“Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler Elif Çağlı Bugün insanlığın yüzyüze bulunduğu başlıca tehlike, emperyalist savaş çetesinin dünya halklarını kandırmaya çalıştığı üzere, ne idüğü belirsiz bir “uluslararası terör” değildir. Asıl büyük tehlike, bizzat bu emperyalist güçlerin eseri olan emperyalist savaşlardır. Masum insanların ne “terör” sopasıyla korkutulmaya ne de “terörü lanetliyoruz” masallarıyla uyutulmaya ihtiyacı var. Onların yegâne ihtiyacı, onları sömürüp açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden, onlara olmadık acıları yaşatan ve kapitalist savaş makinalarıyla üzerlerine ölüm kusan bu vahşi düzenden kurtulmaktır.
E
l Kaide’nin dünyada ünlenmesine neden olan 11 Eylül’ün üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Bu süre zarfında daha pek çok ülke, İstanbul, Madrid ve Londranın aralarında olduğu büyük kentler aynı örgütün üstlendiği bombalama eylemleriyle kana bulandı. Bu eylemlerde nice insan öldü, yaralandı, sakat kaldı ve bu olaylar, en yakınlarından başlamak üzere emeğiyle geçinen tüm iyi insanların içine acı saldı. Ne var ki, bu tür acıları üzülüp dövünmekle ya da olayların ardından adresini şaşırmış kınama mesajları yayınlamakla dindirmek mümkün değil. En başta belirtmek gerekir ki, bugün burjuva medyanın “terör” diye adlandırıp “masum insanlar öldürülüyor” gerekçesiyle kamuoyunun dikkatini çektiği bombalı saldırılar, aslında ardında burjuva düzenin nice çarpıcı gerçeğini saklıyor. En dikkat çekici yönlerden biri, günümüzde burjuva ideolojisinin kavramlarla keyfince oynaması ve bu yolla kitle bilincini çarpıtmasıdır. Terör kavramı bu durumun en önde gelen örneklerinden birini oluşturuyor. Kapitalist sistemin hegemon gücü ABD, bizzat kendi eliyle “uluslararası terör” diye bir muamma yarattı. “Uluslararası terörle mücadele” masalı, Ortadoğu ve Avrasya’da yürütülen emperyalist paylaşım savaşının gerekçesi ilan edildi. Böylece haksız bir savaşın adı “terörle mücadele” oldu! Terörizm kavramı bir zamanlar yaygın olarak, kitle gücüne dayanmayan ve göz korkutarak caydırmayı amaçlayan eylem türünü anlatmak için kullanılırdı. Bireysel terörizm diye adlandırdığımız bu konu bir yana, burjuvazi aslında –bugünkü kadar olmasa bile– geçmişte de terör kavramını kendi çıkarları doğrultusunda anlamlandırmaya pek meraklıydı. Egemen sınıf, ezilen ve sömürülen kitlelerin her başkaldırı teşebbüsünü “terör” diye damgalayıp suçlamış, işçilerin neredeyse her bir
1
marksist tutum
direnişini, her militan grevini bir “terör” eylemi olarak göstermek istemiştir. Terör sözcüğü en geniş anlamıyla ve bire bir kelime karşılığıyla dehşet ya da şiddet demektir. Ancak tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, siyasal mücadele ve sınıf savaşı söz konusu olduğunda kavramlar tarafsızlığını yitirir. En objektif gibi görünen sözcükler bile, egemen sınıfın azgın çıkarlarına alet edildiğinde farklı “şifre”lere dönüştürülür. Tıpkı günümüzde burjuvazinin terör kavramı eşliğinde yürüttüğü “kanlı oyun”da olduğu gibi. O nedenle sorun, gündelik yaşamda artık sıkça duyduğumuz bir kavramın basitçe ne anlama geldiği değil; hangi sınıf tarafından ne amaçla kullanıldığıdır. Uluslararası burjuva hukuk, 11 Eylül’den sonra dünya ölçeğinde yaygınlaşan bombalı eylemlerle gündelik yaşama giren terörizm kavramını, sivil hedeflere saldırı şeklinde tanımlıyor. Peki ya kapitalist düzenin, kâr ve yeniden paylaşım ihtirası nedeniyle sivil hedeflere yönelik “olağan” saldırıları hangi kavramla ifade ediliyor? Burjuva hukukunda ya da ideolojisinde bu tür gerçekleri çarpıtılmamış biçimde anlatan tek bir kavram bulamazsınız!
Burjuvazinin ikiyüzlülüğü 2003 Kasımında İstanbul’u vuran bombalı saldırıların ardından yazdığımız üzere1, eğer bu tip saldırılar terör olarak adlandırılacaksa, ABD başta olmak üzere emperyalist savaş kurmaylarının düzenlediği operasyonlar terörün katmerlisidir. Eğer savaşın şiddetini terör sözcüğüyle ifade edeceksek, o takdirde ABD devleti dünyanın bir numaralı terörist organizasyonudur. Gerçekten de, emperyalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak için çıkarttıkları tüm savaşlar, kitleleri inanılmaz yıkımlarla yüz yüze getiren dehşet eylemleriyle doludur. Bugün diğer tüm faktörler bir yana, ABD’nin sadece Afganistan’da ve Irak’ta yürütmüş olduğu savaşın ve Ortadoğu’yu yıllardır kan gölüne çeviren emperyalist politikaların provoke edeceği olaylar, dünyanın daha kimbilir kaç kentini bombalarla sarsacak, kaç insanı yaşamından edecektir. İçinden geçmekte olduğumuz tarih kesiti, burjuvaziABD başta olmak üzere emperyalist savaş kurmaylarının düzenlediği operasyonlar terörün katmerlisidir. Eğer savaşın şiddetini terör sözcüğüyle ifade edeceksek, o takdirde ABD devleti dünyanın bir numaralı terörist organizasyonudur. Gerçekten de, emperyalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak için çıkarttıkları tüm savaşlar, kitleleri inanılmaz yıkımlarla yüz yüze getiren dehşet eylemleriyle doludur.
2
Ağustos 2005 • sayı: 5
nin ve onun ideolojisinin, onun sınıf demokrasisinin ikiyüzlülüğünü, çifte standartlarını, görmek isteyen gözlere olanca çarpıcılığıyla sergiliyor. Ama biliniyor ki, sömürülen sınıf “artık yeter” diye haykırarak devrimci isyanı başlatmadıkça, egemen fikirler daima egemen sınıfın fikirleridir. Bu nedenle “görmek isteyen gözler” kapitalist toplumda da, ta ki devrim ateşi yanana dek, neticede bir azınlıktan ibarettir; çoğunluk ise –ne yazık ki– burjuvazi tarafından istenildiği biçimde güdülen bir “sürü” gibidir. Bu nedenle burjuva ideolojisi, henüz gözü açılmamış kitlelerin beyninin içine rahatlıkla nüfuz edebilmekte ve çoğunluğun olaylara yaklaşımını, yani “kamuoyu” denen illeti dilediği gibi biçimlendirebilmektedir. Kanıtları ortada. Sayısız örnek vermek mümkün, ama biz birkaçı ile yetinelim. Bazı “vicdanlar” neden bu denli güdümlü, tek yönlü tepkiler veriyor diye sormak gerekmiyor mu? Bombalı saldırılar karşısında sergilenen “hassasiyet”, neden kapitalizmin bir başka cins terörü, örneğin yoksulluk yüzünden her gün gerçekleşen çocuk ölümleri karşısında gösterilmiyor? Bombalama eylemleri El Kaide tarafından üstlenilince, burjuva medya elindeki tüm olanaklarla dünyanın her bir yanında, “uluslararası terör” diye büyük bir cayırtı koparmasını biliyor. Ama ABD bombaları Irak’taki binlerce masum insanın tepesinde patladığında, ya da genelde burjuva devlet güçleri şu ya da bu nedenle yoksul insanların köylerini yakıp yıktığında, bu, olağan kabul edilmesi gereken bir durum, “terörle savaş” oluveriyor!
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
İstanbul’u, Madrid’i ya da Londra’yı vuran bombalama eylemlerinde kaç kişinin öldüğü, kaçının yaralandığı hatırlanıyor da, Irakta ABD’nin çıkardığı emperyalist savaşta ölü sayısının yüz bini çoktan geçtiğini dünyada acaba kaç kişi biliyor? Çok çarpıcıdır, Londra’daki bombalama eylemleri, yoksul ülkelere yardım bahanesiyle İskoçya’da bir araya gelen G-8 liderlerinin toplantısı sırasında gerçekleşti. Bu eylemlerde ölen ve yaralananlar için gözyaşı dökülürken, aynı anda o yoksul ülkelerde de binlerce çocuk, açlık, susuzluk ve ilaçsızlık nedeniyle ölmekteydi. Kaynaklar, bu ölümlerin sayısının günde 33 binden fazla olduğunu söylüyor. Alın size, zengin ülkelerde terör diye nitelenen olaylar nedeniyle dillendirilen masum insan ölümlerinin, binlerce misliyle her gün yinelenen bi- İstanbul’u, Madrid’i ya da Londra’yı vuran bombalama eylemlerinde çimini! kaç kişinin öldüğü, kaçının yaralandığı hatırlanıyor da, Irak’ta Kapitalist düzenin sivil halkı durup du- ABD’nin çıkardığı emperyalist savaşta ölü sayısının yüz bini çoktan rurken canından eden en büyük baş belâsı geçtiğini dünyada acaba kaç kişi biliyor? olduğu ve dünyanın neresinde olursa olsun uygulanan haksız şiddetin kaynağında da bu düzenin nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak üzere emekçi kitleleri yattığı aşikâr değil mi? Bu terörün yaratıcısı olan emperkanlı savaşlarda katliamlardan geçirirlerken misliyle para yalist sistemin önde gelen siyasal temsilcileri, şimdi bir de harcıyorlar! Bu ülkelerde kişi başına düşen yıllık askeri “küresel terör” bahanesiyle işçi sınıfı ve emekçi kitleler harcama miktarı arttırıldıkça arttırılıyor, nitekim şimdiüzerindeki baskıcı önlemleri alabildiğine arttırmaya koden 978 dolara ulaşmış bulunuyor. yuluyorlar. Alın size, bir taşla iki kuş vurma! Kitleleri çift Kapitalizmin çarpıcı gerçeklerini sergilemekten murayönlü aldatma, baskı altına alma, katmerli terör! Yakın dımız, pek çok insanın ve yakınlarının canını en derinden zamanlara kadar yürürlükteki burjuva demokrasileriyle yakan ve adına “terör” denilen saldırıları küçümsemek deövünen Avrupa ülkeleri, artık işsizlere, evsizlere ve göçğildir. Tam tersine, bu tür olayların gerçek nedenlerine imenlere yönelik daha ne gibi sert önlemler getireceklerinip, nasıl ortadan kalkabileceğine samimi olarak kafa yorni bilemez hale geldiler. ma çabasıdır. Masum insanların hayatına kasteden gelişPolisin, örneğin Kuzey İrlanda’nın sokaklarındaki uymeleri birkaç damla gözyaşı ile geçiştirip, tüm bu gelişgulamalardan farklı olarak sivil halka karşı silah taşımadımelere yataklık eden kapitalist düzeni esastan sorgulamağı ve ateş açmadığı Londra’da, artık, “pardon terörist sanmak olsa olsa tuzu kuru liberallere yaraşır. Marksizme ve dık!” denerek güpegündüz insan avına çıkılabilecek. Yainsanlığın enternasyonal kurtuluşuna derinden inanan kın zamana dek bir turizm cenneti olarak bilinen Londra, komünistler, ikiyüzlülüğe asla izin vermeksizin, kapitalizbundan böyle yalnızca Müslüman ya da Asyalı “şüphelimin insan yaşamını tehdit eden tüm belirtilerine karşı ler” için değil, Brezilyalılar, Şilililer, genelde tüm yabancıdevrimci tutum alırlar. lar için bir cehenneme dönüşebilecek. Pek çok ülkede faKapitalist ülkelerin masum insanları, kendilerinden keşizan uygulamaların yaygınlaştırıldığı, azınlıklara, göçmensilen fakat egemenlerin el koyduğu vergilerin, masum inlere, yabancılara yönelik cadı kazanlarının kaynatıldığı güsanları katleden bombalara ve ölüm makinalarına dönüşnümüz dünyası, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım samesi karşısında pek de bir şey yapmadan günlük yaşamı vaşlarından bilindiği üzere, büyük bir fırtına öncesini hasürdürüyorlar. Egemen düzenin ekonomik ve ideolojik tırlatmaktadır. şiddeti, dünyanın neresinde olursa olsun, emekçi kitleleRakamlar G-8 ülkelerinde kişi başına ortalama yıllık rin zihninde benzer bir tahribata yol açıyor ve akıl tutulgelirin 35 bin dolar civarında olduğunu gösteriyor. Emmasına neden oluyor. Kitleler, can yakan haksız şiddetin peryalist kurum sözcüleri özellikle son dönemlerde mogerçek failinin bu düzen olduğunu kavrayamıyor. “Terör” da haline getirilen “hayırsever” demeç ve mesajlarıyla diye adlandırılan olaylar karşısında timsah gözyaşları dödünya kamuoyunu kandırmaya koyulmuşken, bu 35 bin ken burjuva siyasetçilere kanarak, bilmeden de olsa bu dolardan yoksul ülkelere yardım karşılığı düşen miktar yılçarkın böylece dönmesine onay vermiş oluyorlar. da yalnızca 74 dolardır. Oysaki aynı kapitalist devletler,
3
marksist tutum
Yalana değil gerçeklere ihtiyaç var İstanbul, Madrid ve Londra’da gerçekleşen bombalamaların öncesinde yığınsallaşan kitle eylemlerinin (savaş karşıtı mitingler, küreselleşme karşıtı gösteriler vb.) yer aldığını ve bu eylemlerin düzen güçlerince yürütülen bir “terör edebiyatı” ile geriletildiğini unutmayalım. El Kaide gibi örgütlenmelerle kapitalist düzenin gizli servislerini birbirine bağlayan doğrudan ya da dolaylı binbir görünmez ipliğin mevcudiyeti bir yana, açık olan bir gerçek var. Burjuva koronun “terör” diye lanetlediği olaylar masum insanları canından ederken, beri yanda düzen güçleri bu gelişmeleri kendi çıkarlarına yontmaktadırlar. Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan “terörle mücadele yasaları”nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı “terör” örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. “Uluslararası terör”ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.
4
Ağustos 2005 • sayı: 5
Lenin’in her vesileyle yinelediği gibi, komünist öncülerin bildiği gerçeklerin kitlelerce de bilindiği sanısına kapılmak tehlikeli bir yanılgıdır; kişiyi devrimci görevlerini yerine getirmekten alıkoyar. Burjuva ideolojisinin güçlü etkisini kırabilmek hiç de kolay ve bir çırpıda gerçekleşecek bir iş değildir. Zor görevlerin başarılabilmesi, sabırlı ve planlı bir çalışmayı ve her şeyden fazla da devrimci sınıf çizgisinden ödün vermemeyi gerektirir. Burjuva ideolojisinin kuyruğunda sürüklenen kitlelerin nabzına göre şerbet veren sol siyasetler, sürüden ayrılmayıp genelde kabul gören görüşleri yineledikleri için belki kısa dönemde revaçta gibi görünebilirler. Ama bu devrimcilik değildir. Ezilen, horlanan, sömürülen ve yoksulluğa itilen kitlelerin kurtuluşu için mücadele edenler, tarihleri boyunca, egemenlerle aynı dilden konuşmamaya özen göstermişlerdir. Önüne gelen mücadeleye “terörizm” yaftasını yapıştırıp, emeğiyle geçinen insanların kafasını karıştıran ve böylece saltanatını sürdürmeye çalışan burjuva egemenlerin değirmenine su taşınamaz. Sınıflı toplumlar devam ettiği sürece yeryüzünden savaşlar da, şiddet de silinmeyecektir. Emperyalist bombalar asker-sivil ayrımı gözetmeksizin insanların tepesinde patlıyor, onların yaşam alanlarını cehenneme çeviriyorsa, saldırıya taraf olanların silahlı güçlerinin bundan etkilenmeyeceğini ve kısasa kısas yasasının işlemeyeceğini düşünmek abestir. Troçki’nin dediği gibi, “ahlâkın haremağaları ve ikiyüzlüleri ne
Sınıflı toplumlar devam ettiği sürece yeryüzünden savaşlar da, şiddet de silinmeyecektir. Emperyalist bombalar askersivil ayrımı gözetmeksizin insanların patlıyor, onların yaşam alanlarını cehenneme çeviriyorsa, saldırıya taraf olanların silahlı güçlerinin bundan etkilenmeyeceğini ve kısasa kısas yasasının işlemeyeceğini düşünmek abestir. Sınıflı toplumların tarihinin hangi kesitine bakarsak bakalım, haksız şiddetin daima bu şiddete maruz kalan yığınların haklı tepkisine neden olduğunu görürüz. Haksız savaşlar haklı savaşları, haksız baskılar haklı direnişleri doğurur.
Ağustos 2005 • sayı: 5
söylerse söylesin, intikam duygusunun kendine özgü doğruları vardır”.2 Sınıflı toplumların tarihinin hangi kesitine bakarsak bakalım, haksız şiddetin daima bu şiddete maruz kalan yığınların haklı tepkisine neden olduğunu görürüz. Haksız savaşlar haklı savaşları, haksız baskılar haklı direnişleri doğurur. Bombalar ve kurşunlar gariban erleri bulduğu gibi, kadını, çocuğu ve bebeleriyle milyonlarca masum insanın bedenini parçalar, kalbura çevirir. Savaşlar öldürür, asker sivil ayrımına bakmaz! Ve tüm bunları göz ardı edip, “masum insanlar ölüyor” diye rahat köşelerinden ahkâm kesenler, içinde yaşadıkları düzenin gerçeklerini yığınlardan gizlemeye çalışan ikiyüzlülerdir. Günümüzde nice insanın yaşamını sona erdiren ve yakınlarını inanılmaz acılara sürükleyen olayların gerçek suçlusu kapitalist düzen ve bu düzenin dümenini elinde tutan kişilerdir. Yalnızca El Kaide gibi örgütlere bakıp kapitalist bataklığı görmezden gelenler, Bush, Blair, Chirac gibilerin, Usame Bin Ladinlerin ardına saklanıp kendilerini gizlemelerine yardımcı oluyorlar. Kimse işçileri, emekçileri yalan dolanla kandırmaya çalışmasın. Bu düzen var olduğu sürece terör de var olacaktır. Sırasında sivil ve masum halk kitlelerine yönelik en kanlı katliamları bile “kutsal düzen”i korumak bahanesiyle yutturmaya çalışan egemen burjuvazi, yoksul ve ezilen insanların her türlü mücadelesine her daim kara çalmaktan geri durmaz. İşçi sınıfının veya ezilen halkların çeşitli eylemlerini “terörizm” diye suçlamak sermaye cephesinin nicedir adeti haline gelmiştir. Maksat özünde aynı kalsa bile, burjuva güçler çeşitlenen ihtiyaçlar doğrultusunda terör kavramının içini değişik biçimlerde doldururlar. Nitekim “terör” kavramı yakın zamanlarda özellikle ABD emperyalistleri tarafından maksatlı olarak ısıtılıp iyice genleştirilmiş ve buradan global ölçekte bir “öcü” de yaratılmıştır. Dahası, diğer ülkelerdeki burjuvaların da başları sıkıştığında kapitalist sistemin hegemon gücünü taklide yönelmeleriyle, ortaya adeta herkesin “kendi teröristi”ni icat ettiği bir dünya çıkmış bulunmaktadır. Egemen güçlerin bilinen davranış kalıpları bir yana, bugün “terör” çuvalının içine sokuşturulmaya çalışılan çeşitli türden eylemler kesinlikle aynı mahiyette değildirler. Bir kere, şu ya da bu savaşın uzantısı olarak gelişen olaylarla, klasik anlamda bireysel terör kapsamına girebilecek eylemler birbirinden ayırt edilmelidir. Aksi halde gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlamak mümkün olamaz. İkincisi, nasıl ki haklı ve haksız savaş ayrımı yapabiliyorsak, bunların uzantılarını da aynı ayrım çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Üçüncüsü ve en önemlisi, çeşitli kapitalist güç odakları arasında yürüyen çıkar çatışmalarına bağlı olarak biçimlenen örgütlerle, devrimci mücadele örgütlerine ve bunların amaç ve eylemlerine toptancı mantıkla yaklaşılmamalıdır. Örneğin El Kaide, ortaya çıkış biçimi ve bugünkü varlığıyla hangi kapsamda ele alınmak istenirse istensin, o-
marksist tutum
nun mücadelesinin devrimci mücadeleyle bir ilgisi yoktur. Eğer ABD emperyalizminden bağımsız bir varlığa kavuştuğu kabul edilmek istenirse, Müslüman halkların düşmanı kabul edilen devletlere ve güç merkezlerine karşı çıkışsız bir intikam kavgası yürüttüğü söylenebilir. Diğer ihtimal ise, başlangıçta ABD emperyalistleri tarafından yaratılan bu organizasyonun, bir bakıma hâlâ, “medeniyetler çatışması” veya “dinler çatışması” etiketli emperyalist paylaşım stratejilerine enstrüman oluşturduğudur. Her ne olursa olsun esas vurgulanması gereken husus, El Kaide türü organizasyonların amaç ve eylemlerinin devrimci cephe ile hiçbir ilintisinin olamayacağıdır. Masum insanların hayatına kasteden gelişmeleri birkaç damla gözyaşı ile geçiştirip, tüm bu gelişmelere yataklık eden kapitalist düzeni esastan sorgulamamak olsa olsa tuzu kuru liberallere yaraşır. Öte yandan, devrimci saflarda çeşitli tartışmalara konu olan ve Marksizmin yıllardır eleştirdiği bireysel terörizm olgusuyla, günümüzde yaşanan El Kaide “terörü” de kesinlikle bire bir aynı kapsamda olgular değildir. Ne var ki, son dönemde gelişen bombalama eylemleri üzerine kimi sol basında yer alan kınama yazılarında işin içine bireysel terörizm eleştirisi katılmakta ve farklı olgular birbirine karıştırılmaktadır. Bu nedenle devrimci Marksizmin bireysel terörizm konusundaki değerlendirme ve eleştirilerini bir kez daha kısaca da olsa “hatırlamak yararlı olacaktır.
Bireysel terörizm konusu Troçki 1909 Mayısında bu konuyu ele aldığı bir makalesinde,3 politik devrimin bir yöntemi olarak bireysel terörün Rusların “ulusal” katkısı olduğunu belirtir. Kuşkusuz bu durumun tarihsel nedenleri vardı. Rusya’daki tarihsel gelişimin bir uzantısı olarak, devlet aygıtı devrimci entelijensiya tarafından toplumsal örgütlenme içinde hiçbir köke sahip olmayan dışsal bir baskı aygıtı olarak görülmüştü. Ezilen kitlelere uygulanan baskının simgesi kabul edilen devlet görevlilerine yönelik suikast girişimleri, öncü Rus devrimcileri tarafından önde gelen bir siyasal mücadele yöntemi olarak benimsenmişti. Rusya’da bir dönem Narodnaya Volya adlı örgütün varlığıyla özdeşleşen bireysel terör eylemleri diğer ülkelerde de yansımalarını bulacak ve takip eden yıllarda devrimci çevreler arasında pek çok tartışmayı da başlatacaktı. Rus devrimci Marksistleri, örneğin Lenin ve Troçki, bireysel terör dalgasının ilk dönemiyle daha sonraki dönemlerini ayırt etmek ve ikisi arasındaki nitelik farkına dikkat çekmek gereğini hissetmişlerdi. Zira Narodnaya Volya döneminde Rusya’da henüz devrimci proletarya-
5
marksist tutum
nın siyasal varlığından söz etmek mümkün değildi. Nitekim Troçki, bu koşullarda entelijensiyaya, devrimci coşkuyu nitrogliserinin patlayıcı gücüyle arttırmaktan başka bir yol kalmadığına ve böylece Narodnaya Volya’nın klasik terörizminin doğduğuna işaret eder. Rusya’da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ilerleyen yıllarda siyasal tablo değişecek ve Rus Sosyal Demokrat Partisinin kuruluşuyla devrimci proletarya hareketi ete kemiğe bürünmeye başlayacaktı. Devrimci aydınların siyasal mücadelede bireysel terör eylemlerine itibar etmelerinin anlaşılabilir nedenleri de böylece ortadan kalmış oluyordu. Devrimci sınıfın öncülüğünde kitle mücadelesinin gelişmekte olduğu durumda bireysel terör eylemleri iyice anlamsız ve mücadeleye zarar veren bir niteliğe büründü. Ama nesnel koşullardaki değişime rağmen, küçük-burjuva devrimcilerinin, bireysel kahramanlığı devrimci kitle mücadelesinin yerine ikame etmeye yatkın zihniyeti genelde varlığını sürdürdü. Rusya’da Sosyalist Devrimci Parti bu tür siyasal yaklaşımları benimsemiş, fakat bireysel kahramanlık yönteminin ilk ve safiyane döneminin artık geride bırakılmış olması nedeniyle de ciddi bir yozlaşmayı temsil etmişti. Siyasal polis bu örgütün varlığında devrimci harekete sızacak zayıf noktaları bulmuş oluyordu. Sosyalist Devrimci Parti Savaş Örgütü’nün lideri Yevno Azef, aslında Çarlık polisinin gizli ajanıydı ve bu gerçek 1909 yılında açığa çıkmıştı. Tarihsel örneklerin kanıtladığı üzere, bireysel terörizm diye adlandırabileceğimiz mücadele yöntemleri ve buna yönelik özel örgütlenme öylesine baskın bir karaktere sahiptir ki, bunun yanında diğer her şey ikinci plana itilir. Bireysel terör yöntemini kullanan bir siyasal partide, teoride istenildiği kadar kitle mücadelesine vurgu yapılsın pratikte netice değişmez. Troçki, Azef olayını değerlendirirken, özel savaş örgütünün aslında her zaman özel bir onur locasını işgal edeceğini söyler. Resmi parti hiyerarşisine bakıldığında sanki Merkez Komitesinin altında yer alan Savaş Örgütü, gerçekte partinin ve parti çalışmalarının tümünün üstüne çıkmaktadır; “ta ki zalim kader onu polis şubesinin altına yerleştirene kadar.”4 İçinden geçilen tarih kesiti ve örgütsel biçimler zamanla değişmiş olsa da, bireysel terörizm eğiliminin temelinde yatan özsel nitelik değişmemiştir. Bireysel terörizm dalgası, genelde, kitle mücadelesinin ezildiği, işçi sınıfının devrimci potansiyeline güvenin sarsıldığı ve siyasal boşluğun küçük-burjuva radikalizminin intikam duygusuyla doldurulmaya çalışıldığı durumlarda kabarmaktadır. Türkiye’nin sol mücadele tarihi içinde de bu durum kaç kez örneklenmiş bulunmaktadır. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri öncesinde yoğun biçimde yaşandığı üzere, devrimci kitle mücadelesinin geri çekildiği koşullarda doğan boşluk gençliğin devrimci kahramanlığıyla doldurulmak istenmiştir. Keza bu darbeleri takiben kurulan gerici ve faşist askeri diktatörlükler döneminde, içine düşülen ka-
6
Ağustos 2005 • sayı: 5
ranlıkların bireysel terörün gücüyle yırtılabileceğini uman siyasal tutumlar uç vermiştir. Devrimci insanların inançları tek tek ne denli güçlü ve fedakârlık duyguları ne denli yüce olsa da, bireysel terörizmin kaynağında, işçi sınıfına, sınıfın devrimci potansiyelinin uyandırılabileceğine ve örgütlenebileceğine güvensizlik yatar. Bu nedenle bireysel terör yöntemlerini benimseyen siyasal kişi ve örgütler, –bunun farkında olsunlar ya da olmasınlar– son tahlilde kitlelerin zayıflığını ve örgütsüzlüğünü istismar etmekten, sınıf ve kitlenin devrimci gücünün yerine kendi kahramanlıklarını ikame etmiş olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bireysel terör yöntemini benimseyenler, bazen, bunu yalnızca yardımcı bir yöntem olarak kullandıklarını söyleseler de, Troçki’nin dediği gibi, patlayan bombaların kör edici parıltıları içinde, politik partilerin sınırları da, sınıf mücadelesinin ayırt edici çizgileri de bir iz bırakmaksızın yok olur. Devrimci insanların inançları tek tek ne denli güçlü ve fedakârlık duyguları ne denli yüce olsa da, bireysel terörizmin kaynağında, işçi sınıfına, sınıfın devrimci potansiyelinin uyandırılabileceğine ve örgütlenebileceğine güvensizlik yatar. ... Düşünce ve eylemde bireysel kahramanlığı her zaman öne çıkarmış olan anarşizmin ve küçük-burjuva radikalizminin devrimci öfkesi, iktidarı ele geçirmeye yönelik kitle eylemi için gereken koşulların bulunmadığı durumlarda maceracılığın, komploculuğun çıkmaz sokaklarında heba olup gitmiştir. Bireysel terör yöntemlerinin tarihin kimi kesitlerinde bazı devrimcilere cazip görünmesinin altında, sağlam sınıfsal temellere oturtulmamış bir dünya görüşünün, felsefi idealizmin, anarşizmin yattığı açıktır. Bu nedenle devrimci Marksizm, devrimci idealler uğruna sırasında gözünü kırpmaksızın ölüme atlayan insanların devrimciliğini değil, bu devrimciliğin üzerine inşa edilmeye çalışıldığı düşünsel zeminin çürüklüğünü haklı olarak eleştirmiştir.
Ağustos 2005 • sayı: 5
İşin aslına bakacak olursak bu çerçevede cereyan eden tartışmalar Marx ve Engels dönemine kadar uzanır. O zamandan beri, dünyayı değişikliğe uğratacak devrimci bir sınıfın kitlesel eylem gücüne dayandırılan sağlam devrimcilik anlayışıyla, çabuk parlayan ama aynı hızla da karamsarlık ve inançsızlığa sürüklenebilen küçük-burjuva radikalizminin yolları ayrılmış bulunmaktadır. Bizzat yaşam, örneğin Herzen gibi ünlü Rus devrimci romantiklerinin veya Bakunin gibi anarşistlerin çıkışsızlığını ve tükenişini sergilemiştir. Marksizmin anarşizme yöneltmiş olduğu eleştiriler çarpıcıdır ve bu siyasal eğilimin derininde yatan küçük-burjuva nefreti açığa çıkarır. Anarşizm kitlenin kendiliğinden gücüne inanırmış gibi görünürken, işin aslında onu küçümser. Bakunin ve benzerlerinin ruh dünyasını, proletaryaya duyulan öfke ve sınıftan kaçış eğilimi beslemektedir. Marx ve Engels, her daim nesnellikten ve kitleden kopuk biçimde kendi eylem planlarının peşinde koşan Bakunin gibi “eylem adamları”nın siyasal ve ideolojik harcının, işçi sınıfının dünyayı değiştirici gücüne inançsızlıkla karıldığını kanıtlamıştır. Devrimci perspektifler ve eylem anlayışları konusundaki farklı siyasal gelenekler ilerleyen yıllara da damgasını basmış ve nihayet günümüze de taşınmıştır. Düşünce ve eylemde bireysel kahramanlığı her zaman ö-
marksist tutum
ne çıkarmış olan anarşizmin ve küçük-burjuva radikalizminin devrimci öfkesi, iktidarı ele geçirmeye yönelik kitle eylemi için gereken koşulların bulunmadığı durumlarda maceracılığın, komploculuğun çıkmaz sokaklarında heba olup gitmiştir. Sınıf örgütlülüğünün ve kitle mücadelesinin alabildiğine gerilediği dönemlerde, tarihsel iyimserliği yitirmeksizin ve umutsuzluğa kapılmaksızın, soğukkanlılıkla, sabırla yürütülecek bir hazırlık çalışmasının yerini hiçbir şey tutamaz. Ne var ki bu mücadele yolunu pasif ve yavaş bulan anarşizm ya da küçük-burjuva radikalizmi, bir “hızlandırıcı” olarak kitleden kopuk silahlı eylemleri yücelttiği ölçüde, devlet güçlerinin karanlık dehlizlerine çekilmekten kendini kolayına kurtaramaz. Üstelik “hızlandırıcı” olduğu sanılan yöntemler geri teper, olumsuz koşulların değişmesine bir faydası da dokunmaz. Tersine, devrimci bir kitle mücadelesinin desteğinden yoksun yalıtık devrimcilerin tepesine binen devlet terörü genelde siyasal ortamın daha da gericileşmesine, morallerin daha da bozulmasına neden olur. Herhangi bir savaşta olduğu gibi sınıf savaşında da karşı tarafın gücünü durduk yere abartmak hiç de hoş değildir. Ama burjuva devletin, şiddet uygulama bakımından daha donanımlı ve deneyimli olduğu da asla unutulmamalıdır. Çeşitli eylem biçimleri arasında karşılaş-
Rus devrimci Marksistleri, örneğin Lenin ve Troçki, bireysel terör dalgasının ilk dönemiyle daha sonraki dönemlerini ayırt etmek ve ikisi arasındaki nitelik farkına dikkat çekmek gereğini hissetmişlerdi. Zira Narodnaya Volya döneminde Rusya’da henüz devrimci proletaryanın siyasal varlığından söz etmek mümkün değildi. Nitekim Troçki, bu koşullarda entelijensiyaya, devrimci coşkuyu nitrogliserinin patlayıcı gücüyle arttırmaktan başka bir yol kalmadığına ve böylece Narodnaya Volya’nın klasik terörizminin doğduğuna işaret eder.
