İ
şçi sınıfı tüm dünyada büyük bir saldırı dalgasıyla yüz yüze. Ekonomik ve sosyal hak gaspları, sendikasızlaştırma, uzayan çalışma saatleri, düşen ücretler, ücretsiz izinler, emniyetsiz çalışma koşulları tüm ülkelerde norm halini alırken, işsizlik oranları da tarihi rekorlar kırıyor. Türkiye’de de benzer saldırılar artarak devam ediyor. Üstelik Türkiye işsizlik oranının yüksekliği bakımından OECD birinciliği ve dünya ikinciliği unvanıyla bu alanda başa güreşiyor.* Kuşkusuz burjuvazi bu durumdan yararlanmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. İşçileri her türlü dayatmaya boyun eğmek zorunda bırakmak için, sırada bekleyen işsiz yüz binlerin varlığını bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. Patronlar sınıfının icraatçısı AKP hükümetiyse saldırılara yasal kılıf hazırlamak için hizmette kusur etmemekte. Patronları son derece memnun eden icraatlardan biri de, “krizin ve işsizliğin çözümü” olarak gösterilen “Teşvik ve İstihdam Paketi”. Sermaye örgütlerinin iltifatına gark olan söz konusu paketi, burjuva medya da övgüde sınır tanımayan cümlelerle manşetlere taşıdı: “Bugün: İşsizliğe Neşter”, “Milliyet: En İddialı Teşvik Paketi”, “Radikal: Yatırıma Büyük Teşvik”, “Star: ‘Paket’ Değil Yeni Ekonomi”, “Tercüman: Kurtuluş Paketi”, “Türkiye: İş ve Aş Paketi”, “Zaman: Yeni Teşvik Paketi İle Türkiye Yatırım Üssüne Dönecek”! Bir yıl önce de “İstihdam Paketi” adı altında bir paket hazırlanmış ve patronlara yapılan kıyaklarla işsizliğin önemli ölçüde azalacağı iddia edilerek büyük bir umut dalgası yaratılmıştı. Ne var ki 2008 Haziranında yapılan söz konusu yasal düzenlemeden sonra, işsizlik oranı düşmek bir yana üst üste tarihî rekorlar kırarak fırladı. Kayıt dışılığı önleyeceği ve sigortalı işçi sayısını arttıracağı iddia edilen o paketin ardından, Eylül ayında 9 milyon 163 bin olan sigortalı işçi sayısı 2009 Martında 8 milyon 352 bine düştü. Yani yedi ayda yaklaşık 800 bin sigortalı işçi işini kaybetti. Son bir yıl içindeyse 1 milyon 800 bine yakın sigortalı işçi aynı kaderi paylaşarak işsizler ordusuna katıldı. Teşviklerle patronların cebi doldurulurken işçiye yine işsizlik, yine açlık, yine sefalet düştü. Hükümet ve sermaye, şimdilerde de, yatırımların teşvik edilmesi sayesinde işsizlik sorununa çözüm bulunacağını savunuyor. Peki bu seferki ya-
Patrona Müşfik, İşçiye Kuzgun Devlet İlkay Meriç
1
marksist tutum
sa paketi neleri öngörüyor? Kısaca bakalım.
Müşfik devletten patronuna teşvik Sektörel ve bölgesel teşvik esasına dayanan yeni paket, 81 ili gelişmişlik düzeyine göre dört bölgeye ayırıyor. Normalde yüzde 20 olan kurumlar vergisi oranları, yeni yatırımlara yönelik olarak, birinci bölgede yüzde 10, ikinci bölgede yüzde 8, üçüncü bölgede yüzde 4 ve dördüncü bölgede yüzde 2’ye indiriliyor. Patronlar işe yeni alacakları işçiler için ödedikleri sosyal güvenlik priminin işveren payını, birinci bölgede 2 yıl, ikinci bölgede 3 yıl, üçüncü bölgede 5 yıl, dördüncü bölgede 7 yıl boyunca ödemeyecekler. Bunun yanı sıra, birinci bölgede “yüksek teknoloji gerektiren yatırımların”, ikinci bölgede “nispeten teknoloji yoğun sektörlerin” desteklenmesi öngörülüyor. Ağırlıklı olarak doğu ve güneydoğu illerini içine alan üçüncü ve dördüncü bölgede ise, tarım ve tarıma dayalı imalat sanayi, konfeksiyon, deri, plastik, kauçuk, metal eşya imalatı gibi “emek yoğun sektörlerin” destekleneceği söyleniyor. Paket, patronlara Hazine tarafından finanse edilecek düşük faizli kredi olanağı da sunuyor. Ayrıca, “büyük proje yatırımları ile bölgesel ve sektörel bazda belirlenmiş yatırımlara” yatırım yeri tahsis edilecek. Yani Hazine arazileri patronlara peşkeş çekilecek. Makine ve teçhizat alımlarında KDV istisnası ve gümrük vergisi muafiyeti de sağlanan diğer kıyaklar arasında. Sosyal Güvenlik Kurumunun açık vermesinden yakınarak emeklilik yaşını 65’e yükselten ve kurumun finansmanında tüm yükü işçiye bindirmekten çekinmeyen devlet, sıra patronlara geldiğinde bonkörlükte sınır tanımıyor. İşçinin sigorta priminde ya da ödediği vergide en ufak bir indirime gidilmezken, “zavallı” patronların sırtlarındaki “prim yükü” Hazine tarafından üstleniliyor. İşçi ücretlerinin asgari ücretin de altında seyrettiği doğu illerindeki ucuz emeğe yönlendirilen patronlara, bu ucuzluk yetmezmiş gibi bir de geniş muafiyetler tanınıp çeşitli olanaklar sağlanıyor. İşçi sınıfından örgütlü bir ses yükselmediği takdirde, sıradaki adım bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesidir. Bütün bunların gerçekte büyük sermayenin kâr oranlarını yükseltmek için yapılan düzenlemeler olduğu çok açıktır. İşçilerin gözüyse “yatırımları teşvik ederek yeni iş olanakları yaratıyoruz” yalanıyla boyanmaya çalışılmaktadır.
“500 bin kişiye iş yaratılacak”mış 4 Haziranda yaptığı basın açıklamasında paketin içeriği konusunda bilgi veren Erdoğan, “bu paketle yaklaşık 500 bin kişiye mesleki uygulamalı ve girişimcilik eğitimi veya doğrudan istihdam imkânı oluşturuyoruz” diyerek “müjde” veriyordu. Bu 500 bin işin ne olduğunu ise şöyle açıklıyordu:
2
Temmuz 2009 • sayı: 52
- Okulların ve sağlık kuruluşlarının bakım ve onarımları, ağaçlandırma ve çevre düzenlemesi gibi toplum yararına işlerde, yaklaşık 120 bin işsize, 6 ayı geçmeyecek şekilde iş imkânı oluşturulması. - Açılacak kurslar vasıtasıyla 200 bin işsize mesleki beceriler kazandırıp, meslek edinme imkânı sağlanması. - 10 bin işsize girişimcilik ve eğitim danışmanlığı verilerek, kendi işini kurma yolunda destek olunması. - Lise ve üstü eğitim almış 100 bin gencin stajyer olarak istihdam edilmesi ve bu kapsamda özel sektörde staj yapacakların sosyal güvenlik primlerini 6 ay boyunca devletin karşılaması. İşsizliği “eğitimsizliğe” bağlayıp kurslarda eğitim almış işsizlerin kolayca iş bulabileceği yanılsamasını yaratan hükümet, eğitimlilerin işsizliğiniyse “deneyimsizliğe” bağlıyor. Bunlar staj yapıp deneyim kazanınca rahatça iş bulabileceklermiş! Sorunu eğitim yetersizliğinde, vasıfsızlıkta görmeyi, daha doğrusu öyle göstererek işçileri oyalayıp kandırmayı amaçlayan AKP hükümeti, bu ülkede üniversite mezunları arasında bile işsizlik oranının yüzde 20’yi geçtiği, yüksek vasfın çoğu kez rahat iş bulmaya değil işe alınmamaya yaradığı gerçeğini gözlerden saklayabileceğini sanıyor. Hükümetin amacı bir yandan patronları her türlü yükümlülükten azade kılmakken, bir yandan da, geçici işçileri, stajyer işçileri, kursiyer işçileri vb. işsizlik istatistiklerinden silerek işsizlik oranını düşük göstermektir. Gerçek işsizliği bin bir dolapla düşük gösteren TÜİK istatistiklerine, bir de bu yolla müdahale edilmek istenmektedir. Geçtiğimiz yıl yürürlüğe konan İstihdam Paketi, genç işçilerin ve kadın işçilerin işveren primlerinin ilk yıl tamamı olmak üzere 5 yıl boyunca belli oranlarda İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasını getirmiş ve fon patronların hizmetine sunulmuştu. Yeni paket de açılan bu yoldan ilerliyor. Mesleki eğitim kurslarının maliyeti, geçici ve stajyer işçilerin sigorta ve ücretleri İşsizlik Sigortası Fonunun sırtına yükleniyor. Bu arada “âli” devlet, işçilerin parasıyla işçi çalıştırmayı büyük bir lütuf olarak gösteriyor. İşsiz kalan işçiye yeni bir iş bulana kadar destek olmak üzere oluşturulduğu iddia edilen İşsizlik Fonu, devlet ve patronlar tarafından yağmalanıyor. Oysa işsizler ordusuna milyonlar eklenmişken, şu anda bu fondan sadece 312 bin işçi maaş alabiliyor. Söz konusu teşvik paketi açıklanırken, İşsizlik Sigortası Fonundan yararlanma şartlarının hafifletilip hafifletilmeyeceğine ilişkin bir soruya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer şu yanıtı veriyordu: “Popülist yaklaşımlarla hak sahibi olmanın ölçüsünü kaçırırsak 2 yıl sonra bizi suçlarsınız.” Dinçer, “hükümet bu fonu sermayeye peşkeş çekerken kendisinden hesap sorulmasından ve suçlanmaktan hiç mi korkmuyor” sorusuyla karşılaşmamanın verdiği rahatlıkla konuşmaktadır. Çünkü karşısında bu sesi yükseltecek örgütlü bir işçi sınıfının olmadığının bilincindedir. Sendikaların, pakete ilişkin değerlendirmelerinde “olumlu ama ek-
sayı: 52 • Temmuz 2009
sik” demekle yetindikleri bir dönemden geçiyoruz ve bu durum işçi sınıfına var gücüyle saldıran sermayenin elini rahatlatıyor. Tüm bu saldırılara Türk-İş ve Hak-İş bürokrasisi “Krize Karşı Pazara Çık” kampanyalarıyla destek verirken, DİSK’te de lafazanlık dışında bir hareket görülmüyor. Kamuda 300 bin işçiyi ilgilendiren toplu sözleşmelerde, hükümet, Türk-İş ve Hak-İş bürokrasisinin işbirlikçiliğine güvenerek dediğim dedik tavrından vazgeçmiyor. İşçiye ve memura yüzde 5 zammı bile fazla gören AKP hükümeti bunun gerekçesini “bütçe açığı” olarak gösterirken, patronlara yönelik teşviklerde bu açığa kör kesiliyor. Sermaye hükümeti, kendisinden beklendiği üzere, piyasayı canlandırmak için işçinin alım gücünü arttırmak yerine patronların cebini dolduruyor.
marksist tutum
oluyor. İşçinin patron olarak istihdam bürosuyla muhatap olması, işyeri sorunlarına yabancılaşmasını, bilinç bulanıklığını ve “kadrolu” işçilerle arasına bir bariyer örülmesini de beraberinde getirmektedir. Taşeronluğun en kötü biçimi olan bu uygulamayla, sendikalaşmanın, hak arama mücadelesinin ve grevin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bunun yanı sıra, hakları istihdam bürosundaki patron tarafından gasp edilen işçinin ertesi gün yerinde yeller esen bir büroyla karşılaşma olasılığı, kapatılıp makineleri kaçırılmış bir fabrikayla karşılaşma olasılığından çok daha yüksektir. Bu uygulamanın yaygınlaşmasıyla birlikte işçi sınıfını en az taşeronluk sistemi kadar büyük bir tehlikenin beklediği açıktır.
Özel istihdam büroları
Kıdem tazminatının gaspına doğru son dönemeç
Paketin el çabukluğuyla yasalaştırdığı diğer bir uygulama da, özel istihdam bürolarına “geçici iş ilişkisi kurma” yetkisi verilmesidir. 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere’de ve Hollanda’da son derece yaygın olan işçi simsarlığı, şimdilerde özel istihdam büroları aracılığıyla yeniden hortlatılıyor. Bu uygulama, burjuvazinin üretim sürecini “esnekleştirme” arzusunun sonucu olarak, Avrupa ve ABD başta gelmek üzere dünyanın diğer ülkelerinde de giderek yaygınlaşmaya başlıyor. Geçici işçi kullanımının her türlü avantajından yararlanmak isteyen burjuvazi, emeğe dizginsizce saldırıyor. Patronlar, özel istihdam bürosu adı verilen modern işçi simsarlarından kiraladıkları işçilerin hiçbir sorumluluğunu üstlenmiyorlar. Ücret, sosyal güvenlik ve tazminat gibi işçi giderleri tümüyle bu bürolar tarafından karşılanıyor. Dolayısıyla işçiyle bu konuda muhatap olanlar onları kiralayan patronlar değil söz konusu bürolar
AKP hükümeti uzun bir süredir kıdem tazminatının fona devredilerek gasp edilmesine dönük bir uygulamayı hayata geçirmeye çalışıyor. İşsizlik sigortasının hayata geçirilmesinin kıdem tazminatını gereksiz kıldığını savunan sermaye cephesi de, gereken yasal düzenlemenin bir an önce yapılması için bastırıyor. Çalışma Bakanı Ömer Dinçer, kıdem tazminatının fona devredilmesi konusunun Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun talebiyle gündeme geldiğini ve şu ana kadar TİSK’in sunduğu model üzerinde görüşmeler yapıldığını itiraf ediyor. “Ben istiyorum ki hep birlikte güle oynaya mutabakat sağlansın” diyen Dinçer, TİSK’in temel önerisinin işverenlerin yükünün azaltılması yönünde olduğunu söylemekten de çekinmiyor. Lafa geldiğinde, hem Türk-İş hem de DİSK kıdem tazminatına el uzatılmasını “genel grev nedeni sayacakları”
3
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
tehdidinde bulunuyor, ancak her iki konfederasyon da işçileri bilgilendirip harekete geçirmek için en ufak bir çaba harcamıyor. Üstelik Türk-İş, bu gasp çabaları karşısında, işçilere, “kıdem tazminatı konusunda herhangi bir değişiklik olmadığını” duyurup, “yersiz korkuya kapılmamalarını” salık vermektedir. “Kıdem tazminatında değişiklik yapılması, örneğin kıdem tazminatının kurulacak bir fona devredilmesi gibi konular 40 yıldır tartışılmaktadır” diyen Türk-İş genel merkezi, böylelikle işçilere “bu söylentileri dikkate almayın” mesajı veriyor ve onları tepkisizliğe iterek yasanın rahatça çıkması için hükümete zemin hazırlıyor. Hükümetle al gülüm ver gülüm bir ilişki içinde olan Hak-İş yönetimi ise, açıkça, kıdem tazminatının fona devredilmesini savunduklarını ve “sorunun diyalogla çözümünden” yana olduklarını söylüyor. Hazırlanan tasarı yasalaştığı takdirde, kıdem tazminatı işçinin emekli olduğunda alabileceği şekilde fona devredilecek. Emeklilik yaşının 65’e, prim gün sayısının 7200’e çıkarıldığı dikkate alındığında, bu, milyonlarca işçi için asla alınamayacak bir tazminat anlamına geliyor. Oluşturulması planlanan bu fonun, sermayenin ve devletin emrine amade kılınıp tıpkı İşsizlik Sigortası Fonu örneğinde olduğu gibi yağmalanacağıysa çok açık. Hükümetin ve sermayenin, kıdem tazminatının fona devredilmesinin hiçbir hak kaybına neden olmayacağına dair iddiaları koca bir yalandır. Hükümet, “şimdi pek çok işçi tazminat alamıyor, fona devredilince herkes alacak” diyor. Fakat yalnızca sigortalı, yani kayıtlı çalışan işçilerin kıdem tazminatı primleri yatırılacağı için fondan ancak onlar yararlanabilecekler. Oysa şu anda, işçi sigortasız çalıştığında bile, eğer bastırıyorsa, patronunun şikâyet edilme korkusu nedeniyle, fiiliyatta kıdem tazminatını alabiliyor. Bir diğer yaygın sorunu ise, işçilerin gerçek ücretleri üzerinden sigortalanmamaları oluşturuyor. İşçi genelde asgari ücret üzerinden sigortalanıyor ama herhangi bir şikâyetle karşılaşmamak için kıdem tazminatı gerçek ücreti üzerinden hesaplanarak veriliyor. Oysa fona devredilmesi halinde, işçinin kıdem tazminatı primleri de sigortada görünen meblâğ üzerinden yatırılacak ve işçi ancak o ücret üzerinden tazminat alabilecek. İşçinin başka açılardan maddi kaybı da söz konusu. Mevcut durumda kıdem tazminatı hesabı son ücret üzerinden yapılırken ve işçinin her türlü ekonomik ve sosyal hakları (yol parası ya da servis maliyeti, yemek parası ya da yemek veriliyorsa onun maliyetine karşılık gelen para, ikramiyeler ve diğer yan ödemeler) kıdem tazminatı hesaplamasına dâhil edilirken, fona devir halinde bu ek ödemeler hesaba katılmayacağı gibi ücret de son yılın ortalaması üzerinden hesaplanacak. Bunların yanı sıra, kıdem tazminatı alabilme koşullarında da büyük bir hak gaspı yapılıyor. Mevcut iş yasalarına göre, bir işyerinde 1 yılını dolduran işçi, şu hallerde kıdem tazminatı alma hakkına sahip bulunuyor: Haklı bir
4
sebep olmadan işten çıkartılma, haklı bir sebeple işi bırakma, askerlik nedeniyle işten ayrılma, kadın işçi açısından evlendikten sonraki bir yıl içinde işi bırakma, emeklilik için gerekli gün sayısını doldurup yaşını doldurmayı beklemek üzere işten ayrılma, emeklilik ve ölüm. Oysa fona devredilmesi halinde, sadece, adına en az 10 yıl fona prim ödenen işçilerin, emekli işçilerin ve ölü işçilerin (yasal mirasçıları) kıdem tazminatı alma hakkı olacak. İşçinin hakları gasp edilirken, beklendiği üzere kıdem tazminatına ilişkin yasa tasarısında da patrona kıyakta sınır tanınmamaktadır. Yasanın işçiye yutturulma gerekçesi, işverenlerin ödemeleri gereken kıdem tazminatını, işverenden düzenli şekilde aylık primler halinde toplayıp, fonda biriken bu parayı emeklilik durumunda işçiye vermektir. O takdirde, her bir yıllık çalışmaya karşılık bir aylık brüt ücret olarak ödenmesi gereken kıdem tazminatı için patronların fona her ay, aylık brüt ücretin 12’de birini (yani %8,3’ünü) ödemeleri gerekirdi. Ama devlet, “ne lüzum var, ben ne güne duruyorum” diyor patronuna. Sonuç, “siz en fazla %3’ünü ödeyin, gerisini ben karşılarım” oluyor. Böylelikle patronlar kıdem tazminatının %63’ünden otomatik olarak kurtuluyorlar ve bunu onlar adına devlet (Hazine) üstleniyor. Bir süre sonra fonun kamunun sırtında büyük yük oluşturduğu gerekçesiyle tasfiye edilmesine ve kıdem tazminatının toptan tarihe gömülmesine hiçbir işçi şaşırmamalıdır. Yasa taslağına göre, “Kıdem Tazminatı Fonu, Yönetim Kurulu tarafından işletilir ve yönetilir. Fon Yönetim Kurulu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının önerisi üzerine müşterek kararname ile atanacak bir temsilci ile en fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşur. Fon yönetim kuruluna müşterek kararname ile atanan temsilci başkanlık eder. Kararların oluşumunda oyların eşitliği halinde başkanın bulunduğu taraf çoğunlukta sayılır.” Görüldüğü gibi, fon yönetiminde, işveren sendikalarından iki ve bakanlıktan bir temsilcinin oluşturduğu şer ittifakı karşısında işçiye sadece bir temsilci hakkı veriliyor. Yani 3’e karşı 1. Böyle bir kurulun, fonu işçinin lehine kullanması beklenebilir mi? Burjuvazi, her türlü yönteme başvurarak sömürüyü ve saldırıyı dizginsizce arttırıyor. Bu saldırıları geri püskürtmenin yolunun mevcut örgütsüzlük koşullarını aşarak burjuvaziye karşı tek yürek ve tek yumruk halinde mücadeleye atılmaktan geçtiği açıktır. Unutulmamalı ki, işçi sınıfı örgütlüyse her şeydir, örgütsüzse hiçbir şey! _______________________ *
TÜİK, Mart ayına ilişkin işsizlik oranını yüzde 15,8 olarak açıklarken, tarım dışı işsizlik oranının yüzde 18,9 olduğunu duyurdu. Türkiye genelinde işsiz sayısının geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 244 bin kişi artarak 3 milyon 776 bin kişiye yükseldiği de yine TÜİK’in resmi açıklaması.
İran’da Toplumsal Patlama Akın Erensoy
1
2 Haziranda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, köklü çelişkilerle yüklü İran’da toplumsal bir patlamayı tetiklemiş durumda. Açıklanan sonuçlara göre Mahmud Ahmedinecad toplam oyların %63’ünü, Mir Hüseyin Musevi ise %34’ünü aldı. Böylece ikinci tura kalmadan mevcut cumhurbaşkanı Ahmedinecad seçimleri bir kez daha kazanmış oldu. Ancak “reformcu” olarak adlandırılan Musevi ve Mehdi Karrubi seçimlere Ahmedinecad tarafından hile karıştırıldığını öne sürerek sonuçları tanımadıklarını ilan ettiler ve hemen akabinde ise, sayısı yüz binleri bulan kitleler polislerin, Devrim Muhafızlarının ve paramiliter bir örgütlenme olan besic’lerin (gönüllü İslam savaşçıları) açık terörüne rağmen meydanlara inerek öfkelerini dışa vurdular. Molla rejiminin egemen güçleri arasında yaşanan kapışma, on yıllardır koyu bir diktatörlükle yönetilen kitlelerin birikmiş öfkesinin patlamasına vesile olmuştur. Mollaların iktidara geldiği 1979’dan bu yana ilk kez, bu denli yığınsal gösteriler ve devlet güçleriyle çatışmalar meydana gelmektedir. Kitlelere dönük saldırılarda şu ana değin resmi rakamlara göre 20 kişi hayatını kaybederken, yüzlercesi yaralandı ve bir o kadarı da tutuklandı. Devlet aygıtını elinde tutan hâkim mollalar şiddet uygulayarak, kan dökerek ve hem içeriye hem dışarıya yönelik sansür uygulayarak isyan eden kitleleri bastırmaya çalışmaktalar. “Reformcu” denen kesimin kitle hareketini teşvik etmesi, buna mukabil, tutuklama dalgasının rejimin önde gelen kimi şahsiyetlerini içine alması, dini lider (velayet-i
fakih) Ali Hamaney’in Musevi’ye ve arkasındaki güçlere tehditler savurması, egemen sınıf arasındaki kavganın ne denli kızıştığının bir göstergesidir. 30 yıllık molla rejimi, tarihinin en bunalımlı dönemini yaşamaktadır. Molla rejiminin egemen güçleri çoktan beridir kendi aralarında bir kavgaya tutuşmuşlardır. 2005 yılında kaleme aldığımız bir yazımızda1 egemen güçler arasındaki çatışmanın daha da kızışacağına ve toplumsal çelişkilerin patlamalı bir şekilde gelişebileceğine dikkat çekmiştik ve gelinen süreç bu tespitleri doğrulamaktadır. Molla düzeninin açmazı büyüdükçe kavga şiddetlenmiş ve son seçim sürecinde açıktan yaşanmaya başlanmıştır. “Reformcu” olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen engelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler. Bir başka ifadeyle İran burjuvazisinin uygulamakta geç kaldığı neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi arzulanmaktadır. Musevi’yi destekleyen bu kesimin başını, kendisi de İran’ın en büyük kapitalistlerinden biri olan eski cumhurbaşkanı Ayetullah Haşimi Rafsancani çekmektedir. Buna karşın, neredeyse tüm devlet aygıtını elinde tutan, rejimin yarattığı dini vakıflarda muazzam servetleri kontrol eden Ayetullahlar, Müçtehitler, bürokrasi ve camiler etrafında örgütlenmiş kesimler ise, şimdilik böylesi bir değişimden yana değillerdir. “Muhafazakâr” denen bu cenah Ahmedinecad’ı
5
marksist tutum
Temmuz 2009 • sayı: 52
“Reformcu” denen kesimin reformculuğunun esas hedefi İslami rejimi yıkmak, şeriat kurallarını yürürlükten kaldırmak ve topluma özgürlük getirmek değildir. Siyasal ve sendikal yasakların kaldırılması, ifade ve toplanma özgürlüğünün sağlanması noktasında da “reformcu” Musevi’nin bir programı yoktur. destekledi ki, bu kesimin başında dini lider Ayetullah Ali Hamaney bulunmaktadır. Anlaşılacağı üzere kavga doğrudan egemenler arasında yaşanmaktadır. Elbette dini esvaplara bürünmüş bu burjuvaların gerçek yüzünü göremeyenler, kavganın niteliğini de kavrayamayacak ve doğru sonuçlar çıkartamayacaklardır. “Reformcu” denen kesimin reformculuğunun esas hedefi İslami rejimi yıkmak, şeriat kurallarını yürürlükten kaldırmak ve topluma özgürlük getirmek değildir. Öyle ki, “reformcu” denen Musevi ve onu destekleyenler, cumhurbaşkanının da üzerinde yer alan ve devletin tepesinde oturan dini liderliğin ilga edilerek yetkilerine son verilmesini ve burjuva demokratik bir sisteme işlerlik kazandırılmasını dahi savunmamaktalar. Siyasal ve sendikal yasakların kaldırılması, ifade ve toplanma özgürlüğünün sağlanması noktasında da “reformcu” Musevi’nin bir programı yoktur. Bu şaşırtıcı değildir, zira unutmamak gerekiyor ki, Hamaney ve Ahmedinecad gibi, Rafsancani ve Musevi de molla rejiminin kurucularıdırlar. 1981’den 1989’a kadar başbakanlık yapan Musevi, devrimcilerin, muhalif aydınların, kadınların açık şiddet uygulanarak baskı altına alınmasında ve toplumun Humeyni diktatörlüğüne boyun eğdirilmesinde birinci dereceden sorumluluk üstlenmiş bir şahsiyettir. Bundan dolayıdır ki, Anayasayı Koruyucular Konseyi Musevi’nin cumhurbaşkanı adayı olmasına veto koymamıştır. Buradan da anlaşılacağı gibi, Musevi ve onun arkasındaki güçlerin sömürücü molla rejimiyle, yani kendi kurdukları düzenle bir sorunları yoktur. Esas mesele, rejimin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ne kadar dışa açılacağı, ekonomik gücün ve siyasal iktidarın nasıl paylaşılacağıdır. Netice itibariyle, kavgaya tutuşan molla düzeninin egemenleri seçimleri, açıktan yürüyen şiddetli bir kapışmanın aracı haline getirmişlerdir. Bu meyanda, şunu da tespit etmek gerekiyor: Ahmedinecad ve onun arkasındaki güçlerin seçimlerde hile yaptıkları muhakkaktır. Ancak Musevi ile Ahmedinecad arasında 11 milyon gibi muazzam bir fark bulunmaktadır ki, bu düzeyde bir farkı hile ve usulsüzlükle açıklamak mümkün gözükmemektedir. Nitekim daha 11-20 Mayıs aralığında, önde gelen ABD’li iki anket
6
kuruluşunun yaptırdığı araştırma, açıklanan seçim sonuçlarıyla örtüşmektedir. Ancak gözünü “reformculara” çeviren Batı medyası, işçi-emekçi kitlelere dönük demokratik ve ekonomik bir programı olmayan Musevi’yi öne çıkarırken, Ahmedinecad’ı görmezlikten gelmeyi yeğlemiştir. İran halkının %70’inin kentlerde yaşamasından hareketle Musevi’nin kazanması gerektiği sonucuna varan “reformcular” ve Batı basını, Ahmedinecad’ın esas olarak kırsal kesimden oy aldığını ileri sürmektedirler. Oysa Ahmedinecad’ın oylarının esas kaynağı kent varoşlarındaki emekçi kitlelerdir. Güney Tahran’ın ve diğer kentlerin varoşlarında yaşayan milyonlarca yoksul, kendilerine devlet ve camiler aracılığıyla yardımlar yapan, Haşimi Rafsancani gibileri yolsuzluk yapmakla ve elit olmakla suçlayan Ahmedinecad’ın mitinglerine akmışlardır. İşsiz ve yoksul kitlelerin, oylarını, adı yolsuzluklarla anılan ve Karun kadar zengin olan Rafsancani’nin ve büyük kapitalistlerin desteklediği Musevi’den ziyade, kendini “halktan” biri olarak tanıtan Ahmedinecad’a verdikleri kuvvetle muhtemeldir. Sonuçta, emperyalist güçlerin İran’a dönük müdahalelerini anti-emperyalist pozlar kesmek için de kullanan Ahmedinecad, çıkışsız kalan yoksul kitleleri peşinden sürüklemiştir. Musevi ve Karrubi’nin itirazları üzerine seçimlerde hile yapılıp yapılmadığını araştıracağını açıklayan Anayasayı Koruyucular Konseyi, 50 yerde usulsüzlük tespit ettiğini, ama bunların genel sonuçları değiştirmeye yetmeyeceğini, dolayısıyla da seçimlerin yenilenmesine gerek olmadığını açıkladı. Buna karşın, karşılıklı restleşmeler devam etmekte, kapalı kapılar ardında rejimin egemenleri pazarlıklar yürütmekteler. “Reformcu” denen cenah seçim sonuçlarına boyun eğmeyerek ve kitle hareketini teşvik ederek karşı tarafı sıkıştırmaya çalışmaktadır. Fakat kitle hareketinin ilk günlerdeki yığınsallığı ve cesareti, “reformcuların” beklentilerini aşan bir çizgi izlemiştir. Tam da bundan ötürüdür ki, “reformcuları” tehdit eden Ayetullah Hamaney, kitlelerin kontrolden çıkabileceği ve ateşle oynanmaması gerektiği uyarısında bulunmuştur. Elbette bu uyarının anlamı açıktır: Bir kez harekete geçen ve kendi gücünün farkına varan kitleler devrimcileşebilir ve bir zamanlar Şah
sayı: 52 • Temmuz 2009
diktatörlüğünün başına gelenler molla rejiminin de başına gelebilir! Gösterilerin tüm düzeni tehdit eden bir patlamaya dönüşebileceği korkusu, Hamaney önderliğindeki hâkim molla yönetimini, kitlelere saldırmaya, toplumun geniş kesiminin bilinçlerini bulandırmaya sevk etmiştir. Hamaney-Ahmedinecad yönetimi, gösterilerin arkasında ABD, İngiltere ve İsrail olduğunu ileri sürerek kitle hareketini emperyalizmin maşası olmakla damgalamaya çalışmaktadır. Tarihin cilvesine bakın ki, 1979’da Şah rejimini deviren, ama mollalara boyun eğmeyen grevci işçileri Humeyni de, emperyalizmin ajanı olmakla suçlamıştı. Egemenler her nerede olursa olsunlar, başları sıkıştığı zaman bir dış düşman yaratmaya ve tüm kötülüklerin anası ilan ederek kitleleri aldatmaya, isyan yolundan çıkartmaya çalışırlar. ABD’de dış düşman “uluslararası terörizm” ya da “İslam”dır, İran’da ise şeytanlaştırılan ABD ve İsrail’dir. Bu noktada önemli bir hususa da açıklık getirmek gerekiyor: Elbette ABD ve İngiliz emperyalizmi elinden geldiği ölçüde kitleleri kontrol etmek ve onları mevcut rejime karşı kışkırtmak istemektedir. Bu yönde çeşitli manipülasyon araçlarını devreye soktuğu da bir sır değildir. Ancak ABD’nin ve emperyalizmin gücü, hiç yoktan bir kitle hareketi yaratmaya muktedir değildir. İran’daki kitlesel patlamanın temelinde dış kışkırtmalar değil, on yıllardır molla rejimi altında inletilen halkın biriken öfkesi bulunmaktadır. Fakat bu kitle hareketinin de sınırları bellidir. Bazı bağımsız sendikalar göstericileri desteklemesine karşın, işçi sınıfı kitleleri henüz harekete geçmiş değildir. Tam da bundan ötürüdür ki, egemen sınıfın iç pazarlıklarının ve hâkim molla yönetiminin vahşice saldırmasının bir sonucu olarak, kitle hareketi yığınsallığını ve yaygınlığını yitirmeye ve geriye çekilmeye başlamıştır. Fakat kanlı teröre rağmen kitlelerin günlerce gösterilerde ısrar etmesi, kadiri mutlak görünen diktatörlüklerin nasıl yıkılabildiğini gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemlidir.
Kim bu mollalar? 1979’da işçi-emekçi kitlelere eşitlik ve adalet vaat eden mollalar, gelinen aşamada, İran burjuvazisinin ana gövdesine dönüşmüş durumdalar. Şii din adamlarının genelini ifade eden mollalık, her ne kadar Şii inancı tarafından resmi düzeyde ifade edilmese de, hiyerarşik bir yapıya sahiptir. En altta cami imamına karşılık gelen akhundlar, daha üst kademelerde bağımsız karar verebilen ve içtihat oluşturabilen müçtehitler, daha da üstlerde ise “Allah’ın simgesi” anlamına gelen Ayetullahlar yer almaktadır. Hiyerarşik yapısı ve örgütlenme biçimiyle mollalık, Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına karşılık gelmektedir. Devrimden sonra bu ruhban sınıfı devlete yerleşmiş, önemli mevki ve ayrıcalıklar elde ederek burjuvazinin bir parçası haline gelmiş, önemli bir kısmı ise doğrudan kapitalist düzeyine yükselmiştir.
marksist tutum
Molla rejiminin egemen güçleri arasında yaşanan kapışma, on yıllardır koyu bir diktatörlükle yönetilen kitlelerin birikmiş öfkesinin patlamasına vesile oldu.
