiç de alışık olmadığı işçi eylemleriyle sarsılırken burjuvazi de boş durmamıştır. Yıllarca despotik devletin koruyuculuğuna alışmış ve bu yüzden korku eşiği bir hayli düşük olan, fakat zalimlikte de kimseleri aratmayan Türkiye burjuvazisi, kitle grevlerinden devrimlere yükselen tarihsel örnekleri hatırlamış ve faşizme sarılmıştır. Tarihsel deneyim, farklı tarihlerde ve birbirinden değişik koşullara sahip çeşitli ülkelerde işçi sınıfının mücadelesi karşısında sergilenen sınıfsal tutumların da aslında ne denli ortak noktalar içerdiğini gözler önüne serer. Günü-
marksist tutum
müzde kendi ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda sendika fonlarını har vurup harman savuran sendika bürokrasisinin, sıra militan grevlere geldiğinde sendika fonlarının yeterli olmadığı gerekçesiyle yan çizmesi geçmiş örnekleri hatırlatır. Vaktiyle Alman sosyal demokrasisi de, sendikalar ve onların fonları yeterince güçlü olmadan kitle grevlerinin başlatılmasının akılsız bir iş olacağını propaganda ederek mücadeleyi yokuşa sürmüştür. Rosa’nın bu sınıf işbirlikçi ve mücadele kaçkını tutuma verdiği yanıt bugün için de önemini korur: “Olası bir Alman kitle grevinin olası bir denemesi için, mutlak bir önkoşul olarak önceden ele geçirilemez bir kale gibi inşa edilmesi gereken sağlam örgütler, Rusya’da tam tersine kitle grevinden doğmuşlardır! Ve Alman sendikalarının koruyucuları, en çok, örgütlerinin devrimci bir kasırgaya kapılıp değerli bir porselen gibi gürültüyle parçalara ayrılmasından endişe duyarlarken, Rus devrimi bize bunun tam tersi bir tabloyu göstermektedir: Sokak savaşlarının, kitle grevlerinin kasırga ve fırtınasından, ateşinden, kızgın korundan, Venüs’ün deniz köpüğünden yükselişi gibi taze, genç, güçlü ve yaşam dolu sendikalar yükselmektedir.” (age, s.36) Alman sosyal demokrasisinin kitle grevleri konusunda geri basışını haklı göstermek amacıyla ileri sürdüğü, “yeterli fonlar var mı” gibi gerekçelere karşı Rosa’nın şu söyledikleri ne kadar çarpıcıdır: “Devrim öylesine muazzam halk kitlelerini sahneye taşır ki, hareketin masraflarının bir medeni hukuk davasında masrafların önceden çıkarıldığı gibi hesaplanması ve tanzim edilmesi tümüyle umutsuz bir girişim olarak görünür. … Gerçek, ciddi bir kitle grevi döneminin başladığı anda tüm ‘masraf hesaplamaları’ okyanusu su bardağı ile tüketmeye kalkışmaya dönüşür.” (age, s.53) Rosa’nın son derece yerinde bir tespitle belirttiği gibi, işten atılma tehlikesine karşı kendisine tam bir güvence verilmeden 1 Mayıs’ta hiçbir şekilde iş bırakmaya yanaşmayan bir sendikacı psikolojisiyle ne devrim ne de kitle grevi yapılabilir! Buna karşın, devrimci bir dönemin fırtınası içinde pek çok işçi, ihtiyatlı bir aile babasından, devrimci idealler için yaşamını bile feda etmeye hazır bir devrimciye dönüşebilmektedir. Rosa Luxemburg kitle grevleri deneyiminden dersler çıkarmaya çalışırken, günümüzdeki mücadele açısından da aydınlatıcı olan pek çok hususa dikkat çekmiştir. Belirttiği üzere, devrimci bir süreçte grev eylemi aslında bir an bile durmaz. Sadece biçimi ve etki alanı değişikliğe uğrayabilir. Kitle grevleri gerçekte devrimin canlı nabzıdır ve aynı zamanda onun en güçlü işletme çarkıdır. Bu nitelikteki kitle eylemlerinin bir partinin kararıyla icat edilmeleri olanaksızdır, bunlar genel bir uyanış dönemi geldiğinde yaşamın içinden fışkırırlar. Ancak kuşkusuz bu, devrimci ve önder rol oynayacak sınıf partisinin kitle grevleri de dahil olayların gelişimi üzerinde bir etkisinin olmadığı ve olmayacağı anlamına gelmez. Rosa da bu noktada gerçekliğin iki boyutunu birlikte
29
marksist tutum
düşünmüş ve olguyu diyalektik bütünlüğü içinde değerlendirmiştir. Kitle grevleri ancak, bu tür eylemleri yaşama geçirmeye muktedir azim ve kararlılıktaki işçiler tarafından gerçekleştirilebilirler. Ne var ki, devrimci bir dönemde işçi sınıfının önder partisine düşen son derece önemli bir görev vardır. Parti, sınıfın çeşitli mücadele biçimleriyle seyreden, kitlesel eylemler, ekonomik ve siyasal kitle grevleriyle ilerleyen süreçte politik idareyi ele alabilmelidir. Devrimci önderliğin “sonuca giden, kararlı, ileriye yönelik taktiği kitlede, güvende olduğu duygusunu, kendine güveni ve mücadele hevesini doğurur; proletaryanın küçümsenmesine dayanan zayıf, sallantılı bir taktik ise, kitleyi felç edecek ve şaşırtacak şekilde etki eder.” (age, s.54) İşçi sınıfı kendi devriminde, burjuva devrimlerde olmadığı biçimde doğrudan ve kitlesel bir rol oynamalı ve bu nedenle de siyasal iktidar tepeden değil mutlak tabandan kazanılmalıdır. Yalnızca bu kadar da değil, devrimci bir iktidarı var edip yaşatabilmek ve sosyalizme ilerleyebilmek için işçi demokrasisinin tesisi zorunludur. Kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizme geçiş için, proletaryanın komün tipi demokrasisi olmazsa olmaz bir koşuldur. Rosa, kitle grevleri çerçevesinde izlenen hareketin yalnızca ekonomik mücadeleden politik mücadeleye doğru değil, tersi yönde de seyredebileceğini belirtmekle hassas bir noktaya işaret etmiştir. Çeşitli örneklerin kanıtladığı üzere, büyük politik kitle eylemlerinin her biri, politik doruk noktasına ulaştıktan sonra ekonomik grevlerden oluşan muazzam bir kütleye dönüşür. Politik mücadelenin yayılmasıyla ve güçlendirilmesiyle ekonomik mücadele gerilemez, tersine güçlenir ve yayılır. Kısacası, devrimci bir dönemde sınıfın ekonomik ve politik mücadelesi arasında tam bir etkileşim vardır. Yine Rosa’nın altını çizdiği gibi, ekonomik mücadele politik bir düğüm noktasını bir diğerine iletendir; politik mücadele ise ekonomik mücadele için gerekli zeminin periyodik şekilde tohumlanmasıdır. Bu karşılıklı ilişki bağlamında nedenler ve sonuçlar her an konumlarını değiştirirler ve böylece ekonomik ve politik uğrak noktalarının birliği kitle grevini oluşturur. Devrim ve kitle grevleri arasındaki ilişkinin doğru biçimde ifadesi de büyük önem taşır. Rus kitle grevinin tarihi Rus devriminin tarihidir ve vaktiyle Rusya’da yaşanan olaylar bize kitle grevlerinin devrimci yükselişten ayrı düşünülemeyeceğini göstermiştir. Devrimi bir avuç öncünün değil kitlelerin yapacağı, Marksizmin en önde gelen kavrayışlarından biridir. “Her gerçek büyük sınıf mücadelesi en geniş kitlelerin desteğine ve katılımına dayanmak zorundadır ve sınıf mücadelesinin bu katılımı hesaba katmamış, sırf proletaryanın askeri disipline sahip küçük bir bölümünün güzel, uygun adımlarına dayandırılmış bir stratejisi daha başından acıklı bir fiyaskoya mahkûm edilmiştir.” (age, s.65) Rosa’nın dediği gibi, kitle grevlerini ciddi poli-
30
Mart 2009 • sayı: 48
tik eylemler olarak yalnızca örgütlü olanlarla gerçekleştirme planı tümden umutsuz bir plandır. Eğer kitle mücadelelerinde başarılı olmak isteniyorsa, proletaryanın en geniş katmanları birlikte mücadeleye çekilmelidir. Yine söz konusu dersler bağlamında Rosa’nın dile getirdiği bir tespit de ufuk açıcıdır: “Aydın Alman işçisinin sosyal demokrasi tarafından aşılanmış sınıf bilinci teoriktir, gizildir: Burjuva parlamentarizminin egemenliği döneminde sınıf bilinci genelde doğrudan kitle eylemi olarak işlev gösteremez.” Buna karşılık, “kitlenin politik sahnede bizzat göründüğü devrim içinde, sınıf bilinci, pratik ve aktif bir sınıf bilinci olur. Bunda dolayı 30 yıllık parlamenter ve sendikal mücadelenin Alman proletaryasına yapay olarak dahi vermeyi başaramadığı ‘eğitimi’, Rus proletaryasına devrim bir yılda vermiştir.” (age, s.67) Rosa Luxemburg kitle grevlerinin verdiği esinle, işçi hareketinin tarihsel akışı içinde mücadele araçlarının değişen biçim ve önemi konusuna eğilmiştir. Bu bağlamda vurgulamak gerekirse, burjuva devrimler çağından işçi devrimleri çağına geçişle birlikte barikat savaşlarının belirleyici öneminin yerini kitle grevleri almıştır. Kitle grevleri işçi sınıfının yalnızca örgütlenme kapasitesini artırmakla kalmaz, yanı sıra sınıfın entelektüel gelişimini de hızlandırır. Bu bakımdan Rosa bu eylem biçimini, siyasal iktidarın devrimci fethi ve kapitalist sömürüye son vermede temel mücadele biçimi olarak değerlendirmiştir. Rosa Luxemburg 1918 Alman devriminin ilerleyişi içinde de kitle grevlerinin önemli yönlerine dikkat çekecektir. Burjuva siyasal taleplerle başlayan bir devrimin sosyalist devrime dönüşümünde kitle grevleri vazgeçilmez bir role sahiptir. Rosa Spartakist Ligin Kuruluş Söylevi’nde sosyalizm için savaşın, kapitalizme karşı göğüs göğse bir mücadeleyle, her fabrikada, her işletmede işçileri patronlarının karşısına dikerek yalnız ve yalnızca kitlelerce yürütülebileceğini vurgular. Devrim işte ancak o zaman sosyalist bir devrim kapsamına ulaşabilecektir. Unutulmamalı ki, proleter devrim sömürüye ve sınıf olgusuna son verecek derin bir tarihsel eylemdir. İşçi sınıfı kendi devriminde, burjuva devrimlerde olmadığı biçimde doğrudan ve kitlesel bir rol oynamalı ve bu nedenle de siyasal iktidar tepeden değil mutlak tabandan kazanılmalıdır. Yalnızca bu kadar da değil, devrimci bir iktidarı var edip yaşatabilmek ve sosyalizme ilerleyebilmek için işçi demokrasisinin tesisi zorunludur. Kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizme geçiş için, proletaryanın komün tipi demokrasisi olmazsa olmaz bir koşuldur. Tarih tarafından doğrulanan ve işçi sınıfının kitlesel gücü ve mücadelesi bağlamında Rosa tarafından da parlak biçimde dile getirilen tüm bu dersler külliyatı günümüzde de enternasyonalist komünist siyasetin köşe taşları olmayı sürdürüyor. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
G
ezegenimizin dört bir yanında her gün binlerce insanın katledildiği savaşlar emekçiler için korkunç bir yıkım anlamına gelirken, savaş makinesi, burjuvazi tarafından ekonomiyi canlandıracak bir doping aracı olarak kullanılıyor. Emperyalist devletler ekonomik durgunluktan kurtulmak için savaş harcamalarını alabildiğine körüklerken, silah tekelleri akıl almaz kârlar elde ediyor ve bu kârları sürekli kılmak için daha fazla savaş, daha fazla kan arzusuyla yanıp tutuşuyorlar: “Askeri harcamalar, (…) kapitalist çıkarlar açısından bakıldığında, ekonomiye olumsuz bir yük teşkil etmek bir yana ekonomik işleyişi hızlandırıcı ve durgunluktan çıkarıcı bir çarpan hizmeti görürler. Bu nedenle, günümüz benzeri kritik dönemlerde kamuoyunu aldatmak için dışarıya ve basına hangi tür haber sızdırılırsa sızdırılsın, finans kapital zirvelerinde kapalı kapılar ardında savaşların nasıl sona erdirileceği ya da askeri harcamaların nasıl kısılacağı gibi konular değil, tam tersi konular tartışılıp karara bağlanır. Kimi entelektüeller ABD emperyalizminin artan savaş harcamaları nedeniyle artık Ortadoğu’da veya Kafkasya’da, Afganistan’da vb. savaşları sürdüremeyeceği ve dolayısıyla barışçı bir politikaya geçiş yapacağı türünden görüşlerle oyalanadursunlar, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk tehlikesine karşı savaş makinesini nasıl körüklediği ortadadır.” (Elif Çağlı, Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler, MT, Ekim 2008)
Emperyalist Savaş Makinesi Körükleniyor İlkay Meriç
31
marksist tutum
Başta ABD olmak üzere tüm dünyada son yıllarda hızla tırmanışa geçen silahlanma harcamaları, bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gösteriyor. Emperyalist savaşı sona erdireceği yanılsaması yayılan Obama, koltuğa oturuşunun üzerinden daha bir ay geçmeden Afganistan’a 17 bin asker daha gönderme kararı aldı. NATO ise tüm üye ülkelere Afganistan’daki asker sayılarını arttırma çağrısı yaptı. Savaş Afganistan’da sona ermek bir yana her geçen gün bir parça daha yayılarak Pakistan’a sıçramış bulunuyor. Ortadoğu’da Irak ve Filistin ateşi hiç sönmeyen cepheler haline gelmişken, her türlü emperyalist kışkırtmayla Suriye ve İran da savaşın içine çekilmeye çalışılıyor. İran’ın ve Suriye’nin Hamas’ı silahlandırarak İsrail devletine karşı ölümcül bir tehdit oluşturduğunu iddia eden ikiyüzlü emperyalistler ise, milyarlarca dolarlık silah satışlarıyla bölgeyi bir cephanelik haline getirdikleri gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Emperyalist savaşın yayılıp derinleşmesine paralel olarak son on yılda hızla artmaya başlayan silahlanma harcamaları dünya ölçeğinde İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en yüksek düzeye ulaştı. “Soğuk Savaş”ın sona ermesini takip eden yaklaşık on yıllık dönemde silahlanma harcamalarında gözle görülür bir düşüş yaşanırken, 1998’de bu eğilim tersine dönmüş, 2001’de ise yükseliş eğrisi belirgin bir biçimde dikleşmeye başlamıştı. 2007 yılında dünyada askeri harcamaların toplamı 1,3 trilyon doları geçti. Aynı yıl, ABD 547 milyar dolar; İngiltere 59,7 milyar dolar; Çin 58,3 milyar dolar; Fransa 53,6 milyar dolar; Japonya 43,6 milyar dolar; Almanya 36,9 milyar dolar; Rusya 35,4 milyar dolar; İtalya 33,1 milyar dolar; Hindistan 24,2 milyar dolar; Avustralya 15,1 milyar dolar; Kanada 15,2 milyar dolar; İspanya 14,6 milyar dolarlık askeri harcama gerçekleştirdi. Ortadoğu’da ise 33,8 milyar dolarla askeri harcama rekoru kıran Suudi Arabistan’ı, 12 milyar dolarla İsrail; 11 milyar dolarla Türkiye; 6,5 milyar dolarla İran; 5,7 milyar dolarla Suriye ve 2,7 milyar dolarla Mısır takip etti.* Bu tablo, ABD’nin, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesinde bir koçbaşı olarak kullandığının da çarpıcı bir kanıtıdır. ABD’nin Ortadoğu’daki kuklası Suudi Arabistan, askeri harcamalar bakımından Rusya, İtalya ve Almanya gibi büyük emperyalist güçlerle boy ölçüşürken, İsrail ve Türkiye, bölgenin diğer cephanelikleri konumundadır. Türkiye Savunma Sanayii Müsteşarlığının 2009 yılı “performans programı”na göre, sözleşmesi imzalanıp uygulamaya konulan 74 adet “tedarik projesi”nin toplam bedeli 15 milyar dolar civarındadır. Benzer şekilde İsrail ordusu da, 2009-2012 yılları arasında toplam bedeli 60 milyar doları bulacak devasa bir askeri harcama yapmayı (ABD silah tekellerinden, tanesi 500 milyon dolar civarında olan savaş gemilerinin alımı) planlamaktadır. Sadece bu rakamlar bile, ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle beraber Ortadoğu halkları için nasıl bir ölümcül tehdit arz et-
32
Mart 2009 • sayı: 48
tiğini çıplak bir şekilde göstermeye yetiyor.
