Sınıfın Örgütlü Gücüne Dayanmayan Eylem Anlayışına Son! Mayıs 2009
• 1 Mayıs 2009’un ardından • Türk tipi burjuva demokrasisi /14 • Kızıl kanatlı Rosa /5
50
• Obama’nın ziyareti • Anti-emperyalizm ve sol • Kürt sorunu: inkârcılıkta yeni arayışlar
1 Mayıs 2009’un Ardından 2
009 1 Mayıs’ı geride kaldı. Dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca işçi sokaklara dökülürken, Türkiye’nin de dört bir köşesinde onlarca il ve ilçede on binlerin katılımıyla 1 Mayıs kutlamaları yapıldı. Ama her yıl olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs kutlamalarının odağında sınıf mücadelesinin başkenti olan İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamaları yer aldı. Son iki yıldır yaşanan Taksim bunalımı tekrarlandı ve bu yılın 1 Mayıs’ına da damgasını vurdu. Böylece işçi sınıfının mücadele gündemindeki birçok konu gibi, ülkenin diğer kentlerindeki birçok kutlama da gölgede kaldı. Taksim tartışması dolayısıyla 1 Mayıs öncesi oluşan belirsizlik havası da çeşitli bakımlardan işçi kitlelerin 1 Mayıs gösterilerine katılımını olumsuz yönde etkiledi. Oysa işçi sınıfının çok yoğun bir mücadele gündemi var ve 1 Mayıs bu gündemi oluşturan hususların hem işçi sınıfına hem de genelde topluma mal edilmesi için bir fırsat oluşturmaktaydı. Kapitalizmin küresel ölçekte içine girdiği kriz nedeniyle burjuvazi işçi sınıfını hedef alan saldırılarını yoğunlaştırmış, dünya ölçeğinde on milyonlar işsizler ordusunun saflarına savrulmuş, Türkiye’de de krizin gitgide ağırlığını hissettirmeye başladığı son bir yıl içinde 1 milyon civarında işçi işten atılmıştır. Türkiye tarihindeki işsizlik oranları açısından son aylarda peş peşe tarihsel rekorlar kırılmaktadır. Açlık, sefalet, hak gaspları ayyuka çıkmış, sendikasız, sigortasız, esnek çalıştırma, taşeronlaştırma, işyerinde patron terörü tahammül sınırlarını zorlayacak boyutlara ulaşmıştır. Diğer taraftan işçi sınıfı mücadelesinin önündeki siyasal/sendikal yasak ve bariyerler hâlâ varlığını sürdürmekte, Kürt halkına yönelik saldırılar, baskı ve aşağılamalar da son günlerde özellikle artmaktadır. Dolayısıyla sermayenin çok yönlü saldırıları sonucunda ağır bir yıkım tablosunun varlığı belirgin biçimde hissedilmektedir. Hâl böyleyken, bir yandan da, özellikle kriz bağlamında işçi kitlelerinde belirli bir kıpırdanma, çeşitli fabrika ve işyerlerinde grev ve direnişlerin sayısında, sendikalaşma teşebbüslerinde, mitinglere işçi katılımında ve canlılığında artış başlamıştır. Yıllardır emekçi kitlelerin gözünü boyamayı ve popülaritesini artırmayı beceren AKP de son seçimlerde işçi-emekçi tepkisiyle bir gerileme içine girmiştir. İşte bu koşullar altında yaklaşan 1 Mayıs gerçekten de bir fırsattı. Üstelik, birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs için doğru bir hazırlık yapılması ve doğru bir yaklaşım sergilenmesi durumunda, son dönemde bir dinamizm içinde olan Kürt emekçi kitlelerin de 1 Mayıs’a kitlesel katılımını sağlama imkânı vardı.
Bu çerçevede İstanbul’da son yılların en güçlü, en kitlesel 1 Mayıs’ının örgütlenmesi gerçekten de kuvvetle muhtemeldi. Dahası böylesi bir birleşik 1 Mayıs iradesinin makul bir süre önce oluşması halinde bunun tüm Türkiye’deki 1 Mayıs gösterilerine daha baştan olumlu bir itilim vereceği de aşikârdı. Dolayısıyla işçi hareketinin daha ileriye atılması yolunda önemli bir moral etki yaratacak, onun kendi kitlesel gücünü hissetmesine yardımcı olacak bir 1 Mayıs örgütlemek için oldukça elverişli bir ortam oluşmuştu. Ama durum buyken, son iki yılın 1 Mayıs’ının bir anlamda heba olmasına yol açan Taksim tartışmaları yeniden uç verdi. Son iki yılda olduğu gibi, yine birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs örgütlenememesi riski bir kez daha ufukta görünmüştü. Bu nedenle enternasyonalist komünistler olarak devrimci uyarı görevimizi yaptık. Son 5 yılda üç kez ortaya çıkan bu duruma (2004, 2007, 2008) yönelik yaptığımız tüm değerlendirmeleri hatırlatarak aynı hataya düşülmemesi için çaba harcadık (Yaklaşan 1 Mayıs ve Devrimci Uyarı Görevimiz, MT, Nisan 2009). Şüphesiz işçi sınıfıyla ve sınıf gerçekliğiyle bağlarını koparmamış başka çevrelerden de benzer bir çaba gösterenler vardı. Ancak tüm bu çabalar, DİSK’e hâkim CHP çizgisini yoldan çevirmeye yetmedi ve fırsat bir kez daha heba edildi. Sonuçta, başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de, olabilecek olandan çok daha zayıf bir işçi sınıfı tepkisi ortaya konabildi. Bunun başlıca sorumluluğu, DİSK’i elinde tutan Çelebi ve şürekâsıdır. Bu kadro egemen sınıf içi çatışmada tutturduğu statükocu-Kemalist çizgiyi devam ettirmiştir. Daha önce DİSK üzerinden Rıdvan Budak’lar aracılığıyla yürütülen 28 Şubatçı hükümet devirme çizgisi, Çelebi ve şürekâsı tarafından devralınmış ve bu çizgi son yıllarda 1 Mayıslar vesilesiyle yürütülür olmuştur. Taksim bunalımı üzerinden aynı çizgi bu yıl da izlenmiştir. Taksim’i fethetmek üzere yola çıkmış havası yaratan Süleyman Çelebi vesayetindeki DİSK, peşinden sürüklediği çevreleri yarı yolda bırakıp, sonunda “makul” bir kalabalığın alana girmesi konusunda devlet güçleriyle pazarlıkta anlaşmıştır. Böylece, önemlice bir bölümü milletvekilleri, Avrupa’dan gelen parlamenterler ve sendikacılar, DİSK ve KESK’li sendikacılar, sendika temsilcilerinden oluşan 4-5 bin kişilik bir kitlenin Taksim’e çıkmasına izin verilmiştir. Çelebi izin verilen kitleyle birlikte protokol fatihi olarak Taksim’e yürürken, geride korteje katılmak isteyen diğer tüm kesimler devlet terörünün insafına terk edilmiştir. Ama bu sonucun doğmasında tek sorumluluğun
1
marksist tutum
Taksim’i fethetmek üzere yola çıkmış havası yaratan Süleyman Çelebi vesayetindeki DİSK, peşinden sürüklediği çevreleri yarı yolda bırakıp, “makul” bir kalabalığın alana girmesi konusunda devlet güçleriyle pazarlıkta anlaşmıştır.
DİSK’te olduğunu söyleyemeyiz. Onun etrafında toplaşan KESK ve meslek odaları da bu sorumluluğa ortaktır. Ama devrimciler açısından üzüntü verici olan, sosyalist çevrelerin geniş bölümünün de bu oyuna bir kez daha gelmeleridir. Oysa oraya DİSK üyesi işçileri bile götürme zahmetine katlanmayan Çelebi ve şürekâsını bu oyunda yalnız bırakmak, doğru noktadan basınç uygulamak mümkündü. Bu çevreler ortaya çıkan tabloyu geçen yıllarda olduğu gibi yine bir “zafer” olarak sunmaktadırlar (hatta bunu, “Taksim’i kazandık sıra devrimde!” demeye kadar vardıranlar var). Buna ciddiyetten yoksunluk demek doğrusu hafif kaçıyor. Krizin yarattığı ağır sonuçlardan mustarip ve tepki vermeye daha meyilli milyonlarca işçi-emekçi evinde oturup 1 Mayıs’a yabancı kalmıştır. İşçi sınıfının mücadele gündeminin işçi-emekçi kitlelere yansıtılamadığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünde bir ilerlemeye yol açmayan bu tablo nasıl oluyor da bir “zafer” tablosu olabiliyor? İşçi sınıfı hareketinin genel ilerleyişi açısından ortada bir “zafer” olmadığına göre, bu zafer neyin zaferi olabilir? Bu olsa olsa, bunca kapitalist gelişmeye, kente göç ve proleterleşmeye rağmen, Türkiye sol hareketinde hâlâ bu denli küçük-burjuva devrimcisi olarak kalabilme başarısını gösterenlerin “zaferi” olabilir! Burada işçi sınıfını tümüyle unutmuş, kendine sevdalı bir siyasal eğilimin gerçekler dünyasından kopukluğu vardır. Bu tablo biz işçi sınıfı devrimcilerine bir kez daha, tüm proleterleşmeye rağmen bu toprakların ruhen bir küçük-burjuva denizi olduğunu göstermektedir. Bu hareketler ne yazık ki sosyalist ideallere şöyle ya da böyle ilgi duyan gençlere Bolşevikçe bir işçi sınıfı terbiyesi vermek yerine, onları işçi sınıfına demirlemek yerine, tam da onların doğal küçük-burjuvaca eğilimlerinin azmasına çanak tutuyorlar. Böyle olunca senenin bütününde işçi sınıfı içinde dişe dokunur bir şey yapmayıp 1 Mayıs’ta Taksim’e bir şekilde çıkmayı ve polise taş atmayı devrimcilik sayan
2
Mayıs 2009 • sayı: 50
bir anlayışla yüz yüze geliyoruz. Devlet güçlerine karşı savaşkan bir ruhla dolu olmak bir devrimci için elbette olmazsa olmazdır. Ama aslolan, savaşkan ruhu işçi sınıfının bilinçlenmesine, örgütlenmesine ve gerçek mücadelesini yükseltmeye sevk edebilmektir. İşçi sınıfı devrimciliğinin gereği budur, bu aynı zamanda istikrarlı bir devrimciliğin de yegâne yoludur. İşçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütleme çabası, sınıfın geride kalan bölüklerini sabırla ileri çekme çabası küçükburjuva ruhlara fazla hitap etmez. 1 Mayıs öncesi yaptığımız uyarıda, daha 2004 yılı 1 Mayıs’ında belirginleşen bu duruma dikkat çektiğimiz satırları aktarmıştık: “İşçi sınıfının sendikal ve siyasal düzeydeki örgütlülüğünün tedirgin edici boyutlarda gerilediği dönemlerde, 1 Mayıs gibi anlamlı bir tarih bile olsa, sınıf hareketinden bir gün içinde devrimci bir nitelik sergileyecek bir sürpriz beklenemez. Bu türden tarihsel kesitlerde proletarya içinde yürütülmesi gereken örgütlenme çabası gerçek komünistler açısından bellidir. Leninist parti anlayışı, sınıfın öncü unsurlarının sağlam siyasal örgütlülüğünün sağlanması sayesinde kitlesinin de ileriye doğru harekete geçirilebileceğine işaret eder. Fakat çok açıktır ki bu tarz bir örgüt ve mücadele anlayışının içselleştirilebilmesi, ancak bu zahmetli işi bıkmadan usanmadan yürütmeyi becerebilecek niteliğe ve disipline sahip devrimci kadroların harcıdır. Kulağa ne denli hoş gelse de, devrimci bir eylemmiş gibi görünse de, sınıfın örgütlü mücadelesini ilerletmeye hizmet edemeyen devrimci söylemler ve eylemler son tahlilde kendi içine dönüp sönmeye mahkûmdur.” (age) Aslında bir gerçeği burada hatırlatmakta yarar var. Türkiye’de 1 Mayısları yaratan ve bir gelenek haline gelmesini sağlayan da, Taksim’in bir sembol haline gelmesine yol açan 1 Mayıs 1977’yi yaratan da küçük-burjuva devrimciliği olmamıştır. Bugünkü küçük-burjuva devrimciliğinin o zamanki öncülleri, devrimci hareketin olağanüstü kitleselliğine rağmen, Türkiye’de kitlesel 1 Mayıs kutlamaları örgütlemeyi adeta akıllarına bile getirmemişlerdir. Bu işi yapanlar işçi sınıfı devrimciliğine yönelen sosyalistler ve onların içinde çalıştığı eski DİSK olmuştur. Bu unutulan gerçekleri küçük-burjuva sola da yeni DİSK’e de hatırlatmak zorunludur. Hatırlanması gereken bir başka gerçek, eğer oyun oynamıyorsak, bugün “Taksim’i kazanma” sözünün asıl anlamının 1 Mayıs 1977’deki gibi örgütlü ve düzene korku salan bir işçi hareketini örgütlemek olduğudur. Başka her şeyi unutarak Taksim’i bir takıntıya dönüştürenlerin bu uğurda ne yaptıklarını sorgulamaya davet etmek de devrimci uyarı görevimizin bir parçasıdır. “Makul Taksim”i bir zafer olarak sunmak, ancak gerçek devrimci görevleri yerine getirmemenin üzerini afili bir şalla örtmektir. Elbette aynı hataların tekrar tekrar yapılması karşısında adeta sözün bittiği bir noktaya geliniyor. Ama biz yine de sözümüz divana kalsın misali devrimci sorumluluğumuzun gereğini yapmaya çalışıyoruz.
Kürt Sorunu: İnkârcılıkta Yeni Arayışlar Utku Kızılok
S
on birkaç senedir Kürt sorununun sözümona çözülmesini içeren bir plandan söz edilmekte, Kürt kitlelere umutlar pompalanmakta, fakat çok geçmeden bunlar fos çıkmaktadır. Zira diğer temel siyasi konularda olduğu gibi, TC’nin Kürt sorunu konusundaki siyasetini belirleyen yüksek askeri bürokrasidir ve onun da geleneksel yaklaşımı şudur: “Kürt sorunu yoktur!” Rejim üzerindeki askeri vesayetin kalkmasını ve Avrupai bir parlamenter işleyişin egemen olmasını isteyen burjuva kesimler ve onların liberal yazar-çizer taifesi ise, meseleyi kültürel kırıntılar verilmesine indirgemektedirler. Buna mukabil, başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmeye çalışmaktadırlar. Ortadoğu’daki dayanaklarını güçlendirmeye çalışan ABD emperyalizmi, İsrail, Türkiye ve Güney Kürtlerinin uyum halinde olmasını arzu etmektedir. Ancak bunun için de Türkiye’nin bir şekilde Kürt sorununu “çözmesi” gerekmektedir. Kürt korkusunu yenmiş bir Türkiye, hem Güney’deki Kürt Yönetimi’nin hamiliğine soyunabilecek hem de ABD’nin Ortadoğu’daki savaş planlarının daha aktif bir parçası haline gelebilecektir. Belirtelim ki, Türkiye’nin Güney’deki Kürt Yönetimi’ni nüfuzu altına almasını isteyen, ama Kürt sorununda adım atılması için askeri bürokrasi karşısında irade gösteremeyen burjuva kesimler de, ABD’nin söz konusu planlarını canı gönülden desteklemekteler. Bu planlara göre, Türkiye Irak’taki Kürt Yönetimi’nin varlığını kabul edecek, içeride Kürt sorunu ile ilgili kimi adımlar atacak (genel af gibi) ve buna karşılık olarak da, Barzani ve Talabani PKK’nin silah bırakmasını sağlayacak! ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın Mart başında Türkiye’yi ziyaret etmesi, devam eden günlerde ise Abdullah Gül’ün Irak’a giderek –ve uçakta gazetecilere “Kürdistan” kelimesini telaffuz ederek– Talabani ile görüşmesi ve PKK’ye “silah bırak” çağrısı yapacak bir Kürt konferansı-
nın toplanacağından söz edilmeye başlanması bu planın parçalarıdır. Nitekim Nisan başında Türkiye’yi ziyaret eden Obama ile yapılan pazarlığın temel ayaklarından birini de, Kürt sorunu ve söz konusu plan oluşturmaktaydı. DTP eş başkanı Ahmet Türk ile görüşen ve yaptığı konuşmalarda Kürtlerin eşit olması gerektiğinden söz eden Obama, böylece kamuoyu önünde de Kürt sorununda “adım atın” mesajı vermiş oldu. Ancak Obama’nın ziyaretinin ve Kürt sorununda yoğunlaşan “çözüm” tartışmalarının üzerinden bir hafta geçmeden Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 14 Nisanda, kendisini dinlemeye koşan kalabalık bir gazeteci taifesi karşısında, akademik bir üslupla askeri vesayet rejimini kutsadı, orduya özerklik istedi ve Kürt sorunu yoktur dedi. Şu tesadüfe bakın ki, Başbuğ konuşurken, 13 ilde DTP’ye dönük geniş kapsamlı bir “PKK operasyonu” başlatılmıştı. DTP’ye dönük saldırılar diğer günlerde de devam etti ve onlarca parti yöneticisi tutuklandı. PKK seçim sonrası durumu değerlendirerek ateşkes ilan etmesine rağmen, kırsalda askeri operasyonlara hız verildi. Böylelikle bir kez daha Kürt sorununda bir adım atmaktan yana olmadıklarını devlet terörü estirerek ortaya koydular. Başbuğ, 29 Nisandaki basın toplantısında çözümsüzlük tavrının altını bir kez daha çizmiştir. Kürt sorunu tüm ağırlığıyla orta yerde durmaktadır. Sorunun asıl muhatabı olan Kürt ulusal hareketi dikkate alınmamakta, böylece Kürt sorunundaki kilitlenme ve çözümsüzlük devam etmektedir.
İnkârcılıkta yeni arayışlar Bir taraftan Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyen Başbuğ, öte taraftan “Türk ortak/üst kimliği” altında bireysel kültürel alt kimliklerin kullanılabileceğinden dem vurmuştur. Lakin bu “ikincil kimlikler ancak ikincil kültü-
3
Mayıs 2009 • sayı: 50
marksist tutum
rel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir”, alt kimliklerin anayasaya girmesine zinhar izin verilemez! Burjuva yazarların kendisine “entelektüel general” payesi vermesinden mi cesaret alır bilinmez, Başbuğ, birkaç kalem darbesiyle Kürt kimliğini bireysel, ikincil, kültürel bir kimlik düzeyine indirgemiş ve istediğiniz buysa alıp yaşayın lütfunda bulunmuştur. Oysa bir alt kimliğin varlığından söz edilmesi, ancak bu alt kimliğe mensup insanların bu kimliklerini bireysel değil, toplumsal/grupsal düzeyde yaşamalarıyla bir anlam ifade edebilir. İnsanların kendi kimliklerinin bireysel düzeye hapsolması, çok geçmeden bu kimliğin “üst kimlik” içinde erimesi anlamına gelir ki, bu da asimilasyondan başka bir şey değildir. Ezcümle, Başbuğ Kürtlere gönüllü asimile olmayı öğütlemektedir. Başbuğ’un bu açıklamaları, Kürt sözcüğünü telaffuz etmesi ve Mustafa Kemal’den aktardığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir” ifadesi, neredeyse tüm burjuva yazar-çizer takımı tarafından bir “açılım” olarak göklere çıkartıldı, çıkartılıyor. Oysa bir “açılım” söz konusu değildir. Başbuğ’un dile getirdiği görüşler şu anda Genelkurmay internet sitesinde duran, daha önceki konuşmalarının derlenip toplanmasından başka bir şey değildir. Kaldı ki, tüm bu açıklamaların esas amacı Türkiye’de bir Kürt sorunu olmadığını ortaya koymaktır. “Tamam pekâlâ, siz Kürtsünüz” denmesiyle ulusal sorunun ortadan kalkmayacağı açıktır. Bu meyanda, Genelkurmayın, bir Kürt ulusal sorunu olmadığını kanıtlamaya dönük akademik arayışına dikkat çekmek gerekiyor. Yıllarca “Kürt diye bir halk yoktur” tezine, sözümona bilimsel ve akademik bir çerçeve sunmaya çalışan düzen cephesi, şimdi de “Kürt vardır, ama Kürt sorunu yoktur” yaklaşımına bir temel yaratma arayışındadır. Zaten düzen cephesinin kimi ideologları uzun bir süredir daha inceltilmiş yöntemlere başvurmaktalar. Kimileri, Kürtlerin varlığını inkâr etmek yerine, Kürtlerin, Lozan’da Türkiye ile birlikte davranarak kendi kaderlerini tayin haklarını kullandıklarını ve bir Kürt sorunu olmadığını iddia ediyor. Kimileri de, TC’nin “Türk” etnik kimliği üzerine kurulmadığını, “Türk” kavramının, etnik, dinsel Yıllarca “Kürt diye bir halk yoktur” tezine, sözümona bilimsel ve akademik bir çerçeve sunmaya çalışan düzen cephesi, şimdi de “Kürt vardır, ama Kürt sorunu yoktur” yaklaşımına bir temel yaratma arayışındadır.
4
ve kültürel bir ayrım yapılmadan, tüm halkları kapsayacak siyasal bir üst kimliğe tekabül ettiğini dile getiriyor. Elbette yaşam bu iddiaların doğru olmadığını söylüyor. Kürtleri değil de Kürt sorununu inkâr etmeye dönük bu yeni yaklaşımı Genelkurmay da benimsemiştir. Genelkurmayın da “kart-kurt” yaklaşımından Kürtlerin varlığını kabul eden bir çizgiye gelmesi, alt/kültürel, ikincil kimlikten dem vurması, entegrasyondan söz etmesi geleneksel statükocu siyasetin ne denli bir sıkışıklık yaşadığının delilidir. 85 yıllık inkâr siyasetinin iflası tescillenmiştir. Gerçekler karşısında Kemalizm nefessiz kalmıştır ve şimdi ona taze yaşam soluğu üflenmeye çalışılmaktadır. Ancak gerçeklerin direngenliği karşısında bu taze yaşam soluğunun da işe yaramayacağı açıktır. Bunu görmek için Kürt sorununun evveliyatına bakmak yeterlidir.
Ortaklıktan inkâr ve imhaya Osmanlı’nın çok halklı yapısı üzerinde, toplumun tepeden homojenleştirilmesi ve Müslüman-Türk esaslı bir ulus yaratılması projesi esas olarak İttihat Terakki’ye aittir. Onlarca halkın iç içe yaşadığı topraklar üzerinde Türk etnik kimliğine dayalı bir ulus yaratma girişimi, onmaz yaralara yol açacak, halkları acı ve gözyaşına boğacaktı. Nitekim bu projenin bir sonucu olarak halklar baskı altına alınmış ve 1915’te Anadolu’nun kadim halklarından kırıma uğrayan Ermeniler sürülüp atılmışlardır. Ne var ki, ezilen halkların bağımsızlığının önüne geçmek, Turancılık ve Müslümanlık söylemiyle Orta Asya ve Kafkasya’daki Türkleri kendi egemenliği altına almak amacıyla emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı’nın yenilmesiyle İttihat Terakki’nin bu projesi yarıda kaldı. Bu gerici projeyi, Rumları tehcir eden, Kürtleri kanlı bir şekilde ezen, diğer Müslüman halkları yoğun baskı altına alarak asimile eden Kemalist liderlik başarıya ulaştıracaktı. Bu meyanda, “Türk milleti” kavramının tüm halkları ifade etmek üzere bir üst kimlik olarak Mustafa Kemal tarafından geliştirilmediğini, İttihat Terakki’nin Türk ulusu yaratma projesinin bir ürünü olduğunu da belirtelim. Düzen cephesi tüm gücüyle Kürt sorununu son 20-25 yıllık bir sorunmuş gibi sunma gayretindedir. Statükocudevletçi ideologlara göre 1938-1984 yılları arasında Kürtler, Türkler ile bir arada barış içerisinde yaşamışlardır. Aynı ideologlara göre, cumhuriyetin kuruluşundan 1938’e kadarki zaman zarfında yaşanan isyanların kaynağında ise Kürt sorunu değil, “laik devlet düzenine geçişle birlikte otoritesini yitiren dinî liderlerin ve şeyhlerin husumeti”, “bölgenin geri kalmışlığı”, “devlet memurlarının halka zaman zaman kötü davranması” ve “dış dinamikler ve kışkırtmalar” vardır. Kemalist
sayı: 50 • Mayıs 2009
ideologların bu tezlerini konuşmasında tekrarlayan ve Kürtlerin asimilasyona tâbi tutulmadığını söyleyen Başbuğ, şöyle devam etmiştir: “Esas itibarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayaklanmalar etnik temelli değildir.” Öncelikle altını kalınca çizmek gerekiyor ki, Kürt sorunu 150 yıllık geçmişi olan bir sorundur. Kürtlere karşı zora dayalı sistematik asimilasyon politikaları ise İttihat Terakki ile başlamış ve cumhuriyet döneminde de sürmüştür. 1914’te İttihat Terakki tarafından çıkartılan İskân-ı Aşar ve Muhacirin Müdiriyeti kanunuyla Kürtçe coğrafya ve yerleşim yerlerinin isimleri Türkçe olarak değiştirildi. 1916’da ise, savaştan dolayı yerlerini terk etmek zorunda kalan Kürtlerin, Türk nüfus içinde yüzde beş oranını geçmeyecek biçimde parçalanarak eritilmesine dönük bir politika uygulanmaya başlandı. Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelere sürülen Kürtler açlık, hastalık ve uygulanan şiddet sonucunda büyük kayıplar verdiler. (Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, 1913-1918, İletişim Y.) Ancak Kürtleri, Ermeni kırımında kullanan ve bu engeli aştıktan sonra da Türk nüfus içinde eritmeye dönük bir politika izlemeye başlayan İttihat Terakki, amacına ulaşamadı. Osmanlı savaşta yenildi ve toprakları emperyalistler tarafından paylaşılmaya başlandı. Osmanlı’nın yenilmesi ve Ortadoğu’nun İngiltere’nin eline geçmesiyle birlikte Kürtler de bağımsızlıkları için harekete geçtiler. Gerek Güney gerekse Kuzey Kürtleri arasında, her ne kadar bir birlik yoksa da çok sayıda örgütlenme söz konusuydu. Nitekim ilk Kürt isyanı Şeyh Mahmud Berzenci önderliğinde, 22 Mayıs 1919’da gerçekleşti: İngiliz birliklerini esir alan Berzenci, Süleymaniye’de bir Kürt hükümeti ilan etti. Fakat bölgedeki siyasi dengelerin henüz nasıl şekilleneceği ve bir Kürt devletinin İngiliz emperyalizminin çıkarına olup olmayacağı belli olmadığı için, Kürtlerin bağımsızlık girişimi ezildi. Bölgedeki İngiliz yetkili Albay Wilson yazdığı bir raporda, Bolşeviklerin bölgede gittikçe büyüyen itibarından, İngiliz karşıtı Türk söyleminin, Mustafa Kemal’in kendilerine otonomi vereceğini zanneden Kürtler arasında zemin bulduğundan söz ediyordu. (M.S. Lazarev vd., Kürdistan Tarihi, Avesta Yay., s.211 ) Kemalist liderlik Kürtleri kendi yanına çekmek için büyük bir çaba harcıyordu. Örneğin, M. Kemal önderliğinde 22 Ekim 1919’da oluşturulan ve uzun yıllar gizlenen Amasya Protokolünde şöyle deniliyordu: “Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı (…) Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü.” (ak: Ayşe Hür, Osmanlı’dan Bugüne Kürtler ve Devlet, www.taraf.com.tr) Anlaşılacağı üzere, Kemalist li-
marksist tutum
derlik ırk hukukunu, yani Kürtlerin bağımsızlığını değil ama özerkliklerini tanıyacaklarını vaat etmektedir. Kürtler de bu vaat karşılığında yabancıların peşine takılmamalı ve Osmanlı topraklarının kurtarılmasına katılmalıydılar. Yabancı güçlerin Kürtleri yalnız bırakacağını, Doğu Anadolu’da kurulacak Ermeni devletinin Kürt topraklarını işgal edeceğini söyleyen, din kardeşliğini öne çıkartan ve özerklik vaat eden Kemalist liderlik, Kürtleri kendi yanına çekmeyi başarmıştır. Nitekim Fransa’da Osmanlı topraklarının geleceği hakkında Sevr görüşmeleri devam ederken, M. Kemal tarafından bizzat örgütlenen Kürt aşiret önderleri, 22 Şubat 1920’de çektikleri telgrafta şöyle diyorlardı: “Barış konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı Hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur.” Mustafa Kemal ise, 1 Mayıs 1920’de Millet Meclisi’nde şöyle diyordu: “Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt-I, Türk İnkılâp Tarih Enstitüsü Y., 1961 s.73) Konuşmasının devamında İslam kardeşliğine özellikle değinen M. Kemal, Musul ve Kerkük’ü misak-ı milli sınırlar içinde sayıyor ve Kürt varlığına vurgu yapıyordu. Ancak uluslararası durum çok geçmeden değişmeye başlayacak ve Kürtlerin ortak olduğu da unutulacaktır. Uluslararası konjonktürdeki değişimin en temel nedeni, emperyalistlerin destekledikleri karşı-devrimci Beyaz Orduların yenilmesi ve Rusya’daki işçi iktidarının iç savaştan zaferle çıkmasıydı. Destek almak amacıyla Kemalist önderliğin Bolşeviklere yanaşmasının ardından gelen bu zafer, emperyalistlerin Anadolu’nun komünizmin eline düşeceği korkusunu iyice arttırdı. Zaten Kemalist önderliğin istediği de, İngiliz emperyalizmini Bolşeviklerle tehdit etmek ve kendi lehine bir uzlaşmaya zorlamaktı. Daha 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e bir telgraf çeken Mustafa Kemal, işgalcileri püskürtmek için Bolşeviklerden yararlanmak, ama beri taraftan da İngiltere ve diğer güçleri, sizin yüzünüzden Bolşevikler vatanımızı istila edecek diyerek korkutmak gerektiğini söylemektedir. (ak: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Belge Yay., s. 55-56) Rusya’daki işçi iktidarının zaferi, Mahmud Berzenci gibi Kürt liderlerin İngilizlere karşı savaşmaları ve ezilen halkların temsilcisi olarak gördükleri Sovyet iktidarından yardım istemeleri, Kemalist önderliğe bağlı orduların Ocak 1921’de Yunan ordularını geri püskürterek gücünü kanıtlaması, emperyalist güçlerin tutumunu değiştirecekti. Sovyet iktidarına karşı emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde kurulmasına yeşil ışık yakıldı. Bunun bir sonucu olarak, Mayıs ayında tüm emperyalist güçler Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını ilan edecek ve çeşitli ayrıcalıklar kopar-
5
marksist tutum
tan İtalya ve Fransa işgal ettikleri bölgelerden çekileceklerdi. Bu arada, 1921 başında, Dersim ve Sivas bölgesindeki Kürtlerin oluşturdukları Koçgiri Konfederasyonu, özerklik talebiyle isyan başlattı. Mart ayında başlayan isyan, Kemalist liderlik tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürtlerin üzerine gönderilen Sakallı Nurettin Paşa, Ermenileri kastederek “Zo diyenleri temizledik” diyor ve Kürtlere yönelik olarak da “Lo diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” diye ekliyordu. Böylece, ırkçı ve katliamcı politikaların değişmediğini ortaya koyuyordu. İttihat Terakki’nin projesine ilk dönüş işareti böylece verilmiş olunuyordu. 1921 Martında patlak veren Koçgiri isyanı, Kemalist liderlik tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürtlerin üzerine gönderilen Sakallı Nurettin Paşa, Ermenileri kastederek “Zo diyenleri temizledik” diyor ve Kürtlere yönelik olarak da “Lo diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” diye ekliyordu. Böylece, ırkçı ve katliamcı politikaların değişmediğini ortaya koyuyordu. İttihat Terakki’nin projesine ilk dönüş işareti böylece verilmiş olunuyordu. Ancak emperyalist dengeler henüz oturmadığı ve Türkiye’nin sınırları daha çizilmediği için Kemalist önderliğin Kürtlere biraz daha ihtiyacı vardı. Nihayetinde, Ekim Devriminin etkilerinin doğrudan bir sonucu olarak Sevr Anlaşması çöpe atılacak, Lozan’da emperyalist dengeler yeniden kurulacaktı. Ne var ki, bu dengeler içerisinde Kürtlere bir devlet hakkı tanınmıyordu. Zaten Sevr’de Kürtlerin bağımsızlıkları meselesi yuvarlak ifadelerle Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş ve aslında Ortadoğu’da egemen güçler arasındaki at pazarlığına saklanmıştı. Lozan’da, gerek İngiltere gerekse Türkiye Kürtler üzerinden yoğun bir pazarlığa girecekti. Kemalist kadro, İngiltere karşısında pazarlık gücünü artırmak amacıyla Türklerin ve Kürtlerin kader birliği yaptığını kanıtlamaya çalışıyordu. Lozan öncesinde, Kürtlerin Türkler ile birlikte olduğunu gösterecek, kâğıt üzerinde kimi adımlar atıldı. 15 Temmuz 1922’de Büyük Millet Meclisi Heyetinin Irak cephesi komutanlığına gönderdiği talimatta, “Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız” denmekteydi. (ak: Ayşe Hür, age) İsmet İnönü ise, 12 Aralıkta Lozan’da şöyle diyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir.” Tabii bu arada, örgütlenen Kürt milletvekilleri de ülkenin Türklere ve Kürtlere ait olduğunu söylüyor ve Musul vilayetinin Türkiye’de kalması için Lozan’da İngiltere’ye baskı yapılıyordu. Tam 60
6
Mayıs 2009 • sayı: 50
yıl boyunca gizli tutulan bir belgede ise, M. Kemal şunları söylüyordu: “… başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. (…) Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir.” (ak: Ayşe Hür, age) Kemalist iktidar, Lozan’da Rumların tehcirini ve bugünkü Türkiye sınırlarını İngiltere’ye kabul ettirince, Musul ısrarından vazgeçti. Üstelik tüm pazarlığını, Kürtlerle Türklerin eşit olduğu ve Türkiye’yi birlikte kurdukları savı üzerine oturttuğu ve elbette İngiltere de buna göz yumduğu için, Kürtlerin hakları Lozan Sözleşmesinde yer almadı. Pazarlıkların çerçevesinin netleşmesi üzerine 6 Mart 1923’te yapılan Meclis görüşmelerinde, 63 Kürt milletvekili Musul olmadan Lozan sözleşmesine karşı çıkacaklarını söylediklerinde geç kalmışlardı. Bir oldubitti ile bu Meclis dağıtıldı ve Kemalist önderliğin arzusu doğrultusunda oluşturulan yeni Meclis, 24 Temmuzda imzalanan Lozan Sözleşmesini onayladı. Kürtler ile kurulan ortaklık bitmiş, inkâr, imha ve asimilasyon dönemi başlamıştı. Ne ilginçtir ki, aynı günlerde, İngiliz uçakları 1922’de tekrar kurulan Mahmud Berzenci önderliğindeki Kürt özerk bölgesini bombalıyorlardı. Kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine, Kürtler peş peşe ayaklanmalar başlattılar. Şeyh Said isyanı olarak bilinen ayaklanmayı başlatan örgüt, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi (Azadi) idi. Esasında örgütün lideri Şeyh Said değil, Osmanlı ordusunda eğitim görmüş Albay Cıbranlı Halit Bey’di. Ancak Halit Bey’in tutuklanmasıyla hareketin başına Şeyh Said geçmiştir. Düzen cephesinin iddia ettiği gibi Kürt isyanlarının amacı şeriat getirmek değil, Kürt halkının haklarını savunmak, bağımsızlığını elde etmekti. Meselenin tam da bu boyutunun üzerini örtmek amacıyla Kemalist iktidar, gayet bilinçli olarak Şeyh Said ayaklanmasına “irticai” ve “dış mihrakların kışkırtması” damgasını vurdu. Nitekim sonradan ortaya çıkan 3 Mayıs 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararnamesinde, isyanın bir Kürt ayaklanması biçiminde değil, “irticâi cehalet” olarak gösterilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Şeyh Said isyanından sonra Kürt halkına dönük mezalime ve özellikle de asimilasyon politikalarına hız verildi. 1926’da yayınlanan bir raporda şöyle deniliyordu: “Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” (ak: Ayşe Hür, age). Burjuva cumhuriyetin önderlerinin tutumu Kürt halkına karşı öylesine aşağılayıcıydı ki, Ağrı isyanının bastırılmasından sonra İsmet İnönü şöyle kükreyecekti: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930). İki hafta sonra ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyen Ada-
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
let Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, paşasını aratmayacak ırkçı bir dil kullanıyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) 1930’larla birlikte asimilasyon uygulamaları resmileşti ve Türk etnik yapısına dayalı bir ulus yaratılması projesine büyük itilim verildi. Devlet tarafından ilan edilen Türk Tarih Tezi ve onu tamamlayan Güneş Dil Teorisi safsatalarıyla Türk kimliği etrafında oluşturulan ulusal kimliğe hayali kökler bulunmaya çalışıldı. Devlet tarafından resmi olarak kabul edilen teze göre, birçok eski kavim Türk ırkından ve birçok dil de Türkçeden türemişti. Orta Asya kökenli Turancılık ideolojisine rahmet okuturcasına, Hititler bile proto Türkler (Türklerin öncülleri) ilan edildi. Elbette Kürtler de artık “Şark vilayetleri Türkleri” oluvermişlerdi ve sokakta Kürtçe konuşanlara para cezası kesiliyordu. 1934’te çıkartılan İskân Kanunu ile Kürtlerin Türk nüfus içinde eritilmesi ve asimile edilmesi politikası sistemleştirildi. Bu dönemde, Seyit Rıza önderliğindeki son Kürt isyanı da, on binlerce kişi katledilerek acımazsızca bastırıldı. Böylece örgütlü Kürt hareketi dağıtıldı, kadrolarının büyük bir kısmı öldürüldü ve geriye kalanlar ise aileleriyle birlikte ülke dışına sürüldüler. Örgütlü Kürt hareketi öylesine ezildi ve aktarma kayışları öylesine kopartıldı ki, 1960’lara gelindiğinde, geçmişteki Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin geleneklerini kitlelere taşıyacak örgütlenme kalmamıştı. Ancak bu duruma rağmen, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başa geçen askerlerin hazırlattıkları raporlar, Kürtleri asimile etme projesinden vazgeçilmediğini ortaya koyuyordu. Darbecilerin Kürt raporuna göre, “bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için” “kendini Kürt sananların” Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskânı yapılmalı, “kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, Turan kökenli oldukları” anlatılmalıydı. (ak: Can Dündar, Tarihi Bir Arşivin Kapıları İlk Kez Açılıyor, www.candundar.com.tr) Ne var ki, tüm çabalarına rağmen, TC egemenleri Kürt halkının yeniden uyanışının önüne geçememişlerdir. Kürt halkı 1980’lerde yeniden zulme baş kaldırdığında, Kürtleri asimile ettiğini düşünen düzen cephesi, onlar “Kürt değil dağ Türküdür” demeye başladı. Meydan Larousse ansiklopedisinin Türkiye versiyonunda Kürtlerden Küçük Asya’da yaşayan bir “Türk boyu” olarak söz ediliyordu. Ne dünya-
İttihat Terakki’nin yarıda kalan gerici projesini, Rumları tehcir eden, Kürtleri kanlı bir şekilde ezen, diğer Müslüman halkları yoğun baskı altına alarak asimile eden Kemalist liderlik başarıya ulaştıracaktı.