Esasında üst mollalar, yani Ayetullahlar ve müçtehitler devrimden önce de hiçbir zaman sıradan din adamları olmadılar. Bu mollalar taifesi daima, ya doğrudan mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar ya da onlarla çeşitli biçimler altında iç içe geçmişlerdi. Mollalar özellikle 1800’lü yıllarda, Kaçar Hanedanlığı döneminde devlet aygıtıyla iç içe geçmiş ve devlet bürokrasisinin önemli bir kısmını ele geçirmişlerdir. Ayetullahlar ya kentlere şeyhülislam ya da şeri mahkemelerin ve Cuma namazı bürolarının başkanları olarak atanmışlardır. Toprak sahibi sınıfın önemli bir kesiminin, üst mollalar/Ayetullahlar olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu toprakların bir kısmı ise, vakıf mallarından devşirilerek özel mülk haline getirilmişti. Üst mollaların toprak sahibi katına yükselmesi, 1800’lerin ortalarındaki yoksul halk ayaklanması olan Babi isyanının bastırılmasından sonra hızlandı. Üst mollalar bu ayaklanmada Şah ile işbirliği yaptılar ve Babi isyanının bastırılması için fetva vermekten geri durmadılar. Elbette Şah da onlara para akıtıyor, yeni topraklar veriyor ve devlet bürokrasisinin üst kısımlarını üst mollalarla dolduruyordu. Mollalar şehirlerde, çarşı diye adlandırılan yerlerde geleneksel yöntemlere dayanarak üretim yapan küçük üreticilerle ve tüccarlarla da iç içe geçmişlerdi. Normalde mollalar yaşamlarını sürdürecek geliri cami ve vakıflara yapılan zekât ve bağışlardan elde etmektedirler. Bu gerçeklik mollaların neden çarşı-bazaari mülk sahipleriyle içli dışlı olduğunu da açıklamaktadır. Zira mollaların ve medreselerin gelirlerinin önemli bir kısmını çarşı esnafının ve tüccarlarının verdiği zekât ve bağışlar oluşturmaktaydı. Ancak
7
marksist tutum
çarşının içinde zengin molla ailelerinin olduğunu da unutmamak gerekiyor. Anlaşılacağı üzere, mollalar şu ya da bu biçimde mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar ve tabii olarak mülk sahibi sınıfların çıkarlarının sözcülüğünü yapmaktaydılar. Kapitalist gelişmenin hızlandığı 1960’lara kadar, üst mollalar Şah diktatörlüğünün karşısında yer almamışlardır. Şah diktatörlüğünün ve kendi çıkarlarının devamını sağlamak amacıyla emperyalistlerle işbirliği yapmaktan da geri durmamışlardır. Örneğin, CIA’nın 1953’te Musaddık’a karşı giriştiği darbede, Ayetullahların büyük bir kısmı önemli roller üstlenmiş ve ülkeyi terk etmiş olan Şah’ı yeniden göreve çağırmışlardır. 1963’te Şah, “Beyaz Devrim” denen tepeden reformlara girişerek kapitalist gelişmeye itilim verdi. İthal ikameci sermaye birikiminin önü açıldı ve sanayileşme hızlandırıldı. Bu kapsamda yapılan toprak reformuyla büyük toprak sahiplerinin gücü sınırlandırılarak orta sınıf köylülük genişletildi ve kır kapitalist tarımla tanıştırıldı. Mollalar Şah’ın bu reformlarına oldukça sert tepki gösterdiler. Zira toprak reformu, geniş topraklara sahip Ayetullahların ve dini vakıfların topraklarına ve ayrıcalıklarına da dokunuyordu. O güne kadar Şah’la işbirliği yapan Ayetullahlar, toprak sınırlandırma yasasının İslam kurallarına aykırı olduğu vaveylasını koparıyorlardı. Kapitalist gelişmenin hızlanması, yabancı sermayenin ülkeye girerek büyük fabrikalar kurması ise, çarşıdaki küçük üreticileri iflasa sürüklediğinden, bu kesimle iç içe geçen mollalar da Şah’a kazan kaldırmaya başlamışlardı. Nitekim tabanını geleneksel küçük-burjuvazinin oluşturduğu ve başını Humeyni’nin çektiği ilk ayaklanma, Haziran 1963’te gerçekleşti; ancak ayaklanma ezildi ve Humeyni sürgüne gönderildi. Kapitalist gelişme temposunun hızlanması ve Şah’ın tepeden giriştiği modernleşme hamleleri, yani toplumun sekülerize edilmesi, laik eğitime itilim verilmesi ve Batı yaşam biçiminin özendirilmesi gibi hususlar, molaların geleneksel misyonunu gerilere itmekteydi. 1960’lar ve 1970’ler boyunca, kapitalist gelişmeye bağlı olarak mollaların bağlaşık olduğu mülk sahibi kesimler de gerilediler. Ancak 1979 devrimiyle Şah diktatörlüğü yıkıldı ve mollalar devlet iktidarını ele geçirdiler.
Rejimin kuruluşu ve niteliği İran devrimi milyonlarca insanı içine alan ve muazzam bir halk hareketiyle patlak veren bir devrimdi.2 1978’de Şah’a karşı başlayan gösterilerin ilk dönem başını üniversite ve Kum’daki dini öğrenciler ve aydınlar çekiyordu. Çarşı merkezli küçük üreticiler, tüccarlar ve esnaf da eylemlere katılmaktaydı. Ancak Şah diktatörlüğünün asıl sonunu getiren darbe, işçi sınıfının eylemlere katılarak ağırlığını koyması oldu. 11 Aralıkta Tahran sokaklarında yürüyen iki milyon gösterici, “halk silahlansın!”, “Şah devrilmeli!”, “kahrolsun Şah!” diye haykırıyordu. Nitekim 14 Ocak
8
Temmuz 2009 • sayı: 52
1979’da Şah İran’ı terk ediyor ve Şah rejimi son buluyordu. Ancak devrimin işçi sınıfının siyasal iktidarına ilerletilmesi perspektifini ortaya koyacak ve kitleleri bu temelde örgütleyecek bir devrimci önderlik yoktu. Komünist Parti Tudeh ve diğer sosyalist örgütlenmeler, Stalinist aşamalı devrim anlayışından hareketle, başlayan devrimin “antiemperyalist demokratik devrim olduğunu” ileri sürerek iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması mücadelesine önderlik etmediler. Böylece devrimin kaderi Humeyni önderliğinde mollalara terk ediliyordu. Ülkeye dönen Humeyni, bir Mehdi edasıyla boy göstermeye başladı: Eşitlikten, adaletten, özgürlükten, cumhuriyetten ve demokrasiden dem vuruyordu. Kentlerin varoşlarında işsiz ve yoksul kitleler, kendilerine İslam cumhuriyeti ve Allah’ın yönetimini vaat eden Humeyni nezdinde bir kurtarıcı bulmuşlardı ve özellikle de camiler etrafında örgütlenmiş lümpen proletarya mollaların peşine takılmıştı. Elbette çarşı-bazaari burjuvazisi de Humeyni’nin liderliği arkasında yerini almıştı. Humeyni önderliğindeki mollalar, gerçek anlamda örgütlü ve ne istediğini bilen yegâne hareket olarak, adım adım örgütlü işçi hareketini, sosyalistleri ve burjuva liberal kesimleri tasfiye ederek devlet iktidarını ele geçirdiler. İran’a dönmeden önce tüm kesimleri gözeten demokratik bir anayasa taslağı hazırlayan Humeyni, devrimin önderliğini ele geçirdikten sonra bu taslağı bir kenara attı ve İslam cumhuriyetini, şeriat yasalarını dayattı. 30 Martta yapılan referandumda halka, “İslâm Cumhuriyeti mi” yoksa “Şah’ın monarşist diktatörlüğü mü?” diye soruluyordu. Gayet tabii olarak, o güne kadar Şah despotizmi altında inletilen kitleler İslam Cumhuriyetini seçtiler. Görünürde İran, İslami esaslara göre de olsa cumhuriyet ile yönetilecekti. Humeyni, bugün “reformcular” karşısında Ali Hamaney etrafında toplanmış üst mollaların baskısına rağmen cumhuriyet fikrinden vazgeçmemişti. Kitlelerin şeriat düzenine ikna edilmesi ve yönetilmesi noktasında cumhuriyet unsurunu önemli buluyordu, Humeyni. Ancak çok geçmeden, şeriat kanunlarına göre hazırlanmış anayasaya velayet-i fakih düzeni eklendi (velayet yasal otorite, fakih ise, şeriatın tüm bilgisine sahip bilgin anlamına gelmektedir). Böylece devletin en tepesine, neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış, şeriatı ve kanunları yorumlama hakkına ve gücüne sahip dini lider oturtuluyordu ki, bu, Humeyni’den başkası değildi. Bu konuda Humeyni şöyle konuşmaktaydı: “Halk din adamlarını sevdiği, onlara inandığı ve onların rehberlik etmesini istediği için, üst düzeydeki dini otoritenin, başbakanın veya cumhurbaşkanının çalışmalarını, yanlış yapılmadığından veya Kuran’a aykırı davranmadığından emin olmak için denetlemesi doğrudur.” Anlaşılacağı üzere, cumhuriyet sadece bir görüntüden ibarettir. Halkın oylarıyla seçilen parlamentonun otoritesi, velayet-i fakih’in üzerine çıkamamakta ve belirleyici olan yasama değil, dini lider olmaktadır. Nitekim İran’da tüm
sayı: 52 • Temmuz 2009
marksist tutum
Humeyni pek çok yönden bir Bonapart özelliği göstermekteydi. Bir taraftan işçi-emekçi kitlelere bir kurtarıcı edasıyla Allah’ın nizamını vaat ederken, öte taraftan da örgütlediği karşıdevrimle kapitalist düzenin bekasını sağlamaktaydı. Sınıflar üstü hakem edasıyla Humeyni, velayet-i fakih olarak devletin tepesine oturmuştur. yetki yürütmenin başı olan Humeyni’de toplanmış, cumhuriyet unsuru ise karşı-devrimle kurulan olağanüstü rejimi perdelemeye yaramıştır. Özgül amaçları ne olursa olsun, İran’daki mollalar örgütledikleri karşı-devrimle kapitalist düzenin yıkılmasının önüne geçerek tarihsel açıdan burjuvaziye hizmet etmişlerdir. Kaldı ki, yukarıda da değindiğimiz gibi mollalar, mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar; devrim döneminde toprak sahipleri, çarşı-bazaari burjuvazisi ve hatta büyük burjuvazinin bir bölümü Humeyni’yi desteklemiştir. Humeyni’nin kurduğu Devrim Konseyiyle gizli görüşmeler yapan ordu genelkurmayının da mollaları desteklediğini ve mollalar iktidara geçtikten sonra kimi generallerin bakanlık gibi önemli görevlere getirildiğini de belirtmek gerekiyor. Çok ilginç bir şekilde, Humeyni pek çok yönden bir Bonapart özelliği göstermekteydi. Bir taraftan işçi-emekçi kitlelere bir kurtarıcı edasıyla Allah’ın nizamını vaat ederken, öte taraftan da örgütlediği karşı-devrimle kapitalist düzenin bekasını sağlamaktaydı. Sınıflar üstü hakem edasıyla Humeyni, velayet-i fakih olarak devletin tepesine oturmuştur. İran’da velayet-i fakih düzeniyle Humeyni, dini liderin hakemliğinde Allah’ın kanunlarının adaletli uygulanacağını emekçi kitlelere vaat ederek onları yansızlaştırmış, karşı-devrimci yürütmenin başı olarak, burjuva devletin baştan aşağı yeniden örgütlenmesini sağlamış ve devrim tehlikesini savuşturmuştur. Ancak mollalar bunu açık terörle yapabilmişlerdir. Lümpen proletaryadan devşirilen “devrim muhafızları” ve sözlük anlamı seferberlikten gelen besic’ler bu terör dalgasında, molla rejiminin paramiliter karşı-devrimci aygıtı olarak büyük görevler üstlenmişlerdir. Kitlesel katliamlara girişilmiş, politik mahkûmlar yığınlar halinde idam edilmiş, kadınlara zorla çarşaf giydirilmiş, karşı çıkanlara recm uygulanmaya başlanmış, basın susturulmuş ve toplum sindirilmiştir. 1980’de Saddam Hüseyin Irak’ının İran’a açtığı savaşı, kitleleri geriletmek için kullanan mollalar, içeride işçi sınıfına karşı
yürüttükleri sınıf savaşını ordu ve lümpen proletarya eliyle kazanmayı başarmışlardır. Molla rejimi işçi ve devrimci harekete büyük bir darbe vurmuştur. İşçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütlülükleri dağıtılırken, devrimle birlikte kurulan şuralar (konseyler) ve komiteler de ezilmiştir. İşçiler zorla devlet eliyle kurulan korporatif sendikalara geçmeye zorlanmıştır. Şu anda dahi işçiler devlet eliyle kurulan Haneyi Karger (İşçi Evi) ve İslami Konseyler dışında yasal olarak örgütlenemiyorlar. Kurulan bağımsız sendikalar üzerinde muazzam bir şiddet uygulanmakta, önderleri tutuklanıp cezaevine gönderilmekte ve kimi zaman da katledilmektedirler. İşçilerin grev hakkı bulunmamakta, grev yasadışı sayılmaktadır. Kitlelerin siyasal katılımının önüne geçmek amacıyla, birbirinin içine geçen, karmaşık pek çok mekanizma devreye sokulmuştur. Resmi olmasa da fiiliyatta devlet başkanı olan ve geniş yetkilerle devletin tepesinde oturan velayet-i fakih genel seçimlerle seçilmemektedir. Velayet-i fakih’i yaklaşık 90 kişiden oluşan Uzmanlar Meclisi seçme ve görevden alma hakkına sahiptir. Ancak bu görevden almanın pratikte pek bir karşılığı olmadığı gibi, Uzmanlar Meclisi, velayet-i fakih’in danışmanlığını yapmakla da sorumludur. Sekiz yıllığına genel oyla seçilen bu Uzmanlar Meclisine aday olacak kişilerin yeterliliğine karar veren kurumun, yani Anayasayı Koruyucular Konseyinin 12 üyesinden altısını ise bu dini lider seçmektedir. Türkiye’deki anayasa mahkemesine karşılık gelen Anayasayı Koruyucular Konseyinin oldukça önemli görevleri bulunmaktadır. Örneğin, milletvekili ve cumhurbaşkanı adayları Anayasayı Koruyucular Konseyinin süzgecinden geçmekte, bu konseyin onay vermediği, rejim için yararlı görmediği kişiler seçime girememektedirler. Bundan ötürüdür ki, muhaliflerin ve sosyalistlerin seçimlere girmesine izin verilmemekte, burjuva demokratik anlamda bile muhalefetin önü kesilmekte ve bu durumda kitleler mollaların çizdiği çerçeve içinde hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Dola-
9
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
yısıyla hiçbir şekilde serbest seçimlerden ve burjuva demokratik anlamda siyasal özgürlüklerden söz etmek bile mümkün değildir. Bu olağanüstü rejim altında İran kapitalizmi, uzunca bir süre içe kapanarak kendine özgü bir gelişim gösterdi. Kurulan koyu diktatörlük altında işçi sınıfı dizginsizce sömürülmüş, büyük burjuvazi ve mollaların içli dışlı olduğu çarşı-bazaari burjuvazisi alabildiğine palazlanmıştır. Şah döneminde yabancı sermayenin elinde olan işletmeler (maden, petrol, bankalar vs.) devletleştirilmiş, devlet üzerinden burjuvaziye sermaye akıtılmıştır. Bürokrasiye yerleşen mollalar, ekonominin önemli bir bölümünü oluşturan devlet işletmelerini kendi çıkarları temelinde yağmalamaya başlamışlardır. Özellikle de petrol gelirlerinin paylaşılması üzerinden mollalar kapitalistleşmişlerdir. Örneğin, eski cumhurbaşkanı ve şimdilerde Musevi’nin arkasındaki isim Ayetullah Haşimi Rafsancani, bu şekilde kapitalistleşen mollalardan yalnızca birisidir. Devlet işletmelerinin yağmalanmasında, din ve yardımlaşma amacıyla kurulan vakıflar büyük bir role sahiptirler. Bonyadlar olarak tanımlanan ve maliye tarafından denetlenmeyen bu vakıfların elinde muazzam servetler birikmiş durumda. Örneğin, sadece Rızavi Vakfının serveti 15 milyar doları aşmaktadır. Türkiye’deki OYAK benzeri bir örgütlenmeye sahip Mustazaflar ve Gaziler Vakfı, petrol şirketinden sonra ülkenin en büyük kapitalist işletmesi konumundadır ve 400 bin işçi çalıştırdığı söylenmektedir. Mollaların egemen olduğu bürokrasi ekonomiyi kontrol eden neredeyse tek güçtür ve özel sermayenin bu noktada bir yaptırımı yoktur. Yapılan toplam ithalatın yarısını ve ekonominin üçte birini kontrol eden Devrim Muhafızları Komutanlığının üzerinde bir denetim yoktur ve “reformcular” büyük yolsuzluklar yapıldığını iddia etmektedirler. Anlaşılacağı üzere, İran’da egemen güçler arasında süren kavganın arkasında kapitalist çıkarlar bulunmaktadır. İçe kapalı ekonomik düzende gelişerek palazlanan burjuvazi ve bu süreçte büyük kapitalistler haline gelen üst mollaların bir kısmı, mevcut yapının artık değişmesini istemekteler. Özelleştirmelerin önünün açılarak devlet işletmelerinin özel sermayeye devredilmesini, yapısal dönüşümlerle serbest piyasaya işlerlik kazandırılmasını ve ekonominin dışa açılmasını arzulamaktalar. Buna mukabil, devlet işletmeleri ve vakıflar üzerinden büyük servetleri kontrol eden mollaların büyük bir kesimi mevcut yapının değişmesine karşı çıkmaktadır. 1990’ların ikinci yarısından başlayarak kendini ortaya koyan değişim isteği, 1997’de “reformcu” ya da “ılımlı” denen Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle kendini dışa vurmuştu. Ancak iki sefer üst üste cumhurbaşkanı seçilen Hatemi, ne burjuvazinin ne de kitlelerin değişim isteğini yerine getirebildi. Gelinen evrede, emperyalist savaş
10
Rızai, Ahmedinecad, Karrubi ve Musevi
konjonktürünün oluşturduğu basınç ve içeride kitlelerin biriken öfkesi, egemen sınıf arasındaki iç çelişkileri daha da keskinleştirmiş bulunuyor. Başını Rafsancani’nin ve Hatemi’nin çektiği “reformcu” denen kesim, neo-liberal kapitalist politikaları hayata geçirecek, emperyalist güçlerle olan sürtüşmeyi yumuşatarak düzene nefes aldıracak ve “değişim” vaadiyle kitleleri aldatarak sakinleştirecek bir çözüm peşinde koşmakta. Seçimlerde başarıya ulaşamayan bu kesim, bir taraftan kitle hareketini teşvik ederek, öte taraftan da kapalı kapılar arkasında yürüttüğü pazarlıklarla kendi çıkarlarını egemen kılmaya çalışıyor. Örneğin, Uzmanlar Meclisinin başında bulunan Rafsancani’nin, dini lider Hamaney’in görevden alınması ve bu makamın tek kişiye değil de bir konseye verilmesi yönünde, Kum’da Ayetullahlar ile pazarlıklar yürüttüğü söylenmektedir. Tekrarlayacak olursak, “reformcu” denen kesimin, alabildiğine baskıcı bu rejimin yıkılması, şeriat kanunlarına son verilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişlemesi gibi bir amacı yoktur. Onlar mevcut diktatörlük rejimi altında işçi sınıfı sömürüsünden daha fazla pay almanın peşindedirler. İran’a özgürlüğü getirecek ve toplumu gerçekten de özgürleştirecek olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Bir zamanlar İran’daki Şah diktatörlüğü de işçi-emekçi sınıflar üzerinde muazzam bir baskı aygıtı kurmuş, kitlelere göz açtırmaz olmuştu. Ancak kadiri mutlak görünen bu diktatörlük hiç beklenmedik bir anda ayağa kalkan milyonlarca insanın ayakları altında son buldu. İran işçi sınıfı molla rejimini yerle yeksan edecek güce de sahiptir ve bu ülkeye özgürlük işçilerin devrimci mücadelesiyle gelecektir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
________________________ 1
Utku Kızılok, Emperyalist Savaşın ve Toplumsal Çelişkilerin Kıskacındaki Ülke: İran, MT, no 5
2
Ayrıntılı bir okuma için bk: Akın Erensoy, İran Devrimi, www. marksist.com
Tam Gün Yasası Lonca Çıkarları mı, Sınıf Çıkarları mı? Oktay Baran
A
KP hükümeti, iktidara geldiği ilk günden itibaren, neo-liberal kapitalist saldırı programının en kararlı uygulayıcısı oldu. Bu kapitalist saldırı programı, mali-sermayenin emperyalistleşme ve kapitalist dünyayla tam entegrasyon arzusuna bağlı olarak Türk ekonomisinde yapısal bir dönüşümü, kapitalist rasyonalizasyonu hedefliyor. Bu programın temel direkleri, bugüne kadar burjuva devletin tekelinde olan (ister sanayi ister hizmet sektöründeki) kârlı işletmelerin özelleştirilmesi; başta birçok tarımsal faaliyet alanı olmak üzere sübvansiyonlarla ayakta tutulan küçük üretimin tasfiyesi; devletin üstlendiği başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm sosyal hizmetlerin özel sektör lehine kârlı yatırım alanlarına dönüştürülmesi; ve son olarak da ekonominin her alanında sınırsız ve dizginsiz bir emek sömürüsünün önünü açmak üzere sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnek üretimdir. Tüm kapitalist ülkelerde, işçi hareketinin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak farklı tempolarla da olsa yürütülen bu saldırı programı, AKP hükümetinin de temel yol haritasını oluşturuyor. İşçi hareketinin verili güçsüzlüğü ortamında AKP hükümeti bu programda ne denli mesafe kat ettiğiyle övünüyor. En başta da sağlık alanındaki “dönüşüm” programıyla ne denli büyük bir başarıya imza attığıyla böbürleniyor. Sağlık alanındaki saldırı programının bir ayağı, yeni sosyal güvenlik yasasının kabul edilmesiyle başarıya ulaşmış oldu. Bu saldırı programının bir diğer ayağını da, ilk ortaya atılışı birkaç yıl öncesine denk düşmesine rağmen ancak bugün Meclise sevk edilmiş olan “Tam Gün” ve “Kamu Hastane Birlikleri” yasaları oluşturuyor.
Burjuvazinin saldırısı sürüyor Bu yasalar, işçi sınıfının parasız sağlık hizmeti almasına dönük olarak doğrudan ve yeni bir hak gaspına yol açmıyor. Ancak, devlete ait sağlık kuruluşlarının işleyişinde kapitalist piyasa mekanizmasının çok daha belirleyici hale gelmesinin önü açılıyor. Bunun tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de kaçınılmaz sonucu, giderek daha da niteliksizleşecek ve giderleri artan ölçüde doğrudan emekçiler ta-
rafından karşılanacak bir sağlık hizmetidir. Diğer taraftan, devlete bağlı sağlık kuruluşlarında ücretli emekçi olarak çalışanların (doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, laborantlar vb.) ücretlerinde, emekli maaşlarında, çalışma koşullarında ve belki de en önemlisi iş güvencesinde belli kayıplar söz konusu olacaktır. Yasayla yapılan düzenlemelerin önemlice bir bölümü, sağlık emekçilerinin döner sermaye gelirlerinden alacakları payın düzenlenmesine ve ek ödemelerin bir tavan ücretle sınırlandırılmasına yöneliktir. Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki, sağlık emekçilerinin ek ödemeler dışarıda bırakıldığında aldıkları çıplak ücret, tıpkı işçi sınıfının diğer kesimleri için olduğu gibi, insanca bir yaşamı mümkün kılmayan bir düzeydedir. AKP hükümeti, bu durumu düzeltici tedbirler almak yerine, sağlık emekçilerinin önüne çok daha uzun sürelerle, çok daha yoğun ve tempolu ve çok daha rekabetçi bir ortamda çalışarak daha fazla “performans sergilemeyi” ve böylece daha fazla gelir elde etmeyi bir çözüm olarak sunuyor. Parça başı ücret sistemi, sağlık alanına da “performans sistemi” olarak çoktan uygulanmış durumdadır. Çalışma koşullarının düzenlenmesini, nitelikli bir hizmetin sağlanmasına değil daha fazla kâr etme güdüsüne endeksleyen bir sistemde, hataların artması ve dolayısıyla hastaların sağlığının tehlike altında olması da kaçınılmazdır. Daha yüksek bir gelir elde etmek için daha fazla “tıbbi işlem” yapmayı güdüleyen bu sistem, sağlık hizmetlerinin niteliğinin daha da düşmesine, hastaların muayene süresinin azalmasına ve tedavi maliyetlerinin de kaçınılmaz olarak artmasına yol açmıştır. Üstelik ve sağlık emekçileri açısından en önemlisi, söz konusu ek gelirin, garantisiz, adaletsiz ve hiçbir şekilde emeklilik ücretine yansımayan bir gelir oluşudur. Dahası bu yasaya göre, söz konusu ek ödemeler, nöbet ücretleri de dâhil olmak üzere, tümüyle döner sermaye tarafından karşılanacaktır. Böylelikle devletin sağlık hizmetine ayırdığı bütçenin daha da küçültülmesi hedeflenmektedir ki, bunun pratikteki anlamı, devlete ait sağlık kuruluşlarının ayakta kalmak için emekçilerden aldığı katkı paylarının resmen ya da fiilen arttırılmasıdır.
11
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
4/C gibi çalışma biçimleri) hedeflendiği çok açıktır. Halihazırda devlete ait sağlık kurumlarında çalışan sağlık emekçilerinin neredeyse yarıdan fazlası kadrosuz ve güvencesiz çalışma biçimlerine tâbi hale gelmiştir. İş güvencesinin ortadan kaldırılması sürecine paralel olarak sağlık emekçilerinin sendikal örgütlenme ve mücadelesinin tasfiyesine dönük saldırıların da arttığına dikkat çekelim.
Amaç ne?
Dahası döner sermaye gelirlerinin bir sağlık kuruluşundan diğerine önemli oranda değişkenlik göstermesi, aynı işi yapan sağlık emekçileri arasında bile önemli bir gelir farklılığını ve dolayısıyla rekabet ve bölünmüşlüğü getireceği gibi, bu gelirden yoksun durumdaki sağlık emekçilerini düşük bir çıplak ücretle baş başa bırakacaktır. SES İzmir Şubesinin yaptığı bir araştırmaya göre, döner sermayeden performansa göre pay alma sistemi, doktor-hemşire arasında 25 kattan fazla, doktor-doktor arasında ise 10 kattan fazla bir gelir uçurumunun doğmasına yol açabilmektedir. Yasanın getirdiği önemli bir düzenleme de, 160 saatlik aylık çalışmanın yanı sıra 130 saat “nöbet” ve 120 saat de “icap nöbeti” adı altında olmak üzere insan sınırlarını aşan bir “fazla mesai”nin mümkün kılınmasıdır. Bu düzenleme, ILO’nun bir yıl için öngördüğü 270 saatlik fazla çalışma sınırını bir ayda doldurmaya aday gözüküyor. Yanı sıra çok açık bir hak gaspı, radyasyonla çalışan sağlık emekçilerinin maruz kaldıkları yıpranma nedeniyle sahip oldukları kısa çalışma hakkının tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu alanda çalışan emekçiler şu an olduğu gibi günde 5 saat yerine, yasanın çıkmasıyla günde 8 saat çalışmak zorunda kalacaklardır. Bu yasayı, devlete ait hastaneleri tümüyle kapitalist bir işletme haline dönüştürüp sağlık hizmetlerini taşeron şirketlere devretmeyi mümkün kılan “Kamu Hastane Birlikleri Yasası”, özel sağlık sektöründe tekelleşmeyi aralayan “Ayakta Teşhis ve Tedavi Merkezleri Yönetmelik Taslağı” ve “İstihdam Paketi”yle birlikte düşündüğümüzde, güvencesiz çalıştırmanın (taşeron, vakıf, dernek, sözleşmeli, 4/B,
12
Tam gün yasa tasarısında, tıp fakültelerinde, “ek ödemeler” ve nöbet ücretlerinin yanı sıra, kurumun ihtiyacı olan mal ve hizmet alımlarının, bakım onarımın, yönetici paylarının ve araştırma projelerinin finansmanının da döner sermaye gelirlerinden karşılanması öngörülüyor. Konunun uzmanları, yasayla beraber yalnızca bütçeden aldığı pay değil döner sermaye gelirleri de azalacak olan üniversite hastanelerinin hızla çöküşe sürükleneceğini belirtiyorlar. Böylelikle üniversite hastaneleri, “Kamu Hastane Birlikleri Yasası”1 aracılığıyla giderek “eğitim ve araştırma hastanesi” statüsüne oturtulan devlete ait “hizmet hastaneleri”yle birlikte “özerk sağlık işletmeleri” çatısı altında toparlanacak ve bu yapı süreç içerisinde büyük oranda özelleştirilecektir. Daha şimdiden “üç basamaklı” sağlık sisteminin sağlık ocaklarından ve “hizmet hastanelerinden” oluşan ilk iki basamağı tasfiye sürecine sokulmuş ve böylelikle yaratılan boşluktan özel sağlık kuruluşlarının muazzam kârlar sağlaması mümkün kılınmıştır. Örneğin Ankara’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı 15 eğitim ve araştırma hastanesine karşılık sadece 1 tane hizmet hastanesi kalmıştır. Diğer taraftan bu süreçte yalnızca iki yılda özel hastanelerin sayısı 15’ten 25’e yükselmiştir. TÜSİAD’ın hazırladığı “Türkiye İçin Yeni Bir Fırsat Penceresi: Tıp Turizmi” adlı raporda, 2012’de 100 milyar dolara çıkması beklenen dünya tıp turizmi cirosundan en az yüzde 10 pay alınması için yapılması gerekenler ortaya konuluyor. Kuşkusuz bu gerekliliklerin başında sağlık hizmetlerini yabancı “turistler” açısından çok daha ucuz hale getirmek (yani mümkün olduğunca ucuz ve büyük bir sağlık işgücü havuzu oluşturmak) geliyor. Tıp turizminden hedeflenen bu 10 milyar doların yanına, 2009 yılı sonuna kadar 56 milyar dolar olacağı öngörülen toplam sağlık harcamalarını da eklersek, gerek yerli sağlık ve ilaç tekellerinin gerekse de uluslararası tekellerin kabaran iştahını anlamak daha mümkün hale geliyor. Demek ki, sağlıkta dönüşüm olarak adlandırılan saldırı programının parçası olan bu ve ardından gelecek yasaların birbiriyle bağlantılı üç amacı bulunuyor. Birincisi; parasız sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması. İkincisi, sağlık emekçilerini, iş güven-
sayı: 52 • Temmuz 2009
cesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirmek. Bu hedefe, sağlık emekçilerinin haklarının gasp edilmesiyle, sağlık alanındaki emek arzını arttırarak rekabetin körüklenmesiyle ve işe yeni başlayacak sağlık emekçilerinin daha baştan ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmesiyle ulaşılmak isteniyor. İşin üçüncü bir boyutunu da, yerli ve yabancı sermayenin talepleri doğrultusunda sağlık alanında tekelleşmenin önünün açılması oluşturmaktadır. Genel Sağlık Sigortası yasasıyla, özel muayenehaneler SGK’nın sözleşme kapsamının dışında bırakılmıştı, şimdi de özel polikliniklerin sözleşme sisteminin dışına çıkartılması gündemdedir. Eczanelerden muayenehanelere kadar son derece yaygın olan küçük-burjuvaların işletmelerinin tasfiye edilerek, bu alanda dönen paranın2 da büyük ilaç perakendecilerine ve sağlık tekellerine aktarılması ve bağımsız küçük-burjuvalar konumundaki eczacı ve doktorların da proleterleştirilerek büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda bu ucuz işgücü havuzuna dâhil edilmesi amaçlanmaktadır. Bunlardan ilk ikisi proletaryanın mücadele başlıklarını oluştururken, üçüncüsü, sağlık alanındaki küçük-burjuvaların veryansın etmesine yol açıyor.