Silah tekelleri daha fazla kan istiyor ABD Başkanı Eisenhower, 1961’de başkanlıktan ayrılırken yaptığı veda konuşmasında şunları söylüyordu: “Müthiş bir askeri yapının ve büyük bir silah sanayiinin ekonomik, siyasi ve hatta manevi etkisi, her kentte, her meclis binasında, federal hükümetin her ofisinde hissedilmektedir. Bu durumun ağır sonuçlarını kavramalıyız. (…) Bu sınai-askeri yapının hükümet üzerinde sınırsız etki sahibi olmasına karşı uyanık olmalıyız. İktidarın yanlış ellere kaymasının yaratacağı felâket ihtimal dahilindedir ve bu ihtimal her zaman var olacaktır.” Eisenhower, silah tekellerinin tüm devleti kuşatan devasa bir güç olduğunu itiraf etmekle birlikte, sanki o sırada iktidar “yanlış eller”de değilmiş ya da söz konusu felâket tüm korkunçluğuyla defalarca yaşanmamış gibi, bir “felâket ihtimali”nden söz ediyordu. Oysa o zaman da, tıpkı öncesinde ve sonrasında olduğu gibi, gerçek iktidar, tekellerin ve bunların en güçlüsü olan savaş tekellerinin elindeydi ve yüzyılın başından ortasına kadar 100 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan iki dünya savaşı felâketi yaşanmıştı. Bunun yanı sıra sayısız bölgesel savaşta milyonlarca insan katledilmişti. Şimdilerdeyse her gün bir yenisinin patlak verdiği bir bölgesel savaşlar zinciri biçimine bürünen üçüncü büyük emperyalist paylaşım savaşı yine aynı güçler tarafından körüklenmekte ve dünyanın her köşesi cehenneme çevrilmektedir. Atılan bombalar, kullanılan silahlar, tanklar, toplar, uçaklar, füzeler, milyonlarca emekçiye korkunç felâketler yaşatırken, tüm bunlar savaş baronları açısından daha fazla talep, daha fazla satış, daha çok kâr anlamına gelmektedir. En Büyük 10 Silah Tekelinin 2006 Yılı Satışları (milyar $) Boeing (ABD) Lockheed Martin (ABD) BAE Systems (İngiltere) Northrop Grumman (ABD) Raytheon (ABD) General Dynamics (ABD) EADS (Fransa, Almanya, İspanya) L-3 Comm. (ABD) Finmeccanica (İtalya) Thales (Fransa)
30,7 28,1 24,0 23,7 19,5 18,8 12,6 9,9 8,9 8,2
Silah tekelleri için savaşlar aynı zamanda bir deney ve gösteri alanı niteliği de taşıyor. On binlerce insanın üzerinde test edilen yeni silahların yanı sıra, mevcut silahların da canlı yayınlardan reklâmının yapıldığı bir gösteri sahnesidir söz konusu olan. Son Gazze katliamı bunun en yakın örneğidir. 1,5 milyon Filistinlinin yaşadığı Gazze, üzerin-
sayı: 48 • Mart 2009
marksist tutum
Son Gazze katliamında, geceyi gündüze çevirircesine ve bir havai fişek gösterisi yapılıyormuşçasına ışık saçan ABD menşeli fosfor bombaları yüzünden yaşamını yitirip ağır yanıklarla yaralanan binlerce Filistinli, emperyalist savaşın kirli amaçları uğruna kurban edilmelerinin yanı sıra bir de bu bombalar için kobay olarak kullanılmışlardır. de kocaman harflerle USA yazan yeni bombaların insanlar üzerindeki etkilerinin denendiği bir test sahasına dönüştürülmüştür. Geceyi gündüze çevirircesine ve bir havai fişek gösterisi yapılıyormuşçasına ışık saçan ABD menşeli fosfor bombaları yüzünden yaşamını yitirip ağır yanıklarla yaralanan binlerce Filistinli, emperyalist savaşın kirli amaçları uğruna kurban edilmelerinin yanı sıra bir de bu bombalar için kobay olarak kullanılmışlardır. Emperyalizm tekellerin egemenliğindeki kapitalizm demektir ve çağımızda silah tekelleri bu tekellerin en güçlüleri arasında yer almaktadır. AEG, Daimler-Benz, Man, Krupp, General Motors, General Electric, IBM, Simens gibi adını çok farklı alanlardaki üretimleriyle duyurmuş dünya devleri, aynı zamanda silah üretimi alanında faaliyet gösteren büyük tekellerdir. Bunların hisse senetleri ise kârlı yatırım araçları olarak tüm dünyada yüzlerce şirketin portföylerine dağılmıştır. Emperyalizm çağında, savaş, bir yandan körüklenen askeri meta üretimi sayesinde ekonomik canlanma sağlarken, diğer yandan yeni pazarlar elde edilmesini ya da mevcut pazarların derinleştirilmesini sağlayan bir araçtır da. New York Times gazetesinde Amerikan emperyalizminin borazanlığını yapan Thomas Friedman, McDonald’s gibi en masum görünen tekellerin büyümesi için bile McDonell Douglas gibi silah tekellerinin varlığının zorunlu olduğunu şu sözlerle dile getiriyordu: “Küreselleşmenin işleyebilmesi için Amerika sınırsız bir süper güç olarak hareket etmekten korkmamalıdır. Piyasanın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan asla işleyemez; McDonald’s, F-15’leri imal eden McDonnell Douglas olmaksızın büyüyemez. Ve dünyayı Silikon Vadisi teknolojileri için güvenli kılan gizli yumruk ABD ordusudur…” Böylece “piyasanın gizli eli”nin gerçekte ne olduğuna da açıklık getirmiş olan Friedman, Irak savaşını, “Marshall Planından bu yana ABD’nin en önemli liberal, devrimci, demokrasi inşa projesidir” diyerek selamlıyor ve “ABD’nin şimdiye dek dışarıda giriştiği en soylu işlerden birisi” ola-
rak niteliyordu. Bu “soylu iş” sayesinde silah tekelleri milyarlarca dolar kâr etti, Irak halkının geleceği onyıllar boyunca Amerikan ve İngiliz petrol tekellerine ipotek edildi, silah tekelleri büyürken bir yandan da onların “F-15”leri aracılığıyla inşaattan gıdaya her alanda emperyalist tekellere yeni pazar alanları yaratıldı. Friedman’ın sözünü ettiği “gizli yumruğun” 1 milyondan fazla Iraklıyı katletmesi ve binlerce yıllık uygarlık mirasını yerle bir etmesi ise söz konusu “demokrasi inşa projesi”nin kefareti olsa gerekti! Tekellerin çıkarları için yüz binlerce insanın katledilmesini “soylu bir iş” olarak değerlendirenlerin egemenliğinin cisimleştiği kapitalizmden insanlık adına en ufak bir hayır beklenebilir mi? “Hamburger” satmak için bombardıman uçaklarını seferber etmekten çekinmeyen böylesi korkunç bir sömürü sisteminin barışçıl olmasını ummak mümkün müdür? Emperyalizm çağıyla birlikte tarihsel olarak tüm ilerici misyonunu yitirip toplumsal yaşamı çürüten kokuşmuş kapitalizmden, barış, demokrasi, özgürlük ve vicdan bekleyenler, son bir asırda milyarlarca insanın bizzat bu sistemin yarattığı felâketlere kurban edilmelerine göz yuman ikiyüzlülerdir. Böylesi kapitalizm özürcülerinin tek misyonu, bu kanlı sistemi emekçi kitlelerin gözünde aklayarak, onların yaşadıkları acılara sessizce katlanmalarını ve egemenlere boyun eğmelerini sağlamaktır. Bu sistem kendi haline bırakılırsa, üreteceği tek şey, insanlık için daha fazla acı, daha fazla felâket ve sınırsız bir yıkım olacaktır. İnsanlığı yeni felâketlerden ve sonsuz yıkımdan kurtarabilecek tek güç, kapitalizmi alaşağı etmek üzere ayağa kalkacak devrimci işçi sınıfıdır. Ve onun tek bir bedende cisimleşmiş güçlü yumruğu karşısında hiçbir “gizli yumruk” ayakta duramayacaktır!