7
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
tırma yaparken sınıf terazisinden yoksun bulunmak, küçük-burjuva solların başlıca yanılsamalarından birini oluşturuyor. Devrimci hareketin tarihi bunu somutlayacak pek çok örnekle doludur. Patronları veya egemen sınıfı cezalandırmak amacıyla seçilmiş bazı kişilerin öldürülmesi biçiminde tasarlanan kimi eylemler belirli bir etki yarattıklarında dahi, bu etkinin geçici olacağı daha baştan bellidir. Zira burjuvazi, öyle ya da böyle kayıplarının yerini doldurarak yoluna devam edecektir. Bireysel terör kapsamına giren olayların proletaryanın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmeye hizmet ettiği genelde görülmüş değildir. Ama ne yazık ki, küçük-burjuva sol radikalizminin işçi sınıfının kitle mücadelesini küçümseyen ve sınıftan yalıtık devrimci kahramanlığa olduğundan fazla siyasal önem atfeden kavrayışı değişmiyor. Oysa önemsiz görünen bir grev mücadelesi bile, sırasında işçi sınıfına hiç de azımsanmayacak bir deney kazandırabilir. İşçilerin kendilerini patronların hizmetindeki tek tek bireyler olarak görmekten kurtulup, patronlar sınıfına karşı mücadeleyi sürdürebilecek koca bir sınıfın unsurları olduklarını kavramaları başlangıç olarak muazzam bir adımdır. Bu noktada temel sorun, işçileri ekonomik mücadele alanına hapsetmeksizin onlara doğru ve devrimci siyasal mücadele bilincinin taşınması ve böyle bir mücadelenin örgütlenebilmesidir. Ancak bu tarz bir mücadele yoluna giren işçiler, insanlığı bunaltan belâların yaratıcısı kapitalist düzene son verebilirler. Toplumsal kurtuluş, devrimci bir önderliğin yol göstericiliğinde ilerleyen proletaryanın kitle mücadelesiyle sağlanabilir. En halisane niyet ve en yüce fedakârlık duygularıyla yüklü bile olsalar, sınıfın devrimci mücadelesinden kopuk “bireysel kahramanlar” sınıfın devrimci misyonunu üstlenemez, o tarihsel görevi yerine getiremezler. İşçilerin “kurtarıcılar”a değil, kurtuluş için kendilerini mücadeleye atmaya ihtiyacı var. Marksizm, işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat kendi eseri olabileceğine her zaman inandı ve yaşam da bu düşüncenin doğruluğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor. Bunun dışındaki bir mücadele anlayışı yanlıştır ve zararı her zaman yararından büyük olacaktır. Devrimci Marksizm küçük-burjuva sağ ve sol anlayışların çeşitlemelerini eleştirirken, bireysel terörizmin de kitle mücadelesini zayıflatıcı yönüne dikkat çeker. Marksizmin küçükburjuva radikalizmine ilişkin eleştirilerinden ders almak ne denli önemliyse, onun devrimci ruhu zedelememeye özen gösteren içeriğini sulandırmamak da o denli gereklidir. Aksi takdirde Marksizmle reformizm arasındaki ayrım çizgisi silikleşecek ve bundan kayba uğrayan taraf devrimci proletarya olacaktır. Günümüzde örnekleri görüldüğü üzere, “terörü lanetleme” adına devrimci özün yitirilmesi ve reformizme kayılması asla onaylanabilecek bir tutum değildir. “Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bi-
8
reysel intikam bizi tatmin etmediği içindir” der Troçki. Sınıfın ihtiyaç duyduğu tutum, tüm enerjinin bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltilmesidir. “İnsanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.”5 Ancak devrimci Marksizmin sorunlara bu özenli yaklaşımı, işçi sınıfını kayıtsızlığa veya reformizme sürüklenmekten kurtarabilir. Sınıfı haklı bir isyan duygusuyla, devrimci bilinç ve coşkuyla ayağa kaldırabilir.
Asıl tehlikeye dikkat! Bugün insanlığın yüzyüze bulunduğu başlıca tehlike, emperyalist savaş çetesinin dünya halklarını kandırmaya çalıştığı üzere, ne idüğü belirsiz bir “uluslararası terör” değildir. Asıl büyük tehlike, bizzat bu emperyalist güçlerin eseri olan emperyalist savaşlardır. Irak’ı yakıp yıkmaya girişmeden önce bu ülkede “kitle imha silahları” olduğu bahanesini ileri süren savaş tacirleri, şimdilerde aynı oyunu başka ülkeler için bu kez de “nükleer silahlar var” gerekçesiyle oynamaya hazırlanıyorlar. Irak’ta kitle imha silahı bulamamış olsalar da, emperyalist güçlerin yoksul kitleleri bizzat bu silahlarla katliamlardan geçirdiklerini unutmayalım. Bugünlerde ABD emperyalizminin sık sık yinelediği “gerekirse nükleer silah kullanırız” tehdidi, yaratılan Usame Bin Ladin efsanesinden asla daha az tehlikeli olamaz. Masum insanların ne “terör” sopasıyla korkutulmaya ne de “terörü lanetliyoruz” masallarıyla uyutulmaya ihtiyacı var. Onların yegâne ihtiyacı, onları sömürüp açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden, onlara olmadık acıları yaşatan ve kapitalist savaş makinalarıyla üzerlerine ölüm kusan bu vahşi düzenden kurtulmaktır. İnsan yaşamının esenliğe kavuşturulması egemenlerin yalanlarına boyun eğmekle değil, ezilen sömürülen kitlelere kurtuluşun yolunu gösteren gerçeklerin takipçisi olmakla sağlanabilir.
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
————————————————— 1 Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29 Kasım 2003, www.marksist.com 2
3
Troçki, Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar, www.marksist.com
Troçki, Bireysel Terörizmin İflası, www.marksist.com Troçki, age 5 Troçki, age 4
Yaşayan Marksizm Levent Toprak
Y
aşadığımız topraklarda enternasyonalist komünist bir damarın açılmasında temel bir rol oynamış olan Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabı ikinci baskısını yapmış bulunuyor. Enternasyonalist komünist çizginin kendi yatağını açarak kararlı biçimde yol aldığını gösteren bu gelişme enternasyonalist komünistler için bir sevinç kaynağıdır. Gün geçtikçe değerinin daha iyi anlaşılacağına emin olduğumuz bu önemli çalışmanın daha nice basımlarla işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetine ışık tutmaya devam edeceğine inanıyoruz. Marksizmin Işığında’nın önemi nereden geliyor? Bunu anlamak için çalışmanın kaleme alınmış olduğu dönemin 1990-91 dönemi olduğunu öncelikle vurgulamak gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin henüz ayakta olduğu, ama Berlin Duvarı’nın ve doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin birbiri ardına yıkılmakta olduğu günlerdi. Bu gelişmelere tümüyle pusulasız yakalanan sol, ağır burjuva ideolojik sağanak karşısında bir çıkışsızlık ve bunalım iklimine yuvarlanmıştı. Samimi bir devrimci muhasebe ve sorgulama, sorunlara tutarlı ve inandırıcı açılımlar temelinde açıklama getirmeye yönelik teorik netleşme, dönemin temel görevi haline gelmişti. Kendine sosyalistim diyen herkesin sorması ve inandırıcı biçimde cevaplaması gereken yakıcı sorular vardı. Çökmekte olan neydi? Neden çöküyordu? Uğruna mücadele edilen hedef bu çöken şey miydi? Yanlışlık neredeydi ve ne yapılması gerekiyordu? Şüphesiz, durumun vahameti icabı, solun tüm kesimleri bu sorulara birtakım “cevap”lar geliştirmişti. Ne var ki görünürdeki tüm cevaplar (şüphesiz aslında eski olan, ama Türk solunun yeni yeni öğrendiği cevaplar da dahil) Marksizm temelinde sonuna kadar tutarlı bir açıklama getiremiyordu. Elbette hazırlop cevaplar arasında tercih yapıp selâmete ermek de bir seçenekti. Türkiye için yeni olan “yozlaşmış işçi devleti” tezini ve yine onun alternatifi olarak sivrilmiş olan “devlet kapitalizmi” tezini benimseyenlerin tuttuğu yol buydu. Bu tezler şüphesiz yaşanan gerçekliğin anlaşılması açısından birçok değerli yönler içeriyor ve beri yandan temelsiz Troçki düş-
9
marksist tutum
manlığı isterisinin nispeten kırılması anlamına geliyordularsa da, bazı noktalarda Marksizmin temel ilkeleriyle çelişkiye düşüyor ve süreçlerin ana çizgilerini tam bir tutarlılıkla açıklamakta aciz kalıyorlardı. İşte Marksizmin Işığında, solun içinde bulunduğu bu ağır bunalım döneminde, yılgınlığa düşmeden ve Marksizmi güverteden aşağı atmadan, tutarlı biçimde Marksist kalmanın gerçek yolunu göstermiş; bu sorulara ve ilişkili daha nicesine yanıt getirerek çıkış yolunu ortaya koymuştur. Marksizmin Işığında’nın önemi, Marksizmin sırtına haksız biçimde bindirilmiş olan bir kamburun, nasıl Marksizmi zedelemeden def edilebileceğini ve tam da en ihtiyaç duyulan dönemde Marksizmin zenginleştirilebileceğini ortaya koymuş olmasından geliyor. Marksizmin Işığında, onyıllar boyunca Marksizmin vazgeçilmez temel ilkelerinin üzerine yığılmış çöp dağının temizlenmesiyle işe başlıyor. Burada proleter devrimin ve işçi devletinin temel nitelikleri, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm gibi temel konular, Marksist devlet teorisiyle birlikte temel kaynaklarına dönülerek netleştiriliyor. Bunun anlamı açık: yaşanan tarihsel deneyimin vurulacağı mihenk taşını net biçimde ortaya koymak. Marksizmin Işığında’da proleter devrimin ve işçi devletinin temel nitelikleri, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm gibi temel konular, Marksist devlet teorisiyle birlikte temel kaynaklarına dönülerek netleştiriliyor. Bunun anlamı açık: yaşanan tarihsel deneyimin vurulacağı mihenk taşını net biçimde ortaya koymak. Bu konuların açıklığa kavuşturulması kitabın iki ana boyutundan birini oluşturuyor. Zira Marksizmin bu konulardaki temel ilkeleri Stalinizm tarafından uzun yıllar boyunca unutturulmuş ve çarpıtılmıştı. Örneğin, proleter devrimin ulusal bir devrim değil dünya devrimi olduğu ve tek tek ülkelerdeki proleter devrimlerin yaşayabilmesi için devrimin özellikle ileri kapitalist ülkelere yayılması gerektiği gerçeği köreltilmişti. Benzer şekilde, geçiş döneminin de ulusal değil ancak uluslararası ölçekte kavranabileceği, sosyalist toplumun sınıfların ve devletin ortadan kalkmış olduğu bir toplum olduğu ve bunun da yerel ya da ulusal değil, ancak evrensel ölçekte gerçekleşebileceği, dolayısıyla “tek ülkede sosyalizm”in olamayacağı gibi temel Marksist ilkeler de hepten reddedilmişti. Bunun yanı sıra, proletarya diktatörlüğünün işçilerin sovyet/konsey benzeri öz örgütlülükleri temelinde varolan ve yöneten/yönetilen ayrımının ortadan kaldırılarak gerçek bir işçi sınıfı demokrasisinin hayat bulduğu, sönmesi gereken bir yarı-devlet olduğu gerçeği de tamamen bulanıklaştırılmıştı. Bugün Türkiye’de bu çarpıtmalar sosyalist saflarda hâlâ büyük ölçüde yaşamaktadır. Örneğin, kendisine Marksist ve sosyalist diyen sayısız kişi için, kapitalistlerin ikti-
10
Ağustos 2005 • sayı: 5
darı yıkıldıktan sonra üretim araçlarının devletin mülkiyetine geçirilip, planlı bir ekonominin kurulmasıyla sosyalizm ulusal ölçekte kurulmuş olacaktır. Binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinin insanlıkta doğurduğu ve yüzyıllar boyunca mücadelelerine bayrak ettiği sınıfsız toplum idealini sembolize eden sosyalizm kavramı, bu şekilde çarpıtılıp yozlaştırılarak temelde bir ulusal kalkınma stratejisi derekesine düşürülmüştü. Marx’ın bilimsel bir temele oturttuğu ve başta Bolşevikler olmak üzere sosyalist hareketin devrimci kanadının temel varsayımlar olarak benimsediği ilkeler yerine, yukarıda özetlediğimiz Stalinist anlayış, maddi bir güç olarak SSCB gibi bir süper devlette cisimleştiği için daha inandırıcı geliyordu. Benzer biçimde işçi devleti ya da proletarya diktatörlüğü kavramları da Marksizmin koyduğu çizgilerden çıkarılarak bozulmuştu. Ve belki daha ilginç olanı, bu sorunların sadece Stalinistlerle sınırlı olmayıp, kendisini devrimci Marksist olarak tanımlayan Troçkist çevrelerde de varolmasıydı. Bazı ortak noktalara burada işaret etmek istiyoruz. Bizim için ilk göze çarpan noktalardan birisi yönteme ilişkindir. Hem Stalinistler hem de Troçkistler (klasik ya da ortodoks tez olarak adlandırabileceğimiz “yozlaşmış işçi devleti” tezini savunanlar) Marksizmde sosyalizm ve işçi devleti kavramlarının en azından özsel nitelikler itibariyle tanımlanmasına genellikle yanaşmamaktadırlar. Bu tür sıkıştırmalar karşısında tipik biçimde “ideal normlar arayışı” suçlaması yaparak, teorik soyutlamalarla gerçekliğin aynı şey olmadığına dair beylik sözleri sıralarlar. Bağlamından koparılmış alıntılarla da bunu mazur göstermeye çalışırlar. Bu kaçamak bir tutumdur. Elbette, gerçekliğin durağan değil hareketli bir süreç niteliği taşıdığını unutan ve âdeta maddelerden oluşmuş kitabi bir şablon çıkarıp, sonra mevcut gerçekliğin karşısına geçerek bu maddelerin başına onay ya da çarpı işareti atan bir tutum kaba bir formalizm olurdu. Ancak sözde kaba formalizme düşmemek adına kavramları tanımlayan ve birbirinden ayıran özsel nitelikleri görmezden gelme tutumu da en az diğeri kadar yanlıştır. Bu, her türlü referans noktasını ortadan kaldıran, genel olarak her türlü tartışmayı olanaksızlaştıran ve tümüyle keyfiliğe zemin hazırlayan bir tutumdur. Dikkat çekici ikinci bir ortak nokta, sosyalizmin geçiş dönemi ve proletarya diktatörlüğü (ya da işçi devleti) ile bir ve aynı evre olarak görülmesidir. Troçki’yi sahiplenenler arasında bu kavrayışın mevcut olması biraz şaşırtıcıdır. Çünkü hem böyle düşünmek hem de tek ülkede sosyalizmin olamayacağını savunmak teorik tutarsızlıktır. Hiçbir söz cambazlığı bu çelişkiyi ortadan kaldıramaz. Stalinistler, tabir caizse, yanlışta daha tutarlıdırlar. Klasik eserlerde ortaya konmuş olan ve doğal olarak sınıfsız topluma ilişkin bazı temel belirlemeleri de içeren kapitalizm sonrası toplumsal sürecin genel gelişme çizgi-
Ağustos 2005 • sayı: 5
si, solun geneli tarafından anlaşılmamış olarak kalmıştır. İlgili metinler ruhuna ve bağlamına uygun olarak okunduğunda oldukça net olan bu perspektif, asıl olarak zihinlerdeki şartlanma ve bozulma nedeniyle âdeta anlaşılmaz bir muammaya dönüştürülmüştür. Böylece çarpıtma ve saptırmalara elverişli bir zemin oluşmuştur. Marksizmin Işığında’nın önemli katkılarından biri, göründüğünden çok daha önemli olan bu noktayı kesin biçimde netleştirmesidir. Marksizme göre, bir işçi devleti şeklinde cisimleşmiş proletarya diktatörlüğüyle karakterize olan geçiş döneminin ardından sınıfsız topluma varılacaktır. Ancak sınıfsız toplumun da kendi içinde birbirinden ayırt edilebilecek alt ve üst olmak üzere iki farklı gelişim evresi olacaktır. Marksizmin bir toplumsal gelişme aşaması olarak sosyalizm dediği şey sınıfsız toplumun alt evresidir. Bu nokta Engels ve Lenin tarafından net biçimde belirtilmiştir. Dolayısıyla kapitalizm sonrası süreç, Lenin’in bir şemayla da belirttiği gibi, kabaca üç aşamalıdır: 1) geçiş dönemi, 2) sınıfsız toplumun alt evresi, 3) sınıfsız toplumun üst evresi. Stalinistler ve Troçkistlerin en azından bir kesimi anlaşılmaz biçimde bu şemadaki birinci ve ikinci aşamaları birleştirip iki aşamalı bir gelişim perspektifi icat etmişlerdir. Bu, ulusal bir sosyalizm anlayışına kapıyı açarak Marksizmin temeline dinamit koyan vahim bir teorik yanlıştır ve önemi ne yazık ki anlaşılamamıştır. Hem Stalinistler hem de Troçkistler, Marksizmde sosyalizm ve işçi devleti kavramlarının en azından özsel nitelikler itibariyle tanımlanmasına genellikle yanaşmamaktadırlar. Bu tür sıkıştırmalar karşısında tipik biçimde “ideal normlar arayışı” suçlaması yaparak, teorik soyutlamalarla gerçekliğin aynı şey olmadığına dair beylik sözleri sıralarlar. Bu nokta bizi Marksizmin Işığında’nın ikinci ana boyutuna getiriyor, ki bizce burası tarihsel açıdan çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Kitap, yukarıda bahsedilen temellerin netleştirilmesinden sonra, bu kılavuz çizgiler eşliğinde, Ekim devrimiyle birlikte yaşanmaya başlanan tarihsel sürecin akışını sergilediği bölümün ardından, Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin özgün bir materyalist çözümlemesini yapıyor. Temel teorik ilkeler ve olguların ortaya konmasından ilk elde ortaya çıkan sonuç, bu rejimlerin ne sosyalizm ne de işçi devleti olarak nitelenebileceğidir. Stalin dönemi ile sonrası arasında bir toplumsal düzen değişikliği olduğunu iddia eden ve Stalin sonrasını “modern revizyonizm” olarak değerlendiren görüş ise, teorik ve politik açıdan ciddiyet alanının hepten dışındadır. Tarihte ilk kez ortaya çıkmış ve son derece çetrefilli olduğu açık olan bir olgu karşısında eleştirici bilimsel devrimci tutum nasıl olmalıdır? Temel kaygı, ne olursa olsun gerçekliğin kendisini anlamak mı olmalı, yoksa söz-
marksist tutum
de Marksizm adına şu ya da bu formülü temize çıkarmak mı? Elif Çağlı önüne dikilen korkulukların hiçbirine prim vermeden, toplumsal olguları ve tarihsel değişimi anlamanın tek tutarlı bilimsel yolu olarak Marx’ın geliştirdiği tarihsel materyalist yöntemi kılavuz edinerek birincisini yapıyor. Bu çerçevede, başta Troçki’nin geliştirdiği “yozlaşmış işçi devleti” teorisi olmak üzere, o ana kadar geliştirilmiş olan görünürdeki belli başlı teorilerin olumlu yanlarını da ihmal etmeksizin özgün bir teorik yaklaşım inşa etmeye girişiyor. Aslında tarihsel materyalist yöntemle önyargısız biçimde olaylara bakan birinin, tüm sömürülü sınıflı toplumlarda olduğu gibi, Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği ve benzerlerinde de, azınlığı oluşturan ayrıcalıklı bir sınıfın (bürokrasi), çoğunluğu oluşturan doğrudan üreticiler sınıfını (işçi sınıfı) sömürdüğünü görmesi gerekirdi. Ama burada kapitalizmdekinden farklı bir sömürülü düzen ve farklı bir egemen sınıf olduğu da açıktı. Ancak tam da bu noktada, bilinen alternatif teoriler skolastik kaygılarla tıkanıyordu. “Yozlaşmış işçi devleti” teorisini savunanlar, bürokrasiye bir egemen sınıf denemeyeceğini, denirse kapitalizmin içinden sosyalizmden başka, yeni bir toplumsal düzenin doğduğunun söylenmiş olacağını, bunun da Marksizmin temel tezlerinden birini geçersizleştireceğini ileri sürdüler. Ayrıca tüm sınıflı toplumlarda bürokrasi ve devlet vardı ve bu devlet yöneticisi bürokratlar egemen sınıf olmayıp mülk sahibi egemen sınıfın hizmetkârı idiler. Doğal olarak, “yozlaşmış işçi devleti”nde de bürokrasi ne kadar azametli görünürse görünsün temelde işçi sınıfının hizmetkârıydı! “Yozlaşmış işçi devleti” teorisine alternatif olarak geliştirilen “devlet kapitalizmi” teorisi için de benzer bir durum söz konusuydu. Bu teori, “yozlaşmış işçi devleti” teorisinin birçok hatalı yönlerini isabetli biçimde tespit ediyor, ancak yerine yine skolastik kaygılarla bir başka yanlış teoriyi koyuyordu. Eğer Ekim Devrimiyle kurulmuş olan işçi devleti yıkıldıysa, diye akıl yürütüyordu bu teoriyi savunanlar, o zaman kapitalizme geri dönülmüş olmalıdır! Bu durumda görünürdeki olgunun kapitalizme pek benzemiyor oluşunun bir önemi yoktur. Önemli olan gerçeği kafadaki tasarıma uydurmaktır! Evet, bürokrasi bir kast ya da tabaka değil, işçi sınıfını sistematik biçimde sömüren bir egemen sınıftı, ama bu kapitalizmdekinden farklı bir egemen sınıf değil, tam da kapitalist bir egemen sınıftı! Burada her iki teoride de yanlış biçimde tarihsel materyalizme atfedilen bağnaz varsayımlar görürüz. Sorunun derininde Marx’ın materyalist tarih anlayışının ve yönteminin yetersiz kavranışı ve özellikle de onun Doğu toplumları üzerine geliştirdiği düşüncelerin tümüyle göz ardı edilmesi biçiminde kendisini gösteren muazzam bir ihmâl yatmaktadır. Bu temelde başlıca iki yanlış yaklaşım kendisini göstermektedir. Birincisi, devlet mülkiyetine dayanan bir egemen sınıf
11
marksist tutum
olabileceği gerçeğinin tümüyle tasavvur dışına itilmesi şeklinde kendini gösteren, bilime ve Marksizme aykırı yaklaşımdır. Bu yaklaşım, güya Marksizme dayanarak, bir egemen sınıfın ancak üretim araçları üzerinde özel mülkiyet temelinde varolabileceğini varsayar. Oysa Marx’ın da vaktiyle birçok yerde dikkat çektiği gibi, tarihte devlet mülkiyetine dayanan egemen sınıflar varolmuşlardır. Varolmak ne kelime, bunlar özel mülkiyet temeline dayanan egemen sınıflardan çok daha geniş bölgelerde, çok daha uzun süre ve çok daha fazla sayıda insanın hayatına hükmeden egemen sınıflar olmuşlardır. Sümer, Mısır, İran, Hint, Çin ve hatta Güney Amerika’daki yerli İnka uygarlığı gibi uygarlıklarda egemen sınıf tam da böyle bir egemen sınıftı. Marx, “Doğu’nun anahtarının toprakta özel mülkiyetin olmayışı” olduğunu vurgulamıştı. İkincisi, hem tarihi gerçeklere hem de Marx’ın geliştirdiği açılımlara aykırı olan tek çizgili tarihsel gelişme varsayımıdır. Buna göre tüm toplumlar ilkel sınıfsız toplum aşamasından sonra, sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist sınıflı toplum aşamalarından geçerek nihayetinde sınıfsız topluma varacaklardır. Oysa Marx ilkel sınıfsız toplumdan sınıflı topluma en azından üç farklı geçiş biçimi tespit etmiştir: Asyatik, antik ve Cermenik biçimler. Bunlar sırasıyla Asya tipi üretim tarzı, antik-köleci üretim tarzı ve feodal üretim tarzına varmışlardır. Bunlardan son ikisi esasen Avrupa’ya özgü biçimler olarak kalmış (feodalizm bakımından tek istisna Japonya’dır) ve özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlar olmuşlar, dünyanın geri kalan bölgelerinde ise temelde devlet mülkiyetine dayanan Asyatik üretim biçimi hâkim olmuştur. Dolayısıyla genel olarak diyebiliriz ki, tarihte Batı ve Doğu tipi olarak adlandırabileceğimiz iki farklı uygarlık çizgisi olmuş ve bunlar birbirinin yanı sıra varlık sürdürmüşlerdir. Ancak sonunda Batı gelişme çizgisinin içinden çıkan kapitalizm emsalsiz yayılma gücüyle tüm dünyayı kuşatmış ve Asyatik egemenliğin alanlarına da nüfuz ederek buraları da kapitalistleştirmiştir. Bu olgu ve açılımlar ne yazık ki solun hemen tamamı tarafından yok sayılmış ve sömürücü sınıf egemenliğinin kaynağının yalnız ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet olduğu ve tarihsel gelişmenin de Stalin’in şemasında olduğu gibi tek çizgili olduğu varsayılmıştır. Bu konularla ancak çok sınırlı ve akademik bir kesim ilgilenmiş, örgütlü sol hareket konuya tümüyle ilgisiz kalmıştır. Bugünden bakıldığında bu ihmâl gerçekten kahredicidir. Çünkü bu bir yandan Marksizmin tarihsel olgu ve süreçleri çözümleme gücünü sakatlayan bir tek yanlılığa yol açmış, bir yandan da güncel olgulara dair önemli politik sonuçlar çıkarma olanağından mahrum kalınmıştır. Marksizmin insan topluluklarının farklı gelişim çizgilerini açıklayan çözümlemelerine gereken önemi veren Çağlı, SSCB ve diğerlerinde, aynı geçmişteki Asyatik üretim tarzında olduğu gibi devlet mülkiyetine dayanan ve kapitalist nitelikte olmayan sömürücü bir egemen sınıfın
12
Ağustos 2005 • sayı: 5
hâkim olduğu sonucuna varıyor. Ancak bu düzenin hiç de dünya-tarihsel planda kapitalizmin yerini alabilecek evrensel bir düzen olmadığını, onun karşısında yenilmeye mahkûm olduğunu açıklıyor: Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotikbürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir. (s.168)
Bu noktayı kavrayamayan solun hemen tamamı Stalinist-bürokratik rejimlerin çöküşünü öngörememiştir. Çünkü mevcut teorilerin hemen tamamı şu ya da bu biçimde Stalinist rejimleri kapitalizmden daha üstün bir şey olarak görüyorlardı. Bu, öz olarak devlet kapitalizmi teorisi için de geçerlidir. O da Stalinist rejimi tüm dünyanın yaklaştığı tekelci kapitalizmin en ileri biçimi olarak görüyordu. Yanlış teorinin pusulasız bırakacağı düsturu, böylece SSCB’nin çöküşü sırasında neredeyse tüm sol için çarpıcı biçimde doğrulandı. Marksizmin insan topluluklarının farlı gelişim çizgilerini açıklayan çözümlemelerine gereken önemi veren Çağlı, SSCB ve diğerlerinde, aynı geçmişteki Asyatik üretim tarzında olduğu gibi devlet mülkiyetine dayanan ve kapitalist nitelikte olmayan sömürücü bir egemen sınıfın hâkim olduğu sonucuna varıyor. Kitabın önemi ve içeriğine dair değinilecek birçok nokta bulunmakla birlikte yer darlığı ne yazık ki buna izin vermiyor. Biz en önemli gördüğümüz noktaları ve şüphesiz doyurucu olmaktan uzak biçimde öne çıkarmaya çalıştık. Elbette asıl yapılması gerekenin kitabın kendisini okumak olduğunu söylemeye gerek bile yok. Bunu yapanlar Marksizmin zenginliğini ve dipdiri ayakta olduğunun canlı bir kanıtını göreceklerdir. Bir yandan düzenin kucağına düşmeden geçmişin eleştirisini yapabilmek ve kendini geçmişin önyargılarından arındırabilmek, diğer yandan da uzun yıllardır kabül görmüş fakat yanlış formüllerin peşinden sürüklenmeksizin devrimci Marksist temellerde yeni bir yol açmak. Bunları söylemek yapmaktan kolaydır. O nedenle enternasyonalist komünistler programatik temellerin döşenmesi anlamına gelen bu çok önemli ideolojik kazanımların kıymetini bilerek mücadelelerini sürdürmektedirler.
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Tarihsel Bir Belge: Natalya Sedova Troçki’nin Mektubu Gerçekliği çözümleme çabasının ölü formüllere kurban edilmesi Marksizmle asla bağdaşmıyor. Bu konuda verilebilecek sayısız örnek olsa da ilk elde akla gelenlerden biri, çöken Sovyetler Birliği’ndeki ve benzerlerindeki rejimin niteliğinin dünden bugüne bir “yozlaşmış işçi devleti” şablonuna hapsedilmesidir. Stalinist egemenliğin zamanla daha da net kavranabilir hale gelen sonuçlarına gözlerini kapayıp, Troçki’nin geçerliliğini yitirmiş bazı formüllerini papağan gibi yineleyen bir Troçkizmin devrimci Marksizmin güçlendirilmesine bir hayrının dokunmayacağı çok açık olsa gerek. Çeşitli Troçkist çevrelerin günümüzde de sürdürmekte inat ettikleri şekilde, son derece önemli bazı sorunlara dogmatik yaklaşım tarzları aslında yıllar öncesinde, hem de en birinci elden mahkûm edilmiş bulunuyor. Troçki’nin yaşam ve mücadele yoldaşı olarak onunla birlikte en zorlu ve en acılı yılları paylaşan Natalya Sedova’nın 1951 Mayısında Dördüncü Enternasyonal’e gönderdiği istifa mektubu, “yozlaşmış işçi devleti” ve benzeri eski Troçkist tezlerde ısrarın bizzat Troçki’nin devrimci ruhuyla bağdaşamayacağının tarihsel bir kanıtıdır. Ne var ki Dördüncü Enternasyonal yetkilileri bu önemli mektupta yer alan devrimci eleştirileri göz ardı edip, Natalya’nın haklı sorgulamasını, nükleer tehlikeyi de içeren olası bir büyük yeni savaş karşısında duyulan bir çeşit küçük-burjuvaca korkaklıkla suçlayarak işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Oysa o günden bugüne yaşanan tarihsel kesit, canlı tanıklığıyla gerçekliğin çeşitli yönlerini aydınlatmış ve tarihsel açıdan kimin haklı kimin haksız olduğunu fazlasıyla ortaya çıkartmış bulunuyor. Bunun ışığında bir kez daha vurgulamak gerekirse, devrimci eleştiriyi, küçük-burjuva sap- Troçki ve Natalya, Meksika’da sürgündeyken malar suçlamasıyla bertaraf etmeye çalışan bir zihniyetin Stalinizmden farkının olmayacağı açıktır. Natalya Sedova’nın mektubu kendi başına kimi tartışmalı sorunlarda henüz tamamlanmış yanıtlar getirmemiş olsa da, yaşamın içinde eskiyen görüşlere ve yanlışlığı ortaya çıkan değerlendirmelere karşı aldığı devrimci Marksist tutum itibarıyla takdiri ve unutulmamayı fazlasıyla hak ediyor.