da ne Türkiye’de Kürt vardı. Lakin inkâr hakikate üstün gelemedi ve TC’nin egemenleri Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi düzen cephesi, cumhuriyetin ilk yıllarından beri oluşturduğu resmi tarih ve ideolojinin çöküşünün üstesinden gelmeye, gerçekliği eğip bükmeye çalışıyor.
Çözümsüzlük sürüyor Son çeyrek yüzyıldır Türkiye’nin siyasal gündemine damgasını basan Kürt sorunu, özellikle 2003’ten sonra çok daha dolaysız biçimde uluslararası bir düzeye yükselmiştir. Bunun birkaç nedeni bulunmaktadır: Birincisi, ABD’nin Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmesiyle bölgedeki dengeler tümüyle değişmiştir. İkincisi, Güney’de bir Kürt Yönetimi tarih sahnesine çıkmış ve dört parçaya bölünen Kürt halkı nezdinde büyük itibar görmeye başlamıştır. Üçüncüsü, Kürt ulusal uyanışı tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar genişlemiş, Kürt kitleler, geri devşirilemeyecek ölçüde bir ulusal bilince ulaşmışlardır. Kürt ulusal uyanışının genişlemesi, Kürt hareketinin belediyelerde yönetime gelmesi ve parlamentoya girmesiyle birlikte Kürt sorunu uluslararası gelişmelerle birleşerek siyasal gündeme damgasını basmaya devam etmiştir. Böylece TC egemenleri 1990’lardaki konjonktürden farklı olarak, ulusal ve uluslararası siyasal arenada ciddi bir sıkışıklığın içine düşmüşlerdir. İşte son dönemde artan Kürt sorununa çözüm arayışlarının, askeri bürokrasinin kart-kurttan Kürtlerin varlığını kabul ederek, “bireysel alt kimliğin” kabulüne gelmesinin nedeni bu sıkışmışlıktır. Ancak TC egemenleri Kürt sorununu tüm çıplaklığıyla ortaya serip çözmekten ziyade, sorunu ya yok saymaya ya çarpıtmaya ya da bir şekilde kontrol altına alarak içeride ve dışarıda yaşadıkları sıkışıklığı aşmaya çalışmaktadırlar. Bu yönde iki temelli bir politika söz konusudur: Birincisi, ABD emperyalizmiyle pazarlıklara girişerek PKK’yi tasfiye etmek istemektedirler. ABD ile geniş kapsamlı pa-
7
marksist tutum Kürt sorunu ne ekonomik, ne de bireysel kültürel kimliğin kabul edilmesiyle sınırlı bir sorundur. Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve Kürt halkı 29 Mart yerel seçimlerindeki iradesiyle bunu bir kez daha ortaya koymuştur.
zarlıklar yürütüldüğü bir sır değildir ve bu pazarlıkların başlıca maddelerinden biri de Türkiye’nin Afganistan’a savaşacak asker göndermesidir. Pazarlığa göre, Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına tümüyle yatacak, Afganistan’a asker gönderecek, Irak’taki Kürt Yönetimi’nin varlığını tanıyacak ve buna karşılık olarak ABD, PKK’yi tasfiye edecektir! Lakin bu o kadar kolay bir şey değildir. İkincisi, Kürt halkını ehlileştirme politikalarının izlenmesidir. “Tamam siz Kürtsünüz, alt kimliğinizi bireysel boyutta yaşayabilirsiniz” lütfunda bulunarak, bölgeye ekonomik yatırımlar yaparak ve Kürt burjuvazisini kendi yanlarına çekerek Kürtleri düzene entegre etmeye ve sorunun üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. Devletin kontrolünde kalması ve Kürtleri düzene entegre etmede kullanılması koşuluyla TRT-Şeş gibi “açılımlara” askeri bürokrasinin göz yumduğu ve yumacağı da bir gerçektir. Kürt sorununu çözmeden, Kürtlerin düzen tarafından çözülmesi noktasında AKP ile TSK tümüyle mutabıktır. Bu nedenledir ki, İlkler Başbuğ, her fırsatta GAP projesinin tamamlanması ve bölgeye ekonomik yatırımlar yapılması gerektiğini söylüyor. Sorunun çözülmesi için Kürt kitlelerin destek verdiği AKP hükümeti, bu desteği yanlış yorumlamış, bölgeye ekonomik yatırımlar yaparak ve elbette din unsurunu kullanarak Kürt halkını düzene entegre edeceği vehmine kapılmıştır. “Makarna ve cami” diye adlandırılan bu siyasete TSK da yatmış ve tüm düzen cephesi 29 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin kazanması için uğraşmıştır. Yani Kürt sorunu konusunda AKP ordunun çizgisine yaklaşırken, ordu da, Kürt halkını düzene entegre etme noktasında AKP’ye destek vermektedir. TSK, Kürtleri bir halk düzeyinde değil, ama birey olarak tanımada bir sorun görmemektedir. Ve birey olarak “Kürt vatandaşını” düzene entegre ve elbette asimile etmek için taktik değiştirmiştir. Eskisi gibi “sözde vatandaş” demek yerine, “Kürt kökenli vatandaşlarımız” sözüyle bir gönül okşama durumu söz konusudur. Beri taraftan, bu yeni taktik üzerinden Kürtleri düzene entegre etmek için medya da biçimlendirilmekte ve yönlendirilmektedir. Askeri bürokrasi eskisi gibi esip gürlemek ve “aydın” guru-
8
Mayıs 2009 • sayı: 50
ru incinmiş burjuva yazar-çizer takımını karşısına almak yerine; onların gururunu okşayacak şekilde toplantılara davet etmekte, “yumuşak” ve “samimi” bir üslup kullanarak emirlerini dikte etmektedir. Bir taraftan askeri bürokrasinin siyasal rejim üzerindeki vesayetinden şikâyetçi olan burjuva yazar-çizerler, öte taraftan “paşalarının” davetlerine koşarak gitmekte, Başbuğ’un askeri bürokrasinin vesayetini kutsayan açıklamalarını “açılım” olarak sunmaktadırlar. Mehmet Sinan’ın “Türk tipi demokrasi” dediği şey tastamam budur işte! Oysa Kürt sorunu ne ekonomik, ne de bireysel kültürel kimliğin kabul edilmesiyle sınırlı bir sorundur. Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve Kürt halkı 29 Mart yerel seçimlerindeki iradesiyle bunu bir kez daha ortaya koymuştur. Ulusal sorun, kimi kültürel kırıntıların verilmesi, bireysel düzeyde etnik kimliğin kabul edilmesi ve ekonomik yatırımların yapılmasıyla çözülemez. Ulusal sorun ancak siyasal temelde, yani ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını elde etmesiyle çözülebilir. Bu hakkı nasıl kullanacağına ezilen Kürt halkı karar vermelidir. Türkiye işçi sınıfı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere, demokratik taleplerini desteklemelidir. Zira Kürt sorunu çözülmediği müddetçe, TC egemenleri, “Kürtler bölücülük yapıyor, vatan elden gidiyor” söylemi üzerinden, mütemadiyen Türkiye işçi sınıfını Kürt halkına karşı kışkırtacaklar ve milliyetçiliği azdıracaklardır. Egemen güçlerin Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatması, en başta Türk ve Kürt işçilerinin birliğine giden yolun tıkanması anlamına gelmektedir. Marx, ezilen İrlanda halkının üzerinden İngiliz boyunduruğu kalkmadan, İngiltere işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunun zor olduğunu söylemişti. Zira İngiliz burjuvazisi, işçi sınıfını yanında tutmak ve onu kendi davasından alıkoymak amacıyla sürekli olarak İrlandalı düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği kışkırtıyordu. Bugün aynı şeyi Türkiye burjuvazisi de yapmaktadır. İşçi sınıfı bu tuzağa düşmemelidir. Sorunun devam etmesine, yoksul Türk ve Kürt gençlerinin ölümüne, annelerin ve babaların yüreğinin dağlanmasına neden olan, çözümsüzlüğü dayatan egemen güçlerdir. Sorun varlığını sürdürdüğü müddetçe ölümler devam edecek, egemenler milliyetçiliği kışkırtarak halkları birbirine düşürme çabalarını sürdüreceklerdir. Türkiye işçi sınıfı bu çözümsüzlüğe ortak olup kardeş Kürt halkını TC egemenlerinin insafına ve emperyalistlerin planlarına terk etmemelidir.
Obama’nın Ziyareti ve Emperyalist Planlar İlkay Meriç
D
ünyayı savaşla, kanla yeniden şekillendirmek ve paylaşmak isteyen emperyalist güçler, G-20 zirvelerinde, NATO toplantılarında ve kapalı kapılar ardında gerçekleştirdikleri daha nice toplantıda emperyalist planlarına yön vermeye çalışıyorlar. İşte böyle bir ortamda, baş “şekillendirici” Obama, başkanlık koltuğuna oturmasının ardından “ikili temas” niteliğindeki ilk denizaşırı ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Amerikan başkanlarının ilk ziyaretlerini gerçekleştirdikleri ülkelerin seçiminin bizzat bir mesaj niteliği taşıdığı söylenir. Böylesi bir dönemde Türkiye’nin seçilmesi de kuşkusuz tesadüf değildir. Bu seçimin yapılmasında birden fazla etken rol oynuyor. Bilindiği gibi, Afganistan ve Irak işgalleriyle, Ebu Garib’le, Guantanamo’yla, ülke içinde ve dışında Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapılmasıyla, Filistin’deki İsrail katliamlarına apaçık destek verilmesiyle birlikte, özellikle Müslüman dünyada Amerikan karşıtı öfke ve Bush nefreti doruğa çıkmıştır. ABD, bu öfke ve nefret karşısında, siyah derili ve baba tarafından Müslüman kökenli bir başkanla imaj tazelemek isterken, Obama koltuğuna oturur oturmaz, “Müslüman dünyaya kardeşlik mesajı”nı bir İslam ülkesinden vereceğini söylemiştir. İşte böylesi bir dönemde Türkiye, ABD’nin bu ilişki düzeltme ve kamuoyu desteğini arttırma operasyonu için biçilmiş kaftan olarak sivrilmiştir. ABD, Davos’ta İsrail’e veryansın etme şovuyla Müslüman dünyanın gözdesi haline gelen Erdoğan’ın prestijinden yararlanmak istemiştir. Bunun yanı sıra, vazgeçilmez bir müttefik ve Bush döneminin sözcükleriyle “stratejik ortak” (Obama’nın deyimiyle “model ortak”) olan Türkiye’deki son derece yüksek Amerikan karşıtlığının makul düzeylere indirilmesi için de Obama’nın “sempatik” imajından faydalanılmaya çalışılmıştır. ABD’nin ve Obama’nın bunda son derece başarılı olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak ilk ziyaret için Türkiye’nin seçilmesinde işin bu kısmı daha çok şovdan ibarettir. Arka planda ise geniş kapsamlı talepler ve pazarlıklar yer almıştır.
Emperyalist planlar işlemeye devam ediyor Her şeyden önce Türkiye ABD’nin emperyalist savaş planlarında stratejik role sahip olan bir ülkedir. Ne var ki, emperyalist efendinin
9
marksist tutum
her dediğini sorgusuz sualsiz uygulayan, ona koşulsuz boyun eğen ve kendisine verilenle yetinen sıradan bir güç de değildir. Aksine, Kafkas’lardan Ortadoğu’ya ve hatta Afrika’ya uzanan bölgede nüfuzunu genişletmeye ve emperyalistleşmeye çalışan bir güçtür. Tam da bu yüzden, kendi çıkarlarını baltalayacağını düşündüğü noktada emperyalist efendiye diklenmekte ve çeşitli nedenlerle ilişkilerin gerilmesine ve planların sekteye uğratılmasına yol açabilmektedir. Nitekim ABD’nin Irak işgali esnasında TBMM’den geçirilemeyen tezkere, savaş cephelerine emperyalist güçlerin talep ettiği sayıda askerin gönderilmemesi, ABD’nin askeri üslerinin sınırsız kullanımına izin verilmemesi, Kürt sorununun çözümü konusunda anlaşmazlığa düşülmesi gibi konular, Bush döneminde ABD ile ilişkilerin tökezlemesine yol açmıştır. Bunun da ötesinde, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla İsrail’e oldukça sert bir biçimde yüklenmesi, ABD’nin bölgedeki iki vazgeçilmez müttefikinin ilişkilerinin gerilmesine neden olmuştur. Ancak bu çıkış “monşer”lerin düşündüğünün tersine, ABD’nin Türkiye’yi cezalandırıp emperyalist planlarından dışlamasıyla değil, hasar alan ilişkileri onarmaya ve aradaki bağları güçlendirmeye çalışmasıyla sonuçlanmıştır. Büyük Ortadoğu planlarının altüst olmasını istemeyen ABD’nin üst düzey yetkililerinin, dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın ve ardından Obama’nın Türkiye ziyaretlerinin zamanlamasında besbelli ki yaşanan son gelişmelerin fazlasıyla rolü bulunmaktadır. Bir diğer husus ise, Büyük Ortadoğu Projesinin ağırlık noktasının kaydırılmasının düşünüldüğü Afganistan cephesinde Türkiye’ye duyulan ihtiyaçtır. Obama, iktidara gelmeden önce de geldiğinde de Afganistan’a ağırlık vereceklerini ve Irak’tan çekilen askerlerin buraya kaydırılacağını ilan etmişti. Zira son aylarda iyiden iyiye kanlı bir cephe haline gelen Afganistan’da, ABD ve NATO güçleri daha fazla askere ihtiyaç duyuyor. Bunun yanı sıra savaş Pakistan’a da sıçramış bulunuyor. “Barış adamı” Obama bir yandan 83,5 milyar dolarlık rekor bir ek savaş bütçesi isterken, diğer yandan Afganistan’a 21 bin ek asker gönderme kararı aldı. Ancak ölüm makinesine bu kadarı yetmiyor ve daha fazla yeme ihtiyaç duyuyor. Bu durumda, NATO üyesi bir Müslüman ülke olarak Türkiye’ye ikili bir misyon biçiliyor. Bir yandan ihtiyaç duyulan askeri temin etmesi, ikincisi ABD ve NATO’nun Müslümanlarla savaştığı izleniminin yıkılması için bizzat Müslüman bir ülkenin güçlerinin kullanılması. Bunu sağlamak üzere son NATO zirvesinde Türkiye’den Afganistan’a daha fazla asker göndermesi (Afganistan’da şu anda cephe gerisinde yaklaşık 700 Türk askeri bulunuyor) talep edilmiştir. Obama’nın da ziyareti esnasında aynı talebi daha ayrıntılı bir şekilde ilettiğine kuşku yoktur. ABD’nin Irak’taki askerlerinin bir bölümünü çekme kararı alması, bu askerlerin tahliye edileceği güzergâh konusunu da gündeme getirmiştir. Türkiye’den talep edilen konulardan biri de Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden çıkışına izin verilmesidir. Ayrıca, Özbekistan ve Kırgı-
10
Mayıs 2009 • sayı: 50
zistan’daki askeri üslerinin kapanmasının ardından Türkiye’deki askeri üslerinin önemi artan ABD’nin, Türkiye’den İncirlik’i dilediği gibi kullanmayı ve yeni üsler kurmayı istediği de bir sır değildir. Böylece Türkiye gerek askerleriyle, gerek üsleriyle, gerek emperyalist güçlerin emrine sunulan hava ve kara sahasıyla savaşa daha aktif biçimde dahil edilmek isteniyor. ABD’nin Ortadoğu’da koçbaşı olarak kullanmak istediği Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç Irak’tan çekilmenin ardından daha da artacaktır. Türkiye’nin İran’ın bölgedeki nüfuzunun kırılması için en önemli güç olarak görüldüğü açıktır. Bunun yanı sıra, işgal sonrası Irak’ın geleceği açısından da Türkiye kilit bir rol oynuyor. Şimdiden, gerek Irak Kürdistanı gerekse Irak’ın bütünü Türk firmaları için önemli bir pazar haline gelmiştir. Talabani ve Barzani’yle o kadar sürtüşmeye rağmen, Türkiye çoktandır Irak Kürdistanı’nın “inşasını” da üstlenmiş durumdadır. Ziyareti sırasında Obama, Ortadoğu’da Türkiye’nin arabuluculuğunun çok önemli olduğunu söyleyerek ve Hamas’ın ehlileştirilmesi, Suriye ve İran’ın yola getirilmesi konusundaki çabalarını takdir ederek TC’nin ve Erdoğan’ın gururunu okşadı. Pastadan pay kapma sevdası içindeki küçük ortaklarsa görevlerini “yeni Osmanlı” böbürlenmeleriyle yerine getiriyorlar. ABD’de devlet güçleriyle iç içe geçmiş çeşitli “strateji” kurumlarının raporlarında son dönemlerde bu şişinmeyi besleyecek “öngörü”lere yer verilmesi boşuna değildir. Afrika’dan Orta Asya’ya Türkiye’nin bölgenin en büyük gücü olarak sivrileceği, Osmanlı kökenlerinin bunu kolaylaştıracağı yolundaki yorumlar, dincisi, liberali, ulusalcısıyla tüm milliyetçilerin koltuklarını kabartmaktadır. Obama, Türkiye’nin Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu gibi kangrenleşmiş politik meselelerini de gündeme taşıdı ve liberallerin ve AKP yandaşlarının “çözüm” umutlarını alabildiğine arttırdı. Söz konusu cenah bu sorunlara “ABD’nin ve Allahın izniyle” birkaç hafta içinde çözülüp tarihe karışacak meseleler olarak bakmaya başlamıştı. Ne var ki kazın ayağı hiç de öyle olmadı. On gün zarfında her üç sorunda da birbiri ardı sıra patlak veren gelişmeler, hayal balonlarını birer birer söndürüp bu cenahta soğuk duş etkisi yarattı.
Kürt konferansından DTP operasyonuna Bilindiği gibi Obama’nın gelişini önceleyen süreçte, Irak Kürdistanı’nın baş şehri Hewler’de (Erbil) Fethullah Gülen destekli Abant Platformu tarafından “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı bir konferans düzenlenmiş ve bu konferansa Türkiye’nin yanı sıra Irak Kürdistanı’ndan da çok sayıda isim katılmıştı. Konferans sonrasında, liberaller ve AKP’ye yakın çevreler Kürt sorununda çözümün kapıda olduğunu söyleyerek bu işe bitti gözüyle bakmaya başlamışlardı. ABD’nin destek verdiği bu emperyalist çözüm, esas olarak, silah bırakan dağ kadrolarının
sayı: 50 • Mayıs 2009
genel af yoluyla Türkiye’ye dönüşlerinin önünü açmak ve yönetici kadrolarının Avrupa ülkelerine yerleştirilmesini sağlamak suretiyle PKK’nin tasfiyesini öngörüyordu. Bunun karşılığında Kürtlere bir kısım demokratik hakları tanınacak, Irak Kürdistanı’nıyla ilişkiler de normalleştirilecekti. Nitekim konferansın hemen ardından “Kuzey Irak”ın “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” olduğu keşfedildi ve onu izleyen dönemde medyamız “Kürdistan” sözcüğüyle sık sık hemhal olmaya başladı. Bu arada Kürdistan’ın dört parçasından katılacak temsilcilerin Nisan sonuna doğru Erbil’de toplayacakları geniş katılımlı bir Kürt Konferansında sorunun enine boyuna ele alınacağı ve “çözüm”e doğru önemli bir adım atılacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Obama’nın ziyareti esnasında yaptığı vurgular da bu beklentiyi fazlasıyla güçlendirdi. Liberal tayfa, ABD’nin destek verdiği bu konferansa büyük bir önem atfediyordu. Ancak daha Obama’nın sıktığı eller soğumadan, söz konusu konferansın belirsiz bir tarihe ertelendiği açıklandı. Arkasından da Türkiye çapında DTP’ye yönelik büyük bir saldırı operasyonu başlatıldı. Böylece dağdakini düz ovada siyasete davet edenler, düz ovada siyaset yapanlara dağın yolunu gösterme geleneğinin kolayına terk edilmeyeceğini bir kez daha ispat ettiler. Bugün gelinen noktada Kürt sorununda liberallerin yaydığı umutların ne denli boş olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Kafkaslar’da emperyalist planlar Bilindiği gibi, Kafkaslar’da enerji kaynaklarını ve hatlarını kendi kontrolüne almak isteyen ABD ve AB açısından Ermenistan, stratejik konumu olan fakat Rusya’nın nüfuz alanı içinde bulunan bir ülke. Ermenistan’ın Rusya’yla yakınlığı Batı’yı oldukça rahatsız ederken, bu ülkenin Batı emperyalizmiyle yakınlaşmasının sağlanması için Türkiye ile arasındaki gerilimin bir an önce son bulmasına ihtiyaç duyuluyor. Ermenistan’ın Batı’ya açılan tek sınır kapısının Türkiye oluşu bu ihtiyacı alabildiğine yakıcılaştırıyor. Bu nedenle son bir yıldır görüşmeler hız kazanmış ve sınır kapısının bugün yarın açılmasına kesin gözüyle bakılmaya başlanmıştı. Ancak tam da Obama’nın ziyareti sırasında bu konuda Türkiye ile Azerbaycan arasında büyük bir kriz pat-
marksist tutum
lak verdi ve süreçten tümüyle haberdar olmasına rağmen Azerbaycan beklenmedik şekilde mız çıkarmaya başladı. Dağlık Karabağ sorunu halledilmeden Ermenistan sınır kapısının açılmasını ihanet addeden Azerbaycan, işi tehdit boyutuna vardırdı. Azerilerin Eurovizyon’da Türkiye’yi desteklemeyeceği yolundaki basit restini, İlham Aliyev’in “Medeniyetler İttifakı” toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye gelmemesi izledi. Hemen ardından Rusya’ya giden İlham Aliyev’in cumhurbaşkanı Medvedev’le konuşurken “Rusya bizim dostumuz, komşumuz ve stratejik ortağımızdır” demesi, kuşkusuz AB’ye, ABD’ye ve onun “stratejik ortağı” Türkiye’ye verilmiş bir gözdağıydı. Bu anlaşmazlığın, Nabucco doğalgaz hattı projesi ve diğer büyük enerji projelerinin sıcak gündem oluşturduğu günlerde patlak vermesinin Türkiye, ABD ve AB’yi özellikle rahatsız ettiği ortadadır. Son AB zirvesinde Nabucco “öncelikli altyapı projesi” olarak ilan edilmiş ve bu yaz başında anlaşmanın imzalanması öngörülmüştü. Batı açısından Rusya’nın by-pass edildiği bu proje Hazar’dan çıkan Azeri gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya dağıtılmasını öngören çok büyük bir proje. Boru hattının Türkiye’ye gelene kadar hangi güzergâhı izleyeceği henüz kesinleşmiş değil. Gürcistan üzerinden ya da Dağlık Karabağ’ı içine alacak şekilde Ermenistan üzerinden geçmesi şeklinde iki alternatif mevcut. Ermenistan elbette ikinci seçeneğin hayat bulmasını istiyor. Ama bunun için Türkiye’nin sınır kapısını açması, Ermenistan’ın da Batı açısından güvenilir bir müttefik olduğunu göstermesi gerekiyor. Ancak tüm görüşmeler bu yönde ilerlerken, öyle görünüyor ki Rusya da boş durmamıştır. Dağlık Karabağ’da Ermenistan’ı sıkıştırmak ve yüksek fiyatla doğalgaz alımı yapma vaatleriyle Azerbaycan’ı yanına çekerek Nabucco projesinin altını oymaya girişmiştir. Çok açıktır ki, Azerbaycan doğalgazının tamamının Rus Gazprom şirketine satılması konusundaki görüşmeler olumlu sonuçlanırsa Avrupa’nın ve Türkiye’nin Nabucco doğalgaz hattı aracılığıyla Azerbaycan’dan gaz alma ve Rusya’ya bağımlılıktan kurtulma projeleri ciddi ölçüde zarar görecektir. Bu ülkeyle tarihsel bağları son derece güçlü olan Rusya, bütün bu hamlelerle, Azerbaycan’ı Batı ittifakından koparmanın yanı sıra Ermenistan’ı da kaybetmemeye çalışıyor. Dağlık Karabağ sorununun Türkiye’yle restleşecek kadar kızıştırılmasında önemli bir rol oynayan Rusya, Erme-
11
marksist tutum
nistan’ın Batı ablukasına alınması ve kendisini dışlayarak yapılan enerji hattı planlarına karşı, Batı’nın müttefik olarak gördüğü Azerbaycan üzerinden dişini gösteriyor. Şimdilerde, Ermenistan ve Türkiye’nin, sınırların açılması, ticari ilişkilerin geliştirilmesi, karşılıklı büyükelçiliklerin açılması, soykırım meselesinin tarihçilerden oluşan bir ortak kurulca ele alınması gibi konuları içeren bir “yol haritası” üzerinde uzlaştıkları açıklanıyor. Ancak bu uzlaşmanın imzaya döküleceği güne kadar, bu pilav daha çok su kaldıracağa benzer. Tüm bu yaşananlar, milliyeti ne olursa olsun burjuvazi için önemli olanın halklar arasındaki husumetlerin giderilmesi, kardeşleşmenin sağlanması değil maddi çıkarlar olduğunu gösteriyor. Türk, Ermeni ve Azeri halkları, egemenlerin çıkarları uğruna birbirlerine düşman kılınıyor, sınırlar kapatılıyor, Ermeni halkı izole edilip açlığa, işsizliğe mahkûm ediliyor. Enerji kaynaklarını daha fazla yağmalayabilmek, bölgeyi daha fazla sömürebilmek için burjuvazi bildik oyununu oynayarak halkları birbirine düşürmeye devam ediyor.
Kıbrıs’ta emperyalist planlar Nicedir gündemde olan emperyalist “çözüm” planlarından biri de Kıbrıs’ta yürürlüğe sokulmaya çalışılmaktadır ve Obama’nın ziyaretinde bu konu da ele alınmıştır. Bilindiği gibi, Kıbrıs’ta Talat ve Hıristofyas öncülüğünde yürütülen müzakere süreci aylardır ser verilip sır verilmeden devam ettiriliyor. Gelinen aşamada Talat müzakere başlıklarının hemen hepsinde anlaşmaya yaklaşıldığını söylüyor. Açıklamalarına bakılırsa, görüşmelerin Haziranda tamamlanacak ilk turundan sonra, “al-ver” süreci üç ay içinde bitirilip derhal referanduma gidilecek. Ancak Kıbrıs sorunu neredeyse çözüldü gözüyle bakanlar bugünlerde bu konuda da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Çünkü Kıbrıs’ta 19 Nisanda gerçekleştirilen parlamento seçimleri, UBP’nin yeniden iktidara gelmesiyle ve Derviş Eroğlu’nun bir kez daha başbakanlık koltuğuna oturmasıyla sonuçlandı. Seçimlere on gün kala Ergenkon’un Kıbrıs ayağının unsurları olarak Eroğlu ve Denktaş’ın adı sivriltilmiş ve ifadelerine başvurulacağı söylentileri dolaşmıştı. Bu adımın zamanlaması dikkat çekiciydi ve açıkça AKP’nin CTP’ye destek operasyonu olarak görülüyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Talat’ın partisi olan ve iktidarda bulunan CTP’yi bu destek bile kurtaramadı ve UBP seçimleri açık farkla kazandı. Peki Kıbrıslılar neden bir zamanlar elaman diyerek başlarından def ettikleri UBP’yi yeniden başa geçirdiler? Şurası açık ki, Kıbrıslı Türkler, “çözüm” vaatleri yüzünden başa getirdikleri, ancak bu vaatleri doğrultusunda TC’den bağımsız tek bir adım atmayan CTP’ye güvenleri-
12
Mayıs 2009 • sayı: 50
Kıbrıs’ta Talat ve Hıristofyas öncülüğünde yürütülen müzakere süreci aylardır ser verilip sır verilmeden devam ettiriliyor
ni kaybettiklerini göstermişlerdir. Ama bundan önemlisi, ekonomik kriz nedeniyle daha da yoksullaşmalarına ve kendilerine yeni iş olanakları yaratılmamasına duydukları tepkiyi dile getirmişlerdir. Nitekim UBP’nin seçim programında ana unsur Kıbrıs sorunundaki farklı tutumlar değil ekonomideki kötü gidişatın durdurulması vaadiydi. Kuşkusuz bu konuda UBP’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Aksine, TC’ye göbekten bağımlılığın devamını savunan politikaları, durumu uzun vadede daha da ağırlaştıracaktır. TC statükocularının adadaki uzantısı olan, on yıllardır birleşme sürecini baltalamaya çabalayan ve “çözümsüzlük çözümdür” siyasetini benimseyen UBP, bugün CTP’nin Kıbrıs Rumlarınca da kabul gören “federal yapıda, tek bir egemen Kıbrıs devleti” formülasyonu karşısına “eşit/ayrı egemenlik ve konfederasyon” savunuculuğuyla çıkıyor. Kuşkusuz UBP’nin bu sürecin ilerleyişinde nasıl bir faktör olarak boy göstereceği, tıkayıcılığa eskisi gibi devam edip etmeyeceği, KKTC’den çok, TC’nin dengelerine ve AKP hükümetinin bunları gözeterek izlediği iç ve dış politikalara bağlı olacaktır. Ancak UBP’nin süreci elinden geldiğince zora sokmaya çalışacağına da hiç şüphe yoktur. İster Ortadoğu olsun ister Balkanlar, ister Kıbrıs olsun ister Kafkaslar, tarihsel deneyim, emperyalist planların halklara barış ve huzur getiremeyeceğini sayısız kez kanıtlamıştır. Halklar arasındaki kardeşleşmeyi ancak işçi ve emekçi sınıflar iktidarı kendi ellerine alarak gerçekleştirebilirler. Ancak o zaman tüm sınırları yıkıp, dünyanın bütün zenginliklerini insanlığın hizmetine sunabilirler. Hiç kimsenin açlık çekmeyeceği, işsiz kalmayacağı, köle gibi çalışmaya mecbur olmayacağı, kısacası insanın insanım diyebileceği ve insan gibi yaşayacağı barış ve kardeşlik dolu bir dünya için isyan ateşini körükleyelim!