________________________ * Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2008 Yıllığı, www.sipri.org
33
Ekim Devrimine Giden Süreçte İşçi Denetimi Deneyimi Utku Kızılok
Devrim, komiteler ve işçi denetimi 1917’nin Şubatında başlayan Rus devrimi kurulu düzeni temellerinden sarsmış, toplumun hemen her kesimini ve işçi sınıfının tüm katmanlarını devrimci sürecin içine çekmişti. Devrimci kitleler, Çarlığın yerle yeksan olduğu ilk günden itibaren siyasal iktidarın fethi sorunuyla karşı karşıya geldiler. Devrim ya proletaryanın iktidarına ilerleyecek ya da karşı-devrimle son bulacaktı! Savaşın yıkıcı ve yok edici etkisi, kıtlık ve açlık, işçilerin uzun ve yıpratıcı çalışma koşulları, askerlerin aşağılanmasına yol açan ordunun pederşahi yapısı, yoksul köylünün toprağa olan ihtiyacı devrim sürecinin dinamiklerini oluşturuyordu. Devrim kıvılcımının çakılmasıyla kitleler adım adım her alanda inisiyatifi ele almaya başlamışlardı. 1 Martta yayınladığı bildiriyle askerlere komiteleşme çağrısı yapan ve orduyu demokratikleştiren Petrograd Sovyeti, 7 Martta işyerleri komitelerinin kurulması için harekete geçilmesi talimatını veriyordu: “Fabrika ve atölye yönetiminin denetlenmesi, işgücünün uygun biçimde örgütlenmesi için, fabrika ve atölye komiteleri derhal kurulmalıdır. Bunlar, işgücünün boşa harcanmamasını ve tesislerdeki çalışma koşullarının düzeltilmesini sağlamalıdır.” (akt:Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi, Sovyet Deneyimi, Belge Yay., s.25) Sovyetlerin yönetiminde çoğunluk olan Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, devrimin burjuva sınırların ötesine geçmesine karşı çıktıkları halde bu kararları almak zorunda kalmışlardı ve devrimci kitlelerin zoruyla daha bu tip birçok karar alacaklardı. Şubattan önce ya da o ay içinde kurulan çok sayıda
34
grev komitesi, kendiliğinden ayaklanma komitelerine dönüşmüştü. Devrimin Çarlığa galebe çalmasıyla birlikte, işçiler, ayaklanma organına dönüşen grev komitelerinden hareketle pek çok işyerinde kendiliğinden komiteler kurdular. Sovyetlerin çağrısı komiteleri devrimci organlar olarak meşrulaştırmış, tüm işçileri yeni komitelerin kurulması yönünde harekete geçirmişti. Devrimin ilk günlerinde komitelerin çekirdeğini oluşturan ve örgütleyenler aynı zamanda sovyete seçilen işçi delegelerdi. Çok değil devrimin üzerinden bir ay bile geçmeden komiteler her işyerinde kurulmuş, sovyetler ve komiteler aracılığıyla devrimci işçi kitleleri özel ve devlet sektörünün tüm katmanlarında muazzam bir örgütlü güce ulaşmış ve yaşamın her alanına damgalarını basmaya başlamışlardı. Devrimci kitlelerin yegâne iktidar organı olan sovyetler ile burjuva Geçici Hükümetin karşı karşıya gelmesinde cisimleşen siyasal alandaki ikili iktidar, kaçınılmaz olarak, fabrikalarda da bir ikili iktidarın ortaya çıkmasına neden oldu. Komiteler devrimin kazandırdığı meşruiyetle, fabrikalarda ikinci bir yönetim olarak hareket etmeye ve kapitalistlerin tüm kararlarına müdahale etmeye başlamışlardı. Bu müdahalelerin ilk evresini işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi oluşturmaktaydı. Temel istemlerden bazıları şunlardı: Çalışma saatlerinin sekiz saate düşürülmesi, ücretlerin yükseltilmesi, parça başı ödeme sisteminin kaldırılması, erkeklerle kadınlara eşit ücret ödenmesi, işten atılan işçilere tazminat verilmesi, işçilerin yönetim tarafından aşağılanmaması ve işyerlerindeki çalışma koşullarının düzeltilmesi. Buna mukabil, burjuvaziyle savaşımın mihenk taşını
sayı: 48 • Mart 2009
üretimin kontrolü meselesi oluşturuyordu. Devrimi boğmak üzere kapitalistlerin her türlü entrikaya başvuracağını bilen işçi yığınları, gerek bunu önlemek gerekse taleplerini kabul ettirmek amacıyla üretimde işçi denetimini hayata geçirmek istiyorlardı. Üretimde işçi denetiminin kapsamı şöyle formüle edilmişti: Üretim alanı, siparişler, stoklar, hammaddeler, şirket belgeleri ve muhasebe defterleri komiteler üzerinden işçilere açılmalıdır! Bunun yanı sıra, çalışma saatleri, ücretler, işe alma ve işten çıkartma, tatiller ve benzeri meselelerin karara bağlanmasında da komitelerin onayının alınması talep ediliyordu. İlerleyen aylarda kapitalistlerin giriştiği sabotajlar, işçi denetimi için mücadelenin ne denli önemli olduğunu gözler önüne serecekti. Devrimci kitleler birçok noktada patronların rızasını almaya gerek duymuyorlardı, gerçek gücün kendilerinde olduğunun farkındaydılar ve kararlarını fiilen hayata geçiriyorlardı. Örneğin işçileri aşağılayan, onları köle ve hatta hayvan yerine koyan ve komiteleri dikkate almayan yöneticiler derhal işten çıkartılıyordu. İşçilerin en acil istemlerinden birisi, sekiz saatlik işgününün hiç zaman yitirilmeden uygulanmasıydı. Nitekim Çarlığın yıkılmasının ardından Petrograd ve Moskova’da birçok işyerinde işçiler, hükümetin kararını beklemeden sekiz saatlik işgününü fiilen uygulamaya koydular. Devrimci kitlelerin bu fiili tutumu karşısında Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin yönetimindeki sovyetler, 10 Martta burjuva hükümetle bir anlaşma imzalayarak sekiz saatlik işgününü Petrograd işçileri için yasallaştırdı. Ancak patronlara sekiz saatlik işgününü kabul ettiren bu anlaşma değil, devrimci işçi yığınlarının zoruydu; yine de bu sorun Ekim’e kadar tam anlamıyla çözülemedi ve patronlar ile işçiler arasındaki savaşımın önemli bir ayağını oluşturmaya devam etti. Ayrıca 10 Mart anlaşmasıyla; eşit, gizli ve herkese açık oylama ile seçilecek işyeri komitelerinin oluşturulmasına da izin veriliyordu. Ancak bu izin, komitelerin görevlerini sendika işyeri temsilciliğine indirgeyen bir düzenlemeyle birlikte verilmişti ve ilerleyen günlerde Geçici Hükümet, bu sınırlama çerçevesinde komiteleri resmen tanıdı. Ama komiteler meşruiyetlerini burjuva hükümetin verdiği izinden değil devrimci kitlelerden alıyorlardı ve hiçbir şekilde bu sınırlamayı tanımadılar. 2 Nisanda bir konferans yapan Petrograd savaş sanayii işçileri komitelerinin temsilcileri, yayınladıkları bildiride fabrika içi örgütlenmeyi ilgilendiren bütün yönergelerin ve idari personelin aldığı bütün kararların işyeri komitelerinin onayından geçmesi gerektiğini ilan ediyor ve şöyle diyorlardı: “Fabrika Komitesi idari, ekonomik ve teknik alanlarda yönetsel faaliyetleri denetler… Fabrika Komitesi’nin temsilcilerine bilgi amacıyla yönetimin bütün resmi belgeleri, üretim stokları ve fabrikaya giren veya fabrikadan çıkan bütün kalemlerin ayrıntıları verilmelidir.” (akt: Maurice Brinton, Bolşevikler ve İşçi Denetimi, Ayrıntı Yay, s.26) 15 Nisanda Petrograd’da yapılan bir başka konferansta ise işyeri komitelerinin işleyiş kurallarını ve görevlerini ele
marksist tutum
alan bir taslak hazırlandı ve böylece işçi denetimi tüm işyerlerinde belirli düzeylerde ortaklaştırılmış oldu. Devrimci kitleler şimdilik önlerine üretimin denetlenmesi meselesini koymuşlardı ve komiteler de bu kapsamda hareket etmekteydiler. Lakin üretimin denetlenmesinin ilânihaye sürmeyeceği ve bunun yönetime doğru ilerletilmesi gerektiği düşüncesi gün geçtikçe işçiler nezdinde bilince çıkıyordu ve bu hedefe yönelik bildiriler yayınlanıyordu. Bu hedefi işaret eden ilk bildiri 24 Nisanda, on binlerce işçinin çalıştığı ve Bolşeviklerin önemli ölçüde destek gördüğü Putilov fabrikası işyeri komitesinden geldi: “Belirli tesislerdeki işçiler bir yandan öz-yönetimi öğrenirken, bir yandan da kendilerini, fabrikaların özel kişilere ait olması sisteminin yıkılacağı ve üretim araçlarının işçi sınıfına devredileceği güne hazırlamaktadırlar. Şu anda sadece küçük ayrıntılarla uğraşıyor olsak bile, işçilerin gerçekleştirmek için mücadele verdikleri bu büyük ve önemli amaç, her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.” (akt: Carmen Siriani, age, s.36) Dağınık durumdaki fabrika komitelerini bir çatı altında toplamak amacıyla, çoğunlukla Bolşeviklerden oluşan Petrograd’daki komite temsilcileri, kent düzeyinde bir konferans yapılması için harekete geçmiştiler. Nitekim 29 Nisanda Putilov fabrika komitesi bu temelde bir çağrı yayınladı. Konferans 30 Mayıs ile 5 Haziran arasında yapılacaktı. Devrimci kitleler sürekli olarak muazzam bir kaynama içindeydiler: İşyerlerinde, sovyet merkezlerinde, mahallelerde, kışlalarda, cephelerde ve köylerde toplantılar
35
marksist tutum
yapıyor, sorunlarını ele alıyor ve olayların gidişatına müdahale ediyorlardı. Olayların bu baş döndürücü gelişimi içinde, işçi denetiminin organları olarak komiteler, Nisanın sonuna doğru devrimin gidişatını belirlemeye başlayan bir düzeye yükseldiler.
Lenin, Bolşevikler, Menşevikler ve işçi denetimi İşçi sınıfının iktidarı almaya hazır olmadığını, sosyalist devrimden önce burjuva devriminin tamamlanması gerektiğini söyleyen Menşevikler, sovyetlerin tüm iktidarı almasına da, üretimde işçi denetimine de karşıydılar. Menşevikler ve Sosyal Devrimcilere göre sovyetler “devrimci demokrasi”nin organlarıydılar ve bu organlar, burjuva devriminin tamamlanması için Geçici Hükümete baskı uygulamalıydılar. Esasında Stalin-Kamanev ikilisinin başında bulunduğu Bolşevik Petrograd örgütü de, Bolşevik işçilerden farklı olarak, başlangıçta Menşeviklerle aynı görüşteydi. “Geçici Hükümet fiiliyatta devrimci halkın elde ettiklerini sağlamlaştırma rolünü üzerine almıştır” diyen Stalin, “olayların akışını zorlamakta şimdilik çıkarları olmadığını” belirtiyor ve şartlı olarak Geçici Hükümeti destekleyeceklerini ilan eden bir bildiri yayınlıyordu (akt: Marcel Liebman, Rus İhtilâli, Varlık Yay., s.158-59). Buna mukabil Lenin, “taktiğimiz tam güvensizliktir, yeni hükümeti hiç desteklemeyeceğiz” demekteydi. Uzaktan Mektuplar başlığı altında bir dizi yazı kaleme alan Lenin, bu düşünceyi hep yineledi ve fakat bu yazıların biri hariç geri kalanı Stalin-Kamanev yönetimindeki Pravda’da yayınlanmadı. İkili iktidar sürecinin geçici karakterinin tümüyle farkında olan ve işçi sınıfının iktidarı almaması durumunda karşıdevrimin galebe çalacağını haykıran tek kişi, denilebilir ki Lenin’di. 4 Nisanda, Bolşevik ve Menşevik işçilere seslenen Lenin, sovyetlerin mümkün olan biricik devrimci hükümet olduğunu, devrimin Komün tipi bir örgütlenme yarattığını ve tüm iktidarın tez elden sovyetlere geçmesi gerektiğini açıkladı. İkili iktidar sürecinin geçici karakterinin tümüyle farkında olan ve işçi sınıfının iktidarı almaması durumunda karşı-devrimin galebe çalacağını haykıran tek kişi, denilebilir ki Lenin’di. Rusya’ya dönüşünün ertesinde, yani 4 Nisanda, Bolşevik ve Menşevik işçilere seslenen Lenin, sovyetlerin mümkün olan biricik devrimci hükümet olduğunu, devrimin Komün tipi bir örgütlenme yarattığını ve tüm iktidarın tez elden sovyetlere geçmesi gerektiğini açıkladı. Lenin’in ana sloganı şuydu: “Tüm iktidar sovyetlere!” Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri adlı tezlerinin yedinci ve sekizinci maddelerini işçi denetimi hususuna
36
Mart 2009 • sayı: 48
ayırmıştı: Ülkedeki büyük bankalar, üretim ve ürünlerin dağıtımı derhal işçi vekilleri sovyetleri tarafından denetlenmeye başlanmalıdır! 17 Mayısta ise Pravda’da şöyle yazıyordu: “İşçiler, denetimin, gerçekten ve mutlaka işçilerin kendileri tarafından derhal gerçekleştirilmesini talep etmelidirler.” Lenin işçi denetimine girişen devrimci kitlelerin bu aşamada kalamayacaklarını, yaşanan sınıf savaşımının zorunlu olarak kitleleri tüm iktidarı almaya ilerleteceğini ve bu yolda onların karşısına dikilenlerin maskelerini düşüreceğini çok iyi biliyordu. Sanayi merkezlerinde pek çok komitede görev üstlenen ve işçi denetimi için mücadele veren Bolşevik işçiler, zaten Lenin’in yanındaydılar. Lenin, Nisanın sonuna doğru partisinin yönetimine de tezlerini kabul ettirdi. Nihayetinde devrimci işçi kitlelerinin yönelimi ile onların önderliğini ele geçirmeye çalışan Bolşeviklerin sloganları örtüşüyordu. Üretimin kontrolü için mücadele, sovyetlerin ve sendikaların yönetiminde çoğunluğu elinde bulunduran Menşeviklerin maskesini düşürmeye başlayacaktı. Petrograd Birinci Fabrika Komiteleri Konferansı 30 Mayıs ile 5 Haziran arasında toplandı. Bu konferansa katılan Menşevik çalışma bakanı Skobelev şöyle konuşuyordu: “Sanayinin yönetilmesi ve kontrolü, belirli bir sınıfın konusu değildir. Bu devletin görevidir. Devlete bu organizasyon görevinde yardımcı olma sorumluluğu bireysel bir sınıfa, özellikle de işçi sınıfına düşmektedir. … Fabrika komiteleri sadece üretimin sürdürülmesi ile ilgilenmeli, ancak üretimi ve fabrikaları devralmayı düşünmemelidir. Fabrikatörler bir tesisi gözden çıkartsa bu işçilerin eline geçmemeli, şehir yönetimi ya da merkezi hükümetin kontrolüne bırakılmalıdır.” (akt: Carmen Siriani, age, s.68) Bu sözleri sarf eden kişi bir burjuva değil, kendine sosyalist diyen Menşevik bir bakandı: Devrimi işçi sınıfının iktidarına ilerletmek gibi bir ufuklarının olmadığını bir kez daha ortaya koymuştu. Menşevikler devrimci işçi kitlelerini, ölü doğan burjuva hükümetin bir payandası haline getirmek ve burjuva düzeni yeniden tesis etmek amacıyla kullanmak istiyorlardı. Buna mukabil devrimci işçiler, bu reformist yaklaşımın kendi sınıf çıkarlarına ve acil sorunlarına hitap etmediğinin farkındaydılar ve her geçen gün daha da farkında olacaklardı. Tam da bunun bir ifadesi olarak, bu konferansta bir konuşma yapan Lenin, delegelerin büyük desteğini aldı ve alınan kararlara Lenin’in önerileri damgasını bastı. Fabrika Komiteleri Konferansı, bir Merkezi Konsey seçti. Böylece komite hareketi ve üretimin denetlenmesi meselesi şimdilik Petrograd ile sınırlı olsa da merkezileşmiş oluyordu. Konferans, delegelerin ezici çoğunluğunun oylarıyla komiteleri, “en geniş demokrasi temelinde seçilmiş ve kolektif önderliğe sahip savaşçı örgütlenmeler” olarak ilan etti. Hedef “yeni çalışma koşullarının yaratılması” ve üretim ve dağıtım üzerinde işçi sınıfının tam denetiminin örgütlenmesi idi. Bir Bolşevik işçi şöyle diyordu: “Üretimin denetimini kendi ellerimize almakla, üretimin pratik yanlarını öğrenecek ve onu gele-
sayı: 48 • Mart 2009
İkin İk in nci ci Tüm Rus usya ya Sov ovye yetl ye tller e Kon ongr g es gr si
ceğin sosyalist üretimi düzeyine çıkaracağız.” (akt: Maurice Brinton, age, s.30) Komitelerin örgütlenmesi ve bir merkezi işleyişe kavuşturulması bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktaydı. Zira üretimin denetlenmesi noktasında ve pek çok sorunda komitelerin önüne aşılması gereken sorunlar çıkıyordu ve bu sorunlar, merkezi bir örgütlenme olmadan her işyerinin kendi başına çözeceği cinsten değildi. Elbette komiteler bölge ya da merkezi sovyetlere bağlı olarak çalışabilir veyahut da sovyetler, komiteler ve sendikalardan seçilen delegelerin oluşturduğu bir üst kurul, tüm komiteleri belirli bir amaç doğrultusunda örgütler ve çıkan sorunları çözebilirdi. Ne var ki Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, sovyetlerin tüm iktidarı almasına yanaşmadıkları gibi, üretimin kontrolünün sovyetler tarafından merkezi olarak örgütlenmesine de karşı çıkıyorlardı. Bu durumda devrimci kitleler kendi çözümlerini kendileri buldular: Bolşeviklerin belirli bir yönlendirmesi olmakla birlikte, komitelerin merkezileşmesi bir anlamıyla kendiliğinden, bir zorunluluk olarak gelişti. Ve Petrograd’da merkezi bir konseyin kurulması diğer sanayi şehirlerinde heyecanla karşılandı. Petrograd Komiteleri Merkezi Konseyi daha doğar doğmaz ulusal bir rol oynamaya başlamıştı: Pek çok sanayi şehrine delegeler gönderdi ve buralarda da merkezi konseylerin kurulmasını örgütledi. Haziran sonuna doğru en az yirmi beş şehir ve bölgede, komiteleri koordine eden merkezler kurulmuş bulunuyordu ve bu merkezler ilerleyen aylarda kurulacak Rusya Fabrika Komiteleri Merkezinin de kaldıracı olacaktı. Hammadde ve yakıt sorununun giderilerek üretimin devam ettirilmesi, vasıflı işçilerle vasıfsız işçiler arasında çıkan sürtüşmelerin çözülmesi, genel olarak işçilerin disipline edilmesi, fabrikanın ve işçilerin güvenliğinin sağlanması meselesi hep komitelerin sırtındaydı. Örneğin işyeri komiteleri üretimin kapasitesi ile gerekli olan kömür ve yakıtın ne olduğunu Petrograd Merkezi Konseyi’ne bildiriyor ve konsey de karneyle verilen kömür ve yakıtın gerekli biçimde dağıtılmasını örgütlüyor ve böylece bazı fabrikalar
marksist tutum
kapanmaktan kurtarılıyordu. Ayrıca konsey, yardım isteyen komitelere teknik bilgi sağlanması için mühendislik bölümü kurmuş, bir işyerinden bir başka işyerine fon aktararak bir çok fabrikanın kapanmasını önlemişti. Yanı sıra, komiteler gıda maddelerinin sağlanmasını ve karneyle dağıtımını, konut bulunmasını, dul kadınlara ve işsizlere yardım yapılmasını, komünal mutfakların ve çocuk yuvalarının örgütlenmesini, alkole, kumara ve hırsızlığa karşı mücadele edilmesini, yerel adalet, eğlence ve kültürel işlerin örgütlenmesini de üzerlerine almışlardı. Yani pek çok noktada sovyetlerin alanına giren bir örgütlenme ve faaliyet içerisindeydi komiteler. Komitelerin önemli görevlerinden biri de Kızıl Muhafızların sevk ve idare edilmesiydi. Şubat devrimiyle birlikte dağıtılan polis gücünün yerini, işçi semtlerinde, yerel sovyetlere ve komitelere bağlı bu Kızıl Muhafızlar almıştı. Kızıl Muhafızlarda görev alacak işçiler kurayla belirleniyor, sürekli nöbet değişimi yapılıyor ve mümkün mertebe tüm işçilerin görev alması ve askeri olarak eğitilmesi sağlanıyordu. İşçi mahallelerinin, fabrikaların, yapılan grev ve yürüyüşlerin güvenliğini sağlayan Kızıl Muhafızlar, komitelerin üretimde işçi denetimini hayata geçirmesi ve ileri sürülen talepleri patronlara kabul ettirmesi noktasında da görev üsleniyorlardı. İşçi milislerinin önemli bir bölümü görev başındayken ücret alıyordu. Gerek bu ücretler gerekse askeri eğitim amacıyla tutulan uzmanların ücreti kapitalistlere ödettiriliyordu ve bu işten sorumlu olan organ işyeri komiteleriydi.
