Mt no 49

Page 1

Birleşik Kitlesel Bir 1 Mayıs İçin! Nisan 2009

• 1 Mayıs ve devrimci uyarı görevimiz • Türk tipi burjuva demokrasisi /13 • Kızıl kanatlı Rosa /4

49

• Kapitalist kriz derinleşiyor • Darbe günlükleri ve iktidar kavgası • Burjuvazinin akla ve bilime saldırısı


Yaklaşan 1 Mayıs ve Devrimci Uyarı Görevimiz 2

009 1 Mayısını, tüm dünyaya derin ve tarihsel önemde bir ekonomik krizin damgasını vurduğu, buna emperyalist paylaşım kavgası ve savaşların eşlik ettiği bir süreçte karşılıyoruz. Dünya çapında yaşanan bu sürece, Türkiye’de egemen burjuva sınıf içindeki çatlak ve hegemonya çatışması da eklemlenmiş durumda. Buna karşın, dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca işçiyi içine alan genel grevler ve kitle gösterileri yaşanmakta, “kapitalist krizin bedelini ödemeyeceğiz” şiarıyla işçiler sokağa dökülmektedir. Yaşanan ekonomik krizi, kısa bir an, geçici bir durum vb. olarak değil, gerek kendisi, gerek her düzeydeki etki ve sonuçları itibarıyla uzun yılları kapsayacak tarihsel bir dönem olarak ele almak gerekiyor. Çok açık ki, içine girdiğimiz dönem “toplumsal barış”, “sınıfsal uzlaşma”, “uyumlu, dengeli ve sürdürülebilir bir kalkınma” vb. ile değil, inanılmaz boyutlara ulaşacak olan bir toplumsal-iktisadi yıkımla ve keskin sınıf kavgalarıyla karakterize olacaktır. Birkaç ay içerisinde tüm dünyada milyonlarca işçi işten çıkarılmış, sadece geri ülkelerde değil Avrupa ve Amerika’da da işsizlik rekorları kırılmaya başlanmıştır. Batan bankalar, iflasın eşiğine geldikleri için devletten yardım dilenen dev tekeller, her biri binlerce işçi çıkaran büyük şirketler… Türkiye’de de işsizlik milyonlarca işçi ve emekçiyi girdabına almış durumdadır. Şu ana değin yaklaşık bir milyona yakın işçi işten atılarak işsizliğin ve sefaletin kucağına itilmiştir. İşçi ve emekçiler büyük bir hızla açlığa sürüklenmektedir. Önümüzdeki aylarda işten atılanların sayısı daha da artacaktır. Gelen günlerde, sermaye hükümeti de saldırı paketlerine hız verecektir. Şimdilerde iş bulmayı hayal eden işçi kitlelerinin yaz ve sonbahar aylarında işsizliğin sonuçlarını daha ağır bir şekilde hissedeceği ve öfkenin büyüyeceği kuvvetle muhtemeldir. Bu durum devrimci bir kabarış zemininin de giderek güçleneceği anlamına geliyor. Burjuva ideologların, “işsizliğin bu boyutlara ulaşması toplumsal

ayaklanmalara yol açacak ve düzeni tehdit edecek ciddi bir tehlike olarak karşımızda duruyor” diye feryat etmeleri boşuna değildir. Krizle birlikte faturanın işçilere kesilmesine dönük artan saldırılar, hiç kuşku yok ki işçi sınıfında giderek artan bir öfkenin birikmesini, mücadeleye dönük bir arzunun ve duyarlılığın ortaya çıkmasını da beraberinde getiriyor. Mitinglere anlamlı bir katılım sağlamak için sendikaların özel bir çalışma yürütmemesine rağmen, gerek 29 Kasım Ankara mitingi gerekse de 15 Şubat Kadıköy mitingi toplamda anlamlı bir işçi katılımıyla son yılların en büyük işçi mitingleri oldular. Katılan işçi kitlelerinin coşkusu, işçilerdeki mücadele arzusunun dışavurumuydu. İşte 2009 1 Mayısını bu açıdan değerlendirmek ve bu temelde işçi sınıfının kendisini toparlayacağı ve moral kazanacağı bir 1 Mayıs örgütlemek yakıcı bir önem taşıyor. Birleşik, kitlesel ve mücadele azmiyle dolu bir 1 Mayıs’ın örgütlenebilmesi, uzun yıllardır üzerindeki ölü toprağını atamayan, ama son dönemlerde kıpırdanmaya başlayan Türkiye işçi sınıfı açısından oldukça önemlidir. Bu nedenledir ki 2009 1 Mayısı, her şeyden önce, geniş kitlelerin katılımının sağlanmasına, işsiz yığınların da örgütlenip alanlara çekilmesine, sınıfın birliğinin ve gücünün öne çıkmasına hizmet etmelidir.

Ders çıkar, uyanık ol! İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs, aynı zamanda, sistem krizine karşı işçi sınıfının birleşik ve kitlesel bir tepki verme fırsatı olarak düşünülmelidir. Öte yandan bu fırsatın değerlendirilebilmesi için, öncelikle ve özellikle son yıllarda 1 Mayıslarda yapılan yanlışların farkına varılması ve gerekli derslerin çıkarılması zorunlu oluyor. Aksi takdirde 1 Mayıs’ın sınıf hareketinde bir toparlanmanın başlangıç noktası yapılması bir yana, onun anlamlı bir şekilde kutlanması dahi

1


marksist tutum

mümkün olmayacaktır. Unutkanlık artık işçi sınıfı mücadelesinin başına iyice belâ olmaya başladı. Bu nedenle hafızayı sık sık tazelemekte yarar var. Biz Marksist Tutum olarak 2004 1 Mayısından beri, işçi sınıfı mücadelesini güçsüz düşüren ve sınıfın moralini bozan yanlış yaklaşımlara sürekli dikkat çektik, eleştirdik ve uyarılarda bulunduk. Bugün de aynı kapsamda uyarılarda bulunmayı ve yanlış bulduğumuz tutumları eleştirmeyi devrimci görev addediyoruz. 2004 1 Mayısının ardından, işçi sınıfının kitlesel 1 Mayıs mitinginin bölünmesine neden olan sendikal bürokrasinin sorumsuz tutumunu eleştirmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştık: “İşçi sınıfının sendikal ve siyasal düzeydeki örgütlülüğünün tedirgin edici boyutlarda gerilediği dönemlerde, 1 Mayıs gibi anlamlı bir tarih bile olsa, sınıf hareketinden bir gün içinde devrimci bir nitelik sergileyecek bir sürpriz beklenemez. Bu türden tarihsel kesitlerde proletarya içinde yürütülmesi gereken örgütlenme çabası gerçek komünistler açısından bellidir. Leninist parti anlayışı, sınıfın öncü unsurlarının sağlam siyasal örgütlülüğünün sağlanması sayesinde kitlesinin de ileriye doğru harekete geçirilebileceğine işaret eder. Fakat çok açıktır ki bu tarz bir örgüt ve mücadele anlayışının içselleştirilebilmesi, ancak bu zahmetli işi bıkmadan usanmadan yürütmeyi becerebilecek niteliğe ve disipline sahip devrimci kadroların harcıdır. Kulağa ne denli hoş gelse de, devrimci bir eylemmiş gibi görünse de, sınıfın örgütlü mücadelesini ilerletmeye hizmet edemeyen devrimci söylemler ve eylemler son tahlilde kendi içine dönüp sönmeye mahkûmdur. “Bugüne dek tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir ülkede küçük-burjuva devrimciliği ve onun sol lafazanlığı sınıf hareketinde mucizeler yaratmaya muktedir olamamıştır. Bu tarihsel gerçek bundan sonra da değişecek değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının ezici çoğunluğu örgütsüzlük koşullarında sürünür ve sendikal cephede şu ya da bu sendika bürokrasisi eliyle reformizm veya milliyetçilik batağına çekilmek istenirken hiç kimse bu yakıcı gerçeklerden kaçıp kurtulamaz. Böylesi süreçlerde, işçi sınıfının kitle örgütlerinin farklı burjuva tercihler temelinde oraya buraya çekiştirilip işçilerin karşı karşıya getirilmesi konusunda daha da uyanık olunmalı. “Unutmamalıyız ki, işçi sınıfının sendikal düzeydeki örgütlülüğünün ileriye taşınabilmesinde temel etken sınıf içindeki sağlıklı devrimci çalışmadır. Ve mevcut sendikal harekette işçiler açısından anlamlı bir atılım, ancak tabandan yükselecek örgütlü militan bir kıpırdanmanın sonucunda sağlanabilir; tepeden yürütülen ve şu ya da bu burjuva kliğin amaçlarına alet olan sendika üst yönetimleri tarafından değil! İşçi sınıfının çeşitli sendikal ve kitle örgütlerinin eylem birliğinin sağlanabilmesi için mücadele edilmeli ve sendika bürokrasilerinin kitlesel eylemleri parçalama eğilimlerine alet olunmamalıdır. “1 Mayıslar gibi mücadele günlerini işçi ve emekçi kit-

2

Nisan 2009 • sayı: 49

lelerin bilinç düzeyinde bir sıçrama yaratabilmek bakımından önemli bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan komünistler için çok açık olan bir husus var. Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor. Devrimci unsurların sınıfın geri kitlesini kendi kaderiyle baş başa bırakarak, devrimci heyecanı kısa vadede çok daha fazla tatmin edebilirmiş gibi görünen yerlere yönelmeleri tek kelimeyle sorumsuzluktur. Leninist mücadele anlayışı, bilinçsiz işçi kitleleri arasında fuzuli ayrımlar yaratmaksızın onlar neredeyse oraya gitmeyi, mücadeleyi onların arasında onlarla birlikte geliştirmeyi temel bir ilke olarak başa alır. Bu nedenle komünistlerin, en gerici sendikalar da dahil işçi sınıfının tüm kitle örgütlerinde çalışmaları vazgeçilmez bir kuraldır. “Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir sorun daha var. 1 Mayıs ve benzeri tarihi günlere salt bir günlüğüne alanlarda boy göstermekle değil, başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi ve gençlik kesimleri arasında tüm bir yıl boyunca örgütlü çalışma yürütmekle sahip çıkılmış olunur. İşçi sınıfı içinde yürütülen devrimci örgütlü mücadele, sınıf temelinden yoksun küçük-burjuva devrimciliğine oranla her açıdan çok daha sabırlı ve dikkatli olmayı gerektirir. Burjuva düzenin kendi egemen ideolojisiyle işçilerin bilincini çarpıttığı ve çeşitli araçlarla onları geride tutmaya çalıştığı koşullarda sınıf hareketinin ilerletilebilmesi maksadıyla ter dökmek zahmetli bir iştir. Bu yolda sağlıklı adımlar atabilmek için uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla donanmak, planlı ve disiplinli bir çalışma temelinde sınıfın öncü unsurlarıyla buluşup kenetlenmek şarttır. Bolşevik çalışma tarzını benimsemiş kadrolar açısından mücadelede başarı ölçütü, şu ya da bu eylemde devrimci heyecanın bireysel tatmininden çok, bu heyecanın sınıfın daha fazla sayıda unsuruna taşınabilmesi ve bu temelde işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün bir adım daha ileriye taşınabilmesidir. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı açısından tarihi bir anlamının olması, sınıf içinde çalışan devrimci unsurlar bakımından bu önemli günü bu söylediklerimiz dışında istisnai bir gün kılmaz. Tam tersine, aslında böylesi tarihi günler, sınıf içinde yılın tüm günleri boyunca doğru ve sabırlı bir örgütlenme çalışması yürütenlerin bunun sonuçlarını görüp değerlendirebilmelerine fırsat sunar. “İşçi sınıfının farklı sendikal konfederasyonlara bölündüğü koşullarda, sınıfın görece ileri ve geri tüm kesimlerinin kitlesel eylemlerde birliğinin sağlanması bir bütün olarak sınıf hareketini ilerletici etkendir. Bu bakımdan, geçtiğimiz birkaç 1 Mayıs’ta görüldüğü üzere işçi konfederasyonlarının ortak katılım kararı alması ve işçilerin kitlesel


sayı: 49 • Nisan 2009

eyleminin parçalanmaksızın gerçekleştirilmesi olumlu bir adımdı. Hatırlayalım, 1980 öncesinde DİSK’in sahip çıktığı 1 Mayıs mitingleri Türk-İş yönetiminin ufku dışındaydı. ‘80 sonrasında askeri diktatörlük rejiminin çözülmesiyle birlikte 1 Mayıslar devrimci çevrelerin çabası sonucunda yeniden gündeme getirildi ve Türkİş yönetimi yine uzak durdu. Kendi tabanındaki işçilerin böylesi günlerde alanlara akıp sınıf kardeşleriyle buluşmasını engellemek için onları kapalı salon toplantılarına hapsetmeye çalıştı. O nedenle, nihayetinde Türk-İş yönetiminin de işçi sınıfının 1 Mayıs geleneğine boyun eğmek zorunda kalarak alanlara çıkmaya rıza göstermesi işçi kitlesi açısından bir ilerlemedir. Nitekim genelde işçilerin de bu sonuçtan memnuniyet duydukları ve bunun gerisine düşülmesini istemedikleri çok açık. Bu yıl İstanbul’daki ayrılık, 1 Mayıs’a ister Saraçhane’de ve isterse Çağlayan’da katılmış olsunlar işçilerde bir burukluk yaratmıştır. Zira işçinin gönlü sendikal bölünmüşlükten değil bütünlükten yanadır. “Ancak sağlam ve sağlıklı birliklere yalnızca mücadele yoluyla ulaşılabilir. Bu nedenle tarihin bazı kesitlerinde sendikal mücadelede sınıfın bir bölümünün daha ileriye atılarak örgütlenmesi kaçınılmaz hale gelebilir. Türkiye’de 1960’larda işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmesine paralel yaşanan devrimci yükseliş döneminin ürünü olarak örgütlenen DİSK bu durumun bir örneğidir. Böylesi sendikal biçimlenmeler tarihsel ilerleyiş içinde bazen kaçınılmaz olan ve sınıfın geri kesimini de peşinden sürükleyerek daha ileri düzeyde yeni bir birliğin harcını oluşturabilen hayırlı sıçramalardır. (Nitekim 50 yıl boyunca kitlesel olarak kutlanamayan 1 Mayıs’ın işçi sınıfının kitlesel gösterileriyle yeniden meydanlara taşınması da, DiSK’in öncülüğünde örgütlenen kitlesel 1 Mayıs 1976 mitingiyle mümkün olmuştur.) Savunulması gereken sendikal birlik ya da eylem birliği ilerlemenin önüne set çekmeyen ve tuğlaları işçilerin mücadelesi temelinde örülen bir birliktir.” (Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com) 2007 1 Mayısında da yine sendikal bürokrasinin tutumu nedeniyle işçi sınıfının birleşik, kitlesel 1 Mayıs eylemini bölen yaklaşımlar yeniden nüksetti. Biz o zaman da bu yaklaşımları eleştirdik ve şunları söyledik: “2007 1 Mayısının özünde 2004’tekine benzer bir tablo ortaya çıkardığını öncelikle belirtmek gerekiyor. Türkiye’deki 1 Mayıs kutlamalarının her zaman kalbi durumunda olan İstanbul kutlamaları yine bölünmüş, hatta bu kez

marksist tutum

2007 1 Mayısında da yine sendikal bürokrasinin tutumu nedeniyle işçi sınıfının birleşik, kitlesel 1 Mayıs eylemini bölen yaklaşımlar yeniden nüksetti.

paramparça olmuştur. 1 Mayıs öncesindeki tartışma ve tutumlar olsun, sonrasındaki ilk değerlendirmeler olsun, ne yazık ki 2004’te yaşananlardan pek ders alınmadığını da ortaya koymaktadır. Bu nedenle 2004 1 Mayısının ardından Marksist Tutum sitesinde yapılan değerlendirmenin (Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com) temel unsurları aynen geçerliliğini korumakta ve bir kez daha doğrulanmaktadır. Ancak bu durum samimi sınıf devrimcileri için bir övünç vesilesi olmaktan çok bir üzüntü vesilesi olabilir. “Taksim’i fethetmek gibi kocaman hedeflerden dem vuran DİSK, 1 Mayıs günü en azından örgütlü olduğu fabrikalarda iş bırakarak kutlamalara gelmek gibi çok daha mütevazı, ama samimiyet göstergesi olacak anlamlı hedefler için bile parmağını kıpırdatmamıştır. “Bunların hiçbirisi söz konusu değilken DİSK’in zorlamasının anlamı nedir? Devrimci çevreler yayınlarında kâh DİSK tabanının kâh devrimcilerin basıncından söz etmeyi seviyorlar. Ama biraz ciddiyet gerekmez mi? Fabrikalarda, işçi-emekçi semtlerinde sınıf içinde çalışma yapmayanlar için belki uzaktan meseleyi böyle koymak daha gönül ferahlatıcı gelebilirse de, gerçeklik böyle değildir. Şu anda DİSK tabanındaki işçilerin genel olarak diğer sendikalardaki tabandan bir farkı yoktur. Ve bir yandan devrimcilerin bu tabanda yeterli bir gücü ve çalışması olmadığı için, diğer yandan da DİSK’in sözde solcu ve devrimci yöneticilerinin işçilerin sınıf bilincini ve örgütlülüğünü geliştirmek için hiçbir şey yapmamaları nedeniyle bu böyledir. DİSK bürokrasisinin devrimci hareketten etkilendiği savı ise daha büyük bir fantezidir. Bunun için bir sebep var mıdır? Bu ancak DİSK tabanında yeterli büyüklükte örgütlü bir devrimci etkinlik olması durumunda mümkündür. Böyle bir olgunun olmadığını bildiğimiz gibi, son yıllardaki DİSK yönetimlerinin herhangi bir şekilde dışsal bir devrimci basınç altında kalarak attığı dişe dokunur bir adım olmadığını da biliyoruz. İşin gerçeği bugün Taksim

3


marksist tutum

nasıl işçi sınıfı için yeniden kazanılması gereken bir mevzi ise, DİSK de aynen öyledir. “Devrimci çevreler uzun yıllar boyunca yenilen kazıklar neticesinde DİSK’e karşı genel bir güvensizlik besliyorlardı kuşkusuz. Fakat bu güvensizlik esasen DİSK’in Taksim kararının sonuna kadar arkasında durup durmayacağı noktasındaydı. Sorunun bu boyutunu bir yana bırakacak olursak, yine de asıl mesele bu değildir. Asıl olan Türkiye solunun esasen işçi sınıfının gerçek durumundan tümüyle kopuk, sabırlı, sebatlı bir çalışmadan uzak, reklâmcı, düellocu küçük-burjuva karakteridir. “2007 1 Mayısı açık bir kayıp olduğu ve ciddi bir sorgulamaya gidilerek bundan ders çıkarılması gerektiği halde, devrimci çevrelerin yayınlarında 1 Mayıs’ın “zafer”le sonuçlandığı yazılabiliyorsa, meselelere işçi sınıfını esas alan komünist bir perspektifle zerrece bakılmadığını ve bu topraklarda küçük-burjuva reklâmcı damarın ne denli 2007 ve 2008 1 Mayısları şunu çok net gösteriyor ki; “Taksim”, hem sendika bürokrasisinin günahlarını hem de sosyalist solun sınıfın geniş kesimlerinden ne denli kopuk olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılan bir şal haline getirilmiştir. Meseleyi değerlendirmek için elimizdeki temel ölçüt işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bunu es geçen, hatta bunu değerlendirmesinin temeline oturtmayan her türlü yaklaşım niyet ne olursa olsun hafifliktir. güçlü olduğunu bir kez daha anlayabiliriz. Buna karşı işçi sınıfı devrimcileri mütevazı çabalarını bürokratların pis oyunlarına kurban etme lüksüne sahip değildirler. Gerçeklikten kopuk zorlamalarla işçi sınıfının geniş kesimlerinde anlamsız bir moral bozukluğuna katkıda bulunmak bizim işimiz olamaz. İşçi sınıfı devrimcileri küçük-burjuva rekabetçiliğinden, duygusallıktan kendini arındırabilmeyi başarmış, serinkanlı bir duruş geliştirebilmelidirler. Bu tutum bizim küçük-burjuva toprağımızda özellikle önem taşımaktadır. Gelecek 1 Mayıslar ve diğer mevziler ancak bu tutum yaygınlaştığı ölçüde kazanılabilir. (1 Mayıs 2007’nin Ardından, Marksist Tutum, Mayıs 2007) Ancak ne yazık ki 2008’de de aynı yanlışlar sürdürüldü. Biz bir kez daha yanlışları değerlendirmeye ve gelecek 1 Mayıslar için uyarılarda bulunmaya çalıştık. 2008 1 Mayısının ardından şöyle dedik: “İşçi sınıfının geniş kitleleri bir yandan son dakikaya kadar sendika bürokrasileri tarafından oyalanarak belirsizlik içine itilmiş, diğer yandan da devlet eliyle terörize edilmiştir. İşyerlerinde 1 Mayıs’a katılım doğrultusunda hiçbir ciddi organizasyon yapmayan, iş bırakmayı gündemine bile almayan sendika bürokratları, tüm bunlara rağmen, basın önünde Taksim’e en az 500 bin kişinin yığılacağını, bunun için de binlerce otobüsün kent dışından geleceğini söyleyerek caka sattılar. Bu arada da hükümet yet-

4

Nisan 2009 • sayı: 49

kilileriyle görüşmeler yaparak kamuoyunda sanki izin alınacakmış havasını yarattılar. Bir yanda hükümetin diğer yanda ise sendika bürokrasisinin aslında işi belirsizleştirmeyi amaçlayan tutumları, işçi ve emekçi örgütlerinin somut durumu uyanıkça kavrayıp ona göre hazırlanmalarını engelledi. Son güne gelindiğinde ise aynı bürokratlar, yolların kesileceği gerekçesiyle işçilere otobüslerle gelmemelerini söylediler ve onları kendiliğindenliğe terk ettiler. İşte bu ortamda da devlet güçleri fütursuzca terör estirebildiler. “Sonuç olarak 1 Mayıs bir kez daha sendika bürokrasisinin kumpasıyla burjuva it dalaşına alet edilmiştir. Son dönemlerde işçi hareketindeki mütevazı da olsa olumlu atmosferin, sınıf hareketindeki kıpırdanışların 1 Mayıs’ta yansımasını bulması ve böylece sınıfın daha bir moral kazanması fırsatı, burjuvazi ve sendika bürokrasisinin işbirliğiyle berhava edilmiştir. Türkiye proletaryasının kalbi olan İstanbul’da geniş işçi kitlelerinin yaşanan saldırılara kitlesel bir tepki göstermesi olanağı çalınmıştır. Verili örgütlülük düzeyinin ne denli yetersiz olduğu bilinmesine rağmen, blöf derecesine varan abartılı bir “Taksim” söylemi tutturulması fakat pratikte “Taksim” hedefinin hiçbir gereğinin yerine getirilmemesi, bu yılki 1 Mayıs’ın işçi sınıfına moral vereceğine moral kaybıyla sonuçlanmasına neden olmuştur. “2007 ve 2008 1 Mayısları şunu çok net gösteriyor ki; “Taksim”, hem sendika bürokrasisinin günahlarını hem de sosyalist solun sınıfın geniş kesimlerinden ne denli kopuk olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılan bir şal haline getirilmiştir. Meseleyi değerlendirmek için elimizdeki temel ölçüt işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bunu es geçen, hatta bunu değerlendirmesinin temeline oturtmayan her türlü yaklaşım niyet ne olursa olsun hafifliktir. Fabrikalarda, işçi mahallelerinde sınıfı bilinçlendirmek ve örgütlemek için anlamlı, dişe dokunur bir çalışma yapmayıp, ter akıtmaktan kaçanların, 1 Mayıs’a ilişkin takındıkları tutumların politik ciddiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunu yapanlar şayet devrimcilerse, bunun da işçi sınıfı devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Bu tutum ancak kendi ruhunu rahatlatmak isteyen küçük-burjuvanın devrimciliğine yakışır. Artık bu sorunları daha ciddi ve ağırlıklı biçimde gündeme getirmenin zamanı gelmiştir. Burada ancak kısa bir değerlendirme yapmakla yetinmek durumundayız, fakat bu sorunlar daha geniş biçimde ele alınmalı ve tartışılmalıdır. Bu görev, işçi sınıfının örgütlenip ayağa dikilmesi açısından son derece büyük bir önem taşıyor. Bunun gereğini yerine getirmek, örgütlü her proleter devrimcinin boynunun borcu olmalı. (1 Mayıs 2008’in Ardından, Marksist Tutum, Mayıs 2008) Fakat ne yazık ki 1 Mayıs 2008 sonrasında sol çevreler arasında yapılan değerlendirmeler genellikle bu konularda ders çıkarmaya niyet olmadığını ortaya koyduğu için, biz bu konuda uyarılarımızı sürdürmek zorunda kaldık: “1 Mayıs sonrasında yapılan değerlendirmeler, sosyalist çev-


sayı: 49 • Nisan 2009

relerin büyük bir çoğunluğunun, işçi hareketini bekleyen tehlikelerin ve burjuvazinin oynadığı oyunların farkında olmadığını ve yaşananlardan ders çıkarmak konusunda da son derece kısır dinamiklere sahip olduğunu göstermiş bulunuyor. “İstisnalarını bir tarafa bırakacak olursak, 1 Mayıs’tan sonra sol harekette yapılan değerlendirmelere genel olarak hâkim olan tavrın, sorumsuzluk ve endişe verici bir lafazanlıkla malul olduğunu söylemek zorundayız. Yaşanan gerçekliğin üzeri akla zarar ölçülerde abartılı bir lafazanlıkla örtülmeye çalışılıyor. “Kitlesel Taksim 1 Mayısı” gibi koca bir hedef söz konusuyken, işçi sınıfının o gün fabrikalarda çalışmaya devam etmesi gerçeği karşısında, Taksim’de 1 Mayıs hedefinin kazanıldığını iddia etmek düpedüz ciddiyetsizliktir. “İşçi sınıfının yığınsal bir katılımının olmadığı, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin ve mücadele azminin artmasına vesile olmayan bir 1 Mayıs’tan kazançla çıkıldığını iddia etmek için gözünü işçi sınıfından başka yerlere dikmiş olmak gerek. İşçi sınıfının küçücük bir kısmını oluşturan devrimci işçi ve gençlerin eylemliliğini, sınıfın geniş kitlesiyle özdeşleştirerek yapılan değerlendirmeler ikameci bir anlayışın ifadesidir. 1 Mayıs Taksim eylemini, son tahlilde, kendi dar örgütlü çevrelerinde içe dönük bir moral motivasyon aracı olarak algılayıp teselli peşinde koşan bir anlayışın işçi sınıfının mücadelesini ilerletici olamayacağı artık anlaşılmalı! (Oktay Baran, 1 Mayıs 2008’e Dair, Marksist Tutum, Haziran 2008)

Yine uyarıyoruz CHP kuyruğundaki kimi sendika bürokratları, bu yılki 1 Mayıs’ta da geçmişte yaptıklarına benzer bir senaryoyu gündeme getireceklerinin işaretlerini veriyorlar. Görünen o ki, bugün de sendikal hareketteki bürokrasi ve reformizmin işçi hareketini burjuva sınıf içindeki it dalaşının piyonu haline getirme çabaları devam ediyor. 2007 ve 2008 1 Mayıslarında, işçilerin ve devrimcilerin üzerine gözü dönmüş şekilde saldıran, yüzlerce kişinin yaralanmasına yol açan, binlercesini gözaltına alan ve tüm İstanbul’da terör estiren burjuva AKP hükümetinin suçu kuşkusuz sabittir ve bir gün bunların hesabını işçi sınıfı elbette soracaktır. Ama unutmamalı ki, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması da dahil olmak üzere daha ileri sınıfsal-siyasal mevziler, ancak işçi sınıfının geniş kitlesinin devrimci seferberliği sayesinde kazanılabilir, sınıftan kopuk “öncü çıkışlar” vb. sayesinde değil. 2008 1 Mayısının Tertip Komitesi, geçtiğimiz yıl yaşanan fiyaskoya rağmen 2009 1 Mayısı için de yine Taksim’i hedef olarak ilan etmişti. Onlara kalırsa Taksim kazanılmıştı! Oysa bu açık bir aldatmaca değilse, bariz bir yanılsamadır. İşçi sınıfının geniş kitlesinden kopuk küçük bir devrimci işçi ve gençler grubunun, plansız, örgütsüz ve dağınık biçimde polis saldırısı karşısında direnmesini zafer

marksist tutum

olarak gören zihniyet hâkimiyetini devam ettirdiği sürece, gerçek zaferlerin kıyısına bile yaklaşılamayacağı ortadadır. Dolayısıyla bu “zafer kazanıldı” lafazanlığını bir kalemde geçip, esas sorulması gereken soruları öne çıkaralım: Bir yıl önce 2009 1 Mayısı için de Taksim çağrısında bulunanlar bugüne kadar hangi hazırlıkları yürüttüler? Sosyalist hareketin bütünü bir yıl öncesine göre daha güçlü ve örgütlü durumda mı, yoksa kan kaybı devam mı ediyor? İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinde anlamlı bir ilerleme kaydedilebilmiş, işçi sınıfının daha geri bölükleri bir adım daha ileri çekilebilmiş midir? Peki ya sendikalar, aradan geçen bir yıl boyunca ilan ettikleri bu hedef doğrultusunda hangi hazırlıkları yürütmüşlerdir? Sendikal planda yapılan “hazırlıklar”a bu açıdan bakıldığında kocaman bir hiçten başka bir şey göremiyoruz. Derin iktisadi krizin yarattığı hoşnutsuzluğu ve işçilerdeki mücadele isteğini birleşik, kitlesel ve coşkulu bir 1 Mayıs kutlamasına kanalize etmenin koşulları mevcutken, 1 Mayıs’a birkaç hafta kalmasına rağmen bu yıl da işyerlerinde henüz hiçbir hazırlık ve organizasyon yapılmış değildir. Tüm olumsuzluklara rağmen, 1 Mayıs 2009’un, işçi sınıfı hareketinin toparlanışı açısından mütevazı da olsa bir başlangıç noktası haline getirilebilmesi için halen fırsat ve zaman vardır. Yeter ki ayakları yere basan, sol lafazanlıktan arınmış, sınıfın birleşik ve kitlesel gücünü açığa çıkarmayı temel önceliği olarak benimseyen bir anlayışla, 1 Mayıs’ı örgütlemek üzere fabrikalarda, işyerlerinde ve işçi semtlerinde militan ve ısrarlı bir hazırlık yürütülsün. Devrimci bir örgütlülükten yoksun yığınların tarihsel hafızasının da olamayacağı çıplak bir gerçekliktir. Bu gerçeğin farkına varılarak bu yıl da geçmiş yıldakilere benzer bir müsamerenin oynanmasına artık dur denilmelidir. Tüm olumsuzluklara rağmen, kapitalist sistemin dünya çapında yaşadığı derin kriz koşullarında, 1 Mayıs 2009’un, işçi sınıfı hareketinin toparlanışı açısından mütevazı da olsa bir başlangıç noktası haline getirilebilmesi için halen fırsat ve zaman vardır. Yeter ki ayakları yere basan, sol lafazanlıktan arınmış, sınıfın birleşik ve kitlesel gücünü açığa çıkarmayı temel önceliği olarak benimseyen bir anlayışla, 1 Mayıs’ı örgütlemek üzere fabrikalarda, işyerlerinde ve işçi semtlerinde militan ve ısrarlı bir hazırlık yürütülsün. Sınıf devrimcileri, komünistler bu doğrultuda tüm gayretlerini ortaya koymalı, sendikaları da bu doğrultuda harekete geçirmek üzere mümkün olan en büyük basıncı yaratmak için çaba sarf etmelidirler. Bu bilinçle, güçlü, birleşik, kitlesel ve mücadele arzusuyla dolu bir 1 Mayıs için kolları sıvayalım! Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! Marksist Tutum

5


2009 Yerel Seçim Sonuçları Üzerine İ

şçi sınıfının genel örgütsüzlüğü koşullarında gerçekleşen bir seçim daha geride kaldı. Seçim sonuçları, her şey bir yana, bu temel olguyu, yani işçi sınıfının örgütsüzlüğü olgusunu bir kez daha belirginleştirmiştir. Bu örgütsüzlük nedeniyle, işçi sınıfı, son dönemde hoşnutsuzluğu artmakla beraber kendisini politik bakımından bir çaresizlik ve alternatifsizlik içinde bulmakta ve krizin artan faturasına rağmen düzen partilerinin kapanından kurtulamamaktadır. Elbette bu, geniş işçi yığınlarının, maruz kaldıkları saldırılara hiçbir tepki göstermedikleri anlamına gelmiyor. 2002’den bu yana tüm seçimlerde oyunu artıran ve daha 1,5 yıl önceki seçimlerde %47 dolayında oy alan AKP’nin şimdi %39 düzeyine düşmesi şüphesiz esas olarak işçi sınıfının içgüdüsel bir tepkisini ifade ediyor. O nedenle bu düşüş anlamsız bir düşüş değildir. Bu düşüşün özellikle belirgin olduğu yerlerin işçi sınıfının yoğun olduğu sanayi bölgeleri olması da onun anlamını güçlendirmektedir. Sadece ülkenin batısındaki işçi bölgeleri değil, AKP’nin “şanlı kaleler” olarak lanse ettiği ve Anadolu’daki yeni sanayi merkezleri olarak sivrilen Kayseri ve Denizli gibi kentlerde de 10 puanın üzerinde düşüşler olması anlamlıdır. Yine de AKP’nin hâlâ geniş işçi yığınlarının gözünde en çok rağbet gören parti olduğunu ve açık arayla seçimden birinci çıktığını gözden kaçırmamak gerekiyor. AKP hâlâ kitleler için diğer partiler karşısında alternatifsizlik konumunu esasen muhafaza etmektedir. Ancak bir yıpranma ve düşüşün başladığı da açıktır. Zaten AKP de kriz ve ayyuka çıkan yolsuzluklar nedeniyle bir düşüşü kuvvetle muhtemel gördüğü için, seçimi bir genel seçim havasına sokmuş, “alternatifsiz” olduğunu vurgulayan bir stratejiyle bugüne kadar elde etmiş olduğu desteği korumayı hedeflemiştir. Türkiye’de hemen hemen tüm yerel seçimlerde bir nebze genel seçim atmosferi oluşsa da bu seferkinde böylesi bir havanın çok yoğun olduğu açıktır. Başbakan seçime sanki kendisi (ve bakanları) belediye başkan adayı olarak giriyormuşçasına tüm illeri dolaşıp hararetli bir seçim kampanyası yürüttü. Ekonomik krizin daha da katlamalı olarak açığa çıkacak etkileriyle ve kendi eliyle yürüteceği saldırılarla bu dü-

6

şüşün hızlanabileceğini sezen AKP’nin adeta “felâketten önce son fırsat” gayretkeşliğiyle hareket ettiği görülebiliyor. Tam da bu nedenle AKP büyük sermayenin tüm baskılarına rağmen yeni saldırı paketlerini ısrarla seçim öncesinde devreye sokmamıştı. Diğer taraftan bu seçimlerde CHP’nin ve özellikle İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk temalarına ağırlık verip “laiklik” gibi zorlama gündem maddelerinden uzaklaşması da bu sonucun gelmesinde etkili olmuştur. Ancak AKP’deki düşüş her ne kadar belirli bir anlam ifade etse de, bu düşüşle AKP’den kopan oylar ondan aşağı kalır yanı olmayan, hatta birçok bakımdan ondan daha beter düzen partileri olarak CHP’ye, MHP’ye ve SP’ye gitmiştir. Dolayısıyla AKP’nin popülaritesi önümüzdeki dönemde azalmaya devam edebilirse de, işçi sınıfı açısından bu kendi başına çok şey ifade edemez. Zira onun boşluğunu doldurmaya soyunanların işçi sınıfına bir hayrı dokunması mümkün değildir. Burada özellikle işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk konuları üzerinden yeniden İstanbul varoşlarına sokulmaya başlayan Kılıçdaroğlu CHP’sine ve yine benzer temalara ağırlık vererek bir yenilenme ve kıpırdanma sürecine giren Saadet Partisi’ne dikkat etmek gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da CHP oylarını 10 puana yakın yükseltmesi önümüzdeki dönemde onun işçi sınıfına pazarlanması oyununa güç kazandıracaktır. Bu bakımdan yoksul emekçi varoşlarında bu eğilimlere karşı daha uyanık olunması gereken bir dönem açılmaktadır. Bu seçimler düzenin ve AKP’nin Kürt politikası açısından kritik bir önem taşıyordu. AKP “makarna ve cami” politikası ile bunun yanına eklenmiş TRT-Şeş benzeri kırıntılarla Kürt illerini fethedebileceği zehabına kapılmıştı. Aklınca, elde edeceği zaferle Kürt ulusal hareketini tasfiye yolunda “son dönemeci” dönmüş olacaktı. Ancak sonuç AKP ve düzen açısından tam bir fiyasko olmuş, AKP’nin Kürt politikası çökmüştür. Böylece Kürt sorununda DTPsiz ve PKK’siz bir çözüm arayışının duvara tosladığı da bir kez daha açığa çıkmıştır. DTP bölgede oylarını ciddi ölçüde artırmış, Iğdır’ı MHP’den, Van ve Siirt’i de AKP’den almıştır. AKP mehteranla fethe çıktığı Batman ve Diyarbakır’da nal toplamıştır. Böylece yoksul emekçi Kürt kitlelerin AKP’ye daha önce nispeten yüksek oy vermesinin se-


sayı: 49 • Nisan 2009

bebinin de “hizmet” ve “din” değil, Kürt sorununda yarattığı “çözüm” umudu olduğu hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde açığa çıkmıştır. Ayrıca bu bağlamda açığa çıkan bir başka önemli nokta da, hangi şekli alacak olursa olsun, geniş Kürt yığınların gözünde bir “çözümün”, DTP’yi yok saymayı ve ezmeyi içeremeyeceğidir. Görülmüştür ki, daha önce “çözüm” umuduyla AKP’ye verilmiş oylar, öncelikle devlet terörüne son verilmesi ve ama asıl olarak Kürt ulusal hareketinin muhatap alınması için verilmiştir. Ama AKP aldığı desteği sorunun gerçek muhataplarını bertaraf etmek için kullanmaya yeltenmiş ve bu seçimlerde de boyunun ölçüsünü almıştır. Seçimlerin hemen öncesine gelen Newroz’da milyonlara varan sayıda Kürdün alanlara akması, DTP ve PKK’siz bir çözüme asla razı gelemeyeceklerini kürsülerden ve meydanlardan haykırması da bunun bir ön göstergesi niteliğindeydi.