Dördüncü Enternasyonal’den İstifa Yoldaşlar, Gayet iyi bildiğiniz gibi, savaşın sonundan ve hatta daha öncesinden bu yana son beş-altı yıldır sizlerle politik bir hemfikirlilik içinde değildim. Benim açımdan, son dönemde gelişen önemli politik olaylar karşısında aldığınız tutum da gösteriyor ki, eski yanlışlarınızı düzeltmek şöyle dursun, bu yanlışlarda ısrar ediyor ve onları daha da derinleştiriyorsunuz. Tuttuğunuz yolda öyle bir noktaya vardınız ki, sessiz kalmam ya da kendimi kişisel protestolarla sınırlamam artık imkânsız hale gelmiştir. Artık düşüncelerimi açıkça ifade etmek zorundayım. Atmak zorunluluğunu hissettiğim adım benim açımdan çok ciddi ve zor bir adım oldu ve bu duruma içtenlikle üzülüyorum. Fakat başka bir yol gözükmüyor. Beni derinden yaralayan bir sorun üzerinde uzun süre düşündükten ve tereddüt ettikten sonra sizlere şunu söylemek zorundayım ki, uyuşmazlıklarımızın saflarınızda daha uzun süre kalmamı imkânsız kıldığını açıkça belirtmekten başka bir yol görmüyorum. Bu sonuca varmamın nedenleri çoğunuz tarafından biliniyor. Burada bunları, sadece konudan haberdar olmayanlar için kısaca tekrarlayacağım. Yalnızca önemli
ilkesel farklılıklarımıza değinmekle yetineceğim ve bunlarla ilişkili ya da bunlardan kaynaklanan gündelik politik sorunlar hakkındaki farklılıklara girmeyeceğim. Kafanız eski ve ölü formüllere takılmış bir halde, Stalinist devleti bir işçi devleti olarak değerlendirmeye devam ediyorsunuz. Bu konuda izlediğiniz yolda gidemem ve gitmeyeceğim. Stalinist bürokrasinin gasp eylemine karşı mücadelenin başından itibaren neredeyse her yıl, L. D. Troçki, geciken bir dünya devrimi ve Rusya’daki tüm politik mevzilerin bürokrasi tarafından ele geçirilmesi koşulları altında, rejimin sağa kaymakta olduğunu tekrar edip durdu. Rusya’da Stalinizmin pekişmesinin, işçi sınıfının ekonomik, politik ve toplumsal konumunun kötüleşmesine ve zorba ve ayrıcalıklı bir aristokrasinin zaferine nasıl yol açtığını defalarca tekrarladı. Eğer bu eğilim sürerse, demişti, devrim sona ulaşmış ve kapitalizmin restorasyonu gerçekleşmiş olacaktır. Yeni ve beklenmedik biçimler altında da olsa, gerçekleşen şey ne yazık ki budur. Otantik sosyalizm düşüncesinin ve bu düşüncenin savunucularının bu denli barbarca avlandığı bir başka ülke bulmak çok zordur. Herkes için çok açık olmalıdır ki, devrim Stalinizm tarafından
13
marksist tutum
bütünüyle yerle bir edilmiştir. Yine de, bu rezil rejim altında bile Rusya’nın halen bir işçi devleti olduğunu söylemeye devam ediyorsunuz. Bu yaklaşımın sosyalizme bir darbe olduğunu düşünüyorum. Stalinizmin ve Stalinist devletin işçi devletiyle ya da sosyalizmle hiçbir ortak noktası yoktur. Onlar sosyalizmin ve işçi sınıfının en kötü ve en tehlikeli düşmanlarıdırlar. Benzer şekilde savaş sonrasında Stalinizmin egemenliğini kurduğu Doğu Avrupa devletlerinin de bugün işçi devleti olduğunu savunuyorsunuz. Bu, Stalinizmin devrimci sosyalist bir rol oynadığını söylemekle aynı şeydir. Sizi bu konuda da izleyemem ve izlemeyeceğim. Savaştan sonra ve savaşın sona ermesinden önce bile, bu Doğu devletlerinde kitlelerin devrimci hareketinin yükselişi söz konusuydu. Fakat iktidarı ele geçiren bu kitleler değildi, bunlar kitlelerin mücadelesiyle kurulmuş işçi devletleri değildi. İktidarı ele geçiren, işçi kitlelerini, bu kitlelerin devrimci mücadelelerini ve devrimci duygularını boğazlayarak bu toprakları Kremlin’in vassallığına indirgeyen Stalinist karşı-devrimdi. Stalinist bürokrasinin bu ülkelerde işçi devletleri kurduğunu söylemekle ona ilerici ve hatta devrimci bir rol atfediyorsunuz. Bu devasa ve çirkin yalanı öncü işçilere propaganda etmekle, Dördüncü Enternasyonal’in sosyalist devrimin dünya partisi olarak varoluşunun tüm temel gerekçelerini reddetmiş oluyorsunuz. Stalinizmi geçmişte her zaman kavramın olası her anlamıyla karşıdevrimci bir güç olarak ele aldık. Artık böyle yapmıyorsunuz. Ama ben böyle düşünmeye devam edeceğim. 1932 ve 1933’te, Stalinistler, Hitlerciliğe yüzsüzce teslim oluşlarını haklı göstermek için, faşistlerin iktidara gelmelerinin çok önemli olmadığını, çünkü sosyalizmin faşizmin hemen ardından ve faşist yönetim sayesinde geleceğini ilan etmişlerdi. Bunu ancak sosyalist düşünce ve ruhun kırıntısını bile taşımayan insanlıktan nasibini almamış vahşiler iddia edebilirlerdi. Bugün, sizlere hayat veren devrimci amaçlara rağmen yine de Avrupa’da zafer kazanan despotik Stalinist gericiliğin sosyalizmin kaçınılmaz iktidara gelişinin yollarından biri olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu görüş, hareketimiz tarafından her daim savunulmuş ve paylaşmaya devam ettiğim en derin inançlardan ıslah olmaz bir kopuşa işaret ediyor. Yugoslavya’daki Tito rejimi sorununda sizin izlediğiniz çizgiyi izlemeyi imkânsız görüyorum. Devrimcilerin ve hatta demokratların tüm sempatisi ve desteği, kendilerini ve ülkelerini bir vassallığa çevirmek isteyen Moskova’nın çabaları karşısında gösterdikleri kararlı direnişte Yugoslav halkının yanındadır. Yugoslav rejiminin bugün halka vermek zorunda kaldığı tüm tavizlerden yararlanılmalıdır. Fakat sizin tüm yayınlarınız bugün Titocu bürokrasinin bağışlanamaz bir biçimde idealize edilmesine adanmış durumda; hareketimizin gelenekleri ve ilkeleri içerisinde böyle bir şeyin zemini
14
Ağustos 2005 • sayı: 5
yoktur. Bu bürokrasi, eski Stalinist bürokrasinin yeni bir biçim altındaki bir kopyasından başka bir şey değildir. Bunlar GPU’nun düşünceleriyle, politikalarıyla ve ahlâkıyla eğitilmişlerdir. Kurdukları rejim Stalin’in rejiminden temelde farksızdır. Yugoslav halkının devrimci önderliğinin bu bürokrasiden çıkıp gelişeceğini ya da bu bürokrasiye karşı mücadele etmeden de gelişebileceğini öğretmek ya da buna inanmak saçmalıktır. En desteklenemez olan şey de savaş konusunda bağlı kaldığınız tutumdur. İnsanlığı tehdit eden üçüncü dünya savaşı devrimci hareketi en zor sorunlarla, en karmaşık durumlarla, en ciddi kararlarla karşı karşıya bırakıyor. Tutumumuz ancak en ağırbaşlı ve en özgürce tartışmalardan sonra ortaya konulabilir. Fakat son yıllardaki tüm olaylar karşısında, Stalinist devletin müdafaasını savunmaya ve tüm hareketi buna esir etmeye devam ediyorsunuz. Hatta şu anda derin acılar çeken Kore halkının maruz kaldığı savaşta Stalinizmin ordularını destekliyorsunuz. Sizleri bu konuda takip edemem ve etmeyeceğim. 1927 gibi eski bir tarihte Troçki, Stalin’in Politik Büroda kendisine yönelttiği sadakat sorusuna verdiği cevapta görüşlerini şöyle ifade etmişti: Sosyalist anavatan için, evet! Stalinist rejim için, hayır! Bu 1927’deydi; bugün yirmi üç yıl sonra Stalin Sosyalist anavatandan geriye hiçbir şey bırakmamıştır. Onun yerine halkın Stalinist otokrasi tarafından köleleştirilmesi ve aşağılanması geçirilmiştir. Savaşta savunmayı önerdiğiniz ve Kore’de zaten savunmakta olduğunuz devlet budur. Stalinizmi eleştirdiğinizi ve onunla mücadele ettiğinizi kaç kez yinelediğinizi gayet iyi biliyorum. Ancak gerçek şu ki, eleştirileriniz ve mücadeleniz değerini kaybediyor ve hiçbir sonuç veremez, çünkü bu eleştiri ve mücadele Stalinist devletin müdafaasına ilişkin tutumunuza tâbidir ve bu tutum tarafından belirlenmektedir. Hangi kaygıdan hareket ederse etsin, bu barbar baskı rejimini savunan herkes sosyalizm ve enternasyonalizm ilkelerinden vazgeçmiş demektir. SWP’nin son kongresinden bana gönderilen mesajda Troçki’nin düşüncelerinin sizlere kılavuzluk etmeye devam ettiğini yazıyorsunuz. Belirtmeliyim ki, bu sözleri büyük bir acıyla okudum. Yukarıda yazdıklarımdan anlayacağınız gibi, onun düşüncelerini sizlerin politikasında göremiyorum. Onun düşüncelerine güvenim tam. Bugünkü durumdan tek çıkış yolunun toplumsal bir devrim olduğuna, dünya proletaryasının kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesi olduğuna inanmaya devam edeceğim.
Meksika, 9 Mayıs 1951 Natalya Sedova Troçki
1 Eylül Yaklaşırken:
Barış Hayalleri ve Solun Unuttukları Oktay Baran
B
urjuvasından küçük-burjuva sola, herkesin yine barış nutukları atacağı 1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken, Ortadoğu’dan Avrupa’nın kimi başkentlerine, Orta Asya’dan Afrika’ya ve Endonezya’ya dek birçok bölge emperyalist paylaşım kavgasının savaş araçlarıyla yürütülmesinin sonuçlarıyla yüz yüze. ABD-İngiltere koalisyonunun başını çektiği emperyalist paylaşım kavgası, diğer büyük emperyalist güçlerin kimi zaman sitemleriyle, kimi zaman “ateşli” karşı çıkışlarıyla, şimdilerdeyse paylaşıma ortak olmak için dalkavukça yaltaklanmalarıyla devam ediyor. Bir taraftan paylaşım kavgasının açık savaşa dönüştüğü Irak ve Afganistanda her Allahın günü çocuğuyla kadınıyla genciyle yaşlısıyla onlarcayüzlerce insan son teknolojinin ürünü füzelerle ve akıllı bombalarla can veriyor. Diğer taraftan, günümüzdeki emperyalist paylaşım savaşları, yalnızca patlayan bombalarla, düzenlenen suikastlarla yürütülmekle kalmıyor, aynı zamanda yeni yöntemler de (örneğin Orta Asya’da ve Kafkasya’da “renkli devrimler” diye anılan sözümona halk ayaklanmaları) devreye sokuluyor. Beri yandan gün geçmiyor ki, dünyanın şu ya da bu büyük kentinden ya da savaşın tüm sıcaklığıyla sürdüğü bölgelerden bombalama haberleri gelmesin. Tüm dünya emperyalist şiddetin gittikçe artan sıcağında kavruluyor. Irak’taki savaş ve işgal başlamadan önce ertelemeci politikalar izlemekle yetinen ikiyüzlü AB politikacıları, Birleşmiş Milletler (BM) onayı ve desteği olmaksızın girişilecek bir savaşın ya da işgalin meşru görülemeyeceğini iddia ediyorlardı. Bu süreçte milyonlarca emekçi ve genç Avrupa’da sokaklara dökülmüş, savaşlara karşı olduklarını haykırmışlardı. AB kodamanlarının savaşa karşıymış gibi pozlar takınarak mırın kırın etmesiyle gözleri boyanan küçük-burjuva sollar, reformistler ve sendika ağaları da, barışı korumak adına ABnin politikalarının kuyruğuna takılmaktan, BM’yi barışın garantörü olarak görmekten ve düzenledikleri barış mitingleriyle savaşın engellenebileceği yalanını yaymaktan geri durmamışlardı. Ardından bu savaşın esas sorumlusunun emperyalist kapitalizm
Bugün, bu gerçekleri önemsemeyip unutturmaya çalışanlardan, savaşbarış ve devrim konusunda Bolşevizme sadık yaklaşımlar beklemek hiç de gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. “Gerçek düşman kendi evinde” şiarıyla emperyalist savaşı işçi sınıfının iktidarı almak için yürüteceği bir iç savaşa çevirme politikasını izleyen Bolşevizmin yaklaşımı şu tespitten yola çıkıyordu: Hele emperyalizm çağında hiçbir siyasal kavram sınıfsal bir sıfat olmaksızın bir anlam ifade etmez. Vatan, devlet, demokrasi, özgürlük, şiddet, savaş ve barış. Peki ama hangi sınıfın?
15
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
değil de Bush çetesi olduğunu ilan ederek, yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinde “Bush olmasın da kim olursa olsun” şeklinde dünya çapında bir kampanya başlattılar. Ne var ki, bu kampanyanın da sonuç vermemesi üzerine AB politikacıları durumu kabullenmeye ve mümkün olduğunca emperyalist yağmadan pay almak için sıraya girmeye başladılar. Onların kuyruğuna takılan küçük-burjuva solun geniş kesimleri ise, aldıkları yenilginin ardından kendi köşelerine çekiliverdiler. Liberalinden reformistine tüm küçük-burjuva sol anlayışlar “bu savaşı engelleyebiliriz”, “kahrolsun savaş” şeklindeki pasifist sloganlarla, emperyalist savaşların önüne ancak proleter devrimlerle geçilebileceği gerçeğini ve en küçüğünden en güçlüsüne tüm burjuva hükümetlerin emperyalist paylaşım kavgasının bir aktörü ya da figüranı olduğunu emekçi kitlelerden gizlediler. Bu süreçte yaratılan barışçıl hayaller, patlayan bombaların sağır edici gürültüsü altında uçup gitti ve yerini umutsuzluğa, hayal kırıklığına, vurdum duymazlığa bıraktı. Artık Irak ve Afganistan unutulmuştu. Sıcak savaşın yürüdüğü topraklardan uzakta yaşayan kitleler kendi gündelik yaşamlarına geri dönüverdiler. Derken, o toprakların büyük şehirlerinde de bombalar patlamaya başladı. Burjuva medya dört bir koldan “terörizmi” lanetlemeye girişti, yabancı düşmanlığı körüklendi. Burjuva politikacılar, suratlarına taktıkları masumiyet mas-
16
kesiyle uluslararası toplantılarda birlik beraberlik mesajı vermeye başladılar. ABD emperyalizminin “uluslararası teröre” karşı başlattığını iddia ettiği savaşın ne denli haklı ve meşru olduğu da böylelikle kanıtlanmış olmuyor muydu? Birkaç yüz kişinin ölümüyle sağlanan bu meşruluk, emperyalizme hiç de pahalıya patlamamıştır. Oysa daha şimdiden, son iki yıl boyunca Irak’ta yürüyen emperyalist savaş ve işgal, Irak halklarına 100.000 kişiyi aşan ölü ve katlarca fazlasıyla yaralı ve sakat insana mal olmuş durumda. Ancak bu gerçekler artık pek itibar görmüyor olmalı ki, emperyalist savaşın kurmaylarından İngiliz başbakanı Blair, son Londra saldırılarının Irak’ta yürüyen savaşla hiçbir ilişkisinin olmadığını iddia edebiliyor. Ve teröre bir gerekçe aramanın gereksizliği ve anlamsızlığından dem vuruyor. Diğer taraftan düne kadar bu savaşı durdurabiliriz çığlıklarıyla kitleleri yanıltan küçük-burjuva sollar, bugün emperyalistlerin organize ettiği “terörü ve şiddeti lanetleme” korosunun sol tarafındaki yerlerini bilinçli ya da bilinçsiz olarak almış durumdalar. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, küçük-burjuva sollar kendilerini yargıç yerine koyarak, bu bombalama eylemlerini yürüyen emperyalist paylaşım kavgasının bir parçası ve sonucu olarak değil de “terörizm” olarak adlandırdıkları sürece, ABD emperyalizminin “küresel terör”le savaş argümanını daha da meşrulaştırmaktan öte
İnsanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaş olan II. Dünya Savaşının, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’nın batı kesimini işgal etmesiyle başladığı kabul edilir. 50 milyon insanın hayatına, en az bir o kadarının da yaralanmasına, sakatlanmasına, öksüz kalmasına yol açan bu savaşın başlama tarihi, savaşın bitiminden sonra ikiyüzlü dünya burjuvazisi tarafından Dünya Barış Günü ilan edilmişti. Burjuvazi bununla, savaş ile barış arasındaki ilişkiyi pek de güzel ortaya koymuş oluyor: Emperyalizm çağında barış savaş demektir, savaş da barış!
Ağustos 2005 • sayı: 5
bir rol oynamamış oluyorlar. Çünkü onların kınadıkları “terörizm”e karşı ABD emperyalizmi çok daha “tutarlı” davranıp açıkça savaş yürütmektedir!
1 Eylül ve “Barış” yalanı İnsanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaş olan II. Dünya Savaşının, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’nın batı kesimini işgal etmesiyle başladığı kabul edilir. 50 milyon insanın hayatına, en az bir o kadarının da yaralanmasına, sakatlanmasına, öksüz kalmasına yol açan bu savaşın başlama tarihi, savaşın bitiminden sonra ikiyüzlü dünya burjuvazisi tarafından Dünya Barış Günü ilan edilmişti. Burjuvazi bununla, savaş ile barış arasındaki ilişkiyi pek de güzel ortaya koymuş oluyor: Emperyalizm çağında barış savaş demektir, savaş da barış! Savaşın galipleri kendi çıkarlarını tüm dünya işçi sınıfına, ezilen halklara ve kuşkusuz yenik emperyalist güçlere dayatmış, dünyayı nüfuz alanları temelinde aralarında bölüşmüş ve bu paylaşımı daimi kılmak üzere güya evrensel barışı tesis etmesi için BM’yi kurmuşlardı. BM o günden bu yana gerçekte BM Güvenlik Konseyi anlamına gelir. Tüm dünya ülkeleri BM’de temsil edilmesine karşın gerçek karar organı, BM Genel Konseyi değil, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa gibi savaşın galiplerinin temel iskeletini oluşturduğu Güvenlik Konseyi’dir. Bu Konseyde Almanya, İtalya, Japonya gibi II. Dünya Savaşının mağlup emperyalist güçleri bulunmaz. Tek başına bu olgu bile BM’nin evrensel barışın değil olsa olsa emperyalist savaşın sonucunda ulaşılan emperyalist bir barışın, yani nüfuz alanlarının nasıl paylaşılacağı hususunda şimdilik varılmış bir mutabakatın koruyucusu olduğu gerçeğini gözler önüne serer. Savaşın ardından dünya, iki süper gücün (ABD ve SSCB) başını çektiği iki kutba bölünmüş ve tüm insanlık, adına Soğuk Savaş denilen muazzam bir yalanlar, yanılsamalar, çarpıtmalar bataklığına gömülmüştü. Barışı korumak için silahlanmak gerektiği, tarafların eşit silahlı güçlere sahip olması durumunda (“caydırıcı denge”) savaşların yaşanmayacağı gibi ideolojik argümanlar bu dönem boyunca oldukça revaçta idi. Bir başka çarpıtma da, SSCB’nin yıkılışına kadar uzanan bu Soğuk Savaş döneminde dünyada genel olarak barışın hüküm sürdüğü hususundaydı. Bu koca yalan yalnızca emperyalist güçler tarafından dile getirilmekte kalmadı, aynı zamanda daha Stalin döneminden başlayarak “barış içinde birarada yaşamak” formülüyle de kutsandı ve genel olarak sol hareketin de söz konusu dönemi sanki gerçek bir barış dönemi olarak algılamasına yol açtı. Oysa gerçek bundan ne kadar da uzaktı! İnsanlığın sömüren kapitalist sınıf ile sömürülen işçi sınıfı halinde bölündüğü, birçok ulusun bağımsızlık hakkı ve özgürlükten yoksun olarak varlığını sürdürdüğü, dünyanın nüfuz alanlarına göre paylaşımı ve bu alanlar üzerinde emper-
marksist tutum
yalist rekabet devam ettiği sürece, emperyalist haksız savaşların ortadan kalkması mümkün müdür? Elbette ki hayır! Nitekim, 1945–2000 döneminde, II. Dünya Savaşı sonrasındaki bu 55 yıllık emperyalist barış sürecinde, dünyanın 90 ülkesinin dahil olduğu savaşlarda 22 milyon 456 bin kişi yaşamını yitirdi. Bir başka deyişle bu dönem boyunca dünyanın her iki ülkesinden birinde haklı ya da haksız savaşlar yaşanmıştır. Birleşmiş Milletler’in gözetiminde ve denetiminde ve üstelik de çoğunda onun koyduğu “temiz savaş” kurallarına uyularak yürütülen bu 188 savaşta II. Dünya Savaşında ölenlerin yarısına yakın sayıda insan hayatı yok olmuştu. Emperyalistlerin insanlığa barış diye yutturduğu, daha doğrusu, insanlığa barış olarak verip verebilecekleri bundan ibarettir!
1 Eylül’ün ve “anti-faşist zafer”in gizlediği gerçekler 1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak adlandırılması ve BM’nin de barışın garantörü olarak görülmesi, II. Dünya Savaşına ilişkin temel gerçeklerin unutturulmuş ve çarpıtılmış oluşundan kaynaklanıyor. Bu gerçeklerin bir kısmı emperyalistlerin ikiyüzlülüğüne, diğer bir kısmı ise Stalinizmin suçlarına dairdir. Gerçekte, 1 Eylül 1939’da Polonya’nın faşist Alman ordularınca işgal edilişi, faşizmin ilk saldırgan girişimi değildi. Ama gerek emperyalist güçler gerekse Sovyet bürokrasisi, II. Dünya Savaşının baş sorumlusunun sadece Alman faşizminin saldırganlığı olduğu, Müttefiklerin ise Alman faşizmine karşı demokrasiyi, barışı ve özgürlüğü korumak için savaş verdiği yalanını söyleyip durdular. Niyetleri, bu büyük savaşın patlak verişindeki sorumluluklarını örtbas etmek olduğu kadar, 1 Eylül tarihine kadar Alman faşizminin karşısında nasıl çekingen ve uzlaşmacı bir tavır sergilediklerini de gizlemekti. Nitekim Avrupa’da faşizmin zaferine giden yolda kritik dönüm noktası olan ve savaşa giden yolu kesin biçimde açan İspanyol faşizminin zaferinde bu güçlerin rolü çok belirgindir. Faşist Almanya ve İtalya, İspanyol faşistlere tanktan uçağa kadar her türlü maddi ve askeri yardımı eksik etmez ve Alman bombardıman uçakları İspanya’nın devrimci kentlerini yerle bir ederken, Sovyetler Birliği de ancak göstermelik bir yardımda bulunmuştu Cumhuriyetçilere. Sözde demokrasi ve özgürlük sevdalısı ABD, İngiltere ve Fransa ise, İspanya’da bir proleter devrimin başarıya ulaşmasından duydukları korkuyla, İspanyol burjuva cumhuriyetini feda etmekten kaçınmadılar. Avrupa’da sosyal-demokratından liberaline burjuva ve küçük-burjuva partiler, Hitler’e, Mussolini’ye ve Francoya apaçık göz yumarak, burjuva demokrasisinin faşizmin çizmeleri altında ezilmesine seyirci kaldılar. Böylece Stalinistlerin “anti-faşist, barış ve özgürlüksever” burjuva kesimlere dair uydurmacasının aksine, burjuvazi, bir kez daha bir proleter devrim tehdidi karşısın-
17
marksist tutum
Ağustos 2005 • sayı: 5 İspanyol İç Savaşı sırasında faşistlere yardım için Alman uçakları devrimci İspanyol kentlerini bombaladılar. Bu kentlerden biri de Guernica idi. Picasso’nun resmettiği bu katliama kapitalist dünya sessiz kaldı. Böylelikle Alman hava filosunun yeni model uçakları, onbinlerce insanı katlederek ilk kez İspanya’da denenmiş oluyordu!
da faşizmi tercih edeceğini kanıtlamış oluyordu. Diğer taraftan Sovyet bürokrasisinin rolüne ilişkin temel bir nokta 1936 İspanyol devriminin Sovyet bürokrasisinin direktiflerini uygulayan İspanyol Komünist Partisinin izlediği ihanet çizgisi nedeniyle yenilgiye uğramasıydı. Bu, faşizmin Avrupa’daki ilerleyişinin önündeki engellerin kalkmış olduğu anlamına gelecekti. Mesajı alan Hitler hiç beklemeksizin 12 Mart 1938’de Avusturya’yı ilhak etti. SSCB’nin cılız sesini bir tarafa bırakırsak, Batılı kapitalist devletlerden bu kez de hiçbir ses çıkmadı. Ardından aynı yılın Eylül ayında Hitler Çekoslovakya’yı işgal etmeye girişti. SSCB, olayı diplomatik mırın kırınlarla geçiştirirken, pek demokrat Fransa ve İngiltere işgal ve ilhaka onay bile vermişti. Ardından da Almanya ile saldırmazlık paktı imzaladılar. 23 Ağustos 1939’da Almanya ile saldırmazlık paktı imzalama sırası bu kez SSCBye gelmişti. İşte bu paktın imzalanmasından bir hafta sonra Almanya’nın Polonya’yı işgali bu sürecin son halkası olarak gerçekleşmişti. 50 milyon insanın katledilişini mazur gösterebilmek için, kapitalistler, bu savaşın haklı ve faşizme karşı kaçınılmaz bir savaş olduğu yalanına geniş emekçi kitleleri ikna etmek zorundaydılar. Stalinist solun o dönemki ve takip eden dönemler boyunca II. Dünya Savaşına ilişkin değerlendirmelerine gelince. Bu değerlendirmeler her dönem oportünizmin şaheserleri olarak anılmayı hak ediyor. Savaş, politikanın farklı araçlarla devamından başka bir şey değildir sözü sık yinelenmesine rağmen pek anlaşılmış değildir. Stalinistler savaş öncesi dönem boyunca sergilenen politikalardan, savaş sırasındaki politikalardan ve savaş sonrasındaki paylaşımdan ziyade, savaşın son dönemlerinde Sovyet halkının gerçekten de takdire şayan direnişinden ve Berlin’e orak-çekiçli bayrağın dikilişinden bahsetmekte pek mahirdirler. Unutturmaya çalıştıkları gerçek, yalnızca bu savaşın emperyalist bir paylaşım savaşı olduğu değil, Sovyet bürokrasisinin de kendi sınıf çıkarlarını korumak ve geliştirmek amacıyla bu paylaşım kavgasında bir taraf, üstelik
18
de belirleyici bir taraf olduğu gerçeğidir. 1 Eylül’de Almanya Polonya’nın batısını işgal ederken, iki hafta sonra Polonya’nın doğusu ve Baltık cumhuriyetleri, bir buçuk ay sonra da Finlandiya, SSCB tarafından işgal ediliyordu. Stalinist rejimin amacı, Ekim devrimiyle kazandıkları bağımsızlık haklarını ayrılmaktan yana kullanan bu ülkelerin topraklarını kendine katmak ve gerektiğinde onları faşist Almanya’ya karşı tampon bölge olarak kullanmaktı kuşkusuz. Sovyet bürokrasisinin etkinlik alanını genişletme tavrı bu işgallerle sınırlı kalmadı. Daha savaş sürerken yapılan Tahran ve Yalta konferanslarında ve Berlin’in düşüşünden sonra gerçekleştirilen Potsdam konferansında, Avrupa’nın ve dünyanın kaderi SSCB, İngiltere ve ABD arasında çizilmişti bile. Savaş sonrasında tesis edilen emperyalist barışın ve BM’nin harcında da yine Stalinist SSCB’nin imzası vardı. Dahası savaş sonrasında Fransa’da, İtalya’da ve Yunanistan’da gelişen devrimci durumlar, bu konferanslarda varılan kararlar uyarınca bizzat Komünist Partiler tarafından bastırıldı. Çin’de ve Yugoslavya’da gelişen devrimler ise, bu ülkelerdeki KP’lerin Sovyet bürokrasisinin direktiflerine uymaması sayesinde başarıya ulaştı. Stalinist solun üzerinde hiç durmadığı bir başka ve belki de en önemli gerçek ise, zaten çoktan ihanet edilen dünya devrimi ve enternasyonalizm anlayışının II. Dünya Savaşı sırasında resmi komünist hareketten resmen kazınıp atılmasıdır. Savaş boyunca kendi burjuva hükümetlerine karşı mücadele etmeme ve ulusal birlik politikası çizgisini izleyen Stalinist komünist partiler, böylelikle yalnızca emperyalist savaşlara karşı Bolşevik tutuma sırt çevirmekle kalmayıp, Marksizmin en temel unsuru olan enternasyonalizm düşüncesini ve onun somut ifadesi olarak kurulan Enternasyonal örgütü (Komünist Enternasyonal) de resmen tasfiye ettiler. Zaten 1928’de tek ülkede sosyalizm anlayışının resmen benimsenmesi ile dünya devrimi ilkesi ve onun örgütlülüğü olarak Enternasyonal’in varlığı resmen olmasa bile fiilen geçersiz ilan edilmişti. Ama bu fiili durumun resmi hale bürünmesi bir süreç içerisinde oldu.
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Stalin’e göre Komünist Enternasyonal’in kapatılması, “tüm özgürlüksever ülkelerin” ve bu ülkelerdeki “yurtseverlerin” “tek bir uluslararası karargâhta” birleşmesini kolaylaştıracaktı. Gerçekten de bu adımın atılmasıyla birliktedir ki, Stalin, Kasım-Aralık 1943’te Tahran konferansında ABD ve İngiltere ile savaşın gidişatı ve savaş sonrasındaki dünya hakkında pazarlık yapma “şansı” bulabildi! Önce enternasyonalizm kavramının anlamı çarpıtılarak, başaşağı edildi. Lenin, zafer kazanmış işçi sınıfı açısından proletarya enternasyonalizminin, “ilk olarak, ülkenin çıkarlarının uluslararası proletarya mücadelesinin çıkarlarına feda edilmesi, ikinci olarak da kendi burjuvazisini yenen ulusun, uluslararası kapitalizmin yıkılması için en büyük ulusal fedakârlıkları yapmaya hazır olması” anlamına geleceğini söylemişti. Stalin ise bir kişiye enternasyonalist denilebilmesi için o kişinin “dünya devrimci hareketinin ana üssü olan SSCB’yi kayıtsız şartsız bir kararlılıkla savunmaya hazır olması”nın gerekliliğini belirtiyordu. Lenin döneminde, dünya devriminin çıkarlarına tabi olarak dile getirilen “sosyalist anavatanın savunusu” fikri, Stalinist egemenlik altında tamamen iğdiş edilmiş ve Almanlara karşı yürütülen savaş sırasında da açıkça Büyük Rusya övgüsüne ve Rus ve Slav milliyetçiliğine dönüştürülmüştü. 1941’de Kızıl Orduya seslenirken, Çarlık döneminin “milli kahramanları” olarak bilinen generallerin isimlerini zikreden Stalin, “büyük atalarımızın yiğit simaları savaşta ilham kaynağı olsun size” diyerek devam ediyordu! 1943’de SSCB’nin “milli marşı” değiştirildi. Enternasyonal marşının yerini Büyük Rusya’ya övgüler düzen bir milli marş aldı. Kızıl Ordunun yemin metnindeki enternasyonalist kavramlar da yerini yurtseverliğe bıraktı. Ekim devriminde lağvedilmiş olan Rum Ortodoks Kilisesi’nin hakları, Eylül 1943’de Slav gururunu okşamak ve Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’daki Slavların desteğini kazanmak için iade edildi. Ama bu son adımdan önce çok daha simgesel bir adım atılmıştı. Dünya devriminin partisi olarak Bolşeviklerin öncülüğünde kurulan Komünist Enternasyonal’in 9 Haziran 1943’te kapatıldığı açıklandı. 1924’de Lenin’in cenaze töreninde “tüm dünyanın işçilerinin birliği olan Komünist Enternasyonal’i güçlendirmek ve yaygınlaştırmak için hayatımızı feda edeceğimize dair sana söz veriyoruz” diyen Stalin, 1943’de, Komünist Enternasyonal’in kapatılmasının “yararlı ve akıllıca” olduğunu söylüyordu. Ona göre Komünist Enternasyonal’in kapatılması, “tüm öz-
gürlüksever ülkelerin” ve bu ülkelerdeki “yurtseverlerin” “tek bir uluslararası karargâhta” birleşmesini kolaylaştıracaktı. Gerçekten de bu adımın atılmasıyla birliktedir ki, Stalin, Kasım-Aralık 1943’te Tahran konferansında ABD ve İngiltere ile savaşın gidişatı ve savaş sonrasındaki dünya hakkında pazarlık yapma “şansı” bulabildi! Zira emperyalist güçler, Stalin tarafından aslında çoktan bir cesede çevrilmiş bulunan Komünist Enternasyonal’in kapatılmasını, dünya devrimi gibi tehlikeli bir fikre sahip olunmadığını gösteren bir jest olarak talep etmekteydiler. Kapatılma haberi Batının burjuva basınında, “Marx’ın düşü yok edildi”, “Stalin Marksist düşünceyi toprağa gömdü. Stalin Bolşevikleri temizledi ve onların dünya devrimi düşüncesine son verdi” şeklindeki sevinçli başlıklarla yer alıyordu. Batı medyası tespitte haklıydı, ama tarih konusunda yanılıyordu. Marksist düşüncenin Stalin tarafından toprağa verilişi 1943’teki kapatma kararıyla değil, çok daha önceleri yaşanmıştı! Aslında tam da bu nedenledir ki, dönemin resmi KP’leri bu kararı pek de önemsemediler. Onlar için de proletarya enternasyonalizmi çoktan tarih olmuştu. Nitekim Enternasyonal’in 78 resmi seksiyonundan yalnızca 28’inin kapatma kararına onay gönderirken geri kalanlarsa fikir beyan etmeyecek kadar umursamazlık içindeydiler. Bugün, bu gerçekleri önemsemeyip unutturmaya çalışanlardan, savaş-barış ve devrim konusunda Bolşevizme sadık yaklaşımlar beklemek hiç de gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. “Gerçek düşman kendi evinde” şiarıyla emperyalist savaşı işçi sınıfının iktidarı almak için yürüteceği bir iç savaşa çevirme politikasını izleyen Bolşevizmin yaklaşımı şu tespitten yola çıkıyordu: Hele emperyalizm çağında hiçbir siyasal kavram sınıfsal bir sıfat olmaksızın bir anlam ifade etmez. Vatan, devlet, demokrasi, özgürlük, şiddet, savaş ve barış. Peki ama hangi sınıfın?
19
Kemalizmin Takiyeci Laikliği İlkay Meriç
Burjuva cumhuriyet “laik”iyle, dincisiyle gericilikte ve emekçi düşmanlığında birbirleriyle yarışan sömürücü burjuvaların cumhuriyetidir. İnanan ve inanmayan tüm işçiler ve emekçiler, yaratılan bu yapay kamplaşmada, kendilerini her gün iliklerine kadar sömüren burjuvazinin şu ya da bu kesiminin yanında değil, kendi sınıf saflarında yer almalıdırlar. Dinin kişisel bir soruna indirgendiği gerçekten laik bir cumhuriyet, ancak işçi ve emekçilerin sovyet cumhuriyeti olabilir. İşçi ve emekçilerin çıkarları, her türlü kölelikten kurtuldukları, kendilerinin üretip yönettikleri ve burjuvaların işçi demokrasisini yıkmak amacıyla kışkırttıkları karşıdevrimci faaliyete bulaşmamak koşuluyla ifade ve inanç özgürlüğünün engellenmediği böyle bir cumhuriyette yatıyor.