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /14 Mehmet Sinan
1970’ler Türkiye’sinde finans-kapitalin dışa açılma arzusu ve kapitalist düzenin yapısal dönüşüm sancısı Ecevit’in iktidarda olduğu 1978-80 döneminin Türkiye’si, derinleşen yapısal ekonomik krizle ve buna eşlik eden toplumsal ve siyasal çalkantılarla sarsılan bir Türkiye’dir. Bu durumun devam etmesi ve yapısal krize bir çözüm bulunamaması halinde, sistemi temellerinden sarsacak daha şiddetli toplumsal patlamalar da kapıda beklemektedir. Krizle birlikte gelişen bu düzensizlik ve karışıklık ortamı, en başta yerli büyük sermaye çevrelerini, holdingcileri tedirgin etmektedir. Bu çevreler, kendi sınıf çıkarlarının ve sınıf egemenliklerinin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu düşünmektedirler. Öte yandan, NATO üyesi bir ülke olarak emperyalistkapitalist zincirin önemli bir halkasını oluşturan Türkiye’nin bu durumu, ABD’li ve Avrupalı emperyalist “müttefikleri” de yakından ilgilendirmektedir. Bu emperyalist müttefikler, Türkiye’de olası bir devrim tehdidini bertaraf etmek ve Türkiye kapitalizminin gelecek on yıllarını güvence altına almak için, yerli finans-kapitalle birlikte planlar yapmaktadırlar. Emperyalist sermayeyle kurduğu ortaklıklar sayesinde yerli finans-kapital, bu dönemde kapitalist ekonominin
tüm alanlarını (bankacılık, ticaret, sanayi vb.) ahtapot kollarıyla sarıp sarmalamış ve ülke sermayesi üzerinde hegomon güç düzeyine yükselmiş durumdadır. Dolayısıyla bu süreçte gelişmelere asıl yön verecek olan güç, emperyalist sermayeyle sıkı işbirliği içinde hareket eden yerli finanskapital ve onun örgütü TÜSİAD olacaktır. 1970’lerin sonlarına doğru yerli finans-kapital artık dış pazarlara açılmak ve bölgesel düzeyde emperyalist bir güç olmak için yanıp tutuşmaktadır. Fakat o yıllarda yerlifinans kapitalin bu arzusunu gerçekleştirebilmesinin önünde esaslı engeller bulunmaktadır. En önemli engel, 60’lardan beri uygulanmakta olan “dışa bağımlı, ithal ikameci” kapitalist ekonominin kendisidir. Artık bu sistemin işleyişi bir tıkanma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Yapısal bir bunalımın içinde debelenen bu içe kapalı kapitalist ekonomik yapı, yerli büyük sermayenin dışa açılmasını ve uluslararası finans-kapitalle bütünleşmesini de engelleyen bir yapı haline gelmiştir. Holdingci büyük sermaye grupları, Türkiye kapitalizminin bu yapısal bunalımdan çıkıp dengeli bir büyüme sürecine girebilmesi için, devletin ekonomi üzerindeki ağırlığının azalmasını, dış ticaretin tamamen liberalleştirilmesini, emperyalist sermayeyle daha sıkı bir entegrasyona gidilmesini, emperyalist sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışını kolaylaştıracak yeni düzenlemelerin yapılmasını ve daha dışa açık ekonomi politikalarının uygulanmasını zorunlu görmektedir. Açıkçası,
13
marksist tutum
Mayıs 2009 • sayı: 50
TÜSİAD, IMF’nin istek ve önerilerinin yerine getirilmesini ilkin Ecevit hükümetinden talep etmişti. Fakat Ecevit hükümetini bu konuda ikna etmeyi başaramayan TÜSİAD, bu durumda Ecevit’ten umudunu tamamen kesmiş ve Türkiye kapitalizminin dışa açılması ve emperyalist sermayeyle entegrasyonu konusunda kendisine köstek değil destek olacak yeni iktidar alternatifleri arayışına girmişti. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kuruluşların uzun süreden beri Türkiye’ye ısrarla önerdikleri ve yapılmasını şart koştukları “neo-liberal kapitalist yapısal reformların” bir an önce gerçekleşmesini istemektedir yerli finanskapital grupları. Özetle durum buydu. Fakat büyük sermaye grupları, kendi çıkarları açısından hayati derecede önem taşıdığını bilseler de, Türkiye gibi bir ülkede bu yapısal dönüşümlerin öyle hemen ve kolay bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğinin de farkındaydılar. Çünkü IMF’nin önerileri arasında devletin sosyal harcamalarının kısılması ve tarıma devlet desteklerinin kaldırılmasının yanı sıra, işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren düzenlemeler de yer alıyordu. Örneğin toplu pazarlık sisteminin denetim altına alınması, işçi ücretlerinin belli bir dönem için dondurulması, sosyal hakların budanması, kıdem tazminatlarının kaldırılması vb. isteniyordu. Holdingci büyük sermayenin çıkarına olan bu düzenlemelerin, aslında işçi sınıfının kazanılmış haklarına bir saldırı anlamına geldiği çok açıktı. Böyle bir saldırı, ister istemez örgütlü işçi ve emekçi yığınların, sendikaların tepkisini çekecek ve onları daha da militan eylemlere sevk edebilecekti. Dolayısıyla, işçi sınıfının aleyhine olacak bu türden düzenlemelerin yapılabilmesi için, burjuvazinin ve onun devletinin her şeyden önce bunun koşullarını hazırlaması gerekiyordu. Bir başka deyişle, öncelikle mücadeleci sınıf sendikacılığını etkisiz hale getirecek, özgür toplu pazarlık düzenini fiilen askıya alacak ve işçi sınıfını baskı altında tutacak bir siyasal iktidarın iş başına getirilmesi gerekiyordu. Çünkü sınıf mücadelesinin yükseliş içinde olduğu ve mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının giderek yaygınlaştığı mevcut devrimci durum koşullarında, işçi sınıfının aleyhine olacak bu düzenlemeleri normal bir şekilde işçilere kabul ettirebilmek o kadar kolay bir iş değildi!
14
Nitekim normal yollardan bunu yapmaya kalkan Ecevit hükümetinin uygulamaya çalıştığı “toplumsal anlaşma ve sosyal barış” projesinin sınıf mücadelesini durdurmak ya da geriletmek bakımından bir işe yaramadığını çok iyi görmüştü burjuvazi. Ecevit’in iktidarı döneminde de işçiler ayaktaydı ve taleplerini gerçekleştirmek için sert mücadelelere girişiyorlardı. Yerli ve yabancı büyük sermaye çevreleri, Türkiye kapitalizminin ihtiyacı olan yapısal dönüşümün, bu verili güçler dengesi ortamında ve burjuva demokrasisi koşullarında gerçekleştirilemeyeceğini artık iyice anlamış bulunuyorlardı. İşte bu koşullar altında, mevcut parlamenter işleyişten ve mevcut burjuva partilerden giderek umudunu kesen büyük sermaye çevreleri, tüm umutlarını başta ABD olmak üzere emperyalist Batı’nın ekonomik ve siyasi desteğine bağladılar. Bu aşamadan itibaren yerli finans-kapital ve onun örgütü TÜSİAD, işbirliği içinde olduğu emperyalist Batı sermayesinin (IMF, Dünya Bankası) önerileri doğrultusunda hareket edecek ve siyasal iktidarları da bu öneriler doğrultusunda etkilemeye ve yönlendirmeye çalışacaktı. TÜSİAD, IMF’nin istek ve önerilerinin yerine getirilmesini ilkin Ecevit hükümetinden talep etmişti. Fakat Ecevit hükümetini bu konuda ikna etmeyi başaramayan TÜSİAD, bu durumda Ecevit’ten umudunu tamamen kesmiş ve Türkiye kapitalizminin dışa açılması ve emperyalist sermayeyle entegrasyonu konusunda kendisine köstek değil destek olacak yeni iktidar alternatifleri arayışına girmişti.
ABD emperyalizmi ve yerli finanskapitalin örtüşen çıkarları 1970-80 dönemi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede güçler dengesinin ABD emperyalizminin aleyhi-
sayı: 50 • Mayıs 2009
ne, SSCB’nin lehine geliştiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönem aynı zamanda ABD ile Sovyetler Birliği arasında soğuk savaşın tırmandığı ve bölge ülkelerinin de bundan doğrudan etkilediği bir dönemdir. Bölgede soğuk savaşın tırmanması, bir NATO üyesi olan ve ABD ile sıkı işbirliği içinde bulunan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmiş ve bu ülkedeki ekonomik, siyasal ve askeri gelişmeleri doğrudan etkilemiştir. Bu etkilenmenin ne yönde olduğuna ve ne gibi sonuçlar doğurduğuna daha sonra değineceğiz. Fakat ondan önce, bu dönemde ABD’nin gerek Uzak Asya’daki, gerekse Ortadoğu’daki konumunun ne durumda bulunduğuna kısaca bir göz atmakta yarar var! Yıllardan beri Uzak Asya’nın Çinhindi (Vietnam, Kamboçya, Laos) denilen bölgesinde emperyalist bir savaş yürüten işgalci ABD, sonunda yenilgiyi kabul edip bu bölgeden çekilmek zorunda kalmıştı (1975). ABD’nin yenilmesi ve bölgeden çekilmeye başlamasıyla birlikte, bu bölgede SSCB’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin nüfuzu artmıştı. Öte yandan bu dönemde ABD’nin Ortadoğu’daki durumu da pek parlak değildi. Bu bölgede de 1960’ların sonlarından itibaren anti-Amerikancı, anti-emperyalist akımlar gelişmiş ve bölge devletleri giderek Sovyetler Birliği ile yakınlaşma içine girmişlerdi. Mısır, Libya, Sudan, Güney Yemen gibi devletler ile Filistin Kurtuluş Hareketi Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Ayrıca Irak ve Suriye’de iktidarda olan BAAS rejimleri de 1970’lerin ortalarından itibaren dış politikalarında giderek Sovyetler Birliği ekseninde hareket etmeye başlamışlardı. Üstelik bu iki devlet, Sovyetler Birliği ile ekonomik, siyasi ve askeri alanda geniş çaplı anlaşmalar da yapmışlardı. Arap dünyasında BAAS’çı rejimler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlıyor ve SSCB’yle yakınlaşıyorlardı. Öte yandan, 1960’ların başından itibaren uluslararası politika arenasında kendilerini Bağlantısızlar olarak tanımlayan ve bloklar dışı kalan bir hareket de gelişmişti. Bu hareketi oluşturan devletler, ABD’nin yürüttüğü antiSovyet, anti-komünist kampanyaya dâhil olmak istemiyor ve silahlanma yarışına karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla bu devletler dış politikalarında ABD’ye mesafeli davranırken, Sovyetler’e karşı daha yakın bir politik tavır sergilemeye başlamışlardı. Hindistan’ın başını çektiği Bağlantısızlar Hareketi içinde Arap dünyasından Mısır, Suriye, Cezayir, Asya’dan Malezya, Endonezya, Pakistan, Latin Amerika’dan Küba, Bolivya, Venezuela, Kara Afrika’dan Zimbabwe, Somali, Kenya, Gana, Kongo, Avrupa’dan İsveç, Yugoslavya gibi önemli ülkeler bulunmaktaydı. Bağlantısızlar Hareketini oluşturan devletlerin bu süreçte silahlanma yarışına, askeri güç gösterilerine ve yayılmacı politikalara karşı çıkan deklarasyonları da ABD’yi esaslı bir şekilde rahatsız ediyordu. Çünkü Bağlantısızlar Hareketinin güttüğü politikalar, ABD’nin soğuk savaş stratejisine zarar veren politikalardı! İçinden geçilen konjonktürde mevcut dünya güçler dengesinin gelmiş bulunduğu bu durum, ABD’nin dünya politika arenasında istediği gibi at oynat-
marksist tutum
masına engel oluyordu. ABD açısından son derece stratejik öneme sahip bulunan bazı Asya ve Ortadoğu ülkelerinde, ABD’nin canını daha da sıkan yeni gelişmeler yaşanacaktı bu süreçte. Bunlardan biri, Pakistan’ın Çin Halk Cumhuriyeti’yle yakınlaşması ve bu ülkede halk hareketlerinin ve solun hızlı bir yükseliş içinde olmasıydı. Nitekim ABD, Pakistan’daki bu “tehlikeli” gelişmeleri kontrol altına alabilmek için, 1977 yılında gerici bir askeri darbe (Ziya ül Hak darbesi) tezgâhlamak zorunda kalacaktı! Fakat hemen ardından, Nisan 1978’de Afganistan’da beklemediği bir askeri darbeyle karşılaşmıştı ABD. Darbe sonrasında Afganistan’da iktidar, ilerici subayların, kentli halkın, öğrencilerin, aydınların desteğini arkasına alan Sovyet yanlısı Afganistan Halk Demokratik Partisinin (AHDP) eline geçmişti. ABD açısından bu durum, Afganistan’ın bütünüyle Sovyet nüfuzu altına girmesi anlamına geliyordu. ABD, Pakistan’da yaptığını Afganistan’da yapamamıştı. Bu ülkede inisiyatifi bütünüyle Sovyetler Birliği’ne kaptırmıştı. Nitekim bir yıl sonra bu ülke tamamen Sovyetler Birliği askerlerinin işgali altına girecekti. 1970’li yılların sonuna gelindiğinde ABD’nin Ortadoğu’da askeri güç bakımından güvenebileceği iki müttefiki kalmıştı. Bunlardan biri, Avrupa ile Asya arasında bir köprü konumunda bulunan ve aynı zamanda bir NATO üyesi olan Türkiye idi. İkincisi ise, uzun bir zamandan beri ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması rolünü üstlenmiş bulunan Şah Rıza Pehlevi’nin monarko-faşist İran’ıydı. Ortada çok açık olan bir gerçeklik vardı: 1970’li yılların sonuna gelindiğinde, ABD gerek Uzak Asya’da gerekse Ortadoğu’da nüfuzunu yitirmiş ve rakibi SSCB karşısında dezavantajlı bir duruma düşmüş bulunuyordu. ABD’nin Ortadoğu’da askeri güç bakımından güvenebileceği iki müttefiki kalmıştı. Bunlardan biri, Avrupa ile Asya arasında bir köprü konumunda bulunan ve aynı zamanda bir NATO üyesi olan Türkiye idi. İkincisi ise, uzun bir zamandan beri ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması rolünü üstlenmiş bulunan Şah Rıza Pehlevi’nin monarko-faşist İran’ıydı. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ile İngiltere’nin gerek Uzakdoğu’da gerekse Ortadoğu’da SSCB’ye karşı oluşturdukları paktların (SEATO ve CENTO) artık hiçbir hükmü kalmamıştı. Şimdi sadece ABD’nin tek tek etkileyebildiği devletler kalmıştı bu bölgelerde. Bu devletlerden Türkiye ve İran, “komünizme karşı mücadele”de ABD’nin ayrıcalıklı müttefiki konumunda olan ülkelerdi hâlâ. Türkiye NATO üyesi olduğu ve belli bir silahlı güce sahip bulunduğu için, İran ise, İsrail’den sonra Ortadoğu’da açık ABD işbirlikçisi, hatta uydusu tek ülke olduğu
15
marksist tutum
için bu ayrıcalıklı konumunu sürdürüyordu ABD nezdinde. Monarko-faşist şah rejiminin İran’da her türlü muhalefet hareketini şiddetle bastırması ve yok etmesinin verdiği güvenle, ABD emperyalizmi bu ülkede bir halk devriminin gerçekleşmesini ve anti-Amerikancı bir iktidarın iş başına gelmesini hiç olası görmüyordu. Fakat Türkiye için aynı şey söz konusu değildi ve bu da ABD’yi derinden endişelendiriyordu. Çünkü askerlerin nezareti altında geçen 12 Mart ara rejiminin sona ermesi ve seçimlerin yapılmasından sonra, Türkiye’de sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi işlemeye başlamış ve bu ortamdan yararlanan işçi hareketi ile devrimci sol hareket hızlı bir yükseliş sürecine girmişti. Yazımızın önceki bölümlerinde de değindiğimiz üzere, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yoğun bir örgütlenme seferberliğine girişmiş olan işçi ve emekçi kesimlerin hareketliliği ve genel olarak solun yükselişi, ABD’yi ve Türk egemen sınıflarını ciddi şekilde ürkütüyordu. Öte yandan, Sovyet yanlısı bir partinin (illegal TKP) varlığı ve bu partinin sendikal hareket üzerindeki etkisinin giderek artması da ABD’nin endişelerini ciddi şekilde artıran bir faktör oldu. Üstelik NATO üyesi olan Türk ordusu içinde, “ulusalcı” ve de “sol cuntacı” geleneklerin hâlâ yaşıyor olması ihtimali de ABD’yi tedirgin eden diğer bir faktördü. Solun önemli bir yükseliş içinde olduğu Türkiye’de, işbaşına gelebilecek bir sol iktidarın, Sovyetler Birliği ile yakınlaşarak Türkiye’nin blok değiştirmesine yol açacağından çekindi ABD. İşte bunun için, ABD hem kendi gizli servislerini, hem de NATO bünyesinde oluşturulmuş anti-komünist kontrgerilla örgütünü ve onun Türkiye’deki ayaklarını derhal faaliyete geçirdi. Başlangıçta bu örgütlerin amacı, henüz yeni gelişmekte olan ve bu bakımdan hazırlıksız ve donanımsız bir durumda bulunan sol hareketi provokasyonlar düzenleyerek, erken çatışmaların içine çekerek ve kendi içinde pek çok parçaya bölünmesini sağlayarak gücünü zayıflatmaktı. ABD’nin ve yerli ortaklarının hizmetindeki bu gizli örgütler, 1975’den itibaren bu amaçla faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bu örgütlerin karşı-devrimci faaliyetlerinin kamuoyunu şok edici ilk sonuçları, 1 Mayıs 1977 katliamıyla ortaya çıktı. Emperyalizmin ve yerli ortaklarının devrimci sola ve örgütlü işçi hareketine karşı yürüttüğü bu karşıdevrimci faaliyetler, bir askeri darbenin hazırlanması planını da içermekteydi. Fakat bu planın fiilen uygulamaya geçirilip geçirilmeyeceği, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin gelişim seyrine ve düzeni yıkmaya yönelik devrim tehdidinin büyüklüğüne bağlı olacaktı.
16
Mayıs 2009 • sayı: 50
1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanında 37 emekçi katledildi Nisan 1978’de Afganistan’da Sovyet yanlısı AHDP’nin iktidara gelmesi ve bundan tam 9 ay sonra İran’da ABD’nin hiç beklemediği muazzam bir halk devriminin gerçekleşmesi ve anti-Amerikancı mollaların iktidara yerleşmesi, ABD’yi iyice paniğe sevk etti. Çünkü Ortadoğu’da art arda yaşanan bu tarihi gelişmeler, ABD’nin bölgede esaslı bir tecridine yol açmıştı. Bu bölgede ABD’nin elinde tek “sağlam” kale Türkiye kalmıştı! Fakat bu “kale” de toplumsal ve siyasal çalkantılarla sürekli sarsılan, duvarlarında çatlaklar oluşan ve yıkılma tehlikesi taşıyan bir kaleydi. Bu kalenin hangi yöntemle olursa olsun korunması ve sağlamlaştırılması artık hem ABD emperyalizmi hem de ortağı yerli finans-kapital için yaşamsal önemdeydi. Bu konuda ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin (holdinglerin, bankaların, sanayi tekellerinin vb.) çıkarları tam olarak örtüşmekteydi. ABD bölgede nüfuzunu sürdürebilmek için, yerli büyük sermaye ise düzenini tehdit etmeye başlayan işçi ve devrimci hareketi durdurabilmek ve kapitalist düzende yapılması zorunlu hale gelmiş yapısal değişiklikleri yapabilmek için olağanüstü bir rejime ihtiyaç duyuyordu!
ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının askerî darbe hazırlığı Gelişmeleri bu bakımdan değerlendirecek olursak, Ecevit hükümetinin işbaşında bulunduğu 1978-80 döneminin, aslında ABD ve yerli finans-kapitalin bir askeri darbe seçeneğini ciddi olarak gündemlerine aldıkları ve burjuva düzenin “derin” örgütlerinin bu konuda yoğun hazırlıklara giriştikleri bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde sol politik örgütlerin, mücadeleci sınıf sendikalarının ve devrimci derneklerin etrafında toplanmış olan işçi ve emekçi kitlelerin, gençlerin, aydınların vb. eylemli-
sayı: 50 • Mayıs 2009
liği artarken, düzen güçlerinin karşı-devrimci saldırıları ve provokasyonları da artmıştı. Açıkçası Türkiye, sponsorluğunu esas olarak ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin yaptığı karşı-devrimci bir askeri darbe hazırlığına sahne oluyordu. Bu karşı-devrimci darbenin hazırlanması sürecinde, yerli ve yabancı finans-kapitalin emrindeki karşı-devrimci mihrakların ve onların yönlendirdiği taşeron örgütlerin sahneye koydukları “iç savaş” senaryosu ve provokasyonlar zinciri, Türkiye’yi üç yıl içinde kan gölüne çevirecekti! Daha önce de belirttiğimiz gibi, “iç savaş” senaryosuna göre hazırlanmış bu provokasyonlar zincirinin ilk halkası 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Ecevit’in 1978’de hükümeti kurmasının hemen ardından ise ikincisi gelecektir. 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde toplu halde bulunan öğrencilerin üzerine bombalı saldırı düzenlenir. Bu saldırıda 7 öğrenci ölmüş, 40’a yakını da yaralanmıştır. NATO patentli kontrgerilla örgütünün planladığı bu saldırıda, daha sonrakilerde de olacağı gibi, Ülkücü faşist çeteler taşeron olarak kullanılmıştır. Öğrencilere yönelik bu katliamın ardından, 24 Mart 1978’de savcı Doğan Öz öldürülür. Bu cinayetin ardından Başbakan Bülent Ecevit’in talimatıyla kontrgerillanın “araştırılması” gündeme gelir. Ecevit bu örgütün Özel Harp Dairesi içinde örgütlendiğini tespit edecek fakat üstüne gidemeyecektir! Görüntüde, Türkiye’de bir burjuva parlamenter düzen işlemektedir. Fakat devlet içinde ipler gerçekte ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının (yerli finans-kapital) emrindeki “düzen koruyucu” derin güçlerin elindedir. Gerçekte burjuva devletin “güvenlik stratejisi”, burjuva partilerden bağımsız olarak bu güçler tarafından belirlenmektedir! Daha önce de belirttiğimiz gibi bu strateji, Türkiye’de karşı-devrimci bir askeri müdahaleyi hazırlama stratejisine dönüşmüştür. Bu stratejinin temel ekseninde, mezhep ve etnik çatışmalar yaratmak, küçük-burjuva temelde hareket eden sol örgütleri provokasyonlarla kışkırtarak bireysel terör eylemlerinin içine çekmek ve kitleden tecrit etmek, sol içinde bölünmeler yaratmak, sendikal hareket içinde faşist örgütlenmeler oluşturmak ve bunları sol ve devrimci sendikal hareketin (DİSK’in) örgütlenmesinin önünü kesmek için birer saldırı aracı olarak kullanmak vb. gibi planlar yer almaktadır. Esasında bu, bir “iç savaş görüntüsü yaratma” senaryosunun sahneye konmasıdır. Kitleler “iç savaş başlayacak” korkutmasıyla pasifize edilecek ve ardından da “düzen ve huzuru sağlayacak” bir askeri müdahalenin propagandası yapılarak, kamuoyunda bir darbenin psikolojik ortamı yaratılacaktır. Yerli ve yabancı büyük sermayenin hizmetindeki “düzen koruyucu” karanlık güçler, 1978 yılından itibaren çok daha büyük kitle katliamlarına yol açacak provokasyonlar tertipleyerek, senaryoda yazılanları uygulamaya koyuldular. Bu tertipler için özellikle Alevilerle Sünnilerin, Kürtlerle Türklerin iç içe yaşadıkları bölgeler ve kentler seçili-
marksist tutum
yordu. Örneğin, 17 Nisan 1978’de Malatya Belediye Başkanı AP’li Hamit Fendoğlu’nun evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucunda Fendoğlu ve ailesinden üç kişi yaşamını yitirdi. Ertesi gün bu saldırıyı solcuların yaptığı söylentisi kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Aynı anda belediye hoparlörlerinden “camiler bombalanıyor” anonsu yapıldı ve “din elden gidiyor” söylentileri yayıldı. Bu kışkırtmalar o yörenin tutucu çevrelerini tahrik etmek için yetmişti. Kentte Alevilere ve solculara karşı saldırılar başladı. Sonuçta 8 kişi öldü, 1000’e yakın işyeri tahrip edildi ve yakıldı. Pek çok Alevi kentten göç etmek zorunda kaldı. Bu sırada Türkiye’nin yeni tanıştığı bu bombalı suikast paketleri, hem sağcı bilinenlerin evlerine, hem de solcularınkine gönderiliyordu. Ama özellikle de Alevilerle Sünnilerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu illerine! Yerli ve yabancı büyük sermayenin hizmetindeki “düzen koruyucu” karanlık güçler, 1978 yılından itibaren çok daha büyük kitle katliamlarına yol açacak provokasyonlar tertipleyerek, senaryoda yazılanları uygulamaya koyuldular. Bu tertipler için özellikle Alevilerle Sünnilerin, Kürtlerle Türklerin iç içe yaşadıkları bölgeler ve kentler seçiliyordu. Malatya olaylarından sonra Ankara’da Balgat katliamı (bir kahvehanenin taranarak 5 kişinin öldürülmesi) ve Bahçelievler Katliamı (7 TİP’li öğrencinin evlerinde hunharca öldürülmeleri) geldi. Tabii bu cinayetlerde tetikçi olarak kullanılan caniler, gene MHP’li Ülkücü faşist çeteler içinden devşirilmişti. 1978’in sonuna gelindiğinde ise, bu kez Cumhuriyet tarihinin en önemli katliamlarından birine yol açacak olan bir provokasyon tezgâhlayacaktı emperyalizm ve yerli ortaklarının emrindeki karanlık güçler. Kahramanmaraş olayları, Ülkücü faşistlerin 19 Aralık akşamı bir sinemaya bomba atmasıyla başladı. Hemen ardından kontrgerillanın propaganda mekanizması harekete geçmiş ve bombanın Alevi solcular, komünistler tarafından atıldığı haberleri kentte yayılmaya başlamıştı. Amaç, gerici bir güruhu tahrik edip Alevilerin ve solcuların üzerine saldırtmak ve bir Alevi-Sünni çatışmasını kışkırtarak bu kentte bir iç savaş görüntüsü yaratmaktı. Sonuçta bu katliamı planlayan ve kışkırtanlar arzularına ulaşmış ve üç gün süren kanlı olayların sonucunda, içlerinde kadınların, çocukların, bebelerin de bulunduğu, resmi rakamlara göre 111, gerçekte ise çok daha fazla kişi yaşamını yitirmiş, 1000’den fazla kişi yaralanmış, 210 ev, 70 işyeri tahrip edilmişti. Bunca cana kıyan caniler sürüsünün başında, gene Ülkücü faşist çetelerden ve gerici dinci örgütlerden devşirilmiş elemanlar bulunuyordu! Neticede bu katliama bilerek yol açanlar, Türkiye’de bir askeri darbenin ve olağanüstü bir rejime geçişin hazırlığı
17
Mayıs 2009 • sayı: 50
marksist tutum
Ecevit ve sol
Maraş katliamında, resmi rakamlara göre 111, gerçekte ise çok daha fazla kişi yaşamını yitirmiş, 1000’den fazla kişi yaralanmış, 210 ev, 70 işyeri tahrip edilmişti.
içinde olan ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarından başkası değildi kuşkusuz. Bu güçler ordunun bir darbe yapmasını sağlayabilmek için, hem bu darbenin ön koşullarını yaratmaya hem de kamuoyunu bu darbeye psikolojik olarak hazırlamaya çalıştılar! Daha önceleri askerlerin sıkıyönetim istemlerine direnen Ecevit hükümeti, Kahramanmaraş olaylarından sonra askerlerin bu isteklerine boyun eğmek zorunda kalacak ve Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Urfa olmak üzere toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edecekti. 26 Nisan 1979 günü bu illere Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli de katılacak ve sıkıyönetim altına giren il sayısı 19’a çıkacaktı. Görüleceği üzere, sıkıyönetim altına giren illerin çoğu yoğunluklu olarak Kürtlerin ve Alevilerin yaşadığı illerdi. Böylece, Türkiye’de olağanüstü bir rejime geçişi hedefleyen ve bunun hazırlığı içinde olan yerli ve yabancı büyük sermaye güçleri, bu sıkıyönetim ilanıyla hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oluyorlardı. Çünkü bu sıkıyönetim ilanıyla birlikte ordu, parlamentonun yürütme yetkisine de fiilen ortak edilmiş oluyordu! Ecevit’in iktidarda olduğu ve sıkıyönetimler altında geçen 1978-79 döneminde, gene bu darbe planları çerçevesinde olmak üzere, kişilere yönelik suikastlar da hızla artmaya başladı. Bu suikastlar özellikle kamuoyunca tanınan ve ölümü ses getirecek olan ünlü politikacı, yargı mensubu, devlet görevlisi, bilim adamı, aydın, gazeteci, yazar vb. gibi şahsiyetlere yöneliyordu. Doç. Bedrettin Cömert, Doç. Necdet Bulut, İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Gazeteci Abdi İpekçi… Tüm bu tanınmış kişiler Ecevit’in iktidarda olduğu dönemde öldürüldüler. Bireylere yönelen bu suikastlar ve terör dalgası, daha sonra da sürüp gidecekti!