Tam Gün Yasası ve küçük-burjuva eleştiriler “Kapitalizmin genel gelişme eğilimi, geleneksel küçük-mülk sahibi sınıfları proleterleştirmek ve kentin meslek sahibi okumuşlarının ayrıcalıklı konumuna son vermek yönündedir. … Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. … Okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler. İşçilere oranla üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesiyle böbürlenir, burjuva düzene çok daha derinden görünmez binbir iplikle bağlı bulunur ve yaşamlarını çoğunlukla burjuvalaşma hayalleri temelinde sürdürürler.” (Elif Çağlı, Küçük-Burjuvanın Anatomisi, MT, Aralık 2006)
AKP hükümeti, her zamanki taktiğiyle, bu saldırı yasalarını da, sanki halkın çıkarınaymış gibi göstermeye çabalıyor. Bu yasanın AKP tarafından “Tam Gün Yasası” olarak adlandırılması, hastane kapılarında doktor aramaktan bunalmış emekçileri aldatıp onların desteğini almaya dönük bir manevradır. AKP, TC’nin bugüne kadar izlediği ucube sağlık politikalarının ve halkı canından bezdiren sağlık sistemindeki aksaklıkların yanı sıra doktorların sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını yıllardır fazlasıyla istismar etmiş olmalarının emekçilerde yarattığı son derece haklı tepkiyi de suiistimal ediyor. Yoksul halkın haklı nefretini kazanmış uygulamalara ve istismarlara son vereceği
marksist tutum
iddiasıyla, sağlık emekçilerinin sendikal örgütlülüğüne, iş güvencesine, sosyal haklarına ve ücretlerine saldırmakla kalmıyor, parasız sağlık hizmetini ve bu hizmeti veren sağlık kurumlarını kapitalist piyasanın insafına ve dolayısıyla süreç içerisinde fiilen tasfiyeye mahkûm ediyor. Her zamanki gibi emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak onları aldatmaya, kaşıkla verir gibi yapıp kepçeyle almaya çalışıyor. Öte yandan, bu yasaya karşı olduklarını belirten kimi “sağlıkçılar”ın açıklamalarının işçi sınıfının bakış açısıyla hiçbir ortak yanı bulunmuyor. İşçi sınıfının bakış açısından değerlendirildiğinde, gerek Tabipler Birliğinin gerekse de tabip odalarının bu yasaya karşı yaptıkları açıklamalarda doğrular ile yanlışlar iç içe geçmekte, sorun kapitalist sistemin işleyiş yasalarından değil de yalnızca AKP hükümetinden kaynaklanıyormuş gibi sunulmaktadır. Bu yasaya yönelik eleştirilerin çoğu, başta uzman doktorlar olmak üzere çeşitli tıbbi meslek sahiplerinin küçükburjuva sınıfsal ayrıcalık, olanak ve konumlarının savunulup korunması noktasına indirgenmektedir. Ücretli çalışan, işçi sınıfının bir parçası olan ve çoğunluğu oluşturan doktorların proleter çıkarlarının savunusu yerine, azınlık durumunda ve küçük-burjuva konumdaki doktorların ayrıcalıklarının savunusu öne çıkartılmaktadır.3 Tıbbi mesleklerin yüceliğinden, ne denli özverili bir çalışma gerektirdiğinden, tıp etiğinden, tıp eğitiminin zorluklarından ve kahırlarından vb. dem vurarak sahip oldukları maddi ve manevi ayrıcalıklı toplumsal statüyü meşrulaştırma ve koruma çabaları, loncavari bir küçük-burjuva duruşun ifadesidir. Yasayla, devlete ait sağlık kuruluşlarında çalışan doktorların, muayenehanelerde ve özel sağlık kuruluşlarında çalışması yasaklanıyor. Bunun anlamı, muayenehane ya da poliklinik sahibi küçük-burjuva ve burjuva doktorların konumuna müdahaledir. Bir tercih yapmak zorunda bırakılmalarından ötürü, “muayenehanemden de vazgeçmem” itirazını yükseltenlerin, görev yaptıkları devlet hastanelerini kendi özel muayenehaneleri için bir müşteri bulma kanalı olarak gördükleri hiçbir emekçi için bir sır değildir. Bu durum doktorlara dönük haklı bir tepki yarattığı gibi, bizzat bu meslek sahipleri arasında da sınıfsal ayrımlar (proleter, küçük-burjuva ve burjuva doktorlar), rekabet ve bölünmüşlük yaratmaktadır. Bu müdahalenin büyük sermayenin çıkarları adına yapılması, işçi sınıfının illâ ki bu müdahaleye karşı çıkması gerektiği anlamına gelmiyor. Söz konusu olan, proleterleşme sürecinin bir biçimde ilerlemesidir ki, işçi sınıfının bu duruma gözyaşı dökmesi beklenemez. Oysa değindiğimiz kimi “tıp çevreleri”, özel muayenehanelerin de paralı sağlık anlamına geldiğini unutturmak istercesine, bu maddeyi “SGK rezaleti dışında çözüm aranırsa özel hastanelere, sağlık tekellerine mahkûmiyet” şeklinde yorumlamaktan çekinmiyorlar. Bu maddeye karşı TTB bildirisindeki bir diğer itiraz ise “hekimlerin bağımsızlıklarını koruyabile-
13
marksist tutum
cekleri iş olanaklarını ortadan kaldırdığı” argümanına dayandırılıyor; “doktorların düşük ücretle çalışmaya zorunlu işçilere dönüştürülmek istendiği” belirtiliyor. Bu bakış açısının da bilimsel hiçbir değeri yoktur. Bıraktık işçilere dönüştürülmek istenmesini, ister özel sektörde hastanenin patronundan ister devlete ait sağlık kurumlarında devletten almış olsunlar, belirleyici gelirleri aldıkları ücret olan doktorlar da tıpkı sağlık alanındaki diğer çalışanlar gibi zaten işçi sınıfının bir parçasıdırlar: “Yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.95-6) Demek ki, sınıf bilinçli işçiler açısından, “bağımsızlıklarını koruyabilecekleri bir iş olanağı”, olsa olsa gerici bir düştür. Görülüyor ki, TTB bildirisi, küçük-burjuva konumun sözcülüğünü üstlenmektedir. Yasayla getirilen düzenlemelerden biri de yabancı uyruklu doktorlara ya da eğitimini yurtdışında almış TC uyruklu doktorlara da çalışma hakkının sağlanmasıdır. Beklendiği gibi, tıp çevreleri bu maddeye de karşı çıkıyorlar. Bu vesileyle benzer bir itiraz da, tıp fakültesi kontenjanlarının arttırılmasına dönük olarak ileri sürülüyor. Her ikisine de, tıp hizmetlerinin niteliğinin düşeceği gerekçesiyle itiraz ediliyor, sanki bu ülkede çok yüksek nitelikli bir tıp eğitimi ya da sağlık hizmeti söz konusuymuşçasına. Ak-
14
Temmuz 2009 • sayı: 52
deniz Üniversitesi Tıp Fakültesinin mezuniyet töreninde, okul birincisinin yaptığı konuşma, tıp eğitiminin ve dolaylı olarak da sağlık hizmetlerinin durumunun vahametini yeterli açıklıkla sergiliyor. Konuşmada belirtildiğine göre, öğrencilerin yaptıkları ankette, “kendi döneminizden bir hekim arkadaşınıza anne babanızı emanet eder misiniz?” sorusuna, doktor adaylarının ancak yüzde 1’i evet yanıtını vermiş. Eğitimin esas olarak öğretim üyeleri tarafından değil, asistanlar tarafından verildiğinin belirtildiği konuşmada şu soru soruluyor: “Bu fakültenin öncelikli amacı hekim yetiştirmek değil midir? O zaman neden bazı polikliniklerde hiç hoca görmeden, sabahtan akşama kadar sadece asistan hekimlerle hasta bakıyoruz? Neden bazı bölümlerde öğrenci pratiklerini öğretim üyeleri yerine asistanlar yaptırıyor? Bizler burada hastanenin iş yükünü azaltmak için mi varız? Bedava işgücü olarak mı görülüyoruz?” Bu soruların cevapları bellidir ve bu olguların üzeri örtülerek ya da bu olgularla kapitalist sistem arasındaki bağın üzerinden atlanarak getirilecek itirazların, emekçilerin gözünde bir kıymetinin olmayacağı da aşikârdır. Bıraktık sağlık hizmetlerinin bu ülkede son derece niteliksiz oluşunu, birçok kentte (özellikle de Kürt illerinde) hastanelerde doktor bulmak bile mümkün değildir. Bu ülkede 1000 kişiye düşen doktor sayısı ortalama 1,4’tür ve bu sayıyla Türkiye 53 Avrupa ülkesi arasında 52. sıradadır. Üniversitelerin altyapıları ve kadro birikimi yetersizse (ki öyledir), talebimiz tıp fakültelerinin kontenjanlarının arttırılmaması değil, bu yetersizliğin giderilmesi için devlet bütçesinden eğitime ayrılan payın misliyle arttırılması olmalıdır. Burjuvazi yerli doktorların çalışma ve yaşam koşulları üzerinde ucuz işgücünün yaratacağı bir basınç oluşturmak için yabancı doktorlara çalışma izni verilmesini gündeme getiriyorsa, biz yabancı sağlık işçilerinin çalışmasının yasaklanmasını değil, yerli doktorlarla birebir aynı koşullarda, aynı ücretlerle, aynı sosyal ve sendikal haklarla çalışmasını ve kuşkusuz tüm bu hakların çok daha geliştirilmesini talep ederiz. Aksi bir tutum düpedüz, her genç doktoru ya da yabancı doktoru yeni bir rakip olarak algılayan loncavari ve milliyetçi bir küçük-burjuva çizgiye denk düşecektir. Ayrıcalıklı doktorlar, “üniversite hastanelerinde öğre-
sayı: 52 • Temmuz 2009
tim üyelerinin özel hasta muayenesinin ortadan kaldırılmasına” da karşı çıkıyorlar. Öğretim üyelerine, üstelik de “kamusal” kaynaklar kullanılarak tanınan bu ayrıcalığı savunmak, işi açıkça pişkinliğe vurmak demektir. Kimin malıyla kim kimi muayene ediyor da, bu han-ı iştihanın devamını savunmak mümkün olsun? Sosyalistler böylesi bir ayrıcalığın devamını savunabilirler mi? Bizim bu maddeye tek itirazımız, tanınan istisnaya dair olabilir ancak: bizler, TSK mensubu doktorların “çalışma saatleri dışında meslek ve sanatlarını serbest olarak icra edebilecekleri” şeklinde bir istisna getiren yasa maddesinin de derhal geri çekilmesini talep ederiz. AKP hükümeti, açıkça TSK mensubu doktorları yasa maddesinde istisna sayarak orduya selam durmuş, askerlerin ayrıcalıklarına dokunmamıştır. 160 yıldan fazla bir süre önce, Marksizm, kapitalist üretim ilişkilerinin, kutsal sayılan mesleklerin başlarındaki o haleyi nasıl söndürdüğünü Komünist Manifesto’da şöyle açıklamıştı: “Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil ve romantik ilişkilere son verdi. … Kişisel değeri, değişim değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.” Proletaryanın saflarındaki yerinin farkında olan sağlık emekçileri, kapitalizme karşı sınıf mücadelesindeki yerlerini alıyorlar. Bırakalım, halelerini yitirmiş olmalarına rağmen halen kendilerinin nurlu varlıklar olduğunu sananlar küçük-burjuva ayrıcalıklarını korumak için nafile çabalarına devam etsinler.
marksist tutum
Yasaya karşı yapılan protesto gösterilerinde, sağlık emekçilerinin sendikası olan SES şunları dile getirmektedir: “Ücretlerimizin iyileştirildiği; iş güvencesinin sağlandığı, sağlık alanındaki her türlü özelleştirmeye son verildiği, herkesin eşit-ücretsiz-nitelikli-ulaşılabilir sağlık hizmetinden yararlandırılmasının hak olarak tanındığı, kısıtlamaların kaldırıldığı; hastanelerin ve diğer sağlık kurumlarının giderlerinin bütçeden karşılandığı, donanım ve personel eksiğinin giderildiği; hizmet ve teşvik anlamında özel ve kamu bağının olmadığı, gerçek anlamda kamusal bir sağlık sisteminin uygulandığı ortamda; herkes için tam zamanlı çalışma olmalıdır”. Bu talepler doğru taleplerdir. Sağlık emekçilerinin bu taleplerini elde etmelerinin yolu militan bir sınıf mücadelesinden geçiyor. Ancak unutulmamalı ki, kapitalist toplumda bu istemlerin hayata geçmesi doğrultusunda ne denli kazanım elde edilmiş olunursa olsun, bunun bir sınırı vardır. Sağlık ve sosyal güvence sorununun her yönüyle gerçek ve kalıcı çözüme kavuşabilmesi, kamu mülkiyetinden geçmektedir: “Ancak, burada söz konusu olan ‘kamulaştırma’, reformistlerin özelleştirmelere karşı ileri sürdüğü ‘kamuculuk-devletçilik’ anlayışından farklı bir kamulaştırmadır. Devrimci kamulaştırma ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ demektir. Devlet-özel ayrımı yapmadan kapitalistlerin elindeki tüm üretim araçlarının işyeri konseyleri eliyle işçilerin yönetimine geçmesi anlamına gelir. Sadece sağlık hizmetinin değil tüm insani ihtiyaçların adil bir bölüşümünün sağlanmasının önkoşulu da budur. Açıktır ki, bu tür bir kamulaştırma, işçi sınıfının iktidarı kendi ellerine almasını, yani bir toplumsal altüst oluşu, bir proleter devrimi gerektirir.”4 _______________________ 1
İşçi sınıfının bakış açısı Bugün gündemde olan yasaların burjuvazinin saldırı programının bir parçası olduğunu söyledik. Dolayısıyla bu saldırı programına tutarlı olarak ancak işçi sınıfının bütününün çıkarlarını temel alan bir perspektifle karşı çıkılabilir. Böylesi bir perspektifin üç temel talebi vardır. Birincisi, sigortalı-sigortasız, işli-işsiz vb. her türlü ayrımın ötesinde emekçilerin bütününü kapsayan, her türlü sınırlandırmanın ve “katkı payının” dışlandığı tam kapsamlı bir genel sağlık sigortası ve nitelikli, ulaşılabilir ve parasız bir sağlık hizmeti. İkincisi, sağlık alanında çalışan tüm emekçilere insanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması ve her şeyden önce de grev ve toplusözleşme yapma hakkı. Üçüncüsü, tedavi edici hizmetlerle sınırlı ve buna odaklanmış bir sağlık sistemi değil, ana-çocuk sağlığına, iş güvenliği ve işçi sağlığına, sağlıklı beslenme koşullarına, temiz bir çevreye ve yaygın bir sağlık eğitimine dayanan koruyucu sağlık hizmetlerini temel ekseni yapmış, halkın ve sağlık emekçilerinin denetiminde bir sağlık sistemi.
2
3
4
Bu yasa ile devlete ait hastaneler “özerk” hale getirilerek kapitalist işletme anlayışına göre yönetilecek ve bu kurumlara yapılan genel bütçe katkısı ortadan kaldırılacaktır. Bu durum, işçi sınıfının bütünü açısından artan “katkı payları” anlamına, sağlık emekçileri açısındansa sözleşmeli, güvencesiz ve düşük ücretlerle daha fazla çalışma anlamına gelecektir ki, Tam Gün yasasının yaptığı düzenlemelerin temel eksenlerinden biri budur. Demek ki, bu iki yasa tasarısı, emekçiler aleyhine olacak şekilde birbirini tamamlamaktadır. 2008 yılında toplam sağlık harcamaları 30 milyar doları (yaklaşık 45 milyar TL) aşmıştır. Aynı yıl SGK’nın sağlık harcamaları ise 23 milyar TL civarındadır. Sağlık piyasasında dönen paranın yaklaşık yarısı ilaç harcamalarını içeriyor. Bu harcamaların da yaklaşık yüzde 20’si eczanelere kalıyor ki, bu miktar 3 milyar dolar civarındadır. Son dönemde çıkartılmaya çalışılan yasalarla, tıpkı perakende market zincirleri gibi perakende ilaç marketleri zincirlerinin de önü açılmaya çalışılıyor. TTB’nin verilerine göre, Türkiye’de yaklaşık 110 bin doktor vardır. Bu sayının yaklaşık 90 bini devlete ait sağlık kuruluşlarında, 20 bini ise tamamen özelde çalışmaktadır. Devlet memuru olarak çalışan 90 bin doktor içerisinde yaklaşık 20 bininin yarı zamanlı çalıştığı tahmin edilmektedir (muayenehane, kurum hekimi, işyeri hekimliği gibi). Bir başka deyişle, doktorların ezici bir çoğunluğu işçi sınıfının bir parçasını oluşturmakta ve en fazla beşte biri küçük-burjuva bir konumda bulunmaktadır! Sosyal Güvenlik Saldırısı ve SSK Sorunu, MT, Nisan 2005
15
Mayından Arındırılan Topraklar Yoksul Köylülere! Selim Fuat
A
KP hükümetinin Suriye sınırındaki mayınlı bölgenin temizlenmesi karşılığında bu arazinin mayınları temizleyecek şirkete 44 yıllığına kiralanmasına ilişkin yasa tasarısı ile başlattığı “mayın” tartışması sürüyor. Nitekim yasanın kabulünün ve cumhurbaşkanının onayının ardından, 25 Haziranda, Meclisteki tüm muhalefet partilerinin yasanın iptal edilmesi için birlikte Anayasa Mahkemesine başvurması, konunun uzun bir süre daha gündemde kalacağını gösterdi. TC burjuvazisinin Ottawa Sözleşmesi ile taraf olduğu anti-personel mayınların temizlenmesi anlaşmasından doğan sorumluluğunu yerine getirmesi için hükümetin attığı adımlar ve muhalefetin bu adımlar karşısında sergilediği tutumlar, burjuva siyasetin ikiyüzlülüğüne de çarpıcı örnekler teşkil ediyor. Neden konulduğu ve yıllar boyunca ne kadar çok ölüme ve sakatlanmaya yol açtığı gibi hususlar üzerinde kimsenin tartışmadığı yüz binlerce mayının temizlenmesi ile ilgili yasa, İsrail şirketlerinin 44 yıl boyunca “organik tarıma” elverişli bu alanı kullanmasına ilişkin itirazlar çerçevesinde ele alındı. Ancak nüfusun önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığı bir bölgede, verimli olduğu bilinen binlerce dönüm toprağa yüz binlerce mayın döşenmesinin, böylelikle sınırın iki yakasında kalan aynı aileden insanların bile arasına aşılmaz engeller konmasının yarattığı sonuçlardan kimse bahsetmedi. Mayınlar döşenirken de temizlenirken de ortaya çıkan milyonlarca dolarlık maliyetin işçi sınıfına fatura edildiği ve edileceği üzerinde kimse durmadı. Mayın mağduru binlerce insan ve yüzlerce
16
çocuğun kararan hayatları ise söz konusu bile olmadı. Muhalefetin “sınırlar İsrail’e peşkeş çekiliyor, ulusal çıkarlarımız tehlikede!” yaygarasına, başbakan, “farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu, bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” sözleriyle karşılık verdi. Erdoğan’ın bu sözleri kimi liberal çevrelerde yeni bir “açılım” mı yapılıyor heyecanına bile yol açtı. Oysa bu tartışmada, düzenin muhalefet partileri, ulusalcı önyargıları kaşıyarak emperyalist talanın ulusal çerçevede bir karşı koyma ile engellenebileceği yanılsaması üzerinden kafaları karıştırıyordu. İktidar partisi ise doğruluğu açık ama konuyla ilgisi olmayan sözlerle demagojiye yöneliyordu. Zaten başbakanın sözlerinin devamı, meselesinin hiç de egemen sınıfın imhacı ve inkârcı geleneğiyle hesaplaşmak olmadığını ortaya koyuyordu: “Bu ülkenin vatan toprakları üzerinde yatırım yapan küresel sermaye, ‘şu dinden bu dinden geldi’ diye ‘eyvah Türkiye elden gidiyor’ demek bu kadar kolay mı? Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi. Paranın dini, milleti, ırkı olmaz. … Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor. Bakıyorsunuz birileri çıkıyor, ‘o Yahudi sermayesi olmaz’. Yok, arkadaş gelip ülkemde yatırım yapacak. 1 milyar dolarlık yatırım yapacak.” Özellikle liberal ve sol liberal çevrelerin üzerine atladığı ve fazlasıyla önemsediği “başbakan geçmişte yapılan faşizan uygulamalar konusunda nedamet mi dile getiriyor” heyecanı boşunaydı. Başbakan açısından mesele, “Yani burada biz, seçenekleri artırmak suretiyle istediğimizi kulla-
sayı: 52 • Temmuz 2009
nabilir, ihaleyi bu şekilde yapabilir ya da istisna ihale yöntemiyle bu işi yapabiliriz. İhaleye girmeden, bunu istediğimiz bir firmaya, temizleme işini kalkıp verebiliriz” sözleriyle ortaya konduğu gibi, “ihaleyi istediğimize veririz” düşüncesini hayata geçirmek için bir parça demagoji yapmaktı. Ne var ki bütün bu burjuva içi atışmaların değersizliğinin ötesinde, sınırlara yerleştirilmiş yüz binlerce mayının varlığı sorunu önemlidir. İnsan Hakları Derneğinin verilerine göre 1990-2002 yılları arasında 512 mayın patlaması olayında 838 kişi hayatını kaybetmiş, 937 kişi de yaralanmıştır. Yaralananların 214’ü çocuktur. “Mayınsız Bir Türkiye Girişimi”nin medyada yer alan haberlerden yaptığı derlemeye göre de, 2006 yılı Ocak-Aralık döneminde yaşanan 50 mayın olayında en az 145 mayın kurbanı olduğu tespit edilmiştir. Bunlardan 39’u ölmüş, 106’sı yaralanmıştır. 2007 yılında mayınlardan yaralanan 101 kurbandansa 28’i yaşamını yitirmiş, 73’ü yaralanmıştır. Bu mesele, mayın yüzünden ölen, sakat kalan binlerce insanın sönen hayatlarının yanı sıra, toprak sorununa ve Kürt sorununa temas eden yönleriyle de ele alınmalıdır.
marksist tutum
dan 1 Mart 2004’de yürürlüğe girdi. Bu, Türkiye’nin 2008 yılı 1 Martına kadar stoklarındaki mayınları imha etme ve 2014 yılına kadar da toprağa döşeli mayınlarını temizleme hususlarında gerekli adımları atma yükümlülüğüne girmesi demekti. Ancak TC bu sözleşmeyi imzalamış olmasına rağmen, ordunun artık iyiden iyiye belli olan gönülsüzlüğünün etkisiyle sorumluluklarını bugüne kadar yerine getirmedi. Hükümetlerin ödenek ayırmasına ve görevlendirmesine rağmen ordu 1992 ile 2004 yılları arasında hiçbir çalışma yapmamış ve bu işi gerçekleştirmek için gerekli donanıma ve bilgi birikimine sahip olmadığını belirterek ödeneği iade etmişti. Ülkedeki her meseleye karışma konusundaki becerisi “takdire şayan” olan ordunun kendinin döşediği mayınların imhası gibi askeri bir konuda “beceriksiz” çıkması ilginç bir husustu, ama bu durum üzerinde pek kimse durmadı. Bunun üzerine her il için ayrı ayrı ihaleler açıldı ve mayın temizleme işleri çeşitli şirketlere verildi. Ancak bu ihaleleri de bu sefer Danıştay, “mayın temizleme işi kanun çıkarmadan yapılamaz” gerekçesiyle iptal etti. Neticede 2008 Mayın Raporuna göre Türkiye, Belarus ve Yunanistan ile birlikte, yükümlülüklerini yerine getirmeyen üç ülkeden biri oldu. 2014 yılına kadar da topraklarını mayından arındırması pek mümkün görünmüyor. Bu alanda da bürokrasi defalarca izlediği taktiği uygulayarak uluslararası alanda imzalanmak durumunda kalan anlaşmaları fiilen ve mevzuat bahaneleri ile yerine getirmeyerek olabildiğince ertelemeyi başarmış görünüyor.
Ottawa Sözleşmesi ve çıkarılan yasa Kısaca “Ottawa Sözleşmesi” olarak da bilinen “AntiPersonel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme”, 4 Aralık 1997 tarihinde Ottawa’da (Kanada) imzaya açıldı, 1 Mart 1999’da yürürlüğe girdi. Sözleşme, taraf devletlerin anti-personel mayın kullanmasını, bunları geliştirmesini, üretmesini, bir başka şekilde edinmesini, depolamasını, elde tutmasını veya doğrudan ve dolaylı yoldan bir başkasına devretmesini yasaklamaktaydı. Sözleşmeyi imzalayan devletler, bu sözleşmeyle, bütün anti-personel mayınları imha etmeyi taahhüt etmekteydi. Sözleşme, taraf devletlere, stoklarındaki mayınların dört yıl, döşenmiş mayınların da en geç on yıl içerisinde sökülerek imha edilmesi yükümlülüğünü getirdi. Türkiye Ottawa Sözleşmesine 2003 yılında Yunanistan ile eş zamanlı olarak taraf oldu. Sözleşme Türkiye açısın-
17
marksist tutum
Türkiye son raporunda 2007 yılı sonu itibariyle topraklarında toplam 982 bin 777 mayın bulunduğunu, bunun 818 bin 220’sinin anti-personel mayın ve 164 bin 497’sinin araç patlatan mayın olduğunu bildirmiş bulunuyor. Raporda aynı zamanda, Türkiye’nin elinde eğitim ve geliştirme amaçlı olarak da 15 bin 150 anti-personel mayın bulunduğu ifade ediliyor. Belirtmek gerekir ki, elinde bu amaçla bu sayıda mayın bulunduran başka bir ülke yok. Türkiye’nin topraklarında bulundurduğunu belirttiği mayınlardan 615 bin 149 tanesi, 510 kilometre uzunluğunda ve ortalama 350 metre genişliğindeki Suriye sınırına yerleştirilmiş durumda. Irak sınırında, 42 kilometre boyunca yerleştirilen 75 bin 115 mayın bulunuyor. İran sınırındaki 109 kilometre uzunluğundaki hatta 191 bin 428, Ermenistan sınırındaki 17 kilometrelik hatta ise 21 bin 984 mayın var. Bu mayınların hangi yıllarda yerleştirildiğine ilişkin bilgilerse sınırlı. Suriye sınırındaki mayınların büyük kısmının 1957-1959 yılları arasında kaçakçılığı önleme bahanesiyle yerleştirildiği biliniyor. Ancak kaçakçılığın önlenmek bir yana, bu yıllardan sonra daha da arttığı da açık. Gerçek sebep ise, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye yakın duran BAAS rejimi yüzünden Suriye’nin bir askeri tehdit olarak algılanmasıdır. Elbette bu durumun sınırın iki tarafındaki Kürtlerin bağlarını koparmak gibi önemli bir amacı da var! TC bu mayınları Ottawa Sözleşmesi gereği temizlemek için adımlar atmak, en azından adım atıyormuş gibi görünmek zorunda. Askeri ve sivil bürokrasinin direncine rağmen hükümetin bu koşullar altında geçirdiği son yasaya göre, eğer Anayasa Mahkemesi iptal etmezse, mayın temizleme işini, öncelikli olarak Milli Savunma Bakanlığı üstlenecek. Milli Savunma Bakanlığınca mayın temizleme; Kamu İhale Kanununa tâbi olmayan; savunma, güvenlik veya istihbarat alanlarıyla ilişkili Kamu İhale Kanununun istisna hükmüne göre yaptırılacak. Mayın temizleme bu usulle olmazsa Kamu İhale Kanununa göre Maliye Bakanlığınca hizmet satın alınarak gerçekleştirilecek. Mayından temizlenen alanlardaki Hazine taşınmazlarının tasarrufu, Maliye Bakanlığına geçecek. Mayın temizleme bu iki usulle de olmazsa; Devlet İhale ve Kamu İhale Kanunlarına tâbi olmadan, bu toprakların tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında ihale edilecek. Mayın temizleme ihalesi, kullanım süresinden en fazla indirimi teklif edene verilecek. Toprağın yapısına bağlı olarak mayın temizlemenin maliyeti değişiyor. Metrekare başına maliyet dünyada 50 sent ile 3 dolar arasında oynuyor. Ancak hiçbir şirket, temizlenecek arazi için yüzde 100 temizlendi garantisi veremiyor. Şirketler en fazla yüzde 99,6’lık bir garanti verebili-
18
Temmuz 2009 • sayı: 52
yor. Yani yaklaşık 615 bin mayının gömülü olduğu Suriye sınırında yapılacak temizlikte 2 bin 500 civarında mayının bulunamaması riski var. Hükümetin teklifinde, mayınlanmış toprakların yıllardır sorunlarını yaşayan, sakat kalan, ölen, aç kalan gerçek sahipleri için bir şey yoktur. Büyük kapitalistler içinse yaratılmış yeni bir kâr kapısı söz konusudur.
Mayınlar temizlenirken başka neler yapılmalı? Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker’e göre mayınlı arazilerin temizlendikten sonra köylülere verilmesinin hiçbir ekonomik getirisi yok. Bu yüzden büyük kapitalistlere verilmeli! Durum gerçekten böyle mi acaba? TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, yaptığı açıklamada, yöre halkından yarım yüzyıl evvel alınarak kamulaştırılan mayınlı arazilerin işlemeli tarıma elverişli bölümünün, illere göre değişmekle birlikte, yüzde 80’e yakın bir oranda, yaklaşık 170 bin dekar olduğunu ve bu arazinin yüzde 70’inin sulanabilir özellikler taşıdığını söylüyor. Günaydın’ın yaptığı hesaba göre, bu tarım alanı, Türkiye’de ortalama işletme ölçeği olan 59 dekarlık işletmelere bölündüğünde, 2881 adet tarım işletmesi doğmaktadır. Her bir hanenin en iyimser tahminle tarım işinde çalışabilecek yaşta olan 5 kişiden oluştuğu düşünüldüğünde de, bu durumda 14 bin 405 kişilik bir istihdam kapasitesi ortaya çıkmaktadır. Bu toprakların 50 yıldan fazladır işlenmemiş, dolayısıyla kimyasal kirliliğe uğramamış olması sayesinde “organik tarım”a uygun olması da önemli bir avantajdır. Türkiye’deki “organik tarım” verilerine bakıldığında, “organik tarım” ürünlerinin ihracat değeri, kilogram başına yaklaşık 2-3 dolardır. Bu veriden yola çıkıldığında, bu arazinin “organik tarım” üretim miktarı Türkiye ortalamalarına göre yaklaşık 66 bin ton, ihracat fiyatlarıyla değeri ise ortalama 150 milyon dolar olacaktır. İşçi sınıfı, bu toprakların bir an önce mayından arındırılması ve bu toprakların yoksul köylülere verilmesi talebini yükseltmelidir. Bunun yanı sıra, bölgede toprak reformu yapılmalı ve topraklar kooperatifler halinde topraksız köylülere dağıtılmalıdır. Üstelik bu köylülere gelişmiş tarım tekniklerini öğrenebilecekleri ve uygulayabilecekleri imkânlar sağlanmalıdır. Bölge halkı geçmişte mayınlar yüzünden de ağır bedeller ödemiştir. Binlerce insan mağdur olmuş, kimi sakat kalırken, kimi de hayatını kaybetmiştir. Sınırın iki tarafında kalan aynı aileden insanlar arasındaki iletişim bile mayınlar yüzünden ortadan kalkmıştır. Bu yüzden sınırlar ardına kadar koşulsuz açılmalıdır.
“İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati /1 Levent Toprak
G
eçtiğimiz Mayıs ayının başlarında Türkiye’de iki büyük uluslararası organizasyon gerçekleşti. 145 ülkeden 2300 işadamı ile Türkiye’den 3000’i aşkın işadamını bir araya toplayan Dünya Ticaret Köprüsü adlı organizasyon ve yine 115 ülkeden 700 öğrencinin katıldığı, medyada oldukça geniş yer verilen Türkçe Olimpiyatları. Birçok devlet adamı ve siyasetçinin de arzı endam ettiği bu iki organizasyonun ortak yanı, örgütleyicisinin Fethullah Gülen cemaati olmasıydı. Böylece artan ölçüde bir tartışma konusu olan cemaatin ulaştığı güç ve etkinlik düzeyi hakkında son yılların göstergelerine yeni ve çarpıcı bir sayfa daha eklenmiş oldu. Elbette Fethullahçı cemaat esas olarak son yıllarda kızışan egemen sınıf içi çatışmada oynadığı rol bağlamında yoğun bir tartışma konusuydu ve halen de öyledir. Nitekim son günlerde ortaya çıkarılan yeni gizli belge (“AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı”) vesilesiyle de tartışılan başlıca konulardan biridir. Cemaatin genelde devlet aygıtı ve özelde de kritik bir önem taşıyan polisteki örgütlenmesinin bu çatışmada oynadığı etkin rol artık kimsenin şüphe etmediği bir gerçekliktir. Tüm bunlara cemaatin uluslararası bağlantıları, medya gücü, eğitim alanındaki binlerce kuruluşu ve 100’ü aşkın ülkeye yayılmış misyonerlik benzeri kapsamlı faaliyeti eklenince, dikkat çekici bir manzaranın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu bağlamda genelde “İslamcı” sermayenin özelde de onun en güçlü parçası görünümündeki Fethullahçıların ulaşmış olduğu düzey, çoğunlukla Kemalist hezeyanlarla bezenmiş tutum ve değerlendirmelere konu olmuştur. Oysa konuyu sığ “şeriat” hezeyanları temelinde değil, devrimci işçi sınıfı perspektifinden ele alma zorunluluğu vardır. Daha baştan vurgulamak gerekiyor ki, Türkiye’de şu anda cereyan etmekte olan çekişme bir şeriat-laiklik mücadelesi değildir. Din unsuru çok büyük oranda sorunların gerçek özünü örtmeye yarayan yüzeysel bir kabuk düzeyindedir. Gerçek mesele, egemen sınıfın de-
Genelde “İslamcı” sermayenin özelde de onun en güçlü parçası görünümündeki Fethullahçıların ulaşmış olduğu düzey, çoğunlukla Kemalist hezeyanlarla bezenmiş tutum ve değerlendirmelere konu olmuştur. Oysa konuyu sığ “şeriat” hezeyanları temelinde değil, devrimci işçi sınıfı perspektifinden ele alma zorunluluğu vardır. Türkiye’de şu anda cereyan etmekte olan çekişme bir şeriat-laiklik mücadelesi değildir. Din unsuru çok büyük oranda sorunların gerçek özünü örtmeye yarayan yüzeysel bir kabuk düzeyindedir. Gerçek mesele, egemen sınıfın değişik kesimleri arasında yaşanan ve dış faktörlerle de önemli ölçüde belirlenen bir çıkar ve iktidar mücadelesidir.