20
A
syatik despotik bir doğu imparatorluğunun mirası üzerine kurulan modern burjuva cumhuriyeti (TC), kuruluşunun 82. yıldönümünde hâlâ 82 yıl öncesinin birçok sorununu çözebilmiş değil. Bu sorunlardan birisi de, çeşitli zaman, zemin ve biçimlerde gündeme sokulan laiklik/irtica “çatışması” sorunudur. Burjuva devletin ihtiyaç duyduğunda yarattığı öcülerin ve belirlediği düşmanların önem sıralamasına göre elbette söz konusu sorunun gündemde işgal ettiği yer de değişiyor. Örneğin burjuva devletin bekası açısından “komünizmle mücadele”nin çok daha yakıcı bir önem taşıdığı 70’li yıllarda, irtica (gericilik) tehdidi, “laik” ve de “ilerici” askeri bürokrasinin ve burjuvazinin gündeminde bugünkü kadar önemli bir yer işgal etmemişti. Nitekim o dönemde sırtları devlet tarafından sıvazlanan dinci ve faşist çeteler, Maraş ve Çorum’da mezhep ayrılıklarını körükleyip katliamlar düzenlerken, bu kesimler sağır, dilsiz ve körü oynamaktaydılar. Ne var ki 80’li ve 90’lı yıllarda ekonomi cephesinde “İslamcı sermaye”nin iyice palazlanması, siyaset cephesinde ise Refah Partisinin ve son olarak da AKP’nin iktidara gelmesiyle, bunlar laiklik konusunda birden hassasiyet sahibi oluverdiler. 1990’lı yılların başında Kürt halkına yönelik sayısız faili meçhul cinayette tetikçi olarak kullanılmak üzere bir kontrgerilla örgütü olarak organize edilen Hizbullah’a, Kürt hareketi geri çekildiğinde artık egemenlerin ihtiyacı kalmamıştı. Bu durumda Hizbullah, birden, gözü dönmüş şeriatçı canilerden oluşan baş tehdit olarak lanse edildi kamuoyuna. Diğer taraftan 28 Şubat ile birlikte, onyıllardır sayıları katlanarak arttırılan ve mezunları her türlü devlet kurumuna gönül rahatlığıyla yerleştirilen imam-hatip liseleri de mercek altına alınarak tukaka ilan edilecekti. Gündemin en sıcak konularından biri olma özelliğini yıllardır yitirmeyen türban meselesi de kuşkusuz bu sürecin bir uzantısıdır. 28 Şubat’ın ardından tam bir kangrene dönüşen bu sorun çeşitli vesilelerle sık sık gündeme geliyor. Son olarak Erzurum Atatürk Üniversitesinin diploma törenine başörtülü bir annenin alınmaması, işin vardığı çılgınlık derecesini göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır. Altında pantolon, başında gevşek bağlanmış bir eşarp bulunan bu anne, yüce cumhuriyetimizin asli ilkelerinden olan laiklik ilkesini
Ağustos 2005 • sayı: 5
çiğnetmemeyi yaşamının biricik gayesi haline getiren irtica-savar rektör tarafından üniversite sınırlarının dışına attırılmıştır. Böylelikle laiklik korunmuş ve kamusal alanın namusuna halel getirilmemiştir! Askeri bürokrasi güdümünde yürütülen “laiklik” harekâtı, işte bu noktaya kadar gelmiştir. Devletlû kesimin gerek dine gerekse laiklik meselesine bakışından doğan sorunların yeni olmadığını, cumhuriyetin kuruluş dönemlerinden bu yana devam ettiğini en başta belirtmiştik. Dolayısıyla bugünkü sorunu net tarif edebilmek ve laiklik/irtica adı altında yaratılan yapay kutuplaşmada doğru bir tutum takınabilmek için, sorunun tarihsel arka planını hatırlamak gerekiyor.
Cumhursuz cumhuriyetin tuhaf laikliği Pek çok konuda Fransız burjuva devriminden esinlendiği söylenen Kemalist devrim, aslında önderliğini bürokratik elitin yaptığı, son derece gecikmiş bir burjuva devrimidir. Halk hareketine dayanmayan, aksine halkı dışlayan ve sürekli baskı altında tutan, tepeden güdümlü, cüce bir burjuva devrimi. TC’nin kuruluşu sürecinde öncülüğü bilfiil yerli burjuvazi değil, Osmanlı bürokrasisinden gelen ve burjuva ideolojisini kendi meşrebince benimsemiş olan asker-sivil bürokrat kadrolar üstlenmişti. Bunun sonucu olarak, Türkiye’deki modernleşme projesi de daha baştan bürokratik elitin güdümünde, otoriter bir proje olarak vücut bulmuş ve tepeden, devlet güdümünde uygulamalarla işlerlik kazanmıştır. İşçi sınıfının dünya sahnesine devrimci bir güç olarak çıktığı ve dünya burjuvazisinin genel olarak devrimci barutunu tükettiği bir ortamda gecikmiş bir kapitalist gelişmenin önünü açmak, hele Türkiye gibi Asyatik despotizm geleneğinden gelen bir ülkede ancak tepeden devrimlerle mümkün olabilirdi. Gerçekleştirilen tepeden devrimlerde halk unsuru tümüyle dışlanmıştı. Halkın tıpkı Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi yurttaş değil tebaa olarak görüldüğü bu burjuva cumhuriyette, halk adına ve halk için yapıldığı söylenen hemen her yenilik, onu tümüyle dışlayarak ve bazen de ona rağmen yapıldı. O zamana dek siyasetin kendisine gökteki yıldızlar kadar uzak olduğu bir devlet geleneğinden, Asyatik-despotik gelenekten başka bir şey görmemiş olan bir halk, yapılanlara çoğu zaman sessiz kalırken, içten içe büyüttüğü öfkesiyle, ilerleyen yıllarda bu devletlû sınıftan intikamını farklı biçimlerde almıştır. Meselâ tek parti diktatörlüğünün partisi olan CHP’nin makûs talihi, halkın eline geçen her fırsatta bu devlet partisinden aldığı intikamla belirlenmiştir. Fransız devrimini gerçekleştiren halk kitleleri, kiliseyi yeni kurulan toplumun ve devletin önündeki en büyük engellerden biri olarak görmüşlerdi. Kilise onların gözünde açık bir biçimde egemen sınıfın bir uzantısıydı. Dolayısıyla böyle bir toplumsal devrimde, devrimin başını çe-
marksist tutum
kenlerin halka laikliği dayatması değil, halkın yeni kurulan devleti laik temellerde inşaya zorlaması söz konusuydu. Türkiye’deki Kemalist devrimde ise halka kendi kafasındaki laikliği dayatan bir devlet eliti vardı. O elit ki, eski imparatorluk devletinin asker ve sivil bürokrasisinden gelmekteydi. Pek çok konuda Fransız burjuva devriminden esinlendiği söylenen Kemalist devrim, aslında önderliğini bürokratik elitin yaptığı, son derece gecikmiş bir burjuva devrimidir. Halk hareketine dayanmayan, aksine halkı dışlayan ve sürekli baskı altında tutan, tepeden güdümlü, cüce bir burjuva devrimi. Her türlü dine ve mezhebe eşit uzaklıkta olması gereken “laik” devletin başı, “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır” diyerek, yeni kurulan burjuva cumhuriyetin dine ne kadar mesafeli duracağının da mesajını veriyordu. Tepeden inme güdük bir burjuva devrim olan Kemalist devrimin laikliği de doğal olarak kendisi gibi güdük kalacaktı.
TC ve dinsel eğitim TC’nin laikliğini, yani din işleriyle devlet işlerini ne kadar birbirinden ayrı tutabildiğini gösteren en temel alanlardan birisi kuşkusuz dinsel eğitim meselesidir. Yeni kurulan TC’nin 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe soktuğu Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birliği) Kanunuyla tüm eğitim kurumlarının tek bir çatı altında birleştirilmesi, aynı zamanda eskinin uzantısı olan dinsel eğitim kurumlarına da neşter atılması anlamına geliyordu. Bu kanunun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra medreseler kapatıldı. Amaç, bir yandan devletin tepesinde yürüyen iktidar savaşında siyasi muhalifleri ekarte etmek, diğer yandan da inşa edilecek yeni cumhuriyetin önündeki tutucu engelleri temizleyip ulusal bir birlik yaratmaktı. Fakat yeni TC’nin laikliği her zaman dinsel kesimlere verilen tavizleri ya da onlara dönük aşırı baskıları, yani gitgelleri ve çeşitli salınımları içerecekti. Nitekim medreselerin boşluğunu birkaç ay içinde devletin açtığı imam-hatip okulları doldurdu. Böylece “din adamını da ben kendi din anlayışıma göre yetiştiririm” diyen devlet, her şey gibi dini de kontrol altına alacaktı. Bu dönemde açılan ve sadece orta kısımdan ibaret olan bu okullar, rağbet görmedikleri gerekçesiyle 1930’da tümüyle kapatıldılar. 1924 yılında başlatılan uygulamalardan biri de ilkokullarda zorunlu din dersi uygulamasıydı. 1930 yılına gelindiğinde din derslerinin hem saati azaltı-
21
marksist tutum
lıp hem de isteğe bağlı hale getirilirken, 1933’te bu ders tamamen kaldırıldı. Ta ki 1949’da, CHP iktidarı döneminde, isteğe bağlı olarak yeniden başlatılana dek. 1930’ların başından 1940’a kadar Kuran kursları (1932’de başlatıldı) dışında bir dini eğitim kurumu olmadı Türkiye’de. 1950 Menderes iktidarı döneminden itibaren ise tarikatlarla siyasal partiler arasında sıkı ilişkiler kurulmaya başlanacaktı. 1951’de, Demokrat Parti imam-hatip okullarını yeniden faaliyete geçirdi ve sayılarını hızla arttırdı. 1973 yılına gelindiğinde, bugünkü karmaşanın tohumlarını eken ve burjuva devletin sahte laiklik anlayışını ve derin oportünizmini açığa vuran bir değişikliğe daha gidildi. Eğitim sisteminin her yıl değiştirilen bir oyuncağa, öğrencilerinse bir kobaya dönüştürüldüğü Türkiye’de, imam-hatip okullarına o yıl lise statüsü kazandırıldı. Böylece bir meslek okulu olarak var olan ve o güne dek mezunlarının büyük bölümü eğitim gördükleri alanda görev yapan bu okullar, birden biçim değiştirmiş oldular. O zamana dek ancak normal liselerden mezun olan öğrencilerin gittiği üniversiteler, bu değişiklikle birlikte imam-hatip liselilere de kapılarını açtılar. Bu tarihten 1983 yılına kadar, imam-hatip liselerinden mezun olanlar, üniversite sınavlarında lise edebiyat kollarıyla eşit statüde sayıldılar. İmam-hatip lisesi öğrencilerinin sayısı 1974’te 11 binden az iken, bu sayı MC hükümetleri döneminde hızla artmış ve 1978’e gelindiğinde 108 bini geçmişti. 70’li yıllarda ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin uygulamaya konulmasıyla birlikte, Türkiye, dinsel gericiliğin devlet eliyle daha da palazlandırılıp “komünizme” karşı kullanıldığı bir ülke olacaktı. Bugün laiklik adına, kadınların başörtüsüne ve imamhatip okullarına kafayı takmış olan “koruyucu” ve “kollayıcı”ların 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle yaptıklarına gelecek olursak, bunların ilk işinin, ilk ve orta dereceli tüm okullarda zorunlu din dersi uygulamasını Anayasa maddesi haline getirmek olduğunu görürüz. Faşist diktatörlük döneminde imam-hatip liselerinin sayısında herhangi bir azaltmaya gidilmemesinin yanı sıra, bu okullarda okuyan öğrencilere tüm üniversite dallarına girebilme hakkı tanındı. MC hükümetlerinin dahi yapmadığı bu uygulama 1983 yaz başında yürürlüğe sokuldu. Bu yolun açılmasını takip eden 15 yıl içinde, imam-hatip liselerinin sayısı 376’dan 500’e çıktı. Bunun yanı sıra yabancı dilde eğitim veren Anadolu İmam-Hatip Liseleri de kuruldu. 28 Şubat 1997’ye gelindiğinde, imam-hatip liseleri, maddi olanaklarının bolluğu sayesinde yükselttikleri eğitim kalitesiyle üniversite sınavlarında başarı ortalaması hayli yüksek kurumlar haline gelmişlerdi. Ne var ki 28 Şubat darbesinin asıl amacı siyasal İslamın ve “İslamcı sermaye”nin önünü kesmek olsa da, okkanın altına gidenler bu okullarda okuyan öğrencilerle birlikte diğer tüm meslek lisesi öğrencileri oldu. ÖSS katsayılarıyla oynanarak bu okulların cazip olmaktan çıkarılması hedeflendi ve istenen başarıldı. Böylece, o dönemde işine geldiği için 12 Eylül’le i-
22
Ağustos 2005 • sayı: 5
mam-hatiplilere üniversite kapılarını sınırsızca açan da, 28 Şubat’la bu hakları sınırlayan da aynı “laik bürokrasi” idi. Bugün AKP iktidarı imam-hatip liselilerin üniversite sınavlarındaki “mağduriyetlerini” ortadan kaldırmak için katsayıları yeniden düzenlemek isterken, bu arzusu nedeniyle YÖK’ten şiddetli tepkiler alıyor. Askerlerden ve onların dümen suyundaki YÖK’ten her yüksek sesli karşı çıkış, AKP’yi geri adım atmaya ve uygun zamanı kollamaya itiyor. Bizler bu sorunda ne sırtını devlete yaslamak isteyen İslami kesimin tarafında yer alıyoruz, ne de laiklik adına her türlü kafa karışıklığını ve ikiyüzlülüğü kutsallaştıran Kemalistlerin tarafında. Sorunun çözümünün ancak köklü bir değişiklikle, laikliği hakkıyla uygulayabilmekle mümkün olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar bu çözüm teorik düzlemde burjuva demokrasisinin sınırları dahilinde görünse de, burjuvazinin siyasal gericiliğiyle karakterize olan emperyalizm çağında bunun bir işçi devrimi sorunu olduğunu belirtmeliyiz. Türk burjuvazisinin gerçek laikliği uygulamaya niyeti de yoktur cesareti de. Bu niyetsizliğin ve cesaretsizliğin temel güdülerinden ilki halktan duyulan korkuysa, ikincisi de dini bir baskı, yönlendirme ve iktidar aracı olarak dilediğince kullanma arzusudur. Bu “ne yardan ne serden geçme” hali siyasal arenada tam bir kilitlenmeye yol açmaktadır. Gerçekten laik bir ülkede (ki burjuva egemenliğinin söz konusu olduğu hiçbir ülkede gerçek bir laiklikten tam olarak söz edilemez), din konusu tümüyle cemaatlerin inisiyatifine ve bireyin vicdanına terk edilmesi gereken bir konudur. Ama cemaatten yani halktan duyulan korku, TC devletinin kuruluşundan bu yana, hatta onu önceleyen Osmanlıdan bu yana devletin iliklerine işlemiştir. Nitekim boş bırakılan halkın ne yapacağı hiç belli olmaz! Eğer laik bir ülkede devletin dininden söz edilemezse, devletin dini eğitim vermesinden de söz edilemez. Oysa TC okullarda da, camide de, genel devlet politikasında da sadece İslamın değil onun belli bir mezhebinin, Sünniliğin propagandisti durumundadır. Tarikatların muazzam gücü, en yüksek devlet kademelerinden en alttakine, hükümet temsilcilerinden iş âlemine kadar her alanda hissedilmektedir. Tüm burjuva partiler seçim zamanlarında hatırı sayılır kitleleri diledikleri gibi yönlendirme gücüne sahip şeyhlerin, şıhların, tarikat liderlerinin etrafında pervanedirler. 12 Eylül’ün faşist baş generali düzenlediği il gezilerinde konuşmalarını ayetlerle, hadislerle süslerken, “laik” Kemalist ordunun ve burjuvazinin sesi çıkmıyordu. Çünkü “bölücü ve yıkıcı dinsiz terörist” olarak adlandırdıkları devrimcilerle savaşırken, din, egemenlerin elinde, halkı ikna edebilecek ve yönlendirebilecek en büyük silahlardan biriydi. Tarihin her döneminde olduğu gibi egemenlerin tek istedikleri, dinin kendi kontrollerinden dışarı çıkmaması ve onlara ait bir silah olarak varlığını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu silah yine emekçi kitlelere karşı kullanılacak bir silahtır.
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Gerçekten laik bir ülkede ne devlet insanların ibadetlerine karışabilir ne de din devlet işlerine müdahale edebilir. Dolayısıyla kadınların başörtüsünü diledikleri yerde kullanma özgürlüğü laikliğin bir gereğidir. Bu özgürlük alanına her türlü kamu kurumu ya da alanı dahil olmalıdır. Komünistler türbanın “bir siyasi simge” haline getirildiği iddiasına da itibar etmezler. İnsanlar siyasi inançlarını ister doğrudan ister semboller aracılığıyla açığa vurabilmelidirler. İslamcı kesimin ikiyüzlülüğü de Kemalistleri aratmaz. Bu kesim, dinsel gericiliği her daim diri tutmak ve güçlendirmek için camisinden imamına, Kuran kursundan imam-hatip okullarına varıncaya dek burjuva devletten her türlü desteği almıştır ve almaya da devam etmektedir. Bu burjuva kesimin kurduğu örgütlerin, derneklerin yetiştirdiği militanlar, işçi sınıfı hareketinin yükseldiği dönemlerde, mücadeleci işçilerin, devrimci gençlerin üstüne salınan karşı-devrimci güçlerin temel bileşenlerinden biri olmuştur. Bugün pek demokrat kesilen AKP kadrolarının büyük bir kesimi de bu rahle-i tedrisattan geçen kadrolardır. Yine bugün türban sorununu kendi siyasal çıkarları için kullanan ve her vesileyle ne kadar demokrat olduklarını yineleyip duranlar, kadınları açık giyindi diye döven, üzerlerindeki kot pantolonları sokak ortasında yırtan, oruç tutmadı diye üniversiteli gençleri katleden, Anadolu illerinde terör estiren çapulcu sürülerini organize edenler değil midir?
Nasıl bir laiklik Yukarıda, komünistlerin savunduğu laikliğin temel ayaklarından birinin dinin bireyin vicdanına ve cemaatlerin inisiyatifine bırakılması olduğunu belirmiştik. Bunun bir unsuru, ibadet yerinden din adamına, dini eğitim verilen yerlerden öğreticisine kadar her alanın finansmanını devletin değil cemaatlerin kendilerinin karşılaması gerektiğidir. Devlet bu alandan tümüyle elini çekmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam-hatip liseleri derhal kapatılmalıdır. Dini eğitim isteyenler bunu tümüyle sivil alanda kendi olanaklarıyla sağlamalıdır. Dini eğitim hiçbir resmi statüsü, devlet kurumlarında geçerli diploması vs. olmayan gönüllü bir eğitimdir. Devlet, inancından dolayı kimseye daha uzak ya da daha yakın durmamalıdır. İnsanları inançları bazında fişlemenin bir aracı haline gelen kimlik kartında din hanesi uygulamasına son verilmeli, yurttaşların dini herhangi bir
şekilde kayıt altına alınmamalıdır. Bir başka unsursa türban ya da başörtüsü konusuna yaklaşımdır. Gerçekten laik bir ülkede ne devlet insanların ibadetlerine karışabilir ne de din devlet işlerine müdahale edebilir. Dolayısıyla kadınların başörtüsünü diledikleri yerde kullanma özgürlüğü laikliğin bir gereğidir. Bu özgürlük alanına her türlü kamu kurumu ya da alanı dahil olmalıdır. Her dereceden okuldaki tüm öğretmenler, öğrenciler ve çalışanlar bu haktan sınırsız yararlanmalıdır. Kafanın içine dokunmadan üzerindeki örtüyü kaldırmak, kendini kandırmaktan ve görünüşü “düzeltmek”ten öte bir anlam taşımaz. Komünistler türbanın “bir siyasi simge” haline getirildiği iddiasına da itibar etmezler. İnsanlar siyasi inançlarını ister doğrudan ister semboller aracılığıyla açığa vurabilmelidirler. Bu tür bir laikliğin bir burjuva cumhuriyet altında sınırsızca işletilemeyeceğini çok iyi biliyoruz. Burjuva cumhuriyet “laik”iyle, dincisiyle gericilikte ve emekçi düşmanlığında birbirleriyle yarışan sömürücü burjuvaların cumhuriyetidir. İnanan ve inanmayan tüm işçiler ve emekçiler, yaratılan bu yapay kamplaşmada, kendilerini her gün iliklerine kadar sömüren burjuvazinin şu ya da bu kesiminin yanında değil, kendi sınıf saflarında yer almalıdırlar. Dinin kişisel bir soruna indirgendiği gerçekten laik bir cumhuriyet, ancak işçi ve emekçilerin sovyet cumhuriyeti olabilir. İşçi ve emekçilerin çıkarları, her türlü kölelikten kurtuldukları, kendilerinin üretip yönettikleri ve burjuvaların işçi demokrasisini yıkmak amacıyla kışkırttıkları karşı-devrimci faaliyete bulaşmamak koşuluyla ifade ve inanç özgürlüğünün engellenmediği böyle bir cumhuriyette yatıyor. Sosyalist bir dünyanın kuralabilmesi için, işçi sınıfının dünyanın her yerinde iktidarı ele geçirmesine ve kendi demokrasisini (sovyet demokrasisi) kurmasına ihtiyaç var!
23
Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.
Eşitsiz ve Bileşik Gelişme Yasası Zıt yönlü eğilimlerin mücadelesi temelinde yol alan kapitalizm eşitsiz ve bileşik bir gelişme sergiler. Bu üretim tarzı, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında değişik gelişme hızlarıyla yol alır ve bu eşitsizlik kapitalist pazarların genişleyip yayılmasının da çekici gücüdür. Her “ulusal” kapitalizm er ya da geç dünya pazarına yönelmek zorunda kalır ve entegrasyon eğilimi çeşitli ülkeleri iktisaden karşılıklı bağımlılık ilişkileri içine sokar. Ortaya çıkardığı çarpık gelişme süreçlerine ve yarattığı çeşitli sorunlara rağmen, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası üretici güçlerin kapitalizm altında ilerlemesini kışkırtıcı bir faktör olarak işlev görmüştür. Zaman içinde pek çok kapitalist ülkede iktisadi bir gelişme kaydedilmiş ve çeşitli ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi derinleşmiştir. Fakat çok açıktır ki, kapitalizmin küresel gelişimi çeşitli ülkeler veya bölgeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmamıştır. Bu ve benzeri hususların günümüz dünyasında yeterince kanıtlanmış olmasına rağmen, kapitalizmin küresel gelişimine dair yanlış görüşler yine de az değildir. Küreselleşme konusunda sergilenen başlıca yanlış yaklaşımlardan biri, bileşik gelişme özelliğinin gözardı edilerek eşitsizlik ilişkilerine tek yönlü vurgu yapılmasıdır. Bir diğeri ise, ters uca savrulup bileşik gelişme olgusunun abartılmasıdır. Eşitsiz gelişme yasası aslında tüm insanlık tarihine şu ya da bu ölçüde hükmetmiş olan bir yasadır. Bu nedenle ka-
24
pitalizm, tarihsel gelişimin farklı halkalarını ve dolayısıyla farklı çelişkilerini yaşayan çeşitli insan topluluklarını, yani tam bir eşitsizlik durumunu kendi hareket noktası olarak bulmuştur. Yaşamın çeşitli alanlarında tarih boyunca eşitsizlik ilişkilerinin egemen olmasına karşın, kapitalizm öncesinde yer alan üretim tarzlarından hiçbiri dünya ölçeğinde bileşik bir gelişme sürecini yaratma özelliğine sahip değildir. Kısacası, eşitsiz ve bileşik gelişim yasası ancak kapitalizme özgüdür. Bu bakımdan eşitsizlik ilişkisi de kapitalizm altında büründüğü özgül yönleriyle ve bileşik gelişme özelliğiyle birlikte ele alınmalıdır. Marx ve Engels kapitalist gelişmeyi eşitsiz olduğu kadar bileşik bir gelişme süreci olarak değerlendirdiler. Kapitalizmin yerelliği ve ulusal yalıtılmışlığı aşıp geçecek ve dünya ekonomisini yaratacak bir üretim tarzı olduğu Marksizm tarafından en net biçimde açıklandı. Çeşitli ülkelerin değişik tarihsel geçmişlere sahip oluşundan hareketle, Marx, kapitalist dönüşümün farklı biçim ve tempolarına değindi. Bu süreçte asıl sorunun, modern burjuva toplumu içindeki eklemlenme şekilleri olduğunu belirtti. Lenin de Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelerken aynı konuya eğilmiş, eski ve yeni formları bir araya getiren bileşik gelişme özelliğine ve buradan da pek çok çelişkinin türediğine dikkat çekmiştir. Eşitsiz gelişme yasasına dair açılımlar Lenin’in incelemelerinde açıkça yer alır. Bu incelemelerde, kapitalist sistemde tek tek ülkelerin ve sanayi kollarının eşitsiz ve spazmlı gelişmesinin kaçınılmaz oluşu üzerinde durulur.
eşme /3 Elif Çağlı
Kapitalizm sürekli olarak ekonomik yayılma, yeni topraklara sızma, ekonomik farklılıkların bir ölçüde üstesinden gelme doğrultusunda yol almaktadır. Böylece kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin yerini evrensel bir mali ilişkiler ağı almış, kapitalizm çeşitli ülkelerin birbirlerine yaklaşmalarına neden olmuştur. Emperyalizm, ulusal ve kıtasal düzeyde çeşitli ekonomik birimleri eski dönemlere oranla çok daha hızlı ve daha derin bir şekilde birbirine bağlamıştır. Bir zamanlar Troçki’nin üzerinde durduğu gibi, kapitalizmin küresel gelişimi yani emperyalizm, farklı ulusların ekonomik yöntemlerini, toplumsal formlarını ve gelişme derecelerini geçmişe kıyasla daha benzer hale getirmektedir. “Aynı zamanda o, bu ‘hedefe’ öyle çelişkili yöntemler, öyle kaplanvari sıçramalar, ve geri ülkeler ve bölgeler üzerine öyle saldırılarla erişir ki, yol açtığı dünya ekonomisinin birleşmesi ve eşitlenmesi, yine onun tarafından, önceki çağlara göre daha şiddetli ve kıvrandırıcı şekilde bozulur.”1 Kapitalizmin dünya ülkelerinin kaderlerini birbiriyle birleştirme işini tamamen kendine özgü, yani anarşik tarzda gördüğü bellidir. Bu nedenle emperyalist aşama sistemin içerdiği zıt eğilimleri büsbütün şiddetlendirmiştir. Emperyalizm, Lenin’in de vurguladığı gibi, kapitalizmin eşitsiz gelişme özelliğini çok daha belirgin hale getirmiştir. Eşitsiz gelişim yasasının Marksist çözümlemesi, yalnızca kapitalizmin iktisadi gelişim özelliklerinin kavrana-
bilmesi bakımından değil, bundan türeyen siyasal sonuçların doğru tarzda ele alınabilmesi için de büyük önem arz eder. Ne var ki, Stalinist anlayış pek çok konuda olduğu gibi eşitsiz gelişim yasası açısından da Marksist kavrayışta önemli çarpılmalara neden olmuştur. Eşitsiz gelişim özelliğinin kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış olduğuna ilişkin saçma iddia, Stalinizmin bu noktada yarattığı tahrifatı somutlar. Stalin’e göre, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişim yasasından haberleri yoktur; zira kapitalizmin tekelci gelişimi öncesinde yaşamışlardır; o dönemde eşitsiz gelişme yasası henüz keşfedilmemiştir; zaten keşfedilebilmesi de mümkün değildir! Böylece Stalin, ideolojik ve siyasal sahtecilik okulunun üstatlarına özgü bir el çabukluğuyla hem eşitsiz gelişme yasasının anlamını iğdiş etmiş hem de bu yasanın kaşifinin Lenin olduğu yalanını uydurmuştur. Stalin’in bu dalaveresi boşuna değildi. Amacı, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişme yasasını bilmedikleri için tek ülkede sosyalizmin muzaffer olamayacağı sonucuna çıktıkları düşüncesine dünya komünist hareketini inandırmaktı. Eşitsiz gelişme yasasının emperyalizm çağında işlemeye başladığını ve böylece tek ülkede sosyalizmin artık pekâlâ imkân dahiline girdiğini teorize etti Stalin. Bu ve benzeri çarpıtmalarıyla, çeşitli siyasal ve iktisadi gerçeklerin kavranması konusunda tam bir bulanıklık yarattı. Oysa işin aslı şudur: kapitalist işleyişin yarattığı siyasal çalkantı ve krizlerin çeşitli ülkelere dağılımındaki eşitsiz gelişme nedeniyle, proleter devrim pekâlâ gelişmiş kapi-
25
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
talist ülkelerden önce nispeten az gelişmiş ülkelerde patlak verebilir. 1917 Ekiminde Rusya’da gerçekleşen proleter devrim bu tahmini doğrular. Gecikmeli bir kapitalist gelişme yaşayan Çarlık Rusya’sında üstüste yığılan çelişkiler o dönemde bu ülkeyi sistemin son derece zayıf bir halkası konumuna sürüklemiş ve emperyalist zincir bu zayıf halkadan kopmuştur. Günümüzde de özellikle çeşitli Latin Amerika ülkelerinin durumunda somutlandığı üzere, emperyalist sistemin zayıf halkaları iktisaden güçlü kapitalist ülkelere nazaran daha kırılgan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle de buralarda tüm siyasal ve toplumsal yaşamı altüst eden buhranların, devrimci durumların patlak verme olasılığı yüksektir. Fakat hasıl olabilecek devrimci durumlar, ancak proletaryanın devrimci bir önderliğe sahip olması koşuluyla muzaffer bir işçi devrimi ve işçi iktidarıyla taçlanabilir. Bu şaşmaz kural bir yana, sosyalizmin inşası ise tamamen ayrı bir konudur. Siyasi alanda vuku bulabilecek eşitsiz sıçramalar, iktisadi gerçeklerin dikeceği engelleri asla kendiliğinden ortadan kaldıramaz. İşçi sınıfını iktidara getirecek ve sosyalizmin inşasını bir ölçüde başlatacak proleter sosyalist devrimler çeşitli ülkelerde eşzamanlı olmayan biçimde patlak verebilirler. Fakat işçi iktidarının muhafazası ve sosyalist inşa yolunda yürünebilmesi kesinlikle devrimin sürekli kılınabilmesine bağlıdır. Bu bakımdan, işçi devrimi hangi ülkede gündeme gelirse gelsin aslında dünya devrimi zincirinin kopmaz bir halkasıdır. Böylece siyasal devrimin eşitsiz ve düzensiz niteliğiyle toplumsal devrimin bileşik karakteri, ileriye doğru hareketi belirleyen diyalektik bir bütün oluştururlar. Troçki’nin ifadesiyle, “Sosyalist devrimin eşzamanlı olmayan, eşitsiz ve düzensiz niteliği, kapitalizmin eşitsiz düzensiz gelişmesinden kaynaklanır; tek ülkede sosyalizmin inşasının sadece politik olarak değil fakat aynı zamanda ekonomik olarak da imkânsızlığı, çeşitli ülkelerin birbirlerine bağımlılıklarının aşırı gerginliğinden kaynaklanır.”2 Yine onun belirttiği gibi, “Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi, bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak bozar, fakat hiçbir durumda yok etmez.”3 Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası bir yandan uluslararası planda etkisini gösterirken, diğer yandan ulusal planda da hükmünü icra eder. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde bu özellik belirgin biçimde müşahede edilebilir. Ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerinin yanı sıra, aynı ulus içinde farklı alanlar ve farklı sektörler bakımından da eşitsizlik mevcuttur. Kapitalizm bir yandan küresel düzeyde bileşik bir iktisadi sistem oluştururken, diğer yandan eşitsizlik ilişkileri çeşitli düzeylerde yeniden üretilirler. Geri ülkeler ileri ülkelere yetişebilmek için onlardan bilim, teknoloji ithal etmeye, bazı alanlarda hamleler yapmaya çalışırlar. Bu nedenle aynı ulus-devlet içinde geleneksel köylü ekonomisiyle, modern sanayi üretimi; dün-
26
Günümüzde de özellikle çeşitli Latin Amerika ülkelerinin durumunda somutlandığı üzere, emperyalist sistemin zayıf halkaları iktisaden güçlü kapitalist ülkelere nazaran daha kırılgan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle de buralarda tüm siyasal ve toplumsal yaşamı altüst eden buhranların, devrimci durumların patlak verme olasılığı yüksektir. ya pazarına ihracat yapabilen atılımcı büyük ve ileri sanayi kuruluşlarıyla, geleneksel iç pazara yönelik üretim temelinde yapılanmış dağınık, görece geri ve tutucu imalat kesimleri bir arada var olurlar. Özetle, kapitalizm bir ülke sınırları içinde en geri biçimlerle en ileri tekniği bir araya getirerek son derece çelişkili yapılar üretebilir. Kapitalist üretim tarzının küreselleşmesi, tekelci kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesinde, büyük kapitalist tekellerin çeşitli ülkeleri karmaşık ve karşılıklı ilişkiler zinciri içine sokmasında somutlanır. Gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere yönelik sermaye hareketi, tekelci gelişimi birincilerden ikincilere taşır ve böylece kapitalizm ulaşılan en son aşamaya has özellikleriyle birlikte çevreye yayılır. Kapitalist gelişimin gecikmeli örneklerinde sıçramalı ilerleyişler kaydedilebilir, fakat bu durum çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaz. Görüleceği üzere, kapitalizmin global hareketi tam anlamıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu diyalektik bütünlüğü keyfi biçimde parçalayarak, iktisadi hareketin basitçe ve tek yönlü bir eşitsiz gelişme özelliği taşıdığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ne var ki, Marksizmi bir tür küçük-burjuva sosyalizmine indirgeme eğiliminde olan yazarlar tarafından bu tür iddialar yıllardır ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilebiliyor. Reformist ve küçük-burjuva sosyalist yaklaşımlar, emperyalist ülkeler karşısında az gelişmiş ülke halklarını destekler gözükmelerine karşın oportünist bir niteliğe sahiptirler. Unutulmasın ki sağlam politikalar ancak sağlam değerlendirmeler üzerinde yükselebilir. Kapitalist hareketin bileşik yönünü ısrarla gözardı edip yalnızca eşitsiz gelişmeden söz edenlerin siyasal meşrebi bellidir. Böylelerinin, üçüncü dünyacı diye bilinen sınırlı bir muhalif tutumu aşabildikleri görülmemiştir. Örnekse, bu siyasal kulvarda ün yapmış Samir Amin ve benzerlerinin görüşleri hatırlanabilir.