18
1979 yılı günlük çatışmalar, şiddet olayları ve ölüm haberleriyle yatılıp kalkılan bir yıldır. Bazı günlerde ölüm haberleri günde 20’ye çıkmaktadır. “Demokrasi havarisi” Ecevit ve onun hükümeti, tırmanan faşizm karşısında pasif bir konumda beklemekte ve sol örgütlerin yaptığı faşizme karşı mücadele çağrılarına da kulak tıkamaktadır. Oysa MC’ler döneminde devlet aygıtlarına doluşmuş bulunan faşist kadroların (poliste, idarede vb.) bu mevzilerden sökülüp atılamaması durumunda, CHP iktidarının da altı oyulacaktır. Üstelik Ecevit, solcuların giderek daha yüksek sesle kendisini eleştirmeye başlamaları karşısında, bir süre sonra faşistlere değil, solculara karşı önlemler almaya başlayacaktır. Bunun en çarpıcı örneği, polis içinde yaşanan gelişmeler karşısında Ecevit’in o dönemde aldığı tutumdur. Ecevit hükümeti, polis içinde faşist bir örgütlenme olan Pol-Bir’i kapatırken, bunun karşılığında sol ve sosyal demokrat eğilimli polislerin örgütlediği Pol-Der’i de kapatacaktır. Tam da burjuva “demokratına” yaraşır bir tutumdur bu! Ecevit suret-i haktan görünmek ve böylece “tarafsızlığını” kanıtlamak (!) için, faşistlerin yanı sıra solculara da vurduğunu egemen güçlere göstermeye çalışıyordu! Faşist saldırılar Ecevit iktidarı döneminde doğrudan DİSK’i de hedef alır bir şekilde tırmanmaya koyuldu. DİSK’e bağlı sendikaların şubeleri bombalanıp kurşunlanıyor ve pek çok sendika yöneticisi, işyeri temsilcisi ve DİSK üyesi öncü işçi, Ülkücü faşist çetelerin saldırısına maruz kalıyor, öldürülüyor, yaralanıyordu. Fabrikalarda da silahlı faşist çeteler terör estirmeye devam ediyordu. Bu konuda büyük sermayenin ve onun emrindeki karanlık güçlerin en çok kullandıkları sendikal örgütler, yönetiminde faşistlerin bulunduğu Türk-Metal gibi sendikalardı. Türk-Metal gibi sendikaların içinde kümelenen faşist saldırı çeteleri, özellikle DİSK’e bağlı sendikalara geçmek isteyen işçileri korkutup yıldırmak ve DİSK’e geçişlerini engellemek için işçilere saldırıyorlardı. Örneğin, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş’ten DİSK’e bağlı Gıda-İş’e geçmeye çalışan Tekel işçilerine yıl boyunca saldırılar yapılmış ve iki işçi faşistlerce pusuya düşürülüp katledilmişti. Fakat tüm bu saldırılara karşın, 20 bin Tekel işçisi ne faşistlere ne de sarı sendikalara boyun eğmeye niyetliydi. İşçiler DİSK’te örgütlenme kararlılıklarını, yaptıkları eylem ve direnişlerle açıkça ortaya koyuyorlardı. CHP iktidarı işçilere yönelen bu faşist saldırılar karşısında kılını kıpırdatmadığı gibi, bir de onların grevlerini yasaklamaya girişti. Örneğin 140 gün süren Mersin Soda Sanayi işçilerinin grevi Bakanlar Kurulu kararıyla önce otuz, daha sonra 60 gün ertelenmiş ve ardından da işveren işyerinde kanunsuz lokavt uygulamaya kalkmıştı. İşçiler durumu protesto etmek amacıyla Ankara’ya yürüdüklerinde ise Ecevit hükümeti işçilerin Ankara’ya girmesine izin vermeyecekti. Ecevit hükümeti 1979 yılında işçilerin İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlamalarına da izin vermedi. O
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
limleri gelişmişti. Oysa tıpkı işçiler gibi, solun önemli bir bölümü de başlangıçta CHP’nin faşizme karşı kendileriyle birlikte mücadele edeceğine gerçekten umut bağlamıştı. Hatta bu nedenle seçimlerde DİSK gibi onlar da CHP’yi aktif olarak desteklemişlerdi. Fakat olayların içinde CHP’nin gerçek yüzünü gördükten ve bu partinin artan faşizm tehlikesi karşısında hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını anladıktan sonra, kendi başlarının çaresine bakmaya başlayacaklardı. Fakat devrimci sol örgütlerin büyük bir bölümünün örgütsel yapısı ve dayandığı sınıf temeli zaten işçi sınıfından kopuk olduğu için, bu örgütler faşizme karşı mücadeleyi işçi sınıfının kitlesinden kopuk bir şekilde CHP ağırlıklı DİSK yönetimi, kendisine muhalefet eden dört sendika ve kendi küçük-burjuva öncü kadrolarıyla hakkında (Maden-İş, Banksen, Baysen, Yeraltı Maden-İş) geçici ihraç yürütmek durumunda kalmışlardır. Bu da iskararı almıştı. Böyle bir dönemde DİSK yönetiminin aldığı bu karar, öncü işçiler, sendika militanları tarafından tepkiyle karşılanacaktı. ter istemez onları, lokal düzeyde kalan bir silahlı mücadele ve direniş anlayışına sevk etmiştir. Görünürde çok geniş ve yaygın bir kitle tabanına sahip olduğu sanılan bu küçük-burjuva sol gün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, DİSK örgütler (örneğin Dev-Yol), gerçekte örgütsüz, dağınık ve merkezi polis tarafından basılmış ve genel başkan Abmücadelede kalıcı olmayan, istikrarsız bir kitle tabanı üzedullah Baştürk ile yönetim kurulu üyeleri gözaltına alınrinde yükselmektedirler. mışlardı. Öte yandan, o dönemde işçi sınıfı içinde, fabrikalarda, Tabii tüm bu gelişmeler, 1977 seçimlerinde CHP’yi sendikalarda örgütlenmiş bir sosyalist parti (TKP) de mevdesteklemiş ve onu iktidara taşımış olan işçilerde büyük cuttur. Ne var ki bu partinin oportünist yönetimi, işçileri hayal kırıklığına yol açmaktaydı. Ama işçileri hayal kırıklıfaşizme karşı militan bir mücadeleye sevk edecek yerde, ğına uğratan ve giderek umutsuzluğa sevk eden, sadece onları pasif yöntemlerle oyalama yolunu seçmiştir. TKP’CHP iktidarının işçilere karşı takındığı bu olumsuz tunin oportünist yöneticileri o dönemde faşizme karşı mütumlar değildi kuşkusuz. Bu dönemde solun bölünmüşlüğü, dağınıklığı, kendi içinde kavgalı oluşu ve dolayısıyla cadelede devrimci güçlerle birlik yapacak yerde, burjuvazinin “sosyal demokrat” olarak nitelendirdikleri kanadıyla faşist saldırılar karşısında birleşik-mücadeleci bir güç oluş(CHP ile) ittifak yapmanın peşine düşmüşlerdir. Dolaturamaması da işçileri olumsuz yönde etkiliyordu. Niteyısıyla, tırmanan faşizm tehlikesi karşısında, işçileri seferkim solun bu bölünmüşlüğü ve kendi içinde kavgalı oluşu DİSK’e de yansımıştı. CHP ağırlıklı DİSK yönetimi bu ber etmek, birleşik-militan bir işçi cephesini örmek ve mücadeleci, devrimci sol örgütleri bu konuda yanına çekdönemde kendisine muhalefet eden dört sendika hakkınmek hiç aklına gelmemiştir TKP’nin bu oportünist yöneda (Maden-İş, Banksen, Baysen, Yeraltı Maden-İş) geçici ticilerinin! Tersine bu yöneticiler, “devrimci durum” saptaihraç kararı almıştı. Böyle bir dönemde DİSK yönetimiması yapan ve faşizm tehlikesine dikkat çeken TKP içinnin aldığı bu karar, öncü işçiler, sendika militanları taradeki sol muhalefeti tasfiye etmeye koyulmuşlardır! fından tepkiyle karşılanacaktı. Faşizmin tırmandığı, işçi Açıkçası ortada olan gerçek durum şudur ki, faşizmin hareketinin faşist saldırılarla yüz yüze bulunduğu ve işçilegüncel bir tehlike haline geldiği bu dönemde, işçi sınıfı rin her zamankinden çok daha fazla birliğe ihtiyaç duydupolitik olarak örgütsüz ve gerçek bir devrimci öncüden ğu bir dönemde, işçi hareketini zayıflatacak bu türden ihraç kararları almak ve bölünme eğilimini teşvik etmek, elmahrum bulunmaktadır. İşte, faşist tırmanışı durdurabilecek tek etkin mücadele gücü olan kitle grevlerini örgütlebette işçilerin hoş karşılamayacağı ve onaylamayacağı bir yebilmek de bu koşullarda imkânsız hale gelmiştir doğal tutumdu! olarak! ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital patentli faşist saldırılar sürüp giderken ve CIA’nın, kontrgerillanın örgütlediği “ölüm mangaları” etrafa ölüm saçarken, bu fa(devam edecek) şist tırmanışı durdurabilecek tek kitlesel güç olan işçi sınıfının pasif konumda bırakılışı, solda iyice moral bozukluwww.marksist.com sitesinden alınmıştır ğuna yol açmış ve hızla kendi başının çaresine bakma eği-
19
G-20 Zirvesi ve Çatışan Emperyalist Çıkarlar Kerem Dağlı
D
ünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 80’ini temsil eden 20 ülkenin katıldığı G-20 zirvesi, geçtiğimiz Nisan ayı başlarında Londra’da toplandı. Ana gündem maddesi, “büyüme, istikrar ve istihdam”dı. Burjuva iktisatçılar ve politikacılar toplantıyı, “küresel krize karşı mücadelede en önemli girişim” olarak lanse ettiler. Hatta kapitalizmin gidişatının pek de hayırlı bir yöne doğru olmadığını gören kimileri, sistemin bekasının tehlikede olduğu uyarılarını yaparak, zirveyi “son fırsat” olarak değerlendirdiler. Birleşmiş Milletler genel sekreterinin zirve öncesindeki konuşması bu değerlendirmelere örnek verilebilir: “Finansal kriz olarak başlayan şey küresel ekonomik krize dönüştü, daha kötüsünün olmasından korkuyorum. Gittikçe artan sosyal huzursuzluğun, büyük bir siyasi krize yol açmasından, sonrasında da güçsüzleşen hükümetlerin ve liderleri ile geleceklerine dair umutlarını kaybetmiş kızgın halkların ortaya çıkmasından endişe ediyorum. Dünya genelinde bir iyileşme sağlayamazsak insanlığın gelişimi noktasında korkunç bir felâketle karşılaşacağız. Batan bankalarla batan ülkeler arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiyi geçince başımıza geleceklerin sorumlusu biz olacağız.” Benzer biçimde, meşhur borsa vurguncusu Soros da, G-20 zirvesinin son şans olduğu ve çözüm bulunamazsa dünyanın felâkete sürükleneceği yönünde açıklamalar yaptı. Büyük devletlerin krize karşı ortak hareket ederek müdahale etmemeleri durumunda yoksulluğun ve aç insanların
20
sayısının artacağı, sosyal patlamaların yaşanacağı, siyasi krizlerin ortaya çıkacağı, iç isyanların hatta bölgesel savaşların başlayabileceği kaygısı yaygın olarak dile getirildi. Fakat burjuvazinin “akil adamlarının” tüm bu uyarıları zirveden çıkacak sonucu değiştirmedi. Zirveyle birlikte, emperyalist güçler arasındaki anlaşmazlıklar bir miktar daha su yüzüne çıktı. “Krize çözüm” adı altında, iyileştirici etkisi çok kısa olacağı belli olan destek paketlerinden ve IMF ile Dünya Bankasının güçlendirilmesi kararından başka bir şey çıkmadı. Mali sermayenin kural ve sınır tanımayan doğasını “denetim altına almak” yönündeki kararların işlevsizliği ise baştan belliydi. Bu yüzden, ABD ve İngiliz emperyalizmlerinin hiç yanaşmadığı “denetimli kapitalizm”, yani finans kurumlarının ve işlemlerinin “denetim altına alınması” meselesi ölü doğmuş bebek muamelesi gördü. Bu tablo karşısında burjuva medya şişirme ve yalan haberlerle zevahiri kurtarmaya çalışsa da, daha aklı başında yorumcular 1933 yılında toplanmış olan Londra Ekonomi Konferansına atıfta bulunarak tehlikeye dikkat çekmeye çalıştılar. O dönemin ekonomik zirvesi olan bu konferansın da tıpkı G-20 gibi başarısızlıkla sonuçlandığını, emperyalist güçlerin kendi aralarında bir türlü anlaşamamaları yüzünden en sonunda II. Dünya Savaşının yaşandığını hatırlattılar. Gerçekten de burjuva politikacılar tarafından “bir türlü çözülemeyen” ekonomik kriz, emperyalist güçler arasın-
sayı: 50 • Mayıs 2009
daki hegemonya yarışını iyice kızıştırmakta ve emperyalist savaş süreci giderek daha tehlikeli bir hal almaktadır. Nitekim burjuva yorumcular da bunu itiraf ediyorlar, ama şunu da hatırlamak gerekir ki, onların yeni yeni “fark ettikleri” bu gerçekler, Marksistler tarafından nicedir dile getirilmektedir. İşin aslı, zirvenin bu şekilde sonuçlanacağı ve dağın fare doğuracağı, Marksistler için daha baştan belliydi. Çünkü Marksistler açısından bakıldığında, kapitalizmin içine girdiği bu krizin öyle birkaç toplantıyla ve diplomasiyle, göstermelik önlemlerle aşılamayacağı açıktır. Ne G-20 zirvesi ne de benzer türden diğer uluslararası konferanslar ve girişimler, kapitalizmin genel gidişatını değiştiremez. İşçi sınıfının örgütlü gücünün müdahalesi olmadıkça, bu gidişatın yönü bellidir: işsizliğin ve yoksulluğun kaçınılmaz artışı, buna paralel olarak yükselen işçi sınıfının tepkisine karşı baskıcı rejimlerin yaygınlaşması ve burjuvazinin artan gericileşmesi, silahlanma yarışının iyice hızlanması ve dünyanın geri kalan kısmının da emperyalist savaşın girdabına çekilmesi.
Burjuvazi 1933’ten ders çıkardı mı? Kimi burjuva yorumcuların atıfta bulunduğu 1933 Londra Ekonomi Konferansı, içinden geçtiğimiz süreci kavramak bakımından ele alınmaya değer benzerliklerle doludur. Londra Konferansı da tıpkı G-20 zirvesi gibi ekonomik krize yani “1929 Büyük Buhranı”na çare bulmak üzere düzenlenmişti. Konferansın gündeminde, baş aşağı gitmekte olan dünya ticaretinin yeniden canlandırılması, sürekli yükselen emtia fiyatlarının dengelenmesi ve yeni bir uluslararası para sisteminin oluşturulması vardı. Ancak başta ABD’nin baltalayıcı çabaları yüzünden, dönemin emperyalist güçleri aralarında uzlaşamadılar ve konferans kısa sürede dağıldı. Çünkü kapitalist devletleri bir hiyerarşi içinde uzlaştırabilecek bir otorite, yani hegemon bir güç yoktu. İngiliz emperyalizminin hegemonyası oldukça zayıflamıştı, yıldızı parlayan ABD ise sahneye yeni yeni çıkmaktaydı. Ekonomik krizin ve “yarım kalan” I. Dünya Savaşının sonuçlarının kızıştırdığı bu tabloda, dönemin emperyalist güçleri kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Bir uzlaşmaya varılamayıp dağılan konferansın sonrasında, en liberal geçinen ülkeler başta gelmek üzere (ABD ve İngiltere) konferansa katılan hemen her ülke, gümrük duvarlarını yükseltmeye, ekonomiye devletin müdahalesini ve korumasını arttıran politikalar izlemeye başladı. Artan rekabetin de basıncıyla, liberal ekonomi politikaları yerlerini daha korumacı ve ulusalcı politikalara bıraktılar. Burjuva devletler, bir yandan birbirleriyle ölümcül bir rekabete girişmişken, diğer yandan da tüm dünyada yükselen işçi sınıfı hareketinin tehdidiyle yüz yüzeydiler. Ancak işçi sınıfı reformist ve Stalinist önderliklerin izlediği ihanet politikaları nedeniyle kapitalizmi yıkacak başarılı devrim-
marksist tutum
leri gerçekleştiremedi ve giderek kan kaybetmeye başladı. Dünyanın birçok ülkesinde baskıcı, militarist ve totaliter rejimler hâkim oldu. Almanya, İtalya, İspanya’da faşizm iktidara geldi. Nihayetinde, aralarındaki çelişkileri diplomatik yollardan çözemeyecekleri zaten belli olan emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla, muazzam bir silahlanma yarışının ardından birbirlerine girdiler ve II. Dünya Savaşını başlattılar. II. Dünya Savaşının ardından ABD emperyalizmi bir “süper güç” olarak yükseldi ve kapitalist dünya üzerinde hegemonyasını kurdu. Savaş öncesinde Londra Konferansında hayata geçirilmeyen kararların pek çoğu, ABD’nin hegemonyası altında uygulamaya konuldu. 1944 Bretton Woods anlaşmasıyla yeni bir mali sistem oluşturuldu. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist örgütler de yine o dönemde oluşturuldular. Yeni bir emperyalist gücün hegemonyasında, uluslararası düzeyde yeni bir siyasi ve mali hiyerarşi vücut buldu. Bugün ise ABD emperyalizmi halen hegemonyasını korusa da ciddi biçimde kan kaybetmiş durumdadır. Hegemonya yarışı alevlenmiş, yeni emperyalist kutuplar oluşmaya başlamıştır. Ekonomik krizin yakıcılaştırdığı çelişkiler o boyuta ulaşmıştır ki, emperyalist güçlerin uzlaşmaları ve barışçıl yollardan sorunlarını çözmeleri imkânsız hale gelmiştir. Ne zamandır devam eden emperyalist savaş bunun en açık kanıtıdır ve şimdilik “taşeronlar” üzerinden birbirleriyle kozlarını paylaşan emperyalist güçlerin birbirleriyle doğrudan kapışmaları da pekâlâ mümkündür. Bu açılardan bakıldığında, 1933 ve sonrasıyla kurulan paralellikler yerindedir. Ancak gidişatı durdurmak amacıyla burjuva politikacılara yapılan uyarılar, duvara konuşmaya benzer. Burjuva medyadaki kimi köşe yazarlarının veya Soros gibisinden burjuvaların beklentileri boşunadır. Çünkü bu beklentilerin özünde, sermaye sahiplerinin, tekellerin yöneticilerinin, politikacıların, generallerin yani bir bütün olarak burjuva sınıfın geçmişten ders çıkartarak akılcı davranacağı, emperyalist savaş sürecini daha da kızıştıracak politikalardan kaçınacağı varsayımı yatıyor. Oysa bu varsayım tümüyle geçersizdir. Sorun yaklaşan felâketin görülememesi değil, son tahlilde, tüm burjuva siyasetçilerin ve devlet adamlarının yahut yöneticilerin de sermayenin çıkarlarının hizmetinde oluşlarıdır. Onlar, sermayenin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmak zorundadırlar. Ve sermayenin çıkarları dünyanın yeniden paylaşımını zorunlu kılmaktadır. Bu sürecin “barışçıl” yollarla sonuçlanmayacağı, yürüyen ve büyüyen emperyalist savaş sürecinden bellidir. Burjuvazi tarihten ders almıyor değildir, ama onun aldığı derslerin içeriği farklıdır.
G-20 zirvesini nasıl okumalı? Nitekim G-20 zirvesinde ve öncesinde yaşanan gelişmeler, burjuvazinin tarihten ne tür “dersler” çıkardığını apaçık göz önüne seriyor. Nisandaki zirveden evvel, geçtiğimiz yılın Kasım ayında yapılan G-20 ve Şubat ayında
21
marksist tutum
yapılan G-7 konferanslarında da gündem, krize karşı küresel düzeyde politikaların geliştirilmesiydi. Fakat her ikisinden de pek bir sonuç çıkmamıştı. Dolayısıyla daha Nisandaki zirve başlamadan önce, emperyalist güçler birbirleriyle sürtüşmeye başlamışlardı. Neredeyse her konuda ortak hareket eden İngiliz ve ABD emperyalizmi, küçük rötuşları kabul etmekle birlikte neo-liberal ekonomi politikalarında direnirlerken, AB’nin başını çeken Fransa ve Almanya finans sisteminin daha “denetimli” hale getirilmesinde ısrar ediyorlardı. Zıtlaşmalar o kadar tırmandı ki, Fransa zirveyi terk etme tehdidinde bile bulundu. Kimi burjuva yorumculara 1933 konferansını hatırlatan başlıca gelişme de buydu. G-20 zirvesinin işçi ve emekçi sınıflar açısından anlamı çok nettir: işçi sınıfına ve ezilen halklara ödettirilmeye çalışılan faturanın daha da kabarması. Batan tekellere ve burjuva devletlere aktarılmak üzere oluşturulması planlanan destek fonlarının en önemli kaynağı, işçi ve emekçi sınıflardan kesilen vergiler, emeklilik ve sağlık sigortası fonları, halktan borsa ve bankalar aracılığıyla emilmiş paralardır. Tabii gerçekte bu zıtlaşmaların altında çıkarlar yatmaktadır. Anglo-Amerikan cephesi hegemonyasını korumaya ve güçlendirmeye çalıştığından ve bu amacına ters düşecek tüm girişimlere direnç gösterdiğinden, örneğin AB, Rusya ve Çin gibi ülkelerin öne sürdüğü “finans sistemini denetim altına alma” politikalarına da karşı durmaktadır. Çünkü bunun Anglo-Amerikan sermayesi açısından anlamı, eski etkinliğine ve hâkimiyetine sekte vurulması, gücünün sınırlandırılmaya çalışılmasıdır. Benzer şekilde, Çin’in ortaya attığı, ABD doları yerine yeni bir para biriminin uluslararası düzeyde konvertibl olması ve Bretton Woods’un işlevini üstlenecek yeni bir mali sistemin oluşturulması önerisi de, Anglo-Amerikan cephesi açısından kabul edilebilir değildir. Çünkü bunların anlamı uluslararası düzeyde yeni bir mali hiyerarşinin kurulmasıdır ki, bu da, sürmekte olan hegemonya kavgası kati biçimde sonuçlanmadan ve ABD emperyalizmi hegemonyasını yitirmeden mümkün değildir. Bu gerilimli havada başlayan zirve, görünüşte bir “uzlaşma” ile sonuçlanmıştır. Açıklanan kararlardan ilki, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara 1 trilyon dolara yakın kaynak aktarımının yapılacağıydı. IMF ve Dünya Bankası da bu kaynakları “gelişmekte olan ülkelere” yatırım yapmakta kullanacak. Ayrıca diğer bazı ek kaynaklarla birlikte, krizden en fazla etkilenen şirketlere ve ülkelere yardımda kullanılmak üzere toplamda 5 trilyon doları bulan destek fonlarının oluşturulacağı da açıklamalar arasındaydı. Ancak bu kaynağı aktarması beklenen G-20 ülkelerinin, alınan karara ne kadar uyacakları ve beklentilere ne ölçüde cevap verecekleri belirsizdir. Örneğin zirvedeki diğer ülkeler, dünyanın dördüncü büyük ekonomisi durumunda
22
Mayıs 2009 • sayı: 50
olan Çin’in IMF’ye katkısını arttırmasını isterken, Çin de buna karşılık IMF içindeki oyunun arttırılmasını istedi ve sonuçta konu havada kaldı. Zirveden çıkan ikinci “önemli” karar ise finans sektörüne getirilecek denetimlerle ilgilidir. Buna göre, mali sistemdeki “aksaklıklar” için bir erken uyarı sistemi oluşturulacak ve mali sermayeyi uluslararası düzeyde izlemek amacıyla bir Mali İstikrar Komitesi kurulacak ve bu komite IMF ile birlikte çalışacak. Böylece finans sektöründeki “riskli ve zararlı” işlemler ve unsurlar da güya kontrol altına alınmış olacak. Tabii bu kurda kuzuyu emanet etmekten farksızdır, çünkü IMF ABD’nin hâkimiyeti altındadır ve bu komite de IMF’ye bağlı olarak çalışacağına göre sonuçta değişen bir şey olmayacaktır. Zirve sonucunda açıklanan bu “denetim” hikâyesinin anlamı, Fransa ile Almanya’nın direncini kırmak ve karşı kamplara kaymalarını önlemekten başka bir şey değildir. Yoksa devasa bir kumarhaneden farkı kalmamış finans sektörünün gerçek anlamda denetimi söz konusu bile değildir. Yine de burjuva politikacılar, zirve bitiminde beraber pozlar vermekten geri kalmadılar ve yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğunu (eskisine ne olduğuna dair tek söz etmeden) ilan ettiler. Oysa gerçek durum bundan oldukça uzaktır. Açıklanan kararların pek bağlayıcılığı olmadığı gibi, hiçbir G-20 ülkesi de kararlar doğrultusunda herhangi bir adım atmış değildir. Tersine hâkim hava, “kriz döneminde her koyun kendi bacağından asılır” misali, her ülkenin kendi başının çaresine bakması ve yeni yönelimler, arayışlar çerçevesinde yeni ittifak olasılıklarının daha da güçlenmesi yönündedir. ABD ve İngiltere kendi dertleriyle uğraşırken, AB parçalanmış bir görüntü çizmekte, Rusya ve Çin ikilisi yeni bir cephe oluşturma yönünde ilerlerken, bir yandan da Almanya Rusya ile daha sıcak ilişkiler geliştirme çabasındadır. Bu tablo halen belirsizliklerle dolu olsa da, kesin ifade edilebilecek iki husus şudur: kriz ve hegemonya yarışı, bir yandan birlikte hareket etmenin zeminini zorlaştırmakta, diğer yandan da ülkelerin yeni ittifaklar ve arayışlara girmelerine yol açmaktadır. Merkezi gücün zayıflaması, merkezkaç eğilimleri de güçlendirmektedir. Nitekim G-20 ile eşzamanlı toplanan NATO zirvesinde yaşanan gelişmeler de bu tabloya paralellik arzetmiştir.
İşçi sınıfı 1933’ten ders çıkartmalıdır G-20 zirvesinin işçi ve emekçi sınıflar açısından anlamı ise çok nettir: işçi sınıfına ve ezilen halklara ödettirilmeye çalışılan faturanın daha da kabarması. Batan tekellere ve burjuva devletlere aktarılmak üzere oluşturulması planlanan destek fonlarının en önemli kaynağı, işçi ve emekçi sınıflardan kesilen vergiler, emeklilik ve sağlık sigortası fonları, halktan borsa ve bankalar aracılığıyla emilmiş paralardır. Yani krizin yükü artan oranda işçi ve emekçi sınıfların sırtına yüklenmeye çalışılmaktadır. Ayrıca IMF ve
sayı: 50 • Mayıs 2009
Dünya Bankasının gelişmekte olan ülkelere yapacakları sermaye ihracı da, borç ve kredi alan ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların durumunun daha fazla kötüleşmesine neden olacaktır. Burjuva medyanın “denetimli kapitalizm” yalanının ise işçi sınıfı açısından hiçbir anlamı yoktur. Finans sektörüne getirilecek göstermelik düzenlemelerin sınırlı ve yüzeysel oluşu bir tarafa, ne G-20 zirvesinde ne de benzer bir başka uluslararası toplantıda işçi sınıfının sorunları tartışılmış ve çözüm yolları aranmıştır. Örneğin kriz gerekçesiyle tüm dünyada milyonlarca işçiyi kapı önüne koyan kapitalizmin bu saldırganlığını “denetim altına almak”, zirvede hiçbir burjuva politikacı tarafından dile getirilmemiştir. Yahut oluşturulacağı söylenen 5 trilyonluk destek fonundan işsiz işçilerin ailelerine yardım yapılması gündeme alınmamıştır. Hemen her ülkede yürürlüğe sokulan neo-liberal saldırıların “denetlenmesi veya engellenmesi”nden bahseden olmamıştır. İşçilere tam anlamıyla köle muamelesinin yapıldığı, kadın ve çocuk işçilerin dahi insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı yoksul ülkelerdeki “işgücü cennetleri”ne müdahale edilmesi veya bu ülkelerdeki büyük tekellere ait fabrikaların “denetlenmesi” gerektiğini hatırlatan da olmamıştır. Açıktır ki, burjuvazinin tarihten çıkardığı tek ders, krizin faturasını işçi sınıfına daha fazla ödetmenin yollarıyla ilgili olmuştur. Ancak işçi sınıfının da bu saldırı tablosu karşısında sessiz kaldığı söylenemez. İşçiler pek çok ülkede G-20 zirvesini protesto gösterileriyle karşılayarak tepkilerini ortaya koymuş oldular. Daha zirve başlamadan önce Londra’da protesto gösterileri başlamıştı. “Önce İnsan” sloganıyla hareket eden kitleler, kapitalizmin iflas ettiğini, krizin faturasını ödemeyeceklerini haykırarak, kapitalist devletlerin uyguladığı ekonomi politikalarını reddettiklerini açıkladılar. Üstelik Londra’da yapılan gösterideki talepler ekonomik alanla da sınırlı değildi. Yürüyen emperyalist savaşın ve işgallerin durdurulmasına yönelik sloganlar da oldukça fazlaydı. Benzer şekilde Avrupa’nın 6 ülkesinde daha protesto gösterileri zirve boyunca durmak bilmedi. İngiltere’nin yanı sıra Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da, Norveç’te, İrlanda’da ve Yunanistan’da da işçi sınıfı tepkisini ortaya koydu. Ayrıca ABD’de de işçiler krizin faturasını ödemeyeceklerini haykırdılar. “Kapitalizmde sistem hatası yok, kapitalizmin kendisi hata” sloganını atan işçilere, bankalara ve tekellere kaynak aktarmak yerine eğitime ve sağlığa yatırım yatırılmasını talep eden öğrenciler eşlik etti. Eşzamanlı yapılan gösterilerdeki ortak slogan ise, “insanların ihtiyacı belirleyici olmalı” şeklindeydi. Yine pek çok Avrupa ülkesinde de kriz dolayısıyla işten atılan işçiler fabrikaları işgal ettiler ve hatta şirket yöneticilerini rehin alma eylemleri yaptılar. G-20 karşıtı eylemlerin doruk noktası ise kuşkusuz Yunanistan’daki genel grevdi. Genel grev 50’nin üzerinde kent ve kasabada uygulanarak tüm hayatı felce uğrattı ve
marksist tutum
burjuvaziye de işçi sınıfının gücünü gösterdi. Üniversite öğrencileri de okulları işgal ederek greve destek verdiler. Özel şirketlerde çalışan işçilerin de greve yoğun bir şekilde katılması özellikle önemliydi. Grevci işçiler parlamento binasına da yürüyerek, işçi sınıfının taleplerinden taviz verilmeyeceğini, krizin sorumlusunun işçi sınıfı olmadığını ve hükümetin işçi karşıtı politikalar izlemesine izin vermeyeceklerini vurguladılar. İşin aslı, BM genel sekreterini, Soros’u veya diğer burjuvaları kaygıya düşüren de işte bu dalgadır. Onların korkusu, II. Dünya Savaşındaki gibi milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi değil, işçi sınıfının yükselen öfkesinin kapitalizmin temellerine yönelmesi ve sistemin bekasının tehlikeye girmesidir. Uyarılarının içeriği de, dipten gelen bu öfke dalgasının önlenmesine yöneliktir. Ancak işçi sınıfının tüm dünyada yükselen tepkisi ve öfkesi daha şimdiden burjuvaları korkutmaya yetiyorsa da, 1933 sonrasında yaşananlara benzer bir felâketin önlenmesi açısından yeterli değildir. Bu haklı tepkiler ve eylemler, yani sınıf hareketi ne kadar yükselirse yükselsin, örgütlü bir güce dönüşmedikçe ve kapitalizmin temellerine yönelmedikçe, tarih yine tekerrür edecek ve insanlık II. Dünya Savaşında yaşananlardan çok daha ciddi trajediler yaşamaya mahkûm olacaktır. Tek yol işçi sınıfının da geçmişten ders çıkarması ve tüm insanlığı kapitalizm belâsından kurtarmasıdır.
23
Kızıl Kanat Spartakistler ne istiyor? 1918 Alman devriminin ilerleyişi, devrimci program sorununun tatmin edici biçimde açıklığa kavuşturulmasını Spartakistler açısından zorunlu bir görev haline getirmiştir. O nedenle Rosa Luxemburg bu konuya dair çalışmalarını daha da geliştirir ve derinleştirir. Onun bu çabasının ürünü, Spartakistler Ne İstiyor? başlıklı programatik bildirge olur. Bu bildirge, “Spartaküs Birliği” imzasıyla 14 Aralık 1918 tarihinde Rote Fahne’de yayınlanır. Bildirgede emperyalist savaşın yol açtığı yıkım koşulları çarpıcı biçimde anlatılmakta ve insanlığı bu durumdan ancak sosyalizmin kurtarabileceği Komünist Manifesto’nun o ünlü sözleri eşliğinde dile getirilmektedir: “Şu anda, sosyalizm insanlığın tek kurtuluş yoludur. Manifesto’nun şu sözleri, kapitalist toplumun yıkılan duvarları üzerinde, alev alev yanan bir tılsım gibi ışıldamaktadır: YA SOSYALİZM YA DA BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ!” (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor?, Belge Yay., 1. baskı, s.121) Alman devriminin çocuğu olan Spartakistler bu bildirgelerinde işçi sınıfının programatik taleplerini, devrimci tutumlarını yansıtan biçimde ortaya koymuşlardır. Rosa’nın kaleminden dökülen satırlarda dendiği üzere, burjuva karşı-devriminin uyguladığı şiddete proletaryanın devrimci şiddetiyle yanıt verilmelidir. Tehdit eden karşı-devrim tehlikesine karşı halkın silahlandırılması ve hâkim sınıfların ise silahsızlandırılması esas olmalıdır. Burjuvazinin parlamenter engelleme manevralarını boşa çıkarmak için işçi ve asker kitlelerinin aktif örgütlenmesi gerçekleştirilmelidir. İşçi ve emekçi kitleler gerçek bir demokrasiye ancak ve ancak işçi sınıfının iktidarı altında kavuşabilirler. Bildirge, işçi sınıfının bu hedefler doğrultusunda görevlerini yerine getirebilmesi için gerekli unsurları da Spartaküs Birliği’nin talepleri bağlamında formüle eder. Talepler dört ana maddede toplanmıştır ve her bir madde pek çok alt talebi içermektedir. Bunlar hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse, ana maddeleri sıralayarak içerdikleri önlemlere de özetle değinmek yararlı olacaktır.
24
“Devrimin güvenliği için derhal alınacak önlemler” başlığını taşıyan ilk maddede sekiz adet önlem sıralanır. Bunlar genel bir ifadeyle, burjuvazinin silahsızlandırılması, işçilerin silahlandırılması, devrimci mahkeme kurulması, besin maddeleri stoklarına el konulması gibi hususları kapsar. “Siyasal ve toplumsal alanda alınacak önlemleri” belirten ikinci maddede ise yedi adet önlem vurgulanmıştır. Bunlardan birincisi, işçi iktidarının kurulması hedefinin Almanya’nın o dönemdeki siyasal gerçekliğini de yansıtan biçimde dile getirilmesidir. Diğer önlemler ise, eski yasama ve yürütmenin lağvı ve yeni bir yönetim sisteminin tesisine yöneliktir. Örnekse, büyük önem taşıyan bir önlemden söz edebiliriz: “Yasama ve yürütme gücünün en yüksek organını, yürütme konseyini seçecek olan işçi ve asker konseyleri merkez konseyi için, tüm ülkede, işçi ve asker konseyleri delegelerinin seçilmesi.” Keza bir başka önlem şöyledir: “Bütün rütbe farklarının, hiyerarşinin ve unvanların kaldırılması. Kadın erkek arasında tam bir yasal ve toplumsal eşitlik kurulması.” Yine aynı maddede yer alan diğer bir önlemde ise şöyle denmektedir: “Köklü toplumsal yasalar. İşsizliği denetim altına almak için –ve işçi sınıfının dünya savaşında bedensel olarak güçten düştüğünü göz önüne alarak– işgününün kısaltılması. En fazla altı saatlik işgünü.” (age, s.127) Üçüncü madde “en önemli ekonomik talepler” başlığını taşır ve bunun altında sekiz adet önlem sıralanır. Bu çerçevede, imparatorluk hanedanının bütün servet ve gelirlerine toplum adına el konulması; bankalara el konulması, işyeri konseylerinin oluşturulması gibi istemler ifade edilmiştir. “Uluslararası görevler” başlığını taşıyan son ve dördüncü madde ise bütünüyle proletarya enternasyonalizminin ışığını yansıtır: “Sosyalist devrimi uluslararası bir temele dayandırmak ve barışı, uluslararası kardeşlik ve dünya proletaryasının ayaklanmasıyla kurup, güvence altına almak için, diğer ülkelerdeki kardeş partilerle derhal bağlantı kurulması.” (age, s.129) 1918 Alman devrimi, Spartaküs Birliği’nin Alman Komünist Partisi olarak yeniden doğumuna da ebelik ede-
tlı Rosa /5 Elif Çağlı
cektir. Alman Komünist Partisinin 31 Aralık 1918 tarihinde toplanan kuruluş kongresinde, Rosa Luxemburg, devrimin ilerletilmesi bakımından son derece yaşamsal olduğu için yine program sorununa değinir. Onun, vaktiyle Marx ve Engels tarafından temelleri atılan devrimci program anlayışına bağlanarak dikkat çektiği sorunlar günümüz açısından da aydınlatıcı bir değer taşır. Kongrede Rosa’nın “Programımız ve Siyasal Durum” başlıklı konuşması, işçi sınıfının devrimci programının mantığını ve sosyalizme geçiş sorununu kavramak bakımından önemlidir. Rosa kongrede, sosyal demokrasinin resmi otoritelerinin Marksizmde yarattığı tahribata dikkat çeker. Engels’in ölümünden sonra teorik önderlik ne yazık ki Kautsky gibilerin eline geçmiştir. Ve bu yüzden de, Alman sosyal demokrasisi içindeki devrimci kanadın parlamentarizme ve kısır politikalara karşı yürüttüğü inatçı mücadele tüm parti kongrelerinde “anarşizm” veya “anti-Marksizm” olarak damgalanmıştır. Ama devrimci unsurların çabası sayesinde, Rosa’nın coşkuyla ifade edeceği üzere, nihayetinde Spartakistler Marx ve Engels’in açtığı uluslararası sosyalizm bayrağının altında toplanmayı başarabilmişlerdir. Rosa, Alman Komünist Partisinin kuruluş kongresinde yoldaşlarına seslenirken, kongre tarafından kabul edilip onaylanan programın ana hatlarının Spartakistler Ne İstiyor? adlı broşürde ortaya konmuş olduğunu hatırlatır. Tarihsel diyalektiğin çarkı Alman proleter devrimcilerini yeniden, hem de aradan geçen yılların zengin deneyimini de üstüne katarak, Marksizmin kurucularının temellerini attığı enternasyonal devrimci çizgiye ulaştırmıştır.