19
marksist tutum
MÜSİAD Genel Kurulu, 2008
ğişik kesimleri arasında yaşanan ve dış faktörlerle de önemli ölçüde belirlenen bir çıkar ve iktidar mücadelesidir. Bu kesimler son tahlilde aynı burjuva sınıfın bileşenleri oldukları için ve bu sınıf da toplumun sömürücü küçük bir azınlığını oluşturduğu için, bunlar arasındaki ayrımları çok keskin hatlı, katı ve kalıcı ayrımlar olarak görmek doğru değildir. Aksine bu ayrımlar belli ölçülerde bulanıktırlar, geçişler vardır ve bir değişim içindedirler. Ancak tüm bu kayıtlara rağmen birtakım ayrımların olduğu da bir gerçektir. Önemli olan bunu işçi sınıfının devrimci perspektifi içinde diyalektik bir bakışla görmeyi ve bu temelde doğru tutumlar almayı başarmaktır. O nedenle İslamcı sermaye ve Fethullahçılık meselesinin öncelikle burjuvazi içi çatışmada nasıl bir yere oturduğunu kısaca da olsa ortaya koymakta yarar var.
İslamcı sermaye ve burjuvazi içi kapışma Çokça vurguladığımız gibi, işçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle Türkiye’de siyasal mücadeleler alanına uzunca bir dönemdir hâkim olan olgu egemen sınıf içi mücadelelerdir. Bu mücadelenin tarihsel kökenlerini, güncel seyrini ve çeşitli görünümlerini Marksist Tutum sayfalarında uzunca bir süredir ele almaktayız. Kısaca ifade edecek olursak, bu mücadelenin temel eksenini, büyük sermayenin askeri-sivil bürokrasinin vesayet sistemiyle yaşadığı çelişkiler oluşturmaktaydı. Bu da büyük sermayenin sözde demokratlığından değil, ulaştığı gelişme aşamasının çok yönlü nesnel gereklerinden kaynaklanmaktaydı. Aynı zamanda emperyalist dünya sistemindeki değişimler, süreçler ve etkilerle de bağlantılı olan bu temel eksen bugün de varlığını korumaktadır. Ancak, zaman içinde daha da belirginleşen biçimde, bu eksene bir diğer alt eksen de eklenmiştir. Bu da, kaba bir tarifle TÜSİAD’çı diyebileceğimiz geleneksel büyük sermaye ile çekişen yeni sermaye öbekleşmelerinin oluş-
20
Temmuz 2009 • sayı: 52
maya ve güçlenmeye başlamasından kaynaklanmaktadır. Bu bahiste başlıca öbekleşmeler olarak MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) ve başta söz ettiğimiz Dünya Ticaret Köprüsü organizasyonunu gerçekleştiren TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) sayılabilir. İrili ufaklı binlerce kapitalisti kapsayan bu örgütlenmelerin belirgin ve ortak yanı İslamimuhafazakâr bir dünya görüşüne bağlı görünmeleridir. 1990’da kurulan MÜSİAD 2008 yılı itibarıyla 3000 civarında üyeye sahip ve bu patronların kontrolündeki şirketler 28 ile yayılmış 10 binden fazla işyerinde toplam olarak GSMH’nin %6 ilâ 8’lik bir kısmını üretiyor ve ihracatın da %11,5’ini gerçekleştiriyorlar. Bir karşılaştırma için TÜSİAD’a ait rakamlara bakacak olursak, 2007 sonu itibarıyla, 576 üyesi olan TÜSİAD, GSMH’nin yaklaşık yüzde 38’ini, ihracatın da yüzde 45’ini gerçekleştiriyor. Fethullahçı cemaatin işadamı örgütlenmesi olarak bilinen TUSKON ise 80 ilde faaliyet gösteren 12 bin üyeye sahip ve 2005 yılında kurulmuş. TUSKON’un GSMH ve ihracat payına ilişkin bir veri bulunmuyorsa da, yukarıda bahsedilen Dünya Ticaret Köprüsü’nde bu işadamlarının kurduğu ticari bağlantıların toplam hacminin 7 milyar doları aştığı söyleniyor.1 Bu rakamların önemli büyüklükleri ifade ettikleri açık. Büyük sermaye kategorisine girebilecek çok sayıda holdingi de içeren bu öbekleşmelerin asıl dikkat çekici özelliği, oldukça hareketli ve iştahlı görünen, yeni yeni türeyen çok sayıda küçük ve orta ölçekli kapitalisti içermesi. Eskiden bu ölçektekiler için düşünülemeyecek bir hareketlilik içinde olan bu kapitalistler bazı bakımlardan Masonik bir dayanışma içinde dünyanın en ücra köşelerinde bile iş kovalıyorlar. İslami-muhafazakâr bir görünüm arz eden bu kapitalistler, Türkiye’deki özgün süreçlerin bir ürünü olarak, sahip oldukları sermaye gücünden daha büyük bir siyasaltoplumsal güce sahip olmaları nedeniyle, çok ciddi avantajlara mahzar olmuş ve bu olanakları büyük bir iştahla sömürerek çok hızlı büyümüşlerdir. Bu durum özellikle AKP’nin tek başına hükümet olduğu son 7 yılda olağanüstü bir ivme kazanmış ve böylece sermaye sınıfının safları bu yeni unsurlarla kalabalıklaşmıştır.2 Bu görece yeni sermaye kesimlerinin hızlı gelişimi ve boylarını aşan bir siyasal etki ve avantaj kazanmaları, TÜSİAD’cı sermaye kesimlerini de zamanla artan ölçüde tedirgin etmeye başlamış ve bu olgu son yıllarda daha belirgin biçimde olmak üzere egemen sınıf içi mücadeleye
sayı: 52 • Temmuz 2009
farklı bir boyut eklemiştir. TÜSİAD’ın AKP hükümetine verdiği desteğin zaman içinde dalgalı bir seyir almasının en temel sebeplerinden birisi budur. Ordu ve AKP’nin ön planda yer aldığı son dönemdeki kapışmada, TÜSİAD’ın ana çizgileriyle AKP’nin politikalarından yana olmasına rağmen, belli momentlerde ona karşı bir tutum alması konjonktürel kaygıların yanı sıra bu genel hususla ilişkilidir. Burada önemli bir nokta da, büyük sanayi üretiminin Anadolu’da da daha belirleyici biçimde gelişmesidir. Yakın zamana kadar ve halen de önemli ölçüde, Anadolu’da esasen ticaret yoluyla az çok sermaye biriktiren yerel sermayedarlar ilk fırsatta soluğu ülkenin batısındaki metropollerde alıyor ve büyümelerini asıl olarak buralarda gerçekleştirmeye başladıkları büyük yatırımlarla sağlıyorlardı. Bugünkü en büyük burjuvaların çoğu bu yoldan geçmiştir (bu en büyükler içinde en eski olanlar için önemli bir zenginlik kaynağı da, zorla kovulan gayrimüslimlerin gasp ve talan edilen mal varlıklarıydı). Bunlar diğer taraftan Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş ideolojisi olan Kemalizmin genel değerleri ve söylemiyle barışık idiler. “Çağdaş”, “batılı” yaşam ideolojisine bağlı, canlı sosyete yaşantılarıyla ve bir ayaklarının sürekli Avrupa’da olmasıyla, genel Kemalist “çağdaş uygarlık” şablonuna uymada kusur etmiyorlardı. Bu Anadolu’dan metropol bölgelere akış süreci yine devam etmekle beraber, 1980’li yıllarda başlayan süreçte başka bir eğilim de gelişti. Anadolu’da da bazı sanayi merkezleri (Kayseri, Gaziantep, Konya, Denizli gibi) oluşmaya, buralarda da önemli yatırımlar gerçekleştirilmeye başladı. Bu görece yeni burjuvalar öncekilerden farklı olarak genel dünya görüşü açısından Kemalizme mesafeli, dine daha eğilimli bir profil çiziyorlardı. Aslında bu ideolojik profil sadece Anadolu’da yatırıma yönelen bu kesimde değil, 1980’lerden itibaren, Anadolu’dan kalkıp metropolün yolunu tutan sermaye unsurları arasında da yaygınlaşmaya başladı. Nesnel planda kaçınılmaz biçimde TÜSİAD’cı sermayeye rakip olarak şekillenen bu sermaye kesimleri ve örgütlenmeleri şüphesiz sermaye gücü olarak henüz TÜSİAD’ın oldukça gerisindedirler. Ancak AKP hükümetiyle çok daha doğrudan ve organik ilişkileri nedeniyle sağladıkları olağanüstü büyüme TÜSİAD için endişe kaynağı oluşturmaya başlamıştır. Son günlerde TÜSİAD’ın hükümetten Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) tasfiye edilmesini talep etmesi bununla ilgilidir. Çünkü TİM esas olarak bu TÜSİAD dışı rakip kesimlerin daha etkin olduğu bir yapılanmadır. Ayrıca, TÜSİAD, Anadolu’daki küçük ve orta ölçekli kapitalistlerin kendi yörüngesinden çıkış eğilimini dizginlemek ve geriye çevirebilmek için bu kesimlere yönelik yaygın bir örgütlenmeye de girişmiştir. Bu tür binlerce (2008 itibarıyla 9600) irili ufaklı kapitalistin çatısı altında toplandığı TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu), TÜSİAD öncülüğüyle oluşturulmuştur
marksist tutum
ve onun yönlendirmesindedir.
Nasıl oldu? Bu farklılaşma nereden kaynaklanıyor? Çok özet bir ifadeyle belirtelim ki, doğuşunda bu farklılaşmayı yaratan etmen politik-ideolojik etmendir. Şöyle ki, bu sermaye kesimleri, diyelim geleneksel büyük sermayeyle çatıştıkları için sonradan kendilerine bir çıkış yolu olarak İslamcımuhafazakâr bir siyasal-ideolojik yönelime girmiş değildirler. Dinsel ve siyasal bir olgu olarak varolan cemaat ve tarikatlar ile İslamcı siyasal akımlar, başlangıçta kendilerini koruyup güçlendirmek ve kendi dünya tasavvurlarına uygun şekilde yaşayabilmek için ekonomik güç edinmeye yönelmişlerdir. Dolayısıyla işin tarihsel köklerine gidildiğinde, elimizde ekonomik bir olgu sıfatıyla “İslamcı” sermaye değil, siyasi-dinsel bir olgu olarak İslamcı akım vardır. “İslamcı” sermaye İslamcı akımdan doğmuştur. Bizce burada kilit önemde olan faktör, genel olarak 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde hem dünyada hem onun bir parçası olarak Türkiye’de İslamcı akımın kapitalist düzenin bekâsı için gördüğü hizmettir. Bu olgu aynı zamanda Fethullah Gülen’in hikâyesinin de anahtarı niteliğinde olduğu için, bunu kısaca hatırlamakta yarar var. Sovyetler Birliği’nin komşusu olan stratejik konumlu bir ülke olarak Türkiye’nin “komünizm tehlikesine” karşı korunması ve emperyalist Batı’ya kalkan oluşturması, emperyalistler ve yerli egemen sınıflar için hayati bir önem taşıyordu. Bu nedenle cumhuriyetin kuruluşundan itibaren komünist akımın gelişmemesi için olağanüstü baskıcı önlemler uygulanmış, ama özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde buna ideolojik baraj olarak İslam’ın kullanımı da eklenmiştir. Dünyada 50’lerden başlayarak ve 60’ların başlarıyla birlikte ivmelenen halkların sola kayışı karşısında, bu dini kisveli karşı-devrimci örgütlenmeler emperyalistler tarafından daha da güçlendirilmiştir. Bu iş için İslam ülkelerinde İslam, diğer ülkelerde ise genellikle Hıristiyanlık kullanılmıştır. Meselâ emperyalistler için son derece önemli olan Kore’nin “komünizme” kaptırılmaması için, daha 50’lerin başından beri yürütülen faaliyetlerin en önemli parçalarından biri, orada örgütlenen Hıristiyan Moon tarikatıydı. Bu Moon tarikatı CIA desteğiyle başta ABD olmak üzere tüm dünyada anti-komünist misyonerlik faaliyetlerinin önemli bir odağı olmuştur. Türkiye egemen sınıfının özgül ideolojisi olarak şekillendirilen Kemalizmin bu yeni dünya koşullarında geniş işçi-emekçi kitleler içinde sosyalist fikirlere karşı bir baraj oluşturması mümkün değildi. Çünkü Kemalizmin geniş yoksul emekçi kitleler içindeki toplumsal tabanı son derece dardı. Sosyalist harekete yönelik doğrudan şiddet yoluyla ezme çabası bir koldan yürütülürken, geniş kitleler içinde asıl ideolojik barajı ancak dinsel önyargıların uyarı-
21
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
lıp pekiştirilmesi oluşturabilirdi. Bu nedenle de bu akımlara göz yumulup yol verildi. Dünya ölçeğinde komünizme karşı mücadelenin bir parçası olarak merkezi biçimde CIA tarafından örgütlenen Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzeri karşı-devrimci yapılar bu bağlamda Türkiye’de de örgütlendi. Faşistlerin yanı sıra Türkiye’de bu işi yürütenlerin önemli bölümü İslamcılardı. Ve Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Derneği’nin en erken şubelerinden birisi Erzurum’da Fethullah Gülen’in de içinde yer aldığı kişilerce oluşturuldu. Yeri gelmişken belirtelim ki, bugün Türkiye’de siyaset sahnesinde boy gösteren birçok sağcı lider, yazar ve önde gelen burjuva siyasetçiler bu derneklerden geçmiştir. Yine de bu hikâyede kritik dönüm noktası 12 Eylüldür. Sosyalist örgütlenmeler ve aktif unsurlar askeri faşist darbeyle fiziken yok edilme noktasına getirildiyse de, yine de toplumun hatırı sayılır bir kesimine yayılmış olan sosyalist düşünceye sempati ve yakınlıkların da kazınması gerekiyordu. Bunun için bizzat askeri cunta eliyle İslamcı eğilimler özellikle güçlendirildi. Fethullah Gülen bu darbe destekçisi İslamcılar arasında özellikle önde gelen bir şahsiyetti. O zamanlar bu cemaatin en önemli ve kaynak niteliğindeki yayın organı olan Sızıntı dergisinde darbeyi ve onun en insanlık dışı uygulamalarını destekleyen yazılar fütursuzca yayınlanıyor, darbe lideri Kenan Evren adeta evliya gibi sunuluyordu. Aynı şeyler Gülen’in vaazlarında da yapılıyordu. Hatta bu darbe destekçisi tutum, darbenin gadrine uğrayan diğer İslamcı akımlar tarafından bile ağır bir biçimde eleştiri konusu olmaktaydı. Hakkında biçimsel olarak yakalama emri olan Fethullah Gülen, askeri kışlalara bile girip çıktığı halde her nasılsa yakalanamıyor, hatta bir keresinde gözaltına alındığı halde derhal serbest bırakılıyordu. Cunta rejiminin o dönemde Gülen’e göz yumduğu açıktır ve Gülen’in kendisi de bir söyleşisinde bunu itiraf etmektedir. Kendisi de bir tarikat mensubu olan ve cuntanın ekonomi işlerinden sorumlu kılınan Turgut Özal, cunta rejimi sonrası bir siyasi lider ve başbakan olarak iktidara geçince, bu aynı eğilime iktisadi planda da büyük bir itilim
22
verildi. Böylece İslamcı güçler siyasi, sosyal ve iktisadi anlamda bütünsel olarak geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde ciddi bir gelişme yaşadılar. Bu palazlanmada, İslamiyetin ticareti ve zenginleşmeyi yücelten ideolojik mesajının kolaylaştırıcı bir rol oynadığını da yeri gelmişken hatırlatalım. Bu süreci hızlandıran bir başka önemli gelişme ise 1990 dönemecinde SSCB’nin çöküşü ve dağılması oldu. Böylelikle bu güçlerin daha da gelişmesi için yepyeni ufuklar açıldı. Ortadoğu ve Orta Asya’ya uzanan geniş Türki-İslam coğrafyasını emperyalizmin nüfuzuna sokabilmek için Türkiye’nin üstlendiği rol çerçevesinde, bu İslamcı unsurlar ideolojikkültürel yatkınlıkları ile önemli bir misyona soyundular. Diğer taraftan, hızlanan kapitalist gelişmeyle ve kente göçün olağanüstü yoğunlaşmasının etkisiyle, bu akımların etkilerinin artışı için çok daha uygun bir toplumsal iklim oluşmuştur. Üç bakımdan: 1) solun yokluğu, 2) taşralı kitlelerin kapitalist kent cangılında her yönden sığınak arayışı nedeniyle dine meyletmeleri, 3) patronaj ilişkileri (kayırmacı ve korumacı ilişkiler). Çok uzatmadan söylemek gerekirse, nihayetinde, bu toplumsal-siyasal-ekonomik dinamikler, önce gayet manidar biçimde belediyelerde, sonra da merkezi siyaset düzleminde Refah Partisinin ve ardından AKP’nin seçim başarılarının temelini oluşturmuştur. Böylece son tahlilde bu akımların içinden gelen kadrolar ilk kez parlamento çoğunluklarını ele geçirecek düzeyde bir siyasi güç konumuna ulaşmışlardır. Bu bakımdan bugünkü sorunu bir yönüyle şöyle de tarif etmek mümkündür. Türkiye’de geleneksel büyük sermayenin ve askeri-sivil bürokrasinin geçmişte işçi sınıfına karşı kullanıp beslediği İslamcı akımlar, sonradan onların istemedikleri ölçüde büyük bir rakip sermaye gücünün oluşumuna kaynaklık ettiler. (devam edecek)
__________________________ 1
MÜSİAD ve TUSKON’un yanı sıra benzer profile sahip bir başka işadamı örgütlenmesi de 1998’de kurulan ASKON (Anadolu Aslanları İşadamları Derneği). ASKON kendi iddiasına göre toplam 2,5 milyar dolarlık sermayeyi kontrol ediyor ve 125 bin işçi çalıştırıyor.
2
Bu örgütlü kesimlere dahil olmayıp AKP’ye yanaşan, sayısı ve büyüklüğü hiç de önemsiz olmayan bir diğer kesim de bulunmaktadır. Bunlar arasında tanınmış Çalık ve Ethem Sancak gibi tekelci kapitalistler de yer almaktadır. Aynı zamanda Star Gazetesi ve Kanal 24’ün de sahibi olan Ethem Sancak’ın durumu özellikle çarpıcıdır. Kısa süre öncesine kadar bir TÜSİAD üyesi olan bu zat, AKP ile TÜSİAD arasında yaşanan sorunlar dolayısıyla TÜSİAD’dan ayrılmış ve ayrılırken de özellikle Fethullahçı TUSKON’a övgüler düzmüştür. Sonuç olarak AKP’yi destekleyen ve onun tarafından desteklenip palazlandırılan hayli geniş bir sermaye kesimi oluşmuştur.
Sen Yolunda Yürü!.. Elif Çağlı
A
BD’de Bush döneminin kapanıp Obama döneminin açılmasıyla birlikte, kitleleri kandırmaya yönelik bir büyük oyun sahnelenmeye başlandı. Güya bugün yaşanmakta olan sıkıntılı günlerin ardından kapitalizm feraha çıkacak ve dünyaya bir barış ve iyileşme dönemi gelecekmiş! Böylece derin bir kriz içinde kıvranan kapitalizmin yarattığı ve daha da yaratacağı belâlar gözlerden gizlenmeye ve artık tam bir yalan imparatorluğuna dönüşmüş bulunan sistemin bekası sağlanmaya çalışılmaktadır. Dünyanın işçi emekçi kitleleri aslında sopa ile bastırılıp sindirilmek istenirken onlara sanki havuç sallarmış gibi yapmak, Obama başkanlığındaki kapitalist sistemin güncel taktiği haline gelmiştir. Bu taktik kitlelere, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyanın artık yeni bir döneme girdiği propagandası eşliğinde dayatılıyor. İşin gerçeğini bilenler, aslında hiç de yeni bir döneme girilmediğinin ve kapitalizmin sistem krizinin zamanla daha da şiddetlenerek süreceğinin çok iyi farkındalar. Fakat bu gerçeklere rağmen, dünyanın bütün ülkelerinde sağlı sollu tüm burjuva partilerin ve tüm düzen güçlerinin, kapitalizmin çıkarları açısından kitleleri şu ya da bu yalanlarla oyalamaya çalışacakları açıktır. Bu durum, gerçekte nasıl bir tarihsel dönemden geçildiği konusundaki doğru ve devrimci yanıtların önemini misliyle arttırıyor. Ama kuşkusuz asıl gerekli olan, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmek üzere tutarlı ve sebatlı bir devrimci mücadele yürütebilmektir. Günümüzün temel sorunu budur. Ve bu sorun örgütlü mücadelenin önemini bir kez daha ortaya koyduğu gibi, örgütsel konularda isabetli ve net bir sınıf çizgisinin izlenmesi gereğini de yakıcı biçimde devrimcilerin önüne koymuş bulunuyor!
Kapitalist dünyanın gerçekleri Dünyayı işçi-emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda devrimci tarzda değiştirebilmek için, öncelikle somut ko-
şulları Marksizm temelinde kapsamlı biçimde kavramak gerekiyor. Bu nedenle pek çok yazımızda, kapitalizmin derin krizinin ve bu krizin ürünü olan çeşitli sorunların üzerinde durmaya çalışıyoruz. Aslında bugünü kavrama çabamız, gelişmekte olan sistem krizinin işaretlerini çözümlediğimiz bir tarihsel dönemece doğru gerilere uzanıyor. Henüz daha Gorbaçov’un “Sovyetler Birliği” ayakta iken kaleme aldığımız bir çalışmanın girişinde, açılmakta olan süreci ve bu sürecin çatışmalı ve patlamalı karakterini şu şekilde ortaya koymuştuk: “Kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi sona eriyor… Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız”. (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.) Aradan geçen yıllar bu ve benzeri çözümlemeleri doğrularken, tam tersi yönde görüşlerle siyasi çizgi oluşturmaya çalışanları yalanladı. Hatırlanacaktır, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü dönemlerden başlayarak yükseltilen burjuva propagandalara, sosyalizmin artık tarihe karıştığı ve kapitalizmin bundan böyle bunalımsız ve barışçı bir küreselleşme dönemine girdiği şeklindeki argümanlar eşlik ediyordu. Aslında bu argümanlar, dönemin koşulları nedeniyle bir hayli rağbet gören ama özünde egemen sınıf ideolojisinin ardından sürüklenmekten başka bir “meziyete” sahip bulunmayan bilumum dönek, oportünist ve reformist solculuğun alâmeti farikalarıydı. Emperyalist-kapitalist sistemin özelliklerini kavrayamayan veya kavramak istemeyen tüm dar kafalılar ya da inkârcılar tam bir “barış” sarhoşluğuna sürüklenmişlerken, dünyanın çeşitli bölgelerini büyük güçler arasındaki hegemonya çekişmesinin ürünü olan sıcak savaşların alevleri sardı. Böylece, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte bir “soğuk savaş” döneminin kapandığı ve dünyada yeni bir
23
marksist tutum
Temmuz 2009 • sayı: 52
dönemin açıldığı yoolduğunu kavramaya lundaki görüş doğruyetecektir. lanmış oluyordu. Fakat Geçmişte ortalama açılan bu “yeni dönem” kâr oranlarında sistem kapitalizm açısından düzeyinde çok ürkütühiç de küresel bir refah cü düşüşler yaşandığınya da barış dönemi deda, anlamlı bir yükseliş, ğil, tam tersine bir sıancak dünya savaşı olacak savaş, ekonomik rak adlandırılan yaygın çöküntü ve siyasal isemperyalist paylaşım satikrarsızlık dönemi olavaşlarını takiben sağlacaktı. nabilmişti. Bu savaşlaGünümüzde son rın üretici güçler ve inderece aşikâr olan bir san yaşamında yarattığı gerçeklik var. Kapitalist tahribatlar korkunçtu. toplum pek çok emareBu bakımdan, kapitalizAskeri nin ortaya koyduğu üzere büyük bir çıkmazla me özgü “yık-yap” yöntemiyle sağlanan bir harcamaların yüz yüze bulunuyor. Burjuvazinin “küresel ekoekonomik canlanma aslında tarihsel açıdan pove savaş araçnomi” diyerek o pek övündüğü ekonomik sistezitif bir değer taşımıyor. Dolayısıyla bugün yigereçleri mi artık zayıf bir iç dinamiği ve giderek tarihsel ne kapitalizm temelinde “yık-yap” yöntemiyle üretiminin bir tükenmişlik eğilimini gözler önüne seriyor. tırmandırılması sağlanacak yeni bir ekonomik canlanmaya bel Kapitalist sistem uzun bir süredir içinden çıkılabağlamak ve üstelik de kitlelerin bunu olağan neticesinde mayan ve bu nedenle de dünyanın tüm burjuva karşılamasına hizmet etmek şeytanın avukatlıdünyamız tam güçlerini aslında derinden derine tedirgin eden bir cephaneliğe ğına soyunmak demektir. Ayrıca bir fizik yasadönüşmüştür. bir durgunluk içinde. Genel eğilim buyken, ara sı kadar kesin olan bir başka gerçeklik daha ara yaşanan sektörel canlanmalar geçici ve kısmi Diğer yandan o var. Kapitalist sistemin her bir büyük bunalım olgular olarak kalıyor. Bu tip yükselişlerin kapi- üretilen silahlar dönemi bir öncekine oranla daha yıkıcı seyretalist sistemin bütünsel gidişatında anlamlı bir durduğu yerde diyor. Ve devrimci mücadelenin zaafları nededurmamakta ve canlanma ve iyileşme yaratamadığı çok açık. niyle kapitalizme yaşama şansı tanınıp böyle çeşitli yoksul Dünya ölçeğinde yaşanan bu kriz, kapitalist halk kitlelerinin bir dönemi atlatması sağlandığında, sistem yeüretim tarzının Marksizm tarafından açıklığa kani bir bunalım dönemini olgunlaştırmaya koüzerine ölüm vuşturulan temel işleyiş yasalarının ürünüdür. yuluyor. kusarak Örneğin uzun süredir en başta gelişkin kapitalist tüketilmektedir. Bu yasa, bugün kapitalizmin yaşadığı üçünülkeleri pençesine almış bulunan inatçı resesyon cü büyük krizin yaratacağı sonuçlar bakımınya da ortalama kâr hadlerindeki tarihsel düşüş eğilimi bu dan yeterince fikir vermektedir. Daha önceki sistem krizi yasaların somut yansımalarıdır. Keza kapitalist sistem artık döneminden kapitalist blokun tartışmasız hegemon gücü ekonomik canlanmaların kısa, gerileme ve durgunluk döolarak çıkan ABD, şimdilerde giderek büyüyen ekonomik nemlerinin ise uzun sürdüğü tipten bir tarihsel gidişat sersorunlarla boğuşur haldedir. Sovyetler Birliği’nin çökügilemektedir. Uzun yıllar boyunca ekonomiye canlılık aşışünden sonra dünyada tek başına kalan bu süper gücün lamak için başvurulan kredi ve kamu harcamaları sistemi hegemon konumu eski dönemlere oranla ciddi sarsıntılar aşınmış ve eski etkinliğini yitirmiştir. geçiriyor. Fakat yine de ABD, hâlâ ekonomik, politik ve Özetle geçmişte ekonomiyi iyileştirici faktörler olarak askeri açılardan dünyanın en büyük gücü olmayı sürdürüdeğerlendirilen mekanizmalar şimdilerde adeta yeni birer yor. sorun kaynağına dönüşmüştür. Ve daha da önemlisi, kapiDünyanın Avrupa Birliği, Rusya, Çin veya Japonya gitalizmin bunların yerine koyabileceği yeni iyileştirici mebi diğer büyük güç merkezleri ABD ile çok yönlü ekonokanizmalar bulamamasıdır. Bu köhnemiş sistem bu saatmik ilişkiler içinde olsalar da, onun hegemonya tahtına şu ten sonra önemli yenilikler ve atılımlar yaratma şansına ya da bu ölçüde göz dikmektedirler. Zaten kapitalizm büsahip değildir. Esasen kapitalizmin emperyalist aşamasının yük güçler arasında yaşanan kıyasıya bir rekabet olmadan tarihi, sistemin çok ciddi anlamda birikimli sorunlar ve varlığını sürdüremez. Bu nedenle bu tekelci rekabet ve bu büyük bunalımlar yaşadığı dönemlerde yeni bir canlanmasayılan emperyalist güçler arasında buradan kaynaklanan nın ancak “önce yık-sonra yap” yöntemiyle sağlanabildiğiçatışmalar eksik olmayacaktır. Ama henüz hiçbir başka ni gözler önüne seriyor. Sadece bu “canlandırıcı” yöntegüç ABD’nin tahtını kapacak kudrete sahip değildir. Bu min niteliğini düşünmek bile, kapitalizmin kitlelerin çıdurum günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin dekarları açısından ne denli mantıksız ve akıl dışı bir sistem rinliğini ve şiddetini büsbütün yoğunlaştıran bir faktör-
24
sayı: 52 • Temmuz 2009
dür. Zira ne kapitalist sistemin mevcut hegemonu yaşanan bunalımdan kendisini ve dolayısıyla peşi sıra da diğer ülkeleri rahatça kurtarma gücüne sahiptir; ne de ufukta bunu başarabilecek güçte yeni bir hegemon belirmiştir. Bu somut koşullar nedeniyle ABD hegemon konumunu dünyaya esasen siyasi ve askeri oyunlar temelinde dayatmaya çalışıyor. Ve kaçınılmaz olarak da bu hamlelere yoğun bir ideolojik savaş eşlik ediyor. Bu ideolojik savaşın temel argümanlarının Bush döneminden Obama dönemine geçişte değişir gibi görünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Pek çok düzeyde gerilim ve çatışma olasılıklarıyla dolu günümüz dünyasında kapitalist sistemin süper gücünün genel stratejisi değişmemiştir. Yapılmaya çalışılan, çeşitli yeniden paylaşım bölgelerinde halkların yaşamını tehdit eden bir savaş makinesine dönüşmüş olan ABD’nin imajını değişik gösterebilmekten ve bu amaçla makyaj tazelemekten ibarettir. Bu olgu, kapitalist sistemin içinde bulunduğu gerçek durumu da ele veriyor. Bugün özelde ABD’nin veya genelde kapitalist sistemin siyasal iklimde yumuşama yönünde bir değişim sağlayacak, örneğin sisteme karşı mücadele sinyalleri veren kitleleri havuç taktiğiyle yatıştırabilecek nefesi yoktur! O nedenle burjuva ideologları eliyle havuç verme taktiğine geçilecekmiş gibi yapılıyor; ama Obama döneminin “yeni” denilen uygulamalarının gerçek niteliğini ise “aba altından sopa gösterme” taktiği oluşturuyor. İçinden çıkılamayan bunalım koşulları nedeniyle kapitalist devletler büyük sermayeye yardım için kolları sıvamış durumdadırlar. Bu devletlerin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik “kriz paketlerinde” ise temel tüketim maddelerine zamlar, kötüleşen iş koşulları, uzayan iş saatleri, düşen ücretler, sosyal haklarda yeni kesintiler, artan işsizlik ve büyüyen konut sorunu gibi maddeler yer alıyor. İşçi-emekçi kitlelere yönelik saldırıların yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmadığı ve onların en temel demokratik haklarına doğru uzandığı, kitleler üzerindeki baskıların artırıldığı açıktır. Kapitalist devletler ideolojik aygıtlarını geliştirip güçlendirmenin yanı sıra, çeşitli baskı aygıtlarını, silahlı vurucu güçlerini yeni araç ve yöntemlerle tahkim etmektedirler. Askeri harcamaların ve kuşkusuz savaş araçgereçleri üretiminin tırmandırılması neticesinde dünyamız tam bir cephaneliğe dönüşmüştür. Diğer yandan o üretilen silahlar durduğu yerde durmamakta ve çeşitli yoksul halk kitlelerinin üzerine ölüm kusarak tüketilmektedir. Tüm dünyada militarizm inanılmaz bir hızla tırmanmaktadır. Dünyanın hemen her yerinde burjuva düzendeki askerileşmeye ve gericileşmeye bir de egemenler eliyle tam gaz yükseltilmeye çalışılan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi olgular eklemleniyor. İşçi-emekçi kitlelerin bilinci sermaye düzeninin yaydığı milliyetçilik türünden zehirlerle köreltilip, onların ulusal ve enternasyonal düzeyde birleşik kitlesel mücadeleleri engellenmeye çalışılıyor. Kapitalist güçler global ölçekte yaşanan çok yönlü kriz koşulları nedeniyle
marksist tutum
kitlelere gelecek konusunda hiçbir olumlu beklenti aşılayamıyorlar. Bu sorun derinleştiği ölçüde burjuva düzen tüm ideolojik araçlarını, görsel ve yazılı medyayı seferber ederek yapay gündemler ve sahte düşman temaları yaratmaya hız vermektedir. Egemenler yaydıkları çeşitli korku motifleriyle toplumu paralize ediyor, kitlelerin düşünce kapasitesini köreltiyor ve onları uyuşturmak için mistisizmi ve hurafelere inanmayı körüklüyorlar. Dünya ölçeğinde yaşanan bir başka gerçekliği ise, egemen kapitalist güçlerin yalnızca ekonomik açıdan değil siyasal açıdan da krizlerine kökten çözümler bulamamaları oluşturuyor. Bu bakımdan derinlemesine düşünülecek olursa, aslında tüm dünya bir politik istikrarsızlık arenasına dönüşmüş durumdadır. Burjuva siyaseti ve siyasetçileri kitlelerin gözünde itibar yitirmeyi sürdürüyor. Başına sağ ya da sol, liberal veya muhafazakâr vb. sıfatlarının eklendiği burjuva partilerin hükümet etmede yer değiştirmeleri, neticede hiçbir köklü değişime yol açmamaktadır. Zaten her bir genel seçim dönemini takip eden kısa bir süre içinde bu durum kitlesel düzeyde dillendirilmeye başlanıyor. Günümüzde çeşitli burjuva partilerinin programları arasındaki farklıklar azalmış ve hangisine neden sağ ya da hangisine neden sol parti vb. dendiğinin de giderek hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır. Burjuva demokrasisinin işleyişi bakımından çeşitli kapitalist ülkeler arasında var olan kimi farklar da genel gericileşme lehine kapanıyor. Örneğin Türkiye gibi, tarihi boyunca despotizmin baskısı altında yaşamış, yakın tarihinde faşizmin yarattığı acılar içinde kıvranmış ve halen de askeri vesayet rejiminin çilelerini çeken bir ülkede Avrupa Birliği’ne katılım bir demokratikleşme umudu olarak karşılanırken, bizzat Avrupa ülkelerinde burjuva demokrasisinin sınırları daralıyor. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye üye olup olamayacağı ve böyle bir olasılığın demokratikleşmeye yol açıp açmayacağı bir yana, Avrupa Birliği’nin kendisinin kaderi belli değildir. İşte kısaca değinmeye çalıştığımız tüm bu olgular, sistemin katı gerçeklerinin üzerine Obama’nın başkanlık dönemiyle birlikte örtülmeye çalışılan iyimserlik şalının sahteliğini açığa vuruyor.