Eşitsizlik içinde eşitsizlik Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişim yasası temelinde hiyerarşik bir yapılanma yaratmıştır. Başında hegemon güç ABD’nin yer aldığı üst katmanın önde gelen emperyalist ülkeleri, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya, oluşturdukları çeşitli organizasyonlar4 dola-
Ağustos 2005 • sayı: 5
yımıyla dünya ekonomisinin gidişatı üzerinde söz sahibidirler. Bunlar kadar gelişmiş ve güçlü olmayan kapitalist ülkeler ise orta ve daha alt katmanlarda sırasıyla dizilirler. Bu yapılanma kimi ayrımlarda, “merkez” ve “çevre” ülkeler diye kabaca iki grupta da ifade edilmektedir. Çevre (periferi) olarak adlandırılan grubun içinde yer alan ülkelerin homojen durumda olmadıkları ve aralarında önemli gelişme farklılıkları bulunduğu unutulmamalıdır. Aslında siyasal ve iktisadi analizlerin esenliği için, orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerle az gelişmişlerin birbirinden ayırt edilmesi gereklidir. Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir. Türkiye bugün gelişmiş ülkeler listesinde yirmi birinci sırada yer almakta ve bölgesinde bir alt-emperyalist güç olmak için çırpınmaktadır. Troçki eşitsiz gelişme konusunda önemli bir hususa değinir ve farklı ülkelerin ve kıtaların tarihsel gelişimindeki eşitsizliğin kendi içinde de eşitsiz olduğunu açıklar. Örneğin Avrupa ülkelerinin birbirlerine göre eşitsiz geliştikleri bilinir. Ayrıca Avrupa ülkelerinden hiçbiri, Amerikanın Avrupa’nın önünde koştuğu gibi diğerlerinin önünde koşmaya muktedir olmamıştır. Kısacası, farklı bölgelerde etkili olan eşitsizlik ölçüsü de eşitsizdir. “Amerika için bir eşitsizlik ölçüsü vardır, Avrupa için bir başka.”5 Coğrafi ve tarihsel koşulların farklılığına bağlı olarak, çeşitli ülke ve bölgelerin bileşik gelişimi de farklı düzeylerdedir. Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası bir yandan uluslararası planda etkisini gösterirken, diğer yandan ulusal planda da hükmünü icra eder. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde bu özellik belirgin biçimde müşahede edilebilir. Ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerinin yanı sıra, aynı ulus içinde farklı alanlar ve farklı sektörler bakımından da eşitsizlik mevcuttur. Geri bir ülkenin gelişmesinin, tarihsel sürecin değişik evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açacağı aşikârdır. İktisaden geriden gelen ülkeler, ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarından yararlanabilirler. Kapitalizm insanlığın gelişmesini, kendi anarşik yasaları temelinde bile olsa evrensel düzeye çıkarmıştır. Bu nedenle geri bir ülke ileri ülkelerin çekim gücüyle harekete geçebilir ve ta-
marksist tutum
rihsel sıçramalar esnasında daha önce yaşanmış olan bir sıraya aynen uymak mecburiyetinde de değildir. Troçki, “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir– bir halka, bir dizi ara aşamayı atlayarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkânı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar” der.6 Ama ara aşamaların üzerinden atlama imkânı yalnızca bir olasılıktır, gerçekleşir ya da gerçekleşmez; ortaya çıkacak sonuç ilgili ülkenin iktisadi ve kültürel kapasitesine bağlıdır. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler diye ortak başlıklar altında toplasak bile, bu tür ülkelerin gelişme temposunda da büyük eşitsizlikler söz konusudur. İster “ulusal kalkınmacı” ister “emperyalizme bağımlı” bir çizgi izlenmiş olsun, aslında bir ülkede kapitalist gelişimin hızı o ülkenin sahip olduğu yapısal özellikleri ve tarihsel geçmişiyle yakından ilişkilidir. Örneğin sömürge statüsünden kurtulup ulus-devlet düzeyine yükselen bazı Afrika ülkelerinde kapitalizmin düşük gelişme hızı, yalnızca emperyalist ülkeler tarafından dayatılan dışsal bir özellik değildir. Bu ülkeler, kapitalist bir dünyada kabile düzeninden birdenbire ulus-devlet statüsüne yükselmenin sancılarını uzun süre çekmek zorunda kalmışlardır. Ulusal pazarın ve sanayiin gelişimi bakımından elverişli bir alt yapının bulunmadığı koşullarda ulus-devlet statüsünün kazanılması, bu nitelikteki hiçbir ülkeye kendiliğinden bir iktisadi sıçrama fırsatı sunmamıştır. Yakın zamanların tarihi, gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere doğru önemli bir sermaye hareketinin olabilmesi ve bu temelde iktisadi bir canlanma yaşanabilmesi için, kapitalist gelişmeye elverişli birtakım koşulların bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Örneğin Türkiye gibi, bazı Latin Amerika veya Güney Asya ülkeleri gibi önemli bir gelişme potansiyeli taşıyan kapitalist ülkelerde emperyalizm faktörüne rağmen iktisadi ilerleme sağlanmıştır. Ama Kıta Afrika’sında veya Hint alt-kıtasında olduğu üzere, kimi az gelişmiş bölge ve ülkelerde ise böyle bir gelişme kaydedilememiştir. Uzun yıllar boyunca yalnızca birer ucuz hammadde deposu konumunda tutulan veya doğal zenginlikler bakımından pek de şanslı olmayan geri kalmış ülkeler, küresel kapitalist gelişmeden henüz nasiplerini alamamışlardır. Küresel kapitalizmin ülkeler arasında var olan ve bazı durumlarda uçurumlar anlamına gelen gelişme farklılıklarını ortadan kaldırmadığı önemli bir hakikattir. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler günümüzde de her düzeyde yine eşitsiz tempolarda üretilerek devam etmektedir. Somut yaşamda cereyan eden tüm bu gelişmeler, kapitalist küreselleşmenin sanki dünyada eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir olguymuşçasına sunulmasının nasıl bir burjuva yalanı olduğunu gözler önüne seriyor. Küreselleşmenin nihayet her ülkeyi abad edeceği, hemen her yere tatmin edici bir iktisadi kalkınma fırsatı sunacağı ve hele sınıflar arasındaki eşitsizlik uçurumunu zamanla kapata-
27
marksist tutum
cağı iddiası koskocaman bir palavradır. Günümüz dünyası tam tersi yöne işaret ediyor. Kaldı ki, gezegenimizdeki sosyal ve iktisadi uçurumların büyümesinden endişeye kapılan kimi burjuva ideologlar bile artık bazı yakıcı gerçeklere değinmeden yapamıyorlar. Küreselleşmenin kendiliğinden gidişatı içinde pek çok Afrika ülkesi için bir umut ışığının görülemediği açıkça dile getiriliyor. Emperyalist sistemin üst düzey kuruluşlarından biri olan Dünya Bankasının bazı uzmanları, bu ülkelere yardım eli uzatılmadığı takdirde ortaya çıkacak devasa sorunlardan bahsediyorlar. Az gelişmiş ülkelerin borç yükünde hafifleme sağlamanın ve birikmiş borçların hiç değilse bir kısmının iptalinin, sistemi tehlikeli patlama olasılıklarından kurtarabileceğine dikkat çekiliyor. Kapitalist sistem bir yanda insanlığın geleceği açısından kıyamet alametleri sergilerken, diğer yanda ise sistemin uzak görüşlü temsilcileri kapitalist işleyiş içinde çözümlenebileceğini umdukları bazı sorunlara çözüm arama telâşı içinde görünüyorlar. Küresel yoksulluk nedeniyle uygarlığın tehdit altında olduğu ve yoksullukla mücadele edilmesi gerektiği yolundaki görüşler artık bizzat burjuva medya tarafından dile getirilmektedir. Kapitalist sistemin önde gelen temsilcileri, tam bir iki yüzlülükle, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanmasının, geri ülkelerde demokrasinin tesisinin veya çevreyi korumanın gezegenimizin en temel sorunları olduğunu belirtmektedirler. Bu sorunlarla mücadelede küresel işbirliğinin kaçınılmaz olduğu her fırsatta vurgulanmaktadır. Hatta Dünya Bankasının, Paul Wolfowitz’in başkanlığında (şu bildiğimiz ABD Savunma Bakan Yardımcısından bozma ve şahinler ekibinin önde gelenlerinden Wolfowitz!) küresel yoksulluk ile mücadeleye öncelik vereceği bile açıklanmıştır. Bu durumun yansımalarına Türkiye’de de tanık oluyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan, dünyanın önde gelen ekonomi ve siyaset uzmanlarının katıldığı Forum İstanbul 2005 toplantısında yaptığı konuşmada, küreselleşmenin insanı göz ardı ettiğini ve bu mantıkla, küreselleşen teröre karşı bir şey yapılamayacağını söylemiştir. Bu tür açıklamaların, Dünya Bankasının eski başkan yardımcılarından Kemal Derviş’in Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığına getirilmesi ile bağıntılı oluşu da ayrıca dikkat çekicidir. Emperyalist üst kuruluşlar bir yandan yoksul kitlelerin sırtından sopayı eksik etmezlerken, diğer yandan da bazı elemanlarını havuç sallayan “hayırsever papazlar” rolünde görevlendiriyorlar. Açlık ve susuzluk içinde kavrulup giden milyonlarca yoksul insanın yaşadığı Afrika ülkelerine daha fazla “yardım” talep edilmesinde veya yoksul ülkelerin (zaten ödeyemeyecekleri belli olan!) borçlarının iptali için “hayırsever” kampanyalar yürütülmesinde ilk bakışta kötü bir taraf yok gibi görünebilir. Fakat “yoksullara yardım” ya da “borçların ertelenmesi” gibi istemlerin bizzat burjuva zirve tarafından “sahiplenilmesi”, aslında kapitalist düzene
28
Ağustos 2005 • sayı: 5
dokunmayan yatıştırıcı talep ve kampanyaların gerçek siyasal içeriğini teşhir etmesi bakımından yeterince anlamlı ve düşündürücü olmalı. Burjuvazi devrimci yükselişleri engelleyebilmek için çeşitli siyasal taktiklere başvurmakta, sopayı da havucu da el altında tutmaktadır. Bir yandan faşizan uygulamalar yaygınlaştırılıyor. Diğer yandan, işçi sınıfının mücadele ve devrim perspektifini sulandırmak amacıyla burjuva düzeni sarsmayacak reformist yaklaşımlar empoze ediliyor.
Artı-değerin paylaşımında eşitsizlik Azalan kâr oranlarına karşın büyük tekellerin daha büyük miktarlarda kâr elde etme hırsının rekabeti kamçılayıcı bir faktör olduğu biliniyor. Ancak kârın oluşumu rekabetle açıklanamaz. Rekabet kendi başına kâr yaratmaz, yalnızca ortalama kâr oranının oluşumunu etkiler. Kârın kaynağı üretim sürecindeki artı-değer sömürüsünde yatar. Kapitalistlerin bir bölümünün diğerlerinden daha fazla kâr elde edebiliyor oluşu ise, işçi sınıfından sağılan artı-değerin paylaşımına ilişkin bir sorundur. Marx’ın dediği gibi, bu tür bölüşüm sorunları ne artı-değerin doğasını, ne de onun kapitalist birikimin kaynağını oluşturduğu gerçeğini değiştirir. Kapitalizmin emperyalist aşaması ve bu aşamada egemenlik kazanan tekelci gelişim, kapitalist işleyişin temel yasalarını değişikliğe uğratmamıştır. Yalnızca bunlara çok daha belirgin ve keskin nitelikler kazandırmıştır. Tekel ve rekabet birbirini dışlayan olgular değildir. Diyalektik hareketin niteliği gereğince birlikte hüküm icra ederler. Marx, “günümüzün ekonomik yaşamında yalnızca rekabeti, yalnızca tekeli bulmakla kalmıyoruz; bu ikisinin, bir formül değil ama bir hareket olan sentezini de buluyoruz” der ve devam eder: “Tekel rekabet üretiyor, rekabet tekel üretiyor. Ne var ki, bu denklem, burjuva iktisatçılarının sandığının tersine bugünkü durumun güçlüklerini ortadan kaldırmak şöyle dursun, daha güç ve daha karışık bir duruma yolaçar.”7 Büyük tekellerin ortaya çıkmasının, kapitalizmin daha önceki dönemlerinde irili ufaklı kapitalist işletmeler arasında yürüyen rekabet koşullarını etkilediği açıktır. Bu durum gündeme yeni tartışma konularını da getirmiştir. Tekelci güç ilişkilerine bağlı olarak ekstra bir tekel kârının ortaya çıkıp çıkmadığı tartışması buna örnektir. Tekelleşen Kapitalizmin emperyalist aşaması ve bu aşamada egemenlik kazanan tekelci gelişim, kapitalist işleyişin temel yasalarını değişikliğe uğratmamıştır. Yalnızca bunlara çok daha belirgin ve keskin nitelikler kazandırmıştır. Tekel ve rekabet birbirini dışlayan olgular değildir. Diyalektik hareketin niteliği gereğince birlikte hüküm icra ederler.
Ağustos 2005 • sayı: 5
kapitalizmde kârın kapitalistler arasında bölüşümünde kuşkusuz bir eşitlikten söz edilemez. Ayrıca tekelci koşullar işgücünün sermaye karşısındaki pazarlık gücünü zayıflatabilir ve bu dolayımla artı-değer oranında artışa da neden olabilir. Fakat son tahlilde tüm bu faktörler içinde olmak üzere belirli bir toplam artı-değer kitlesi elde edilir ve tekeller bunun dışında bir ekstra ya da süper kâr yaratmış olmazlar. Toplam sermaye tarafından çalıştırılan toplumsal emeğin üretkenliği kapitalist sınıfın tamamı için artı-değer ya da kâr miktarını verili kılarken, diğer yandan şu ya da bu alana yatırılan sermayenin değeri ve yatırıldığı alandaki emeğin özel üretkenlik düzeyi bu sermayeye isabet edecek kâr oranını belirleyecektir. Marx’ın deyişiyle bu husus, “kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet sözkonusu olduğunda birbirlerinin gözünün yaşına bakmadıkları halde, bütünüyle işçi sınıfı karşısında birbirine tutkun bir mason derneği kurmalarının nedenini, matematik bir kesinlikle kanıtlamış olur”.8 Tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde de rekabet mekanizması ortalama kâr oranının oluşumunda bir etken olma vasfını sürdürür. Piyasadaki rekabet, eşitsizlikleri eşitleme doğrultusunda genel bir eğilim yaratır. Ancak buna rağmen toplam kâr, sermaye grupları arasındaki güç dengesine göre eşitsiz dağılır. Daha güçlü olanlar yatırdıkları sermayeye oranla daha yüksek bir kâr oranı elde etmiş olurlar. İşte bu anlamda, yani zayıftan güçlüye aktarılan ve böylece ortalamanın üstüne çıkan bir tekel kârından söz edilebilir. Marx tekel kârı konusunda şunları söyler: “Ensonu, eğer artı-değerin ortalama kâr halinde eşitlenmesi, çeşitli üretim alanlarında, yapay ya da doğal tekeller şeklinde ve özellikle toprak mülkiyetinde tekel şeklinde engellerle karşılaşır ve bu tekel sonucu, üretim-fiyatı ve metaların değerinin üzerine yükselen bir tekel fiyatı oluşursa, metaların değeri tarafından konulan sınırlar böylece ortadan kalkmış olmaz. Belirli metaların tekel fiyatı, yalnızca, diğer meta üreticilerinin kârlarının bir kısmını, tekel fiyatına sahip metalara aktarmış olur. Artı-değerin çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımında dolaylı bir yerel dengesizlik ortaya çıkar, ama bu durum, bu artı-değerin sınırını değiştirmez.”9 Emperyalist kapitalizm sermayenin dolaşımına global bir nitelik kazandırmıştır. Nitekim sermaye baronları da, daha Bretton Woods anlaşmasından başlayarak günümüzdeki IMF ana sözleşmesine dek, ulus-devletlerin sermayenin serbest dolaşımı önüne çıkartabileceği engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeler peşinde koşmuşlardır. Gelişmiş ülkelerin sermaye sahipleri, ucuz emeğin olduğu ülkelere serbestçe nüfuz edip daha çok kâr elde edebilmenin yollarını yaratmışlardır. Fakat konu emeğin serbest dolaşımı olduğunda iş tamamen değişir. Bu kez ulus-devletlere bölünmüşlük olgusu da, göçmen işçilerin serbest geçişini yasaklayan veya frenleyen ulusal sınırlar da, yaşa-
marksist tutum
yan gerçekler olarak karşımıza çıkarlar. Hatta dünya genelindeki olumsuz durum bir yana, AB içinde bile emeğin serbest dolaşım hakkı, üye ülkelerin gelişmişlik düzeyine koşut biçimde tanınmakta ve sonuçta şu ya da bu şekilde sınırlanmaktadır. Kapitalizm sermayeye büyük bir hareket serbestisi kazandırırken, emeğin serbest dolaşımı önüne gerçekten de sayısız engeller diker. Kapitalizm altında ilerleyen küreselleşmenin sağladığı bazı yararlar, emek ve sermaye cephesine hiç de eşit biçimde dağılmamaktadır. Kapitalist gelişme sermaye dolaşımına ve üretim sürecine kaçınılmaz olarak uluslararası bir karakter kazandırır ve ülkeler arası çok yönlü ilişkileri geliştirirken, işçi sınıfı hareketine ve onun örgütlerine asla kendiliğinden bir ilerleme vaat etmez. Tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde de rekabet mekanizması ortalama kâr oranının oluşumunda bir etken olma vasfını sürdürür. Piyasadaki rekabet, eşitsizlikleri eşitleme doğrultusunda genel bir eğilim yaratır. Ancak buna rağmen toplam kâr, sermaye grupları arasındaki güç dengesine göre eşitsiz dağılır. Daha güçlü olanlar yatırdıkları sermayeye oranla daha yüksek bir kâr oranı elde etmiş olurlar. İşine gelmediği noktalarda göçmen işçi akınını insafsız yöntemlerle durdurmaktan çekinmeyen sermaye, ucuz emeğin kendisine sağlayacağı yararı da bizzat kendi akışkanlığı temelinde değerlendirmek istemektedir. Büyük tekeller tüm dünyayı kendi “çiftlikleri” haline getirerek, dilediklerinde üretimlerini ücretlerin alabildiğine düşük olduğu bölgelere kaydırıyorlar. Çeşitli ülkelerdeki kapitalist üretim süreci ulusal niteliğini yitirip evrenselin bir parçası haline gelmekte ve işgücü sömürüsü de böylece küreselleşmektedir. İşçi sınıfı açısından patronun uyruğu hiçbir önem taşımamaktadır. Kapitalist üretim süreci, dünya işçilerinin küresel ölçekte yarattığı toplam artı-değerden çeşitli ülkeler burjuvalarının güçleri oranında pay aldıkları bir süreç niteliği kazanmıştır. Ne var ki kapitalizmin küreselleşmesi ulus-devletlerin varlığından türeyen bölünmüşlüğü, ulusal rekabet ve çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. Büyük sermaye dolaşımının globalleşmesi farklı ulus-devletlerdeki üretim süreçlerini giderek birbiriyle daha ilişkili hale getirmiştir, fakat bu nedenle diyelim ABD ekonomisiyle Alman ekonomisi çatışmasız tek bir ekonomik formasyona dönüşmemiştir. Hatta daha çarpıcı bir örnek olması bakımından, AB’nin içine sürüklendiği son kriz ve bizzat AB ülkeleri arasında ortadan kalkmayan rekabet ve sürtüşmeler hatırlanabilir. Ayrıca küreselleşen kapitalizme rağmen, mer-
29
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
kezde yer alan emperyalist ülkelerle periferideki daha az güçlü kapitalist ülkeler arasındaki değişim ilişkileri eşitsizlik temelinde yol almaya devam etmektedir. Gelişme dereceleri farklı olan kapitalist ülkeler arasındaki değişime egemen olan yasa, eşit olmayan değerlerin değişimidir. Daha iyi durumdaki ülke bu değişimde daha az emeğe karşılık daha fazla emek elde etmiş olacaktır. Aradaki farkın, emek ile sermaye arasındaki her değişmede olduğu gibi, belli bir sınıf tarafından cebe indirileceğini belirtir Marx.10 Yani burada söz konusu olan bir “ulusal sömürü” değil, sınıfsal sömürüdür. Eşitsiz değişim ilişkileri nedeniyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı, az gelişmiş ülkeler işçi sınıfını sömürmüş olmamaktadır. Değer transferi, dünyanın neresinde olursa olsun esasen burjuvazinin hesabına geçmektedir. Dünya pazarında büyük bir güce ve kontrol olanağına sahip olan tekelci büyük sermaye gruplarıyla daha az güçlüler arasındaki eşitsizlik ilişkileri yalnızca global ölçekte değil, ulusal ölçekte de üretilirler. Böylece gerek ülke içinde gerek evrensel düzeyde, nispeten küçük işletmelerden büyük tekellere doğru bir artı-değer transferi gerçekleşir. Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkilerinden kaynaklanan ekstra tekel kârına el koymak yalnızca emperyalist ülkelerdeki büyük sermayenin değil, en ulusalcısından en kozmopolitine dek tüm büyük tekellerin başlıca marifetlerinden biridir.
kelci burjuva kesimlerle diğer burjuva kesimler arasındaki eşitsiz artı-değer paylaşımı, işçi sınıfının bunların ortak sömürüsü altında olduğu gerçeğini değiştirmiyorsa, küresel ölçekte de durum budur. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değere yalnızca yabancı patronlar değil, öz be öz yerli patronlar hem de seve seve el koyuyorlar! Kapitalist sömürü sınıfsal bir sorundur, ulusal değil. Ülkeler değil, işçi sınıfı sömürülüyor. Proletaryanın “ulusal çıkarları savunma” veya “yurtseverlik” adına kendi bağımsız mücadele çizgisini savunmaktan geri durmaması için, bu gerçeklerin sınıfa öncelikle kavratılması gerekiyor. Bu noktada yanlışta ayak direyen ulusalcı küçük-burjuva siyasetler ise, “devrimciliği”, burjuvazinin iç çelişkileri üzerine inşa etmek gibi bilinç bulandırıcı ve uğursuz bir işlev görmeye devam ediyorlar. Oysa kapitalizm insanların vatan diye sahiplendiği toprağı, yerlerini, yurtlarını, onların elinden alıp çoktan burjuvazinin çek defterlerine, kasalarına tahvil etmiş bulunuyor. Komünist Manifesto’dan itibaren vurgulandığı gibi, olmayan bir şeyi işçilerin elinden alamazsınız, “işçilerin vatanı yoktur”! Ancak işçi devrimi ve işçi demokrasisi sayesinde dünyanın her karış toprağı, emeğiyle yaşamını üreten tüm insanlığın barış ve mutluluk içinde paylaştığı bir yere dönüşecektir.
Kapitalizm insanların vatan diye sahiplendiği toprağı, yerlerini, yurtlarını, onların elinden alıp çoktan burjuvazinin çek defterlerine, kasalarına tahvil etmiş bulunuyor. Komünist Manifesto’dan itibaren vurgulandığı gibi, olmayan bir şeyi işçilerin elinden alamazsınız, “işçilerin vatanı yoktur”!
(Devam edecek)
Bu durumun bir sonucu olarak güçlü tekeller işçi sınıfı karşısında diğerlerine oranla çok daha yüksek bir pazarlık gücüne ulaşmakta ve işlerine geldiği takdirde görece iyi bir ücret politikası da izleyebilmektedirler. Çeşitli düzeyde tartışmalara konu olan ve bir zamanlar Lenin’in de açıkladığı üzere işçi aristokrasisinin kaynağı olarak gösterilen tekel kârları yalnızca emperyalist ülkelere has bir olgu değildir. Bu durum tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı içinde gelir düzeyi farklılıklarına yol açmakta ve ayrıcalıklı kesimler yaratmaktadır. Fakat bu ve benzeri eşitsizlikler kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz iktisadi sonuçlarıdır. Komünistler açısından hüner, işçiler arasında var olan nesnel farklılıklara rağmen sınıfı bölmeyip birleştirecek bir devrimci örgütlülüğü enternasyonal düzeyde inşa edebilmektir. Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkileri burjuvazinin iç sorunudur. Nasıl ki bir ülke sınırları içinde te-
30
www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
——————————————————— 1 Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.23 2
Troçki, age, s.49 Troçki, age, s.24 4 Gelişmiş yedi büyük ülkenin oluşturduğu ve 1998’de Rusya’nın da katılımıyla artık G-8’ler diye anılan platform bunun somut örneğidir. 3
5
Troçki, age, s.19 Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Yazın Yay., c.1, Ekim 1998, s.15 7 Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., s.37 8 Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., s.177 9 Marx, Kapital, c.3, s.755 10 Marx, age, s.212 6
Emperyalist Savaşın ve Toplumsal Çelişkilerin Kıskacındaki Ülke: İran Utku Kızılok İran emperyalist hegemonya savaşının ve toplumsal çelişkilerin kıskacına girmiş bulunuyor. İran burjuvazisi, içerideki devrimci yükselişi durdurmak amacıyla ABD emperyalizminin üzerine gelmesini kullanmaktan ve milliyetçiliği yükselterek, baskıları arttırmaktan geri durmayacaktır. İşçi sınıfı, ABD emperyalizminin saldırısını bahane ederek devrimci yükselişi ezmeye kalkan İran burjuvazisine gereken cevabı verecek uyanıklıkta olmalıdır. Ama tarihsel deneyim bunun ancak devrimci bir önderliğin varlığı durumunda sağlanabileceğini çok açık biçimde gözlerimizin önüne seriyor.
İ
ran’daki şeriat devleti bugün 26 yaşında. Uygulanan tüm baskıya rağmen toplumsal çelişkiler keskinleşiyor İran’da; birçok şehirde grevler ve direnişler oluyor. Tüm baskılara ve açık şiddete karşın işçiler, kadınlar ve gençler mevcut rejime karşı mücadeleye girişmekten geri durmuyorlar. Kitleler şeriat rejiminden bıkmış durumdalar. İşsizlik, açlık, yoksulluk katlanılmaz hale geliyor; toplumsal çürüme yayılıyor. Varoşlarda yaşayan kent yoksulu emekçiler çaresizlik içinde kıvranıyorlar. 68 milyon nüfuslu İran’da yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı nüfusun %40’ını geçerken, işsizlik %20’nin üzerinde. İşsizlik gençler arasında hızla yaygınlaşıyor. Diğer taraftan kitleler en sıradan burjuva demokratik haklardan bile mahrum bırakılıyor; kitle eğlencesine dönüştürülen idamlarla emekçi yığınlar açık şiddetle, terörle terbiye edilmeye çalışılıyor. Emperyalist hegemonya savaşının kıskacına alınan İran, alt-emperyalist bir ülke olmaya çalışan, bölgesel güç olma peşinde koşan bir ülke. Bu durum çelişkili gibi gözükebilir; oysa emperyalist-kapitalist düzeni ne kadar da güzel özetlemektedir. Ancak unutmamak gerekiyor ki, her ülke kendi iktisadi ve siyasi/askeri gücü oranında etkili olabilir. Emperyalist hiyerarşinin orta basamaklarında bulunmasına rağmen kendi bölgesinde bir etkinlik kurma gayretindeki ülkeler, bu çabalarını, tüm dünyayı ve en başta da emperyalist metropollerin tümünü karşılarına alarak değil, çatışma halindeki emperyalist gruplardan bi-
31
marksist tutum
rine sırtını yaslayarak sonuca ulaştırabilirler ancak. Örnek verecek olursak, Türkiye ve İran gibi ülkeler kendi bölgelerinde etkili bir rolü, ancak emperyalist metropollerden ya da emperyalist ittifaklardan birinin yanında yer alarak, onun koruyuculuğunu kazanarak oynayabilirler. Kendi başına hareket etmeye ve büyük kapitalist güçlerin göz diktiği nüfuz alanlarına müdahale etmeye kalktıklarında emperyalistlerden zılgıtı yemekle kalmazlar, onların gazabına da uğrarlar. İran, kapitalist bir ülke olarak, petrol ve doğalgaz zenginliğinin avantajlarını kullanarak bölgedeki ülkelere taşmaya, onların üzerinde nüfuz kurarak bölgesel bir güç olmaya çalışıyor. İşçi sınıfını şeriat rejimi ile baskı altına alarak korkunç bir sömürü gerçekleştiren İran burjuvazisi, çoktan beri kabına sığmıyor. İran tekelci burjuvazisi geldiği aşama itibarıyla hem uluslararası sermayeyle entegrasyonu daha fazla derinleştirmek, uluslararası pazarlara daha fazla açılmak istiyor, hem de bölgesel düzeyde siyasi/askeri etkisini güçlendirmeye çalışıyor. Bugün ulaştığı iktisadi ve siyasi/askeri düzey dolayısıyla, bölgesel bir güç olma hülyalarına nesnel bir zemin buluyor. Yürüyen emperyalist hegemonya savaşının baş aktörü ABD, çoktandır İran’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. 11 Eylül’ü müteakiben ABD emperyalizmi, emperyalist savaşını haklı ve meşru göstermek maksadıyla İran, Suriye ve Kuzey Kore’yi “şer mihveri” olarak adlandırmıştı. Nitekim İran’a karşı başlatılan kampanya bu senenin ilk yarısında hız kazandı. ABD iki yıl önce Irak üzerinde tezgâhlanan oyunu bu kez de nükleer silah ürettiği bahanesiyle İran üzerinde oynamaya başladı. Aynı günlerde İran ile Suriye ABD’ye karşı ortak cephe kurduklarını açıkladırlar. Fakat Almanya ve Fransa ABD’nin tepkilerini yumuşatmaya girişerek, konuyu diplomasi alanında çözmeyi üzerlerine aldılar. İran’ın nükleer silah üretmesini dondurma görüşmeleri başlatılırken, ABD, savaşa meşru bir zemin sağlamak amacıyla konuyu BM platformuna taşıdı. Esasında tüm bu süreç, bir taraftan emperyalistlerin kendi aralarında kozlarını paylaştığı, fakat öte taraftan da savaşın hazırlığının yapıldığı bir süreç olarak işlemektedir. Almanya ve Fransa yine ABD’nin karşısında tutunmaya, onu kendi nüfuz alanlarına girmemesi için engellemeye çalışıyorlar. Yaşanacak muhtemel bir savaş kuşkusuz ki Irak savaşından çok daha büyük ve yıkıcı olacaktır. Sadece bu kadar değil, savaşın yankıları ve niteliği emperyalist hegemonya kavgasının düzeyini de değiştirecektir.
Ağustos 2005 • sayı: 5
Irak’tan Paris’e geçmiş ve emperyalist ülkelerin istihbarat örgütleri ile görüşmeler yapmıştı. O günlerde Şah, “benim arkamdan oyun oynuyorlar” derken, Amerika Dışişleri Bakanı Vance ise şunu söylüyordu: “Yeni rejim ister monarşi, ister İslâm cumhuriyeti olsun, bizim için ikisi de bir.” ABD emperyalizminin öncülüğünü yaptığı emperyalist kampın amacı başlayan devrimin bir işçi devrimiyle sonuçlanmamasıydı; zira İran’da yaşanacak muzaffer bir proleter devrim o günün tüm siyasi dengelerini sarsmakla kalmayacak, devrim, işçi sınıfının ayağa kalktığı Türkiye gibi ülkelere sıçrayarak genişleyecekti. Emperyalistler İran’da işçi sınıfını ezecek ve halk devrimini durduracak olan Humeyni’nin önünü açtılar; çünkü onlar için önemli olan İran’da da kapitalist düzenin bekasıydı. Kendi siyasal hareketlerini “İslam devrimi” olarak adlandıran mollalar, İran’daki halk devrimi sürecinde daha baştan hegemonyayı ele geçirmiş olsalar da, siyasal iktidarı diğer güçlerle paylaşmaktaydılar. Ama daha sonra diğer güçleri tasfiye edip, iktidarı tamamen ele geçirmeleriyle birlikte halk devriminin daha ileriye gidişini durdurmuş oldular. Humeyni ekibi, İran halk devriminin ilerleme olasılığı karşısında ehven-i şer görülüp emperyalist güçlerce desteklenmiş olsa da, iktidar tekelini kurduktan sonra emperyalistlerin İran’daki çıkarlarını baltalayan uy-
Muhtemel savaşın arka planı 1979’da Şah rejimi devrilmiş ve iktidar Humeyni önderliğindeki mollaların eline geçmişti. Daha Şah devrilmeden ve henüz Humeyni İran’a gelmeden ABD ile pazarlıklar yapıldığı, ABD’nin eski müttefiki Şah’ı gözden Mollalar iktidarı tamamen ele geçirerek, 1979 halk çıkardığı biliniyor. Nitekim Humeyni sürgünde olduğu devriminin daha da ileriye gitmesine engel oldular.
