Mt no 53

Page 1

Ağustos 2009

Devrimci Tutsaklara Özgürlük! • Alt-emperyalizm üzerine /1 • Proleter sınıf temelinden yoksunluk • Doğu Türkistan’da ulusal sorun

53

• “İslamcı” sermaye ve Fethullah Gülen cemaati /2 • Statükonun perde önündeki koçbaşı: Yargı • Yeltsin’den Putin’e Rus Bonapartizmi


Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye/1 Elif Çağlı

A

lt-emperyalizm konusu, emperyalizm ya da küreselleşme olgularının kavranışındaki farklılıkların uzantısı olan tartışmalı yönler içeriyor. Hatırlanacağı üzere, kapitalizmin sömürgeci aşaması ile emperyalist aşaması arasındaki ayrımın görmezden gelinmesi nedeniyle genelde dünya ve özelde Türk solunda yanlış siyasal tutumlar geliştirilmişti. Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerin birer yarı-sömürge ya da yeni sömürge olarak nitelenmesi bu tür tutumların ifadesiydi. Uzun yıllar boyunca etkisini sürdüren bu tür görüşler, daha yakın dönemlerde ise bu kez küreselleşme tartışmaları eşliğinde yeniden biçimlendirilip gündeme sokuldular. Kapitalizm altında küreselleşmenin emperyalizmin ilerleyen bir hali olduğunun kabul edilmemesi ve yeni bir “imparatorluk” aşamasıymış gibi ele alınıp sunulması bunun tipik bir örneğidir. Üçüncü Dünyacı yaklaşımlara kan ve can veren bu tür görüşlerin kaynağı genelde hep Marksist geçinen Batılı akademisyenler oldu. Söz konusu yaklaşımlar, geleneksel Stalinist solun ulusal kalkınmacı sosyalizm anlayışıyla da birleşerek Türkiye gibi ülkelerde yıllarca küçük-burjuva sol siyasetleri yarattı ve beslediler. Günümüzde de neredeyse “tarih tekerrürden ibarettir” deyişini haklı çıkarırcasına, kapitalist dünyadaki eşitsizlik ilişkileri yine bir çeşit “yeni sömürgecilik” olarak sunuluyor ve böylece küçük-burjuva sol anlayışların yanılgılar çarkı aynı şekilde işletilmeye devam ediliyor. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte dünyada yaşanan onca altüstlükten, onca önemli gelişmeden ders çıkarmayan, geçmişleriyle ve yanılgılarıyla hiçbir muhasebeye girişmeyen sol çevreler aslında “devrimci” değil “tutucu” sıfatını hak ediyorlar. Bu olgu kuşkusuz Türkiye ile de sınırlı değil. Tüm dünyada yansımalarını görmek mümkün. Ama tarihsel ve sosyal özellikleri nede-

niyle, küçük-burjuva sol anlayışların çok yaygın ve yerleşik olduğu Türkiye’de daha büyük bir sorun teşkil ettiği de açık. Kapitalizmin küresel işleyişi içinde Türkiye gibi kapitalist ülkelerin zamanla geçirdiği değişimi doğru şekilde kavramak önemli bir ihtiyaç oluşturuyor. Türkiye’de kapitalizm emperyalist güçlere bağımlı da olsa önemli gelişme ve sıçramalar kaydetmiştir ve Türkiye artık alt-emperyalist bir ülkedir. Bu değişim sürecinin bir ürünü olarak, Türkiye’de burjuvazi de hanidir bir kabuk değiştirme sürecinin sancılarını yaşıyor. Nitekim burjuva iktidar bloku içinde uzun süredir devam eden iç çatışmalar bu durumun bir yansımasıdır. Bugün Türkiye’de burjuvazi, ülke ve dünya siyasetinde öne çıkan sorunların algılanması ve karşılığında siyasal tutumlar geliştirilmesi bakımından temelde ikiye bölünmüş durumdadır. Kendi içinde pek çok nüansı barındırmasına karşın, bu saflaşmayı genel hatlarıyla statükocu ve liberal diye ayırt edebiliriz. Liberal kesimler, artık Türkiye kapitalizminin ulaştığı düzeyin ve yayılma ihtiyacının gereğince bir yol tutulması için bastırıyorlar. Burjuva siyaset arenasının muhafazakâr gücü statükocu asker-sivil kesimler ise, ekonomik zorunlulukların bindirdiği basınç nedeniyle artık güç yitirmekle birlikte yine de direnmeyi sürdürüyorlar. Türkiye siyasi yaşamında bitmek bilmeyen gerginliklerden kolayca anlaşılacağı üzere, bu tür direnç noktaları, ekonomik gereklerin ivedilikle ve pürüzsüz biçimde siyasi çözümlere dönüştürülmesi önünde hanidir engeldir. Burjuvazinin akıllı temsilcileri, Türkiye kapitalizmine daha da yol aldırabilmek bakımından artık bu engellerin aşılmasının bir zorunluluk olduğunun bilincindeler. İşçi sınıfı cephesine gelince; kapitalizme karşı etkin bir devrimci mücadelenin yürütülebilmesi için, onun da öncü

1


marksist tutum

devrimci güçlerinin dünya ve ülke gerçeklerini küçükburjuva takıntılardan kurtulmuş biçimde değerlendirmesi kesin bir görev oluşturuyor.

Alt-emperyalizm ne anlama geliyor? Emperyalist-kapitalizmin özellikleri üzerinde daha önce uzun boyluca durmuş ve kapitalist gelişme sürecinin bu en üst aşamasının sömürgecilik döneminden farklılıklarına dikkat çekmiştik (bkz. E. Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.). Ayrıca çeşitli yazılarımızda da vurguladığımız gibi, emperyalist yayılmacılık ile sömürgeci yayılmacılığın aynı şey olmadığının kavranması ve kabulü, devrimci proleter mücadele stratejisi açısından büyük bir önem taşıyor. Kapitalizmin emperyalist aşamasının en temel özelliklerini burada bir kez daha kısaca vurgulayalım. Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist dünya sistemidir. Emperyalizm, tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılık tarzıdır. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin küresel hareketliliği sayesinde aşmaya çalışır. Emperyalist-kapitalizmi günümüz dünyasında iyice belirginleşen bu son özelliği bakımından tanımlayacak olursak, kapitalizmin bu en üst aşaması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işleyişi temelinde yol alan küresel ekonomi demektir. Dünya kapitalist sistemi, ana basamakları itibarıyla “ileri, orta ve az gelişmiş” diye nitelenen bir hiyerarşi piramidi oluşturur ve çeşitli kapitalist ülkeler bu piramit boyunca güçlerine göre sıralanırlar. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist diye nitelediğimiz ülkelerdir ve bu kategori açısından ortada fazlaca bir tartışma yoktur. Hiyerarşi piramidinde en fazla tartışmaya yol açan basamağı, alttan üste geçişsel özellikler taşıyan ve bu bakımdan kendi içinde de bir hayli düzey farklılıkları sergileyen orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler teşkil eder. Bir sosyo-ekonomik sürecin farklı gelişme halkalarını durağan ve birbirinden kopuk tarzda kavrayan yaklaşımlar, emperyalist diye adlandırılan kapitalist ülkelerle orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına da son derece kesin, kaba ve mekanik sınırlar çekmek isteyeceklerdir. Dünyada yaşanan gerçeklere kendi dar prizmalarından bakanların, zaman içinde cereyan eden değişimleri kavramaları mümkün değildir. Böyleleri, orta derecede gelişkin kapitalist ülkelerin de emperyalistleşebilmek için hamleler yaptıklarını, bu amaçla çeşitli yapısal değişim süreçlerinden geçtiklerini göremez, kavrayamaz ya da kabul etmeye yanaşmazlar. Oysa konuyu diyalektik tarzda kavrayanlar

2

Ağustos 2009 • sayı: 53

açısından, hiyerarşi piramidinde farklı gelişme basamaklarında (üst, orta, alt) yer alan ülkelerde kapitalizmin durağan olmadığı açıktır. Çeşitli sosyo-ekonomik yapılar genelde (aşağıdan yukarıya ve bazen de yukardan aşağıya) hareket halindedirler. Derinlemesine bir analiz yapılacak olursa ezberler bozulacaktır. Örneğin, bağımlı pozisyondaki bir ülkeyi sömürgecilik döneminde olduğu gibi ekonomik açıdan atıl ve geri durumda bir hammadde deposu olarak bırakmak, aslında emperyalist ülkelerin çıkarına değildir. Emperyalizm çağında ekonomik çarkların dönebilmesi için çeşitli kapitalist ülkeler arasında karşılıklı ekonomik ilişkilerin kurulması elzemdir. Yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerde değil tüm ülkelerde kapitalist pazarın serpilip büyümesi gereklidir. Bu nedenle, emperyalizmin gelişkin kapitalist ülkeler dışında kalan ülkeleri ekonomik açıdan tamamen geri bıraktırdığı yolundaki görüşler gerçeklerle de, Marksist çözümlemelerle de bağdaşmaz. Emperyalist-kapitalizm, farklı gelişme düzeylerindeki kapitalist ülkelerin eşitsiz ilişkiler dolayımıyla birbirlerine karşılıklı bağımlılığını yansıtır. Kapitalizmin bir dünya sistemi, küresel bir işleyiş yaratan bir ekonomik sistem olduğu gerçeği de ancak emperyalizm aşamasının olgunlaşmasıyla ete kemiğe bürünür. Emperyalist-kapitalizm, farklı gelişme düzeylerindeki kapitalist ülkelerin eşitsiz ilişkiler dolayımıyla birbirlerine karşılıklı bağımlılığını yansıtır. Kapitalizmin bir dünya sistemi, küresel bir işleyiş yaratan bir ekonomik sistem olduğu gerçeği de ancak emperyalizm aşamasının olgunlaşmasıyla ete kemiğe bürünür. Dünya üzerinde 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana yaşanan çeşitli gelişmeler bu dediklerimizi doğruluyor. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları gereği eşitsiz düzeyde ve krizlerle bezeli bir biçimde de olsa, irili ufaklı pek çok ülke yıllar içinde siyasal ve ekonomik bakımından değişim geçirdi. Bir zamanların sömürge statüsündeki ülkelerinde ulus-devletler kuruldu ve buralarda da kapitalist bir pazar gelişmeye koyuldu. Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, vaktiyle yarı-sömürge konumuna düşen bazı büyük ülkelerde inşa edilen kapitalist ulus-devletler ise önemli ekonomik gelişmeler kaydettiler. Böylece, bir zamanların sömürge ülkeleri ve yarı-sömürge ülkeleri emperyalist-kapitalist güçler piramidinde az gelişmiş veya orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler olarak yerlerini aldılar. Diğerlerine oranla büyük ve jeostratejik konumu önemli olan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler ise zamanla birer bölge gücü düzeyine yükseldiler. Kapitalizm, çeşitli tür ve bileşimden sermaye grupları arasında ulusal ve küresel ölçekte rekabet olmaksızın varlığını sürdüremeyen bir ekonomik sistemdir. Kapitalist rekabet kapitalist tekeli yaratır ve tekelci ilişkilerin egemen


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum Emperyalist ülkelerle alt-emperyalist ülkeler arasındaki ilişki bir ortak sömürü ilişkisidir. Bunun somut ifadesi, ileri derecede gelişmiş ve orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeleri aynı çatı altında toplayan ekonomik işbirliği oluşumları ya da stratejik ortaklıklar olmaktadır. Belli ki bu durumun sömürge dönemindeki “bağımlılık ilişkisi” ve de buradan türeyen “işbirlikçi burjuvazi” olgusu ile hiçbir alâkası yoktur.

olduğu emperyalizm çağında rekabet de daha üst düzeylere tırmanır. Böylece dünya üzerinde büyük sermaye grupları arasındaki tekelci rekabet öne geçer. Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler. Bu açıdan hiç uzağa gitmeye gerek yoktur. Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir. Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. İşte orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler basamağı kapsamında yukarılara tırmanarak bu düzeye ulaşan ülkeler, bu gibi nedenlerle alt-emperyalist diye nitelenirler. Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tuta-

bilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar. Henüz küresel ölçekte söz geçirecek kadar güçlü olmayan alt-emperyalist ülkeler gerçekten de kendi bölgelerinde bir güç odağı oluşturabilirler. Kuşkusuz bu durum, aynı bölgede benzer konumda olan ülkeler arasındaki rekabetin de nesnel zeminini döşemektedir. Örneğin Latin Amerika’da Arjantin ve Brezilya ya da Ortadoğu’da Türkiye ve İran arasında böyle bir rekabetin nesnel zemini mevcuttur. Bu tür bölgeler her zaman için, söz konusu ülkelerin her birinin daha fazla yayılma tutkusundan kaynaklı sürtüşme potansiyelini içerir. Nitekim tarihteki Osmanlı ve Pers imparatorluklarının çekişmesini hatırlatır biçimde, her iki imparatorluğun artıklarının, Türkiye ve İran’ın günümüzde bölgesel düzeyde yayılmacı iddiaları eksik değildir.

Küçük-burjuva solun aymazlığı Kapitalizmin işleyiş yasalarını, sistemin özelliklerini ve emperyalizmin sömürgecilikten farklı bir aşama olduğunu kavrayabilmek, Türkiye gibi ülkelerin durumunu doğru ve tatmin edici şekilde çözümlemek bakımından büyük önem taşıyor. Tekrar vurgulamak gerekirse, emperyalistkapitalizm karşılıklı bağımlılığı eşitsizlik temelinde üreten bir sistemdir. O nedenle, eşitsizlik konumundan kaynaklı sorunlar ve daha güçlü olanların daha zayıf durumda olanlara ekonomik ve siyasal açılardan çeşitli müdahale olanakları ortadan kalkmaz. Buna karşın, genelde kapitalist ulus-devletlerin, hele ki özelde alt-emperyalist ülkelerin kendi ölçülerinde ve kendi tasarruflarında bir ekonomik ve siyasal işleyiş alanları da vardır. Bu bakımdan, bu ülkeleri hâlâ yarı-sömürge (veya yeni sömürge/ modern sömürge vb.) ülkeler diye nitelemek büyük bir yanılgı ya da

3


marksist tutum

büyük bir çarpıtma olacaktır. Bir dönemler Batı’nın Üçüncü Dünyacı akademisyenleri tarafından çeşitli ülkelerdeki sol hareketlere aşılanan bu tür yaklaşımlar, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde hedef saptıran bir niteliğe sahiptirler. Bu tür savrulmalardan Türk Solu da fazlasıyla nasibini almıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin işleyiş yasalarını, orta ve alt gelişme düzeyindeki kapitalist ülkelerin durumunu kavrayıştaki çapsızlıklar, küçük-burjuva dar kafalılığını sergileyen önemli örnekler oluşturmaktadır. Küçük-burjuva solun, Türkiye gibi ülkelerin kapitalist gelişme düzeyini tespite yönelik Marksist çözümlemelere (bu bağlamda alt-emperyalizm değerlendirmesine) itirazları, aslında hiçbir bilimsel irdelemeye ya da günü kavrama çabasına dayanmıyor. Bu tür çevrelerin yaklaşımları bütünüyle ulusalcı sol anlayışlardan feyz alıyor. Ve esasen de küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında devrimci olmayan tepkisel tutumunu yansıtıyor. Genelde küçük-burjuva sol çevrelerin siyasal açılımları, kapitalizmin temel sınıfları arasındaki çelişkinin kavranışına dayanmıyor. Bunun yerine, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik durumundan türetilen çelişkilere dayandırılan bir mücadele anlayışıyla sözde bir anti-emperyalizm yaratılıyor. Ulusalcı solun tipik özelliklerinden birisi, dünyadaki gelişmelerin analizini sınıf ekseninden kopartması ve küçük-burjuvazinin zihniyetini yansıtan bir “zayıfgüçlü” ekseninden değerlendirmesidir. Bu durumun tipik yansıması, büyük emperyalist güçlerin altında yer aldığı için “zayıf” addedilen Türkiye gibi ülkelerin durumuna vahlanarak yabancı sermaye karşısında “ulusal” sermayeyi savunma pozisyonuna kaymaktır. Ulusalcı solun tipik özelliklerinden birisi, dünyadaki gelişmelerin analizini sınıf ekseninden kopartması ve küçük-burjuvazinin zihniyetini yansıtan bir “zayıf-güçlü” ekseninden değerlendirmesidir. O nedenle ulusalcı sol akımlar devrimci görünümlere büründüklerinde dahi, kapitalizme ya da emperyalizme karşı tutarlı bir devrimci tavır geliştirememektedirler. Bu durumun tipik yansıması, büyük emperyalist güçlerin altında yer aldığı için “zayıf ” addedilen Türkiye gibi ülkelerin durumuna vahlanarak yabancı sermaye karşısında “ulusal” sermayeyi savunma pozisyonuna kaymaktır. İşte Türkiye gibi, yıllardır ezilen Kürt ulusunu sömürüp anasını ağlatan ve bölgesinde büyük güç olma peşinde koşan bir kapitalist ülkeye altemperyalist denilmesine karşı çıkmanın temelinde de bu küçük-burjuva ulusalcı zihniyet yatmaktadır. Çarpıtmaları bir yana bırakıp işin aslına bakacak olursak, dünya ve ülke gerçekleri ulusalcı solun argümanlarını çoktandır ıskartaya çıkartmış bulunuyor. Ancak küçükburjuva aymazlığı kronik bir hastalıktır; bu hastalığa yakalananlar bir türlü iflah olamıyor, gerçekleri kabule yanaşa-

4

Ağustos 2009 • sayı: 53

mıyorlar. Bu konuda altı çizilecek önemli hususlardan biri de, küçük-burjuvanın çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerini bir cins sömürü ilişkisi gibi ele alıp kendine dert edinmesidir. Oysa emperyalist-kapitalist hiyerarşideki “üst-alt” ya da “güçlü-zayıf ” ilişkileri bir sömürü ilişkisini değil, sömürücü güçler arasındaki eşitsizlik ve hegemonya ilişkisini ifade eder. Farklı gelişme düzeylerindeki kapitalist ülkeler ya da kapitalist güçler birbirlerini sömürmezler. Bunların hepsi birlikte işçi sınıfını sömürürler. Ancak yaratılan artı-değeri, yaptıkları yatırım veya sermayelerinin gücü ve büyüklüğü oranında paylaşırlar. O nedenle, çeşitli büyüklük ve güçteki kapitalist devletler arasındaki ilişkiyi, büyüğün küçüğü sömürdüğü bir ilişki gibi göstererek buradan yapay bir anti-emperyalizm anlayışı türetmek, işçi sınıfının devrimci bakış açısıyla bağdaşmaz. Sonuç olarak küçük-burjuva solun “anti-emperyalizmi”, ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş sözde bir emperyalizm karşıtlığıdır! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz. Ve kapitalizme karşı devrimci sınıf ekseninden kopartılmış bir mücadele anlayışı da küçükburjuva ve ulusalcı sol anlayışlara teslim olmak anlamına gelir. Türkiye gibi örneklerde somut olarak görüldüğü üzere, alt-emperyalist ülkeler çeşitli bölgelerde yürüyen emperyalist yeniden paylaşım kavgasında genelde bir büyük emperyalist gücün eşliğinde hareket ediyorlar. Bu tür paylaşımlarda kural büyük payların büyüklere gitmesidir; ama büyüğün altında yer alanların da paylaşımdan pay aldıkları asla unutulmamalıdır. Dolayısıyla emperyalist ülkelerle alt-emperyalist ülkeler arasındaki ilişki bir ortak sömürü ilişkisidir. Bunun somut ifadesi, ileri derecede gelişmiş ve orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeleri aynı çatı altında toplayan ekonomik işbirliği oluşumları ya da stratejik ortaklıklar olmaktadır. Belli ki bu durumun sömürge dönemindeki “bağımlılık ilişkisi” ve de buradan türeyen “işbirlikçi burjuvazi” olgusu ile hiçbir alâkası yoktur. Günümüzde Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiden örnek vermek gerekirse, Türkiye burjuvazisi öncelikle kendi ülkesinin kapitalist gelişimini arzulayacak kadar “ulusal bağımsızlık” bilincine sahiptir. Bu burjuvazi, ABD gibi büyük güçlerle stratejik ortaklıkları, kapitalist Türkiye’yi onlara peşkeş çekmek için hedeflemiyor. Tam tersine, kendi çıkarının da daha güçlü konumdaki bir kapitalist Türkiye’de olduğunun bilinciyle büyük güçlerle ortak işler çevirmeyi arzu ediyor. Tüm bu gerçeklere rağmen, devrimci diye ortaya atılan ve Türkiye gibi bir ülkeyle ABD arasındaki ilişkiyi “ulusal bağımlılık” ya da “ezen ve ezilen ülke arasındaki ilişki” cinsinden göstermek isteyen siyasal eğilimler mevcuttur. Bu tür siyasal yaklaşımlar, “kendi” alt-


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum Türkiye bir “modern sömürge” değil alt-emperyalist bir ülkedir, bir bölge gücüdür. Türkiye burjuvazisi ekonomik ve askeri açıdan palazlandığı ölçüde, artık bölgede ABD’nin basit bir jandarması rolüyle yetinmiyor. Onun göz diktiği hedef, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu benzeri projelerinden ya da AB ortaklığından, kendi planlarının da etkili olacağı bir çerçevede kendisine çıkar ve üstünlük sağlamaktır.

emperyalist burjuvalarının yayılmacı emel ve eylemlerini şu ya da bu ölçüde göz ardı etmiş oluyorlar. Ulusalcı solculuğun altı çizilmesi gereken tipik bir özelliği var. Ulusalcı solculuk doğası gereği dönüp dolaşıyor ve neticede emperyalist-kapitalizmin suçunu açık ya da örtük bir biçimde esasen “yabancı” burjuvaların sırtına yüklüyor. Böylece niyet her ne olursa olsun, ulusalcı sol anlayışlar “kendi” burjuvalarını şu ya da bu ölçüde suçtan tenzih ediyorlar. Örnekse, ulusalcı sol çevreler IMF’yi, NATO’yu vb. hep bir dış düşman kavrayışı üzerinden suçlamaktadırlar. Bu yaklaşım, Türk burjuvazisinin bu emperyalist-kapitalist kurumların doğrudan bir parçası olduğu gerçeğini gölgeliyor. Oysa diyelim NATO söz konusu olduğunda kitlelere kavratılması gereken gerçek, “NATO’yu dışta arama NATO zaten içerde!” şeklindedir. Keza kapitalist krizler karşısında işçilerin, emekçilerin kemerlerini sıkmak zorunda bırakılmalarından da yalnızca IMF sorumlu tutulamaz. Kapitalist krizlerin yükünü fiilen işçilerin ve emekçilerin sırtına yükleyen esas iç düşmanı, yani yerli burjuvaziyi görmezden gelen ve mücadeleyi aslen “kendi” burjuvasına karşı yürütmeyen bir sol, proleter anlamda devrimci değildir. Ulusalcı solcular Türkiye gibi bir ülkeyi, emperyalizme karşı savunulması gereken bir “mazlum” olarak göstermek istiyorlar. Oysa Türkiye, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında artık 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırım yapan büyük sermaye gruplarına, tekellere sahip bir ülkedir. Türkiye bir “modern sömürge” değil alt-emperyalist bir ülkedir, bir bölge gücüdür. Bölgesinde önde gelen teçhizatlı ve büyük bir orduya sahip bulunan Türkiye kapitalist devleti, aynı zamanda dünyada en çok silah alan güçlerin de başında geliyor. Yapılanmasına 1950’lerden itibaren bütünüyle NA-

TO’nun damgasını bastığı bu ordu, geçmiş dönemlerin Kore savaşlarından yakın zamanın Bosna ve Kosova savaşlarına dek, emperyalist güçlerin yeniden paylaşım savaşlarında çeşitli görevler almıştır. Fakat Türkiye burjuvazisi ekonomik ve askeri açıdan palazlandığı ölçüde, artık bölgede ABD’nin basit bir jandarması rolüyle yetinmiyor. Onun göz diktiği hedef, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu benzeri projelerinden ya da AB ortaklığından, kendi planlarının da etkili olacağı bir çerçevede kendisine çıkar ve üstünlük sağlamaktır. Türkiye kapitalist devleti, bunun için emperyalist paylaşım savaşlarında ABD gibi büyük güçlerin yanında taraf tutuyor ve Afganistan, Somali gibi ülkelere sözde “Barış Gücü” kisvesi altında asker gönderiyor. Veya Irak savaşı örneğinde olduğu üzere, savaşın ateşine doğrudan elini sokma riskini üzerine almadan, emperyalist savaşın yıktığı alanların kapitalist yeniden inşa pastasından büyük paylar kapmak istiyor. Bu gerçeklerin yanı sıra, artık günümüzde Türkiye gibi bir ülkede devrimci ve enternasyonalist bir siyasal tutum geliştirilip geliştirilmediğinin başlıca kriterlerine dönüşen bazı yakıcı sorunlar da var. Türk burjuvazisinin bizzat kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği askeri müdahaleler, yıllardır askeri birliklerin gölgesi altında yaşamak zorunda bırakılan Kıbrıs gerçeği, ezilen Kürt ulusuna karşı yürütülen haksız savaş ve bunun uzantısı olarak Türk ordusunun Kuzey Irak’a düzenlediği silahlı saldırılar vb. göz ardı edilerek enternasyonalist devrimci bir siyaset yürütülemez. Küçük-burjuva solların, Türkiye benzeri ülkelerin ABD ve AB gibi emperyalist güçlerin boyunduruğu altında olduğunu söyleyip bunun üzerinden devrimcilik taslamalarının aslında hiçbir kıymeti harbiyesi yok. İşçi sınıfı, ister yerli ister yabancı olsun zaten bütünüyle kapitalistle-

5


marksist tutum

rin boyunduruğu altında. Sermaye sınıfına gelince, bu sınıf kapitalizmin kuralının zaten bu olduğunu vurgularcasına, daha çok ekonomik kazanç elde edeceğini düşündüğünde daha fazla “boyunduruk” talep etmekte hiçbir beis görmüyor. Nitekim ABD’nin Irak’ı işgali vesilesiyle gündeme gelen Mart tezkeresinin Meclisten geçmemesini küçük-burjuva solculuğu ulusal çıkarlar adına bir kazanım olarak değerlendirirken, dönemin TÜSİAD başkanı ise bu durumu büyük bir kayıp olarak nitelemişti. Kapitalist Türkiye’nin asıl sahibi büyük sermaye çevreleri, Irak savaşı döneminde ABD’ye daha fazla taviz verilmediği için az hayıflanmamışlardı. Aynı dönemde küçük-burjuva sol ise, ABD’nin Türkiye burjuvazisinden beklentilerini adeta ülkenin emperyalizm tarafından işgal teşebbüsü olarak niteliyordu. Küçük-burjuva solun “anti-emperyalizmi”, ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş sözde bir emperyalizm karşıtlığıdır! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz. Benzer tüm örneklerin kanıtladığı üzere, küçük-burjuva solları büyük kapitalistlerin işlerine burunlarını sokup onların ABD’den bağımsız davranmalarını umarlarken gerçekten de boşa kürek çekmiş olmaktadırlar. Küçükburjuva solculuğunun anlamadığı ya da anlamak istemediği şey, alt-emperyalist bir ülkenin bir büyük emperyalist güce bağımlılığının, onun basit bir jandarması olmaktan çok öte bir şey olduğudur. Türkiye Batılı kapitalist ülkelere kıyasla garip bir ülkedir. Bu ülkenin modern tarihine damgasını vuran gecikmiş kapitalizm daha sonra sıçramalı bir gelişim kaydetmiştir, ama siyasetin ekonomiye aynı sıçramalarla uyum sağlaması asla söz konusu olmamıştır. Ekonomi ile siyaset arasında böyle bir uyumsuzluğun olduğu ülkelerde sınıf çizgileri de kolayca birbirinden ayırt edilemez ve netleşemez. İşte çarpıcı bir örnek: Türkiye’de burjuvazi “ulusalcılık” (iç piyasaya dayanan korumacı ekonomik siyasetler) dönemini çoktan ardında bırakıp, yabancı sermaye ile bütünleşmeyi ve ekonomik anlamda ulusalcılığı aşmayı savunurken, ulusalcı bir kapitalist kalkınmayı ve bundan başka bir anlama gelmeyen bir “bağımsızlığı” savunmak ise küçük-burjuva soluna kalmıştır. Bu çizgi ne yazık ki Türk solunda çok güçlü olduğu için, Türkiye, sol siyaset arenasında devrimci işçi sınıfının pozisyonunun dillendirilmesine de alışık olmayan bir ülkedir. Yaşayan gerçeklerin bilimsel ifadeleri ve Marksist çözümlemeler genelde Türk soluna tuhaf görünür. Bu dediklerimiz fazlaca soyut kaçmasın diye somut birkaç örnek de verelim. Bu çağda bağımsız bir kapitalizm olamayaca-

6

Ağustos 2009 • sayı: 53

ğını, kapitalizme külliyen karşı çıkmayanın bu ekonomik sistemin kuralı olan bağımlılık ilişkilerini de kabullenmesi gerektiği gerçeğini vurgulamaya çalışmanız, küçük-burjuva soluna bir nevi emperyalizm savunusu gibi görünecektir. Küçük-burjuva solculuğu, Kemalizm ve devlet kurucu asker-sivil bürokrasi hamiliğinde ulusal kalkınmacılık döneminin artık çoktan geçmiş olduğunu kavramak istemeyecektir. Türkiye kapitalizmi alt-emperyalizm basamağında bir bölge gücü olarak at oynatmak isterken, küçükburjuva sollar Türkiye’nin bir “yarı-sömürge” ülke olduğuna inanmamızı isteyeceklerdir! ABD Türkiye burjuvazisini Ortadoğu’da, Irak’ta vb. birlikte iş yapmaya ve askeri operasyonlarda bulunmaya sömürgeci bir gücün silah zoruyla iteklemiyor. Tersine Türk büyük burjuvazisi, bir koyup üç alma mantığıyla bu meyanda daha sıkı ilişkiler kurmaya kendisi can atıyor ve davetkâr davranıyor. Yani kapitalizm çerçevesinde birlikte işler yapmak için ABD’nin Türkiye’yi işgal etmesine hiç mi hiç gerek yok! Ama işte küçük-burjuva solcular tüm bu gerçekleri kabule yanaşmamaktadırlar ve yanaşamazlar da. Çünkü onlar bu gerçeklerin kabul edilmesi halinde, ulusalcılığı devrimcilik diye yutturmaya yarayan sahte “antiemperyalizm” mevzilerinin çökeceğinin gayet iyi farkındadırlar! Aslında artık bölgesel bir kapitalist güç konumuna ulaşmış bir ülkede küçük-burjuva solculuğunun “antiemperyalistliği” ve “ulusal kalkınmacılığı”, kendi yayılmacı burjuvazisine arka çıkmak anlamına geliyor. Bu devirde kapitalizmin son bulması istemini ivedilikle öne sürmeyip, “bağımsız Türkiye” talebinde ısrar etmenin son tahlilde başka bir anlamı bulunmuyor. Tam da bu noktada küçükburjuva sollara dönüp gerçek bir anti-emperyalist tutumun milliyetçilikle asla bağdaşmayacağını hatırlatmak hiç de fazla kaçmayacak. Çünkü onların sürüklendikleri nokta bunu açıkça ifade etmeyi gerekli kılıyor. Yanılgılarla döşeli bir siyasal zeminde yürüyüşünü sürdüren küçük-burjuva solculuğu zaman içinde büsbütün köhnemiş ve yozlaşmıştır. Bu kabul edilmez yolda diğerlerine oranla daha da fazla ileri giden küçük-burjuva sol siyasetler, hatta sosyal-şoven ve yer yer faşist bir konuma bile kaymışlardır. Örnekse, anti-Amerikancı geçinerek milleti kandıran darbeci güçlere, orduya vb. destek vermenin devrimcilikle ya da ezilen kitlelerden yana bir sol siyasetle hiçbir ilgisi olamaz. Keza laikliği korumak adına Ergenekoncu çetelerden yana tavır koymanın da, işçi-emekçi kitlelerin çıkarları veya devrimcilik açısından tek bir haklı nedeni yoktur. Bugün Türkiye’de devrimci mücadelenin güçlendirilebilmesi için bu tür gerçeklerin açıkça ve yüksek sesle dillendirilmesine fazlasıyla ihtiyaç var. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Statükonun Perde Önündeki Koçbaşı: Yargı İlkay Meriç