Sınıf çizgisi netleşmeli Gerçekler böylesine batıcı biçimde ortadayken, burjuva ideolojisi eliyle bir kez daha kitlesel düzeyde bir körlük ve akıl tutulması dönemi yaratılmak istenmektedir. Burjuva ideologları ve onların dümen suyundan giden bilcümle akademisyenler, entelektüeller, sol liberaller vb. dünyada asıl şimdi küresel bir işleyiş dönemine girileceği ve bunun insanlara esenlik getireceği yalanını tedavüle sokuyorlar. Burjuva iktisatçıları, bugün yaşanan sıkıntıların aslında küresel işleyişe geçiş sıkıntıları olduğuna, nihayetinde bu sıkıntıların son bulup bir refah dönemine ulaşılacağına aptalca kanmamızı istiyorlar. Soğuk savaş döneminin tam anlamıyla ancak şimdi sona ermekte olduğu gö-
25
marksist tutum
rüşü bu ideolojik güçler eliyle piyasaya sürülüyor. Ve böylece dünyada uzun süredir fiilen yaşanmakta olan sıcak savaş gerçeği hasıraltı ediliyor. Açıktır ki, burjuvazi yalnızca baskı yöntemiyle egemenliğini sürdüremez ve kitleleri yatıştırıp yanına çekmeye de ihtiyacı vardır. Ne var ki günümüz koşullarında bunu sağlamak için onlara gerçek anlamda bir toplumsal iyileştirme aracı sunamadığından, “ideolojiden” ve “ideolojik bombardımanlardan” medet umuluyor. Bu nedenle bu oyunu bozmaya çalışan ve gerçek olguları çözümleyen devrimci Marksizm önümüzdeki süreçte burjuva ideologlar eliyle bir kez daha “çağdışı” ilan edilmek istenecektir. İşçi sınıfının devrimci misyonuna inanan ve dünyanın bu temelde değişmesi için çırpınanlara, yeni bir dalga eşliğinde ortaya çıkacak olan yeni dönekler ve tasfiyeciler marifetiyle bir kez daha “dinazorlar” damgası basılacaktır. Elbette burjuvaziden ve burjuva düzen güçlerinden kendi iplerini kendi elleriyle çekmelerini ve kapitalist sistemi tehdit eden gerçekleri birer birer açıklamalarını bekleyemeyiz. O nedenle bilelim ki, burjuva ideolojik aygıtların ürettiği yalanların ardı arkası asla kesilmeyecek! Ancak daha da önemlisi, sisteme muhalifmiş gibi görünenlerin cephesinden yükseltilecek kafa karıştırıcı görüşler olacak. Bu bakımdan, örneğin liberal solun askeri vesayet rejimine karşı çıkan olumlu yönlerine fit olup onun kapitalizm yanlısı bir güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Keza kitlelerin sisteme karşı devrimci atakları yükseldiğinde, reformizm ve oportünizm de tıpkı daha önceki tarihsel örneklerde olduğu gibi yine o uğursuz rolünü oynamak isteyecektir. Bunun yanı sıra, bir yandan devrimci görünüp diğer yandan bir türlü sınıf temeline oturamayan siyasal akım ve çevrelerin işçi sınıfının militan mücadelesine verdiği zararlar da göz ardı edilmemelidir. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinde büyük önem taşıyan birkaç hususu en başta vurgulamakta yarar var. Devrimci kavramı aslında tarih boyunca farklı sınıf çıkarlarına göre farklı anlamlar yüklendi. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, küçük-burjuva devrimciliği ile proleter devrimciliğin gerek çeşitli siyasal tutumlar gerekse örgütlenme anlayışları bakımından birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldıkları kesin. Marksist tutum, bu tür ayrılıkların üzerinin örtülmemesini ve farklı sınıfsal konumlardan kaynaklanan farklı devrim ve örgüt anlayışlarının birbirine karıştırılmamasını şart koşuyor. Günümüz dünyasının yakıcı gerçekleri karşısında ne yapılması, nasıl bir siyasi ve örgütsel çizgi izlenmesi gerektiği sorusuna, işte öncelikle bu temel kalkış noktasından hareketle yanıt aranmalı. Şurası çok açık ki, burjuva solun ya da liberal solun etkisi altında siyaset belirleyecek tüm çevreler, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyada yeni ve olumlu bir dönemin açılmakta olduğu yalanının ardından sürüklenecekler. Devrimcilik proleter sınıf temelinden büsbütün uzaklaşıp küçük-burjuvalaştığı ölçüde, ideolojik ve örgütsel yaşamda tasfiyecilik eğilimi daha da güç kaza-
26
Temmuz 2009 • sayı: 52
nacak. Bunun bir neticesi olarak, zaten Marksizmi doğru dürüst içselleştirmemiş ve proleter devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmemiş tüm çevreleri dağınıklığın ve bulanıklığın egemen olacağı günler bekliyor. Böyle sallantılı bir konumda olanlardan devrimci sınıf hareketine dün bir yarar gelmemişti, bugün de gelmeyecek. Tersine bu tür çevreler, kapitalist sistemin içinde bulunduğu koşulları ve buradan kaynaklanacak yeni sorunları Marksizmin ışığında kavramaya çalışan örgütlü sınıf güçlerine kulaklarını büsbütün tıkayacaklar. İşçi sınıfı içinde devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmeye çalışan güçlere yöneltilecek yersiz suçlamaların dozu önümüzdeki dönemde daha da yükseltilecek ve sataşmaların seviyesi daha da düşecek. Sınıf içinde devrimci bir parti anlayışını egemen kılmaya çalışanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de Leninist parti anlayışını “modası geçmiş” bulanların korosuyla yüz yüze gelecekler. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğü bakımından henüz ortada güçlü bir temel yokken ve asıl yakıcı sorun buyken, devrimci örgüt inşası fikri bir kez daha temelsiz çatılar inşa etmeye meraklı unsurlar tarafından bulandırılmak istenecek. Tüm bunları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Devrimci mücadele ve örgüt anlayışını olması gereken sınıf çizgisine oturtamamış, daha doğrusu oturtmayı hiçbir zaman dert edinmemiş çevrelerin nasıl bir yol izleyecekleri bellidir. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, küçükburjuva devrimciliği ile proleter devrimciliğin gerek çeşitli siyasal tutumlar gerekse örgütlenme anlayışları bakımından birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldıkları kesin. Marksist tutum, bu tür ayrılıkların üzerinin örtülmemesini ve farklı sınıfsal konumlardan kaynaklanan farklı devrim ve örgüt anlayışlarının birbirine karıştırılmamasını şart koşuyor. Üstelik bu sorun ulusal düzeyle sınırlı bir sorun da değildir. Fakat burada kısaca Türkiye’den örnekleyecek olursak, belirtmek gerekir ki, aslında devrimci denilen kümelerin pek çoğu dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı içinde çalışma anlayışından uzaktır. Tarihsel bakımdan Türkiye’de devrimci hareketin zaten zayıf olan sınıf temeli, önce 12 Eylül faşizminin özeldeki ve ardı sıra dünya burjuvazisinin geneldeki saldırıları nedeniyle büsbütün zayıf hale gelmiştir. Sonuç olarak bugün sınıftan kopuk bir “devrimcilik” anlayışı günün en yakıcı sorunları arasındadır. Örnekse, son 1 Mayıs Taksim tartışmaları bağlamında pek çok “devrimci” çevrenin ancak kendilerini tatmine yönelik “zafer” nidaları yeterince ibret vericidir. Bu düzeye gerilemiş bir “devrimcilik”, devrimci Marksizmin en temel ilkesinin, “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” ilkesinin ayaklar altına alınmasının da açık ilanı oluyor. Sözün özü, Türk solu reformist denileninden devrimci denilenine, ezici çoğunluğuyla Mark-
sayı: 52 • Temmuz 2009
marksist tutum
sizmden ne denli uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor. Genel düzeyde gözlemlenebilecek bu tür zaafların yanı sıra, özelde sınıf içinde çalışma ve proleter devrimcilik iddiasında olanların büyük bir çoğunluğu da örgüt stratejisi açısından ne yazık ki henüz doğru ve anlamlı bir yol tutabilmiş değiller. Oysaki bugün işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirebilmek bakımından en zorunlu hususların başında, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı konularında sınıf çizgisini netleştirme ihtiyacı geliyor.
Örgütsel sorunlarda ilkeli tutum Sınıfın devrimci örgütlenmesi, henüz parti düzeyine yükselememiş bir öncü örgütlenmeden tutun da artık sınıfın kitlesini belli ölçüde kazanmaya başlamış devrimci partiye dek, aslında işçi sınıfının devrimci varoluş şeklidir. Devrimci örgüt, yine henüz hangi kapsamda olursa olsun, kendi başına bir amaç değil devrimin gerçek kılınması için zorunlu ve vazgeçilemez olan bir araçtır. Bu bakımdan örgüt teorisi aslında, işçi devrimine ve bu konudaki Marksist kavrayışa kopmaz biçimde bağlıdır ve ondan ayrı da bir anlam ifade edemez. Lenin örgütsel sorunlar açısından büyük önem arz eden Nereden Başlamalı, Bir Yoldaşa Mektup gibi makalelerinde ya da yine aynı sorunlara hasredilmiş kapsamlı ve ünlü eseri Ne Yapmalı’da, sınıfın devrimci partisinin nasıl olması gerektiği ve nasıl inşa edileceği konusunda ve de sınıf içinde çalışma tarzı hakkında teorik bir temel ortaya koymuştur. Dogmalaştırılmış ve karikatürize edilmiş bir model olarak algılamamak koşuluyla, devrimci örgüt anlayışı ve bunu ifade eden örgüt teorisi aslında devrimci Marksizmin en önemli bileşeni ya da bir başka ifadeyle onun olmazsa olmaz koşuludur. İşte bu geniş perspektiften bakıldığında, Leninist parti anlayışı günümüzde de işçi devriminin gerçekleşmesini amaçlayan siyasal güçlerin başlıca aracı niteliğine sahip bulunuyor. Yaşamın çeşitli alanlarında geçerli olan kural gereği, aslında tam anlamıyla niyeti ve ihtiyacı olanlar nereye bakacaklarını ve nereden neyi öğreneceklerini iyi bilirler. Bu doğrultuda belirtmek gerekir ki, örgütsel bağlamda Lenin’in ortaya koymuş olduğu teorik temel ve asıl olarak da Lenin önderliğinde örgütlenen Bolşeviklerin somut pratiği günümüzde de bakılması, öğrenilmesi ve uygulanması gereken başlıca tarihsel örnektir. Bugün Türkiye’de olsun dünyada olsun, devrimci örgütün inşasını ve sınıf temeline oturan doğru bir çalışma anlayışının yerleştirilmesini ciddi ve samimi şekilde isteyenler Leninist örgüt anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalmalıdırlar. İşin doğrusunu ve özünü kavrayıp öğrenmek isteyenlerin bildiği üzere, aslında Lenin’in örgütsel sorunlar bağlamında ortaya koymuş olduğu temel tezlerin önemi ve isabeti hiç de yalnızca geçmiş zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zaten sorunun geçmiş zamanla ya da Çarlık Rusya’sı
Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur.
gibi bir ülkenin özel koşullarıyla ilgili sınırlı ve özgün yönlerine bizzat Lenin tarafından dikkat çekilmiştir. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde, örgütsel sorunlarda genel ve ilkesel hususlarla özel ve geçici faktörler arasındaki ayrımlar ortaya konulmuştur. Böylece tarihsel miras, örgütsel sorunlarda takipçisi olunması gereken ilkesel çerçeveyi aydınlatıyor. Bu bağlamda çeşitli yazılarımızda değinmeye çalıştığımız bazı hususları, konunun taşıdığı önem nedeniyle burada bir kez daha yinelemek yararlı olacak. Bolşevik siyasal örgütlenmeye damgasını basan ilkeler (her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyiş) Leninist parti anlayışının köşe taşlarıdır. Böyle bir partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını mücadeleye sevk etmeye çalışmaktır. Sınıf içinde her koşula uyum sağlayabilecek devrimci çekirdekler yaratmak, bunların öncülüğünde çeşitli işlevler üstlenmiş örgütlü işçi halkaları oluşturmak, devrimci işçi hareketini sempatizanlar düzeyinde bile örgütlü kılmak Bolşevik tarzın özünü oluşturur. İşçilerin devrimci partisi, merkezi çekirdeğinden tüm kollarına dek her kademesinde örgütlü birimlerin iradesiyle mücadele yürüten disiplinli ve organik bir bütündür. Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş ku-
27
marksist tutum
rallara gönüllülük temelinde uyan militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bolşevik propaganda ve örgütlenme, planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. Devrimci örgütlülüğün inşası yolunda sarf edilecek planlı çabalar ve işçilere sabırla yaklaşım kuşkusuz zaman alır ve özenli bir emek sarfını gerektirir. Ama hedefe başarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda sarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır ve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan işçilerin birliğidir. İşçi sınıfına devrimci önderlik yapabilecek niteliğe sahip bir örgüt yaratmak kolay değildir. Bu zorlu görev buna talip olanlardan çok şey bekler. Bir kere, devrimci ilkelerden ödün vermeyen ama diğer yandan da taktik esneklik becerisi gösteren bir tarz var edilmelidir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi devrime adanmışlık ister, burjuva düzenle barışık olmamayı gerektirir. En önemlisi de örgütsel disiplin gereğinin içtenlikle benimsenmiş olmasıdır. Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur. Kuşkusuz bu örgütsel yaklaşım, sınıfın çeşitli düzey ve biçimlerde kitle örgütlerine sahip olması gerekliliğini de içerir ve bunu teşvik eder. Leninist örgüt anlayışının karşısına örgütsüz kitlelere tapınmayı veya gevşek parti tiplerini dikenler ise, yaşamın boşluk tanımadığını gözlerden gizlemek isterler. Unutulmamalı ki, devrimci bilinç sınıf içinde kendiliğinden üreyip yayılmaz. Devrimci örgütlülük sayesinde sınıfa devrimci bilinç taşınmadığı takdirde, çeşitli burjuva siyasetler sınıfa her an başka türden bilinç taşırlar. İşçi sınıfına devrimci önderlik yapabilecek niteliğe sahip bir örgüt yaratmak kolay değildir. Bu zorlu görev buna talip olanlardan çok şey bekler. Bir kere, devrimci ilkelerden ödün vermeyen ama diğer yandan da taktik esneklik becerisi gösteren bir tarz var edilmelidir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi devrime adanmışlık ister, burjuva düzenle barışık olmamayı gerektirir. En önemlisi de örgütsel disiplin gereğinin içtenlikle benimsenmiş olmasıdır. Burjuva aydın bireyciliğinden arınamamış unsurlar Marksizmi benimser göründüklerinde dahi bu özelliklere sahip olmanın tamamen uzağındadırlar. Örgütsel disiplin böylelerine, gereksiz ve boyun eğeni alçaltan bir ayak bağı olarak görünür. O nedenle bu kesim reformist eğilimleri besleyip büyüten kaynaktır. Bireyci aydın anlayışı burnunu devrimci işçi mücadelesine soktuğunda orada oportünizm üretmektedir. Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin gerekli oldu-
28
Temmuz 2009 • sayı: 52
ğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir. Örgütsel konularda ve devrimci Marksizmin temel ilkelerinde hemfikir olan devrimci çekirdeklerin birleşmesi işte bu temelde savunulmalıdır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirme niteliğine sahip bir birlik arzusu, ağızda çiğnenip eskitilecek bir sakız değildir. Sürekli “birlik çağrıları” temelinde bir siyasi tarz yaratarak günü geçiştirmeye çalışmak devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Sağlıklı birlikler yaratmayı arzulamak ve bunun için didinmek ne denli doğruysa, birlik mevzuunda ölçüyü kaçırıp ilkesel tutumlardan ödün vermek o denli yanlış olacaktır. Sonuç olarak vurgulayacak olursak, enternasyonalist komünist eğilimi ve onun gerektirdiği proleter devrimci örgütlenmeyi benimseyenlerle; gevşeklikte, legalizmde ve oportünizmde ayak sürüyenler arasında kesin bir saflaşma yaratmak gerekmektedir. Konunun ana hatlarını vurgulayan bu değinmelerden de anlaşılacağı üzere, bugün örgütsel sorunlarda devrimci teorinin ve tarihsel deneyimin yol göstericiliğini sağlam bir temele oturtabilmek için aslında her şeye sahibiz. Fakat yüz yüze bulunulan sorunları doğru ve devrimci tarzda çözebilmek için sınıf temelli samimi bir inanca, buradan kaynaklanan bir mücadele anlayışına ve bakış açısına sahip olunması şart. Bu bakımdan, sınıf temeline oturmadan “devrimci” siyaset yapmaya soyunanların, devrimci gelenek ya da devrimci örgütün inşası gibi ciddi konularda doğru ve tatmin edici yanıtlar üretmeleri de beklenmemeli. Buna muktedir olabilecek unsurların, ilkeli, azimli ve tutarlı bir şekilde sınıf içine gömülüp devrimci tarzda örgütlü bir siyasi mücadele yürütmeye çalışanlardan çıkabileceği bilinmeli. Bu kriterlere uymayanların ise, göğüslerine hangi etiketleri iliştirirlerse iliştirsinler, işçi sınıfının devrimci çizgisinin uzağına düşmeleri ve burjuva ya da küçük-burjuva sol siyasetlerin çekim alanlarına kapılmaları kaçınılmaz olacaktır. Gerçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik “eylem” adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır. İşçi sınıfını tutulması gereken devrimci mücadele yolundan alıkoyan siyasi anlayışlar kuşkusuz yalnızca bu genel grupla sınırlı değil. Diğer bir grubu ise, burjuva solun kuyruğundan kopamayan ama sosyalistlik taslamaktan da vazgeçmeyen siyasi çevreler oluşturuyor. Sosyal bir tabaka olarak daha ziyade “okumuşlar”dan beslenen bu tür siyasi
sayı: 52 • Temmuz 2009
anlayışların “sosyalizmi”, bundan yıllar önce Marx ve Engels’in açıklığa kavuşturmuş olduğu tipten bir burjuva sosyalizmine benziyor. Bir işçi partisinin yönetiminde bu tür unsurların ağır basmasının yaratacağı sonuçlar geçmişte yaşanan çeşitli tarihsel örnekler tarafından gözler önüne serildi. Bir zamanlar Almanya’da işçi sınıfı içinde milyonlara varan bir güç düzeyine yükselmiş olan Alman Sosyal Demokrat Partisinin, devrimci mücadele ve örgüt anlayışından uzak ve aslında entelektüel solculuğa meraklı unsurlar tarafından nasıl da legalizmin, reformizmin batağına sürüklendiği hatırlanacaktır. Devrimci hareket, sosyalist hareket ya da Marksist hareket diyelim, genel düzeyde ifade edilen tüm bu hareketler asla homojen bir yapıda değildirler ve de olamazlar. Örneğin Marksist hareketteki bölünmeler, devrim stratejisi ve örgüt anlayışı gibi temel önem arz eden konulardaki farklılıklara dayanır. Bu tür farklılıklar birer gerçekliktir ve bu gerçekliklerin üzerinden atlayarak örgütsel krizlere çare bulunamaz. O nedenle içi boş birlik arzularıyla ya da kısa sürede çökmeye namzet olduğu daha baştan belli olan türden “birleşik parti” özlemleriyle devrimci mücadelede anlamlı bir yol alınamaz. Yıllar içinde pek çok deneyimin sergilediği sonuçlar bir yana, Türkiye’de yaşanan ÖDP deneyimi bu konuda uzun söze gerek bıraktırmayan çarpıcı örneği oluşturuyor. İşçi sınıfının devrimci örgütünü yaratmaktan ziyade kendi siyasal kimliklerini sürdürecek bir şemsiye arayanlar, parti sorununa da hep kendi çıkarları açısından yaklaşmışlardır. O yüzden, ÖDP gibi bir partiyi de hararetle savunabilmişlerdir. Çekirdeğini işçi sınıfının devrimci örgütlü güçlerinin oluşturmadığı hiçbir eylem birliği sınıfın devrimci mücadelesine sağlıklı biçimde yol aldıramaz. Siyasi hegemonya işçi sınıfının örgütlü devrimci güçlerinde olmadığı sürece, hiçbir çatı ya da blok örgütü, işçi sınıfının neticede bir başka sınıf çizgisinin peşine takılmasını engelleyemez. Ancak sınıfın devrimci mücadelesi bağlamında değinilmesi gereken bir başka önemli boyut daha var. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi yalnızca öncü devrimci bir partinin varlığını değil, değişik nitelik ve yaygınlıktaki örgütsel yapıları da gerektiriyor. Ayrıca, mevcut siyasal düzen karşıtı mücadele farklı sınıf güçlerini, ezilen ulus hareketini vb. içeren geniş bir kapsama sahip bulunuyor. Bu bakımdan çeşitli düzeylerde eylem birliklerinin oluşturulması gereklidir ve bunun işçi sınıfının devrimci çıkarları açısından yakıcı bir ihtiyaç olduğu yadsınamaz. O halde genelde çeşitli örgütsel yapılanmalara dair tartışmalar söz konusu olduğunda, sınıfa önderlik edebilecek tipte devrimci parti ile çeşitli muhalefet güçleri arasındaki eylem birliğinin ifadesi olabilecek türden cephe ve blok örgütlenmeleri birbirinden kesin ve kalın çizgilerle ayırt edilmelidir. Kuşkusuz bunun yanı sıra, işçi sınıfı örgütlerinin oluş-
marksist tutum
turacağı “işçi cephesi” türünden bloklarla, daha geniş mücadele güçlerini bir araya getiren bloklar arasındaki ayrım da son derece önemlidir. Ve bu iki farklı düzey de asla birbirine karıştırılmamalıdır. Özetle, bu gibi önemli sorunlar karşısında devrimci Marksistlerin ilkesel bir yaklaşım hattı mevcuttur ve bizim savunduğumuz da zaten budur. Yukarda değinmeye çalıştığımız ilkesel hususlar örgütsel sorunlar bağlamında yürüyen genel tartışmaların yanı sıra, özelde bugünün “çatı partisi” tartışmaları karşısında nasıl bir tutum takınılması gerektiğini de aydınlığa kavuşturuyor. Bu son noktayı biraz daha açık ifade etmeye çalışalım. Şayet boş söz düzeyinde kalmayacak ve devrimci proleter parti ihtiyacını köreltmeyecek ya da öyle bir partinin inşası görevini gölgelemeyecekse, burjuva düzen karşıtı geniş eylem birlikteliklerinin oluşturulması elbette olumludur. Bu çerçeveden hareketle, adına parti dense bile aslında bir eylem birliğinin ifadesi olan ve düzen karşıtı mücadelede bir blok örgütlenmesi anlamına gelen bir çatı partisinin inşası yanlış olmayabilir. Fakat bu kadarıyla bırakıldığında, devrimci proleter mücadele açısından temel bir sorun yine de yanıtsız kalmış oluyor. Temel sorun şudur; arzulanan eylem birliğinin ifadesi olacak bir çatı ya da blok örgütlenmesi içinde ana siyaseti kim, kimler, hangi sınıf çizgisi belirleyecek? İdari bir işleyiş anlamında değil, fakat yaşamın içinde her zaman var olan sınıf ilişkileri bağlamında kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı “siyasal hegemonya” sorunu nasıl ve hangi temelde çözümlenecek? İşte bu sorular karşısında açıkça ifade etmek gerekiyor ki, çekirdeğini işçi sınıfının devrimci örgütlü güçlerinin oluşturmadığı hiçbir eylem birliği sınıfın devrimci mücadelesine sağlıklı biçimde yol aldıramaz. Siyasi hegemonya işçi sınıfının örgütlü devrimci güçlerinde olmadığı sürece, hiçbir çatı ya da blok örgütü, işçi sınıfının neticede bir başka sınıf çizgisinin peşine takılmasını engelleyemez. Ezilen ulusun mücadelesinde açıkça görüldüğü üzere, siyasal düzen karşıtı mücadele yürüten güçlerin haklılığı da bu soruların ve sorunların yakıcılığını asla ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Açıkçası bugün kapitalist sistemin durumu, örgütsel sorunlar ve eylem birlikleri konusunda devrimci sınıf çizgisini yansıtan son derece net tutumlar almak gerekiyor. Bu tür tutumların genelde net sınıf çizgisiyle başı hoş olmayan Türk soluna ve solda bu temelde bir sürü psikolojisi oluşturmak isteyenlere, ilkesiz birlik şakşakçılarına vb. hiç de cazip görünmeyeceğinin çok iyi farkındayız. Ancak bu durum dün olduğu gibi bugün de bizim devrimci görev anlayışımızı ve temel düsturumuzu değişikliğe uğratmayacak: Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler!
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
29
Sri Lanka Dersleri Kerem Dağlı
U
lusal sorun, varolduğu her yerde sol hareket açıDemokratik Sosyalist Cumhuriyeti” olan Sri Lanka devlesından bir “turnusol kâğıdı” işlevi görmüştür ve ti ve emperyalist güçler, “Tamil sorunundan kurtulduk” bu özelliği halen devam etmektedir. Ulusal sorun diye birbirlerini kucakladılar. konusunda yanlış bakış açısına sahip olan politik hareketZaten emperyalist güçler, bir yandan Sri Lanka devletilerin, işçi sınıfını ilgilendiren diğer önemli ve belirleyici ni destekliyor (silah satışı ve lojistik yardımlar, Tamil Kapmeselelerde de çoğunlukla hatalı pozisyonlara düşmeleri, lanlarının terör örgütü ilan edilerek siyasi ve mali açıdan işçi sınıfının bağımsız siyasi çizgisinden sapmaları neredeytecrit edilmesi) ve yapılan katliamlara göz yumuyor, öte se bir kural haline gelmiştir. yandan da her zamanki gibi timsah gözyaşları dökmeye Bu önemli özelliği nedeniyle, dünyanın neresinde olurdevam ediyorlardı. Bölgedeki toplama kamplarını gezen sa olsun, ulusal hareketlere yönelik doğru ve yanlış yaklaBM genel sekreteri, “burada gördüklerimden sonra yüreşımları ayırt etmek, net tutum almak Marksistler için zoğim burkuldu” diye açıklamalar yapsa da, Sri Lanka ordurunludur. Hele ki Türkiye gibi ulusal sorunu sunun giriştiği katliamlar devam ederken BM Güvenlik bizzat yaşayan ülkelerin Marksistleri açıKonseyinden bir kınama kararı bile çıkmamıştı. Toplama sından meselenin ciddiyeti iki kat artar. kamplarındaki insanlık dışı koşullara karşı BM, “müdahaİşte bu sebeple, geçtiğimiz aylarda yaşanan le edilmezse felâketler yaşanabileceği” uyarısı yapmakla si e kitle katliamıyla gündeme gelen Tamil yetindi. Rusya ve Çin, durumu Sri Lanka’nın “iç meg öl ulusal sorunundaki gelişmeleri ve Tamil selesi” olarak gördüklerini ve karışmayacaklarını li B m a halkının özgürlük mücadelesinin tarihinden açıkladılar. ABD ve AB ise, bir yandan ateşkes T çıkan dersleri dikkatlice ele almak gerekiyor. çağrısı yapıp diğer yandan da Sri Lanka hüküTamil halkının ulusal özgürlük mücametini destekliyorlar. Sri Lanka ordusuna yapdelesi 50 yılı aşkın bir süredir devam editıkları tek ikaz, “işi fazla gürültü çıkarmadan yor. Ancak geçtiğimiz Mayıs ayında Sri hallet” idi. Ancak BM dâhil hepsi, Tamil Lanka ordusu, bu mücadelenin başını çegerillalarını yaşananların sorumlusu ilan ken Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları etmekte tereddüt etmediler. Fiiliyatta (LTTE) adlı örgüte ve harekete ağır bir dartüm emperyalist güçler, daha katledilen a be vurdu. Ordu güçleri, Tamil Kaplanlarının insanların kanlarının kurumasını bile k an L kontrolündeki tüm bölgeleri ele geçirdikleribeklemeden, adanın hangi bölgesine i Sr ni, militanların büyük bir kısmını “etkisiz hanasıl yatırımlar yapacaklarının, nereye le getirdiklerini”, hareketin kurucu liderini askeri üsler kuracaklarının hesaplarıyla öldürdüklerini ve iç savaşın artık sona erdiğimeşguldürler. ni, bölgede bundan sonra “barış ve huzur”un Emperyalistlerden aşağı kalmayan hüküm süreceğini açıkladılar. Sri Lanka hüküTürkiyeli egemenler de, Sri Lanka’da yaşananlarmeti bu açıklamalar eşliğinde zaferini ilan ederken, dan “ders” çıkarmayı ihmal etmediler. Sri Lanka ordusuTamil Kaplanları da askeri açıdan yenilgiye uğradıklarını nun giriştiği katliamlar temelinde elde ettiği geçici başarıaçıkladı. lara imrenen kimileri, Türkiye’de de Kürt sorununun benTüm dünyada burjuva basın gelişmeleri, “dünyanın en zer biçimde “kanlı yoldan” çözülebileceğine ilişkin görüşorganize terör örgütlerinden birinin yenildiği” ve “on yıllerini fütursuzca ortaya attılar. Kürt sorunundaki antilardır devam eden kanlı iç savaşın sona erdiği” mesajıyla demokratik ve şovenist tutumu öteden beri bilinen duyurdu. Kuşkusuz bu mesajın amacı, silahlı mücadele Hürriyet gazetesinin ve kontrgerilla uzmanı bazı veren örgütlerin sonunun hep böyle olacağını ima ederek, “stratejist”lerin “kustukları” bu görüşler, sözcülerinin ağözgürlük mücadelesi veren halklara gözdağı vermekti. zından egemen sınıfların gerçek duygu ve düşüncelerini de Bağlantısızlar Blokunun üyesi olan ve resmi adı “Sri Lanka yansıtıyordu.
30
sayı: 52 • Temmuz 2009
Ancak ulusal bilince bir kez ulaşmış halkların, ulusal ve demokratik taleplerinden vazgeçtikleri görülmüş şey değildir. Şimdiye kadar hiçbir ulusal hareket baskı ve zor yoluyla nihai anlamda ortadan kalkmamıştır ve Tamil halkının özgürlük mücadelesi de, Tamil gerillalarının aldığı askeri yenilgiyle sona ermiş değildir. Kanlı saldırılarla, katliamlarla, baskılarla geçici süreler için başarı kazanılmış gibi görünebilir ve hatta ezen ulusun egemenleri nihai olarak sorunu hallettiklerini de zannedebilirler. Ama sorun olduğu yerde durur ve zamanı geldiğinde ezilen halkların başkaldırısı yine yükselir. Ayrıca ne bölgeye ne de Tamil halkına “barış ve huzur” gelmiştir. On yıllardır yaşanan iç savaşın bilançosu 100 bine yakın insanın ölmesi, 1 milyondan fazlasının yerinden yurdundan olması, bir bütün olarak Tamil halkının siyasal-ulusal baskıya ve ayrımcılığa maruz kalması olmuştur. Tüm o sahte “barış ve huzur” laflarına rağmen, katliamcı Sri Lanka ordusu sivil halkı bombalamış ve Mayıs ayında sadece bir haftada 6500 insanı acımasızca katletmiş, 300 bine yakın Tamili toplama kamplarına kapatarak açlık ve hastalıkla boğuşmaya mahkûm etmiştir. Böylece Tamil gerillalarının güçlü olduğu bölgeleri insansızlaştıran Sri Lanka ordusu, asker sayısını da arttıracağını ve Tamil Kaplanlarını “tümüyle yok edene” kadar bu durumun süreceğini açıklamıştır. Tamil halkının ulusal ve demokratik taleplerine yönelik hiçbir düzenleme de yapılmış değildir. Dolayısıyla bu şartlarda, Tamil sorununun sona ermediği ve Tamil halkının özgürlük mücadelesinin süreceği açıktır. Öte yandan Tamil halkının mücadele tarihinden çıkartılacak dersler bunlarla sınırlı değildir. Tamil halkının mücadelesinin bugün aldığı ağır darbenin de, meselenin bu kadar uzamasının da arka planında, Sri Lanka sol hareketinin ulusal sorun konusundaki tutumlarının önemli payı vardır. Sri Lanka’daki mücadele tarihi, solun ulusal sorundaki yanlış tutumlarının ne menem sonuçlara yol açtığının ve oportünist politikaların sonunun nasıl da milliyetçireformist bir noktaya çıktığının, burjuvaziyle açıktan işbirliğine vardığının acı ama gerçek örnekleriyle doludur.