32
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Yürüyen emperyalist hegemonya savaşının baş aktörü ABD, çoktandır İran’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. ABD iki yıl önce Irak üzerinde tezgâhlanan oyunu bu kez de nükleer silah ürettiği bahanesiyle İran üzerinde oynamaya başladı. gulamalara girişmişti. Böylece ABD ile mollaların arası açılacaktı. Mollaların örgütlediği “Devrim Muhafızları” ABD elçiliğini işgal ederek içerdekileri rehin aldılar. ABD, havadan bir operasyonla rehineleri kurtarmaya giriştiyse de başarılı olamadı. Daha sonraki günlerde ABD, İran’a ambargo uygulamaya başladı ve iki ülke arasındaki tüm ilişkiler koptu. ABD’nin esas hedefi İran’ı tecrit etmek ve mollaların etkisini kırmaktı. Bu amaçla şimdi işgal ettiği Irak’ın eski diktatörü Saddam Hüseyin’i askeri olarak desteklemiş ve İran’ın üzerine salmıştı. Ancak Irak’ın İran’a savaş açması Humeyni önderliğindeki rejimi pekiştirmekten başka bir işe yaramadı. ABD soğuk savaş sürecinde SSCB’nin yanı başındaki İran’da siyasi nüfuzunu kaybetmişti. SSCB’nin çökmesiyle İran, açılan yeni pazarlar ve yatırım alanları üzerinde nüfuz sahibi olmak üzere harekete geçti. İki kutuplu dünyanın ortadan kalktığı bir konjonktürde, o güne kadar ABD’nin arkasına sıralanmış Avrupalı emperyalist ülkeler de artık sahneye inmişlerdi. ABD emperyalizmi tek küresel güç olduğunu kanıtlamak amacıyla I. Körfez savaşını başlattı ve yeni rakiplerine gözdağı vermeye başladı. Ancak doğada her şey hareket halinde olduğu gibi kapitalist düzende de hiçbir şey durağan değildir. Avrupalı emperyalistler Ortadoğu ve Kafkasya’ya açılmaya başladılar. Yine bu süreçte İran, bir taraftan Almanya ve Fransa ile ilişkilerini derinleştirirken, diğer taraftan da Rusya ile yakınlaşmaya, Hindistan ve Çin ile ilişkiye geçmeye başlamıştı. Şu anda ABD bölgeye müdahale edecek koşulları oluşturma derdindedir. Hedefteki İran, petrol rezervleri açısından Suudi Arabistan’dan, doğal gaz rezervleri açısından ise Rusya’dan sonra ikinci sırada yer alıyor. İspatlanmış petrol rezervleri 12,3 milyar tondur, muhtemel petrol rezervleri ise 20 milyar ton civarındadır. İran petrollerinin müşterisi Fransa, İtalya, İspanya Almanya ve son zamanlarda Çin’dir. İran sadece zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olması bakımından değil, petrol ve doğalgaz boru hatlarının olası geçiş bölgesi üzerinde olması bakımından da stratejik bir ülke. Örneğin Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan petrollerinin Batı’ya taşınması bakımından en kârlı olan yolun İran olduğu
söylenmektedir. Basra Körfezinin büyük bir bölümü İranın kıyısıdır; söz konusu ülke petrolleri doğrudan İran üzerinden Basra Denizine indirilerek Batı’ya taşınabilir. Görüldüğü üzere, ABD’nin İran ilgisinin gerçek nedeni bellidir. Elbette ki ABD, göz diktiği petrol sahibi bir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını arzulamaz. Zira İran’ın nükleer veya biyolojik silahlara sahip olması demek, ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’da Rusyadan sonra ikinci bir güçle daha rekabet etmesi, hareket alanının sınırlanması anlamına gelir. İran çoktan beri bir silahlanma içerisindedir. Rusya ve Çin, İran’a bu konuda bir hayli yardımcı olmaktalar ve çok önemli silah anlaşmaları imza altına alınmış bulunuyor. Rusya İran’a nükleer silah üretecek malzemeleri satmakla kalmıyor, başka silahlar da satıyor. Çin ile İran arasında geçen aylarda yapılan bir anlaşma oldukça geniş kapsamlıdır ve uzun yıllara yayılmaktadır. Çin, günde 2,4 milyon varil ham petrol ithal ediyor ve bunun %15’i İran’dan geliyor. Yapılan anlaşmayla 25 yıl süresince Çin İran’dan petrol alımını artıracak ve yılda 10 milyon metreküp sıvılaştırılmış doğalgaz alacak. Buna mukabil, Çin petrol şirketleri İran’a yatırım yapacak, petrol arayacak vs. Varılan anlaşmanın mali boyutlarının 100 milyar dolar olduğu söyleniyor ve önümüzdeki yıllarda bunun 200 milyar dolara çıkacağı öngörülüyor. Bu, devasa büyüklükte bir anlaşmadır; İran ile Çin, emperyalist hegemonya savaşında aynı kamp içinde bir araya gelmelerinin zeminini döşemiş bulunuyorlar. Çin, aynı zamanda Rusya, Kazakistan ve Hindistan’ı kapsayan Şanghay beşlisine dahildir. İşte ABD, hem başka bir nükleer rakip gücün ortaya çıkmasını istemiyor, hem de e-
33
marksist tutum
Mollalar sadece din adamı değildir; burjuvazinin bir kesimiyle, özellikle “Bazaari” burjuvazisiyle iç içe geçmiştirler
nerji kaynaklarını diğer nüfuz alanları ile birlikte kendi hegemonyası altında güvenceye kavuşturmak istiyor. ABDnin özlemi bölgede kendisine eşlik edecek bir İran’dır. Ancak bunun olma olasılığı yine emperyalist savaşın gidişatına ve yaşanacak gelişmelere bağlıdır.
Sınıf mücadelesinin gölgesinde İran burjuvazisi, 1979 devriminin bir proletarya devrimine dönüşmemesi için iktidar kapılarını tarihsel açıdan karşı-devrimci bir nitelik taşıyan mollalara açmış, onlarla uzlaşmıştı. Gerçekte din adamları takımı da sadece din adamı değildi; mollalar burjuvazinin bir kesimiyle, özellikle Bazaari burjuvazisiyle iç içe geçmişti. Camileri örgütlenme üssü olarak kullanan mollalar, Bazaari burjuvazisinin sözcüsü idiler ve şehir esnafını da peşlerine takmışlardı. İktidarı ele geçiren mollalar takımı bir taraftan devleti kendi bürokrat kadrolarıyla yeniden örgütlerken, diğer taraftan da devletin tüm olanaklarını kendi burjuva kesimlerine sonuna kadar açtılar. Kurulan Humeyni rejimi kendi burjuvalarını yaratmaya başladı. Ve İran’da kapitalist düzen belirli bir süre bu kendine özgü yollarda gelişimini sürdürdü. Bugün İran burjuvazisinin ulaştığı sermaye birikimi ve tekelleşme, onu ulusal ve uluslararası düzeyde yeni bir noktaya getirmektedir. Ulusal ölçekte bir doyuma ulaşan ve hareket alanı daralan tekelci İran burjuvazisi, uluslararası piyasalara açılmak, küresel piyasalarda rekabet etmek istemektedir. Fakat İran’daki verili durum ve molla rejiminin bugüne kadar burjuvazi açısından yararlı uygula-
34
Ağustos 2005 • sayı: 5
maları, günümüzde sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Burjuvazinin yaşadığı sıkıntı esasında “yapısal dönüşümlerin” hayata geçirilmesi noktasında başlıyor. Burjuva siyaset arenasında son yıllarda gözlenmekte olan ayrışma da bu sıkışıklığın bir dayatması. Bir tarafta reformcular denen kesim var, öte yanda devlet mekanizmalarını tepeden tırnağa kontrol eden muhafazakâr kesim. Uluslararası sermayeyle entegrasyonu derinleştirmek için reformcu kanat bir an önce yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini, devlet mekanizmasının üzerindeki molla egemenliğinin kalkmasını ve devletin sermayenin yeni ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde reorganize edilmesini istemektedir. Muhafazakâr kanat ise kontrollü bir geçişi savunuyor. Onlara göre yapısal dönüşümler zamana yayılmalı ve tepeden kontrol edilmelidir. Bunların siyasi ve iktisadi çıkarları mevcut devlet aygıtıyla çok daha doğrudan özdeşleşmiş olduğu için, hızlı bir değişim sürecinden kayıpları çok daha fazla olacaktır. Bu sebeplerden ötürü, rejimin burjuva anlamda bile olsa demokratik çerçevesinin genişlemesiyle, onlarca yıldır baskılanan, boyunduruk altına alınarak ezilen işçi-emekçi yığınların, ezilen ulusların, kısmi özgürlükleri sonuna kadar kullanmalarından daha fazla çekiniyorlar. Hangi kanat üstün gelirse gelsin, rejimle emekçi halk kesimleri arasındaki çelişkiler ortadan kalkmayacaktır. Eğer burjuvazi “yapısal dönüşümler”i gerçek anlamda hayata geçiremezse, dünya piyasalarıyla entegrasyonu derinleştiremeyeceği gibi, ulusal düzeye sıkışıp kalacağından ötürü bölgesel bir güç olma hayallerini de sürdüremez. Öte yandan, baskı ve şiddeti sürdürmeye devam ederse, yıllardır baskı ve zorbalıktan, şeriat uygulamalarından bıkmış yığınlar, molla rejimine karşı daha şiddetli patlamalarla ayaklanabilirler.
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Seçimlerin beklenmedik sonuçları İşte geçtiğimiz Haziran ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine böyle bir ortamda gidildi. Binin üzerinde aday, mollaların denetimindeki Anayasayı Koruyucular Konseyi (AKK) tarafından gözden geçirilmiş ve bu Konseyin keyfi bir şekilde icazet verdiği, rejim için uygun gördüğü 7 aday seçimlere katılmıştır. Koruyucular Konseyinin izin verdiklerinin dışında hiçbir aday seçime girememiş, propaganda özgürlüğü olmamış, işçi-emekçi yığınlar kendi adaylarını çıkartarak kendi istemlerini dile getirememişlerdir. Yine hiçbir devrimci adayın çıkmasına izin verilmemiştir, kadınların seçimlere katılmasının önü bir kez daha kesilmiştir. Böylesine bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir rejimde özgür seçimlerden söz etmek bir yalandan başka bir şey değildir. Bu seçimlerin sonucu esasında daha baştan belli idi; zira tüm adaylar düzen koruyucu güçlerce seçilmişti. Fakat şeriat rejiminden bıkmış işçi-emekçi kitlelerin, gençlerin ve kadınların bu adaylardan hangilerine yöneleceği de önemliydi. Her ne kadar adaylar birbirlerinden özde farklı değil idiyse de, kitlelerin özlemleri ve istekleri farklıydı. Kitleler oylarıyla, hangi adayı seçtiklerden çok, tüm adayları da aşıp geçen genel eğilimlerini ortaya koyacaklardı, ve koydular da. Seçimler, tüm beklentileri tepe taklak etti; yıllar sonra ilk kez seçimler ikinci tura kaldı. Rafsancani ilk turun birincisi olurken, hiç de hesaba katılmayan Tahran Belediye Başkanı Mahmut Ahmedinecad ikinci sıraya yerleşmişti. Seçimlerin ikinci tura kalması, gerçekte diplerde, kitleler düzeyinde yaşanan hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. İşçiemekçi yığınlar, gençler ve kadınlar sistemden rahatsız olduklarını, çıkış yolunu ise bilmediklerini, kararsızlıklarıyla, kime oy vereceklerini bilmemekle ortaya koymuş oldular. Yoksulların temsilcisi olduğunu söyleyen Mahmut Ahmedinecad ikinci turda seçimleri Rafsancani’ye göre açık arayla kazandı. Bunun sebebi reformcu geçinenlerin emekçilerde yarattığı hayal kırıklığı idi. 1997’de Hatemi önderliğinde üst üste seçimleri kazanan reformcular her seferinde mollaların barikatına çarpmış ve yapısal dönüşümler için tek bir somut adım dahi atamamışlardı. Emekçi kitleleri peşine takmak amacıyla özgürlük vaat eden reformcular, gelişen kitle hareketine önderlik etmedikleri gibi, mollalarla birlikte yığınların alttan kabaran devrimci eylemini bastırmaya girişmişlerdir. Esasında yaşananlar Marksistler için bir sürpriz içermiyor. Burjuvazi, harekete geçen kitlelerden kendi amaçları için yararlanmak üzere bazı tavizler verdiğinde, açılan yoldan yığınların kapitalist düzeni de önüne katarak akıp gidebileceğini kendi tarihinden bilmektedir. Bundan dolayı reformcular muhafazakârlar ile
aynı cephe içinde kalmaya devam etmişlerdir. Kendi devrimci öncü gücüne sahip olmayan emekçiler ise çoktan beri reformculardan umudunu kesmiş bulunmaktadır, son seçimler bunun kanıtıdır. Emekçi yığınların İran İslam rejimini özetlemesi bakımından yükselttikleri bir başka slogan ise “bir şah gitti bin molla geldi” biçimindedir. İran burjuvazisi içinde yer alan Rafsancani, 1979 devriminde Humeyni’den sonra ikinci adam pozisyonundaydı. Seçimleri kazanan Mahmut Ahmedinecad da Rafsancani’den farklı birisi değildir. 1979 devriminde “Devrim Muhafızları”nın liderlerindendi. Yani “bin molla”dan biridir o da. Aslında Ahmedinecad da dahil tüm adaylar serbest piyasadan, özelleştirmeden, dışa açılmadan yana olduklarını açıklamışlardır. Ahmedinecad seçildikten sonra Avrupa ile entegrasyona hız vereceğini, nükleer silah programına devam edeceğini ve özelleştirmeye karşı olmadığını açıklayarak burjuvazinin programını uygulayacağını ortaya koymuştur. Önümüzdeki süreçte hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı Ahmedinecad’dan beklenti içinde olacaktır. Beklentiler yerine gelmediğinde ise, hayal kırıklığına uğrayan emekçi kitlelerin rejime olan öfkesi daha da artacaktır. Bugün İran emperyalist hegemonya savaşının ve toplumsal çelişkilerin kıskacına girmiş bulunuyor. İran burjuvazisi, içerideki devrimci yükselişi durdurmak amacıyla ABD emperyalizminin üzerine gelmesini kullanmaktan ve milliyetçiliği yükselterek, baskıları arttırmaktan geri durmayacaktır. İşçi sınıfı, ABD emperyalizminin saldırısını bahane ederek devrimci yükselişi ezmeye kalkan İran burjuvazisine gereken cevabı verecek uyanıklıkta olmalıdır. Ama tarihsel deneyim bunun ancak devrimci bir önderliğin varlığı durumunda sağlanabileceğini çok açık biçimde gözlerimizin önüne seriyor.
35
Troçki: Bolşevizm Geleneğinin Son Büyük Halkası Özgür Doğan
20
Ağustos 1940’da, Meksika’da sürgünde yaşayan bir Bolşevik, Stalinist bürokrasinin bir ajanının hunharca suikastının kurbanı oldu. Ertesi gün 21 Ağustos 1940’da akşam saat 7:25’te son nefesini verdi. Katil elindeki buz baltasıyla vurduğu darbeden hemen sonra kurbanının sessizce yere yığılacağını ve kendisinin de hiç kimsenin haberi olmadan odadan çıkıp gideceğini hesaplıyordu. Nitekim evin dışındaki sokağın köşesinde, katilin annesi ve annesinin sevgilisi olan operasyondan sorumlu bir GPU (Sovyet istihbarat örgütü, daha sonra KGB adını alacaktı) ajanı bir araba içinde kendisini bekliyordu. Ne var ki, katil hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Buz baltasının darbesiyle kafatasında derin bir yarık açılmış ve beyni büyük hasar görmüş kurban “korkunç ve kulakları yırtan” bir çığlık atarak ayağa fırlamış, çalışma masasının üzerindeki nesneleri katile fırlatmaya başlamıştı. Ardından kendisi de katilin üzerine atılarak onunla boğuşmaya başladı. … Ekim Devriminin mimarı olan Bolşevik kuşağın son temsilcisi, Troçki, Stalinist bürokrasiye karşı proleter dünya devrimi mücadelesine adadığı hayatının son kavgasını veriyordu. Hastanede ameliyata hazırlanırken konuşma yeteneğini giderek kaybetmekte olan Troçki, yanı başında duran sekreteri Hansen’e, kısık bir ses ve zorlukla anlaşılabilen kelimelerle son mesajını dikte ettirdi: “Siyasi bir katilin darbesi yüzünden ölüme yaklaşmış bulunuyorum … odamda bana vurdu. Onunla mücadele ettim … biz … girdik. Fransız istatistiklerini konuştuk… bana vurdu. Lütfen dostlarımıza söyle… Dördüncü Enternasyonal’in … zaferinden … eminim … ileri!” 22 Ağustos günü düzenlenen cenaze töreninden sonra 5 gün içinde milyonlarca insan Troçki’nin naaşının önünden geçmişti. Troçki’nin Amerikalı yoldaşları ölüyü ABD’ye götürmek istemişler, ancak ABD Dışişleri Troçki’nin ölüsüne bile vize vermeyi reddetmişti. Bunu anlamak zor değil. Üç yıl sonra, 10 Haziran 1943’te, Stalin önderliğindeki Sovyet bürokrasisinin Almanya’ya karşı ABD ile kurdukları ittifakı pekiştirmek üzere Komünist Enternasyonal’in
36
Ağustos 2005 • sayı: 5
kapısına kilit vurarak emperyalist burjuvaziye jest yapmasından hemen önce, ABD Başkan yardımcısı Henry Wallace’ın ağzından dökülen şu sözler, hem dünya devriminden hem de yaşamını bu hedefin gerçekleşmesine adayan Troçki’den duyduğu korkuyu ve sınıf kinini açığa vuruyordu: “eğer Rusya dünya çapında devrim kışkırtan Troçkist fikre bir kez daha kapılırsa 3. Dünya Savaşı kaçınılmaz olur.” “Dünya çapında devrim kışkırtan Troçkist fikir”. Marksistler devrimlerin kışkırtmayla değil, kitlelerin tabandan gelen basıncıyla gerçekleştiğini ve kendi görevlerinin eski düzeni yıkmak için ayağa kalkan kitlelere yeni düzenin hangi yol, yöntem ve araçlarla kurulacağı ve hedefin ne olması gerektiği hususunda önderlik etmek olduğunu defalarca yinelemişlerdir. Buna rağmen egemen sınıflar biz Marksistleri devrim kışkırtıcılığıyla suçladıklarında bu bizim için ancak bir iltifat olarak değerlendirilebilir. Dahası, bu ABD’li burjuvanın, dünya devrimi ile “Troçkizm”i eş anlamlı kullanması, en azından o dönemki dünya burjuvazisinin sorunu doğru kavradığını da gösterir. Zira Stalin, Moskova’nın diğer ülkelerin hayatlarına onları “Bolşevikleştirmek” için müdahale ettiği fikrinin aslında Hitler’in yalanlarından biri olduğunu söylerken, gerçekte bir itirafta bulunmuş oluyordu. Çünkü Stalinist bürokrasinin dünya devrimini kışkırtmak şöyle dursun onu ezmek için elinden geleni yaptığı ortadaydı. Gerçekten de Troçki, 1920’lerin ortalarından beri Bolşevik geleneği sürdürme mücadelesinde, bürokrasinin resmi ideolojisinin temel taşı durumundaki tek ülkede sosyalizm anlayışına ve bunun politik sonuçlarına karşı uzlaşmaz bir kavga yürüterek, tüm gücüyle enternasyonalizm ve dünya devrimi bayrağını Lenin’in bıraktığı yerden daha ileri taşımaya çalışmıştı. Dünya devrimi ve enternasyonalizm kavramları Troçki’nin önderlik ettiği Bolşevik-Leninizmin öylesine alamet-i farikası haline gelmişti ki, dünya devrimi kavramı Komünist Enternasyonal’in 1928 yılındaki 6. Kongresinden sonra resmi komünist (Stalinist) hareket içerisinde kullanılmaz oldu. 1943’te kapatılıncaya değin Komünist Enternasyonal bu kavramı resmi belgelerinde ancak birkaç kez kullanma gereğini hissetmiştir. Bugün bile bu iki kavramı öne çıkartan her kişi ya da çevre Stalinistler tarafından derhal Troçkizmle eleştirilmekte ve karşılarına ulusal bir sosyalizm ve yurtseverlik anlayışı çıkartılmaktadır.
Gelenek Sorunu Troçki söz konusu olduğunda en önemli tartışma konularından birisi gelenek sorunudur. Bu konuda özellikle kimi merkezci çevreler tarafından geliştirilen bazı argümanlar üzerinden konuyu ele almak yararlı olabilir. Ama öncelikle bu eğilim ve argümanların arka planında yatan atmosferi ve gelişmeleri ortaya koymak açıklayıcı olacaktır.
marksist tutum
80’li yılların sonlarında SSCB’de Gorbaçov önderliğinde başlayan reform ve kapitalizme entegrasyon çabaları, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bürokrasinin denetiminden çıktığında, tüm dünya komünist hareketini derinden sarsacak bir ideolojik deprem de başlamış oluyordu. Tarihin genelde gösterdiği gibi, o gün de bu “yenilginin” sonuçları son derece yıkıcı oldu. Resmi komünist hareket başta gelmek üzere, kendisini Stalinist bir çizgide ifade eden tüm küçük-burjuva devrimci hareketler ve bu arada uzun yıllar içinde takatini neredeyse tümüyle yitirmiş olan kimi sözde Troçkist sektler de büyük erozyona uğrayarak, kafa karışıklıkları içerisinde reformizme doğru kaymaya başladılar. Bu yıkıntıların altında kalmamaya çabalayan bir avuç enternasyonalist komünist ise yaşananları devrimci Marksizmin ışığında sorgulayıp dersler çıkarmaya giriştiler. Bazı devrimci gruplar ise devrimci bir temelde kalma ısrarına rağmen, yaşananları eski dar örgüt alışkanlıkları ve psikolojileriyle ele almaktan kurtulamayarak, “yeni” bir başlangıç yapmak hususunda gerekli politik cesaretten yoksun olduklarını ispat ettiler. 90’lı yılların başlarında Marksizmin bilimsel bir yöntem demek olduğunun ciddiyetle farkında olanlar, yaşanan süreci Marksist yöntemle analiz etme gereğiyle karşı karşıya idiler. O günlerde büyük sarsıntılarla ve tüm dünya işçi hareketine yıllardır içinde barındırdığı iltihabı saçarak patlayan Stalinizm çıbanının artık savunulabilecek bir yanı kalmamıştı. Enternasyonalist devrimci bir temelde kalmaya ya da kendilerini bu unutulmuş zemine tekrar oturtmaya çalışan gruplar arasında tarihsel deneyim ve gelenek sorunu üzerinde bir tartışma başlamıştı. Ne var ki gerek Türkiye’de gerekse de dünyada kendisini bu temelde örgütlemiş devrimci bir Enternasyonal’in olmadığı, bir çekim merkezinin bulunmadığı koşullarda bu tür çabalar, Stalinizmden Marksizme giden yolun ortasında bir yere saplanıp kaldı. İdeolojik merkezcilik uç vererek sol saflarda kendine belirli bir yer edinmeye başladı. Bugün de durum değişmiş değil. Bu noktada ilk saptanması gereken nokta, söz konusu tartışmalarda merkezcilerin genellikle, SSCB’nin ve onun çizgisinde kurulan diğer devletlerin sınıfsal analizinin yapılması ve bu anlamda bir tarihsel dönemin sorgulanması gibi konuları es geçmek istemeleridir. Çünkü iş oraya geldi mi, çok daha çetrefilli psikolojik dirençlerle karşılaşacaklarının farkındadırlar. Bu nedenle, merkezcilerin büyük bölümü işin tarihsel deneyim kısmının üstünden atlayarak, sorunu “gelenek sorunu”na indirgemeye, bir başka ifadeyle, bizim Stalinizm olarak adlandırdığımız geleneğin şu ya da bu argümanıyla utangaçça hesaplaşmaya meylediyorlar. Demek ki merkezcilerin el atmaktan çekindikleri temel sorunlardan birisi budur. Bu noktayı akılda tutarak devam edelim. Merkezcilerin önemlice bir bölümü, Sovyet bürokrasisinin ideolojisi olan Stalinizmin gerici doğasının farkında olduklarını utangaç ve yarım ağız bir biçimde bile olsa
37
marksist tutum
kabullenmekteler. Bu gibi kesimler Stalinizmin (her ne kadar bu kavram alerji yaratsa da) argümanlarının ve bakış açısının üzerinden atlanarak Bolşevik geleneğin özüne bağlanma konusunda da hemfikirler. Onlara göre bu geleneğe bağlanabilmek için, Ekim Devrimine ve Komünist Enternasyonal’in (KE) ilk dört kongresine geri dönmek gerekiyor. Böylesi bir geriye bakış gereğini asla reddetmeksizin, bu yaklaşımın temel sakatlığını saptamak gerekiyor. Bu yaklaşım, Bolşevik gelenekte, Komintern’in 5. Kongresinden başlayarak bugüne kadar uzanan bir kopukluk görmektedir. Bir başka deyişle, Lenin’in ölümünden sonra, önce SBKP ve hemen ardından da Komintern içerisinde süren ideolojik-politik mücadelede taraflardan hiçbiri Bolşevizmin mirasçısı olarak anılmayı hak etmemektedir! Yani? Yani egemen Stalinist çizgiye karşı mücadele bayrağını açan Troçki önderliğindeki Bolşevik-Leninist akım, Bolşevik geleneğin mirasçısı olarak değerlendirilmemelidir! Kimi merkezciler Troçki’nin başını çektiği muhalefetin “tarihsel haklılığını” teslim etmekle birlikte, onun devrimci komünist geleneğin sürdürücüsü olamadığında ısrar ediyorlar. Bu görüşlerini, Bolşevik geleneğin ancak enternasyonalist-komünist bir örgütlülük zemininde geliştirilerek yaşatılabileceği düşüncesine dayandıran bu tip merkezciler, sorunun çok önemli bir yanına işaret ediyor görünmekle birlikte özünde sorunun kendisinden uzaklaşıyorlar. Tartışılan sorun, Troçki’nin Bolşevik geleneğin savunucusu olup olmadığıdır, onun bu çabalarının Enternasyonal bir örgütlülük temelinde bugüne dek uzanan bir şekilde güvence altına alınıp alınamadığı değil. Bu ikinci sorun, ancak birinci soruya olumlu yanıt verenler tarafında anlamlı bir tartışmanın konusu olabilir. Troçki’nin başını çektiği muhalefet hareketinin Marksist gelenek içerisinde olup olmadığı şeklindeki bir tartışmada tutulması gereken ana halka, temel programatik sorunlarda Komintern’in ilk dört kongresinin tez ve kararlarında “en gelişkin halini bulan” Bolşevik çizginin savunulup savunulmadığıdır. Bu tez ve kararların birçoğunun Troçki’nin imzasını taşıması bile, bize göre, merkezcilerin üzerinde düşünmesi gereken anlamlı bir olgudur. Her devrimcinin, doğrudan pratik sonuçları itibarıyla, ilk işçi devletinin, Komünist Enternasyonal’in ve dolayısıyla dünya devriminin kaderini belirleyen bir mücadele içerisinde Troçki’nin 1920’lerin ortalarından 1940’a kadar ileri sürdüğü görüşleri yakından incelemek gibi bir görevi vardır. Troçki’yi Bolşevik geleneğin dışında görenler, her şeyden önce, onun Bolşevik gelenekten hangi temel sorunlarda nasıl bir sapma içerisinde olduğunu, doyurucu ve ikna edici bir biçimde ortaya koymalıdırlar. Çünkü gelenek sorunundan bahsetmekle birlikte Troçki’nin önderliğini yaptığı Bolşevik-Leninist çizgiyle hesaplaşmayan bir yaklaşım, sonuçsuz ve samimiyetsiz bir yaklaşımdan öteye geçemez. Tam da bu konuda, tüm merkezciler satır arası değer-
38
Ağustos 2005 • sayı: 5
lendirmelerle sorunun üstünden atlama gayretindeler. Ne zaman bir “Troçki” değerlendirmesine girişseler, bunu Troçki’nin 1917 öncesindeki pozisyonlarıyla sınırlı tutarak, yıllar yılı Stalinci egemen bürokrasinin ağzına sakız ettiği argümanların ötesine taşımıyorlar. Bu kurnazlık ve el çabukluğu merkezciliğin Stalinizmle bağlarını koparmamış oluşunun en bariz göstergelerinden biridir. Oysa sorun Menşevizm-Bolşevizm ayrışmasına dair pozisyonu bakımından bir Troçki değerlendirmesinin yapılmasında değil, Stalinizm-Marksizm mücadelesi içerisinde Troçki’nin çizgisinin ne anlama geldiğinde yatmaktadır. Bir başka deyişle gelenek sorunu bakımından sahiplenilecek ya da reddedilecek olan, Troçki’nin başını çektiği ve Bolşevik-Leninizm olarak adlandırdığı, ardından da Uluslararası Komünist Birlik olarak bir örgütsel varlığa kavuşturulmaya çalışılan eğilimdir. İşte merkezcilerin, en azından SSCB’nin çözülüşünden bu yana geçen 12 yıl boyunca defalarca söz vermelerine rağmen el atmaktan çekindikleri temel sorunlardan ikincisi de budur. Tüm merkezciler satır arası değerlendirmelerle sorunun üstünden atlama gayretindeler. Ne zaman bir “Troçki” değerlendirmesine girişseler, bunu Troçki’nin 1917 öncesindeki pozisyonlarıyla sınırlı tutarak, yıllar yılı Stalinci egemen bürokrasinin ağzına sakız ettiği argümanların ötesine taşımıyorlar. Sovyet bürokrasisinin resmi ideolojisi ve yozlaşmış Komintern’in kılavuzu olan Stalinizmle adını koymadan yürütülecek bir “ideolojik mücadele” sonuçsuz bir çaba olarak kalacaktır. Çünkü sorunun çözülmesinde atılması gereken ilk adım, açıkça, kıvırmadan, utangaç formülasyonlara girişmeden Stalinizmi mahkûm etmektir. Öte yandan, bu Stalinist çizgi temel argümanlarını “anti-Troçkist kampanyalar” temelinde şekillendirdiğine ve Marksist geleneği Troçkizm olarak adlandırıp mahkûm ettiğine göre, Troçki’nin savunup sürdürdüğü geleneğin Marksist gelenekle ilişkilenişini detaylı bir şekilde ele almadan yozlaşmış Komintern çizgisiyle hesaplaşmayı tasarlamanın ancak kerameti kendinden menkul bir niyet olacağı açıktır. Bu konuda yeterli politik cesaretten yoksun görünenler, bir yandan Troçki’nin Stalinizme karşı yönelttiği eleştirilerin önemlice bir bölümünü sanki kendi keşifleriymiş gibi pazarlarken, diğer yandan Troçkist bir eğilim olarak adlandırılmaktan da çekiniyorlar. Gerçekte, Troçki’nin Stalinizme karşı verdiği mücadelede savunduğu görüşler ele alınıp incelenmeksizin Stalinizmle kapsamlı bir hesaplaşma mümkün olmadığı gibi, böylesi bir hesaplaşma olmaksızın ona karşı verdiği mücadelede Troçki’nin tarihsel önemi de kavranılamaz. Sorun apaçık biçimde dev-
Ağustos 2005 • sayı: 5
rim/karşı-devrim diyalektiği içerisinde kavranılabilir. Birini anlamak istemeyen diğerini de kavrayamaz. Lenin’in ölümünden sonra, tek bir ülkede yalıtık kalan proleter iktidarının akıbetinin ne olacağı, faşizmin ne olduğu ve ona karşı nasıl savaşılması gerektiği, sömürgelerde proleter devrim dinamikleri gibi Marksistlerin ilk kez karşılaştıkları sorunlarda, Troçki’nin Marksist teoriye bir katkı yapıp yapmadığı şüphesiz anlamlı bir tartışma olurdu. Fakat bize göre şurası çok açıktır ki, bugün Komintern’in ilk dört kongresinde somutlandığı düşünülen Bolşevik çizginin tüm temel taşları Troçki’nin de temel kalkış noktalarıydı. Yani Troçki’nin önderliğindeki Bolşevik-Leninist akım, Bolşevik geleneği geliştirip geliştirmediğinden bağımsız olarak, onun sürekliliğini sağlamaya çalışmış ve bu açıdan devrimci Marksist geleneğin kopmaz bir parçası olmuştur.