B

urjuva siyaset arenasında son haftalarda yine hareketli günler yaşanıyor. Genelkurmay karargâhında görevli bir albayın imzasını taşıyan “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın ortaya çıkmasının yarattığı gerginlik, sivillerin askeri yargıda yargılanmalarının önünü kapayan ve askerlerin adli yargıda yargılanmasına olanak tanıyan kanunla iyice tırmandı. İkinci Ergenekon davasının başlaması ve üçüncü Ergenekon iddianamesinin mahkemeye sunulmasına ise hâkim ve savcı atamalarında yaşanan kriz eşlik etti. Egemen sınıf içi kapışma, her bir adımda yarılmanın derinleşmesiyle ve şimdiye dek elbirliğiyle örtbas ettikleri pisliklerin görülmedik bir şekilde ortaya dökülüp saçılmasıyla, daha bir kızışarak devam ediyor. Ancak şu da bir gerçek ki, yıllardır yürüyen bu it dalaşında statüko cephesi iyiden iyiye savunma pozisyonuna çekilmiş bulunuyor. Genelkurmay başkanının 36 generali arkasına dizip “belge değil kâğıt parçası” şovuna girişmesi bile düşülen aczin bir göstergesidir. Parlamento denen tiyatro sahnesinde siyasal partiler iktidar rolü oynasalar da, Kemalist asker-sivil bürokrasi, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belirleyici güç konumunu kimseye kaptırmamıştı. Ancak bu gerçek iktidar odağı son yıllarda darbe üstüne darbe alıyor. “TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik psikolojik harekât yürütüldüğünü” savunan genelkurmay başkanı, TSK’nın psikolojik savaş tekelini parçalayan AKP iktidarı karşısında feryat ediyor. Tüm bu yıpranma ve güç kaybı karşısında, söz konusu kesim, her türlü dümenle iktidarını korumaya ve en büyük tehdit olarak gördüğü AKP’yi saf dışı bırakmaya çalışıyor. Bu uğurda “İrtica ile Mücadele” adı altında “AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” devreye sokuluyor, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) eliyle Ergenekon savcıları ve faili meçhulleri soruşturan savcılar görevden uzaklaştırılmaya çalışılıyor, Ankara’da Ergenekoncu hâkim ve savcılardan oluşan yeni bir ağır ceza mahkemesi kurularak dava buraya taşınmak isteniyor vb. Genelkurmay’ın fevri çıkışlarının AKP’nin gücüne güç

kattığını gören statükocu kanat, 22 Temmuz genel seçimlerinden bu yana yargıyı koçbaşı olarak kullanmaktadır. Ancak AKP, tüm bu manevralar karşısında geri adım atmanın daha güçlü yumruklarla yüz yüze gelmek demek olduğunu tecrübeyle öğrenmiş bulunuyor. Bu yüzdendir ki, tehdidin arttığı dönemlerde, savunmada kalmak yerine saldırı stratejisine başvuruyor. “Bitirme Planı”nın ortaya çıkmasının hemen ardından, “çete faaliyetleri, anayasal düzeni değiştirmeye yönelik suçlar, devlet başkanlarına vb. yönelik suikastlar” gibi ağır ceza (eski DGM) kapsamına giren suçlarda askerlerin adli mahkemelerde (“sivil yargı”) yargılanmalarının önünü açan kanunun meclisten geçirilmesi de bu tutumun bir örneğidir. AKP’nin bu yasayı demokrasinin önünü açmak için değil, darbecilere gözdağı vermek ve kendisine yönelik tehditleri gerektiğinde adli yargı yoluyla bertaraf etmek amacıyla yürürlüğe koyduğuna şüphe yoktur. Ne var ki, siyasi iktidarın dar hesaplarından bağımsız olarak, bu yasa cumhuriyet tarihinde askerlerin ayrıcalıklarına el uzatan önemli değişikliklerden biridir. En basitinden, bu yasa sayesinde, askeri yargının sağladığı dokunulmazlık zırhıyla korunan Ergenekoncu subayların ya da Şemdinli davasında adli mahkemede 39 yıla çarptırılıp Yargıtay’ın davayı askeri mahkemeye pas etmesi sonucunda ilk duruşmada tahliye edilen iki astsubayın adli mahkemelerde yargılanmalarının, aynı şekilde JİTEM’in gerçekleştirdiği katliamların yargıya taşınabilmesinin vb. önü yasal olarak açılmıştır. Kuşkusuz bu, yargılamaların adil bir şekilde yapılacağı ve suçluların emir-komuta zincirinin tepe noktasındaki isimlerle birlikte cezalandırılacağı anlamına gelmiyor. Bunun yapılabilmesi, Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın ortağı olan AKP’ye ve sahte demokratlara değil, devrimcilerin, tutarlı demokratların ve tarifsiz acılara maruz bırakılan Kürt halkının bindireceği basınca bağlıdır. Bununla birlikte, söz konusu yasaya karşı takınılan tutumlar, aslında en sivil görünen güçlerin bile nasıl devletçi-askerci olduklarını açıkça ortaya sermektedir. Yasayı “sivil devrim” olarak niteleyen ve “bundan sonra hiçbir şey

7


marksist tutum

eskisi gibi olmayacak” şeklinde boş umutlar yayan liberalleri Marksist bir bakış açısıyla eleştirmek başka şeydir, “AKP sivil darbe yapıyor” çığırtkanlığına başvuran CHP’nin kuyruğuna takılıp bunu gerici bir düzenleme olarak değerlendirmek tümüyle başka şey. Kemalizmin eğitim çarkından geçen herkese enjekte edildiği ve eğitim düzeyi yükseldikçe enjeksiyonun daha da derinlere nüfuz ettiği bu topraklarda, askerci-devletçi ideoloji, bıraktık sosyal-demokrat geçinenleri, kendine komünistim diyenlerin hatırı sayılır bir bölümünü de esir almış durumdadır. Demokratikleşmenin ve sivilleşmenin önünü açacak her adıma köstek olmayı amentüsü haline getiren CHP, mecliste “uyurken” onay verdiği bu yasayı utanmadan Anayasa Mahkemesine götürmüştür. Üstelik bunu “12 Eylül darbecilerinin yargılanması için 15. maddeyi değiştirelim” diyerek ucuz demokrasi kahramanlığına soyunduğu günlerde yapmıştır. “Geceyarısı darbesi” diyerek yasanın çıkarılış saatini eleştiren CHP ve apoletli medya, işçi sınıfına saldırı yasalarının (örneğin son Teşvik Yasasının) geceyarısı 3’te çıkarılmasını nedense hiç sorun etmemiştir. “Demokrat” geçinen eski-yeni baro başkanlarının, üniversite profesörlerinin ve bilumum titri yüksek zevatın, askerlerin adli mahkemelerde yargılanmalarına askerlerden çok daha fazla karşı çıkmaları, Türkiye’de CHP solculuğu maskesi altında, milliyetçiliğin, askere tapınmanın ve faşizan bir devletçiliğin nasıl hüküm sürdüğünün çarpıcı bir göstergesidir. Genelkurmay Başkanlığı, statükocu kanadın genel seçimlerde uğradığı hezimetin ardından Eylül 2007’de yürürlüğe koyduğu “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”nda, “Kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organları başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi suretiyle, bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması”nı görev olarak öne koyuyordu. Son yaşananlar, kendilerine yüksek yerden görev verilenlerin bu emre koşulsuz itaat ettiklerinin kanıtı niteliğindedir. Yargıdaki “çiftbaşlılığın” kaldırılması adına atılan son adıma “sivil” yargıdan yükselen tepkiler, Türkiye’de yargının ne kadar bağımsız, demokratik ve adil olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor! Bu aynı zamanda, yargıdaki “çiftbaşlılığın”, bir başı askeri yargının diğer başı ise “apoletli” adli yargının çektiği bir çiftbaşlılık olduğunu da çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Askeri yargı, emir-komuta zinciri dahilinde her türlü suçu işleyen askerleri dokunulmazlık zırhına büründürerek koruyup kollama aygıtıdır. Gelişmiş bir bur-

8

Ağustos 2009 • sayı: 53

juva demokrasisinin var olduğu hiçbir ülkede kapsama alanı Türkiye’deki kadar geniş bir askeri yargı sistemi bulunmamaktadır. Örneğin genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un “orada da var” diyerek dile getirdiği Avrupa ülkelerindeki askeri mahkemeler, sadece askerlerin disiplin suçları türünden davalarına bakan mahkemelerdir. Bu gerçeğin yanı sıra, Türkiye’de “sivil” yargı da, demokrasi düşmanlığının, statükoculuğun ve askeri vesayet rejiminin temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, şimdilerde AKP ve yandaş medyası eliyle yayılan “askeri mahkemelerin kaldırılmasının yargıyı sivilleştireceği ve demokratikleştireceği” beklentisi bir kandırmacadır. Avrupa tipi bir sivilleşme ve demokratikleşme için Anayasadan başlayarak her alanda köklü bir reformun yapılması gerekirken, AKP sadece iktidarını koruyacak adımları, üstelik de kendisi için gerektiği zamanda ve gerektiği kadarıyla atmakla yetinmektedir. En basitinden bu ülke halen, MGK tarafından belirlenen ve içeriği Bakanlar Kurulu dışında hiçbir parlamento üyesi tarafından bilinmeyen Milli Güvenlik Siyaset Belgesiyle (MGSB) yönetilmektedir. MGK internet sitesinde, böylesine önemli bir belgenin parlamento üstü oluşu “kuvvetler ayrılığı”yla açıklanırken, gizlilik gerekçesi ise şöyle izah edilmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ile milletin refahına yönelik tehdit ve risklere karşı izlenmesi öngörülen siyasetin açık olmasının, gerek iç, gerekse dış kamuoyunda yaratacağı sakıncalar, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin gizlilik dereceli olmasını gerekli kılmaktadır.” Öyle bir parlamenter demokrasi düşünün ki, “cumhuriyetin bekası ile milletin refahına yönelik tehdit ve risklere karşı izlenmesi öngörülen siyaset”, seçimle işbaşına gelmiş siyasetçiler tarafından belirlenmemek bir yana bilinmesin bile! Askeri vesayet rejiminin kesintisiz devam etmesini sağlamak üzere yürürlüğe koyulan bir diğer garabetse, 28 Şubat’ı takiben Temmuz 1997’de devreye sokulan EMASYA protokolüdür. Bu protokolün Kürt illerinde olağanüstü hal uygulamasının kaldırılmaya başlandığı bir dönemde imzalanması, gerçek niyeti tüm çarpıcılığıyla ortaya sermektedir. Emniyet, asayiş ve yardımlaşma kelimelerinin kısaltmasından oluşan EMASYA, mevcut “iç güvenlik” birimlerince bastırılamayan toplantı, gösteri ya da ayaklanma benzeri toplumsal olaylarda, orduya müdahale yetkisi veren gizli bir protokoldür. Otoriteyi askere veren, bu bağlamda mülki otorite ile asker arasındaki hiyerarşiyi tersine çevirip “iç güvenlik” alanını askerileştiren bu protokol, vali tarafından görevlendirilip görevlendirilmediklerine bakılmaksızın bütün kolluk güçlerinin yardıma gelen askeri birlik komutanının emrine girmesini öngörmektedir. 1 Mayıslarda, Newrozlarda,


sayı: 53 • Ağustos 2009

binlerce polisin yanı sıra kuytu köşelere askeri birliklerin konuşlandırılması, işte bu protokolün ürünüdür. EMASYA protokolleriyle kentlerin ordu kuşatmasına alındığı ve askerin olağan koşullarda dahi olağanüstü hal yetkileriyle donatıldığı bu ülkede, AKP’nin asker devletine karşı geliştirdiği alternatifse polis devletidir. Kemalist statüko, hukukun, demokrasinin ve rejimin teminatını ordu olarak görürken, Erdoğan’a göre rejimin teminatı polistir: “Emniyet teşkilatı hukuk sisteminin, demokrasinin ve daha genel anlamda rejimin sarsılmaz güvencesidir.” Yani bu ülkede emekçilerin, ülkeyi, CHP’yi seçerek kışlaya ya da AKP’yi seçerek karakola döndürme hakkının baki olduğu bir “demokrasi” hüküm sürmektedir. Sermaye kesimleri birbirleriyle dalaşadursunlar, rejimin her iki teminatının silahları da esas olarak aynı düşmana çevrilidir: İşçi sınıfına ve ezilen Kürt halkına!

Paşalara GATAkulli, devrimci tutsaklara ölüm hücreleri! Ergenekon davasında devletin yüce şahsiyetlerinin sorgulanmaları ve bir kısmının tutuklanarak cezaevine konmaları, demokrat geçinen Kemalistlerde, “bu kadar da olur mu?” feveranlarına yol açtı. Kuddusi Okkır’ın cezaevinde ölmesi, Türkan Saylan’ın ölüm döşeğinde ev aramasına maruz bırakılması, “merhametli” Kemalistlerimizi derinden üzdü. Onlara göre, “devlete onca hizmeti dokunmuş” yaşını başını almış “hasta” paşalara, profesörlere, yazarlara reva görülen muamele, AKP’nin gerici bir darbe eliyle demokrasimizi ortadan kaldırmasının tartışılmaz kanıtıydı! Oysa bugün paşalar ve diğer darbeci subayların büyük bir bölümü GATAkulli yoluyla serbest bırakılmışlardır. Pek “muteber” profesör Mehmet Haberal yarım saatlik anjiyo nedeniyle 4 aydır hastanededir. İlhan Selçuk yaşı nedeniyle salıverilmiştir. Oysa Hurşit Tolonlara, Şener Eruygurlara, Arif Doğanlara, Levent Ersözlere karşı pek hassas, pek insancıl olan “demokrat”larımız ve yüce Türk adaleti, ağır hastalıklar yüzünden hücrelerde yaşam savaşı veren devrimci ve Kürt tutsaklar karşısında kör ve sağırdır. Türkiye İnsan Hakları Vakfının tespitine göre 2008’de cezaevlerinde sağlık sebebiyle 39 kişi hayatını kaybetti. Bu yılın ilk altı ayında ise 6 tutsak yaşamını yitirdi. PKK üyesi olduğu iddiasıyla 1994 yılında tutuklanarak müebbet hapis cezasına çarptırılan İsmet Ablak, üç yıl önce Erzurum H Tipi Cezaevindeyken cilt kanserine yakalanmıştı. Durumunun ağırlaşması üzerine hastaneye sevk edilen Ablak’ın tedavisi askerlerin gözetiminde yapılıyordu. Ailesinin, “son günlerini yanımızda geçirsin” talebine devletin kulakları tıkalı kaldı ve Ablak geçtiğimiz günlerde tek başına kaldığı mahkûm koğuşunda yaşamını yitirdi. 14 yıldır Adana Karataş Cezaevinde kalan devrimci tutsak Güler Zere’nin ağız kanseri olmasıyla başlayan tahliye talebi, Çukurova Adli Tıp Kurumunun “Yakın çevre-

marksist tutum

sinin ilgisine, bakımına, desteğine ihtiyacı bulunduğu, yaşama isteği ve çabasının tedavinin başarısı için gerektiği, bu nedenlerle hastanenin mahkûm koğuşları dahi yaşam riski oluşturacaktır” raporuna rağmen halen sonuçlandırılmadı. Bu da yetmezmiş gibi, Zere son ameliyatının ardından nekahat devresini geçirmesine izin bile verilmeden tekrar hapishaneye gönderildi. 85 yaşındaki Yusuf Kaplan, bir itirafçının “bize pil verdi” demesi üzerine PKK’ye “yardım ve yataklık” iddiasıyla 3 küsur yıl ceza aldı. Bir yılı aşkın süredir Elazığ E Tipi Kapalı Cezaevinde yatan Kaplan’ın vücudunun yüzde 79’u felçli. Buna rağmen tüm tahliye talepleri reddediliyor. Hastalıkları tedavi edilmeyip geç müdahale edilen Erol Zavar, Samet Çelik, Nizamettin Akar, Aynur Epli ve daha onlarca tutsak, cezaevlerinde ya da kaldırıldıkları hastanelerin mahkûm koğuşlarında ölümü bekliyor. Erbakan’ı yaşı ve hastalığı bahanesiyle affeden Abdullah Gül, ölüm döşeğindeki devrimci tutsakların tahliye edilmesi için uygun bir yol bulamadığını duyuruyor. Egemen sınıf kendi içinde dalaşırken, işçi sınıfına, devrimcilere ve Kürtlere karşı hiç tereddütsüz tek yumruk oluyor. İşçi sınıfına saldırı yasaları birbiri ardına elbirliğiyle Meclisten geçirilirken, sermaye tam bir fikir birliği içinde “teşvik” edilmektedir. Taşeron şirketler aracılığıyla sömürdükleri binlerce işçiyi işlerine gelmediğinde kapı önüne koyma konusunda AKP’li belediyelerle CHP’li belediyeler arasında hiçbir farkın bulunmadığını işçiler yaşayarak görmektedir. Kürt halkının en demokratik hakları “oydaşmayla” gasp edilmeye devam edilmektedir. Şimdilerde, kendisini o makama bizzat cumhurbaşkanı Gül’ün atadığı HSYK üyesi Ali Suat Ertosun’un son icraatlarından rahatsız olan AKP, aynı şahsa 2004 yılında Cemil Çiçek ve Bülent Arınç eliyle “Devlet Üstün Hizmet Madalyası ve Beratı” vermiştir. O Ertosun ki, F tipi cezaevlerinin mimarı ve 30 devrimcinin katledildiği ve utanmazcasına Hayata Dönüş Operasyonu adının takıldığı katliamın bir numaralı sorumlularındandır. Sabancı suikastının faili olarak cezaevine koyulan Mustafa Duyar’ın konuşma kararı almasının hemen ardından Nuri-Vedat Ergin kardeşler eliyle öldürtülmesine yönelik katkıları da aynı Ertosun’un devlete “üstün hizmetleri” arasında yer almaktadır. Her iki olayda da Cezaevleri Genel Müdürü olan Ertosun, bugün, Ergenekon savcılarının ve Diyarbakır’daki faili meçhulleri soruşturan savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi çabalarının baş aktörüdür. Anlayacağımız, devlete “üstün hizmetlerine” devam etmektedir. Bu ikiyüzlülüğe, bu çirkefe, bu kokuşmuş sömürü düzenine dur diyebilecek tek güç vardır. O da devrimci işçi sınıfıdır. Onun baskısı ve mücadelesi olmadığı takdirde, iktidar partisinin kendi koltuğunu korumak için ya da AB’nin basıncıyla atmak zorunda kaldığı hiçbir demokratik adım kalıcı olmayacak, aksine bir elin kaşıkla verdiğini diğer el kepçeyle geri almaya devam edecektir. 

9


“İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati /2 Levent Toprak

Türkiye’de “İslamcı” görünümlü yeni bir egemen sınıf bölüğünün palazlanmış olması, egemen sınıf içi mücadeleye farklı bir boyut katmış ve bu, geleneksel büyük sermayenin tutumlarında bazı farklılaşmalara yol açmıştır. Ancak bunlar son tahlilde geniş emekçi kitlelerin sömürüsü temelinde kendilerini var eden bir avuç sömürücü burjuvayı oluşturduklarından, bunlar arasındaki ayrım ve kapışmaların temeli dardır, bir sınırı vardır. Bu nedenle işçi sınıfının bu tür ayrımlarla aldatılarak kendi içinde bu temelde karşıtlaştırılmasına karşı kararlı ve net bir mücadele vermek gerekir. Elbette dinin siyasete alet edilmesi olgusu mevcudiyetini sürdürmektedir ve burjuva düzen varoldukça bunun şekil değiştirerek de olsa sürmesi kaçınılmazdır. Bir örgütlü alternatifin yokluğunda, kapitalizmin dehşeti karşısında, yoksul emekçi kitleler için din, kadim bir sığınak olarak alternatif olma işlevini sürdürecektir. Bu durumda Marksistlerin görevi din karşısında kaba burjuva aydınlanmacılığının tutumlarını sergilemek değil, Marksizmin din konusundaki sağlıklı tutumunu güçlendirmek ve bunun için emekçi kitlelerin sermayeye karşı örgütlü mücadelesini ilerletmektir.

10

Fethullahçılığın gelişimi ve ABD Emperyalizmi Çok kaba hatlarla özetlediğimiz İslamcı akım ve sermayenin yakın dönem gelişim sürecine ilişkin tabloda Fethullah Gülen’in özel bir yeri olduğu muhakkaktır. Bu özelliği belirleyen husus, esas olarak onun başında bulunduğu cemaatin bugün İslamcı çevreler içinde, sermaye gücü, medya gücü, siyasi güç, toplumsal tabanın genişliği ve uluslararası ilişkiler ağı bakımından önde gelmesidir. Bu konumu onun Türkiye’deki burjuva düzen içinde en etkili güçlerden biri durumuna gelmesini de açıklamaktadır. Gülen, Nurcu Yeni Asya cemaati bünyesinde yer almasına rağmen, daha 20’li yaşlarında kendi bağımsız örgütlenmesinin temellerini oluşturmaya başlamış ve çok geçmeden (1970’lerin ortalarında ve henüz 30’lu yaşlarının ilk evresinde) Yeni Asya cemaatinden yolunu ayırıp tümüyle bağımsız örgütlenmeye geçmiştir. Bir yandan hitabeti ve örgütçülüğüyle dinleyici ve taraftar kitlesini hızla genişletiyor, bir yandan da yöresindeki işadamlarıyla ilişkilerini güçlendiriyordu. Daha o zamanlardan eğitim alanını stratejik bir hedef olarak belirleyen Gülen’in, elde ettiği ya da yönlendirebildiği maddi kaynakları önemli ölçüde eğitim alanına kanalize ettiği anlaşılıyor. Bu bağlamda bir öğretmen örgütlenmesine de yönelmiş olan Gülen cemaati, bilebildiğimiz kadarıyla, diğer İslami grupların öğrencilere yurt ve barınma imkânları örgütleme faaliyetinin ötesine geçerek, bir özel dershane açan ilk cemaattir. Daha sonraki dönemde bu “yenilikçilik” daha da belirginleşir. Öteki İslamcı cemaatler geleneksel diyebileceğimiz bir biçimde Kuran kursu ve İmam Hatip Liseleri gibi doğrudan dini eğitim kurumlarına odaklanmaya devam ederken, Fethullah Gülen cemaati Anadolu liseleri ve kolejler açarak “yeni açılımlar” yaptı. Yine 1979 yılı başlarında yayınlanmaya başlayan meşhur Sızıntı dergisi de dolaysızca dinsel mesaj vermekten ziyade mesajını bir


sayı: 53 • Ağustos 2009

bilim-teknoloji dergisi esprisi içinde verme yolunu tutar. “İman hakikatlerini pozitif bilimler temelinde açıklama” yolunu benimsemede Sızıntı dergisi her ne kadar ilk değilse de ilklerden biridir; ama asıl önemlisi bu işi en etkili yapan yayın olmasıdır. Dış şartlara dönecek olursak: Daha önce Gülen’in 12 Eylül faşist darbesini desteklediğini belirtmiştik. Bu destek sessiz kalarak onaylama biçiminde değil, yine belirttiğimiz gibi, açıktan alkışlama ve methiye düzme biçiminde bir destekti. Bir örnek olması için Sızıntı dergisinde müstear isimle yazan Gülen’in şu satırlarını aktaralım: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!” (akt. Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s.106-7) Aynı kalemden çıkan bir başka yazıya göre darbe, “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (…) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin [değişimlerin] son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” (age, s.107) Darbe öncesinde Özal’la görüştüğü söylenen ve darbe döneminde de cunta liderliği ile temasta olduğu tahmin edilen Gülen, böylece 80’lerle birlikte yükselişinde yeni bir aşamaya gelir. Faşist cunta ve sonrasındaki Özal döneminde İslamcı çevrelerin seçmeci biçimde de olsa genellikle kollandıkları ve özellikle Özal döneminde ekonomik bakımdan ihya edildiklerine yazının birinci bölümünde değinmiştik. Ancak Gülen çevresinin asıl büyük sıçrayışını sağlayan şey 1990 dönemecinde SSCB’nin dağılması oldu. Bununla, Gülen çevresinin diğerlerinden farklı olarak uluslararası düzeyde bir oyuncu durumuna geliş süreci başladı diyebiliriz. Müslüman-Türki Orta Asya coğrafyasında ortaya çıkan “nüfuz boşluğu”nu doldurma iştahıyla dolu ABD emperyalizmi, bu bölgeye nüfuz stratejisinin bir ayağına da, tarihi ve kültürel yakınlık faktörü nedeniyle Türkiye’yi oturtmuştu. Yani buraları nüfuz alanı haline getirmek için, diğer yolların yanı sıra Türkiye’yi kullanma yolunu da devreye sokmuştu. O gün bugündür, resmi devlet güçleri ve işadamlarına paralel olarak, İslamcı ve Türkçü-faşist güçler de ABD ve TC’nin himayesinde buralara seferler düzenlemektedirler. Bu ülkelerdeki kirli siyasal oyunlara doğrudan dalmaya yeltenen Türkçü-faşist güçlerin girişimleri büyük oranda

marksist tutum

fiyasko ve geri tepmeyle sonuçlansa da, daha akılcı ve dolaylı bir yol izleyerek eğitim ve ekonomi alanında odaklanan Fethullahçı girişimler sessiz ve derinden giderek belli kazanımlar sağladılar. Bunu sağlayan temel bir etmen, uzun yıllar boyunca eğitim alanına olağanüstü bir yatırım ve odaklanma sonucu çok sayıda nitelikli kadronun yetiştirilmiş olmasıydı. Türkiye’de başlayan eğitimli kadro yetiştirme faaliyeti, çok geçmeden ABD’nin seçkin üniversitelerinde de devam etmiş ve uluslararası deneyimlere sahip yeni kadrolar ortaya çıkmıştı. Böylece bir taşra darkafalılığı görünümünden uzaklaşmış ve uluslararası vizyon sahibi bir ekibin oluştuğu anlaşılıyor. Daha önceki ve diğer İslamcı çevrelerin bu nitelikte ve ölçüde bir kadro birikimine sahip olmadıkları açıktır. Geçmişte ABD emperyalizminin bu coğrafyadaki konumu büyük ölçüde savunmacı bir konumdu. Oysa 1990 dönemecinde SSCB ve benzeri rejimlerin çöküşüyle birlikte ortaya yeni bir tarihsel konjonktür çıkmıştı. Dolayısıyla geçmişte hizmetlerinden yararlanılan İslamcı güçler esas olarak tehdidi geri püskürtme amaçlı mücadelenin araçlarıyken, şimdi bu bölgeleri hammadde, pazar ve yatırım alanı olarak ele geçirme ve dönüştürme sürecinin vasıtaları durumuna gelmeliydiler. Bu, ABD emperyalizminin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra açılan yeni dönemde, bir ideolojik-politik etmen olarak İslamcı akımlarla ilişkisi bağlamında özellikle elverişli bir durumdu. Çünkü şimdiki görevler çok daha karmaşık ve kapsamlıydı. Geçmişte ABD emperyalizminin bu coğrafyadaki konumu büyük ölçüde savunmacı bir konumdu. Bu, yayılma eğiliminde olan ve kapitalist düzen açısından güçlü bir tehlikeyi ifade eden “komünizm” karşısında kapitalist dünyayı koruma ve komünist akımlara bir set çekme mücadelesiydi. Oysa 1990 dönemecinde SSCB ve benzeri rejimlerin çöküşüyle birlikte ortaya yeni bir tarihsel konjonktür çıkmıştı. Buradaki konum artık savunmacı değil daha ziyade saldırgan ve aktif bir konum olmak durumundaydı. Dolayısıyla geçmişte hizmetlerinden yararlanılan İslamcı güçler esas olarak tehdidi geri püskürtme amaçlı mücadelenin araçlarıyken, şimdi bu bölgeleri hammadde, pazar ve yatırım alanı olarak ele geçirme ve dönüştürme sürecinin vasıtaları durumuna gelmeliydiler. Bu nüfuz faaliyetinin elbette bir rekabet boyutu da bulunuyor. 1979’daki devrimle birlikte İran’ın “yükselen İslam gücü” sıfatıyla tam da bu bölgelerde etkinliğinin artması söz konusuydu. Yani boşluğu ABD düşmanı ve İran yanlısı İslamcı güçlerin doldurması da ciddi bir risk oluşturuyordu. Ve bu halen de geçerli bir durumdur. Dolayısıyla yeni dönemin ihtiyaçlarına daha uygun bir “Amerikancı” İslam versiyonunun bu bölgelerde hâkim kılınması, bu ülkelerin halklarının ABD’ye sempati besle-

11


marksist tutum

mesi ya da en azından onu düşman görmemesi büyük bir önem taşıyordu. Yani ABD emperyalizmi zengin kaynaklar barındıran ve jeostratejik önem taşıyan bu Müslüman coğrafyaya nüfuz için, ABD’ye düşman olmayan bir İslam’a ve buna uygun akımlara gereksinim duymuştur ve halen de duymaktadır. İşte “ılımlı İslam” diye kodlanan şeyin asıl politik özü budur. Emperyalizmle ilişkiler ve Müslüman-Türkî coğrafyaya açılım bağlamında, Gülen’in 1992 yılında, muhtemelen ilk kez yurtdışına çıkarak (hac dışında) ABD’ye gitmesi oldukça anlamlıdır. Daha anlamlı olan, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’da Fethullah Gülen okullarının bu ABD ziyaretinden sonra açılmaya başlamasıdır. Gülen’in ABD emperyalizmiyle bir ilişki ve teşriki mesai içinde olduğu çok açıktır. Hatta bu olgu, “…inanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika ile entegrasyon karşısında olması düşünülemez” diyen Gülen tarafından bizzat meşrulaştırılmakta ve temellendirilmektedir de. Bakın “hocaefendi” bu konuda kendisine sorulan bir soruya nasıl cevap veriyor: “Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinden hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, meselâ Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna

Ağustos 2009 • sayı: 53

rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir.” (Nevval Sevindi röportajı, Yeni Yüzyıl, 23 Temmuz 1997) Dahası bu derin ilişkilerin kimler aracılığıyla kurulduğu konusunda ipuçları verdiği ifadeleri de mevcuttur Gülen’in. Bir gazeteci-yazarın kendisine, “Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?” sorusu üzerine Gülen şunları söylüyor: “Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (Hulusi Turgut, Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)1 Burada Kasım Gülek ismi dikkat çekicidir. Aynı gazeteci-yazar, Gülen’in Kasım Gülek’le ilişkisi hakkında iyi bilinen hususları sıralıyor: “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı.” Türk burjuva siyasetinin ilginç bir kişiliği olan Kasım Gülek’in, CIA ve Pentagon’la iyi ilişkiler içinde olan ve uluslararası düzeyde kritik görevler üstlenen (Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı gibi) bir kişi olduğu biliniyor. Ta tek parti döneminden itibaren CHP’nin üst yöneticilerinden biri olan, uzun yıllar CHP genel sekreterliği yapmış Kasım Gülek’in bir diğer önemli özelliği de Kore kökenli CIA imalatı Moon tarikatının Türkiye’deki temsilcisi olmasıdır.2 Gülen bir başka yerde de şunları söylüyor: “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di. O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk. Türkiye, şimdiye kadar çok Ölüm-Kalım krizlerine Fethullah Gülen içeride ve dışarıda geliştirdiği ilişkilerle ABD emperyalizminin gözüne girmiş ve onun “ılımlı İslam”ının bir aracısı olarak desteklenmek üzere seçilmiştir. Bunun içindir ki, 1998 yılı geldiğinde, Fethullah Gülen’in, tüm İslam dünyasının temsilcisi pozuna bürünürcesine Katolik dininin dünya ölçeğindeki lideri Papa ile Vatikan’da, patlayan flaşlar altında görüştüğüne şahit olabiliyoruz.

12


sayı: 53 • Ağustos 2009

maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim.” (Zaman, 1 Eylül 1997) Tüm bu beyanlar ABD emperyalizmi ile yakın ve derin ilişkileri açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu derin ilişkiler tablosundan çok net biçimde çıkan bir sonuç bulunuyor. Fethullah Gülen içeride ve dışarıda geliştirdiği ilişkilerle ABD emperyalizminin gözüne girmiş ve onun “ılımlı İslam”ının bir aracısı olarak desteklenmek üzere seçilmiştir. Bunun içindir ki, 1998 yılı geldiğinde, Fethullah Gülen’in, tüm İslam dünyasının temsilcisi pozuna bürünürcesine Katolik dininin dünya ölçeğindeki lideri Papa ile Vatikan’da, patlayan flaşlar altında görüştüğüne şahit olabiliyoruz. Hiçbir resmi, akademik ya da dini anlamda kurumsal sıfatı olmayan ve dolayısıyla da aslında pek tanınmayan birisi olarak Fethullah Gülen’in bu konumunun olağan mekanizmalarla izahının mümkün olmadığı açıktır. Bunun öncesinde de (1996’da) Fener Rum Patriği Bartholomeos’la benzer biçimde görüşen Gülen, Papa ile görüşmesinin, kendi anlatımıyla “Abromowitz cenaplarının yardımları ile” gerçekleştiğini anlatır. Buna uygun biçimde dünya medyasının en önde gelen organlarında Fethullah Gülen hakkında yazı ve değerlendirmelerin, röportajların yapılması neredeyse olağan hale gelmiştir. Hatta Gülen bu yayınlarda kapak konusu bile yapılmıştır. Bu ve benzeri sansasyonel görüşmeler ve dünya medyasının ilgisi, Fethullah Gülen’in “seçilmeyi” başardığını ve emperyalist odaklar tarafından dünyaya prezantasyonunun yapılmakta olduğunu göstermektedir. Bu yakınlaşmanın ve “ılımlı İslam”ın önemli bir yanı da “dinler arası diyalog” konusudur. Bu çerçevede Müslümanlar arasında, ABD’nin ve İsrail’in suçlarına karşı oluşan tepkinin azaltılması ve mümkünse bertaraf edilmesi için dinsel doktrin düzleminde de çalışmalar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu minvalde üç İbrahimi din olarak Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın yakınlığının, ortak yanlarının vb. vurgulandığı görülmektedir. Bu konuda dikkat çekici bazı örnekler verilebilir. Meselâ Gülen, içinde İncil ve Tevrat’taki benzer ifadelere sık sık göndermelerin ve bu temelde açıklamaların yapıldığı ilginç bir Kuran tercümesine hamilik eder. Bu çeviri Zaman gazetesi tarafından basılıp bedava olarak dağıtılır. İlginçtir, bu çeviriyi yapan ve çevirisinin önsözünde Gülen’i zikreden akademisyen, metin içinde yaptığı açıklamalarda, İslam’da genel olarak şiddetle reddedilen bir Hıristiyanlık dogması olan İsa peygamberin bir gün tekrar dirilip insanlığa yol göstereceği düşüncesini savunur. Benzer yaklaşımlar diğer Fethullahçı yayınlarda da sergilenir ve bir yandan İslamcıların genelde soğuk baktığı Noel meşrulaştırılır, bir yandan da İsa’nın günümüzde bir “barış ve diyalog sembolü” olarak hizmet edebileceği, Müslüman ve Hıristiyanların İsa’nın manevi şahsiyeti etrafında birleşebileceğinden dem vurulur vb.

marksist tutum

Somut politika zeminine gelirsek, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin politikaları İslamcı çevrelerde ve basında genellikle sert bir eleştiri ve öfke konusu olurken, Zaman gazetesinde bu konunun genellikle ya geçiştirilmekte, ya rasyonalize edilmekte olduğunu ya da bu konuda yumuşak eleştiriyle yetinildiğini görürüz. Örneğin geçtiğimiz yıl İsrail’in Gazze’de yaptığı ve tüm dünyayı ayağa kaldıran insanlık dışı saldırı ve katliamlar bile, İsrail muhibi Hürriyet gibi gazetelere rahmet okutacak biçimde, Zaman gazetesinde genellikle küçük haberler biçiminde, halim selim yorumlarla, kupkuru gazetecilik tarzında ele alınmıştır. Yine Gülen, başka yerlerde, Filistin davasını karalayacak türde açıklamalarda dahi bulunmuş ve buna mukabil ABD ve İsrail’in Müslüman halklara yönelik diğer saldırıları konusunda da suskun kalabilmiştir. Sonuç olarak Gülen uluslararası politika alanında bir figür durumuna gelirken, cemaatin Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanındaki okul, kurs, dershane gibi eğitim kurumlarının sayısı patlama göstermiş, ekonomik planda da olağanüstü bir sermaye gücüne ulaşılmıştır. Tüm bunlarla paralel olarak Türkiye’de devlet aygıtı içindeki taraftarların sayısı da sıçramalı bir artış göstermiş ve siyasi nüfuz olanakları muazzam ölçüde artmıştır.