Tarihten ders almak Sri Lanka’nın, diğer sömürge uluslardan çok da farklı olmayan tarihinden çıkartılacak ilk ders, emperyalist güçlerin izlediği politikaların halklar arasına nifak sokmaya ve ileride kendi çıkarları doğrultusunda kaşıyabilecekleri yaralar açmaya hizmet ettiğidir. Nitekim İngiliz emperyalizmi de, Portekiz ve Hollandalı sömürgecilerin ardından, 18. yüzyıldan itibaren Sri Lanka’da aynı şeyi yapmıştır. Önce, büyük çaplı çay ve kahve plantasyonlarında çalıştırmak amacıyla Sri Lanka1 adasının kuzeyindeki Hindistan anakarasından Tamil köylülerini getirmiş, sonra adanın yerlisi Tamil halkından eğitimli ve ayrıcalıklı bir orta sınıf yaratarak yönetimde kullanmıştır. Bu durum, şehirlerde çoğunluğu oluşturan Sinhalalı halkla Tamil azınlığı karşı
marksist tutum
karşıya getirmiş ve Sinhala halkıyla Tamillerin birleşerek İngiliz efendilerine karşı savaşmalarını zorlaştırmıştır. Bu uygulama, İngiliz emperyalizminin klasik “böl ve yönet” taktiğinden başka bir şey değildir. İngiliz emperyalizminin bu politikası, sonunda adanın bağımsızlığını kazanmasını engelleyememişse de, Sinhalalı egemenlerin Tamil halkına yönelik düşmanlıklar geliştirmesinin nesnel zeminini oluşturmuştur. İleride, Sri Lanka burjuvazisinin, Sinhala halkını Tamillere karşı kışkırtmakta en sık kullanacakları argümanlardan birisi, sömürge döneminde Tamillere tanınan bu ayrıcalıklar olmuştur. Sri Lanka burjuvazisi, bugün, Tamil halkının ulusal ve demokratik taleplerinin “yersiz” olduğunu, Tamil gerillalarının “dış mihrakların oyununa gelerek çıkardığı iç savaş yüzünden” (ne kadar da tanıdık!) on binlerce insanın öldüğünü, ülke kaynaklarının harap olduğunu vb. iddia ediyor. Oysa İngiliz emperyalizminin denetiminde ve sömürge yönetimi altında yapılan 1931 seçimlerinde Sinhalalı egemenleri temsil eden bir hükümetin kurulmasından bu yana, Tamiller ulusal ayrımcılığa ve baskılara maruz kalmışlardır. Sinhala egemenleri, şehirlerde kontrolü ele geçirip hızla zenginleşmeye ve kapitalistleşmeye başlarken, Tamil azınlık giderek ikinci plana itilmeye başlanmıştı. Bu süreç, ki aslında Sinhala egemenlerinin burjuvalaşma ve Sri Lanka’nın uluslaşma sürecidir, Sri Lanka’nın bağımsızlığını kazandığı 1948 yılında doruk noktasına ulaşmış ve iktidardaki sağcı UNP (Birleşik Milliyetçi Parti) hükümeti “Vatandaşlık Yasası” adıyla bir yasa çıkartarak Sinhalalılara bariz ulusal ayrıcalıklar getirmiştir. Buna göre Tamil halkından olanların üniversitelere girmelerine veya devlet memuru olabilmelerine ciddi sınırlamalar getiriliyor, Tamiller resmen ikinci sınıf vatandaş durumuna indirgeniyordu. Bu hükümetin ardından 1956’da iktidara gelen “merkez sol” SLFP’nin (Sri Lanka Özgürlük Partisi) de ilk işi Sinhala dilini ülkenin resmi dili ilan etmek olmuştur. Böylece ülkede ciddi bir nüfusa sahip olan Tamil halkının 2000 yıldır konuştuğu kadim bir dil yok sayılmıştır. SLFP, yabancıların kontrolünde olan petrol sanayisini de devletleştirmiş ve Tamil kökenli işçilerin yerine Sinhalalı işçileri alarak, bu alanda da ayrımcı davranmaya devam etmiştir. 1972’de Sinhalalı çoğunluğun dini olan Budizm resmi din ilan edilip ülkenin Seylan olan adı da Sri Lanka şeklinde değiştirilerek, Sinhala kültürü egemen hale getirilmeye ve Tamil kültürü asimile edilmeye çalışılmıştır. 1977’de Tamillerin yaşadığı bölgelerde yüksek oy alarak parlamentoya 20 milletvekili sokan TULF (Tamil Birleşik Özgürlük Cephesi), Sri Lanka hükümetince yasaklanmış ve milletvekillerinin vekillikleri de lağvedilmiştir. Bu politikaların doğal ve kaçınılmaz sonucu da, Tamil halkının örgütlenerek silahlı ulusal mücadeleyi yükseltmesi olmuştur. Demek ki Tamil halkının mücadelesi ne dış güçlerin kışkırtmasıdır ne de “yersiz”dir. Aksine, Sri Lanka’da ve uluslaşma, devlet kurma sürecini benzer şekilde yaşayan
31
marksist tutum
Temmuz 2009 • sayı: 52
Katliamcı Sri Lanka ordusu sivil halkı bombalamış ve Mayıs ayında sadece bir haftada 6500 insanı acımasızca katletmiş, 300 bine yakın Tamili toplama kamplarına kapatarak açlık ve hastalıkla boğuşmaya mahkûm etmiştir.
hemen her ülkede (bakınız Türkiye ve Kürt sorunu) durum aynıdır. Bu bağlamda, ulus-devletini kurmaya çalışan Sri Lanka burjuvazisinin sürdürdüğü inkâr ve imha politikası da oldukça tanıdıktır. Bu benzerlikler burjuvazinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, Sri Lanka cumhurbaşkanı, Tamil gerillalarını yenilgiye uğrattıktan sonra ilk olarak Abdullah Gül’ü aramış ve uluslararası alanda siyasi destek istemiştir. Yani Türkiye ve Sri Lanka egemenleri arasındaki yakınlık, Hürriyet gazetesinin köşe yazarlarının Kürt halkının da Tamiller gibi katledilmesini savunmasından ibaret değildir. Bugün Tamil halkının verdiği mücadelenin başını çeken Tamil Kaplanları, görece geç bir tarih sayılabilecek 1976’da kurulmuştur. Bu tarih, Tamil halkının ulusal bilince kavuştuğu bir süreci yansıtması bakımından önemlidir. Ama işin evveliyatı da vardır ve üstelik bugün yaşanan trajedide büyük payı olan sol hareketin yanlış tutumlarının anlaşılması bakımından önemlidir. Bu noktada tarihin kaydettiği en büyük sorumluluk LSSP’ye (Sri Lanka Sosyalist Partisi) aittir. LSSP, 1935 yılında, İngiltere’den bağımsızlık talep eden bir program ve sosyalist bir platform temelinde kurulmuştu. 1931 seçimleriyle başa gelen ve Sinhalalı seçkinlerden oluşan hükümet, İngilizlere karşı esas olarak otonomiyi savunduğundan ve bağımsızlık talebi bulunmadığından, ülkede giderek yükselen özgürlükçü dalgaya cevap vermekten uzaktı. Bu yüzden de LSSP, tüm bu ulusal özgürlükçü dalgayı, yükselen gençlik hareketini, Tamilli tarım işçileriyle Sinhalalı sanayi işçilerinin desteğini arkasına alarak, kuruluşundan itibaren hızlı bir yükselişe geçti. 1930’ların sonlarına doğru Troçkist bir çizgiye kayan LSSP, 1942’de 4. Enternasyonal’e üye oldu. II. Dünya Savaşının ardından tırmanışa geçen sınıf hareketinde ve tüm ülkeyi sarsan militan grevlerde tayin edici bir rol oynayarak ülkenin en büyük ve en örgütlü muhalefet partisine dönüştü. Partinin bu gelişimindeki en önemli faktör, hem Sinhalalı sanayi işçilerinin hem de Tamilli tarım işçilerinin ortak çıkarları-
32
nı yansıtması ve ülkenin tüm emekçilerini aynı çatı altında örgütleyebilmesiydi. Bu yükseliş, 50’lerde de, ülkeyi felç eden genel grevler dalgasıyla da devam etti. Ancak bu yükselişin, çelişik biçimde, içinde reformist ve oportünist eğilimlerin büyümesini de beraberinde getirdiğini eklemek gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz SLFP, işte LSSP’nin bu yükselişini engelleyebilmek için 1956’da Sinhala burjuvazisi tarafından kuruldu ve bu parti aynı yıl iktidara geldi. Ancak, gitgide oportünizmin tutsağı haline gelen LSSP, daha kuruluşundan itibaren SLFP’yi desteklemekten, onunla ortak seçim kampanyaları yürütmekten geri durmamıştır. Bunun doğal bir uzantısı olarak da, Sinhala burjuvazisi tarafından sürekli olarak ezilen ve bu yüzden de gittikçe başını kaldırmaya başlayan Tamil halkına karşı, SLFP’nin milliyetçi politikalarına destek vermiştir. Bu bağlamda, özellikle 1958’de yaşanan Tamil ayaklanmalarının tayin edici rolü olmuştur. Çıkan çatışmalarda binlerce Tamil, devlet ve paramiliter güçler tarafından katledildi ve on binlercesi de yaşadığı toprakları terk ederek Hindistan’a göç etmek zorunda kaldı. Sinhala burjuvazisinin siyasi temsilcisi olan SLFP’nin amacı, Tamil ve Sinhalalı emekçilerin birleşik hareketini bölmekti ve LSSP’nin oportünist ve reformist çizgisi dolayısıyla bunda başarılı da oldu. Daha 50’li yıllardan itibaren açıkça şovenist bir tutum içine giren LSSP liderliği, Tamil halkının ulusal taleplerini sosyalizm mücadelesinden bir sapma olarak görüyor, adada kurulacak sosyalist bir cumhuriyetin Tamillere ulusaldemokratik haklarını zaten vereceğini ve sosyalizme giden yolun SLFP ile birlikte verilecek politik mücadeleden geçtiğini savunuyordu. Henüz açıktan ilan etmiş olmasa da, LSSP liderliği, sosyalizme parlamenter yoldan gidilebileceği fikrine ciddi biçimde sahipti. Ve bu yüzden de, SLFP’yle yaptıkları işbirliğini önemsiyor ve kendisini iktidara götürecek yolun bu olduğunu düşünüyordu. Tamil halkının özgürlük mücadelesini de, yolunun üzerindeki bir engel olarak görüyor ve küçümsüyordu. LSSP’nin uzlaşmacı-reformist çizgisi, 1964’te SLFP ile bir koalisyon hükümetine katılma noktasına kadar vardı. Aynı yıl, izlediği milliyetçi-reformist siyaset yüzünden 4. Enternasyonal’den de atıldı. Oysa 60’lı yıllar, Sri Lanka’da sınıf hareketinin radikal grevlerle sallandığı yıllardı ve fakat LSSP’nin reformist politikaları sonucu, hem Sri Lanka işçi sınıfı bir bütün olarak tarihsel bir momenti kaçırdı,
sayı: 52 • Temmuz 2009
hem de Tamilli emekçilerin yaşadığı trajedi bugünlere değin sürebildi. LSSP’nin bu dönüşümü, bir bütün olarak Sri Lankalı işçi-emekçi sınıfların nezdinde sosyalizm için mücadele fikrinin de gözden düşmesini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla 60’lı yıllardan itibaren Tamil ve Sinhalalı emekçiler arasında farklı örgütlenmeler gelişmeye başlamış ve 70’li yıllardan itibaren de Tamil ulusal hareketi bağımsız bir biçimde ortaya çıkmıştır. LSSP’nin uzlaşmacı çizgisine bir tepki olarak kurulan ve asıl olarak radikalleşen üniversiteli gençliğe dayanan Maoist JVP’nin (Halkın Kurtuluşu Cephesi) de, bu bağlamda önemli bir rolü olmuştur. Birincisi, JVP’nin kısa tarihi, küçük-burjuva radikalizminin ulusal sorun karşısındaki ikircikli tutumunu ve hızla nasıl milliyetçi bir pozisyona sürüklendiğini göstermek bakımından iyi bir örnektir. İkincisi, küçük-burjuva bir devrimci hareket olarak gelişen JVP’de yetişen kadrolar, sonrasında Tamil Kaplanlarının örgütlenmesinde de önemli rol oynamışlardır. 1965’de kurulan JVP, üniversiteli gençliğin ve süregiden ekonomik krizden iyice bunalmış ve LSSP’den ümidi kesmiş Sinhalalı emekçilerin içinde giriştiği hızlı bir örgütlenmeden sonra 1971’de, koalisyon hükümetine karşı silahlı bir ayaklanma başlattı. Tamamen donanımsız bir şekilde ve işçi sınıfının çoğunluğunun desteğini almadan başlatılan ayaklanma kısa sürede ezildi ve 15 bine yakın devrimci militan ayaklanmanın sürdüğü iki hafta içinde katledildi. Bu yenilgi JVP’nin daha da radikalleşmesine yol açtı ve Tamilli militanlardan da beslenen JVP, 1987 ve 89’da iki başarısız isyan girişiminde daha bulundu. Bu iki isyanda da toplam 40 binden fazla isyancı, hükümet güçleri tarafından acımasızca katledildi. 1989’dan sonraki süreçte ise JVP, hızlı bir biçimde radikalizminden ve devrimci çizgisinden uzaklaştı, burjuva sol ve liberal koalisyonlarda yer almaya başladı. Bugün geldiği noktada JVP, Sri Lanka’nın en milliyetçi partilerinden biri haline dönüşmüştür. JVP’nin geçirdiği süreç, LSSP’nin uzlaşmacı çizgisinden umudu kesen Sri Lankalı işçi-emekçi sınıfların devrimci yöndeki son atılımını temsil ediyordu. Küçükburjuva radikalizminin saman alevini andıran kısa süreli ve hazırlıksız parlamalarının kendisini bir yere götürmeyeceğini anlayan işçi sınıfı burjuva partilere dümen kırarken, çoğunluğu oluşturan Sinhala işçi sınıfıyla tüm bağları kopan Tamil ulusal hareketi de giderek yalnızlaşmıştır. Sonuç olarak, Tamil ve Sinhala emekçilerinin gönüllü birlikteliği temelinde yükselebilecek sosyalist bir Sri Lanka kurma fırsatı, gerek LSSP’nin, gerek JVP’nin, gerekse de Stalinist KP’nin (Sri Lanka Komünist Partisi), Tamil ulusal hareketi karşısında takındıkları milliyetçi-reformist tutumlar yüzünden kaçırılmıştır. İşçi ve emekçilerin toplumsal kurtuluşuna giden yolda, ezilen ulustan işçilerle ezen ulustan işçilerin birlikte mücadele vermelerinin ancak gönüllülük ve karşılıklı güven temelinde mümkün olabileceği, bu güveni kazanmak noktasında da ezilen ulusun işçi ve emekçileri-
marksist tutum
nin ulusal-demokratik taleplerine, mücadelesine sahip çıkılmasının gerekliliği izah gerektirmez. Bugün gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, ister Stalinist cenahtan olsun ister Troçkist, pek çok sosyalist çevre, ulusal sorun konusunda aynı yanlış tutumları sergilemektedirler. Bu çevreler, ulusal hareketleri “sosyalizm mücadelesinden saptıkları” yahut “işçi sınıfının mücadele yöntemlerini kullanmadıkları” gerekçesiyle eleştirebiliyorlar. Hatta bu eleştiriler, ulusal hareketlerin ezen ulusun ordusuyla savaşırken kullandığı silahlı yöntemleri ve bir bütün olarak gerillacılığı, “terörizm”le yaftalamaya kadar varabiliyor. Böylece, örneğin Sri Lanka’da Tamil Kaplanlarının yahut Filistinli militanların veya Kürtlerin haklı mücadelesi “terörizm” oluveriyor!
Tamil Kaplanlarının yükselişi ve çöküşü 70’lerden itibaren zayıflayan ve gerileyen sınıf hareketinin yarattığı koşullarda kurulan Tamil Kaplanları, 1976’dan bu yana Tamil özgürlük mücadelesinin önderliğini yürüten bir hareket konumundadır. Tamil Kaplanları, adanın kuzey ve doğusunda bağımsız bir Tamil devleti kurmak amacıyla kurulmuş ve kısa sürede Tamil gençliği arasında örgütlenerek ve JVP’den kopan çok sayıda gerilla grubunu da bünyesine katarak gelişmişti. İlk eylemini 1983’te gerçekleştiren Tamil Kaplanları, Sri Lanka ordusuna ait bir askeri konvoya saldırarak 13 askeri öldürdü. Ancak bu saldırı, Sri Lanka devletinin Tamillere yönelik korkunç bir katliam seferberliği başlatmasına yol açtı. Birkaç gün içinde 3000 Tamil öldürüldü ve göçler başladı. Bu korkunç katliam, Tamil gençliğinin özgürlük mücadelesine olan ilgisinin ve katılımının daha da artmasını sağladı. Tamil Kaplanları, 1984’te Tamil Ulusal Kurtuluş Cephesine (ENLF) katıldılar. Ancak 1987’ye kadar geçen süreçte, Tamil Kaplanları cephe içindeki diğer gerilla gruplarını tasfiye ettiler ve kendilerine kattılar. Ülkenin kuzeyindeki kentlerde kontrolü büyük ölçüde ellerine geçirdiler ve Hindistan’ın güneyindeki Tamil çoğunluğa dayanarak sağladıkları destekle daha da güçlendiler. Bu süreçte Hindistan, kendi ülkesinde de Tamil halkını karşısına almamak ve bir sorunla karşılaşmamak kaygısıyla, Tamil Kaplanlarını el altından destekledi ve ilişkiler kurdu. Aynı dönemde, Sri Lanka ordusunun adanın kuzeyindeki Tamil bölgesine yaptığı acımasız saldırılar ve kuşatmalar sonucu gerilim iyice yükselince, Hindistan’ın güneyindeki Tamillerin de baskısıyla Hindistan ordusuna bağlı bir “barış gücü” bölgeye gönderildi. Adanın kuzeyinde ve gerillaların kontrolündeki bölgelerde özerk bir yönetim oluşturulması konusunda Sri Lanka hükümeti ile gerillalar, Hindistan’ın arabuluculuğunda görüşmelere başladılar. Ancak Sri Lanka hükümeti, Tamil gerillalarının silahsızlanmasını şart koşunca, gerillalar görüşmelerden çekildiler ve iç savaş, Hindistan “barış gücü” askerlerinin de karışmasıyla devam etti. Nihayet 1990’a gelindiğinde
33
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
Hindistan, Tamil Kaplanlarının saldırıları sonucu ağır kayıplar vererek bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Hindistan Tamil Kaplanlarına verdiği desteği çekerek Sri Lanka hükümetini desteklemeye başladı. Bölgedeki kontrolünü arttıran ve savaştan güçlenerek çıkan Tamil Kaplanları 1993 yılında, Hindistan başbakanı Rajiv Gandi’yi ve Sri Lanka başkanı Premadasa’yı öldürdüler. İlerleyen süreçte pek çok kez ateşkes görüşmelerine başlanma kararı alındı. Ancak ateşkes görüşmeleri her başladığında Sri Lanka tarafından el altından baltalandı ve önü tıkandı, fakat sorumluluk her seferinde Tamil gerillalarına atılarak, hem Sinhala halkı nezdinde hem de uluslararası kamuoyunda Tamil halkının mücadelesi küçük düşürülmeye çalışıldı. 2001 yılında, Tamil Kaplanları, bağımsız devlet talebinden vazgeçtiklerini, bunun yerine bölgesel özerklik istediklerini açıkladılar. Emperyalist güçlerin devreye soktuğu Norveç’in araya girmesiyle barış görüşmeleri bir kez daha başladı. Ancak bundan sonra gelişen süreçte de, katliamcı Sri Lanka devleti inkâr ve imha zihniyetinden vazgeçmediğini ortaya koydu ve hem barış görüşmelerinin sonuçsuz kalmasına hem de on binlerce insanın daha ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine Tamil Kaplanları barış görüşmelerinden çekildiler ve adanın doğusunda da kontrolü ele geçirdiler. Gerillaların üstlenmediği fakat Sri Lanka hükümetince onlara maledilen bir suikastla dışişleri bakanının öldürülmesinin ardından, sağcı hükümet tekrar iktidara geldi ve Tamil gerillalarına karşı yürütülen saldırıları daha da sertleştirmeye başladı. Hiçbir zaman Tamillerin parlamentoda temsil edilmesine izin vermeyen Sri Lanka devleti, 2005’te Tamil Kaplanlarının seçimleri boykotunu bile uluslararası kamuoyuna, Tamil gerillalarının “anti-demokratik ve terörist” bir örgüt olduklarının kanıtı olarak duyurdu. 11 Eylül’ün ardından gelişen dünya siyasi konjonktürü içinde, Tamil ulusal mücadelesi uluslararası alanda da giderek yalnızlaşmaya başladı. Bu süreçte özellikle 2004 yılında yaşanan iki önemli gelişme belirleyici rol oynadı. Birincisi Tamil Kaplanlarının 2 numaralı ismi konumundaki bir liderin örgütün bir bölümünü de beraberinde sürükleyerek ayrılmasıydı. Bu kişi kısa sürede düşman kampa geçerek sahip olduğu önemli bilgilerle birlikte Tamil Kaplanlarına karşı devletin yürüttüğü savaşa yardım etti. İkinci olarak, 2004’te Hint okyanusunda yaşanan ve Sri Lanka adasının da bilhassa Tamillerin yaşadığı kuzey ve doğu kıyılarını vuran tsunami felâketinden sonra, bunu fırsat bilen Sri Lanka hükümeti yeniden inşa etmek bahanesiyle kıyı bölgelerini insansızlaştırarak çokuluslu şirketler ve turizm tekelleri açısından iştah kabartan bir yatırım bölgesine dönüştürdü. Emperyalist ve kapitalist güçler (ABD, AB, Rusya, Çin2, Hindistan ve Pakistan) Sri Lanka devletinin politikalarını daha açıktan desteklemeye başladılar. Ada, emperyalist güçler açısından Hint okyanusunu kontrol edebilecekleri doğal bir üs konumunda da olduğundan, stratejik gerekçeler ve çıkarlar nedeniyle, Sri Lan-
34
ka hükümetiyle işbirliğine gitmek daha cazip gelmeye başladı. Başta ABD olmak üzere, Çin, Hindistan, Japonya gibi ülkeler adada askeri üs kurmaya uğraşmaktadırlar. Emperyalist güçlerin tutumundan aldığı destekle daha da azgınlaşan Sri Lanka devleti, 2007 yılından itibaren Tamil gerillalarını geriletmeye başlatmıştır. 2009 Ocak ayından itibaren ise, ordu güçleri, gerillaların ve sivil halkın yaşadığı bölgelere ağır silahlarla ve uçaklarla saldırarak tam anlamıyla bir katliama girişmiştir. Aynı zamanda bölgedeki sivil halkı da toplama kamplarına yerleştirmeye başlayan ordu, savaşı kazandığını, Tamil gerillalarını nihai olarak ezdiğini ve Tamil sorununu da “hallettiğini” ilan etmiştir. Bugün için uluslararası burjuva medya, sadece Sri Lanka devletinin zafer çığlıklarını duyuruyor ve Tamil halkının acılarına kulaklarını tıkıyor. Adada Tamil halkının yaşadığı bölge, tıpkı Filistin örneğindeki gibi Gazzeleştiriliyor. Terörist ilan edilmiş olan Tamil halkı aşağılanıyor. Apaçık ortada duran gerçekliğe rağmen, yaşananların sorumlusu olarak Tamil halkının mücadelesi gösteriliyor. Ezilen bir ulus olarak Tamil halkının ulusal talepleri ve bilinci, Sri Lanka burjuvazisinin ırkçı ve şoven milliyetçiliğiyle bir tutuluyor. Kimi aklı evvel burjuva ideologlar, küreselleşen bir dünyada milliyetçiliğin çıkmaz sokak olduğundan dem vuruyorlar. Sanki bizzat kendi ülkelerinin egemen burjuvaları bu azgın milliyetçiliği savunmuyormuş gibi… Bütün emperyalist güçler açıktan Sri Lanka devletini desteklediği halde, Tamil gerillaları emperyalistlerin oyununa alet olmakla suçlanıyor. Sri Lanka hükümetinin zafer çığlıklarına rağmen, Tamil halkı ve talepleri olduğu yerde durmaktadır. Kapitalizmin tarihi, ezilen ulusun haklı mücadelesinin baskıyla, zulümle, katliamlarla yok edilemeyeceğini defalarca ortaya koymuştur. Ulusal sorunun çözümü, ezilen ulusa kendi kaderini özgürce tayin etme hakkının tanınmasından ve onun her türlü demokratik talebinin karşılanmasından geçmektedir. Bu Sri Lanka’da da böyledir, Türkiye’de de Filistin’de de, İrlanda’da da… _____________________________ 1
Sri Lanka, eski adıyla Seylan yahut Serendip, Hindistan’ın güneyinde bir ada ülkesidir. Bugünkü nüfusu yaklaşık 21 milyon olan ülkede yaşayanların çoğunluğunu %75 gibi bir oranla Budist Sinhala halkı (Sinhala, hem adada yaşayan Budist halkın hem de bu halkın konuştuğu dilin adıdır) ve %12 gibi bir oranla da Hindu Tamil halkı oluşturmaktadır. Kaynaklara göre Sinhala halkı, M.Ö. 5. yüzyılda Hindistan’ın kuzeyinden adaya göçen ve krallıklar kuran Aryan kökenli bir kavimdir. Tamil halkı da Aryan kökenli olup, esasen Hindistan’ın güney kesimindeki Tamil Nadu eyaletinde yaşayan 70 milyonluk bir halktır.
2
Bu bağlamda, yükselen bir güç olarak Çin’in özel konumunu da vurgulamak gereklidir. Adadaki nüfuzunu arttırmak amacıyla Çin, Sri Lanka hükümetine milyarlarca dolar yardımda bulunmuş, savaş uçakları hibe etmiş, silah yardımı yapmış, BM’nin katliamlar karşısında sessiz kalmasını sağlamış; buna karşılık da adanın güney ucunda bir liman inşa etmeye başlamış ve askeri üs sözü almıştır.
B
irleşmiş Milletler (BM), Somali açıklarında ticari gemilere saldırı düzenleyen korsanları gerekçe göstererek, geçtiğimiz aylarda, “Görev Gücü 151” adlı bir askeri deniz gücü oluşturdu. 10 ülkenin (ABD, İngiltere, Kanada, Suudi Arabistan, Güney Kore, Avustralya, Japonya, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan ve Türkiye) katıldığı bu askeri gücün komutanlığının Türkiye’ye verilmesi, TC burjuvazisi tarafından sevinçle karşılandı. Burjuva medyadaki bazı köşe yazarları, Somali kıyılarını ve Aden Körfezini kontrol altında tutan gemilerin komutanlığının bir Türk subaya verilmesi üzerine keyiften dört köşe oldular; bir zamanlar bu denizlerin Osmanlı’nın kontrolünde olduğunu hatırlatan kibirli yazılar döşediler. Hatta “Piri Reis” benzetmesi yapanlar oldu. Geçtiğimiz Şubat ayında Meclise sunulan başbakanlık tezkeresinde, Aden Körfezi, Somali karasuları, Arap Denizi ve mücavir (komşu) bölgelerde seyreden ticari gemilere yönelik korsanlık eylemlerinin uluslararası bir güvenlik meselesi olduğu belirtiliyor; deniz kuvveti gönderilmesi için TBMM’den yetki isteniyordu. Askeri güç gönderimine insani bir gerekçe sunmayı da ihmal etmiyorlardı tezkerede: “Somali ile Afrika ülkelerine yapılan insani yardımların deniz yoluyla ulaşımını güçleştiren yasadışı eylemlerin Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiği…” İşte bu tür ifadelerle, emperyalist güçlerle yapılan kirli ittifaklar ve bizzat TC egemenlerinin üstlendiği bölgesel güç olma rolü perdelenmeye çalışılıyordu. Tezkerede uluslararası anlaşmalara vurgu yapılarak, “TC’nin bu tür görevleri üstlenmesinin uluslararası yükümlülüklerden kaynaklandığı” da vurgulanmıştı. Sormak gerekiyor: Bu tür anlaşmaları imzaladığı için bölgeye deniz kuvveti gönderme yükümlülüğü taşıyan ülke sa-
Emperyalist Haydutlar Somalili Korsanlara Karşı! Kemal Erdem
35
marksist tutum
Temmuz 2009 • sayı: 52
yısı “10” ile mi sınırlı? Deniz gücüne katılan bu 10 ülkenin hepsinin de Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD’ye ortaklık eden ya da onu destekleyen ülkeler olması tesadüf müdür? “Ticari gemileri korumak”, “Afrika’ya insani yardımların ulaştırılmasını güvenceye almak” ve “uluslararası anlaşmaların gereğini yerine getirmek” gibi gerekçeler ileri sürerek Somali tezkeresini çıkarmıştı TC burjuvazisi. Oysa aynı TC burjuvazisi bölgedeki deniz gücünün komutanlığı bir Türk subaya verilince, “bu denizler şimdi bizden sorulur, zaten eskiden de bizden sorulurdu” diye böbürlenmeye başlıyor. Demek ki, Şubat ayında Meclisten geçen tezkerede gerçek niyetler perdelenmiş ve her zamanki gibi yine ikiyüzlüce davranılmıştır.
Somali’nin kısa tarihi ya da kara talihi İtalya ve İngiltere tarafından sömürgeleştirilmiş olan Somali 1960 yılında bağımsızlığını kazandı. Ülkede 19861992 yılları arasında şiddetli bir iç savaş yaşandı. Amerikan yanlısı diktatör Mohamed Siad Barre iktidarı 1991’de devrildi. Bir karşı-devrim marifetiyle Barre yeniden başa getirilmeye çalışıldıysa da, kontrolü ele alması artık mümkün değildi. Ancak emperyalistler Somali’de kendi denetimleri dışındaki güçlerin iktidarına göz yummamaya kararlıydılar. Barre devrilmeden önce, ülkenin üçte ikilik bölümünde, Conoco, Amoco, Chevron ve Philips şirketlerine petrol kaynaklarını kullanmak üzere ayrıcalıklar tanınmıştı. Somali’nin petrol kaynakları kısıtlıydı, ne var ki petrol bölgelerine yakınlığı ve Basra Körfezinin ve Kızıldeniz’in çıkışındaki Aden Körfezini kontrol eden coğrafi konumu, bu ülkenin stratejik önemini arttırıyordu. Bütün bu faktörlerin de etkisiyle, 1992 yılı sonunda ABD öncülüğünde BM’den Somali’ye müdahale kararı çıkarıldı. 1993 yılında ABD öncülüğünde “Umut Operasyonu” adı altında Somali’yi işgal eden emperyalist güçler, ülkedeki yerel güçlerle savaşarak kendi denetimlerinde bir iktidar oluşturmaya çalıştılar, ama başarılı olamayarak 1995 yılında ülkeden çekildiler. Sözde “insani yardım” amacıyla yapılan bu operasyonda 2 milyar dolar harcandığı açıklandı, ancak bu paranın %90’ının silah harcaması olduğu sonradan açığa çıkacaktı. Somali’ye yığılan silahlar, ülkede yerel savaş ağalarının ortaya çıkmasının da önünü açacaktı. 1998-2006 yılları arasında yaşanan çatışmalar, Somali sınırları içinde özerk yönetimlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. 1999-2003 döneminde Birleşik İslam Mahkemeleri (UIC) örgütü güç kazandı. UIC, kabilelerin de desteğini alarak otonom yönetimler oluşturmaya başladı. 2004 yılında BM, birbirleriyle çatışan bazı yerel güç odaklarını bir araya getirerek federal bir hükümet oluşturdu. Bu hükümet de ulusal birliği sağlayamadı. 2006 Haziranında UIC, başkent Mogadişu’yu, ardından da diğer bölgeleri ele geçirmeye başladı. UIC’nin iktidarına karşı
36
olan Etiyopya, Somali’nin batısındaki bazı bölgeleri işgal ederken, UIC Eritre’yi de yanına alarak Etiyopya’ya savaş ilan etti. Etiyopya’nın savaşlarda üstün gelmesi üzerine UIC başkent Mogadişu’ya çekilerek gerilla savaşına girişti. Ocak 2007’de ABD, El Kaide militanlarının UIC denetimindeki bölgelerde konuşlandığını ileri sürerek askeri operasyonlar düzenledi. Aynı yıl ülkede İslamcıların öncülüğünde yabancı askerlerin varlığına karşı ayaklanmalar yaşandı. Bugün Somali’de birbirleriyle çatışan üç ana iktidar odağı var. BM’nin desteğiyle oluşturulan koalisyon, yani “Geçici Federal Hükümet”, Somali’nin orta kesimlerini kontrol ediyor. “Geçici Federal Hükümet”, Etiyopya ve eski sömürgeci İtalya’dan destek görüyor. ARS (Somali’nin Yeniden Özgürleşmesi İttifakı) ABD’nin örtülü desteğine sahip. Bölgede üs kurmak isteyen ABD, ARS sayesinde söz sahibi olmak istiyor. ABD İslamcı güçlere karşı savaşında ARS’yi kullanıyor. En büyük güç olan UIC ise halen başkent Mogadişu’da ve Güney Somali’nin büyük bölümünde egemen. UIC, Eritre tarafından destekleniyor. Emperyalist güçler ve yerel egemenler birbirleriyle çıkar ve iktidar için çarpışırken yaklaşık 10 milyonluk halk, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvranıyor. Nüfusun %70’inden fazlası günde 2 dolardan daha düşük bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Ülkede ortalama yaşam süresi sadece 46 yıl. Her 1000 bebekten 124’ü ölüyor. Yetişkinlerde okuma-yazma bilenlerin oranı %24. Somali’de rakip kabileler su kaynaklarının, sığırların, hatta otlakların denetimi için birbirleriyle çatışabiliyor. Ülkede tarım çökmüş durumda, su kaynakları sınırlı ancak çatışmak için otomatik silahları var! Somalililer hem çatışmalardan hem de açlık ve yoksulluktan dolayı ülke dışına kaçmaya çalışıyor. Milyonlarca Somalili, Afrika’nın diğer ülkelerinde ve dünyanın dört bir yanında mülteci olarak yaşıyor. Bugüne kadar binlerce Somalili göç yollarında hayatını kaybetti.
sayı: 52 • Temmuz 2009
Somalili balıkçılar nasıl korsanlığa başladı? Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1991’den itibaren Somali’de merkezi otorite ortadan kalktı. Bu durum karada olduğu gibi Somali karasularında da iktidar boşluğu doğurdu. Diğer ülkelerden gelen yüksek teknolojik donanıma sahip gemiler Somali sahillerinde kaçak avlanmaya ve zengin ton balığı kaynaklarını sömürmeye başladılar. Somalili balıkçılar, kaçak balıkçılık yapan diğer ülkelerin balıkçı gemilerini kaçırarak “korsanlığa” adım attılar. Kendilerinin “korsan” olduklarını reddettiler ve kendilerini “sahil güvenlik görevlisi” olarak tanımladılar. Korsanlar, yıllardır yabancı ülkelerin Somali karasularını kirlettiğini, tek geçim kaynakları olan balığın yabancı ülkeler tarafından sömürüldüğünü söylüyorlardı. Somali karasularında başka ülkelerden gelen kaçak avcılar yılda 300 milyon dolar değerinde ton balığı avlıyorlar, yabancı gemiler yasadışı biçimde kimyasal atık boşaltıyorlardı. 2005 yılında Somali kıyılarını vuran tsunami milyonlarca ton atığı kıyılara taşımıştı. Tüm bunlara karşı mücadele yürüttüklerini iddia eden korsanlar, kimseye zarar vermediklerini, sadece kendi haklarını aldıklarını söyleyip, eylemlerini bununla açıklıyorlardı. Elbette korsanların ilk ortaya çıkışlarında ne oldukları ile bugün geldikleri durum birbirinden ayırt edilmelidir. Bugün gelinen aşamada, korsanların eylemleri emperyalist güçler tarafından örgütlenip yönlendirilir hale gelmiştir. İngiltere ve ABD emperyalizmi, Somali’deki bazı yerel savaş ağalarını da korsanları da istediği eylemlere yönlendirebilmektedir. Emperyalizmin, Afrika’dan Güney Asya’ya ve kuzeyde Kafkaslar’a kadar uzanan bir bölgede BOP çerçevesinde giriştiği hegemonya kavgası, bu geniş coğrafyada yer alan tüm güçleri kendi denetimi altına alma ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabasından bağımsız düşünülemez. Avrupa ortak istihbarat raporuna göre, korsanlar Süveyş Kanalı’ndaki gemilerin yüklerini ve seyir bilgilerini İngiltere’den ediniyorlar. İngiliz gemilerine saldırı olmuyor. Tüm fidye pazarlıkları da İngiltere üzerinden
marksist tutum
gerçekleştiriliyor. Diğer bir gerçeklik ise Somalili korsanların yaşadığı bölgenin yakınlarındaki ABD üssünden veya emperyalist güçlerin bölgedeki savaş gemilerinden korsanlara yönelik bir müdahalenin yapılmaması.