Kişiler Sorunu mu? Stalinizm sorunu Stalin’in kişiliğine indirgenemez. Bu yaklaşım, bir günah keçisi bularak Sovyet bürokrasisinin üzerindeki sorumluluğu aklama gayretinden başka bir şey değildir. 80’lerin sonlarında ve 90’ların başlarında, bugün kendisini liberalizmin sıcak kollarına atmış o günün devrimci demokratları ve hatta öncesinin reel sosyalist memurları, yetmiş yıllık bir tarihi Gorbaçov’la el ele vererek tümüyle Stalin’in kişiliğine indirgemişlerdi. Öyle ya, “genel sekreter” Gorbaçov koskoca SSCB’yi, sorunu Stalin’in şahsına indirgeyerek kurtarabilecekse, bizim kü-
marksist tutum
çük aygıt adamlarımız da kendi örgütsel yapılarını ve bu yapılar içinde tuttukları mevkileri aynı yöntemlerle kurtarabilirlerdi. Ne var ki, Gorbaçov’un SSCB’nin birliğini ve bürokrasinin egemen konumunu zedelemeden kapitalizme kazasız belâsız geçiş taktikleri nasıl tutmadıysa, yeni liberallerin hayallerinin akıbeti de aynı oldu. Sovyet bürokrasisinin karşı-devrimci çizgisinde ve işlediği cinayetlerde Stalin’in kişisel rolü şüphesiz yadsınamaz. O Sovyetler Birliği’nde beliren bürokratik karşı-devrimci eğilimin en iyi temsilcisiydi. Ancak sorun Stalin’den ibaret değildi. Stalin, yükselen ve işçi iktidarını içeriden bir karşı-devrimle tasfiye ederek egemen bir sınıf olarak örgütlenen bürokrasinin şefiydi. Bu bürokrasinin ortaya çıktığı tarihsel koşullar, onun gelişim süreçleri, dünya devriminin bastırılmasında ve Marksizmin tahrif ve tahrip edilmesindeki rolü gözler önüne serilmediği sürece, Stalin’in caniliği politikanın değil olsa olsa adliyenin konusu olabilir. Gelin görün ki, gerek burjuvazinin saflarından gerekse de onunla sarmaş dolaş olmaya can atan dünkü resmi komünistlerin cenahından yükseltilen Stalin’in kişiliğine dönük psikolojik tahliller ve eleştiriler kendi karşıtına dönüşüp, Stalinizmi sorgulamaya dönük devrimci kaygıları boğmanın da aracı oldu. Pek çok dürüst ve iyi niyetli ama bir o kadar da gerekli politik cesaretten yoksun devrimci, Stalin’e dönük bu salvodan ürkerek, başlattıkları sorgulama sürecini yarıda kesmek zorunda hissettiler kendilerini. Öyle ya, düşman bu denli yüklenirken onunla ağız birliği yapılamazdı! Sonuçta, çıktıkları sorgulama noktasından bile geriye düştüler. Gelenek sorununun StalinTroçki “ikilemiyle” hiçbir ilişkisi yoktu! Kişileri birer kült haline getiren, yolunda giden her şeyi yanılmaz liderin kişisel üstünlüğüne, yolunda gitmeyenleri de hainlere bağlayan Stalinist anlayışın uzun yıllar hakim olduğu sol hareket, gelenek sorunu gündeme geldiğinde, bunu kişiler üzerinden yürütmeye pek heveslidir. Bu açıdan bakıldığında sorunun Stalin-Troçki polemiği olarak ele alınmasına en başta biz devrimci Marksistler karşı çıkarız. Sorunun özü, belli bireylerin kişiliklerinde değil, onların savundukları fikirlerin ve takip ettikleri pratik çizginin nesnel bakımdan hangi sınıfın çıkarlarını ifade ettiğindedir. Mükemmel bireyler olamayacağına göre, her politik önder birçok noktada yanılmış olabilir ve yanılmıştır da. Ama önemli olan hatalar ve yanlışlar değil, savunulan ve uygulanan temel çizginin kendisidir. Ne var ki gelenek sorununa, “biz Stalin-Troçki mücadelesiyle ilgili değiliz” edasıyla yaklaşanlar, Troçki’yi ve onun verdiği mücadeleyi yok sayma amacındadırlar. Sorunu Stalin’in kişiliğine indirgemek başka bir şeydir, gelenek sorununda Stalin ve Troçki arasında yürümüş olan mücadelenin sınıfsal ve tarihsel anlamını ortaya koymak ve bu temelde taraf olma gereğini öne çıkarmak üzere, Stalin-Troçki mücadelesinden bahsetmek bambaşka bir şey. Öyle tarihsel dönemler vardır ki, kimi şahsiyetler,
39
marksist tutum
belli bir kavganın simgesi, birer tarihsel kişilik haline gelebilirler. Böylesi politik-tarihsel kişiliklerin çatışması kendi fani bedenlerinin çok daha ötesinde anlamlar taşır. Örneğin Lenin-Martov çatışmasından bahsettiğimizde, aslında birbirine karşı hiç de düşmanca hisler beslemeyen bu iki liderin kişisel sürtüşmesini değil, temsil ettikleri politik görüşlerin çatışmasını kastederiz. I. Enternasyonal’in kaderinde belirleyici olan Marx-Bakunin çatışması da yine kişisel değil, politik bir kavgaydı. İster beğenelim ister beğenmeyelim, Troçki-Stalin çatışması da, tıpkı az öncekiler gibi, dar ve kısır bir çerçeveye hapsolmuş bir kişisel iktidar ve güç kavgası değildi. Tarihsel sorunların kişilere indirgenerek açıklanmaya çalışılması nasıl tarihsel materyalist anlayışla çelişiyor ve idealist tarih görüşü alanına düşüyorsa, Troçki-Stalin mücadelesini de, salt kişilerin adlarıyla anılıyor diye yapay ve kısır bir mücadele olarak sunmaya, bu kavgada proletaryanın evrensel çıkarlarının söz konusu olmadığını ileri sürmeye ve dolayısıyla tarafsızlık tutumunu övmeye kimsenin hakkı yoktur. Çünkü bir tarafta Stalin’in diğer tarafta da Troçki’nin şahsında temsil olunan mücadele, dünya proletaryasının kemikleriyle SSCB’deki bürokratik-despotizmi inşa edip korumaya çalışanlarla, proleter devrimi savunmaya ve yaymaya çalışanların mücadelesiydi.
Troçki ve Sonrası Stalinist ve merkezci anlayışların suçlamaları ne olursa olsun Troçki’nin söz konusu mücadeledeki devrimci konumunu savunmak boynumuzun borcudur. O ve onun mücadelesi olmasaydı, Bolşevik geleneğe yeniden bağlanma çabasının başarıya ulaşması son derece zorlaşacaktı. Ne var ki, Troçki’nin mücadelesi ile ölümünden sonra onun adının arkasına sığınıp Troçki’nin fikirlerinin içini boşaltanlar arasında bir ayrım yapmak zorunludur. Troçki bürokratizme karşı yürüttüğü mücadeleyle tartışmasız bir proleter devrimci olarak ölmüş olsa bile aynı şeyi onun mirasçısı olduğunu iddia edenler açısından söylemek zordur. Troçki, bugün halen hak ettiği saygınlığı korumakta ve Stalinist bürokratik karşı-devrime karşı sonuna dek mücadele eden en önemli Bolşevik önder olarak birçok devrimcinin haklı ilgisine mazhar olmaktadır. Oysa Troçki’nin katledilmesinden sonra kendisini Troçkist olarak adlandıran Dördüncü Enternasyonal çizgisi bugün son derece parçalanmış ve doğurduğu sayısız “Troçkist” çevrelerin çoğunluğu Bolşevik-Leninist geleneğin dışına düşmüştür. Bu açıdan bakıldığında Troçki’de somutlanan Bolşevik geleneği sürdürme mücadelesiyle onun önderliğinden yoksun kalan Dördüncü Enternasyonal’in serüvenini birbirinden kesinkes ayırmak gerekir. Bugün savunulması gereken Troçki’nin yeni ve devrimci bir Enternasyonal’i inşa çabasıdır. Her ne kadar bizzat Troçki Dördüncü Enternasyonal’in kurulduğunu ilan etmiş olsa bile, bu En-
40
Ağustos 2005 • sayı: 5
ternasyonal ne yeterli kadro birikimi ve uluslararası bağlara sahipti ne de varolan kadroları devrimci örgütlenme ve devrimci mücadele açısından gerekli deneyimleri içselleştirmişti. Dördüncü Enternasyonal’in gücü onun örgütsel etkinliğiyle değil, temsil ettiği proleter devrimci gelenek ve değerler dolayısıyla kurucusunun kişisel otoritesi ve saygınlığıyla belirleniyordu. Onun katledilmesi tastamam bu yüzden Stalin’in gündeminden hiçbir zaman çıkmadı. Açıkçası Stalin’in hesabı tuttu. Troçki’nin, yani Dördüncü Enternasyonal’in ruhu, deneyimi ve beyninin susturulmasıyla Dördüncü Enternasyonal altından kalkamayacağı görevlerin basıncıyla yozlaşarak çöktü. Troçki, bugün halen hak ettiği saygınlığı korumakta ve Stalinist bürokratik karşı-devrime karşı sonuna dek mücadele eden en önemli Bolşevik önder olarak birçok devrimcinin haklı ilgisine mazhar olmaktadır. Oysa Troçki’nin katledilmesinden sonra kendisini Troçkist olarak adlandıran Dördüncü Enternasyonal çizgisi bugün son derece parçalanmış ve doğurduğu sayısız “Troçkist” çevrelerin çoğunluğu BolşevikLeninist geleneğin dışına düşmüştür. Dördüncü Enternasyonal, gerçek bir dünya partisi olmaktan çok, bir gereksinimin, bir çağrının işaretiydi; yaklaşan II. Dünya Savaşı arifesinde dünya işçi sınıfına verilmiş bir mesajdı. Troçki, II. Dünya Savaşının Avrupa ve SSCB’de devrimci sonuçlara yol açacağına ve bunun da Dördüncü Enternasyonal’in gerçek bir dünya partisi haline gelmesi ve mücadelenin başına geçmesi için uygun koşullar oluşturacağına inanıyordu. Kimileri Troçki’nin bu tür devrimci sonuçlara dair beklentilerini abartılı bulsa da biz bunun hiç de yersiz olmadığını düşünüyoruz. Nitekim, II. Dünya Savaşı boyunca 1943’ten itibaren gelişen süreçler sayısız devrimci fırsatı ve hatta devrimi gündeme getirmişti. Fransa’da, İtalya’da ortaya çıkan devrimci durumlar, Almanya ve Japonya’nın bir proleter devrim tehdidini daha baştan önlemek için ABD tarafından işgal edilmesi, Balkanlar’da patlak veren devrimler ve Yunanistan iç savaşı, Hindistan’da yükselen ulusal bağımsızlık mücadelesi, Çin’de Çan Kay-şek’in burjuva diktatörlüğünü sarsan iç savaş ve ardından gelen devrim. Tüm bu altüst oluşlar Troçki’nin öngörüsünün hiç de abartılı olmadığını gösterir. Ancak bu uygun nesnel koşullara rağmen öznel koşullar açısından bakıldığında durum çok daha farklı gözüküyordu. Her şeyden önce, I. Dünya Savaşı sonlandığında kapitalizmin kalesi Avrupa idi ve Avrupa’daki tüm emperyalist güçler bir yıkıntının altında kalmıştı. Emperyalist hükümetler birbiri ardına çöküyor, hiçbiri bir diğerinde ortaya çıkan devrimci durumlara ne askeri ne de ekonomik bakımdan müdahale edecek durumda hissetmiyordu kendisini. Oysa II. Dünya Savaşına kadar olan dönemde
Ağustos 2005 • sayı: 5
dünya ekonomisinin merkezi ABD’ye doğru kaymaktaydı. Ve ABD ekonomisi II. Dünya Savaşından yıpranmak şöyle dursun, dünya ekonomisi üzerinde inanılmaz belirleyiciliği olan bir güç olarak çıkmakla kalmamış, enkaza dönmüş Avrupa’yı tek başına ayağa kaldırmanın mali yükünü de sırtlanmıştı. Askeri açıdan da gücünün zirvesindeydi. Diğer bir faktör işçi hareketinin resmi önderliğine baktığımızda gözümüze çarpar. I. Dünya Savaşı, II. Enternasyonal’in manevi otoritesinin hiç değilse devrimci Marksistlerin gözünde çökmesine yol açmıştı. Geniş kitlelerde sosyal-demokrasinin dışında devrimci arayışlar oluşmaya başlamış ve anarko-sendikalistlerden sol sosyaldemokratlara kadar geniş bir yelpaze Ekim Devriminin otoritesi altında Komünist Enternasyonal’e yaklaşmaya başlamıştı. Oysa, II. Dünya Savaşı SSCB’nin zaferiyle bittiğinde, işçi hareketinin devrimci kanadında, Stalinist anlayış itibar kaybetmek şöyle dursun, politik itibarının zirvesine yerleşmişti. İşçi hareketi üzerinde sosyal-demokratlarla birlikte tam hakimiyet kuran Stalinizm, Ekim Devriminin otoritesini yükselmekte olan dünya devrimi dalgasını ezmek için kullanmaktan çekinmedi. 1950’lerin başlarında Kore’de iç savaş başlayıncaya değin, ABD emperyalizmi, Yunan devrimi bir tarafa bırakılırsa, patlak veren devrimleri engellemek için pek bir çaba göstermek zorunda kalmadı. Zira bu görev, Yalta-Tahran ve Potsdam konferanslarında Stalinist Sovyet bürokrasisine çoktan ihale edilmişti. Ve sonuncusu, Bolşevik geleneğin devrimci örgütlülük düzeyinde de kategorik bir farklılığı görürüz. I. Dünya Savaşı sonlanmak üzereyken, emperyalizmin zayıf halkası durumundaki Rusya’da Bolşevizm, 20 yıla yakın bir illegal örgütlenme deneyimine, farklı dönemlere denk düşen farklı mücadele yöntemlerini uygulama pratiğine sahip, 1905-1907 devriminin ateşi içinde pişmiş, sağlam, sınıfın öncüsüyle bağları olan bir devrimci partide somutlaşıyordu. Ve bu parti en başta Lenin olmak üzere, bu badirelerin çoğunu atlatmış bir ekibe sahipti. Oysa Troçki’nin katledilmesinden sonra Dördüncü Enternasyonal gerçek anlamda başsız kaldığı gibi, Bolşevik partinin yukarıda bahsettiğimiz niteliklerinden de zaten yoksun idi. Kadroları daha çok mücadeleye 1930’larda katılmış genç, deneyimsiz ve birikimsiz unsurlardan oluşuyordu. Savaş patlak verene dek bunları eğitmek için ne gerekli zamana ne de içinde çelikleşecekleri sınıf savaşımına onları katma olanağına sahipti. Dördüncü Enternasyonal’e giden sürecin belkemiği durumundaki Rus Sol Muhalefeti bütünüyle ve fiziksel olarak yok edilmişti. Rus Sol Muhalefetinin Ekim deneyimine sahip tüm önderleri ve militan kadroları ya 1936 Moskova mahkemelerinin kararlarıyla idam edildiler ya da Stalin’in çalışma kamplarında can verdiler. 1925-27 Çin devriminde Stalinist politikalara tepki olarak kurulup gelişen Çin Muhalefeti, İspanyol
marksist tutum
ve Alman Muhalefet seksiyonları da 30’lu yılların sonlarına gelindiğinde ezilmiş durumdaydı. Uluslararası Sol Muhalefet, ABD, İngiltere ve Fransa dışında etkisiz durumda kalmıştı. Bu temel omurgadan geriye kalan yalnızca Troçki idi ve o da artık yok edilmişti. Temel omurgasını kaybeden Dördüncü Enternasyonal’in böylesi olumsuz koşullarda yapması gereken en mantıklı iş, ideolojik-teorik mücadele temelinde kadrolaşmak, gençliğin ve işçi sınıfının en iyi unsurlarıyla bağlar kurmaya çalışarak bunları kadrolar düzeyine yükseltmeyi hedefleyen bir eğitimi öne çıkarmak ve kendini bu temelde geleceğe hazırlayan planlı bir çalışmayı yürütmekti. Ama bu da yapılmadı. Artık Dördüncü Enternasyonal’in kaderi de belirlenmişti. Troçki yaşama şansı bulabilseydi, II. Dünya Savaşından sonra Stalinist rejim hakkındaki yanlış değerlendirmelerini muhtemelen gözden geçirmek zorunda hissederdi. Bu yanlış görüşlerin, Stalinist Komintern’in ıslah edilebileceği düşüncesini beraberinde barındırdığı ölçüde yeni bir Enternasyonal’in hazırlıklarına 1933’e dek girişilmemesinde önemli bir payı vardır. Bir başka deyişle, Dördüncü Enternasyonal’in inşasına girişmek için geç kalınmıştı. Troçki yaşama şansı bulabilseydi, II. Dünya Savaşından sonra Stalinist rejim hakkındaki yanlış değerlendirmelerini muhtemelen gözden geçirmek zorunda hissederdi. Bugün, dünya çapında sınıf mücadelesinin yeniden yükseliş eğilimi gösterdiği bir döneme giriyoruz. Aradan geçen bunca yıla rağmen, hâlâ Bolşevik geleneğin devamının garantisi olacak, Leninist örgüt anlayışını kendisine temel alan ve adını hak eden bir Enternasyonal’den, yani merkezi olarak örgütlenmiş bir devrimci dünya partisinden yoksunuz. Troçki’nin “hayatımın en önemli işi” olarak adlandırdığı yeni bir Enternasyonal’in inşası yarım kalmıştı. Yeni bir dünya partisi inşa edildiğinde, işçi sınıfı tarihinin en karanlık günlerinde bile nasıl bir inanç, kararlılık ve sabırla mücadele edilmesi gerektiğini yaşamıyla ortaya koyan Troçki’ye duyduğumuz minnet borcunu ödemiş, onun miras bıraktığı görevi tamamlamış olmakla kalmayacağız, dünyayı değiştirmenin aracını da yaratmış olacağız. İşte o zaman, Troçki’nin kanıyla da sulanan, mezarı başındaki kızıl bayrak daha bir gururla dalgalanmaya başlayacaktır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
41
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Asgari Ücret: Açlığa Talim Suphi Koray
S
ermayenin işçi sınıfına karşı saldırılarının giderek arttığı bir dönemden geçmekteyiz. İşçi sınıfının uğrunda ağır bedeller ödeyerek burjuvaziden söküp aldığı kazanımlar, onun örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda elinden alınmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte sosyal hakların gasp edilmesi süreci hızlandı. İşçi ve emekçi kitlelerin insan gibi yaşamaları için ne maddi imkânları ne de zamanları var. Sosyal-kültürel gereksinimler bir yana, en zaruri ihtiyaçları olan beslenme, barınma sağlık gibi ihtiyaçlarını bile karşılamakta güçlük çekiyorlar. Çünkü üretenlere saatlerce çalışmaları karşılığında verilen ücret, ertesi gün işe yeniden gelebilmelerini dahi sağlamıyor çoğu durumda. Yürürlükteki Asgari Ücret Yönetmeliğinde, asgari ücret, “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücrettir” şeklinde tanımlanmıştır. Şu anda yürürlükte olan asgari ücret brüt 488 YTL; kesintilerden sonra işçilerin eline geçen net para ise 350
42
YTL’dir. Brüt asgari ücretten 68,42 YTL SSK primi, 4,89 YTL işsizlik sigortası fonu, 62,31 YTL gelir vergisi, 2,93 YTL damga vergisi olmak üzere toplam 138,55 YTL kesinti yapılıyor. Peki, asgari ücret yasada geçtiği gibi zaruri ihtiyaçları karşılamaya yetiyor mu? Türk-İş’in Temmuz ayında yaptığı bir araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 1.611 YTL’dir. Yapılan araştırmada, dört kişilik bir ailenin sağlıklı bir biçimde beslenebilmesi için gerekli gıda harcamalarının toplamı, yani açlık sınırı 530 YTL’dir. Açlık sınırının 530 YTL olduğu bu ülkede, asgari ücret 350 YTL’dir. Yani asgari ücretli bir işçi ailesi açlık sınırının altındaki koşullara mahkûm edilmektedir! Üstelik bu ailenin “reisi”nin, işe gitmek ve barınmak için harcadığı ulaşım ve kira masrafları da buna eklenecektir. Yine bunun yanında sağlık, eğitim, ısınma ve iletişim gibi zorunlu ihtiyaçlar da söz konusudur. Bunların da eklenmesiyle birlikte bir ailenin aylık zorunlu giderini ifade eden yoksulluk sınırı ortaya çıkıyor. Bu rakamsa 1.611 YTL’ye ulaşmış durumda. Peki ya insanın diğer kültürel ihtiyaçları? Sinema, tiyatro, kitap vs.? Bunlar için işçi sınıfının ne parası ne de zamanı var. Hatta burjuvalara göre buna hakları bile yok! Kısacası bize verilen asgari ücret ile minimum düzeyde yaşayabilmemiz için gerekli olan ücret arasında uçurumlar var. Ama patronlara göre mevcut asgari ücret gereğinden fazla! Patronların kurumu TİSK’in Danışma Konseyi Üyesi Nihat Yüksel’in 2004 Haziranında asgari ücret artışına dair yaptığı değerlendirme, üretenlere nasıl bir yaşamın reva görüldüğünü apaçık ortaya seriyor: “1 Ocak 2004’te asgari ücrette yapılan artış %38 oranında olup, 2003 yılı TÜFE ise %18,4 oranındadır. Bu artışın, hele yılın ikinci yarısında bunun da yükseltilmesinin, uygulanan ekonomik program ile bağdaşmadığı düşünülmektedir … İkinci altı ayda asgari ücrette yapılacak artışın neden olacağı maliyetlerin işverenlerce karşılanması konusunda ciddi tereddütler ve kaygılar bulunmaktadır.” Bir işçi ailesinin açlık sınırının bile altında olan asgari ücret, patronlar tarafından çok görülmektedir. Rakamlara baktığımızda, yoksulluk sınırının asgari ücretin yaklaşık dört katı olduğunu görüyoruz. Peki, nasıl oluyor da asgari ücretle çalışan işçi ve ailesi ölmemeyi ve ay sonunu getirmeyi başarabiliyor? Sorunun cevabı, yukarıdaki oranda gizli: dört! Dört kişilik bir ailenin geçinebilmesi, yani ölmeyecek kadar “iyi” koşullarda yaşayabilmesi için ailedeki fertlerinin hepsinin çalışması gerekiyor. Ancak bu sayede asgari derecede “insani” koşullarda, yani yoksulluk sınırında yaşanabiliyor. Kapitalistler zaten daha baştan bunu göz ö-
Ağustos 2005 • sayı: 5
nünde bulundurarak asgari ücreti belirliyorlar. Dolayısıyla eğitim görmesi gereken gençler, hatta çocuklar, çok kötü koşullarda ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar. İşte burjuvazinin “kutsal aile birliği” ancak tüm aile fertlerinin fabrikalarda birleşmesiyle sağlanıyor! Son dönemde asgari ücretin ulusal değil bölgesel olarak belirlenmesi fikri gündeme getirildi. Amaç Türkiye’nin doğusunda bir “Çin mucizesi” yaratmak, yani daha azgın sömürü koşullarını hayata geçirmek! Aslında bölgesel asgari ücret fikri de, uygulaması da yeni değil. Asgari ücret uygulaması Türkiye’de 1969 yılında zaten il bazında başlatılmıştı. 30 Haziran 1974’te ise il bazında ücret belirlemeye son verildi ve yurt çapında asgari ücret uygulamasına geçildi. Sanayi ve Hizmetler Kesimi ile Tarım ve Orman Kesimi işçileri için daha önce Asgari Ücret Tespit Komisyonunca ayrı ayrı saptanan asgari ücret, 1 Ağustos 1989’dan beri her iki kesim için de ortak olarak belirlenmektedir. Çalışma Bakanı Başesgioğlu, bölgesel asgari ücrete ekonomiye faydası olacaksa müspet yaklaştıklarını ifade etti. Ekonomiye faydadan, daha fazla sömürüyü anlayan bir burjuva bakanın böyle düşünmesi gayet doğal. Aşağıdaki sözler ise Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç’a ait: “Marmara’daki işçiye 350 YTL, Güneydoğu’dakine 150 YTL ödenmesi, rekabet açısından işverenleri de zora sokar”. İşçilerin ekonomik mücadele araçları olan sendikaların başına çöreklenmiş sendika ağalarının işçileri değil patronları düşünmesi ise sendikaların ve dolayısıyla işçi sınıfının hali pür melâlini gösteriyor.
Azami vergiyi asgari ücretli veriyor Asgari ücretten kesilen vergiler de üzerinden atlanmaması gereken önemli bir konudur. İşçilerin aldığı 350 YTL’nin %40’ına tekabül eden 138 YTL’si kesiliyor. Pat-
marksist tutum
ronların ödedikleri vergi işçilerin emeğini gasp ederek kazandıklarının yanında devede kulak kalmaktayken; işçilerin elindense kazandıklarının neredeyse yarısı alınmaktadır. Bu 138 YTL’lik kesintinin 65 YTL’si vergidir. Buna karşılık diş protez ve laboratuvarlarının ödediği aylık gelir vergisi 31, deterjan sanayi ürünlerinin ticaretiyle uğraşanların 40,7, ayakkabı imalatçılarının 64, deriden mamul eşya imal edenlerin 43,6, mobilyacıların 62,7, lokantaların 55, kürkçülerinse 50 YTL’de kalıyor. Yasaları yapanlar burjuvalar olduğu için yasalar onların lehinde çalışıyor. En az asgari ücretliler kazandıkları halde en çok gelir vergisi verenler onlar. Tüm bunlar apaçık ortadayken burjuva ekonomistlerine göre ücretlilerin ödediği vergi miktarı hiç de iddia edildiği gibi toplam içerisinde çoğunluğu oluşturmuyor. Yaptıkları hesaba göre yıllık toplam verginin ancak %15 kadarını işçiler ödüyor. İşçilerin ödediği gelir vergisi miktarını toplam vergi miktarına böldüğümüzde bu rakamı elde ederiz kuşkusuz. Oysa vergi yüzünden işçilerin sırtına binen yükü doğru hesaplayabilmek için işçilerin ödediği gelir vergisini toplam gelir vergisine oranlamamız gerekir. Bunu yaptığımızda toplanan gelir vergilerinin yaklaşık yarısının işçiler tarafından ödendiği sonucuna ulaşıyoruz. 1988’de yüzde 45,2 olan pay, 1994’de yüzde 50,9’a çıkmıştır. Günün en az üçte birini çalışarak geçirmemize karşılık aldığımız aylık ücret açlık sınırı düzeyinde kalmaktadır. Mülk sahibi küçük bir azınlığın geri kalan büyük çoğunluğu sömürdüğü bu sistemde, işçilere insanca yaşamasına yetecek bir ücret verilmesi beklenemez! İşçi sınıfının kurtuluşu, kapitalist sistemi tüm dünya çapında ortadan kaldırmaktan geçiyor. Komünist Manifesto’nun sözleri işçilere yol göstermeye devam ediyor: “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var! Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!”
Milliyetçilik Fırtınası Bora Koçak
T
ürk burjuvazisinin AB süreciyle birlikte milliyetçilik fırtınası hem sağdan hem “sol”dan esmeye veya daha doğrusu sökün etmeye başladı. Toplumun gözünde sol olarak görülen “sosyal-demokrat” kesimlerin yanı sıra, “gerçek” solun da milliyetçilik ezeli zaafıyla özürlü olması her alanda uyanık olmayı ve işçi sınıfının enternasyonalist çıkarlarını savunmayı gerektiriyor. Ortaya
çıkmak için bile iki tane yazara ihtiyaç duyan Metal Fırtına adlı kurgu-roman da bu milliyetçi fırtınanın yoğunlaşmış bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Aslına bakılacak olursa, bu kitap hiç de kendinde bir öneme sahip değil; tersine, türünün en harcıâlem örneklerinden biri olarak beliriyor. Ancak, içinde bulunduğumuz dönem itibarıyla burjuva i-
43
marksist tutum
deolojisinin somutlandığı en sinsi örneklerden birisi aynı zamanda. Son dönemde bu tür milliyetçi komplo teorilerinin sayısı gittikçe artıyor, kitap raflarında ön sıraları bunlar kaplıyor. Emperyalist vahşetin dünyanın dört bir tarafında yarattığı korkunç yıkımdan ve emperyalist terör ortamından beslenen bu komplocu siyasal-kurgular, emperyalist savaşların kızışmasıyla maalesef daha da artacağa benziyor. Bu çerçeve içerisinde, teferruatlı bir inceleme gerektirmeyen Metal Fırtına’ya şöyle bir bakmakta yarar var. Yıllarca “yılan Yunan”ın gelip “anavatan”ı işgal edeceği masalıyla uyutulmuş zihinlere seslenen Metal Fırtına, aslında, suyun başını erken tutmanın nimetlerinden faydalanarak, ortalama bir kitabın 1000 satış rakamını zor bulduğu bir ülkede şimdiden yarım milyonluk tiraj elde etti. Kitap, ne eksik ne fazla, “modern” bir hamaset edebiyatı. Daha kitabın ilk sayfalarından itibaren sözde Kuvayi Milliye ruhu kendisini hissettiriyor. “Kalleş” düşman kurşunları altında kalan, her zamanki gibi sayıca az ama yüreği mangal Türk askerleri destan yazmaya girişiyorlar. Tek yürek olmuş necip Türk milletinin karşısında ise, insanlıktan nasibini almamış “cani” düşman var. Yine savaş mağduru uluslardan biri olan Suriye’nin başkanı Esad işbirlikçi çıkarken, “kahraman” Türk’ün hakkını düşman bile teslim eder. Roman boyunca farklı kisveler altında milliyetçilik ruhu okşanır da okşanır. Örneğin, Amerikan ordusunda görevli olan ve Anıtkabir’i bombalamakla görevlendirilmiş bir Kürt askerinin, damarlarındaki “asil Türk kanı”nın hızlanması sonucu anıları depreşir ve çark ederek Amerika’ya tarihindeki ilk modern uçak gemisi kaybını yaşatır. Anıtkabir’i adeta üzerindeki melekler korumaktadır! İşte bu tür milliyetçi tatavaları kitabın her satırında kör gözüne parmak hesabı görmek mümkün. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren Kürt halkına karşı yıllardır haksız bir savaş ve imha politikası yürüten devleti mazlum ve haklı gösterme çabası belki de Metal Fırtına’yı hem kendi türündeki hem de diğer türlerdeki kitaplarla birleştiren en büyük unsur. Zaten buradan hareketle de sinsice “sol” bir kisveye bürünme çabaları rahatlıkla sezinlenebiliyor. Kitap o kadar popüler kültür ürünü ki, her yönüyle tam bir tüketim nesnesi. Bir solukta okunup bitirilecek, birkaç sayfa atlandığında alıcısına hiçbir şey kaybettirmeyecek bir meta. Tıpkı dizi filmler gibi; her şey bir anda başlayıp yine bir çırpıda
44
Ağustos 2005 • sayı: 5
nihayete erebiliyor. Böylelikle bir yandan da çabucak tüketilmek suretiyle geride olumlu anlamda hiçbir şey bırakmıyor. Böylesi bir “kültür”lenmenin nasıl büyük bir resmin parçası olduğunu görmek zor değil. Zevk veya kültür tatminini çabukanlık yaşamaya alışan bir toplumun, hayatın diğer alanlarında da olumlu anlamda kalıcı değerlere tutunabilmesi, bir kez bulduğunda bunlara sıkı sıkıya sarılabilmesi hiç de kolay olmayacaktır. Şunun altını çizmek gerekiyor ki, ideolojisiz bir olgu yoktur! Tek tek alındığında belki es geçilebilecek bu öğeler, parçalar birleştirildiğinde bir yapboz misali burjuva ideolojisinin o meşum yüzünü ele vermektedir. Burjuvazi, değerleri olmayan, kültür-zevk gereksinimini tam da beynini uyuşturacak, kendisini atalete sürükleyecek şeylerle karşılayan kitleler yaratmanın tarafındadır. Bizler nezdinde haklı olarak saçmalığın dik âlâsı, rezilliğin son noktası olarak görülen popüler kültür öğelerinin (magazin programları, diziler, futbol yorum seansları, şarkılar vs.) üzerine oturduğu “mantıksızlık” böyle bir mantığın ürünüdür. Kendisi mantıkdışı bir sistem olan kapitalizmin çöküş çağı kültürüdür yaşadığımız. Metal Fırtına ulusal birliği sağlamanın en bilindik yollarından biri olan dış düşman yaratma ve bu düşmanların gerçekleştireceği komplo teorileri üzerinden “Türkün Türkten başka dostu yok” mesajını verme üzerine kurulu. Nitekim Kemalist ideolojinin de bu paranoya üzerinden hareket ettiğini biliyoruz. Yine, yukarıda da belirtildiği üzere, son dönemde bu içerikle birçok “roman”ın kaleme alınmış ve de genel anlamıyla “tutmuş” olması dönemin havasını yakalamış olduklarını gösteriyor. Zaman zaman aşırı ırkçı tonlar taşıyan bu komplo teorileri, ezen ulus milliyetçiliği ve Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığı konusunda da kimseye pabuç bırakmıyorlar. Metal Fırtına’nın Türkiye karşısında çaresiz kalmış ABD’nin hezimetiyle sonlandığını söylemeye gerek yok! Ne olabilirdi ki, Türk’ün gücü! ABD burjuvazisi ile onun doğrudan baskısı altında ezilen ABD işçi sınıfı arasında bir ayrım yapmadan, doğrudan doğruya bir anti-Amerikancılık tutturan bu yabancı-düşmanı milliyetçi söylemin hezeyanlarını artık bir kenara bırakalım. Biz biliyoruz ki, modern çağın yenilmez armadası pozlarındaki ABD burjuvazisini alt edecek olan MİT’iyle, Genelkurmayıyla, başbakanıyla Türk burjuvazisi değil, başta ABD proletaryası olmak üzere dünya proletaryasıdır.