İşçi denetimi işçi iktidarına ilerlemelidir Devrimci kitlelerin burjuvaziye karşı mücadelesinin ilk aşaması üretimde işçi denetiminin sağlanması olmuştu ve bu yaygın ölçüde de başarılmıştı. Ne var ki üretimin kontrolünün büyük ölçüde sağlanmış olması sorunların çözülmesi anlamına gelmiyordu. Burjuvazi ile işçi kitleleri muazzam bir savaşım içindeydiler ve kapitalistler durmaksızın karşı-devrimci sabotajlar düzenliyorlardı. Kapitalistler, bozulan makineler için gerekli parçaları almayarak veya alınmasını geciktirerek ve hatta makineleri bozarak, hammaddeleri ve stokları yok ederek, üretilen malları saklayarak ve teknik personelin görevini yapmasının önüne geçerek üretim sürecine her açıdan darbe indirmeye çalışıyorlardı. Kapitalistlere göre tüm bunların müsebbibi işçi denetimi ve işyeri komiteleriydi. Anlaşılacağı üzere, komitelerin enerjisinin önemli bir bölümü kapitalistlerin bu sabotajlarını engellemeye ve üretimi devam ettirmeye gidiyordu. Lakin yine de sorunların üstesinden gelinmiş olunmuyordu: İhtiyaç duyulan makinelerin ve hammaddelerin satın alınması, buna sermaye ayrılması ve pazar sorunlarının çözülmesi gerekiyordu ve tek tek işyeri komiteleri bunları çözemezdi. İkili iktidarın işçi sınıfının iktidarına ilerletil-
37
marksist tutum
mesi ve sanayinin merkezileştirilmesi mutlak bir zorunluluktu: Sorunlar ancak işçi iktidarı altında merkezi bir planlamayla çözülebilirdi. Esasında Komiteler Merkezi Konseyi’nin kurulması da üretimin merkezileştirilmesine dönük bir ihtiyacın ürünüydü ve devrimci kitleler, kapitalistlerin devre dışı bırakılarak işyerlerinde yönetimin tümüyle ele geçirilmesi gerektiği fikrine doğru kayıyorlardı. İktidar tümüyle ele geçirilmediği takdirde burjuvazinin giriştiği karşı-devrimci sabotajlar başarılı olacak ve devrim yenilecekti. Nitekim kapitalistlerin giriştiği sabotajlar ve işten çıkartmalar Haziran ayında müthiş bir artış gösterdi. Kapitalistler hammadde, yakıt ve benzeri şeylerin yokluğu gerekçesiyle ya lokavta gidiyor ya da işçileri kitleler halinde sokağa terk ediyorlardı. Mart ile Mayıs arasında 18 bin işçi kapatılan fabrikalar yüzünden işten atılmıştı ve bu sayı Haziranda 38 bine yükseldi. Savaşım kızıştıkça lokavtların ve işten atılanların sayısı da artacaktı.1 Kapitalistlerin amacı belliydi: işçi sınıfını aç bırakmak, moral açıdan çökertmek ve devrimi karşı-devrime çevirmek! Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin de içinde yer aldığı Geçici Hükümet, Rus ordularının savaş cephelerinde taarruza geçmesine karar vermişti. Devrimci işçi ve asker kitleleri bu partilere olan güvenlerini giderek daha fazla yitiriyor ve Bolşeviklere yöneliyorlardı. Lenin, tüm iktidarı ele alacak olan sovyet hükümetinin derhal, üretimin ve tüketimin işçiler tarafından denetimini ulusal ölçekte kurumsallaştırmasını ve ticari sırrı tamamen ortadan kaldırmasını, bankaların ve sigorta şirketlerinin ve bunların yanı sıra, petrol, maden kömürü, metalürji, şeker gibi başlıca sanayi kollarını da hemen devletleştirmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Haziran ayının başında yapılan Petrograd Komiteler Konferansında 421 delegeden 330’unun Bolşevikleri desteklemesi ve Lenin’in önerilerinin kabul görmesi bu değişimin bir ifadesiydi. Kitlelerdeki saf değiştirme esas olarak, 18 Haziranda yapılan gösteride açığa çıktı: Bu mitingi aslında Menşevikler ve Sosyal Devrimciler örgütlemişlerdi ve amaçları kitlelerin Bolşevikleri desteklemediğini ortaya koymaktı. Lakin hüsrana uğradılar. Devrimci işçi ve asker kitlelerin taşıdıkları pankartların ve haykırdıkları sloganların yüzde 90’ı Bolşeviklere aitti.2 Taarruzun bozgunla sonuçlanması ve savaşın dayanılmaz bir hal alması, sanayinin durma noktasına gelmesi, devam eden işten atmalar, açlık ve sefalet devrimci kitleleri barut fıçısına çevirmişti. Nihayetinde Menşevikleri ve Sosyal Devrimcileri ihanetle suçlayan devrimci kitleler, 3-4 Temmuzda, burjuvaziyi alaşağı etmek ve tüm iktidarı sovyetlere vermek üzere ayak-
38
Mart 2009 • sayı: 48
landılar. Ancak bu ayaklanma Petrograd ile sınırlıydı ve ülke genelinde iktidarı ele geçirmek üzere bir hazırlık yapılmamıştı. Bundan ötürü Lenin ve Bolşevikler, bu zamansız kalkışmada kitleleri geri çektiler. Bu geri çekilişi bir karşı-devrim fırtınası izledi ve sözümona sosyalist partiler de burjuvazinin kampanyasına katıldılar. Bolşevik kadroların bir kısmı yeraltına çekilmek zorunda kalırken Lenin Finlandiya’ya geçti, Troçki ise tutuklandı. Karşı-devrim rüzgârlarını arkalarına alan kapitalistler derhal, Nisan ayında bir yasa ile saptanan üretimde işçi denetiminin çerçevesini sınırlandırmak ve komiteleri dağıtmak üzere harekete geçtiler. Rusya İşverenler Kongresi, işçi temsilcilerinin komite işleriyle uğraşırken aldıkları ücrete son verildiğini ve bundan sonra, bu delegelerin görevlerinden ötürü askerlik hizmetlerinin tecil edilmesine gerek olmadığını açıkladı. Bununla birlikte, komite üyelerinin fabrika içinde toplanmasının da önüne geçmeye başladılar. Parça başına ücret ödeme sistemine geçilmesi için de bir kampanya başlatan kapitalistler, fabrikaların aynı Çarlık zamanındaki gibi askeri statüye alınması talebinde bulunmaktaydılar. Burjuvazinin hükümet ortağı sözde sosyalistler de bu kampanyaya büyük bir destekle katıldılar. 23 Ağustosta bir bildiri yayınlayan Menşevik bakan Skobelev, fabrikalara işçi alınması ve çıkartılması işlerine karıştıkları takdirde, işyeri komiteleri hakkında yasal işlem başlatacağı tehdidini savurdu. Çok açık ki, bu girişimin amacı işçi denetiminin önemli bir ayağını kırarak onu felce uğratmaktı. Kornilov devrimi ezmek üzere Petrograd’a doğru harekete geçmiş ve işçiler de karşı-devrimi geri püskürtmek amacıyla Bolşeviklerin önderliğinde silahlanmışken, 28 Ağustosta Skobelev ikinci bir bildiri daha yayınladı. Skobelev, komitelerin normal çalışma saatleri içinde toplanmasının yasaklandığını ve çalışmayan komite üyelerinin ücretlerinden kesinti yapılacağını açıklıyordu. Barışın bir türlü sağlanamaması, burjuvazinin ve onunla işbirliği yapan sözde sosyalist partilerin savaşı bitirmeye niyetinin olmaması, toprakların yoksul köylülere dağıtılmaması, karşı-devrimci dalganın Kornilov’un darbe girişimiyle tepe noktasına çıkması, Menşeviklerin burjuvaziyle birlikte işçi denetimini felç etme ve komiteleri pasifize etme kampanyasına girişmesi… Bütün bunlar, artık tahammülü kalmayan kitleleri radikalleştirmiş ve Bolşeviklerin saflarına yönlendirmişti. Kornilov darbesinin ezilmesinde büyük bir rol oynayan Bolşevikler devrim sahnesine geri dönüyor ve olayların akışı alabildiğine hızlanıyordu. 31 Ağustosta Petrograd ve 5 Eylülde ise Moskova sovyetlerinde Bolşevikler çoğunluğu kazandılar. Bu değişim, kitlelerin tümüyle devrim safına geçmesinin ifadesiydi. 10 Eylülde toplanan üçüncü Petrograd Fabrika Komiteleri Konferansı, Menşevik bakanın talimatlarını tanımadığını açıkladı. İşçiler tabandan komitelere ve merkezi konseye, işyerlerinin devletleştirilmesi ve tümüyle işçilerin kontrolüne –yani yönetimine– geçmesi için durmaksızın baskı uyguluyorlardı. Artık devletleştirme çağrılarının muhatabı
sayı: 48 • Mart 2009
Geçici Hükümet değil, Bolşeviklerin yönetimindeki sovyetlerdi: İşçi yığınları, tüm iktidar ele geçirilmediği müddetçe kapitalistlerin sabotajlarının engellenemeyeceğinin apaçık farkındaydılar. Siyasal iktidarı almanın tüm şartlarının olgunlaştığını düşünen Lenin, Eylülün ortasından itibaren ayaklanma hazırlıklarına girişmeleri için Bolşeviklere çağrıda bulunmaya başladı. Devrimin görevleri üzerinde duran Lenin, tüm iktidarı ele alacak olan sovyet hükümetinin derhal, üretimin ve tüketimin işçiler tarafından denetimini ulusal ölçekte kurumsallaştırmasını ve ticari sırrı tamamen ortadan kaldırmasını, bankaların ve sigorta şirketlerinin ve bunların yanı sıra, petrol, maden kömürü, metalürji, şeker gibi başlıca sanayi kollarını da hemen devletleştirmesi gerektiğini ileri sürüyordu (Nisan Tezleri, Sol Yay., 1979, s.190). Lenin, Finlandiya’dan Bolşevik Merkez Komitesine peş peşe yazdığı mektuplarda iktidarın ele geçirilmesi için harekete geçilmesi çağrısında bulunuyordu. Lenin’e göre “tüm iktidar sovyetlere” sloganı bir ayaklanma çağrısıydı ve koşullar yeterince olgunlaşmışken beklemek demek, ölüm demekti! Ancak Kamanev ve Zinovyev’in başını çektiği bir grup Merkez Komite üyesi ve Bolşeviklerin liderliğine geçen sendikaların başında bulunan kimi unsurlar iktidarı almanın şartlarının oluşmadığını ileri sürerek Lenin’e karşı çıkıyorlardı. Buna mukabil, Bolşevik işçilerin çoğunlukta olduğu Petrograd Fabrika Komiteleri Merkezi
marksist tutum
Konseyi ayaklanmadan ve Lenin’den yana tavır koydu. İşçiler kesinkes iktidarın tümüyle ele geçirilmesini istiyorlardı. Fabrikalar Merkezi Konseyi, iktidarın ele geçirilmesi noktasında, Troçki’nin başında bulunduğu Askeri Devrimci Komite ile birlikte çalışmaktaydı. Konsey işçi milisleri sevk ve idare etmede büyük bir rol oynadı. 25 Ekimin ilk ışıkları sökün ederken Geçici Hükümet tarihe intikal ettirilmiş ve iktidara sovyetlerde ve komitelerde örgütlenmiş işçi sınıfı oturmuştu. Üretimde planlı bir işçi denetiminin hayata geçirilmesi için Lenin bir taslak hazırladı. İşçi Denetimi Taslak Kararnamesi adıyla 3 Kasımda Pravda’da yayınlanan taslak, “en az beş işçi ve personel (birlikte) çalıştıran ya da yıllık cirosu en az 10 bin ruble olan tüm sınai, ticari, bankacılık, tarım ve diğer kuruluşlarda üretim, depolama, satın alma ve mamuller ile hammaddelerin satışı konularında işçilerin kontrolünü” şart koşuyordu. Taslağa göre denetim, “verili bir işletmedeki bütün işçi ve görevlilerce, işletme olanak verecek kadar küçükse doğrudan, yoksa kitle toplantılarında doğrudan seçilen delegeler aracılığıyla yerine getirilecekti” ve delegeler “bütün kitap ve belgelere ve bütün malzeme, araç ve ürün ambarlarına ve stoklarına istisnasız ulaşma hakkına sahip olacaktı”. Komitelerin vereceği kararların fabrika sahiplerini ve yöneticilerini bağlayıcı nitelikte olduğu da belirtiliyordu. Taslak metin yapılan tartışmalarla 14 maddeye çıkartıldı ve fakat özü korunarak kabul edildi. Sovyet hükümeti “ekonominin her alanında işçi denetiminin otoritesini tanıdığını” ilan ediyordu. Rusya işçi sınıfının tarihe kazıdığı muzaffer devrim deneyimi, bir kez işçi denetimine girişen kitlelerin bu sınırlarda kalamayacağını ve iktidarı almaya yürümek zorunda olduğunu gözler önüne sermektedir. Ama bu devrimin ispat ettiği bir şey daha var: “İşçi denetimi”nin sağlanması ve onun siyasal iktidarın fethine ilerletilmesi zorunluluğu kendiliğinden gerçekleşmemektedir. İşçi kitlelerinin ve toplumun yoksul kesimlerinin önderliğini kazanacak ve onları doğru taktiklerle ve doğru zamanda iktidarın ele geçirilmesi için yönlendirecek Bolşevik tipte bir partiye de ihtiyaç vardır. Rusya işçi sınıfının devrim deneyimi bugün de bizlere ışık tutmaya ve ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
____________________________ 1
İşten atılanların sayısı Temmuzda 48, Eylülde ise 61 bine çıktı. Donetz Havzasında 100 bin maden işçisi işten atıldı ve Moskova’da sadece tekstil sektöründe işten atılanların sayısı 50 bini geçiyordu. Urallar’da fabrikaların yarısı kapandı. Ekim ayında yalnızca Petrograd’da 40 bin işçi işini kaybetti ve bunların 25 bini metal sektöründe çalışmaktaydı.