Tarihsel köklere dönüş Kuruluş kongresinde konuşmasını açarken, Rosa’nın öncelikle altını çizdiği husus, oportünizmin devrimci program anlayışında yaratmış olduğu derin tahribatın etkilerini ve izlerini ortadan kaldırma ihtiyacı olur. Bu nedenle yoldaşlarına hitaben, artık işçi sınıfının sosyalist programının bütünüyle yeni bir temele oturtulmasının zo-
runlu hale geldiğini belirtir. Böylelikle, Marx ve Engels’in yıllar önce Manifesto’da dokuduğu örgüye bağlanmak mümkün olacaktır. Rosa Luxemburg, devrimci proletaryanın oportünizm tarafından çarpıtılan, asgari ve azami program diye parçalara bölünüp aralarına da adeta bir Çin Seddi çekilen programatik hedef ve talepleri konusuna el atar. Ve bu önemli konunun aydınlığa kavuşturulması için meselenin tarihsel köklerine iner. Rosa’nın hatırlattığı üzere, Komünist Manifesto sosyalizm hedefini belirsiz bir geleceğe ertelememiş ve proleter devrimin acil görevi olarak ele almıştır. Marksizmin kurucuları, bu hedefi kuşkusuz kısa bir zaman dilimiyle sınırlı olmayan ve de işçi sınıfının uluslararası eylemi kapsamında kavramışlar ve kavratmaya çalışmışlardır. O nedenle burada değinilen “acil görev”, proletaryanın dünya ölçeğinde gerçekleştireceği tarihsel eylemidir. Manifesto, proletaryanın asli devrimci görevlerini çarpıtmadan ve işçi iktidarı hedefinin önüne birtakım ara iktidar aşamaları dikmeden, esas görevin işçi sınıfının siyasal devrimini gerçekleştirmek ve sosyalizme ilerlemek olduğunu açıkça ilan eder. Marx ve Engels Avrupa’da pek çok ülke ve bölgeyi kapsayarak yükselen 1848 devrimci dalgası karşısında büyük bir coşkuya kapılmışlar ve bu tarihsel dalgayı işçi sınıfının asli görevini gerçekleştirmek üzere ileri atılması şeklinde değerlendirmişlerdir. Fakat umulduğu gibi gelişmeyen ve yenilgilerle sonuçlanan 1848 devrim deneyiminden Marx ve Engels’in çıkarttığı pek çok önemli ders olacaktır. Bu deneyim her şeyden önce onlara, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmek ve derhal sosyalizme yürümek bakımından henüz nesnel ve öznel açıdan olgunlaşmamış olduğunu göstermiştir. O yüzden, Marx ve Engels yeri geldiğinde 1848’deki yaklaşımlarının eksik yönlerine değinecekler ve erken beklentiler konusunda yanılmış olduklarını açıkça dile getireceklerdir. İlerleyen yıllar içinde kapitalizm gelişmesini sürdürür, bu temelde pek çok değişim gerçekleşir ve işçi sınıfı yeni deneyimler yaşar. Buna bağlı olarak, Marksizmin kurucu-
25
marksist tutum
ları da Manifesto’yu gözden geçirme ihtiyacı hissederler. Nitekim bu tarihsel belgeye 1872 yılında yazdıkları ortak Önsöz’de, metnin ikinci bölümünün sonunda yer alan devrimci önlemleri o dönemin koşulları içinde ve hiçbir özel ağırlık vermeksizin formüle etmiş olduklarını belirtirler. Oysa bu pasajın birçok bakımdan artık çok farklı bir biçimde ifade edilmesi gerekmektedir. Zira modern sanayi aradan geçen yıllar içinde büyük bir gelişme kaydetmiş ve buna bağlı olarak işçi sınıfı ve onun parti örgütlenmesi de ilerleme sağlamıştır. Ancak her şeyden önemlisi, proletaryanın ilk kez iktidarı fethettiği ve yaklaşık iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü deneyiminin verdiği derstir. Komün deneyimi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını ele geçirmekle onu asla kendi amaçları için kullanamayacağını kanıtlamıştır. Sömürücü egemen azınlığın, emekçi halk çoğunluğu üzerindeki baskı ve tahakküm aygıtı olan bürokratik devlet mekanizması işçi devrimi tarafından parçalanıp atılmalıdır. İşte bu nedenle, Manifesto’da yer alan ve eskidiği ortaya çıkan bazı ayrıntıların bu tarihsel deneyimin ışığında değiştirilmesi gerekli hale gelmiştir. Diğer yandan Manifesto’nun değerlendirilmesi bağlamında göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husus daha vardır. Marx ve Engels aynı Önsöz’de, Manifesto’nun yazılışını takip eden yıllar içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, onun içerdiği genel ilkelerin ana çizgileriyle her zamanki kadar doğru olduğunu da belirtmişlerdir. Rosa Luxemburg, Spartakistlerin devrimci programının reformist program anlayışıyla ve Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu özellikle belirtecektir. Bu uzlaşmacı yaklaşımdan tam anlamıyla kopmuş bulunan devrimci program anlayışını, “bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey; bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyerek ortaya koyacaktır. Görüleceği üzere, Marx ve Engels’in Manifesto’ya veya genelde kimi eski değerlendirmelerine yönelik düzeltme istemlerinin hep devrimci bir çerçeve içinde yer aldığı açıktır. Ne var ki Marx’ın ölümü ve Engels’in de yaşamının sonuna yaklaşmasıyla birlikte, özellikle Alman sosyalist hareketi içindeki oportünist ve reformist damar güç kazanacak ve Marksizmin kurucularının pek çok değerlendirmesi tahrif edilmeye başlanacaktır. II. Enternasyonal’in oportünist liderleri, Marx ve Engels’in açıklamalarında yer alan “1848’deki beklentilerinde yanıldıkları” ya da “Manifesto’daki bazı hususların eskidiği” yolundaki değinmelerini artık bariz biçimde kendi çıkarlarına yontarak yorumlayacaklardır. Böylece Marksizmin temel tarihsel belgelerinden biri olan Manifesto’yu toptan eskimiş kabul eden ve kapitalizmin kaydettiği gelişimden de gereken devrimci sonuçları
26
Mayıs 2009 • sayı: 50
çıkartmayan bir “sosyalizm” anlayışı icat edilmiştir. II. Enternasyonal döneminde bu “sosyalizm”, Rosa’nın isyan bayrağını açtığı siyasal eğilim olarak somutlanır. Fakat bunun da ötesinde, aynı eğilim ilerleyen yıllar boyunca çeşitli biçim ve adlar altında varlığını sürdürecek ve günümüzde de ulusal ve enternasyonal düzeyde etkisini hissettirecektir. İşçi hareketinin tarihi içinde, Marksizm adına Marksizmi katleden nice tahrifatlar okulu ve bu bağlamda öne çıkan çeşitli örnekler yer alır. Günümüzde bu çerçevede ilk akla gelen örneklerden biri, Stalinizmin ya da bir başka deyişle resmi Marksizmin oluşturduğu tahrifatlar okuludur. Lenin’in ölümünden sonra Marksizmi güçsüz düşüren bu siyasi çizgiye karşı Troçki nasıl tavizsiz bir mücadele yürütmüşse, II. Enternasyonal’in tahrifatlar okuluna karşı Rosa’nın yürütmüş olduğu kavga da aynı mahiyettedir. Rosa sayesinde açığa çıkartılmış olan başlıca tahrifatlardan biri, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Engels’in yazdığı 1895 tarihli Önsöz’e ilişkindir. Bu önemli metin üzerinde gerçekleştiren tahrifatın, yazımızın daha önceki bölümlerinde değinmediğimiz başka yönleri de vardır. Aslında Engels’in Önsöz’deki kimi satırları dikkatli bir yorumu gerektirir. Örneğin, Engels zaman içinde cereyan eden gelişmelerden söz edip, artık barikat savaşlarının döneminin geçtiğini vurgularken acaba tam anlamıyla ne demek istemiştir? Rosa işte bu hassas noktaya odaklanmış ve Engels’in ne demek istediğini onun bütünsel devrimci anlayışından çıkartmaya çalışmıştır. Aslen Engels’in dikkat çekmek istediği yön, artık eski barikat savaşlarına dayanan azınlık devrimleri döneminin kapandığıdır. İşçi devrimi özsel niteliği gereği çoğunluk devrimidir; kapitalizmin gelişmesiyle birlikte nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının ve onun önderliği altında harekete geçecek olan emekçi halkın devrimidir. Reformist liderler Önsöz’de bazı çarpıtma ve yok etme operasyonları gerçekleştirerek, Engels’i adeta kendi siyasetlerini destekleyen biri olarak göstermek istemişlerdir. Bu görünüme inanmayan ve altında yatan gerçekleri kurcalayan Rosa, reformistlerin yorumlarına bakıp Engels’e fazladan bir suçlama yöneltilmemesi konusunda haklı uyarılarda bulunur. Zira Önsöz’ün o zamanki Alman parlamento grubunun dolaysız baskısı altında yazıldığı bellidir. Fakat bu meselenin daha çarpıcı ve düşündürücü olan bir başka yönü de vardır. Engels’in satırlarında gerçekleştirilen tahrifat aslında Rosa’nın da bilmediği ölçüde derindir. Ve bu husus ancak ilerleyen yıllar içinde, sırlar dünyasından gerçekler dünyasının günışığına çıkartılabilecektir. Engels Önsöz’de, birtakım gelişmeler (yeni silahların icadı ve üretimi, işçi mahallelerinde geniş caddelerin açılması vb.) nedeniyle artık barikat savaşlarının modasının geçtiğini belirtmiştir. Ama hemen ardından ise, bunun asla gelecekte sokak mücadelesinin hiçbir rol oynamayacağı anlamına gelmeyeceğini vurgulamıştır. Engels’in ifadesiy-
sayı: 50 • Mayıs 2009
le, sokak çarpışması büyük bir devrimin başlarında devrimin gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. İşte Alman işçi hareketinin legalist ve oportünist liderleri, Engels’in bu tür satırlarını tehlikeli buldukları için o dönemin Önsöz baskılarından çıkartmışlardır. Engels bu durumu şiddetle protesto etmiş, ama kendi metninde istediği değişiklikleri yaptıramadan ölmüştür. Engels’in orijinal el yazması taslağı ise, oportünist parti liderlerinin yaptığı değişiklikten önceki haliyle yıllarca karanlıklara gömülü kalmıştır. Nihayetinde orijinal el yazması, Birinci Dünya Savaşından sonra Marx ve Engels’in eserlerini “Marksizm-Leninizm Enstitüsü” adına baskıya hazırlayan David Riazanov tarafından bulunur ve gerçek de böylece açığa çıkar. Ancak bu noktada belirtmek de gerekir ki, Rosa Luxemburg’un yapılan tahrifatın bu gerçek boyutunu bilmeden ve yalnızca bilinen küçük bir kısmına dayanarak Engels’in devrimci çizgisini savunmuş olması önemlidir. Bu durum onun devrimci sezgisinin, devrimci yönteminin ve devrimci Marksist teoriye ilişkin bütünsel kavrayışının bir ürünüdür. Ve gerçekten de takdire lâyıktır. Marksist geçinen “otoriteler”in Engels’in tahrif edilmiş satırlarını kanıt göstererek kendisine yöneltecekleri itirazlara pabuç bırakmayacaktır Rosa. Devrimci yöntem ve sezgisinden ödün vermeksizin kendi görüşünü savunur ve bunu açıkça ifade eder: “Marx ve Engels’in eserlerini bilen ve onların öğretilerinin, yazılarının bütününden soluk alan canlı ve gerçek devrimci özü tanıyan kişilerin, tek yol parlamentarizm rezilliğini … Alman işçi hareketindeki kokuşma ve çürümeyi ilkin Engels’in protesto edeceğine inandıklarına eminim.” (age, s.138-139) O böylece, devrimci önderlerin düşünsel mirasına, doğru ve bütünsel bir yöntemle sahip çıkmanın ve devrimci uyanıklığı elden bırakmamanın ne denli önemli olduğunun çarpıcı bir örneğini vermiştir. II. Enternasyonal oportünizminin Marksizme yönelik sinsi saldırılarını teşhir etme bağlamında Rosa’nın el attığı belli başlı hususlardan biri de, Manifesto’nun genelinde güncel devrimci değerinden bir şey kaybetmediğini ilan etmek olur. Manifesto’da belirtilen görevler, birkaç değişiklikle, halihazırda da karşı karşıya bulunduğumuz görevlerdir. Ve bu görevler “sosyalizmin gerçekleştirilmesine geçiş” anlamına gelmektedir. Alman Sosyal Demokrasisinin temel aldığı Erfurt Programında somutlanan tarzdaki “asgari-azami” program ayrımı kesinlikle terk edilmelidir. Erfurt programında ya da genelde reformist sosyalizmin program anlayışında “asgari” hedefler denildiğinde, işçi sınıfının devrimci iktidarı altında öncelikle üstesinden gelinmesi gereken görevler kastedilmez. Bunun yerine, pekâlâ kapitalizm çerçevesinde bir reform hükümeti anlamına da gelebilecek olan muğlâk bir iktidar formülasyonuyla birlikte “asgarinin de asgarisi” olan ekonomik ve demokratik talepler ileri sürülür. İşçi sınıfının devrimci
marksist tutum
programında olması gereken asgari talepler ise azami program denilen ve belirsiz bir geleceğe ertelenen sözde bir sosyalizm aşamasına terk edilir. Böylece, hem devrimci proletaryanın asgari görevi olması gereken “sosyalizme geçiş” görevi Kaf dağının ardına sürülmüş olmakta hem de devrimci proletaryanın ulaşmak isteyeceği sosyalizm hedefi çarpıtılmaktadır. Rosa Luxemburg, Spartakistlerin devrimci programının işte bu reformist program anlayışıyla ve Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu özellikle belirtecektir. Bu uzlaşmacı yaklaşımdan tam anlamıyla kopmuş bulunan devrimci program anlayışını, “bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey; bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyerek ortaya koyacaktır. (age, s.142) Rosa’nın değinmiş olduğu bu noktada, geçiş sorunu hakkında net bir kavrayış geliştirilmesi işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve program anlayışı bakımından büyük önem taşır. Daha önceki bir çalışmamızda özel olarak bu sorun üzerinde durduğumuzdan (Bkz. Elif Çağlı, Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı, www.marksist.com), burada yalnızca bazı temel hususlar hatırlatılacaktır. Lenin döneminde Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır. Fakat ne yazık ki Stalinizm işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerilerine savurmuş ve dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürüklemiştir. Emperyalizm çağında komünist partilere düşen başlıca görev, önüne herhangi bir başka iktidar aşaması dikmeksizin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için mücadele etmektir. Komünist partiler kitle mücadelesini, pekâlâ kapitalizm altında da gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna mücadeleye kilitlememeli ve asıl önemlisi, kitleleri işçi iktidarının kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak talepleri savunmalıdırlar. Ekim Devrimi, sadece sosyalist görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden gelinebileceğini göstermiştir. Lenin döneminde Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır. Fakat ne yazık ki Stalinizm işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerileri-
27
marksist tutum
ne savurmuş ve dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürüklemiştir. Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının devrimci eylem programı farklı düzeydeki taleplerin bütünsel zemini üzerinde yükselecektir. Bu nitelikteki bir program, ancak devrimci durumlarda gerçek anlamlarına bürünecek olan “işçi sovyetleri” gibi geçiş taleplerinin yanı sıra, işçi-emekçi kitlelerin gündelik mücadelede takipçisi olacakları iktisadi ve demokratik içerikli (vergisiz yüksek asgari ücret veya tam sendikal özgürlük gibi) kısmi talepleri de içermelidir. Önemli olan, ileri sürülen taleplerin bulunulan her evrede kapitalizmin nefessizliğini sergileyebilmesi ve böylece kitlelerin giderek daha üst düzeydeki talepler uğruna mücadeleye çekilebilmesidir. Hangi sloganların hangi dönemlerde ve ne amaçla ortaya atılacağı konusu, uygun talepler formüle etmenin kendisi kadar büyük önem taşır. Bir talebin veya buna denk düşen bir sloganın olağan dönemlerde genel bir propaganda ve ajitasyon sloganı olarak mı, yoksa devrimci dönemlerde güncel eylem çağrısı olarak mı yükseltileceği noktasındaki ayrımı kavramak fevkalâde önemlidir. Tutulması gereken yol bellidir: Marx ve Engels tarafından temelleri atılan ve Rosa, Lenin, Troçki gibi devrimci önderler tarafından sahiplenilerek zenginleştirilen devrimci Marksizmin bayrağı altında toplanmak gerek. Rosa’nın dediği gibi: “Ya kapitalist anarşi içinde çözülme ve yok oluş, ya da sosyal devrimle yeniden doğuş. Karar saati geldi çattı. Eğer sosyalizme inanıyorsanız, bunu göstermenizin zamanı geldi. Eğer sosyalistseniz, eyleme geçmenin zamanıdır!” Kapitalizme karşı mücadele süreci içinde ileri sürülecek sloganlar elbette ki yalnızca gündelik mücadelenin konusu olan kısmi taleplerle sınırlandırılamaz. Böyle bir yaklaşım sınıf mücadelesini sendikalizmin dar çerçevesine hapsetmek olur. Diğer yandan, iktisadi ve siyasi içerikli kısmi talepler uğruna yürütülecek gündelik mücadelenin sınıfın kitlesini seferber etmesi bakımından taşıdığı önem de asla yadsınamaz. Ne var ki buradan hareketle yalnızca bu tür talepler ileri sürmek ve devrimci işçi iktidarının kurulmasına geçiş taleplerini reddetmek, devrimci Marksist yaklaşımla bağdaşmayan, uzlaşmacı ve reformist bir tutum sergilemek anlamına gelir. Aslında başarılması gereken, en “barışçı” görünen dönemlerde bile geniş kitlelere benimsetilecek mücadele hedeflerini kısmi taleplerden geçiş taleplerine doğru yükseltebilmektir. Diğer yandan meselenin yakıcı önem taşıyan bir başka yönü daha mevcuttur. Somut koşulları hesaba katan isabetli taktikleri ve sloganları belirlemeden ve bunları uygun biçimde gündeme getirmeden işçi kitleleri devrimci mücadeleye çekilemez. Bu bakımdan, somuttan kopuk soyut bir devrimci söyleme sürüklenilmemeli ve devrimci lafa-
28
Mayıs 2009 • sayı: 50
zanlık eğilimine prim verilmemelidir. Örneğin olağan dönemlerde fabrika komiteleri veya sovyetler türünden işçi örgütlenmelerinin yaygınlaşması ya da fabrikalarda işçi denetiminin sağlanması mümkün değildir. Dolayısıyla bu tip sloganlar acil eylem çağrısı olarak ancak devrimci dönemlerde anlamlı hale gelebilir ve bu kapsamda ileri sürülebilirler. Bunun dışında ise, bu tip sloganlar ancak öncüleri eğitmek ve sınıfa yönelik genel bir propaganda yürütmek amacına hizmet edeceklerdir. Sonuç olarak konuyu toparlamak istersek öncelikle hatırlanacak bir nokta var. Enternasyonal hareketteki oportünist liderler, Marx ve Engels’in ölümünden sonra Marksizmde büyük bir tahrifat ve tahribata neden oldular. Buna rağmen, Lenin, Rosa, Troçki gibi önderler Marksizmin devrimci köklerine ulaşmayı, o köklere sahip çıkmayı ve ondan kopmamayı başardılar. Özünde devrimci Marksizmin savunusuna dayanan bu çaba onları farklı tarihlerde ve farklı yollardan da olsa, nihayetinde benzer bir devrimci program anlayışında buluşturdu. Bunun bir ifadesi, Rosa Luxemburg’un Spartakistlerin devrimci program anlayışının temeli olarak ilan ettiği “sosyalizme geçiş” anlayışı idi. Aynı anlayış, Lenin tarafından 1917 Şubat devriminden itibaren biçimlendirilmeye başlanan ve onun Uzaktan Mektuplar, Nisan Tezleri, Taktik Üzerine Mektuplar benzeri çalışmalarında yer alan geçişsel taleplerde yaşam alanı bulacaktı. Lenin ayrıca, Ekim Devriminin arifesinde savaş ve açlık koşulları nedeniyle yaklaşan felâket karşısında, kontrol tedbirleri diye bilinen ve başlıca beş madde halinde toparlanan talepleri de formüle etmişti. Komintern’in İkinci Kongresinde Lenin geçiş sorununu bu kez dünya komünistlerinin gündemine getirecek ve onlardan bu sorun üzerine odaklaşarak programatik çözümler üretmelerini isteyecekti. Lenin’in ölümünden sonra Stalinizm dünya komünist hareketini bataklığa sürüklerken, Lenin’in vasiyetine sahip çıkan Troçki oldu. Lenin’in Ekim Devrimi döneminde formüle etmiş olduğu geçişsel talepleri temel eksen alarak, Troçki 1938 yılında Geçiş Programı’nı biçimlendirdi. Kısaca da olsa ana hatları itibarıyla değinmeye çalıştığımız tüm bu gerçekler, günümüzde Marksizmin devrimci mirasına ve dünya işçi sınıfının devrimci mücadele geleneğine sahip çıkma iddiasında olanları yakından ilgilendiriyor. Tutulması gereken yol bellidir: Marx ve Engels tarafından temelleri atılan ve Rosa, Lenin, Troçki gibi devrimci önderler tarafından sahiplenilerek zenginleştirilen devrimci Marksizmin bayrağı altında toplanmak gerek. Rosa’nın dediği gibi: “Ya kapitalist anarşi içinde çözülme ve yok oluş, ya da sosyal devrimle yeniden doğuş. Karar saati geldi çattı. Eğer sosyalizme inanıyorsanız, bunu göstermenizin zamanı geldi. Eğer sosyalistseniz, eyleme geçmenin zamanıdır!” (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Anti-Emperyalizm ve Sol Levent Toprak
S
ovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmin yürüttüğü haçlı seferinin bir sonucu olarak, başka birçok kavram ve değer gibi anti-emperyalizm kavramı da gözden düşürülmüş ve adeta ağza alınması ayıplanır hale gelmişti. Sanki emperyalizm olgusu ortadan kalkmış, yerine başka bir dünya gelmişti! Barış ve refah dolu yeni bir dünya düzeni geliyordu! O kötü emperyalizm sözünü haklı kılacak bir gerçeklik yoktu! Yeni dönemin moda kavramları globalizm, küresel refah toplumu, yeni dünya düzeni gibi kavramlardı. Şimdilerde ise anti-emperyalizm kavramının yeniden popüler hale gelmesi söz konusu. Aynen Marksizme ve sınıf mücadelesine özgü diğer konu ve kavramların benzer biçimde popüler hale gelmiş olması gibi. Emperyalizmin dünya yüzeyinde yarattığı acılar gitgide daha gözden saklanamaz hale geldikçe, nicedir unutturulmaya çalışılan emperyalizm kavramı da doğal olarak tekrar su yüzüne çıkmaya başladı. Afganistan’a, Irak’a saldırı ve işgaller, Filistin’e yönelik acımasız saldırı ve katliamlar, sayıları artık milyonlarla ölçülen ölümler, tarifi zor maddi ve manevi yıkımlar, bütün bunlar yaşanan vahşeti artık “örtmece” denilen türde kavramlarla saklanamayacak raddeye getirdi. Böylece anti-emperyalizm kavramının da yeniden canlanışı için elverişli bir ortam doğdu. Ancak bu canlanmanın kavramın Marksist proleter devrimci içeriğine uygun doğrultuda bir canlanma olduğu söylenebilir mi? Bu soru yersiz bir soru değildir, zira anti-emperyalizm kavramı aynı zamanda işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ruhuna aykırı biçimlere sokulabilen, çokça istismar edilen bir kavram. Acılarla dolu tarihsel deneyim bunu gösteriyor. Bu istismarın çeşitli yolları ve görünümleri var. Daha ziyade emperyalist ülkelerde görülen liberal demokrat “anti-emperyalizm”den tutun, Müslüman ağırlıklı ülkelerde son zamanlarda daha da güçlenen ve emperyalizmi “Yahudi-Hıristiyan Batı”nın eşanlamlısı olarak gören dinsel “anti-emperyalizm”e uzanan bir yelpazeden söz etmek mümkün. Ama biz bu yanlış “anti-emperyalizm”lerin en yaygın görünümü olan ve Türkiye’de de başat olarak kendisini gösteren türü üzerine odaklanmanın daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Bugün Türkiye’de anti-
Emperyalizme karşı olup kapitalizme karşı olmamak gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Emperyalizm, bir faşizm gibi, ya da emperyalist savaşlar gibi, veyahut çevre tahribatı gibi kapitalizmin bir yan ürünü değil onun ta kendisidir. Antikapitalizmsiz bir antiemperyalizm olamaz. Bu son derece net olmasına rağmen, kendine sosyalist diyen birçok çevrenin, anti-kapitalizm anlamını içermeyen bir anti-emperyalizm kavramını kullanabildiğini ve bu temelde hiç de antikapitalist olmayan unsurlara bol kepçeden anti-emperyalistlik payesi dağıtabildiğini görüyoruz.
29
marksist tutum
Mayıs 2009 • sayı: 50
nin hâkim olduğu emperyalizm aşamasına varmıştır. Bu aşamalar arasındaki farklar ne olursa olsun karşımızda duran gerçeklik kapitalizmdir. Bunu ömrünün değişik aşamalarındaki bir insana benzetebiliriz. Sözgelimi gençlik, orta yaş ve ihtiyarlık gibi. İnsanların gençlikte, orta yaşta ve ihtiyarlıkta farklı özelliklere sahip olduklarını biliriz. Ama her durumda söz konusu olan insandır, bu değişmez. Dolayısıyla son derece yalın bir mantıkla denebilir ki, emperyalizmden söz ettiğimizde kapitalizmden bahsediyoruz demektir ve emperyalizme karşı olmaktan anlaşılması gereken şey de özünde kapitalizme karşı olmaktır. Bu kimilerinin iddia edebileceği gibi bir vulgarizasyon değil aksine dupduru bir kavramsal çıkarımdır, bir netliktir. Bugün Türkiye’de anti-emperyalizm kavramı işçi Emperyalizm aşaması kapitalizmin kelimenin sınıfının çıkarlarıyla hiç bağdaşmayan milliyetçi-devletçi gerçek anlamında bir dünya sistemi olması yolunda eğilimlerin, sosyal-şovenizmin, Türk sömürgeciliği ulaştığı muazzam ilerleme aşamasıdır. Çünkü geçve emperyalistleşme gayretlerinin örtüsü yapılmak miş dönemden farklı olarak, sanayi ve banka seristeniyor. mayesinin kaynaşmasını ifade eden tekelci mali seremperyalizm kavramı işçi sınıfının çıkarlarıyla hiç bağdaşmaye öne çıkmakta ve çok daha büyük esnekliğe ve haremayan milliyetçi-devletçi eğilimlerin, sosyal-şovenizmin, ket kabiliyetine sahip bu biçim altında sermaye dünyanın Türk sömürgeciliği ve emperyalistleşme gayretlerinin ördiğer bölgelerine ihraç edilmektedir. Geçmişte diğer böltüsü yapılmak isteniyor. Ve ne yazık ki sosyalist solun degeler esasen birer hammadde ve pazar alanı iken, şimdi ğişik kesimleri de, emperyalizm ve anti-emperyalizm kobunların yanı sıra ve daha önemli olarak sermaye ihracı nusundaki kafa karışıklıkları nedeniyle, değişik dereceleralanıdırlar. Sermaye ihracı kapitalist üretim ilişkilerinin de olsa da, bu çizgi üzerinde işçi sınıfının çıkarlarıyla bağçok daha doğrudan ihracı anlamına gelmekte, dünyanın daşmayan konumlar alabiliyorlar. diğer bölgelerinin kapitalist üretim ilişkileri ağına çok daGeniş emekçi kitlelerin emperyalist güçlere karşı haklı ha derinden ve organik biçimde bağlanması sonucunu tepkilerini ve bu temeldeki anti-emperyalist güdülerini üretmektedir. doğru bir kanala yönlendirmek işçi sınıfı devrimcilerinin Emperyalizm kelimesinin kökeninde imparatorluk görevidir. Bu durumda anti-emperyalizm kavramı konukavramı yatar. Bu kavram, en yalın anlatımla kendi busunda eğriyi doğruyu tekrar tekrar hatırlatmayı önemli lunduğu yerden daha öteleri, geniş bölgeleri hâkimiyeti albuluyoruz. tına almayı anlatan bir kavramdır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, emperyalizm tam da dünyaya mali sermayenin egemen olması anlamında mali sermayenin imparatorluAnti-emperyalizm ğudur. Dolayısıyla meseleye bu güzergâhtan yaklaştığımızAnti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı, konuda da çıkan sonuç şudur: emperyalizme karşı olmak denun zor anlaşılır girift bir konu olması gibi bir durumdan mek bir dünya sistemi olan ve artık bir mali sermaye imkaynaklanmıyor. O nedenle biz burada meselenin özüne paratorluğu halini almış olan kapitalizme karşı olmak deilişkin kısa ve duru bir muhakeme ile yetineceğiz, derinlemektir. mesine bir emperyalizm tahlili yapmayacağız. Konunun Sermaye emperyalizm döneminde ulaştığı muazzam kavramsal olarak net ve özlü biçimde açıklığa kavuşturulgüçle tüm dünyayı bir ahtapot gibi sarmakta ve bu durum masının mümkün olduğuna inanıyoruz (Bu konuda bkz: genel olarak gerici sonuçlar üretmektedir. Dünyanın hamElif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y.) madde, pazar ve yatırım alanlarına nüfuz etmek için azEmperyalizm konusunda yaratılan başlıca bulanıklık, man tekeller arası kıran kırana bir rekabetle karakterize emperyalizmin belirli bir gelişme aşamasına gelmiş kapitaolan emperyalizm dönemi, insanlık için yarattığı yıkıcı solizmin ta kendisi olduğunun tüm sonuçlarıyla ve derinlinuçlarla genel bir gericilik anlamına gelmektedir. Emperğine kavranamamasıdır. Gerçekten de bu konudaki tüm yalizm dönemindedir ki, emperyalist güçler arasında on kafa karışıklıklarının temelinde bu noktanın yeterli biçimmilyonlarca emekçinin hayatına ve eşi benzeri görülmemiş de kavranamaması yatmaktadır. Kapitalizm ticari sermayıkımlara mal olan iki büyük dünya savaşı yaşanmış, dünyenin belirgin olduğu merkantilizm aşamasından geçeyanın değişik bölgelerine sayısız emperyalist saldırılar ve rek sanayi sermayesinin hâkim olduğu serbest rekabetçiişgaller gerçekleştirilmiş, faşizm belâsı ortaya çıkmış, değilik aşamasına ulaşmış, son olarak da tekelci mali sermayeşik görünümleriyle politik gericilik genel anlamda egemen
30
sayı: 50 • Mayıs 2009
hale gelmiştir. Tüm bunlar mali sermayenin hâkim olduğu tekelci aşamadaki kapitalizmin, yani emperyalizmin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu sonuçlardan filancasına ya da falancasına karşı çıkmak kişiyi anti-emperyalist yapmaya yetmez. Kapitalizmin ya da onun emperyalist aşamasının ürünü olduğu halde, kapitalizme ya da emperyalizme karşı olmadan savaşlara, faşizme, ırkçılığa, çevrenin tahribatına vs. karşı olmak teorik olarak mümkündür. Bunların hepsinin de bir sıfatı vardır: savaşa karşı olabilirsiniz ve o zaman savaş karşıtı olursunuz, diyelim anti-militarist olursunuz, pasifist olursunuz… Faşizme karşı olabilirsiniz ve o zaman anti-faşist olursunuz… Çevrenin, doğanın tahribine karşı çıkabilirsiniz ve o zaman çevreci olursunuz vb. Kimse sizden bu sıfatları otomatikman esirgeme hakkına sahip olamaz. Ancak, emperyalizme karşı olup kapitalizme karşı olmamak gibi bir durum söz konusu olabilir mi?! Emperyalizm, bir faşizm gibi, ya da emperyalist savaşlar gibi, veyahut çevre tahribatı gibi kapitalizmin bir yan ürünü değil onun ta kendisidir. Yani özet bir ifadeyle anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizm olamaz. Bu son derece net olmasına rağmen, kendine sosyalist diyen birçok çevrenin, antikapitalizm anlamını içermeyen bir anti-emperyalizm kavramını kullanabildiğini ve bu temelde hiç de antikapitalist olmayan unsurlara bol kepçeden anti-emperyalistlik payesi dağıtabildiğini görüyoruz. Güncel örnek olması bakımından Chavez’i akla getirmek mümkün. Kapitalizme gerçekten karşı olmak gibi bir kaygısı olmayan Chavez, ABD emperyalizmine bolca atıp
marksist tutum
tuttuğu için ve zaman zaman şu ya da bu emperyalist gücün ya da şirketin çıkarlarına zıt yönde tasarruflarda bulunduğu için, solun geniş kesiminin gözünde anti-emperyalist payesini kazanabilmektedir. Türkiye’ye ilişkin bir örnek verecek olursak, daha vahim bir görüntü olarak, Kemalizmde ve TC ordusunda anti-emperyalizm görenlerin varlığını hatırlatabiliriz.