Türk kapitalizminin misyoner gücü Yukarıda anlatılanlar Fethullahçı hareketin emperyalizmle derin ilişkiler içinde olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu tamam. Ancak Fethullahçı hareketin uluslararası faaliyetlerini yalnızca ABD emperyalizminin çıkarları temelinde açıklamak yetersizdir. Bu faaliyetler aynı zamanda, hızlı gelişen kapitalizmiyle Türkiye’nin emperyalistleşmesi sürecinin de bir ifadesidir. Fethullahçı hareket bu dinamiklerin önemli bir taşıyıcısı durumundadır. ABD emperyalizmi ile Türkiye kapitalizmi ve Fethullahçı hareket birbirlerine ihtiyaç duymakta ve bir çıkar birliği temelinde hareket etmektedirler. Bu, taraflardan birinin diğerini adeta yoktan yarattığı ve ona her şeyi dikte ettiği tek yanlı bir bağımlılık ilişkisi değildir. Şüphesiz eşitler arası bir karşılıklı bağımlılık ilişkisinden de söz edilemez. Tarafların karşılıklı belirleyicilik güçlerinde eşitsizliğin olduğu ve dolayısıyla eşitsiz bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi söz konusudur. Türkiye’de Kemalistler ve Kemalizmin etkisinden kurtulamayan kimi sol kesimler Fethullahçı hareketin (ve AKP’nin) faaliyetlerinin “Türkiye’yi ABD emperyalizminin egemenliğine sokma” amaçlı olduğunu söylemekte ya da ima etmektedirler. Oysa Türkiye ile genel olarak emperyalizm arasında ve özel olarak da ABD emperyalizmi arasında bir bağımlılık ilişkisi zaten mevcuttu. 80’lerden bu yana gelen süreçte ise Türkiye kapitalizmi hayli yol alarak dünyanın sayılı kapitalist güçlerinden biri olma yoluna girmiş ve böylece kendi çıkarlarını savunma konusunda daha güçlü hale gelmiştir.

13


marksist tutum

Ağustos 2009 • sayı: 53 ABD emperyalizmi ile yakınlaşmanın ve “ılımlı İslam”ın önemli bir yanı da “dinler arası diyalog” konusudur. Bu çerçevede Müslümanlar arasında, ABD’nin ve İsrail’in suçlarına karşı oluşan tepkinin azaltılması ve mümkünse bertaraf edilmesi için dinsel doktrin düzleminde de çalışmalar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu minvalde üç İbrahimi din olarak Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın yakınlığının, ortak yanlarının vb. vurgulandığı görülmektedir.

Zamanla büyük bir sermaye gücü haline gelmiş olan Fethullahçı hareket de daha fazla büyümenin ve bir sermaye odağı/kümelenmesi olarak daha fazla güç elde etmenin yollarını aramaktadır. Bunun için ABD emperyalizmiyle iyi ilişkilere ihtiyaç duymakta, ABD emperyalizmi de, onun yukarıda anlattığımız türde hizmetlerine ihtiyaç duymaktadır. Meseleye bu temel çerçevede bakmak gerekir. Kemalist-statükocuların emperyalizmle ilişkileri, küçük-burjuva sol tarafından ilerici/aydınlanmacı vb. sıfatların arkasına sığınılarak görmezden gelinir ya da hoş görülürken, Fethullahçı hareketin ABD emperyalizmiyle ilişkileri bir hezeyan konusu olabilmektedir. Ama işçi sınıfı açısından bakıldığında, Fethullahçı hareketin bu tür ilişkileri, son tahlilde Türkiye egemen sınıfının ve devletinin ABD emperyalizmiyle geçmişten bu yana kurduğu ilişkilerden özde farklı değildir. O nedenle asıl karşı çıkılması gereken, bu tür ilişkileri zorunlu olarak üreten kapitalizmin ta kendisidir. Ve bu bağlamda Kemalizmi “anti-emperyalist” olarak kutsayıp İslamcıları “emperyalizmin aleti” olarak suçlayanların çifte muhasebe yaptıkları vurgulanmalıdır. Gerçekten de emperyalist güçlerle düşüp kalkma konusunda Kemalizmin sicili ile İslamcı akımın sicili arasında devrimci işçi sınıfı açısından özsel bir fark yoktur. Bu sol kesimler genel olarak kapitalist Türkiye’yi olduğundan daha küçük ve masum görme/gösterme eğilimindedirler. Şu ya da bu biçimde “emperyalizmin bir sömürgesi” olmaktan hiç çıkmamış ve ille de geri bir ülkedir Türkiye! Böyle olunca, haliyle, bu “mazlum” ülkeyi büyük kapitalist güçlere karşı ille de korumak ve güçlendirmek gerekmektedir! Oysa Türkiye kapitalizmi ne mazlumdur ne küçüktür ne de geridir. Aksine ezendir, azmandır ve hayli gelişmiştir. Özellikle 80’li yıllardan bu yana yaşanan kapitalist gelişme sonucu Türkiye bugün yeryüzündeki 200’den fazla ülke arasında, ekonomik, demografik, siya-

14

sal, askeri, jeostratejik faktörlerin toplamı itibariyle ilk 1020 ülke içindedir. Türkiye’nin bugün G-20 denen grup içinde yer alması bunun en sembolik ifadesidir. Ekonomik büyüklüğü itibariyle 17. sırada yer alan Türkiye’nin kapitalistleri, kendi ülkelerindeki işçileri sömürmekle yetinmeyerek, dünyanın dört bir köşesindeki işçileri sömürmek üzere yıllardır dış yatırımlar yapmaktadırlar. Bu yatırımların yapıldığı ülkeler en gelişmiş Batı ülkelerinden tutun, doğu Avrupa’ya, Rusya’ya, Balkanlar’a, Ortadoğu’ya, Afrika ülkelerine, Orta Asya’ya, Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanmaktadır. Lenin emperyalizmin alâmet-i farikalarından birinin sermaye ihracı olduğunu söylemişti. Elbette bunun öncesinde ve buna paralel olarak bu ülkelere mal ihracı da muazzam bir artış göstermiştir. Bir yandan SSCB’nin çözülmesiyle yeni yeni ülkelerin kapitalizme açılması, diğer yandan da Afrika gibi en geri kalmış bölgelerde kapitalistleşmenin niteliksel bir değişim noktasına doğru ilerlemesi, 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye gibi orta ölçekli ve nispeten daha dinamik kapitalist ülkelerin bazıları için önemli fırsatların doğması anlamına geliyordu. Çin, Hindistan, Brezilya, Arjantin, Meksika ve Türkiye gibi ülkelerin şimdilerde adlarının daha fazla duyulur olması bu süreçte yaşadıkları palazlanmanın bir tezahürüdür. Dikkat çekmeye çalıştığımız husus, eskiden dünyanın azgelişmişleri arasında sayılan ülkeler içinde bir grubun, kabaca son çeyrek yüzyılda diğerleri arasından sıyrılarak kapitalist dünya hiyerarşisinde yukarı basamaklara doğru ilerledikleri gerçeğine göz kapatılamayacağıdır. Bu ülkeler bir emperyalistleşme süreci yaşamaktadırlar. Ve her birinin içinde bulunduğu özgün şartlar da bu süreçlere özgün renkler vermektedir. Örneğin Türkiye’nin Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlar ile özgül tarihsel ve kültürel bağlarının olması onun emperyalist açılım sürecine kendine özgü renklerini ver-


sayı: 53 • Ağustos 2009

mektedir. Bunun ayrıntılarına burada giremeyiz elbette. Bizim için burada önemli olan genel olarak İslam faktörünün gördüğü örtü işlevidir. Bu coğrafyanın esas olarak bir Müslüman halklar coğrafyası olması, Fethullahçı harekete ve Türkiye’ye özgün rolü için alan açmaktadır. Kapitalizme açılan bu ülkelerde yeni bir sermaye sınıfı oluşum halindeyken, yeni zenginlerin çocukları için kaliteli eğitim sunan okullar örgütlemek oldukça akılcı bir yöneliştir. Ama ancak o ülkelerdeki tüm zorluklarla baş edecek kadar azimli ve misyon duygusuna sahip, yeterli sayıda yetişmiş kadrolar varsa bu mümkündür. Yukarıda belirttiğimiz gibi Fethullahçı hareketin özgünlüğü buradadır. Bu çabanın genel olarak tuttuğu görülüyor. Bunun bir anlamının, bu yeni yeni kapitalistleşen ülkelerdeki ayrıcalıklı sınıf ve katmanlar ile beyaz yakalılar arasında Türkofil (Türksever) bir kesim oluşturmak olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu okullarda yetişen çocuk ve gençlerin Türkçe Olimpiyatları gibi etkinliklerle de Türkiye ile irtibatlandırılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Diğer taraftan buna paralel olarak bu ülkelerdeki yeni burjuvalarla da gitgide iş ve yatırım ilişkilerinin kurulmaya başlandığını görüyoruz. Böylece okullar aynı zamanda ticari iş ilişkileri için de bir araç, bir sıçrama tahtası oluyor. Gülen bu okullar için şunu söylüyor: “Yurtdışına açılan okullar bir zamanlar Batı’nın yaptığı gibi, misyoner görevi görmektedir.” (Radikal, 18 Nisan 1997) Taş kafa Kemalistlerin bu cümleyi dinsel gericiliğin yayılması olarak anlayacakları açık olsa da, gerçek başkadır. Bu misyonerlik din misyonerliği değil, sermayenin, kapitalizmin, modern Türk yayılmacığının misyonerliğidir. Nitekim bu okullarda dine ağırlık veren bir eğitimin söz konusu olduğunu kimse iddia bile etmemektedir. Bu okullar şu ya da bu kılıktaki din okulları olsaydı, yeni egemenler için hiçbir surette cazibe konusu olamazlardı. Önemli olan, Türkiye’ye sempati duyan kesimler yaratmak, Türkiyeli kapitalistler için elverişli yatırım alanlarının doğmasını sağlamak ve bu ülkelerin Türkiye’nin nüfuz alanına sokulabilmelerini sağlayacak ilişkileri geliştirmektir. Tabii bu okullar aynı zamanda ABD emperyalizminin de bu ülkelerdeki faaliyetleri için bir üs vazifesi görmektedir. Buralarda, özellikle İngilizce öğretmeni kılığında, Amerikalı ve İngiliz birçok gizli servis ajanının faaliyet gösterdiğine kesin gözüyle bakabiliriz. Nitekim böylesi gerekçeler ileri sürülerek, Rusya ve birkaç ülkede bazı okulların kapatıldığı biliniyor. Diğer taraftan bu okulların zaman içinde söz konusu Müslüman ülkelerle sınırlı kalmayarak tüm dünyaya yayılması, meselenin özünün İslamcılıkla pek ilgisinin olmadığını ya da başlangıçta varsa bile artık kalmadığını gösteren bir husustur. TUSKON başkanının Afrika bağlamında verdiği bilgiler bu faaliyetlerin kapsamı ve durumu hakkında bir fikir vermek için aktarılabilir: “Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaret son 3 yılda 3 kat artış göstererek 6 milyar dolardan 18 milyar dolara çıktı. Bu dönemde Türkiye’den

marksist tutum

Afrika’ya yapılan ihracat ise 2,5 milyar dolardan 9 milyar dolara yükseldi. Bu yılın Mayıs ayında Türkiye’nin ihracatı yaklaşık yüzde 40 azalmasına karşın, Afrika’ya yapılan ihracat yüzde 30’un üzerinde artış kaydetti. Yılın ilk 4 aylık döneminde Afrika’ya yapılan ihracatın tutarı 3 milyar 844 milyon dolar oldu.” Bizce bu tablo daha fazla söze hacet bırakmadan, “misyonerliğin” neyin misyonerliği olduğunu ve de Fethullahçıların bu tür faaliyetlerini sadece ABD emperyalizminin takipçiliği olarak görmenin ne kadar sığ olduğunu göstermektedir. ABD emperyalizmi gelecek vaat eden bu tür hareket ve girişimlere muhtaç olduğu gibi, onlar da ABD emperyalizminin arkalamasına muhtaçtırlar. Karşılıklı bir çıkar birliği söz konusudur.

Dönüşüm süreci Peki Fethullahçı hareket, kimileri için bir ürküntü konusu olan bu faaliyetlerini Türkiye’ye bir dinsel düzen getirmek için mi yürütüyor? Ya da soruyu genişleterek soralım: gitgide güçlenen “İslamcı” görünümlü sermaye çevreleri Türkiye’ye dinsel bir düzen getirme yolunda mı yürüyorlar? İçinde kimi sol çevrelerin de bulunduğu bir kesim böyle olduğunu iddia ediyor. Bunun mümkün olup olmadığına, birkaç temel noktadan bakabiliriz. Türkiye’de İslamcı çevreler, çoğunluğu itibariyle, hiçbir zaman kurulu düzene köklü biçimde karşı olmamışlar, ideolojik düzeyde anti-Kemalist bir söylem geliştirseler de, Kemalist rejim karşısında çoğunlukla uysal işbirliği temelinde kendilerine pay alma ve yer açma çabası içinde olmuşlardır. Yani, çoğunluğu itibariyle, düzen karşısında son derece uzlaşmacı, uysal ve konformist (uyum sağlayıcı) bir akımla karşı karşıyayız. Bu husus aynı zamanda Türkiye’nin özgül tarihsel gelişmesi, toplum yapısı ve kapitalizmin gelişme düzeyi gibi temel toplumsal etmenlerin bir sonucu niteliğindedir. Burada ayrıntısına giremeyecek olmakla birlikte, kısaca belirtelim ki, Türkiye tarihsel olarak diğer İslam ülkelerine göre Batı’yla çok daha fazla iletişim ve etkileşim içinde bulunmuş ve diğer ülkelere göre çok erken bir dönemden itibaren “Batılılaşma” çabası içinde olmuştur. Bu farkın yanı sıra, Türkiye coğrafyası görece yakın sayılabilecek tarihlere kadar büyük gayrimüslim toplulukların anayurdu olmuş ve her şeye rağmen bunların kültür ve etkileri izler bırakmıştır. Diğer taraftan halen nüfusun en az beşte birini oluşturan geniş bir Alevi kitle mevcuttur. Radikal İslam’ın çok güçlendiği ve bazılarında iktidara kadar yükseldiği diğer ülkelerin hiçbirinde böylesi bir toplumsal bileşimden söz edilemez. Yine diğer önemli bir fark, bu ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de kapitalizmin çok daha gelişmiş olmasıdır. Bunların yanına başka bazı gelişme göstergelerini (toplumsal, siyasal, kültürel, eğitimsel vb.) eklediğimizde, nesnel toplumsal zeminde, bir politik hareket olarak radikal İslam için pek uygun bir toprağın olmadığını söy-

15


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum

lemek mümkündür. Radikal İslam Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısı ve 90’larda belirli bir yükseliş yaşamıştır. Birçok faktör mevcut olmakla birlikte, bu, son tahlilde, söz konusu dönemde Türkiye tarihinde kapitalistleşmenin ve bu temelde kente göçün geçmişte görülmemiş boyutlara varmasının bir sonucu olmuştur. Bu dönemde yaşanan göç sonucu Türkiye tarihinde ilk defa kentsel nüfus kırsal nüfusu aşmıştır. Göç sonucu kentin ve doğrudan kapitalist sömürünün çarklarına savrulan geniş köylü ve taşralı kitlelerin yaşadığı çok yönlü şok anlaşılmadan bu dönemsel yükseliş anlaşılamaz. Bu hususu tamamlayıcı diğer faktörler arasında da, SSCB’nin çöküşüyle yaşanan ideolojik-politik boşluğu ve bununla örtüşen biçimde İran devriminin etkilerinin söz konusu yıllarda daha yoğun biçimde hissedilmeye başlanmasını sayabiliriz. Ancak, esas olarak hızlı kapitalist gelişmenin toplumsal plandaki çözücü etkileri ve sindirme sürecinin ilerlemesi sonucu radikal unsurların toplumsal zemini daralmıştır. Bunun yanı sıra radikal unsurlar 28 Şubat sürecinde yukarıdan baskı yoluyla önemli oranda ezilip sindirilmişlerdir. Ama radikal İslam’a asıl darbeyi vuran AKP’nin hükümet ettiği son 7 yılda yaşanan süreç olmuştur. Bu dönemde iktidar ve zenginlikle hiç olmadığı kadar içli dışlı olan İslamcı unsurlar kitlesel ölçekte hızlı bir yozlaşmaya uğramışlar ve dünya gerçeklerine pek güzel uyum sağlamışlardır. “İslamcı” sermaye meselesine gelirsek; başta da belirttiğimiz gibi, bu meselenin Marksistçe bir değerlendirmesini yapmak ve konuyu dinsel görüntüsünden sıyırmayı bilmek gerekir. Gerçek hayatta sermaye ve kapitalist ilişkiler geliştikçe, bu sermaye kesiminin dinsel yaldızları da gitgide silinmeye ve kaçınılmaz biçimde bir “dünyevileşme” (sekülerleşme) eğilimi güçlenmeye başlamıştır. Son dönemlerde “İslam kalvinizmi” ya da “Protestan İslam” gibi tartışmaların yapılması da aslında bu değişimlerin bir parçasıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, sermaye belirli bir büyüklüğe geldikten sonra artık siyasi açından sıkı partizanlıktan da uzaklaşma eğilimi başlar. O nedenle bütün büyük sermaye grupları mevcut tüm burjuva partileriyle bir biçimde temasta olmaya meylederler. Bu işin ayyuka çıktığı ABD’de örneğin, bütün büyük tekellerin her iki partiye birden büyük bağışlarda bulundukları görülür. Bunun gibi Fethullah Gülen’in de gayet pragmatik bir yaklaşımla elden geldiğince tüm burjuva partilerine yanaşmaya, bunlarla temas kurmaya çalıştığını görmek zor değildir. Ecevit ile kurulan ilişki buna bir örnektir. Bir yöne fazla angaje olmak ters tepebilir, o nedenle birden çok ata bir anda oynamak ve böylece riski sınırlamak mümkündür. “İslamcı” sermaye denilenler arasında sayılan Ülker Grubunun, Ergenekoncu Tuncay Özkan’ın şaibeli medya şirketlerine fon aktaranlar (Koç, Hüsnü Özyeğin, Cıngıllı…) arasında olmasının başka bir izahı olabilir mi?

16

Bu sıraladığımız hususlar ışığında diyebiliriz ki, Türkiye’de ciddiye alınabilecek bir şeriat ya da dinsel rejim tehlikesi söz konusu değildir. Gerçek şu ki, İslamcılar para ve iktidarla haşır neşir oldukları ölçüde İslam da “light”laşmakta, keskin çizgi ve tutumlar keskinliklerini gitgide yitirmektedir. Bir İslamcı gazete yazarı, İslamcı bir “Anadolu kaplanı”nın işçilerin namaz kılmasına nasıl yaklaştığını şöyle aktarıyor: “Bu çerçevede ideal model olarak gösterilen Kayseri’de geçirdiğim birkaç günlük süre bazı konuları yeniden düşünmeme neden oldu. ‘İslam Kalvinizmi’ne model olarak gündeme gelen bu muhafazakâr girişimci şehrin en önde gelen işadamlarından birinin çalışanlarının namaz kılmalarına yaklaşımı hayli düşündürücü; ‘namazın bana maliyeti 20 dakikadır’. Namazı maliyet hesaplamasına alan bir kapitalistleşmeden söz ediyoruz.” (Akif Emre, Yeni Şafak) Türkiye’de “İslamcı” görünümlü yeni bir egemen sınıf bölüğünün palazlanmış olmasının, egemen sınıf içi mücadeleye farklı bir boyut kattığını ve bunun geleneksel büyük sermayenin tutumlarında bazı farklılaşmalara yol açtığına başlarda değinmiştik. Bunlar son tahlilde geniş emekçi kitlelerin sömürüsü temelinde kendilerini var eden bir avuç sömürücü burjuvayı oluşturduklarından, bunlar arasındaki ayrım ve kapışmaların temeli dardır, bir sınırı vardır. Yukarıda verdiğimiz örnekler, tutumlarda ne gibi değişimler, iç içe geçmeler, kaymalar olduğunu açıkça göstermektedir. Bu nedenle işçi sınıfının bu tür ayrımlarla aldatılarak kendi içinde bu temelde karşıtlaştırılmasına karşı kararlı ve net bir mücadele vermek gerekir. Elbette dinin siyasete alet edilmesi olgusu mevcudiyetini sürdürmektedir ve burjuva düzen varoldukça bunun şekil değiştirerek de olsa sürmesi kaçınılmazdır. Bir örgütlü alternatifin yokluğunda, kapitalizmin dehşeti karşısında, yoksul emekçi kitleler için din, kadim bir sığınak olarak alternatif olma işlevini sürdürecektir. Bu durumda Marksistlerin görevi din karşısında kaba burjuva aydınlanmacılığının tutumlarını sergilemek değil, Marksizmin din konusundaki sağlıklı tutumunu güçlendirmek ve bunun için emekçi kitlelerin sermayeye karşı örgütlü mücadelesini ilerletmektir.

____________________________ 1

Burada Kasım Gülek’in baldızı olarak bahsedilen kişi “Adı Aylin” adlı romana konu olmuş, Pentagon’da albaylığa kadar yükselmiş bir Türktür ve hayatı şüpheli bir ölümle son bulmuştur.

2

Moon tarikatının önemi, örgütlenme modeli ve stratejisi, çalışma tarzı gibi önemli bazı noktalardan Fethullahçı harekete model oluşturmasından ve arada fiilen kurulmuş olan ilişkilerden gelmektedir.


Doğu Türkistan’da Ulusal Sorun Oktay Baran

Ç

in’de, Temmuz ayı içerisinde alevlenen Uygur isyanı, Türkiye’de özellikle burjuva siyasal çevrelerde geniş bir ilgiye mazhar oldu. MHP’li ve BBP’li faşistlerden radikal İslamcılara, Kemalist CHP’den AKP’ye tüm gerici burjuva koro, konu hakkında ikiyüzlü ve demagojik değerlendirmeler yapmaktan ve birbirlerini suçlamaktan geri durmadılar. Diğer taraftan sosyalist solun bir bölümü de, bu sorun karşısında doğru bir tutum sergileyemedi. Uygurların yaşadığı ulusal sorun, gerek Çin’de gerekse de uluslararası siyasette pek yer tutmasa da, bu konuda doğru bir politik hatta sahip olmak işçi sınıfı açısından önem taşıyor. Çünkü, birincisi, ulusal sorun Türkiye’de son derece yakıcı bir gerçekliktir ve Kürt sorunu ile Uygur sorunu yalnızca özde aynı sorunlar olmakla kalmamakta, kimi biçimsel benzerlikler de taşımaktadır. İkincisi, Türk burjuvazisi Uygur sorunundan hareketle milliyetçi ve dinci düşüncelerin propagandasını yaygınlaştırmanın yanı sıra bu meseleyi anti-komünist propagandanın bir argümanı olarak da suiistimal ediyor.

Yaşananlar ve Türk burjuvazisinin ikiyüzlülüğü Doğu Türkistan’da (Çin anayasasındaki ifadesiyle “Şincan Uygur Özerk Bölgesi”) yaşananların, 26 Haziranda Guangdong eyaletindeki bir oyuncak fabrikasında Çinli bir kadın işçiye iki Uygur işçinin tacizde bulunduğu iddiasının Çinli işçiler arasında yayılmasının ardından iki Uygur’un öldürülmesiyle başladığı söyleniyor. Olayın Çinli yetkililer tarafından üzerinin örtülmesi çabalarına tepki duyan Uygurlar, 5 Temmuzda Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’de bir gösteri düzenliyorlar. Güvenlik

güçlerinin gösteriyi engelleme girişimleri, aynı günün akşamı, Uygurların öfkelerini bölgede yaşayan Han Çinlilerine yönelttikleri bir etnik çatışmanın da fitilini ateşliyor. 7 Temmuz günü ise bu kez devletin resmi silahlı güçlerinin de desteği ve himayesindeki Han Çinlileri Uygurlara saldırmaya başlıyor. Devlet terörünün de eşlik ettiği bir etnik çatışma görünümü alan bu olaylar esnasında, Çin resmi makamlarının açıklamasına göre, 137’si Han, 46’sı Uygur ve 1’i de Hui (Müslüman Çinli) olan toplam 184 kişi hayatını kaybetmiş ve 1500’e yakın insan yaralanmıştır. Çin’in koyu bir sansür ve abluka politikası izlemesi nedeniyle sayılara ilişkin sağlıklı bilgilere ulaşmak halen mümkün değil. Ancak resmi olmayan kaynaklar ölü sayısının 1000 civarında olduğunu söylüyorlar. Olaylar sırasında ezici bir ağırlığını Uygurların oluşturduğu 1500’e yakın kişi de gözaltına alınmıştır. Olayların ardından kapitalist Çin rejimi bölgeye 20 bine yakın asker yığarak ezilen Uygur halkına gözdağı vermiştir. Bu yaşananlara burjuva dünyada en fazla tepki Türkiye’den geldi. Dinci ve faşist çevreler Uygurlara destek mesajları yağdırdılar. Ne var ki, bu destek, bu akımların demokratlığından ya da özgürlüğe düşkünlüğünden kaynaklanmıyor; Uygurları destekliyorlar, çünkü onları “dindaş” ve “soydaş” sayıyorlar. Yani “dindaş” ya da “soydaş” sayılmayana destek yok! Faşist güruh ve İslamcı çevreler “kızıl” ve de “komünist” Çin teması üzerinden, yaşananların sorumluluğunu komünizme bağlamaya çalışıyor. Bu çevrelerle ağız birliği eden burjuva medyanın bir kısmı da “komünist Çin”in “Türk ve Müslüman katliamı” yaptığı temasını en akla ziyan abartılar eşliğinde propaganda etmekten geri durmuyor. Öyle ki, burjuva medyanın önde

17


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum

gelen gazetelerinden Milliyet bile, Çin hükümetinin 196 Uygur’u idam ettiği şeklindeki asılsız haberi hiçbir kaynak göstermeden manşete taşımaktan çekinmedi. Diğer taraftan tepkiler “sivil kuruluş”larla sınırlı kalmadı. G-8 zirvesinin konuğu olarak İtalya’ya gitmeden önce, yaşanan olayları “vahşet” olarak niteleyen başbakan Erdoğan, zirve dönüşünde hızını alamayarak Çin’in “adeta soykırım” yaptığını açıkladı. Burjuva devletin demokratik hak ve özgürlüklere saldırılarını alkışlayan, Kürt halkına karşı binlerce “faili meçhul” cinayetin cellâtlarını içinden çıkaran, kitle katliamları tezgâhlayan faşist MHP ise, Çin’in Uygurlara karşı bir “etnik temizlik” yaptığını iddia ederek, başbakandan daha etkili bir protesto beklediğini duyurdu. Doğu Türkistan’da ezilen bir halkın olduğu ve son yaşanan vahşetin yegâne hakiki sorumlusunun kapitalist Çin devletinin uyguladığı baskı ve asimilasyon politikası olduğu bir gerçek. Ne var ki, bu yaşananlara TC’nin burjuva siyasilerinin “etnik temizlik” ve hatta “soykırım”dan bahsetmeleri, utanmazlık sınırlarını aşan bir ikiyüzlülüktür. Bu kavramları kullanarak bir başka devleti kınamaya en son hakkı olanlar TC egemen sınıfı ve onun temsilcisi olan burjuva politikacılardır. TC burjuvazisi çıkarına geldiği her durumda dış politikada eli kanlı diktatörleri desteklemekten çekinmemiştir. Bunun son örneği Sudan ile yaşanmıştı. Geçtiğimiz yıl başta başbakan ve cumhurbaşkanı olmak üzere egemen sınıfın temsilcileri, Sudan devlet başkanına kucak açıp onu kardeş olarak nitelerken, Sudan’da şeriat ilan eden rejim 200 bin insanın katledildiği ve 2 milyon insanın da mültecileştirildiği Darfur katliamını daha yeni tamamlamıştı. Ne ilginç tesadüftür ki, TC’nin yanı sıra, Darfur katliamının organizatörüne kucak açıp onu koruyan bir diğer rejim de kapitalist Çin idi! Ama bırakalım dış politikayı, bu topraklarda bizzat egemen sınıfın kendi tarihi, işgallerle, katliamlarla, etnik temizliklerle, tehcirlerle, soykırımla vb. lekelenmiş değil midir? Doğu Türkistan’da yaşanan vahşete Türklük ve İslam adına karşı çıkanlar, bu topraklarda yine İslam adına gerçekleştirilen katliamların (Sivas, Maraş, Çorum vb.) faili ya da en azından mazur göstericisi değil midirler? Müslümanların “soykırım”a tâbi tutulduğundan bahsedenlerin, her şeyden önce uluslararası “Soykırım Sözleşmesi”ni imzalaması ya da en azından Çin ile ilişkileri bu sözleşmeye uygun hale getirmesi gerekmiyor mu? Uygurların maruz kaldığı vahşeti soykırım olarak nitelerken, 1915’de bir milyondan fazla Ermeni’nin öldürüldüğü olaylara bıraktık “soykırım” demeyi, “katliam” bile diyemeyenler, Anadolu’nun Ermenilerden ve Rumlardan tümüyle arındırılmasının “etnik temizlik”le ilgisi olmadığını söyleyenler, ikiyüzlü ve çifte standartlı değilse nedirler? Peki ya Kürtlerin bu ülkede 150 yıldır yaşadığı zulme ne demeli? Her birinde on binlerce Kürdün katledildiği, daha da fazlasının yerinden yurdundan edildiği, sürgüne gönderildiği Şeyh Sait, Dersim, Ağrı isyanları hangi kategoriye konabilir? Ya da 1984’ten itibaren Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşta

18

çoğunluğu Kürt olmak üzere 40 bine yakın insanın yaşamını yitirmesi nasıl adlandırılabilir? Başbakan, 1992’de Şırnak’ta Newroz kutlamaları sırasında açılan yaylım ateşi nedeniyle aralarında çocukların ve kadınların da olduğu 120’den fazla insanın katledilmesini de “adeta soykırım” olarak adlandırabilir mi? Ya AKP hükümeti döneminde 2006 Newrozundan sonra Diyarbakır’da aralarında üç, altı ve sekiz yaşlarında 3 çocuğun da bulunduğu 15 kişinin kurşunla katledilmesini, 500’den fazla insanın da yaralanmasını hangi kavramla anlatmalı? Polise taş attı diye on yaşından küçük çocuklara 12 yıl hapis cezası vermenin adı nedir? Filistin’de, Çeçenistan’da ya da Doğu Türkistan’da Müslümanlar katledilirken sahte gözyaşları döken başbakan, sıra Kürtlere geldiğinde, onların da Müslüman olduğu gerçeğini unutacak kadar Türklük damarı kabarıyor olmalı ki, “çocuk da olsa kadın da olsa gerekeni yaparız” diyebiliyor. Uzak ve yakın tarihte olduğu gibi bugün de TC sınırları dâhilinde Müslüman Sünni Türkler dışında kalan tüm etnik ya da dini gruplara her türlü devlet baskısını, zulmü, imhayı, inkârı ve asimilasyonu reva gören ikiyüzlü burjuva siyasilerin, ezilen Uygur halkının acılarını anlaması da mümkün değildir.

Uygur ulusal sorunu Uygurlarla Han Çinlileri arasındaki gerginliğin, devlet terörünün de eşlik ettiği bir etnik çatışma boyutuna ulaşması, emperyalist-kapitalist Çin rejiminin son yıllarda daha da artan ulusal, ekonomik, siyasal ve toplumsal baskılarından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin ya da emperyalist güçlerin Uygur meselesine parmaklarını sokmuş olması, meselenin özünde bir değişiklik yaratmıyor. Çünkü son tahlilde hiçbir gerici mihrak, sorun olmayan bir yerde böylesi bir etnik çatışmayı kışkırtma gücünde değildir; onların yapabileceği şey var olan bir ateşi körüklemektir. Bu ateşi var edense Çin’in işgalci, asimilasyoncu ve sömürgeci uygulamalarıdır. Doğu Türkistan’da bu “ateş” zaten baştan beri mevcuttur. Bir halklar hapishanesi durumundaki Çin’de, Uygurlar, 1759 yılından itibaren Çin Mançu İmparatorluğunun egemenliği altına girmiş bir ezilen halk durumundaydılar ve bu ezilme durumu geçmişte olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Nihai egemenlikleri altına aldıkları 1884’den beri Çinliler bölgeyi “Şinciang” olarak adlandırıyor; bu kavram “yeni topraklar”, “yeni sınır” anlamına geliyor. O tarihten itibaren, tarihsel açıdan pek bir önemi olmayan Urumçi bölgenin başkenti ilan ediliyor ve tüm bölge, “yeni topraklar” adının çağrıştırdığı üzere Han Çinlilerinin yerleşimine açılıyor. Yaklaşık 130 yıldır sürdürülen bu politikayla, Uygur topraklarındaki nüfus yapısı değiştirilmeye, Uygurlar bölgeden uzaklaştırılmaya ve yerlerine Han Çinlileri iskân edilmeye uğraşılıyor. Bu politika son dönemde daha da yoğun bir şekilde hayata geçirilmiş ve gelinen noktada, Urumçi’nin nüfusunun yüzde


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum

7 Temmuzda devletin resmi silahlı güçlerinin de desteği ve himayesindeki Han Çinlileri Uygurlara saldırmaya başladılar. Çok sayıda Uygurun ve Çinlinin yaşamını yitirdiği olayların ardından kapitalist Çin rejimi bölgeye 20 bine yakın asker yığarak ezilen Uygur halkına gözdağı verdi.