2
bkz: Akın Erensoy, Dünyayı Sarsan On Gün, www.marksist.com
39
Kamu-Sen Kimin Sendikası? Demet Yalçın
1
Ocak 2009’da yayın hayatına başlayan TRT’nin Kürtçe kanalı TRT Şeş, düzen partilerinden sendikalara kadar pek çok yerde tartışma yarattı. Kürtçe kanalı bir devrim olarak nitelendirenler olduğu gibi, “devletin bölünmez bütünlüğüne bir saldırı” olarak görenler de oldu. Faşistliği tescillenmiş burjuva partilerin ya da sözde aydınların yanı sıra faşizan tepkiler verenler kervanına bir de sendika konfederasyonu katıldı: KAMU-SEN. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle faturanın işçi-emekçilere kesilmeye başladığı ilk günlerde üyelerini krize karşı uyarmak adına yaptığı “tasarruflu ampul kullanmak, meyve sebzeleri kapta yıkamak, zorunlu olmadıkça dışarıda yemek yememek, yerli malı kullanmak” gibi krize boyun eğici önerileriyle hatırlayacağımız Kamu-Sen, nasıl bir sendika olduğunu TRT Şeş’e verdiği tepkiyle bir kez daha gösterdi. Kamu-Sen, 31 Aralık 2008 günü TRT önünde
40
düzenlediği basın açıklamasında, devletin yıllardır uyguladığı imha ve inkâr politikasını anayasadan yaptığı alıntılarla ortaya koyarken, bu politikanın değişeceğinden duyduğu korkuyla kamuoyunu “uyarmış oldu”. Gerçekten de ibret verici olan basın açıklamasında söylenenler bu sendika konfederasyonunun devletin imha ve inkâr politikasından bırakın rahatsızlık duymasını, bu politikada devletten daha devletçi olduğunu göstermiştir. Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız’ın okuduğu basın açıklamasında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin resmi dili ve Irak’ın ikinci resmi dili olan Kürtçe, bir dil olarak dahi kabul edilmeyerek, “Türkçenin yanı sıra, Farsça, Arapça, Ermenice ve Fransızcanın karışımından oluştuğu” iddia edilmiştir. Hemen ardından da “Bu tür çalışmalarla çok dilli ve çok dinli bir yapının yolu açılmış olmayacak mı?” diye sorularak faşist zihniyet açıkça ortaya konmuştur. Basın açıklamasında “Üniter devleti tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil olarak tanımlayanların bu uygulaması ile Anayasanın 3. maddesindeki, ‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir’ ilkesi ihlal edilmiş olacaktır” diyen Kamu-Sen, aslında “imhacı ve inkârcı politikanızdan vazgeçmeyin” demek istemektedir. Kamu-Sen, Siyonist İsrail devleti Gazze’ye saldırdığında İsrail Konsolosluğunun önünde bir basın açıklaması yaparak bu saldırıyı kınamıştı. Ama aynı Kamu-Sen, burnunun dibindeki Kürt halkı söz konusu olduğunda, değil Kürtlere yö-
sayı: 48 • Mart 2009
marksist tutum
lenme olan Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı aracılığıyla mücadeleci sendikalara karşı anti-propaganda yaparak bu sendikaları yasadışı ilan eder. Ancak tüm baskı ve dayatmalara rağmen sendika taleplerinden vazgeçmeyen kamu emekçileri Haziran 1992’de Ankara yürüyüşü başlatırlar. Mücadelenin daha da büyüyeceğinden korkan devlet, sopası yeterli gelmeyince çareyi kendi eliyle sendika kurmakta bulur. O zamana kadar kamu emekçilerinin sendika kuramayacağı, bunun Kamu-Sen Genel Merkezinde Bircan Akyıldız ve Ergenekoncu general anayasaya aykırı olduğu söylenirken, yasaŞener Eruygur “Ulusal Birlik Hareketi”nin duyurusunu yaparken larda hiçbir değişiklik yapılmadığı halde Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı’nın adı nelik saldırıları kınamak, onlara verilen bu ufak kırıntıyı değiştirilerek Türk Kamu-Sen yapılır. Kamu-Sen’in kurubile çok görmüştür. Sadece bu basın açıklamasıyla yetinluşu televizyon, gazete ve radyolar aracılığıyla kamuoyuna meyerek, TRT Şeş yayına başladıktan sonra bir de yayının duyurulur. Kuruluş haberi gazetelerde “Devlet Sendikasına iptali istemiyle dava açmıştır. General Gibi Başkan” manşetiyle çıkar. “Alın size sendika” Sadece Kürt halkının haklı talepleri karşısında değil, işdiyen devlet, konfederasyonun genel başkanlığına o zamaçi ve emekçilere yönelik bugüne kadar yapılan tüm sosyal nın Devlet Planlama Teşkilatı Daire Başkanı’nı atar ve hak saldırılarında Kamu-Sen’in tutumu bize bu sendikaKamu-Sen’in ülke çapında örgütlenebilmesi için tüm olanın gerçek rengini gösteriyor. Başbakanın Davos şovuna naklarını seferber eder. alkış tutan, kriz karşısında yerli mallarını tüketerek yerli Kamu emekçilerinin yükselen mücadelesinin önüne sermayeyi palazlandırma önerileri yapan, aydınların “Ergeçmek ve emekçileri bölmek için kurdurulan Kamu-Sen, menilerden özür diliyorum” kampanyasına karşı faşist tepkuruluşundan bu yana amacından hiç sapmadan yoluna kisini ortaya koymakta gecikmeyen Kamu-Sen, söz konudevam ediyor. Tıpkı faşist Türk Metal gibi. İşçi sınıfının su olan kamu emekçilerinin haklarını korumak, onları ormücadele tarihi görmek isteyene çok şey gösteriyor aslıntak mücadeleye sevk etmek olduğunda ise göstermelik işda. Nasıl ki kuruluş amacı metal işçilerinin mücadelesinin ler yapmakla yetinmiştir. Ama Kamu-Sen’in bu tutumları önüne geçmek, grev kırıcılığı yapmak, işçiler arasında milbizi şaşırtmasın. Çünkü Kamu-Sen kamu emekçilerinin liyetçi zehri yaymak olan Türk Metal sendikası tepesindemücadelesinin ürünü değil, devlet eliyle kurulmuş, devlet ki bürokratlar üzerinden hâlâ bu misyonunu devam ettirigüdümlü bir sendika konfederasyonudur. yorsa, aynı şey Kamu-Sen için de geçerlidir. Bu devlet güdümlü sendikalar, ister kamuda ister özel sektörde örgütlenmiş olsunlar amaçları ortaktır: İşçi sınıfının mücadeleKamu-Sen’in kirli geçmişi sini bölüp parçalamak. Kamu-Sen 1992 yılında kuruldu. Kamu-Sen’in devlet Kriz derinleştikçe işçilerin önünde duran sorun sadece tarafından apar topar kuruluşunun ilan edilmesinin arkahaklarının ellerinden alınması olmayacak. Krizin derinleşsında yatan neden ise kamu emekçilerinin çığ gibi büyümesi mücadelenin keskinleşmesini de beraberinde getireyen örgütlenme mücadelesinin önüne geçebilmekti. ceği gibi milliyetçi-şoven dalgayı yükselterek faşizan eğiKanunen sendikalaşma hakkı olmayan kamu emekçilimlerin güç kazanmasının ve olağanüstü rejimlerin yolulerinin sendikalı olma mücadelesi esasen 1980 öncesine nu açabilir. Böylesi bir süreçte, bu tür sendikalar, ortak dayanır. Ancak 12 Eylül darbesiyle beraber kamu emekçimücadele bilinci vermek yerine milliyetçiliği körükleyerek leri de faşist rejimin baskılarıyla karşı karşıya kalırlar. Tüm işçileri birbirlerine düşman hale getirmeye çalışacaklardır. baskılara rağmen 1986 yılında başlayan kıpırdanma ‘89 Kaldı ki gerek Kamu-Sen’in gerekse de Türk Metal’in bubahar eylemlilikleriyle zirveye çıkar. Kamu emekçilerinin günden yaptığı şey tam da budur. mücadelesi ilk meyvesini verir ve 1990 yılında Eğitim-İş Sendikayı gerçek anlamda sendika yapan işçilerin ken(bugünkü Eğitim-Sen) kurulur. Eğitim-İş’in kurulmasıyla disidir. Bu tür sendikalar sendika bürokratlarının eline başlayan süreç giderek hızlanır ve kamu emekçileri cepheterk edildiği sürece de “sendika” adıyla faşist rollerini oysinde peşpeşe pek çok sendika kurulur. Bu sendikalar danamaya devam edeceklerdir. Fabrikalarda, okullarda, hasha sonra güçlerini birleştirerek Kamu Emekçileri Sendikatanelerde, devlet işletmelerinde, kısacası işçi sınıfının olları Platformu’nu oluştururlar. Elbette ki devlet de bütün duğu her işyerinde amacımız militan sınıf sendikacılığını bu olup bitenler karşısında seyirci kalmaz. Faşist bir örgütyükseltmek olmalıdır.