Milliyetçi çarpıtmanın tarihsel gelişimi
Verdiğimiz bu birkaç örneğin gösterdiği durum, başta da değindiğimiz milliyetçiliğe dayalı bir “anti-emperyalizme” işaret etmektedir. Peki, bu durum nereden kaynaklanmaktadır? Nasıl oluşmuştur? Kapitalizmin geri ülkelere de girmesi ve buralarda şu ya da bu biçimde bir kapitalist gelişmeyi uyarması, kaçınılmaz olarak ulusal hareketlerin doğuşunu beraberinde getirdi. Emperyalizm aşamasından önceki dönemde kapitalist büyük güçler tarafından sömürgeleştirilmiş olan dünyanın bu bölgelerinde hem bir yerli burjuvazi gelişiyor hem de halklarda bir uyanış yaşanmaya başlıyordu. Bir yandan kapitalist gelişmenin doğal ve evrensel bir sonucu olarak, bir yandan da şimdi emperyalist güçler haline gelmiş eskinin sömürgeci güçlerinin artan sömürüsü ve baskıları nedeniyle, bu ülkelerde sömürgeci boyunduruktan kurtulmayı ve siyasal bağımsızlığı hedefleyen ulusal hareketler gelişti. Bu ulusal hareketlerin önderlik ettiği mücadelelerin özü sömürgeciliğe karşıtlıktı, yoksa kapitalizme ya da onun yeni aşaması demek olan emperyalizme karşıtlık değil. Ancak bu ülkeleri yüzyıllardır sömürgeci bir esaret altında tutmakta olan Batılı büyük ülkeler artık emperyalizm aşamasına geçmişlerdi ve dolayısıyla mücadele de sonuç olarak bu emperyalist güçlere karşı veriliyordu. Bu bağlantı nedeniyle, aslında öz olarak sömürgeciliğe karşı verilen mücadele, kolay bir dil geçişiyle “emperyalizme karşı mücadele” şeklinde ifadeye kavuştu. Bunda emperyalizm kavramının, kadim bir kavram olarak imparatorluk kavramından geliyor oluşunun ve bu anlamda toprak yayılmacılığını ima ediyor oluşunun da kolaylaştırıcı rol oynadığını görebiliriz. Ama her ne olursa olsun bu büyük yanılgılara kapı açan son derece sakıncalı bir durumdu. Dünyanın her yerinde sol hareket içinde var olagelen milliyetçi/ulusalcı eğilimler, bu Kapitalizme gerçekten karşı olmak gibi bir kaygısı olmayan yeni tarihsel evrede kendilerini devrimci bir ideolojik söylem içinde meşrulaştırmada yeni Chavez, ABD emperyalizmine bolca atıp tuttuğu için ve güçlü bir kılıf bulmuş oldular. Anti-emperve zaman zaman şu ya da bu emperyalist gücün ya da yalizm deyince akan suların durduğu, gerçek şirketin çıkarlarına zıt yönde tasarruflarda bulunduğu için, solun geniş kesiminin gözünde anti-emperyalist payesini siyasal ayrımların adeta görünmez hale geldiği kazanabilmektedir. bir tablo oluştu. Sömürge konumundan kur-
31
marksist tutum
tulup kendi ulusal devletine kavuşmaktan başkaca derdi olmayan ulusal hareketlere anti-emperyalistlik payesi verildi. Birçok durumda bu hareketlerin kendilerini kızıl renklere boyamaları gerçeği göz ardı edildi. Halbuki Lenin daha en başta bu tehlikeye karşı uyarıda bulunmuş, ulusal hareketlerin kendilerini kızıl renklere boyama olasılığına karşı uyanık olunması gerektiğini hatırlatmıştı. Rusya’da devrimci işçi iktidarının bir bürokratik karşıdevrimle içeriden yıkılıp, yerine “tek ülkede sosyalizm” adlı milliyetçi komünizm dogmasının baş tacı edildiği yeni bir sömürücü sınıf diktatörlüğünün kurulmasıyla, sol kılıklı milliyetçi eğilimler dünya ölçeğinde kendilerine çok daha güçlü bir dayanak noktası bulmuş oldular. Zaten Stalinizm bu eğilimi bir “teori” katına da yükselterek, anti-emperyalizm kavramına milliyetçi bir içerik yüklenmesini en üst düzeyden tescilledi. Böylece emperyalist ülkelerle şöyle ya da böyle çelişkiye düşen bütün ulusal hareketler anti-emperyalist hareketler olarak payelendirildi. Rusya’da devrimci işçi iktidarının bir bürokratik karşı-devrimle içeriden yıkılıp, yerine “tek ülkede sosyalizm” adlı milliyetçi komünizm dogmasının baş tacı edildiği yeni bir sömürücü sınıf diktatörlüğünün kurulmasıyla, sol kılıklı milliyetçi eğilimler dünya ölçeğinde kendilerine çok daha güçlü bir dayanak noktası bulmuş oldular. Zaten Stalinizm bu eğilimi bir “teori” katına da yükselterek, anti-emperyalizm kavramına milliyetçi bir içerik yüklenmesini en üst düzeyden tescilledi. Zamanla bu eğilim daha da olgunlaştı ve eskinin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri ulusal bağımsızlıklarını kazanıp kendi kapitalist devletlerini kurduktan sonra da Stalinist solun gözünde “anti-emperyalist” olmaya devam ettiler. Emperyalist-kapitalist sistemin işleyişinin kapitalist ülkeler ve devletler arasında yarattığı eşitsizliğe boyundan büyük anlamlar yüklendi. O kadar ki, kendine sosyalist diyen nice akım, işçi sınıfının içeride kapitalist sömürüye ve egemen sınıfa karşı mücadelesini gerçekte tümüyle unutup, işçilerin “kendi” egemen sınıflarıyla birlikte “dışarıya” karşı mücadelesini ana eksen ve öncelik haline getirdi. Genel olarak söylenecek olursa, düşmanın ve her türlü kötülüğün kaynağı “dışarısı” oldu. Böyle olunca “kendi devletini”, “kendi vatanını”, “kendi yurdunu” “dışarıya” karşı korumak ve kollamak en yüksek, en önemli sorun halini aldı. Bunun, “dışarıyla” sorunu olan mülk sahibi sınıfların düşman olarak değil dost sınıflar olarak görülmesini getireceği de kendiliğinden açıktır. Kurt ile kuzunun sözde başka kurtlara karşı birlik ve dayanışması! Böylece, geriden gelen ve rakipleri karşısında daha zayıf konumda olan sömürücü sınıfların derdi, sömürülen sınıfların da asıl derdi kılınmaya çalışıldı. Kafa böyle olunca giderek bir ülkedeki mülk sahibi sınıfların erdemleri, o ülkedeki rejimin erdemleri vs. de keşfedilmeye başlanır.
32
Mayıs 2009 • sayı: 50
Bir ulusal devlete kavuşmuş, hatta gitgide palazlanan kapitalist ülkeler bir türlü “mazlum”luktan çıkmaz olur. Adeta hep korunmaya muhtaç ve hiç büyümeyen bir çocukla karşı karşıyayızdır. Bu ülkelerin sömürücü egemen sınıflarının işçi sınıfına, diğer yoksul halk katmanlarına, komünistlere ve diğer ezilen halklara karşı işlediği bütün cürümler görmezden gelinmeye çalışılır, hoşgörüyle karşılanır. Türkiye gibi bölgesel güç konumuna gelmiş bir ülke bile emperyalizm karşısında özel ihtimama, kayırmaya ihtiyaç duyulan bir ülke gibi ele alınır. Bunu güçlendirmek için yurtseverlik vurgusu yapılır ve yurtseverlik üzerine bina edilmiş bir anti-emperyalizm söylemi hâkim kılınmaya çalışılır.
Milliyetçiliği meşrulaştırma yolları Aslında bu mantığın gerçekten bir dibi yoktur. Öyle ki, Japonya gibi emperyalistliği şüphe götürmeyecek bir ülkede bile, komünist parti ve diğer birçok sol akım Japonya’nın “ABD emperyalizminin boyunduruğundan kurtarılmasını” ana hedef yapabilmekte ve bu nedenle işçi sınıfının henüz iktidarı almasının vaktinin gelmediğini savunabilmektedir. Japon emperyalizminin ABD emperyalizmiyle çıkar çatışması alanına ait sorunlar anti-emperyalizm kılığına sokulmaktadır. Aynı şey Fransız emperyalizmi için de geçerlidir. Fransız emperyalizminin diğer emperyalist güçlerle yaşadığı çıkar çatışmalarına anti-emperyalist bir hava vermenin, onu bu şekilde meşrulaştırmanın işçi sınıfının devrimci çıkarlarıyla bağdaşmayacağı apaçıkken, başta komünist parti olmak üzere Fransız solunun geniş kesimleri bu eğilimleri sergileyebilmektedir. Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeciliğine karşı Fransız solunun sergilediği utanç verici tutumlar da bunun bir sonucudur. Bir kez siyaset bu olunca, bunu meşrulaştırmak için bin dereden su getirileceğini anlamak da zor değildir. Sözümona ilerici Fransız geleneklerine atıf yapmalar, sözümona laisizm savunuculuğuna sarılmalar arkadan geliverir. Fransa’daki okullarda göçmen Müslüman kızların başörtüsü giymesini yasaklamanın arkasında göçmen düşmanı ırkçı güdüler, İslamofobi gibi siyasetler yatmasına rağmen, sol adına kalkıp bunu laikliğin gereği gibi sunmaya gayret etmek ve savunuculuğunu yapmak aynı anlayışın ürünüdür. Böylece sürekli tehlike ve tehditlerle karşı karşıya olan “vatanı” korumak, “ulusal çıkarları” korumak hep öncelikli görev olmuştur. Ama bu kurtlar sofrası kapitalist dünyada, kapitalist gruplar ve devletler arası çıkar çatışmalarının sonu asla gelmeyeceğine göre, bu kafada gidilirse proletaryanın kendi sınıf davasına sıranın hiç gelemeyeceği de açıktır. Nitekim yukarıda özet biçimde anlattığımız evrim süreci bunu göstermektedir. Bu süreç gele gele bugün Türkiye’de Ergenekoncu generallerin bile anti-emperyalizmle payelendirilmesine ve kimi sol çevrelerin de onların avukatı kesilmesine kadar varmıştır.
sayı: 50 • Mayıs 2009
Ama Türkiye söz konusu olduğunda milliyetçi “antiemperyalizm” anlayışı konusunda asıl yakıcı konu Kürt ulusal sorunudur. Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi, çeşitli biçimlerdeki Türk milliyetçiliğinin gerici yüzünü daha belirgin biçimde açığa çıkarmıştır. Aynen Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde Fransız sol hareketinin milliyetçiliğinin, sosyal-şovenizminin teşhir olması gibi, Kürt hareketi de Türkiye’deki sol hareketin ezelden beri bünyesinde milliyetçi virüs taşıdığının açığa çıkmasına vesile olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kürt isyanlarında tarihsel TKP baskıcı totaliter Kemalist rejimle ağız birliği edip, bu isyanları “gericilikle” ve “emperyalizmin maşalığıyla” damgalayarak rejime desteğini sunmuştu. 80’lerin ilk yarısında başlayan “son Kürt isyanı”nda da solun geniş bir kesimi açısından durum özde değişmemiştir. Çeşitli farklar olmakla beraber bu kesim genel olarak, ulusal sorunda işçi sınıfının devrimci programının kilit taşı olan kendi kaderini tayin hakkını ya ağzına almamakta ya da bu hakkı tanımakta tereddüt göstermekte ve kem küm etmektedir. Buna bahane olarak da “ülkenin bölünmesinin emperyalizmin çıkarına olacağı, onların oyununa gelinmiş olunacağı” argümanını ileri sürüyorlar. Her konuda Lenin’i pek sahiplenirmiş gibi yapan bu çevrelerin, bu konuda onun döne döne anlattığı hususları görmezden gelmeleri bilinçli bir seçimdir. Lenin’in ulusal sorunda en çok eleştirdiği yaklaşım, haklı gibi görünen çeşitli bahanelerle ezilen ulustan ayrılma hakkının esirgenmesidir. Lenin böyle yapanların en samimi devrimci niyetlerle hareket etseler bile şovenistler konumuna düşeceğini ve bu yolla ezilen ulusların emekçi sınıflarının güveninin kazanıla- mayacağını söylüyordu. O çok istenen birliğe giden yolun ancak gönüllülükten geçebileceğini, bu gönüllüğün ancak güven kazanmakla sağlanabileceğini, bunun testinin de ezilen ulusa ayrılma hakkının ikircimsiz biçimde tanınması için tutarlı biçimde ve fiilen mücadele etmek olduğunu ısrarla anlattı. O yıllarda da ulusal kurtuluş mücadelelerine emperyalistlerin müdahil olabildikleri bahanesini ileri sürerek UKKTH’nin tanınmasına muhalefet edenler vardı. Lenin ta bugünlere seslenircesine bu hususu da değerlendirmiş ve çok net biçimde şunları söylemişti: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay.,
marksist tutum
1992, s.128-9) Böylece emperyalizme karşı çıkmak bahanesiyle sosyal şovenizme sapılmasının mazur görülemeyeceğini belirtmiş oluyordu. *
*
*
Bugün Türkiye’de egemen sınıf içindeki iktidar mücadelesi siyasal gündeme damgasını vurmaktadır. Bu kapışma dünya ölçeğindeki emperyalist kapışmalarla da iç içe geçmiş çetrefilli bir süreçtir. İşçi sınıfının ve ona yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin bu gerici kapışmada taraf olmaları ya da taraflardan birinin değirmenine su taşıyıcı bir tutum içinde olmaları bir vahamet anlamına gelir. Ama bugün Türkiye solunda gitgide daha güçlenen ve belirginleşen bir eğilim, Kemalizme kerameti kendinden menkul bir ilericilik atfederek, bu kapışmada Kemalizmin bekçisi konumundaki güçlerle aynı hizaya geçmektedir. Liberallere ve emperyalizme en kızgın oklarını yöneltip, Kemalizme ve darbeci planlara göz kırpmanın devrimci bir tutum olamayacağı açıktır. Anti-kapitalizmden, anti-emperyalizmden ve sosyalizmden dem vurup, burjuva demokrasisi ile otoriter rejimler arasındaki bazı hayati ayrımları silikleştiren ve sözde ilericilik, aydınlanmacılık ve anti-emperyalizm gibi cilalamalarla darbecilere gerdan kıran bir çizgi izlemek kendine Marksist diyenlerin işi olamaz.* Anti-emperyalizm kavramını milliyetçiliğin cirit attığı bir çiftlik olmaktan kurtarmak için uyanık ve kararlı bir tutum içinde olmak gereklidir. Aksi takdirde geniş emekçi yığınların anti-emperyalist güdülerinin en gerici amaçlarla istismarı kaçınılmaz hale gelir. Günümüz dünyası emperyalizmin yol açtığı yıkımların gitgide artan insani faturası nedeniyle anti-emperyalist şiarların daha fazla yankı bulacağı bir yöne gidiyor. Bu durumda anti-emperyalist şiarların, şovenizmin, darbeciliğin, TC yayılmacılığının ve başka emperyalist güçlerin hizmetine sokulmasına karşı uyanıklığı arttırmak daha da önem kazanmaktadır. ___________________________ *
İşin aslı sol hareket içinde bu tür eğilimler hiç de yeni değildir. Marx’ların döneminde Lassalle, yürüttüğü ajitasyonda tüm oklarını liberal burjuvaziye yöneltip, iktidarı elinde tutan gerici Junker bloğunun (toprak sahipleri ve militarist devlet bürokrasisinin) rejimini temsil eden diktatör Bismarck’a destek sunuyordu. Marx ve Engels onun bu oportünist siyasetini acımasızca mahkûm etmişlerdi. Daha sonra Lassalle’ın Bismarck gibi bir diktatörle gizli görüşme ve pazarlıklar içinde olduğu da ortaya çıkmış ve Marx ve Engels’in tutumunun ne derece sağlam ve haklı olduğu daha iyi görülmüştü.
33
NATO’nun Naturası Selim Fuat
G
eçtiğimiz Nisan ayının 9. günü, kapitalizmin küresel olarak en büyük organizasyonlarından biri olan NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) 60. kuruluş yıldönümüne denk geliyordu. Bu vesileyle, 3-4 Nisan tarihinde Strasbourg ve Kehl kentlerinde burjuvazinin önde gelen liderleri toplantılar yaptılar, NATO’nun geleceğine dönük stratejiler belirlemeye çalıştılar. Bir yandan da kutlamalar gerçekleştirdiler. Kapitalizmin küresel krizinin etkisi ile emperyalist güçler arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı bir dönemde, burjuvalar yoğun tartışmaların ve yön arayışlarının damgasını vurduğu bir atmosferde kutlamalar yaparken, NATO tarihinin acı deneyimlerine maruz kalanlar ve bunun farkında olanlar da dünyanın dört bir tarafında protesto gösterileri düzenliyorlardı. ABD emperyalizminin hegemonyasındaki kapitalist devletlerin çıkarlarını “Sovyet tehdidine” karşı demir yumruğu ile koruyan 60 yaşındaki NATO, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme damgasını vurmuştu. Dünya işçi sınıfı açısından ise NATO, silahlarını işçi sınıfının ilerlemesine karşı doğrultmuş burjuva gericiliğinin küresel silahlı kuvvetlerinden başka bir şey değildi. NATO’nun tüm tarihi işçi sınıfı için bunun örnekleriyle doluydu.
NATO’nun kuruluşu ve örgütlenmesi Kapitalistler arasındaki güçler dengesinin yeniden kurulmasını sağlayan büyük emperyalist paylaşım kavgasının
34
yani İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, büyük bir yıkıma uğrayan Avrupa’nın birçok ülkesinde Komünist Partilerin ağırlığı daha çok hissedilir olmuştu. Fransız Komünist Partisi oylarını tarihindeki en yüksek orana ulaştırırken, İtalya’da ise Komünist Parti hükümete beş bakan vermişti. Kapitalist tahribata tepkili işçi sınıfının desteğini alan bu partiler, SSCB’nin kontrolü altındaydı ve SSCB de savaşın galipleri arasındaydı. SSCB’nin güçlenmesi ve etkisini arttırma tehlikesi tüm kapitalistler için büyük bir tehditti. Bu yüzden Avrupa’ya yayılan “komünizm” hayaletinin önünü kesmek ve bununla birlikte kapitalist sistemin gidişatına da yön vermek gerekiyordu. Bu çerçevede, savaştan kapitalist dünyanın baskın gücü olarak çıkan ABD’nin inisiyatifiyle, siyasal ve ekonomik perspektifler ortaya konmaya başlandı. Komünizm ile ideolojik ve siyasal mücadelenin keskinleştirilmesini, komünist partilerin hükümetlerde yer almasının önlenmesini ve bu doğrultuda hareket eden hükümetlerin askeri ve mali olarak desteklenmesini içeren Truman Doktrini ve onun mali tamamlayıcısı olan Marshall Planı ile siyasal ve ekonomik alanda stratejik açılımlar yapıldı. İşte bu atmosferin belirlediği koşullarda, 9 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile de NATO kuruldu. 12 Avrupa ve Kuzey Amerika ülkesinin kurduğu NATO’ya, Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında eş zamanlı olarak, Federal Almanya 1955 yılında, İspanya ise Franko rejimi yıkıldıktan sonra, 1982 yılında katıldı. NATO’nun kurulmasıyla, SSCB’ye karşı bir cephe
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
kurma stratejisinin askeri aşaması da tamamlanmış oluyordu. Üye ülkeler kuruluş anlaşmasında, ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeyi, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt ediyorlardı. Böylece SSCB tehdidi umacısıyla, kapitalist ülkeler ABD hegemonyası altında yeni bir döneme girdiler. Bu dönem, NATO örgütlenmesinin genişlemesiyle, işçi sınıfına yönelik kapitalizmin ideolojik saldırısının yoğunlaşacağı, işçi sınıfının ve devrimci örgütlerin her yol denenerek sindirilmeye çalışılacağı, soğuğuyla sıcağıyla Burjuvalar NATO’nun 60. yılını kutlarken, NATO tarihinin acı savaşların süreceği bir dönem olacaktı. deneyimlerine maruz kalanlar ve bunun farkında olanlar da Komünizmin “dış mihrakların” ideodünyanın dört bir tarafında protesto gösterileri düzenlediler. lojisi olarak damgalandığı, toplumsal yaşamın boğulduğu ve militarist bir atmosfere teslim edildiği bu dönemin gizli bazen de açık celeyen, siyasal gelişmeleri izleyen ve temel politikaları beyumruğu, NATO ve uzantısı örgütler oldu. İç tehdit-dış lirleyen Politik Ekonomik ve Sosyal İncelemeler Şirketi; NAtehdit algılamalarını aynı potada eriterek işçi sınıfına zerk TO’nun, iç savaş veya savaş durumunda, “sivil ve askeri eden yapılanmaları kuran, yaygınlaştıran ve uluslararası öncü kuvvetlere” dayalı, ideolojik bakımdan güvenilir öreşgüdümünü sağlayan NATO, burjuvazinin küresel psikogütlerini oluşturmakla görevli Rüzgâr Gülü bunlardan birlojik savaş örgütü işlevini de gördü. kaçı. Komünist partilerin güçlü olduğu ülkelerde, örneğin 1950’de Kore Savaşında gösterdiği gayretkeş tutumla İtalya’da, 1945’lerden beri işçi grevlerine, direnişlere, öğNATO’ya üyeliğinin yolunu açan ve 1952 yılında renci eylemlerine saldıran, komünistlere ve devrimcilere Yunanistan ile birlikte üye olan Türkiye Cumhuriyeti de, karşı yargısız infazlar gerçekleştiren güç NATO’ya bağlı benzer örgütlenmeleri tüm NATO ülkelerinde olduğu giGladio’ydu. İspanya’da NATO’nun kurduğu ve “Antiterör bi oluşturmuş ve NATO kontrolünde hayata geçirmiştir. Kurtarma Grubu” olarak bilinen örgüt, ETA üyelerine Örneğin, 1952 yılında çıkartılan Seferberlik Tetkik Kakarşı yargısız infazları, kaçırıp kaybetmeleri ya da öldürme nunu ile “gayri nizami harp” yani kontrgerilla savaş strateeylemlerini örgütlerken, İngiltere’de faaliyet yürüten kontjisi benimsenmiştir. Askeri güçlere bağlı ama toplumun rgerilla örgütü de IRA’ya karşı gerçekleştirdiği “yasadışı” bütün kesimlerini kapsayacak bir tarzda organize edilen eylemler sonucu yüzlerce insanı öldürdü. kontrgerilla örgütü, Özel Harp Dairesi olarak adlandırılNATO eliyle, kapitalistlerin ekonomik ve politik çımıştır. Özel Harp Dairesi organizasyonlarının faaliyet şekarlarını korumak için oluşturulan bu yapılanmaların göması ise harp okulunda okutulan kaynak kitaba göre şöyrevleri sadece öldürme, kaçırma, işkence yapma, sabotaj ledir: “1- Eğitim Öğretim Grupları: İdeolojik eğitim, psigerçekleştirmekle de sınırlı değildi. Ekonomi, siyaset, bakolojik savaş, sabotaj, sorgulama. 2- Özel Birlikler: Subay sın, eğitim, diplomasi, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda ve astsubaylardan oluşturulmuş 55-60 kişilik çok iyi eğida burjuva ideolojisini etkin kılmak için geniş kapsamlı tilmiş özel savaş birlikleri. 3- Sivil toplum örgütleri içerifaaliyetler yürüttüler. Bazı yönleri ortaya çıkarılan İtalsinde kurumlaşmayı sağlayan birlikler. 4- Devlet kurumlaya’daki NATO örgütlenmesi Gladio’nun kimi örgütlenrı arasında hareket, planlama ve koordinasyon işlerini örmeleri bu durumu tüm açıklığıyla gözler önüne sermektegütleyen birim. 5- Seferberlik Tetkik Kurulu şubeleri aradir: Görevi “basına nüfuz ederek ele geçirmek, sendika ve sında haberleşme koordinasyonunu sağlayan birim. 6siyasi partilere mali destek sağlamak, antikomünist propaKarşı propagandayı yapmak için basın işlerini organize gandayı organize etmek” olan Harekât Koordinasyon Daieden birim...” resi; Gladio’nun ekonomik, siyasal ve sosyal alandaki te1970 yılında ordu içerisinde, Kara Kuvvetleri Komumel politikalarını belirleyen “bilim adamları”ndan oluşan tanı imzasıyla yayınlanan “ST 31-15” talimatnamesinde ve dünyadaki bütün ekonomik gelişim ve değişimleri inÖzel Harp Dairesi’nin görevleri ise şöyle sıralanmıştır:
35
marksist tutum
“Açık ve sinsi faaliyetler, adam öldürme, bombalama, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme, rehin alma, kundakçılık, sabotaj, propaganda, yalan haber yayma, şantaj yapma…” Anlaşılıyor ki Türkiye’de, sistematik işkenceden faili meçhullere ve toplu katliamlara uzanan uygulamalar ve elbette askeri darbeler bu örgütlenmenin varlığının doğrudan sonucu olmuştur. Maraş, Çorum, Sivas olayları, devrimcilere ve işçi eylemlerine yapılan saldırılar bu örgütlenmeler tarafından hayata geçirilmiştir. Özel Harp Dairesi’nin bir dönem başında bulunan Sabri Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesinin işiydi” beyanı da bunu desteklemektedir. Yani tüm üye ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin devrimcilere ve işçi sınıfına yönelttiği terör, NATO’nun örgütlenmeleri, silahları ve taktikleriyle sürdürülmüştür.
NATO’nun yeni dönemi Sınıf savaşında burjuvazinin terör örgütü olma işlevini de uzun yıllar boyunca layıkıyla yerine getiren NATO, bir süreden beri yeniden yapılanmanın sancısını yaşıyor. ABD, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte “ortak düşmanını” kaybeden üyeleri yine kendi hegemonyası altında tutmak ve hegemonyasını küresel ölçekte sağlamlaştırmak için NATO’yu yeni bir “konsept” etrafında yeniden organize etme çabası gösterdi, göstermeye de devam ediyor. SSCB’nin dağıldığı yıl olan 1991’den itibaren başlayan bu yeniden inşa çalışmalarında ABD aslında NATO’yu önceki pozisyonunu da aşacak çerçevede etkili kılmaya ça-
36
Mayıs 2009 • sayı: 50
lışıyordu. Örneğin ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, NATO’nun sonsuza dek süreceğini belirttiği konuşmasında, örgütün günümüzdeki misyonunu “NATO’nun kurucuları, ülkelerimizin sınırlarının ötesinden gelebilecek tehditlere karşı koyabilmemiz için gerekli esnekliği sağlayacak kadar zeki idiler, NATO ortak savunmaya dayanmaktaysa da, Kuzey Atlantik bölgesinin dışından gelebilecek ortak tehditlere karşı koyabilmek için bir araya gelmemize de izin vermektedir” sözleriyle anlatıyordu. ABD eski başkanı Bill Clinton ise “Dünün NATO’su, üyelerinin sınırlarına yapılacak bir askeri saldırıya karşı onların güvenliğini sağlamaktaydı. Yarının NATO’su bu görevine devam etmekle birlikte sınırlarımızın ötesinden gelebilecek tehditlere karşı da görev yapacaktır. Bunlar kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve etnik şiddet ve bölgesel çatışmalardır” demekteydi. ABD’nin NATO’nun yapısını değiştirme stratejisinde ilk adımı, etnik çatışmalara müdahale etmek bahanesiyle Yugoslavya’ya saldırısı oldu. ABD’nin Yugoslavya ile bir savaşı kışkırtma niyeti olduğu açıktı. 90’lı yılların başlarındaki bu müdahale ile ABD, Avrupalı müttefiklerine NATO’nun üstleneceği dünyanın jandarmalığı rolüyle gelecekte yapacağı görevin bir örneğini sunmayı amaçlıyordu. Bunu da dostuna düşmanına net bir biçimde gösterdi. ABD bu gösterinin ve eşlik eden diplomatik basınçlarının ardından NATO’nun rolünün yeniden yapılandırılması hedefine 24 Nisan 1999’da Washington toplantısında ulaştı. Yeni NATO’nun doğuşu 19 devlet başkanı ve hükümeti tarafından “Yeni birlik ortak savunma konusunda daha büyük, daha muktedir ve daha esnek olacak ve krizlere yanıt verme operasyonları da dâhil krizlerin yönetiminde aktif yer alma konusunda yeni görevler üstlenmeye muktedir olacaktır” ve “NATO diğer kurumlarla işbirliği içinde çatışmaları önlemek için veya bir kriz ortaya çıktığında uluslararası kanunlar dâhilinde ve gerektiğinde etkili bir şekilde Madde 5’e dâhil olmayan krize yanıt operasyonları yönetme olasılığı çerçevesinde de bu krizin idaresinde rol alacaktır” sözleriyle onaylandı. NATO’nun 5. maddesi, üye ülkelerin herhangi birine dışarıdan bir saldırı gerçekleştirilmesi halinde tüm müttefiklerin bu ülkenin yardımına koşmalarını öngörüyordu. 1999 NATO Stratejik Konsepti ise, güvenlik tehditlerinin artık çok boyutlu bir hal aldığını ve önceden tahmin edilemeyeceği, tek bir küresel büyük tehdidin yerini çok yönlü ve çok çeşitli risklerin aldığı tespitleriyle, 5. maddenin öngördüğü haller dışındaki harekâtların da yolunu döşüyordu. Nitekim ABD, 11 Eylül ile birlikte meşruluk zeminini kendine göre güçlendirerek bu yoldan ilerledi. ABD bir yandan nüfuz alanını genişletmek için de NATO’ya yeni devletlerin katılmasını sağlamaya çalışıyor. Brzezinski’nin 1997’de yayımladığı ünlü “Büyük Satranç Tahtası” analizinde bu çabanın gerekleri şu şekilde ortaya konuyordu: “NATO’nun genişlemesindeki temel nokta, bunun Avrupa’nın genişlemesiyle bağlantılı bir süreç olmasıdır.
sayı: 50 • Mayıs 2009
... Avrupa’nın jeopolitik en korunmasız kesimi olan Orta Avrupa, Avrupa’nın geri kalanının Atlantik ötesi ittifak yoluyla yararlandığı güvenliği paylaşmaktan alenen dışlanamaz. Bu konuda Almanya ve Amerika hemfikirdir. Amerika ve Almanya’ya göre genişleme dürtüsü siyasi ve tarihidir. ... Yeni bir Avrupa halen biçimlenmektedir. Bu yeni Avrupa, jeopolitik olarak ‘Avrupa-Atlantik’ bölgesinin bir parçası olarak kalacaksa, NATO’nun genişlemesi gereklidir. Aslında, eğer ABD’nin başlattığı NATO’nun genişletilmesi çabası durursa ve sendelerse, bir bütün olarak Avrasya için kapsamlı ABD politikası mümkün olmayacaktır. Böyle bir başarısızlık Amerikan liderliğinin itibarını zedeler, genişleyen Avrupa kavramını paramparça eder, Orta Avrupalıların moralini bozar, Rusya’nın Orta Avrupa’daki şu an uyuyan ya da ölmekte olan jeopolitik özlemlerini yeniden canlandırır. Batı için, sonunda gerçekleşecek herhangi bir Avrasya güvenlik mimarisinde gerçek bir Avrupalı sütun olasılığına ölümcül zarar veren, Batı’nın kendi elleriyle açtığı bir yara olur. Bu nedenle, Amerika için yalnızca bölgesel değil, küresel yenilgiye yol açar.” Nitekim 29 Mart 2004 tarihinde Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 1 Nisan 2009 tarihinde ise Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya üye oldular. Ancak ABD’nin zorlamasıyla hayata geçen bu gelişmelerin sorunsuzca gerçekleştiği düşünülmemeli. Geçtiğimiz ay yapılan NATO’nun Strasbourg-Kehl toplantıları, burjuvalar ne kadar aksi yönde bir görünüm oluşturmaya çalışsalar da, üyelerin eskisi kadar uyum içerisinde olmadıklarını ortaya koydu. Önümüzdeki sürecin ayrımlarının işaretleri görülmeye başlandı. Örneğin ABD, 2008 yılındaki Bükreş toplantısında Rusya’nın tehditlerine rağmen tam üye olmalarını karar altına aldırdığı Gürcistan ve Ukrayna’nın üyelik kabullerini sağlayamadı. Almanya, bu iki ülkeye bu zirvede üyelik verilmesine kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’e göre bu “akıllı bir hareket olmayacak, Moskova ile ilişkileri daha da zorlaştıracaktı”. Fransa da Almanya ile aynı düşüncedeydi. Başbakan François Villon bunun “Avrupa ile Rusya arasındaki güçler dengesini bozacağını” düşünüyordu. ABD açısından, Fransa’nın askeri kanada geri dönmesi önemli bir gelişmeydi. Ama bu durum bile beraberinde ABD hegemonyasını potansiyel olarak tehdit eden gelişmeler içeriyordu. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, ülkesinin NATO’nun askeri kanadına geri dönmesine karşılık, AB’nin NATO’dan ayrı olarak kendi güvenlik örgütünü oluşturması hususunda ABD iti-
marksist tutum
razını kaldırmayı başarmıştı. Böylece AB kendi askeri gücünü oluşturma konusunda bir adım daha atmış oluyordu. Avrupa’ya kurulacak “Füze Kalkanı Projesi” de ancak Rusya’nın talepleri doğrultusunda değişiklikler yapılarak ve yeni koşullar eklenerek kabul edilebildi. Yine de, ağır aksak da olsa ABD’nin NATO konusundaki stratejisi işlemeye devam etmektedir. Öte yandan çok farklı oldukları söylenen ABD başkanları değişse de bu stratejinin değişmediğini belirlemek de önemlidir. Bush’un Nisan ayında Bükreş’teki zirvede NATO hakkında söylediği “O artık güçlerini tüm dünyaya göndererek milyonlar için özgürlük ve barış dolu bir gelecek oluşturulmasına yardım eden bir acil sevk birliğidir” sözünün hayat bulması için, Obama Afganistan’daki NATO askeri varlığını güçlendirme yolunda olağanüstü bir çaba sergilemektedir.