Kızıldeniz’de hegemonya mücadelesi Enerji kaynaklarının ve bunların geçiş yollarını kontrol eden stratejik yolların denetimi, ABD emperyalizmi ve müttefikleri ile bölgesel emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin en kritik halkasını oluşturuyor. Bu yılın Şubat ayında İran’ın Eritre ile yaptığı ticaret anlaşması sayesinde İran, ticaretini Eritre limanlarına taşıyacak ve Kızıldeniz’de bir askeri üs kuracak. Bu anlaşma Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını Hint Okyanusu’na taşıyan en önemli alan üzerinde, yani Kızıldeniz’de, İran’a avantaj sağlayan olağanüstü bir gelişme. İran, Sudan’la da benzer bir anlaşma yaparak Kızıldeniz’in Afrika kıtasına yaslanan kesitinde büyük bir atak geliştiriyor. ABD’nin başını çektiği 10 ülkenin tam da bu gelişmeler yaşanırken bölgeye donanma göndermesi manidardır. Böyle bir deniz gücünü bölgede konuşlandırmak için Somalili korsanları eyleme geçirmek ve bu eylemleri bahane olarak kullanmak emperyalistlerin daha önceki uygulamaları ile uyumludur. Emperyalist güçler kendi çıkarlarını ve gerçek amaçlarını “terörle mücadele” söyleminin arkasına gizlemeyi âdet haline getirmiş bulunuyorlar. ABD emperyalizmi dünyanın neresine el atmak istese, bahane oluşturacak bazı eylemler devreye sokuluyor. ABD ve müttefikleri kirli emperyalist emellerini gizlemeyi ve dünya kamuoyu nezdinde askeri operasyonları haklı gösterecek gerekçeler imal etmeyi ihmal etmiyor.
TC’nin rolüne dikkat! TC, BOP çerçevesinde üstlendiği rollerin yanı sıra, Ceyhan-Kızıldeniz Petrol Boru Hattı projesi için, İsrail ve Hindistan’la diplomasi yürütüyor. Bu durum, TC’yi Kızıldeniz’deki hegemonya mücadelesinin aktörlerinden biri haline getirmektedir. Diğer taraftan, daha genel düzeyde, Türkiye kapitalizmi, yeni palazlanan taze güçleri üzerinden Afrika’da emperyal bir gündem izlemektedir. Yoksul Afrika ülkelerinde Türk okulları ve misyonerlik çalışmaları üzerinden Türkiye’nin etkisinde olan bir seçkinler tabakası yetiştirme çabalarından tutun, gitgide artan sermaye yatırımlarına dek kapsamlı bir faaliyet söz konusudur. Bütün bu işlerin büyük haydutlarla bağlantısı noktasında ise, ABD’nin TC ile kapalı kapılar ardında uzun süredir devam ettirdiği pazarlıklar dikkat çekicidir. Genelkurmay Başkanı Başbuğ ABD’li yetkililer ile yaptıkları görüşmelerde “kendisinin ABD üzerinde PKK konusunda ça-
37
ABD öncülüğünde ve şu sıralar bir Türk subayın marksist tutum komutasında Somali karasularını denetimi altına alan donanma, korsanlarla savaşmak için değil, hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak; yani “haydutluk yapmak” için orada bulunuyor.
lıştığını, ABD’nin ise kendi üzerinde Afganistan ve Pakistan gibi konularda çalıştığını” açıkladı. Afrika boynuzundaki deniz gücü ortaklığı da, TC egemenlerinin ABD emperyalizmi ile geliştirdiği kirli ittifakın göstergesidir. Bölgede görev alacak donanmaya Türkiye’nin katılımını kamuoyu nezdinde meşrulaştırma operasyonu devreye sokuldu. Birden bire korsanlar Türk gemilerine saldırmaya başladı. Bu olaylar medyaya abartılı biçimde servis edildi ve hemen akabinde TBMM’den tezkere geçirilmesi onaylandı. ABD ve İngiltere’nin desteğiyle sahnelenen bu meşrulaştırma operasyonunda, korsanlar da Türk medyası da kendilerine verilen rolü başarıyla oynadılar. Böylece Türkiye içerisinde emperyalist amaçlarla Afrika Boynuzu’na donanma gemisi gönderilmesine karşı hiçbir ciddi muhalefet oluşmadı.
Afrikamdan Defol! Emperyalist güçlerin Afrika’ya daha önceki müdahalelerinde de çeşitli meşrulaştırma operasyonları düzenlenmişti. Afrika’da bir ülkeye askeri müdahalede bulunacakları zaman o ülke halkının sefaletini yansıtan fotoğrafları uluslararası medyaya servis ediyorlar. Gelişmiş ülkelerin işçi sınıfı insani duygularla “bir şeyler yapılmalı, yardım edilmeli, müdahale edilmeli” fikrine bu görüntüler sayesinde ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa kapitalist haydutlar hiçbir dönemde, kara kıtaya insani amaçlarla gitmediler: “Son dönemde ‘demokrasi ve özgürlük’ getirmek bahanesiyle ve BM barış gücü maskesi altında Liberya, Sudan, Darfur, Somali, Eritre ve Cibuti’de yaşanan çatışmalara müdahale eden, bu bölgelerde askeri üsler kuran ABD, şimdi de AFRICOM (Afrika Komutanlığı) adı altında yeni bir komutanlık oluşturarak emperyalist savaş alanında açmaya uğraştığı yeni cephede koordinasyonu sağlamayı hedeflemektedir. Böylece on yıl içinde petrol ihtiyacının dörtte birini sağlayacağı Nijerya, Angola ve Gine Körfezi ülkelerini kendi nüfuz alanına çekmeyi ve bu kıtadaki en büyük rakibi Çin’in önünü kesmeyi amaçlıyor. Bu merkezi komutanlık ve askeri üsleri sayesinde, özellikle Afrika Boynuzu’nda yoğunlaşan ABD karşıtı İslamcı güçleri ezmek ve kendisine karşıt rejimleri değiştirerek çıkarlarına uygun yönetimleri işbaşına getirmek niyetinde olan ABD’nin, Somali ve Doğu Afrika ülkelerine duyduğu ilgi de bu yüzdendir.” (Kerem Dağlı, Af-
38
Temmuz 2009 • sayı: 52
rikamdan Defol, MT, no:25) Sömürgeciler, yüzyıllarca Afrika’yı paylaşarak egemenlikleri altında tuttular. Kıtanın zengin doğal kaynaklarını yağmaladılar. Afrikalıları köleleştirip sattılar. Bir zamanlar aşağı ırklar veya evrimleşmemiş maymunlar olarak gördükleri Afrikalıları yönetmek gerektiğini söyleyerek sömürgeciliği meşrulaştırdılar. Şimdi yine “insani amaçlarla” “terörle veya korsanlarla mücadele” için müdahale ettiklerini” söylüyorlar. Koşullar ve yöntemler yüzyıllar içerisinde değişim gösterdi elbette ama kapitalist haydutların ahlâkı özü itibarıyla zerre kadar değişmedi. Değişmeyen diğer husus ise ezilen Afrika halklarının kader ortaklığıdır: “Bahtı da kendi gibi kara olan bu kıtanın mazlum halklarının geleceği, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleler kaderini kendi ellerine almadığı sürece değişmeyecektir. (…) istisnasız tüm emperyalist ve kapitalist güçlerin niyeti aynıdır: daha fazla sömürü, daha fazla kâr. Bu yüzden de Afrika halklarının önündeki ikilem yüzlerce yıldır aynıdır: insanca yaşamak için savaşmak ya da emperyalizmin pençesi altında kıvranarak can vermek!” (Kerem Dağlı, age) En büyük kapitalist devletler dünya üzerindeki en büyük haydutlardır. ABD öncülüğünde ve şu sıralar bir Türk subayın komutasında Somali karasularını denetimi altına alan donanma, korsanlarla savaşmak için değil, hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak; yani “haydutluk yapmak” için orada bulunuyor. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD ve müttefiklerinin “küresel haydutluk” projesidir. TC işte bu projenin ortağıdır. Dünyayı kanlı bir rekabet ve çatışma ortamına sürükleyen emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele hattının örülmesi her şeyden evvel doğru bir kavrayışı gerektiriyor. TC’nin emperyalist hiyerarşi içerisinde yükselme çabasının ve bölgesel güç olarak hegemonya mücadelesinde giderek daha fazla rol almasının ne anlama geldiği doğru anlaşılmalıdır. TC kapitalizminin gelinen aşamada halen “azgelişmiş” olduğunu sananların, TC dış politikasını ABD’nin uşaklığına indirgeyenlerin –niyetleri ne olursa olsun– işçi sınıfına doğru bir devrimci perspektif sunma şansı yoktur. Emperyalist savaşlara karşı durmanın yolu, TC egemenlerinin alt-emperyalist hesaplarına karşı durabilmekten geçiyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Emekçileri Aldatma Oyunu: Milli Piyango Adil Aksu
T
elevizyonda her iki günde bir canlı yayında piyango çekilişi yapılıyor. Milyonlarca işçi ve emekçi ekran karşısında umut ve heyecanla elindeki bilete sarılıyor. Az sonra açıklanacak sonuçlar merakla bekleniyor. Acaba bu kez bin umutla alınan bilete, beklenen büyük ikramiye çıkacak mı? Ve bu oyun uzun yıllardır milyonlarca işçi ve emekçi için böyle süregeliyor. Ucuz bir bilet zengin olmayı sağlayacak, işsizlik ve yoksulluk belâsından kurtulmuş olunacak. Kapitalizmin yarattığı “kısa ve ucuz yoldan kurtuluş” hayali, her hafta milyonlarca insanı esir alıyor. Hayatını işçi sınıfının kurtuluşuna yani sosyalizm mücadelesine adayan Ekim Devrimin önderlerinden Lenin, sermayenin piyango oyunlarıyla halkı nasıl aldattığını 1903 yılında kaleme aldığı Kır Yoksullarına adlı broşüründe şöyle anlatıyor: “Hemen piyangonun ne olduğunu anlatayım. Örneğin benim 50 ruble değerinde bir ineğim var. Bu ineği piyango ile satmak istiyorum ve o nedenle herkese 1 ruble değerinde bilet almayı öneriyorum. 1 ruble ile inek sahibi olma olanağı var! Herkes ineği satın almak istiyor ve rubleler yağmaya başlıyor. 100 ruble toplandığında, piyangoyu çekiyorum: piyangoyu kazanan, ineği bir rubleye almış oluyor, diğerleri hava alıyor. İnek insanlara “ucuza” mı geldi? Hayır, çok pahalıya geldi, çünkü değerinin iki katı para ödendi, çünkü iki kişi (piyangoyu düzenleyen ve ineği kazanan) hiçbir şey yapmadan kazanç sağladılar, hem de paralarını kaybeden 99 insanın sırtından. Demek ki piyangonun halk için kazançlı olduğunu söyleyenler halkı basitçe aldatmaktadırlar.” (Lenin, Kır Yoksullarına, İnter Yay., 1993, s.45-46) Lenin’in özlüce ifade ettiği “basitçe aldatma” oyunu, yaşadığımız ülkede de Osmanlı’nın son dönemlerinden
günümüze dek sürüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise ilk piyango 1925 tarihlerinde, bugünkü adı Türk Hava Kurumu olan Türk Tayyare Cemiyeti’ne maddi destek sağlamak üzere düzenlenmiş. “İstikbal göklerdedir” diyen Kemalist bürokrasi, bir yandan kendi egemenliğini koruyup güçlendirmeye çalışırken diğer yandan da işçi ve emekçilerin umudunu piyangolara bağlamasını sağlamıştır. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda “milli” piyangonun evrimi de o günlerden bugünlere sürmüştür. 1939 yılında, yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle, piyangodan elde edilen gelirler bu kez “Milli Savunma”ya aktarılmıştır. 1939’dan günümüze şans oyunları Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü denetiminde sahte umutlar dağıtmaya devam ediyor.
Boşuna umutlanma, talih kuşu devlete konar! Milli Piyango İdaresi bünyesinde, her ayın 9, 19 ve 29’unda Milli Piyango, her pazartesi On Numara, her çarşamba Şans Topu, her perşembe Süper Loto, her cumartesi Sayısal Loto çekilişleri yapılmakta ve her gün Hemen Kazan dağıtımı yapılmaktadır. Bu denli çeşitlendirilen ve sık aralıklarla çekilişleri yapılan bu şans oyunları, işçi ve emekçilere sahte umutlar pompalamaya ve devlete devasa bir fon yaratmaya yarıyor. Milyonlarca işçi ve emekçi bu oyunlar vasıtasıyla bireysel kurtuluş düşleri kurmaya zorlanıyor. Her köşede gördüğümüz bayilerle ve yapılan reklâmlarla, “talih kuşu size de konabilir” klişesi beyinlere empoze ediliyor. Oysa bu oyunlarda yüksek ikramiyeler kazanma olasılığı milyonda birler düzeyinde. Örneğin Sayısal Loto’nun bir kişiye çıkma olasılığı 14 milyonda 1, Hemen Kazan’ın çıkma olasılığı 10 milyonda 1, Şans To-
39
Temmuz 2009 • sayı: 52
marksist tutum
pu’nun çıkma olasılığı 3 Milyon 900 binde 1 veya Milli Piyango’nun çıkma olasılığı 700 binde 1’dir. Çekiliş sonunda, piyangoyu düzenleyen devlet ve birkaç kişi kazançlı çıkarken, geri kalan milyonlar kaybetmeye devam etmektedirler. Elbette pastadan en büyük payı devlet almaktadır. Elde edilen muazzam gelirin en büyük payı ise %38 ile “savunma sanayiini destekleme” adı altında savaş sanayiine gitmektedir. Gelirin geri kalanının %28’i Hazineye, %25’i vergi olarak Maliye Bakanlığına, %6’sı Tanıtım Fonuna, %2’si Olimpiyat Oyunları Fonuna ve %1’i de Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna aktarılmaktadır. Şans oyunlarından elde edilen gelir her geçen gün büyümektedir. Milyonlarca insanın “1 liradan ne çıkar” diyerek oynadığı şans oyunlarının hasılatı, artık milyar dolarlarla ifade edilen bir büyüklüğe ulaşmıştır. Türkiye’de şans oyunları sektörü her yıl 1 milyar doların üzerinde bir kâr getiriyor. Devletin kontrolündeki bu kârlı sektör, yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarının da fazlasıyla iştahını kabartıyor. İtalya, Çin ve Yunanistan’ın lotarya şirketlerinin yanı sıra yerli tekeller de bu sektöre egemen olmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Bir süre önce devlet tekeli kaldırılan şans oyunları sektöründe, Milli Piyango’nun özelleştirilmesi doğrultusunda da bir yasal düzenleme yapıldı. Nihayetinde, altın yumurtlayan bu tavuğun özel sektöre armağan edilmesi için 8 Mayısta ihaleye çıkıldı. Söz konusu ihaleye, 10 yıl boyunca Milli Piyango’ya bağlı şans oyunlarının lisansını almak için iki büyük sermaye grubu katıldı. Bunlardan ilki, Doğuş Holding/Alarko Holding/Fina Holding üçlüsünün oluşturduğu DAF Araştırma Geliştirme A.Ş. idi. İkincisi ise Yunan şirketi OPAP ile Turkcell’in bu ihale için kurduğu Şans Oyunları Yatırım Holding A.Ş. idi. Bu tekeller 1 milyar 662 milyon dolarlık açık arttırma bedelini çok buldular ve ihaleden çekildiler. Ancak yerli ve yabancı sermaye gruplarının kelepir fiyata peşine düştükleri özelleştirme ihalesinde şimdilik hedeflerine ulaşamamış olmaları, bu tatlı kâr kaynağından vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Tersine krizin yarattığı fırsatı değerlendirerek, devletin yeni bir özelleştirme hamlesi yapacağına adları gibi eminler. Yunanistan ile Türkiye’yi karşılaştırdığımızda sermayenin beklentilerini daha iyi açıklamış oluruz. Yunanistan 20 milyonluk nüfusuyla kişi başına 430 dolarla dünyada en fazla şans oyunlarının oynandığı ülkelerden biridir. 70 milyonluk Türkiye’de ise bu miktar kişi başına 15 dolardır. Bu sektörün özel sermaye
40
gruplarının eline geçmesiyle birlikte, oyunları çok daha sık aralıklarla oynatacakları ve kişi başına yatırılan para miktarını arttırarak kârlarına kâr katacakları da aşikârdır.
Sermayenin oyunları mı, devrimci mücadele mi? Kriz dönemleri işçi ve emekçilerin şans oyunlarına en çok ilgi gösterdiği dönemler olmuştur. Devlet Denetleme Kurulunun raporunda yer alan verilere göre son bir yılda şans oyunu oynayanların oranı yüzde 67’ye ulaşmış durumda. İşsizliğin, yoksulluğun ve pahalılığın artmasıyla birlikte şans oyunlarına olan ilgi de artmaktadır. Milyonlarca işçinin işsizler kervanına katıldığı bu dönemde, işsiz kalan bir işçi, kendisine güvenli bir gelecek sağlama umuduyla elindeki son kuruşları da şans oyunlarına yatırmaktadır. Şans oyunları büfelerinin önünde oluşan kuyruklar, örgütsüzlüğü, çaresizliği resmetmektedir. Sınıf mücadelesinden bihaber olan genç işçiler, milli piyangonun yanı sıra at yarışlarına ve İddaa türü şans oyunlarına olağanüstü bir ilgi göstermektedirler. Yaşadığı ülkedeki işçi mücadelelerinden bihaber olan genç işçiler, dünyanın dört bir yanındaki futbol takımlarını adları gibi bilmekte ve her hafta bu takımların hangi performansı göstereceklerini tartışmaktadırlar. İş ve yaşam koşullarına ilişkin sorunları tartışmayan ve bu sorunların nasıl çözüleceğine kafa yormayan işçiler, fabrikalarda saatlerce şans oyunları üzerine tartışıp konuşabilmektedirler. Elbette bu durumun günümüzde bu denli yaygınlaşmasında 12 Eylül faşist darbesinin de büyük bir rolü bulunuyor. 12 Eylül darbesi işçi sınıfının örgütlü mücadelesine indirilen çok büyük bir darbeydi. Gençleri futbol, şans oyunları ve popüler kültür sarmalında yetiştiren faşist düzenin etkileri on yıllar boyunca sürdü, sürüyor. Hedeflenen şey, gençlerin sınıf mücadelesinden uzak durması ve bencilleşmesiydi. Bu uğurda çok büyük çabalar harcandı. Bireysel kurtuluş umudu olarak pompalanan şans oyunları da bu amaca hizmet etmek üzere alabildiğine kullanıldı. Artık her mahallede, her köşe başında şans oyunlarının oynandığı bir bayi bulmak mümkün. Sermaye bu oyunlarla bir taşla birkaç kuş birden vuruyor. Bir yandan işçi ve emekçi kitlelerden toplanan küçük meblağlar büyüdükçe trilyonlara ulaşıyor, diğer yandan da milyonlarca insan sahte bir umudun peşine takılmış oluyor. Her gün, her saat kafamızın içinde döne döne bizlere zarar veren bu oyunu bozmak bizlerin elinde. İşçi sınıfının ihtiyacı olan şey, kendi örgütlü gücüne güvenerek bu köhnemiş sisteme karşı mücadeleye dört elle sarılmasıdır. Bir kişinin kazandığı ve milyonlarca kişinin kaybettiği bu sistemi yıkmak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle mümkündür.
M
ayıs ayında Balıkesir Çocuk Hastalıkları Doğum ve Bakımevinde bir “sağlık skandalı” daha yaşandı. Tüp bebek yöntemiyle, henüz beş buçuk aylıkken dünyaya gelen Halil Bebek, “öldü” denilerek kuvözden alınmış ve bir karton koli içerisinde ailesine teslim edilmişti. Birkaç saat sonra yaşadığı anlaşılmış, hastaneye kaldırılmış ancak kurtarılamamıştı. Olayın insan ruhunu yaralayan ayrıntıları medyada uzun uzun anlatıldı. Ne kadar büyük bir “sağlık skandalı” olduğu defalarca vurgulandı. Sağlık Bakanı, Balıkesir İl Sağlık Müdürü, Meclis Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı gibi sağlık alanında “etkili ve yetkili” isimler, zehir zemberek açıklamalar yaptılar. Sorumluların en ağır şekilde cezalandırılacağı yolunda naralar attılar. Mağdur ailenin acısını derinden paylaştıkları yalanını yüzsüzce tekrar edip durdular. Olayda sorumluluğu görülen iki doktor açığa alındı. Ama tıpkı daha öncekiler gibi, bu olayın da asıl nedenleri ve sorumluları ortaya çıkarılmayacak. Bebeğin ailesi bu tarifsiz acıyla baş başa bırakılacak ve olayın üstü örtülecek. Elbette ki bu tespit bir kehanet değildir. Daha önce yaşananlar yaşanacakların işaretidir. Son zamanlarda sağlık skandalı olarak lanse edilen olayları hatırlayalım. Tüm vücudu yanmış bir çocuk. Acıyla kıvranıyor. Babası gerekli parayı ödeyemediği için hastane çocuğu tedavi etmiyor. Başka bir hastanede küçük bir yangın çıkıyor, yoğun bakımdaki sekiz hasta ölüyor. Bir ambulansın kapısı açılamayınca içindeki hasta ölüyor. Dört kişilik odada yedi hasta tedavi görüyor. Hastane enfeksiyonları yüzünden aynı hastanede birkaç haftada 20’nin üzerinde bebek ölüyor ama o hastanede enfeksiyon olmadığı söyleniyor. Sağ böbreği çalışmayan hastanın ameliyatla sol böbreği alınıyor… Bu sonu gelmeyen “skandalların” bir veya birkaçını muhakkak hatırlıyoruzdur. Bu olayların kahramanları kimlerdir peki? Bu acı-
Sağlık Skandalı mı, Kapitalizm mi? Ezgi Şanlı
41
lara mahkûm edilenler kimlerdir? Kaderleri kendileri tarafından yazılmayan bu insanlar hangi bütünün parçasıdır? Bu soruların yanıtı nettir. Onlar işçi sınıfının evlatlarıdır. Patronlar sınıfının kapısını böyle skandallar çalmaz. Ne yazık ki gezegenimizdeki evrim sürecinin doruğunu oluşturan insan soyu, kahrolası sınıflı bir düzen içinde kıvranıyor. Dili, bilinci, yaratan elleri, dünyayı dönüştürme gücü olan bu varlık, hâlâ insanın insanı sömürdüğü bir dünyada yaşıyor. İnsanlığın kanını emen kapitalizm, 21. yüzyılın kahredici gerçeği olmaya devam ediyor. Bu yüzden Halil Bebeklerin kaderi değişmiyor, değişemiyor. Daha önceki “skandallara” rağmen hiçbir önlem alınmamasının sebebi kapitalist kâr düzeninden başka bir şey değildir. Doktorları suçlayarak işin içinden çıkmadan önce bazı gerçekleri hatırlamakta fayda var. Meselâ Türkiye’de doktor başına 745 hasta düşüyor. Bu rakam Avrupa ülkelerinden tam dört kat fazla. Yani bir doktor hastasına, ölü mü sağ mı olduğunu anlayabilecek kadar bile vakit ayıramayabilmekte. Sağlık işçilerinin uzun çalışma saatleri, 24 saat nöbet zorunlulukları, kapitalistlerin “az kişi ve maliyetle çok iş” yani ucuz işgücü mantığının bir yansımasıdır. Bir diğer sorun da işçilerin en çok başvurduğu devlet ve sigorta hastanelerinin teknik donanımı ve kapasitesidir. Bu hastanelere on yıllardır hiçbir ciddi yatırım yapılmadı. Türkiye’de sağlık harcamalarının bütçedeki payı %4 civarındadır. Ülkenin artan nüfusuna rağmen bu rakam 48 yıldır yerinde sayıyor. Sağlık harcamaları OECD ülkelerinin beşte biri düzeyinde. Üstelik yeni yasal düzenlemelerle “paran kadar sağlık” anlayışı iyice pekiştirildi. Ancak “sağlığın için kaliteli hizmet ve gelişmiş teknoloji” anlayışı sadece patronlar sınıfına hizmet eden özel hastanelerde geçerli kılındı. Hastanelerinin tıbbi donanım eksikliği uluslararası sağlık kuruluşlarınca tescil edilen Türkiye’de bu sebepten ölümlerin haddi hesabı yok. Sorunun diğer bir boyutu da şudur: Tıp fakültelerinde verilen eğitimle doktorların gerekli mesleki donanımı kazanması, insan yaşamının değerine odaklanması kapitalist sistem altında mümkün değildir. Onlar gelecekte “kariyer yapmak” mantığıyla hareket etmeye, parlak bir performans sergilemeye programlanmaktadırlar. Performansları, baktıkları hasta sayısıyla, maliyeti yüksek tedavi uygulamamakla, ucuz malzeme kullanmakla ve bunlara benzer kriterlerle ölçülmektedir. Hastasının bir insan olduğunu unutmak, ona yabancılaşmak, bu şartlar altındaki bir sağlık çalışanı için gayet normaldir. Yaşayan bir bebeğe ölü raporu verdiği için doktorlara esip gürleyen, sorumluları cezalandıracağını söyleyen Sağlık Bakanı bu gerçekleri elbette biliyor. Balığın baştan koktuğunu da biliyor. Ancak mide bulandıran bir aymazlıkla sorumluları cezalandırmaktan bahsederken kendisini hiç hesaba katmıyor. Sağ olan bebeğe ölü raporu verenlerin insan olamayacağından bahsediyor. İşçi sınıfının sağlık hakkını elinden alan yasaları ve uygulamalarıyla kendisi-
42
nin yaptığı farklı bir şeymiş gibi ahkâm kesiyor. İşte, işçi sınıfına “paran yoksa öl” anlamına gelen saldırıları dayatanlar, patronlar sınıfının hizmetindeki bu ikiyüzlü zevattır. Elbette bir bebeğin hayatı söz konusuyken o doktorlardan özen ve hassasiyet beklemekte yanlış olan bir şey yoktur. Özellikle işçi anne-babaların evlatlarına bakan doktorlar, toplumun tüm zenginliklerini yaratan emekçi halka karşı çok daha büyük bir sorumlulukla davranmalıdırlar. Dünyayı döndüren işçi sınıfının, tüm güzellikleri hak ettiğini unutmamalıdırlar. Ancak gerçeklerin üstünü örtmek için, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan, hastasının bir insan olduğu bile unutturulan iki doktoru günah keçisi ilan etmek, bu yolla işin içinden sıyrılmak ikiyüzlülüktür. Kapitalizm tüm dünyanın gerçeğidir. Bu tipte vakalar tüm dünyada yaşanıyor. Özellikle emperyalist-kapitalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ülkelerde bu manzaralara daha çok rastlanıyor. Zaten medya tarafından fikri sorulan profesörlerin, yetkili kişilerin olaya yaklaşımı da bu durumun sanki geri kalmış bir ülkeymiş gibi Türkiye’de yaşanmasına tepkiden ibaretti. Aslında onların derdi olayın örtbas edilemeden açığa çıkmış olmasıdır. Yoksa her gün buna benzer onlarca vaka yaşanıyor ve hiçbirinde böyle bir “hassasiyet” gösterilmiyor. Çünkü çark dönmeye, kârlar büyümeye devam ediyor. Kapitalizmin skandalları ancak kapitalizmle beraber son bulur. İşçi sınıfı örgütlenmeden, insanca yaşamayı ve üretmeyi başaramaz. Sağlık çalışanları da örgütlenmeden kendilerine dayatılan çalışma koşullarını değiştiremezler. İşçi aileleri her düzeyde örgütlü bir sınıfın parçası değillerse diğer bütün alanlarda olduğu gibi sağlık alanında da insanca bir muamele ile karşılaşmazlar. Bu gerçeğin bedelini ödemek ise dünyaya henüz beş buçuk aylıkken gelen minicik bir bebeğe bile düşebilir. İşte asıl skandal budur. Asıl skandal kapitalizmin kendisidir. İnsanları insanlığından eden patronlar sınıfının çıkarları için, onlara hizmet etmek için dünyaya gelmiş ve yaşıyor olmak ya da tüm skandalları, çürümüşlüğü, saçtığı pis kokuları, insanlığın damarlarına zerk ettiği zehriyle kapitalizmden kurtulmak… Hangi seçenek için yaşamaya ve ölmeye değer? İşte asıl düğüm noktası buradadır. Seçimini bilinçli, örgütlü ve mücadele dolu bir yaşam olarak belirleyen işçiler, önce kendi kaderlerini, sonra işçi sınıfının kaderini, sonra da tüm insanlığın kaderini değiştireceklerdir. Her şeye rağmen hayatta kalmayı ve büyümeyi başaran Halil Bebekler olacak ve sınıf kardeşleriyle beraber yıkacaklar saltanatını rezaletin, çirkefin. Kurutacaklar bataklığı. Ant olsun ki o bataklığın yerinde, güneşin ve gökyüzünün altında, mutluluğun dünyası kurulacak. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamanın güzelliğine varmak için dünyaya gelmek yetecek. Çünkü o dünyada ölüm herkes için uzun ve onurlu bir yaşamın ardından gelecek.