41
marksist tutum
Mart 2009 • sayı: 48
Resmi İdeolojinin “Sarı Gelin”i
2
003 yılında üniversite sıralarında bir belgesel izlemiştim. “Sarı Gelin” adlı bu belgesel Ermeni sorununu işliyordu. Salonda belgeseli izlemeye gelenlerin sayısı az olsa da, belgeseli izleyen öğrencilerin çıkışta nasıl bir ruh haliyle, nasıl bir bilinçle dolaşacaklarını tahmin edebiliyordum. Belgeselin ana teması şuydu: “Ermeniler Türk düşmanıdır, insan denemeyecek kadar barbar ve vahşi yaratıklardır.” Bugünlerde gazetelerde Ermeni sorununu anlatan aynı belgeselin ilköğretim okullarında izletildiğini okuyunca bir kez daha dehşete kapıldım. Belgeselle ne amaçlanıyordu? Egemen sınıflar genç kuşaklara resmi ideolojilerini aktarmadan ve onları daha küçük yaşta şekillendirmeden düzenlerini ayakta tutamazlar. Yediden yetmişe herkesin zihnine resmi ideolojinin bir parçası olan resmi tarih enjekte ediliyor. Ne bir Ermeni görüp tanımış ne de herhangi bir Ermeniden zarar görmüş yüz binlerce ve hatta milyonlarca insan, bugün resmi tarihin yıkıcı etkisi sayesinde Ermeni düşmanı olmuştur. Ermeni sözcüğü ile her karşılaştığında zihninde “cani, vatan düşmanı ve bölücü” imgesi uyanıyor. Bu ve benzeri milliyetçi belgesellerle büyüyen kuşaklar, doğal olarak başka halklara karşı düşman kesiliyorlar. Kontrgerilla örgütlenmeleri bu tür şoven motifleri kullanarak Ogün Samast gibi katilleri rahatlıkla ikna edebiliyor ve kullanabiliyorlar. Geçen yıl Türkiye ve Ermenistan cumhurbaşkanları Gül ve Sarkisyan iki ülkenin dostluk ve kardeşliği adına milli takımların oynayacakları futbol karşılaşmasında bir araya gelmişlerdi. İki ülke burjuvalarının çıkarları düşünülerek atılan bu adımın elbette halkların kardeşleşmesini sağlamak gibi bir amacı yoktu. Bunun böyle olduğu, “Sarı Gelin” belgesinin okullara dayatılmasından bir kez daha görülmüş oldu. “Sarı Gelin-Ermeni Sorunun İçyüzü” adlı belgesel, Türkiye’deki tüm okullara öğrencilere izletilmesi ama-
Faşist güçler halklar arasında düşmanlık yaratmak için her türlü çabayı gösteriyorlar
42
cıyla dağıtıldı. Genelkurmay tarafından hazırlatılan belgesel, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullarda izletiliyor. 2003 yılında tamamlanan belgesel 2007’den bu yana bütün okullarda gösteriliyor. Belgesel Ermeni sorunu konusunda öğrencileri bilgilendirme amacı taşıyormuş! Belgeselde Ermenilerin “insan eti yediği”, “hırsız”, “tecavüzcü”, “katil” ve “sapık” olduğu bolca tekrarlanıyor. Ermeni soykırımının yalan olduğu, tersine Türklerin katledildiği, sözde, tanıkların anlatımıyla ve belgelerle kanıtlanıyor! Sevindirici olan şey, yalan ve yanlış bilgilerle dolu bu belgeselin okullarda izletilmesine gösterilen tepkilerin yayılmaya başlamış olmasıdır. İnsan Hakları Derneği belgeselin okullarda izletilmesini basın açıklaması ile protesto etti. DTP, başbakanın yanıtlaması isteğiyle mecliste soru önergesi verdi. Hrant Dink Vakfı yargıya başvurarak belgeselin izlettirilmesinin durdurulmasını istedi. Oluşan tepkiler üzerine Milli Eğitim Bakanlığı belgeselin okullara dağıtımının durdurulduğunu açıkladı. MEB ayrıca belgeselin okullara öğrenciler için değil, öğretmenlerin bilgilendirilmesi amacıyla dağıtıldığını açıklayarak özrü kabahatinden büyük denecek bir beyanatta bulundu. Ermeni sorunu 100 yılı aşkın bir süredir kanamaya devam ediyor. Sermaye devletlerinin çıkarları var olduğu sürece de kanamayı sürdürecektir. Egemen sınıfların tarihi katliamlarla doludur. İşçi ve emekçi kitlelerin gerçekleri öğrenmemesi, halklar arasında barış ve kardeşliğin vuku bulmaması için resmi tarih öfke ve kin dolu fikirleri genç kuşaklara aktarmaya devam edecektir. Fakat “gerçekler direngendir” ve yapılan zulümler egemen sınıfların yanına kâr kalmayacaktır. Türk, Ermeni ve diğer halkların devrimci işçi sınıfları dünyaya barış ve kardeşliği getirmek için birleştiklerinde genç kuşaklar zehirli fikirlerle değil özgürlük ve kardeşlik düşünceleriyle büyüyeceklerdir. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
sayı: 48 • Mart 2009
marksist tutum
Kahrolsun Gangster Sendikacılar! T
ürk-İş, DİSK ve KESK’in 15 Şubat Pazar günü düzenlemiş olduğu “Krize ve Yoksulluğa Karşı Birlikte Mücadele” mitingine katıldık. Mitingi konfederasyonların birlikte düzenlemiş olması oldukça anlamlıydı. Son zamanların en kitlesel mitingi olması bakımından da oldukça olumlu ve sevindiriciydi tabii ki. Ancak gangster sendikacılığın bir numaralı örneği olan Türk Metal sendikasının mitingde yaptığı provokasyon, Türk Metal üyesi bir işçi olarak beni oldukça öfkelendirdi. Bu yüzden de, Türk Metal gerçeğine dair bir çift söz de ben söylemek istedim. Sözüm, özellikle benim gibi Türk Metal üyesi olan işçileredir. Türk Metal sendikasını bugüne kadar hangi mitinglerde gördünüz? On yıllardır neoliberal saldırılar, işsizlik ve yoksulluk var. Emperyalist paylaşım savaşları devam ediyor. Bu haksız savaşların sonucunda insanlık ve çocuklar katlediliyor. İşçi sınıfının kazanılmış hakları sürekli gasp ediliyor. Bu nedenlerle düzenlenen mitinglerin hiçbirine bugüne kadar destek vermeyen, katıldığı mitinglere ise temsili düzeyde katılan Türk Metal sendikası, bu Pazar günü neden kitlesel bir şekilde alandaydı? Örgütlü olduğu fabrikalarda toplantılar düzenleyerek, katılımın yüksek olması için çaba sarf etti. Çaba derken bilindik bir çaba değildi bu tabii ki. Yaptığı toplantılarda, çok açıktan tehditkâr konuşmalarla, işçileri zorla alana çağırdı. İşçileri tek tek dolaşarak katılıyorum diyenlere artı, katılmıyorum diyenlere ise eksi koydu. İşçilere alanlara inme gerekçesi olarak da, utanmadan, haklarını korumaları gerektiğinden, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılacağından, fonlarını kaybedeceklerinden bahsetti. Evet, bunlar doğru. Ama onlar bunları dillendirdiğinde, gerçek nedenin bu olduğu hiç de inandırıcı gelmiyor. Bugüne kadar işçilerin hangi haklarını korudular ki? Aslında Türk Metal, çok değil bundan 3 ay önce imzaladığı toplu sözleşme ile kimin hakkını koruduğunu, hangi sınıfa hizmet ettiğini ortaya koymuştu. Türk Metal’in sendika ağaları işçileri zorla mitinge katmaya uğraşırken, “bu mitingi gözaltına alınmadan önce Mustafa Özbek’in düzenlediği” yalanını utanmadan söyleyebildiler. Özbek dediğimiz kişi kimdir? Eminim hepiniz tanıyorsunuz onu. Burjuva medya dâhil olmak üzere, televizyonlarda “bir sendika başkanından çok holding patronu gibi serveti var” dediler onun için. Bizlerden çaldığı aidatlarla, işçilerin kanını emerek, patronlardan aldığı sus payları ile edindiği bir servet. Bugüne kadar hiçbir grev yapmayan, sıfır zamlara toplu sözleşme imzalayan bu zat, kriz
karşıtı miting düzenlemiş! Bunu çocuğa söyleseniz inanmaz. Bırakalım miting organizasyonunu, kriz gerekçesi ile şimdiye kadar 16 bin Türk Metal üyesi işçi işsiz kalmış durumda. Bu işçiler işten atılırken Türk Metal neredeydi? SSGSS sürecinde 2 saatlik iş bırakma eyleminde de kimin tarafında olduklarını göstermişlerdi. 2 saat yerine göstermelik bir şekilde 30 dakika iş bıraktırmıştı Türk Metal sendikası. Tabloya baktığımızda şunu görmek çok zor değil işçi kardeşlerim. Türk Metal sendikası, Özbek tutuklu olduğu için, gövde gösterisi yapmak için alanlara inmiş ve işçileri de, gangster sendika patronunun çıkarlarına kurban etmiştir. Bugün Özbek dışarıda olsaydı, emin olun ki, Türk Metal sendikası temsili düzeyde bile alanda olmayacaktı. Onun nasıl bir sendika başkanı olduğunu 7’den 70’e bütün işçiler biliyorlar. İşçi kardeşlerimizin gangsterlerin arkasına takılmasının nedeni ise Özbek sevdalısı olmaları değil, işlerini kaybetme korkusudur. Çünkü alana gelen işçilere yoklama yaptılar. Gelenlerin adının üzeri çizildi, gelmeyenler ise kara listelere alındı. Bizler sendikaların mücadeledeki önemini, sendikalarda örgütlü olmanın ne demek olduğunu bilen işçileriz. Demek ki Türk Metal sendikası isteseydi, sözleşme döneminde de işçileri sokağa dökebilir ve çok daha yüksek yüzdeler ile sözleşmeyi imzalayabilirdi. Ama dediğim gibi Türk Metal’in işçi sınıfı gibi bir derdi yok. Onların tarafı belli: Patronlar sınıfı. Türk Metal bürokratlarının “Özbek Şov”dan başka bir şey yapmayacaklarını iyi biliyorduk, ki yaşananlar da bizi haklı çıkardı. Krize ya da işçi sınıfının taleplerine yönelik hiçbir slogan atılmadı. Mitinge neden katıldıklarını Özbek’li flamalara bakarak anlamak mümkün. Bugüne kadar hangi sendika kortejinde bir sendika başkanının resminin flama olarak basıldığını gördünüz? Bütün işçi kardeşlerime sesleniyorum. Sendikalarımıza sahip çıkalım, onları yeniden hep birlikte, işçilerin örgütleri haline getirelim. Bürokratları, gangsterleri, kan emici asalakları sendikalarımızdan kovalım. Bu ancak birlikte mücadele etmekle mümkün olacaktır. Ancak o zaman biz onlardan değil, alanlara indiğimizde onlar bizden korkacaklardır. Sendikalar bizim evimizdir, bir avuç gangsterin para basma makinesi değildir. Onların istedikleri gibi at koşturacakları yerler değildir. Bizim mücadele araçlarımızdır. Bunu onlara gösterelim. Metal işçisi arkadaşlar, Türk Metal üyeleri, gelin hep birlikte sendikamızı gangsterlerden temizleyelim. Türk Metal üyesi bir işçi
43
marksist tutum
Y
Mart 2009 • sayı: 48
Dünya İşçi Sınıfı Yol Ayrımında
akın bir döneme kadar kapitalist sistem sözde kusursuz bir şekilde işliyordu. Bazı “felâket tellalları” ise habire bu “güzelim sistemi” kötüleyip duruyordu! Oysa yaşanan sistemlerin “en mükemmeli” kapitalizmdi! Ne güzel işliyordu yalan değirmenleri, patronlar tatlı kârlar peşinde koşuyor, işçilerimiz zengin olup sınıf atlama hayalleri kuruyor, atlayanlar atlıyor atlayamayanlar tepesinin üstüne çakılıyordu. Düşe kalka gidiyorduk. Nasıl olsa çalışan zengin oluyordu, o zaman daha çok çalışıyorduk. Yetmiyor yine çalışıyor, gece gündüz bu ürettiklerimiz nereye gidiyor demeden çalışıyorduk. Aynı etle tırnak gibiydik! Ne olduysa birden bire kem gözlere geldik ve şu sözde ebedi sistem çatırdamaya başladı ve etle tırnak ayrılmaya, tepe taklak yere çakılanlar yavaş yavaş kalkmaya, sözde kusursuzlar birbirlerinde kusur aramaya başladılar. Yıllardır ciddiye alınmayanların dedikleri bugün gerçeğe dönüşüyor. Kapitalist sistem aşırı üretim sonucu yine büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı kitabında da sürekli vurguladığı gibi, bu sistem doğası gereği krizlerden kaçıp kurtulamaz. Birbirini takip eden yükseliş ve çöküş dönemleri vardır. Yükseliş dönemlerinde özgürlükten, devlet engellerinden bahseden burjuvazi, kriz dönemlerinde her şeyi bir tarafa bırakıp kendini devletin kollarına atmakta, para için dilenmektedir. Normal dönemlerde kardeşlikten bahsederken kriz dönemlerinde, tüm fırsatlardan kendilerinin faydalanması için her türlü yasal düzenlemelerin yapılmasına özen göstermekte, krizde batan işyerlerinin tepesine leş kargası gibi üşüşmektedir. Her türlü fonu yağmalayarak ayakta kalmaya çalışan burjuvazi, işçi emekçilerin geleceğine de göz dikerek, işten çıkarmalara hız vermekte, işsizlik alabildiğine artmakta, ücretler düşmekte, sendikasızlaştırmalar hızlanmakta, çalışma saatleri uzamakta, yani işçilerin tüm haklarına saldırı hız kazanmaktadır. Tüm önlem ve çabalara rağmen kriz hâlâ
atlatılamadıysa eğer, başka yollar aranmaya başlanıyor ve emperyalist savaş alabildiğine körükleniyor. İşsiz işçiler ellerine silah tutuşturularak cephelere sürülüyor. Hem de bu insanlar neden savaştıklarını bile bilmiyorlar. Bugün burjuvazi bizleri felâket tellallığıyla suçlasa da, gerçeği artık kendisi de gizleyemez duruma geldi. Çünkü artık bu sistemin ana direkleri çatırdamaya başladığı gibi, işçi haklarına dünya çapında saldırılar da hız kazanmıştır. Burjuvazinin saldırıları şüphesiz işçi sınıfı içerisinde tepkiyi de körüklemektedir. Örneğin artan işsizlik ve ağır çalışma koşullarına karşı Fransa’da bir günlük genel grev ilan edildi. Bu bir günlük genel grevde, kamu ve özel sektörde 8 ayrı sendikanın çağrısıyla yüz binlerce işçi iş durdurdu. Tren, metro, havayollarının üçte biri iptal olurken, okullar, postaneler ve hastaneler greve etkin destek verdiler. İşçiler yaşanan ekonomik krize karşı olduklarını ve ücret düzeylerinin korunmasını istediler. Tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da işçiler sokağa atılırken, banka ve zarar eden işyerlerine milyonlarca avro aktarılmaktadır. Burjuvazi her yerde işçileri kendi kaderiyle baş başa bırakırken, kendileri için devletten trilyonlarca para almaktadır. Öyle görülüyor ki burjuvazi bu krizin bedelini biz işçilere pahalıya ödetmeye yemin etmiş durumda. İşçi sınıfı tepkisini yavaş yavaş ortaya koymaya başlamış olsa da buna tam anlamıyla hız vermediği ve militan bir mücadeleye atılmadığı sürece gerçek anlamda bizleri daha kötü bir son bekliyor. Dünya işçi sınıfı gerçek anlamda bir yol ayrımına gelmiştir. Ya burjuvazinin peşine takılıp çektiği acıları daha da artıracak ya da burjuvaziye karşı sınıf saflarını sıklaştırıp mücadele saflarında yerini alacaktır. Yaşanmakta olan bu kriz sürecine ne kadar örgütlü girersek biz işçilerin o kadar kârlı çıkacağımızı, aksi takdirde çok şey kaybedeceğimizi düşünüyorum. Kıraç’tan bir tekstil işçisi
Kan Emicilere Karşı Sosyalizmin Kızıl Bayrağını Yükselt! Kriz derinleşmeye devam ediyor. Dünya genelinde milyonlarca işçi-emekçi kardeşimiz işten atılıyor ve aç yaşamaya mahkûm bırakılıyor. Bunlar yaşanırken, özellikle Türkiye’de krizin ve bunun beraberinde getirdiği bir dizi sorunun üzeri örtülmeye çalışılıyor. Tüm burjuva medyada, Ergenekon davası, yaklaşan yerel seçimler ve Davos zirvesi gibi konular yer kaplıyor. Böylece emekçi kitlelerin dikkatleri bu gibi konulara çekilerek, asıl can alıcı sorunların üzeri örtülmeye çalışılmakta. Bugünlerde en çok konuşulan konu ise, Davos zirvesinde, TC başbakanının, İsrail cumhurbaşkanına sert çıkmasıydı. Katil İsrail burjuvazisinin Filistin’i bombalamasına sahte tepki gösteren TC burjuvazisinin gerçek amacı ne olabilir ki? Ortadoğu’da emperyalist bir güç olmak için yanıp tutuşan TC burjuvazisi, bölgede söz sahibi olabilmek için her türlü sahte tepkiyi vermekten çekinmiyor. Uzun zamandır itibarı zedelenen AKP de, yerel seçimler yaklaşırken, baş-