NATO ancak sınıf mücadelesinin başarısı ile ortadan kalkar! Görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra varlığını sürdürüyor olması tartışma konusu yapılan, işlevinin artık sona erdiği söylenen NATO, aksine “Atlantik bölgesi ile sınırlı sorumluluk alanı”nı küreselleştirerek bütün dünyayı kapsayacak şekilde ilerliyor. Bundan sonra da kendisine biçilen rolü gelişkin organizasyonu ile yerine getirmeye devam edeceğini gösteriyor. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece, asli görevi kapitalizmin çıkarlarını korumak olan NATO da o ya da bu isimle varlığını sürdürecektir. İkinci Dünya Savaşından bu yana kapitalizmin hegemonik gücü olan ABD de NATO’nun naturasını ifade eden bu özün devamlılığının takipçisidir. NATO kapitalist sistemin küresel bir örgütüdür. Kapitalizmin küresel diğer örgütleri gibi üyesi olan tüm kapitalist devletler için de dışsal değil içsel bir olgudur. Örneğin TC ordusu NATO’nun ikinci büyük ordusudur. Bu gerçeklik apaçık ortadayken içerdeki NATO’yu es geçip NATO’yu dışsal bir olguya indirgeyenler işçi sınıfını milliyetçilikle zehirlemeye çalışmaktadırlar. Oysa NATO’ya karşı mücadele etmek demek, en başta ordusuyla devletiyle kendi burjuvazisine karşı mücadele etmek demektir. İşçi sınıfı devrimcilerinin bu konuda öne çıkartmaları gereken slogan şudur: Dışarıda arama NATO zaten içeride!
37
Berlusconi Mussolini’nin İzinde Berdan Güney
N
isan ayı başlarında Abruzzo kentini sarsan depremde yaşamını yitiren 300’e yakın insanın yasını tutan ve çadırlarda yaralarını sarmaya çalışan halka İtalya Başbakanı Berlusconi şu sözlerle seslendi: “Bunu haftasonu tatili saymak lazım!” Yasalarda yaptığı düzenlemelerle göçmenlere karşı baskıların artmasına, faşist saldırganlığın tırmanışa geçmesine zemin hazırlayan Berlusconi, depremzedelere yönelik yaptığı bu açıklamayla insan yaşamına ne kadar önem verdiğini de gözler önüne sermiş oldu. Deprem, ardında yüz bine yakın evsiz bıraktı. Abruzzo halkı krizin etkileriyle boğuşurken şimdi de depremin yol açtığı yıkımla boğuşmak zorunda. Onlara “moral” vermek üzere bölgeye giden başbakansa yaralara tuz ekmede maharetini gösterdi. Berlusconi’nin rahat görünme çabası, krize karşı tedbirli olduğunu göstermeye çalışmasından kaynaklanıyor. Zira Abruzzo’da gerçekleşen yer sarsıntısından çok daha güçlü bir şekilde İtalya ekonomisini sarsan kriz, işçi sınıfının da hareketlenmesine yol açıyor. Krizin faturasını yüklenmeyi reddeden işçiler kitlesel eylemlerle tepkilerini ortaya koyuyorlar. İşçi sınıfının yarattığı bu basınç, Berlusconi’nin ağzından patavatsız sözcükler şeklinde dışarıya yansıyor. İşçi sınıfının hareketlendiği İtalya’da göçmenlere karşı ırkçı saldırılarda da belirgin bir artış var. Egemen sınıf, emekçilerin kendi sınıfsal talepleri etrafında birleşmelerine ve kapitalist sistem için yeniden bir tehlikeye dönüşmelerine mâni olmak için faşizmi hortlatıyor. Silvio Berlusconi Milan futbol kulübünün ve İtalyan medyasının yaklaşık yarısının sahibi. Kendine bağlı medyayı yargıdan muaf tutmak için bir yasa çıkardı ve kanunlaştırdı. Kendine “Ölümsüz”, “siyasetin Hz. İsa’sı” sıfatlarını yakıştıran Berlusconi, Mussolini’nin “Boş inanışlar ve efsaneler bir iman, bir tutkudur. Bunların gerçekliğinin olması gerekmez. Mitlerin gerçekliği, bunların bir inanış, bir umut, bir iman, bir cesaret kaynağı olmalarındandır” sözlerine sadık olduğunu da gözler önüne seriyor.
38
Berlusconi geçtiğimiz Mart ayında yapılan erken seçimlerde partisi Forza İtalya’yı Ulusal İttifak grubuyla birleştirerek PDL’yi (Halkın Özgürlüğü Partisi) oluşturdu. Ulusal İttifak’ın, Mussolini’nin faşist partisinin bir uzantısı olduğu biliniyor. Seçim süreci boyunca Mussolini’nin torunu Alessandra Mussolini tarafından da aktif olarak desteklendi. Berlusconi’nin faşistlere olan yakınlığı yeni değil. 2003 yılında yaptığı bir röportajda “Mussolini kötü biri değildi, kimseyi öldürmedi. O, insanları ceza olarak tatil yerlerine gönderdi. Küçük adalar olan Ponza ve Maddalena gibi lüks dinlenme yerlerine sürgün etti” sözleriyle faşist lideri savunmuştu. Berlusconi’nin “pak” Mussolini’si, Birinci Dünya Savaşının hemen sonrasında İtalyan işçi sınıfının Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi kardeşlerini örnek alarak iktidarı zapt etmesini engellemek için sahneye çıkmıştı. Ülkede faşizmi egemen kılarak işçi sınıfının mücadelesini bastıran faşist Mussolini, devrimci işçilerin birçoğunu katletmiş, İtalyan Yahudileri tutuklayarak Hitler’in birliklerine teslim etmişti. İkinci Dünya Savaşında faşizmin birliklerine karşı çarpışan İtalyan partizanlar, savaşın sonunda Mussolini’yi hak ettiği şekilde cezalandırmış, faşist iktidarın sona ermesini sağlamışlardı. Fakat Bolşevik bir önderliğin yokluğu ve 3. Enternasyonal’in savaş sona ermeden çok önce işlevini kaybedip kapısına kilit vurulması nedeniyle, işçi sınıfı, burjuva iktidarı tümüyle yıkmaya bu kadar yaklaştığı halde iktidarı burjuvaziye teslim etmişti. Aradan geçen zaman içinde iktidar emekçilerin haklarına her fırsatta saldırdı. Kapitalist sistemin ülkede yaşadığı her sarsıntı, işçi sınıfına karşı saldırıya geçmenin, hakları budamanın, göçmen işçilere karşı ırkçılığın yaygınlaştırılmasının fırsatı oldu. Son kriz, gelişmiş tüm kapitalist ekonomileri sarstığı kadar İtalya ekonomisini de iyice girdabına almış bulunuyor. Krizin faturasını işçilere çıkarmak niyetiyle harekete geçen İtalyan burjuvazisi işçi sınıfı-
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
kapitalistler faşizmin önünü açmışlardı. Bugün de benzeri şekilde, işçi hareketinin kapitalizmi temellerinden sarsacak arayışlar içine girmesini engellemek için büyük bir efor sarf ediyorlar. Göçmenlere karşı her gün yeni bir saldırı vakasının yaşandığı İtalya’da Berlusconi hükümeti, yeni hayata geçirdiği düzenlemelerle milliyetçi-ırkçı önyargıların yaygınlaşmasına kapı aralıyor. Foggia kentinde yerel yönetim göçmenlerin İtalyanlardan ayrı otobüslerle yolculuk etmelerine karar verdi. Gerekçe ise, kentin yakınlarında bulunan Siyasi Sığınmacıları Ağırlama Merkezinde barınan göçmenlerin bölge halkı tarafından hırsızlık ve tacizle itham edilmeleri. Oysa yaşananlar göçmenlere karşı uygulanan şiddeti gözler önüne seriyor. Şubat Berlusconi’nin faşistlere olan yakınlığı yeni değil. 2003 yılında başlarında başkent Roma yakınlarında bir Hintli göçmen, “eğlenmek isteyen” üç İtalyaptığı bir röportajda “Mussolini kötü biri değildi, kimseyi yan tarafından yakıldı. Geçtiğimiz yıl öldürmedi. O, insanları ceza olarak tatil yerlerine gönderdi. Milano’da Burkina Fasolu bir genç, bisküvi Küçük adalar olan Ponza ve Maddalena gibi lüks dinlenme yerlerine sürgün etti” sözleriyle faşist lideri savunmuştu. çalmak, Senegalli bir genç ise İtalyanların işini çalmak suçlamalarıyla dövüldüler. Napoli’de 6 siyahî göçmen mafya tarafından katledildi. Birnın geniş katılımlı protesto eylemleri nedeniyle planlarını kaç ay önce Çingenelere karşı faşist çetelerin polis destekli çok da rahat uygulamaya sokamıyor. Krizden kârlı çıkmasaldırıları ekranlara yansımıştı. Bu örneklere her geçen nın hesabını yapan egemenler, göçmenlere karşı çıkarttıkgün yenileri ekleniyor. İtalya’da 2001 yılından bu yana deları yasalarla ırkçılığın yeniden hortlamasını sağlıyor. mokrasinin sınırları daraltılıyor. İtalya 11 Eylül saldırısı Göçmenlere karşı ırkçı uygulamalar Fransa, Almanya, İnsonrasında Afganistan ve Irak’a karşı girişilen savaşlarda giltere ve ABD’de yaygınlık kazanıyor. Sınıf mücadelesinin ABD’nin askeri anlamda en önemli destekçilerinden olma önünü keserek kendine bir kalkan oluşturma gayretinde konumunu koruyor. olan kapitalist devletlerin bu uygulamalarına karşı işçi sıEkonomik krizden çıkış hesaplarını işçi hareketini basnıfı uyanık olmalıdır. Mussolini’nin iktidara yürüyüşü natırmak ve kendine yedeklemek üzerine kuran kapitalizm, sıl işçi sınıfının sınıfsal birliğini koruyamayıp umudunu dünya genelinde saldırgan politikaları yaygınlaştırıyor. yitirmesi ve karşıt kutuplara bölünmesi sayesinde gerçekHâlihazırda sürmekte olan savaşlarda patlayan her bomba, leştiyse, bugün de göçmen işçilere karşı yapılan uygulamakapitalistlerin kârına kâr katıyor. Faşizmin tırmandırılmalarla benzer planlar hayata geçirilmek istenmektedir. sıyla bu savaşların yaygınlaştırılması kaçınılmaz olacaktır. Göçmen işçilere karşı gerçekleştirilen saldırgan uygulaAncak bu gidişatı tersine çevirebilecek tek güç olan işçi sımalarda son bir yıldır artış görülüyor. Kapitalizmi dünya nıfı, kendi sınıf çıkarları ekseninde birleşip mücadeleye çapında sarsan ekonomik krizle birlikte işçi sınıfının müatılırsa kapitalizmin ırkçı oyunlarına gelmeyecek ve bu cadelesinin de yükseldiği bir dönemde faşizmin ayak seslekrizden milyonlarca insanın kanı üzerinde yeniden ayaklarinin de duyulması gerçekte olağan bir durum. rı üzerine dikilmesini engelleyebilecektir. Savaşları adeta Büyük kapitalist tekellerin peşi sıra iflas ettiklerini bir video oyunu gibi hafızalara işleyen kapitalizm, kitleleri açıklamalarını, milyonlarca işçinin işten çıkarılması takip savaşa hazırlamaktadır. Cephede savaşacak olanlar tabii ki ediyor. Krizin faturasının hak gaspları ile dünya ölçeğinde burjuvalar ve onların çocukları olmayacaktır. Biz işçileri işçi sınıfına çıkarılmak istenmesi karşısında, birçok ülkede diğer ülkelerin işçileriyle karşı karşıya çarpıştıracaklar ve işçiler işgallerle, grev ve direnişlerle tepkilerini ortaya koyine namludan çıkan her mermiden elde edecekleri kâr yuyorlar. İşçilerin kapitalizmin saldırıları karşısında susiçin ellerini semaya doğru açarak şükranlarını bize sunmakunluğu bir kenara bırakıp güçlerini birleştirerek mücadeyacaklardır. leye girişmeleri, milyonlara varan sayılarla büyük gösteriKapitalistlerin oyununa gelmeyelim! Kendi sınıfımızın ler düzenlemeleri, gelişmiş ülkelerin egemen sınıflarının saflarında örgütlenelim, kapitalizme karşı sosyalist mücayüreğine korku düşürüyor. İlk emperyalist paylaşım savadele bayrağını yükseltelim! şından sonra yükselen işçi sınıfı hareketini boğmak için
39
Ümraniye’de Belediye Yoksullara Savaş Açtı Ü
mraniye İnkılâp Mahallesi Kocatepe Mevkiinde, seçim öncesi yapılmasına izin verilen 50’ye yakın ev, 14 Nisan günü sabah saatlerinde belediye ekiplerince yıkıldı. Evlerini yıktırmamaya çalışan mahalleliye polis biber gazı ve coplarla saldırdı. Yıkama direnen mahalle sakinlerinden 15 kişi, yaka paça gözaltına alındı. Yıkım sonrasında yaptığımız ziyarette, mahalleliler bizlere yıkılan evleri, yaralanan insanları göstererek polis ve belediye başkanını protesto ettiler. Seçim öncesinde AKP’li belediye başkanının kendilerini ziyaret ettiğini, inşaatlara göz yumduğunu ve fidan dağıtarak “seçildikten sonra bahçenizde oturmaya geleceğim” dediğini aktardılar. Seçimlerde mahallenin büyük bir bölümü-
nün AKP’li Hasan Can’a oy verdiği halde seçim sonrasında panzerler, polis, biber gazı ve küfürlerle karşı karşı kaldıklarını söylediler. Mahallede neredeyse her iki binadan biri iş araçları tarafından yıkılmış. Yeni inşa edilenler yıkılırken, alttaki evlerin duvarları da hasar görmüş, evler oturulacak halde değil. Yıllarca çalışıp kazandıkları paraları başlarını sokacak bir yerleri olsun diye bu evlere yatırdıklarını, her türlü vergileri ödediklerini, evlerinin yıkılmasını kabullenmediklerini söyleyen mahalleliler, “şimdi borç içinde kaldık ve güvenle oturacak bir evimiz de kalmadı” diyorlar. Mahalleliler, sabahın altısında 2 binden fazla polisin mahalleyi ablukaya aldığını, “Kürtleri sevmiyoruz, defolun gidin” diyerek demir çubuklarla kadın ve erkeklere saldırdıklarını söylüyorlar. Her yerde baskı gördüklerini, kendileri için artık gidecek başka bir yer kalmadığını söyleyen yoksul emekçiler, 15 günlük bebeğin uyuduğu eve polisin gaz attığını, 70 yaşındaki ninenin bacağına darbeler indirildiğini, kadınların yerlerde metrelerce sürüklendiklerini öfkeyle anlatıyorlar. Ümraniye Devlet Hastanesinde polisin, doktorlara müdahale ederek darp raporu vermelerine de engel olduğunu belirtiyorlar. Bu yerleşim yeri, Muş, Erzincan, Bitlis ve Bingöl’den göç ederek yıllar önce gelen ve çoğunluğu inşaat ve tekstil işçisi olan Kürtlerden oluşuyor. Bir zamanların ücra mahallesi şimdi rant peşinde koşanların iştahını kabartıyor. İşçilerin evlerini yıkanlar, kaçak villalara ve lüks konutlara her türlü olanağı sunmaktan geri durmuyorlar. İşçilere ve yoksullara sıra gelince burjuva devletin şiddeti hemen devreye giriyor. Elbette işçiler bu zulmün hesabını bir gün soracaklar, bundan kimsenin şüphesi olmasın. İşçiler olarak, Türküyle Kürdüyle insanca yaşayabileceğimiz konutlara kavuşmak için örgütlenerek mücadele etmekten başka çaremiz yok. Marksist Tutum okuru bir grup işçi
40
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
Dünya “Sağlık” Günü ve Dünya “Sağlık” Örgütü D
ünya Sağlık Örgütünün anayasasının kabul edildiği 7 Nisan, “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanıyor. Bu sene de “Dünya Sağlık Günü”nü savaşlarla, açlıkla, çocuk ölümleriyle, yani sağlıksız bir dünya ile karşıladık. Özellikle son senelerde yaşanan krizle birlikte dünyanın sağlığı giderek bozuluyor. Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) verilerine göre, ölen çocuk sayısı, kriz nedeniyle bu yıl 200 bin ile 400 bin arasında artacak. O çocuklara nasıl diyecekler şimdi, “Dünya Sağlık Günün kutlu olsun” diye? Kuruluş yönetmeliğine göre DSÖ, “uluslararası sağlık konularını yönlendiren ve koordine eden yetkilidir”. Buradaki “yetkililik” neyi anlatır bilinmez ama kapitalizm altında dünyanın sağlığını korumanın böyle örgütlerce yerine getirilemeyeceği açıktır. Yönetmelikte ne denirse densin DSÖ, emperyalist kurumlarından biri olan Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kurumdur. Sağlık alanında önemli çalışmalar yapıyor olsa da onu, sınır tanımaz kapitalizmin kâr yasaları sınırlandırır. Yani bağımsız olması gibi bir durum söz konusu değildir. 2007’de Dünya Sağlık Gününün teması, “Sağlığa yatırım yap, daha güvenli bir gelecek kur” idi. Oysa bu slogan, dünyanın büyük bir bölümünde sağlık hakkını neredeyse hiç kullanamayan yüz milyonlarca işçi ve emekçi için hiçbir anlam taşımamaktadır. Sağlık alanı ticari bir yatırım konusu, kârlı bir sektör olarak görüldüğü sürece ne tek tek bireylerin (burjuva azınlık hariç!) ne de toplumların sağlığından bahsedilemez. Sağlık alanını kâr alanı olarak gören anlayış, şimdiden dünyada on milyonlarca işçinin işsiz kalmasına neden olan kriz ortamında çok daha tehlikelidir. Bir işinin olması durumunda dahi sağlık hakkını kullanamayan işçilerin kriz derinleştikçe sağlıklarını tamamen yitirecekleri aşikârdır.
“Kırıntı”
B
ilmiyorum kaçınıza denk geldi, kaçınız izlediniz? Geçenlerde internette karşıma çıkan bir video vardı. Kırıntı isimli bir kısa film. Özetle paylaşmak istiyorum sizlerle. Her tarafı yıkık dökük harabe bir evde babasıyla birlikte yaşıyor küçük kız. Evlerinin duvarlarında oluşan deliklerden görüyor dünyayı. Bir de siyah-beyaz televizyonlarından. Bir parça bayat ekmeğini parçalayıp yemeye çalışırken televizyonun karşısında, çocukları görüyor çöplükte yiyecek toplayan. Çocukları görüyor bir tabak yemekten pay alabilmek için birbirleriyle yarışan. Çocukları görüyor aç kalmaktan kemikleri sayılan. Bakışlarından anlaşılıyor nasıl bir dehşete kapıldığı. Birkaç gün sonra televizyon bozuluyor ve baba tamir edebilir miyim diye düşünerek televizyonu açıyor. Kapağı açtığında ise televizyonun içinden yere ekmek kırıntıları saçılıyor. Yoksul baba o gece gizlice izliyor kızını ve görüyor ki küçük kız aç çocukları gördüğünde elindeki bayat ekmeğin kırıntılarını kapaktaki havalandırma delikleri arasından televizyonun içine atıyor. Küçücük yüreği
DSÖ’ye göre “sağlık, sadece hasta veya sakat olmamak değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönlerden tam bir iyilik durumudur”. Oysa kapitalist toplumda, ezilen sınıfın üyeleri açısından bedenen, ruhen ve sosyal olarak tam bir iyilik hali hayalden başka bir şey değildir. Bu “iyilik hali” genelde kapitalistlerin ihtiyaçları tarafından belirlenir. Ama aslında bunu belirleyen bir şey daha var: sınıf mücadelesi. Kazanılan her hakta olduğu gibi sağlıkla ilgili haklarını da işçi sınıfı mücadele ederek kazanabilmiştir. Bugün patronların bir lütfu gibi sunulmaya ve dünyanın hemen her yerinde işçilerin elinden bir bir alınmaya çalışılan bu haklar kimi zaman bedeli canla ödenerek kazanılmıştır. Bundan sonra da mücadeleye atılmadan korunması ve geliştirilmesi olanaksızdır. Kapitalist bir toplumda “sağlık” gününün kutlanıyor olması trajikomik bir durum aslında. Bir taraftan herkese ücretsiz sağlık hakkını tanımayacaksın, kârlı olmadığı için işçi güvenliği açısından gereken önlemlerin alınmasını sağlamayıp iş cinayetlerine neden olacaksın, dünya ikliminin değişmesine ve yaşamı tehdit eder boyutlara ulaşmasına yine kârlılık adına neden olacaksın, savaşlar çıkararak milyonlarca insanın ölmesine neden olacaksın; sonra da “sağlık” günü kutlayacaksın. Aslında bizimle dalga geçiyorlar. Neden mi? Örgütsüz olduğumuz için. Neden mi? Bu arsızlıklarına mücadeleyle cevap verip yüzlerine tokadı indiremediğimiz için. Neden mi? Bilmediğimiz, öğrenip öğretmediğimiz, örgütlenip örgütlemediğimiz için. Yapmadıklarımızı yaparsak, işte o zaman gerçek sağlık günlerini kutlayabilir ve haykırabiliriz: Sınıfsız ve sağlıklı dünya! Her günün kutlu olsun! Bakırköy’den bir sağlık işçisi
dayanamıyor çocukların aç kalmasına ve ekmeğini paylaşıyor onlarla! Boğazım düğümlendi izlediğimde, yutkunamadım bir an. Bir yanda sınırsız zenginlik, lüks ve rahat içinde hayatlar, bir yanda açlığın, sefaletin, savaşların içinde hayata tutunmaya çalışan insanlar. Kapitalizmin korkunç çelişkisini görmek hiç de zor değil. Bizi sömürerek üzerimizden sınırsız kârlar elde eden kapitalistlerin, bize sundukları, açlık, yoksulluk ve savaştan başka bir şey olmayacaktır. Bizi buna mahkûm eden bu sistemden medet ummak, acılarımızı anlamalarını beklemekse, bizi daha da dibe batırmaktan başka bir işe yaramayacak. Bizim acılarımızı anlayacak olan da, dindirecek olan da sadece bizleriz (tıpkı kendisi de açlıkla boğuşan küçük kızın, aç çocukların yaşadıklarını anlaması gibi). Bizleri kurtaracak olan işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü mücadelesidir. Mücadele saflarında yerimizi aldığımızda karşımızda durabilecek hiçbir güç yoktur. Sadece kırıntıları değil, ellerimizle yarattığımız dünyanın bütün güzelliklerini paylaşmak için hep birlikte mücadeleye! Gebze’den işsiz bir kadın metal işçisi
41
Kaybedilen Çocukları da Unutmayın! “C
umartesi Anneleri”, 25 Nisan Cumartesi günü 213. kez Beyoğlu Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemindeydiler. Devletin kolluk güçleri ve kontrgerilla örgütleri tarafından gözaltına alındıktan sonra katledilenlerin yakınları, bu kez kaybedilen çocuklar için bir araya geldiler. “23 Nisan Çocuk Bayramı” kutlamaları yapıldı bu hafta. Yine çocuklar temsili olarak vali oldular, başbakan oldular, cumhurbaşkanı oldular. Devlet yetkilileri “çocuklar geleceğimizdir” dediler. Çocukları görmek istedikleri kılıklara soktular. Valiler, belediye başkanları, ordu komutanları kalın paltolarının içinde ısınırken, tek tip kısa kollu tişörtlerle soğuktan kıvranan çocukların titreyişini seyrettiler! Bu durumdan utanacakları yerde, “dünyada bir tek bizde çocuklara armağan edilmiş bir bayram var” diye övünebildiler! “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” soytarılıklarına alet edilen çocuklar bilselerdi bu “Ulusal Egemenlik” nice yaşıtlarının kanı üzerinde kurulu duruyor, pişman olmazlar mıydı dünyaya geldiklerine? Bilselerdi Davut Altunkaynak’ın 12 yaşındayken ağır silahlı askerler tarafından gözaltına alınıp, Filistin askısında dövülerek öldürüldüğünü… Çocuklar yalan bilmez, gördüklerine inanırlar. Çocuklarının psikolojilerini bozmamak için şiddet görüntülerinden uzak tutan analar, babalar, anlatın çocuklarınıza onları nelerin beklediğini. Seyhan’ı anlatın meselâ. 13 yaşındaydı; 9 yaşındaki kardeşi Hazmi ile birlikte ağır silahlı askerler tarafından evinden alındı. Dargeçit Tabur Komutanlığına götürüldüler. İki kardeşi duvara asıp işkence yaptılar. Hazmi bırakıldı, Seyhan’dan 1995’ten bu yana haber alınamıyor. İlyas 14 yaşındaydı. Kuzeni Zeki ile birlikte İstanbul’da çalışarak biriktirdikleri para ile Şırnak’ta yaşayan ailelerinin yanına dönmek için yola çıkmışlardı.
42
1994 yılında kontrol noktasında Uzungeçit jandarması tarafından gözaltına alınarak, Uludere İlçe Jandarma Karakoluna götürüldüler. Devlet, İlyas ve Zeki’yi gözaltına aldığını kabul ediyor ama daha sonra serbest bırakıldıklarını söylüyordu. Köylülerse Zeki ve İlyas’ın helikopterden atıldığını söylüyordu ailelerine. Devletin eline düşen bir daha geri dönmüyordu! Çayan’ı da anlatın! 15 yaşındaydı Çayan, görme engelliydi. 27 Mayıs 1994’te Lice’nin Dernek köyünden Bolu Komando Tugayına mensup askerlerce dövülerek gözaltına alındı. Çayan’ı gözaltına alınırken köylüler görmüştü, gözaltındayken de görenler vardı. Ama tüm başvurular sonuçsuz kaldı. Çayan da 10 Mayıs 1994’te gözaltına alınan babası Tahsin Çiçek ve amcası Ali İhsan Çiçek gibi gözaltında kaybedildi. Kaybedilen çocukların ardından ağlayan yakınları soruyor: Davut’a ne yaptınız? Asit kuyularına mı attınız? Seyhan’a ne yaptınız? Toplu mezarlara mı gömdünüz? İlyas’a ne yaptınız? Askeri helikopterle dağlara mı attınız? Çayan’a ne yaptınız? Kazanlarda mı yaktınız? Analar, babalar! Anlatın katillerin, hırsızların, çapulcu-yağmacıların düzeninde doğan çocukları nelerin beklediğini. Kandırmayın çocuklarınızı, “güzel bir gelecek sizi bekliyor” diye. Güzel bir gelecek için vermiyorsanız el ele, toplayın cesaretinizi ve “Açlıktan ölen Afrikalı çocukları gördük, şükür karnımız doyuyor dedik. Filistinli, Iraklı çocukların parçalara ayrılmış cesetlerini izlerken hiç tedirgin olmadık. Asit kuyularında, askeriyenin kalorifer kazanlarında kaynayan çocukları da duyduk, izledik ama düşünmezsen olmaz dedik, yüzümüzü çevirdik. Sustuk ve katillerin suçlarına ortak olduk” deyin çocuklarınıza. Çünkü öyle! Gazi Mahallesinden bir işçi
OSTİM Sanayi Bölgesinin İşçi Çocukları K
apitalizm, sermayenin işçi sınıfının emeğini sömürmesine dayanır. Kapitalist sınıf üretim araçlarının özel mülkiyetine sahiptir ve bunu kâr elde etmek için kullanır. Üretim araçlarının sahibi olmayan işçi sınıfıysa ihtiyaçlarını karşılamak için emek gücünü sermayeye satmak zorundadır. İşgücünü sermayeye satan işçilere zar zor geçinebileceği bir ücret ödenir. Ödenen bu ücret karşısında yaşama tutunmaya çalışan işçiler kıt kanaat geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Durum böyle olunca aile fertlerinin en büyüğünden en küçüğüne kadar herkes çalışmak zorunda kalır. Kapitalist sömürü cehenneminde yüzünüzü yeryüzünün hangi köşesine dönerseniz dönün işçi sınıfını ve işçi sınıfının geleceğini yaratacak olan işçi çocukları görmeniz mümkün. İşçi çocuklar sanayi bölgelerinden maden ocaklarına, atölyelerden sokaklarda atık kâğıt ve plastik toplayıcılığına kadar saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok alanlarda çalışıyor, çalıştırılıyorlar. Çalışan minik bedenler, çalışma koşullarının ağırlığından ve kötülüğünden dolayı çeşitli iş kazalarıyla, sakat kalma ve hatta ölümle sonuçlanan tehlikelerle karşı karşıya kalıyorlar. Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu tabloyla karşılaşmak artık olağanlaşmış durumda. Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) Ankara’nın önemli sanayi bölgelerinden biri. Daha çok orta ve küçük ölçekli metal, gıda, matbaa ve ahşap sektöründe faaliyet gösteren bölgede, ağırlıklı olarak genç işçilerle birlikte staj yapan öğrenciler ve çocuk işçiler çalışıyor. Okuma fırsatı bulamayan çocuklar genç yaşta meslek edinmek için yoksul aileleri tarafından sanayinin hırçın kollarına gönderiliyorlar. Okuma fırsatı bulan ve meslek liselerine yazılan çocuklar ise okulun belirlediği staj günlerinde sanayi bölgesinin yolunu tutuyor. İş koşullarının dayattığı zorluk bir yana, bölgedeki patronların çocuk işçilere ve staj yapan öğrencilere bakış açıları nedeniyle insanlık dışı manzaralar yaşanıyor. Stajyeri işyerine kabul eden sermayedar, devlet tarafından “öğrencinin iş eğitimi ile ilgilenmekle” yükümlendirilmiştir. Stajyer işçinin notunun yarısını patronu vermektedir. Ellerine verilen bu kozu kullanan patronların asıl dertleri, stajyer işçilerin eğitimi değil, onları kendi sınıf çıkarları gereğince sömürmektir. Yoksul aileleri tarafından, “gitsinler adam olsunlar” düşüncesiyle meslek okullarına gönderilen çocuklar, daha öğrencilik dönemlerinden itibaren patronların yoğun sömürüsüne maruz kalıyorlar. İşçi çocuklar ve stajyer işçiler en ağır işler dâhil her tür işte uzun saatler boyunca çalıştırılmakta, her türlü aşağılanmaya maruz kalmakta, meslekleriyle ilgili işlerin yanı sıra çay getirmek, yerleri süpürmek gibi işlerde de kullanılmaktadırlar. Üstelik işten atılma, stajının iptal edilmesi gibi kor-
kular yüzünden bunların işçi sendikalarına üye olmaları da mümkün olmuyor. Okuma fırsatını bulamayan işçi çocuklar için, yağ, kir ve pasın içinde çalışmak meşakkatli ve dayanılmaz bir durum. Sabahın erken saatlerinde kalkıp canhıraş işin yolunu tutan küçük işçilerin asık ve güleç yüzleri birbirini tamamlayan temalar gibi adeta. İncecik bedenleriyle ve minik ayaklarıyla kimisi yarı uykulu, kimisi ıslık çalarak ve yollarda yalpalayarak ilerliyorlar işyerlerine doğru. 9 ilâ 12 saat çalışmalarının karşılığında aldıkları ücret ise haftalık 70 TL’yi geçmiyor. İşçi çocuklar bu parayla yoksul ailelerine yardım ediyor, bir sonraki yılda okula gitme hayali kuruyorlar. Ankara’nın varoşlarından sanayi bölgesine gelen çocuklar, patronları tarafından, haftada bir gün eğitim aldıkları OSTİM Mesleki Eğitim Merkezine gönderiliyorlar. Sigorta primleri devlet tarafından ödeniyor. Böylece patronlar bu maliyetten de kurtulmuş oluyorlar. Çocuklar girdikleri her sınav için para ödüyorlar. Sınavı başarıyla geçen çocuklar kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçebiliyor, başarısız olanlar ise umudunu bir sonraki sınava ertelemek zorunda. OSTİM Çıraklık Merkezinde 1000’e aşkın genç işçi var ve 100’e yakın işçi de merkeze ait yurtta kalıyor. Bu yurtta kalanlar, Ankara’nın komşu illeri Yozgat, Çorum, Kırşehir gibi şehirlerden göç eden ailelerin çocukları. Çocuk işçiler burada kalmak için de bir miktar para vermek zorundalar. Zenginliğin bir avuç kapitalistin elinde birikmiş olması ve özel mülkiyet sistemi, işçi ve emekçi ailelerini, kadını, erkeği ve çocuğuyla böylesi zorlu koşullar altında çalışmak zorunda bırakıyor. Kapitalist sömürü sistemi devam ettikçe biz işçi sınıfına yapılan saldırılar her zaman olacaktır. Bu sistemden işçi sınıfının sorunlarını çözmesini beklemek saflık olur. Bu düzene karşı uyanık ve örgütlü olmak zorundayız. Kapitalizm, işçi sınıfının işgücünün alabildiğince sömürüsüne dayanmaktadır. İşçiler, çırak-stajyer ve çocuk işçiler kapitalizm yaşadıkça sömürülmekten kurtulamaz. Kapitalizme, sınıflı toplumlara, sömürüye son verecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır.
• Çocuk işçiliğine son! • Düşük ücretlere ve patronun not verme yetkisine son! • Öğrencilere tam ücretli çalışma olanağı sağlansın! • İşçi çocuklara ücretsiz yurt ve barınma hakkı! • Çırak ve stajyer işçiler de dâhil olmak üzere her yaşta işçiye örgütlenme, işçi sendikalarına üye olma hakkı! Mamak’tan Marksist Tutum okuru bir işçi
43
marksist tutum
Mayıs 2009 • sayı: 50
Her Sabah Her Akşam Yıkılan Bir Kenti Görmek H ani şu Toki’nin kentsel dönüşüm projesi adı altında yıktığı evler var ya, işte proje alanlarından birinin tam önünden her sabah, her akşam geçiyorum. Oradan geçerken bazen düşüncelere dalıyorum, sonra da içimi öfke kaplıyor. Düşünüyorum burada yaşayanlar nerede acaba, nasıl yaşıyorlar? Başlarını sokacak bir ev buldular mı? Yoksa şehirden biraz daha uzakta naylondan bir ev mi kurdular? Bilinmez. Bu görüntü bazı insanlar için yıkılan yaşamlar, bazıları için yeni bir yaşam anlamına geliyor, bazıları içinse hiç yok.