80’inin Han Çinlilerinden oluştuğu bir durum ortaya çıkmıştır. Tüm Uygur bölgesinde 1953’te 300 bin kadar olan Çinli nüfusun bugün 8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor ki, bu tüm Uygur bölgesindeki nüfusun yüzde 41’i demek oluyor. 2003 yılında yapılan Çin Komünist Partisi (ÇKP) kongresinde, bölgedeki “fazla işgücünü diğer bölgelere kaydırma” politikası benimsenerek Uygur nüfusun dağıtılıp asimile edilmesi resmi bir politika haline getirildi. O tarihten bu yana 500 bin civarında genç kadın ve erkek Uygur işçinin başka bölgelerde çalışmak üzere zorla götürüldüğü belirtiliyor. Bu genç Uygur işçilerin, zaten bir kapitalist sömürü cehennemi durumundaki Çin’de, Çinli işçilere kıyasla bile daha kötü koşullarda çalıştırıldıkları ve gittikleri bölgelerde aşağılanmaya maruz kaldıkları biliniyor. Bu zora dayalı asimilasyon, Doğu Türkistan’da olduğu gibi Çin’in başka bölgelerinde de etnik çatışma dinamiklerinin devlet eliyle güçlendirilmesi, ulusal önyargı ve ihtilafların artması anlamına geliyor. Bu nüfus politikalarının benzerlerinin Türkiye’de de uygulandığını belirtmekte yarar var. TC de, Hatay ve Kuzey Kıbrıs’ı elinde tutmak için bölgeye Türkleri devlet eliyle iskân etmiş, aynı şekilde Balkanlar’dan gelen göçmenleri Ermenilerden boşalan köylere yerleştirmişti. Ama daha da fazlasının, köy boşaltmalarla, zorunlu göç ve iskân kanunlarıyla Kürt illerinde yapıldığını biliyoruz. Uygurlar Kürt halkıyla kıyaslandığında kendi kültürel kimliklerini çok daha özgürce yaşayabiliyorlar. Ne var ki, bu durum giderek kötüleşiyor, Uygurların dilleri ve dini inanışları üzerindeki resmi ve gayrı-resmi baskılar artarak devam ediyor. Bunun da temelinde 1949 Çin Devriminin, Uygurlara bağımsızlık hakkını tanımaması yatmaktadır kuşkusuz. Çin Halk Kurtuluş Ordusunun işgal ettiği Doğu Türkistan 1965’e kadar Çin’in bir eyaleti olarak kalmış, bu tarihte “Şincan Uygur Özerk Bölgesi” olarak kimi kültürel haklar anayasal güvence altına alınmıştır. Bir başka deyişle, Uygurların gerçekte “Han kökenli”, “Han Çinlilerinin bir alt etnik kolu”, “bozkır Çinlisi” olduğu şeklindeki resmi inkârcı görüş ancak o tarihlerde terk edilmiştir. Bugün, Uygur dilinde günlük gazeteler yayınlanmakta, radyo ve televizyon yayınları yapılmakta, edebiyatçılar ve sanatçılar kendi dillerinde üretim yapmaktadırlar. Diğer taraftan, inkâr politikası sonlandırılmış olsa bile, bağımsızlık hakkı tanınmamış, kültürel özerklikle sınırlı özgür-

lüklerin sağlanmasıyla yetinilmiştir. Bu da söz konusu özgürlüklerin sürekli bir tehdit altında olması, fiilen sınırlandırılması ve Çinli egemenlerin insafına kalması anlamına gelmiştir. Keza son yıllarda başta dil olmak üzere gerek kültürel haklara gerekse de dini inanışlara baskının arttığı görülüyor. 2007 yılında Uygur dilinin resmi eğitim dili olmaktan çıkarılmasına dönük adımlar bunun tipik bir örneğini oluşturuyor. Ayrıca 1960’lardaki sözde “Kültür Devrimi” ile genel olarak dini inanışlar ve özel olarak da İslam üzerinde artan baskılar, ibadetlerin yasaklanması, ibadethanelerin kapatılması gibi uygulamalar Uygurlar arasında halen unutulmayan bir tepkiye yol açmıştır. ABD’nin SSCB’ye dönük “Yeşil Kuşak” projesinin bir parçası olarak Orta Asya’da da İslamı güçlendirme politikası, Çin’i, şovenizmi daha da körüklemeye ve Uygurlar üzerindeki baskıyı arttırmaya itmiş; bu da Uygurların dini akımlara daha da bel bağlamalarıyla sonuçlanmıştır. Uygurların ulusal-demokratik taleplerini dini motiflere bezemelerinin temelinde yatan faktör budur. Bilindiği gibi, gerçek bir proleter devrimci önderlik altında toplumsal kurtuluş hareketine dönüşmedikçe, ulusal hareketler, özünde burjuva demokratik hareketlerdir. Bu bir taraftan, onların programlarının ve önlerine koydukları hedeflerin sınıfsal tabiatından, diğer taraftan da milliyetçiliğin bir burjuva ideolojisi olması ve burjuvazinin tarihsel yükselişinin manivelası rolünü üstlenmesinden kaynaklanır. Diğer bir deyişle ulusal hareketlerin her yükselişi, giderek güçlenen, palazlanıp zenginleşen ve sömürdüğü pazar üzerinde biricik iktisadi ve siyasi hâkim güç olmak isteyen yerli bir burjuvazinin de yükselmekte olduğu anlamına geliyor. Doğu Türkistan’da yaşanan ulusal sorun da bu gerçeklikten muaf değildir. Çin’in dünya kapitalizmine eklemlenerek emperyalist hiyerarşi içinde hızla yükselmesine rağmen, Uygur bölgesinin Çin’in en geri ve en yoksul bölgesi olarak kalması da Uygurlar arasında tepki topluyor. Özellikle mülk sahibi Uygur burjuvazisi bu kapitalist gelişmeden daha fazla pay istiyor. Bölgede son derece zengin kömür, altın, volfram, uranyum, petrol ve doğalgaz yatakları bulunuyor. Çin’deki maden ocaklarının çoğunluğunun bulunduğu bu bölgede 8 milyar tonluk bir petrol rezervinin yanı sıra zengin doğalgaz yataklarının da olduğu biliniyor. Yükselen bir emperyalist güç olarak Çin, bölgenin sahip olduğu bu kaynakları elinden kaçırmak iste-

19


marksist tutum

mediği gibi, Doğu Türkistan’ın coğrafi konumu da Çin açısından büyük önem taşıyor. Bu topraklar, Orta Asya enerji havzasının kıyısındadır ve her açıdan bir köprü özelliği taşımaktadır. Bölgenin sahip olduğu zenginlikler yalnızca mülk sahibi Uygurları ve Çin egemen sınıfını değil, kuşkusuz emperyalist güçleri de giderek artan ölçüde harekete geçiriyor. Dünya ekonomik krizi ve emperyalist paylaşım kavgası derinleşip yaygınlaştıkça, bölgedeki gerilimin de artacağına kesin gözüyle bakılabilir. Bugün burjuva siyasal arenada Uygurların temsilcisi olarak caka satan siyasi örgütlerin bir ayağının Münih’de (“Dünya Uygur Kongresi”) diğer ayağının da Washington’da (“Uygur Amerikan Derneği”) olması, emperyalist güçlerin bölgeyle yakından ilgilendiklerinin göstergesidir. Eğer bu sorunun çözümü Çin’in de dahil olduğu emperyalist kurtlar sofrasına kalacaksa, yoksul Uygur halkını daha çok acılar ve katliamlar bekliyor olacaktır.

Solun yanlış tutumları Sosyalist solun bir bölümünün Doğu Türkistan’da yaşananlara ilişkin doğru bir tutum sergileyemediğini söyledik. Konuya Uygurların ezilen bir halk olduğu gerçeğini öne çıkarıp onların bağımsızlık hakkının tanınması gerektiği noktasından yaklaşarak doğru bir politik tutum sergileyen sosyalist çevreler var kuşkusuz. Paylaştığımız bu tutum, olaylara ulusal sorun konusundaki genel Marksist çerçeveyi temel alan sağlıklı bir yaklaşımı yansıtıyor. Ne var ki, küçük-burjuva sosyalist çevrelerin çoğu, yanlış bir anti-emperyalizm anlayışının çarpıcı sonuçlarını da gözler önüne sererek, ya yaşananları suskunlukla geçiştirmeye çalışıyorlar ya da daha kötüsü Uygurların mücadelesini haklı bulmadıklarını dile getirerek şu veya bu biçimde Çin egemenlerinin çizgisini onaylamış oluyorlar. Küçük-burjuva solu bu yanlışa güdüleyen argümanları şöyle sıralamak mümkündür: 1) Uygurların temsilcisi sıfatıyla arzı endam eden Rabia Kadir ve ekibi başta ABD olmak üzere emperyalist güç odaklarından destek almaktadır; emperyalistlerin desteğini alan bir ulusal hareket meşru görülemez! 2) Türkiye’de Uygurları destekleyenler dinci, gerici ve faşist odaklardır! 3) Bugün geldiği nokta her ne olursa olsun, “sosyalist geçmişi” nedeniyle Çin’e sempati besleyen bir tutum takınmak ve onu emperyalistlere karşı savunmak ilericiliğin bir gereğidir! 4) Uygurlar o kadar da ezilen bir halk değildirler! Sonuncusundan başlayalım. Bir halkın ezilen bir ulus kategorisinde yer alıp almadığını belirleyen şey, o halkın şu ya da bu kültürel hakka ne denli sahip olduğu değildir. Ulusal sorun, kültürel özerklik sorununa, kendi etnik-dini vb. kimliğini yaşama sorununa indirgenemez. Ulusal sorun siyasal bir sorundur ve bir halkın ezilen bir ulus kategorisinde olup olmadığını belirleyen temel ölçüt, o halkın kendi kaderini tayin hakkına yani bağımsızlık hakkına sa-

20

Ağustos 2009 • sayı: 53

hip olup olmadığı ve bu hakkı dilediği zaman ve dilediği şekilde özgürce kullanıp kullanamadığıdır: “ezilen ulusun ayrılma hakkı tanınmadıkça, «ulusal sorun» genelde varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya, böyle bir birlik gereksinimini gölgelemeye devam edecektir.” (Platformumuz, md.57, MT, no:14) Hemen ekleyelim ki, sözkonusu bağımsızlık hakkı bir kereye mahsus olarak kullanılabilecek bir hak değildir; bugün birliği, özerkliği, federasyonu vb. seçen bir halk yarın ayrılmayı ya da daha farklı türden bir birliği tercih edebilir. Bu açıdan bakıldığında, Uygur halkı kâğıt üzerinde sahip olduğu özerkliğe rağmen, hiçbir zaman bağımsızlık hakkına sahip olmamış, bu hakkı doğrudan ve özgürce kullanma fırsatı kendisine tanınmamıştır. Bu gerçeklik değişmediği sürece, Uygurların sahip oldukları kültürel vb. haklardan bahsetmek, boş konuşmaktan ve konuyu çarpıtmaktan başka bir anlama gelmemektedir. 1949 Çin Devrimi de bu açıdan üzerine düşeni yapmamış, ezilen halklara bağımsızlık hakkı tanımamış, yalnızca onlar üzerindeki ulusal boyunduruğu geçici bir süreliğine de olsa hafifletmiştir. Bu nedenle, “1949 Devriminin bu sorunların aşılmasında önemli katkıları olduğunu” söyleyerek sorunu “devrimin yozlaşmasına” bağlamak doğru bir tutum değildir. Bu son yaklaşım, tüm günahlarına rağmen yine de Çin’e duyulan küçük-burjuva bir sempatinin ifadesidir aslında. Küçük-burjuva soldaki bu sempati psikolojik bir sınıfsal ruh halinin olduğu kadar ideolojik bir zafiyetin de dışavurumudur. Lafı uzatmadan söyleyelim: 1949 Çin Devrimi bir proleter sosyalist devrim değildi. 1949 devrim süreciyle birlikte kurulan Çin Halk Cumhuriyeti de ne sosyalist bir rejimi temsil ediyordu ne de şu ya da bu türden bir işçi devleti anlamına geliyordu. Çin ulusal kurtuluş hareketinin başını çeken küçük-burjuva Maoist önderlik, verili uluslararası konjonktürde uluslararası güçlerden biri olan Sovyet bürokrasisinin açtığı yoldan ilerlemiş ve iktidarı ele geçirdiğinde kendisini bürokratik bir sınıfa, bürokratik-despotik diktatörlüğün egemen sınıfına dönüştürmüştür1. Sosyalizmle ya da işçi devletiyle hiçbir ilişkisi olmayan bu diktatörlük, despotik yanından zerrece taviz vermeden bugün emperyalist-kapitalist bir güce dönüşmüştür ve Çin işçi sınıfına kan kusturmaktadır. En vahşi ve en acımasız yöntemlerle sömürülen, temel demokratik siyasal ve sendikal haklarından mahrum Çin işçi sınıfı, Çin devletini diğer emperyalistlere karşı savunmaya değil, kendisini bu emperyalist-kapitalist devlete karşı savunmaya ihtiyaç duyuyor! Çin’deki despotik rejimde, işçi sınıfının tarihsel bir kazanım olarak sahip çıkması gereken en küçük bir devrimci kalıntı, bir devrim kırıntısı bile yoktur! Onun günahlarını sosyalizm adına şu ya da bu şekilde hafifletmeye kalkmak, sosyalist düşünceyi ayağa düşürmek ve anti-komünist propagandanın ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Geçmişte Stalinist bürokrasinin Sovyet halkları üzerin-


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum

karıştıran, ulusal hareketlerin taleplerini sosyalist devrimin görevleri mertebesine yükseltenlere karşı Lenin, döne döne, ulusal hareketlerin özünde burjuva demokratik hareketler olduğunu vurgulamıştı. Bu berrak kavrayıştan hareketle, ulusal bir hareketin başında burjuva bir önderliğin bulunmasının ya da bu hareketin “büyük devletlerden” destek almasının, konunun özünü değiştirmeyeceğini, ulusal sorunun varlığını ortadan kaldırmayacağını ve ulusal taleplerin meşruluğuna halel getirmeyeceğini belirtmişti: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.”2 Bu bakış açısı kaybedildiğinde, diyelim ki Avrupa ya da ABD’den destek alan ya da almaya çalışan ulusal kurtuluş hareketleri bir çırpıda “işbirlikçi”, “gerici”, “emperyalizmin uşağı” vb. ilan edilebilirken, konjonktürel olarak ABD dış politikasıyla ters düşen burjuva hükümetler ve hatta eli kanlı burjuva diktatörlükler bile anti-emperyalist ilan edilip bu gerekçeyle desteklenebiliyor. Bu durumda, diyelim ki, Çeçenler, Kosovalılar, Uygurlar, Iraklı Kürtler vb. “satılmış işbirlikçi halklar” olurken, Hizbullah, Hamas, Saddam Hüseyin, mollaların İran’ı, emperyalist Çin vb. de bir çırpıda anti-emperyalist oluveriyor! Sonuç olarak, tekrar vurgulayalım ki, ezilen bir ulusun ayrılma ve bağımsız bir ulus-devlet kurma hakkını tanımak şu ya da bu koşula bağlı değildir. Bu hakkın ne yönde kullanılacağı bütünüyle ezilen ulusun bileceği bir iştir. Diğer taraftan bu hakkın koşulsuz bir şekilde tanınması başka bir şeydir, sözkonusu hak için mücadele eder gözüken her ulusal hareketi desteklemek ya da her durumda ayrılık ve bağımsızlık propagandası yapmak bambaşka bir şeydir. Lenin bu tutumu, genelde ayrılık hakkının koşulsuz tanınması, bir ulusal hareketin ise somut duruma göre koşullu desteklenmesi şeklinde formüle etmişti. Komünistlerin Uygur sorununa yaklaşımına da bu formülasyon ışık tutmalıdır! 

Ezilen bir halkın bağımsızlık hakkını savunmak ve ezen devletin asimilasyoncu, baskıcı, imha politikalarını mahkûm etmek, komünistlerin ulusal soruna yaklaşımının olmazsa olmaz bir köşe taşını oluşturmaktadır

deki etnik ve dini baskıları anti-komünist propagandanın temel konularından biri olmuştu. Bugün de aynı olguyla Çin bürokratik kapitalizmi dolayımıyla karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye’de dinci ve faşist güruh, Uygurların sorunlarının kaynağının komünizm olduğunu iddia ediyor. Bu çevrelerin Uygur halkının mücadelesine verdikleri demagojik ve anti-komünist destek ya da Uygur isyanının İslami motifler barındırması, o halkın ulusal-demokratik taleplerinin ve bağımsızlık hakkının meşruluğuna halel getirmez. Unutmayalım ki, ezilen bir halkın bağımsızlık hakkını savunmak ve ezen devletin asimilasyoncu, baskıcı, imha politikalarını mahkûm etmek, komünistlerin ulusal soruna yaklaşımının olmazsa olmaz bir köşe taşını oluşturmaktadır. Bizler Uygur halkının bağımsızlık hakkını savunmamızı, bu gerici çevreler gibi onlarla etnik, dini vb. ortaklıklar taşımamızla değil, tutarlı demokratlar ve şovenizmin en amansız düşmanları olmamızla açıklarız. Türkiye’deki milliyetçi ve İslamcı akımlar zaten Kürt sorunu karşısında takındıkları tavırla da, demokratlıktan ne denli uzak, ne denli çifte standartlı ve ne denli ikiyüzlü bir tutum içerisinde olduklarını defalarca göstermişlerdir. Dolayısıyla bu akımların, Uygurlara sundukları desteğin samimiyetsizliğini ve ikiyüzlülüğünü teşhir etmek hiç de zor değildir. Onların yalanları karşısında sinip suskun kalmak değil, tersine Uygurların bağımsızlık hakkına sahip çıkarak bu anti-komünist yalanları bir darbede yere sermek gereklidir ve mümkündür. Rabia Kadir ve ekibinin ABD’den destek alması, solun kafasını karıştıran temel konulardan biri. Bu kafa karışıklığı, ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel anlamını kavrayamamaktan ve tümüyle yanlış bir anti-emperyalizm anlayışından kaynaklanıyor. Oysa ulusal sorun üzerine yazdığı sayısız makaleyle Lenin konuya çok büyük bir açıklık getirmişti. Ulusal kurtuluş hareketlerine boyundan büyük anlamlar yükleyen, onları toplumsal kurtuluş hareketiyle

______________________ 1

Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için Ömer Gemici’nin Çin Üzerine’ye Önsöz adlı makalesine bakılabilir (Troçki, Çin Üzerine içinde, Tarih Bilinci Yay.)

2

Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 1992, s.128-9

21


Kriz Devam Ediyor Suphi Koray

T

ÜİK ekonomiyle ilgili yeni verilerini geçtiğimiz ayın başında açıkladı. 2009 yılının ilk üç ayına ait olan istatistikler, ekonominin %13,8 oranında küçüldüğünü gösteriyor. 2008’in son çeyreğinde ise ekonomi %6,2 küçülmüştü. Krizin etkilerinin henüz yeni gün ışığına çıkmaya başladığı geçen yıldan sonra, bu senenin ilk aylarındaki daralma krizin devam ettiğinin açık kanıtıdır. İlk çeyrekteki %14’lük küçülme, Türkiye ekonomisinin İkinci Paylaşım Savaşından beri gördüğü en büyük ekonomik küçülme olarak kayıtlara geçti. 2001 krizinde ekonomik daralma %10’un altında kalmıştı. Rakamlar açıkça ekonominin darboğazda olduğunu göstermesine karşın, rakamlara bile yalan söylettirmekte ustalaşan burjuva ekonomistlere göre ise krizden çıkılıyor artık. Nasıl mı? Örneğin yine Temmuz ayında açıklanan Mayıs ayı üretim endeksine göre sanayi üretimi geçen yıla oranla %17,4 azaldı. Ama karamsarlık yaratmak istemeyen burjuva ekonomistler karşılaştırmayı geçen yıla göre değil, önceki aya göre yapmayı uygun görüyorlar. Böylece ustaca bir hokkabazlıkla yıllık %17’lik küçülme yerine şapkalarından %5 aylık büyüme çıkarıyorlar. Ekonominin gidişatının “iyi” olarak gösterilmesinin düzenin bekasını sağlamaya yönelik iki temel nedeni bulunuyor. Birincisi kriz dönemlerinde burjuvaziyi saran tedirginliğin berhava edilmek istenmesidir. Elif Çağlı kriz dönemini şöyle anlatır: “Krizin sonuçlarının realize olmasıyla birlikte toplam toplumsal sermayenin değeri düşer, bor-

22

sa dibe vurur, faiz oranları aşağıya çekilir ve piyasaya kötümser bir ruh hali egemen olur. Böylece, kriz döneminde dibe vuran ekonominin bir çırpıda içinden çıkamadığı bir durgunluk dönemi yaşanır. Durgunluk dönemi boyunca faiz oranlarının dipte seyretmesine rağmen, yaşanan krizin etkileri henüz geçmemiş, stoklar eritilmemiş ve iflâs korkusu atlatılmamış olduğundan yeni yatırımlara girişme konusunda büyük bir çekingenlik söz konusudur.” (Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.22) Yukarıdaki satırlarda sözü edilen kötümser ruh halinin yok edilmesi, iflâs korkusunun aşılması ve yeni yatırımlar konusunda çekingenliğin engellenmesi için devreye burjuva ekonomistleri girer. Gerçekler çarpıtılır, yalan söylenir, kitleler aldatılır. Çünkü iktisat bir bilim dalı değildir, burjuvazinin ideolojik manipülasyon aracıdır. Madalyonun diğer tarafında ise krizin sorumlusu olmayan, tersine mağduru olan işçi ve emekçiler bulunuyor. Sadece çekingen burjuvaların teşvik edilmesi değil, aynı zamanda işçilerin öfkesinin dindirilmesi ya da büyümeye devam eden öfkenin kapitalist düzene değil başka mecralara yönlendirilmesi gerekiyor. Krizin derinleşmesi ile birlikte işsizlik dünya çapında rekor kırarken, yoksulluk ve sefalet emekçilerin yaşamını katlanılmaz hale getirdi. “Tarihin sonu” miti yıkıldı. İnsanlık için en iyi sistem addedilen kapitalizm yeniden sorgulanmaya başlandı. Amma velâkin kriz örgütsüz kitleleri derin bir umutsuzluğa ve çı-


sayı: 53 • Ağustos 2009

TÜİK Mart 2009 İşsizlik Verileri Kurumsal olmayan nüfus (000) 15 ve daha yukarı yaştaki nüfus (000) İşgücü (000) İstihdam (000) İşsiz (000) İşgücüne katılma oranı (%) İstihdam oranı (%) İşsizlik oranı (%) Tarım dışı işsizlik oranı (%) Genç nüfusta işsizlik oranı(1) (%) İşgücüne dahil olmayanlar (000)

marksist tutum

TÜRKİYE 2008(*) 69 479 50 564 22 921 20 389 2 532 45,3 40,3 11,0 13,4 19,8 27 643

2009 70 299 51 426 23 924 20 148 3 776 46,5 39,2 15,8 18,9 27,5 27 501

KENT 2008(*) 48 228 35 633 15 618 13 632 1 986 43,8 38,3 12,7 13,0 21,6 20 015

2009 48 628 36 066 16 324 13 383 2 941 45,3 37,1 18,0 18,3 29,8 19 742

KIR 2008(*) 2009 21 251 21 670 14 931 15 359 7 302 7 601 6 757 6 765 545 835 48,9 49,5 45,3 44,0 7,5 11,0 15,7 21,8 15,0 21,8 7 628 7 759

(1) 15-24 yaş grubundaki nüfus (*) 2008 Mart dönemi sonuçları yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.

kışsızlığa sürükledi. İşte böyle bir ortamda umutsuz ve öfkeli işçileri kontrol altında tutabilmek için burjuvazinin ideologları “her şey güzel olacak” mavalını okumaya başladılar. Ancak mızrak çuvala sığmıyor. Düzen kurumlarının rakamları bile krizin boyutları hakkında yeterince ipucu veriyor. Kaldı ki yoksul kitlelerin yaşam koşullarının ne kadar kötüleştiğini anlamak için istatistiklere bakmak şart da değil. Çevremizdeki ortalama her dört kişiden biri işsiz! Ama TÜİK işsizlik oranını düşürmek için türlü dalaverelere başvuruyor. 70 milyonluk bir ülkede çalışabilir durumdaki insan sayısının sadece 24 milyon olduğu söyleniyor. TÜİK ev kadınlarını, askerleri, iş bulmaktan umudunu kesenleri, mevsimlik işçileri vb. işgücünün bir parçası olarak saymıyor. Hâlbuki bu kesimler de düzenin mevcut politikaları yüzünden işsiz bırakılmışlardır. Dolayısıyla gerçekte çalışabilir durumda olan fakat işgücüne dâhil edilmeyen yaklaşık 15 milyon kişiyi de hesaba kattığımızda gerçek işsiz sayısının 19 milyona ulaştığını görürüz! Veciz bir söz der ki, üç türlü yalan vardır: yalan, kuyruklu yalan, istatistik! Diğer ülkelerde açıklanan rakamlar da küresel krizin devam etmekte olduğunu gösteriyor. 2009 yılının ilk üç ayında emperyalist piramidin tepesindeki ülkelerin ekonomik daralmaları şöyle: Almanya %6,9, Japonya %9,1, Britanya %4,1 ve ABD %2,6. ABD ve AB ülkelerinde işsizlik oranlarındaki sıçramalı yükseliş de devam ediyor ve üst üste tarihi rekorlar kırılıyor. TÜİK’in uyguladığı istatistik kurallarının AB menşeli olduğunu da hatırlatalım. Bu kara tablo tüm dünya burjuvazisinin eteklerini tutuşturmuş durumda. Burjuvazi işsizliği çözülmesi gereken sosyal bir sorun olarak değil, “sosyal patlama” tehlikesi, “belâ” olarak değerlendiriyor. Kapitalizm yedek sanayi ordusuna her zaman ihtiyaç duyuyor, ancak bu sayının eşik değerinin üstüne çıkması düzen için büyük bir tehlike oluşturuyor.

En gelişkin kapitalist ülkelerde ekonominin durumu bu kadar vahim olunca, AKP hükümeti ekonomik durumun pek de kötü olmadığı tezini hâlâ savunabiliyor. Diğer yandan da mevcut durumu işçi sınıfının kazanılmış haklarına bir saldırı aracı olarak kullanıyor. İşsizlik arttıkça çalışan işçilere binen yük artıyor. Çalışma koşulları kötüleşiyor, ücretler ise düşüyor. İşsizlik Sigortası Fonu işsiz işçilere ödenmiyor, patronlara peşkeş çekiliyor. Kıdem tazminatına göz dikilmiş durumda. Özel istihdam büroları ile sendikalaşmanın ve saldırılara karşı mücadelenin önüne geçilmek isteniyor. “Teşvik ve İstihdam Paketi” adı altında krize çözüm olarak gösterilen yeni yasayla, tüm bu saldırılar yasal güvence altına alınmak isteniyor. Ekonominin patronu Babacan, yasayı eleştirenlere, “İşsizliğin ne demek olduğunu işsiz kalan anlar. Keşke işsizlerin de bir sendikası olsaydı da onları da dinleseydik” diyecek kadar pervasızlaşıyor. Her ne kadar yasa cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiş olsa da tehlike geçmiş değildir. Bu saldırılar ancak işçi sınıfının örgütlü ve kararlı mücadelesi ile geri püskürtülebilir. Ancak ne yazık ki hiçbir sendika konfederasyonu bu konuda bir adım atmamaktadır. Gerek ekonomik göstergeler, gerekse de işsizlik rakamları kapitalizmin derin krizinin devam ettiğini gösteriyor. “Krizi fırsata çevirmek”ten bahseden zengin burjuvalar pek hissetmese de, işçi ve emekçiler krizin etkisini canlı ve kanlı bir biçimde hissediyorlar. Dünyanın her yerinde bir taraftan işsizlik ve yoksulluk artarken, birçok yerinde emperyalistlerin krizden çıkmak için başlattıkları savaşlarda, çatışmalarda milyonlarca insan ya katlediliyor, ya sakatlanıyor ya da yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor. Burjuvazi dizginsiz bir şekilde işçi haklarına saldırmaya devam ediyor. Krizin faturasını ödemek istemiyorsak, kazanılmış haklarımıza yapılan saldırıları engellemek istiyorsak örgütlü ve militan bir mücadele yükseltmek zorundayız. 

23


Proleter Sınıf Teme “G

erçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik «eylem» adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır.” (E. Çağlı, Sen Yolunda Yürü!., www.marksist.com) Büyük ölçekli modern kapitalist sanayinin Avrupa’ya kıyasla çok geç geliştiği Türkiye’de, modern sanayi proletaryasının toplumsal bir güç olarak tarih sahnesine çıkışı da çok gecikmiştir. Modern kapitalist sanayinin gelişmesi ve sanayi proletaryasının varlığını gerçek bir sınıf olarak ortaya koyabilmesi ancak 1960’lı yıllarda, yani Avrupa’dan en az yüz yıl sonra olabilmiştir. Bu tarihsel gecikmişliğin Türkiye’de genel olarak işçi hareketinin özel olarak da sosyalist siyasal hareketin gelişimini önemli ölçüde etkilediği bilinen bir gerçekliktir. Nitekim Türkiye’de sosyalist solun yıllarca işçi sınıfından kopuk bir şekilde gelişmiş olmasında da, diğer faktörlerin yanı sıra esas olarak bu tarihsel gecikmişliğin rolü olmuştur. Öte yandan, söz konusu tarihsel gecikmişlik, Türkiye’de burjuva demokratik içerikli bir dizi sorunun çözümünü de muazzam ölçüde geciktirmiştir. Tarihsel bakımdan burjuvazinin görece ilerici rol oynadığı bir dönemde değil de, tamamen gericileştiği bir dönemde (emperyalizm çağında) dünyaya gözlerini açan Türk “milli” burjuvazisi, geçmişte Avrupa burjuvazisinin sınırlı bir dönem için bile olsa sahip bulunduğu ilericilik, devrimcilik, demokratlık gibi nosyonlardan hiçbirine sahip bulunmuyordu. Çünkü Avrupa burjuvazisi gibi uzun bir tarihî geçmişe sahip bulunmayan bu sınıf, kendi varlık koşullarını kendisi yarat-

24

Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmeler bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir prole gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğ çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, bu seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurt işçi sınıfının içinde bulunduğu bu olumsuz durumdan kurtulup bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesi ve devrimci en mak için de hiçbir mücadele vermemiş ve bu anlamda hiçbir zahmete katlanmamış bir sınıftı. Aslında Türk “milli” burjuvazisi, cumhuriyetin asıl kurucu unsuru olan askerî bürokrasinin himayesi altında, devlet eliyle beslenip büyütülmüş bir “besleme” sınıftı. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kurucu bürokrasinin kanatları altına sığınmış ve onun vasiliğini kendi rızasıyla kabullenmiş olan bu “besleme” burjuvazi, kendi önünü açacak liberal-demokratik dönüşümleri bile yapmaktan acizdi. Nitekim bu korkaklığı ve acizliği nedeniyledir ki, demokrasi konusunda adım atmak isteyen kendi reformcu ya da liberal siyasetçilerine ve düşünce adamlarına dahi arka çıkmamış, onları her zaman yalnız bırakmıştır. Aslında Türk burjuvazisinin böylesine korkak ve gerici bir tutum sergilemesinde, kuşkusuz dönemin koşullarının da esaslı bir etkisi olmuştur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’da hızlı bir yükseliş gösteren devrimci işçi hareketi tüm kapitalistlerin yüreğine korku salarken, bundan Türk burjuvazisi de nasibini almıştır. Avrupa’da esen devrim rüzgârlarından ve Rusya’da patlayan Ekim Devrimi kasırgasından fena halde ürkmüş olan Türk “milli” burjuvazisi, bu koşullar altında kendi düzenini koruyabilecek olanın, demokratik bir burjuva rejim değil, askeri bürokrasinin vesayeti altında işleyecek otoriter bir burjuva rejim olacağına iyice kanaat getirmişti. O nedenledir ki “milli” burjuvazi, kendi düzenini koruyan bu anti-demokratik vesayet rejimine baştan beri karşı çıkmamış, hatta seve seve katlanmıştır. Burjuvazi bu tutumunu, sadece cumhuriyetin kurucusu asker-sivil bürokrasinin tek parti diktatörlüğü


elinden Yoksunluk! Mehmet Sinan

rden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın eter devrimci siyasal hat oluşturamadığı inkâr edilemez bir ğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici urjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de tulamamaktadır. Yaşanan deneyimler açıkça göstermektedir ki, p ayağa dikilebilmesi, ancak ve ancak onun öncü kesimlerinin nternasyonalist bir ruhla eğitilmesiyle mümkün olabilecektir. döneminde (1923-50) değil, çok partili burjuva parlamenter rejime geçildiği 1950’den sonraki yıllarda da (ve hatta bütün bir soğuk savaş dönemini boyunca) aynen sürdürmüştür. Bakmayın siz burjuvazinin bugün sureti haktan görünüp, demokrasi ve liberalizm nutukları attığına. Cumhuriyet tarihi boyunca hep kurucu asker-sivil bürokrasinin arkasına saklanan ve bütün o baskıcı uygulamalara, anti-demokratik yasa ve anayasa düzenlemelerine cevaz veren hep bu burjuvazi olmuştur. Türk burjuvazisinin bugün şikayet ettiği bu bürokratik vesayet sisteminden, bütün bir soğuk savaş dönemi boyunca (1950-90) herhangi bir rahatsızlık duymadığı bilinen bir gerçekliktir. Fakat aynı burjuvazi, Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de uygulanması gerektiğini savunan liberal-demokrat görüşlerden her zaman rahatsızlık duymuş ve bu tür görüşleri ileri sürenlere karşı, “komünizm ve bölücülük tehlikesi artar” gerekçesiyle her zaman tepki göstermiştir. Burjuvazinin bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdüğü bu gerici tutum, burjuva rejim içerisinde askeri vesayet sisteminin aynen devam etmesini isteyen “kurucu askeri bürokrasinin” tutumuyla da yıllar yılı pek güzel uyuşmuştur!