44
bakanın bu sert çıkışıyla emekçi kitlelerin gözünde tekrar itibarını yakalamaya çalışıyor. Geçmişte Ermenileri ve Kürtleri katleden ve buna devam eden TC burjuvazisinin, inkâr ve imha politikalarından vazgeçtiğini düşünmek doğru değildir. Eğer bu doğru olsaydı bir yandan savaşlara karşı çıkan bir tutum sergileyen TC burjuvazisi, diğer yandan da Kürdistan’ı bombalayıp halkları birbirine boğazlatmazdı. Gerçek anlamda bir dünya barışı ve halkların kardeşliği, artık pisliğini örtemeyen ve çürümeye devam eden kapitalizmde mümkün değildir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum ancak işçi sınıfının örgütlenerek kapitalizmi yıkması ve sosyalizme giden yolu açmasıyla mümkündür. Bunun içinse mücadele bayrağımızı yükseltmekten başka şansımız yok. Marksist Tutum okuru bir işsiz işçi
sayı: 48 • Mart 2009
Marksist Tutum diyor ki! Filistin halkına ve Kürt halkına özgürlük! Kriz, işsizlik, emperyalist savaşlar, açlık ve yoksulluk kapitalizmin yarattığı sorunlardır! Kapitalizmi yıkalım! Çözüm işçi iktidarında! 15 Şubat Pazar günü Kadıköy’de krize, emperyalist savaşlara, işten atılmalara, ücretsiz izinlere, sosyal hak gasplarına karşı düzenlenen mitingde, Marksist Tutum dergisini işçi kardeşlerimize ulaştırmak için bu sloganları haykırdık. İçinden geçtiğimiz süreçte dünya işçi sınıfı olarak birçok sorunlarla boğuşuyoruz. Her geçen gün kapitalizmin içinde büyük bir hızla bataklığa saplanıyoruz. Bunca yıkıma rağmen kapitalizmin hâlâ yaşabilinir bir sistem olduğunu savunan burjuva ideologları, şimdilerde gerçekleri nasıl çarpıtsak diye kara kara düşünmektedirler. Ama ne kadar düşünürlerse düşünsünler kapitalizmin büyük bir yıkıma yol açtığı gerçeğini değiştiremezler. Nitekim son birkaç ay için-
marksist tutum de yaşanan olaylar bunu açıkça ortaya koyuyor. 2008 sonbahar aylarında dünyada işsizlerin sayısı milyonlarla artar hale gelmiştir. Yaşanan krizlerin akabinde emperyalist paylaşım savaşlarının hız kazandığınıysa İsrail’in Filistin’e saldırması bir kez daha somut bir şekilde göstermiştir. Türkiye’de de durum dünyadan farklı değildir. Son 3 ayda 500 binin üzerinde işçi işini kaybetmiş durumda ve işten atılmaların hiç de ardı arkası kesilecekmiş gibi görünmüyor. İşte Pazar günü düzenlenen miting bu kötü gidişin önüne geçmek için önemli bir adımdır. Tabii sadece bir adımdır ve bu adımları ilerletmek biz işçilerin elindedir. Krizin yükünü proletaryanın sırtına yüklemek isteyen burjuvaziye karşı işçiler arasında birliktelik ağını örmek ve mücadeleyi yükseltmek için alanlara daha kalabalık ve daha sık çıkmalı ve tüm gücümüzle taleplerimizi dile getirmeliyiz. Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
“Uyan Artık Uykudan Uyan” B
ugün dünya çapında yaşanan ekonomik kriz kendini iyice açığa vurmaya başladı. Çeşitli işyerlerinde ve çeşitli ülkelerde işten çıkarmalar, işyerlerinin kapanması, işsiz işçilerin oranındaki artış hemen hemen tüm dünyada kayda değer bir yükselişe geçmiştir. Tabii bu olumsuz yükseliş, içinde başka bir olumluluğu da barındırmaktadır. Çünkü daha düne kadar işçi dostlarımıza bir sorunu anlatmak için kendimizi yırtıyorduk, şimdi yükselen krizle birlikte işçiler biraz da olsa asıl düşmanlarını görmeye başlamıştır. Burada esas görülmesi gereken şey ise işçi sınıfının enternasyonal birliğidir. Biz işçilere karşı çeşitli saldırıları burjuvazi nasıl ki uluslararası ölçekte gerçekleştiriyorsa, şüphesiz bu saldırılara karşı koyabilmek için de işçi sınıfının enternasyonal, yani uluslararası birliği olmazsa olmazdır. Bundan 138 yıl önce bir sanayi işçisinin yazdığı Enternasyonal marşını anımsarsak eğer, bu kokuşmuş sistem içersinde işçi sınıfının kurtuluşu ancak ve ancak kendi eseri olacaktır. Yıllar boyunca biz işçileri iliklerimize kadar sömüren, üç kuruşa gece gündüz çalıştıran burjuvazi, böylesi kriz dönemlerinde tüm yükü, yani krizin faturasını biz çalışanlara yıkmak istemektedir. Zaten bizleri, bugüne kadar büyük bir esaret içinde tuttuysa eğer, bunun da belirli sebepleri vardır. Şüphesiz işçilerin örgütsüzlüğü bir tarafa bırakılırsa, burjuvazi dini inançları sömürerek ve şükretme mantığını geliştirerek işçilerin sürekli beynini bulandırmıştır. İşçileri bölüp parçalayıp, milliyetçilik zehriyle beyinleri felç eden burjuvazi bir de şükürcü mantıkla işçileri tamamen mücadeleden geri tutarak pasif bir duruma düşürmektedir. Bir işçi, bir parça ekmek için bile bir sürü emek harcamaktadır. Şüphesiz istenmesi gereken şey bir parça ekmek
değil, dünyadaki tüm insanların, savaşsız, sömürüsüz, insan gibi yaşamasıdır. Haliyle böyle insanî bir görev şükretmeyi değil, mücadele etmeyi gerektirir. Burjuvazi bizleri sömürürken, “buna da şükür” demiyor! Doğal olarak bizlerin de şunu bilmesi gerekmiyor mu? Biz işçileri kurtaracak olan, Enternasyonal marşında da söylendiği gibi; ne ağalar, ne paşalar, ne de din olacaktır. Kurtuluş, sınıfımızın uluslararası kurtuluşu, ancak enternasyonal bir mücadele ile mümkündür. İşçiler arasında dinsel, bölgesel farklar olsa da, esas olan bir işçinin bölgesi ya da dinsel inancı değildir. Çünkü din kişinin kendi inanç dünyasını ilgilendirir. İşçi inanıyor diye sömürüden kendini kurtaramıyor, hatta kimi işyerlerinde din adı altında sömürü daha da katmerleşiyor. Onun için inanan inanmayan ya da farklı dinlerden dürüst her işçi, burjuvazinin bize dayattığı bazı ayrımları bir kenara bırakarak işçi sınıfının bu esirler dünyasından kurtuluş kavgasına omuz vermelidir. İşçi sınıfını yılların birikmiş ataletinden kurtaracak kavgaya çağıran Enternasyonal marşının da söylediği gibi, din, dil, ırk, renk ayrımı yapmaksızın, inanan inanmayan herkesi kucaklıyor sınıf mücadelesi. Kavgamızın marşı olan Enternasyonal, yüreği cıvıl cıvıl olan, yüreğinde yaşama sevincini burjuvaziye inat dipdiri tutan herkesi, yumruklarını sıkıp zulmü rüzgârlara savurmaya çağırıyor. Hem fabrikalar hem de toprak, her şey emekçinin malı Asalaklara tanımayız hak, her şey emeğin olmalı Cellâtların döktükleri kan, bir gün onları boğacak Bu kan denizinin ufkundan, kızıl bir güneş doğacak BU KAVGA EN SONUNCU KAVGAMIZDIR ARTIK ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Beylikdüzü’nden bir tekstil işçisi
45
Okurlarımızdan TC Burjuvalarının da İnsan Öldürmeyi İyi liamları unutmadık. Ve bugün hâlâ Kürt halkına yapılan saldırılar bitmiş değil, çocuklar hâlâ mermilerle oynuyor, polis Bildiğini Unutma! Kapitalist krizin gittikçe derinleştiği ve emperyalist paylaşım savaşının yayıldığı bir dönemdeyiz. Yeni yıla girerken Siyonist İsrail devleti Filistin üzerine bombalar yağdırdı ve 1400’ü aşkın Filistinli işçi, emekçi hayatını kaybetti. Ancak burjuva politikacılar kendi elleriyle yarattıkları acıları bile kendi çıkarlarına kullanmaktan utanmıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Davos’ta kapitalistler bir aradaydı. Erdoğan Peres’e “çok sert” çıktı ve “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” dedi. “Benim için Davos bitmiştir artık, Davos’a bir daha gelmeyeceğim” diyerek toplantıyı terk etti. Bizler geçmişte yaşadıklarımızı unutacak kadar balık hafızalı değiliz. Irak işgal edilirken neredeydi Erdoğan? ABD hükümetinin Afganistan ve Irak işgallerine aktif destek veren, Irak’ta işgalci güç olmak için Meclis’e tezkere getiren, üsleri, limanları ve hava üslerini ABD’ye kullandırarak yüz binlerce insanın öldürülmesine dolaylı da olsa katkıda bulunan acaba kimdi? Yanı başımızda Kürt halkına yapılan kat-
İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! TC burjuvazisinin Kürt sorunu konusundaki imha ve inkâr politikaları devam ederken, yerel seçimlere az bir süre kalması nedeniyle burjuva partiler, Kürt halkının gözünde itibar kazanmak için türlü “açılımlar” yapmaya çalışıyor. Kürt halkını sözde temsil eden bir TV kanalının açılması bunun en iyi örneklerindendir. Halkların kardeşliğinden dem vuran TC burjuvazisi, bunu söylerken bile Kürdistan’ı bombalıyor. İsrail’in Filistin’i bombalamasına, yakıp yıkmasına sözde timsah gözyaşları döken egemenler, aynı hassasiyeti Kürt halkına karşı göster(e)miyor. Demokrasiden bahsedenler, konu Kürt halkının anadiline geldiğinde bunu içlerine sindiremiyorlar. Bu da burjuvazinin ne kadar ikiyüzlü olduğunun bir kanıtıdır. Ayrıca TC’nin kendi yasalarıyla cezalandırdığı Kürtlerin, cezaevlerinde bile kendi anadillerinde konuşmalarının engellenmesi, halkların kardeşliğinin ne kadar havada kaldığının bir göstergesidir. TC burjuvazisi, uluslararası arenada insan haklarının sözde savunuculuğunu yaparken, aynı şeyi Ermeni ve Kürt halklarına karşı yapmıyor. Ve inkâr politikalarını devreye sokuyor. Zaten kapitalist bir sistemde burjuvazinin gerçek anlamda halkların kardeşliğini yaratması mümkün değildir. Bunun gerçekleşebilmesi için, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun olması gerektiği de bir sır değil. Bunu yaratmanın koşulları tüm engellere rağmen, daha fazla mücadele etmekten ve örgütlenmekten geçiyor. Yaşasın halkların kardeşliği! Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sosyalizm! Gebze’den Marksist Tutum okuru işsiz bir işçi
46
ve asker baskısı altında yaşamak zorunda bırakılıyor. Aynı şekilde İsrail pilotlarının Konya Hava Üssünde eğitilmesine itirazı olmayan da yine aynı Erdoğan değil midir? Öte yandan yerel seçimler yaklaşıyor. Ve Erdoğan, “daha fazla öldürmeyi vaat eden bir seçim kampanyası olabilir mi” diyerek İsrail’deki seçim kampanyalarını eleştiriyor. Oysa bizler şunu çok net biliyoruz ki, hiçbir burjuva, işçi sınıfının çıkarlarını düşünmez. Erdoğan bugün Davos’a çıkıp Filistin’de ölen sınıf kardeşlerimiz adına konuşuyor. Fakat oraya neden toplandıklarını bizler biliyoruz. Bizlerin kuyusunu daha derin nasıl kazacaklarını konuşmak için bir aradaydı kapitalistler. Bilinçli işçiler şunu çok net biliyorlar ki, hiçbir kapitalist, çıkarları uğruna insanları öldürmekten çekinmez. Buna Erdoğan’ın temsil ettiği Türkiye burjuvazisi de dâhildir. Bu yüzden de onların güzel laflarına kanmamalı, güvenmemiz gereken tek şeyin örgütlü gücümüz olduğunu iyi bilmeliyiz.
Ankara Üniversitesinden bir öğrenci
Ben şu anda bir resim çiziyorum. Bu resim yaşadıklarımızın resmi. Ve genel olarak koyu renkler kullanılmış. Çünkü dünya şimdi karanlık. Fırçama kahverengi boya alıyorum. Bir toprak çiziyorum, fakat toprakta bir şey eksik, kırmızı kanlar. Dünya şu anda kanlarla dolu. Gerek savaşlarda gerekse fabrikalarda iş kazaları sonucu ölen işçilerin kanıyla kaplı. Evet, kırmızı boyayı alıp kahverengi toprağın içine biraz kırmızı atıyorum. Ve daha sonra gökyüzünü çiziyorum ama ne yazık ki karanlık. Gündüz olmasına rağmen koyu mavi kullanıyorum. Çünkü gökyüzü atılan bombalardan, fabrika bacalarından çıkan dumanlardan dolayı kararmış. Evet, gök kubbenin altındaki ve toprağın üstündeki kısma ise savaşları, fabrikaları ve işçi mahallelerinde açlıktan ölmekte olan insanları çiziyorum. Şu anda ise geleceğin resmini çiziyorum; eğer bu düzen böyle gitmezse, eğer değişirse, eğer işçiler kendilerinin üretip kendilerinin yönettiği bir dünya kurarlarsa geleceğin nasıl olacağını. Önce fırçama açık mavi alıyorum. Masmavi bir gökyüzü çiziyorum. Daha sonra gökyüzüne bir güneş çizmek için kırmızı ve turuncu boyanın karışımına batırıyorum fırçamı. Ve resmin tam ortasına kızıl bir güneş çiziyorum. Daha sonra yemyeşil bir bahçe çiziyorum. Bu bahçede oyun oynayan çocuklar, şarkılar söyleyen-çalan gençler ve serdikleri bezin üstünde oturan sohbet eden insanlar çiziyorum. Ben bir çocuğum. Ben yaşadığımız dünyayı böyle görüyorum. Ve yaşamak istediğim dünyayı ise bu şekilde yorumluyorum. Fakat o tablo yaşadığımız bu sistemde asla göremeyeceğimiz bir dünya. O tabloyu ancak işçi sınıfının kendisinin üretip kendisinin yönettiği bir dünyada yaşayabiliriz. Esenler’den bir ilköğretim öğrencisi
Okurlarımızdan Davos’un Sesi Uzaktan Hoş Gelir
Dünya genelinde kadın sorununa karşı birçok akım, çeşitli çözüm yolları öne sürmüştür. Bunlardan birisi de, hatta en çok bilineni feminizmdir. Feminizm, kadınlığı yüceltme anlamına gelen ve kadınların erkeklerle eşit olması için çaba gösteren bir akımdır. Bu hareketin ortaya çıkışı, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak ve 18. yüzyılın sonlarına doğru, Fransız devrimi ile gerçekleşmiştir. Gelişen kapitalizmin daha çok işgücüne ihtiyaç duyması, kadının evinden çıkıp toplumsal üretimde yer almaya başlamasına sebep olmuştur. Buna koşut olarak gelen bilinçlenme ile de, kadınlar binlerce yıllık ezilmişliğe ve sindirilmişliğe karşı koymaya başlamışlardır. Bir burjuva kadın hareketi olarak ortaya çıkan feminizm, ilk dönemlerinde ilerici ve demokratik bir rol üstlenmişti. Ancak sorunun temel kaynağını, yani “sınıfsal farklılıkları” dikkate almayan bu akım, tıpkı kapitalizm gibi zamanla gericileşti. Burjuva feminizmi kadını sınıfsal kurtuluş mücadelesinden uzaklaştırarak, eşitsizliğin gerçek kaynağına yönelmesini engelleyerek ve işçi sınıfı hareketini bölerek, gerici bir akım olarak varlığını sürdürmektedir. Bu ve bunun gibi akımlar işçi emekçi kadının kurtuluşunu gerçekleştiremez. Kadın-erkek eşitsizliği de dahil, insanlar arasındaki eşitsizliği, adaletsizliği, baskıyı, zulmü ve sömürüyü ortadan kaldıracak tek yol sosyalizmdir. Bu da doğru temellerde ve örgütlü çalışmayla gerçekleşecektir. Öğren, Öğret, Örgütle, Örgütlen!
Merhaba dostlar, Ben bir lise öğrencisiyim. Okulun birinci dönemini geride bıraktık ve ikinci döneme adım attık.15 günlük tatilde kısa kısa akraba ziyaretlerinde bulundum. Bu ziyaretlerde farklı yerlerde yaşayan ama benzerlikler gösteren iki ayrı aileyi gözlemledim. Ortak noktaları, iki ailenin de işgüçlerini satarak geçiniyor oluşuydu İlk gittiğim evde hayat yemek yemek, TV izlemek, internette takılmak (evin çocukları için geçerli) ve uyumaktan ibaretti. Evin babası sabah 6’da işe gidiyor, akşam 9’da geliyordu. Yani babanın yüzünü sadece akşam yemeklerinde görüyorlardı. Evin annesi ise klasikleşmiş bir şekilde evin işleriyle uğraşıyordu. Evin gençleri medyanın büyüsüne kapılmış, sanal bir hayat sürdürüyorlardı. İkinci evde ise durum daha vahimdi. Yine işçi ailesi olan bu aile, diğerinden farklı olarak, olmayan paralarıyla sahip oldukları eşyaların daha lüksünü almak, kendilerini olduklarından farklı göstermek gibi bir çaba içindeydi. Bu ailede bir kişi çalışıyor ve kirada oturuyorlardı. Eve gelen maaş asgari ücret civarındaydı. Evin babası işten çıkarıldı ve tazminatıyla bir araba satın aldı. Ailenin şimdiki planı arabayı satmak ve toplu konutlardan bir daire satın almak. Aynı zamanda evin annesine ehliyet almak (olmayan araba için), plazma TV almak, sınırsız internet almak vs. Ben ilk duyduğumda şaka sanmıştım ama gerçekmiş. Düşünüyorum, önce üzülüyorum, biraz daha düşününce öfkeleniyorum. Çünkü benim verdiğim bu örnekler gibi, patronlar sınıfı ve onların aygıtları tarafından zehirlenmiş, uyuşturulmuş insanlardan daha ne kadar var acaba? Kapitalizm denilen bu vahşi düzen zamanla kendini çürüttüğü gibi, insanların beynini, duygularını ve bedenlerini de çürütüyor. Kapitalistler biz işçileri oyun hamuru gibi şekilden şekle sokuyor, istedikleri gibi yönlendiriyorlar. Biz ise hiçbir şeyle yetinmek bilmeyen, kâr hırsıyla soluyan bir avuç asalak sınıfın bize gösterdiği gibi yaşıyor, bütün servetlerini biz yarattığımız halde onlara imreniyor ve onlardan medet umuyoruz. “Ölmedik ya buna da şükür” diyoruz. Peki, hiç düşündük mü, biz yaşıyor muyuz? Bizler artık bekleyecek durumda değiliz. Çünkü kapitalizm dünyanın her yerini kana bulamaya devam ediyor. İyice yaşlanmış olan canavar ölmemek için elinden geleni yapıyor. Bugün kapitalizm tarihinin en büyük krizini geçiriyor. Bununla birlikte işsizlik, yoksulluk, açlık ve savaşlar doğuruyor. Tüm bunlara karşı çıkıp, bu krizi, sağlıklı ve mutlu bir dünya yaratmak için dönüştürebilecek tek güç işçi sınıfıdır. Eğer bir savaş olması gerekiyorsa, bu işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüteceği sınıf savaşı olmalıdır. Safını bilen, örgütlü ve önderliğe sahip işçilerin önlerinde hiçbir güç duramaz. Ben henüz 17 yaşındayım. Alnımın çizgileri, ellerimin nasırları yok daha. Ama bu sisteme, sistemin asalaklarına duyduğum kin 17 seneyi geçti. Bu nedenle sınıfımın tüm insanlarını mücadeleye davet ediyorum. Çünkü bizlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Akhisar’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Gebze’den Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi
Davos zirvesine katılan başbakan Erdoğan, İsrail cumhurbaşkanına yaptığı çıkışla bir anda dünya kamuoyunun gündemine oturdu. Başta Filistin ve Türk halkının sempatiyle ve kahraman gibi karşıladığı başbakan Erdoğan, aslında üzeri yalanla, ikiyüzlülükle örtülmüş bir tuzağın içine çekmektedir işçi ve emekçileri. Bir yandan yerel seçimlere hazırlık, bir yandan Ortadoğu’da söz sahibi olma arzusu, yürüyen savaşa ortak olma ve pay alma arzusu, sözde savaş karşıtı bu söylemin başlıca nedenlerindendir. Peki, o zaman soruyoruz: Bu sözde savaş karşıtı burjuva “kahramanlar”, yıllardır kaç tane Kürt bebeğin, çocuğun, ananın, babanın kanını döktüler, katlettiler? Küçük yaşta çalışmak zorunda bırakılan, sokaklarda yaşayan, açlıktan ve soğuktan ölen çocuklar için ne yaptılar? Bugün Filistin’de kan döken İsrail subaylarını Konya’da eğitenler bunlar değil miydi? Dostlar, kapitalizmin ve patronlar sınıfının dün olduğu gibi bugün de bize vereceği tek şey açlık, savaş ve ölümdür. Tarih de şunu çok iyi gösteriyor ki, onların ipiyle inilen her kuyunun dibinde kan, savaş ve ceset yığını vardır. Eğer çocukların savaşlarda, sokaklarda ölmediği bir dünya istiyorsak o zaman bunların nedeni olan kapitalizme ve patronlar sınıfına karşı kendi sınıf cephemizi örmeliyiz. Gazi Mahallesinden bir metal işçisi
Kadın Sorunu
47
Okurlarımızdan Suyun parayla satıldığını ilk duyduğum zaman çok şaşırmıştım. Su neden parayla satılabilirdi ki? Sudan bol ne vardı? Tabiî ki çocuk aklım buna ermiyordu, haksız da sayılmazdı, çünkü çok saçma. İstanbul’a gelmemle birlikte zor da olsa bu duruma alışmaya başladım. Baştan İSKİ’ye para ödesek de zamanla musluk suyu kokmaya başladı ve damacana suyla tanışmaya başladık. Artık o kadar çok haşır neşir olduk ki, sanki ayakkabı reklamı yapılır gibi su reklamı yapılıyordu ve her köşede su dükkânları açılır oldu. Kapitalizmi kavradıkça bu işin mantığını da kavramaya başlamıştım. Haramiler suyun başını kesmişti. İnsanların en doğal ihtiyacı ve yaşam kaynağı olan su musluklardan geçirilmeye başlandı ve başına da devlet adı altında ya da özel şirketler adı altında haramiler kondu. Burjuvazi yıllarca fabrika atıklarını, çöplerini, kimyasallarını vs. denizlere, nehirlere boşalttı, hâlâ da boşaltmaya devam ediyor. Doğal içme suyu kaynaklarını acımasızca kirleten burjuvazi, şimdi suyu bizlere bardakla satmaya kadar vardırdı işi. Birleşmiş Milletler raporuna göre dünyada her gün 5 bin çocuk kirli su içtiği için ölüyormuş. Bugün dünya nüfusunun yüzde yirmisine karşılık gelen 30 ülke su sıkıntısı çekerken, bu oranın 2025 yılında yüzde 25’e ve ülke sayısının da 50’ye çıkacağı tahmin ediliyormuş. Yine tahminlere göre böyle giderse 2050 yılında dünyada 2 milyar insan susuzluk çekecekmiş. Baştan şunu belirtmekte fayda var, ben bu sıkıntıyı şimdiden çekmeye başladım, çünkü su faturaları yüzünden musluğu açmaya korkar oldum. Aslında şu haliyle bile çelişki kavranabilirse eğer, bu aşağılık sistemin insanlığı nasıl bir felâkete sürüklediğini görmek zor olmasa gerek. Burjuvazinin kâr hırsı yüzünden sadece bir gün içerisinde yeryüzünde binlerce insan ölmekte ise bu şu anlama gelmez mi? Her gün dünyanın bir köşesine atom bombası düşer gibi binlerce insan ölüyor. Yavaş yavaş su sorununu bizler bile hissetmeye başladığımıza göre, ki üç tarafı denizle kaplı bir coğrafyada, ya diğer ülkelerde durum ne boyutlardadır. Kapitalist sistemin her şeyi tahrip ederek nasıl kirlettiğini ve nasıl her şeyi paraya çevirdiğini ve biz insanlığın hayatını nasıl tehlikeye attığını artık görmenin zamanı gelmedi mi?
Bir işçi olarak burjuvazi tarafından insan yerine konmadığımı biliyordum. Ama geçenlerde okuduğum bir haberde bu kadarına da pes dedim. Yeni sosyal güvenlik yasasıyla birlikte yeni doğan çocuklara yapılacak süt yardımı herkesi güldürdü. Yasanın ilk halinde 1277 TL olan süt yardımı (emzirme ve doğum) 1 Ocak 2009’dan itibaren SSK ve BağKur’lular için SGK Yönetim Kurulu tarafından 70 TL olarak belirlendi. Diğer taraftan 2009’da ineklerin doğuracağı her buzağı için süt yardımı 350 TL olacak. Öyle bir durum ki, güler misin, ağlar mısın karar veremedim. Bir kez daha burjuvazinin işçilere verdiği değeri görmüş olduk. Ömrümüz boyunca onların kârlarına kâr katalım, sonunda ise buzağıya 350 TL, işçilerin çocuklarına 70 TL değer biçilsin. Burada da gördüğümüz üzere burjuvazinin gözünde bir hayvan kadar bile değerimiz yok. Hatta hayvan işçilerden 5 kat daha değerli. Bize dayatılan bu çürümüş kölelik düzenini yaşamak zorunda mıyız? Tabii ki değiliz. Bütün dünya biz işçilerin ellerinde yükselirken, her şeyi biz işçiler yaratırken, dünyanın tepesinde bulunan bir avuç asalak biz işçilerin sayesinde yaşarken, işçilere verilen değer bu kadarsa, yok edilmeyi fazlasıyla hak ediyor bu düzen!
Kıraç’tan bir işçi
Bir tersane işçisi
Merhaba dostlar, ben Ankara’da okuyan bir lise öğrencisiyim. Ekonomik krizin giderek derinleştiği şu günlerde dünyanın dört bir yanında binlerce işçi işten atılıyor. Arkadaşlarıma bu durumdan bahsettiğimde pek çoğu “bize ne, biz işçi miyiz?” diyor. Ama işçi çocuğu olan öğrenciler olarak bizler de krizden nasibimizi alıyoruz. Evet, biz öğrenciler belki bugün işten çıkarılma gibi bir sorun yaşamıyoruz. Ama annemiz, babamız, kardeşlerimiz ve tüm işçiler bu sorunu birebir yaşıyor ve bu da doğrudan bizlerin hayatını etkiliyor. Benim babam bundan 3 ay önce kriz gerekçesiyle işten çıkarıldı. Yaşı 40’ın üstünde olduğu için iş bulması bu koşullarda iyice zor. Annem de yıllardır çalışan ve patronların sömürüsüne maruz kalan bir işçi. Ama onu da bu ay sonu kriz gerekçesiyle işten çıkaracaklar. Ben ve diğer kardeşlerimse bu koşullar altında okumaya, hayatımızı “kurtarmaya” çalışıyoruz. Bugün biz ve bizim gibi binlerce işçi ailesi dünyanın dört bir yanında aynı sorunları yaşamaktalar. Buna rağmen örgütlü işçiler olarak bizler çok iyi biliyoruz ki, sistemin yaratmış olduğu kriz, savaş, açlık, yoksulluk ve sefalet koşullarından ancak bir araya gelip, mücadele ederek kurtulabiliriz. Bu yüzden hep beraber haykıralım işçi kardeşlerim: “KRİZİN FATURASI PATRONLARA!” Ankara Tuzluçayır’dan bir lise öğrencisi
48
Buzağıya 350 TL, İşçilerin Bebeklerine 70 TL
Kriz Derinleşirken Merhaba Marksist Tutum okurları. Şu günlerde kapitalizm büyük bir kriz içinde. Daha krizin başında olmamıza rağmen işten çıkartılan işçiler, buna bağlı olarak gün geçtikçe artan ve bir çığ gibi büyüyen işsizlik, kapanan fabrikalar ve pahalılaşan hayat standartları… Burjuvazinin elinde bulundurduğu medya krizin yapısını olduğundan farklı bir şekilde lanse etmeye çalışsa da durumun ne kadar vahim olduğu ortadadır. Bu durum burjuvazi için çıkmaz bir durumdur. İşçilerin bu durumda alacağı tavır “işten çıkartılmalar durdurulsun” yönünde olmalıdır. Böylece krizin burjuvazi için daha da derinleşmesi sağlanacak, zaten çıkmazda olan burjuvazi iyice bunalacaktır. İşçilerin bu taleplerini yerine getirmek için yapacakları örgütlü mücadele, krizin faturasının işçilere ödetilmesini engelleyecektir. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Akhisarlı bir Marksist Tutum okuru