Ağustos 2005 • sayı: 5
marksist tutum
Ya Sosyalizm Ya Barbarlık İçinde Yokoluş!
T
arih 6 Ağustos 1945. Dünyanın o güne dek adını dahi duymadığı bir bombayla kahredici bir biçimde tanışacağı o ilk gün. 400 bin nüfuslu Hiroşima kenti bulutsuz, sıcak bir yaz gününe gözlerini yeni açmış. Saatler 8:15’i gösteriyor; derken korkunç bir patlama. Gökyüzü bir anda gözleri kör eden bir ateş topuna dönüşüyor. Ardından, birkaç dakika içinde yerden yüksekliği 12 bin metreye ulaşan, mantar şeklinde dev bir duman bulutu beliriyor. Etrafa kavurucu bir sıcaklık hâkim. Ve Hiroşimada birkaç dakika önce yaşayan 100 bini aşkın insan bir anda kavrulup yok oluyor. Bu sayı sonrasında 200 bini, yani kent nüfusunun yarısını geçiyor. Sadece insanlar değil elbet; hayvanlar, bitkiler, binalar da bu mahşer gününün karanlığına gömülüyor. Hiroşima’nın % 90’ı yerle bir oluyor bu ilk atom bombası patlamasının ardından. İnsanlık şokta. Ama kapitalizmin güdülediği ABD emperyalizmi bu şoku yeterli görmüyor. Üç gün sonra, ölüm yüklü bir ABD uçağı bu kez Nagasaki kentinin semalarına dalıyor. 9 Ağustos sabahı, emperyalizmin sınır tanımaz vahşetine bu kez Nagasakililer hedef oluyor. Orada da bir anda 40 binden fazla insan can veriyor feci bir şekilde. Bugün nükleer silahlara sahip olduğu gerekçesiyle Kuzey Kore ve İran’ı tehdit eden ABD, 250 binden fazla insanı yok eden atom bombası saldırılarını, “2. Dünya Savaşına son vermek ve barışı getirmek için zorunluydu” kılıfı altında küstahça savunup kendisini barışın mimarı ilan etti! 1945’ten sonra ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin hızla nükleer silahlanmaya gittiler. Nükleer silahlanmanın rekor düzeye ulaştığı 1986 yılına gelindiğinde bu ülkelerin elindeki toplam nükleer silah sayısı 65 bini geçiyordu. Bu, yaklaşık 1,5 milyon Hiroşima tipi atom bombasına eşit bir miktardı. O yıldan sonra emperyalist ikiyüzlüler korosu nükleer silahlarda azaltmaya gidilmesi kararını aldılar ve 2002’de bu sayıyı yaklaşık 20 bine, yani 500 bin Hiroşima tipi atom bombasına indirdiler. Emperyalistlerin elinde bugün hâlâ dünyayı onlarca kez yok edebilecek yıkıcı bir güç bulunuyor. Ve bugüne dek dünya ölçeğinde yaşanan iki emperyalist savaş da dahil olmak üzere tarih bize gösteriyor ki, kapitalizmin kâr hırsı uğruna yapamayacağı hiçbir kötülük, insanlığı sürüklemekten kaçınacağı hiçbir felâket yoktur.
ABD emperyalizmi, bugün daha küçük boyutlardaki nükleer bombaları ve silahları Afganistan’da, Irak’ta tüm dünyanın gözü önünde kullanmaktan çekinmemektedir. Ve dünya işçi ve emekçilerini, İran ve Kuzey Kore gibi terörist ülkelerin elindeki nükleer silahların tehlikeli olacağına, kendisinin ise barışın garantörü olarak bu silahları elinde tuttuğuna inandırmaya çalışmaktadır. Dünyanın kaderi işçi sınıfının elinde. Ya bu vahşet sistemini tarihe gömmek ya da kapitalizmin yarattığı felâketlerle yokoluşa seyirci kalmak! Ya sosyalizm ya barbarlık içinde yokoluş!
45
Okurlarımızdan 11 yaşındayken aileme katkıda bulunmak için tekstilde çalışmaya başladım. İlk kez evimizin yakınlarında bulunan bir konfeksiyonda çalıştım. Benim hayattaki en büyük isteğim okumaktı. Çalışırken bunu yapamamak beni çok üzüyordu. Orada çalışmak yerine okula gitmek, yaşıtlarımla birlikte oynamak, gezmek, dolaşmak istiyordum. İlk çalıştığım zamanlar şimdiki kadar zor değildi. Örneğin geç kaldığımızda bize bağıran olmazdı. Şimdiki gibi ilk fırsatta maaşımızdan kesmezlerdi. Ya da küçük olduğum için ben öyle biliyordum. Buradan ayrıldıktan sonra Ümraniye’deki bir konfeksiyonda çalışmaya başladım. İşe zamanında yetişebilmek için sabahın çok erken saatlerinde kalkmak zorunda kalıyordum. Burada ne iş yapabildiğimiz önemli değildi. Onlar hangi işte çalışmamızı istiyorlarsa biz o işte çalışıyorduk. En küçük hatamızda bile bize bağırıp, bizi azarlıyorlardı. Şimdi 20 yaşındayım ve o zamana dönüp baktığımda yine şimdiki gibi eziliyor olduğumu görüyorum. O zaman da ezilmemize rağmen maaşımızı düzenli alamıyorduk, şimdi de alamıyoruz. Bir işçinin en doğal hakkı olan sigorta-
mız yapılmıyordu, tıpkı şimdi de birçok işletmede olduğu gibi. Bu işyerinden sonra başka bir tekstil fabrikasında çalışmaya başladım. Bu işyeri hiç temiz bir yer değildi. İşçiler pislik içinde çalıştırılıyorlardı. Temizlik sadece müşteriler geleceğinde yapılırdı. Bizim sağlığımız hiç düşünülmezdi. Birçok arkadaşım tüberküloz hastalığına yakalandı. Hemen her gün aynı yemeği yiyorduk. Bu işyerinde de maaşlarımız zamanında verilmezdi. Bu işyerinde çok fazla sigortasız arkadaşımız vardı. Sigortalı işçiler hakkını yedirmeyen bilinçli işçilerdi. Benim gibilerse sigortasızdı. Çünkü patrona karşı direnmiyorduk, birlik olmuyorduk. İşsiz kalmaktan korkuyorduk. “İyi kötü para alıyoruz, karnımız doyuyor” diye düşünüyorduk. Daha sonra şu anda çalıştığım işyerinde çalışmaya başladım. Ben başladığımda burada sendikal mücadele başlamıştı. Bu işyerinde hakkımı aramayı, mücadele etmeyi öğrendim. Buradaki işçiler tam bir dayanışma içindeydiler. Birbirlerine güveniyorlardı. Onların güvenlerini kazandıktan sonra bana sendikaya üye olduklarını söylediler. Benim de üye olmamı istiyorlardı. Bana
Çalışmaya başladığımda çocuktum, o yaşta olmama rağmen “eve bir ekmek ben de götürmeliyim” diyerek işe başladım. Çalıştığım yerlerde çeşitli makineler vardı. Ben de onlarda çalışmak isterdim ama önce ayak işlerine çalıştırır daha sonra işler bittiğinde makineleri öğretirlerdi. Makineleri çalıştırmayı heves eder, “ben de bir gün o heybetli şeylerin başına geçeceğim” derdim. Çok çalışır, mümkün olduğu kadar boş durmazdım. Boş kaldığım zaman beni şef görür ve kızar diye utanırdım. Bir işe yaramanın zevkini duyardım içimde. İşler bazen yanlış olur azar işitirdik, hatta küfür bile ederlerdi, “kızım” demeyi de unutmadan tabii. Bizim bölüm çok havasız aşırı derecede gürültülü bir yerdi. Şirketin temizliğini de bizler yapardık, sıraya koyarlardı. Her gün iki kişi temizlerdi bölümü. Bunca tantanadan sonra maaş günü çatardı. O gün çok heyecanlanır çalışmak istemez parayı bir an önce alıp cebimin içine koymayı ve sonra diğer cebime aktarmayı hayal ederdim. Eve giderken de yolda “ne alayım kendime, acaba annem kızar mı” diye düşünür hiçbir şey almadan giderdim. Paranın birazı kiraya birazı bakkala verilirdi. O zamanlar veresiye alınırdı. Küçük bir deftere yazdırılırdı alınanlar. Genelde kardeşimi yollardık, biz utanırdık gitmeye. Servisimiz yoktu, işe yürüyerek giderdik. Çamurlara bata çıka, gece yaprak oynasa korkardık. Ramazan gelmişti, erzak verecekler diye duyuldu. Yine heyecanlandık, ne verecekler acaba? Hatta birisi “Sarelle de varmış” deyince akşama kadar jet hızıyla çalışmıştık. Verdikleri kuru şeylerdi. Servis yoktu demiştim ya, taşıyamadık, poşetler patladı. Yani bir işe yaramadı. Sonra oradan çıktım, çok çalış az Merhaba arkadaşlar, Ben Gebze’de bir fabrika işçisiyim. Dünya kapitalist sistemi gün geçtikçe azgınlaşıyor ve işçilerin bütün haklarını buduyor. İşçiler olarak bizler önce tarihimizi öğrenmek zorundayız. Geçmişimizi sorgulamadan bugünkü hayatı yorumlayamayız. Emperyalist ABD Irak’a demokrasi getireceğim diye kitlelerin üzerine bombalar yağdırıyor ve hâlâ devam ediyor işgaline. Özgürlük herhalde kitlelerin üstüne bombalar
46
bunu söylediklerinde çok korkmuştum. Çekiniyordum. Sendika toplantılarına ilk katıldığım zaman “acaba doğru mu yapıyorum” diye düşünmüştüm. Daha sonra toplantılara katıldıkça yaptığım şeyin suç değil, benim en doğal hakkım oluğunu öğrendim. Ben doğru yapıyordum. Sözleşmem altı aylık olmasına rağmen işten atılır mıyım diye bir dakika düşünmedim. Çünkü bugüne kadar çalıştığım tüm işyerlerinde olduğu gibi bugün hâlâ pek çok işyerinde işçilerin ancak mücadeleyle hak alabileceklerini öğrenmiştim. Sözleşmemin süresi dolduğunda beni işten çıkardılar. Sendikalı olmasam da zaten bu böyle olacaktı, çünkü yasa bu hakkı işverene veriyordu. Sendikalı olmak bana muazzam duygular yaşattı, ama sonra sendikalı olmanın patronların bu kan emici sistemlerinde sorunları kökünden halledemeyeceğini yani yeterli olmadığını da öğrendim. Şimdi her gün yeni bir şey öğreniyorum. Sorunlarımızı kökünden kazıyabilmek yani bu sömürü sistemini ortadan kaldırabilmek için biz işçiler uyanmalıyız. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Gülsuyu’ndan bir tekstil işçisi
para al, sıkılmıştım. Daha güzel bir iş hayaliyle başka bir işe giriyor ama oralarda da aynı şeylerle karşılaşıyordum. Yoğun mesailer; 10 saat ayakta zor bela çalışırken iki saat daha çalışmak ölüm gelirdi. Çıkışta kuş gibi özgür hissederdim. Sabah yine aynı seremoni. “Ben mesaiye kalmam bu akşam” dediğimde şefim senin “dilin ağzına büyük geliyor galiba” der, ben de ona “sen mesaiye kalıyorsun 1 günlük yevmiye alıyorsun, ya biz üç kuruşa talim” derdim. Şimdi bakıyorum da, canımı dişime takıp çalışmalarımın karşılığı içi boş bir topuk taşı olmuş. Sendikalaşmaya giden yolda devrimci fikirlerle ve insanlarla tanışıyorum. O zaman değişiyor her şey, bakışım, duruşum ve yaşadıklarım. Şimdiye kadar bize gösterilen her şey yalan olduğunu, bu sistemin patronların sistemi olduğunu, onların istediği şekilde düşünmemizi sağladıklarını, bizi bir koyun sürüsünü boynuna takılan çıngıraklarla denetler gibi denetlediklerini anlıyorum. Kendi bireysel gücümüzü sergilemek yerine tıpkı işyerlerinde üretim için nasıl kolektif çalışıyorsak öyle örgütlü bir güç olmamız gerektiğini anlıyorum. Düşünsenize onlara çalıştığımız gibi kendimiz için bir şeyler yapsak, işçi sınıfının tarihini öğrensek neler yaşanmış, nasıl örgütlü bir şekilde alanlara çıkılmış, bazı hakların kazanılmasında nasıl bedeller ödenmiş. Tüm kazanımlar işçi sınıfının mücadelesiyle olmuştur. Tüm bunları öğrendiğimizde, en ufak bir sorunda işten çıkmak yerine, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demek yerine, mücadele etmemiz gerektiğini göreceğiz. bir tekstil işçisi
yağdırıp sömürüyü genişletmekle yaşanmaz ve yaşatılmaz. Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek! Bizler işçiler olarak dünyanın tüm zenginliklerini yaratırken, elit bir kesim zengin oluyor. Bu sizce de tuhaf bir durum değil mi? Bizler bu duruma kayıtsız kalamayız. İşçi arkadaşlar gelin Bolşevik tarzda örgütlenip dünyayı kapitalist düzenin pisliklerinden kurtaralım. Tek muzaffer devrim Bolşevik tarzda örgütlenmeyle olmuştur. Yüre-
ği isyanla dolu işçi arkadaşların örgütlenip, kapitalist düzeni yıkıp, sömürüsüz ve sınıfların olmadığı bir dünyayı yaratma kavgasına katılmalarını diliyorum. Yaşasın işçilerin birliği! Sorun salt bizim ülkemizle sınırlı değil. Sömürü dünyanın her yerinde işliyor. Yaşasın proletaryanın enternasyonalizmi! Gebze’den bir işçi
Okurlarımızdan İçinden geçmekte olduğumuz bu dönemde milliyetçilik propagandasının yükseltildiğini görüyoruz. Küreselleşen dünya pazarına entegre olmak için büyük burjuvaların yaptıkları sözde demokratik ve liberal atılımlara karşı, devletin statükocu ve gerici kanadı milliyetçiliği kışkırtmaktadır. Kapitalist sistemin yaratıcısı olan bu sınıfın kendi içindeki çıkar kavgasına bizler vatan, millet diye alet olmamalıyız. Aslına bakarsanız ben de eskiden Ülkü Ocaklarında görev alan, fakat zamanla bu milliyetçi fikirlerin bizlere zarardan başka bir şey getirmediğini görmüş olan bir işçiyim. Bir Ülkücü olarak işe başladığımda yaşadığım çelişki çok zor gelmişti. O zamana kadar uğrunda öleceğim vatanımda, terörist bildiğim Kürt bir patronun fabrikasında, düşman bildiğim ülkelere mal üretmek için şanlı bir Türk genci olarak gece gündüz TC devletinin belirlediği bir asgari ücretle (yani yine TC hükümetinin açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırının altındaki ücretle) çalışıyordum. Zamanla anladım ki patronum Türk, Alman, Yahudi ya da Kürt olsa da aynı sömürüyle karşı karşıya kalıyordum. Ve benimle aynı koşullarda çalışan ve yaşayan işçi kardeşlerim arasında milliyetçi ayrımlar yaparak bu sömürüyü fark edemiyordum. En nihayetinde milliyetçiliğin bizi kurtaramadığını anlamaya başlar gibiydim. Fakat Marksist fikirlerle tanıştıktan sonra bütün taşlar yerine oturdu. Kapitalist sistemi tanıGericilik döneminden geçiyoruz. Emperyalist kapitalizm gemi azıya almış, alabildiğine pervasızca ve açıktan saldırıyor. Gücünün yettiği yoksul ülkelerin insanlarını kendi doymak bilmez kapitalist iştahı için katlediyor. Irak’taki işgalde, bir gün içinde onlarca insanın ölmesi gündelik rutin haline gelmiş durumda. İnsanlar tüm acılara alışarak yaşarlar. Ama insanlık acılar içinde yaşamayı hak etmiyor ve hiçbir zaman da hak etmedi. Tüm insanlığın küçük bir azınlığın rahat yaşaması için acılar çekmek zorunda olmayacağı özgür, sömürüsüz dünyayı kurmak, işçi sınıfının tüm ülkelerde iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleşebilir. Bu açık düşünceyi devrimciler kadar kapitalistler de çok iyi biliyorlar. Kapitalistler, kapitalist artı-değer sömürüsü yüzünden süren savaşları ve yaşanan açlığı sanki kendi dışlarında oluşmuş bir olgu gibi göstermek için ustaca manevralar yapmayı çok iyi biliyorlar. En son birkaç ülkede düzenlenen, yaklaşık 1 milyon insanın konser alanlarında, birkaç milyar insanın da televizyonlarında izlediği Live 8 adlı konserlerin tüm geliri Afrika’daki aç insanlara gönderilecekmiş. Ne kadar da “insani” bir organizasyon! Konsere katılan, eski BM genel sekreteri Kofi Annan, Madonna vb. pop müzik starları, ayrıca iyi niyet mesajı okunan Tony Blair’in hümanistliği bir tarafa, asıl önemlisi bu konseri organize eden sponsor firmalara baktığımızda mide bulandırıcı kötü bir koku yayılıyor. Bilişim sektörünün tekelci şirketi Microsoft’tan Exxon Mobil’e kadar birçok tekel bu organizasyonu asıl gerçekleştiren kahramanlar. 1929’daki aşırı üretimden kaynaklanan krizde, piyasa fazlası binlerce ton hububatı, kapitalistler hiç acımadan denize dökerken, dünyada yine milyonlarca aç insan vardı. Bugün de Afrika’daki milyonlarca aç insanı doyurup onlara sağlık hizmeti götürmeye, yine bu açlığa sebep olan kapitalist kahramanlarımız soyunuyor. Ne kadar da anlamlı! Evet gerçekten de böylesi organizasyonlar düzenlemek kapitalistler açısından fazlasıyla anlamlıdır. Çünkü, açlığın, savaşların ve kapitalizmin daha pek çok insanlık dışı sonucunun meşrulaşmasını sağlıyorlar. Bu konsere ya da benzeri organizasyonlara, insanlara salt yardım edebilmek niyetiyle katılan, destek veren tüm insanlara “bataklığı kurutmadan, sivrisineklerin yok olmayacağı” açık gerçeğini anlatmak biz Marksistlerin, işçi sınıfına önderlik etme iddiasında olanların boynunun borcudur. Kapitalist sistem, bütün aygıtlarıyla tamamen yok edilmeden, ne savaşların ne açlığın ne de çevre kirliliğinin ortadan asla kaldırılamayacağını bıkmadan usanmadan anlatmak zorundayız. İşçi sınıfı, kapitalist sistemi bütün aygıtlarıyla alaşağı ettiği gün, kapitalizmin daha fazla kâr uğruna şu ya da bu yolla katlettiği tüm insanların, bu sistemin yarattığı tüm pisliklerin hesabı da sorulmuş olacaktır. İşçi sınıfının uluslararası sovyetler iktidarı için devrimci mücadelemizi yükseltelim. Yaşasın enternasyonalist devrimci mücadele!
Marksist Tutum okuru bir işçi
maya başlayınca, milliyetçiliğin işçi sınıfını bölmek, birbirine düşürmek için, bu sistemi yaratanlar yani burjuvalar tarafından çıkarıldığını anladım. Kapitalist sistemin yarattığı milliyetçilik, işçi sınıfının beynini bulandıran bir zehirden başka bir şey değildir. Diğer ülkelerdeki işçi kardeşlerimizle birleşip kapitalist sisteme karşı öfkemizi hep beraber gösterip onu ortadan kaldırmamız gerekirken, bu milliyetçi ideoloji yüzünden vatan, millet diye ayrılıyor, hatta bu uğurda savaşlarda asker olmak için kandırılıyor ve diğer işçi kardeşlerimizi katlediyoruz. Ve bunun için ödüllendiriliyoruz. İşçi sınıfının vatanı yoktur! Kapitalizmin olduğu her yerde hangi ırktan olursak olalım, hangi ülkede yaşarsak yaşayalım bizim kanımızı emen bir patron her daim olacaktır. Dolayısıyla bu vatanlar burjuvaların kanımız üzerinden kâr ettikleri topraklardır. Bu vatan için uğrunda savaşması ve ölmesi gereken bizler değiliz. Bizlere düşen görev ise İŞÇİ SINIFININ VATANI ENTERNASYONALDİR! sloganını patronların milliyetçi ideolojisine karşı yükseltmek ve sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurup, bu iğrenç sistemi ortadan kaldırmak için mücadele etmektir. ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Küçükyalı’dan bir işçi Merhaba Marksist Tutum, arkadaşlar merhaba! Sizlerle dergimiz Marksist Tutum’un mücadelemizdeki yerini alışıyla yaşadığım sevinci paylaşmak istiyorum. Derginin çıkışını uzaktayken, askerdeyken öğrendim. Bu haberi aldığımda garip bir duygu kapladı içimi. Komünist işçilerin yıllardır özlemini çektiği, sabırsızlıkla beklediği gerçek bir Marksist dergi vardı artık. İçim bunun tarifsiz sevinci ile doldu. Aynı zamanda benim uzakta oluşumun hüznüyle de. Evet dergiyi elime alıp sabırsızlıkla karıştıramayacaktım, sayfalarını koklayamayacaktım ya da sevinç içinde kucaklaşamayacaktım aynı duyguları paylaştığım arkadaşlarımla. Tüm bunlar için beklemek zorundaydım. Ama yerimde duramıyordum bir türlü. Görevli olduğum karakolda sabırsızlık ve telaş içinde bir odadan ötekine dolaşıp duruyordum. Gözüm aynaya ilişene kadar sürdü bu. İşte ben vardım ya. Ne oluyor bana diyerek aynanın karşısına dikiliverdim. Yumruğumu bir kavgadaymışçasına sıktım. Sonra yukarı kaldırdım ağır ağır dev bir mitingin ortasında slogan atmak üzereymişçesine, kaşlarım öfkeyle çatık ve gözlerimde pırıl pırıl bir aydınlık. Başladım ayağımı yere vurup tempo tutmaya. Kendim, aynadaki kendime enternasyonali söylemeye başladım. Bu anın sevincini coşkusunu arttırmak istiyordum. Hem rahatlamıştım da bunu yaptığımda. Ve tüm gece boyunca bildiğim marşları bir bir okudum. Kendimce kutlamıştım bu haberi. Bu, hayatımın önemli anlarından biri olacak sanırım. Şimdi sabırsızlıkla askerliğin biteceği zamanı bekliyorum. Sokakta bağıra bağıra dergimizi satabileceğim zamanı bekliyorum. Aklımdan şu güzel hikâye çıkmıyor: “İki kişi her gün ormana gidip ağaç kesiyorlarmış. Aynı saatte ormana gidiyorlarmış. Fakat biri durup dinlenmeden geç saatlere kadar çalışıyormuş. Diğeri ise düzenli olarak çalışıyor, öğle vakti istirahatını yapıyor akşama da hava kararmadan evine dönüyormuş. Bir süre sonra kesmiş oldukları ağaçları ayrı ayrı toplamışlar. Geç saatlere kadar durup dinlenmeden çalışan adam diğerine, – nasıl olur, sen benden daha az çalıştın, üstelik öğlen saatinde de istirahat ettin, yine de benden çok odun hazırladın, demiş. Diğeri cevap vermiş: – senin istirahat ediyorsun dediğin saatlerde ben baltamı biliyordum.” Evet sanmayın ben bu saatleri boşa geçiriyorum, sadece bekliyorum. Şimdi bu zamanı kullanıp baltamı biliyorum ben de. Dönüp ormana girdiğimde farkım olsun diye. bir metal işçisi
47
Okurlarımızdan Ben özel sektörde sendikalaşma sürecini yaşamakta olan bir işçiyim. Yaklaşık bir senedir, işyerimizde sendikalı olmak için, daha da önemlisi sınıf mücadelesini bir adım da biz ileriye götürmek için çaba gösteriyoruz. Yaşadığımız süreçte birçok sorun ve engelle karşı karşıya kaldık. Fakat bana göre bu sorunların en önemlisi, ailemizle karşılaştığımız sorunlardı. Kendim de bu mücadelede ailemle birçok kere karşı karşıya geldim. İlk zamanlar eşimle, daha sonraları diğer akrabalarımla sorunlar yaşadım ve hâlâ eşimin annesi ve akrabalarıyla sorunlar yaşamaya devam ediyorum. Eşimle bu mücadelenin başlangıcında birçok tartışmamız oldu. Beni ilk zamanlar anlamadı. Eve geç geldiğimi, artık ailesiyle ve onunla ilgilenmediğimi ve onu ihmal ettiğimi söyledi. Ayrıca ekonomik sorunlarımızın daha ne kadar böyle devam edeceğini, nereye kadar sıkıntı çekeceğimizi, artık bunun dayanılmaz bir hal aldığını söyleyerek devamlı tartışma çıkarıyordu. Akrabalarımız da, bunun –sendikalı olma mücadelesinin– daha ne kadar süreceğini merak ediyor, bu işte memnun değilsem başka işler bulup maddi durumumu düzeltmem gerektiğini söylüyorlardı. Sendikal işlerin boş işler olduğunu, bırakmam gerektiğini söy-
leyerek beynimi bir süre meşgul ettiler. Neden karşıma engeller çıkarıyorlardı? Sonuçta bir şey yapıyorsam ailem için yapmıyor muydum? Niye bunu anlamıyorlardı? Kendime bunun gibi bir sürü soru soruyordum. Bunlara cevap arıyordum. Bu cevapları da bu süreçte Marksizmi öğrenmeye çalışırken bulmaya başladım. Aile kurumu yaşadığımız kapitalist sistemin en temel yapı taşlarından biridir. Hemen hemen her şey bu kurum üstünedir. İnsanlar doğar, büyür, evlenir, çoluk çocuğa karışır, bunlar için yaşar ve ölürler. Hepimize bu, bir yaşam tarzı olarak aşılanmamış mıdır? Hepimiz ailemiz için çalışmaz mıyız? Onlar daha iyi yaşasın, daha iyi bir yaşam standardına sahip olsun diye çabalamaz mıyız? Hepimize bu korumacılık ve sorumluluk duygusunun ve böyle bir aile yapısının empoze edildiğini ve bunların apaçık bir şekilde kapitalist sistemin en büyük gereksinimi olduğunu, Marksizmi öğrenirken gördüm. Mücadele edeceksem, tek başına değil, ailemi de bu mücadeleye katarak ancak başarılı olacağımızın farkına vardım. Önce eşimle olan sorunları bu temelde çözmek için çalışmaya başladım. Bu mücadeleyi kendim için olduğu kadar onlar için de
Ben değişik sektörlerde uzun yıllar boyu çalışmış bir işçiyim. Bu yılların verdiği yorgunluğun beni bezdirmesi sonucunda işten ayrıldım ve iki yıldır çalışmıyorum. Evli ve çocuk sahibi bir kadının yoğun mesaili bir işte çalışmasının ne kadar güç olduğunu tahmin edebilirsiniz. İş çok ağırdı ve tatminkâr değildi. Çocuğumun bakım problemi de vardı. Anneme baktırıyordum ama o da çok yorulduğunu söylüyordu. Ben de özlüyordum çocuğumu, çok özlüyordum. Artık her şey üstüme geliyordu ve bu şekilde taşıyamıyordum evin, çocuğun sorumluluğunu. Eşim ne kadar yardımcı olsa da birbirimize hiç vakit ayıramıyorduk. Bunun stresi de oluyordu üzerimde. Ben de işten ayrılmaya karar verdim. Evdeki günler malum işlerle birbirini kovalamaya başladı. Çocuğun bakımı, her gün aynı monotonluk beni sıkmaya başlamıştı, bir şeyler arıyordum. Ben de çoğunuz gibi örf ve adetlerine bağlı yetiştirilmiştim. Bazen dinin bile önüne geçen adetler! Huzur arıyordum ama parasız huzur olmuyordu. Çalıştığım zaman vakit ayıramadığım çevreme bile gidemiyordum. Parasız adım atamıyordum. Maddi sıkıntılar başlamıştı. Tek bir kişinin aldığı ücret neye yeterdi. Bu sıkıntılı günlerin birinde eşarp takmaya yani kapanmaya karar verdim ve örtündüm. İlk eleştiri ailemden geldi, “neden başını örttün daha gençsin!”. Dedim ya huzur arıyordum ama sorunlar gittikçe çoğalıyordu ve dışlanıyordum. Bu bende bir bezginlik yaratmıyordu, araştırıyordum, en çok merak ettiğim konu kaderdi. Ölüm bir kader miydi? Ya da parasızlığın sebepleri neydi? Allahın isteyene imanı vereceğini, istediğine zenginliği vereceğine inanmaya başlamıştım. Allahın bize sıkıntıları layık gördüğünü ve çözümünün de sadece inançlı olmaktan geçtiğini düşünüyordum. Kabuğuma o kadar çekilmiştim ki, sorunları böyle halledeceğimi düşünüyordum. Bir yıl bu şekilde geçti, ama sıkıntılar daha da yoğunlaştı. Bu arada işyerinde eşim ve arkadaşları çok zor durumdaydılar, yoğun hakaretlere maruz kalıyorlar ve bir şeyler yapmak istiyorlardı. Bu süreçte sendikalaşma faaliyetine başladılar. Yani kaderlerini zorlayacaklardı! Ben de merak ediyordum ne olup bittiğini. Eşim bu mücadele sırasında devrimci insanlarla tanışmıştı. Beni de
48
verdiğimi anlattım. Bana yardımcı olmasını istedim. Bu fikirleri ve işyerinde yaşadıklarımı onunla paylaştım. Neden bu sorunlarla karşılaştığımızı ve sorunların sistemden kaynaklandığını, bizim bir sınıf olduğumuzu ve mücadelemizin sınıfımızla beraber bu sisteme karşı olması gerektiğini söyledim. Eşimle bunları paylaşmam gerçekten onun çok hoşuna gitti. O da daha fazla öğrenmek ve bana destek vermek istediğini, mücadelemde yanımda olacağını söyledi. Şimdi onunla beraber bu mücadelede yan yana yürüyoruz. Evimizde Marksist fikirleri, dünyadaki gelişmeleri ve sorunları beraber tartışıyoruz. Bir mücadele verilecekse, olması gereken budur. Biz yaşadığımız ve her gün başka bir sorunuyla karşılaştığımız kapitalist sistemi yenmek ve tamamıyla yok etmek istiyorsak ailemizi de bu mücadelenin içine çekmek zorundayız. Bu sistemin bütün çirkefliklerini, sömürüsünü ve çelişkilerini en açık şekilde ortaya koyan tek bilim Marksizmdir. Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz! Yaşasın işçi sınıfının Marksizm ışığındaki mücadelesi! İstanbul’dan bir işçi
tanıştırdı onlarla. İlk başta “benim hayatıma ne hakla giriyorlar?” diye tepki verdim. Çünkü ben kaderciydim ve bu sorunları Allahın takdir ettiğini düşünüyordum. Gelip gitmeler devam etti. Benim başımın örtülü olması onlar için önemli değildi. Çünkü onlar insanı, insan olduğu için seviyorlardı, beni çok hoş tutuyorlardı. Onlardaki bu mütevazilik beni hayret içinde bırakıyordu. Onları gün geçtikçe daha da seviyordum. İşçi sınıfından bahsediliyordu ve ücretli olarak kimin yanında çalışırsa çalışsın, hangi vasıfta olursa olsun, her meslekten çalışanın işçi olduğunu anlatıyorlardı. İşçilerin biliminin Marksizm olduğunu duydum. Ben de öğrenmek istiyordum. Çünkü bilinçsiz bir şekilde başını önüne eğip çalışmanın bir anlamı olmadığını, sınıfımızın mücadelelerinin sonucunda güçlendiğini görüyordum. Yasal haklarımız olduğunu ve bu yasal hakların nasıl kazanıldığını öğrendim. Kader inancım da kaybolmuştu. Çünkü geçmişte mücadele eden insanların kazanımlarını biliyordum. Ben de bilinçli bir işçi olma yolunda ilerliyordum. Bu ilerlemelerden sonra başımı açtım ve örtünmek istemedim. Başım açık ya da kapalı olsa fark etmiyordu, her koşulda insanca yaşayamıyordum. Artık benim için önemli olan bu değildi. Daha önemli şeyler vardı öğrenmem gereken. İşçi sınıfını din öyle güzel kanatları altına alıyor ki, iş kazalarına “kader” dedirtiyor, düşük ücrete “kader” dedirtiyor. Bu kader hep dar gelirli insanları mı buluyor? Sömürülmek bizim kaderimiz mi? Değil. Kapitalist sistemin ve patronların çizdiği bir “kader”de bizlere “sabır” öneriliyor; sabır dinin temelidir, bu dünyada sabreden öbür dünyada mükafatını alır! Kimsenin bize acıyarak bir şeyler vermesini istemiyoruz, bizler sömürüsüz, sınıfsız bir toplumun tohumlarını atmalıyız. Bütün dünya işçileri Marksizmin ışığında yol alarak ilerlemelidir. Bu dünya, insanların dini duygularının sömürüldüğü ve baş kaldırmanın günah olduğu bir dünya. Bu dünyanın kaderi bizim ellerimizde, bizler o günleri görmeyebiliriz ama inanın sağanak bir yağıştaki gibi bütün dünyanın üzerinde yağacağız. Bu yağışta boğulanlar kapitalizme uşaklık edenler ve burjuvalar olacak. Marksist Tutum okuru bir işçi