Tarihten kesitler Türk burjuvazisi cumhuriyetin kurulduğu dönemden başlayarak, demokratikleşmeye karşı direncini yıllar yılı sürdürdüğü ve kendi üzerindeki demokratik görevleri dahi yerine getirmekten kaçtığı için, sonuçta Türkiye’de bur-

juva demokratik dönüşümlerin gerçekleştirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele görevi de işçi ve emekçilerin, sosyalistlerin, ilerici-demokrat aydınların omuzlarına binecekti. Demokrasinin gelişmesinde ve özgürlük alanının genişlemesinde şüphesiz ortak yararı olan bu kesimler, burjuva cumhuriyetin kurulduğu tarihten itibaren “sosyalizm mücadelesi ile demokrasi mücadelesinin iç içe geçtiği” zorlu bir tarihsel süreci birlikte kat etmek zorunda kalacaklardı. TC’nin kuruluşundan sonraki on yıllar boyunca da “azgelişmiş kapitalist ülke” konumundan yukarı çıkamayan Türkiye’de, demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesinin böylesine iç içe yaşanması, bir yandan proleter sosyalistlerin görevlerini daha da ağırlaştırıp karmaşıklaştırırken, öte yandan Türkiye sosyalist hareketinin taşıdığı tüm küçük-burjuva zaafları da derinleştirdi. Tarihsel bir dönemleştirme yaparak söylersek, modern sınaî kapitalizmin yeterince gelişmediği 1960 öncesi dönemde sosyalist hareketin en önemli zaafı, gerçek bir proleter sınıf temeline sahip olamaması ve bu nedenle de işçi sınıfı içinde gerçek anlamda devrimci sosyalist bir gelenek yaratamamasıydı. O nedenle, Türkiye sosyalist hareketi uzun yılları kapsayan bir tarihsel dönemi (1920-60), proleter sınıf temelinden yoksun olarak geçirmiş ve bu dönemde örgütsel varlığını esas olarak küçük-burjuva unsurlara dayandırmak zorunda kalmıştı. Ama şurası çok açık bir gerçek ki, Türkiye sosyalist hareketinin bu zaafı, modern sınaî kapitalizmin geliştiği ve bir sanayi proletaryasının oluştuğu 1960 sonrası yıllarda da aynen devam edecek ve ne yazık ki bugünlere uzanacaktı. Birinci döneme, yani 1920-60 arası yıllara dair bir değerlendirme yapacak olursak, sosyalist hareketin bu dönemde proleter sınıf temelinden yoksun oluşunun gene de anlaşılabilir nesnel ve öznel nedenleri bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir kere o yıllarda Türkiye’de gerçek anlamda gelişmiş, büyük ölçekli bir modern kapitalist sanayinin olmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, gelişmiş bir sana-

25


marksist tutum

yi proletaryası ve bu temelde yükselen kitlesel bir işçi hareketi de bulunmamaktaydı. Öte yandan, Türk burjuva sınıfı cumhuriyetin kuruluşundan sonraki on yıllar boyunca gerçek anlamda demokratik dönüşümleri gerçekleştirmediği için, eski pre-kapitalist ilişkiler de (toprak ağalığı, aşiret ilişkileri, toprak sorunu vb.) tasfiye edilmemiş bir şekilde olduğu gibi devam etmekteydi. 1950’lere gelindiğinde bile, hem kentte hem de kırsal kesimde küçük üretim yaygın bir şekilde varlığını sürdürmekteydi. Bu bakımdan, bu yıllarda Türkiye her ne kadar kapitalist “kalkınma” yoluna girmişse de, bir “küçük-burjuva denizi” olma durumunu da hâlâ sürdürmekteydi. Kapitalist gelişmenin böylesine geciktiği bir sosyo-ekonomik yapıda, sosyalist hareket açısından en göze batıcı olumsuzluk, belli düzeyde eğitimli (hatta okur-yazar) ve örgütlenmeye açık işçilerin sayısının son derece sınırlı olmasıdır kuşkusuz. Nitekim yaklaşık 60’lara gelene kadar Türkiye’de işçi sınıfının durumu da aşağı yukarı böyleydi. Gecikmiş bir kapitalizm, her şeyden önce sınıfsal ayrışmanın tam olarak gerçekleşmediği, başka bir deyişle sınıfsal eğilimlerin iç içe geçmiş bir vaziyette yaşandığı bir kapitalizm demektir. Kapitalistleşme sürecindeki bu tarihsel gecikmişlik nedeniyledir ki, Türkiye’de de işçi sınıfının kültürel, ideolojik, siyasal davranış ve eğilimleri, kır ve kent küçükburjuvazisininkinden tam olarak ayrışamayacak ve bu durum yıllar yılı da hep böyle devam edecekti. Gecikmiş bir kapitalizm, her şeyden önce sınıfsal ayrışmanın tam olarak gerçekleşmediği, başka bir deyişle sınıfsal eğilimlerin iç içe geçmiş bir vaziyette yaşandığı bir kapitalizm demektir. Kapitalistleşme sürecindeki bu tarihsel gecikmişlik nedeniyledir ki, Türkiye’de de işçi sınıfının kültürel, ideolojik, siyasal davranış ve eğilimleri, kır ve kent küçük-burjuvazisininkinden tam olarak ayrışamayacak ve bu durum yıllar yılı da hep böyle devam edecekti. Bu sosyolojik tablo, o dönemde sosyalist hareketin örgütsel yapısına bütünüyle yansımıştır. Nitekim Türkiye sosyalist hareketinde küçük-burjuva sosyalist eğilimler ile proleter sosyalist eğilimin tam olarak ayrışmamış olmaları ve hatta bu eğilimlerin aynı örgütsel yapılar içerisinde yıllarca iç içe yaşamalarında, kapitalizmin bu gecikmişliğinin büyük bir payı olduğu muhakkaktır. Diğer taraftan, gecikmiş kapitalizm koşullarında burjuva gericiliğinin sosyalist hareket üzerinde uyguladığı baskı ve şiddetin yarattığı olumsuzluklar da (öznel etkenler) unutulmamalıdır. Nitekim Türk burjuva gericiliğinin, sosyalist hareketin bu birinci döneminde Türkiye’nin tek sosyalist partisi olan TKP üzerinde uyguladığı kesintisiz baskı ve şiddet, bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Burjuvazinin tek parti diktatörlüğü döneminde (1920-46) uyguladığı baskı ve şiddet, Türkiye’de sosyalist hareketin örgütlenme olanaklarını alabildiğine daraltan ve zorlaştı-

26

Ağustos 2009 • sayı: 53

ran öznel bir etken oluşturmuştur. Daha baştan Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak kurulmuş olan TKP, örgütlenmesini işte bu son derece sınırlandırıcı nesnel ve öznel koşullar altında sürdürmek zorunda kalmıştır. Bu durumun yarattığı en önemli zaaf, TKP’nin işçi sınıfı içinde örgütlenme yapamaması ve daha çok, belli düzeyde eğitimli küçük-burjuva unsurlar ve aydınlar arasında örgütlenmeye yönelmesidir. Bu süreçte TKP belli sayıda bilinçli sosyalist işçiyi bünyesinde barındırıyor olsa bile, örgütsel bakımdan esas olarak küçük-burjuva aydınlara ve geniş çapta küçük-burjuvaziden gelen unsurlara dayanmak zorunda kalmıştır. Neticede, cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar geçen zaman diliminde, Türkiye sosyalist hareketinin örgütsel yapısını ve ideolojik-siyasal çizgini belirleyen, asıl olarak TKP’nin bu küçük-burjuva aydın kadroları olmuştur. 1951 tevkifatı sonrasında TKP’nin örgütsel varlığı fiilen son bulunca, sosyalist hareketin Türkiye’deki etkinliği de 60’lı yıllara kadar fiilen son bulmuştur. Türkiye sosyalist hareketinin ilk temsilcisi olan TKP, aslında Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak kuruldu. Büyük Ekim Sosyalist Devriminin etkisi altında toplanan TKP’nin 1. Kongresi (Kuruluş Kongresi), Anadolu’da, İstanbul’da ve Sovyet topraklarında faaliyet yürüten 15 komünist grup ve örgütü merkezi bir yönetim altında birleştirmeyi başarmıştı. Bu kongre, Komünist Enternasyonal’in ilkeleri doğrultusunda bir Program ve Tüzük kabul etmişti. TKP kuruluş bildirgesinde, işçilerin ve köylülerin partisi olduğunu ve bir burjuva cumhuriyetin kuruluşu için değil, “halkçılığın en yüksek biçimi olan işçi ve köylü şuraları (sovyetleri) cumhuriyetinin kurulması için” mücadele edeceğini çok net bir biçimde ilan ediyordu: “İşçi ve köylü şuralar cumhuriyeti, sınıfları ortadan kaldırarak, savaş ve çatışmaların her türlü sıkıntılarından kurtulmuş, aydınlık ve mutlu bir geleceğe doğru giden, kapitalizm ile komünizm arasındaki geçiş dönemine ait geçici bir yönetme biçimidir.” TKP programı, içinden geçilen tarihsel dönemin bir “toplumsal devrim dönemi” olduğunu vurgulayarak, bunun dünya çapında bir mahiyet taşıdığına işaret ediyordu: “Türkiye İştirakiyun (Komünist) Partisi yukarda ortaya konan esaslara dayanarak içinden geçtiğimiz dönemin insanlık âlemine yeni ve tam anlamıyla özgür bir hayat vadeden toplumsal devrim dönemi olduğunu savunur. Her şeyden önce bir «işçi ve köylü» partisi olan Türkiye İştirakiyun (Komünist) Partisi, dünyanın diğer komünist partileriyle birlikte Üçüncü Enternasyonal’i oluşturur ve bu enternasyonalin yine enternasyonal olan burjuvazi ile savaşına aktif bir organ olarak katılır. … Toplumsal devrim de, devrimin burjuvaziyi yenerek zafere ulaşmasıyla başlayan komünizm uygulaması da, dünya çapında bir mahiyet taşır”. Evet, Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak örgütlenen TKP’nin ilk programında bunlar yazılıydı.


sayı: 53 • Ağustos 2009

TKP, Lenin’in sağlığında belirlenen Komünist Enternasyonal’in programatik ilkelerine, Lenin’in ölümüne kadar sadık kaldı ve bu programa açıkça ters düşen bir siyasal çizgi izlemedi. Ne var ki bu durum uzun sürmeyecekti. Lenin’in ölümünden sonra Stalinci bürokrasinin Sovyetler’de iktidarı ele geçirmesi ve Komünist Enternasyonal’de ideolojik hegemonyasını kurmasından sonra gidişat tamamen değişecekti. SBKP’de ve Komünist Enternasyonal’de dünya devrimi fikrinden tamamen uzaklaşılmış ve bunun yerine, Stalin’in geliştirdiği “tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür” tezi savunulmaya başlanmıştı. Tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkün olduğuna göre, bundan böyle artık sosyalizmin tek ülkede ve öncelikle de Rusya’da zaferi için çalışılmalıydı! Buna göre bütün KP’ler, proleter devrimin kalesi sayılan SSCB’nin çıkarlarını savunan bir siyasal pozisyon içinde olmalıydılar. Hatta SSCB’nin çıkarları gerektiriyorsa, KP’ler kendi ülkelerinde devrim yapmaktan bile vazgeçebilmeliydiler! Evet, Stalin’in liderliği altındaki uluslararası komünist harekette yeni “enternasyonalizm” algısı artık böyle şekilleniyordu. KP’lerin proletarya enternasyonalizmi ve dünya devrimi algılayışındaki bu muazzam yön değişikliğinden elbette ki TKP de nasibini almıştı! TKP, bu yön değişikliğinden en çok etkilenen KP’lerden biri olmuştu. Stalin’in “aşamalı devrim” anlayışı uluslararası komünist harekette tek resmi teori haline gelince, TKP içinde de “milli burjuvazi” ile ilişkiler ve Kemalizme karşı tutum konusunda esaslı bir tartışma başlamıştı. Partinin en üst yönetici kadroları arasında yer alan küçükburjuva aydınlardan bazıları, bu ayrışmada en uç noktaya kadar gittiler ve Kemalist burjuva iktidarın açık destekçileri haline geldiler. Bunlar, Türkiye’de devrimcilerin asıl görevinin, başlamış bulunan Kemalist “milli inkılâbı” ilerletmek ve yeni kurulan genç burjuva devleti (TC’yi) emperyalizm karşısında güçlü kılmak olduğunu savundular. Nitekim TKP’de bu görüşü en önde savunanlardan MK Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ile MK üyesi Şevket Süreyya Aydemir partiden de ayrılacaktılar. Bunlar, 1932 yılında CHP’lilerle birlikte çıkardıkları Kadro adlı dergide, Kemalizmi, sosyalizmden de kapitalizmden de farklı olan, milliyetçi-devrimci bir ideoloji olarak pazarlamaya başladılar. Ne var ki, Kemalizme karşı yumuşak bir siyaset izlenmesi gerektiğini savunan sadece Vedat Nedimler değildi TKP’de. Dolayısıyla, Vedat Nedim ve Şevket Süreyya’nın gitmesi, Kemalizme karşı tutum konusunda TKP içindeki tartışmaları sona erdirmemişti. Parti yönetimini elinde tutan ve Kominternce de desteklenen diğer yöneticiler de (Şefik Hüsnü grubu) aslında Kemalist burjuvaziyle iyi geçinmekten yanaydılar. Ama bunlar, birinciler gibi açıktan Kemalizme angaje olmuş görünmek de istemiyorlardı. Fakat içinde bulunulan koşulları ileri sürerek, anti-kapitalist temelde sınıf mücadeleci bir siyasal çizginin öne çıkartılmamasını ve Kemalist burjuva iktidara karşı yumu-

marksist tutum

şak bir siyasal çizgi izlenmesini istiyorlardı. Burjuva iktidarla uzlaşma anlamını taşıyan Şefik Hüsnü yönetiminin bu sağ çizgisi, parti içinde yeniden sert tartışmalara ve giderek bölünmeyle sonuçlanacak çok ciddi bir anlaşmazlığa yol açtı. Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı, “işçi muhalefeti” olarak adlandırılan sol muhalefet grubu, Kemalist burjuva iktidarla bir uzlaşmaya karşı çıkıyor ve partinin daha sol bir mücadele çizgisi izlemesinde ısrar ediyordu. Sol muhalefete mensup partililer, 1929’da İstanbul’da, Pavli adasında (Tuzla) bir kongre topladılar ve yeni bir merkez komitesi seçtiler. Fakat Komintern bu kongreyi ve seçilen yeni Merkez Komiteyi onaylamadı. Çünkü Komintern nezdinde makbul olan ve izlenmesi gereken çizgi, Şefik Hüsnülerin izlediği “Kemalist iktidarla yakınlaşma” çizgisiydi! Komintern’in bu kararından sonra, sol muhalefet içinde yer alan üyelerin bir kısmı geri döndüyse de, muhalif grubun çoğunluğu bu kararı tanımadı ve partiyi asıl kendilerinin temsil ettiğini söyleyerek faaliyetlerini sürdürdü. TKP, Lenin’in sağlığında belirlenen Komünist Enternasyonal’in programatik ilkelerine, Lenin’in ölümüne kadar sadık kaldı ve bu programa açıkça ters düşen bir siyasal çizgi izlemedi. Ne var ki Lenin’in ölümünden sonra Stalinci bürokrasinin Sovyetler’de iktidarı ele geçirmesi ve Komünist Enternasyonal’de ideolojik hegemonyasını kurmasından sonra gidişat tamamen değişecekti. Sol muhalefet bu dönemde Kemalist burjuva iktidara karşı partinin daha sert bir muhalefet yürütmesini ve “sınıfa karşı sınıf ” taktiğini esas alan bir siyasal mücadele çizgisi izlemesi gerektiğini savunuyordu. Ne var ki sol muhalefetin savunduğu bu görüşün TKP içinde gelişip güçlenmesi ve partinin bütününü doğru bir çizgiye çekebilmesi pek mümkün değildi. Çünkü TKP o yıllarda daha çok küçük-burjuvaziden gelen unsurlar arasında örgütlüydü. Böyle bir örgütsel yapı ve üye bileşimi içerisinde devrimci işçi muhalefetinin sözünü dinletebilmesi de kolay bir iş değildi. Nitekim Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı işçi muhalefeti, Kemalist burjuva iktidara karşı daha mücadeleci bir siyasal çizgiyi savunduğu için, parti yönetimine egemen olan küçük-burjuva eğilim tarafından sekterlikle, “parti düşmanlığı” ile suçlanarak partiden atılacaktı. O tarihlerde Stalinist bürokrasinin denetimi altındaki Komintern dergisinde çıkan birkaç yazıda da, Nazım Hikmet ve işçi muhalefeti “Troçkist polis muhalefeti” olarak tanıtılarak aforoz edilecekti. Aslında 1930’ların başı, başka birçok sosyalist hareket için olduğu gibi Türkiye sosyalist hareketi için de tarihsel bir dönüm noktası oluşturur. Proleter sınıf temeli bakımından zaten çok zayıf durumda bulunan sosyalist hareket, bir de Stalinist bürokrasinin Türkiye’deki kopyalarının hegemonyası altına girince iyice güçsüz düşecek ve

27


marksist tutum

hem siyasal etki ve eylem gücü, hem de düşünce üretimi bakımından çorak bir hareket haline gelecektir. Tabii bu olumsuz tablonun oluşmasında Kemalist devletin de büyük bir “katkısı” olmuştur. Kemalist devletin 1920’lerden başlayarak komünistlere karşı uyguladığı ağır baskıların, ardı arkası kesilmeyen tutuklamaların, işkencelerin ve uzun hapislik yıllarının bu çöküşte etkisi olduğunu da asla unutmamak gerekiyor. Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, 1930’larda TKP içinde baş gösteren ideolojik ve siyasal ayrılıkların ve buna göre oluşan eğilimlerin, o dönemle sınırlı kalmayıp, yıllar sonra da Türkiye sosyalist hareketi içinde aynen devam etmiş olmasıdır. Öyle bir sürekliliktir ki bu, TKP içinde 1920’lerin sonlarında ortaya çıkan ideolojik-siyasal ayrılık noktaları ve bu temeldeki bölünmeler, 1960 sonrasının Türkiye sosyalist hareketi içinde de ana hatlarıyla aynen görülmüştür. Çok açık ve net olunmak gerekirse, bu ayrılık ve bölünmeler, esasen proleter sosyalist eğilimle, çeşitli versiyonları bulunan küçük-burjuva sosyalist eğilim arasında ve küçük-burjuva sosyalist eğilimin kendi içinde yaşanmıştır. Söz konusu temel ayrılık noktaları ise, başta örgütlenme anlayışı olmak üzere, sınıfa bakış, sınıf içinde çalışma, siyasal mücadele, devrim, demokrasi, sosyalizm, komünizm, enternasyonalizm ve bunlara bağlı alt konulardaki farklı yaklaşımları içermektedir. TKP’de yönetimi elinde tutan küçük-burjuva aydın kadroların ayırt edici özelliği, bunların politik kimliklerinin Stalinci bürokrasinin yönlendirici etkisi altında biçimlenmiş olmasıydı. Lenin sonrası dönemde Stalinizmin ideolojik-siyasal yörüngesine giren TKP’nin bu yönetici kadroları, Stalinist “aşamalı devrim” stratejisini Türkiye’ye uyarlamakta hiç gecikmemişlerdi. Stalinist bürokrasinin icadı olan “aşamalı devrim” stratejisi ve “tek ülkede sosyalizm” anlayışı bu yıllarda zaten tüm KP’lerin resmi ideolojisi haline gelmiş bulunuyordu. Bu resmi ideoloji, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ile az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelerde mücadele veren KP’lerin önüne, özünde burjuva demokratik nitelikte bir devrim anlayışının ötesine geçmeyen “ulusal demokratik devrim” perspektifini zorunlu bir stratejik aşama olarak dikiyordu. KP’ler bu stratejinin bir gereği olarak, kendi ülkelerinde öncelikle anti-emperyalist, demokratik devrimci bir mücadele yürütmek, başka bir deyişle “bağımsızlık ve demokrasi” mücadelesi vermek zorundaydılar. Ve tabii “esas olarak” yabancı emperyalizme karşı yürütülecek bu mücadelede KP’ler, kendi ülkelerinde yürütecekleri anti-kapitalist mücadeleyi biraz törpülemeli ve sınıf mücadelesini fazlaca kışkırtmamalıydılar! Dolayısıyla, KP’ler devrimin bu birinci aşamasında (emperyalizme karşı mücadelede) kendi “milli” burjuvalarıyla ittifak yapmanın yollarını aramalı ve “mutlaka” bulmalıydılar! Azgelişmiş ülke KP’lerine Stalinizmin empoze ettiği bu aşamalı “devrim” stratejisinin bel kemiğini oluşturan “anti-

28

Ağustos 2009 • sayı: 53

emperyalist ulusal devrimci” mücadele, proleter sosyalist mücadelenin önüne geçmekle kalmıyor, aynı zamanda proletaryayı sosyalist iktidar için mücadele hedefinden de iyice uzaklaştırıyordu. Böylece, bu yıllarda devrimin birinci aşaması olarak koyulan bu “anti-emperyalist ulusal devrimci” mücadele, adeta kendi başına bir amaç haline getirilmiş oluyordu. Nitekim bu “aşamalı devrim” stratejisinin olumsuz siyasal sonuçları, ilerde daha bir açıklıkla görülecekti. Az gelişmiş ülkelerdeki Stalinist resmi KP’lerin, kendi ülkelerinde devlet mülkiyeti ağırlıklı kapitalist “ulusal kalkınma” stratejilerini desteklemeleri ve bunun bir gereği olarak kendi “milli” burjuvalarıyla ittifak yapmaları artık olağan hale gelmişti. Öte yandan, bu stratejiyi bütün resmi KP’lere dayatan Sovyet bürokrasisi, bazı azgelişmiş ülkelerde darbeyle iktidara gelen ve iktidara geldikten sonra SSCB ile ekonomik-siyasal yakınlaşma içine giren kimi “milli-devrimci” burjuva iktidarların devletçi ekonomik uygulamalarını da “az gelişmiş ülkelere özgü bir sosyalizm” modeli olarak kutsamaya başlayacaktı! Stalinizmden kaynaklı bu sağ sapmanın uluslararası sosyalist hareket üzerindeki olumsuz etkileri özellikle azgelişmiş ülkelerdeki sosyalist örgütlenmelerde fazlasıyla görülmüştür. En başta gelen olumsuzluk, sosyalist faaliyetin esas olarak sınıfa dayanan ve sınıf mücadelesi temelinde yürütülmesi gereken devrimci bir faaliyet olduğunun büyük ölçüde unutulması ve sosyalist mücadelenin gerektirdiği sınıfa dayalı örgütsel-siyasal-ideolojik görevlerin giderek ikinci plana itilmesi olmuştur. Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin bu olumsuzluktan fazlasıyla nasiplerini aldıklarını ve bu nedenle de ne duruma düştüklerini, bugün devrimci Marksistler çok iyi bilmektedirler. Sosyalist hareketteki bu tarihsel sağ sapmanın, Türkiye’de gerçek anlamda işçi sınıfı eksenli bir devrimci sosyalist hareketin oluşmasını ve gelişmesini yıllar yılı nasıl engellediğini hâlâ görememek gerçek bir körlüktür! İkinci bir önemli husus ise, kendilerini devrimci Marksist olarak tanımlayıp da, sıra sınıf içinde sabırlı ve kararlı bir çalışma yürütmeye gelince bundan yan çizenlerin konumudur!

Tarih yalnızca öğrenmeye gerçekten niyeti olanlar için öğreticidir! Burada her şeyden önce Türkiye sosyalist hareketinin geçmişten günümüze uzanan önemli bir zaafını bir kez daha ve dürüstçe dile getirmek gerekiyor: Evet bu zaaf, Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin büyük çoğunluğunun gerçekte küçük-burjuvaziye özgü olan “demokratik devrimci” bir siyasal mücadele çizgisinin ötesine geçememiş olmasıdır. Kuşkusuz bunda da en büyük etken, zaten proleter sınıf temelinden yoksun bulunan bu sosyalist örgütlenmelerin, “demokratik devrimci” bir siyasal çizginin ötesine geçmemeyi bilinçli olarak tercih etmiş olan küçükburjuva yönetici kadroların sultası altında kalmış olmalarıdır. “Politika belirleyici” konumda olan bu “okumuş”


sayı: 53 • Ağustos 2009

küçük-burjuva yönetici kadrolar, proletaryanın bilimsel sosyalizm anlayışı yerine, yıllar yılı kendi küçük-burjuva “sosyalizm” anlayışlarını hakîm kılmaya çalıştılar sosyalist harekette. Türkiye sosyalist hareketinin geneline musallat olan küçük-burjuva temelli bu “sol” anlayışlar, sonuçta Türkiye’deki pek çok sosyalist örgütlenmenin gerçek anlamda proleter bir sınıf temeli kazanamamasının ve proletaryaya dayanan devrimci sosyalist bir hareket yaratılamamasının başlıca nedeni oldular. Diyelim, 1960 öncesinde sosyalist hareketin proleter sınıf temeline oturmasının ve işçi sınıfı içinde gelişebilmesinin imkânları nesnel koşullar tarafından sınırlandırılmış olsun. Fakat 1960 sonrasında sınıf mücadelesinin gelişmesine ve buna bağlı olarak işçi hareketinin militanlaşıp kitleselleşmesine rağmen, sosyalist hareket hâlâ gerçek anlamda proleter bir sınıf temeli kazanamamışsa, burada artık “nesnel koşullar” bir bahane olarak gösterilemez. Gösterilirse de inandırıcı olmaz! Bu durumda sorun başka yerde, yani “öznel nedenlerde” aranmalıdır! 1920’lerde, 30’larda, 40’larda vb. sosyalist hareketin (TKP’nin) işçi sınıfı içinde derinlemesine bir örgütlenme yapamaması ve kalıcı bir sınıf temeli kazanamamasında, nesnel nedenlerin yanı sıra, öznel nedenler de etkili oldu. Etkili olan öznel nedenlerden biri de hiç kuşkusuz, burjuva devletin uyguladığı baskı ve şiddet, sürekli tutuklamalar vb. idi. Zaten sanayi proletaryasının son derece cılız olduğu bir dönemde, bu öznel etkenler elbette ki örgütlenmeyi zorlaştıran ve sınırlandıran bir rol oynayabildi. Ama 60’ların ve 70’lerin ortamında, yani sanayi proletaryasının geliştiği ve işçi hareketinin kitleselleştiği nesnel koşullarda, burjuvazinin baskıları bir öznel etken olarak artık aynı rolü oynayamaz ve sosyalist hareketin işçi sınıfı içinde örgütlenmesini ve proleter bir sınıf temeli kazanmasını öyle kolay kolay engelleyemezdi. Buna rağmen 60’larda sosyalist hareket gene de proleter sınıf temeli kazanamamışsa, burada temel sorumlu genel olarak sosyalist hareketteki sağ sapma ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan küçükburjuva sosyalizm anlayışlarıdır. 1960 sonrasında işçi hareketinin yükseliş içinde olduğunun somut göstergesi, Türkiye İşçi Partisinin (TİP) bizzat sendikacılar tarafından kurulmuş olmasıydı. Ve bu aynı sendikacılar daha sonra da DİSK’i kuracaklardı. TİP’i kuran sendikacılar bir süre sonra sosyalist aydınları da TİP’te görev almaya çağıracaklardı. TİP bu süreçte, gerçek anlamda bir sosyalist işçi partisi olma imkânlarına ve potansiyeline sahip bir partiydi. Eğer tarihsel deneyimlerden yararlanıp doğru bir örgütlenme yapabilseydi, en azından işçi sınıfı içinde derinlemesine örgütlenebilir ve hareketin her koşulda sürekliliğini sağlayacak devrimci sosyalist işçi kadrolar yetiştirebilirdi. Ama böyle olamadı. Nedeni çok basit ve açık: Çünkü 1960’lı yılların Türkiye sosyalist hareketi, birbirinin zıddı gibi görünen ama temeli ve ortak paydası aynı olan iki eğilimin etkisi altında biçimleniyordu. Biri legalist, parlamentarist sosyalizm eğilimi (TİP);

marksist tutum

diğeri ise küçük-burjuva devrimci demokratik sol (MDD) eğilim. Bu her iki eğilim de söz düzeyinde işçi sınıfı kavramını ağızlarından düşürmeseler de, esasında sanayi proletaryasına değil, daha ziyade aydınlara, meslek sahibi kentli küçük-burjuvaziye, öğrenci gençliğe vb. dayanıyorlardı. Üstelik gerek örgütlenme anlayışlarında gerekse kadro yetiştirme bağlamında, işçi sınıfını esas alan bir çalışma yürütmeye hiç de niyetleri yoktu. Örneğin, 1960’ların TİP’i işçi sınıfı vurgusunu ve işçi sınıfı öncülüğünü dilinden hiç düşürmemişse de, sıra fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda, demokratik derneklerde, semtlerde, bölgelerde vb. işlevli politik birimler oluşturmaya ve üyelerini de bu birimler içinde örgütlemeye geldiğinde, bu tarz bir örgütlenmeden sürekli uzak durmuştur. Bunun yerine, parlamentarist bir siyasal yapılanmayı ve örgütlenmeyi esas alan TİP, tıpkı burjuva partilerin yaptığı gibi, somut bir işlevleri olmayan ve gerçekte dar anlamda örgütlü bulunmayan üyelerini, gevşek bağlarla partiye bağlı tutmaya çalışmıştır. Dolayısıyla burada örgütlü ve işlevli olan üyeler değil, partinin il ve ilçe binalarıdır! Böyle bir siyasal örgütlenmenin, çalışan sınıfların içine nüfuz edebilmesi, onlarla kaynaşabilmesi, görüşlerini onların arasında yayabilmesi ve giderek sınıf içinde devrimci sosyalist bir mücadele geleneği yaratabilmesi mümkün müdür? Elbette ki hayır! Öte yandan, MDD’cilerin durumu da daha iç açıcı de-

29


marksist tutum

ğildi elbette. Tersine, işçi sınıfıyla ilişkileri açısından değerlendirecek olursak, onların durumu daha da vahimdi. Bir kere MDD hareketi ve ondan türeyen gerillacılık, Maoculuk vb. gibi akımlar, değil işçi sınıfı içinde uzun soluklu, sabırlı bir çalışma yürütmek, kapitalizmin gelişmişliğinden ve işçi sınıfının fiziki varlığından bile kuşkuluydular. Gözlerinin önünde cereyan eden 15-16 Haziran büyük işçi direnişi bile onları uyandıramamış ve işçi sınıfının gelişkinliği konusunda oluşmuş “olumsuz” kanaatlerini değiştirememişti. Tam da işçi sınıfına güvenin artması ve proleter sosyalist bir devrim için sınıf içinde sabırlı, kararlı bir örgütlenme ve hazırlık çalışması yürütülmesi gerektiği bir zamanda, onlar sınıf dışı güçlere ve sınıf dışı hareketlere bel bağlanması gerektiği fikrini yaymaya başladılar. Laf düzeyinde “proleter devrimciliği” dillerinden hiç düşürmeseler de, bundan anladıkları, işçi sınıfının öznesi olacağı bir devrimcilik olmadı kuşkusuz. Onlara göre, işçi sınıfının sadece “ideolojik öncülüğü” yeterliydi bir devrimin gerçekleştirilmesi için! Çünkü bu devrim zaten bir proleter sosyalist devrim olmayacaktı. Beklenen devrim “antiemperyalist bir halk devrimi” ya da “milli demokratik devrim” idi! Bu devrimde öncü güç, kimisine göre “askersivil-aydın zinde güçler”, kimisine göre ise “gerilla” olacaktı! İşçi sınıfı ve emekçiler bu devrimde her halükârda artçı bir güç olduğuna göre (!), işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı, uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütmeye ve de işçi sınıfının öncüsünü örgütleyip eğitmeye, kısacası harekete proleter sınıf temeli kazandırmaya (başka bir deyişle hareketi proleterleştirmeye) ne gerek vardı?! 1970’lerde ise durum biraz daha farklıdır. Bu dönemde de işçi sınıfının militan eylemliliği devam etmektedir. Hatta bir önceki dönemle kıyaslandığında, işçi hareketi çok daha bilinçlenmiş, kitleselleşmiş ve burjuvaziyi ciddi biçimde korkutur hale gelmiştir. Ekonomik mücadelenin 1970’lerde, bir önceki dönemle kıyaslandığında, işçi hareketi çok daha bilinçlenmiş, kitleselleşmiş ve burjuvaziyi ciddi biçimde korkutur hale gelmiştir. Bu koşullarda, 12 Mart öncesinin politik hareketleri, bir önceki dönemde savundukları politik pozisyonlarında ufak düzeltmeler yaparak yeniden çıkacaklardır politika sahnesine.

30

Ağustos 2009 • sayı: 53

ve ekonomik grevlerin yanı sıra, işçi sınıfı, sınıf çıkarlarının politik savunusunu ifade eden mitingler, politik gösteriler, direnişler, grevler koymaktadır ortaya (DGM direnişleri, 1 Mayıslar vb). İşte bu koşullarda, 12 Mart 1971 öncesinin politik hareketleri, bir önceki dönemde savundukları politik pozisyonlarında ufak düzeltmeler yaparak yeniden çıkacaklardır politika sahnesine. MDD çizgisinin devamı olan sol politik örgütler, genelde izledikleri ideolojik-siyasal çizgileriyle, gene küçük-burjuva devrimci demokrasinin temsilcileri olarak boy göstereceklerdir siyaset arenasında. Anti-emperyalizm, ulusal devrimcilik ve “devrimci-demokratik halk hareketi” vurgusu gene ön planda olacaktır. Devrimci-demokratik halk iktidarının ve devletçi ulusal kalkınmacılığın bir çeşit “sosyalizm” olarak savunulduğu bu popülist siyasal açılımlarda, işçi sınıfının rolü gene muğlaklaştırılacak ve gölgede bırakılacaktır. Netice olarak, bu hareketlerin proleter sınıf temeli kazanma gibi bir dertlerinin olmadığı apaçıktır. Öte yandan aynı dönemde işçi sınıfının öncülüğünü doğrudan telâffuz eden ve işçi sınıfına dayanmayı esas aldığını söyleyen Sovyetçi partilerden TİP ve TSİP ise, gerçekte bu söylediklerinin gereklerini yerine getiren örgütsel bir çalışma yapmaktan bir hayli uzaktılar. Çünkü onların örgütsel yapılarının niteliğini, son tahlilde gene eylemlerinin içeriği belirliyordu. Ne yaparlarsa yapsınlar, gerçekte parlamentarist ve legalist siyasal çizgileri, tıpkı 1960’ların TİP’ini olduğu gibi, bunların da örgütsel niteliğini belirliyordu. Yani fabrika, işletme vb. temelinde örgütlenmiş ve kendi içinde işbölümü yapmış işlevli parti örgütleri değil, parlamentarizme göre örgütlenmiş, il ve ilçe binalarının vb. önde olduğu parti örgütlenmesi! ‘80 öncesindeki Sovyetçi partiler içinde, örgütlenme anlayışı bakımından diğerlerine göre belirli bir farklılığı olan parti TKP idi. SBKP çizgisinde olan bu parti, resmi komünist hareketin Türkiye’deki resmi temsilcisi konumundaydı. Yasaklı olduğu ve hiçbir örgütsel faaliyette bulunmadığı uzun yıllardan sonra, 1973 yılında yaptığı bir atılımla Türkiye’de illegal olarak yeniden örgütlenmeye başlamıştı. TKP bu illegal örgütlenmesinde ilk örgütsel mevzilerini DİSK’e bağlı sendikalarda oluşturmuş ve giderek fabrikalarda, işletmelerde, demokratik kitle ve meslek örgütlerinde örgütlenmeye koyulmuştu. Türkiye’de bir komünist partisi yıllardan beri ilk defa gerçek anlamda proleter sınıf temelinde örgütlenmeye yöneliyor ve fabrikalarda, işletmelerde vb. illegal parti örgütleri kurmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının öncü partisi olma iddia-


sayı: 53 • Ağustos 2009

sındaki bir partinin, bu anlamda yaptığı iş elbette ki doğru bir işti. Ne var ki iş bu kadarla bitmiş olmuyordu. Komünist olma iddiasındaki bir parti için proleter sınıf temeli kazanmak zorunlu bir şarttı ama yeter bir şart değildi. O parti gerçekten adına lâyık bir komünist partisi olacaksa, tek tek üyelerinden örgütlerine, bir bütün olarak proleter devrimci bir ruhla eğitilmesi ve her şeyden önemlisi eylemlerinin içeriğinde devrimci olması gerekirdi. TKP işçi sınıfı içinde, sendikalarda örgütlenmesine örgütlenmişti ama, fabrikalardaki, işyerlerindeki, sendikalardaki parti örgütlerini ve işçi üyelerini proleter devrimci niteliklere sahip birer komünist gibi değil, birer sendika militanı gibi yetiştiriyor ve eylemlerinin içeriğini de bu düzeyde tutmaya çalışıyordu. Çünkü bu partinin kendisi proleter devrimci bir parti değildi. Savunduğu ideolojiksiyasal çizgi itibariyle reformist ve sınıf uzlaşmacı bir partiydi. Onun illegalliği, eylemlerinin içeriği nedeniyle değil, burjuvazinin onu yasaklaması ve yasadışı sayması nedeniyleydi. İçinde gerçekten proleter devrimci kadroların, inançlı komünist işçi ve gençlerin de bulunmasına rağmen, TKP’nin gerçekliği buydu. Sovyet bürokratlarının birer küçük kopyaları olan TKP yöneticilerinin ‘80 öncesinde izledikleri siyasal çizgi, partinin 1930’larda ve 40’larda izlediği siyasal çizgiyle üç aşağı beş yukarı aynı paraleldeydi. Stalinizmin dümen suyunun dışına çıkmayan bu siyasal çizgi, özünü reformizmin oluşturduğu bir reel politikerlikten öteye geçmiyordu. 1930’larda ve 40’larda “emperyalizme ve faşizme karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama” adına Kemalist burjuvaziyle uzlaşma siyaseti izleyen TKP, ‘80 öncesinde de gene “emperyalizme ve faşizm tehlikesine karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama” adına, Ecevit’tin burjuva CHP’si ile uzlaşmayı ve hatta onu açıktan desteklemeyi tercih eden bir siyasal çizgi izlemekteydi. Bu siyasetin adı da, “ileri demokrasiyi sağlama” ya da “ulusal demokratik devrim için mücadele” oluyordu! Yani sonuçta gene, Sovyet bürokrasisinin alâmeti farikası olan Stalinist aşamalı devrim anlayışının sınırları içinde bir siyaset yapmakla yetiniliyordu.

Sonuç olarak Bir devrimciler örgütünün inşası ve devrimci sosyalist örgütlenmenin sınıfa dayalı olması gerekliliği, dün olduğu gibi bugün de devrimci Marksistlerin üzerinde en çok durması ve uğrunda çaba sarf etmesi gereken konulardır. Böyle olmakla birlikte, bu konular sosyalist harekette bugün de hâlâ hafife alınmakta ve belirli kalıpların yanlış bir biçimde tekrarıyla yetinilmektedir. Oysa bu tutum, Türkiye sosyalist hareketinin en temel zaaflarından birini ve belki de en başta gelenini oluşturmaktadır. Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmelerden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir proleter devrimci siyasal hat oluşturamadığı

marksist tutum

inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, burjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır. Yaşanan deneyimler açıkça göstermektedir ki, işçi sınıfının içinde bulunduğu bu olumsuz durumdan kurtulup ayağa dikilebilmesi, ancak ve ancak onun öncü kesimlerinin bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesi ve devrimci enternasyonalist bir ruhla eğitilmesiyle mümkün olabilecektir. Çünkü işçi sınıfının geride duran kesimlerini de sınıf mücadelesinin ön saflarına çekebilecek ve sınıfın bir bütün olarak ayağa dikilmesini sağlayabilecek yegâne güç, işçi sınıfının bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bu öncü kesimlerinden başkası olamaz. Sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimlerden çıkartılan bu düşüncenin doğruluğu konusunda komünistlerin hiçbir kuşkusu yoktur ve olmamalıdır! Peki ama işçi sınıfının bu öncü kesimlerini devrimci tarzda örgütleme, eğitme ve sınıf bilinciyle donatma görevini kim yerine getirebilecektir? İşte komünistler açısından son derece önem taşıyan ve doğru bir biçimde yanıtlanması gereken temel soru budur. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” özdeyişine yürekten inanan komünistler için bu sorunun bir tek doğru yanıtı olabilir: İşçi sınıfının öncüsünü örgütleme tarihsel görevini ancak ve ancak Marksizmin devrimci teorisiyle donanmış ve Bolşevizmin örgütsel deneyimlerini ve devrimci siyasal mücadele yöntemlerini içtenlikle benimsemiş olan enternasyonalist komünistler yerine getirebilirler! Sınıf mücadelesinin gerektirdiği çetin devrimci görevleri üstlenmeyi gönüllü olarak kabullenen ve bunun gerektirdiği devrimci yaşam tarzını içtenlikle benimseyen Marksist devrimciler için, enternasyonalist komünist nitelikte bir devrimciler örgütünün inşası görevinin ne denli önemli olduğu açıktır. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları uğruna mücadeleyi göze almış ve kendini her bakımdan bu göreve hazırlamış sağlam bir devrimciler örgütü yaratılmaksızın, ne işçi sınıfının öncüsünün devrimci-komünist tarzda eğitilip örgütlenmesi, ne de sınıfa dayanan uzun soluklu, devrimci-komünist bir çalışmanın lâyıkıyla yürütülebilmesi mümkün olacaktır! Bunlar olmadığı takdirde ise, o hep sözü edilen ve arzulanan, gerçekten devrimci bir proletarya partisinin Bolşevik-Leninist temellerde inşası başarılamayacaktır. Bugün işçi sınıfı içinde anlamlı bir çalışma yürütmeyi ve sınıf içinde devrimci çekirdekler oluşturmayı önüne temel görev olarak koymayan örgütlenmelerin, bir süre sonra kendi içlerine kapanmaları ve küçükburjuvaca vıdı vıdılarla tekrar tekrar bölünmeleri ve kendilerini yiyip tüketmeleri kaçınılmaz bir “kader” olacaktır! www.marksist.com sitesinden alınmıştır

31


Yeltsin’den Putin’e Rus Bonapartizmi Serhat Koldaş

“B

onapartizm iki karşıt sınıfa eşit muamele anlamına gelen bir denge rejimi kurmaz. Tam tersine, bir denge görüntüsü sayesinde ezilen sınıfları aldatıp yatıştırarak, egemen sınıf lehine çok daha fazlasıyla taraflı olur.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.54) Haziran ayı başında Putin, Pikalyevo’da krizden etkilenerek kapanan 3 fabrikanın işçilerinin karayolu kapatma eylemi üzerine bölgeye giderek duruma müdahale etti. Medyanın eşliğinde kapanan fabrikaların ücretleri ödemeyen patronlarıyla toplantı düzenleyen Putin, kameraların önünde patronları azarladı. Patronları bencillik ve cimrilikle suçladı ve işçilerin maaşları ödenmezse söz konusu fabrikaları devletleştireceğini söyleyerek tehditler savurdu. Anlaşma metnini cebinden çıkarırken “Neden herkes benim geleceğimi öğrenince hamam böcekleri gibi dolaşmaya başladı? Neden daha önce karar almadınız?” diyerek patronları azarlayan Putin, sözleşmeyi imzalamayan Rusya’nın en zengin adamı ünlü oligark Oleg Deripaska’yı yanına çağırdı. Kalemini ünlü patronun önüne atarak “buraya gel ve imzala” diyen Putin, imzayı atıp odadan çıkmaya yönelen Deripaska’ya “kalemimi vermeyi de unutma” dedi. Fabrikadan ayrılırken patronlara “kendi aranızda anlaşamazsanız biz icabına bakarız” diyen Putin, Pikalyevo halkının sevgi gösterileri arasında kasabadan ayrıldı. Bu arada işçilerin aylardır ödenmeyen maaşları (1,5 milyon dolar) bir saat içerisinde ödendi. Toplantı görüntüleri tele-

32

vizyonlarda yayınlanınca Rusya’nın dört bir yanından işçiler Putin’e teşekkür ve sevgi mesajları göndermeye başladılar. Putin Moskova’ya dönerken gazetecilere “Bu fabrikalar özelleştirilirken, 1990’ların başında torpilli adamlar ucuza fabrika sahibi oldular. Kâr ederken işçilerine tek kuruş vermediler. Şimdi zarar ediyoruz diye işçinin maaşını da vermiyorlar” diyordu. Böylelikle Putin, kamuoyu desteğini arttıracak ve bilinçsiz işçilerin gönlünü fethedecek bir şova imza atarken, burjuvaziye de bir anlamda “ayar çekmiş” oldu. “Aranızda anlaşamazsanız biz icabına bakarız” diyerek iktisadi egemenliği elinde tutan burjuva sınıfa, aralarındaki dengeyi kuracak siyasal gücün kendisi olduğunu hatırlatıyordu. Putin’in popülist şovları bununla sınırlı değildi. Pikalyevo’daki tavırlarının üzerinden 2 hafta geçmişti ki, bu sefer de büyük bir markette boy gösterdi. Marketteki fiyatları denetleyip yöneticileri “bu sosisler neden pahalı, fazla kâr ediyorsunuz” diye azarladı. İşçi sınıfına verilen bu tür aldatıcı mesajlar işçi hareketi açısından ciddi bir tehlike oluşturuyor. Bugüne kadar dünyanın pek çok ülkesinde “Bonapartlar” ya da “kurtarıcılar” popülist manevralarla işçi sınıfının çoğunluğunun, hatta sosyalist kesimlerin gözlerini boyamayı, daha da ötesinde “kör etmeyi” başarabilmişlerdir. Tam da bu yüzden popülist manevralar icra etme ve sınıf hareketini yolundan saptırabilme yeteneği de sergileyebilen Bonapartist rejimlerin niteliğine ilişkin Marksist çözümlemeleri döne döne hatırla(t)mak zorundayız.


sayı: 53 • Ağustos 2009

Olağanüstü burjuva rejimler üzerine bazı hatırlatmalar Bonapartizm, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinden biridir. Burjuvazi, iktisadi egemenliğini tesis etmek veya güvence altına almak üzere olağanüstü koşullarda olağanüstü rejimlere ihtiyaç duyar. Burjuva demokrasisi kuvvetler ayrılığını, yani yasama, yürütme ve yargı güçlerinin farklı organlarca paylaşımını gerektirir. Aslında olağan koşullarda yürüyen burjuva demokrasisinde bile bu kurumlar tam manasıyla birbirlerinden bağımsızlaşamazlar. Bu organların birbirleriyle ilişkisi devlet aygıtının yapılanması, siyasal gelenekler ve mevcut siyasal güç ilişkilerine göre ülkeden ülkeye farklılık gösterebilmektedir. Ancak örneğin yargı organlarının yasama ve yürütmeden bağımsızlığının korunması sorunu pek çok ülkede sık sık tartışma konusu olabilmektedir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay gibi yargı organlarının olağanüstü yetkilerle donatıldığı Türkiye gibi ülkelerde ise bazı durumlarda yargı, yasama ve yürütmenin önüne geçebilmekte, böylelikle siyasal çatışmaların merkezine oturabilmektedir. En demokratik burjuva rejimin bile özünde bir burjuva diktatörlüğü olduğu asla unutulmamalıdır. Seçimler bu gerçekliğin perdelenmesi ve burjuva demokrasisine ilişkin yanılsamalar yaratılması açısından önemli bir işlev görür. Sandık başına giden halk kendi iradesinin yasaları belirleyen organa yani parlamentoya yansıdığına, yürütme gücünün yani hükümetin de kendi iradelerinin ürünü olduğuna inanır: “(…) parlamenter demokrasi sanki ulusun egemenliğiymiş gibi yansıtılsa da, gerçekte burjuva diktatörlüğünün kitlelerce ‘gönüllü’ kabullenilişi anlamına gelir.” (Elif Çağlı, age, s.61) Yasama ile yürütme arasındaki ilişki olağan ve olağanüstü burjuva rejimler arasında farklılık gösterir: “Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında parlamento, devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ilkesi çiğnenir; siyasal iktidar, baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir.” (Elif Çağlı, age, s.60) Gerek Bonapartizm gerekse de faşizm, burjuvazinin olağanüstü rejimleridir. Bu iki olağanüstü burjuva rejim arasında özellikle yürütme gücünü mutlaklaştıran yönleri itibarıyla pek çok benzerlik vardır. Öte yandan bu iki rejim arasındaki farkın küçümsenmemesi gerekir: “Bonapartist hükümet biçimi, otoriter bir yönetim oluşturarak kendisine sınıflar ve klikler arası sözde bir barış rejimi görüntüsü verirken, faşizm proletaryaya karşı açık bir iç savaş yürüten totaliter bir rejim olarak biçimlenir.” (Troçki’den aktaran Elif Çağlı, age, s.99)

Rusya’da Bonapartizmi hazırlayan koşullar Rusya’da Bonapartist bir rejimin oluşumu, özgün yönler taşıyor. Troçki, bürokratik bir karşı-devrim ile SSCB’de

marksist tutum

egemenliği ele geçiren bürokrasinin kapitalizmi yeniden restore edebileceğini öngörmüş, hatta bu restorasyonun demokratik bir burjuva rejimle değil, ancak Bonapartist bir burjuva siyasal rejim altında yürütüleceğini ileri sürmüştü. Troçki’nin kapitalist restorasyon ihtimali üzerine 1930’larda geliştirdiği bazı öngörüler, restorasyonun gerçekleştiği 1990’lı yıllar itibarıyla geçerliliğini yitirmiş olsa da*, restorasyonun ancak Bonapartist bir rejim altında gerçekleşebileceğine ilişkin öngörü, Marksizmin bilimsel gücünü ve siyasal kavrayış derinliğini gözler önüne sermektedir. Rusya’da Bonapartist rejimin özgün yönlerini anlayabilmek için bu olağanüstü döneme nasıl varıldığını kısaca hatırlamak gerekiyor. SSCB’de 1986 yılında siyasal ön adımları atılan kapitalist restorasyon süreci 1991 yılına gelindiğinde yeni bir eşik noktasına ulaştı. SSCB resmen sona ererken Rusya’da kaotik bir dönem başladı. 1992’de başlayan, devlet mülkiyetindeki üretim araçlarının özelleştirilmesi süreci, tarihin en büyük yağmasına sahne oldu. SSCB dönemi boyunca egemenliği elinde tutan bürokratik sınıf, işbirliği içerisinde olduğu yeraltı ekonomisinin zenginleriyle birlikte korkunç bir yağma gerçekleştirdi. Kapitalist restorasyon süreci yolsuzluk ekonomisi yarattı. Restorasyon sürecinde yaratılan türedi burjuvalar dünyanın sayılı zenginleri arasına girdi. Bu arada Rus mafyası da dünyanın en güçlü mafyalarından biri haline geldi. Kapitalist restorasyon süreci, içe kapalılık koşullarında ayakta durabilen pek çok işletmenin dünya kapitalizmine entegrasyonun başlamasıyla birlikte rekabet edemez hale gelmesine yol açtı. Dolayısıyla üretici güçlerde kısmi bir yıkım gerçekleşti. Emtia fiyatlarının dünya fiyatlarına denkleşmesi sürecinde yıllık enflasyon %2500’e kadar yükseldi. Madenler, petrol, doğalgaz gibi hammaddeler devletçe belirlenen düşük fiyatlar üzerinden satın alınıyor ve dünya fiyatları üzerinden satılıyordu. Dünya fiyatları ile Rusya’daki malların fiyatları arasındaki farklılık “giderilirken” suyun başını tutan fırsatçı bir kesim spekülasyon ve yağma ile muazzam ölçüde zenginleşiyordu. Enflasyonun %2500’e ulaştığı bir ortamda devlet, özel sektöre %10 ilâ %25 arasında değişen faiz oranlarıyla kredi bahşediyordu. Kitlelerin yaşam standardında ise trajik bir gerileme yaşandı. Ağustos 1991’de Yeltsin, KGB merkezli bir bürokratik kliğin darbe girişimine karşı tankların üzerine çıkarak kahraman rolünü oynadı. Irak ve Libya hariç tüm kapitalist dünya Yeltsin’i “demokrasi kahramanı” ilan etmişti. Ancak aynı “demokrasi kahramanı” 1993’te yetkilerini kısıtlamak isteyen Duma’yı feshetmeye kalkışacaktı. Yeltsin’in bu kararına direnen Duma tanklarla kuşatılacak, hatta bombalanacaktı. Yeltsin, Duma’nın tanklarla ve bombalarla dize getirilmesini takiben Anayasayı da değiştirerek diktatoryal yetkiler elde edecekti. Kapitalist restorasyon süreci kaçınılmaz olarak her bölgenin kapitalistleşen eski bürokratlarının kendi egemenlik bölgelerinde daha etkin ve bağımsız hareket etme isteğini

33


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum

AB’nin hegemonyasına sürüklenmesini önleyebilmesi mümkün olmayacaktı. 1998 yılına gelinirken ekonomik krizin derinleşmesi ve yeniden filizlenmeye başlayan işçi hareketleri politik istikrarsızlık denklemini tamamlıyordu. 1997’de Asya-Pasifik merkezli başlayan finansal kriz Rusya’yı da etkisi altına aldı. 1998 Ağustosunda Yeltsin yönetimindeki Rusya, borçlarını ödeyemeyeceğini ve bankalardaki hesapları dondurduğunu açıklayacaktı. Restorasyon sürecinin gelinen aşamasında Rus kapitalizminin derhal istikrar kazanmaya ihtiyacı vardı. Rusya’da işçi sınıfı yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bürokratik diktatörlükten kurtulmanın ve “demokrasiye” geçişin yarattığı umutlar sönmüştü. 1990’daki büyük madenci grevi siyasi olarak Yeltsin’e kazanç sağlamıştı. SSCB döneminden beri Stalinist bürokrasinin tekelindeki sendikalar restorasyon sürecinde de uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Özelleştirmeler yapılırken sendikalar işçilerden, işletmelerin mülkiyetinin yerel ya da ulusal bürokratların eline geçmesini desteklemelerini istediler. Gerekçe basitti: “İşletmeler yabancı sermayenin eline geçmesin!” İşçi sınıfını bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda harekete yönlendirebilecek hiçbir siyasi öznenin olmadığı koşullarda sınıfın cılız tepkileri de egemen kliklerden birinin hizmetine koşuluyordu. Piyasa ekonomisi ve burjuva demokrasisi, işçi sınıfına, iktisadi bunalım, işsizlik, yoksulluk, yağma ekonomisi, şımarık türedi zenginler, ahlâki çöküş ve geleceğe dair belirsizlik sunuyordu. 1999’a gelinirken durum buydu. İşsizlik işçi sınıfı üzerinde öyle ağır bir basınç oluşturuyordu ki, grev mücadeleleri genelde ödenmeyen ücretleri alabilmek veya işyerinin kapanmasını engellemek için yapılıyordu. Bunların yanı sıra bazı büyük ve ekonominin can damarı olan, çalışma şartları nedeniyle grevci işçilerin yerine hemen başka işçi çalıştırılması imkânı olmayan işyerlerinde de grevler gerçekleşti. Sendikalar çıkarcı bürokratların elindeydi; buna karşın, kaynamaya başlayan taban, mücadeleci işçilerin bağımsız hareketlerini de ortaya çıkarıyordu. Siyasal istikrarsızlığın ana unsuru, egemen sınıf klikleri arasındaki çıkar çatışmalarının muazzam ölçüde keskinleşmesiydi. SSCB döneminde devlet mülkiyeti, egemen bürokrasinin üzerinde yükseldiği zemini oluşturuyordu. O dönemde çelişkiler daha ziyade devlet aygıtı içerisinde konum edinme veya farklı bürokratik klikler arasındaki çekişmelerle sınırlıydı. Kapitalist restorasyon süreci ise bürokrasinin, devlet mülkiyeti olarak somutlanan toplumsal birikimleri yağmalayarak kendi özel mülkiyetlerine geçir-

Yeltsin döneminde devlet başkanlığı makamı tam manasıyla Bonapartist bir rejime uygun düşecek tarzda olağanüstü yetkilerle donatılmış bulunuyordu

doğurdu. Moskova’nın merkezi otoritesinin zayıflaması, merkezkaç güçleri kontrolden çıkma noktasına getirmişti. Aslen ekonomik bir birlik olarak federatif tarzda bir araya gelen cumhuriyetler, ardı ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. Doğalgaz ve petrol geçiş hatları üzerinde stratejik bir konuma sahip olan Çeçenistan da 1991’de bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak Moskova, Çeçenistan meclisinin bağımsızlık kararını tanımayarak askeri müdahaleye yöneldi. “Demokrasi kahramanı” ilan edildiği dönemde Yeltsin, eski SSCB dönemi cumhuriyetlerine “ne kadar istiyorsanız o kadar egemen olabilirsiniz” diyerek egemenlik haklarının sınırını sadece o halkın kendisinin belirleyebileceğini açıklıyordu. 1993’te ise iktidar yetkilerini elinde toplayan ve muhalefeti ezen Yeltsin, 1994’te Çeçenistan seferini başlattı. Savaş üzerinden siyasi rant elde etmek isteyen Yeltsin 1996’da ikinci kez kendini seçtirtmeyi başarmıştı ama aynı yıl Çeçenistan seferi hüsranla sona erdi. İlerleyen yıllarda Putin de Çeçenistan sorununu siyasi rant elde etmek ve otoriter yönetimini meşrulaştırmak amacıyla kullanacaktı. 2000 yılında başlatılan ikinci Çeçenistan seferi Putin’in yükselişinde özel bir yere sahip olacaktı. Merkezi otoriteyi güçlendirmeye yönelik tüm çabalara karşın restorasyon döneminin ilk yılları boyunca Moskova’nın otoritesi zayıflamıştı. Yeltsin döneminde devlet başkanlığı makamı tam manasıyla Bonapartist bir rejime uygun düşecek tarzda olağanüstü yetkilerle donatılmış bulunuyordu. Ancak üretici güçlerin yıkıma uğradığı, toplumsal birikimlerin acımasızca yağmalandığı, burjuvazinin yağmaya ve birikimlerini yurtdışındaki bankalara kaçırmaya yöneldiği, ekonominin uluslararası rekabete dayanabilecek sektörler yaratamadığı gerileme koşullarında, olağanüstü bir rejimin istikrar sağlaması ve kendisinin de istikrar kazanması mümkün değildi. Ekonomik yıkım koşullarında sadece merkezi otoriteyi güçlendirerek, yani sadece kılıcın gücüne dayanarak merkezkaç güçleri tamamen kontrol altına alabilmek mümkün değildi. Rusya’nın eski etkinlik sahalarının önemli bir kısmının ABD’nin ve

34


sayı: 53 • Ağustos 2009

me kavgasını gündeme getirecekti. Böylesi bir yağmanın devam ettiği bir ortam, bürokratların ve yeni yetme burjuvaların olağan bir demokratik işleyiş altında birbirleriyle uzlaşmalar temelinde restorasyon sürecini devam ettirmelerini imkânsız kılıyordu. Bu koşullarda burjuvazinin genel çıkarları bağlamında elzem olan “ülke birliğini korumak” da imkânsız hale geliyordu. Nitekim farklı bölgelerin veya cumhuriyetlerin egemen kesimlerinin kendi mülkiyetlerini ve iktidarlarını olabildiğince sağlama almak üzere kendi yerellerinde milliyetçi bir politikaya yönelmeleri doğaldı. İşte tüm bu koşullar, Rus kapitalizmine istikrar kazandıracak bir otoritenin tam anlamıyla tesisini gerekli kılıyordu. Türedi-mafyatik Rus burjuvazisi (oligarklar), Rus kapitalizminin bütünsel ve uzun vadeli çıkarları adına siyasal güçlerinden feragat etmek zorundaydı. Rus kapitalizmi bir “kurtarıcı” arıyordu ve Putin şahsında o “kurtarıcı” bulundu.

Putin’in yükselişi

marksist tutum

tecilerin sayısı 200 bini geçecekti. Daha sonraları ise Çeçen milislerin yaptığı iddia edilen ve 250 sivilin öldüğü bombalamaların Rusya İstihbarat Örgütü tarafından gerçekleştirildiği iddiaları ortaya atılacaktı. Devlet başkanlığı seçimine birkaç ay kala Çeçenistan seferini başlatan Putin, seçime birkaç hafta kala Çeçenistan’ı bombalayan savaş uçaklarından birinin yardımcı pilot koltuğuna oturarak Rus milliyetçiliği kartına sarıldı. Bu süreçte merkezi otoriteyi güçlendireceğinin işaretlerini de veren Putin, 7 Mayıs 2000’de yapılan başkanlık seçimlerinde ilk turda %53 oranında oy alarak devlet başkanı oldu. 2004 başkanlık seçimlerinde ise %71 oranında oy alarak ikinci kez başkan seçildi. Bu süreçte Putin, beklenebileceği gibi, işçi sınıfını hedef alan saldırılardan da geri durmadı. 2001 yılında çıkardığı yeni iş yasasına göre günlük çalışma süresi 12 saate kadar; haftalık çalışma süresi ise toplamda 12 saat ilâ 16 saat arasında uzatılabiliyordu. 2004 seçimlerinden güçlenerek çıkması ise Putin’e, işçi sınıfına daha fazla saldırma cesareti verdi. Bu dönemde devreye sokulmaya çalışılan 122 numaralı federal yasa ile sosyal haklar tasfiye ediliyordu. Toplu taşımacılığın ve ilaçların ücretsiz olması gibi uygulamalar sona erdiriliyor, emekçilere ek ödenek verileceği açıklanıyordu. Öğrencilerin eğitim hakları da saldırı altındaydı. Ancak bu sefer Putin’in evdeki hesabı çarşıya uymadı. Emekliler başta olmak üzere yarım milyon işçi sokağa indi. 600 yerleşim biriminde aniden kitlelerin tepki göstermesi iktidarı korkuttu. Putin, yaşlı-emekli işçilerin sosyal haklarını koruma kararlılığını görerek yasayı geri çekti. Öğrencilerin eylem yapmasına bile gerek kalmadan onlarla ilgili saldırı yasası da geri çekildi. Ancak sosyal haklara yönelik saldırılar başka alanlarda devam etti. Konutların kullanım masraflarının sosyal hizmet kurumlarınca ödenmesine son verilerek bu masrafların kiracılar tarafından ödenmesi kararlaştırıldı. Sosyal konut elde etme hakkı kısıtlandı. Konutlar özelleştirildi. İşçiler ve öğrenciler kaldıkları yurtlardan ihraç edilirken emlak spekülatör-

1975’te hukuk fakültesinden mezun olan Putin, SSCB gizli servisi KGB içerisinde ajan olarak çalışmaya başlar. Almanya’da teknoloji casusluğu yapar. Ardından Leningrad’da üniversite yönetiminde yer alır. 90’lı yıllarda St. Petersburg kentinde belediye başkan yardımcılığı dâhil pek çok görev üstlenir. Şehrin yabancı sermayeye açılmasını sağlayan ve borsayı kuran adam olur. Hem sermaye çevreleriyle içli dışlı olan hem de devlet aygıtını iyi tanıyan Putin, bürokrasinin basamaklarını tırmanır. 1998 yılında Rusya İstihbarat Örgütü (FSB) başkanlığına yükselir. Aynı zamanda Rusya Güvenlik Konseyinin de başındadır. Ağustos 1999’da başbakan yardımcılığı ve vekilliği yapan Putin, Yeltsin’in Aralık 1999’da istifa etmesinin ardından, seçim yapılana kadar devlet başkanlığı görevini vekâleten üstlenir. Putin, Yeltsin’in desteğiyle ve onun varisi olarak koltuğa oturur. 1999’da Çeçen milislerle Rus birlikleri arasında Dağıstan sınırında çatışmalar başlaOtoriterleşme yınca, Yeltsin içişleri bakanını görevden alıp, sürecinin bir parçası başbakanlığa da Rusya Güvenlik Konseyinin olarak Putin dönemi başındaki Putin’i getirdi. Hemen ardından boyunca muhalif Rusya’nın çeşitli bölgelerinde ve Dağıstan’da medya organları 250 kadar sivilin hayatını kaybettiği esrarenbaskı altına giz bombalama olayları yaşandı. Putin bomalındı. Putin’in balamalardan Çeçen milisleri sorumlu tutageçmişini araştıran rak “terörle mücadele” bahanesiyle Çeçegazeteciler nistan seferini başlattı. Başkent Grozni’nin “şüpheli” biçimde “kaza” geçirerek alınmasına kadar geçen 4 aylık savaş zarfında öldü, Rusya Rus uçakları Çeçenistan’ı 11.300 defa bomdışına kaçan bazı baladı (bu dönemde Rusya’nın Çeçenistan’a muhalifler gittikleri yağdırdığı bombaların, ABD’nin Irak işgalinülkelerde suikasta de kullandığından fazla olduğu iddia ediluğradı. mektedir). Bombalardan kaçan Çeçen mül-

35


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum Putin geçtiğimiz Haziran ayı başında kameraların önünde patronları azarlarken

lerinin önü de açılmış oluyordu. Toplu ulaşım fiyatları yükseltildi. Pek çok protesto eylemleri düzenlense de bu saldırılar geri püskürtülemedi. Diğer taraftan Putin, Yeltsin döneminde hükümetleri yönlendiren büyük sermaye gruplarını da sindirmeye yöneldi. Berezovski ve Gusinski gibi seçkin oligarklarla ilgili yolsuzluk soruşturmaları başlatan Putin, Yeltsin döneminin yağmacı-türedi oligarklarının siyasi saltanatına önemli ölçüde darbe vurdu. Bazı kritik işletmeler yeniden devletleştirildi. Bu otoriterleşme sürecinin bir parçası olarak Putin dönemi boyunca muhalif medya organları baskı altına alındı, bazıları kapatıldı. Basın özgürlüğü fiilen sona erdi. Putin’in geçmişini araştıran gazeteciler “şüpheli” biçimde “kaza” geçirerek öldü, Rusya dışına kaçan bazı muhalifler gittikleri ülkelerde suikasta uğradı. Başta Çeçenistan olmak üzere “sorunlu” cumhuriyetlerin liderlerinin yetkileri kısıtlanarak Rusya Federasyonu’nun merkezi yetkileri arttırıldı. Bununla bağlantılı olarak, Çeçenistan sorunu, “terörle mücadele” söylemi üzerinden baskı aygıtlarını yetkinleştirmek üzere hâlâ bir bahane olarak kullanılmaktadır. Putin bu süreçte Bonapartvari biçimde sivrilerek başarılı olmuştur. Ancak onun bunu başarmasında dönemin ekonomik koşullarının önemli ölçüde belirleyici olduğunu unutmamak gerekiyor. 2000-2008 yılları arasında petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, Rusya’ya hem büyük bir ekonomik getiri hem de uluslararası arenada siyasi güç bahşetti. Devlet işletmesi olan Gazprom (doğalgaz şirketi) dünyanın en büyük şirketleri arasına girdi. Petrol ve doğalgaz satışından sağlanan döviz girdisi dış ticaret açığının kapanmasını sağladı, döviz rezervleri artınca Ruble istikrar kazandı. Ekonominin olumlu sinyaller vermesi daha önceleri yurt dışındaki bankalara akan birikimlerin Rusya’ya dönmesini sağladı. Dışarıdan sermaye girişinin de başlamasıyla beraber ekonomide hızlı bir büyüme dönemine girildi. İktisadi temelin güçlenmesi Rus egemenlerinin özgüvenini pekiştirdi. Avrupa’nın muhtaç olduğu doğalgazı elinde tutan ve

36

Avrupa ülkelerine kendi doğalgazına muhtaç olduklarını sık sık hatırlatmaya başlayan Rusya, Avrupa nezdinde siyasi güç ve prestijini arttırdı. Petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, tüm dünyanın enerji kaynaklarının paylaşımına odaklandığı koşullarda hammadde zengini Rusya’ya büyük bir avantaj sağladı. Restorasyon döneminin kaotik ortamını geride bırakan Rus kapitalizmi, Avrasya açılımları ile emperyalist bir güç olmanın gereklerini yerine getiriyor; ABD ve AB emperyalistleri ile Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da hegemonya mücadelesi yürütüyor. Putin’in son dönemde popülist şovlara yönelmesi ve dünya basınında daha fazla yer tutması dünya kapitalizminin krizi ile yakından bağlantılıdır. Kapitalist kriz hammadde fiyatlarını aşağı çekerken Rusya’nın bu alandaki ekonomik avantajları tersine dönüyor. Yıllardır hızlı büyüyen ekonominin temposu yavaşlıyor, işsizlik artıyor. Kriz koşullarında işletmeler yatırımlarını azaltıyor. Krizin daha da derinleşmesiyle birlikte çelişkiler daha da yoğunlaşacaktır. İşten çıkarmalar, işçi ücretlerinin ödenmemesi ya da geciktirilmesi, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin uzatılması, sosyal hakların gaspı gibi uygulamalar giderek yaygınlaşıyor. Krizin faturasını emekçilere kesmeye yönelik tüm çabalar, işçi sınıfını adeta sınıf savaşımı arenasına davet ediyor. Elbette Rusya işçi sınıfı da, er ya da geç bu davete icabet edecektir. Putin gibi liderler ise işçi sınıfının bilincini bulandırmak ve mücadelesini yolundan saptırabilmek için her yolu deneyeceklerdir. Putin’in popülist şovlarının amacına ulaşması mümkündür; şayet Rusya işçi sınıfına Marksizmin ışığını taşıyacak devrimci bir öncü tarih sahnesinde yerini almazsa! 

______________________ *

Troçki, kapitalist restorasyonun Rusya’yı yarı-sömürge haline getireceğini de öngörmüştü. Kapitalist restorasyon 1930’lu yıllarda gerçekleşseydi o günün geri koşullara sahip Rusya’sında bu öngörü de önemli ölçüde doğrulanabilirdi. 1990’ların 30’lu yıllara göre kıyaslanmaz ölçüde gelişkin Rusya’sı ise, kapitalist restorasyonun başlangıç dönemlerinde emperyalizmin etkisini güçlü bir biçimde hissetmesine karşın “yarı-sömürge” haline gelmemiştir. Burada ilginç olan nokta şudur: Bugün dünyadaki bazı Troçkist çevreler, Troçki’nin 1930’lu yıllardaki çözümlemelerine dayanarak Rusya’nın yarı-sömürge haline gelmiş olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddia, Troçki sonrası Troçkizmin, Troçki’nin çözümlemelerini dondurarak onun çözümlemelerini nasıl karikatürize ettiğinin ibret verici örneklerinden biridir.


K

rizin derinleştiği, sendikasızlaştırmanın ve işçilerin haklarına yönelik saldırıların arttığı bir dönemden geçiyoruz. Sermaye sınıfının yürüttüğü saldırılara karşı sendikal cepheden yeterli düzeyde bir yanıt verilebilmiş değil. Sendikaların içinde bulunduğu bu ataletin ve tepkisizliğin başlıca nedeni, sendikal hareketin yıllardan beri düzenle bütünleşmiş bürokrat sendikacıların ve onların yerleştirdiği sınıf uzlaşmacı sendikal anlayışın hegemonyası altında bulunmasındandır. Sendikal hareketi içinde bulunduğu bu durumdan kurtarmak için, sendikaların tepesine çöreklenmiş ve sendikalı işçilerin mücadelesini kösteklemekten başka bir iş yapmayan, iyice ağalaşmış bu türden sendika bürokratlarına karşı sistemli bir mücadele yürütmek şarttır. Çünkü işçi sınıfına tamamen yabancılaşmış bu unsurlar, yıllardan beri işçi hareketi içinde burjuvazinin destekçileri olarak işlev görmektedirler. Bunların asli görevi, kapitalistler lehine (buna kapitalist devlet de dâhildir) işçileri denetim altında tutmak ve işçi hareketinin gelişmesine, güçlenmesine engel olmaktır. Kısacası bunlar işçi sınıfına ihanet içindedirler. Nitekim bugün işçilerin hakları ve örgütlülükleri bir bir yok edilirken, bunların kılları dahi kıpırdamamaktadır. Bu sendika ağalarının ve bürokratlarının ara sıra burjuvaziye ve devlete karşı yaptıkları sözüm ona çıkışlar ve ortaya koydukları göstermelik tepkiler ise, kendi işbirlikçiliklerini işçilerden gizlemeye ve sendikalardaki mevki ve makamlarını uzun bir süre daha koruyabilmeye yöneliktir. Bu bürokratlaşmış ve hatta ağalaşmış sendikacılar, patronlarla ve devletle öylesine içli dışlı olmuşlar ve işçi sınıfına öylesine yabancılaşmışlardır ki, işçiler bile onların bir dönem işçi olduğuna ve hatta kendi oylarıyla seçildiğine inanamamaktadırlar. Onlar işçilerin sırtından kazandıklarıyla bir daha işçilik yapmayacak kadar işçi sınıfından kop-

Nasıl Bir Sendikal Anlayış? Adil Aksu

37


marksist tutum

muşlardır. Öte yandan, zaten türlü dalaverelerle oturdukları koltuklardan kalkmamak için de çevirmedikleri dolap kalmamaktadır. Kimileri ancak burjuva partilerden milletvekili seçildiklerinde sendikadaki koltuklarını bırakmaktadırlar. İşçi sınıfının içindeki bu burjuva ajanları, daima işçilerin gücünü bölen, birliğini ve mücadelesini engelleyen bir tutum içinde olmuşlardır. Bunlar genelde sermayenin çıkarlarını ifade eden milliyetçi fikirlerin de en azılı savunucularıdırlar. Emperyalist savaşlarda, ülke çıkarları diyerek işçilerin cephelerde ölüme yollanmasına hiç ses çıkarmazlar. Grev ve eylemlerde ise göstermelik kahramanlıklarla, sahte nutuklarla işçileri kandırmayı çok iyi bilirler. Onlar aslında örgütlü işçilerin nasıl bir güç oluşturduklarının çok iyi farkındadırlar. Zaten bu gücü sinsice bastırmak, etkisiz hale getirmek için o koltuklarda otururlar. Diğer taraftan, bugün sendika yönetimlerinde, lafta mücadeleci sendikacı geçinen ama genelde hep pasifist ve uzlaşmacı tutumlar sergileyen ve bu bakımdan deyim yerindeyse “iki arada bir derede” konumlarını sürdüren sendikacılar da az değildir. Bu sendikacılar yeri geldiğinde ve özellikle öncü-militan işçilerle konuşurken, sendika ağalığına ve sendikal bürokrasiye karşı atıp tutarlar ve bolca eleştiri yaparlar. Fakat iş gerçekten bürokrasiyle ve sendika ağalığıyla mücadeleye geldiğinde ve bu konuda sınıf bilinçli, mücadeleci işçilerle birlikte hareket etmeleri gerektiğinde, bu sendikacıların da ayakları geri geri gitmeye başlar. Neticede bunlar da eleştirdikleri bürokrat sendikacılardan çok faklı bir davranış içine giremezler. Çünkü bunlar, sendikal bürokrasiyle gerçek anlamda bir mücadeleyi göze alamayacak denli korkak tabiatlıdırlar. Ama kendi korkaklıkları yüzünden yapamadıkları şeyler için de hep bürokrasiyi bahane gösterirler ve “ben suçsuzum” demeye getirirler! Daha ziyade sendika şubelerinde ve bazen da sendikaların merkezi yönetimlerinde konuşlanabilen bu tip sendikacılar, örneğin, sermayenin neden olduğu krize karşı profesörleri, ekonomistleri vb. toplayarak kulağa hoş gelen birtakım kararlar alırlar. Bu kararlar doğru bir içeriğe de sahip olabilir. Fakat iş mücadele etmeye, alınan kararları uygulamaya gelince tek somut adım atmazlar. Ettikleri onca lafı unuturlar. Alınan güzel kararların hepsi kâğıt üstünde kalır. Kararların hayata geçirilmesine çalışmazlar. İşçiler, yapılan toplantılardan da, alınan kararlardan da çoğunlukla haberdar edilmezler. Aslında bu kesim de işçilerin gücüne ancak lafta inanır. Pratikte işçilerin mücadelesine pek güvenmez. İşçiler adına konuşmak, kararlar almak ve “devrimci” görünmek daha caziptir. Örneğin, fabrikalarda işçilerin taban inisiyatifi almasına izin vermezler, sendikaların birer mücadele okulu haline gelmesine engel olurlar. Bir işyerindeki mücadeleyi genel ve yaygın bir mücadele düzeyine yükseltmek için çaba göstermezler.

38

Ağustos 2009 • sayı: 53

Militan sınıf sendikacılığı anlayışını hâkim kılmak zorundayız! Sermayenin saldırılarının arttığı, sistemin çelişkilerinin yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Sermayenin neden olduğu kriz ve emperyalist savaş, işçi sınıfının önüne oldukça sert geçecek bir mücadele dönemini koymuş bulunuyor. Bu mücadelede sendikaların önemli işleve sahip olacağı çok açıktır. Oysa hepimizin bildiği gibi bugün sendikal mücadele dibe vurmuş durumdadır. O halde biz işçiler, sendikal mevzilerimizi güçlendirmek için de mücadele etmek zorundayız. Bunun için de öncelikle bürokrasiyi ve uzlaşmacı anlayışları sendikalarımızdan defetmek ve sendikal harekette militan sınıf sendikacılığı anlayışını hâkim kılmak için çalışmalıyız. Bu anlayışın temel farklılıklarını koymak gerekirse: Militan sınıf sendikacılığı anlayışı doğrultusunda mücadele yürüten sendikacılar tabandan kopmamışlardır. Tersine işçi kitlesiyle iç içedirler ve mücadeleyi onlarla birlikte yürütürler. Esas olarak işçi sınıfının mücadelesini güçlendirmeye ve ilerletmeye çalışırlar. Konfederasyon ayrımı yapmaksızın sendikal mücadeleyi güçlendirmek ve doğru mücadele hattına oturtmak için çabalarlar. İşçilerin sendikal mücadelede sorumluluk almalarını ve işyerlerinde sağlam taban örgütlülükleri yaratmalarını teşvik eder ve bu konuda bizzat girişimci olurlar. Sendikal mücadelenin her aşamasında ve alınan kararlarda, işçilerin taban örgütlülükleri aracılığıyla doğrudan söz sahibi olmalarını isterler. Uzlaşmacılığı ve işbirlikçiliği mahkûm eden militan sınıf sendikacılığı anlayışı, bir yandan devletin ve patronların baskısına, diğer yandan ise sendikal bürokrasinin baskısına direnir, bunları işçilere teşhir eder. Militan sınıf sendikacılığı anlayışı, işçilerin uluslararası mücadele birliğini de savunur. Haksız savaşların ve emperyalist savaşların karşısında yer alır ve işçi kitlelerini bu temelde mücadeleye çağırır. Sermaye partilerinin işçi düşmanı politikalarını teşhir eder ve bu partilere karşı mücadele verilmesi gerektiği konusunda işçileri bilinçlendirir. Kuşkusuz bugün mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışı henüz sendikal mücadele içinde çok ama çok azınlıktadır. Ama yalnızca ve yalnızca militan sınıf sendikacılığı anlayışının egemen hale gelmesi sayesinde sendikalar gerçekten mücadeleci birer sınıf örgütü haline gelebilirler. Bugün burjuvazinin krizin bedelini işçilere ödetme, örgütsüzleştirme, sendikal yasaklar uygulama gibi saldırıları karşısında, işçilerin doğru ve mücadeleci bir tutum alabilmesi, ancak militan sınıf sendikacılığı anlayışının sendikalara hâkim kılınmasıyla mümkün olabilir. Ama öte yandan sendikalar da ancak mücadeleyle bu görüşlere kazanılabilir ve kazanılmalıdırlar. Sabırla çalışan, mücadeleden ödün vermeyen militan sınıf sendikacılığı anlayışına sahip öncü işçilerin, sendikaları mücadele örgütleri haline getirebileceğinden hiç kuşku duyulmamalı. 


Sınıf Belleği


Cumartesi Anneleri Haykırıyor: Gerçekleri Gizlemeyin! C

umartesi Anneleri “failleri belli” kayıpların bulunması, sorumluların yargılanması ve adaletin sağlanması amacıyla 1995 yılından bu yana eylemlerini sürdürüyorlar. Her cumartesi günü Galatasaray Meydanında birleşen kayıp yakınları, kaybedilen yakınları hakkındaki bilgileri basın açıklamasıyla topluma duyuruyorlar. Egemen güçler 2000 yılında annelerin eylemlerine vahşice saldırmaya başlayınca, Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı önündeki eylemlerine uzun süre ara verdiler. 2009 yılında tekrar toplanan Cumartesi Anneleri, 226. haftasına giren eylemleriyle kayıpların izini sürmeye devam ediyorlar. Cumartesi Anneleri karanlık içinde kalan dönemin perdesini aralamaya çalışıyor. 1990’lı yıllardan itibaren kayıpların sayısı binlere ulaştı. Burjuva devlet, 90’lı yıllardan itibaren yükselen Kürt ulusal mücadelesini özel savaş yöntemleriyle bastırmak amacıyla gözaltına aldığı insanları yargısız infaz etmeye hız verdi. Köylerinden, evlerinden veya yakınlarının yanından resmi görevliler tarafından gözaltına alınanlardan, aradan geçen günler içinde bir daha haber alınamıyordu. “Bizde yok”, “salıverdik” açıklamalarına rağmen hiçbiri geri dönmüyordu. Böylece Kürt halkında panik, korku ortamı yaratılıyor ve insanlar arasında güven bunalımı oluşması isteniyordu. Burjuva devlet aynı yöntemi yükselen işçi hareketi için de uygulamaya soktu. Sınıf mücadelesini geriletmek isteyen paramiliter güçler, devrimcileri ve mücadeleci sendikacıları faili meçhullerle kaybediyordu. Amaç yükselecek sınıf mücadelesini daha baştan boğmaktı. Cumartesi Anneleri, Ergenekon davasının görülmeye başlanmasıyla birlikte kayıp yakınları hakkında hazırladıkları belge ve bulguları her hafta Ergenekon savcısına sunmaya devam ediyorlar. Kürt illerinde görev yapan birçok Ergenekon tutuklusunun, kayıpların asıl faili ya da faillerin azmettiricisi olduğu tanıkların beyanlarıyla ortaya çıkıyor. Kürt illerinde birçok yerde kazı çalışmaları yapılıyor. 25 Temmuzda, 226. kez bir araya gelen Cumartesi Anneleri, geçtiğimiz günlerde Derecik taburunda yapılan kazılara dikkat çektiler. Anneler, “bu hafta, 1994 yılında gözaltında

40

kaybedilen 12 geçici köy korucusunun dosyasının Ergenekon davası kapsamına alınması talebimizi yüksek sesle dile getiriyoruz” dediler. 24 Temmuz 1994’de Derecik taburuna bağlı askerler, Ortaklar köyüne yaptıkları baskınla köyü yakıp yıktılar. 2 köylüyü öldürdüler ve 12 geçici köy koruyucusunu da gözaltına aldılar. Yakınları, korucu akrabalarının salıverileceğinden emin, beklemeye başladılar. Fakat onlardan bir daha hiçbir haber alınamadı. Korucular, yapılan işkenceler sonucu öldürülmüş ve tabur içine gömülmüşlerdi. O dönemde kayıplara ilişkin haberler, resmi görevliler tarafından, “PKK işi”, “TSK’yi yıpratmaya yönelik haberler” olmakla suçlandı. Fakat 18 Temmuz 2009 tarihli Taraf gazetesi, Derecik taburunda yaşananları manşetine taşıdı ve 12 köy korucusunun öldürülmesinin bizzat Yarbay Ali Çamurcu’nun emir ve komutasıyla gerçekleştirildiğini yazdı. Yapılan kazı çalışmalarında insan kemikleri ve askeri malzemeler çıktı. Esasında kaybedilen köylülerin yerinin birçok kimse tarafından bilindiği de son gelişmelerle ortaya çıktı. Eski Kürt milletvekili Esat Canan, zamanında köylülerin faillerini ve gömüldükleri yeri dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ilettiğini, ama Demirel’den “devlet adam öldürmez” cevabını aldığını, olayın üzerinin örtüldüğünü söyledi. Kayıp yakınları Galatasaray Meydanında yaptıkları basın açıklamasında, yıllardır resmi görevlilerin söyledikleri yalanlara inanmadıklarını belirterek, “artık bu topraklarda hiç kimse devlet insanları gözaltında kaybetmedi diyemez, artık hiç kimse gerçekleri gizleyemez” dediler. Cumartesi Anneleri, Derecik Tabur Komutanı Yarbay Ali Çamurcu ve Astsubay Fatih Akçay’ın yanı sıra, dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı da dâhil sivil-asker ve adli yetkililerin yargılanmasını talep ettiler. İtiraflara, belgelere, tanıklara rağmen suskunluk sürüyor. Gerçeklerin ortaya çıkması için mücadele etmek gerekiyor. Türk işçilerin, ezilen Kürt halkının acılarının dinmesi ve kayıpların faillerinin bulunup yargılanması için Kürt emekçilerle birlikte mücadele vermesi gerekiyor. 


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum

Avusturya’dan Haberler A

vusturya devlet radyo ve televizyon kuruluşu ORF’nin internet sitesinde yayınlanan bir haber, bazen egemen sınıfların ne kadar “dürüst” ve “realist” davranmak zorunda kaldıklarının güzel bir örneği olması açısından oldukça ilginç. İnsanların yaşadıkları sosyal-ekonomik ortamın insan sağlığına olan dolaylı-dolaysız etkileriyle ilgili olarak Oxford Üniversitesi sosyal-epidemoloji uzmanı David Stuckler başkanlığında bir araştırmacı grubu, AB üyesi 26 ülkede şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir bilimsel araştırma yapmışlar. Bu araştırma sırasında, söz konusu 26 ülkenin 1970-2007 yılları arasındaki zaman dilimine ait kayıtlı bütün istatistik verileri göz önüne alınmış. Verilerin kaynağı ise Dünya Sağlık Teşkilatı WHO ile Uluslararası Çalışma Örgütü ILO. Araştırmanın ortaya çıkardığı gerçekler oldukça ürkütücü. İşsizlik oranındaki yıllık her %1’lik artış, 65 yaş altı grubundaki intihar vakalarının %0,8 oranında yükselmesine sebep olmuş. Bu da AB genelinde yılda 550 fazladan intihar vakasına tekabül ediyor. Buna paralel olarak cinayet vakaları da yine %0,8 oranında artmış. Ama bu arada “sevindirici” bir gelişme de olmuş! Trafik kazaları %1,4 oranında azalmış. İşsizliğin tırmandığı bir toplumda, otomobil sahibi insanların sayısının ters orantılı olarak düşmesinden ve buna bağlı olarak trafik kazalarının görece olarak azalmasından daha mantıklı ne olabilir ki? İşsizlik oranının bir yıl içinde %3’ün üzerinde yükseldiği daha kötü dönemlerde ise bunun insanlar üzerindeki yıkıcı psikolojik etkisi daha da dramatik bir durum almış. Bu dönemlerde intihar vakalarındaki yıllık artış oranı %4,5’e kadar yükselmiş. Bu da AB genelinde yıllık 3000 fazladan intihar vakası demek. Öte yandan aşırı alkol tüketimine bağlı ölüm olaylarının da bu dönemlerde %28 oranında arttığı tespit edilmiş. Bazı gelişmiş ülkelerin Keynesci politikalar çerçevesinde sosyal yardım ve harcamaları arttırdığı dönemlerde intihar olaylarında ve psikolojik rahatsızlıklarla ilgili şikâyetlerde gerileme gözlenmiş. Bu bilimsel araştırmaları yürütüp sonuçları medya organlarına takdim eden bilim adamları, biraz da içinde bulundukları küçük-burjuva sınıfsal konumlarından ötürü olsa gerek, bu ürkütücü manzaranın sorumluluğunu mevcut kapitalist sistemin sırtına yüklemek yerine, “daha sağlıklı sosyal politikalar üretilmeli” gibi yuvarlak lafları ağızlarında gevelemeyi tercih ediyorlar. Oysa gerçek bütün çıplaklığıyla ortada. Kapitalizmin insanlara işsizlikten, yoksulluktan, ruhsal bunalımlardan başka verebileceği hiçbir şey yok. Onlar da aslında bu “cinnet” düzeninin insan doğasında yaratmış olduğu yıkım ve tahribatın bal gibi farkındalar. Kısa bir süre önce Avusturya medyasında, bu zengin ülke için yüzkarası olarak değerlendirilmesi gereken bir haber daha gündeme geldi. Avusturya’da tam 100.000 çocuk, küçük, soğuk, kötü yalıtılmış ve rutubetli konutlarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu çocukların tamamı işçiemekçi ailelerinin çocukları ve bu ailelerin %45’i sosyal yardıma muhtaç, yoksulluk sınırında yaşayan aileler. Bu

çocukların büyük bir kısmının evlerinde oynayabilecekleri, ders çalışabilecekleri, uyuyabilecekleri bir çocuk odası bulunmuyor. Ekonomik anlamda zaten çok zayıf durumda bulunan emekçi ailelerinin satın alma güçleri, patlak veren krizle birlikte iyice düşmüş bulunuyor. Bundan 8-9 yıl kadar önce kendi para birimi olan şilingi tedavülden kaldırıp avro kervanına katılan Avusturya’da, “serbest piyasa ekonomisi” kuralları gereğince kontrolsüz bırakılan fiyatların başını alıp gitmesi neticesinde, yeni para birimi emekçi halka yalnızca pahalılık ve yoksullaşma getirdi. Mal ve hizmet fiyatları kısa bir süre içinde spekülatif şekilde ortalama %40 civarında artarken, işçi ve emekçilerin ücretleri birebir avroya ayarlanarak, hiçbir reel artış yapılmaksızın ödenmeye devam edildi. Aradan geçen yıllar boyunca bu eğilim hızını yitirmedi ve bugün ülkedeki mal ve hizmet fiyatları, şiling dönemine göre %100 artmış durumda. Kısaca özetlemek gerekirse, Avusturya emekçi halkı da kapitalizmin yıllardır sürdürdüğü neo-liberal, emek düşmanı politikalardan payını fazlasıyla almış bulunuyor. Avrupa Birliği genişleme süreci kapsamında Birliğin bünyesine alınan eski “sosyalist” ülkelerin bazı “uyanık” vatandaşları ise, bu gelişmeden kendilerine yeni gelir kaynakları yarattı. Bu ülkelerden Schengen anlaşması sayesinde pasaport bile göstermeden Avusturya’ya “turist” olarak gelen genç ve güzel kadınlar, Avusturyalı para babalarının cinsel fantezilerine cevap verip, kendi ülkelerindeki koşullarla kıyaslandığında astronomik sayılabilecek paralar kazanıyorlar. Erkekler ise suç çeteleri oluşturup hırsızlık, dolandırıcılık, yankesicilik, dilenci mafyası gibi sektörlerde sıradan Avusturya vatandaşının canını yakacak faaliyetlerde bulunup yolunu buluyor. Ahlâki çöküntü, fuhuş, çocuk pornosu, çocuk tacizciliği, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, seks turizmi, işsizlik, yoksulluk, ekonomik kriz, cinnet ve bunalım. İşte o allı-pullu Avrupa Birliği’nin Avrupa halklarına bahşettiği pembe hayat budur! Bu manzara karşısında hükümet ortağı Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin öngördüğü çözüm, Viyana’daki polis kadrosunu 1000 yeni polisle takviye etmek. Parti, bastırdığı bir bildiriyle, halktan bu konuda destek istiyor. Bir burjuva partisinden daha realist ve ayakları yere basan çözümler üretmesini beklemek zaten hayalcilik olurdu. Çünkü onlar bu düzenin sahibi olan egemenlerin politik temsilcisi ve mevcut sistemin muhafaza edilmesi bu “profesyonel” siyasetçilerin de var olma koşulu. Ekonomik küçülme ve şirket iflaslarına paralel olarak hızla tırmanan işsizlik Avusturya kapitalizmine alarm çanları çaldırırken, yakında bir şeylerin patlak vereceğinden korkuya kapılıp daha fazla kolluk gücü oluşturmaya çalışan bu burjuvalar, kurmayı tasarladıkları 1000 kişilik ilave polis kadrosuyla belki işsizliği de azaltmayı hedefliyorlar, kim bilir?! Sonuç olarak o polislerin maaşları ve teçhizatları da bu emekçi halkın ödediği vergilerden karşılanmayacak mı?! Avusturya’dan A.E.

41


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum

Pes Dedirten Haberler B

urjuva gazetelerinden birinde yer alan ve dikkatimi çeken bir haberi sizlerle paylaşmak istedim sevgili Marksist Tutum dostları. Haber şöyle başlıyor: “New York Times, sıradan insanların krize karşı geliştirdikleri stratejileri yazdı. Krizin mağdurları artık otomobil yerine daha fazla bisiklet kullanarak işlerine gidiyor, evini arkadaşıyla paylaşıyor, evi yakın olanlar araç kullanmayıp market arabalarını evine kadar götürüyor”. Carolina isimli kadın “Çok şükür ki işim var, şimdilik garanti ve hiç sıkıntıya girmeyecekmişim gibi görünüyor” demiş. Don “Yiyecek satan dükkânların olduğu bölgelere, Cumartesileri dükkânların kapanışından bir saat önce gidin, belki bu şekilde kolay bozulabilir yiyecekleri daha ucuza alabilirsiniz; dışarıda öğle yemeği yemeyin, hafta sonu bile dışarıda yemeyin; bakkala her gün değil haftada bir kere gidin” önerisinde bulunmuş. Dostlar bakın Jim neler anlatmış: “Evimde balık ve sebze yetiştiriyorum, eğlenceli ve tasarruflu oluyor, ördek ve kaz avına çıkıyorum, kriz bedava ve besleyici gıdaları öne çıkardı.” George “Stajyer öğretmenim, ücret almadan çalışıyorum, öğle aralarında para kazanabileceğim bir iş arıyorum, az para harcamak için evimde arkadaşımla yaşıyorum” demiş. Devam edeyim dostlar, Barbara “Eskimiş 50 kıyafetimi sattım para kazandım”, Peter “Tuvalet, banyo vb. doğal ihtiyaçlarımı giderirken su tasarrufu yapıyorum” demiş. Bir başkası krize karşı şu stratejiyi düşünmüş: “Düşünmezseniz krizi, beyniniz yorulmaz, geleceği düşünmekten vazgeçtim, daha rahat olacağımı düşünüyorum.” Dostlar içinizden “YETER ARTIK!” dediğinizi hissettim. Patronların bu düzmece yalanlarına kocaman bir YETER de benden. Ama sadece bu tepkimiz yeterli olamaz bu kokuşmuş emperyalist kapitalist sistemi yerle bir etmek için dünyamızdan. Yeryüzünde biz işçilerden daha büyük aileye hiçbir canlı sahip değil. Bunu ben, Marksizmin ışığında yol alan Marksist Tutum’u takip ederek, örgütlü mücadelenin vazgeçilmez önemini kavrayarak anladım. Dünya işçi sınıfını kurtuluşa götürecek örgütlü mücadelenin bir zincirine de sizler halka olursanız patronlara olan kinimiz mücadelemizle büyüyecek ve hiçbir güç bu örgütlü mücadelemizin önünde duramayacaktır. İşçileri koyun misali peşinden sürüklemekle görevli o burjuva gazetesinin o burjuva yazar-çizerlerine verecek cevabımız tabii ki olmalı (eğer sınıf mücadelesinden, proleter devrimcilikten besleniyorsak tabii ki). “İki sınıf var dünyada, patronlar sınıfı ve işçi sınıfı.” Biz işçiler hayatımızın bütün alanlarında olayları değerlendirirken bunu akıldan çıkarmamalıyız. Ancak o zaman işçi sınıfımızın çıkarlarına hizmet etmiş oluruz. Evet dostlar, olayları işçi sınıfının çıkarları açısından değerlendirmek var, patronlar sınıfının çıkarlarına hizmet etmek var. 1917 Ekim Bolşevik Devriminin önderi Lenin’in sorusunu ye-

42

niden hatırlamak gerekiyor: “Hangi sınıftan yanasınız?” Carolina, Jim, Ahmet, Helin, Nina, Barbara… İsimleri farklı ama sınıf çıkarları ortak olan dünya üzerindeki bütün ezilenler, işçiler olarak bizler, işçi sınıfımızın kurtuluşu için örgütlemeli, örgütlenmeli, yolumuzda sabırla yürümeliyiz. İşte o zaman yeryüzündeki bütün güzellikleri yaratanları kimse “sıradan insanlar” diyerek aşağılayamayacak! İşte o zaman belki evinden kilometrelerce uzaklıktaki marketten yahut işinden yorgun argın dönerken yürümek zorunda kalmayacaksın! İşte o zaman kira pahalılığından dolayı küçücük odacıklı bir ev aramak zorunda kalmayacaksın! İşte o zaman daha ucuz olsun kandırmacalarıyla haftanın bilmem kaçıncı gününün gece yarılarını beklemek ya da haftada bir bakkala uğrayıp guruldayan karnını doyurmak mecburiyetine düşmeyeceksin! İşte o zaman bir iş yetmiyor hayatımı devam ettirebilmek için ek işler lazım demek zorunluluğundan kurtulacaksın! İşte o zaman geleceği düşünürken korkuların değil umutların olacak! Nazım Hikmet’in dediği; gibi güneşli, güzel günler göreceğiz. Sadece Mücadelene, Örgütlülüğüne ve Özgücüne Güven! Krizin Faturası Patronlara! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Gazi Mahallesinden işsiz bir kadın işçi

Kapitalist Düzen Çürütüyor

G

azetelerde her gün boy boy haberler çıkıyor. Annesini öldüren kız çocuğu! Çocuğunu öldüren anne-baba! Komşusunun çocuğunu sobada yakan kadın! Karısını boğan koca! Ve daha bunun gibi bir sürü haber. Düşünüyorum da bu nasıl bir düzen? Tecavüzle, cinayetlerle, katliamlarla günden güne çığırından çıkıyor her şey. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlar? Nasıl oluyor da bunca vahşeti yapabiliyorlar? Ama suç sadece bunları yapan insanların mı? İnsanları bu kadar acımasız ve gözü dönmüş yapan ne? Ne onları her geçen gün bunca vahşete iten? Tabii ki bu kapitalist düzenin ta kendisi... Bu düzenin pislikleri, namussuzluğudur aslında insanları bu hale getiren. Bu düzenin bataklığı gün be gün insanları daha çok içine çekiyor ve çürütüyor. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla herkesi içine çekiyor bu bataklık. Örgütsüz hiç kimse kendisini bunun dışında tutamıyor ve tutamayacak da. Nasıl ki 11 yaşındaki kız çocuğu sınava girmek için annesini öldürürken bunun dışında kalamadıysa. Eğer işçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ayağa kalkıp bu bataklığı kurutamazsa, kapitalist düzenin insanlığı barbarlığa sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır. Aydınlı’dan bir işçi


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum

Hastanelerin Birleştirilmesi Kararına Tepki V

alidebağ Devlet Hastanesi önünde 15 Temmuz günü yapılan basın açıklamasında, Validebağ Devlet Hastanesinin Üsküdar Devlet Hastanesiyle birleştirilmesi kararı hastane çalışanları ve demokratik kitle örgütleri tarafından protesto edildi. Devlet, Validebağ Hastanesini bir başka hastaneyle birleştirerek, hastanenin son derece güzel olan arazisini birilerine peşkeş çekmek istiyor. Basın açıklamasına hasta yakınları da katıldı ve “hastaneleri birleştirme” kararına tepkilerini gösterdiler. Gözyaşlarını tutamayan bir hasta yakını, hastanelerinden ve personelinden memnun olduklarını söyleyerek kararı protesto etti. Tepkisini dile getiren başka bir hasta yakını ise emekli öğretmen olduğunu söyleyerek Validebağ Hastanesinin kendi maaşlarından kesilen paralarla kurulduğunu, bugün hastaneyi tasfiye etmek isteyenlerin bu hastanede hiçbir hakkı olmadığını söyledi. “Şimdi bizden kesilen paralarla kurulmuş hastaneler birleştirme adı altında tasfiye edilecek” diyerek tepki gösterdi. Hasta yakınlarının basın açıklamasına katılmaları ve tepkilerini dile getirmeleri oldukça anlamlıydı. Çünkü bu

karar alınırken ne çalışanlara ne de bu hastanelerden yararlanan emekçilere fikirleri sorulmuştu. Sermeye hükümetlerinin politikaları sonucu hastanelerde tedavi olmak gittikçe zorlaşıyor. Pek çok alanda olduğu gibi sağlık ve eğitim alanındaki haklarımız da elimizden alınmaya çalışılıyor. Bütün bu saldırılara karşı ancak mücadele verirsek haklarımızın gasp edilmesini engelleyebiliriz. İstanbul’dan işsiz bir işçi

Kahrolsun Patronlar ve Onun Yardakçıları! İ

çinde bulunduğumuz kriz ortamının ateşi giderek bizi yakıp kavururken, burjuva politikacılar gerçekleri gizlemek için türlü yollara başvuruyorlar. Bunun son örneği, hepinizin duyduğu “Kriz Varsa Çözüm de Var” kampanyası. Krizlerin kapitalizmin doğasından kaynaklandığı gerçeğini örten bu kampanya ile sorunun, ürkek vatandaşların paralarını yastık altında tutmalarından kaynaklandığı iddia edilmektedir. Kampanyada bulunan örgütler ise şunlardır: TOBB, TİSK, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD, TESK, KAMU-SEN, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ. Yani bu kampanya işçi ve işveren örgütlerinin ortakça yürüttükleri bir kampanyadır. Kulağa garip geliyor değil mi? Patronlar sınıfının örgütleri kendi yarattıkları krizin faturasını biz işçi-emekçilere çıkarmaya çalışırken bunlara işçi konfederasyonlarının başındaki bürokratlar da katılıyor. Kendi örgütlerimiz “örgütsüzlüğümüz” nedeniyle bürokratlar eliyle yıpratılıyor. Geçtiğimiz günlerde E-Kart grevcilerinin Kanyon’daki basın açıklamasında işçiler “İşçi Düşmanı Eczacıbaşı” diye slogan atarken Türk-İş yöneticileri hemen “Onlar bizim düşmanımız değil, sadece biraz huysuzlar!” diyerek pervasızca iç yüzlerini sergilemekten geri durmamışlardı. Bugün haberlere baktığımda ise Hak-İş başkanı Salim Uslu’ya fiyatı yaklaşık 160 bin euro olan bir

Mercedes S300 alındığını gördüm. Yani sendika ağaları bizlerden kesilen paralarla keyif yapmaktalar. Oysa krizden dolayı Hak-İş üyesi binlerce işçi işten atılmış ve konfederasyonun işbirlikçi tutumu nedeniyle buna karşı mücadeleye girişilmemişti. Sormamız gerekmiyor mu, “Eğer sendika bu kadar parayı bir arabaya verebiliyorsa, işten atılan üye işçilerine bu paraları dağıtması gerekmez mi?” Tabii ki biz örgütsüz ve dağınık olduğumuz sürece bu bürokratların keyfi tutumlarına karşı sesimiz cılız çıkacak ve onlardan hesap soramayacağız. Krizler kapitalist sistemin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Krizden kurtulmak pazara çıkıp alışveriş yapmakla değil onu yaratan kapitalist sistemi ortadan kaldırmakla mümkündür. Bu da ancak örgütlü işçi sınıfının mücadelesiyle mümkündür. Bu kriz sarmalından bir an önce kurtulmak için mücadele saflarımızdaki yerimizi almamız gerekiyor. Başka çaremiz yok! Kahrolsun Sendika Ağaları! Krizin Faturası Patronlara! Kapitalist Sistemi Yıkacağız, Sınıfsız Bir Dünya Kuracağız! Kocaeli’den işsiz bir işçi

43


Ağustos 2009 • sayı: 53

marksist tutum

Güvenli Geleceğin Yolu ÖSS’den mi Geçiyor? H

er sene milyonlarca öğrencinin katıldığı ÖSS sınavını geride bıraktık. Bu sene bir buçuk milyona yakın öğrenci üniversiteli olma hayaliyle 195 dakikalık bir koşu yarışı yaptı. Öğrencilere beyaz önlük giyebileceği bir iş, güzel bir ev ve araba, mutlu bir hayat, yani “güvenli bir gelecek” için tek çıkış kapısı olarak gösterilen ÖSS, patronlar için, işçi ve emekçi çocuklarına burjuva ideolojisinin pompalandığı, her sene çoğalan işsizler ordusuna katılacak insanların uyutulduğu bir araçtır. Üstelik bu ve benzeri sınavlara hazırlama gerekçesiyle kurulan dershanelerle, kurslarla vs., bu sınav korkunç kârların döndüğü büyük bir pazar haline de gelmiş durumda. Kapitalist düzenin egemenleri olan patronlar sınıfının sermayelerine sermaye kattıkları üretim alanlarında, teknik elemanlara ihtiyacı vardır. Türkiye’de teknolojik gelişmelerle beraber fabrika ve iş sahalarında mühendis, öğretmen, doktor, mimar, operatör, yönetici vb’ye olan ihtiyaç arttı. Hem kapitalist çarkın bu mesleklere gerek duyması hem de işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda refah düzeyinin görece yükselmesi, geçmiş yıllarda işçi ve emekçi çocuklarının da üniversitede eğitim görmesine olanak sağlıyordu. Fakat 90’lı yıllardan sonra bu tür iş kontenjanlarının dolmasıyla beraber üniversite mezunlarının iş bulma imkânları zorlaşmaya başladı. Hele 2000’li yıllarda işçi

sınıfının hayat koşullarının zorlaşması ve uzun zamandır yaşanan ekonomik krizle beraber istihdam alanlarının oluşturulmaması işçi çocuklarına üniversitelerin yolunu neredeyse kapattı. Bir işçi çocuğunun üniversiteye girme “serüveni” genelde şöyledir: Lise son sınıfa kadar işçi aileleri dişini tırnağına takar, biraz birikim sağlamaya çalışır. Öğrenciler de tatillerde çalışarak dershane paralarını çıkarmaya uğraşırlar. ÖSS sınavına kadar ortalama bir öğrencinin harcaması 5000 doları bulmaktadır. Bu sınava girenlerin yarısından fazlası iki defa dershaneye gittiği için öğrencilerin masrafları hem artıyor hem de hayatlarının iki yılını dershanede geçirmiş oluyorlar. Daha sonrasında arkadaşlarının sırtına basarak, bir at yarışındaymış gibi koşturulan bu öğrenciler sınavı kazanabilen ortalama %30 civarındaki kesime girebilirlerse ne şans! Üniversitede ise har(a)ç parası adı altında alınan paralar ve eğitim süresi dâhilinde harcanan para, asgari ücretle geçinen bir işçi ailesi için korkunç bir meblağ oluşturuyor. “Güvenli bir gelecek” hayali ile bu zor koşullarda üniversiteyi bitirdikten sonra yüzümüze bir tokat gibi çarpan işsizlik bütün hayallerimizi tuzla buz ediyor. Mezunların çok azı kendi bölümlerinde iş buluyor. Ezici bir çoğunluk ise ya diplomalı fabrika işçisi oluyor ya da işsizler or-

dusuna katılıyor. Özellikle son yıllarda ciddi gelir sağlayan dershane patronları, işçi ve emekçilerin üzerinden ciddi kârlar elde ediyorlar. Üniversiteye hazırlık ve üniversite sürecinde burjuva ideolojisinin bombardımanına uğrayan öğrenciler işsizliğe nasıl yakalandıklarının farkında olmuyorlar. Sorunları kendilerinde görmeye başlıyorlar. Birçok gereksiz bilgiyle öğrencilerin kafaları meşgul ediliyor, ezberci eğitim anlayışıyla sorunları sorgulamaları engelleniyor. Fikir üretmeyen, her denileni yapan ve yalnızlaşan bireyler yetişiyor. Oysa patronların çocuklarının böyle kaygıları yok. Zaten çocukluktan itibaren özel hocalardan özel dersler alıyorlar. Özel okullarda eğitim alıp, kaygısız ve sorunsuz, hayatın zorluklarını hiç görmeden ailelerinin şirketlerinde yönetici oluyorlar. Tüm bu çelişkileri görüp bunlara karşı olan öğrenciler ise mitinglerle, boykotlarla buna karşı durmaya çalışıyorlar. En son Kadıköy’de yapılan ÖSS karşıtı mitingde açılan bir pankart dikkatimi çekmişti: “Hasankeyf Değil ÖSS Barajı Sular Altında Kalsın!” Bu çok doğal bir insani tepkiydi. “Sorunları çözmek yerine bütün doğal ve insani konularda engeller oluşturuyorlar”; sohbet ettiğim öğrenci arkadaşlar böyle söylüyorlardı. Doğal tepkiler verilmeden bilinçli tepkiler verilemez. “Bozuk Düzende Sağlam Çark Olmaz” demiş Pir Sultan Abdal. ÖSS eğitim sisteminin, eğitim sistemiyse kapitalizmin sorunudur. Değiştirmek istediğimiz eğitim sistemini onun parçası olduğu kapitalist sistemle beraber tarihin mezarlığına göndermek için bize dayatılan hayaller dünyasından çıkmalı ve Marksizmin kılavuzluğunda işçi sınıfının devrimci yolunda yürümeliyiz. Üniversitelere işçi çocuklarının girebilmesini sağlamak ve buraları insanlığın hizmetindeki bilimsel üretim kurumları haline getirmek bozuk düzenin kendisini yıkmaktan geçer. Bu bozuk düzeni yıkacak olan da Marksizm bilimiyle donanmış işçi sınıfının genç neferleri olacaktır. Eşit, Bilimsel, Parasız, Anadilde Eğitim İçin Mücadeleye!

Gençliğin Yolu İşçi Sınıfının Devrimci Yoludur! Tuzla’dan genç bir deri işçisi

44


sayı: 53 • Ağustos 2009

marksist tutum

Tersanelerde Neler Oluyor? D

ünyayı sarsan krizden en çok etkilenen sektörlerin başında tersane sektörü geliyor. Kriz etkisini göstermeden önce 2013 yılına kadar tüm tersaneler gemi siparişleriyle doluydu. Nitekim patronlar da bu siparişlere güvenerek “Tersaneler yurdun kalesidir”, “Ayakta kalacak tek sektör tersanelerdir” gibi açıklamalarda bulunarak tersane işçilerine ümit vermeye çalışıyorlardı. Ama 2008 yılının sonbahar aylarında gördük ki, kapitalist sistemde yıkılmayan kale yoktur. Nitekim bu kalenin yıkılması 15 binin üzerinde tersane işçisinin işsiz kalmasına neden oldu. Sadece işsiz kalan tersane işçileri değil, onların bakmakla yükümlü olduğu aileleri de zorlu kış günlerinde ortada kaldı. Tersanelerde işsizliğin bu kadar yüksek seviyelerde olması bizleri yanıltmamalıdır. Kriz tersanelerde etkisini daha tam anlamıyla göstermiş değildir. Yapımına başlanmayan siparişlerin hepsini geri çeken armatörler, yapımı devam eden gemileri almamak için de bin bir çeşit numara yapmaktadırlar. Nasıl olsa talep var diye düşünülerek sipariş üzerine yapılmayan gemiler de tersanelerin elinde kalmış durumdadır. İşte kapitalizmin plansız ve anarşik üretiminin çok somut bir örneği. Tam da bu sebeplerden dolayı bir hayli şikâyetçi olan tersane patronları, Ekonomik Koordinasyon Kurulunda bu sorunları masaya yatırdılar. Tersane patronları kendi sorunlarını şu şekilde sıraladılar: “Siparişlerin iptal edilmesinden dolayı banka kredilerimizi ödeyemiyoruz. Devlet, banka kredilerinde bize garantör olmalı. Banka kredilerinin ödeme süreleri ertelensin. İstihdam konusunda sıkıntılar yaşmaya başladık. İstihdam üzerindeki yükler hafifletilsin. Doğalgaz ve elektrik ucuzlatılsın. SSK ve vergi borçları ertelensin. Sektörün ayakta kalması için kamu kurum ve kuruluşlarının deniz vasıtaları ihaleleri süratle açılsın. Şehir hatları filolarının yenilenmeleri öne alınsın. Gemi inşasında destekleme primi getirilsin.” Krizin asıl yükünü çeken işçiler, ama patronlar bir güzel kendi isteklerini sıralıyorlar. Zaten binlerce işçi işsiz kalmışken ve istihdamda büyük bir azalma olmuşken, hâlâ işçilerin kendilerine pahalıya geldiğini pervasızca söyleyebiliyorlar. Patronların istekleri hiç bitmiyor. Yapılan gemilerin devlet tarafından garanti altına alınması ve her yapımına başlanan gemi için teşvik primi gibi birçok şey istiyorlar. Ama bu talepler içerisinde bir tane olsun işçilerin yararına olabilecek madde yok.

Kurulda ilerleyen saatlerde tersane patronlarının temsilcisi olan Türkiye Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) Başkanı Murat Bayrak söz alıyor. Sözlerine, gemi inşa sektörünün altın yumurtlayan tavuk olduğunu ve sektörün son 7 yılda Türkiye’ye 10 milyar dolar sağladığını söyleyerek başlıyor. Akabinde ise şunları da ekleyerek sözlerini bitiriyor: “Mali krizin ardından tersanelerdeki siparişlerin %25’i iptal edildi. Diğer siparişlerin de kredileriyle ilgili sorunlar yaşanıyor. Sektör çıkmazda. Devletin kredilere garantör olması, bu sorunu çözecektir. Tersanelerdeki yarım işler, Mayısa kadar tamamlanır. Sonrasında hiç iş yok. Şu anda bile yüzde 30 kapasite ile çalışıyoruz. Önlem alınmazsa, devlet ihaleleri devreye girmezse, sektörü çok büyük bir sorun bekliyor. Ama hükümetimizin soruna çözüm getireceğini umuyoruz.” Tam da bu noktada Murat Bayrak’a birkaç soru yöneltmek gerekiyor. Son 7 yılda kazanılan 10 milyar dolar için kaç tersane işçisi iş cinayetlerine kurban edildi? 2002 yılından bu yana patronların kârları için tam 79 işçi iş cinayeti sonucunda yaşamını yitirdi. Geçen sene artan ölümler üzerine Murat Bayrak kendisine yöneltilen “iş cinayetlerine karşı neden önlem alınmıyor?” sorusuna şu şekilde yanıt vermişti: “Bu kadar para getiren bir sektör için birkaç kişi feda edilmiş çok mu yani? Trafik kazalarında her hafta onlarca kişi ölüyor, gidin onlarla ilgilenin.” Patronlar için işçilerin ne değeri var ki? İşçiler onlar için sadece para demek. İşçiler patronlara kâr getiriyorsa vardır, kâr getirmiyorsa yoktur. Burjuvazi, karşısında örgütsüz bir işçi sınıfı görünce işte böyle pervasızlaşıyor. GİSBİR başkanının da dediği gibi, tersane işçilerini daha zor günler bekliyor. İşsizler ordusuna binlerce kişi daha katılabilir. Her geçen gün derinleşen krizle birlikte daha da kötüye giden yaşam koşulları altında işçiler açlık, yoksulluk, işsizlik ve en önemlisi emperyalist savaşlarla bir yok oluşa doğru sürükleniyorlar. Dünya proletaryasının krize karşı hazırlıksız yakalandığı bir gerçektir. Ama daha henüz hiçbir şey bitmiş değildir. Daha önümüzde yaşanacak kocaman bir hayat ve kazanılacak bir dünya var. Tabii bunların hiçbiri kendiliğinden olmaz. Hele ki bu zor dönemde burjuvaziye prim vermeye devam edersek işimiz çok zor. Daha fazla vakit kaybetmeden ve hiçbir sektör ayrımı yapmadan örgütlenmek gerekiyor. Bir tersane işçisi

45


Okurlarımızdan Ellerimizle Bir Yeryüzü Cenneti İnşa Edebiliriz Marksist Tutum dergisini ilk çıktığı günden beri hem okuyan hem de elimden geldiğince arkadaşlarıma okutmaya çalışan bir işçiyim. Kimsenin annesinin karnında Marksist fikirleri öğrenme şansı olmadığı gibi bir işçi olarak benim de Marksist fikirlerle tanışmam bana uzatılan bir el sayesinde gerçekleşti. Bana uzanan bu sıcak el hayatımı kısa bir zaman içersinde öylesine değiştirdi ki, içinde yaşadığımız dünyaya sadece bakmıyor aynı zamanda onu değiştirmek gerektiğine de inanıyorum. Sınıfımızın tarihini bilmek aynı zamanda bu mücadeleyi canlı tutulabilmek için bir sorumluluk yüklüyor insana. Bir işçi olarak düzenin sunduğu hayat karşısında ezilmişliğin verdiği acıyla da bilincim gelişti ve mücadeleye olan inancım var olan örgütlülüğümüzle bilendi. O nedenle sınıfımızın saflarında adeta karanlığı yırtarak yürüttüğümüz mücadelemiz her geçen gün işçi arkadaşlarımızın yüreklerinde sınıfsız, sömürüsüz, açlığın ve savaşların olmadığı bir dünya özlemini körüklüyor. Böylesi bir dünyayı işçiler olarak inşa edebiliriz! Dahası, ellerimizle yarattığımız olanca tazeliği ve güzelliğiyle yaşamın her alanında patronlar sınıfının daha fazla kârı için ürettiğimiz değerlere baktığımda kendi kendime şunu tekrarlarım: “Bir gün insanlığın ihtiyacı için üreteceğiz.” İşte o zaman, yeryüzünde tüm insanlığın bir “cenneti” yaşamasının olanaklarını inşa etmiş olacağız. Tepemizdeki asalaklar sınıfını devirdiğimizde, tüm insanlığın dünyanın tüm değerlerinden ihtiyacı oranında pay alacağı ve yaşamanın kendisinin bir zevk haline geleceği bir toplumu kuracağımıza olan inancımızla kavgamız büyüyor. Gebze’den bir işçi

Alt Sözleşme ya da Taşeronlaşma Alt sözleşme veya günlük dilde kullanıldığı şekliyle taşeronlaştırma, 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdiği krize karşı geliştirilen yeni bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Üretim yerinde işin bir kısmının işveren tarafından başka bir işverene verilmesi veya işverenin ürettiği ürünün belirli parçalarını, fabrika dışında alt sözleşme ile başka birine devretmesi şeklinde tanımlanan taşeronlaştırma uygulamasında, hem emek piyasasında rekabet tırmandırılarak ucuz işgücü olanağı yaratılmakta hem de sendikalaşma önlenmektedir. Taşeronlaştırmada temel amaç; sendikasız yerlerde sendikalaşmayı önlemek, sendikalı yerlerde işçilerin bir kısmının toplu iş sözleşmesinden yararlanmalarını engellemek, sendikalaşmayı zayıflatarak sendikanın toplu sözleşme yetkisini düşürmek, grev uygulanmasını önlemek, düşük ücretli işçi çalıştırmak ve çeşitli yasal yükümlülüklerden kurtulmaktır. Çalışmakta olduğum kimya fabrikası, sendikal çalışmayı önlemek ve yasal boşlukları kullanarak daha fazla kâr elde etmek için beş şirkete bölünmüş görünüyordu. İlk başlarda bunun nedenini anlayamamıştık. Aynı işi yaptığımız arkadaşımla farklı şirket bordroları alıyorduk. Ben çalışmaya başladığımda 220 çalışanı olan fabrikada 13 kişinin olduğu şirkette sendika vardı. Bizler de sendikal haklardan yararlanıyorduk, ta ki 2001 krizine kadar. Bu krizle birlikte, sendikalı olan ar-

46

Savaş Tamtamları Çalınıyor! Krizin işçi ve emekçilerin üzerindeki etkisi her geçen gün katmerleşerek artıyor. Bu da yetmezmiş gibi işçiler emperyalist savaşların ortasında can veriyorlar. Emperyalist kutuplar ise savaşın daha da kızışacağı günleri bekliyor ve beklerken de boş durmuyorlar. Dünyada silah ihraç eden ülkeler arasında 8. sırada bulunan İsveç’in silah satışı 2008 yılında bir önceki yıla göre yüzde 32 arttı. İsveç Devlet Silah İhracat Kontrol Dairesi’nin (ISP) yaptığı açıklamaya göre, İsveç geçen yıl 1 milyar 300 milyon euro değerinde silah ihraç etmiş. ISP en çok silah alan ülkeleri şöyle sıralıyor: Güney Afrika Cumhuriyeti, Danimarka, Hollanda, Yunanistan ve Pakistan. Ayrıca silah alan ülkelerin yüzde 87 gibi çok büyük bir kısmını AB ülkeleri oluşturuyor. Rakamlarda da gördüğümüz gibi emperyalist paylaşım savaşı gitgide kızışmaktadır ve AB ülkelerinin bu telâşı boşa değildir. Bir an önce silahlarını ve güçlerini artırarak bu paylaşım savaşında yerlerini tutmak ve pastadan daha çok pay kapabilmek için olanca güçleriyle bu paylaşım savaşında yerlerini sağlamlaştırmak istiyorlar. Ama bu silahlar tabanca, tüfekten ibaret değil. Savaş uçakları, kimyasal silahlar, tanklar, bombalar vs. gibi insanlığın sonunu getirebilecek silahlardır söz konusu olan Emperyalistler savaşı körüklemek ve işçilerin kafasına bu bombaları yağdırmak için gece gündüz çalışırken, biz işçiler boş mu duracağız? Tabii ki durmayacağız ve de kesinlikle durmamamız gerekiyor. Bizim de kendi saflarımızı sıklaştırıp emperyalist savaşlara karşı mücadeleyi yükseltmemiz gerekiyor. Bu da ancak ve ancak biz işçiler bir araya gelir ve örgütlü bir mücadele verirsek olur. İşte bu silahları o zaman burjuva düzenin kafasında patlatıp yok edebiliriz. Tuzla’dan işsiz bir tersane işçisi

kadaşlarımızın beşi çıkarıldı, üçü kapsam dışı bırakıldı ve sendika feshedildi. İki yıl sonra taşeron şirket işyerimize girdi. Kriz bahanesiyle işten çıkartılan arkadaşlarımızın yerine taşeron şirket aracılığıyla yeni çalışanlar alındı, daha düşük ücretle işe başlatıldılar. 2008’e gelindiğinde, daha önce şirket politikası olarak sunulan “son giren ilk çıkar” masallarının yerini kriz bahanesiyle yoğun işçi çıkarmalar aldı. Taşeronlaşmadaki gerçek amaçları da böylelikle belli oldu. Daha öncekinden farklı olan ise bu sefer “son giren ilk çıkar”ın yerine eski ve maaşı görece yüksek olan arkadaşlarımız işten çıkartılmaya başlandı. Patronlar sınıfı içine girdikleri krizi en hafif şekilde atlatmak için bir araya gelip türlü yollara başvuruyorlar. Bizler işçi sınıfı olarak sistemin her zaman krizlere gebe olduğunu ve patronların krizlerden çıkmak için bizi gözümüzün yaşına bakmadan yeni-eski ayrımı yapmadan kapının önüne koyacaklarını bilmeliyiz. Patronların oyununu bozmak için işçi sınıfı olarak bir araya gelmeli ve emek cephesini örmeliyiz. Yoksa her krizle birlikte tepemize çöreklenen patronlar daha da gaddarca üstümüze çıkmaya devam edecekler. Bu yaşadığımız sistemden yalnızca örgütlü mücadeleyle ve bir arada olursak kurtulabiliriz. Birleşen İşçiler Yenilmezler! Marksist Tutum okuru bir petro-kimya işçisi


Okurlarımızdan Duydunuz mu, Demokrasi Geliyor!

Ücretlerimiz Eriyor!

Krizin gittikçe etkisini arttırmasıyla birlikte, dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçilerin üzerine binen yük de artmış durumda. 2009 yılının başında ABD başkanı seçilen Obama, “dünyaya barış getireceğim” sloganlarıyla dünya medyası tarafından işçi ve emekçiler açısından bir umut olarak lanse edilmişti. Ama şimdi içinden geçtiğimiz süreçte bunun hiç de böyle olmadığı kanıtlanmış oldu. Göreve geldiği ilk günlerde Irak’tan çektiği 16 bin askeri Afganistan’a göndermişti. Bu gelişmeyle birlikte Afganistan’daki savaşın daha da şiddetleneceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Nitekim bölgenin isyancı güçlerden kurtarılması gerekçesiyle Afgan hükümetiyle birlikte Helmand şehrinde Taliban’a karşı operasyon başlatıldı. Bölgeden gelen haberler, operasyonu yapılan saldırıların en büyüğü olarak belirtiyor. 4 bin ABD askeri ve 650 kadar Afgan asker ve polisinin bölgeye girişiyle birlikte hem karadan hem de havadan yoğun bir saldırı başlatıldı. Başkanlığa gelirken “barış elçiliği” rolünü çeşit videolarla, animasyonlarla dünyaya kabul ettirmeye çalışan Obama, bütün bu saldırıları da “demokrasi için” yapıyor! “Demokrasi için” insanlar öldürülüyor, “demokrasi için” insanlar aç bırakılıyor, “demokrasi için” insanlar evsiz, barksız sokaklarda yaşamak zorunda kalıyorlar! Peki kimin demokrasisi bu? Biz işçiler için olmadığı kesin! Burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda biz işçileri işte böyle kandırıyor. Tabii karşısında örgütlü bir güç olmayınca da pervasızlaşıyor. Eğer bu duruma dünya işçi sınıfı olarak dur diyemezsek son sürat yok oluşa doğru sürükleneceğiz. Buna dur demek tamamen kendi ellerimizdedir. Dünyaya gerçek demokrasiyi yalnızca biz işçiler getirilebiliriz. Hiç vakit kaybetmeden dünya çapında örgütlülüğümüzü oluşturup burjuvazinin bu kudurganlığına karşı mücadele etmeliyiz.

Kapitalizmin suyu iyice kaynamaya başladı. Krizin dibi görünmüyor. “Bize bir şey olmaz, teğet geçecek, kısa sürede toparlanacağız, piyasa canlanmaya başladı” lafları yemiyor artık. Bunun en somut göstergesi işsizlerin sayısının arttıkça artmasıdır. Uzun yıllar sonra dünyada ilk kez bu kadar çok işsiz var. İşsizler ordusu her gün büyümekte. Devletler sözde önlemler alıp, patronlara “işçileri işten çıkarmayın, biz size destek oluruz” diyorlar. Kimin parasıyla kime destek olacaklarsa? Patronların umurunda bile değil bu söylenenler, onlar yine bildiğini okuyor. İşler yolundayken canımıza okuyan patronlar, şimdilerde fazladan bir şey yapmalarına gerek kalmadan istedikleri politikayı hayata kolay bir şekilde geçiriyorlar. Dışarıdaki işsizlik işçileri tehdit ettiği için patronlar açısından işçileri ikna etmek daha da kolay oluyor. Nasıl mı? Zam dönemi geldiğinde bir laf ortada dolaşmaya başlar, “zamlar iptal edilmiş” diye. Bu işçilerin ağzında dolaşır durur günlerce ve zamanla zam almayı gündemlerinden çıkarır işçiler. Geriye kalan tek şey sorumlu birilerinin ağzından çıkacak birkaç cümledir: “Arkadaşlar, içinde bulunduğumuz durumdan dolayı zamlar iptal edildi!” Bu anlattıklarımı ben yaşadım, yaşamaya da devam ediyorum. İptal edilen zamlardan sonra şimdilerde de ücretsiz izinler konuşuluyor işçiler arasında. Yaklaşık üç haftadır nasıl olacağına dair sorular sorup cevaplarını veriyorlar ve ilk baştaki tepkiler yavaş yavaş azalıyor. Tepkilerin yerini ise “Yapacak bir şey yok, bekleyeceğiz, bu arada başka bir iş bulabilirsek çalışırız” düşüncesi alıyor. İzine çıkış tarihine bir hafta kalmasına rağmen herhangi bir açıklama yapılmış değil. Sessiz bir bekleyiş devam ediyor. Evet, patronların politikaları işlemeye devam ediyor şimdilik, ama nereye kadar? UİD-DER’in sergilediği “Uyanıştan Başkaldırıya” adlı tiyatro oyununda şöyle deniliyordu: “İşçiler yıllarca susuyor, susuyor ve bir anda patlıyorlar.” Evet, öyle. Patronların oyununu bozacak olan sadece örgütlü işçi sınıfıdır. Birleşen işçiler yenilmezler!

Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

Gazi Mahallesi’nden bir kadın tekstil işçisi

İşsizlik Fonu İşsizlere Ödeme Yapmalı! Milyonlarca işsizin İşsizlik Sigortası Fonundan yararlanma hakkı gasp edilmeye devam ediyor. AKP hükümeti tarafından yapılan yeni düzenlemeye göre İşsizlik Sigortası Fonu, işçilerden çok devlete ve patronlara aktarılacak. Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan yeni düzenlemeye göre, fonun nema gelirinin büyük bir kısmı 2012 yılında kadar devlet bütçesine aktarılacak. 2009 yılı sonuna kadar yeni işçi işe alan patronların sigorta primleri de fondan karşılanacak. Yeni düzenlemenin ertesinde, Türk-İş ve Hak-İş bürokratları, “fonun amacı dışında kullanıldığını” açıklamanın dı-

şında mücadele yönünde tek bir adım dahi atmadılar. Biz işçilerin ücretlerinden kesilen primlerle oluşturulan fon, devlet ve patronların kazanç kapısı oldu. Oysa fonun sahibi ve en çok ihtiyacı olan işsiz işçiler, fondan faydalanamıyor. Haziran ayı itibariyle fondan yararlanan işsiz işçi sayası 306 bin 213 kişi. Bu rakam milyonlarca işsiz içinde devede kulak kalıyor. Krize rağmen kanunlar patronlar için çıkmaya devam ediyor. Fonun gerçek sahibi olan bizler hakkımızı ancak mücadele ile alabiliriz. Fonun işçilerin denetimine geçmesi için haklı taleplerimizi örgütlü mücadeleyle yükseltelim. Sermayenin haklarımıza el koymasına izin vermeyelim. Kartal’dan bir işçi

47


Okurlarımızdan Kapitalizm Hasta Ediyor Selam dostlar. Ben çok yakın bir zamanda başımdan geçen bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum. Aslında kendimden değil, benden iki yaş büyük ablamın yaşadıklarından bir parça bahsedeceğim. Kriz henüz yeni yeni hissedilmeye başlandığı dönemlerde, ablam eşinin yüksek maaşına güvenerek mortgage tarzı bir borçlanmaya girmeye ikna etmişti eşini. Eniştemle bu durumu konuştuğumuzda ise bildik bir cevap geldi: “Kriz bizimki gibi bir şirkete dokunmaz. Velev ki dokundu. Bana bir şey olmaz.” Yaşamın çarkları iyi niyet tekerlekleri ile dönmüyor maalesef. Kısa süre önce kendisi işten atıldı, yüzlerce işçiyle birlikte. Ve artık ablam da çalışmak zorundaydı. İki çocuk vardı okuyan. İş hayatına girdiğinde yıllardır anlattığımız sigortasızlık, düşük ücret ve haksızlıklarla yüzleşti. Daha doğrusu çarpıştı. Bu duruma her karşı koyuşunda kapının önüne konuldu. Bir gün evden kardeşim aradı ve ablamın beni görmek istediğini söyledi. Kardeşimin sesi bana ciddi bir şeylerin olduğunu düşündürttü. Eve geldiğimde ev akrabalarla dolu idi ve ben hemen kötü bir haber alacağımı hissettim. Fakat ablam karşımda idi. Biraz solgun da olsa iyi görünüyordu. Ne oldu dediğimde, ablan seninle konuşmak istedi dediler. Hayırdır abla ne oldu dediğimde, “beni işten attılar, sigortamı yapmadılar, kalk kardeşim paramı almaya gidelim, onları mahkemeye verelim” dedi. Gözlerindeki donukluğu o an hissettim. Bir an bu benim ablam değil diye düşündüm

çocukça. Ablam psikolojik travma geçiriyordu. Annem, babam ve akrabaların bir kısmı gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Her şeye inanmaya hazır, beraber büyüdüğüm dünyalar neşelisi ablamın o durumuna inanamıyordum. İlerleyen günlerde iki haftası hastanede olmak üzere psikolojik tedavi gördü ve görüyor. Ben “bu sistem altında insanların ruh sağlıklarının iyi olma şansları olamaz” sözünün yakıcı gerçekliğine çok yakından şahit oldum. Toplumun çok büyük bir kısmı, bu tip rahatsızlıkları, oranları değişik olmakla birlikte yaşıyor. Ailesel şiddet, işsizlik, yoksulluk, geleceğe olan güvensizlik bombardımanı altında toplum nasıl sağlıklı kalabilir ki? İşçi kardeşlerim, bu davaya gönül vermiş mücadele arkadaşlarım, bu sistem bir şekilde öldürmemişse bizleri, emin olun yaşatmıyor da. Fabrikalarda karın tokluğuna güvencesiz çalışmak, çocuklarımızı belirsiz bir geleceğe, üç beş kodamanın eline bırakmak mıdır yaşamak? Yaşamak; telâşsız, mutlu, huzurlu, her doğan günün yeni güzelliklerle açıldığı bir şey olsa gerek. Gece yastığa koyduğunda kafanı, herkesin senin gibi tok yattığını bilmek belki de yaşamak. Gözyaşının yalnızca mutluluktan aktığı günleri umut ederek mücadele etmektir belki de. İnsanlığın kapitalist zebanilerden ve onların sisteminden kurtulacağı o günleri görmeyi çok istiyorum. Ama bunun mümkünlüğüne ilk sen inanacaksın ve inatla başka yüreklere taşıyacaksın. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Gebze’den işsiz bir işçi

Cezaevi mi Yoksa Fabrika mı?

Su Neden Zamlandı?

Çalıştığım perde fabrikasında baskı üzerine baskı yapılıyor. Fabrikada bütün bölümler 8 saat çalışırken, nakış bölümünde 12 saat çalışıyoruz. Yani haftada 24 saat, ayda ise 100 saat veya üzeri zorunlu fazla mesailere bırakılıyoruz. Haliyle fazla mesaiye gelmeyenler, itiraz edenler, belli bir saatten sonra dayanamayıp bölüm değiştirmek istiyor ama istekleri yerine getirilmiyor. Üstelik fazla mesaiye gelmeyenler işten atılıyor. Bölümünü değiştirmek isteyenlere izin verilmiyor, ama patronlar istedikleri işçiyi istedikleri zaman diğer bölümlere sürgün ediyorlar. Meselâ üretim bölümünden bir işçi Pazar mesaisine gelmeyince diğer bölümlere sürülüyor. Bir bölüm var, normalde 1. bölüm diye geçiyor, ama işçiler kendi aralarında “kapalı cezaevi” ya da “hücre” derler o bölüme. İşte fazla sesi çıkanlar burada çalıştırılıyor. Bu bölümün nasıl bir yer olduğunu anlatmak istiyorum. Öncelikle fabrikada hem klima, hem de havalandırma olduğu halde ne yazın ne de kışın çalıştırıyorlar. Kışın diğer bölümlerde sadece gömlek ve iş elbisesi giyilirken, hücre denilen bölümde çalışan işçiler gömlek, kazak, iş elbisesi ve üstüne mont giyiyorlar. Hâlâ içerisi buz gibi! Dayanamayıp hasta olanlar birkaç gün rapor alıyorlar ve birkaç gün sonra yeniden aynı bölüme devam ediyorlar. Orada bir işçi iki makineye bakıyor, haliyle 12 saat koşturup terliyoruz, belimizden terler akıyor. Bu bölümün arkasında bir kapı var, kapının altından soğuk geliyor. Ama ustamız bizi çok düşünüyor ya, telâyla bantladı! Telâyla bantlanan bir yerden soğuğun girmesi ne kadar engellenebilir ki? Söylediğim gibi gelen soğuk hava belli bir saatten sonra bacaklarımızı ve belimizi etkiliyor, yani bizi bu soğuk hastanelik ediyor. Bunun zararını diğer arkadaşlarım gibi ben de gördüm. Doktora gittiğimde önce fıtık var dedi, sonra film çekti ve bel düzlüğü olduğunu, fizik tedavi uygulanması gerektiğini söyledi. Şu bir gerçek ki bütün bu koşullar biz işçileri buluyor. Bu sömürü sisteminde kimileri makine altlarında yaşamını yitiriyor, kimileri kollarını veya parmaklarını, kimileri de çalışma koşullarından dolayı ağrılar içinde yaşıyor. Bu sistem bizi yok etmeden, biz bu sistemi yok etmeliyiz.

Aslında bu soruyu sormak bile anlamsız. Devlet sermayenin devleti olunca, işçi ve emekçilerin payına dün olduğu gibi bugün de yine zam düşüyor. İşçi ve emekçileri ölümü gösterip sıtmaya razı edenler, daha önce zam oranını yüzde 15 olarak açıklamışlardı. Zam oranını yüzde 8,5 olarak belirleyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, böylece tepkilerin önünü kesmeyi amaçlıyor. Sermaye devleti belediye hizmetleri ile işçi ve emekçilerden bir yandan vergi topluyor diğer yandan pahalı hizmetler veriyor. Temel bir insan ihtiyacı olan su, fahiş fiyatla pazarlanıyor. Üstelik işçi ve emekçi mahallelerine ancak kesintilerle ulaşabilirken, temiz de akmıyor. Ücretsiz ve temiz su hakkı, ancak işçi ve emekçilerin ortak mücadelesiyle mümkün olacak.

Esenler’den bir tekstil işçisi

48

Marksist Tutum okuru bir işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.