Gündem mücadele Belirgin gerilemeye rağmen, seçimlerin sonuç olarak AKP’nin galibiyetiyle bitmesi, ertelenmiş saldırı paketlerinin bir an önce devreye sokulmasını gündeme getirecektir. Hükümet artık 2 yıl boyunca bir seçim olmayacağı için, krizin muhtemel tüm sonuçlarının bir an önce realize olmasını ve 2 yıl sonra yapılacak genel seçimden önce krizden çıkışın başlamış olmasını hedef gözetecektir. Zaten burjuva medya ve TÜSİAD da hükümete “asıl gündeme” dönmesi çağrısı yapmakta gecikmemiştir. Hükümet bir

marksist tutum

yandan makyaj niteliğinde bazı muhtemel değişiklikler yaparak “mesajı aldım, kendime çeki düzen veriyorum” oyalamacası yaparken, diğer yandan asıl olarak “acı reçeteleri” emekçi kitlelere dayatacaktır. Bu bakımdan hükümet açısından bu yerel seçimlerin aslında oldukça elverişli bir zamana denk geldiği görülüyor. Zira krizin etkileri kitlelerin bilincinde henüz büyük ölçekli bir değişikliğe yol açmamıştır. Bir hoşnutsuzluk ve tepki vardır, ama henüz sınırlıdır. Ne var ki krizin daha büyük sonuçları kapıdadır. İşsizlik ve sefalet daha ağır biçimde çökecektir. Diğer taraftan Türkiye genelinde MHP’nin yavaş ama istikrarlı yükselişi işçi sınıfı için bir başka önemli dikkat konusudur. MHP’nin uzun zamandan beri izlediği genel siyasal strateji AKP’den yüz çevirecek muhafazakâr kitleleri devşirmeye dönüktür. Bunun için MHP nicedir kendisini makyajlamakta ve bir merkez sağ parti kılığına sokmaya gayret etmektedir. Nitekim MHP Manisa, Balıkesir, Uşak ve Isparta gibi iç Ege ve Akdeniz kentlerinde belediyeyi kazanmıştır. Sonuç olarak işçi sınıfının yakıcı sorunları olduğu yerde durmakta ve yoğun bir mücadele gündemi onu beklemeye devam etmektedir. Seçimler vesilesiyle de kendini ortaya koymuş olan toplumsal hoşnutsuzluğun, güçlü bir 1 Mayıs’la yeni bir mücadele düzlemine yükseltilmesi mümkün. Bu nedenle 2009 1 Mayıs’ının birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs olarak örgütlenmesi için özel bir çaba harcamak gerekiyor. 

7


Kapitalist Kriz Derinleşiyor Levent Toprak

K

apitalizmin küresel ekonomik krizi tüm tahripkâr etkileriyle birlikte derinleşerek devam ediyor. Yoğunlaşan kitlesel işten atmalar sonucu katlanarak artan işsizlik, düşen ücretler ve yaşam standartları gitgide ağır bir karabasan gibi dünya işçi sınıfının üzerine çökmekte. Kapitalizmin sözcü ve ideologları bir yandan gözden saklanamayacak kadar belirgin hale gelmiş gerçekler karşısında mızrağı çuvala sığdıramamanın sancısıyla kıvranmaktalar. Bir yandan da düzelme alâmeti olarak pazarlanacak olgu bulma çabasından vazgeçmemekteler. İster saklansın ister utangaçça kabul edilsin, tüm veriler mevcut krizin kapitalizmin tarihinde ender görülen cinsten derin bir kriz olduğuna işaret ediyor. Aslında gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır ki, bu kriz uzun yıllardır ertelenen, bu nedenle de derinliği ve şiddeti olağanüstü boyutlar kazanmış bir krizdir. Bu bakımdan belirtilerin işaret ettiği gibi, kapitalist ekonomide güçlü bir çöküntü biçimini almaktadır. Adları bile adeta salavatla anılan çok sayıda dünya devi şirketin birbiri ardına batması ya da batma noktasına gelmesi, kapitalist çevrimin sıradan krizlerinde rastlanacak türde olgular değildir. Kısa bir zaman aralığında gerçekleşen böylesi çok sayıda ve devasa batışlar ancak derin çöküntü dönemlerini işaret eden türde olgulardır. Geçmişte durumu hep tozpembe gösterme gayretinde olmuş IMF bile, dünya ekonomisinin 60 yıldır ilk kez bu yıl küçülme yaşayacağını açıklamak zorunda kaldı. Üstelik Çin gibi yüksek büyüme hızlarına sahip “dünyanın yeni atölyesi” konumundaki ülkelere rağmen tablo budur. Ama zaten ciddi ölçekte devlet müdahalelerinin gündeme gelmesi de kendi başına krizin ciddiyetini göstermektedir. Sıradan krizlerden farklı olarak büyük krizlerde işler piyasanın kendiliğinden işleyişine asla bırakılmaz. Burada “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” liberal

8

söylemi yalanıp yutulur. Nitekim baktığımızda çeşitli ülkelerin devreye soktuğu ya da sokacağını ilan ettiği paketlerin toplamı şimdiden 13,5 trilyon dolara dayanmış durumda. Bu rakam akıllara durgunluk verici bir rakamdır. Toplam dünya gayri safi hâsılasının aşağı yukarı dörtte birine tekabül etmektedir. Krizin çöküntü boyutlarındaki büyüklüğü tabii düzen cephesinden önemli bazı itiraf ve ifşaatları da beraberinde getiriyor. Bu tür itiraf ve ifşaatlar, uzun yıllar Marksistlerin kuruntusuymuş gibi alay edilen iddiaların ne denli gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. Bugüne kadar düzen sözcülerinin tutumunun genel seyri şöyle oldu. Önce krizin varlığını inkâr etmeye çabaladılar, sonra da bunu isteksizce kabullenip bu kez boyutlarını inkâr etmeye yöneldiler. Bu son durakta da sürekli olarak artık krizin sonuna gelindiğini ve yükselişin başlamak üzere olduğunu söylediler. Kötü bir ekonomik veri ya da haberin olmadığını düşündükleri tek bir hafta geçse bunu yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar. Bu noktaya özellikle dikkat çekiyoruz ve çekmeye devam edeceğiz. Zira sözümona objektif bilimsel analizler kılığında burjuva iktisatçılar ve ideologlar tarafından sunulan görüşler özünde tümüyle ideolojik karakterdedirler. Yani gerçeği anlamak ve ortaya koymak amacıyla değil, egemen sınıfın çıkarlarını korumak saikiyle ileri sürülürler. Bu saikle, kapitalist düzeni emekçi sınıfların gözünde meşrulaştırmaya ve sonuçta onların gazabından korumaya gayret ederler. Bugünkü kriz sıkça 1930’lardaki krizle karşılaştırılmaktadır. Biz egemen sınıfın kriz konusundaki söylem ve tutumu açısından benzerliklere işaret edelim. Buhran 1929’da patlak verdiğinde ABD başkanı Hoover uzunca süre krizin boyutlarını küçümseyici bir söylem ve politika tutturmuştu. Ama bir süre sonra bunu sürdürmek imkânsız hale gelince, bu kez “krizden çıkışın yakın” olduğu söyle-


sayı: 49 • Nisan 2009

mine dayalı bir tutuma geçmişti. Tabii, ikinci kez aday olduğu 1932’deki başkanlık seçiminde ağır bir yenilgi almıştı. Ama Hoover bitse de ideolojik tutum konusundaki benzerlikler bitmiyor. Sonraki yıllarda namı çok yürümüş olan yeni başkan Roosevelt daha göreve başlama konuşmasında, “ekonominin temelinin aslında sağlam” olduğunu, “hatanın sebebinin namussuz para tacirleri” ve “kendi çıkarının peşine düşenler” olduğunu ilan ediyordu. Bütün bunlar bugünlerin revaçtaki söylemine ne kadar da benziyor…

Ertelenmiş bir kriz: Can simidi ve kısır döngü olarak kredi Kapitalist düzeni aklama yönündeki tüm ideolojik çabalara rağmen bir gerçek var ki, kapitalizmin ideolojik olarak o mağrur görüntüsü bozulmuştur. Ve ideologların tüm argümanları da artık son çeyrek yüzyıldır hüküm süren o kibirli havadan uzak, savunmacı nitelikte argümanlardır. Bu gelişmeyi net bir şekilde tespit etmek gerekiyor. Özellikle SSCB’nin çöktüğü 1990 dönemecinden itibaren bu ideolojik muzafferiyet havası doruğa çıktı. Bu çöküşle birlikte açılan yeni pazar ve yatırım alanları sayesinde, aslında 70’lerden beri kapitalizmin yaşadığı uzun dönemli yavaşlama eğilimini gözlerden saklayabilmişlerdi. Elbette bunun yanı sıra işçi sınıfının kazanımlarına karşı yürüttükleri saldırılarda elde ettikleri başarıların ve bazı teknolojik atılımların da bir rolü vardı. Sonuç olarak bu zafer sarhoşluğu içinde kapitalizmin artık krizlerden kurtulduğu yolundaki bayat terane de yeni bir diriliş yaşadı. Oysa yalnızca, biriken çelişkilerin zorunlu kıldığı kriz erteleniyordu. Üstelik ertelendiği için derinliği ve şiddeti daha da büyük bir kriz mayalanıyordu. Nitekim 2000’lerle birlikte yeni bunalım dönemine girildiği açıkça görülmeye başlandı ve dünya ölçeğinde bakıldığında kabaca 2007’den itibaren de muazzam bir dünya ekonomik krizinin sarsıcı dalgaları kendini göstermeye başladı. Ve o günlerden bu yana kriz zaman zaman dibe doğru yeni atılımlar yaparak derinleşiyor. Aslına bakılacak olursa dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya bütün 90’ların başından 2003’e kadar süren bir durgunluk yaşadı ve iki yıl süren cılız bir toparlanmanın ardından tekrar düşüşe geçti. Şimdi ise büyük bir daralma yaşayacağı açıkça görülüyor. Yani Japonya aslında krize çoktandır girmiş durumdaydı. Üstelik Japonya, ekonomisinin toparlanması için bütün bu yıllar boyunca bugünlerde tüm dünyada açıklanan tedbir paketlerine benzer biçimde akıllara durgunluk verecek miktarlarda paralar akıtmasına rağmen tabloyu değiştiremedi. Sistemi sarsacak nitelikte bir krizin ertelenmesi olgusuna Elif Çağlı 2003 tarihinde şöyle işaret etmişti: “1971 yılında Bretton Woods sistemi çökmüş ve dolar yerine bir başkası konmadan uluslararası eşdeğer rolünü yitirmiştir. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin içine girdiği sıkıntılı

marksist tutum

dönemin dışavurumudur. Buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir kriz ileriki yıllara ertelenebilmişse, bunun en önemli nedeni, dünya burjuvazisinin işçi hareketinin zayıflığı yüzünden kazandığı ekstra fırsatlardır. Fakat her ne olursa olsun, son tahlilde kazanılan fırsatların ve zamanın da bir sınırı vardır.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, s.56) Krizlerin ertelenmesinde kapitalizmin temel mekanizması kredidir. Tıkanan sermaye birikim sürecinin önü krediyle, yani borçla açılmaya çalışılır. Ancak bu ertelemeye yarayan araçlar sonunda başa belâ olur. “Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir. Sanayi üretimindeki görece düşüşe rağmen sermaye piyasalarında hızlanan spekülatif hareketler nedeniyle hayali bir sermaye şişkinliği gerçekleşir ve şişirilmiş bu balon eninde sonunda büyük bir patlamaya yazgılıdır. Belirli bir süre boyunca ekonomik canlanmayı sürdürmeye hizmet etmiş olan borçlar, biriken faizleriyle birlikte muazzam yekûnlara ulaştığında, gerek borçlarını ödeyecek olanlar ve gerekse alacaklarını tahsil edemeyenler açısından başlı başına bir problem haline gelir. Kapitalist ekonominin tekrar görece bir dengeye kavuşabilmesi için, birikimli krizin sonuçları itibarıyla yaşanması gerekir.” (age, s.56) Kapitalizm kendi tarihi içinde kredi mekanizmasına gitgide çok daha yoğun biçimde başvurmuş ve sonuçta ortaya akıllara durgunluk veren borç tabloları çıkmıştır. Aşağıda verdiğimiz grafik bu olguyu çarpıcı biçimde göstermektedir. Bu grafikte dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’de devletin, şirketlerin ve şahısların toplam borcunun 1920’lerden bugünlere gelişimi gösterilmektedir. 1950’lerin başlarında, yani İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra, bu borç toplamı ABD’nin yıllık GSYİH’sinin yüzde 130’u düzeyindeyken, sonraki yıllarda sürekli olarak artmış ve 2008 yılına gelindiğinde yüzde 350 düzeyine gelmiştir. Ama daha dikkat çekici olan, borç düzeyi-

9


marksist tutum

nin asıl hızlı yükselişinin 1980’lerle başladığıdır. 25 yılda yüzde 160’lar düzeyinden yüzde 350’ye varan bir yükseliş söz konusudur. İşte bu olağanüstü borçlanma sayesinde nefes alabilen kapitalist sistem bugünlere gelebilmiştir. Ancak yukarıda belirtildiği gibi kredi ve borç yoluyla ekonomiyi canlandırmanın bir sınırı vardır. Esasen kapitalizm elindeki tamir araçlarını kullandıkça onların etkinliğini azaltmaktadır. Nitekim zamanla borcun ekonomik büyümeye katkısı azalır olmuştur. Aşağıda vereceğimiz ikinci grafik de bu olguyu açık biçimde göstermektedir. Buna göre, 1966 yılında toplam borçtaki her 1 dolarlık artışın büyümeye katkısı 80 cent civarında iken bu rakam zamanla azalmış ve 2007’de 20 cent civarına düşmüştür.

Bu grafik aynı zamanda aşırı üretim krizinin bir resmi niteliğindedir. Kapitalizmin doğası gereği sermayenin büyüme hızı daima pazarın (yani satın alma gücünün) büyüme hızını geride bırakır. Bu yüzden sermaye, üretken yatırıma isteksizleşmekte, buna mukabil artan ölçüde finans oyunlarına, spekülasyona, borsaya yönelmektedir. Bu temelde şişen balonlar da eninde sonunda patlamaktadır. Son dönemin verileri finans oyunlarına giden paranın üretime giden paranın 5 katı olduğunu ortaya koymaktadır.

Kapitalizm nereye? Birçok ülkede burjuva hükümetler toplamda trilyonlarca doları bulan tedbir paketleriyle, birçok yerinden kopan ve çökme noktasına gelen kredi ve finans sistemini kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak bu devasa boyutlu tedbir paketlerine rağmen henüz bir sonuç alabilmiş değiller.

10

Nisan 2009 • sayı: 49

Birçok burjuva uzman dahi bunların yetmeyeceğini açıkça söylüyor. IMF şefi, akıtılan paraların sanki “güneş görmüş kar gibi” eriyip gittiğini söylüyor. Bu yüzden çeşitli devlet sözcüleri ve düzenin önde gelen uluslararası figürleri yeni bir uluslararası ekonomik düzenleme yapılması ve eş güdümlü hareket edilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Sözgelimi Çin gibi ülkeler bir “dünya parası” oluşturulması gerektiğini savunurken, eski IMF şefi ve şimdiki Almanya cumhurbaşkanı Köhler, Birleşmiş Milletler çatısı altında yapılandırılacak yeni bir uluslararası mali sistem oluşturulması gerektiğini söylüyor. Aynen İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve 70’lerin başında çöken Bretton Woods sistemi gibi. Zaten Köhler önerisini “İkinci Bretton Woods” olarak isimlendiriyor. Bu durum kapitalizmde üretici güçlerin gelişiminin ulusal sınırları çoktan aşmış olması ile sermayenin dayanmaktan vazgeçemeyeceği ulusal devletler ve çıkarlar arasındaki çelişkinin bir ifadesi aslında. Özellikle büyük kriz dönemlerinde bu çelişki kendisini daha amansız biçimde ortaya koymaktadır. Şimdi büyük ve orta boy kapitalist güçlerin oluşturduğu ve G-20 sıfatıyla anılan toplantılarla yeni bir ortak yapı oluşturmaya çalışıldığı söyleniyor. Zaten yukarıda Köhler’in ve aşağıda aktaracağımız IMF başkanının mesajları da bunu sağlamaya yönelik mesajlar. 1930’lardaki kriz sırasında da aynı kaygılar temelinde büyük güçler arasında toplantılar yapılmış (1933 Londra Konferansı) ama bir anlaşmaya varılamamıştı. Ardından korumacı, ulusalcı-egoist politikalar büyük bir itilim kazanmış ve kriz dünya ölçeğinde daha da derinleşmişti. Birçok burjuva ekonomist de zaten bu tarihsel gerçeği hatırlatıp, “maazallah” korumacı politikaların hortlatılmasından ve böylece krizin daha da derinleşmesinden korktuklarını dile getiriyorlar. Nitekim günümüz gerçekleri korkularının boş olmadığını gösteriyor. Macaristan, Romanya gibi doğu Avrupa ülkeleri batma noktasına gelmelerine ve üyesi oldukları AB’den destek almak için yalvarmalarına rağmen AB’nin zenginleri tınmadılar. Yine bir başka örnek olarak, Çin’in “dünya parası” önerisi ABD tarafından (bizzat Obama’nın ağzından) derhal reddedildi. Çin’in önerisi bir ulusal para olan doların fiilen dünya parası olarak kullanılmasının yarattığı çıkar çatışmasını ifade ediyordu. Fiili bir dünya parasının ulusal patronu olmanın sefasını süren ABD’nin bu konumdan gönül rızasıyla vazgeçmesi mümkün değildir. Kapitalizm o tür anlaşmaları ancak büyük bir savaşın ardından yapabildiğini göstermiştir. Bretton Woods anlaşması, içine düştükleri çöküntü ve yıkım karşısında ABD’nin ezici hegemonyasına kimsenin karşı çıkamayacağı, aksine can simidine sarılır gibi sarılacağı dünya savaşı sonrası koşullarda imzalanabilmiştir. Şimdi ise bir hegemonya krizi vardır. ABD’nin halen en büyük güç olduğu tartışmasız olsa da, karşısında hemen herkesin tartışmasız biat edeceği hegemonik bir güç yoktur. ABD’nin diğerleri karşısında üstünlüğü ve dayatma gücü artan ölçüde aşınmaktadır.


sayı: 49 • Nisan 2009

marksist tutum

Kapitalizmin yarattığı yıkım her geçen gün gözlerden daha da saklanamaz hale gelmekte ve emekçi kitlelerin tepkileri de giderek artmaktadır. Oluşan yıkım ve açık başarısızlık tablosu kapitalizmin ideologlarının son çeyrek yüzyıldır sürdürülen ekonomik politikaları aynı kibirli havayla savunmalarını güçleştirmiştir.

İşte bu da bizi IMF şefi Strauss-Kahn’ın geçtiğimiz günlerde sarf ettiği ve Marksistlerin temel perspektiflerini doğrulayan sözlere getirmektedir. Kahn işsizliğin çok dramatik sonuçlar doğurabileceğini, toplumsal ayaklanmalar baş gösterebileceğini, “demokrasinin” tehlike altına gireceğini ve hatta işin savaşlara varabileceğini söylemiştir. Kahn’ın bu sözlerinin aynı zamanda somut olarak Nisanın ilk haftasında yapılacak G-20 toplantısına dönük bir mesaj amacı taşıdığı da biliniyor. Krizin daha da derinleşmemesi için derhal yeni bir uluslararası mali sistemin oluşturulması ve faaliyete geçirilmesini buyuruyor. Niyet ne olursa olsun bunun mevcut durumda bir savaştan zararlı çıkabilecek ve göze alamayacak olanlara en güçlülerin iradesini kabul edin mesajı anlamına geldiği açıktır. Yine de bu “uyarıların” işe yarama ihtimali pek yoktur. Kapitalizm bir kurtlar sofrasıdır ve “aklıselim” denen şey özünde bu kurtlar sofrasının mantığına aykırıdır. Yukarıda verdiğimiz 30’lu yıllar örneğinde olduğu gibi, kapitalizmin tarihi bunun güçlü bir tanığıdır. Tabii esas dikkat çekici nokta, IMF şefinin de kapitalizmin büyük krizlerinin ister istemez savaşı gündeme getirdiğini itiraf etmesidir. Tüm ciddi krizler özünde aşırıüretim krizleridir ve nihayetinde sermayenin değersizleşmesi ve üretici güçlerin tahrip edilerek zeminin temizlenmesi gereğini gündeme getirir. Bu son tahlilde savaş demektir ve esasen bu savaş zaten başlamış durumdadır. Afganistan ve Irak’a yapılan emperyalist saldırılar ve işgal esasen uzun bir emperyalist savaş sürecinin başlaması anlamına gelmektedir.

İşçi sınıfının devrimci mücadelesinden başka çıkış yok Kapitalizmin yarattığı yıkım her geçen gün gözlerden daha da saklanamaz hale gelmekte ve emekçi kitlelerin tepkileri de giderek artmaktadır. Oluşan yıkım ve açık başarısızlık tablosu kapitalizmin ideologlarının son çeyrek

yüzyıldır sürdürülen ekonomik politikaları aynı kibirli havayla savunmalarını güçleştirmiştir. Diğer taraftan bu durum alternatif politikalar savunanların da bitini kanlandırmıştır. Esasen Keynesçi politikaları, devlet müdahalesini, içe kapanmayı, küreselleşmeye karşı “ulusal ekonomi”yi vb. savunanlar haklı çıktıklarını söylemekte, çözüm için de kendi alternatif politikalarını öne sürmektedirler. Sendikalar da çoğunlukla bu görüşlere yakın durmakta ve işçilere çare olarak bu reçeteleri sumaktadırlar. Devrimci işçi sınıfının krizlere, “ekonomi politikalarına” ve bu tür ulusalcı-devletçi-reformist perspektiflere ilişkin yaklaşımı konusunda daha önce yazdıklarımız bugün de geçerliliğini aynen korumaktadır. Bu tür perspektiflere sahip olanlar, soruna işçi sınıfının bakış açısından değil, burjuva ya da küçük-burjuvanın “ulusal çıkar” perspektifinden bakmaktadırlar. Proleter devrimci yaklaşım işçi sınıfının uğrayacağı yıkıma ve faturayı kapitalistlere çıkarmak için mücadele yollarına odaklanırken, milliyetçilikle malûl bu kafa devletin ve yerli burjuvazinin çıkarlarına odaklanır. Krizler ve çalkantılar kapitalizmin tahripkâr doğasını açığa vururlar. Bunlar arızî olgular değildirler, sürekli olarak tekrarlanırlar. Bunlardan şu ya da bu “iktisat siyasetini” uygulayarak kurtulmak söz konusu değildir. Bu tür yaklaşımlar sol kılıklı olsalar bile birer aldatmaca olmaktan öteye gitmezler. Hele hele milliyetçi, devletçi, kalkınmacı, bürokratik planlamacı, otarşi (kendi kendine yetme) eğilimli, üçüncü dünyacı programlar işçi sınıfı için hiçbir surette çıkış yolu değildir. Bunların hepsi işçi sınıfının ücretli kölelik konumunun devamını varsayan özde burjuva programlardır. Burjuva oldukları gibi, birçok halde tarihin tekerini geri çevirmeye çalışan gerici bir nitelik de taşırlar. İşçi sınıfının programı tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak küresel kapitalizmi yıkmayı ve küresel düzeyde sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen ilerici, devrimci, enternasyonalist bir programdır. 

11


Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /13 Mehmet Sinan

12 Eylül darbesine giden sürecin aşamaları Daha önce de belirttiğimiz üzere 1 Mayıs 1977 büyük işçi mitingi ve ardından gelen işçi eylemleri (grevler ve direnişler), işçi hareketindeki yükselişin devam ettiğini apaçık gösteriyordu. Öte yandan, işçi hareketinin böylesine yükseliş içinde olduğu bir dönemde sol politik örgütlerin de tek tek işçilerle ve sendikalarla kurdukları bağlar işçi hareketinin politikleşmesine önemli bir ivme kazandırıyordu. Bunun en somut göstergesi, DİSK’e bağlı sendikaların tabanında yaşanan hızlı politikleşmeydi. Bu dönemde işçi sınıfının en ileri, en politikleşmiş unsurlarını bünyesinde barındıran DİSK, tabanındaki bu bilinç sıçramasından aldığı güçle ülkenin politik yaşamında giderek daha etkin bir rol oynamaya başlayacaktı. Nitekim Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlerin ardından, MC hükümetinin ikinci kez kurulması gündeme geldiğinde, DİSK derhal harekete geçmiş ve tüm ilerici, devrimci, demokrat güçleri tırmanan faşizme karşı birlikte mücadeleye çağırmıştı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 28 Temmuz 1977 tarihinde yaptığı konuşmada, tüm ilerici-demokrat güçlere şöyle sesleniyordu: “Milliyetçi Cephe işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) içinde bir araya gelmeleri

12

ve UDC’yi güçlendirmeleri acil bir görev ve zorunluluktur.” (DİSK 6. Genel Kurul Çalışma Raporu, 1977) “Ulusal Demokratik Cephe” açılımı aslında bir siyasal partinin (illegal TKP’nin) programatik belgeleri arasında yer alıyordu. Bu politik açılımın DİSK’in Genel Başkanı tarafından aynen dile getirilmiş olması ise, bu partinin DİSK içinde ne denli etkin bir konuma gelmiş olduğunu gösteriyordu. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı bu cephe çağrısı sol kamuoyunda geniş yankı bulmuştu. Bu çağrıya hem DİSK’e bağlı sendikalardan hem de pek çok demokratik kitle örgütünden, gençlik ve kadın hareketinden olumlu yanıtlar gelmişti. Fakat öte yandan, pek çok sendika, kitle örgütü, legal sosyalist parti ve çevre ise, Kemal Türkler’in yaptığı bu UDC çağrısına karşı çıkmıştı. Karşı çıkanların bir bölümünün ileri sürdüğü gerekçe, cephe çağrısının esasen politik bir çağrı olduğu ve politik bir sorumluluk gerektirdiği, dolayısıyla sendikal hareketin yani DİSK’in böyle bir “politik sorumluluğu” üstlenmemesi gerektiği noktasındaydı. Bu aynı itirazı, DİSK Yürütme Kurulu içindeki kimi sendikacılar da yükseltmişlerdi. Ama bu itirazcı kesimlerin “cephe çağrısına” karşı çıkışlarının gerçek nedeni bu değildi tabii ki! Asıl neden, o dönemde sosyalist solda esaslı bir bölünmenin yaşanıyor olması ve bu temelde sosyalist örgütlerin birbirleriyle hem rekabet içinde bulunmaları, hem de birbirlerine karşı düşmanca tutumlar geliştirmiş olmalarıydı. İşte bu bölünmüşlük ve düşmanca tutumlar nedeniyledir ki, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısına,


sayı: 49 • Nisan 2009

DİSK içindeki CHP’li sendikacılar karşı çıktığı gibi, TKP ile şu ya da bu ölçüde çekişme içinde olan diğer sosyalist partiler ve onların etkilediği sendikacılar ve demokratik kitle örgütü yöneticileri de karşı çıkma gereğini duydular. Yani UDC anlayışının doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, asıl neden, bu çağrıyı TKP’nin yapmış olması ve diğerlerinin de TKP’nin bu çağrısına angaje olmak istememeleriydi! Sosyalist solun bu bölünmüşlüğünün, birbiriyle didişmesinin ve sermayeye karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturamamasının onu nasıl güçsüz düşürdüğü, faşizm karşısında uğradığı büyük yenilgiyle ilerde ortaya çıkacaktı. Sosyalist solun kendi içindeki bu derin bölünmüşlüğüne ve taşıdığı zaaflara karşın, o dönemde gerek işçi hareketinin gerekse toplumun diğer muhalif kesimlerinin politik eylemliliğindeki yükseliş devam ediyordu. Bu da devrimci durum koşullarının henüz ortadan kalkmadığını, tersine bu koşulların nesnel olarak varlığını sürdürdüğünü gösteriyordu. Üstelik bu koşullar, Türkiye kapitalizminin yapısal krizinin daha da derinleştiği, burjuva düzenin sorunlarının daha da ağırlaştığı ve burjuvazi açısından kısa dönemde bir çıkış yolunun da görülmediği bir ortamda devam ediyordu. Bu durumun burjuva düzende yarattığı siyasal istikrarsızlık ve çalkantılar, birebir burjuva parlamenter rejimin işleyişine de yansımaktaydı. Burjuva partiler arasında bitmeyen kavgalar, koalisyon hükümeti içinde baş gösteren anlaşmazlık ve çekişmeler, burjuvazinin siyasal temsilcileriyle burjuva devletin asker-sivil bürokratik kurumları arasındaki sürtüşmeler vb, tüm bunlar burjuva düzende bir yönetim krizinin tekrardan derinleşmekte olduğunu açıkça gösteriyordu.

DİSK içinde doğan karışıklık ve ardından gelen bölünme İşte burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir konjonktürde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in tüm ilerici, demokrat, sol güçlere yaptığı “birlikte mücadele” çağrısı, burjuvaziyi son derece rahatsız eden bir çağrı olmuştu. DİSK Genel Başkanı’nın yaptığı “cephe çağrısı” solda hâlâ tartışıladursun, burjuvazi bu çağrıyı kendi düzenine yönelen ciddi bir tehdit olarak algılamakta gecikmeyecekti. Çünkü burjuvazi, Türkiye’de irili ufaklı pek çok “sol”, “sosyalist” parti ve örgütün varlığına rağmen, işçi hareketi üzerinde asıl etkili olan ve işçileri harekete geçirme gücüne sahip bulunan örgütlülüğün DİSK olduğunu pekâlâ biliyordu. Üstelik DİSK’in son zamanlarda “Sovyetler Birliği yanlısı” bir politik hattın (TKP’nin) etkisi altına girmiş olduğu görüntüsü vermesi de burjuvaziyi hepten ürküten bir gelişmeydi! İşçi hareketindeki bu gelişme ve özellikle Sovyetler Birliği’ne sempatinin artması, soğuk savaş koşullarının hâlâ geçerli olduğu bir ortamda ne ABD’nin ne de TC’nin

marksist tutum

tahammül edebileceği bir gelişmeydi! Egemen güçlerin tahammül sınırlarını fazlasıyla zorlayan bu gelişmeler, sonunda DİSK’e yönelik bir “operasyonun” acilen başlatılmasını burjuvazinin gündemine sokacaktı. Nitekim o dönemin koşulları dikkatle değerlendirildiğinde, biraz da burjuvazinin el altından kışkırtmasıyla harekete geçtiği anlaşılan DİSK içindeki muhalif sendikacılar (özellikle CHP’li sendikacılar), DİSK’te etkili bir konumda olduğu anlaşılan Sovyetçi TKP çizgisini ve onun paralelinde görülen Maden-İş’i ve Genel Başkan’ı Kemal Türkler’i tasfiye etmek için düğmeye bastılar. DİSK içinde birdenbire patlak veren bu “derin” anlaşmazlığın (DİSK’e politik görev yüklenip yüklenemeyeceği tartışmasının), özellikle Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısından hemen sonraya rastlaması gerçekten de manidardır! DİSK içindeki bu tasfiye operasyonunda başı çekenler, en başta CHP’li sendikacılar olmuştu. Daha sonra bu tasfiye operasyonuna, TKP ile şu ya da bu düzeyde çekişme, husumet ya da rekabet içinde olan legal sosyalist partilere mensup sendikacılar da katılacaktı. DİSK’te yaşanan bu karışıklık ve kargaşa süreci, sonunda DİSK’i fiilen iki başlı bir örgüt haline getirmişti. Yoğun tartışmalar ve karşılıklı suçlamalarla geçen günlerden sonra, Abdullah Baştürk’ün liderliğindeki CHP’li sendikacılar ile DİSK içinde TKP çizgisine muhalefet eden diğer “sosyalist” sendikacılar anlaşarak, DİSK’i olağanüstü genel kurula götürdüler. DİSK’in “iki başlı” hale getirildiği bu süreçte, gerek CHP’li sendikacılar gerekse onlarla işbirliği içinde olan “sosyalist” ve “devrimci-demokrat” sendikacılar, saldırı oklarını asıl olarak Kemal Türkler’in başkanı olduğu Madenİş Ssendikasına yöneltmişlerdi. Çünkü DİSK içinde illegal TKP’nin çizgisini asıl savunan bu sendikaydı. Ama aynı zamanda bu sendika, DİSK içinde en militan duruşu sergileyen de bir sendikaydı. Maden-İş sendikası fabrika işgallerine, 15-16 Haziranlara, DGM direnişine, 1 Mayıslara, toplu grevlere öncülük etmiş, yani bir anlamda DİSK’i DİSK yapmış ve bu nedenle de DİSK içinde haklı bir otorite kazanmış olan bir sendikaydı. Dolayısıyla bu sendikayı ve adı DİSK’le özdeşleşmiş olan onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i saf dışı etmeden, kimse DİSK üzerinde gerçek bir otorite kuramazdı. Bu gerçekliği burjuvazi de çok iyi biliyordu kuşkusuz! Nitekim bu gerçeklik çok iyi bilindiği için, o dönemde burjuva basın da dahil olmak üzere, ilgili ilgisiz tüm antiTKP’ci muhalifler harekete geçecek ve DİSK’in olağanüstü genel kurulu öncesinde Maden-İş’i ve Kemal Türkler’i yıpratmaya girişeceklerdi. Üstelik bunu, metal işçilerinin MESS’e karşı aylardan beri sürdürdükleri çetin grev mücadelesine gölge düşürerek, karalayarak yapmaya kalkışanlar da olacaktı. Böylelerinin TKP’ye duydukları düşmanlıktan gözleri öylesine kararmıştı ki, ortaya attıkları mesnetsiz iddiaların ve yaptıkları demagojik yorumların TKP’ye değil, doğrudan işçi sınıfına zarar vereceği ve onun grev mücadelesini zaafa uğratacağı umurlarında bile

13


marksist tutum

değildi! Örneğin, Türkiye’nin ünlü “solcu” öykü yazarı Aziz Nesin, tam da böylesi kritik bir dönemde, metal işçilerinin grevini eleştiren “Büyük Grev” adlı bir öykü kaleme almıştı. Kendisine kim tarafından “ısmarlandığı” belli olmayan(!) bu öyküsünde Aziz Nesin, esas olarak Kemal Türkler’i hedef alıyor ve metal işçilerinin MESS’e karşı yürüttüğü kitlesel grevin aslında “danışıklı bir grev” Kemal Türkler olduğunu, sendika başkanının büyük patronlarla anlaşarak bu grevi yaptırdığını ima ediyordu. Bu ünlü “solcu” öykü yazarının iddiasına göre, büyük patronların (özellikle burada Koç grubu ima ediliyordu) elinde çok ürün stoku birikmişti ve bunlar stoklarını satıp eritene kadar işçilere boşu boşuna para ödemek istemiyorlardı! İşte bunun için sendika başkanıyla (Kemal Türkler ima ediliyordu) anlaşıp grev yaptırmıştı bu patronlar! Yani Aziz Nesin’e göre bu grev, sermayenin işine yarayan ve işçilerin zararına olan “sahte bir grev” idi! Onun için de işçiler sendikayı dinlememeli ve grevden vazgeçmeliydiler! Gene o dönemin nevi şahsına münhasır “sosyalist (!)” aydınlarından olan ve bugün “Ergenekon savunuculuğu” ile yıldızı parlamış bulunan Yalçın Küçük de metal işçilerinin grevi konusunda Aziz Nesin’le aynı düşünceyi paylaşmaktaydı. Yalçın Küçük de o dönemde TİP’in yayın organı olan Yürüyüş dergisinde “Büyük Oyun ” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Yalçın Küçük bu yazısında Aziz Nesin’i savunuyor ve “Büyük Grev” adlı öyküsüyle Nesin’in herkese ekonomi-politik dersi verdiğini iddia ediyordu. Yalçın Küçük de ekonomik kriz koşullarında Maden-İş’in yaptığı bu grevin “danışıklı bir grev” olduğunu ima ediyor ve hem Maden-İş’i hem de onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i töhmet altında bırakıcı açıklamalar yapıyordu. İnsanların beğenmedikleri partiye karşı muhalefet yürütmelerinde ve o partinin yanlış buldukları politik çizgisini ve görüşlerini en sert biçimde eleştirmelerinde yadırganacak hiçbir yan yoktur kuşkusuz! Ama bunu yaparken, işçilerin yürüttüğü bir mücadeleyi bu işe alet edemezler. Hele hele, sırf kendi bireysel ya da dar grupsal politik çıkarları uğruna, işçilerin sermayeye karşı verdiği çetin sınıf mücadelesini zayıflatacak ya da zaafa uğratacak tutumlar içine giremezler. Girerlerse şayet, bunun adı düpedüz “grev kırıcılığı” olur. İşte metal işçilerinin zorlu grev mücadelesi karşısında bu iki “kafadar” aydının sergilediği sorumsuz tavır da böyle bir “grev kırıcı” tavırdı. Bunların tavrı, kendi dar bireysel bakış açılarını her türlü değerin üstünde görme eğiliminde olan bencil küçük-burjuva “aydın” tavrından başka

14

Nisan 2009 • sayı: 49

bir şey değildi. Zamanında Lenin’in de “entelektüel anarşizm” diye suçladığı tavırdı bu! Aziz Nesin ve Yalçın Küçük “rakip” olarak gördükleri ve düşmanlık besledikleri bir partiyi (TKP’yi) DİSK kongresi öncesinde yıpratmaya çalışırlarken, aslında işçi sınıfının grev mücadelesine zarar veriyor ve bu tutumlarıyla burjuvazinin, tekellerin, MESS’in değirmenine su taşıyıp “grev kırıcılığı” yapmış oluyorlardı. Ama onların bu sorumsuz tutumu, o dönemde grevci işçiler tarafından da ibretle izlenecekti! Kendilerini dev aynasında gören ve kendilerinden başkasını pek umursamayan bu bencil küçük-burjuva “aydın” takımının Maden-İş grevlerini karalamak için ileri sürdüğü argümanların gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu. Çünkü bu grevler, ne basit bir işyeri toplu sözleşme uyuşmazlığından, ne de bu aydınların iddia ettiği gibi, işyerlerinin ekonomik koşullarından (stok fazlalığı vb.) kaynaklanmıştı. Böylesine geniş ölçekli, kitlesel grevlere yol açan nedenler, aslında işyerlerinin tekil ekonomik sorunlarının çok ötesinde nedenlerdi. Gerçek neden, derin bir yapısal bunalım içinde olan Türkiye kapitalizminde “yapısal değişim” ihtiyacının kendini şiddetle dayatması ve büyük tekelci burjuvazinin de böyle bir değişimin ön hazırlığı içine girmiş olmasıydı. Ama burjuvazinin kapitalist ekonomide böylesine köklü bir yapısal değişimi gerçekleştirebilmesi için, öncelikle böyle bir değişimin zemini hazırlanmalıydı. Örneğin, son dönemlerde burjuvazinin iyice canını sıkan şu “işçiişveren” ilişkileri yeniden yapılandırılmalı, yani sendikal hareket ile toplu sözleşme düzeni zapturapt altına alınmalıydı. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist örgütlerin yönlendirmesiyle harekete geçen TÜSİAD, Odalar Birliği, TİSK ve MESS gibi işveren örgütleri, bu konuda nicedir bir hazırlık içindeydiler zaten. Bunlara göre, sendikaların fonksiyonlarını asgariye indirecek ve sınıf mücadelesini baskılayabilecek bir toplu sözleşme düzenine geçmek Türkiye kapitalizmi için artık şart olmuştu! Dolayısıyla, grevlere ve direnişlere yol açan mücadeleci sınıf sendikacılığı tasfiye edilmeli, yerini sınıf uzlaşmacı-güdümlü sendikalar almalıydı. Ayrıca serbest toplu pazarlık düzeninin


sayı: 49 • Nisan 2009

yerine de tepedeki hakem heyetinin (devlet-işveren sendikası ve güdümlü işçi sendikası) kararlarına tâbi olacak güdümlü bir toplu pazarlık sistemi geçirilmeliydi. Ama bu sistemin hayata geçirilebilmesi için de her şeyden önce, bu sisteme geçişin önünde fiili bir engel oluşturan “militan sınıf sendikacılığı” anlayışının sendikal hareketten tamamen tasfiye edilmesi gerekiyordu! Militan sınıf sendikacılığı anlayışının 1970’li yıllarda en geliştiği işkolu ise hiç şüphesiz metal işkoluydu. O halde burjuvazinin, militan sendikacılık anlayışına darbe vurmak ve bu anlayışı sendikal hareketten tasfiye etmek için saldırıyı başlatacağı “işkolu” da belliydi: Metal işkolu! İşte kitlesel grev mücadelesinin başka bir işkolunda değil de öncelikle metal işkolunda patlamış olmasının anlamı burada yatmaktadır. 1977-80 arasında metal işkolunda yaşanan büyük grev mücadelesi, kapitalist ekonomide yapısal bir değişime hazırlanan büyük sermayenin işçi sınıfına yönelttiği saldırıya, işçi sınıfının verdiği bir yanıttır. Metal işkolu, hem tekellerin yoğun yatırımlarının bulunduğu bir işkolu, ama hem de güçlü ve mücadeleci bir sınıf sendikasının (Maden-İş) örgütlü olduğu bir işkoludur. Bu nedenle de büyük sermaye, yapısal değişim için gerekli gördüğü “sendikal hareketi zapturapt altına alma” girişimini bu işkolunda başlatmak istemiştir. Bu işkolundaki tekelci sermaye örgütü MESS’in, 40 bine yakın metal işçisinin toplu sözleşme taleplerinden hiçbirisine olumlu yanıt vermemesi ve sendikayı kendi şartlarına boyun eğmeye zorlamasının altında yatan gerçek neden budur işte! Bu gerçekliği görmeyen ve kavramayanlar, 12 Eylül darbesinin neden yapıldığını da tam olarak kavrayamazlar. Kitlesel katılımlı olacağı ve uzun süreceği apaçık belli olan bir grevi işveren örgütü MESS’in göze alabilmiş olması, elbette ki büyük tekelci sermayenin tepede almış olduğu bir kararın sonucuydu. Bu karar, özel olarak metal işkolunda ve genel olarak da sendikal harekette “militan sınıf sendikacılığı” anlayışını inatla sürdüren güçlü bir sendikayı (Maden-İş’i) dize getirmek ve ona özenen diğer sendikalara da gözdağı vermek için alınmış bir karardı. Eğer işverenlerin örgütü MESS, Maden-İş’e karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanırsa ve bu sendikayı teslim almayı başarırsa, genel olarak sendikal harekette sermayenin lehine bir yapısal değişimin de önü açılmış olacaktı! İşte Maden-İş bu gidişi gördüğü ve tekelci sermayenin asıl niyetini kavradığı için, MESS’e karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmeyi göze aldı. Çünkü büyük sermayenin saldırısını durdurabilmenin ve niyetlerini boşa çıkarmanın yolunun, onunla uzlaşmak ya da ona boyun eğmekten değil, onurlu bir savaşı göze alabilmekten geçtiğini kendi mücadele tarihindeki direniş deneyimlerinden biliyordu Maden-İş. Kaveller, 15-16 Haziranlar, DGM direnişleri ve daha niceleri… Boşuna yaşanmamıştı bu direnişler! Nitekim Maden-İş, MESS’in saldırısı karşısında uzun bir direnişi göze almakla ne kadar doğru bir iş yaptığını gösterdi bir kez daha. Çünkü 1977-78’de Maden-İş’in ka-

marksist tutum

rarlı direnişiyle (kitlesel grevler) karşılaşan tekelci sermaye, sendikal harekette gerçekleştirmek istediği “güdümlü sendikacılık” doğrultusundaki bir “yapısal” değişimi, mevcut şartlarda (işçi sınıfının tabanda militan bir örgütlülüğe sahip bulunduğu koşullarda) gerçekleştiremeyeceğini iyice anladı. Ve bu konudaki iştahını 12 Eylül sonrasına ertelemek zorunda kaldı! Metal işçilerinin başlattığı kitlesel grevlerin çözüleceğini uman, ama umduğunu bulamayan MESS de sonunda bu büyük grevin yarattığı etkiyi teslim etmek zorunda kalmıştır. MESS, 1977 grevlerinin metal işkolunun o güne kadar tanık olduğu en büyük grevler olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Bu grevler yalnızca o işkolunun sınırları içinde kalmayıp, bütün işkollarındaki işçi-işveren ilişkilerini yakından ilgilendiren bir mücadele haline gelmiş ve Türkiye solunun iktidardaki Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni düşürmek için yürütegeldiği mücadelenin de merkezi olmuştur.” (Gelenek ve Gelecek , 1999, 1. cilt, s.424–425, MESS yayını) İşte gerçeklik böylesine apaçık ortada iken, metal işçilerinin tekelci sermaye karşısındaki direnişini küçültmeye, hafife almaya, hatta kara çalmaya çalışan Aziz Nesin ve Yalçın Küçük gibi örgüt kaçkını, sorumsuz, bireyci “aydın” tiplerine, grevci işçilerin söyleyebileceği tek söz kalıyordu: “Aziz Nesin sen nesin?!” O dönemde binlerce grevci metal işçisinin, kendi mücadelelerini alaya alan ve bu tutumlarıyla burjuvazinin değirmenine su taşıyan bu türden sorumsuz “aydınlara” duydukları öfkeyi bu şekilde dile getirmiş olmalarında yadırganacak bir yan olmasa gerektir! Nitekim Aziz Nesin de, işçileri rencide eden bu “öyküsünden” dolayı aldığı sert tepkiler karşısında, baklayı ağzından çıkaracak ve “Büyük Grev” öyküsünü ne maksatla yazdığını açıklamak zorunda kalacaktı: “Büyük Grev adlı masal-öykümü yazışımdan iki-üç hafta sonra, DİSK’in genel kongresi vardı. Öyküyü o sırada yazışımın nedeni işte budur. Genel kurul olmasaydı yine de yazmayacaktım. Amacım, kongreye katılacak işçileri uyarmaktı. Bu bakımdan öykümün yazılış ve yayınlanışındaki zamanlama, hiç de zamansız ya da yanlış zamanlamalı değildir. Daha iyi yönetmenler seçildi mi? Bu benim görevim değil. Yazar olarak benim görevim uyarmak.” (Aziz Nesin’in Hikâye Kitapları Dizisi: 34, Nesin Vakfı, 1981, s.298-299) Meğer Aziz Nesin bu öyküyü, Maden-İş’in temsil ettiği çizginin DİSK kongresinde yenilgiye uğramasını istediği için yazmış! Ama onun bu kişisel husumeti, işçilerin sermayeye karşı yürüttüğü büyük grev mücadelesine zarar verecekmiş, ne gam! DİSK’in olağanüstü genel kurulu, metal işçilerinin büyük grev mücadelesinin bütün sıcaklığıyla devam ettiği ve DİSK içinde tartışmaların, karşılıklı suçlamaların sürdüğü işte böyle bir ortamda yapıldı. 22 Aralık 1977 tarihinde toplanan DİSK kongresinde genel başkanlığa, DİSK’e bir yıl önce katılmış olan Genel-İş sendikasının Genel Başkanı Abdullah Baştürk seçildi. DİSK’in yeni yönetimi de ağar-

15


marksist tutum

lıklı olarak CHP’li sendikacılardan ve TKP muhalifi “sosyalist” sendikacılardan oluştu. Böylece, DİSK’i olağanüstü kongreye götüren CHP’li sendikacılar ile Maden-İş muhalifi sendikacılar amaçlarına erişmiş ve uzun süreden beri DİSK’e yön veren Maden-İş sendikasını azınlığa düşürmeyi başarmışlardı. Öte yandan, DİSK içinde çeşitli düzeylerde görev yapan TKP’li kadrolar da bu kongreden sonra tasfiyeye uğrayacak ve böylece TKP’nin DİSK yönetimindeki etkisi büyük ölçüde kırılmış olacaktı. Fakat bu sonuç gene de DİSK’in CHP’lileştiği anlamına gelmiyordu tabii ki! Çünkü her şeye rağmen, o günün koşullarında DİSK’i CHP’lileştirmek gene de o kadar kolay başarılabilecek bir iş değildi! Ekonomik koşulların giderek ağırlaşması, faşizmin tırmanış içinde olması ve sınıf mücadelesinin sertleşmesi, DİSK’in tabanındaki işçileri daha da militanlaştırmıştı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin militanlaşma düzeyinin yüksekliği, sosyalizm ve devrim fikrinin öncü işçiler arasındaki yaygınlığı, yeni yönetimin DİSK’i bulunduğu yerden daha geriye götürmesine ve bütünüyle CHP’nin kuyruğuna takmasına fiili bir engel oluşturdu. Tersine, tabandan gelen devrimci basınç nedeniyle, yeni yönetim de DİSK’in mücadeleci sol çizgisini sürdürmek zorunda kaldı. Nitekim DİSK, Abdullah Baştürk’ün genel başkanlığı döneminde de büyük miting ve eylemlere öncülük etmeyi sürdürecek ve işçilerin gözünde sahip olduğu itibarı koruyacaktı.

Nisan 2009 • sayı: 49

kanlığında yeni bir burjuva hükümet kurulmuştu. Ne var ki, CHP dışından 11 milletvekilinin desteği ile zar zor kurulabilen bu hükümetin de ne kadar süreceği belli değildi. Fakat bu belirsizliğe karşın, 2. MC hükümetinin düşürülmesi ve yeni hükümeti Ecevit’in kurması, emekçi kitlelerde gene de bir heyecan ve umut dalgası yarattı. Çünkü 12 Mart rejiminden çıkış ve burjuva demokrasisine geçiş sürecinde, siyasi kariyeri burjuva medya tarafından sürekli parlatılmış ve kitlelere “demokrasi havarisi”, “emekçi dostu”, “halkçı” ve de “Kıbrıs fatihi” bir lider olarak tanıtılmış olan Bülent Ecevit, halkın gözünde siyasi itibarını hâlâ korumaktaydı! Halkın gözünde o, “umudumuz Ecevit” idi hâlâ! Bu dönemde büyük burjuvazinin “hangi hesaplarla” Ecevit’in önünü açtığı ve onu “dışarıdan bir destekle” iktidar koltuğuna oturttuğu, devrimci sosyalistler için bir sır değildir elbette. Sertleşen sınıf mücadelesi koşullarında burjuvazinin Ecevit’e yüklediği misyon, giderek daha da militanlaşmakta olan sendikal hareketi uzlaşmacı bir çizgiye çekerek yatıştırmak ve işçi hareketinin daha da sola kaymasının ve devrimcileşmesinin önüne geçmektir. Dolayısıyla, bu dönemde iktidarın Ecevit’e sunulması, bir bakıma burjuva reformist “ortanın solu” hareketinin burjuva düzen açısından “yararlılığının” da test edilmesi anlamına gelmektedir. Burjuva düzene hizmet bakımından, bakalım ne kadar başarılı olabilecektir burjuva reformist “ortanın solu” hareketi?! Gerçekten de Ecevit hükümeti, burjuvazi açısından Sermaye cephesindeki gelişmeler çok netameli bir dönemde işbaşına getirilmiş durumdaydı. Enflasyonun hızla tırmandığı, reel işçi ücretlerinin düşİşçi hareketinde ve DİSK içinde bu gelişmeler yaşanırtüğü, buna karşılık işverenlerin kârlarının katlamalı olarak ken, sermaye cephesinde de burjuvazinin siyasal krizinin arttığı ve gelir dağılımının tamamen bozulduğu bir döderinleşmekte olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyordu. nemdi Ecevit’in işbaşına geldiği bu dönem. Bu dönemde Temmuz 1977’de kurulan 2. MC hükümeti henüz altı işçi-işveren ilişkileri kaçınılmaz olarak sertleşmiş, grevler ayını doldurmadan, burjuva parlamentosunda yeni bir yaygınlaşmış, sendikalarla işveren örgütleri arasındaki sakriz patlak vermişti. 1977 yılının Aralık ayında Mecliste vaşım yalnızca ekonomik düzeyle sınırlı kalmayıp, ideoloverilen bir gensoru önergesi 2. MC hükümetinin düşmejik bir nitelik de kazanmıştı. Burjuvazinin bu gelişmelersine yol açmış ve bu hükümetin yerine Ecevit’in başbaden duyduğu endişe, burjuva basında da sık sık dile getiriliyor ve bu “tehlikeli gidişe dur demek” için, bir an önce bir “sosyal barış” ortamının tesis edilmesinin şart olduğu vurgulanıyordu. Ecevit’in böylesi bir konjonktürde iktidara getirilmesinin nedeni de buydu işte. Yani kitleleri yatıştırmak için önce “papaz” deneniyordu; ardından ise sıra “cellat”a gelecekti! Üstelik hazırlanan bu mizansenle birlikte burjuvazi de demokrasiye ne kadar “bağlı” olduğunu ve çaresiz kalmadıkça ondan vazgeçmeyi düşünmediğini bir güzel kanıtlamış oluyordu! Öyle ya, tercihini demokrasi havarisi “halkçı 2. MC hükümeti Ecevit”ten yana koymuştu burjuvazi!

16


sayı: 49 • Nisan 2009

Hükümeti kuran Ecevit’in ayağının tozuyla basına verdiği ilk demeç, “bir enkaz devraldık” şeklinde olmuştu. Kendisinden önceki MC hükümetini hem ekonomik hem de siyasi uygulamaları nedeniyle eleştiren Ecevit, kendisinin demokrasiye ve toplumsal barışa ne kadar önem verdiğini bir kez daha vurguluyordu. İlerleyen günlerde ise, ülke ekonomisinin çok zor durumda olduğunu, “işçiişveren-devlet” üçlüsünün bir uzlaşı içinde hareket etmesi gerektiğini dillendirmeye başlayacaktı. İçinden geçilen “zor dönemde” tüm tarafları birlik içinde olmaya ve İsveç’teki gibi bir “toplumsal anlaşma” yapmaya çağıracaktı. Tabii bu arada kendisine emekten yana, “sol bir lider” görünümü vermeyi ve bu temelde işçi örgütlerinin, sendikaların güvenini kazanmayı da ihmal etmedi! Çünkü burjuvazinin kendisine yüklediği “yatıştırıcılık” misyonunu ancak sendikaların güvenini kazanarak ve onları yanına çekerek yerine getirebileceğinin bilincindeydi! Burjuvazinin ona yüklediği misyon gereği, Ecevit’in asıl düşündüğü şey, militan sınıf sendikacılığı anlayışının tasfiye edilerek, işçi hareketinde “barışçı”, “sınıf uzlaşmacı” pasifist bir sendikal anlayışın egemen kılınması oldu kuşkusuz. O buna “toplumsal barış projesini hayata geçirmek” diyordu ve bunun için de kuşkusuz sendikaların “katkısını” bekliyordu! Bu konuda Türk-İş’in Ecevit’e bir sorun çıkarmayacağı apaçık görülmekteydi. Ama DİSK’in konumu Ecevit açısından hâlâ bir muammaydı! Gerçi kendisi iktidara gelmeden kısa bir süre önce DİSK’te bir yönetim değişikliği yaşanmış ve yeni yönetim ağırlıklı olarak CHP’li sendikacılardan oluşmuştu ama bu, DİSK’in çizgisinin bütünüyle değiştiği anlamına da gelmiyordu. Çünkü ortada DİSK’in geriye gittiğini ve uzlaşmacı bir çizgiye kaydığını gösteren bir durum yoktu henüz. Nitekim DİSK’in yeni Genel Başkanı Abdullah Baştürk de seçildikten kısa bir süre sonra gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı bir söyleşide şöyle diyecekti: “DİSK, sosyalist bir örgüttür. Yani ideolojik yönü belirlenmiş, kendi yetkili karar organlarında saptanmış bir örgüttür... CHP’nin üst düzeydeki yönetimi de, milletvekili seçildiğim seçim çevreleri de, parlamento içinde birbirimizi tanıyan milletvekilleri de ve partinin pek çok yönetici kademeleri de benim bir sosyalist olduğumu bilirlerdi.” (Milliyet, 16 Ocak 1978) Ecevit’i ve burjuvaziyi DİSK konusunda asıl endişelendiren, Abdullah Baştürk’ün bu sözleri değildi kuşkusuz. Onları asıl endişelendiren, DİSK üyelerinin yeni yönetim altında da militan bir duruş sergileyeceklerinin ve mücadeleci bir çizgi izleyeceklerinin işaretlerini vermiş olmalarıydı. Nitekim DİSK üyesi işçiler, Ecevit’in iktidara gelişinin daha üçüncü ayında politik içerikli büyük bir eylem gerçekleştirerek, Ecevit’in ve burjuvazinin bu konudaki endişelerinin yersiz olmadığını ortaya koymuşlardı. DİSK’li işçilerin gerçekleştirdiği bu eylem, “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” idi. 1 Mayıs 1977’den itibaren karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırmış bulunan bur-

marksist tutum 1977-80 arasında metal işkolunda yaşanan büyük grev mücadelesi, kapitalist ekonomide yapısal bir değişime hazırlanan büyük sermayenin işçi sınıfına yönelttiği saldırıya, işçi sınıfının verdiği bir yanıttır.

juva devletin kontrgerilla türü resmi gizli örgütleri ve bunların taşeronluğunu yapan ülkücü sivil faşist çeteler, 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesinde bir grup devrimci öğrenciye bombalı saldırıda bulunarak, 7 öğrencinin ölümüne yol açmışlardı. Öğrencilere yönelen bu faşist saldırı karşısında DİSK derhal tepkisini göstermiş ve tüm üyelerini, faşist saldırı ve cinayetleri protesto etmek üzere 2 saatlik iş bırakma eylemine çağırmıştı. DİSK’in bu çağrısına, TÖB-DER, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, TÜTED, TÜMAS, İstanbul Barosu gibi çok sayıda demokratik kitle örgütünün yanı sıra, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar ile bağımsız sendikalar da katılmıştı. “20 Mart 1978’de saat 8:00-10:00 arasında Türkiye’nin dört bir yanında şalterler indi, makineler sustu. Birçok ilde elektrik ve su kesildi, trafik kilitlendi, radyolar sustu, okullarda ders verilmedi, avukatlar mahkemelere girmedi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir ‘genel grev’in pek çok özelliğini taşıyan bu eylem, o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın ‘ihtilal provası’, Türkİş üst yönetimi ‘işçiler üzerinde oynanan oyun’ olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti.” (Selim Fuat, “DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı/3”, Marksist Tutum, Eylül 2008) DİSK’in yeni yönetiminde CHP’li sendikacılar ağırlıkta olmasına karşın, Ecevit “sosyal barış” projesini yaşama geçirmek için DİSK’ten beklediği yakınlığı görmeyeceğini anlamıştı. Çünkü her şeye rağmen DİSK yönetimi, kendi tabanındaki sınıf mücadeleci militan gelişmeyi karşısına alıp, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine an-

17


marksist tutum

gaje olmayı göze alamazdı ve nitekim de almamıştı. Böylece, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine DİSK’i de dahil etme çabaları havada kalmış oluyordu. Bu durumda, Ecevit hükümetiyle DİSK arasında “sınıf uzlaşmacılığı” temelinde bir anlaşmaya varmanın zemini de daha baştan ortadan kalkmış gibi görünüyordu. DİSK’ten umudunu kesen Ecevit, bir süre sonra Türk-İş’e yönelecek ve bu konfederasyonun yöneticileriyle 20 Temmuz 1978 tarihinde bir “Toplumsal Anlaşma” metni imzalayacaktı. Ülkede toplumsal barışın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen bu “Toplumsal Anlaşma” metninde, “işçilerin ülke ekonomisi gerçekleri ile bağdaşmayan aşırı isteklerinin önüne geçileceği ve işçi işveren ilişkilerini gerginleştiren grev ve lokavt olaylarının yaşanmasına ve dolayısıyla devletin sürece müdahalesine olanak tanınmayacağı” belirtiliyordu. İmzadan sonra yaptığı açıklamada Ecevit bu Toplumsal Anlaşmayı, “Türk toplumunun refahını adaletli olarak artırma yolunda bir adım” olarak niteleyecekti. Türk-İş başkanı Halil Tunç ise, “toplumda karşılıklı güven ve iyi niyete dayanan görüşmelerin ne denli başarılı sonuç verdiğini ve ülkede pek çok sorunun bu yolla çözüleceğini” söylüyordu. Ama Ecevit hükümetinin Türk-İş üst yönetimiyle böyle bir anlaşma imzalamasının daha temel bir nedeni vardı aslında. Hükümet, ekonomik kriz koşullarında kamu işçileriyle yapılacak sözleşmelerde (kamu sözleşmeleri), ücret artışlarının ve diğer maddi hakların belli bir düzeyle sınırlandırılmasını ve bunun, özel sektörde yapılacak toplu sözleşmelere de emsal teşkil etmesini amaçlıyordu. Böylece, hem işçilerin “aşırı” talepleri sınırlandırılmış olacak, hem de işçi-işveren ilişkilerinde çatışmalardan, grevlerden uzak, uzlaşmacı, barışçı bir sendikal döneme geçiş sağlanmış olacaktı! DİSK, Ecevit hükümeti ile Türk-İş üst yönetimi arasında imzalanan bu “Toplumsal Anlaşma”nın, aslında işçi ücretlerini dondurmayı ve krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklemeyi amaçlayan bir uzlaşma belgesi olduğunu bildirerek, bu “Toplumsal Anlaşma”yı reddettiğini açıkladı. DİSK’in bu tutumu, Ecevit hükümeti ile DİSK arasındaki ilişkilerin iyice soğuduğunu gösteriyordu. Burjuvazinin umduğu dağlara kar yağmıştı. Ecevit’in DİSK tabanındaki militan sınıf sendikacılığının gelişimini frenlemesi bir yana, o daha DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacılara söz geçiremiyordu. DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacıların kendi partilerinin iktidarına karşı aldıkları bu tutum, o günün koşullarında gayet anlaşılır bir tutumdu kuşkusuz. Çünkü o dönem, DİSK’in tabanında rüzgârların hâlâ militan sınıf sendikacılığından yana estiği bir dönemdi ve bu gerçekliğe açıktan karşı çıkan ve uzlaşmacılığı savunan hiçbir yönetici uzun süre DİSK’in başında kalamazdı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin politik bilinç düzeyinin yüksekliği ve militanlığı, ister istemez sendikaların tepesindeki yöneticileri de militanlaştırıyordu! O dönemde bulunduğu yönetici mevkileri

18

Nisan 2009 • sayı: 49

kaybetmemek için metazori “kızıl gömlek” giyinen ve kendisini “devrimci” ilan eden sendikacı sayısı az değildir! Bu arada CHP hükümetinin ne kadar iktidarsız olduğu ve kendi “emri” altındaki devlet kurumlarına bile söz geçiremediği gün be gün daha iyi anlaşılıyor ve bu durum DİSK’in tabanındaki CHP’li işçiler tarafından da ibretle izleniyordu. Faşist saldırılar tüm ülkede DİSK’i de hedef alır bir biçimde artarken, CHP hükümetinin bu saldırılar karşısındaki pasif tutumu işçilerin büyük tepkisini çekiyordu. İşte 1 Mayıs 1978 mitingi, DİSK’li işçilere, sosyalistlere, ilerici gençliğe karşı faşist saldırıların ülke çapında tırmandırıldığı bu koşullarda yapılacaktı. Fakat tüm bu saldırılara ve provokasyon tehditlerine karşın, 1978 1 Mayıs’ı da gene yüz binlerin katılımıyla, coşkulu bir şekilde kutlanmıştı. Öte yandan, ekonomik bunalımın giderek derinleşmekte oluşu ve özellikle döviz ve enerji darlığı yüzünden sanayinin son derece düşük kapasiteyle çalışmak zorunda kalışı burjuvaziyi iyice bunaltmış durumdaydı. Burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir dönemde, bir yandan işçilerin grev ve direnişleri yaygınlaşırken, diğer yandan tüm kamu emekçileri de (öğretmenler, memurlar, teknik elemanlar vb.) sendikalaşma talebiyle ayağa kalkmış ve DİSK’le dayanışma içinde yoğun bir örgütlenme faaliyetinin içine girmişlerdi. Tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi esaslı bir şekilde huzursuz etmekteydi tabii ki. Bu süreçte burjuvazinin Ecevit’ten beklediği “yatıştırıcılık” işlevini Ecevit’in yerine getiremeyeceğini burjuvazi gayet iyi anladı. Hem yerli büyük sermaye hem de Türkiye’de yatırımları olan yabancı sermaye açısından hiç de iç açıcı bir manzara değildi bu! Aslında Türk burjuvazisi, kendi düzenini tehdit eden bu gelişmeler karşısında işçi sınıfını ve devrimci hareketi “hizaya getirecek” baskıcı-otoriter bir rejimi canı gönülden arzulamaktaydı. Ne var ki, bu niyetini hem kendi halkına hem de Avrupa’daki demokratik kamuoyuna açık etmesi mümkün değildi. 12 Mart rejiminden çıkalı daha dört yıl olmamıştı ve bu çıkış sürecinde “burjuva demokrasisinin” onca propagandası yapılmıştı burjuvazi tarafından. Bir daha demokrasiye karşı 12 Mart gibi askeri müdahalelerin olmaması savunulmuştu (!) burjuva medyada. Ve de “demokrasi havarisi” Ecevit az alkışlanmamıştı 12 Mart’tan çıkış sürecinde! Bu nedenle, şimdi tekrardan bir askeri rejime geçilmesini burjuvazinin açıktan destekler görünmesi pek “hoş” olmazdı elbette! Bunun için daha epey çalışılmalı ve burjuvaziye rahat nefes aldıracak apoletli, olağanüstü bir burjuva rejimin “bir gece ansızın” gelmesi için ortam iyice hazırlamalıydı! Nitekim bu gerçekliği görmüş bulunan finans-oligarşinin karargâhı TÜSİAD (Vehbi Koç’un deyimiyle “fikir üreten fabrika”), çoktan “fizibilite” çalışmalarına başlamıştı bile! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Sermaye Elini Suyumuzdan Çek! Suphi Koray

“Bedava yaşıyoruz, bedava Hava bedava, bulut bedava Peynir ekmek değil ama Acı su bedava”

Ş

airin bu dizeleri yazdığı zamandan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Gölgesini satamadığı ağacı bile kesen kapitalizmin suyu da metalaştırmasının üzerinden yıllar geçti. Artık su bedava değil, havanın meta haline getirilmesine de az kaldı! Canlılığın ve uygarlığın kaynağı olan su, diğer doğal kaynaklar gibi kapitalizmin kurbanı oldu. Günlük kullanımdan sağlığa, sanayiden tarıma kadar her alanda kullanılan su yaşamın vazgeçilemez unsurlarından biridir. Örneğin bir otomobil üretmek için 300400 ton suya, bir ton çelik üretimi içinse 240 ton suya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yüzden su sermayenin iştahını bir hayli kabartan bir meta haline gelmiştir. Su pazarından elde edilen kâr yıllık bir trilyon doları geçmiştir ki, bu, petrol sanayiinden elde edilen kârın nerdeyse yarısı demektir. Üstelik dünyada kullanılan suyun sadece yüzde beşi özelleştirilmiştir henüz. Hal böyle olunca sudan elde edecekleri tatlı kârları gören uluslararası dev tekeller, bütün su kaynaklarının özelleştirilmesi için gerekli hazırlıkları dünya çapında örgütleme derdindeler. 16-22 Mart tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen 5. Dünya Su Forumu da bu hazırlığın bir ayağını oluşturuyor. Üç yılda bir yapılan toplantılar daha önce Fas, Hollanda, Japonya ve Meksika’da yapılmıştı. Bu forumu organize eden Dünya Su Konseyi 1996 yılında kurulmuş olsa da tarihi çok daha eskilere uzanıyor. Dünya Su Konseyinin kurulmasında rolü olan Uluslararası Su Kaynakları Kuru-

mu (IWRA) 1972 yılında kuruldu. Tekelci sermaye Birleşmiş Milletler’in yanı sıra bu kurumu kullanarak, daha o günlerden itibaren “su kaynaklarının kıtlığı” propagandasıyla ideolojik bir kampanya başlatmış ve su kaynaklarının ve dağıtımının özelleştirilmesinin zeminini döşemiştir. Neo-liberalizm rüzgârlarının esmeye başladığı 70’li yıllarda eğitim, sağlık vb. alanlara gözünü diken mali sermaye, devletin arz ettiği suyun başını tutmak için ilk konferansını 1977 yılında düzenlemiştir. 1992 yılında Dublin’de alınan “su bütün kullanımları dahilinde bir ekonomik değerdir ve ekonomik mal olarak kabul edilmelidir” kararı, sermayenin suya hangi gözle baktığını gösteriyor. 1995’te ise Dünya Su Konseyinin kurulması kararlaştırılmıştır. Konsey misyonunu “dünya kamuoyu ve en üst karar alma düzeyleri dahil, her ortamda suyla ilgili kritik konularda bilinç ve duyarlılığı geliştirmek, global su kaynaklarının her boyutta, yeryüzünde yaşayan bütün canlıların yararına olacak biçimde etkin korunmasını, geliştirilmesini, planlanmasını, yönetilmesini ve kullanılmasını güvenceye almak” olarak deklare ediyor. Ancak Konseyin bu güne kadarki faaliyetlerine ve arkasında duran güçlere bakıldığında asıl amacının su sıkıntısına çözüm bulmak olmadığı açıkça görülüyor. Konseyin kurucuları ve yöneticileri arasında su, enerji, inşaat ve finans sektöründe faaliyet gösteren çok sayıda kapitalist işletme yer alıyor. Bunun yanı sıra Guvernörler Heyeti adı verilen

19


marksist tutum

konsey yönetiminde Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi kapitalizmin bildik düzen kurumları var. Devlet tekeli dışındaki su pazarının %70’ini elinde bulunduran uluslararası iki su tekeli Suez ve Vivendi, Konseyin politikalarını ve faaliyetlerini belirliyor. Dünya Bankası kredi verme şartı olarak su kaynaklarının ve işletmelerinin özelleştirilmesini ön şart olarak koyuyor ve bu pastadan aslan payını da tabii ki söz konusu su tekelleri alıyor. Dünya Su Konseyi ile birlikte emperyalist düzenin bu kurumlarının ortaklaşa yürüttüğü politikalar su tekellerinin kasalarını doldururken, milyonlarca yoksulun temiz suya ulaşamamasına sebep oluyor. Dolayısıyla, suyu sorun haline getirenlerin su sorununa çözüm üretmek için İstanbul’da bir araya geldiklerini düşünmek saflık olur.

Suyu sorun haline getirenler çözüm bulabilirler mi? Su işletmelerinin tekeller tarafından satın alındığı birkaç ülkeden verilecek örnekler durumun vahametini ortaya koyuyor. Güney Afrika’da su kaynaklarının özelleştirilmesinden sonra suya yüksek oranda yapılan zamlar sebebiyle yüz binlerce insan temiz suya erişemedi. Bu sebeple baş gösteren kolera salgınından on binlerce insan etkilendi, 250 kişi ise yaşamını yitirdi. Arjantin, Meksika, Bolivya gibi Latin Amerika ülkelerinde su dağıtımını ele geçiren tekeller hem su fiyatlarını 2-3 kat arttırdılar, hem de bu kadar pahalıya sattıkları suyun temiz ve sağlıklı bir biçimde halka ulaşması için hiçbir yatırım yapmadılar. Su kaynaklarının özelleştirilmesi o dereceye vardı ki, Latin Amerika’da çatılardan akan yağmur sularının toplanması bile yasaklandı. İngiltere, Kanada ve Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum farklı değil. Bu ülkelerde de suyun özelleştirilmesiyle birlikte hem suyun fiyatı arttı, hem de kirliliği. Kapitalist su politikaları bu hızla devam ederse muhtemelen yakın zamanda “sudan ucuz” deyiminin yerini “sudan pahalı” deyimi alacaktır. Türkiye’de de suyun özelleştirilmesi gündemdedir ve kısmen de olsa su kaynakları ve dağıtımı özelleştirilmiştir. Antalya, İzmit ve İzmir’de su işletmeleri Türk firmalarıyla birlikte çokuluslu tekellere devredilmiştir. Ortadoğu coğrafyasında kritik bir konuma sahip olan Türkiye neo-liberal su politikaları için pilot bölge olarak seçilmiştir. 5. Dünya Su Forumunun İstanbul’da yapılmasının ardında bu gerçeklik yatmaktadır. Bu seneki forumun “Farklılıkların Suda Yakınlaşması” gibi cafcaflı bir temaya sahip olması da, amacının su sorununa uluslararası çapta çözüm bulmak ve su sorununa dikkat çekmek olarak lanse edilmesi de asıl niyeti gizle-

20

Nisan 2009 • sayı: 49

meye yetmiyor. Aynı zamanda bir su tekelinin yöneticisi olan Dünya Su Konseyi başkanı Loic Fauchon, “insanlar su faturalarına, cep telefonu faturası kadar ya da otomobillerine aldıkları benzinin yüzde 5’i kadar ödeme yapmayı göze aldıklarında hiçbir sorun kalmayacaktır” diyerek, 5. Dünya Su Forumunun asıl amacının su kaynaklarının özelleştirilmesi olduğunu açıkça ortaya koymuştur. İstanbul’da düzenlenen 5. Dünya Su Forumu’na 92 ülkeden 33 bin kişi katıldı. Forum, cumhurbaşkanlarından kraliyet ailesi mensuplarına, bakanlardan başbakanlara, belediye başkanlarından parlamenterlere yüzlerce kapitalisti bir araya getirdi. Bileşenlerin mahiyeti forumun asıl hedefinin ne olduğunu su yüzüne çıkarıyor. Forumun dikkat çeken yanlarından biri katılımcılar arasında çok sayıda enerji ve inşaat şirketinin olmasıydı. Zaten en çok konuşulan konular baraj yapımı ile ilgiliydi. Eski simyacılara rahmet okutan emperyalist simyacılar, yeni projelerinin yanı sıra su sorunu ile ilgili verilere de dikkat çektiler. Forumda açıklanan Dünya Su Kalkınma Raporuna göre, her 17 saniyede bir çocuk ishal nedeniyle yaşamını yitiriyor, tatlı suya talep her yıl 64 milyar metreküp artıyor. Yine Rapora göre, 3 milyarlık nüfus artışının yüzde 90’ı suyun kıt olduğu gelişmekte olan ülkelerde olacak. Yerel yöneticilerden devlet başkanlarına, akademisyenlerden üst düzey şirket yöneticilerine kadar forumda söz alan bütün düzen temsilcileri, suyun insanlık için çok önemli olduğundan, az gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen suyun yetersiz olduğundan, önlem alınmazsa 2025 yılında dünyanın üçte ikisinin su sıkıntısı çekeceğinden, su kaynaklarının dünya üzerinde eşitsiz dağıldığından, su kullanımında özenli olmak gerektiğinden, tasarruf yapılarak su kıtlığının azaltılabileceğinden dem vurdu. Su sorunu bu kadar çarpıcı bir biçimde vurgulansa da sorunun nedeni ve çözümü hakkında suya sabuna dokunmayan şeyler söylendi. Düzenin kurumlarından böyle bir şey beklenemez elbette. Tersine forumun asıl amacının suyun daha fazla ticarileştirilmesi olduğunu kanıtlayacak açıklamalar yapıldı. Zaten suyla ilgili sorunların bu kadar detaylı verilmesi ve acil çözüm bulunmasının dillendirilmesi neo-liberal su politikalarının gerekliliğini kanıtlamaya yöneliktir. Amaç suyun kıymetini artırıp daha fazla parayı cebe indirmektir. Yoksa yoksulların yaşadığı su sıkıntısı bu ikiyüzlü burjuvaların umurlarında bile değildir. Örneğin, forumda konuşan Loic Fauchon, “Nüfus artarken eko sistemi, bio çeşitliliği korumak, su havzalarının yeterli kalitede kalmasını sağlamak ve sonraki kuşağa aktarılmasını sağlamak zorundayız. 6 milyar nüfusu beslemek, gıda sorununu çözmek, yaşam standardını geliştirmek, bütün bunlar için suya ihtiyacımız var. Kentlerde suya ihtiyaç


sayı: 49 • Nisan 2009

var, su tüketimi var. Bazı kentler gelecek yıllarda belli sınırları aşmış olacaklar. Belli hastalıkların ortaya çıktığı görülecek” dedi. “Bugün su bütçesinin askeri bütçenin önüne geçmesi gerekiyor. Mutlaka gerçek fiyatlara dayanan, şeffaf olan fiyatları yapmalıyız. Su hizmetlerinin vatandaşa bir bedeli vardır, bunun karşılığı ödenmelidir demeliyiz” diyerek sözlerine devam eden Fauchon, böylece ağzındaki baklayı da çıkarmış oldu: Su sıkıntısını çözeriz, ama önce vezneye uğrayınız! Parası olanın temiz su derdi olmayacaktır. Burjuva düzenin kurumlarından başka bir çözüm beklenemezdi zaten. Aynı gün söz alan İstanbul belediye başkanı Kadir Topbaş da su sorunuyla ilgili istatistikler verdikten sonra, “4 kişilik bir aile, musluğun gereksiz yere akmasına izin vermeyerek, kısa duş alarak, bulaşıklarını makinede yıkayarak, güneş battıktan sonra bahçe sulayarak, 1 yılda 140 ton su tasarrufu yapabiliyor. Biz İstanbul’da bu uygulama ile en kurak geçen 3 ayda 18 milyon ton yani bir baraj dolusu su tasarruf ettik” dedi. Vatandaşın su tasarrufu yapması gerektiğinden bahseden Topbaş, devletin açtığı golf sahalarının ne kadar su tükettiğinden bahsetmiyor ne hikmetse. Günlük su ihtiyacı ortalama iki bin ton olan bir golf sahası bir yılda ortalama 20 bin insanın su ihtiyacını tüketiyor. Antalya ve İstanbul’daki toplam 13 golf sahasının harcadığı su miktarı Ankara’nın yaz aylarında günlük su ihtiyacının kırkta birinden fazlasına, İstanbul’un ise seksende birine denk düşüyor. Buna rağmen yeni golf sahalarının açılması planlanıyor. İşçi ve emekçiler zorunlu ihtiyaçlarından feragat edip su tasarrufu yapacak, keyiflerine düşkün burjuvalarımızsa golf oynayacak.

Suyumuzu bulandıran kapitalizmi yıkalım Dünya Su Forumunun niyetinin suyun ticarileştirilmesi ve kâr alanı haline getirilmesi olduğunu dile getirenler, forum boyunca protesto gösterileri ve alternatif etkinlikler düzenlediler. Forumun başlamasından bir gün önce (15 Mart) sendikalar, meslek odaları ve çeşitli siyasi çevrelerden oluşan Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformunun Kadıköy’de düzenlediği mitinge binlerce kişi katıldı. “Sermaye Elini Suyumdan Çek” şiarıyla bir araya gelen binlerce kişi, en yaşamsal haklardan biri olan su hakkının tekellerin çıkarlarına alet edilmesini protesto etti. Platform, forumun başladığı gün ise “Su hayattır satılamaz”, “Herkese yeterli su” sloganlarıyla forumu protesto etti. Ancak bu sefer eylemcilere polisin müdahalesi sert oldu ve 26 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan iki yabancı uyruklu eylemci ise apar topar sınır dışı edildi. Sözde su so-

marksist tutum Sözde su sorununa çözüm aranan forumda polisin göstericilere tonlarca tazyikli su sıkması ironikti.

rununa çözüm aranan forumda polisin göstericilere tonlarca tazyikli su sıkması ise ironikti. Dünya Su Forumunun “meşru ve demokratik” olmadığını savunan 67 ülkeden çeşitli sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ise alternatif bir forum düzenlediler. Alternatif forumda, “su kaynaklarının yönetimi en az ekonomik ihtiyaçlar kadar, toplumsal eşitlik ile ekolojik ihtiyaçları gözeterek uzun vadeli şekilde planlanmalı” görüşü öne çıkarıldı. Kuşkusuz bu talebin kapitalizm altında hayata geçirilemeyeceğini gözlerden kaçırmamak gerekiyor. Zira toplumsal eşitlik ve ekolojik ihtiyaçları gözetseydi, kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkardı. Bir hafta süren 5. Dünya Su Forumu sona erdi, ama milyonlarca insanın su sıkıntısı devam ediyor. Bu forumdan sonra suyla ilgili sorunlar azalmak bir yana, daha da artacaktır. Üç yıl önce Meksika’da yapılan forumdan sonra su işletmeleri özelleştirilmiş ve temiz suya erişemeyen yoksul halk ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalmıştı. İstanbul forumunda da sermaye sınıfı, “mavi altın” dediği suyu kâra dönüştürecek yeni projeleri masaya yatırmıştır. Bundan sonra işçi ve emekçilerin “temiz” su için daha kabarık faturalar ödeyecekleri günlerin kapıda olduğu su götürmez bir gerçek! Kapitalist iktisadın temeli olan “kaynaklar sınırlıdır, insan ihtiyaçları ise sonsuz” anlayışı, suya da damgasını vurmuştur. Kendi yarattığı sorunlardan ekonomik çıkar sağlamak peşindedir kapitalizm. Dünyadaki su kaynaklarının giderek azalmasının tek sorumlusu, kâr uğruna doğal kaynakları acımasızca talan eden kapitalist sistemdir. Üstelik mevcut kaynaklar tüm dünya nüfusuna yetecek kadar su sağlamasına rağmen, kapitalizmin anarşik ve eşitsiz doğası yüzünden 1,5 milyar insan temiz su bulamıyor. Oysaki doğal kaynakların tüm insanlığın ortak çıkarlarına göre kullanıldığı sosyalist düzende insanlığın su sorunu olmayacaktır. O halde tek alternatif, suyumuzu bulandıran kapitalizmi yıkmaktır! 

21


Uluslararası Ceza Mahkemesinin İkiyüzlülüğü Berdan Güney

U

luslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Darfur’da yaşanan katliam, tecavüz ve işkencelerden sorumlu tuttuğu Sudan devlet başkanı Ömer El Beşir hakkında 4 Martta tutuklama kararı çıkardı. 2007 yılının Mayıs ayında da, 20 aylık bir soruşturmanın ardından, yine Darfur’da yaşananlardan sorumlu tutulan Sudan eski İçişleri Bakanı Ahmed Harun ile Cancavit lideri Ali Kuşayb hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. UCM’ye o tarihlerde taraf olan Sudan’sa bu kararı tanımadığını söylemiş ve Harun görevine devam etmişti. Hatırlayacağımız üzere, El Beşir soykırımla suçlandıktan sonra ilk resmi ziyaretini Ağustos ayında Türkiye’ye yapmıştı. 21 pare top ateşiyle Beşir’i karşılayan AKP hükümeti bölgede “barışın” sağlanmasında Beşir’in önemli bir rolü olduğunu iddia etmişti. Şimdi ise tutuklama kararının ertelenmesi için ikiyüzlü bir diplomasi yürütüyor. El Beşir Darfur’da halka yönelik cinayet, tecavüz, işkence, çok sayıda sivilin evini terk etmeye zorlanması, mülklerinin yağmalanması ve sivil nüfusa karşı yöneltilen saldırılardan sorumlu tutuluyor. 6 yıl önce Darfur bölgesinde yerli halkın, devlet yönetiminin ayrımcı politikaları karşısında patlak veren ayaklanmasını bastırmak üzere Cancavit (Silahlı Süvari) adıyla bir milis gücü oluşturulmuştu. El Beşir’in Cancavitleri, bugüne kadar devam eden çatışmalarda, 400 binden fazla Darfurlunun ölümüne, 2,5 milyonununsa zorla evlerini terk etmesine neden oldular. Cezasının ertelenmesi için Türkiye’nin uğruna diplomasi yürüttüğü El Beşir’in Sudan devlet başkanlığına uzanan yolu da şanına uygun! El Beşir, ülkesinde 1989’da gerçekleştirdiği darbe ile hükümeti devirdi, 1993’te ise kendini devlet ve genelkurmay başkanı olarak atadı. Ayak-

22

lanma patlak verdiğinde “kendi yöntemiyle” sorunu çözeceğini söylemiş, ardından katliam haberleri gelmeye başlamıştı. UCM, geçtiğimiz ay içerisinde çıkardığı tutuklama kararında “El Beşir, devleti ve Cancavit milislerini kullanarak, Darfur’daki etnik gruplara yönelik soykırımdan sorumludur” diyor. Amacını “adaleti sağlamak” olarak duyuran mahkeme, aldığı kararla Darfur’da gerçekleşen katliamın sorumluluğunu bütünüyle El Beşir’e ve adamlarına yüklüyor. Bölgede cirit atan emperyalist tekellerin katliamdaki rolüne ise hiç değinmiyor bile. UCM’nin kararını “Hiçbir güç kılıma dokunamaz, hiçbir uluslararası mahkeme beni tutuklayamaz” sözleriyle tanımayacağını söyleyen El Beşir ise, karardan sonra Darfur bölgesine gönderilen yardım konvoylarının geçişlerine izin vermeyerek icraatlarına kaldığı yerden devam ediyor. Dış yardımlardan yoksun kalan Darfurlular, şimdi de salgın hastalıklar ve açlıkla karşı karşıyalar. Dünyanın her köşesinde olduğu gibi kara kıta da uzun yıllardır egemenlerin paylaşım savaşlarına sahne oluyor. Emperyalist egemenler, kıtada birbirlerine üstünlük sağlamak, pastadan büyük dilimi kapmak amacıyla çatışmaları körüklüyor, Sahra-Altı Afrika’yı insanların topluca katledildiği koca bir mezbahaya çeviriyorlar. Kara kıtada at koşturan ABD’li ve Avrupalı tekellere son birkaç yıldır Çin, Rus ve Hint tekelleri de eklendi. Hatta Türkiye de bölgede nüfuzunu artırmak amacında. Rekabetin yeni tarafları da o ülkelerin egemenleri arasında kamplaşmalar yaratıyor, kabilelerin bu kamplar arasında saf tutmaları ve birbirleriyle çatışmaları sağlanıyor. Silah tekelleri çatışmaların taraflarına silah sağlayarak, bir yandan kâr ediyorlar,


sayı: 49 • Nisan 2009

marksist tutum

bir yandan ölen insanlar için timEl Beşir, ülkesinde 1989’da gerçekleştirdiği darbe sah gözyaşı dökmekten geri durile hükümeti devirmiş, 1993’te ise kendini devlet ve muyorlar. genelkurmay başkanı olarak atamıştı. Çatışmaların kaynağında bu emperyalist tekellerin rekabeti yatıyor. Sahip olduğu petrol ve elmas yatakları nedeniyle kapitalistlerin ağzını sulandıran kara kıta Afrika’da, kabileler arasında emperyalist paylaşımın bir parçası olarak körüklenen çatışmalarda büyük toplu katliamlar gerçekleştirildi. 1994’te yaşanan ve 1 milyon insanın sadece 3 ay içerisinde katledildiği Ruanda katliamı da bu katliamlardan biridir. Sierra Leone, Liberya, Somali ve Etiyopya’da yaşanan çatışmalar, emperyalist tekeller tarafından körüklenmekte, sonu gelmemecesine devam etmektedir. list rekabetin birer aracıdır. Demokrasi ve özgürlük ABD El Beşir’e yönelik verdiği tutuklama kararıyla yeniden tarafından Irak’a ve Afganistan’a nasıl götürüldüyse, adalet gündeme gelen ve merkezi Hollanda’nın Lahey kentinde de UCM tarafından Sudan’a öyle götürülmek istenmekteolan UCM, adını daha önce 1993’te Yugoslavya’da, 1994’dir! Sahra-Altı Afrika’daki rekabette ABD’li rakiplerinin te ise Ruanda’da yaşanan katliamların sorumlularının yargerisinde kalan AB ülkeleri, bu mahkemeyi kullanarak gılanması için kurulan geçici mahkemelerle duyurmuştu. bölgede etkinliklerini artırma telâşındalar. Küresel bir yargı organı haline gelmesinin temelleri 1998’UCM, “suçun işlendiği veya vatandaşları bu tür suçlarde Roma Statüsü adlı belgenin imzalanmasıyla atılan dan şüpheli olan devletlerin mahkemeleri isteksiz davraUCM, Temmuz 2002’de faaliyetine başlamıştır. Mahkeme nırsa veya yetersiz kalırsa” harekete geçeceğini belirtiyor. kendini, “devletlerin uluslararası hukuk kapsamında işleMahkeme bütün dünyada insanlığa karşı suç işlendiği her yebilecekleri en ağır suçlar olan soykırım, saldırı, savaş olayda harekete geçeceğini duyursa da, davanın tarafları suçları ile insanlığa karşı suçları soruşturmak ve mağdurlakonusunda seçici davranması dikkat çekmektedir. El Beşir rın haklarını daha iyi koruyacak uluslararası bir yargılama ve Miloşeviç gibi suçluların yargılanması konusunda adım mekanizması oluşturmak için, uluslararası toplum tarafınatmış fakat katliamların gerçek taraflarına hiç dokunmadan ulusal mahkemelerin tamamlayıcısı olarak hareket etmıştır. Oysa Afganistan, Irak ve daha nice yerde yaşanan mek üzere kurulmuş sürekli ve bağımsız bir yargı organı” ve milyonlarca insanın yaşamına mâl olan katliamların asıl olarak tanımlıyor. Mahkemenin bir kişiyi yargılayabilmesi sorumlusu emperyalist güçlerin Bush, Blair ve daha nice belli şartlara bağlı. Suçun işlendiği ülkenin UCM’ye taraf temsilcileri de yargılanmalıdır. İsrail’in Filistin’de yıllardır olması, suçlanan kişinin bu ülke vatandaşı olması, devlet gözler önünde gerçekleştirdiği katliamların hesabı da soUCM’ye taraf olmasa bile bir suç için UCM yetkisini tarulmalıdır. Kürtlere karşı dört parça üzerinde gerçekleştirinıdığını beyan etmesi veya BM Güvenlik Konseyinin kişilen katliamların sorumluları da yargılanmalıdır. Ancak bu yi UCM’ye gönderme kararı alması gerekiyor. Bugün Suda yetmez. Ellerini kanla yıkayan bu zatların ortaya çıkdan dışında Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda ve masına ve suç işlemesine zemin hazırlayan bataklık olan Orta Afrika Cumhuriyeti’ne ait üç dosya daha bulunmakkapitalizm de yargılanmalıdır. Fakat bu yargılamayı yaptadır. mak, emperyalist ülkelerin kurdukları bir mahkemenin işi UCM’yi kuran Roma Statüsü belgesi bugüne kadar olamaz. Bunu ancak işçi sınıfı yapabilir. Bushları, Blairleri, 108 devlet tarafından kabul edildi. ABD ve İsrail’in altına Beşirleri, Olmertleri ve daha nicelerini kapitalizmle birlikimza atmadığı bu statüyü Türkiye de tanımıyor. ABD te yargılayabilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. Kapitalizmin dünya genelinde “demokrasi ve özgürlük taşıdığı” bölgedünya genelinde giriştiği talanı durdurabilecek başka bir lerde gerçekleştirdiği katliamların, İsrail işgal altında tutgüç yoktur. Kâr uğruna gerçekleşen savaşlarda yaşanan tuğu topraklarda Filistinlilere karşı giriştiği katliamların, katliamların sonu, işçi sınıfının dünya çapında kapitalizTürkiye ise Kürtlere karşı kuruluşundan bu yana gerçekme karşı mücadele bayrağını yükseltmesiyle gelecektir. leştirdiği katliamların hesabını kimseye vermek istemiyor. Katliamların asıl sorumluları ise işçi sınıfının kuracağı UCM’nin bu fiillerin hesabını sorduğu da yok. mahkemelerde yargılanacak ve hak ettikleri cezaya çarptıZaten UCM, kara kıtada süregitmekte olan emperyarılacaklardır. 

23


Kızıl Kanat 20

. yüzyılın tarihi, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin çeşitli paylaşım savaşlarıyla yol aldığı gerçeğini tartışma götürmez biçimde gözler önüne seriyor. 21. yüzyılın girişi de bu açıdan hiçbir şeyi değiştirmedi. Tersine, çürüyen kapitalizmin sistem krizi derinleştikçe büyük kapitalist güçler arasındaki çıkar çatışmaları yoğunlaşmakta ve bölgesel savaşlar zinciri şeklinde cereyan eden emperyalist paylaşım savaşının alanı genişlemektedir. Kapitalizmin büyük krizi ve emperyalist savaş sorunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de o denli yakıcı bir önem taşıyor ki, bu sorunlar çerçevesinde sergilenen yaklaşımlar dünya sosyalist hareketinde yer alan farklı siyasal eğilimleri ayırt etmeyi mümkün kılıyor. Birinci Dünya Savaşı döneminin, çeşitli ülkelerin sosyalistlerini ulusal ve uluslararası düzeyde sıkı bir sınavdan geçiren çarpıcı ve unutulmaz bir örnek teşkil ettiği hatırlanacaktır. Bu sınav dönemi, II. Enternasyonal’in ya da onun en önde gelen partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) liderliğinin ihanetini, çürümüşlüğünü gözler önüne sererken, yanı sıra devrimci Marksizmi ölümüne ve ödünsüz biçimde savunan devrimci önderleri de tarih sahnesinin önüne çıkartmıştır.

Emperyalist savaş ve ulusal sorun Bu önderler arasında yer alan Rosa’nın II. Enternasyonal içinde yürüttüğü mücadelenin en önemli bileşenlerinden birini de, kuşkusuz, emperyalist savaş karşısında geliştirilecek devrimci tutum oluşturur. Birinci Dünya Savaşı dönemi dünya işçi hareketindeki reformist ve devrimci eğilimleri ayrıştıran bir katalizördür. Devrimci eğilim, Lenin ve Rosa gibi önderlerin savunduğu siyasal çizgi sayesinde ete kemiğe bürünürken, reformist eğilim ise SPD’nin veya II. Enternasyonal liderliğinin siyasetinde somutlanmıştır. Aynı dönem, “ulusal sorun” çerçevesinde Marksistler arasında yürüyen önemli tartışmalara da sahne olmuştur. Bu konulara daha önceki çeşitli yazılarımızda, Rosa’nın yaklaşımlarını da kapsayacak şekilde değindiğimizden burada yalnızca kısa bir hatırlatma yapmak yeterli olacaktır.

24

II. Enternasyonal’in 1907 Stuttgart kongresinde Rosa Luxemburg ve Lenin emperyalist savaşa karşı ortak tutum geliştirmişlerdi. Hazırladıkları karar taslağında, yaklaşan savaştan kapitalist sınıf egemenliğini devirmek için yararlanma görevi formüle edilmiş ve bu karar taslağı kongre tarafından onaylanmıştı. Fakat emperyalist paylaşım savaşı gerçekliğe dönüştüğünde, SPD’nin Almanya’da kabaran milliyetçi dalgaya ne denli prim verdiği, geliştirdiği şoven tutumlardan anlaşılacaktı. Ayrıca o dönemde pek çok Avrupa ülkesini kapsamak üzere, II. Enternasyonal’in sosyalist geçinen parti liderleri yurtseverliğe methiyeler düzmekte adeta yarışa girdiler. Genel eğilim buyken, SPD içinde küçük bir azınlık ise enternasyonalist komünist çizgiyi savundu. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin, 1914 yılında Alman parlamentosunda savaş kredilerinin oylandığı ünlü 4 Ağustos gününde Rosa’nın evinde bir toplantı düzenlediler. İlerleyen tarihlerde Spartaküs Birliği’ni de kuracak olan bu devrimci liderlerin toplantısından çıkan karar, emperyalist savaşa karşı mücadeleye geçme kararı olmuştu. Oysa o tarihlerde Marksizmin resmi otoritesi kabul edilen Kautsky ise, kapitalist devletler arasındaki savaşların genel silahsızlanma anlaşmalarıyla, uluslararası kuruluşların çabalarıyla veya kapitalizm temelinde bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşturulmasıyla engellenebileceğini savunmaktaydı. Kautsky, emperyalizmi kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak değil, kapitalistlerin kötü bir politikası olarak değerlendiriyordu. O ve Bernstein gibi SPD liderleri, milyonlarca işçi ve emekçiye ölüm ve yıkım getiren emperyalist paylaşım savaşı patlak vermezden hemen önce, artık savaşların olmayacağı yolunda görüşler geliştirmişlerdi. Bu liderlere göre emper-


tlı Rosa /4 Elif Çağlı

yalist ve militarist “politikalar” burjuvazinin çıkarları yönünden de anlamsız ve zararlı bir şeydi! Rosa Luxemburg, emperyalizmin kudurgan yüzünü kitlelerden gizleyen ve adeta katilden merhamet dilenircesine kapitalizmden barış bekleyen bu anlayışı paçavraya çevirmekte gecikmeyecekti. Reformistlerin yaptığı gibi, emperyalizm ve militarizmin burjuva çıkarları yönünden de anlamsız ve zararlı bir şey olduğunu iddia etmek burjuvaziye akıl hocalığına soyunmak demekti. Rosa bu tür uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi yaklaşımları amansızca sergiliyor ve eleştiriyordu. Junius takma adıyla yayınlandığı için Junius Broşürü olarak bilinen ve 1916 yılında yayınlanan Sosyal Demokrasinin Buhranı adlı broşüründe, Rosa Luxemburg, emperyalizm ve paylaşım savaşları da dahil pek çok önemli soruna değinecekti. Emperyalist vahşet Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest bırakılmıştı. Yaşanan olaylar, o çok kibar ve hassas ruhlu geçinen “kültürlü dünya”nın kalbi ve vicdanının Avrupa proletaryasının boğazlanmasına seyirci kaldığını dünyaya ilan ediyordu. Kapitalizm gerçek yüzünü ortaya koymuştu; tarihi sebebini yitirmişti ve sürüp giden varlığının artık insanlığın ilerlemesiyle bağdaştırılması mümkün değildi. Burjuva toplumu bir çıkmazla yüz yüzeydi. Rosa’nın deyişiyle insanlık bir seçimle yüz yüze bulunuyordu: Ya emperyalizmin zaferi ve bütün bir kültürün yok olması, eski Roma’daki gibi çökme, yıkılma, bozulma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi! Bu dünya tarihinin karşı karşıya bulunduğu bir ikilemdi. Sonucu belirlemek üzere tarihsel eylemin zarlarını proletarya atacaktı.

SPD ya da II. Enternasyonal liderliği dünya işçilerine en gerekli olduğu anda enternasyonalizme ihanet etti. Mücadeleyi bu alanda da sürdüren Rosa ve yoldaşları, devrimci teori ve devrimci eylem sayesinde enternasyonalizm bayrağını yükseltmeye çalışıyorlardı. II. Enternasyonal’in yozlaşması konusunda erken tarihlerden itibaren uyarı vermeye başlayan ve dünya işçi sınıfının artık yeni bir uluslararası örgütlülüğe ihtiyacı olduğunu dillendiren Rosa Luxemburg olmuştu. O, Lenin tarafından da genelde övgüyle karşılanan Junius Broşürü’nde yeni bir işçi enternasyonalinin kurulmasını ve bunun işçi sınıfı için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguluyordu. Rosa, Engels’in ölümünden sonra Marksizmin baş temsilcisi olan ve böylece II. Enternasyonal’e de kendi anlayışının damgasını vuran Kautsky’nin gerçek içyüzünü gecikmeden kavramıştı. Nitekim Lenin, Şalyapnikov’a gönderdiği 27 Ekim 1914 tarihli mektubunda bu gerçeği itiraf edecekti: “Rosa Luxemburg haklıydı; Kautsky’nin parti çoğunluğuna, kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorist olduğunu çok önceden anlamıştı”. İçerdiği pek çok önemli açılım nedeniyle Spartaküs Birliği’nin temel metni olarak kabul edilen Junius Broşürü’nde, Rosa, emperyalizm çağının özelliklerini temel aldı. Broşüründe, bu nedenle sosyalist devrimin güncel bir değer taşıdığını ve artık “ulusal savaşlar” döneminin geçmişte kaldığını belirtti. Broşürün eki olarak yayınlanacak Tezler’de bu düşüncelerini açık biçimde ifade edecekti. “Ulusal çıkarlar, emekçi halk kitlelerini, can düşmanları olan emperyalizme hizmet edebilecek hale getirmek için ve bir aldatmaca aracı olarak kullanılmaktadır yalnızca” diyordu. (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor?, Belge Yay., Birinci Baskı, s.109) Rosa bu değerlendirmesini esasen Avrupa’nın emperyalist ülkelerini hedef alarak yapmıştı. Bu bağlamda yaklaşımında yanlış olan hiçbir taraf yoktu. Fakat vardığı sonucu genellemesi nedeniyle, bu tezi, tarihsel açıdan gecikmiş bazı ulusların durumuna uymayan ve o yüzden de eleştiriye açık bir uç içeriyordu. Nitekim Lenin onu, istisnaları (henüz ulusal bağımsızlıklarını kazanmamış halkların ulusal savaş yürütebileceği gerçeğini) hesaba katmadığı için

25


Nisan 2009 • sayı: 49

marksist tutum

eleştirecekti. İşçi sınıfının savunacağı tek “anavatanın” Enternasyonal olması gerektiğine yürekten inanan Rosa, Marksizmin milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmayacağını belirtirken sonuna kadar haklıydı. Rosa Luxemburg, ezen ulus milliyetçiliğinin en çarpıcı tarihsel örneklerinden biri olan büyük Rus milliyetçiliği karşısında, ezilen Polonya ulusunun içinden çıkma bir Marksist olarak devrimciliğini kanıtladı. Bir ezilen ulus komünistinin sergilemesi gereken devrimci davranışı sergiledi ve hangi gerekçeyle olursa olsun Polonya milliyetçiliğine prim vermedi. Ulusal sorunda aralarında yürümüş olan tartışmaya rağmen, Lenin Rosa’yı bu bakımdan sonuna kadar haklı bulacak ve takdir edecekti. Ancak Lenin sorunun bir başka yönünün daha mevcut olduğuna dikkat çekiyor ve devrimci proletaryanın ezen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) savunması gerektiğini belirtiyordu. Kısaca vurgulamak gerekirse, ulusal sorunda Rosa’nın yaklaşımındaki eksiklik işte bu noktadadır. Ne var ki, doğru ve haklı bir eleştiri getirebilmek için de, Rosa’nın bir bütün olarak ne demek istediği tahrif edilmeden kavranmalıdır. Rosa ezilen ulusların varlığını ve bu temelde bir ulusal sorun olduğunu inkâr etmemiş, ezilen ulusların diğerleriyle eşit haklara sahip olmasını, özgür olmasını kuşkusuz yürekten istemiştir. Ancak o, genelde ezilen ulusların iç güçleri temelinde ulusal bağımsızlıklarını kazanamayacaklarını ve bunu yalnızca şu ya da bu emperyalist gücün müdahalesiyle elde edebileceklerini düşündüğünden, ulusal bağımsızlık sloganının ilerici değil gerici bir slogan olduğu sonucuna varmıştır. Böylece, ezilen ulus için bile olsa, kapitalizm altında ulusal bağımsızlık isteminin haklı bir nedeninin olamayacağı ve sosyalizmde ise buna zaten gerek kalmayacağı görüşünü savunmuştur. Rosa’nın asıl vurguladığı husus, sosyalizmde ulusal baskı ve ezen ulus-ezilen ulus çelişkisinin son bulacağı, insanlığın enternasyonal birliğinin gerçekleşeceğidir. Rosa, nihai eşitlik ve özgürlük hedefi bakımından ulusal sorun konusundaki bu vurgusunda haklıdır kuşkusuz. Ancak buradan hareketle, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı diye bir şeyin olamayacağını ve dolayısıyla devrimci programın böyle bir hakkın kabulünü içermesine de ihtiyaç bulunmadığını iddia etmesi yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü ezilen uluslar kapitalizm altında da tıpkı diğer uluslar gibi siyasal bağımsızlıklarına kavuşmak isteyebilir ve bu temelde tarihsel açıdan gecikmiş fakat haklı bir ulusal kurtuluş mücadelesi yürütebilirler. Bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağı ve söz konusu ezilen ulusun siyasal bağımsızlığını kazanıp kazanmayacağı ya da ayrı devlet kurma hakkını kullanıp kullanmayacağı, tamamen somut koşullara, mücadelenin düzeyine ve dünya dengelerine bağlı bir sorundur. Ama her ne olursa olsun, devrimci proletaryanın ezilen ulusun güvenini kazanmak için çaba sarf etmesi ve ona ayrılma hakkı da dahil kendi kaderini tayin hakkını tanı-

26

ması esastır. Diğer yandan, ulusal sorun çerçevesinde Rosa’nın değerlendirmesinde eksik bir yön olsa da, II. Enternasyonal’in işçi sınıfını milliyetçiliğe çeken uğursuz şovenizmi karşısında onun devrimci bir tutum sergilediği asla unutulamaz. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli yönlerden biri de, ulusal soruna kesinlikle tek boyutlu yaklaşılamayacağıdır. Yani, ne tek başına UKKTH’nın savunusu devrimci olmak için yeterli bir tutumdur ne de ezilen ulus milliyetçiliğine prim vermeme adına ezen ulus komünistinin de UKKTH’yı tanımasına gerek olmadığını savunmak doğrudur. Ancak bunun ötesinde, ulusal soruna boyundan büyük anlamlar yüklemek ve UKKTH’nın kabulünü proletaryanın asli devrimci görevlerini gölgeler tarzda öne çıkarmak da enternasyonalist komünist bakış açısıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla, komünist bir hareketin görevleriyle ulusal bir hareketin görevlerini karıştıranların ve siyasal mücadelede çubuğu ezilen ulus hareketinden yana bükenlerin, Rosa’yı ulusal sorun konusunda fazladan eleştirmeye kalkışmalarına da prim verilmemelidir.

Yol ayrımında Rosa Luxemburg sosyalist hareketteki yol ayrımını vurgulamak amacıyla “Ya; Ya da” başlıklı önemli bir broşür kaleme almış ve bu broşür 1916 yılı baharında Spartaküs grubu adına yayınlanmıştır. Enternasyonal hareketteki içler acıtan duruma işaret eden Rosa, bu utanç verici duruma bir son vermek için gerekenleri sıralar. Proletaryanın uluslararası dayanışmasını salt güzel bir söz olmaktan çıkararak, gerçek ve son derece ciddi, adeta kutsal bir yaşam ilkesi haline getirmek şarttır. Enternasyonal, kapitalist emperyalizmin ilerde patlayacak dalgalarına karşı sağlam bir baraj gibi yeniden kurulmalıdır. Rosa’nın satırları, onun enternasyonalizm inancıyla çarpan yüreğini ortaya koyar: “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence, yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim ve vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!” (age, s. 105) Rosa bu broşüründe reformizme karşı devrimci program anlayışını ve devrimci enternasyonalizmi savunan görüşlerini tezler biçiminde de ifade etmiş ve yoldaşlarını bu tezler etrafında toplanmaya çağırmıştır. On iki maddeden oluşan bu “Tezler”, Spartaküs Birliği tarafından Junius Broşürü’nün bir eki olarak yayına hazırlanmıştır. Tezlerde, savaşın Enternasyonal’deki gerçekliği açığa çıkardığına, Avrupa sosyalist parti liderliklerinin ihanetine ve emperyalist savaşın hiçbir halkın ulusal savunmasına ya da ekonomik ve siyasal çıkarlarına hizmet etmeyeceğine değinilir. Emperyalizm sermayenin gelişmesinde varılan en son aşamadır ve bu nedenle tüm dünya proletaryasının ortak can düşmanıdır. Proleter sınıf mücadelesinin gerek barış ve gerekse savaş dönemlerinde, özellikle emperyalizme


sayı: 49 • Nisan 2009

karşı yoğunlaştırılması elzemdir. Rosa’nın ifadesiyle, antiemperyalist mücadele uluslararası proletarya açısından, aynı zamanda, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki son hesaplaşma ve siyasal devlet iktidarı için verilen bir mücadele demektir. Tezler, yeni bir işçi enternasyonalinin yaratılmasının sosyalizm için hayati bir zorunluluk haline geldiği vurgusuyla son bulur. Proletaryanın her şeyden önce savunmak zorunda olduğu vatanı, Enternasyonal’dir! Rosa’nın sosyal demokrat hareketteki yol ayrımını belirgin hale getirmek ve Spartaküs Birliği’nin devrimci bir yol tutmasını sağlamak için ele aldığı son derece önemli konulardan biri de kuşkusuz program sorunudur. Aslında Marx ve Engels’in yaşadıkları dönem de dahil olmak üzere, Alman sosyal demokrat hareketinde program sorununda yanlış görüşlere ve reformizme çeken bir damar hep mevcut olmuştur. Nitekim Marksizmin kurucularının, bu damarın etkisiyle işçi partisinin programına bulaştırılan yanlış görüşleri eleştirdikleri, Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinden hatırlanacaktır. Ne var ki oportünizm ya da reformizm durduğu yerde durmamış ve devrimci çizgiden sapmalar zamanla büyüyerek nihayetinde işçi sınıfı partilerini ve işçi enternasyonalini içten çökertmiştir. Rosa Luxemburg, devrimci Marksizmin SPD’nin reformist liderleri veya II. Enternasyonal’in resmi otoriteleri tarafından katledilmek istenmesine karşı genç yaşından itibaren isyan bayrağını çekmiştir. Nitekim daha 1899 yılında SPD’nin Hannover Kongresinde, partinin asgari programatik taleplerini çarpıtan anlayışa karşı eleştiri oklarını yağdırır. Çünkü parti içinde, bu talepleri bile fazla bularak ve tam bir taksitçi tüccar mantığıyla “asgarinin de asgarisine” indirgemeye çalışan unsurlar vardır. Oysa sosyalizm hedefine oranla asgari nitelik taşıyan taleplerin (örneğin halk milisinin teşkili talebi) kırpılması durumunda (diyelim halk milisi talebinin yerine askerlik süresinin kısaltılması talebinin geçirilmesi) nihai hedefin de güme gideceği açıktır. Zira olması gereken asgarinin altındaki bir düzey savunulduğunda, o “olması gereken asgari düzey” neredeyse azami bir hedef haline gelecek ve esas azami hedef ise (örneğimizde sosyalizm) işçi sınıfının görüş ufkundan tamamen kovulmuş olacaktır. İşte Rosa’nın program sorununda sergilemeye çalıştığı ve karşı çıktığı durum tam da budur. Aslında proletaryanın devrimci programı, işçi iktidarı altında sosyalizme ilerlemeyi başa almalıdır. Programa işçi iktidarından başka bir iktidar hedefi koymak veya sosyalizme ilerlemeyi durduracak bir anlayışla ara aşamalar icat etmek, proletaryanın devrimci mücadelesine su katmak anlamına gelir. Ne var ki Rosa’nın gayet isabetli bir biçimde dile getirdiği üzere, sosyalizmin bir tabancanın ateş alması gibi bir anda başlatılamayacağı hususu da yeterince açık olmalıdır. Bu bakımdan, aşamacı bir mantıkla birbirinden kopartılmamış olması koşuluyla, devrimci bir programda azami nitelikte hedeflerle o hedeflere ilerlemeyi mümkün kılacak çeşitli tür ve düzeyde asgari taleplerin

marksist tutum

birlikte yer alması gayet mantıklıdır. Bu asgari talepler sınıfın kitle mücadelesini devrimci işçi iktidarının kurulması noktasına ilerletecek düzeye ve geçişsel karaktere sahip olmalıdırlar. Yukarıda değindiğimiz milis talebinin kırpılması örneğinde olduğu gibi, asgari programatik hedeflerin aşırı bulunarak daha geri taleplerin ileri sürülmesi, burjuvazinin elini güçlendirmek anlamına gelir. Rosa’nın da ifade ettiği üzere, “eğer biz kendimiz de, taleplerimizin aşırı ve pratikte imkânsız olduğuna inanmağa başlarsak, burjuva toplumuna moral açıdan en acı tavizi vermiş oluruz”. (age, s.58) Rosa Luxemburg, SPD ve II. Enternasyonal oportünizminin savunduğu “taksitçi” ve “aşamacı” zihniyete karşı çıkmakla yalnızca kendi dönemindeki çarpıtmalara işaret etmekle kalmamış, gelecekte Stalinizm diye adlandırılacak olan “resmi sosyalizm”in işçi sınıfının başına açacağı belalara da ışık tutmuştur. Rosa, işçi hareketindeki reformizme ve oportünizme karşı mücadeleyi ulusal düzeye hapsetmez ve asıl olarak enternasyonal düzeyde bir kavga olarak kavrar ve yürütür. Onun Alman devriminin ateşleri içinden dünya işçilerine seslenen 25 Kasım 1918 tarihli ve “Tüm Ülkelerin Proleterlerine” başlıklı çağrısı buna iyi bir örnektir. Rosa tarafından kaleme alınan ve Spartaküs Birliği adına Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin tarafından imzalanan bu metin tüm ülke işçilerini sosyalizmin bayrağı altında toplanmaya çağırmaktadır. Bu tarihsel çağrıda sosyalizm hedefi dünya işçilerine en özlü biçimde kavratılmaya çalışılmıştır: “Barışı sürdürmeyi yalnızca sosyalizm başarabilir, insanlığın yaralarını yalnızca o sarabilir, savaşın kıyamet atlıları tarafından çiğnenen kurak tarlaların çiçek açmasını yalnızca o sağlayabilir. Yok edilen üretkenliği on kat daha fazlasıyla yalnızca sosyalizm yenileyebilir, insanlığın tüm bedensel ve tinsel enerjisini yalnızca o uyandırabilir, kin ve anlaşmazlığın yerini kardeşçe dayanışmanın, uyum ve her insana karşı duyulan saygının almasını yalnızca sosyalizm sağlayabilir.” (age, s.116) Rosa’nın devrimci Marksizmi derinden kavrayışının ve ona yürekten inanışının ürünü olan Çağrı, dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlardan kurtuluşun aslında hiç de zor olmadığını dile getirmektedir. Günümüzde de enternasyonalist komünistlerin savunduğu gibi, Rosa, tüm ülkelerin proleterlerinin temsilcilerinin bir kez sosyalizm bayrağı altında el sıkıştıklarında, barışın birkaç saat içinde erişilebilecek bir hedef olduğunu ifade eder. Dünya işçi sınıfının devrimci özlemleri onun satırlarında ete kemiğe bürünür: “Tek bir halk olacak yalnızca: her ırk ve dilden emekçiler. Tek bir yasa olacak: tüm insanların eşitliği. Tek bir amaç olacak yalnız: herkes için zenginlik ve ilerleme!” (age, s.117) (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

27


Darbe Günlükleri ve İktidar Kavgasının Seyri Utku Kızılok

E

gemen sınıf içinde yaşanan iktidar kavgası sürerken, bu kavganın bir parçası olarak, dinlenen telefon konuşmalarının kayıtları, ele geçirilen günlükler ve darbe hazırlıklarını ifade eden çeşitli belgeler ortalığa saçılıyor. Hatırlanacağı üzere, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait günlükler 2007 Martında Nokta dergisinde yayınlanmıştı. Siyasal alan üzerindeki belirleyici gücünü yitireceği korkusuna kapılan ve darbe hazırlıklarına girişen yüksek asker-sivil bürokrasinin başarısız darbe girişimlerini, bu günlükler deşifre etmişti. Günlüklerin gerçekliği sorgulanırken, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmemek amacıyla statükocu güçler, tam da günlüklere yansıyan planlar ekseninde yeni bir seferberlik başlatmışlardı. “Laiklik elden gidiyor” mavalıyla kentli orta sınıf sokağa dökülürken, muhtemel bir darbenin ayak sesleri de 27 Nisan gecesi Genelkurmay tarafından verilen muhtırayla duyurulmuştu. Böylece asker-sivil bürokrasi devletteki hâkim konumunu ve kolayca bir kenara itilemeyeceğini ortaya koymuş oluyordu. Şimdilerde, eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Ergenekon sanığı emekli orgeneral Hurşit Tolon’un basına sızdırılan telefon konuşmaları ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay’ın yüksek asker-sivil bürokrasiyle görüşmelerini kaydettiği günlükleri, kendisini “devletin esas sahibi” olarak gören devletlû bürokrasinin giriştiği iktidar kavgasının perde arkasını gözler önüne seriyor. Karadayı, birinci ses kaydında şişinerek 28 Şubat’ı nasıl gerçekleştirdiklerini, dönemin cumhurbaşkanı Demirel’in TSK’nın sözünü nasıl dinlediğini, Erbakan-Çiller hükümetini nasıl düşürdüklerini, Mesut Yılmaz’a iktidarı “altın tepside” nasıl sunduklarını ballandırarak anlatıyor. “Müesses nizam”ın bozulabileceği korkusuyla yüksek asker-sivil

28

bürokrasi, 28 Şubat 1997 müdahalesiyle kendi tasarımının dışına taşan burjuva siyasal alana, bu işin başını çeken generallerin deyimiyle “balans” ayarı çekmişti. Her ne kadar 28 Şubat silahlı bir darbe değil idiyse de, sürecin mimarı generallerin ifadesiyle, “post modern” bir darbeydi. 27 Nisan bir “post modern darbe” katına yükselemedi, ama Türkiye’de darbe tehlikesinin ortadan kalkmadığını bir kez daha ortaya koydu. Karadayı’nın ikinci ses kaydı ise, cumhurbaşkanlığı krizinin ve 27 Nisan muhtırasının sahne arkasını dışa vuruyor. Bilindiği gibi, meclisin cumhurbaşkanı seçebilmesi için, oylamaya 367 milletvekilinin katılması gerektiği tezini keyfi bir şekilde ortaya atan darbeci-statükocu güçler, akabinde de bu sayıya ulaşılmaması için kampanya yürütmüşlerdi. İşte Karadayı’nın konuşmaları bu kampanyanın bir boyutunu kapsıyor. Ses kaydından öğreniyoruz ki, Erkan Mumcu’yu arayan Karadayı, ANAP milletvekillerinin meclise girmemesini istemiştir. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi gerektiğinden, sivil demokrasiden dem vuran Erkan Mumcu ise, “paşasından” yediği zılgıt üzerine çark etmiş ve parti milletvekillerini meclise sokmamıştır. Aynı ses kaydında Karadayı, Genelkurmay’ın “üzerine düşen görevi” yerine getirmesi gerektiğinden de söz ediyor (27 Nisan muhtırasının bu ve benzeri konuşmaların hemen arkasından gelmesi bir tesadüf olmasa gerek!), ona göre “bu işi yalnızca TSK temizler”. Mustafa Balbay’ın günlükleri ise 2003-2004’te yaşananları anlatmaktadır. Jandarma genel komutanı Şener Eruygur öncülüğünde 2003-2004’te hazırlanan ve fakat başarıya ulaşamayan darbe planlarının konu edildiği günlüklere, AKP’nin iktidara gelmesiyle askeri bürokrasinin siyasal alan üzerindeki ağırlığının ortadan kalkacağı kor-


sayı: 49 • Nisan 2009

marksist tutum

kusu damgasını basmaktadır. Gerek Örnek gerekse Balbay’ın günlükleri, askeri bürokrasinin “müesses nizam”ın bozulmasına karşı nasıl örgütlendiğini ortaya koymakta ve örtüşmektedir. Buna mukabil, söz konusu günlüklerin üç dört yıl sonrasına rastlayan Hurşit Tolon’un konuşması, geçen süre zarfında egemen güçler arasında yer değiştirmeye başlayan güç ilişkilerini ve aristokratik bürokrasinin tarihsel konumunu kaybetmeye başlamasının acısıyla feveran etmesini gözler önüne sermektedir. Tolon, Genelkurmay’ın yeterince sert olmadığını, “mıy mıy”dan öte bir tutum almayarak uzlaştığını dile getirerek bu feveranı açıkça dışa vurmaktadır.

I Yayınlanan darbe planlarından, günlüklerden ve konuşma kayıtlarından anlaşılıyor ki, askeri bürokrasi AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara geleceğini beklememektedir. Generaller AKP’nin değil de CHP’nin iktidara geleceğini beklemekte ve bunu istemektedirler. 28 Şubat “post modern” darbesiyle burjuva siyasetini kendi istedikleri doğrultuda yola soktuklarını düşünmektedirler. Kapatılan Refah’ın yerine kurulan Fazilet Partisi de 2002 seçimlerinden önce kapatılmıştır. Siyasal alanda yeni bir “bozulma” karşısında sessiz kalmayacaklarını açıkça ifade etmekten de imtina etmemektedirler. Devletin “aslî” sahibi ve “kurtarıcı” misyonuyla hareket eden ve bunu Kemalist ideolojiyle sarıp sarmalayan bürokrasi için, mevki ve ayrıcalıklarını, siyasal alan üzerindeki belirleyici gücünü korumak daima önemli olmuştur. Tam da bundan dolayıdır ki, generaller nezdinde parlamentonun ve sivil siyasal alanın pek de kıymeti harbiyesi yoktur, onlara göre burjuva siyasetini daima gütmek, yön vermek ve sınırlarını çizmek gerekmektedir. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra yüksek asker-sivil bürokrasi, “yahu böyle olacaktı madem, o zaman 28 Şubat’ı niye yaptık” sızlanmaları eşliğinde, “müesses nizam”ı korumak amacıyla yeniden harekete geçmiştir. Ancak AKP’nin iktidara geldiği siyasal konjonktür, 28 Şubat sürecinden tümüyle farklıdır ve bu gerçek, Örnek ve Balbay’ın günlüklerinde bizzat generallerin ağzından ifadesini bulmaktadır. Daha seçimlerden dört beş gün sonra, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, ABD’nin ve İstanbul sermayesinin (yani TÜSİAD’ın), sonucu sevinçle karşıladığını, ordunun iç siyasette etkisinin zayıflatılmak istendiğini ve bundan dolayı da AKP’nin desteklendiğini söylüyor. AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma adlı yazısında, AB’nin ve tekelci sermayenin çıkarlarının AKP ile örtüştüğüne dikkat çeken Mehmet Sinan, şöyle devam ediyordu: “3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, bu aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batı’daki gibi bir bur-

juva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. AB ile entegrasyon sürecinde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ve ‘Batıcı’, ‘laik’, ‘modern’ geçinen burjuva partilerin yapamadığı reformları, belki de bu ‘dini bütün’ müslüman burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı!” Elbette bu reformların başında, Türkiye’deki rejimi asker-sivil bürokrasinin vesayetinden kurtararak Batı’daki gibi bir işleyiş zeminine oturtmak gelmekteydi. Rejim üzerindeki asker vesayetinin kalkmasıyla Türkiye’deki siyasete daha fazla nüfuz ederek hegemonya kurmayı ve kendi çıkarları temelinde yönlendirmeyi arzulayan Avrupalı emperyalistler de, AKP’nin desteklenmesi hususunda büyük sermaye ile aynı düşüncedeydiler. Irak savaşının tamtamlarını çalan ABD emperyalizmi ise, kendi yanında savaşa katılması için bastırdığı Türkiye’nin büyük siyasi meselelerde karar mekanizmalarının esas belirleyici gücünün statükocu askeri bürokrasi olmasını istememiş; “İslami” bir geçmişe sahip, “ılımlı İslam” projesine uygun, AB reformlarını hayata geçirebilecek, Kürt ve Kıbrıs sorunlarının çözülmesi noktasında daha esnek olabilecek olan AKP’yi desteklemeyi tercih etmiştir. Darbeci generallerin AKP karşıtı siyasetinin ABD’de yeterli desteği bulamaması ve özellikle de Irak’ta bir Kürt federe devletinin oluşması, statükocu-devletçi güçler arasında anti-Amerikancı rüzgârların esmesine neden olmuştur. Kerkük’ü de içine alarak bağımsızlığa gidebilecek bir Kürt devleti düşüncesi, statükocu güçleri dehşete sürüklemiştir. İşte bu siyasal konjonktür, 28 Şubat sürecinden farklı olarak, yüksek askeri bürokrasi içinde bir farklılık meydana getirmişti. Hilmi Özkök ABD çizgisi çerçevesinde AKP’ye müsahama gösterilmesi, sistem içine çekilerek terbiye edilmesi gerektiği düşüncesindeyken, özellikle kuvvet ve ordu komutanları düzeyindeki bazı generaller AKP’nin doğrudan alaşağı edilmesinden yana tavır koymuşlardır. Genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanları arasında ortaya çıkan bu farklılık, AB reformlarının hayata geçtiği ve Kıbrıs sorununda Annan Planı çerçevesinde çözümün kabul edildiği 2003-2004 döneminde derinleşmiştir. Yüksek askeri bürokrasinin siyasal alan üzerindeki vesayetini besleyen unsurların zayıflatılmasına karşı Genelkurmay başkanının yeterince aktif olmadığını düşünen ve ondan umudunu kesen kuvvet komutanları, “müesses nizamı” kendi inisiyatifleriyle yeniden sağlamaya girişmişlerdir. Kuvvet komutanlarına göre ülke batmakta, her şey kayıp gitmekte ve cumhuriyet mum gibi erimektedir ve bir an önce bir şeyler yapılması gerekmektedir. Genelkurmay başkanını daha aktif olmaya itmek amacıyla Cumhuriyet ga-

29


Nisan 2009 • sayı: 49

marksist tutum

zetesinde “genç subaylar rahatsız” haberi manşet haline getirilirken, kuvvet komutanları, yargı ve üniversite çevrelerini, kimi yazar ve gazeteleri içine alan bir askeri darbe örgütlemeye girişmişlerdir. Ancak dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur öncülüğünde 2003-2004’te örgütlenen, “Sarıkız” ve “Ayışığı” adıyla kodlanan darbeler başarıya ulaşmamıştır. Bu darbelerin başarıya ulaşmamasından hareketle Türkiye’de darbeler döneminin kapandığını düşünmek yanıltıcı olacaktır. Söz konusu darbe girişimlerinin başarıya ulaşmamasının birçok nedeni bulunmaktadır. Birinci neden yukarıda ortaya koyduğumuz siyasal konjonktürdür. ABD, AB, TÜSİAD ve medya AKP hükümetinin yanında saf tutmuştur. Nisan 2003 tarihinde Yaşar Büyükanıt’ın, “Balbay, bu medya yapısıyla bugün darbe yapılır mı? Yapılmaz” sözleri aslında darbe girişimlerinin neden başarıya ulaşmadığını özlü bir şekilde anlatmaktadır. Medyanın Genelkurmayın denetiminde öncü kol olarak görev yaptığı yeni bir 28 Şubat’ın koşulları yoktur. İkinci neden, Hilmi Özkök’ün böyle bir darbeye karşı çıkmış olmasıdır. O dönem Genelkurmay karargâhında görev yapan ve daha sonra Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ, AKP’nin önünün kesilmesi noktasında genel hatlarıyla kuvvet komutanları gibi düşünmelerine karşın, Hilmi Özkök’ün yanında yer almışlardır. Sonuçta unutmamak gerekiyor ki, burjuva devlet kurumları da rekabetin kıran kırana yürüdüğü yerlerdir. Hemen her generalin hayali yüksek askeri bürokrasinin tepesine oturmak ve bu makamın nimetlerinden faydalanmaktır. Bu gibi faktörler, farklı tutumların alınmasına, çelişkili ve geçici birlikteliklerin oluşmasına yol açabilmektedir. Ayrıca TSK’nın bir NATO ordusu olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Netice itibariyle, 2003-2004 dönemindeki darbeler başarıya ulaşamamış ve darbeci-statükocu güçler bu raundu kaybetmişlerdir.

II Uzun bir yeniden paylaşım savaşı başlatan ABD emperyalizmi açısından Türkiye’de AKP’nin iktidara gelmesi zaten arzulanan bir şeydi. Avrupa Birliği gibi ABD de, geçmiş dönemlerden farklı olarak, burjuva rejim üzerindeki asker vesayetinin kalkmasını kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Zira TSK’nın statükocu çizgisi, Kıbrıs ve Kürt sorunları konusunda kendi planlarını hayata geçirmek isteyen ABD emperyalizmi için ön tıkayıcı konumundadır. Bu cihetle statükocu asker-sivil bürokrasiye karşı, Kıbrıs ve Kürt sorunlarında adım attırabileceğini düşündüğü AKP’yi desteklemiştir. Nitekim ABD, Türkiye’nin Irak sa-

30

vaşına kendi yanında katılmasının pazarlığını da TSK ile değil, esas olarak AKP hükümetiyle yapmıştır. Böylece AKP’ye bakış, Kıbrıs ve Kürt sorunları üzerinden TSK ile ABD arasında bir çelişki doğmuştur. Darbeci generallerin AKP karşıtı siyasetinin ABD’de yeterli desteği bulamaması ve özellikle de Irak’ta bir Kürt federe devletinin oluşması, statükocu-devletçi güçler arasında anti-Amerikancı rüzgârların esmesine neden olmuştur. Kerkük’ü de içine alarak bağımsızlığa gidebilecek bir Kürt devleti düşüncesi, statükocu güçleri dehşete sürüklemiştir. Dolayısıyla da bizzat yüksek askeri bürokrasi tarafından estirilen anti-Amerikancı milliyetçi rüzgârların esas sebebi, AKP’den ziyade ABD’nin Kürtleri desteklemesidir. İşte tam da bu süreçte, Avrasyacılık meselesi, darbeci kuvvet komutanları tarafından ortaya atılmıştır. Çeşitli platformlarda boy gösteren kuvvet komutanı darbeci generaller İran, Rusya ve Çin’in bir eksen olabileceği ve Türkiye’nin bu eksene yanaşıp yanaşmayacağını düşünmesi gerektiğini ileri sürmeye başlamışlardır. Avrasyacılık meselesinin gündeme getirilmesinin iki boyutu bulunmaktaydı: Birincisi, içeride yürüyen iktidar kavgasında ve uluslararası siyasal gelişmeler karşısında sıkışan darbeci-statükocu güçler, kendi egemen düzenlerini korumak için bir arayış içine girmişlerdir. İkincisi ve esas olarak, bu yönelimle ABD’ye bir gözdağı verilmek ve TSK’nın önemi hatırlatılmak istenmiştir. ABD’nin TSK’yı eskisi gibi dikkate almaması ve AKP’nin tepelenmesine izin vermemesi, on yıllardır ABD tarafından muhatap alınmaya ve TC’nin politikalarını belirlemeye alışkın yüksek askeri bürokrasi nezdinde bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Hayal kırıklığının yarattığı öfke nöbetleri eşliğinde, gözdağı anlamına gelecek çıkışlarla “bizi dikkate alın” mesajları verilmeye başlanmıştır. Örneğin, 16 Ocak 2004’te Şener Eruygur, İlhan Selçuk’a şöyle demektedir: “ABD’ye bunların [AKP] o kadar güçlü olmadığını anlatmalıyız.” Bu “anlatmalıyız”ın rica minnetle değil de, iç ve dış siyasette AKP’yi sıkıştırarak ve elini kolunu bağlayarak yapıla-


sayı: 49 • Nisan 2009

cağı kuşkusuzdur. Böylece 2005 baharındaki dönemece gelinmiştir. TSK içinden yürünerek yapılması hedeflenen darbe girişimlerinin başarıya ulaşmaması ve iktidar kavgasında statükocu-devletçi güçlerin mevzi kaybetmesi, darbeci güçleri yeni ve uzun soluklu bir kampanya örgütlemeye itmiştir. Süreci tersine döndürmek üzere başlatılan bu kampanyanın pek çok ayağı bulunmaktaydı: 28 Şubat sürecinde olduğu gibi bir medya ve daha da önemlisi kitle desteği yaratılmaya çalışılacaktı. Tezgâhlanacak provokasyonlarla geniş kitlelerin sokağa dökülmesi ve hükümet üzerinde baskı kurulması sağlanacaktı. Bir taraftan Kürt düşmanlığı temelinde geniş kitlelerin, öte taraftan ise “laik düzen elden gidiyor” vaveylasıyla Kemalist orta sınıfların ayağa kaldırılmasıyla olağanüstü rejimin koşulları yaratılmaya çalışılacaktı. Bunun yanı sıra, söz konusu plan ekseninde üniversite ve yargı çevreleri, medya, sendikalar ve tüm ulusalcı sivil güçler, geniş ölçekte bu kampanyaya örgütleneceklerdi. Nitekim yeni kampanya temelinde ilk provokasyon 2005 Newroz’unda devreye sokuldu. Mersin’de düzenlenen Newroz şenliklerinde iki çocuğun, ellerine tutuşturulan Türk bayraklarını yerlere vurmaları üzerine, tam anlamıyla bir milliyetçi fırtına kopartıldı. Genelkurmay Başkanlığı “sözde vatandaş”, “alçaklar”, “kimse TSK’nın sabrını zorlamasın” gibi ifadeler kullanarak bir açıklama yaparken, her eve bayrak asma ve her ilde telin mitingleri yapılması kampanyası başlatıldı. Mitingler bizzat il Garnizonlarının talimatıyla yapılıyor, rektörler öğrencileri sokaklara döküyor, pencerelerine bayrak asmayanlar adeta “vatan haini” olarak damgalanıyor ve birçok yerde Kürtlere saldırılar gerçekleştiriliyordu. Hayata geçirilen şovenist histeri kampanyasının bir başka boyutunu da, özellikle 2006 ortalarından sonra yoğunca dile getirilen “sınır ötesi operasyon” talebi oluşturuyordu. Esas olarak Kürt illerinde savaşan emekli asker artıklarının oluşturduğu Kuvayı Milliye türü sözde sivil toplum örgütlerinin de, yoğun olarak 2005 yılında kurulduğuna önemle dikkat çekmek gerekiyor (ki, bu kontra yapıların bir kısım unsurları Ergenekon davası kapsamında tutukludurlar). Yani darbeci güçler, olağanüstü bir rejimin koşullarını yaratmak amacıyla, kontrgerilla unsurlarını da sivil düzeyde örgütleyerek harekete geçirdiler. Bu arada devletin

marksist tutum

derininde resmi olarak görev yapan kontra unsurlar da, yeni provokasyonlar yapmak üzere harekete geçtiler. Kasımda, Hakkari Şemdinli’de bir kitapevine bomba atan JİTEM’ciler, bu kez kaçamayarak halk tarafından yakalandılar. Bu suçüstü yakalanma durumunu bir an önce perdelemek için, yüksek askeri bürokrasi seferber oldu, kara kuvvetleri komutanı Yaşar Büyükanıt “tanırım, iyi çocukturlar” açıklaması yaparak kontra unsurlara sahip çıktı. Ancak hükümet Şemdinli olaylarının üzerine gidemedi. Mevzi kaybetmekte olan statükocu güçler, hazırlanan Şemdinli iddianamesinin içinde Yaşar Büyükanıt’ın da isminin geçmesi üzerine vaveylayı kopardılar. “Askere dokunmaya nasıl cüret edilir” nidaları eşliğinde yüksek askeri bürokrasiden gelen salvolar karşısında hükümet geri adım attı; iddianameyi hazırlayan savcı görevinden alındı, iddianame askeri yargıçlara verildi (ve daha sonra JİTEM’ciler serbest bırakıldılar). Hükümetin bu geri adımı, statükocu güçlerin süreci geriye çevirme girişiminde onlara önemli bir avantaj sağladı ve cesaretlenen darbeci güçler karanlık planlarına hız verdiler. Kürt düşmanlığı ve “laiklik” temelinde kitlelerin sokağa dökülmesi kampanyası 2006 yılında hızlanacak ve 2007’nin meşhur Cumhuriyet mitingleriyle tepe noktasına ulaşacaktı. Türkiye’nin bir şeriat ülkesi haline gelmekte olduğu ve laiklik gibi değerlerin aşındırıldığı temasını içeren “Tehlikenin farkında mısınız?” kampanyası 2 Nisan 2006’da Cumhuriyet gazetesi tarafından devreye sokuldu. Bu kışkırtıcı kampanyanın hedefi, laiklik konusunda hassas olan Kemalist orta sınıfı ve şeriat tehlikesine karşı duyarlı olan Alevi kesimleri kışkırtıp söz konusu planın arkasına yığmaktı. Aynı günlerde Demirel’in “türbanlılar Arabistan’a” demesini, Cumhuriyet gazetesine peş peşe bombalar atılmasını ve AKP karşıtı bir cephenin kurulması gerektiği tartışmalarını da hatırlatmak gerekiyor. Siyasal ortamın “laik/anti-laik” ekseninde kutuplaştırılmaya çalışıldığı bu günlerde, okullarda türban takılmasını yasaklayan kararı alan Danıştay’a 18 Mayısta bir saldırı gerçekleştirildi ve bir Danıştay üyesi öldürüldü. Elbette provokasyon,

Hakkari Şemdinli’de bir kitapevine bomba atan JİTEM’ciler, bu kez kaçamayarak halk tarafından yakalandılar. Bu suçüstü yakalanma durumunu bir an önce perdelemek için, yüksek askeri bürokrasi seferber oldu, kara kuvvetleri komutanı Yaşar Büyükanıt “tanırım, iyi çocukturlar” açıklaması yaparak kontra unsurlara sahip çıktı.

31


marksist tutum

Nisan 2009 • sayı: 49

Darbeci güçler, kentli ve Kemalist orta sınıfları, şeriat korkusu yaşayan Alevilerin bir bölümünü ve ne yazık ki kimi sendikaları Cumhuriyet mitinglerinde meydanlara indirmeyi başarmışlardı. Mitinglere, laiklikten ziyade şovenist sloganlar damgasını basmıştı. Beri taraftan ise, antiAmerikancı rüzgârlar estirilmiş, anti-emperyalizmden, “tam bağımsız Türkiye”den dem vurulmuştu. türbanı yasaklayan “kafir”, “laik” Danıştay üyelerinin cezalandırılması mizanseni üzerine kurulmuştu. Pusuya yatmış statükocu güçler tez elden saldırının hedefinin “laik demokratik cumhuriyet” olduğu vaveylasını kopardılar. En üst rütbelisinden en alt rütbelisine değin binlerce askerin yerini aldığı cenaze töreni, “laik cumhuriyet elden gidiyor” korkusuyla şoke edilmiş kitlelerin “Türkiye laiktir laik kalacak” ve “Mollalar İran’a” gösterisine dönüştürüldü ve AKP’li bakanlar “katiller dışarı” sloganlarıyla protesto edildi. Oysa bu Danıştay saldırısını, provokasyon amacıyla darbeci güçler yaptırmışlardı ve bu gerçek daha sonra net bir şekilde açığa çıktı. Bu saldırıyla birlikte “laiklik elden gidiyor” söylemine bir zemin yaratılmış oldu ve “laik/anti-laik” kutuplaştırma operasyonuna istim kazandırıldı. Eylül başında Genelkurmay Başkanlığına Yaşar Büyükanıt’ın oturması ve Hilmi Özkök döneminde yüksek askeri bürokrasi içinde ortaya çıkan çelişkinin bir ölçüde aşılmasıyla AKP’ye dönük eleştiriler ve sıkıştırmalar hızlandı. Yeni Genelkurmay kadrosu, AKP’yi iktidardan indirme planının arkasına kitle desteği yığma sürecine katkı sunmak için, “emperyalizm”den ve “uluslararası kapitalizm”den şikâyet ediyor, “Türk Devrimi”nin tehlikelerle karşı karşıya olduğundan dem vuruyor, laiklik ve milliyetçilik temelinde bir ulusal birlik çağrısı yapıyordu. 29 Ekim kutlamaları, 4 Kasımda düzenlenen ve aslında Cumhuriyet mitinglerinin bir ilk provası olan “Cumhuriyet İçin Halk Yürüyüşü”, 10 Kasım anmaları ve 11 Kasımda yapılan Ecevit’in cenaze töreni de laiklik histerisine sahne oldu ve statükocu güçler gövde gösterisi yaptılar. İktidar kavgasının alabildiğine kızıştığı bir yıl olan 2007, 19 Ocakta, darbeci güçlerin Hrant Dink’i katlederek provokasyon zincirine bir yenisini daha eklemesiyle açıldı. Bir ucunda AKP’den birini cumhurbaşkanı seçtirmemek, öteki ucunda ise Aralık ayında yapılacak Kerkük referandumunu önlemek olan ve süreci kesin bir şekilde

32

tersine çevirmeyi amaçlayan stratejiyi egemen kılmak için tüm güçlerini seferber ettiler. 12 Martta bir basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, sözünü ettiğimiz strateji üzerinde duruyordu: Tez elden sınır ötesi operasyon başlatılmalı ve cumhurbaşkanı, sözde değil özde laik olan biri olmalı! Sınır ötesi operasyonun uzak hedefi elbette ki Kerkük referandumunu engellemekti, ancak yakın hedefi, savaş düzenine geçerek inisiyatifi ele geçirmek ve böylece cumhurbaşkanlığı seçimlerinde darbeci güçlerin istemlerini egemen kılmaktı. Bu strateji temelinde Federe Kürt Bölgesine operasyon yapılması için hükümet üzerinde sürekli baskı kurulurken, AKP’nin karşısına kitle yığma mitinglerine de start verilmişti. Nitekim Cumhuriyet mitingleri ilk olarak 14 Nisanda Ankara’da, daha sonraki günlerde ise İstanbul ve İzmir’de yüz binlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Darbeci güçler, kentli ve Kemalist orta sınıfları, şeriat korkusu yaşayan Alevilerin bir bölümünü ve ne yazık ki kimi sendikaları meydanlara indirmeyi başarmışlardı. Mitinglere, laiklikten ziyade şovenist sloganlar damgasını basmıştı. Beri taraftan ise, anti-Amerikancı rüzgârlar estirilmiş, anti-emperyalizmden, “tam bağımsız Türkiye”den dem vurulmuştu. Ancak yükseltilen anti-Amerikancılığın arkasında esas olarak Kürt ve AKP düşmanlığı olduğunun altı çizilmeli. Siyasal konjonktürden yararlanarak anti-Amerikancı sloganların arkasına kitlelerin yığılmasının, darbeci güçler tarafından ABD’ye verilmiş bir mesaj olduğunu da unutmamak gerekiyor. Böylece darbe planına 28 Şubat sürecindekini aşan bir kitle desteği sağlanmıştı. Kitle desteğinin yanı sıra, önemli ölçüde medya desteğinin de sağlandığını belirtmek gerekiyor. Bu tablo, 2003-2004 döneminde “bu medya ile darbe olmaz” diyen Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ı ve yüksek askeri bürokrasinin diğer kesimlerini oldukça cesaretlendirmişti. Nihayetinde cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapıldığı 27 Nisan gününün gecesinde, Ge-


sayı: 49 • Nisan 2009

marksist tutum

nelkurmay muhtıra verecekti. Her ne kadar ertesi gün, AKP hükümeti bugüne değin hiçbir hükümetin yapamadığını yaparak karşı bir bildiri ile muhtıraya cevap vermişse de, askeri darbenin kılıcı burjuva parlamentosunun üzerinde sallanmaya başlanmıştı. Buna karşılık, alınan erken genel seçim kararıyla cumhurbaşkanlığı krizi geçici olarak çözülecekti.

III Girişilen provokasyonlar, estirilen savaş rüzgârları, laiklik histerisiyle kitlelerin sokağa döktürülmesi, Anayasa Mahkemesinin Anayasayı açıkça ihlal ederek 367 zorunluluğunu şart koşması ve 27 Nisan muhtırası… Yaşanan iktidar kavgası alabildiğine tırmanırken, rejim tam anlamıyla krize girmiş, adeta “iki başlı bir iktidar” görünümü hâsıl olmuştu. Darbeci güçler cumhurbaşkanlığı seçimlerini sabote ederek ve AKP’ye seçim kararı aldırarak taktik hedeflerine ulaşmışlardı. Ancak AKP’nin alaşağı edilerek iktidar kavgasında kaybedilen mevzilerin geri devşirilmesi stratejik hedefine ulaşamayacaklardı. Rejim krizinin tepe noktasına çıktığı günlerde –Mayıs 2007’de–, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt iki buçuk saatlik bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede, Genelkurmay ile AKP arasında bir mutabakat (“Dolmabahçe mutabakatı”) yapıldığı bilinmektedir. Öncelikle kriz sürecinin soğutulması, AKP’nin kendi içindeki sivri uçları törpüleyerek sisteme daha fazla kanalize olması, Kürt sorununda AKP’nin TSK çizgisine gelmesi ve buna karşılık Genelkurmayın da statükocu güçleri kontrol altına alarak dizginlemesi –ABD’nin de telkinleriyle– karar altına alındı. Elbette bu uzlaşma burjuva kesimler arasında yürüyen iktidar kavgasının bitmesi anlamına değil, it dalaşının rejimde gedikler açmayacak bir düzleme taşınması anlamına geliyordu. Ancak Genelkurmaydan daha sert bir tutum almasını bekleyen geniş darbeci-statükocu çevreler, bu mutabakattan memnun kalmamış, Genelkurmay çizgisini daha aktif kılmaya ve söz konusu anlaşmanın bozulmasını sağlamaya dönük hamleler yapmaya başlayacaktı. Darbeci güçler bir taraftan yeni provokasyon dalgasına hazırlanırken, öte taraftan da asker cenazelerini AKP karşıtı gösterilere dönüştürerek sınır ötesi operasyonu 22 Temmuz seçimlerinin öncesine getirmeye çalışacaklardı. Her ne kadar bir mutabakat söz konusu olmuşsa da, Genelkurmay, gerek mevcut ortamın AKP aleyhine işlemesi gerekse alttan gelen basıncın karşılanıp dizginlenebilmesi için, savaş tamtamlarını çalmaya devam etmiştir. İşte tam da bu süreçte ve bunun üzerine, hükümet cenahı da kontrgerilla unsurlarına dönük ilk Ergenekon operasyonunu başlatmıştır. Bu “ilk dalga”da gözaltına alınan unsurların hemen tamamının Kuvayı Milliye türü sivil kontra örgütlerde yuvalanmış kimseler oldukları, pek de önemli şahıslar olmadıkları dikkat çekmektedir. Hükümet darbeci güçlerin

kontra elamanlarına dokunarak tepelere mesaj vermiş ve “ayağınızı denk alın” demiştir. 2003-2004 dönemindeki darbe planlarından haberdar olmasına karşın sessiz kalan hükümetin, küçük kontra unsurlara dönük bu operasyonu, esas derdinin darbecilerin üzerine gitmekten ziyade gözdağı vermek olduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak darbecilerin hamleleri, 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin ezici zaferine rağmen durmamıştır. Darbeci güçler yeni hamlelerle hükümeti alaşağı etmeye dönük çabalarını hızlandırdıkça, hükümet de Ergenekon operasyonlarına hız vermiştir. Nitekim Veli Küçük’ün de içinde olduğu kıdemli kontra başların Ocak 2008’de gözaltına alınması, bunun üzerine 14 Martta AKP’ye kapatma davası açılarak cevap verilmesi, açılan kapatma davasının üzerinden bir hafta geçmeden bu kez İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek gibi unsurların tutuklanması sürecin nasıl işlediğine delildir. Bu sırada AKP’ye açılan kapatma davası düzeni yeni bir krizle karşı karşıya getirmiştir. Kapatma davası sonuçlanmadan tam bir ay önce, Ergenekon dalgaları nihayet 2003-2004 dönemindeki darbe girişimlerinin başını çeken Şener Eruygur’a ve orgeneral Hurşit Tolon’a uzatılarak gerekli yerlere mesajlar verilmiştir. Nihayetinde, AKP’nin kapatılmasının burjuva düzende bir boşluk doğurabileceği, rejimin içeride ve uluslararası düzeyde bir çıkmazın içine düşebileceği endişesiyle; hassas dengeler hesaba katılarak, AKP hem “laiklik karşıtı odak” olarak suçlanmış ve terbiye edici mesajlar verilmiş ama hem de düzenin selameti için kapatılmamıştır. Genelkurmayın, generallerin de içinde olduğu Ergenekon operasyonlarına nasıl izin verdiği sıkça sorulmaktadır: Yürüyen burjuva kamp içi iktidar kavgasında, statükocudevletçi güçler cephesinde belirli gedikler açıldığını unutmamak gerekiyor. AKP iktidara geldikten sonra yüksek askeri bürokrasinin tepesinde çatlak ortaya çıkması, emirkomuta zincirinin dışına çıkan darbe planlarının başarıya ulaşamaması, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde AKP’ye geri adım attırılamaması ve onun 22 Temmuz seçimlerinden güçlü bir şekilde çıkması, statükocu cephenin mevzi kaybetmesine neden olmuştur. İşte Ergenekon operasyonları bu mevzi kaybının ifadesidir. Üstelik darbeci ve kontra güçler o denli teşhir olmuş ve mızrak o denli çuvala sığmaz hale gelmiştir ki, artık bazı “kurbanlar” vermek düzen açısından kaçınılmaz olmuştur. Genelkurmayın Ergenekon operasyonu karşısında genel olarak sessiz kalmasının birinci boyutu budur. İkinci boyutu, denetimi dışına çıkan ve statükocu-devletçi çevreleri Genelkurmaya karşı bile kışkırtmaktan geri durmayan, TSK içinde emirkomuta zincirini bozarak kendisine adam devşiren unsurların temizlenmesini faydalı bulmasıdır. Üçüncü boyutu, anti-Amerikancı rüzgârlar estiren ve Avrasyacılıktan dem vuran bu unsurların tasfiyesinin ABD tarafından da istenmesidir. Dördüncü boyutu, bu unsurları temizleyerek, halk nezdinde darbecilikle, derin devletle, faili meçhul cina-

33


Nisan 2009 • sayı: 49

marksist tutum

yetlerle özdeşleşen ve itibar yitiren TSK’nın aklanmasının arzulanmasıdır. Ancak Genelkurmay, iktidar kavgasının ortaya çıkardığı ve dayattığı bu zorunlu nedenlerle Ergenekon operasyonuna göz yummuşsa da, sürecin büyüyerek TSK’yı ve statükocu cephenin bütününü kaplama eğilimine karşı sessiz kalmamıştır. Bir taraftan orgenerallerin gözaltına alınması, ama öte taraftan iddianamede, Ergenekon örgütünün TSK ile ilişkisi yoktur denmesinin nedeni, neye nereye kadar izin verildiğini gösteriyor. Beri taraftan, pek çok vesileyle “sınırlar aşılmasın” mesajı verilerek süreç kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. İç ve dış konjonktürün basıncı altında kalan ve belirli ölçülerde mevzi kaybeden (örneğin, TRT-Şeş benzeri Kürt “açılım”ları), statükocu güçler, “müesses nizam”dan sorumlu çavuş olma arzusundan vazgeçme niyetinde değillerdir. Örneğin, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan ve geçen aylarda basına düşen “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”nda, kamuoyunun, yargının, medyanın, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin, sanatçıların, partilerin nasıl TSK çizgisine çekileceği, hangi yöntemlerin kullanılacağı, muhalefetin ve Kürt hareketinin nasıl bölünebileceği, Irak Kürt bölgesinin nasıl taciz edileceği ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Bu eylem planı ile, Ergenekoncuların olağanüstü hal rejimi yaratmak amacıyla devreye soktukları planlar arasında muazzam bir örtüşme vardır. Dolayısıyla, statükocu cephenin kaybettiği mevziler, yüksek askeri bürokrasinin toplum üzerinde kılıç sallamasının önüne geçmemiştir.

IV Askerin, toplum ve siyaset üzerindeki vesayetinin henüz ortadan kalkmadığı noktasında uyanık ve dikkatli olmak gerekmektedir. Bir başka uyanık olunması gereken husus da şudur: Burjuva devletin açık ya da gizli, resmi ya da gayri resmi bölümlerince, 1970’lerden bugüne değin yapılan provokasyonların, katliamların, Kürt illerinde yürütülen haksız savaş esnasında işlenen binlerce faili meçhul cinayetlerin, yakılan köylerin tek müsebbibi Ergenekon olarak gösterilmek istenmektedir. Böylece Ergenekon süreci burjuva devletin aklanmasına dönük bir “temiz eller” operasyonu havasına sokulmak isteniyor. Bu yapılırken, muazzam bir ideolojik manipülasyona başvuruluyor ve pek çok örgüt Ergenekon ile ilişkilendirilerek kitlelerin bilinci bulandırılmaya çalışılıyor. Ergenekon kitlelerin gözünde büyütülmek ve “demek her şeyi o yapmış” biçiminde bir düşünce toplumda hâkim kılınmak isteniyor. Oysa çok büyütülen Ergenekon, bu haliyle burjuva derin devletin ya da kontrgerilla unsurlarının ya da darbecilerin yalnızca, ama yalnızca küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Gerçekten de burjuva devletin bir parçası olan kontrgerilla ve darbeci güçler açığa çıkartılmak isteniyorsa, 1970’lerde işçi hareketini ve devrimci hareketi kimlerin ezmeye çalıştığı, Maraş, Çorum ve benzeri katliamları

34

kimlerin gerçekleştirdiği, 1990’larda Kürt illerinde haksız savaşı kimlerin yürüttüğüne bakmak gereklidir. Esasında devrimci işçi sınıfı için kral çıplaktır. Devrimci işçi sınıfı, kapitalizm yıkılmadan ve burjuva devlet parçalanmadan derin devletin, kontrgerilla örgütlenmelerinin, yapılan provokasyonların ve katliamların tümüyle açığa çıkmayacağını bilir. Tüm burjuva pislikleri açığa çıkartacak ve sorumlulardan hesap soracak olan, bir işçi devrimiyle kurulacak işçi iktidarıdır. Ancak bu demek değildir ki, Ergenekon benzeri süreçleri küçümsemek gerekir. Tersine, devrimci işçi sınıfı Ergenekon denen yapının soruşturulmasıyla yetinilmemesi, daha derinlere gidilerek tüm karanlık güçlerin ve suçluların açığa çıkartılması için mücadele etmelidir. Lenin’in ifadesiyle, demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı sosyalizm mücadelesi de veremeyecektir. Beri taraftan, sırf AKP’yi sıkıştırmak amacıyla Ergenekon sürecini küçümsemek ve darbe gerçeğini görmezden gelmek asla onaylanabilir bir tutum değildir. Fakat Kemalizmle, ulusalcılıkla bulaşık sosyalist çevreler, Ergenekon’u görmezden gelmekte ve statükocu-darbeci güçlere karşı mücadeleyi bir tarafa bırakmaktadırlar. Sanki “neo-liberalizmin, emperyalizmin ve gericiliğin temsilcisi” sadece AKP imiş gibi, ona karşı “gitsin de gerekirse darbeyle gitsin” siyaseti izlemektedirler. Elbette AKP sermayenin ve emperyalizmin has temsilcisidir. Ama Kemalist CHP’sinden TSK’sına değin tüm statükocu güçler de emperyalizmle bütünleşmiş bu sermaye düzeninin en has savunucusu değil midirler? AKP’yi “piyasacı dinci bir faşizm” diye tanımlayanlar, acaba CHP’yi ve darbeci güçleri “antiemperyalist”, “ilerici” ve “demokrat” mı görüyorlar? Darbe planlarının ortalığa saçıldığı bir dönemde “dinci” ve “faşist” etiketleriyle yalnızca AKP’yi hedef tahtasına koymak, buna karşın, Kürt halkına ve devrimcilere kan kusturan darbeci faşist güçlerin ayak seslerini duymazdan gelmek politik bir tercihtir, ama bu tercihin işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Yaşanan burjuva iktidar kavgası gerek sosyalist harekette gerekse işçi hareketinde yansımalarını bulmuştur. Bürokrasi eliyle sendikalar ve işçilerden kesilen paralarla oluşturulan devasa fonlar darbeci güçlerin emrine koşulmuştur. Türk Metal’in faşist lideri Mustafa Özbek darbeci güçlerin etkin bir parçası olurken, bazı sendika bürokratları ise, siyasal ortamı darbecilerin işine gelecek şekilde germeye çalışmışlardır. Bu tür sendika bürokratları işçi hareketini burjuva kamp içi iktidar kavgasına alet etmeye çalışmaktadırlar. İşçi sınıfı örgütlerinin ve işçi hareketinin burjuva iktidar kavgasına alet edilmesi asla kabul edilemez. İşçi sınıfı örgütlü bir güç haline geldikçe ve bağımsız sınıf çizgisini hâkim kıldıkça, burjuva devletin tüm pisliğini açığa çıkartıp sorumlulardan hesap soracaktır. İşte o zaman burjuva düzenden hesap sorma gibi bir dertleri olmayan sağlı-sollu tüm burjuva partilerin de, onların dümen suyundan giden sendika bürokratlarının da maskelerini indirecektir. 


Gericileşen Burjuvazinin Akla ve Bilime Saldırısı Kerem Dağlı

2

009’un UNESCO tarafından “Darwin Yılı” ilan edilmesiyle birlikte evrim teorisi konusundaki tartışmaların alevleneceği zaten belliydi. Türkiye’de de tartışma, Bilim ve Teknik dergisinin Darwin’le ilgili kapağının sansürlenerek değiştirilmesiyle gündeme girdi. TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurulu) derginin Mart sayısının Darwin ve evrim teorisine ayrılmış olan kapağını ve içerdeki ilgili yazıları çıkartarak yerine küresel iklim değişikliğiyle ilgili bir kapak koydu. Bu gelişme burjuva medyada hemen manşetlere taşındı ve arkasından da gürültülü bir şekilde polemikler başladı. Kimileri bunu AKP’nin “şeriatçılığının” bir göstergesi sayarken kimileri de olayı örtbas etmeye çalıştı. Evrim teorisinin bilimsel bir teori sayılamayacağını söyleyenlerle, şeriatın kapımıza dayandığını söyleyenlerin sesleri birbirine karıştı. Tartışmalar, 2009’un Darwin Yılı olması vesilesiyle de, hızlıca evrim teorisi ile onun karşıtı olarak sunulan “yaratılışçılık, akıllı tasarım” gibi konulara, bunların müfredata sokulup sokulamayacağına vs. kaydı. Oysa ne Türkiye’deki ne de uluslararası alandaki tartışmalar yenidir. Evrim teorisi konusundaki bu tartışmalar, Darwin’in çalışmasını ortaya koyduğu 1859 yılından bu yana hem bilimsel hem de siyasal ve ideolojik düzlemde devam ediyor. Darwin’in Türlerin Kökeni* isimli kitabıyla açıkladığı evrim teorisi, 150 yıldır siyasal gericiliğin ve dini kurumların saldırısı altındadır. Bu saldırının ana nedeni, evrim teorisinin, felsefenin ve bilimin başat konularından biri olan “canlıların ve insanın varoluşu” meselesinin kavranılmasına sağladığı diyalektik ve materyalist temeldir. Her ne kadar ortaya konulduğu dönemde ve ilk haliyle eksiklikler

içerse de ilk kez evrim teorisi, bütün canlı türlerinin belirli doğa kanunları çerçevesinde maddi bir temelde varolarak geliştiğini ve bir evrimden geçerek bugünkü haline geldiğini bilimsel olarak açıklıyordu. Kuşkusuz bu, her türden gerici ve idealist öğreti için bir ölüm fermanı demekti. Aradan geçen 150 yılda evrim teorisine yöneltilen saldırıların niteliği de evrim geçirdi. Kilisenin yanına gericileşen burjuva katmanlar da eklendi. Üstelik bugün gerici saldırıların hedefi olan sadece evrim teorisi de değildir. Bilimden sanata ve günlük hayata kadar her alanda burjuvazi idealist bir bakış açısını hâkim kılmaya, düşünmeyen, sorgulamayan bir “aklı” varetmeye uğraşıyor. Evrim teorisinin derslerden çıkarılmaya çalışılması veya “yaratılışçılık”, “akıllı tasarım” gibi safsataların “bilimsel teori” denilerek müfredatlara sokulmaya uğraşılması, bu tür safsataları yaymak için milyonlarca dolar harcayan kurumlara göz yumulması bundandır. Bilimin ulaştığı en son birikim ve imkânlarla, büyük kaynaklar seferber edilerek gerçekleştirilen CERN projesi gibi projeleri bile, evrenin doğaüstü veya “akıllı” bir yaratıcı tarafından yaratıldığının ispatlanacağı beklentisiyle pazarlayan sözde bilimciler mevcut. “Tanrı parçacığı” yahut “inanç geni” türünden saçmalıklar bilimsel sıfatlarla insanların önüne sürülüyor. Oysa geçmişte bizzat burjuvazinin kendisi, akıldışılığı temsil eden kiliseye ve feodal kurumlara karşı aklın gücünü yedeğine almış, öncü bilim ve fikir adamlarına genelde arka çıkmıştı. Son tahlilde evrim teorisi de gericiliğe ve tutuculuğa karşı çıkışın bir ifadesiydi ve 19. yüzyılın entelektüel atmosferini belirleyen sanayi devrimlerinin, burjuva devrimlerinin, toplumdaki müthiş ilerlemenin bir ürü-

35


marksist tutum

Nisan 2009 • sayı: 49 Darwin’in getirdiği yenilik ve kuramını önemli kılan şey, canlı türlerinin ortak bir atadan doğal seleksiyon yoluyla evrim geçirerek türediği fikrini geliştirmesidir. “Ortak ata” kavramı, tüm canlıların şimdiki haliyle ve çeşitliliğiyle yaratıldığı düşüncesini ve bu düşüncenin bir versiyonu olan, türlerin her birinin tanrı tarafından yaratılmış ayrı bir atası olduğu görüşünü çürütüyordu.

nüydü. O yüzden de kısa sürede gericiliğe ve tutuculuğa karşı savaşanların bayrağı ve simgesi haline gelmişti. Bugünse burjuva düzenin kendisi miadını doldurup çürümeye yüz tuttuğundan, burjuvazi akıldışılığı, siyasi ve ideolojik gericiliği kendine bayrak edinmiştir. İnsanlığı daha iyi bir toplumsal düzene kavuşturmaya çalışan, bu yüzden de kaçınılmaz olarak burjuva düzeni sorgulayan akla savaş açmıştır. Evrim teorisine yöneltilen saldırıların arka planında bir bütün olarak gericileşen burjuvazinin ikiyüzlü tutumları yatmaktadır.

Evrim teorisinin önemi nedir? Aslında Darwin evrim teorisine ilişkin görüşlerini yayınlamadan önce de, evrim düşüncesi yoğun olarak tartışılıyor ve bilim dünyasının bazı kesimleri tarafından benimseniyordu. Ancak dönemin hâkim idealist anlayışı, doğayı ve insanı ilahi bir yaratıcının ürünü ve sabit olgular olarak ele alıyordu. Türlerin ve doğanın değişim içinde olduğunu savunup evrim düşüncesine sahip çıkan bilimciler de kendilerini idealist önyargılardan tam olarak kurtaramıyorlardı. Örneğin modern insanın atasının tanrı tarafından yaratılmış insan olduğu, bu ilk insanın zamanla bazı değişimler geçirerek mükemmelleştiği ve bunun da aslında tanrının kusursuzluğunun bir ifadesi olduğu kabul edilebiliyordu. Bugün evrim teorisine sözde alternatif olarak ileri sürülen “akıllı tasarım” ve “yaratılışçılık” gibi safsataların hepsi de bu tür görüşlerden devşirilmiştir. Ancak “türlerin sabitliği” fikri, yok olmuş canlı türlerinin varlığını gösteren fosillerin bulunmasıyla, yerini, mevcut türlerin bu yok olmuş türlerin evrimleşmiş hali olduğu görüşüne bıraktı. Evrim düşüncesinde bu önemli bir adımdı, çünkü ilk kez türlerin birbirinden türeyebileceği düşüncesinin kabul edilmesine olanak sağlıyordu. Hatta doğa tarihinin uzun bir döneminde insan türünün varolmayışından hareketle, insanın da bir başka türden evrim-

36

leştiği düşüncesine ulaşıldı ve insanın maymunsu türlerden evrildiği açıklandı. Kuşkusuz bu görüşler kilise ve gerici çevreler tarafından ciddi suçlamalara maruz kaldılar. Ayrıca bu tezleri savunan biliminsanlarının kendileri de görüşlerini idealist anlayıştan kurtarabilmiş değillerdi. İnsanı, evrimin son halkası olarak görüyorlar ve bu anlamda evrim sürecinin tamamlandığı sonucuna varıyorlardı. Bazı türlerin neden yok olduğu sorusunu da dini dogmalar temelinde açıklamaya devam ediyorlardı. Buna göre bazı canlı türlerinin, örneğin dinozorların yok olmasının sebebi tanrının hikmetine aykırı bir duruma düşmeleri, yani “insanın varlığına hizmet etmek” niteliğini yitirmiş olmalarından kaynaklanıyordu! Darwin’in getirdiği yenilik ve kuramını önemli kılan şey ise bu idealist kalıntıları temizleyerek, canlı türlerinin ortak bir atadan doğal seleksiyon yoluyla evrim geçirerek türediği fikrini geliştirmesidir. “Ortak ata” kavramı, tüm canlıların şimdiki haliyle ve çeşitliliğiyle yaratıldığı düşüncesini ve bu düşüncenin bir versiyonu olan, türlerin her birinin tanrı tarafından yaratılmış ayrı bir atası olduğu görüşünü çürütüyordu. Çünkü türlerin ortak bir atadan evrim yoluyla türemiş olmalarının, örneğin insanın ve maymunun ortak bir ataya sahip olduklarının kabulü, her bir canlının ayrı ayrı yaratıldığı yolundaki dinsel dogmaya darbe vuruyordu. Ama daha önemlisi, yine Darwin’in ortaya koyduğu “doğal seleksiyon” kavramıdır. Tüm canlıların ortak bir atadan ve/veya birbirlerinden türeyebilecekleri görüşü bir şekilde idealist ve dini düşüncelerle bağdaştırılabiliyordu. “Ortak ata”nın tanrı tarafından yaratılmış oluşu yahut daha ilkel canlı formlarından daha kompleks canlı türlerine evrimin bizzat “yaratıcı” tarafından tasarlanmış veya canlılara bahşedilmiş özellikler yoluyla olduğu gibi görüşler buna örnek verilebilir. Oysa “doğal seleksiyon” kavramı bu dogmalara ölümcül darbeyi indiren bir içeriğe sahipti. Çünkü türlerin ortak bir atadan ve/veya birbirinden evrilmelerinin sebebinin ilahi bir yaratıcının


sayı: 49 • Nisan 2009

veya doğaüstü bir varlığın isteklerine, tasarımlarına vs. değil, tamamen doğanın kendi kanunlarına bağlı olduğunu açıklıyordu. İşte bu bağlamda, Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisi bilimsel açıdan devrimsel bir önem taşıyor ve bizzat yaratıcısı Darwin’in dahi idealist bakış açısından tam anlamıyla kurtulamamış olmasına karşın, materyalist tarih anlayışına ve diyalektik yönteme eşi bulunmaz bir bilimsel destek sağlıyordu. Nasıl ki Marx ve Engels diyalektik ve tarihsel materyalizmi kullanarak toplumsal gelişmelerin yasalarını bulmuşlarsa, Darwin de aynı yöntemi canlı türlerinin ve doğanın gelişimine uygulayarak, insanlığın varoluşu üzerindeki dinsel ve idealist dogmaların yıkılmasının önünü açmıştır. İnsanın ve doğanın varoluşunun kaynağının maddi olmayan doğaüstü varlıklar veya tanrı olmadığını, maddi bir temelden ve bilimsel olarak açıklanabilir yollarla geliştiklerini açıklamıştır. Bu yüzden de Marx ve Engels, getirdikleri eleştirilere rağmen evrim teorisini büyük bir coşkuyla karşılamışlar ve önemsemişlerdir. Kuşkusuz Darwin’in ortaya koyduğu haliyle evrim teorisinin pek çok eksik ve yanlış yönleri bulunuyordu. Ancak döneminin bilimsel birikimi açısından değerlendirildiğinde bunlar anlaşılabilir zaaflardır. İlerleyen dönemde yapılan bilimsel buluşlar ve teknolojik gelişmeler, hem evrim teorisinin bu zaaflı yanlarının düzeltilmesini sağlamış hem de onu geliştirerek daha mükemmel hale getirmiştir. Biyoloji ve genetik alanındaki her gelişme, antropolojik çalışmalar, bulunan yeni fosiller vb. hepsi de evrim teorisinin doğruluğunu ispatlayan sayısız deliller sunmaktadır. Örneğin sonradan geliştirilen “kesintili denge kuramı”, Darwin’in evrim teorisinde önemli bir eksiklik olan, “türlerin tek düze ve kesintisiz bir evrim yoluyla geliştiği” yolundaki eksik ve diyalektik olmayan görüşü düzeltti. Diyalektiğin gereği olarak, türlerin gelişiminde evrimsel ve devrimsel süreçlerin kimi zaman birbirini takip ederek kimi zaman da iç içe geçerek ilerlediğini ve tıpkı toplumsal ilerlemelerde olduğu gibi, türlerin gelişim çizgisinde de ileriye doğru sıçramaların, geri düşüşlerin ve kesintilerin kaçınılmaz olarak bulunduğunu ortaya koydu. Kesintili denge ve mutasyon kuramları yoluyla, Darwin’in evrim teorisinde doyurucu bir şekilde açıklanamayan bazı önemli sorunların, örneğin yok olan canlı türleri, evrim sürecindeki bazı ara fosillerin bulunamayışı, uzun süren düşük hızlı gelişim dönemlerinin ardından ani canlanma dönemleri, yeni türlerin oluşması gibi sorunların da açıklanması sağlandı.

Bilime karşı safsata Evrensel bilim içinde tuttuğu bu muazzam yere rağmen, tam da idealizme ve dinsel dogmalara vurduğu bu ölümcül darbe yüzünden, evrim teorisi bilim dünyasının en çok tartışılan ve hedef alınan kuramlarından biri ol-

marksist tutum

muştur. Kilise, çeşitli dini kurumlar, hemen her ülkedeki sağ partiler ve bunların desteklediği ya da organize ettiği vakıflar ve özel kuruluşlardan oluşan geniş bir kesim, evrim teorisine karşı ciddi bir saldırı yürütmektedir. Bu kesimlerin baskısı ve burjuvazinin ikiyüzlü tutumu nedeniyle, gelişmiş ülkelerin bile önemli bir kısmında evrim teorisi uzun yıllar boyunca dar bilim çevrelerinin ilgisi ve bilgisi dâhilinde kalmıştır. Burjuvazinin bu tutuculuğuna verilebilecek en bariz örnek, ABD’de 1950’li yılların sonlarına kadar evrim teorisinin okullarda okutulmasının yasaklanmış olmasıdır. Bu yasaklar 1957 yılında SSCB’nin uzaya insanlı bir uydu fırlatması sonucu, ABD’nin bilim ve teknolojide SSCB’nin gerisinde kaldığını düşünmeye başlaması ve eğitimde küçük çaplı bir reforma giderek evrim teorisini müfredata sokmasına kadar sürmüştür. Ancak 80’lerin ortalarından itibaren gelişen süreçte, “yaratılış teorisi” ve onun modern versiyonu olan “akıllı tasarım” gibi bilim ve akıldışı safsatalar, üstelik de evrim teorisinin alternatifi olan sözde bilimsel tezler şeklinde sunularak tekrar güçlenmiştir. Bu durumun nesnel arka planını, SSCB’nin çöküşünden sonra zafer sarhoşluğuna kapılan burjuva gericiliğinin gemi azıya alması ve çürümekte olan kapitalist sistemin içine girmiş olduğu sistem krizi oluşturmaktadır. Her büyük kriz döneminde olduğu gibi şimdi de, burjuvazinin siyasal alandaki gericileşmesine koşut olarak, toplumda akıldışı ve mistik fikirlerin yaygınlığı artmakta, ahlaki çöküş ve yozlaşma toplumu da çürütmektedir. Yaratılışçı safsatalar 1980’li yıllardan itibaren eğitim sistemine doğrudan veya dolaylı yollardan sokulmaya başlanmıştır. ABD bu konuda her zaman başı çekmekte ve onu İngiltere ile Türkiye takip etmektedir. Yaratılışçı tezler ilk kez 1985 yılında Türkiye’de (dönemin 12 Eylül rejiminin de etkisiyle) müfredata girmiştir ve halen de fen bilgisine ait ders kitaplarında yer almaktadır. Bu bilgi, gericiliği AKP ve İslamcı kesimle sınırlı tutanların akılda tutması gereken bir noktadır. Yaratılışçılığı ve akıllı tasarımı yaymaya çalışan kuruluşların oluşturduğu uluslararası baskı o kadar güçlüdür ki, İtalya’da 2004 yılında eğitim bakanı, “genç beyinlere materyalist bir dünya görüşü aşıladığı” gerekçesiyle evrim teorisini ortaöğretim müfredatından kaldırmış, ancak yoğun protestolar sonucu geri adım atmıştı. Rusya ve Polonya’da da bu tür grupların ciddi faaliyetleri bulunmaktadır. Dikkat çekici bir husus da, yaratılışçılığı yaymaya çalışan kurumlardan en organize ve etkili olanlarından birinin Türkiye’de bulunan ve “Adnan Hocacı” çevrelerin kurduğu bilinen “Türk Bilim ve Araştırma Vakfı” oluşudur. Müzeler açan, evrim teorisini yayınlayan web sitelerini mahkeme kararlarıyla kapattıran, bıraktık Türkiye’yi ABD’de bile kongre üyelerinden üniversite kürsülerine kadar sayısız yere, 5 kilo ağırlığındaki “Yaratılış Atlası”ndan binlerce yollayacak denli milyon dolarlara sahip olan bir

37


Nisan 2009 • sayı: 49

marksist tutum

kurumdur bahsettiğimiz. Bu çevrenin ürettiği kitaplar ve materyaller çeşitli devlet kurumlarında, okullarda, dershanelerde, iş merkezlerinde vb. teşhir edilmekte, dağıtılmakta ve buna kimsenin sesi çıkmamaktadır. İş o raddeye gelmiştir ki, en saygın burjuva gazeteler bile “inancın biyolojisi: dualar iyileştirebilir” türünden manşetler yapmakta, “inanç geni”nin bulunduğuna dair haberler ortalıkta dolaşmaktadır. Yine bilim camiasının önemli kurumlarından olan İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisinin eğitim müdürü bile yaratılışçılığın bilim müfredatında yer alabileceği yollu sözler sarf edebilmiştir. Darwin’in de geçmişte üyesi olduğu bu kurumun yöneticilerinin bir kısmının, yaratılışçı düşünceleri yaymakla uğraşan bir vakfın çizgisinde oldukları da böylece ortaya çıkmıştır. Burjuvazi tüm gücüyle artık akıl ve insanlık dışı bir hale gelmiş kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kaçınılmaz olarak akla ve bilime saldırıyor. Ancak nasıl ki feodal gericilik insanlığın tarihsel ilerleyişini durduramamışsa, burjuvazinin “akıllı” saçmalıkları da çürümüş düzeninin yıkılmasını engelleyemeyecektir. Tüm bu çabaların sonucu ise, eğitim düzeyinin yüksek olduğu ülkelerde bile, evrensel bilimin en temel dayanaklarından biri olan evrim teorisinin dinsel dogmalara dayanılarak uydurulmuş yaratılışçı görüşler karşısında popülaritesinin zayıflaması olmuştur. ABD, Japonya ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 32 Avrupa ülkesinde yapılan bir ankete göre, evrim teorisine inanmadığını söyleyenlerin oranı son on yılda yüzde 20 oranında artmıştır. Evrim teorisine inanmayanların oranının en yüksek çıktığı ülke ise Türkiye’dir. Türkiye’yi ABD ve İngiltere yakın oranlarla takip etmiştir. Benzer bir araştırmanın sonucuna göre İtalya’da da halkın yüzde 70’i evrim teorisi ile yaratılışçı düşünceye eşit mesafede durduklarını ifade etmiştir. Geri ülkelerde ise genel durum zaten bir araştırma yapmaya gerek duyulmayacak kadar bariz bir şekilde bellidir. Yaratılışçılığı ve akıllı tasarım gibi safsataları savunan gerici çevrelerin faaliyetlerinin önemli oranda başarıya ulaştığı ortadadır.

Aklın yolu birdir 21. yüzyılda yaşadığımıza ve bilimin, teknolojinin ulaştığı baş döndürücü gelişmelere baktığımızda, bilimsel gelişmenin en ileri düzeyde olduğu ABD’nin başkanının bile “akıllı tasarım” denen saçmalıkların ders kitaplarına girmesini savunmasına şaşırabiliriz. Bu çelişki ne kadar anlaşılmaz gözükse de, aslında bilimin ve teknolojinin sınıflardan ve hâkim ideolojiden hiç de bağımsız olmadığı-

38

nın açık kanıtlarından biridir. Burjuvazi, bir yandan sermayesini büyütmek için maddi üretime ve dolayısıyla da her biri diyalektik materyalizmin doğrulanışına bir kanıt olan bilimsel-teknolojik gelişmelere ihtiyaç duymakta, öte yandan sınıfsal egemenliğini sürdürebilmek için emekçi kitlelerin bilincini felçleştirmeye yarayan idealist düşünceleri topluma yaymak amacıyla büyük kaynakları seferber etmektedir. Tabii bu çelişki de, örneğin genetik bilimiyle uğraşan ve hayvanları klonlayan bir bilimcinin, evrim teorisi yerine tüm canlıların maddi olmayan doğaüstü bir varlığın tasarımı olduğuna inanması gibi trajikomik durumlara sebep olmaktadır. Bizzat Darwin’in kendisi başta olmak üzere nice tarihe geçmiş bilimci, bu çelişki yüzünden devrim yaratacak bilimsel buluşlarını dine ve idealist dogmalara uydurmaya çalışmışlardır. Kapitalist toplum çürüdükçe ve sistem krizlerle sarsıldıkça bu çelişki daha da keskinleşmekte, makas daha da açılmaktadır. Zamanında Marx’ın da selamladığı, insanın doğaya kölece bağımlılığından kurtulmasını sağlayan bilimsel gelişmeler, burjuvazinin emrinde doğayı tahrip eden yıkıcı güçlere dönüştükçe ve bu kez de insanın sermayeye olan kölece bağımlılığını geliştirdikçe, çelişki daha da derinleşmektedir. Bu yüzden de, burjuvazinin en gerici kesimlerinin bilime ve akla yönelttiği bu saldırılara karşı, yine burjuva düzenin parçası olan kurumlardan ve ideologlardan medet ummak boşunadır. Burjuvazinin en “saygın” akademik kurumlarının bile ne kadar taraflı ve ikiyüzlü davrandığı ortadadır. İçindeki insanlarla birlikte bu bilimsel kurumlar da burjuvazinin genel anlamdaki gericileşmesinden nasiplerini almakta ve onun çıkarlarının gerektirdiği ideolojileri üretip yaymak konusunda üzerlerine düşeni yapmaktadırlar. Ancak her şeye rağmen, Darwin’in doğumunun 200. ve evrim teorisinin ilkelerini ortaya koyduğu Türlerin Kökeni isimli kitabının yayınlaşının 150. yıldönümünde, insan aklı ve evrensel bilim, geleceğin toplumunu kurma yolunda ilerleyenlere yol göstermeye devam ediyor. Darwin’in ve onun öncülü olan bilimcilerin sabırlı ve kararlı çalışmaları, feodal gericiliğin yıkılmasında ve insanlığın akla dayalı bir toplumsal düzen kurma yolundaki ilerleyişinde önemli adımlar atılmasını sağlamıştı. Geçmişin feodal kurumlarının yerini bugün burjuva kurumlar almıştır. Burjuvazi de tüm gücüyle artık akıl ve insanlık dışı bir hale gelmiş kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kaçınılmaz olarak akla ve bilime saldırıyor. Ancak nasıl ki feodal gericilik insanlığın tarihsel ilerleyişini durduramamışsa, burjuvazinin “akıllı” saçmalıkları da çürümüş düzeninin yıkılmasını engelleyemeyecektir.  __________________________ *

Kitabın tam adı şöyledir: Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine ya da Yaşam Mücadelesinde Avantajlı Irkların Korunması.


Sefalet ve Çelişkiler Ummanı Hindistan İlkay Meriç

S

lumdog Millionaire (Milyoner Gecekondu İti) filminin 8 dalda Oscar ödülü kazanmasının ardından, Hindistan, yoksullukla zenginliğin en uç noktalarda yaşandığı bir ülke olarak daha bir dikkat çeker oldu. Film, Mumbai’nin gecekondu mahallelerinde öksüz olarak büyüyen, dilenci mafyasının eline düşen, başından bin bir felâket geçen ve bir çağrı merkezinde çaycı olarak çalışırken “Kim Milyoner Olmak İster” adlı yarışma programına katılan genç Cemal Malik’in hikâyesini anlatıyor. Ancak bu hikaye aynı zamanda yüz milyonlarca Hintlinin sefalet içindeki yaşam koşullarına da projeksiyon tutuyor. Tam da bu nedenle, film ilk başlarda Hintli egemenler tarafından “sefaletin sömürüsünü yapmak”la suçlanmıştı. Ancak Oscar ödülünü almasının ardından tepkiler tersine döndü ve Slumdog Millionaire övgülere mazhar oldu. Ne de olsa film sayesinde en az bir yıl boyunca Hindistan’ın bolca reklâmı yapılacak ve bu durum kâra endekslenebilecek pek çok olanak doğuracaktı. Hint burjuvazisi milyonların yoksulluğunu paraya çevirmenin hesaplarını yaparken, hayatta kalma savaşı veren 450 milyon Hintli yoksulun payına ne yazık ki koca bir hiçten başkası düşmeyecek. Evet, Hindistan’da yoksulluk sınırının altında yaşayan 450 milyon emekçi bulunuyor. 1,1 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan bu ülkede açlık sınırının altında yaşayanların sayısı ise 260 milyonu geçiyor. Bir yanda dünyanın en zenginle-

ri listesinin üst sıralarına konuşlanan dolar milyarderleri, diğer yanda sokaklarda aç yatan on milyonlarca insan. Hindistan’da kapitalizmin ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki derin çelişkisi alabildiğine gözler önünde. Örneğin finans ve eğlence merkezi başkent Mumbai, dev gökdelenlerin, en lüks konutların ve iş merkezlerinin yanı sıra, 1 milyon yoksulu barındıran Dhavari gecekondu mahallesine de ev sahipliği yapıyor. Slumdog Millionaire’e de konu olan Dhavari, Asya’nın en büyük gecekondu mahallesi olma özelliğini taşıyor. 1500 kişiye bir tuvaletin, 15 aileye bir çeşmenin düştüğü, çamurlu ve durgun nehir sularını aynı anda binlerce insanın hem çamaşır yıkamak, hem yıkanmak için kullandığı, lağımların sokaklarda aktığı, kolera, tifo, tifüs gibi salgın hastalıkların cirit attığı, dayanılmaz bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bu mahalle, aslında Hindistan’daki yoksulluğun tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiği bir teşhir alanı gibi. Ama Dhavari tek değil. Milyonlarca insanın sokaklarda yaşadığı Hindistan’da, 150 milyon insan, çoğu tek göz odadan ibaret, tenekeden, kontrplaktan vs. yapılmış derme çatma kulübelerde barınıyor. İnsanca yaşayabilecekleri konutlardan yoksun olanlarla, yanı başlarındaki lüks binaları, alışveriş merkezlerini, gökdelenleri inşa edenler aynı işçiler. İlköğretim çağındaki 50 milyondan fazla çocuğun yoksulluktan dolayı okula gidemediği Hindistan’da, nüfusun

39


marksist tutum

üçte biri okuma-yazma bilmiyor. Her yıl 1 milyonun üzerinde kadın ve çocuk, sağlık hizmeti alamadıkları için hayatını kaybediyor. Çocuklarda yeterli beslenememe oranının yüksekliği bakımından en geri Afrika ülkeleriyle yarışır durumda olan bu ülkede, 14 yaşın altındaki 12 milyon çocuk, tarımda, ev işlerinde, fabrikalarda, atölyelerde, hizmet sektöründe köle gibi kullanılıyor. Çoğu günde 12 saat çalışmalarına rağmen haftada 2-3 doların üzerinde ücret alamayan minik eller ve bedenler, sermaye için milyarlarca dolar üretiyor. Yoksul aileler, karın tokluğuna ya da çok düşük ücretlerle çocukları patronların insafına terk ediyor. Çünkü dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Hindistan’da da yoksulluk açlık demek. İnsan haklarına duyarlı bir Hintli kadın gazeteci olan Mari Marcel Thekaekara, Hindistan’da yoksulluğu şöyle özetliyor: “Hindistan’da yoksulluk açlıktır. Gerçek açlık. Günde üç öğün yemeğe asla sahip olmamak. Yoksulluk, onlara verecek pirinç, bakliyat ya da bir parça ekmek olmadığı için uyumak isteyen çocuklarınızın ağlamasını duymaktır. Yoksulluk barınacak yerinizin olmamasıdır. (…) Yoksulluk hasta olup doktora gidecek parası olmamaktır. Yoksulluk çocuğunuzu okula gönderememek ve okuma yazma bilmemektir. Yoksulluk bir işinizin olmamasıdır, güvencesizlik ve gelecekten endişe etmektir. Yoksulluk günübirlik yaşamaktır. Yoksulluk çocuğunuzun yeterli beslenememekten ya da pis sulardan ishale yakalanmasından dolayı anlamsız, boşu boşuna ölmesini izlemektir. Yoksulluk güçsüzlüktür, temsil edilmemektir, özgür olmamaktır. Yoksulluk, sizi siz olduğunuz için aşağılayanlardan kaçmaktır.” İşte bu yoksulluğun ortasında, Hindistan işçi sınıfı 450 milyonluk dev gövdesiyle sivriliyor. Nüfusun büyük bir bölümünün halen kırda yaşadığı bu ülkede, işçi sınıfının yaklaşık yüzde 60’ı da kır işçilerinden oluşuyor. Kentlerde çalışan işçiler ise sanayiden hizmet sektörüne, tekstilden inşaata, petrolden madenciliğe sayısız alanda yoğun bir sömürüye maruz kalıyor. Bu devin en kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edilebilmesinin temel nedeni elbette örgütsüzlük. İşçilerin yüzde 90 gibi devasa bir bölümünün küçük işyerlerinde ya da tarımda, kayıt dışı olarak çalıştığı Hindistan’da, sanayi iş-

40

Nisan 2009 • sayı: 49

çilerinin sadece yüzde 1,3’ü sendikalarda örgütlü. Sendikaların bölünmüşlüğü ve toplam 12 sendika federasyonunun her birinin bir başka burjuva partinin uzantısı oluşu ise, kâğıt üzerinde toplam 20 milyon olarak görülen sendikalı işçilerin, örgütlülük kılıfı altındaki örgütsüzlüklerinin en büyük nedenlerinden biri.

En derin yoksulluk ve en gelişmiş teknoloji bir arada Sefaletin diz boyu olduğu Hindistan, aynı zamanda modern teknolojinin en karmaşık alanlarında tüm dünyaya kalifiye işgücü ihraç eden ve bu alanda oldukça gelişmiş bir sektöre sahip olan bir ülke. Doğrudan ya da dolaylı olarak bilişim sektöründe çalışan işçilerin sayısı 10 milyonu geçiyor. Bu sektörde çalışan milyonlarca işçi, uluslararası tekeller için inanılmaz derecede ucuz bir kalifiye insan kaynağı anlamına geliyor. Büyük tekeller, ABD’deki bir teknik üniversiteden mezun bir bilgisayar mühendisine yılda 95 bin dolar ücret verirken, aynı eğitimi Hindistan’da almış bir mühendise 13 bin dolar ödüyor. Benzer şekilde bu firmalar Amerikalı bir lise mezunu bilgisayar operatörüne ödediklerinden birkaç kat düşük ücrete Hintli bir üniversite mezununu çalıştırabiliyorlar. Yılda 3 milyondan fazla üniversite mezunu üreten ve bunların yüzde sekseninin İngilizce konuşabildiği Hindistan, ucuz emek gücüyle doğal olarak uluslararası tekellerin gözdesi haline gelmiş bulunuyor. Bu tekellerin ucuz işgücünü sömürdüğü bir diğer alansa çağrı merkezleri. Slumdog filminin baş karakteri Cemal, çağrı merkezinde çaycı olarak çalışıyor ve televizyonda katıldığı yarışma programını kazanınca hayatını değiştirme şansını yakalıyordu. Ancak Hindistan’da çağrı merkezlerinde çalışan 1,5 milyon işçinin gerçek dünyada böyle bir şansı bulunmuyor. Denizaşırı hizmet veren çağrı merkezleri, genellikle, İngilizceyi anadili gibi konuşanların yoğun, ücretlerinse son derece düşük olduğu eski İngiliz sömürgelerinde üslenmiş bulunuyor. Hindistan ise bu ülkelerin en önde geleni. Neredeyse tamamı üniversite mezunu olan ve çok iyi


sayı: 49 • Nisan 2009

derecede İngilizce konuşan yüz binlerce genç, 2-3 aylık bir eğitimin ardından, insan sağlığını hiçe sayan bir çalışma sistemine sahip olan bu merkezlerde çalışıyor.* Bu işçiler, hizmet verilecek işin teknik eğitimi dışında, hizmet verilecek ülkelerin kültürü ve dili konusunda da eğitimden geçiriliyorlar. Dünyanın dört bir yanından büyük bir firmanın çağrı merkezini arayan insanlar, telefonu açan kişinin bir Hintli olduğunu bilmiyorlar. Örneğin iki sokak ötesindeki Pizza Hut’a pizza siparişi vermek isteyen bir Amerikalı, telefonda aslında farkında olmaksızın binlerce kilometre uzaktaki bir Hintliye siparişini iletiyor. Hintli işçiler kendilerini arayanların ülkesine bağlı olarak Amerikalı ya da İngilizmiş ve o ülkeden yanıt veriyormuş gibi davranıyorlar. Çünkü arayan insanlar, kendilerine binlerce kilometre öteden yanıt veren kişilere ve kurumlara güven duymuyorlar. Hindistan’da kapitalizmin ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki derin çelişkisi alabildiğine gözler önünde. Örneğin finans ve eğlence merkezi başkent Mumbai, dev gökdelenlerin, en lüks konutların ve iş merkezlerinin yanı sıra, 1 milyon yoksulu barındıran Dhavari gecekondu mahallesine de ev sahipliği yapıyor. Gerçek kimliklerini ve ülkelerini açıkladıklarında, ırkçı ya da milliyetçi yaklaşımlara maruz kalıp aşağılanabilen bu eğitimli işçilerin ortalama ücretleri aylık 300 dolar civarında. Asgari ücretin 30-40 dolarlarda seyrettiği ülkede, bu meblağ onlar için oldukça iyi bir ücret anlamına geliyor. Oysa, ABD’de ya da İngiltere’de bu işi yapan ve çoğu lise mezunu olan meslektaşları bu ücretin 7-8 katı ücretlerle çalıştırılıyorlar. Bu ücret farkı, bir yandan sermayeyi bu işi binlerce kilometre ötedeki işçilere yaptırmaya sevk ederken, öte yandan metropol ülkelerdeki işçi ücretleri üzerinde de muazzam bir baskı oluşturuyor. Hindistan’daki çağrı merkezlerinde çalışan işçiler, İngiltere ya da ABD’deki bir doktorun sekreterlik hizmetini yürütmekten pizza zincirlerinin siparişlerini almaya, bankacılık işlemlerinden ünlü teknoloji firmalarının teknik hizmetini vermeye kadar çok geniş bir alanda hizmet veriyorlar. HSBC, IBM, Hewlett-Packard, Microsoft, DELL, American Express, British Airways, Pizza Hut gibi şirketler, ucuz Hint işgücünü sömürmek üzere Hindistan’a hücum etmiş büyük firmalardan sadece birkaçı. Amerika ve Avrupa’yla saat dilimi farkının 12 saate yakın olması (yani oralarda gece iken Hindistan’da gündüz olması), vardiya işçiliğinin de bu ülke üzerinden çok daha ucuza getirilmesine olanak sağlıyor. Örneğin Amerika’daki bir hastane, çağrı merkezi için gece vardiyasında daha yüksek ücretle santral görevlisi, doktor ya da hemşire çalıştırmak yerine, aynı işi çok daha ucuza Hintli kalifiye işçilere

marksist tutum

yaptırabiliyor. Çalışanların yaş ortalamasının 20-25 olduğu bu sektörde, işçilerin yarıya yakınını kadınlar oluşturuyor. Kadınların gece çalışmasının yasak olduğu Hindistan, 2003 yılında yapılan bir yasal değişiklikle, kadınların gece vardiyasında çalışmasının önündeki engelleri kaldırıp sermayeye istediği kolaylıkları sağladı. Benzer bir düzenlemenin aynı yıl Türkiye’de de yapıldığını hatırlatalım. * * * Hindistan, kapitalizmin bir avuç azınlık için akıl almaz bir zenginlik, yüz milyonlarca insan içinse korkunç bir sefalet ürettiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Uzay teknolojisine sahip bir ülkede bin yıllık kast sistemi halen mevcudiyetini sürdürebiliyorsa, çileciliği ve sefaleti kutsayan ilkel bir din halen güçlü bir şekilde varlığını korumaya devam ediyorsa bunun temel nedeni kapitalizmdir. Bir tarafta dünyanın en karmaşık bilgisayar yazılımları üretilirken, hemen yanı başında 800 bin insan açıktan akan lağımları temizlemek için tuvalet temizleyiciliğiyle geçimini sağlıyorsa bunun nedeni kapitalizmdir. Bir tarafta yetişkin işçiler işsizliğe mahkûm edilirken, diğer tarafta 5-10 yaşlarındaki milyonlarca çocuk köle gibi çalıştırılıyorsa bunun nedeni kapitalizmdir. En modern gökdelenlerde, alışveriş merkezlerinde, son teknolojiyle donanmış konutlarda asalaklar takımı gününü gün ederken, bunun yanı başında 1 milyon kişilik bir gecekondu mahallesinde sefalet diz boyuysa bunun nedeni kapitalizmdir. Ve dünyanın tüm nimetlerini mülk sahipleri yararlansın diye üretip kendileri en ağır koşullarda kölece çalışmaya, işsizliğe, açlığa, hastalığa, ölüme mahkûm olan yüz milyonlarca insan, tüm bunların olmasına izin veriyorsa bunun nedeni örgütsüzlükleridir. Ancak o güç, örgütlendiğinde tüm dünyayı sarsacak bir volkan olduğunu tarihte sayısız kez göstermiştir. Ve bugün patronlar sınıfının bu volkanın bir kez daha patlayıp kapitalizm cürufunu bir daha geri dönememecesine silip süpürmesinden ödleri kopuyorsa bu boş bir korku değildir.  ___________________________ *

Türkiye’de de başta cep telefonu şirketleri olmak üzere pek çok firma, son yıllarda çağrı merkezi olarak Erzurum gibi doğu illerini üs olarak seçmiş durumda. Turkcell’in başlattığı furyaya kısa zamanda Avea ve diğerleri de katıldı. Bu firmalar, iş olanağının sınırlı olduğu doğu illerinde, çoğu üniversite mezunu olan işçileri metropol kentlere göre oldukça düşük ücretlerle çalıştırabiliyorlar. Üstelik sınıf bilincinin çok daha geri olduğu bu bölgelerde, işçinin sendikalaşma, hakkını arama, greve gitme vs. ihtimali de proletaryanın gelişmiş olduğu Batı illerine göre daha zayıf. Ayrıca, var olan asgari ücreti bile fazla bulan insanlık düşmanı asalaklar takımı, doğu kentlerine daha düşük bir asgari ücret belirlenmesi için canhıraş çalışmakta ve hükümet bu düzenlemeyi geçirmek üzere fırsat kollamakta. Doğuyu Türkiye’nin Çin’i ya da Hindistan’ı yapmaya niyetlenen Türk burjuvazisi, oradaki Türk ve Kürt işçileri daha fazla nasıl sömüreceğinin hesabını yapıyor.

41


marksist tutum

Ölüm Kuyuları Açılırken S

on günlerde Silopi’de ölüm kuyularının açılması önemli oranda gündeme oturdu. Haliyle yıllardır kayıp çocuklarını arayan analar, kavga arkadaşlarını yitirenler, gelmeyen babasının yolunu bekleyen çocuklar yani tüm kayıp yakınlarının içine korkuyla karışık duygular hâkim oldu. Bugüne kadar hiçbir yakınım evden zorla alınmadı. Bu tür şeyleri Kürt arkadaşlarımdan ilk duyduğumda inanamamıştım. Kürt köylerinin yakılması, evlerin ateşe verilmesi, koruculuğu yani ihaneti kabul etmeyenlerin karakola çağrılıp geri dönmeyişi… Tüm bunları duydukça inanamıyordum. Taksim Meydanında kayıp analarının saçlarından tutularak yerlerde sürüklenmesi tekmelenmesi hâlâ aklımdan çıkmıyor ama. Nerede biri imha edilse terör deniliyor, nerede bir öncü işçi kaybolsa dağa gitmiştir deniliyordu. Ne zaman birileri karakola çağrılsa geri dönmüyor ve kimse de izine rastlayamıyordu. Acaba ne oldu sorusu ister istemez insanın kafasını meşgul ediyor. Ölüm kuyularının açılmasıyla birlikte aslında burjuva devletin tüm pislikleri, o iğrenç yüzü ortaya çıkmaya başladı. Kayıp yakınlarının kazı alanına sokulmamasına Askeriye güvenliği gerekçe gösteriyordu, acaba neyin güvenliği? Bu kuyuların yıllar önce temizlenmiş olabileceği güçlü şüphesine rağmen halen buralardan saç tutamları, kemik ve elbise parçaları çıkıyor olması yaşanan vahşeti anlamaya yetiyordu. İtirafçıların ifadeleriyle ortaya çıkan bu

42 42

Nisan 2009 • sayı: 49

ölüm kuyularından çıkan kemiklerin insan kemiği olduğu tespit edildi. Ayrıca bu ölüm kuyularının askeri alanda olması, tüm bunları kimin yaptığını da apaçık gösteriyor. Bugüne kadar devrimciler ve Kürt halkı üzerinde terör estiren egemenler, binlerce gencecik fidanı kayıplar listesine ekledi ya da bir şekilde yok etti. Pek çok olayda da suç PKK’nin üstüne yıkıldı. Yıllardır devlet terörü altında inleyen yavrularını maskeli yüzlere kurban veren Kürt halkının acısıyla dalga geçildi, bu da yetmezmiş gibi saldırıya maruz kaldılar. Şimdi ortaya çıkanlar ise devlet güçlerinin ne kadar acımasız ve ne kadar ikiyüzlü olduğunu göstermektedir. Ergenekon davasıyla gündeme gelen bu olaylar ve ölüm kuyuları, gerçeğin sadece küçücük bir parçasıdır. Üstelik ne kadar ileri gidileceği ve ne kadarının basına yansıyacağı da tartışmalıdır. Fakat şu yaşananlar bile, kaybedilen binlerce insanın başına ne geldiğini, yıllar boyunca yapılan suikastları kimin planladığını, Maraş’ın, Çorum’un, Sivas’ın, 1977 1 Mayısının, aynı zamanda Kürt illerindeki katliamların sorumlularını apaçık ortaya koyuyor. Onlar engerekler ve çıyanlardır, onlar ekmeğimize aşımıza göz koyanlardır. Ama ne yazık ki düşman apaçık ortada dururken, kimse onlardan hesap soramıyor. İşçi sınıfının örgütsüz olması, dağınık olmasının acısı kendini nasıl da hissettiriyor. Oysa bu it sürüleri bizlerin bu karanlık mahzenden ebediyen çıkmamamız için bu kirli tezgâhlara başvuruyor. Çünkü biliyorlar o dev bir uyanmaya başlarsa neler olacağını. Ama inadına o dev uyanacak. Kürt Türk demeden tüm kayıplarımızın hesabını soracağız. Egemenlerin saltanatını başlarına yıkacak günler yakın. Yaşasın işçi sınıfının şanlı mücadelesi. Kıraç’tan bir işçi


sayı: 49 • Nisan 2009

K

marksist tutum

250 Kişilik İşe On Binden Fazla İşçi Başvurdu

apitalizmin krizine paralel olarak, dünya genelinde işsizlik oranı da tırmanarak artıyor. Çürümeye yüz tutmuş bu sömürü sistemi, milyonlarca insanı açlığa terk ediyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan bir araştırmaya göre, iş arayanların sayısı %80 artarak rekor bir seviyeye ulaşmış. Bu artış, özellikle sanayinin yoğun olduğu metropol şehirlerde daha fazla gözlenmekte. Bu şehirlerden biri olan Kocaeli’de de durum farklı değil. Yakın bir zamanda Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, 200 zabıta memuru ve 50 itfaiyeci alacağını duyurdu. Başvuruların 9 Mart pazartesi başlayacağının söylenmesine rağmen, birçoğu üniversite mezunu olan adaylar bir gün önceden Belediye önünde sıraya girmişlerdi. Türkiye’nin dört bir yanından iş bulmak umuduyla Kocaeli’ne gelen işsizlerin çoğu, başvuru kapısının önünde sabahladılar. Çarşamba gününe gelindiğinde iş başvurusunda bulunanların sayısı 10 bini geçmişti. Üstelik başvuruda bulunmak için form doldurmak yeterli değildi ve bazı şartlar aranmaktaydı. Başvuran işçi adaylarının her şeyden önce KPSS sınavından 50’nin üzerinde not almış olmaları gerekiyordu. Adayların boy ve kiloları da belirlenen sınırlara uymak zorundaydı. Bu standartlara uymayanlar iş başvurusu yapamıyorlardı. Ancak kapitalizmin pençesinde aç kalmak istemeyen işsiz işçiler, ayakkabılarının içine kartondan keçe koyarak boylarını uzatmaya çalışıyorlardı. Bazıları ise jöle kullanarak saçlarını dikleştirip uzun boylu görünmeye çalışıyorlardı. Kilosu yeterli olmayanlar ise bol bol su ve yiyecek tüketerek istenen kiloya ulaşmaya çalıştılar. İşsizlik derinleşen ekonomik kriz nedeniyle daha da artacaktır. Bunu fırsat bilen patronlar sınıfı da işsizler arasındaki rekabeti daha da arttıracaktır. 250 kişilik bir iş kontenjanına on binlerce işsizin başvurması ve uyguladıkları yöntemler, ayrıca bizlerin ne kadar dağınık ve örgütsüz olduğumuzun bir kanıtıdır. Krizleri, savaşları ve işsizliği dayatan kapitalizmi ortadan kaldırmadan sorunlarımızın çözül-

mesi imkânsızdır. Bunun için çalışan ve işsiz durumda olan işçilerin bir bütün olarak örgütlenmesi ve mücadele etmesi gereklidir. Başka çıkar yol yok bizler için. Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz! Gebze’den bir işçi

Çözümü Türbede Değil Mücadelede Ara

B

en İkitelli Organize Sanayi Bölgesinde çalışan bir matbaa işçisiyim. Çalıştığım yerde 21 işçiyiz. Bu işe başlayalı 3 hafta oldu. Daha önce de matbaada çalışıyordum ama krizden dolayı işten atıldım. Yaklaşık bir buçuk ay işsiz kaldım, fabrikaları kapı kapı dolaştım ama bir türlü iş bulamadım. Sonunda bir arkadaşım sayesinde bu işe girdim. Ama sorunun sadece benim işe girmemle çözülmediği açık. İşsiz kalan on binlerce işçi nasıl iş bulacak? Patronların sömürü sisteminin yaratmış olduğu bu kriz her geçen gün daha da kötüye gidiyor. İşsizlik maaşına başvuranların sayısının yüz binleri bulduğunu haberlerde söylüyorlar. Yine geçenlerde rastladığım bir habere göre, insanlar işsizliğin bitmesi için akın akın türbelere koşup bu krizin bitmesini ve işsiz kalan çocukları veya kendileri için iş imkânı sağlanmasını diliyorlar. Kimisi

ağlıyor, kimisi kira bile ödeyemediğini, her gün bir parça peynir ekmekle hayatta kalmaya çalıştığını söylüyor. Bir anne, altı çocuğu olduğunu, hepsinin krizden dolayı işten atıldığını söylüyor. Bunlar sadece birkaç örnek. Bugün milyonlarca insan kredi kartlarını ödeyemez duruma gelmiş. Peki bunun sonu ne olacak? Biz işçiler gerçekten de birilerinden medet umarak mı hayatımızı sürdüreceğiz? Patronlar fabrikalarını kapatsalar dahi yedi sülalelerine yetecek kadar paraları var. Ne yazık ki bu krizi yaratan patronları görmezden gelip hâlâ şunu diyen insanlarla karşılaşıyorum: “Bunlar dış güçlerin oyunu, bu oyunlara gelmeyin”. Ben kiramı yatıramıyorsam, elektrik, su, doğalgaz ve telefon faturalarımı ödeyemiyorsam, ben aç kalıyorsam, söyleyin bana bunlar kimin oyunu? İkitelli’den bir matbaa işçisi

43


marksist tutum

Nisan 2009 • sayı: 49

Avusturya da Krizden Nasibini Alıyor D

ünya kapitalizmi 2. Dünya Savaşından beri girdiği en derin küresel bunalımını yaşıyor. Binlerce irili ufaklı şirket ve işletme domino taşları gibi birbiri ardına devrilip iflas ederken, milyonlarca insan da işsizler kervanına katıldı. Avrupa Birliği’nin gelişmiş kapitalist ülkelerinden olan Avusturya da bu krizden nasibini aldı. İkinci paylaşım savaşı sırasında uğradığı işgallerden yakasını kurtardıktan sonra kurulan 2. Cumhuriyet, gerek Habsburg hanedanından miras kalan devasa servet sayesinde, gerekse Avrupa’nın yeniden yapılanması sürecinde elde ettiği ekonomik destek ve yardımlarla kısa sürede büyük bir ekonomik gelişme göstermiş, daha 60’lı yıllarda yurtdışından işgücü ithal etmeye başlamıştı. Milli gelirinin büyük kısmını sanayi, hizmet sektörü ve turizme borçlu olan bu küçük ülke, işçi sınıfının ve emekçi halkın en çok sosyal haklar elde ettiği Avrupa ülkelerinden de biridir. Kapitalist bir AB ülkesi olarak Avusturya’nın da ekonomik krizden etkilenmemesi söz konusu olamazdı tabii. Nitekim devletin resmi ağızlarının yaptığı açıklamalar bu gerçeği gözler önüne seriyor. Avusturya ekonomisinin önümüzdeki bir yıllık dönemde %2,7 küçüleceği, mevcut işsizler ordusuna bir 100.000 kişinin daha ekleneceği beyan ediliyor. Peki bu gelişmeler karşısında Avusturya işçi sınıfı ne yapıyor? Avusturya işçi sendikalarını bir çatı altında toplayan Avusturya Sendikalar Birliği’nin (ÖGB) tepesine çöreklenmiş sınıf uzlaşmacı bürokrasi, krize karşı hükümetin aldığı sermaye yanlısı, emekçi düşmanı sözümona tedbirleri alkışlayıp destek veriyor. Bu örgütün internet sayfasını açtığınızda, hükümetin

işsizliğin tırmanmasına karşı çare olarak sunduğu tedbirleri öven beyanlara rastlıyorsunuz (iş saatlerinin kısaltılması, ücretlerin kısılması vs.). Militan bir sınıf sendikacılığı, bu ülkenin büyük ölçüde pasifize edilmiş işçi sınıfına yabancı bir kelime. Gelelim Avusturya Komünist Partisine (KPÖ). Zaten daha önceki dönemlerde de Avrupa komünizmi çizgisinde bir faaliyet gösteren bu partinin kitle tabanında komünistler dışında neredeyse herkes var. Büyük bir kitle kaybına uğrayan ve faaliyetlerini sürdürebilmek, seçimlere katılabilmek için çizgisinden büyük tavizler vermek zorunda kalan partinin tabanında ve üstyapısında reformistler, sosyal-demokratlar, çevreciler, anti-faşist küçük-burjuva unsurlar çoğunluğu ele geçirmiş. Yani Avusturya işçi sınıfına ve emekçi halka devrimci perspektifler gösterecek, onu örgütleyip sınıf savaşımı yörüngesine taşıyacak bir örgüt olma niteliklerinden fersah fersah uzakta, sadece adı “komünist” bir parti. Bu sıralar çeşitli sektörlerde yapılması gereken toplu sözleşme görüşmeleri de burjuva hükümeti ve onun sadık sendika patronlarının verdikleri kararla şimdilik ertelendi. Sebep mi? Ekonomik kriz ortamında yeterince de-stabilize olmuş ülke ekonomisinin hassaslaşmış dengelerini daha fazla zorlamamak için! Böyle bir gerekçeye kargalar bile güler. Burjuvazi yeni kazanımları engellemek için bu bahaneleri öne sürmekle kalmıyor, eskiden elde edilmiş bütün sosyal hak ve yardımları da çaktırmadan ve kademeli olarak kısıtlamaya çalışıyor. Açıkçası krizin faturası halka çıkartılıyor. Avusturya halkının gerçekleri görebilmesi, işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşıp örgütlü ve devrimci bir mücadeleye girişebilmesi, ÖGB ve KPÖ gibi örgütler ve sendikalarla şimdilik pek mümkün görünmüyor. Krizin boyutları ve sürekliliğinin bu ülkede bir şeyleri değiştirip değiştirmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Her zaman olduğu gibi tek çözüm sosyalist bir dünya, sosyalist bir Avusturya… Avusturya’dan A.E.

44


sayı: 49 • Nisan 2009

marksist tutum

Tuvalet Takip Sistemi

Hamdolsun Enflasyon Düştü!

Z

eki Triko’dan bir işçi kardeşimizin, fabrikada işçilerin tuvaleti kullanma haklarının günde iki kez ile sınırlandırıldığını yazan bir mektubunu UİD-DER’in internet sitesinde okumuştum. Aradan bir iki hafta geçmişti ki, basına benzer haberler yansımaya başladı. Bu haberlerin ardından, patronların fabrikalarında uyguladıkları tuvalet takip sistemi ile ne kadar kâra geçtikleri ve yapılanların yasal olup olmadığı konuşulur oldu. Birçok işçinin çok iyi bildiği gibi tuvalet takip sistemi, tuvalet kapılarına takılan bir cihaz ile sağlanıyor. Cihaza kart okutma veya parmak basma yoluyla işçilerin tuvaleti günde kaç kez kullandıkları tespit ediliyor. Bu sistemi halen 132 büyük işyeri uyguluyor. Sistemi üretenler ve uygulayanlar, cihaz sayesinde işçilerin işten kaytarmasının önüne geçildiğini ve bunun zorunlu olduğunu savunuyorlar. Böylece çalışkan işçi ile kaytaran işçi hem tespit hem de ayırt ediliyormuş. Cihaz sayesinde üretimin arttığı, disiplinin sağlandığı iddia ediliyor. Tuvaleti fazla kullanan işçinin ücretinden de kesinti yapılıyor. Patronlar Çin ile rekabet edebilmek, işçilerin kaytarmasına engel olmak bahanesiyle tuvalet takip sisteminin faydalarından dem vuruyorlar. İşi iyice abartan kapitalistler de var. Örneğin Arjantin’de bir market, işçilerin 8 saat boyunca tuvalete çıkmaması için “alt bezi” bağlama zorunluluğu getirmiş ve bu tür bir durumla ilk kez karşılaşan sendikacılar şaşırıp kalmışlar. Ama söz konusu olan kapitalizm ve bu sistemde işçinin daha çok sömürülmesi için yapılabilecek insanlık dışı uygulamaların ne yazık ki sınırı bulunmuyor. Bu sistemde patronların gözünde en iyi işçi robot işçidir. Patronunun kârını daha da yükseltmek için bir an bile ara vermeden makine gibi çalışan işçidir. Karşı çıkmayan, ses çıkarmayan, yemeyen, içmeyen ve tuvalete dahi gitmeyen işçidir. Sonucun böyle bir noktaya gelmesi hiç de şaşırtıcı değildir. İşçilerin sendikal örgütlenmesine dahi tahammül etmeyen, haklarına her daim saldıran, ücretlerini kuşa çeviren, çalışma saatlerini yükselten, dinlenme aralıklarını yok eden patronlar elbette tuvalet hakkına da göz koyacaklardı. Çünkü patronların gözünde işçi kâr üreten makinedir. Üretimin amacı da insan değil kârdır. İnsan sağlığı, iş saatlerinin düşürülmesi ve işçinin de sosyal bir varlık oluşu patronların umurunda değildir. Üretimi kameralarla, ustabaşlarıyla, takip sistemleriyle gözetleyen patronlar, işçilerin konuşmasına izin vermedikleri gibi en zorunlu insani ihtiyaçlarını gidermesini de yasaklıyor. Zeki Triko’dan yazan işçi arkadaşımızın mektubunda belirttiği gibi, işçiler ancak örgütlendiklerinde ve mücadele ettiklerinde bu uygulamalardan kurtulmuş olacaklar. Kapitalizmin ne denli akıl almaz ve vahşi bir sistem olduğu böylesi nice örnekle sabittir. Bir avuç asalağı dünyamızdan söküp tarihin çöplüğüne atmak için hep birlikte mücadeleye! İstanbul’dan bir matbaa işçisi

K

riz işçileri teğet geçti geçeli fiyatlar artmaya, tavan yapmaya devam etti. Hükümet enflasyon düştü diye övünedursun, biz işçiler iğneden ipliğe her şeye gelen zamlarla sefalet koşullarında yaşıyoruz. Son birkaç ayda tüketim maddelerine yapılan zamlar nerdeyse yüzde yüzü bulurken, asgari ücrete yapılan zam ise sadece %4 oranında kaldı. Özellikle gıda maddelerine yapılan zamlar krizin faturasının emekçilere ödetilmek istendiğini ve hükümetin “enflasyon düştü” yalanını açıkça ortaya koymaktadır. Örnek olarak emekçilerin en çok tükettiği gıda maddelerinden pirincin fiyatı son bir yılda yüzde 141 artarken, pirince alternatif olarak gösterilen pilavlık bulgurun fiyatı da geçen yılın Nisan ayından bu yana yüzde 100 oranında zamlandı. İşçilere et yerine yutturulmaya çalışılan yeşil mercimeğin de fiyatı bir yılda ikiye katlanan gıda maddeleri arasında yer alıyor. Zam gelen malların sonu yok. Ayrıca elektriğe ve doğalgaza gelen zamlar herkesin malûmu. Gelen faturaların toplamı asgari ücrete yaklaşıyor. Peki durum buyken, hükümet nasıl oluyor da enflasyon düştü diyebiliyor? Bu enflasyon neye göre hesaplanıyor? Enflasyon, sadece belli bir malın veya hizmetin fiyatının tek başına artması değil fiyatların genel düzeyinin sürekli bir artış göstermesidir. Oysa hükümet, sadece belirli tüketim maddelerinin yer aldığı enflasyon paketine göre hesap yapıyor. Bu pakette genelde, pek kullanılmayan (lüks lambası fitili gibi) ama fiyatı da pek artmayan mallar bulunuyor. Yahut mevsimlere ve dönemlere göre, fiyatı artma eğiliminde olan mallar paketten çıkartılıyor. Hesap böyle yapılınca haliyle enflasyon da düşük çıkıyor! Her şeye bu kadar zam gelmişken resmi enflasyon oranı %10 olarak hesaplanıyor. Gerçekleri çarpıtarak enflasyonu düşük çıkartan hükümet ve sermaye sınıfı, işçilerle yaptığı pazarlıkta da bu yalanı kullanarak ücretlerde gerçek enflasyon oranının altında bir artış gerçekleştiriyor. Böylece ücretlerimiz kâğıt üstünde artıyor görünürken gerçekte azalmış oluyor. Oysa ücretlerimizdeki artışlar gerçek enflasyon oranına göre yapılmalıdır. Dünyanın bütün ülkelerinde patronlar sınıfı aynı kandırmacayla işçilerin gerçek ücretlerini düşürüyorlar. Bu yüzden, enflasyon oranları işçi sınıfının temsilcilerinden oluşan kurullar tarafından belirlenmeli ve ücretler de önce insanca yaşayabileceğimiz bir düzeye çekilip, ardından da gerçek enflasyon göre otomatik olarak yükseltilmelidir. Aksaray’dan bir büro işçisi

45


Okurlarımızdan Kapitalizm Krizde, Örgütsüzler Kâbusta Yakın bir döneme kadar hemen hemen her işçiye “çalış senin de olur” masalı anlatılıyordu. Bu çerçevede de pek çok işçi biraz para biriktirip işyeri açma hayalleri kuruyordu. Geldiğimiz şu dönemde ise bunların gerçekten de hayal olduğunu daha iyi anlar olduk sanırım. Kapitalist sistemin derin bir krize doğru sürüklenmesiyle birlikte neye uğradığımızı şaşırdık. Bu derin ekonomik kriz içerisinde bıraktık zengin olma hayallerini, postunu kurtarmaya çalışan koyuna dönüverdik. Her gün daha da derinleşen kriz yüzünden dev tekeller iflas bayrağını çekerken, ayakta kalmaya çalışan işyerleri de bu krizin faturasını biz işçilere kesmeye çalışıyor. Krizi fırsata çevirmeye çalışan patronlar, sürekli işçi çıkarmaya, çıkarılan işçilerin işini daha az işçiye yaptırmaya başladılar. Yoğun mesailer, ücretlerin düşürülmesi ve geç ödenmesi gibi birçok uygulamayı gündeme getiriyorlar. Daha düne kadar sırtımızdan büyük servetler biriktiren patronlar, bizi büyük bir yoksulluğa mahkûm ettikleri gibi bir de biz işçilerden fedakârlık beklemekteler. Şüphesiz yaşanan bu sürece işçiler tamamen sessiz kalmamakta, çeşitli işyerlerinde ve fabrikalarda eylemler, işyeri işgalleri gündeme gelmektedir. İşçi sınıfı için bugün birlik olmak ve ortak düşmana karşı ortak bir mücadele vermek hayati bir önem taşımaktadır. Peki bugün bu mücadele neden hayati önem taşıyor? Oturduğum mahallede ve çalıştığım işyerinin bulunduğu bölgede gördüğüm manzara hiç de hoş değil. İşten atmalar hız kazanıyor, işsiz işçilerin sayısı her gün artıyor. Bir işçi eğer ki evin tek çalışanıysa ve bir de bunun üstüne işsiz kaldıysa vay

haline. Geçim sıkıntısı yüzünden çıldırma noktasına gelenler, sinir hastalığına yakalananlar, cinnet geçirenler, intihara kalkışanlar aslında bize çok uzak değil, hemen yakınımızdaki insanlar bunlar. Yani kapitalizmin krizi derinleştikçe örgütsüzlerin kâbusu da şiddetleniyor. Evet dostlar, böylesi bir dönemde biz işçilerin mücadeleden kaçmak gibi bir lüksü yok. Bunu görmeyecek kadar da kör olmasak gerek. Olduğumuz yerde debelenmek yerine nasırlı ellerimizi toprağa basarak ayağa dikilmenin zamanı çoktan gelmedi mi? Biz işçiler, derinleşen ekonomik kriz ve yükselen emperyalist savaş karşısında sessiz mi kalacağız? Çektiğimiz bunca acılara, bunca kıyımlara, bunca insanlık dışı uygulamalara dur demenin zamanı gelmedi mi hâlâ? Bunlara sessiz kalırsak eğer, yükselen emperyalist savaşta cephelere sürüleceğimizi göremeyecek kadar kör değiliz herhalde. Bugün işyerlerimizde, mahallelerimizde beraberliğimizi güçlendirmeliyiz. İşçi sınıfının haklı mücadelesine omuz vererek insanlara kan kusturan bu aşağılık kapitalist sisteme son vermenin zamanı çoktan geldi. Bir düşünün, bu kapitalist sistem biz işçilere ve emekçilere bir gelecek veremediği gibi bir de hayatımızı karartıyorsa, ona bir son vermek için ne kadar çok sebebimiz var. İşçi sınıfının bu asalak sisteme son vererek kendi iktidarını kurması için, bugün dünyanın her yerinde yükselmeye başlayan sınıf mücadelesine omuz vermenin, işçi sınıfının uluslararası bayrağını göklerde dalgalandırmanın zamanıdır artık. Kapitalizme inecek son darbe için, sen de haykır, sınıf saflarına katıl!

Örgütlü Bir Kadın Olmak Merhaba dostlar. Bir kadın olarak, yaşadığımız sorunlara ve örgütlü mücadelenin hayatımızı nasıl değiştirdiğine değinmek istiyorum. Örgütlü mücadeleyle tanışmadan önce evden işe, işten eve gidip gelen, hayatı bu ikisi arasına sıkışıp kalmış bir işçiydim. Ta ki örgütlü mücadeleyle tanışıncaya kadar. Artık daha çok dışarıda zaman geçiriyordum. Evin ve işin dışında zamanımı bilinçli işçilerle geçirmeye başladım. Örgütlü mücadeleyle tanışana kadar doğru bildiğim şeylerin yanlış olduğunu kavradım. Bize gösterilen hayal dünyasının yalan olduğunu gördüm. Bunca yıllık yaşadıklarımın koca bir hiç olduğunu fark ettim. Artık bu boşluğu doldurmak için bir şeyler yapmalıydım. Kitap okuyordum, sorguluyordum, yaşananlara kafa yoruyordum. Bendeki değişimi fark eden ailem eve geliş gidiş saatlerime, okuduğum kitaplara müdahale etmeye başladılar. Onlara göre genç bir kızın evinde oturup yemek yapması, temizlik yapması, zamanı geldiğinde de evlenip çoluk çocuğa karışması gerekirdi. İşyerlerimizde ağır çalışma koşullarına maruz kalan biz kadın işçiler eve geldiğimizde o yorgunluğun üzerine bir de ev işlerine girişiriz. Fabrikalarda ucuz işgücü olarak çalıştırılan, tarlalarda sırtında çocuğuyla güneşin alnında çalıştırılan biz emekçi kadınlarız. Biz kadınların bedenlerini bir meta olarak gören kapitalist sistem, kadın bedenini her fırsatta reklâm malzemesi olarak kullanıyor. Evet, sistem tarafından biz emekçi kadınlara biçilen rol tam olarak budur. Örgütlü bir kadın olmadan önce biz emekçi kadınlara biçilen rolün kader olduğunu ve asla değişmeyeceğini düşünüyordum. Fakat artık şunu iyi biliyorum ki bu kaderi değiştirmek biz kadın işçilerin elindedir. Yeter ki bu kaderi değiştirmek için adım atalım. İşçi sınıfının tarihi emekçi kadınların mücadeleleriyle doludur. Ekmek mücadelesi veren kadınlar gül de isteriz talebini insanca bir yaşam için haykırdılar. Biz emekçi kadınlarının kurtuluşunun tek yolu örgütlü mücadeleden geçiyor. Bunun için de kadınıyla erkeğiyle mücadeleye atılmalı ve bize devredilen mücadele bayrağını daha yükseklere taşımalıyız. Gebze’den bir kadın metal işçisi

46

Kıraç’tan bir işçi

Merhaba. Uzun bir süredir Marksist Tutum sitesini takip ediyordum. Artık dergisini alıyorum ve yazılarınızı dergiden okuyorum. Derginin çıkmasını her ayın başında meraka bekliyorum. Yazı dizileri muhteşem. Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında kitabını aldım ve yalnızca ilk bölümü okumama rağmen Sovyetler’in yapısı ve Stalinizm hakkında girdiğim tartışmalarda tartıştığım kişinin bir şey söyleyememesi beni açıkçası hem şaşırttı hem de Marksist Tutum yazarlarının yazılarının kıymetinin tam manada bilincine vardırdı. Ben apolitik olmamayı, gerçekleri öğrenmeyi, tüm içtenliğimle söylüyorum ki sadece Marksist Tutum’a borçluyum. Teşekkürler Marksist Tutum... Marmara Üniv.’den bir öğrenci


Okurlarımızdan Kapitalizm derin bir bunalım içinde. Patronlar sınıfının temsilcileri dahi 1929 bunalımını aşan bir krizden bahsediyor. Eğer durumun ne denli korkunç olduğunu anlamak istiyorsak, o dönemi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bir dünya düşünün, açlıktan kırılmış insan cesetleri yollardan toplanırken, sütler dökülüyor yollara yeterince kâr sağlamadığı için. Bir elma çalan, kurşuna diziliyor. Ve insanlar söküyor ahşap kaldırım döşemelerini ısınabilmek için… Neden mi? Kısaca anlatırsak, patronlar için üretim kârlı olmaktan çıktığı için… Birinci Dünya Savaşı’nda patronlar sınıfı ellerindeki stokları tüketmiş kendilerine yeni pazarlar açmışlardı, arkada milyonlarca ölü bırakarak. Kapitalizm yükseliyordu. Burjuvalar, iktisatçılar zafer naraları atıyorlardı. Çekilen acılardan patronlar sınıfı ders çıkarmıştı! Artık bolluk ve barış dolu bir kapitalizm mümkündü! Ta ki 1929’da bir sabah borsanın çöktüğü ilan edilene dek. İşsizlik alabildiğine arttı ve açlık da. Nerede bir iş olduğunu duysa insanlar, trenlere doluşup gidiyorlardı, bir umutla. Ve sonunda artık böyle gitmez demeye başladılar. Ama işçi sınıfının önderliksiz ve ör-

gütsüz oluşu onları reformist düzen yaltakçılarının ve faşist liderliklerin peşinden sürükleyecekti. Milyonlarca emekçinin ölümüyle kapitalist çark işler olacaktı, yeniden. Faşizm ve savaşlar bu sistemin çıkmaza düştüğü yerde burjuvazi açısından çıkış kapısı olmuştur hep. Bizler içinse gözyaşı, umutsuzluk ve kaybedilen canlar demektir. Bu sebeple örgütlenmeli, bunlara karşı tek alternatif olan sınıf mücadelesini yükseltmeliyiz. Unutmayalım, kapitalistlerin çarkına çomak soktuğumuzda, mücadeleyi faşizmle ezmeye çalışacaktır. Ancak çomak çarktan sağlamsa parçalanan çark olacaktır. Kısaca zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bizler, onları yitirdiğimizde bir dünya kazanacağız. Sınıfsız, özgür, barış dolu bir dünya ancak sosyalizmle mümkündür. Kapitalizm bize bunları veremiyorsa tarihin çök sepetine atılmayı çoktan hak etmiş demektir. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın Dünya İşçilerinin Uluslararası Mücadele Birliği!

Sen Komünist Olmuşsun Ali!

Gazi Mahallesinden bir kadın işçi

Devir, Birlik, Dayanışma ve Mücadele Devridir

Kriz derinleştikçe, Marx’ın haklılığına dair sözleri, komünizm, devrim gibi kavramları, burjuvalardan, televizyonlardan ve gazetelerden bolca duyuyoruz. Elbette bu tür anlık “hatırlamaların” arkası da gelecek ve bu gerçek işçi sınıfının öncüleri hatta kitlesine nüfuz etmeye başlayacak. Haber Türk kanalında yayınlanan Teke Tek programında da bu kavramlardan biri telaffuz edildi. Ekonomik krizin konuşulduğu programda, iki ekonomist ve iş yasaları uzmanı gazeteci Ali Tezel vardı. Ekonomistler krizin derinleşeceği ve patronların desteklenmesi gerektiği üzerine yorumlar yaptılar. Bir saat boyunca süren bu konuşmalarda Fatih Altaylı sık sık az mail aldıklarından yakındı. Fakat söz programın son yarım saatinde “çalışanların” sorunlarına geldiğinde, Ali Tezel mail yağmuruna tutuldu. Ali Tezel, özetle, devletin işçileri de desteklemesi ve patronların iş yasalarına uyması gerektiğinden bahsetti. Ve bu açıklamalar işçi izleyicilerin duyarlılığını ateşlemeye yetti. Ali Tezel işçilerin iş yasalarından doğan haklarını hatırlatıp, haklarını aramaları gerektiğini söylediğinde, Fatih Altaylı dayanamayıp, “sen Komünist olmuşsun Ali” deyiverdi. Ali Tezel’in açıklamaları ardı sıra devam ettikçe Altaylı bu kez “TÜSİAD seni bir köşede sıkıştırır kendine dikkat et” dedi. Ali Tezel söylediklerinin yasalarda yer alan şeyler olduğunu söylediğinde Altaylı bu kez “beraber bir parti kursak, kesin kazanırız” yorumunda bulundu. Bir patronun mailini okuyan Altaylı, “patronlar Ali Tezel’in söylediklerini yapsalar hepsi iflas ederdi” dedi. Tartışanların kimliğini bir kenara bırakırsak, bu kısa tartışmadan da bir kez daha görülüyor ki, komünizm fikri son derece güncel ve derindir. Elbette işçilerin sorunlarına çözüm bulacakları yer, düzenin nasıl korunacağının derdine düşüldüğü televizyon programları değil işçi örgütleri ve sınıf mücadelesidir. İşçi sınıfını bizzat içinde yer alacağı mücadeleyle kurtuluşa taşıyacak tek seçenek Marksist fikirlerin yol göstericiliğinde gerçekleştirilecek olan komünizm olacaktır.

Bilindiği üzere kapitalizm son zamanlarda iyice batağa saplanmış durumda. Bankaların batması, büyük şirketlerin çökmesi, fabrikaların kapanması durumu anlatmaya yetecek en somut örneklerdir. Durum böyle olunca kokuşmuş sistem, kötü yaşam standartlarını emekçi kitlelere dayatmakta. Aç kalan, hasta olup da hastanelere gidemeyen, yırtık pırtık giysilerle hayatını devam ettiren, iki parça odunla koca kışı geçiren yine bizler oluyoruz. Burjuvazi ise sömürüyle elde ettiği paralarla kriz döneminde hayatını sürdürmekte. Peki, bizler aptal mıyız? Neden bize dayatılan bu kötü hayatı yaşamakta ısrar ediyoruz? Daha kaybedecek neyimiz var? Neden sömürüyle inşa edilmiş bu pisliği yıkmıyoruz? Eğer rahatça hastanelere gitmek, olanaklardan faydalanmak, aç kalmamak, kısacası güneşli günler görmek istiyorsak; örgütlenmek, tek yumruk olmak zorundayız. İlk önce kendi içimizde dayanışmayı öğrenmeli sonra da diğer insanlara öğretmeliyiz. Artık biliyoruz ki bu kriz döneminin sonu daha da kötüye gidiyor. Üçüncü dünya savaşı çoktan başladı. Savaşın bize getirisi; açlık, zulüm ve ölüm oluyor. Burjuvaziye ise kâr oranı yüksek bir kazanç! Çünkü onlar için atılan her bomba, yıkılan her bina, yerine tekrar yenisi konulacak bir “meta”dır. Biz işçilere milliyetçi duygular aşılayarak, bizi birbirimize karşı kışkırtarak, kendi çıkarları uğruna bizleri feda edeceklerdir. Peki, neden böyle bir şey yapalım? Bu fırsatı onlara vermeyelim. Zaman daralıyor. Geçen her saniye, her dakika, her saat aleyhimize işliyor. Artık uyanıp, buna dur deme vakti. Haydi, dostlar, el ele verelim. Yeri, göğü inletelim. Devir “birlik, dayanışma ve mücadele” devridir.

Marksist Tutum okuru bir işçi

Akhisar’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

47


Okurlarımızdan Kapitalizm Bizi Yok Etmeden Biz Onu Yok Edelim Geride bıraktığımız 2008 yılı, küresel krizin iyice gün yüzüne çıktığı ve yakıcılığını tüm dünyaya hissettirdiği, üçüncü emperyalist paylaşım savaşının tırmanarak devam ettiği bir yıl oldu. Aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesi açısından da hareketli bir yıl oldu. Yaşanan mitingler, grevler, direnişler, fabrika işgalleri gibi eylemlilikler tüm dünyada görüldü. Avrupalı tekellerin işçileri, fabrikalarının taşındığı yerlerdeki işçi kardeşlerini de örgütleyerek bir dayanışma içinde oldular. Tüm bu gelişmeler işçi sınıfı öldü diyenlere kesin bir cevap niteliği taşıyordu. Kapitalist sisteme karşı verilecek mücadelede asıl gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu gerçeğini de bir kez daha gün yüzüne çıkarıyordu. Tabii işçi sınıfı mücadelesi adına gelişen bu olumlu olaylar kapitalist devletleri de harekete geçirmektedir. Terörle mücadele adı altında faşizan yasalar parlamentolardan sorunsuz geçmektedir. Kapitalistlerin kendi düzenlerini sarsacak bir mücadele karşısında boş durmayacakları gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Ordu, polis gücü, mahkemeler ve

öteki baskı araçları, kapitalist devletin, işçilerin sınıf mücadelesini bastırmak için kullandığı en önemli araçlardır. İçinden geçtiğimiz kriz kapitalist işleyişin rutin krizlerinden değildir. İşçi-emekçilerin bir şeylerden rahatsızlık duymaya başladığı ve seslerini daha gür çıkarmaya başladıkları bir dönemdir. Burjuvalar dünyanın tüm bölgelerinde yavaş yavaş başlayan işçi ayaklanmalarından ve bu ayaklanmaların olası bir işçi devrimine dönüşebileceğinden korkuyorlar. Bu korkudan dolayı burjuva devletlerin kendi çıkarlarını korumak için başvuramayacakları yöntem yoktur. Kapitalist sistem ve özellikle derin kriz dönemleri, savaş, devrim ve karşı-devrim olasılığını her zaman içinde taşır. Birinci ve ikinci dünya savaşı öncesinde yaşanan derin krizler, savaşları, devrimleri ve faşizmi getirdi. Bunlar içinden geçtiğimiz süreçte de bizleri bekleyen gerçeklerdir. Kapitalist sistem insanlığı bir yok oluşa sürüklemeden biz onu yok etmeliyiz. Kapitalizmin ürettiği tüm çelişki ve toplumsal yıkımlara ancak proleter devrim son verebilir. Bu yüzden tüm dünya işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadeleye atılması bir zorunluluktur. Gebze’den işsiz bir işçi

Kavga Arkadaşı Kadınlar

Yeşeriyor Buğday Taneleri

Kadınlar, annemiz, eşlerimiz veyahut sevgilimiz. Her zaman ikinci sınıf muamelesi görenler. Gerek evde, gerek işyerlerinde, gerekse köy hayatında, her zaman… Yaşadığımız kapitalist sistemde biz erkekler, hep üst olarak, reis olarak gösterildik. Ve bu doğrultuda da kadınlara ona göre muamele yaptık ve çoğumuz yapmaya devam ediyoruz. Sevdiğimiz kişiyle evlenen bizler, o pırıltılı günleri kısa zamanda unutarak kadını bir hizmetçi ya da cinsel isteklerimizi tatmin aracı olarak görüyoruz. Kadınlar sınıflı toplumlarda insan yerine konulmuyor. Bir zamanlar diri diri gömülüyorlardı, şimdilerde ise yaşayan ölülerden bir farkları yok. Fabrikalarda patronların baskısı altında ezilen kadınlar bir de evde koca baskısı altında eziliyorlar. Nasıl olmalı peki? Bizler erkekler olarak kadınlara değer vermeli, onları kendimizden küçük görmemeliyiz. Bize verilmiş olan, sen “ERKEK”sin, büyüksün, reissin anlayışından kurtulup, eşit bir şekilde hayatın güzelliklerini ve zorluklarını paylaşmalıyız. Ev işlerini de dayanışma içerisinde ortaklaşa yapmalıyız. Keza aynı şekilde fabrikalarda kadınları aşağılamamalı, patrona karşı yumruğumuzu kadınıyla-erkeğiyle hep beraber kaldırmalıyız. Eşit, ayrımsız ve en önemlisi sınıfsız bir toplum için el ele vermeliyiz.

Yaşanan sıkıntılar ve darboğaz insanların üstüne karabasan gibi çöküyor. İnsanların karınları doymuyor ve isyan ediyorlar. Hepsi açız diye meydanlara çıkıyor; haykırıyor bizi işten atmayın diye ama burjuvazinin elinde olan medya sanki bu olaylarla dalga geçer gibi davranıyor. Koca mitingde sadece 10 dakikayı bile almayan gereksiz tartışmalar defalarca döndürülüp döndürülüp halkın önüne sunuluyor. Halkımızın bir bölümü bu gösterilenlerden etkilense de diğer bölümü bu oluşan olayların ne denli gerçek ne denli yalan olduğunu anlıyor. Yani yeşeriyor işçi sınıfının içindeki mücadele duyguları… Yeşeriyor buğday taneleri… İnsanlar yapılan haksızlıkları, oynanan oyunları görüyor ve tepki duyuyor. Uyanıyor bir dev uyanıyor! Ben de bir işçi çocuğuyum ve annem de babam da içinde oluşturdukları ve gittikçe artan tepkilerini patronlarına karşı yöneltiyorlar. Krizin faturası bizi tam 12’den vurdu. Hamdolsun cebimde sadece 1 TL var. Artık o parayla kendi karnımı mı doyururum, yoksa kendime ayakkabı ya da giyecek mi alırım bilmiyorum… Biz sadece işçi sınıfının mücadelesi ile değişebilecek bir düzenin içindeyiz... Yaşasın İşçi Sınıfının Devrimci Mücadelesi!

Beylikdüzü’nden bir işçi

Esenler’den bir öğrenci

48

Akhisar’dan bir işçi çocuğu

“Okul Kültürüne Uyum” Ben bir öğrenciyim. Okulda yaşadığım bir olayı anlatacağım size. Karneler alındıktan sonra e-okul’a (elektronik okul) girip davranış puanlarıma baktım. Hepsi 5’ti, sadece bir öğretmenim “okul kültürüne uyum” puanıma 4 vermişti. Okullar açıldığında yanına gidip sordum, “neden okul kültürüne uyumuma 4 verdiniz?” diye. O da “sen benimle o kadar tartışırken 5 mi verecektim” diye sordu. O anda şok oldum. İçimden, demek ki öğretmenler öğrencileri derslerine göre değil kendilerine karşı olan davranışlarına göre değerlendiriyor dedim. İşte bu sistem öyle bir sistem ki, okullarda patronlar sınıfının “doğruları” anlatılıyor ve bu “doğruları” kabul etmeyenler düşük notlarla, sınıfta kalma ile tehdit ediliyor. Okumak hayatımızı kurtarmak anlamına geliyor(muş). Ama sokaklarda üniversite mezunu olup da iş bulamayan o kadar çok insan var ki! Bu çarpıklığı göre göre buna dur diyememek ne kadar kötü. Bu sisteme bir son vermek için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.