Bir gün işe giderken serviste yanıma oturan iş arkadaşlarımdan birine şuraya bak nasıl da yıktılar insanların evlerini, yaşamlarını dedim. Arkadaşım hangi evler dedi. Hangi evler mi diye sordum. Evet hangi evler dedi. Elimle gösterdim işte bu evler diye. Arkadaşım haa onlar mı dedi. Evet onlar! Burada yaşayan insanlar şimdi ne yapıyorlar acaba, kalacak yerleri var mı? Hiç düşündün mü? Arkadaşımın verdiği cevap “hayır düşünmedim, düşünmek de istemiyorum. Dünyanın derdi bana mı kaldı, onlar düşünsün” oldu. Arkadaşıma, “neden böyle düşünüyorsun? Buradaki insanların evlerini ne için yıktılar, daha fazla para kazanmak daha fazla kâr etmek için. Düşünsene burada yapılan evlerin fiyatı ne kadar olacak ve üstelik burada yaşayan insanlar da burada yapılan evlerden birinde oturamayacak. Bu haksızlık değil mi” dedim. Arkadaşım öylece yüzüme baktı ve sonra kafasını çevirdi. Yol boyunca düşündüm arkadaşımın söylediklerini ve tavrını, ve kendime burjuvazi tam da istediği kuşağı yaratmayı başarmış dedim. Evet, büyüklerim anlatır, 12 Eylül 1980 darbesinin biz işçi sınıfının üstünden silindir gibi geçtiğini. Ölü toprağı serptiğini üzerine işçi sınıfının. Büyüklerim neden işçi sınıfı diyor da ‘80 kuşağı demiyor, bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ne kadar haklılar. Evet, ‘80 darbesi sadece o dönemin değil bizim kuşağın da üstünden geçmiş ve istediği gibi yetişmesini sağlamış gençlerin; sorgulamayan, sormayan, neden demeyen bir gençlik. Hem burjuvazi hem de ailelerimiz (küçük devletler) bize hep
44
bunu öğrettiler. Aman kızım aman oğlum karışma bulaşma, başına bir şey gelir diyerek bize üç maymunu oynamasını öğrettiler. Bu sistemin bekçilerinin ekmeğine yağ ve bal sürdüler. Tüm bunları düşünürken, ailemle geçirdiğim bir zamanda televizyonda işsizliğe ve kullanılan kredi kartlarına dair bir haber veriliyordu. Babam “şu insanların haline bak, insanlar aç ne olacak böyle, nedir bu ya” diye söylendi. Annemse “yeter insanları soydular soğana çevirdiler” dedi. Dayanamayıp, tüm bu yaşadıklarımızda sizin suçunuz yok mu, yıllarca bizlere üç maymunu oynamayı öğrettiniz, bu sistemin istediği gibi yetiştirdiniz, sadece siz değil sizin gibi milyonlarca aile bunu yaptı, şimdi neden halinize isyan ediyorsunuz, dedim. Birilerinin yardımıyla bir şeyleri öğrenmeye, sorgulamaya başladığımda bana terörist mi olacaksın demiştiniz, hayırdır, galiba terörist olmaya karar verdiniz, dedim. Sonra herkes sustu. Sonra düşündüm belki çok sert çıkmıştım ama çok kızgınım dostlar. Yıllarca bildikleri halde bize hiçbir şey öğretmemelerine, ağızlarına ve ağızlarımıza atılan dikişlerin düzgün olması için dudaklarımızı tutmalarına, gözlerimize bağlanan bandajın sıkı olması için kafamızı sıkıca tutmalarına çok kızgınım. Tamam biliyorum onlar biz çocuklarını koruma mantığıyla tüm bunları yapıyorlar, ama biz onların dizinin dibinde oturduğumuz sürece başımıza daha beter şeyler gelecek. Kapitalist sistem krizde. Üçüncü dünya savaşı başlamış durumda. Yarın nerede insanlar ölecek birilerinin kârı uğruna bilmiyoruz. Tarihte bu hep böyle olmuş. Sistem bu denli büyük bir krize girdiğinde insanlar önce açlıktan ölüyor sonra da sistem krizi aşılsın diye yapılan emperyalist savaşlarda ölüyor. 1918’de de böyle oldu, 1929’da da böyle oldu. Artık yokluk, açlık, sefalet emperyalist savaşlar olmasın istemiyorum. Açlıktan ve birilerinin kârı uğruna insanlar ölsün istemiyorum. İşte buna bıçak çekiyorum ben, buna isyan ediyorum. Artık tüm insanların isyan etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yetmedi mi çektiklerimiz, yetmedi mi ezildiğimiz, sömürüldüğümüz. Ben artık güzel bir dünyada yaşamak istiyorum. Sömürünün, savaşların, açlığın olmadığı, insanın insanca yaşadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Bunu istemekten daha meşru ne olabilir ki. Bunun için de biz işçilerin örgütlenip bilinçlenip tek yumruk olması gerekir. Güzel bir dünya için sınıf kardeşlerimi mücadeleye, mücadele yolunda yürümeye davet ediyorum. Yürüdüğümüz bu yolda önümüze hendekler de dağlar da çıksa yürüyoruz ve ben bu yolun bir sonunun olduğunu biliyorum. O sonu görürüm ya da görmem ama var biliyorum. Bir gün bu mücadele zafere ulaşacak. Elif Çağlı’nın da dediği gibi, işte o zaman bahçemizde açacak gelinciğimiz... Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
sayı: 50 • Mayıs 2009
marksist tutum
Üreten Biziz Yöneten de Biz Olmalıyız
T
antanası yaklaşık iki ay süren yerel seçimler sona erdi. Seçim öncesinde belediye başkan adayları, muhtar adayları her yerde kampanyalar yürüttü. Bütün sokaklar, caddeler, duvarlar afişlerle, bayraklarla vb. donatıldı. Sanırsınız panayır var. Bir de göremezseniz duyun diye müzikler çalıyorlardı. Sanki semt pazarı! “Gel vatandaş gel, elmanın iyisi burada!” misali. Seçimler sona erdi. Seçim öncesinde bütün “manavlar” gezildi, “elmalar” görüldü ve nihayetinde vatandaş “en demokratik hakkını” kullanıp kendi “elma”sını seçti. Evet, pazardan elma-armut seçer gibi seçildi adaylar. Ve seçilenleri beğensek de beğenmesek de değiştirmek için bir sonraki seçim dönemini beklemek zorundayız. Burjuvazinin demokrasisi biz işçi-emekçiler için 4-5 yılda bir kere oy kullanmamızla sınırlı. Seçme özgürlüğümüz pazara sürülenle sınırlı. Çürük mü, sağlam mı belli olmayan semt pazarının mallarından birini seçti vatandaş. Seçti ama bir türlü ortalık durulmuyor. Sonuçlara itirazlar, yeniden sayım yapılmasını isteyenler, çöplerden çıkan oy pusulaları vb. uzunca bir süre gündemi işgal etti. Yaralamalar, seçim cinayetleri günlerce basında haber oldu. Aklıma bir sürü soru takılıyor. Neden, niçin, nasıl vb. En önemlisi de kim kazandı? Gerçekten kim kazandı? Biz işçi-emekçiler mi? Kazanan yine burjuvazi oldu. Daha önceki belediye başkanları ya da muhtarlar ne kadar işçiler için bir şey yaptı? Şimdiki kazananlar ne kadar yapacak? Bir sürü vaatlerde bulunanlar vaatlerini yerine getirmediğinde değiştirmek için yine 4-5 yıl beklemesi gerekecek vatandaşın. Bu süreçte yine birileri kasasını doldurmaya devam ederken birileri de her geçen gün uçuruma biraz daha yaklaşacak. Seçim sürecinde herkes bir şekilde politikleşmişti. Şuna oy ver, bu daha iyi vb. İyi de senin en insani ihtiyaçlarının karşılanması için bu adaylar bir şeyler yapacak mı? Meselâ, başkan seçildiklerinde belediyeler bize ücretsiz konut, sağlık, ulaşım, su, doğalgaz olanağı sağlayacaklar mı? Bizlerin gideceğimiz yerlere rahat, kolay ve insan gibi gitmemizi sağlayacak toplu taşıma projeleri geliştirecekler mi? Biraz olsun nefes alabileceğimiz parklar, çay bahçeleri, ucuz restoranlar yapacaklar mı? Burjuvazinin pazara çıkardığı adaylar bizlerin bu en insani taleplerini karşılayamazlar. Geçmiş dönemlerde de karşılamadılar şimdi de karşılamazlar. Burjuvazinin temsilcileri patronlar lehine çalışırlar. Yaptıklarını meşru hale getirmek için demokrasi şalına bürünerek bizleri kandırırlar. Bugün de bu devam ediyor. Kendini var etmek için sadece yıpranan, bozulan vidalarını değiştirdiler, temizlenmesi ve yağlanması gereken dişlilerine bakım-onarım yaptılar. Bunun için bile biz işçi-emekçileri kullandılar. Çarklarının dönmesi için biz işçi-emekçilerin örgütsüzlüğünden yararlandılar. İyi de nereye kadar? Bu çark devamlı burjuvazinin lehine mi işleyecek? En insani yaşamsal taleplerimiz için bu çarkın bakımonarımını yapmayalım. Bunun için biz işçiler örgütlenip kapitalist sistemin devamını değil sonunu hazırlayalım. Kendi ellerimizle kendimiz için bir dünya yaratalım patronlar için değil. Kendi yöneticilerimizi kendimiz seçelim, denetleyelim ve istediğimiz an değiştirebilelim. Neden hep birileri bizi yönetiyor, neden biz kendimiz yönetmeyelim? Dünyadaki her şeyi üretecek gücümüz var, yönetecek bilincimiz de var. Üreten bizsek yöneten de biz olalım. Çözüm burjuvazinin seçimlerinde ve burjuva iktidarlarda değil, çözüm işçi iktidarında! İkitelli’den bir metal işçisi
Neyi Seçtik?
G
eçtiğimiz günlerde genel seçim havasında bir yerel seçim yaşadık. Patronlar sınıfının temsilcileri olan partiler, 1-2 ay boyunca kriz yüzünden bize yaşattıkları işsizliği, açlığı unutturmaya, gündemimizden kısa bir süre de olsa çıkarmaya çalıştılar. Yaptıkları seçim kampanyalarında birbirlerini kedi köpek gibi yediler ve biz işçileri de kendilerine taraf etmeye çalıştılar. Maalesef bizim bir sınıf olarak örgütsüzlüğümüzden faydalanarak da bunu başardılar. Nerden bakarsak bakalım düzen partileri, biz işçileri kandırmak, bizleri sadakaya muhtaç hale getirmek için varlar. Bir sınıf olarak bunu şimdi bu kadar net göremesek de, Elif Çağlı’nın da dediği gibi, gerçekler direngendir. Gerçeklerin üstü ne kadar örtülmeye çalışırsa çalışılsın fışkırırcasına yüzeye yine çıkar. Milyonlarca insan evsizlikle, açlıkla, işsizlikle yüz yüze. Egemenler bize her şeyi güzel, her şeyi güllük gülistanlık gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama işsiz aileler geceleri aç yatıyor, yüz binlerce yoksul-işsiz insan krizin ne anlama geldiğini çok iyi hissediyor. Çünkü açlık unutulamıyor! Tayyip Erdoğan krizi fırsata çevireceğiz derken, patronlara sesleniyordu. Patronlar da aldıkları bu fırsat izniyle binlerce işçiyi kapının önüne koydu. Yani, büyük patronlar krizi fırsata çevirmek için harekete geçtiler. Tarihin de gösterdiği gibi; her kriz, büyük tekellerin, büyük patronların, küçük işyerlerini, küçük patronları yutmasına ve yok etmesine yardımcı olur. Büyük patronlar iflas eden işletmeleri çok düşük fiyatlarla satın alabilme fırsatı yakaladılar. Tabii yakaladıkları “fırsatlar” bunlarla sınırlı değil, daha önlerinde paralarına para katacak savaşlar var! Onların fırsatı, bizim felâketimiz demek. Biz, onlar bizi savaşa göndersinler diye, çocuklarımızı öldürsünler diye, bizi aç ve sefil bıraksınlar diye oy vermiyoruz onlara. Ama maalesef örgütsüzüz, üretimden gelen gücümüzü göremiyoruz, kendi sınıfsal politikalarımızı ortaya koyabilecek gücü göremiyoruz. Bu yüzden onlar belirliyor gündemimizi ve onların peşine takılıp duruyoruz. Bu durum hep böyle sürüp gidecek değil tabii. Savaşlar, krizler her ne kadar bizim için çok yıkıcı olsa da, bir yandan da gözlerimizin açılmasına, netleşmemize ve örgütlü olmamızın zorunluluğunu hissetmemize yol açar. Yaşadığımız süreç ya insanlığı korkunç bir felâkete sürükleyecek ya da sömürücülerin sonu olup güzel bir dünya kurmamıza neden olacak. Bu yüzden hazırlıklı olmalıyız. Örgütlenmeliyiz, sınıf mücadelemizi yükseltmeliyiz. Kendi sınıf çıkarlarımız için mücadele etmeliyiz her yerde. Onlarınkine karşı kendi ideolojimizi ve siyasetimizi ortaya koyabilmeliyiz. Kendi seçimlerimizi yapmalıyız, onlarınkini değil! Bostancı’dan işsiz bir işçi
45
Mayıs 2009 • sayı: 50
marksist tutum
B
Dilenme, Safına Gel Diren!
elki sizlerin de dikkatini çekmiştir son zamanlarda dilencilerin sayısında ciddi bir patlama yaşanıyor olması. Önceleri sadece yaşlı ve çocuklar dilenirken şimdi orta yaşlılar ve gençler de dilenmeye başladı. Kimisi yırtık dökük elbiselerle, kimisi takım elbiselerle, çeşit çeşit dilencilerle karşılaşıyorum. Her dilencinin şüphesiz çeşitli sebepleri var bu işi tercih etmelerinde. Ama şu da bir gerçek ki bu sömürü sisteminin bir sonucudur dilencilik. Yoksa bir insan neden başkasına el açsın? İşsizliğin had safhaya ulaştığı şu koşullarda, bıraktık yaşlıları gençler bile iş bulamazken insanlar şüphesiz çeşitli arayışlara gidiyor. İster onaylayalım ister onaylamayalım sonuçta her gün onlarla karşılaşıyor, belki de onlardan yüzümüzü çeviriyoruz, ama şunu da düşünmek gerekir ki bu sömürü sistemi devam ettiği sürece her an biz de o kervana katılabiliriz. Çünkü onlar da aşağılanmaya, yalvarmaya, soğukta sakat yerlerini birilerine göstermeye meraklı değiller. İnsan doğal olarak soruyor acaba çalışanlar gece gündüz çalışırken neden birileri dileniyor, normalde bu çocuk ve yaşlı insanların dilenmek yerine devletin korumasında olması gerekmez mi? Kimisine göre bunlar çalışmayı sevmiyorlar, rahata alışmışlar. Bu yaygın görüş yanlış bence, çünkü şu koşullarda kimse çalışmayı sevmiyor. Ayrıca bu insanların ne kadarına iş olanağı sağlandı ki çalışmayı sevmediklerini bilelim. Daha çocuk yaşta dilenenler ise hayatın bir sürü acımasızlığı içinde acıyla ve tüm toplumdan nefret ederek büyüyor. Yıllardan bu yana bu ülkede sözde eşitlikten bahseden sahtekârlar sadece kendi ceplerini doldururken acaba neden bunları görmüyorlar ya da görmezden geliyorlar? Çoğu zaman da zabıtalar ani baskınlar düzenleyerek sanki büyük bir hüner gibi televizyonlarda onları teşhir ediyor ve ne kadar çok para kazandıklarını anlatarak paraları-
Nereye Kadar Boyun Eğeceğiz? Çalıştığım fabrikada yapılan baskılar bitmek bilmiyor. Her gün biraz daha işçilerin üzerine geliyorlar. Masalarda iş birikince müdür gelip işçilerin hepsini fırçalıyor. Beş kişinin yapacağı işi iki kişi yapıyor. Geçen gün müdür işçilerin yanına gelerek, “Neden masalarda işler birikmiş, neden yavaş çalışıyorsunuz? İşine gelen adam gibi çalışsın, gelmeyen de s.ktir olsun gitsin, burada bana bedava çalışmıyorsunuz, size para veriyorum” diye bağırmaya başladı. Tuvaletleri kastederek, “buraya sıçmaya mı geliyorsunuz? Ya adam gibi çalışırsınız, masalarda iş birikmez ya da hepinizi kapının önüne koyarım” dedi. Hamile bir kadına dönerek, “sen bu aralar yavaş çalışıyorsun, kendine çeki düzen ver, atarım kapının önüne” diye bağırdı. Başka bir kadına da, “elinden gelenin fazlasını yapacaksın” diyerek ona da aynı tehdidi savurdu ve gitti. Hiçbirimiz dönüp “sen ne diyorsun” diyemedik. Çünkü örgütlü değiliz, bir araya gelmek için çaba harcamıyoruz. Patronların bütün baskılarını çekiyoruz, küfürlerini
46
na el koyuyorlar. Ne kadar ikiyüzlü bir davranış. Bu insanlara bir yaşama şansı dahi tanımayan bu sistemin bekçileri acaba birileri torbalarla paraları araklarken neredeler? Bugün kumarhaneler resmen banka gibi çalışıyor, acaba bu beyler bunları görmeyecek kadar kör mü? Değil tabii ki, ne de olsa onlar bu işin “haracını” veriyor. Dilenciye gelince de ben senden de almasını bilirim, topladığın parana el koyarım diyor.
Çürüyen kapitalist sistemin efendileri bir dilencinin topladığı paraları sanki katrilyonlar gibi anlatırken, dolandırıcılıktan elde edilen ya da biz işçilerin sırtından kazanılan paralardan hiç söz etmemektedirler. Bana göre tüm insanların insan gibi çalışması, insan gibi yaşaması, bu çürümüş sistem içerisinde imkânsızdır. Bu sistemin merhemi olsa kendi yarasına sürer. Bence kurtuluş sınıfsız bir toplum için, insan gibi yaşamak için, sınıf mücadelesinde yerini almaktan geçiyor. Esenler’den bir işçi
yiyoruz ve tüm bunlar üç kuruşluk asgari ücret için. İşsiz kalmamak açlıktan ölmemek için. Yapılan bütün hakaretleri sineye çekiyoruz. Çalıştığım bölümde ağırlıklı olarak kadın işçiler çalışıyor ve birçoğu eski işçi. Tazminatları olduğu için boyun eğiyorlar. İşçiler tüm bu olanlara ses çıkarmadan kafayı önlerine eğmiş çalışmışlar bugüne kadar ve çalışmaya da devam ediyorlar. Patronun amacı işçilere tazminat vermemek, işçiler kendileri istifa edip gitsin diye bakıyor. İşçiler de patronun bu yapmak istediğini bildikleri için ses çıkarmadan çalışıyorlar. Bu korkunç sömürü ve baskının bir tek bizim fabrikada olmadığından eminim. Biz işçiler ne zaman bu haksızlığa dur diyeceğiz? Özellikle kadın işçiler olarak, bütün bu olanlar karşısında kafamızı önümüze eğip nereye kadar böyle küfürler, baskılar altında çalışacağız? Biz işçilerin kadınıyla erkeğiyle patronların baskılarına karşı örgütlenmemiz, mücadele etmemiz gerek. Omuz omuza olmak zorundayız. Yoksa patronlar işçilerin gözünün yaşına bakmazlar. İkitelli’den bir tekstil işçisi
Okurlarımızdan Marksist Tutum 4 Yaşında
Kurtuluşa Giden Yola Işık Tutmak
İşçi sınıfının sesi olan, onun uluslararası mücadelesindeki meşalesi olan Marksist Tutum dergisi, 2009 1 Mayısının arifesinde 4. yılını geride bıraktı. Marksist Tutum, insanlığın kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu ve uluslararası kapitalizmi yok edecek yegâne sınıfın işçi sınıfı olduğunu söyleyerek yayın hayatına başlamıştı. Bu geçen dört yıl içinde devrimci Marksizmin öğreticisi oldu. Marksizm öldü, işçi sınıfı ve onun mücadelesi öldü diyenlere inat, Marksist fikirleri işçi sınıfına aktarmaya devam ediyor. Marksist Tutum, bizlerin kapitalizmin derin kuyusundan çıkmamız ve onun karanlık yüzünü görmemiz için elimizden bırakmamamız gereken bir fenerdir. Çıktığı ilk günden beri işçi sınıfına yol göstermeye, ona kılavuzluk etmeye devam ediyor. İşçi sınıfının kurtuluşu proleter devrimle mümkün olacaktır. Bunun için de tüm dünya işçi sınıfının bir enternasyonal çatısına ihtiyacı vardır. Marksist Tutum da bu yolda ilerleyecek olan enternasyonalist komünistlere ışık tutmaktadır. Biz genç devrimci Marksistlere düşen görev ise bu ışığı büyütmek ve bu fikirleri sınıf kardeşlerimize taşımaktır.
Kapitalist sistem bizlerin kanını emiyor ve yaşadıklarımızı sorgulatmamak için mengenesinde sıkıştırdıkça sıkıştırıyor. Kendi kör karanlığında bizleri dövüyor ve şekil veriyor. Bizlerin örgütsüz, dağınık ve her şeyden bihaber yaşamamız için ideologları, devlet mekanizması ve kitle iletişim araçları ile elinden geleni yapıyor. Bizler örgütsüz, dağınık, bilinçsiz olduğumuz sürece dünyadaki güzelliklerin farkına varamadan göçüp gitmiş oluyoruz bu koca dünyadan. Bu kör karanlığın içinde olan milyonlarca işçiden biri de bendim. Devrimci fikirlerle tanıştıktan sonra artık karanlığın yerini giderek aydınlık almaya başladı ve kurtuluşa giden bu yolda Marksist fikirler bana ışık tuttu. Tutmaya da devam ediyor. Marksist Tutum karanlıktan çıkmak isteyenler için bir fener görevi görüyor. Tam dört senedir devrimci Marksizmi bizlere ulaştırıyor. Kapitalistlerin ideolojik saldırılarına karşı bizleri uyarıyor ve nasıl bir perspektifle bakmamız gerektiğini gösteriyor. Ayrıca işçi sınıfının tarihini de bizlere anlatarak sınıf tarihimizle ilgili mücadele deneyimlerini öğrenmemizi sağlıyor. Bizlerin duygu ve düşüncelerini yansıtan okur mektuplarıyla sınıf kardeşlerimizle bağ kurmamızı sağlıyor. Böyle bir araca sahip olmanın mutluluğu şüphesiz çok büyüktür. Bizler bu fikirlerle güçlenip kurtuluşa gidecek o son savaşa, sınıf savaşına hazırlanıyoruz. Bu savaşta Marksist Tutum bizlere yol göstermeye devam edecek. Yaşasın Sosyalizm! Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Marksist Tutum okuru bir işçi
Gebze’den işsiz bir işçi
Oku, okut, öğren, öğret!
Planlı Yaşamak
Marksist Tutum dördüncü yılını geride bıraktı. Yıllardır bizleri aydınlatan, sınıf mücadelesinin hangi safında ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini anlatan Marksist Tutum, fikirlerinden taviz vermeden yoluna devam ediyor. Kapitalizmin tüm pisliklerine rağmen ayakta kalabilmek ve mücadele edebilmek özellikle bu topraklarda çok zor. 1980 askeri faşist darbesi ve etkileri emekçilerin kâbusu haline gelmiştir. Burjuvazi işini iyi yapmış ve bizlerin mücadelesinin önündeki engellere her zaman bir yenisini ekleyerek ne olduğumuzu unutturmuştur. Fakat Marksist Tutum tüm olumsuzluklara rağmen mücadele bayrağını yükseltmiştir. Doğru temellerde inatla ve sabırla çalışmıştır. Ve bu fikirleri bizlere ulaştırmıştır. Marksist Tutum işçi sınıfının bilimini, Marksizmi temel alarak, tarihimizden dersler çıkartarak, çözümün ne olduğunu bizlere aktarmaya çalışmaktadır. Bu fikirlerin her geçen gün daha fazla emekçiye ulaşması ve kabul görmesi, hedefe varılacak yolun doğru olduğunun da bir göstergesidir. Bizlere düşen görev, bu fikirleri daha fazla insana ulaştırmak ve mücadelemizi ileriye taşımak olmalıdır. Çünkü ne kaybedecek bir şeyimiz, ne de başka bir alternatifimiz var. Ya tüm insanlığın ve doğanın kurtuluşu için mücadele ederiz, ya da savaşların, açlığın ve sömürünün egemen olduğu kapitalizmin hizmetine gireriz. Yaşasın Marksist Tutum! Yaşasın Proletaryanın Pusulası Marksist Tutum!
İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemde hayatımızda hep bir takım dengesizlikler oluşmakta. Vakit yetersizlikleri, kendimize zaman ayıramamamız. Hayatımızın düzensiz olması ve kendimize zaman ayıramamamız hiç kuşku yok ki patronların bize dayattığı yaşamdan kaynaklanıyor. Ona rağmen biz her ne koşulda olursa olsun kendimize dönmeli ve sorgulamalıyız. Öncelikle kendimizde bir şeylerin eksik olduğunu görmeli ve bu boşluğu tamamlamak için bir şeyler yapmalıyız. Yani biz HER ŞEYİ ÖĞREN HİÇBİR ŞEYİ UNUTMA mantığıyla yola çıkarsak öğrenmemiz gereken çok şey olduğunu göreceğiz. Şüphesiz bizler zamanımızı verimli kullanmıyor ve bir sürü içi boş işlerle uğraşıyoruz. Bizler her gün düzenli olarak çalışmaya giderken ayarladığımız saatlerimizi yeri geldiği zaman da kendimize ayarlamasını bilmeliyiz. Nasıl ki sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar kendimizi patrona göre programlıyorsak, patronlar tarafından alınmış zamanlarımızın geri kalanını en iyi şekilde kullanmasını da bilmeliyiz. Hayatımızın akışını uyumasıyla kalkmasıyla, okumasıyla yazmasıyla, yemesiyle gezmesiyle belirli bir düzene sokarsak, zamanı daha verimli kullanırsak, bundan kazançlı çıkan biz olacağız. Patronlar planlar yapıp çalışma düzenleriyle bizleri iliklerimize kadar sömürüyorlar. Bizler de işçi sınıfının bir parçası olarak kendimiz için planlar yapıp patronların ve onun yardakçılarının saltanatını yerle bir edelim ve bu sömürüye dur diyen kişiler arasına girelim. Kahrolsun kapitalistlerin kölelik düzeni!
Gebze’den bir metal işçisi
Beylikdüzü’nden Marksist Tutum okuru bir işçi
47
Okurlarımızdan Kriz “Anadolu Kaplanları”nı da Teğet Geçmiyor Kriz, batıdaki sanayi merkezlerinin yanı sıra, Anadolu’daki sanayi bölgelerini de derinden etkiledi. Krizden nasibini alan Kayseri ve Konya gibi kentlerde birçok işyeri kapanmış ya da satışa çıkarılmış. Okuduğum bir gazete haberinde, bir taraftan krizin bu kentlere yansımasından söz ediliyor, bir taraftan da nasıl büyüdükleri anlatılıyordu. Onlara göre, bu kadar büyümelerinin sebebi, kente damgasını vuran ahilik geleneği, geçmişe dayanan ticaret geleneği ve ailelerin çocuklarını daha genç yaşta ticarete yönlendirmesiymiş. Ancak o kadar başarıya rağmen gelinen aşamada işyerlerinin neredeyse yüzde sekseni satılık ya da kiralıkmış. Krizin etkilerinden tedirgin olan burjuvazi canhıraş hükümeti yardıma çağırıyor. Ne kadar büyüdükleriyle övünen bu “Anadolu kaplanları”, kriz karşısında adeta süt dökmüş kediye dönmüşlerdir. Ayrıca krizi görünce inlerine çekilip işçileri sokağa atmışlardır. Gerçek olan bir şey var ki, bu kan emiciler, aralarında çocukların da bulunduğu on binlerce işçiyi ağır koşullarda çalıştırarak kaplanlaşmışlardır. Neredeyse açlık sınırının altında verilen ücretler, sigortasız çalıştırılan çocuk işçiler (sözde bunlar ticareti öğreniyor), her türlü sosyal haktan mahrumiyet, bir de bu yetmezmiş gibi bu insanların dinsel sömürüsü… “Anadolu kaplanları”nın nasıl büyüdüğünü anlamak için bu gerçekler yetse gerek. Burjuvazi hiç şüphesiz biz işçilerin sırtından bu hale gelmiştir. Bu insanların yalanlarına kanmamalıyız. Biz işçiler kendi çıkarlarımızın onların çıkarlarından ayrı olduğunu ve kurtuluşun mücadelede olduğunu kavramalıyız. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir. Kıraç’tan bir işçi
Şapka Düştü Kel Göründü! Türkiye’de egemen güçler arasındaki çarpışmada açığa çıkan pislikler bizlere burjuvazinin neler yapabileceği hakkında ipuçları vermektedir. Yıllardır Kürt halkına yönelik yürütülen operasyonlarda birçok faili meçhul cinayet meydana geldi ve binlerce insan kaybedildi. Ergenekon davası kapsamında ortaya çıkan itiraflar sonucu JİTEM’in Kürt bölgelerinde yürüttüğü operasyonlarda insanları öldürdüğü ve asit kuyularına attığı ortaya çıktı. Ergenekon operasyonları dolayımıyla ortaya çıkan BOTAŞ kuyuları açılmaya ve içinden insan kemikleri çıkmaya başladı. Yani şapka düştü kel göründü. Tabii ki bu buz dağının sadece görünen kısmı. Eğer bizler birlik olup sömürücü egemenlerin yakasına yapışmazsak ne yazık ki pislikler tümüyle ortaya çıkmayacak ve kuyuların üzerleri yine örtülecek. Egemenlerin saldırılarına karşı örgütlü bir mücadele yürütmemiz gerekiyor. Yoksa o karanlık bizi de boğacak. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Başkasını Ezen Ulusun İşçileri Özgür Olamaz! Kocaeli’den bir işçi
48
Dünyayı sarsan ekonomik kriz her yerde, her şekilde biz işçiemekçilerin hayatını olumsuz yönde etkilemekte ve gün geçtikçe karın tokluğuna çalıştırmalar yaygınlaşmakta. Çalıştığımız fabrikalarda, işyerlerinde, bize dışarıdaki işsizler ordusu gösterilip diken üstünde tutuluyoruz. Her geçen gün yanımızda bir arkadaşımızın işsizler ordusuna katıldığına şahit oluyoruz. Ve biz aynı zamanda dışarıdaki arkadaşımızın korkusuyla da çalışıyoruz işsiz kalmamak için. Fabrikalarda ücret zamları durduruluyor, baskılar artıyor ve işten çıkarmalar yaygınlaşıyor. Kapitalistler yaşanan ekonomik krizi “fırsata çevirmek” için her türlü politikayı uygulamaktan geri durmuyor. Az kişiyle çok iş, fazla mesai… Peki biz işçi sınıfının fertleri olarak neler yapmalıyız? Öncelikle yaşanan ekonomik krizin sorumlusunun biz değil kapitalistlerin bitmek bilmeyen kâr hırsı olduğunu bilmeliyiz. Üretimden gelen gücümüzü birleştirmeli, korkularımızdan arınmalıyız. Ve bunların sağlanabilmesi için de güven bağlarını geliştirmeli, çıkarcı değil tamamlayıcı olmalıyız. Dışarıda binlerce işsiz varken fazla mesailerde ömür çürüten arkadaşlarımız çok fazla. Bunlara engel olmak bizlerin elinde. Ellerinizi gelin ellerimizin üzerine koyun, çünkü birleşen işçiler yenilmezler! Beylikdüzü’nden bir işçi
Dünyada bir sömürü rüzgârı esip durmakta. Geçmişte de vardı ama artık iyice pervasızlaştı. Dünyada bir kriz çıktı, faturasını işçilere ödetiyorlar. Bir taraftan da patronlar kârlarını üçe beşe katlıyorlar. İşçi sınıfı bir yerlerde mücadele etmek için yine çaba gösteriyor. Bu savaş yaşam boyu vardı ve var olacaktır. Şimdi soruyorum: suskunluk mu, yoksa daha güçlü adımlarla sömürüye ve baskıya karşı bir duruş mu sergileyeceğiz? Ben inanıyorum ki sömürüye ve baskılara bir başkaldırı, bir isyan yükselecektir. Ama bir sorun var; o da işçileri örgütlemek ve içlerindeki ateşi, isyanı çıkartmayı başarmaktır. Esenyurt’tan bir işçi
Ben 11 yaşında bir öğrenciyim. Sizlere okulda yaşadığımız bazı sorunları anlatmak istiyorum. Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki okullar ticaret yuvalarına dönmüş durumda. Her yıl “bağış” adı altında biz öğrencilerden aidat paraları, spor paraları ve daha gereksiz birçok para isteniyor. Aslında bizim için gereksiz görünen bu paralar patronlar için o kadar gerekli, o kadar önemli ki, eğitim parasız dedikleri okullarda bu paraları bizden topluyorlar. Benim annem asgari ücretle çalışan bir işçi. Ve ben her yıl okula aidat parası, spor parası, fotokopi parası vs. vermek zorunday(mış)ım. Şöyle hesapladığımız zaman annemin maaşı ev kirasını, faturaları ve en temel ihtiyaçlarımızı dahi zor karşılarken ben tüm bu paraları nasıl verebilirim? Patronların ve onların devletinin kârdan başka hiçbir şey düşündüğü yok. Ben en temel ihtiyaçlarımı karşılamadan yaşamayı göze alırken, patronlar kârlarından 1 kuruş eksiltmeyi göze alamıyorlar, yeri geldiğinde kârlarını canlarının bile üstünde tutuyorlar. Bu insanlık mıdır? İşçilerin ve işçilerin çocuklarının hayatlarını düşünmeyen bu insanlar neden hâlâ dünyanın tepesine oturmuş bizi yönetmeye çalışıyorlar. Bu dünyada kârlarından ve canlarından başka bir şey düşünmeyen patronlara yer olmamalı. Dünyanın tüm güzelliklerini yaratan işçi sınıfı pekâlâ bu dünyayı en güzel şekilde yönetebilir de! Esenler’den bir öğrenci