Hemşirelerin Sorunları Derya Çınar
H
er yıl, hemşirelik mesleğinin kurucusu kabul edilen Florance Nightingale’in doğduğu gün olan 12 Mayıs, Hemşireler Günü ve 12-18 Mayıs arası da Hemşirelik Haftası olarak kutlanıyor. Bu tarihlerde dünyada ve Türkiye’de çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Hemşirelik mesleğini icra edenler bu haftayı sınırlı da olsa sorunlarının gündeme gelmesi ve çözümler üretilmesi için değerlendirmeye çalışırken, ister özel, ister devlet kurumlarında olsun işveren ve işveren temsilcileri ise bu haftayı kendi çıkarlarına uygun biçimde değerlendiriyor. Bu yıl da yine amaç ve içerikleri farklı çeşitli etkinlik ve eylemliliklerle bu ülkede çalışmakta olan 100 bine yakın hemşirenin gönlü alınmaya çalışıldı. KESK’e bağlı Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikasında (SES) örgütlü olan sağlık çalışanları ise, Hemşireler Günü nedeniyle basın açıklamaları ve yürüyüşlerle sorunlarını gündeme taşımaya ve duyarlılık yaratmaya çalıştılar. Başta Kanada olmak üzere, dünyanın çeşitli ülkelerinde de, ağır ve güvenliksiz çalışma koşullarına, ücret düşüklüğüne, fazla mesai ve nöbet uygulamalarına karşı grevler yapıldı ve eylemler düzenlendi. Burjuvazinin sağlık hizmetlerine ilişkin kâr amaçlı uygulamalarından nasibini alan hemşireler, giderek artan sorunlarla boğuşmaya devam ediyorlar. Sendikaların 2009 yılı başında yaptığı araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de 1000 kişiye 1,3 hemşire düşmekte. OECD ülkeleriyle kıyaslandığında bu rakam oldukça kötü bir duruma işaret
ediyor. 1000 kişiye 9,6 hemşirenin düştüğü Almanya ve Fransa’daki rakamlarla kıyaslandığında ise durumun vahameti daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’de binlerce hemşire, neredeyse 10 kişinin yapması gereken işi tek başına yapmakta. 67 binden fazlası ağırlıkla Sağlık Bakanlığına bağlı kurumlar bünyesinde çalışan hemşireler, çalışma hayatının yaklaşık 3,5 yılını nöbetlerde tüketmekte. Dünya Sağlık Örgütü, sağlık hizmetlerinin “bilimsel ve kaliteli” sunulabilmesi için hemşire başına düşecek hasta sayısının 3’ü aşmaması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca özellikli ve bakım gerektiren hastalar söz konusu olduğunda bu sayının “bir hastaya bir hemşire” olması gerektiği vurgulansa da, kapitalizm koşullarında nasıl ki bilimsel ve kaliteli sağlık hizmeti alamıyorsak hemşireler için de sağlıklı ve ideal çalışma koşulları ufukta görünmüyor. Ağır ve sağlıksız çalışma koşullarında uzun saatler boyunca ve genelde ayakta çalışan hemşireler, ömürlerinin en üretken çağlarında, yani daha 30’lu yaşlarında, birçok sağlık problemiyle de yüz yüze gelmektedir. Gece çalışmasını düzenleyen ve çalışma sürelerini sınırlayan yasalar olmasına ve her yıl binlerce hemşire okullardan mezun olup işsiz kalmasına rağmen, zorunlu gece nöbetlerinin sayısı ve süresi insan aklının sınırlarını zorlamaktadır. Kimi zaman 32 saate varan aralıksız çalışma, dinlenme odalarının bile olmaması, tıbbi atıkların ve ilaçların bulunduğu odalarda
43
marksist tutum
dinlenebilme çabalarıyla geçirilen ömürler… Ortaya çıkan tükenmişlik, mutsuzluk ve öfke, çoğu zaman doğru hedefe yönelmeyip yine kendisi gibi kapitalist sistemin mağdur ettiği insanlara, hasta ve hasta yakınlarına yönelmektedir. Yapılan işin ağırlığı ve sağlık üretirken sağlıksız koşullarda çalışmak, hemşirelerin sağlığını fazlasıyla bozmakta ve onları tehlikeli ve ölümcül hastalıklara maruz bırakmaktadır. Bolu’da nöbet tutarken Kırım- Kongo kanamalı ateşi hastalığına yakalanmış bir hastadan kan bulaşması sonucu hayatını kaybeden Arzu Hemşire gibi nice hemşire, kapitalizmin kâr hırsına kurban gidiyor. Hemşireler yüksek oranlarda bel ve boyun fıtığını mesleklerinin doğal sonucu olarak kabullenseler de, bunların yanı sıra akciğer tüberkülozu, hepatit B ve C, AIDS gibi mesleki hastalıklara karşı da savunmasızdırlar. Uyku bozukluğu, stres ve aşırı yorgunluk gibi sıradanlaşmış sorunlar nedeniyle psikolojik rahatsızlıklar da yaşamaktadırlar. Her yıl hemşirelik haftası geldiğinde başta burjuva medya olmak üzere ensesi kalın, sırtı pek nice bürokrattan, samimiyetsiz, bilinç bulandıran demagojik konuşmalar duymaya alışan hemşireler, iş ve yaşam koşullarında dişe dokunur bir düzelme olmadan çalışmaya devam ederler. Hemşireleri, “hemşirelik, insan sevgisiyle dolu, şefkatle, sabırla yapılan kutsal ve onurlu bir meslektir”, “hemşireler beyaz meleklerdir” gibi söylem ve ucuz ödüllendirme sistemleriyle iliğine kadar sömüren burjuvazi, bu meslek grubunu sadece fiziksel olarak tüketmemekte, ideolojik aygıtlarıyla bilincini dumura uğratarak onu örgütsüzlüğe de mahkûm etmeye çalışmaktadır. Şimdilerde eğitim verilen kurumlar çoğalsa da, bu ülkede uzun yıllar boyunca sağlık sektörünün hemşire ihtiyacı özellikle yatılı olarak eğitim veren sağlık meslek liselerinden karşılanmıştır. 18-19 yaşlarında bu okullardan mezun edilen çoğunluğu yoksul işçi ve emekçilerin kız çocukları, işçilik hayatı ve sağlık sektörüyle aynı anda tanışmıştır. Anadolu’nun çeşitli kentlerinden yatılı okullara gelen binlerce kız çocuğu, başka bir öğrenim olanağına sahip olamadığı için bu okullara gönderilmiştir. Mezun olduktan sonra, çalıştıkları yerleri kendini koruyabileceği tek çatı olarak görmüş ve başta burjuva devletin sağlık kurumlarındaki yöneticileri olmak üzere tüm işyerlerindeki patronlarının her türden saldırılarını bilinçsizce sineye çekmiştir. Devlet kapısında çalışmayı iş güvencesi için yeterli gören hemşirelerin çoğunlukta olması mücadele eden meslektaşlarının gücünü de zayıflatmış ve kalıcı kazanımlar elde edilmesine engel teşkil etmiştir. Devlete ait kuruluşlarda “devlet memuru” statüsüyle çalışan kamu emekçileri, kendilerini işçi sınıfının genelinden ayrı görmeye kadar varan bir bilinç bulanıklığı içindedirler. Hemşireler de aynı bilinç bulanıklığı nedeniyle, örgütlenme mücadelesinden çoğunlukla uzak durmaktadırlar. Kamu emekçileri tam da bu yüzden, son yıllarda arka arkaya çıkarılan saldırı yasalarına hazırlıksız yakalanmışlardır. 657 sayılı kanunda yapılan değişikliklerle, iş güven-
44
Temmuz 2009 • sayı: 52
celerini kaybetmiş ve 4b, 4c gibi yasa maddeleriyle sözleşmeli çalışmaya mahkûm edilmişlerdir. Bu saldırılar iş güvencesinin ortadan kaldırılması ile sınırlı tutulmamış, birçok ekonomik ve sosyal hak da gasp edilmiştir. Güçlü ve örgütlü bir mücadele ve sağlam bir karşı duruşun gerçekleşmediği koşullarda, kamu emekçilerinin burjuva düzenden haklarını koparabilmeleri yine burjuva hukuk sisteminin insafına bırakılmıştır. Bir süredir bu meslekte erkek işçilerin de çalışmaya başlamasıyla genel tablo biraz değişse de, yine de ağırlığı kadın hemşireler oluşturmakta ve bundan doğan sorunlar da giderek artmaktadır. Bunların başında da kreş sorunu yer almaktadır. Kapitalizm bu alanda da kadın çalışanların anne olma hakkını ve olanaklarını kendi kâr hırsının önünde engel olarak görmektedir. Sağlık çalışanlarının örgütsüzlüğü, burjuva AKP hükümetinin daha önce var olan kreş, lojman, 8 saat çalışma hakkı, sosyal tesislerden yararlanma gibi hakları tırpanlamasını kolaylaştırmıştır. Yeni emeklilik yasasının uygulamaya geçmesiyle birlikte, mezarda emekliliğe mahkûm edilen hemşireler de henüz topyekûn bir şekilde saldırıların ciddiyetini kavramış durumda değildir. AKP hükümetinin uygulamaya soktuğu “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, sağlık çalışanlarının ağır sömürü koşullarına dayanabilmeleri için “mutasyon geçirmelerini” zorunlu kılıyor. Hemşireler bu yoğun sömürü koşullarında, boyunlarına “eğitim sertifikaları” denilen kâğıt parçalarını asarak, birer ahtopot gibi, daha fazla kolla ve insanlıktan çıkarak çalışmaya zorlanmaktadırlar. Sağlık kuruluşlarında “performansa dayalı döner sermaye” gibi uygulamalar, özellikle hekim grubunun büyük çoğunluğunu alacakları parayı artırabilmek için birer kapitalist gibi düşünmeye sevk etmiştir. Bu çarpıklık birçok başka sorunu da beraberinde getirmiştir. Doktorun yardımcısı, hizmetçisi olarak görülen hemşirelerin iş yükü alabildiğine artmıştır. Hemşireler her türlü angaryaya katlanmak zorunda bırakılmışlardır. Bu uygulama, tüm sağlık çalışanları arasında bilinç çarpılmalarına sebep olurken, diğer yandan da rekabeti artırmakta ve bölünüp örgütsüzleşmeyi de körüklemektedir. Eşit, parasız ve kaliteli sağlık hizmetinin verileceği, koruyucu sağlık önlemlerinin alınacağı, insanlığın yaşam kalitesini yükseltmeyi amaç edinen bir dünyayı kurma mücadelesi verilmeden ne hemşireler ne diğer sağlık çalışanları ne de işçi sınıfı gerçek ve kalıcı kazanımlar elde etmeyi başaramaz. Gerçek düşman olan kapitalist sistemi hedef tahtasına koyup örgütlü bir kavgaya giriştiğimizde, çalışma ve yaşam koşullarımıza dönük saldırıları bir kenara savurup kazanımlarımızı artırmayı başarabiliriz. Kapitalizmin kendi ideolojisi aracılığıyla yarattığı bilinç bulanıklığına işçi sınıfı kendi ideolojisinin bayrağına sarılarak cevap vermeden, bu yolda mücadeleye atılmadan kurtuluşumuz mümkün olmayacaktır.
sayı: 52 • Temmuz 2009
marksist tutum
Filistin’de İşçi Olmak B
atı Şeria’da yaşayan Filistinli emekçilerin birçoğu, kendi topraklarında çalışıp geçimlerini sağlayabilecekleri bir iş olanağından yoksun oldukları için İsrail’de çalışmak zorunda kalıyor. İsrail topraklarına geçmek isteyen Filistinliler çok sıkı kontrolden geçiriliyorlar. Aile fertlerinden herhangi biri İsrail hapishanelerinde tutuklu ise sınırdan geçişlerine izin verilmiyor. Bu nedenle farklı yollar denemek zorundalar. Filistin yerleşim bölgelerini İsrail’den ayıran duvarlar inşa edildikten sonra bu geçişler daha da zorlaştı. Filistinli işçiler, İsrail kolluk güçlerine yakalanmaları durumunda ise insanlık dışı uygulamalara maruz kalıyorlar. Mayıs ayı içinde et kamyonunun soğutucusunda sıkışık halde gizlice sınırdan geçiş yapmaya çalışan 63 Filistinli işçi, İsrail polisi tarafından fark edildi. Kamyon geri gönderileceğine yolun kenarına çekildi ve iki saat boyunca bekletildi. Hareket halindeyken soğutucunun penceresinden solunum için yeterli hava girerken, bekleme esnasında hava iyice yetersizleşti. Havasız ve
susuz bırakılan işçiler, soğutucunun küçük penceresinden sırayla nefes almaya çalıştıkları sırada İsrailli polis tarafından sürekli taşlandılar ve hakaretlere maruz kaldılar. Şeker hastası olan bir işçinin baygınlık geçirmesi karşısında dahi insafa gelmeyen İsrail polisleri, “hepiniz ölmelisiniz, hiçbirinizin yaşamasını istemiyoruz” şeklinde bağırmaktaydılar. İki saatin sonunda bir grup asker olay yerine geldi ve kamyon kapıları açılıp işçilerin soluklanması sağlanmadan geldiği yere geri gönderildi. Burada kapı açıldığında soluk alabilmeye başlayan işçiler, yaşamsal tehlikeyi atlatsalar da eve ekmek ve para götürememenin üzüntüsünü yaşıyorlardı. Çocuklarıyla karşılaştıkları an, soğutucuda yaşadıkları sıkıntılı anlardan çok daha ağırını yaşamaya başladılar. Çünkü ne para getirebilmiş ne de çocuklarının ihtiyaçlarını karşılaya-
bilmişlerdi. Filistinli işçiler İsrail yönetiminin keyfi uygulamaları nedeniyle en temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlar. Evleri bombalarla tahrip edilen, tarlaları ürünleriyle birlikte yakılan, hayvanları telef edilen Filistinlilerin yaşama tutunabilecekleri her şey Siyonist İsrail yönetimi tarafından ellerinden alınıyor. Türkiye’de de Kürt işçiler, mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere gittikleri batı ve Karadeniz illerinde kolluk kuvvetlerinin veya milliyetçilik zehriyle gözleri kör edilmiş toplulukların saldırılarına maruz kalıyorlar. Ortadoğu’nun ezilen halklarının karşılaştıkları sorunların çözülebilmesi ve insanca yaşayabilmeleri için, dünya işçi sınıfının onlara destek vermesi gerekiyor. Bu destek enternasyonal mücadelenin en temel gereklerinden biridir. Ama İsrail ve Türkiye işçi sınıfı, ezilen halkların özgürleşmesi mücadelesine destek sunma noktasında en önde yürümelidirler. Kuşkusuz bunun için ezen ulus milliyetçiliğinin tuzağından kurtulmaları şarttır. Gerçekte halklar arasında hiçbir düşmanlık yoktur, bunu yaratmaya çalışanlar egemen sınıflardır. İşçi sınıfı egemenlerin sömürü düzenini çöpe attığında halkları birbirine karşı kışkırtan zemin ortadan kalkacak, işte o zaman Ortadoğu’ya gerçekten de barış gelecektir. İşçi sınıfının iktidarında, Filistinli işçilerin de önüne hiçbir engel dikilmeyecek, halklar kardeşçe bir arada yaşayacaklardır. Marksist Tutum okuru bir işçi
45
marksist tutum
İşsizlik Gerçeği Y
aşanan ekonomik krizi bahane eden patronlar sınıfı, milyonlarca işçiyi işten atarak krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek istiyorlar. İlk önce krizin sadece finans sektöründe çıktığını kabul eden patronlar, bu sektördeki on binlerce işçiyi işten attılar. Ancak yalanlar çuvala sığmayınca krizin küresel bir kriz olduğunu söyleyip bütün sektörlerdeki işçileri işten çıkarmaya başladılar. Bütün bunlara rağmen patronlar sınıfını temsil eden hükümetler, işsizliğe karşı önlem aldıklarını, yeni istihdam alanları yaratacaklarını, devletin binlerce işçiye iş sağlayacağını söyleyerek bizleri aldatmaya çalışıyorlar. Çünkü kendi istatistik kurumlarının yaptığı araştırmalar bile işsizlik gerçeğini saklamaya yetmiyor. Türkiye İstatistik Kurumunun Şubat ayına ilişkin açıkladığı işsizlik oranı %16’yı geçiyor. Ne var ki gerçek işsizlik oranı açıklanan rakamların çok üstündedir. Sadece 1 yıl içinde 1 milyon 735 bin sigortalı işçi işten atılmıştır. Peki bizler için işsizlik ne anlama geliyor? Her şeyden önce işsiz kalan milyonlarca işçi, açlığın ve yoksulluğun pençesine düşmüş durumda-dır. Artan işsizlik, sendikal örgütlenmenin de önünde bir engel haline gelmiştir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu bir durumda işsizlik patronların en büyük baskı aracıdır. İşsizlikteki yükselişle birlikte ücretler düşmüş, çalışma saatleri artmıştır. İşten atmalarla birlikte özellikle sendikal örgütlenmenin önü kesilmeye çalışılmaktadır. On binlerce sendikalı işçi işten çıkartılmış, mücadele vermeye çalışan işçiler kriz bahane edilerek işten atılmışlardır. Patronlar sınıfı işsizliği bahane ederek ücretleri aşağı çekmektedir. Çünkü işe yeni alınan işçilere, daha önce çalışan işçilerden çok
Temmuz 2009 • sayı: 52
daha düşük ücretler dayatılabilmektedir. Yani patronlar sınıfı kârına kâr katarken, işçi sınıfı açlık ve yoksullukla baş başa kalmıştır. Bütün bu tablo karşısında, işsizliğe çare bulacağını söyleyen AKP hükümeti ne yapmıştır? Yaptıkları az buz değildir! Evvelâ asgari ücrete %4 yani günlük 70 kuruşluk bir zam yapılmış, ardından elektrikten suya, iğneden ipliğe her şeye zam gelmiştir. Son olarak da İstanbul’da toplu taşıma araçlarına zam yaparak, işsizliğe karşı nasıl önlem aldığını, krizin faturasını emekçilere nasıl çıkaracağını göstermiştir. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada milyonlarca işçi işten atıldı. Buna karşı dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfı patronların bu saldırılarına karşı grev ve direnişlerle cevap veriyor. Özellikle Yunanistan işçi sınıfının verdiği mücadele, işçilerin yaptıkları grev ve gösteriler, Yunan egemenlerinin yüreklerini ağızlarına getirmiştir. Türkiye’de de krize karşı mücadele, patronların saldırısına karşı grev, direniş ve fabrika işgalleriyle başlamıştır. Özellikle Sinter işçilerinin işten atılmaya karşı fabrikada direnişe geçmeleri ve direnişi hâlâ devam ettiriyor olmaları sınıf mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Bütün dünyada sömürü düzenine karşı işçilerin tepkisi ve öfkesi artmıştır. Patronlar sınıfına krizin faturasının ödettirilmesi ve yapılan saldırılara karşı durulması için işçi sınıfı dünya çapında dayanışmayı yükseltmelidir. Fabrikalarımızda, işyerlerimizde, mahallelerimizde örgütlenmeli, işçi komitelerimizi kurmalıyız. Tek kurtuluş yolu, bu sömürü düzenini kökünden yıkıp atmaktır. İşçi sınıfının önderlerinin dediği gibi, işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Yaşasın işçi sınıfın uluslararası mücadele birliği! Gazi Mahallesinden bir büro işçisi
Deutsche Bank Ekonomi Şefinden “Uyarı”
A
lmanya’da işsizlik rakamları 5 milyonu geçecek! Deutsche Bank ekonomi şefi Norbert Walter, işçi pazarında durumun her geçen gün daha da kötüye gittiğini ve 2010 kışında 5 milyondan fazla insanın işsiz kalacağını söylemiş. 2011 yılında işsizlik rakamlarının daha da artacağına işaret etmiş. Almanya’da işsizlik rakamları 1929 ekonomik krizini hatırlatırcasına artmaya devam ediyor. Üstelik tüm ülkede nüfus azalıyor olmasına rağmen bu durum yaşanıyor. Yaşanan süreci Hitler’in iktidara tırmandığı döneme benzeten Walter, utanmazca tehlikeye işaret ediyor. Oysa çok iyi biliyoruz ki, 1930’lardaki krizin de, 2009’daki krizin de sorumlusu, bu ekonomistin
46
temsilcilerinden biri olduğu sermaye sınıfıdır. Tarihe kara bir bulut gibi çöken Nazilerin iktidara gelmesini sağlayan ve binlerce insanı gaz odalarında katleden de yine o sömürücüler sınıfından başkası değildir. Walter’ın “uyarı”sından çıkarmamız gereken sonuç, işçi sınıfının mücadelesi yükselmeye başladığında patronlar sınıfının yeni Hitler’lere sarılacağı gerçeğidir. Ancak buna dur diyebilecek olan da yine devrimci işçi sınıfıdır. Ekonomik krizleriyle, savaşlarıyla, soykırımlarıyla dünyamızı cehenneme çeviren kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça, faşizm belâsı yine dönüp bizi vuracaktır.
Bostancı’dan bir işçi
Okurlarımızdan Dünyada küresel krizin derinleşmesiyle ve özellikle Rusya-Gürcistan savaşından sonra emperyalist ülkeler birbiri ardına büyük askeri tatbikatlar yaptılar. Son olarak Kuzey Kore’nin nükleer deneme yapmasıyla doruğa çıkan bu tatbikatlar aslında insanoğlunu ne denli büyük bir tehlikenin beklediğini gösteriyor. Kıran kırana bir silahlanma yarışı içine girmiş burjuva devletler, bir yandan da, o düşman, bu düşman, onu asmalı, bunu asmalı diyerek biz işçi ve emekçileri bu savaşın içine çekmeye çalışıyorlar. Dünyanın neresine gidersek gidelim işgücümüzü satarak geçinmekten başka bir şeyi olmayan biz işçileri, patronlar daha fazla kazansın, kâr etsin diye birbirimize boğazlatmak istiyorlar. Yani bizden, bizimle aynı sorunları yaşayan, aç kalan, işsiz kalan, sorunlarımızın ve çıkarlarımızın ortak olduğu işçi kardeşlerimizi öldürmemizi istiyorlar. Peki böyle bir şeyi neden yapalım? Onların vatan dedikleri yerde patronlar hiç aç kalmıyor, susuz kalmıyor, evsiz kalmıyor, geçim sıkıntısı çekmiyor. Dünyanın her yerinde bu sorunları sadece işçiler ve emekçiler yaşıyor. Her şeyi yaratan biziz ama sefasını patronlar sürüyor. Patronlar bütün hesaplarını işçi sınıfının örgütsüzlüğü üzerine yapıyorlar. Biz işçiler bir araya geldikçe, örgütlendikçe, düşmanın patronlar sınıfı ve onların düzeni olduğunu göreceğiz.
Kurtuluş Nerede? Kapitalist sistem bir taraftan acımasızca iliğimizden kanımızı çekerken, bir taraftan da cinsiyetlerinden dolayı çifte sömürüye maruz bırakır kadın işçileri. Genç işçi kadının daha doğuştan hazırdır yazgısı. Kadın olarak gelmiştir dünyaya ve ulvi bir görevi vardır. Elinin hamuruyla karışabileceği işler sınırlanmıştır. Onun ötesine çıkamaz. Erkek kardeşlerinden bir adım geride duracaktır. O sessiz kalacak ama kendisiyle ilgili konularda herkesin konuşma hakkı olacaktır. Baba evinde görevini tamamlayacak, vakti geldiğinde evlenecek ve ulvi görevleri arasına anneliği de alarak kocasının evinde bu kısır döngünün içinde görevini tamamlayacaktır. Burjuva medya işçi kadının gözünde tozpembe perdeler örer. Ardı arkası kesilmeyen dizileriyle onu gerçek dünyadan alıp hayal âlemine sürükler. O hayal dünyasında hayat “çok güzel”dir. Günün birinde hayalindeki erkeği bulacaktır ve zaten hayat bundan ibarettir. Geçim sıkıntısı, açlık, sefalet, fabrikada, evde, okulda yaşanan sıkıntılar… Hiçbirinden eser yoktur. Her şey “kolay”, her şey “adil”, her şey tozpembe… Peki ya gerçek hayat? Her şey gerçekten bu kadar kolay, bu kadar güzel mi işçi kadın için? Hayatı boyunca sırf kadın olduğu için ikinci planda kalmaktan kurtulamayan, bir insan olmaktan öte bir et parçası olarak görüldüğünden evde, okulda, işyerinde, sokakta, tacizlere maruz kalan, daha dünyaya geldiği andan itibaren nasıl yaşayacağı başkaları tarafından belirlenen, kendi seçimleri olmayan, hayatındaki erkek (baba, kardeş, koca) nasıl istiyorsa öyle yaşayan, fabrikada patronu tarafından sömürülüp eve geldiğinde mesaisine ulvi görevleriyle devam eden işçi kadının hayatı pembe dizilerdeki kadar kolay mı? Tabii ki değil. Tüm bunları düşündükçe bir tokat gibi yüzüme çarpan şu söz yeniden yankılanıyor beynimde: Bir Kadının Devrimden Başka Kurtuluşu Olamaz! Her şeye boyun eğmeye programlanmış, küçük yaştan itibaren başkaldırmasına izin verilmemiş işçi kadınların bu sistemin kendisine reva gördüğü muameleye karşı durması en büyük cesarettir. Kurtuluş ne pembe hayallerde ne başka bir yerde. Kurtuluş işçi sınıfının örgütlü mücadelesine tüm varlığımızla katılıp en ön saflarda yer almakta. Kadınsız devrim olmaz ve bir kadının devrimden başka kurtuluşu olamaz!
Gazi Mahallesinden bir metal işçisi
Merhaba dostlar, merhaba işçi kardeşlerim! Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, rengimiz, dilimiz, dinimiz ne olursa olsun bizler dünyayı var eden işçileriz. Dünya üzerinde ne varsa biz işçiler üretiyoruz, üretim yaparken ayrım yapmadan biz işçileri sömüren patronlar sınıfıdır. Bu ülkenin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi, “paranın vatanı, dini, imanı yoktur”. Kuşkusuz bu şekilde düşünen ve söyleyen sadece Türkiye’nin başbakanı değildir, bütün ülkelerin başında olan kişiler patronların çıkarını savunup onların sözcülüğünü yapıyorlar. Yine aynı kişiler milliyetçilik yaparak biz işçileri dilimize, dinimize, ırkımıza göre parçalayıp bizi birbirimize düşman yapıyor. Aslında milliyetçiliği patronlar sınıfı değil onlardan öğrendiklerimizle biz işçiler yapıyoruz. Patronlar sınıfının yaptığı ikiyüzlülüktür. İşçi sınıfına başka kendi sınıflarından olanlara başka konuşuyorlar. Çünkü biz işçi sınıfını ancak bölüp parçalayarak yönetebilirler. Kapitalizm altında işçi sınıfı sömürülmeye, patronlar sınıfı sömürmeye mahkûmdur. Bu sistemde bütün dünya patronlarındır. İstedikleri gibi yaşayabilirler. Biz işçilere düşense çalışmak ve patronlar sınıfını beslemektir. Peki bu insanlık dışı düzenin değişmesi mümkün müdür? Kapitalizmi nasıl yıkacağız? Kurulacak olan düzenin adı nedir? Ben Mark-
Gebze’den işsiz bir kadın işçi
sist Tutum’dan öğreniyorum kapitalizmin ne olduğunu, nasıl yıkılacağını. Marksizmi okuyup içselleştirerek kavradıkça anlayabiliyorum bu düzenin yıkılıp yerine nasıl bir düzenin kurulacağını, adının ne olacağını. Kapitalizmi yıkmanın tek yolu Marksizmi doğru kavramak ve bu temelde mücadele etmektir. İnsanın insan gibi yaşayabileceği bir dünya ancak sosyalizmde mümkün olacaktır. Sosyalizme giden yol ise işçi iktidarını kurmaktan geçiyor. Patronlar sınıfını var eden şey sermayeleridir, sermayelerine el konulduğunda hiçbir söz hakları ve güçleri yoktur. Sermayelerini yani işyerlerini, fabrikaları ellerinden alıp yöneten biz olmalıyız. Üreten ve yöneten işçiler olduğunda işçi iktidarı kurulmuş olur. Dostlar ben Marksizmi kavrayan arkadaşlar sayesinde öğreniyorum kapitalizmin insanlığı nasıl yok oluşa götürdüğünü. Kapitalizmin yıkılışı yalnız işçi sınıfının değil insanlığın kurtuluşu olacaktır. Kahrolsun insanın insanı ezdiği kapitalizm, yaşasın insanın insan gibi yaşayacağı sosyalizm! Kapitalizmi yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için, bütün dünyanın işçileri birleşin! Beylikdüzü’nden bir işçi
47
Okurlarımızdan Burjuvazinin İkiyüzlülüğü 20. yüzyılda burjuvazi insanlığa iki büyük emperyalist paylaşım savaşı yaşatmıştı. Ve bunun sonucu olarak milyonlarca insan gerek cephede gerekse cephe gerisinde hayatlarını kaybetmişlerdi. Dünyamız özellikle İkinci Paylaşım Savaşı öncesi Alman burjuvazisinin Yahudiler üzerinde uyguladıkları vahşete, yani soykırıma tanıklık etmişti. Toplama kamplarında, gaz odalarında, kadın, erkek, çocuk, bebek, yaşlı, genç milyonlarca insan hunharca katledilmişti. İnsanlığın dehşetle tanık olduğu bu durumun bilinmeyen yönleri ve yöntemleri de paylaşım savaşı bitince açığa çıkmıştı. Ve burjuvazi tüm günahlarını emrinde kullandığı kişilerin üzerine atıp sistemi aklamaya girişmişti. 20. yüzyılın başında bu topraklarda da bir soykırım yaşanmıştı. Bu toprakların kadim halklarından biri olan Ermeniler İttihat ve Terakki’nin tepe kadroları tarafından sinsice hazırlanan planlar çerçevesinde sistematik olarak katledilmişti. Osmanlı egemenlerinin planları çerçevesinde hayatlarından olan yüz binlerce Ermeninin yaşadığı dram, şimdi de burjuva devletlerin çekişmelerine konu edilmektedir. Ermeni soykırımının tanınması konusu başta ABD olmak üzere pek çok ülkede sık sık gündeme getirilmektedir. Türk burjuvaları ve temsilcileri de karşı salvolarla bu saldırıları
ekarte etmeye, yaşananların soykırım olmadığını ispatlama gayretkeşliğine girişmekte, aynı zamanda da içeride yürütülen milliyetçilikle Ermeni düşmanlığını körüklemektedirler. Yabancı devletler bu konuda Türkiye ile olan ikili ilişkilerine göre tavır alıyorlar. Bunun son örneği de, dünyanın en büyük soykırımlarından birine uğrayan Yahudilerin ülkesi olan İsrail’dir. İsrail Kabinesi, Ermeni soykırımının tanınmasıyla ilgili tasarıyı, “ölümleri anmak bizim ahlâki sorumluluğumuzdur, ancak bunu konuşmanın yeri meclis ve hükümet değildir” diyerek geri çevirdi. Burjuvazi soykırımları bile kendi politikalarına göre keyfi biçimde yorumlayıp, bir koz olarak kullanmakta. Buna da ancak örgütlü bir işçi sınıfı dur diyebilir. Örgütlü işçi sınıfının mücadelesi karşısında, gerçeklerin üstünü kapatmaya, geçiştirmeye veya çarptırmaya güçleri hiçbir zaman yetmeyecektir. Sınıf bilinçli işçiler olarak bizler burjuvaların bu sinsi oyunlarını açığa çıkarmaktan, içeriğini tüm işçi emekçi dostlarımıza anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Burjuvazinin ikiyüzlülüğüne, tezgâhladığı soykırımlara ve savaşlara karşı mücadele saflarımızı sıkılaştıralım. Açlık, Savaş, Faşizm; İşte Kapitalizm! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Yaşasın Sosyalizm! Gebze’den bir metal işçisi
Kendileri Yönetseler Bütün Halklar Bir Olur!
Bu Sistemde Öğrenci Olmak!
Geçen hafta fabrikamızdan arkadaşlarla pikniğe gittik. Piknikte kimi arkadaşlar önce ayrı ayrı davranmak istediler. Daha sonra arkadaşlara ormanda hep birlikte dolaşalım, çevreyi gezelim dedik. Bu öneri olumlu karşılandı. Yürüyüşe çıktık. Yürüyüşte şarkılar türküler söyledik. Şarkılar önce bireyseldi. Daha sonra arkadaşları iki gruba ayırdık. Önce Kürtçe sonra Türkçe türküler söyledik. Bunun sonucunda Türk işçiler ve Kürt işçiler ortak bir alanda özgürce kendi dillerinde kendi kültürlerini çok doğal ve çok rahat bir şekilde ifade ettiler. Türk işçiler Kürt işçileri, Kürt işçiler Türk işçileri dinlediler. Ve daha sonra Kürtçe parçaların nakaratlarını Türk işçiler de hep birlikte söyledik. Türkçe türküleri de Kürt işçilerle ortak paylaştık. Bu yaşananlar pikniğin başında gerçekleşti. Farklı etnik kimliklerine ve patronların işçileri bu temelde bölme girişimlerine rağmen, kendi başımıza kaldığımızda, tüm önyargıları aşarak, hepimizin bir olabileceğini bir kez daha yaşayarak görmüş olduk. Ve daha sonra diğer bütün etkinlikler herkesin ortak katılımı ve coşku içinde devam etti. Piknik bittiğinde genç bir işçi arkadaş Kürtlerle ortak yapılan bu pikniği ve paylaşımı ilk defa yaşadığını ifade ederken şunları vurguladı; eğer kendileri bir araya gelseler işçilerin çözemeyeceği hiçbir sorunları kalmaz. O işçinin bu sözü bana şu sloganı anımsattı: Kendileri yönetseler bütün halklar bir olur! Bu işçi orada, milliyetçiliğin işçileri bölmek için kullanıldığını görmüş oldu. Bu pikniğin böyle bir gelişime vesile olduğunu görünce şunu düşünmeye başladım: Tüm işçilerin, ortak çıkarları için tek bir hedefe hep birlikte yüklenmesi gerek. Bunun için ise işçilerin fabrikalarda tüm önyargıları kırıp birleşmesi lazım. Bunun için de buna hizmet eden daha fazla etkinlikler düzenlememiz gerekiyor. Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
Bize hayata başlamadan önce üzerimize giydiğimiz zırh gibi gösterilen bir eğitim sistemimiz var. Ve yıllardır bu eğitim sistemi tartışılıyor. Kim haklı, eğitim sisteminin doğru olduğunu savunanlar mı? Yoksa yanlışları tokat gibi yüze vuranlar mı? Peki, bu tartışmaların kime yararı oldu, kime zararı dokundu? Akşam TV kanallarından cepleri dolu çıkan öğretim görevlileri, ertesi gün sona ermeyen tartışmalar yüzünden zararda olan öğrencilerin önlerindeler. Her sene eğitim sistemine kurban verilen 1,5 milyon dolayında genç. Ezbere dayalı eğitim sistemi ile yaşamları 3 saate sıkıştırılmış bir gençlik. Bugün okullara baktığımız zaman, neden sadece dersleriyle meşgul olmak zorunda kalan bir gençlik görüyoruz. Gençlerin bir yandan da müzikle, sporla, diğer sosyal aktivitelerle ilgilenmesine neden izin verilmiyor. Kendi istediğini araştıran öğrenciler düşünüldüğünde, bunun ismi “ütopya” oluyor. Tabii bu kadarla kalmamak lazım değil mi! Üzülmeyin bu kadarla kalmamışlar zaten. Öğretmenlerin yetersizliği, eğitimde eşitsizlik, sistemin devamlı değişmesi ve disiplin adı altındaki koca karmaşa! Şimdi ufak bir ricam var: 5 dakika empati! Kendinizi biz öğrencilerin yerine koyun ve düşünün…
Esenler’den bir tekstil işçisi
48
Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi