Kürtlere Kendi Kaderini Tayin Hakkı!
Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! • Alt-emperyalizm üzerine /2
Eylül 2009
• Ulusal sorun üzerine /1 • Kürt sorununda “açılım” sancısı
54
• 12 Eylül’ün 29. yılında • Grev ve direnişlerden süzülenler • İnsan ihtiyaçları sınırsız, kaynaklar kıt mı?
Kürt Sorununda “Açılım” Sancısı Levent Toprak
“K
ürt açılımı” tartışmaları tüm ateşiyle sürüyor. Konu siyasal gündemi aşağı yukarı bütünüyle işgal etmiş durumda ve bunun zorlama bir gündem yaratma çabasının ürünü olmadığı çok açık. Bu durum konunun kendisinin yakıcı niteliğinden kaynaklanıyor. Böylesi yakıcı ve ağır bir sorunda, hükümetin, bir “çözüm” getireceği vaadiyle yeni bir süreç başlattığını duyurmasının ve bu yolda birtakım görüşmelere girişmiş olmasının gündemi tümüyle işgal etmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Doğal olarak Türkiye’deki tüm siyasi görüş ve eğilimler de konuya ilişkin görüş bildirip, tutum belirliyorlar. Tartışmanın toplumun geniş kesimlerine sirayet ettiği bu şartlarda, işçi sınıfının bilinçli kesimlerinin doğru bir perspektifle hareket etmeleri ve sınıf kardeşlerine doğru bir bakış açısı vermeleri kuşkusuz özel bir önem taşıyor. Bu bakımdan enternasyonalist komünistlerin Kürt sorununda yıllardır savundukları pozisyonları mevcut “açılım” tartışmaları bağlamında bir kez daha somutlamak ve bu çerçevede, sürecin niteliğini, dinamiklerini ve yönelimini ortaya koymak gereklidir.
“Açılım süreci” Hükümetin “açılım süreci”nin neleri içerdiği henüz açıkça ortaya konmuş değil. Ama ellerinde genel çerçeve-
siyle bir plan olduğuna şüphe yok. Kendine özgü üslubuyla Erdoğan’ın “fazla zamanımız yok, bu meseleyi yılsonuna kadar çözmeliyiz” demesi de elde bir an önce uygulamaya sokulmayı bekleyen bir “yol haritası” olduğunu gösteriyor. Buna ilişkin hükümete yakın unsurlardan sızan ve hiç şüphesiz devlet içinde kendi kaynaklarına sahip statükocu-devletçi burjuva muhalefetin salvolarından anlaşılan bazı hususlar var: Kürtçe yerleşim adlarının iadesi, Kürdoloji enstitülerinin kurulması, Kürtçenin kullanımı bağlamında anadilde eğitime varan bir süreç, yerel yönetimlerin yetkilerini ve serbestliğini arttırmak, anayasada vatandaşlık tanımında değişiklik vb. Bunların bir niyet ve plan dahilinde tasarı olarak mevcut olup olmaması ayrı bir sorundur, önümüzdeki dönemde hayata geçip geçmeyeceği ya da ne ölçüde geçeceği ayrı bir sorun. “Açılım süreci” kapsamında hükümetin çantasında neler olabileceğine dair yukarıda sıraladığımız hususların bir gerçekliği var mıdır? Sıralananlardan biraz eksik biraz fazla olabilirse de, bunların tasarı olarak varlığından şüphe etmek için bir sebep bulunmuyor. Burjuva siyasetin kurtlar sofrasında, rakipleri tarafından ciddi biçimde hırpalanacağını bile bile, hükümetin böylesi bir siyasi riske girmesi dahi kendi başına çok şey anlatıyor. O da kendisinden önceki hükümetler gibi Kürt sorununda işi “otomatik pilota” bağlayıp idare-i maslahat yolunu seçebilirdi. Ve doğrusu
1
marksist tutum
bugüne kadar elinden geldiğince öyle de yapmıştır. Ama iş bugün MGK genel sekreterliği yapmış eski bir büyükelçinin (Ümit Pamir) ağzından Kürtler arasında referandum yapılması önerisi yapmaya kadar varmışsa, herkes Öcalan’ın ilan edeceği yol haritasını bekler hale gelmişse, artık daha fazla ertelenmesi zor görünen bir ihtiyacın söz konusu olduğu açık demektir. Tartışmanın ölçüsüz hararetine, polemiklerin sertliğine ve yoğunluğuna, argümanların içeriğine, statükocu burjuva muhalefetin olası gelişmelerin önünü almak ya da sınırlamak için sergilediği tutuma ve tehditlerine bakıldığında “paketin” bir hayal ürünü olmadığı anlaşılabiliyor. Düzen cephesi içinde en azından bir kesimin, dünyanın başka yerlerindeki ulusal/silahlı hareketler örneklerinde yaşananlara benzer bir süreç başlatma denemesi yapmak istediği açıktır. Nasıl Filistin’de FKÖ ile ve İrlanda’da da IRA ile görüşmeler yapılmak suretiyle, karşılıklı verilen hak ve ödünlerle buralardaki sorunlar yeni bir mecraya sokulmuş ve sonunda bu hareketler ehlileştirilerek yeni bir konuma gelmişlerse, Kürt sorununda da kaba hatlarıyla benzer bir şey istenmektedir. Ancak asıl mesele, bir planın mevcudiyetinden ziyade, ne ölçüde hayata geçeceği meselesidir. Ve bu da, Kürt hareketinin genel olarak bir bekleme durumu içinde olması ve örgütlü işçi hareketinin eksikliği nedeniyle, mevcut somutlukta asıl olarak düzen cephesi içindeki dalaşmanın seyrine ve uluslararası konjonktüre bağlıdır. Bu süreç, daha önce defalarca olduğu gibi, yine geriye çevrilebilir, akamete uğrayabilir ya da ancak kısmen hayata geçirilebilir. Bunların hepsi somut olasılıklar dahilindedir. Ve bu çerçevede, ortaya ele avuca gelir bir sonuç çıkmaması, esas itibariyle düzen içindeki “istemezükçü” güçlerin ağır basmasının sonucu olacaktır. Bu seferki süreç de, daha öncekiler gibi, ciddi çelişkilerle yüklüdür, ciddi sınırlılıklar ve darkafalılıklar söz konusudur. Günlük gazetesinin kapatılması, Öcalan’ın avukatlarla görüşmesinin engellenmesi, Kürt hareketini adeta muhatap almamak için gösterilen gayretkeşlik, muhalefetin salvoları karşısında hemen geleneksel devlet söylemine sarılmalar, sürdürülen askeri operasyonlar vb., bunlar hep sürecin çelişkili ve sallantılı niteliğini ortaya koyuyor. Nitekim “açılım” meselesinin duyurulduğu günleri takip eden yaklaşık bir aylık süre genel olarak ılımlı bir hava içinde geçmesine rağmen, karşı güçlerin bastırması sonucu son günlerde bu hava nispeten kırılmış görünmektedir. Ancak salvolar karşısında bazı oportünist beyanlara rağmen hükümetin şimdilik geri kaçmaya başladığı söylenemez. Bu tür dalgalanmalar muhtemelen defalarca olacaktır. Sonunda hükümetin ve onunla birlikte hareket eden devlet güçlerinin bu basınca ne kadar direnebileceklerini
2
Eylül 2009 • sayı: 54
süreç gösterecek. Bu da bizi, içerdiği siyasi risklere rağmen, hükümetin ne sebeple böylesi bir “açılıma” giriştiği sorusuna getirir. Sebeplerin ne olmadığı çok açıktır. Hükümet bu işe ne demokrasi sevdasından, ne “artık kardeş kanı akmasını durdurmak” ve “anaların gözyaşını dindirmek” istediğinden, ne de mazlum Kürt halkının acılarına gerçekten son vermek istediğinden kalkışmaktadır. Genel bir ifadeyle koyacak olursak, hükümet, Türkiye kapitalizminin ve emperyalizmin artık ertelenmesi neredeyse imkânsız hale gelmiş yakıcı istek ve ihtiyaçlarının bir sonucu olarak bu işe girişmektedir. Türkiye’nin Kürt sorunu, ki bu egemenlerin gözünde esas olarak arkasında halk desteği olan güçlü bir silahlı hareketin varlığı sorunudur, hem Türkiye hem de ABD ve AB egemenleri için ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Burjuvazinin uzun “çözüm” sancısı “29. Kürt İsyanı”nın daha öncekilerin birçoğunun aksine küçük ve bastırılabilir bir hadise olmadığı kesin biçimde ortaya çıktığı ve bunun aynı zamanda Türk kapitalizmi için büyüme ve yayılma fırsatları anlamına gelen yeni bir uluslararası konjonktüre denk geldiği andan itibaren, Türk egemen sınıfı içinde Kürt sorunu konusunda bir yaklaşım ayrılığı baş gösterdi. Geleneksel çizgiden farklılaşan bir eğilim Kürt sorununun kaba bastırma ve inkâr ile ortadan kaldırılamayacağını, birtakım tavizlerle bu sorunun bir şekilde çözüm yoluna konması gerektiğini savunmaya yöneldi. Çünkü bu sorun Türkiye’nin Ortadoğu’da bir bölgesel güç olmasının ve kendi nüfuz alanını genişletmesinin, özetle Türkiye kapitalizminin gelişmesinin önünde ciddi bir engeldi. Ancak daha ziyade geleneksel statükocu devlet aklı ve politikalarını özümsemiş ve tüm refleksleri buna göre şekillenmiş temel devlet kurumları ve kadroları bunda ciddi risk görüyor ve buna razı gelmiyordu. Bu farklılaşma aşağı yukarı Özal’dan beri, yani 20 küsur yıldır böyledir. Elbette egemen sınıf içinde yürüyen bu mücadele salt Kürt sorunuyla sınırlı değildir. Türkiye’de kapitalizmin geldiği yeni gelişme aşaması, onun emperyalist yeniden paylaşım mücadelelerinde soyunması beklenen yeni işlevler, AB’ye katılım ve tüm bunlarla da bağlantılı olarak geleneksel devlet yapılanmasında zorunlu hale gelen bazı ciddi değişiklikler vb., tüm bu başlıklar mücadelenin konusu olmuştur. Ancak yine de bu mücadelenin en önemli ve yakıcı konusu Kürt sorunu olmaya devam etmiştir. Öyle ki, Kürt sorununda açılım savunan düzenin tepe noktalarındaki birçok sembol isim şüpheli ölümlere uğramıştır. “Çözümcü” eğilim yıllar içinde fırsatını bulduğu her konjonktürde konuyu gündeme getirmiş, tartıştırmak istemiş, hatta Kürt hareketiyle gizli temaslarda bulunmuş, ancak girişimleri her seferinde karşı eğilimin baskın çık-
sayı: 54 • Eylül 2009
masıyla sonuçsuz kalmıştır. Devlet aygıtında güçlü olan karşıt statükocu eğilim bu tür her girişimi sabote edecek provokasyon araçlarına sahip olma üstünlüğüyle bunu başarmakta zorlanmamıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki, bugünkü girişimin bir farklılığı, özellikle Ergenekon davası süreciyle bu güçlere ciddi darbeler vurulmuş ve sabotaj olanaklarının kısıtlanmış olmasıdır. Sonuç olarak Özal’ından Çiller’ine, Mesut Yılmaz’ına kadar hemen hemen tüm hükümetler bir yandan savaşı sürdürürken bir yandan da “federasyon”dan, “Bask modeli”nden, “Avrupa yolunun Diyarbakır’dan geçtiği”nden bahsetmek durumunda kalmışlardır. Ayrıca bu eğilimi yansıtan biçimde çoğu gizli kalmış çalışmalar yapılmış, birçok raporlar hazırlanmıştır. Bugün devletin kasalarında bu tür raporların yer aldığına şüphe yoktur. Böylece bu eğilim mücadelesini bir sarkacın salınımına benzetmek mümkündür. Bu sarkaç 20 küsur yıldır “çözümcüler” ile statükocular arasında salınıp durmuştur. Şimdi sarkaç bir kez daha “çözüm” yönüne doğru salınıyor. Bu seferki salınımın öncekilerden daha kuvvetli bir salınım olduğu birçok yönüyle görülebiliyor. Medyadaki belirtiler, hükümetin hamleleri, ordunun eskisi gibi yüksek perdeden sesini çıkarmaması, devlette bir mutabakattan söz edilmesi vs. sayılabilir. Ancak bu seferki süreç de, daha öncekiler gibi, ciddi çelişkilerle yüklüdür, ciddi sınırlılıklar ve darkafalılıklar söz konusudur. Günlük gazetesinin kapatılması, Öcalan’ın avukatlarla görüşmesinin engellenmesi, Kürt hareketini adeta muhatap almamak için gösterilen gayretkeşlik, muhalefetin salvoları karşısında hemen geleneksel devlet söylemine sarılmalar, sürdürülen askeri operasyonlar vb., bunlar hep sürecin çelişkili ve sallantılı niteliğini ortaya koyuyor.
Ulusal sorun kapitalizm altında çözülemez mi? Sosyalistlerin genişçe bir kesimi, genelde ulusal sorunlara burjuva düzen çerçevesinde bir çözüm olamayacağı düşüncesinden hareketle, Kürt sorunu bağlamında ortaya atılan “açılım”ın tümüyle bir aldatmaca, bir uydurmaca olduğunu sa-
marksist tutum
vunuyor. Bu hem burjuva siyasetinin hem de ulusal sorunun doğasını anlamamak anlamına gelmektedir. Bu kesimler, ulusal kurtuluş sorununu adeta toplumsal kurtuluş sorunu düzeyine yükselttikleri ve ona boyundan büyük anlamlar yükledikleri için, burjuva düzenin bu tür açılımlara yetenekli olmadığını varsaymaktadırlar. Oysa Marksizmin başından beri dikkat çektiği gibi ulusal sorunun tarihsel kapsamı burjuva demokratik sınırlar içindedir. Özü gereği burjuva düzenin temel kabullerine halel getirmeyen ulusal sorunlar, düzen sınırları içinde çözüme kavuşturulabilir nitelikte sorunlardır. Ulusal hareketler de, yine, yola nasıl çıkmış olurlarsa ve kendilerini hangi renklere boyamış olurlarsa olsunlar, son tahlilde burjuva siyasetin yol ve yordamları uyarınca hareket ederler. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş olduğu 20. yüzyılda sayısız ulusal kurtuluş mücadelesi yaşanmış ve bu yüzyıl boyunca sayısı 100’ü aşan yeni devlet kurulmuştur. Ve bu hiç de emperyalist-kapitalist düzenin yıkılması ya da ortadan kalkması anlamına gelmemiştir. Hatta tarihsel bir perspektiften bakıldığında, ulusal kurtuluş mücadelelerinin en büyük yaygınlığa ve başarıya ulaştığı 2. Dünya Savaşı sonrası dönem, bırakalım kapitalizmin ortadan kalkmasını ya da darbe almasını, kapitalizmin tarihindeki en canlı ve uzun ekonomik yükseliş dönemine denk gelmiştir. Demek ki, “burjuva düzen altında ulusal sorun asla çözülemez” ya da “egemenler ezilen ulusa hiçbir hak ve özgürlük vermez” gibi genel geçer varsayımlarla soruna yaklaşmak temelsizdir. Bu bakımdan her bir ulusal soruna kendi somut koşulları içinde bakarak ve hiçbir ihtimali göz ardı etmeyerek yaklaşmak en doğrusudur. Burjuva düzen, şartlar gerektirdiğinde, gönülsüz de olsa, burjuva demokratik sınırları aşmayan tavizleri verebilir. Bu, işçi sınıfı açısından burjuva düzeni allayıp pullamak ya da ona olduğundan büyük yetenekler yüklemek anlamına gelmediği gibi, düzene ve egemen sınıfa karşı her zaman azami bir şüphecilik ve güvensizlikle yaklaşma tutumumuzla da çelişmez. İşçi sınıfının büyük ve asli davası emeğin kurtuluşu davasıdır ve bu da burjuva düzenin sınırları içinde gerçekleşemeyecek bir davadır. O nedenle de düzenin her zaman en hassas olduğu sorun onun özünü hedef alan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Bu temel gerçekleri asla unutmamak gerekiyor.
3
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
Sosyalist solda şoven tutumlar Türkiye sosyalist solunun geniş kesimlerinin Kemalizm ve Stalinizm okulunda şekillenen şoven önyargıları, başka birtakım sorunlarda olduğu gibi, Kürt sorununda da sağlıklı tutumlar almasını engellemektedir. Özünde şoven olan tutum, anti-emperyalizm söylemiyle, anti-Amerikancılıkla örtülmeye çalışılmaktadır. Birkaç istisna dışında Türkiye sosyalist solunda Marksizmin devrimci mirasına dayanan sağlıklı bir tutum geliştiren yoktur. Bugün “açılım süreci” tartışmalarında da pek çok sol çevre, bütün vurguyu “bu ABD planıdır” diye yaparak MHP-CHP’yle aynı eksene yerleşiyor ve düzenin vermeye doğru itildiği birtakım demokratik haklara karşı konum alıyorlar. Meseleyi ABD’nin TC’ye dayatması olarak koymakla, bir yandan bizzat TC’nin Ortadoğu’ya dönük emperyalist-yayılmacı niyetleri olduğu gerçeğinin (kimileri buna yeni-Osmanlıcılık diyorlar) üstünü örtüyorlar; bir yandan da Kürt halkının taleplerinin haklılığını gözden düşürüyorlar. Bugün Kürt sorununa düzen cephesinden getirilmek istenen “çözüm”de ABD emperyalizminin de çıkarı olduğuna ve buna ilişkin plan/projelerin hazırlanmasında ABD emperyalizmiyle TC’nin işbirliği yaptığına şüphe yoktur. Ancak ne Kürt sorunu ABD’nin icadıdır ne de Kürt halkının ulusal demokratik talepleri temelsizdir. Bunların hepsi bu toprakların sahici sorunları ve talepleridir. Emperyalistler bir ulusal soruna parmak sokuyorlar diye, o ulusal sorun gerçekliğini ve ulusal demokratik talepler haklılıklarını yitirmez. Lenin’in de hatırlattığı gibi: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 1992, s.128-9) Doğrusu “emperyalizmin planı” diye yaygarayı koparanlar, o aynı emperyalizmin geçmişte Kürdistan’ı bölüp parçalayıp en büyük kısmını Türk egemen sınıfına teslim etmesi hakkında pek söz etmemektedirler. Aksine o anlaşmalarla tesis edilmiş sınırları kutsayıp yüceltmektedirler. Tam sosyal-şovenizme yakışır bir ikiyüzlülük! Yani emperyalizm benim milliyetçi çıkarlarımın işine geldiğinde sessizce yan cebime koy, gelmediğinde “emperyalizm” diye yaygarayı bas! Bu sosyal-şoven eğilimin en olgun temsilcisi konumundaki TKP (SİP), yayınladığı sözde Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesinde, “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır” diyebilmekte ve yerel yönetim yetkilerinin arttırılmasını bile Kürtlere çok görebilmekte, geleneksel devlet söylemiyle tam bir ağızbirliği ederek PKK’ye silah bırakma çağrısı yapabilmekte, başka metinlerinde de “uluslararası anlaşmalara dayalı devlet sınırları korunmalıdır” diyebilmektedir. Siyasetinin temel eksenini “ülkemizin birliğini koruma ve
4
güçlendirme” ilkesine dayandıran bir siyasetten de ancak bu beklenirdi. Birlik ve beraberliğin ancak gönüllülükten ve bunun ezilen halka kendi kaderini tayin hakkının verilmesinden geçtiği temel gerçeğini tümüyle hasıraltı eden bir tutum! Elbette şovenizme çıkan tutum ve yaklaşımların TKP (SİP) ile sınırlı olmadığını biliyoruz. ÖDP ve Halkevleri gibi çevreler hemen akla gelen belirgin unsurlar olarak zikredilebilir. Onların metinleri ve beyanlarında da çeşitli kılıklar altında şovenizmin sırıttığını görmek zor değildir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına bile almayan, hatta bıraktık bunu, mücadelenin yan ürünü olarak düzenin taviz niteliğinde verme noktasına geldiği demokratik hak ve özgürlükleri bile açık ve kararlı biçimde savunmaktan geri duran sosyalist kesimler, örneğin, Kürt sorununda “ancak emek eksenli bir çözüm gerçek çözüm olabilir” diyorlar. Bu tutumlar derinlere sinmiş ve incelmiş bir şovenizmden başka anlama gelmemektedir. Sosyalistlerin bu kesimleri, çoğu kez utangaç bir görünüm arz eden şovenizmlerini örtmek için, kulağa hoş gelen, ama son tahlilde yan yollara sapmaktan ya da konuyu bulandırmaktan başka anlama gelmeyen klişe sözler ediyorlar. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına bile almayan, hatta bıraktık bunu, mücadelenin yan ürünü olarak düzenin taviz niteliğinde verme noktasına geldiği demokratik hak ve özgürlükleri bile açık ve kararlı biçimde savunmaktan geri duran bu kesimler, örneğin, Kürt sorununda “ancak emek eksenli bir çözüm gerçek çözüm olabilir” diyorlar. Ne zaman Kürt sorunu alevlense ve somut dönemeçlerde açık bir tutum sergileme gereği doğsa, bunlar ulusal sorunu unutup “yoksul Kürt emekçilerinin sorunu”ndan, “Türk ve Kürt emekçilerin birliği”nden dem vurmaya başlarlar. Bu tutumlar derinlere sinmiş ve incelmiş bir şovenizmden başka anlama gelmemektedir. Türk sosyalist solunun şoven geleneğine de sahip çıkılarak ifade edilen, “kimse bu sorunları konuşmazken biz gündeme getiriyorduk” türü övünmelerle de bu şovenizmin üzeri örtülemez.
Devrimci işçi sınıfının tutumu Bugün yaşanan sürecin nereye varacağı, ne gibi sonuçlar üreteceğini tahmin etmek için henüz erken. Yukarıda da söylediğimiz gibi bu süreç büyük çelişkilerle yüklü, çetin bir süreç. Tüm sürecin gerisingeri dönmesi de, birtakım hakların elde edilmesi de mümkün. Ancak yine de unutulmaması gereken nokta şudur ki, süreç kısa vadede sonuçsuz kalsa bile, hiç de uzak olmayan bir sonraki adımda daha güçlü biçimde gündeme gelecektir. Kürt sorununun varlığının inkâr edilmesi ve mevcut durumun aynen sürdürülmesi bu noktadan sonra mümkün değildir.
sayı: 54 • Eylül 2009
Burada işçi sınıfının devrimci mücadelesi perspektifinden yapılması gereken şey, hangi gerekçeyle olursa olsun “açılım” sürecini baltalama anlamına gelecek bir çizgi tutturmak değil, bu vesileyle düzenin ikircikli biçimde açmaya zorlandığı demokratik hak ve özgürlükler penceresini sonuna kadar zorlamak ve ezilen Kürt halkının tüm demokratik ulusal haklarını elde etmesine yardımcı olmaktır. Enternasyonalist komünistler prensip olarak elbette tüm dünya halklarının birliğinden, kaynaşmasından yanadırlar. Ama bu ilke ancak ve ancak halkların gönüllülüğü temelinde gerçekleştirilebilir bir şeydir. Anahtar kelime gönüllülüktür. Gönüllülüğü temin etmenin tek yolu da ezilen ulusa kendi kaderini tayin hakkının (UKKTH) verilmesidir. Bu nedenle enternasyonalist komünistler ulusal sorun vesilesiyle yapılan tüm tartışmalarda asli ve gerçek çözüm talebi olarak özünde ayrı devlet kurma hakkı olan UKKTH’yi öne çıkarırlar. Ayrılıp ayrılmamaya karar verecek olan ezilen ulusun kendisidir. Zorbalıkla, haksızlıkla temin edilmiş bir birliği savunur konumda olanların anla-
marksist tutum
maz göründükleri şey şudur: birliğe ancak ayrılma hakkı yoluyla varılabilir. Rusya’da 1917 Ekim Devriminde Bolşevik Partinin hayata geçirdiği politika buydu ve bir milletler hapishanesi olan ülkede devrimin ardından azınlık milliyetlerin büyük çoğunluğu birliği tercih ettiler. Ayrılmayı tercih eden birkaç ülkeden biri olan Finlandiya’da halkın bugün bile Lenin’e yönelik büyük bir saygı duyuyor olması da bu doğru siyasetin sembolik bir ifadesidir. Açılım tartışmalarında düzen sözcüleri içinden ilk kez bir referandum önerisi de gelmiş bulunuyor. Bu öneriyi yapan kişi sıradan bir kişi değil, MGK genel sekreterliği yapmış eski büyükelçi Ümit Pamir. Bu vesileyle ortaya çıkan saptırmacalar ve tuzaklar karşısında şimdiden uyanık olmak gerekiyor. Pamir ayrılmayı isteyip istemediklerinin Kürtlere bir referandumla sorulması gerektiğini söylüyor. İlk bakışta çok radikal görünen ve Kürt halkına UKKTH veriliyor çağrışımı yapan bir öneri. Medyada bunu alkışlayıp destekleyen yazarlar da oldu. Ancak Pamir’in bu öneriyi bağladığı şartlar UKKTH’nin özünü tümüyle zedeleyici nitelikte. Birincisi, Pamir Kürtlere sadece ayrılmayı isteyip istemediklerinin sorulmasını istiyor. Şayet Kürtler ayrılmayı istemezlerse bunun dışında kendilerinin belirleyebilecekleri hiçbir seçenek sunulmuyor. Yani seçenekler, “ya ayrılın ya da bizim size dayatacağımız her şeye razı olun” şeklinde. Diyelim federasyon, özerklik, konfederasyon ya da başka bir biçimde birliği seçme hakkı yok! İkincisi, ayrılma cevabının kabul edilebilmesi için 3 kişiden 2’sinin evet demesini, yani salt çoğunluğu değil yüksek bir çoğunluğu şart koşuyor Pamir. Üçüncüsü ve en önemlisi, Pamir referandumun bir kez yapılmasını ve meselenin bununla kapanmasını talep ediyor. Oysa UKKTH özü gereği bir kereye mahsus bir hak değil, bâki bir haktır. Bir halk, tarihin belli bir döneminde bu hakkı belirli bir yönde kullanırken başka bir dönemde başka yönde kullanabilir. Elbette bu öneri, mevcut haliyle bile düzen açısından oldukça radikal bir öneridir. Nitekim bunu tümüyle sulandırıp anlamsızlaştırmak için, başkaları da referandumda Türklere de ne istediklerinin sorulması gerektiğini ortaya atmıştır. Böylece, ezilen ulusun kaderini, bu kez demokratik bir görüntü altında, yine ezen ulusun belirlemesi istenmiş olmaktadır. Düzen cephesi sorunun gerçek çözümünden uzak durmak için çırpınadursun, devrimci işçi sınıfı ulusal sorunun gerçek ve kalıcı çözümü olarak UKKTH’nin tanınmasını her fırsatta ileri sürmekle birlikte, bununla yetinmeyerek, tartışma konusu olan somut başlıklarda bütünleyici demokratik talepleri savunur. UKKTH’nin “tanınmasına bağlı olarak şu hususlarda bir mücadele de yürütülmelidir: 1) Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılması, (…) 3) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savu-
5
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
Enternasyonalist komünistler Kürt ulusal hareketini hedef alan askeri ve polisiye operasyonlara derhal son verilmesini, koruculuk sisteminin lağvedilmesini ve Kürt halkının siyasi temsilcilerinin talepleri doğrultusunda onlarla masaya oturulmasını savunurlar.
nan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesi, 4) Ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılması.” (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist.com) İlk madde kapsamında enternasyonalist komünistler Kürt ulusal hareketini hedef alan askeri ve polisiye operasyonlara derhal son verilmesini, koruculuk sisteminin lağvedilmesini ve Kürt halkının siyasi temsilcilerinin talepleri doğrultusunda onlarla masaya oturulmasını savunurlar. Bu bağlamda, tartışmalarda sıkça telaffuz edilen muhatap sorununun tek gerçek adresi de ulusal hareketin temsilcileridir. Tüm politik tutsaklar serbest bırakılmalı ve özgürce siyaset yapmalarının koşulları sağlanmalıdır. Yakın tarihlerdeki benzer silahlı hareketlerde (örneğin İrlanda’da IRA) de süreç böyle olmuştur. Yine bu bağlamda bir önemli husus “silahların bırakılması” meselesidir. “Çözüm” yanlısı olsun karşıtı olsun tüm düzen güçleri ve sözcüleri sürekli olarak PKK’nin kayıtsız şartsız silah bırakmasından, “dağdakilerin indirilmesi”nden söz ediyorlar. Ancak, silahlı mücadele veren bir siyasal hareketin, kendisiyle hiçbir müzakere yapılmadan, uğruna mücadele ettiği amaçlar bakımından hiçbir dişe dokunur adım atılmadan, karşılıklı anlaşmayla belirlenmiş güvenceler olmadan silah bıraktığı görülmemiştir. Bu tür çağrıları yapanlar arasında TKP (SİP) gibi kendine sosyalist diyenler varsa, bu ayrıca şovenizmin dikâlâsıdır. TKP (SİP) gibi sosyal şovenistlerin “Türkçenin resmi devlet dili olarak korunmasını” savunmalarına karşı enternasyonalist komünistler, hiçbir dile ayrıcalık tanınmamasını, başta Kürtçe olmak üzere, talep edilen tüm dillerin devlette, siyasette, eğitimde serbestçe kullanılmasına olanak sağlanmasını, bununla bağlantılı olarak anadilde eği-
6
tim hakkını savunurlar. Lenin’in şu sözleri rehber niteliğindedir: “Demokratik bir devlet, yerli dillere tam bir özgürlük tanımak ve herhangi bir dilin bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak zorundadır.” Aslında bu ayrıcalık meselesiyle doğrudan doğruya bağlantılı bir husus da “Türk milleti” ibaresidir. Şovenizmin resmi temsilcileri bu adlandırmanın etnik bir göndermesi olmadığını savunacak kadar pişkinlik göstermektedirler. Eğer bir ülkenin adı o ülkede yaşayan halkların birine ayrıcalık tanıyorsa ve diğer halklar bundan rencide oluyorsa bunun demokratik açıdan savunulabilir hiçbir tarafı olamayacağı açıktır. Ekim Devrimi sonrası Çarlık topraklarında kurulan işçi devletinin adında ne etnik ne de coğrafi bir gönderme yapılmış, yalnızca devletin niteliğini (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) vurgulayan bir adlandırma seçilmişti. Bu da demokrasi ve özgürlük söz konusu olduğunda işçi sınıfının üstünlüğünü gösteren bir semboldür. Toparlayacak olursak bugünlerde başlatılmış görünen “açılım” süreci fiiliyatta nasıl ilerlerse ilerlesin, işçi sınıfına düşen, bir yandan ısrarla ilkesel olarak UKKTH’yi ileri sürmek bir yandan da onu somut süreçle bütünleyici biçimde demokratik talepleri ileri sürerek açılım penceresini sonuna kadar zorlamaktır. Sürecin çelişkilerine, Türkiye kapitalizminin yayılmacı planlarına ve büyük emperyalist güçlerin niyetlerine işaret etmek, Kürt halkının, nihai çözüm olmasa bile, bu süreçten birtakım kazanımlarla çıkmasını engelleyici bir tutumun dayanağı yapılamaz. Ana vurguyu emperyalistlerin “melun planları”na yapmak, ezen ulus konumundaki ve şoven önyargılarla dolu Türk emekçilerin bu önyargılardan kurtulmasına değil, aksine onların daha da pekişmesine hizmet eder.
Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye /2 Elif Çağlı
Bölge gücü Türkiye Türkiye 1980 dönemecinden bu yana, burjuvazinin dışa açılma doğrultusunda gerçekleştirdiği yapısal değişim neticesinde sıçramalı biçimde yol aldı, ekonomisi büyüdü ve alt-emperyalist bir ülke oldu. Fakat Türkiye, sermaye ihracı ve sermaye hareketlerinin küresel ölçekte yönlendirilmesi bakımından henüz üst emperyalist ülkeler düzeyinde bir büyük güç konumuna ulaşmış değildir. Ne var ki, Türkiye’nin kendisi sıcak parayı ve çeşitli sermaye hareketlerini çekmek açısından çok önemli bir pazardır. Ülke içine bu denli muazzam para akışı, Türkiye kapitalizmine bir anlamda olduğundan da daha zengin bir görünüm kazandırıyor. Ancak, kapitalizmin dünya ölçeğinde büyük bir sistem krizi yaşadığı bir dönemde bu durum Türkiye ekonomisini istenmeyen biçimde ısıtmakta, dünya borsalarındaki ani hareketler karşısında aşırı hassas ve kırılgan yapmaktadır. Günümüzde burjuva çevrelerin ve AKP hükümetinin Türkiye ekonomisine dair çizdikleri pembe tablolara karşın hakikatler bu yöndedir. Hızlı ve sıçramalı kapitalist gelişme süreçleri, gerek sermayenin yapılanmasında gerekse de iç ve dış siyasette yaşanan değişim ve sancılar eşliğinde yol alır. Türkiye’de de bu olmuştur ve halen de olmaktadır. İşin özüne inilecek olursa, aslında her siyasal statüko neticede verili tarihsel-iktisadi yapısal koşulların bir yansımasıdır. Bu koşullarda bazı esaslı değişikliklerin yaşanmasıyla birlikte yeni siyasi açılımlara, yeni konseptlere ihtiyaç duyulur. Türkiye’nin son dönem siyasi yaşamında egemen sınıf içinde cereyan eden çekişmeler de özünde bu olguların ürünü ve ifadesidir. Türkiye’nin son dönemi, büyük sermayenin iç yapılanmasındaki değişim açısından da ciddi gerginlik noktaları üretmektedir. Bu bakımdan egemen sınıf içi çekişmeler, yalnızca siyasal temsilciler ve kurumlar nezdinde var olan karşıtlıklardan kaynaklanmıyor. Oluşum dönemleri ve biçimleri ve de siyasal gelenekleri bakımından eski ve yeni (ya da yeniyetme) diye ayırt
Türkiye 1980 dönemecinden bu yana, burjuvazinin dışa açılma doğrultusunda gerçekleştirdiği yapısal değişim neticesinde sıçramalı biçimde yol aldı, ekonomisi büyüdü ve altemperyalist bir ülke oldu. Hızlı ve sıçramalı kapitalist gelişme süreçleri, gerek sermayenin yapılanmasında gerekse de iç ve dış siyasette yaşanan değişim ve sancılar eşliğinde yol alır. Türkiye’de de bu olmuştur ve halen de olmaktadır. İşin özüne inilecek olursa, aslında her siyasal statüko neticede verili tarihsel-iktisadi yapısal koşulların bir yansımasıdır. Bu koşullarda bazı esaslı değişikliklerin yaşanmasıyla birlikte yeni siyasi açılımlara, yeni konseptlere ihtiyaç duyulur. Türkiye’nin son dönem siyasi yaşamında egemen sınıf içinde cereyan eden çekişmeler de özünde bu olguların ürünü ve ifadesidir.
7
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
AKP’nin iktidar süreci, “yeni” sermaye gruplarının büyük sermaye çevreleri arasında ve siyasi temsilcilerinin ise devletin tepesinde kendilerine birincil derecede yer açmaya çalıştıkları bir dönemdir. Bu durum burjuva zirvede ciddi gerginliklere yol açmakta ve bu gerginlikler, yürütme, yasama ve en çok da yargı düzeyinde patlak veren krizlerle açığa vurmaktadır. edebileceğimiz sermaye grupları arasında da zıtlaşmalar mevcut ve bu durum egemen sınıf içi çatışma sürecine büsbütün yoğun ve karmaşık bir içerik kazandırıyor. Eski sermaye gruplarının yeniyetme sermaye gruplarını hazmetme ve böylece burjuva zirvede yeni sentezler üretme süreci de sancılı biçimde yol alıyor. Fakat AKP hükümetleri döneminde burjuva kamp içinde yaşanan kapışmalara görünürde “laik-dinci” biçimindeki siyasi saflaşma damgasını bastığından, işin bu kısmı biraz gölgede kalmaktadır. Türkiye’de uzun yıllar devlet korumacılığı altında palazlanarak büyüyen “eski” sermaye grupları ile görece yakın dönemlerde büyüyerek atılımlar yapan ve genelde “Anadolu sermayesi” denen “yeni” sermaye grupları arasında siyasi yapılanma ve gelenek bakımından önemli farklılıklar vardır. Ordu ya da askeri vesayet rejimi, genelde “eski” sermaye gruplarının başları sıkıştığında imdada çağırdıkları geleneksel yol arkadaşlarıdır. Oysa kökenleri İslamcı çevrelere, Anadolu sermayesine dayanan “yeni” sermaye grupları açısından durum farklıdır. Bu sermaye çevreleri, gelişip büyüme süreçleri boyunca siyasi yaşamda her zaman ordunun ve askeri rejimlerin üvey evlâdı olmuşlardır. TÜSİAD gibi büyük sermaye çevreleri tarafından ise fazlaca taşralı bulunarak dışlanmışlardır. Fakat nihayetinde AKP iktidarı ile birlikte durum değişmeye başlamıştır. Bu iktidar süreci, “yeni” sermaye gruplarının büyük sermaye çevreleri arasında ve siyasi temsilcilerinin ise devletin tepesinde kendilerine birincil derecede yer açmaya çalıştıkları bir dönemdir. Bu durum burjuva zirvede ciddi gerginliklere yol açmakta ve bu gerginlikler, yürütme, yasama ve en çok da yargı düzeyinde patlak veren krizlerle açığa vurmaktadır. Ayrıca gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli husus da vardır. Uzun yıllar devlet kurucu bürokrasiyle gayet dostane yaşamış “laikçi” sermaye çevrelerinin, gelişen bu tür krizler karşısında takındıkları tutumlar “İslam-
8
cı” sermaye çevrelerininkinden farklı olmaktadır. Şurası açık ki, tepede kriz yaratan konularda “eski” sermaye grupları, ekonomi kötü etkilenir korkusuyla statükocu bürokrasi ile daha kolayına uzlaşmaktadırlar. “Yeni” sermaye grupları ise, kendi çıkarları ve siyasal gelenekleri açısından yaşamsal bir sorun olduğundan, gerektiğinde statükocu asker-sivil bürokrasiye tavır alabilmektedirler. Despotik-devletçi gelenek nedeniyle, Türkiye’nin egemen resmi tarihi Batılı ülkelerde pek de olağan sayılmayan bir niteliğe sahiptir. Bu ülkede burjuva siyaset arenasındaki olguların adlandırılması ve değerlendirilmesi açısından bile resmi söylemle gerçekler arasında ciddi farlılıklar mevcuttur. Örneğin resmi tarihe bakılacak olursa, Kemalist laikliği savunan aynı zamanda çağdaş, demokrat hatta devrimci addedilir. Oysa gerçekte uzun yıllar siyasette asker-sivil bürokrasi ve devlet partisi CHP tarafından temsil olunan bu çizgi statükocudur ve siyaseten gericidir. Kemalist bürokrasinin “gerici” yaftasını yapıştırarak yıllar boyunca siyasi yaşamdan dışlamaya çalıştığı “merkez dışı” kesimler ise, askeri vesayet rejiminin son bulmasını isteyen ve bu kadarıyla liberalizmi savunan siyasi akım ve güçler yaratmışlardır. Dahası, geçmişteki başlıca örneği DP ve son örneği AKP olmak üzere, bu niteliği bünyesinde barındıran siyasal partiler halkın ezici çoğunluğunun oylarını alarak dönemin burjuva hükümetlerini oluşturmuşlardır. Şimdi de günün gerçeklerine buradan bakmak gerekiyor. Evet, asker-sivil bürokrasi statükocudur, gericidir. AKP ise geleneksel devletçi statükoya cephe alan ve Kemalist devlet yüceltmesi karşısında halkçı görünen yönleriyle liberal bir siyasi nitelik sergilemektedir. AKP, siyaset arenasında ipliği pazara çıkmış CHP gibi batak devletçi partiler karşısında bu özellikleri nedeniyle ezici bir üstünlük sağlamıştır. Yine aynı nedenlerle, kendini liberal-demokrat ve de yoksul halk kitlelerinden yana bir parti gibi göstere-
sayı: 54 • Eylül 2009
bilmiştir. Ancak gerçekliğin terazisiyle ölçüldüğünde, tüm bu görünümlerin birer yanılsamadan ibaret olduğu anlaşılır. İşin doğrusu şudur: Türkiye’de askeri vesayet rejimi gibi özgün bir sorun olmasa, AKP gibi bir partinin ve ona dayanan siyasi çevrelerin aslında burjuva demokrasisi ve siyasal liberalizmden pek de nasibini almamış bir nitelik taşıdığı kabak gibi açığa çıkacaktır. Ayrıca AKP gerçekte işçi-emekçi halkın temsilcisi ya da koruyucusu değil, bal gibi bir burjuva partisidir. Hem de işçi sınıfının alabildiğine sömürülmesiyle palazlanan o yeniyetme sermaye gruplarının çıkarlarına tercüman olan halisane bir büyük burjuva partisidir. Bu yeniyetme büyük sermaye grupları ve onların siyasi sözcü ya da temsilcileri, bugün yeni-Osmanlıcılık tezleri eşliğinde bölgede emperyalist yayılmacılık için can atan burjuva güçleri oluşturuyorlar. Diğer yandan, bu kesimler tarafından dile getirilen emperyal arzular sadece boş bir geçmiş özleminin yansımasından da ibaret kalmıyor. Yayılma tutkusunun güdülediği ekonomik gerekler, egemen sınıf içinde yaşanan yoğun iç çatışmalara rağmen, AKP iktidarına dışa açılma yönünde bir hayli yol aldırmıştır. AKP iktidarının askeri vesayet rejimi yanlılarından ve laikçi geçinen büyük sermaye gruplarından aldığı tepkiler her ne olursa olsun, Türkiye kapitalizminin eskiye oranla daha büyük bir gücü temsil eder hale gelmesi bu burjuva iktidara nasip olmuştur. Son dönemde ABD egemen çevrelerinde de Türkiye’ye biçilen yeni rol çerçevesinde dillendirilen “stratejik ortaklık” konusu aslında önemli bir gerçekliğe işaret etmektedir. AKP iktidarı bu konuyu kendi başarısının bir göstergesi olarak sunuyor ve savunuyor. Bu tutum Türkiye’nin alt-emperyalist konumunun pekiştirilmesi arzusunun bir işaretidir. Ayrıca AKP hükümetinin, yayılmacı özlemlerin gerçekleştirilmesi doğrultusunda başarılı işler yapacağına inandığı Ahmet Davutoğlu’nu Dışişleri Bakanlığı koltu-
marksist tutum
ğuna oturtması da bu yolda atılan bir adım olmuştur. Bugün AKP ve çevresi, kendi iktidarları altında Türkiye’nin bir periferi ülke olmaktan çıkıp bir küresel güce dönüşme süreciyle övünüyorlar. İşin aslına bakılacak olursa, bu süreç fiilen Özal dönemiyle başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Balkanlar’dan Ortadoğu’ya ve Türkî cumhuriyetlere uzanan yeni paylaşım savaşı, dışa açılan ve alt-emperyalistleşen Türkiye’nin yayılma planlarıyla çakışmıştır. O zaman Özal’ın önünü açtığı yeni burjuva kesimlerin bu bölgelerde yayılma hamlesinin idelojik kılıfı da yeni-Osmanlıcılık olmuştur.
Gecikmeli biçimde gelen liberalizm Türkiye’de kapitalist gelişmenin yolu Batı’daki klasik çizgiden çok farklıdır. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşuna sivil siyaset güçleri değil, ağırlıklı olarak askeri bürokrasi damgasını basmıştır. Bu nedenle bu topraklarda burjuva rejim hiçbir zaman Batı’daki burjuva demokrasisi gibi işlememiştir. Burjuvazi işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelesindeki yükseliş karşısında her başı sıkıştığında, çareyi hep orduyu imdada çağırmakta ve siyaseti askerin sözünün geçtiği bir olağanüstü rejime terk etmekte bulmuştur. Türkiye kapitalizminin 80’lerdeki hummalı yapısal değişim sürecinde de burjuvazi geleneksel kurtarıcısı ordunun ve askeri-faşist rejimin ardına sığınarak işini yürütmüştür. Açıktır ki, Türkiye’nin siyasi hayatının özgün yönünü oluşturan askeri vesayet rejimi son dönemde ortaya çıkmış bir olgu değildir. Kapitalizmin klasik yoldan gelişmesine sahne olan Batılı ülkelerde siyaset alanı, kapitalist özel mülkiyetin ve bunun ifadesi olan sivil toplumun gelişim sürecinin önünü açacak tarzda işlev üstlenmiş ve öyle biçimlenmiştir. Fakat bizde geleneksel burjuva siyaset alanı genelde sivilleşmenin düşmanı olmuş ve ancak devlet korumacılığındaki bir kapitalist gelişme sürecine destek çıkmıştır. TürkiDespotik-devletçi gelenek nedeniyle, Türkiye’nin egemen resmi tarihi Batılı ülkelerde pek de olağan sayılmayan bir niteliğe sahiptir. Örneğin resmi tarihe bakılacak olursa, Kemalist laikliği savunan aynı zamanda çağdaş, demokrat hatta devrimci addedilir. Oysa gerçekte uzun yıllar siyasette asker-sivil bürokrasi ve devlet partisi CHP tarafından temsil olunan bu çizgi statükocudur ve siyaseten gericidir.
9
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
Faşist askeri diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulmuşlardı. Türkiye’de ise faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler. ye’nin despotik devlet geleneğinin bir uzantısı olan bu siyaset tarzı ve yapılanması, giderek dünyaya açılan Türkiye kapitalizminin değişen ihtiyaçlarıyla bağdaşmamaya ve yeni sürecin önüne bir engel olarak dikilmeye başlamıştır. Türkiye’de burjuvazinin bazı kesimlerinin siyasette sivilleşmeyi savunmaya başlaması, işte bu engelin aşılması ihtiyacından kaynaklı olarak ve Batılı ülkelere kıyasla son derece gecikmiş biçimde gündeme gelebilmiştir. Aynı tarihsel nedenlerle, Türkiye kapitalizmi ne Batı’da olduğu gibi bir Sosyal Demokrat Parti yaratabilmiş ne de siyasi yaşamda liberal çizginin gelişmesine fırsat sunmuştur. Türkiye’de tüm bu husus ve olguların burjuva çevreler tarafından sorun edilip tartışma gündemine sokulması, 1980 sonrasında yer alan olağanüstü burjuva rejimlerin ekonomide yapısal bir değişimi gerçekleştirmesinin ertesine denk düşer. İşte tam da bu noktada bir parantez açarak, Türkiye’de işleyen sürecin bu kesitine dair bazı değerlendirmelerimizi hatırlatabiliriz. (Daha geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Bonapartizmden Faşizme) Türkiye’nin 12 Eylül askeri-faşist darbesini önceleyen dönemini incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının artık tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz. ‘80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığı ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediği çok önemli bir dönemeç noktasıdır. Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve iktisaden egemen konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden
10
kaynaklanan yapısal bunalımı, dünya kapitalizminin de içine girdiği durgunluk eğilimiyle çakışarak iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir. Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırılmış ve pekiştirilmiştir. Askeri bürokrasinin parlamenter rejime indirdiği darbeler ve getirdiği yasal düzenlemelerle (en başta da halen yürürlükte olan 1982 Anayasası), bu askeri diktatörlük dönemi, ordunun siyasi yaşamdaki rolünü neredeyse ebedi biçimde garanti altına almayı arzular biçimde yapılanmıştır. Bu durum, askeri cuntanın 1983 seçimleriyle iktidardan çekilip yerini parlamentoya terk etmiş görünmesine karşın, ordu kurmayının siyasetteki etkisinin güçlenmiş biçimde uzun yılları kapsamasına neden olmuştur. 12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken önemli hususlar var. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemez. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan
sayı: 54 • Eylül 2009
geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Faşist askeri diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulmuşlardı. Türkiye’de ise faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler. Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde ve 1983 parlamento seçimleriyle başbakanlık koltuğuna kurulan Özal döneminde ekonominin dümeni, bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı olan Özal’ın ellerine bırakıldı. Türkiye’de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar bu sayede TÜSİAD’ın istemleri doğrultusunda değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek dış ticaret rejimi serbestleştirildi. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Türkiye’nin özgün yönleri biliniyor. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde olmuştur. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetmiş ve tavır almıştır. Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç de irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Nitekim 1983 sonrasında da burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi 2002 genel seçimlerine uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 3 Kasım 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, devletçi-baskıcı statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırarak yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır. Bugün bu dönemler geride kalmış gibi görünse de şurası asla unutulmamalı ki, büyük burjuvazi ve onun TÜSİAD gibi örgütleri, önce askeri cunta başkanlığındaki faşist diktatörlüğün ve ardından da Özal başkanlığındaki Bonapartist rejimin başlıca destekçileri olmuşlardır. Bu güçler, olağanüstü burjuva rejimlerin ekonominin dışa açılması ve devrimci hareketin, işçi hareketinin ezilip geriletilmesi için gerçekleştirdiği hamleleri mutlu ve uysal biçimde izlemişlerdir.
marksist tutum
Geçmiş döneme ilişkin unutulmaması gereken önemli bir gerçeklik daha var. Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştır. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmamış, sesini çıkartmamıştır. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst etmiş, paradigmaları değiştirmiş, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görmüştür. Büyük sermaye örgütleri, ülkenin siyasi tarihine damgasını basan askeri vesayet olgusundan, ancak bu gerçekliğin ucu artık kendi çıkarlarına dokunmaya başladığında şikâyet etmeye koyulmuşlardır. Türkiye’de burjuvazi içinden AB tipi burjuva demokrasisini savunan seslerin yükselmeye başlaması bu durumun bir ifadesi olmuştur. Yine bu bağlamda kimi yazar ve yayın organlarının öncülüğünde bu topraklarda bir siyasal liberalizm de yeşermeye başlamıştır. Kuşkusuz büyük sermaye gruplarının demokratikleşmeden başlıca muratları, kendilerini ülke içine kapanmaktan koruyup daha da fazla dışa açılmalarını sağlayacak bir siyasal iklimin yaratılmasıdır. Bazı kangrenleşmiş sorunların çözümü de yalnızca buna bağlı olarak ve bu ölçüde burjuvazinin gündemine girebilmektedir. Özetle TÜSİAD burjuvazisinin AB’ye endeksli ve de son derece istikrarsız biçimde takipçisi olduğu “demokratikleşme” ihtiyacının altında bu tür sınıfsal çıkarlar yatmaktadır. İşçi sınıfının, devrimcilerin, Kürt halkının mücadelesiyle elde edilecek geniş bir demokrasi ise, kuşkusuz büyük sermeyenin “demokratikleşme” paketinin kapsama alanı içinde değildir! Tam tersine, büyük sermaye çevrelerinin demokratik açılımlar konusundaki tutumu, söz konusu mücadelelerin yükselişinden duyulan sınıfsal endişelere bağlı olarak son derece istikrarsız ve gitgelli bir seyir izlemektedir. Zaten TÜSİAD gibi halisane bir büyük sermaye örgütünden, demokrasi konusunda kapsamlı ve istikrarlı bir tutum beklemek tamamen abestir. Günümüzde de düzen karşıtı mücadelenin seyrine ve burjuvazi içi kapışmanın konjonktürel önceliklerine göre TÜSİAD sık sık ağız değiştiriyor. Sol liberal köşe yazarları ise demokratik açılımların takipçisi olmak konusunda TÜSİAD’dan kararlı ve istikrarlı bir tutum sergilemesini bekliyorlar. Oysa dünyanın hiçbir ülkesinde büyük sermaye örgütleri bu gibi konularda böyle bir tutuma sahip değildir. Demokrasi onlar için ekonomik kazançlarını artırıp garanti altına aldığı sürece ve aldığı ölçüde gereklidir. Bu bakımdan askeri vesayet rejiminin son bulması, Kürt sorununun çözümü gibi konularda ısrarlı bir burjuva demokratik çizgi izleyen sol liberal yazarlarla, büyük sermaye örgütlerinin “demokratik çözüm” konusundaki tutumlarının birebir örtüşmediği göz ardı edilemez.
11
marksist tutum
Sol liberaller için, Türkiye’yi Batı’daki gibi bir burjuva parlamenter işleyişe kavuşturacak siyasal demokrasi mücadelesi ilkesel bir önem taşıyor. Büyük sermaye açısından ise, bazı “demokratikleşme” paketlerinin yürürlüğe konması zamana ve zemine göre (en çok da dış güçlerin dayatmasıyla!) acil bir ihtiyaç haline gelebiliyor. Bu farklılık noktasında, sol liberaller aleyhine vurgulamamız gereken bir olumsuzluk da yatmaktadır. Sol liberaller, TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin “demokratikleşme” istemlerine olduğundan fazla misyonlar yükleyerek işçi-emekçi kitlelerin bilincini çarpıtıyorlar. Demokrasinin büyük sermaye eliyle gelebileceği yanılsamasını yaygınlaştırmak, işçilerin, Türk ve Kürt yoksullarının daha geniş bir demokrasinin kazanılması için mücadeleye atılmaları gereğini gölgelemekte, karartmaktadır. Büyük sermaye ise, sol liberallerin dediklerine pek de aldırmadan kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edip eşyanın doğasına uygun şekilde yol alıyor. Büyük sermaye örgütleri, ülkenin siyasi tarihine damgasını basan askeri vesayet olgusundan, ancak bu gerçekliğin ucu artık kendi çıkarlarına dokunmaya başladığında şikâyet etmeye koyulmuşlardır. Türkiye’de burjuvazi içinden AB tipi burjuva demokrasisini savunan seslerin yükselmeye başlaması bu durumun bir ifadesi olmuştur. Askeri vesayet rejiminin tasfiyesi ve Türk siyasal yaşamında bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi gibi sorunlar büyük burjuvazinin gündemine hep dışa açılma ihtiyacıyla bağlantılı olarak ve ekonomik ihtiyaçların dayatmasıyla girmiştir. Yine aynı şekilde, Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözülmesi gereğinin büyük burjuvazinin gündemine girmesinde de Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşmesi ya da ABD ile uyum içinde Ortadoğu’da yeni misyonlar üstlenmesi gibi faktörler rol oynamıştır. Ancak ekonomik ihtiyaçların dayatmasıyla gündeme sokulan bu sorunlar, 2002 genel seçimleri öncesinde peşpeşe kurulan muhtelif burjuva koalisyon hükümetleri tarafından çözümlenmemiş ve tersine pek çok noktada kilitlenmiştir. Böylece katlamalı biçimde yakıcılaşan sorunlar, nihayet 2002 genel seçimlerinden sonra tek başına iktidar koltuğuna kurulan ve çözüm vaat eden AKP’nin önüne dikilivermiştir. Birinci ve ikinci AKP hükümetleri dönemi, bu sorunların çözüm yoluna konulacağı yeni bir dönem olarak görünmeye başlamıştır. Ancak yukarda da değindiğimiz gibi, Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi Batılı ülkelere nazaran farklı ve özgün yönler içerir. Tarihsel gelişme çizgisinin açıkladığı üzere, bu topraklarda yıllar boyunca asker ve sivil bürokrasiye dayanan bir askeri vesayet sistemi biçimlenmiş ve etkisini sürdürmüştür. Bu durumun bir sonucu olarak Türkiye’de
12
Eylül 2009 • sayı: 54
ordu güdümlü burjuva siyaset alanı, Batılı kapitalist ülkelere benzemez biçimde kendine özgü kırmızıçizgiler ve ekonominin gereklerine uymayan direnç noktaları yaratmıştır. Kuşkusuz genel kural, nihayetinde ekonomik temelin ve gereksinimlerin belirleyici olduğudur. Ne var ki, Türkiye’nin geleneksel siyaset kabuğunu parçalayıp artık küresel ekonomiye eklemlenen bir siyasal yapı oluşturması son derece gecikmeli, zahmetli ve çatışmalı biçimde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda gelişmeleri kısaca değerlendirip bazı önemli sonuçlar çıkartacak olursak, açıkça ifade edilmesi gereken birkaç hususa dikkat çekebiliriz. Birincisi, bu ekonomik itkilerin Türkiye’nin son dönemine güçlü biçimde damgasını basmasına rağmen siyasal alandaki gerginlik henüz devam ediyor. Nesnel olarak artık askeri vesayet rejimini savunan taraf güç yitiriyor olsa da, sivilleşmeyi savunan liberal güçlerle askeri vesayet yanlıları arasındaki siyasi mücadelenin halen kesin sonucu alınmış değildir. İkincisi, nihayetinde burjuva çerçeveyi aşmasa da, Türkiye’nin gerçekleri açısından bakıldığında, siyasi arenada burjuva demokrasisini savunan güçlerin ve sol liberallerin vb. yer alması kötü değil iyi bir şeydir. Üçüncüsü, uzun yıllar boyunca askeri vesayet rejiminin ya doğrudan sultası ya da dolaylı biçimde gölgesi altında yaşayan siyaset sahnesinin burjuva anlamda normalleştirilmesini istemek bu topraklarda olumlu bir adım teşkil eder. Fakat sol liberallerin bunu bir “sivil devrim”, “demokrasi devrimi” diye abartarak sunmalarına da papuç bırakılmamalıdır. Dördüncüsü, Türkiye’nin gerçekleri bakımından bu tür bir değişim müspet bir değer taşısa da son derece gecikmiş bir biçimde gündeme getirildikleri unutulmamalıdır. Kapitalizmin krizler içinde kıvrandığı ve bunun sonucu olarak gelenekselleşmiş burjuva demokrasilerinin bile çerçevesinin daraltıldığı bir dünyada, Türkiye’de tıkır tıkır işleyecek bir “burjuva demokrasisi” hayali yaratmak son derece tehlikelidir. Beşincisi ve son olarak, sol liberallerin yaklaşımı da dahil olmak üzere, bugün Türkiye’de tartışma gündemine sokulan ve AKP iktidarından beklenen “demokratikleşme” olgusu ilhamını ağırlıklı olarak büyük burjuvazinin küreselleşme ihtiyacından alıyor. Oysa günümüz dünyasında varlık nedenini, meşruiyetini ve gücünü işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve Kürt yoksullarının devrimci mücadelesinden alan bir demokrasi mücadelesine ihtiyaç olduğu o kadar açık ki… Ayrıca her fırsatta vurgulamaya çalıştığımız gibi, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
12 Eylül’ün 29. Yılında İlkay Meriç
12
Eylül 1980’de ordu eliyle gerçekleştirilen faşist darbenin üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen, Türkiye halen bu karabasanın izlerini üzerinden atabilmiş değil. Cuntanın hazırladığı faşist anayasa genel ruhu açısından bugün de yürürlükte. Kürt meselesinden genel olarak demokrasi meselesine kadar her türlü sorunda toplumun karşısına dikilen bu anayasanın yanı sıra, faşist cuntanın gölgesinde hazırlanıp yürürlüğe sokulan iş yasaları, ceza yasaları, siyasal partiler yasası vb. de, toplumu cendere altında tutmaya devam ediyor. Anayasanın 12 Eylül darbecilerini ve darbe döneminin suçlularını koruyan geçici 15. maddesi de aynı şekilde olduğu yerde duruyor.1 Bununla birlikte, 12 Eylül’ün sorumlularının yargılanması, o dönemde işlenen insanlık suçlarının hesabının verilmesi gibi en temel demokratik talepler ancak toplumun küçük bir azınlığı tarafından yüksek sesle dile getiriliyor. Burjuva siyasetçilerse bu konuyu tartışmaya açmaya bile yanaşmıyorlar. Çünkü gerek o dönemde gerekse faşizmin çözülüş sürecinde halka karşı işlenen suçlardan hepsi sorumlu. 12 Eylül’den bu yana dökülen Kürt, devrimci ve işçi kanına hepsinin eli bulaşmış durumda. Baykal gibi siyasilerin sözde darbe karşıtlığına soyunarak anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını istediklerini dile getirmeleriyse tam bir ikiyüzlülüktür. Nitekim bunu dillendirmesinden birkaç gün sonra, Ergenekoncu darbecilerin adli mahkemelerde yargılanmasına olanak sağlayan yasal düzenlemenin karşısında cansiperane bir savunmaya girişmesi de, Baykal’ın ve CHP’nin darbeler karşısındaki pozisyonunu yeterince net bir şekilde ortaya sermiştir. Aynı şekilde, Ergenekonculara karşı “demokrasi kahramanlığına” soyunan AKP’nin “darbe karşıtlığının” temel motivasyonu da kendi iktidarını korumak ve siyasal geleceğini güvence altına almaktır. Erdoğan’ın ve AKP’nin, 12 Eylül’ün faşist generallerinden ve diğer sorumlularından hesap sormaya ne niyeti vardır ne de buna yüreği yeter. Faşist diktatörlük dönemlerinden geçmiş pek çok ülkede, yükselen halk muhalefetinin baskısıyla, o dönemde katledilen ve kaybedilen insanların, yapılan işkencelerin hesabı sorulmaya çalışılıyor. Şili’nin faşist diktatörü general Pinochet yıllar sonra yargılanmış ve yaşına bakılmak-
Son yıllarda, burjuvazinin iç çatışmasındaki kızışmaya bağlı olarak darbe tehdidinin son derece somut bir olasılık teşkil ettiği Türkiye’de, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşu çok daha yakıcı bir eksiklik olarak kendini göstermektedir. Ne var ki, durumdan vazife çıkarması gereken sosyalist solun hatırı sayılır bir kesimi, darbeci güçlere karşı hayırhah bir tutum içindedir. Bunlar arasında, kendine “komünist” deyip burjuva cumhuriyetin “değerleri”nin bekçiliğine soyunan ve tek kusurunu NATO’ya bağlılığında gördükleri orduya ilericilik misyonu biçenler de bulunmaktadır. Böylesi bir akıl tutulması içinde bulunan bu tür sosyalistlerin işçi sınıfını 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya ve mevcut darbe tehditlerine karşı koymaya sevk edebilmeleri elbette mümkün değildir.
13
marksist tutum
sızın hapse tıkılmıştı. Aynı şekilde Arjantin’de devlet, dikta döneminde 30 binden fazla insanın katledildiğini kabul edip “özür dilemek” zorunda kalmıştı. Kuşkusuz bunlar, burjuvazinin ve devletinin vermesi gereken gerçek hesabın ancak girizgâhı olabilecek adımlardır. Ancak Türkiye’de bu kadarı bile yapılmamıştır. Faşist diktatörlük dönemindeki suçlardan dolayı tek bir sorumlu yargılanmış değildir. Cunta lideri Kenan Evren el üstünde tutulmaya devam edilerek 90 yaşında hâlâ eceliyle ölümü beklemektedir. 12 Eylül faşizminin hesabını sorma görevi hiç kuşkusuz işçi sınıfının boynunun borcudur. Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahate çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.”2
Genç kuşaklara unutturulan gerçekler Bundan 29 yıl önce, “ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” amacıyla yapıldığı iddia edilen 12 Eylül faşist darbesi, “demokrasiyi korumak” adına parlamenter işleyişe son vermişti. “12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. «Anayasal düzeni koruma» gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en «yüce» yasa katına yükselteceklerdi.”3 Siyasi
Eylül 2009 • sayı: 54
partilerin, sendikaların, derneklerin kapısına ise kilit vurulacaktı. Kuşkusuz en büyük darbe işçi hareketine ve sosyalist harekete indirildi. “Sağ-sol çatışmasını bitirmek”, “akan kardeş kanına son vermek” gerekçelerine dayandırılan darbe sonrasında, dokunulmazlık zırhına kavuşan ordu ve polis eliyle korkunç bir devlet terörü estirildi. Sömürü düzenine baş kaldıran işçilerin, sosyalistlerin hayatı bu faşist darbeyle kâbusa dönüştürüldü. 650 bin kişinin gözaltına alındığı faşist rejim altında, on binlerce insan, salt devletin yasak ettiği şeyleri düşünmeleri nedeniyle yıllarca cezaevinde kaldı. Yüz binlerce kişi en insanlık dışı işkencelerden geçirildi, yüzlercesi bu işkencelerde katledildi. İdam cezası verilen 517 kişiden 50’si “ibret olsun” denerek asıldı. Bunlar arasında, Erdal Eren gibi henüz 18 yaşını doldurmamış gencecik fidanlar da vardı. Faşist darbe en büyük yaralardan birini de Kürt halkının bağrında açtı. Anadillerinde konuşmaları bile işkenceye uğramaları ya da yıllarca hapis yatmaları için yeterli olan Kürtler korkunç bir zulme maruz bırakıldılar. Şimdilerde kapatılıp başka bir yere taşınması gündeme getirilen Diyarbakır Cezaevi, faşist diktatörlük döneminde, Nazilerin ünlü katliam merkezi Auschwitz’i aratmıyordu: “Tam on yıl boyunca on bini aşkın insan bu zindandan geçti. Devrimcilerden sıradan insanlara kadar binlerce kişiye dünyada eşi ve benzeri az görülmüş işkenceler yapıldı. 2 Nisan 1984 tarihinde yapılan resmi bir açıklamaya göre, o güne kadar Diyarbakır Cezaevinde 53 kişi katledilmişti.”4 Zalim burjuva devlet ordusu ve polis gücü eliyle bunları yaparken, büyük sermaye de binlerce mücadeleci işçiyi kara listeye alıp yıllarca işsiz bırakıyor ve açlığa mahkûm ediyordu. Grevin yasak olduğu, korporatif bir devlet kurumuna dönüştürülen Türk-İş dışında hiçbir sendikanın bulunmadığı, toplu sözleşmelerin askıya alındığı, ücretlerin ve sosyal hakların korkunç bir şekilde tırpanlandığı o Faşist darbenin bilinçsiz halka “ihtilâl” olarak belletildiği Türkiye’de, toplumsal hafızaya öylesine derin bir format atıldı ki, bugün 12 Eylül dendiğinde yirmili yaşlara adım atan kuşağın ezici bir çoğunluğunun zihninde hiçbir şey canlanmıyor. Çünkü o günleri yaşayan aileler, yanılsamalı bir koruma ve kollama güdüsüyle, devlet eliyle yürütülen bu sindirme operasyonunun temel yürütücüleri oldular.
14
sayı: 54 • Eylül 2009
dönemde, burjuvazi işçi sınıfına, devrimci mücadelenin ve işçi hareketinin yükseldiği 70’li yıllar boyunca özlemini çektiği bir pervasızlıkla saldırdı. Saldırılar, faşizmin sözde parlamenter işleyişe geçilerek Bonapartist bir rejim şeklinde çözülme sürecine girdiği 1983 yılı sonrasında da aynı şekilde devam etti. Bu dönemde, Özal eliyle yürütülen neo-liberal ekonomi politikalarının önü dizginsizce açılacaktı. Sendikalaşma oranları çok daha büyük bir hızla düşüşe geçerken, işçi sınıfı siyasal alanda olduğu gibi sendikal alanda da örgütsüzleştirilip atomize edilecekti. 12 Eylül rejimi toplumu her alanda hızla geriye savurdu. Toplumsal muhalefet tümüyle yok edildi. Alınan büyük darbenin sosyal ve siyasal etkileri, yeni işçi kuşaklarının geçmişin mücadele deneyimlerinden tümüyle bihaber olarak hayata gözlerini açmasında da somutluğunu buldu. 12 Eylül rejimi toplumu her alanda hızla geriye savurdu. Toplumsal muhalefet tümüyle yok edildi. Alınan büyük darbenin sosyal ve siyasal etkileri, yeni işçi kuşaklarının geçmişin mücadele deneyimlerinden tümüyle bihaber olarak hayata gözlerini açmasında da somutluğunu buldu. 12 Eylül faşist darbesi, görece kısa vadeli doğrudan etkileriyle kıyaslandığında çok daha ağır sonuçları olan, kalıcı ve derin hasarlara yol açtı. Aslına bakılacak olursa, darbecilerin ve büyük sermayenin temel amacı da buydu. Militarist devlet azgın bir milliyetçiliği pompalarken, faşizmin çözülüş döneminde tekelci sermaye tarafından özel bir misyonla iktidara getirilen Özal’ın dizginsiz neo-liberalizmi, sadece ekonomik alanda değil toplumsal alanda da meyvelerini verdi. Ezilenin yanında olma, haksızlıklara karşı çıkma, sosyal dayanışma, dürüstlük, yardımseverlik gibi temel insani değerler, egemen sınıf tarafından, burjuva eğitim sisteminden medyaya kadar her türlü araç kullanılarak topa tutuldu. Toplumsal kurtuluş düşüncesinin yerini “köşeyi dönme”, “kendi cebini doldurma” ve “kendini kurtarma” anlayışı aldı. Yaşanan örgütsüzlük ve ağır ideolojik saldırı sonucunda, ’80 öncesindeki devrimci atmosfer sayesinde gerçek bir sınıf bilinciyle donanmaya başlayan işçi sınıfı içinde de küçük-burjuva zihniyet alabildiğine kök saldı. Faşizmin yarattığı derin korku atmosferi, beraberinde siyasetten uzak durarak, etliye sütlüye bulaşmayarak kendini ve ailesini “koruma” anlayışını egemen kıldı. Faşist darbenin bilinçsiz halka “ihtilâl” olarak belletildiği Türkiye’de, toplumsal hafızaya öylesine derin bir format atıldı ki, bugün 12 Eylül dendiğinde yirmili yaşlara adım atan kuşağın ezici bir çoğunluğunun zihninde hiçbir şey canlanmıyor. Çünkü o günleri yaşayan aileler, yanılsamalı bir koruma ve kollama güdüsüyle, devlet eliyle yürütülen bu sindirme operasyonunun temel yürütücüleri oldular. Bir taraftan 12
marksist tutum
Eylül faşizminin uygulamalarının üstü örtülüp unutturulmaya çalışılırken, bir taraftan da en sıradan hak arama mücadeleleri bile “80 öncesine dönme” kodlamasıyla umacılaştırıldı. Bu yüzden bugün bile, eylemler, gösteriler, hatta ekonomik grevler ve direnişler, yüz binler tarafından, “anarşistlerin, teröristlerin kışkırttığı”, katılanların başına hiç de iyi şeylerin gelmeyeceği, mutlak şekilde uzak durulması gereken olaylar olarak algılanmaya devam ediliyor. 1 Mayıslarda gençlerin aileleri tarafından eve kapatılması, mahalledeki işçi derneklerine dahi gönderilmemesi, siyasetten tümüyle uzak tutulmaya çalışılması, 12 Eylül’ün ideolojik bombardımanının ve yarattığı toplumsal travmanın ne denli güçlü olduğunu gösteren örneklerden sadece birkaçı.
Kitle mücadelesiyle yıkılmayıp tepeden çözülünce… “Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağanüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir. İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.”5 Faşizmin yükselen bir halk muhalefeti sonucunda iktidardan uzaklaştırıldığı ülkelerde, Türkiye’deki kadar derin toplumsal yaraların açılmadığı ve işçi hareketinin ve sosyalist hareketin Türkiye’yle kıyaslanmayacak denli kısa bir süre içinde toparlandığı çeşitli tarihsel örneklerle sabittir. Burada, sol hareketin ve işçi hareketinin aldığı darbe bakımından Türkiye’yle benzer durumda olan iki ülkeden söz etmek mümkündür: Şili ve Endonezya. Ancak söz konusu örneklerin, Türkiye’ye kıyasla çok daha uzun süreli ve çok daha kıyıcı bir faşist diktatörlük döneminden geçtiklerini de unutmamak gerekiyor. Endonezya’da 1965 darbesiyle iktidara gelen ve otuz yılı aşkın bir süre iktidarını koruyan faşist diktatörlük altında, darbeyi izleyen birkaç hafta içinde 1 milyona yakın Komünist Parti üyesinin katledilmesi, işçi hareketine ve sol harekete on yıllar boyunca belini doğrultamayacağı korkunç bir darbe indirmiştir. Şili’de 1973 darbesiyle iktidara gelen faşist diktatörlük de son derece azgın bir terörle işçi hareketini ve sosyalist hareketi biçmiş ve 15 yılı aşkın bir süre boyunca iktidarda kalmıştır.
15
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahate çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz. Türkiye’de görece daha kısa dönemli bir faşist diktatörlük dönemi yaşanmasına rağmen, işçi hereketinin ve sol hareketin böylesine zayıf düşmesinin başlıca nedeni ise, devrimci hareketin tarihsel olarak güçlü bir proleter sınıf hareketi haline gelememiş olmasıdır. 12 Eylül öncesinde yüzbinleri kucaklayan, fakat büyük ölçüde proleter devrimci bir temele oturmayan bir sosyalist hareketin bulunduğu Türkiye’de, 12 Eylül sonrasında faşizme karşı kitlesel bir direniş ve başkaldırı hareketi gelişememiştir. Bu olgunun sadece faşist baskıya bağlanması kuşkusuz yetersiz bir açıklama olacaktır. Çünkü bu topraklar aynı dönemde, her türlü baskıya rağmen yükselen bir Kürt halk hareketine de tanıklık etmiştir. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamasının yıllar boyu devam ettiği Kürt illerinde, faşizm tüm kıyıcılığıyla varlığını sürdürürken, Kürt halkı tarihinin en büyük başkaldırı hareketlerinden birini gerçekleştirmiştir. Bunun temel nedeni elbette, aşağılanmanın, baskının en korkuncunu yaşayan ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan bir ezilen ulusun, ulusal kurtuluşçu bir önderlik tarafından örgütlenebilmiş olmasıdır. Bu örnek, Türkiye işçi sınıfının devrimci temellerde örgütlenebilmiş olması durumunda, faşizme karşı kitlesel bir başkaldırının örülebilmesinin ve bunun bir işçi devrimine doğru yol almasının gayet mümkün olduğuna da işaret etmektedir. Son yıllarda, burjuvazinin iç çatışmasındaki kızışmaya bağlı olarak darbe tehdidinin son derece somut bir olasılık teşkil ettiği Türkiye’de, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşu çok daha yakıcı bir eksiklik olarak kendini göstermektedir. Ne var ki, durumdan vazife çıkarması gereken sosyalist solun hatırı sayılır bir kesimi, darbeci güçlere karşı hayırhah bir tutum içindedir. Bunlar arasında, kendine “komünist” deyip burjuva cumhuriyetin “değerleri”nin bekçiliğine soyunan ve tek kusurunu NATO’ya bağlılığında gördükleri orduya ilericilik misyonu biçenler de bulunmaktadır. Böylesi bir akıl tutul-
16
ması içinde bulunan bu tür sosyalistlerin işçi sınıfını 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya ve mevcut darbe tehditlerine karşı koymaya sevk edebilmeleri elbette mümkün değildir. Bunun da ötesinde, bugün emperyalist savaşın dizginsizce yayıldığı, ekonomik krizin devam ettiği ve işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine tırmandırıldığı bir dünya konjonktüründen geçiyoruz. Burjuvazi, iktidarını korumak üzere bütün ülkelerde baskıcı yasalara her gün bir yenisini ekliyor. Böylesi süreçlerin faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimlere kapıyı araladığını unutmamak gerekiyor. Yani tarih her yönden, işçi sınıfına örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilmeyi dayatıyor.
______________________ 1
1982 Anayasasının geçici 15. maddesi şöyledir: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”
2
Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, www.marksist. com
3
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.259
4
Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i, MT, Eylül 2007
5
Elif Çağlı, age, s.259-260
Irak’tan Afganistan’a Obama’nın “Yumuşak Güç”ü Kerem Dağlı
S
üregiden hegemonya yarışı ve emperyalist paylaşım kavgasında ABD emperyalizminin çıkarlarını temsil eden ve Bush döneminde yürürlüğe konmuş olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), tüm aksaklıklara ve revizyonlara rağmen devam ediyor. Obama da, hakkında yaratılmaya çalışılan tüm yanılsamalara rağmen, bu emperyalist projenin uygulayıcılarından biridir ve bu gerçeklik her geçen gün daha da ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Daha dün burjuva basının şaşaalı gösterilerle yere göğe sığdıramayarak lanse ettiği Obama’nın boyası o kadar çabuk dökülmüştür ki, burjuva ideologların bile çoğu bu yalanı sürdürmekle uğraşmayı bırakıp, ABD politikalarının kişilere göre değişmeyeceği vurgusunu daha yüksek sesle tekrarlamaya başlamışlardır. İşin aslı, Amerikan halkının ve Avrupa’nın belli bir bölümünü saymazsak, dünyanın geri kalanında, özellikle de BOP’a konu olan coğrafyada yaşayan halkların ezici çoğunluğunun zihinlerinde, Obama’nın uygulayacağı politikaların Bush’unkinden pek de farklı olmayacağı fikri önemli yer tutmaktadır. Nitekim Türkiye ve Mısır’da yaptığı “etkileyici” konuşmaların ardından yapılan anketlerde veya röportajlarda, sıradan insanlar tarafından dillendirilen “güzel sözlere karnımız tok, ne yapacağını görelim” türünden ifadeler bunun kanıtıdır. Irak’ta, Filistin’de yahut Afganistan’da yaşam mücadelesi veren bir emekçinin beklentisi elbette ki sadece “güzel sözler” değil, durumlarını düzeltecek somut icraatlardır. İşte tam da bu noktada, Obama’nın ortaya koyduğu somut icraatlar, kitlelerin gözünde onun gerçek renginin daha da netleşmesini sağlıyor. Dünyaya barış getireceğini söylemiş olan Obama’nın son icraatı, “AfPak”a* 20 binden fazla yeni asker göndermek ve Pakistan ordusunun da desteğini alarak, bölgedeki askeri operasyonların dozunu arttırmak oldu. Bunun sonucunda, zaten bir süredir dozu arttırılan saldırılardan dolayı canından bezmiş 800 bin Afganlı ve Pakistanlı yaşadıkları yerleri terk ederek, göçmen kamplarında sefalet içinde yaşam mücadelesi veren mülteciler ordusuna katıldılar. Daha da kötüsü, iki binden fazla sivil yaşamını yitirdi (bunların çoğunluğunu her zamanki gibi kadınlar ve ço-
Süregiden hegemonya yarışı ve emperyalist paylaşım kavgasında ABD emperyalizminin çıkarlarını temsil eden ve Bush döneminde yürürlüğe konmuş olan Büyük Ortadoğu Projesi, tüm aksaklıklara ve revizyonlara rağmen devam ediyor. Obama da, hakkında yaratılmaya çalışılan tüm yanılsamalara rağmen, bu emperyalist projenin uygulayıcılarından biridir ve bu gerçeklik her geçen gün daha da ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Obama’nın ortaya koyduğu somut icraatlar, kitlelerin gözünde onun gerçek renginin daha da netleşmesini sağlıyor. Burjuva ideologların Obama’nın çizgisini ifade etmek için kullandıkları “yumuşak güç” kavramının gerçekte ne anlama geldiği de, bu icraatlardan anlaşılmaktadır.
17
marksist tutum
cuklar oluşturuyor), çok daha fazlası da sakat kaldı. Geçtiğimiz aylarda, 100. gününü “başarıyla” tamamladığı için çeşitli burjuva kesimlerden övgüler alan Obama’nın listesinde, Irak ve Afganistan’daki katliamların yanı sıra Honduras’ta darbe tezgâhlamak, gerici ve baskıcı rejimleri desteklemek, krizden dolayı batmak üzere olan dev tekelleri devletleştirerek faturayı işçi sınıfına kesmek, kapatacağına söz vermiş olduğu halde Guantanamo denilen işkence üssünde yapılan insanlık dışı uygulamaların devam etmesine onay vermek, Amerikan işçi sınıfının ödediği vergilerin 100 milyar dolarlık bir kısmını yürüttüğü emperyalist savaşı finanse etmek üzere gaspetmek gibi pek çok icraatı daha var. İlk 100 günlük icraatına bakacak olursak Obama’nın Bush’u pek de aratmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Burjuva ideologların Obama’nın çizgisini ifade etmek için kullandıkları “yumuşak güç” (“soft power”) kavramının gerçekte ne anlama geldiği de, bu icraatlardan anlaşılmaktadır. Obama’yla birlikte ABD’nin güya Irak işgalini bitirmesi, İran’a daha “uzlaşmacı” yaklaşması, Afganistan’a yönelik planlarında Rusya ve Çin’le işbirliğinde bulunması ve kuşkusuz Obama’nın Bush şürekâsına göre daha ılımlı bir söylem kullanması, hep bu “yumuşak güç” çizgisinin örnekleri olarak gösteriliyor. Oysa Obama’nın “yumuşak”lığı sadece söylemindedir ve bu söylem bile olayların kaçınılmaz gidişatına göre giderek sertleşecektir.
Irak’taki ABD işgali bitiyor mu? Obama’nın “yumuşak”lığının özü, bir yandan planlarını hayata geçirmek doğrultusunda yeni hamleler yaparken, diğer yandan da bu hamlelerini “ABD artık barışçıl bir dünya siyaseti izleyecek” diye yutturmaya çalışmasıdır. Yani bir nevi “kuzu postuna bürünmeye çalışan kurt” gibidir. Çünkü kapitalizmin küresel kriziyle sarsılan ABD emperyalizmi, kendini Bush dönemindeki gibi pervasızca hareket edebilecek denli güçlü hissetmiyor. Bu “yumuşak”lığın bir örneği, Irak’taki ABD ordularının, kentlerden ve şehir merkezlerinden çıkarak yine Irak içinde belli noktalarda bulunan askeri üslere çekilmesinin “Irak’taki ABD işgali sona eriyor” diye yutturulmaya çalışılmasıdır. Oysa gerçekte tam anlamıyla bir çekilme değil, şartlı bir yer değiştirme ve asker azaltma söz konusudur. Üslere kaydırılan Amerikan birliklerinin sayısında kademeli olarak bir azalma olacağı doğrudur. 2012’ye kadar asker sayısının 130 binden 60 bine ineceği açıklanmıştır. Ancak bu azaltmanın, şu anda yürüyen süreç başarılı olursa gerçekleşeceği, bu açıklamaların kamuoyuna pek de yansıtılmayan kısmıdır. Yani “Iraklılar kendi kendilerini yönetmeyi ve ülkeyi selamete çıkarmayı başarırsa”, ABD de askerlerini azaltacaktır. Aksi takdirde asker sayısı korunacak ve belki de artacaktır. Ayrıca üslere çekilseler bile, Amerikan askerleri, “gerekli olduğunda ve Iraklı yetkililer izin verdiğinde” yeniden kentlere müdahale edebilecektir.
18
Eylül 2009 • sayı: 54
Dolayısıyla Irak’taki ABD işgali henüz sona ermiş değildir, ama sorunun püf noktası da zaten bu değildir. ABD’nin çıkarları ve planları açısından bakarsak, Irak’ın işgalinin mutlaka sürdürülmesi gerekmiyor. ABD için zorunluluk olan, Ortadoğu’nun BOP çerçevesinde yeniden şekillenmesidir. İşgali bitirse bile, ülkede ve bölgede sahip olmaya devam edeceği üslerde tutacağı on binlerce asker, nüfuzunu devam ettirmesini ve gerektiğinde müdahalelerde bulunmasını sağlayacaktır. ABD’nin Irak’taki askerlerini üslere çekmesinin ve azaltmasının başlıca sebebi, bilindiği gibi, güçlerini Afganistan’a yoğunlaştırmaya başlamasıdır. Çünkü BOP’un temel amaçlarından olan enerji kaynaklarının ve nakil hatlarının ABD’nin nüfuz alanına dâhil edilmesi hedefi bunu gerektiriyor. Bu açıdan bakarsak ABD, Irak’ta ve Ortadoğu’da istediğini belli ölçülerde elde etmiş ve Afganistan’a yönelmiştir. Irak petrollerinin nasıl çıkartılacağı ve dağıtılacağı, yani emperyalistlerce nasıl paylaşılacağı hususu, neredeyse karara bağlanmış gibidir. Bu konuda aslan payını garanti altına almış olan ABD, daha küçük kırıntıları (savaştan dolayı zarar görmüş rafinelerin inşasının İngiliz ve Çinli konsorsiyumlara verilmesi) dağıtmaya bile başlamıştır. Irak Kürdistanı’ndaki petrolün boru hattı üzerinden Ceyhan’a ulaştırılıp ihracına başlanmıştır. Bunlar işin ekonomik boyutlarına dair örneklerdir. ABD, siyasi açıdan da hatırı sayılır derecede yol almıştır. “Ilımlı Sünni-Radikal Şii” karşıtlığı temelinde örmeye çalıştığı İran karşıtı cephe politikası tutmuş görünmektedir. O kadar ki, Obama İran’a karşı daha “uzlaşmacı” bir yaklaşım sergilemek istediğinde, Mısır-Ürdün-Suudi Arabistan-Körfez ülkelerinden oluşan cenah hop oturup hop kalkmaktadır. Bu cenahtaki burjuva iktidarlar, Obama’nın bu yaklaşımının İran’ın etkisini arttıracağı endişesi ve ABD’nin İran’la, kendilerini dışarıda bırakan bir uzlaşmaya varacağı şüphesiyle Obama’nın girişimlerini eleştirmekte ve hatta Irak’taki çekilme harekâtına da, yine İran’ın ülkedeki etkisinin artacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar. Bu cenahtaki ülkelerin hemen hepsi, ciddi bir Şii nüfus da barındırdıklarından, Şii İran’ın yükselişini bizzat kendi iktidarlarına karşı içerden gelecek bir tehdit olarak da değerlendirmektedirler. Bu değerlendirmemizden çıkartılacak sonuç, kuşkusuz ABD’nin Ortadoğu’daki tüm hedeflerine ulaştığı ve burada işinin bitip Afganistan’a yöneldiği şeklinde olamaz. Aksine, Ortadoğu’da yapacak çok işlerinin olduğu açıktır. Ama hedeflere ulaşmada belirli bir yol alındığından, şimdi planın diğer alanlarına odaklaşmak söz konusudur. ABD, Ortadoğu’daki eski dengeyi bozmuş ve kendi lehine yeni bir denge oluşturmuştur. Ama dünya ölçeğinde büyük emperyalist güçler arasında kapışma ve hegemonya mücadelesi sonuçlanmış olmaktan uzaktır. Ve bu olgu, Ortadoğu’da oluşmuş olan dengeye de geçici ve kırılgan bir karakter kazandırmaktadır.
sayı: 54 • Eylül 2009
marksist tutum Dünyaya barış getireceğini söylemiş olan Obama’nın son icraatı, “AfPak”a 20 binden fazla yeni asker göndermek ve Pakistan ordusunun da desteğini alarak, bölgedeki askeri operasyonların dozunu arttırmak oldu.
Irak ve Ortadoğu halklarının kaderi değişecek mi? Dolayısıyla, ABD emperyalizminin Afganistan’a yoğunlaşması, Ortadoğu halklarının az da olsa nefes alabileceği anlamına gelmemektedir. Aksine, ABD dışındaki emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin arasındaki kapışma şimdi daha da alevleneceğinden, ufuktaki kara bulutların artacağını bile söyleyebiliriz. Her şeyden önce, Türkiye, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan gibi genel olarak ABD emperyalizminin ardına yedeklenmiş bölgesel güçler arasında dahi ciddi anlaşmazlıkların potansiyeli mevcuttur. “Ilımlı Sünni” cepheyi oluşturan ülkeler ve İsrail, İran karşısında denge oluşturabilecek tek bölgesel gücün Türkiye olduğunu bildiklerinden, belirli ölçüde onun çıkarlarına saygı göstermektedirler. Ancak Türkiye burjuvazisinin iştahı arttıkça bu durumun sürmesi şüphesiz güçleşecektir. İran’a karşı denge unsuru olmanın verdiği rahatlıktan da hareketle Türkiye, gelişen ekonomisinin ihtiyaç duyduğu emperyalist adımları atabilmek amacıyla sürekli olarak hamleler yapmaktadır. “Barış elçiliği ve arabuluculuk” gibi kılıflar altında giriştiği manevralar artık Türkiye burjuvazisine yetmemektedir. Onun gözü, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle oluşacak fırsatlardadır. Türkiye burjuvazisi kendini, “bölgede ABD’den sonraki en önemli güç” olarak görme ve gösterme eğilimindedir. Kimilerince “yeni Osmanlıcılık” olarak da adlandırılan bu eğilimi, bölge halkları açısından onu en tehlikeli devlet konumuna getirmekte ve diğer burjuva iktidarları da alttan alta kaygılandırmaktadır.
Bu çekişmelerin en fazla somutlandığı yer Irak’tır ve dolayısıyla da burjuva iktidarların hırslarının ceremesini en çok Irak halkı çekmektedir. ABD’nin Irak’tan çekileceğini açıklamasıyla oluşan siyasi atmosfer, başta Irak içindeki iktidar sahipleri ve heveslileri olmak üzere, Irak’la ilgili emelleri olan herkesin kanının kaynamasına yol açmıştır. Daha çekilme takvimi açıklanır açıklanmaz, Irak’taki şiddet olaylarının artmasını da buna bağlamak gerekir. Birkaç ay içinde ölü sayısının bini aştığı saldırılar gerçekleşmiştir. Şiddet eylemlerinin artmasının siyasi anlamı, iktidar ve nüfuz kavgasının kızışmasıdır. Birinci olarak, Irak içindeki Sünni egemen güçler, iktidardan daha fazla pay kapmak için saldırılar düzenlemektedirler. Hem Şiiler hem de Kürtler onların hedefidir. Bu Sünni güçler, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki diğer İran karşıtı rejimler tarafından da el altından desteklenmektedir. Çünkü bu kesimin derdi de, ağırlıklı olarak Şii egemenlerin elinde olan iktidarın üzerinde İran’ın etkisinin artmasının engellenmesidir. Ayrıca, bizzat ABD de, kendi varlığını gerekçelendirmek için direnişçileri bahane edebilmektedir. Şii direnişçilerin saldırıları ise son zamanlarda Kürtlere yönelmiş durumdadır. Onlar da, ülke gelirlerinin neredeyse %90’ını oluşturan petrol gelirlerinden daha fazla pay kapmanın telâşı içindedirler. Ve hem Sünni hem de Şii egemen kanadın ortak kaygısı, Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığını kazanması yahut özerkliğini arttırmasıdır. Bu siyasi atmosfer, merkezi ve güçlü bir siyasal otoritenin de yokluğunda, genel olarak ülke içindeki merkezkaç eğilimleri arttırmakta ve Irak’ın parçalanacağına dair senaryoların da çoğalmasına yol açmaktadır. Bölge ülkeleri-
19
marksist tutum
nin hiçbiri –İsrail hariç tutulabilir–, Irak’ın dağılmasından ve statükonun değişmesinden yana değildir. Fakat bunun kaçınılmaz olduğunu hissettikleri oranda da pastadan pay kapmaya dönük hamleler yapmaktan geri durmamaktadırlar. Irak’a komşu ülkelerin hemen hepsi, bu parçalanma senaryolarının çeşitli versiyonlarına göre planlar yapmaktadırlar. Türkiye’nin Kürt egemenlerle anlaşarak Irak Kürdistanı’nı da kapsayan bir federasyona evrilmesi, bu senaryolardan biridir ve son dönemde de tartışma konusu olmuştur. Bu senaryonun mimarı ABD’dir. Çünkü ABD’nin baştan beri Türkiye’ye telkin ettiği husus, ya Kürt egemenlerle uzlaşarak Irak Kürdistanı’nı da federatif bir yapı temelinde içine alması ya da eninde sonunda bağımsız bir Kürt devleti kurulacağı fikrine şimdiden kendini alıştırmasıdır. Türkiye içinde de bu senaryonun savunucuları az değildir ve “yeni Osmanlıcılık” denilen emperyalist siyaset, bu senaryoyu da kapsamaktadır. Ancak bu projenin hayata geçmesi, mevcut siyasi konjonktür içerisinde, imkânsız değilse de oldukça zordur. Ve bu zorluğun asıl sebebi de, statükocu güçlerin bölünme korkusu yüzünden gösterdikleri dirençtir. Türkiye burjuvazisini bazı yeni açılımlar yapmaya ve güneydeki Kürt yönetimiyle arasını düzeltmeye iten sebeplerin, Kürt halkının haklı talepleriyle ilgisi yoktur. Şimdilerde başlatılan “Kürt açılımını” ve güneydeki Kürt yönetimiyle arayı düzeltme çabalarını da, Türkiye burjuvazisinin bölgeye dönük emperyalist planlarının bir parçası olarak görmek gerekir. Türkiye burjuvazisini bazı yeni açılımlar yapmaya ve güneydeki Kürt yönetimiyle arasını düzeltmeye iten sebeplerin ise, Kürt halkının haklı talepleriyle ilgisi yoktur. Şimdilerde başlatılan “Kürt açılımını” ve güneydeki Kürt yönetimiyle arayı düzeltme çabalarını da, Türkiye burjuvazisinin bölgeye dönük emperyalist planlarının bir parçası olarak görmek gerekir. Türkiye’nin bölgeye dönük gayretinin ve “Kürt açılımı” adıyla başlatılan sürecin birkaç sebebi vardır. Birincisi, güçlerini Afganistan’a kaydırmakta olan ABD’nin yaptığı baskı ve süreci hızlandırma çabalarıdır. Buna AB’nin, Kürt sorunu konusunda ilerleme kaydedilmesi yönünde yaptığı baskıyı da eklemek gerekir. İkincisi, bir bütün olarak burjuva blokun, Kürt ulusal mücadelesinin geldiği düzey itibariyle, eski statükoyu sürdüremeyeceğini kabullenmek zorunda kalmış olmasıdır. Üçüncüsü, ki bu kabullenişin temel nedenlerinden biridir, çözüm yolunda birtakım adımlar atılmadığı takdirde ipin ucunun hepten kaçırılacağı yönünde duyulan korkudur. Bununla ve Irak’a yönelik niyetlerle bağlantılı olarak da güneydeki Kürt yönetimiyle iyi geçinmek zaruri bir hal almıştır. Yeniden yapılanmakta olan Irak’ta ve Kürdistan’da Türk şirketlerinin sahip olduğu payın artması da buna bağlıdır. Hatırlanacağı üzere, yeni imzalanan Nabucco pro-
20
Eylül 2009 • sayı: 54
jesinin tedarikçi ülkelerinden biri de Irak’tır ve Kürt yönetimine ait topraklar hem boru hatlarına hem de doğalgaz yataklarına evsahipliği etmektedir. Bir yandan demokratik açılımlar yapmaktan bahseden Türkiye burjuvazisi, öte yandan çıkarlarını hâkim kılmak için en insanlık dışı yollara başvurabilecek bir hırsa sahiptir. Sınırları içinde ve dışında yaşayan Kürtlere uyguladığı zulmün yanına, şimdi de, Dicle ve Fırat nehirlerinin suyunu kesip, milyonlarca Iraklının susuz kalması pahasına, bunu bir koz olarak kullanmak eklenmiştir. Osmanlının geçmişte kendilerine çektirdiği acılara bakıp, “yeni” Osmanlıcıların niyetlerini rahatlıkla anlayabilecek olan Kürt ve Arap halklarının gayet iyi bildiği gibi, Türkiye burjuvazisinin barışla veya halktan yana çözümlerle ilgisi yoktur. Diğer taraftan, Türkiye’nin bu emperyalist planları, bölgenin bir başka önemli gücü olan İran’ı da ciddi biçimde kışkırtmaktadır. Bu iki gücün çekişmesi Irak ve Ortadoğu’yla da sınırlı değildir. Kafkaslar ve Afganistan’da da ciddi çıkar ayrılıkları mevcuttur. Bu yüzden de, aralarındaki 20 milyar dolara ulaşmış ticaret hacmine ve görünürdeki samimiyete karşın, Türkiye ve İran’ı rakip iki ülke olarak görmek gerekir. İran’ın açıkça karşı karşıya olduğu taraf ise, ABD’nin oluşturduğu “ılımlı Sünni” cephesidir. Buradaki çekişme yer yer Şii-Sünni ayrımı üzerinden, yer yer Arap-Fars ayrımı üzerinden ve yer yer de Amerikan karşıtlığı-yandaşlığı ayrımı üzerinden yürümektedir. ABD’yle birlikte İsrail de İran karşıtı cephenin baş kışkırtıcılarındandır. Sırf bu cepheyi sağlam tutabilmek için ABD, Filistin sorununda kendini Araplardan yanaymış gibi göstermeye çalışmakta ve Obama’nın Kahire konuşmasında söylediği gibi, Filistin devletinin kurularak acıların son bulmasından bahsetmektedir. Oysa gerçekte, zaman zaman kendi inisiyatifiyle provokatif çıkışlar yapsa da, ABD’nin desteği ve onayı olmadan İsrail’in adım atması mümkün değildir. İran karşıtı cephede yer alan Arap devletleri mevcut statükonun devam etmesinden yanadırlar, çünkü statükonun sürmesi demek iktidarlarının garanti altında olması ve ABD yandaşlığının getirdiği avantajlardan faydalanmak demektir. Oysa ABD açısından durum farklıdır. İran’ı baskı altında tutmak ve frenlemek için bu cephenin varlığına ihtiyaç duysa da, İran’ı bertaraf etmesi halinde ABD’nin bu Arap devletlerindeki rejimleri değiştirmeye çalışacağı da açıktır. Ayrıca ABD’nin planlarında yer alan sınır değişikliklerinden nasibini alacak bölge ülkeleri arasında bu Arap devletleri de vardır. Üstelik Afganistan’a yoğunlaştığı bir süreçte ABD sırtını sağlama almak istemekte ve bu yüzden de İran’la görünürde “uzlaşmacı” bir diplomasi yürüterek, bir süreliğine de olsa Ortadoğu’da başının fazla ağrımamasını ve kurduğu dengenin bozulmamasını istemektedir. Gerici Sünni Arap rejimleriyle ABD’nin planları arasındaki, derinlerde yatan çıkar farklılıkları bununla da sınırlı değildir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin Ortadoğu’da ve Afganistan’da hedef tahtasına oturttuğu “terörist”
sayı: 54 • Eylül 2009
marksist tutum ABD’nin Irak’tan çekileceğini açıklamasıyla oluşan siyasi atmosfer, başta Irak içindeki iktidar sahipleri ve heveslileri olmak üzere, Irak’la ilgili emelleri olan herkesin kanının kaynamasına yol açmıştır. Daha çekilme takvimi açıklanır açıklanmaz, Irak’taki şiddet olaylarının artmasını da buna bağlamak gerekir. Birkaç ay içinde ölü sayısının bini aştığı saldırılar gerçekleşmiştir.
güçlerin hepsi de Sünni kesime mensuptur. Ve ABD’nin izlediği politikalar en genel anlamda Sünni iktidarların Şiiler karşısında zayıflamasına ve halklar nezdinde de “Amerikan işbirlikçisi” olarak görülerek iktidarların meşruiyetinin azalmasına yol açmıştır. Neticede, ABD’nin Afganistan’a yönelmesinin ve buna bağlı olarak bölgesel güçler arasında giderek artan rekabetin Irak halkı açısından yaratacağı sonuçlar hiç de iç açıcı değildir. Irak’taki şiddet olaylarının artacağı ve iktidar kavgası yüzünden binlerce Iraklının daha hayatını kaybedeceği açıktır. Mevcut yönetimin bu siyasi kargaşayı önlemek ve iktidar kavgasına son vermek için daha baskıcı bir rejime yöneleceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Irak’taki Kürtler de iki ateş arasında kalmış gibidir. Bir yandan Arap (Sünni ve Şii) grupların saldırılarına maruz kalmakta, diğer yandan da İran ve Türkiye’nin tehdidine göğüs germeye çalışmaktadırlar. Araplar ve Kürtler arasında ciddi çatışmaların başlaması hiç de uzak ihtimal değildir.
Sıra Afgan ve Pakistan halklarında Obama’nın “yumuşak gücü”nün yüzünü en çok gösterdiği (ve göstereceği) alan kuşkusuz Afganistan’dır. Kendisi daha başkanlık koltuğuna oturmadan önce, Irak’taki asker sayısını azaltacağını ve Afganistan’a daha çok asker sevkedeceğini açıklamıştı. Konu emperyalist planların uygulanması olduğunda, bu burjuva kan emicilerin sözüne güvenmek gerekir! Nitekim Obama da sözünde durdu ve Afgan halklarının tepesine füzelerini yağdırmaya başladı. Irak’taki durumdan farklı olarak, Türkiye gibi NATO üyesi pek çok ülke de, bu katliamlarda ABD’ye eşlik ediyor. Üstelik Türkiye’nin desteği Afganistan’a asker göndermekle sınırlı da değil. ABD’nin Irak’tan çektiği askerler, Türkiye üzerinden geçerek bölgeye ulaşacak. Ayrıca ABD ordusu, Türkiye’nin kara ve hava sahasını da istediği gibi
kullanabilecek. Ve şimdiye kadarkinden farklı olarak Türkiye, sadece cephe gerisine değil, çatışmalı bölgelerde kullanılmak üzere bölgeye muharip güç göndermeyi de düşünüyor. Yani, artık Türk silahlı güçleri, Afgan halkının üzerine ateş açıp, bu “Müslüman kardeşlerini”, ABD’li ve Türkiyeli sermayedarlar hesabına katledecekler. Üstelik Türkiye’nin üstlendiği rol, ABD’nin planlarına askeri destek vermenin çok ötesinde bir içeriğe de sahip. Dini, kültürel, tarihi avantajlarını ve ilişkilerini, ABD’nin bölgeye yönelik kanlı planlarını hayata geçirmek için devreye sokan Türkiye, bunun karşılığında hassas olduğu bazı konularda (Kürt sorunu, Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu vb.) ABD’nin desteğini almış durumda. Kimi zaman Müslüman, kimi zaman laik ve demokrat, kimi zaman da kardeş ülke sıfatıyla bölgede cirit atan Türkiyeli diplomatlar, politikacılar, askerler, ajanlar, Fethullahçılar, işadamları ve benzerleri, hepsi de ABD’nin ve dolayısıyla kendilerinin çıkarlarının peşinde koşuyorlar. Pek çok konuda ABD ile anlaşmazlık içinde olan Rusya, Taliban’ın “İslamcı terörü”nün kendisini de tehdit etmesine istinaden ve gerici Afgan egemenleriyle ilişkilerini geliştirmek amacıyla, ABD’ye hava sahalarını kullanma izni ve askeri üs vererek, yapılanlara göz yumarak, Afgan halkının katledilmesine ortak oluyor. Aynı şekilde Çin de bu savaşta ABD’ye göz yumuyor. Rusya’nın Çeçenistan’da ve Çin’in Uygurlarla yaşadığı sorunlarda direnişçi güçlerin İslamcı bir karaktere sahip olmaları ve Taliban’la olan ilişkileri, buna gerekçe gösteriliyor. Yüzyıllardır yoksulluğun ve ilkelliğin pençesinde kıvranan Afgan halkı, iki ateş arasında kalmış durumda: bir yanda Taliban gericiliği, diğer yanda Amerikan emperyalizmi. Sefalet içindeki halk açısından tam bir “kırk katır mı kırk satır mı” durumu söz konusu. Toplam nüfusu 20 milyon civarında olan ülke tam anlamıyla harabeye dönmüş durumda. 2 milyondan fazla insan yaşadığı yerlerden
21
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
göç etmek zorunda kalmış ve yaklaşık 300 bini göçmen kamplarında yaşam kavgası veriyor. İşsizlik korkunç boyutlarda. Eğitim ve sağlık sisteminden bahsetmek dahi mümkün değil. Ve halkın böylesi koşullarda yaşadığı bir ülkede Obama’nın icraatları yeni hapishaneler ve işkence merkezleri inşa etmekten, Taliban’la savaş adı altında ülkenin Pakistan sınırındaki bölgeyi tam bir cehenneme çevirmekten ibaret. Ülkedeki Amerikan askerlerinin sayısının iki yıl içinde 130 bini geçeceği söyleniyor, yani Irak’ın yerini bu bölge alacak. Taliban’a karşı yürüttüğü savaşta ABD’ye destek veren Pakistan’ın durumu ise tam bir muamma. Pakistan alttan alta ABD tarafından kışkırtılan yahut göz yumulan bir içsavaşın içine çekiliyor. Halk yoksulluktan, yolsuzluklardan, açlıktan ve sefaletten kırılırken Pakistan burjuvazisinin bir kesimi ABD’ye hizmet vererek iktidarını kurtarmak peşinde. Oysa bugün canavar olarak ilan edilen Taliban ve El-Kaide, Pakistan istihbarat servisi ISI’nın yetiştirmesi ve devlet içinde halen güçlü destekçileri bulunmakta. Taliban ve diğer İslamcı güçler, mevcut iktidarı devirmeye çalışan bir diğer burjuva iktidar odağı haline gelmiş durumda. Afganistan’ın önemli bir bölümü ile Pakistan’ın kuzey kesimi onların kontrolünde. Kendisinin kontrol edemediği ve Pakistan devletinin elinde bulunan nükleer gücün Taliban’ın yahut İslamcı grupların eline geçme ihtimalini bahane eden ABD, daha şimdiden Pakistan’ı “başarısız devlet” ilan etmiş durumda. Bu kavram, Pakistan devletinin en temel sorumluluklarını ve işlevlerini dahi yerine getiremediğini ifade etmek için kullanılıyor. Böylelikle de, ABD’li stratejistlerin “ulus inşası”, yani Pakistan’ı istedikleri gibi şekillendirme projelerinin önü açılmış oluyor. Irak’a “demokrasi ve özgürlük” götüren Bush gibi, Obama da Pakistan’ı –ve yanında eşantiyon olarak Afganistan’ı– yeniden inşa edecek! Bir diğer seçenek ise, İslami sosa bulanmış –halkın gözünde meşruiyetin sağlanması için bu gerekli– bir diktatörlüğün kurulması ve böylece devlet otoritesinin yeniden tesis edilerek Amerikan karşıtı İslamcı güçlerin ezilmesi. Yani Taliban’ın alternatifi Pervez Müşerref veya Hamit Karzai benzeri diktatörler ve baskıcı rejimler. Şu an genelkurmayın başında bulunan Pakistanlı general Kayani’nin ABD’nin gözdesi olması da bunun sonucu. Kayani’yi veya bir başka “kudretli” generali ikna edebildiği anda ABD, Pakistan’da yeni bir askeri darbenin önünü açacaktır. Fakat kaderin bir cilvesi olarak, kendi yarattığı canavar Taliban, bizzat Pakistan devlet aygıtı içinde de –özellikle ISI içerisinde– giderek güçlenmektedir. Buna karşılık ABD de uyguladığı şiddetin dozunu arttırmakta, sivil/militan ayrımı yapmadan ve kadın çocuk demeden insanları katletmektedir. Henüz sonuçlanmamış olan Afganistan’daki seçim süreci de, ABD emperyalizminin ezilen halklara bahşettiği sözde demokrasinin ne denli biçimsel ve komedi niteliği taşıyan bir yapıya sahip olduğunun canlı ve güncel bir örneğidir. Güya başarılı addedilen Irak’taki “ulus inşası” sü-
22
reci her gün yüzlerce insanın öldüğü bombalama saldırılarıyla, artan gerici ve baskıcı uygulamalarla devam ederken, Afganistan’daki seçim süreci de belirsizlik ve kaosun hâkim olduğu, savaş ağalarının halkın demokratik temsilcisi sayıldığı bir ortamda sürüyor. Seçimin galibi kim olursa olsun kazananın ABD ve Afgan egemenleri, kaybedenin ise Afgan emekçiler olacağı kesindir. *
*
*
İşte “yumuşak güç” yanlısı Obama’nın ilk 100 günlük icraatının, Ortadoğu ve Afgan halklarına getirisi bunlardır. Bu o kadar açık bir tablodur ki, ezilen halklar da çoğunlukla durumun farkındadırlar. Ama örgütsüzlüğün verdiği umutsuzluk ve çaresizlik içinde, egemen güçlerin niyetlerine ve planlarına tâbi olmaktan kaçınamamaktadırlar. ABD emperyalizmine ve mevcut kokuşmuş iktidarlara karşı duydukları öfke o denli birikmiştir ki, “kurtarıcı” diye ortaya çıkan ve bu zalimlere kafa tutan Taliban yahut başka İslamcı güçleri alternatif olarak görebilmektedirler. İslamcı güçlerin sıkça kullandığı bir benzetme, ABD ve Batılı güçleri geçmişin haçlı orduları yerine koymaktır. İlk kez Bush tarafından kullanılan bu benzetmeden her iki taraf da kendi hesabına faydalanmıştır. Bu benzetmeye göre, tıpkı bin yıl önce olduğu gibi bugün de, dinden, örf ve adetlerden sapıldığı için bu duruma düşüldüğünü söyleyen “kurtarıcılar” ortaya çıkacak ve haçlıları Arapların ve Müslümanların “kutsal” topraklarından kovacaklardır. İran’da Ayetullah Hamaney bunu resmi ağızdan bile deklare etmiştir. Arap halkları, bin yıl önceki haçlı ordularının gazabından da böyle kurtarılmamışlar mıdır?! Ancak bu sözde kurtarıcılar, tarihin gerisini dillendirmeyi pek tercih etmezler. Oysa haçlı örneğinin de gösterdiği gibi, bu tür kurtarıcıların eliyle gelen gelecek, eskisinin yerini yeni bir cenderenin almasıdır. Tarihte de haçlıların yerini Moğol istilacılar almış, gelen gideni aratmıştır. Zaten ezilen ve sömürülen sınıflar, kaderlerini kendi ellerine almak üzere ayağa kalkmadıkça da bu yazgı değişmeyecektir. Ama karamsarlığa lüzum yoktur. Çünkü ne ABD emperyalizmi her istediğini yapabilecek denli kadir-i mutlak bir güce sahiptir ve ne de tek alternatifleri, kıyıcı Moğol hakanlarını hatırlatan Taliban yahut diğer İslamcı gruplardır. Tarih her zamanki gibi hükmünü icra edecek, büyük altüst oluşların yaşandığı dönemleri devrimlerin yaşandığı dönemler takip edecektir. Yeter ki işçi sınıfı kendinde tarihi değiştirecek gücün ve potansiyelin varolduğuna bir kez inansın.
_________________________ *
ABD’li politikacılar ve strateji uzmanları, bölgeye yönelik planlarında Afganistan ve Pakistan bir bütün oluşturduğundan bu kısaltmayı kullanıyorlar.
Ulusal Sorun Üzerine/1 1994 Eylülünde kaleme alınmış ve www.marksist.com sitesinde yayınlanmış “Ulusal Sorun Üzerine” adlı broşürü üç bölüm halinde yayınlıyoruz.
Giriş Ulusal sorun konusunda teorik mücadelenin önemi, asıl olarak ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi karşısında Marksist temellere dayalı doğru bir politik tavır alış ihtiyacından kaynaklanır. Marksizm, dünyayı yorumlamakla yetinen izlenimci ya da olgucu bir felsefe değil, dünyayı değiştirmeye çalışan ve devrimci pratikle kopmaz bir diyalektik ilişki içinde ilerleyen bütünsel bir dünya görüşüdür. Proletaryanın devrimci mücadelesinin ideolojik temellerinin atıldığı Marx ve Engels döneminde, ulusal sorunun tarihsel çerçevesi burjuva demokratik devrimler ve ulus-devletlerin oluşumu açısından ele alındı. Onlar bu sorunda dikkatlerini, eski feodal siyasal yapıların yıkılması ve modern kapitalist toplumun gelişiminin önünü açan ulus-devletlerin oluşumuna yönelttiler. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, burjuva demokratik dönüşüm istemlerinin somutlandığı biçim olarak “ulusal cumhuriyet” ve düşünce akımı olarak “yurttaşlık hakları ve burjuva ulusçuluğu” gerçekten de eskiye oranla ilerici bir içerik taşımaktaydı. Marksizmin kurucularının Avrupa’daki burjuva demokratik mücadelelere ve ulus-devletlerin oluşumuna, genel tarihsel perspektif açısından bir değer biçmeleri, onların devrimci tutumlarının bir yansımasıydı. O dönemde Avrupa’daki gerici iktidarların en yakın müttefiki olan Çarlık Rusya’sına karşı mücadele eden Polonya ulusçuluğu Marx ve Engels’ten destek görürken, Güney Slavlarınınki gibi gericiliğin hizmetindeki hareketler, onların sert eleştirilerine hedef oldu. Batı Avrupa’nın burjuva demokratik mücadelelere sahne olduğu bir tarih kesitinde, bu mücadeleyi sıranın proletaryaya gelebilmesi açısından değerlendiren Marx ve Engels, ulusal sorun konusuna da bu temelde yaklaştılar. Sermayenin dünya ölçeğinde ekonomik entegrasyon doğrultusundaki tarihsel eğilimine karşın, burjuva dünya-
nın farklı ulus-devletlere parçalanmışlığı temelinde burjuva ideolojisi politik bağlamda “ulusalcı”dır. Marksizm, burjuva ulusçuluğunu feodal topluma oranla tarihsel açıdan ileri bir adım olarak değerlendirirken, kapitalist dünya sistemi bir kez oluştuğunda onun nasıl gerici bir içeriğe bürünebileceğini de gözler önüne sermektedir. Proletaryanın devrimci dünya görüşü olarak Marksizmin nihai amacı, ulus-devletlerin yıkılması ve ulusal ayrıcalıklara son verilmesi yoluyla gönüllü birlik temelinde insanlığın dünya topluluğunun oluşturulmasıdır, yani gerçek enternasyonalizmdir. Nihai hedefi kendi ulus-devletini kurmak olan ulusal kurtuluş mücadelesi ile, ulus-devlet olgusuna son vermeyi amaçlayan proleter mücadelenin özdeşleştirilmesi kesinlikle Marksizmin özüne aykırıdır. Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sınırlı anlamda devrimci bir nitelik taşısa da, proletaryanın devrimci siyasetini ulusal kurtuluş mücadelesi temelinde biçimlendiremeyeceği ve kendisini bununla sınırlandıramayacağı çok açıktır. O halde, Marksizmin bütünselliği içinde ulusal sorun ancak ikincil ve sınırlı bir yer tutabilir ve bunda da garipsenecek bir yan yoktur. Buna rağmen bir ulusal sorun, proletaryanın devrimci mücadelesinin çıkarları açısından çözümlenmesi gereken siyasal bir sorun olarak belirginleştiğinde, Marksizm bu soruna ilgisiz kalamazdı ve nitekim kalmamıştır da. Bu bakımdan Marx ve Engels’in, örneğin İrlanda ve Polonya’nın ulusal bağımsızlık mücadelesini desteklerken takındığı tutum, bugün de yol gösterici tarihsel bir tutumdur. Her politik sorunda olduğu gibi, ulusal sorun konusunda da takınılması gerekli doğru politik tutumu belirleyecek olan, Marksizmin bize sunduğu ve her zaman sahip çıkmamız gereken enternasyonalist komünist ilkelerdir. Bu nedenle, bu yazımızda ulusal sorun konusuna ilişkin ilkesel çerçevemizi ortaya koyacağız.
23
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
Ulus-Devlet Olgusu 1- Soruna “akademik incelemeler” anlayışı içinde yaklaşanlar, Marx ve Engels’in ulusal sorun konusunda yöntemsel bir yaklaşımlarının olmadığını, onların kapsamlı bir ulus tanımı bile yapmadıklarını iddia ederler. Oysa Marksizm, çeşitli sorunlar karşısında akademik incelemelerden ve donmuş tanımlardan oluşan bir “öğretiler” toplamı değildir. Marksizm, temellerinin atıldığı dönemden bugüne, proletaryanın bilinçli devrimci eylemiyle dünyanın değiştirilmesini amaçlayan bir eylem felsefesi olarak biçimlenmiş ve sürekli gelişen bir içeriğe sahip olmuştur. Bir tarihsel-toplumsal olgunun onu biçimlendiren ya da karakterize eden karmaşık unsurlardan ve ilişki içinde bulunduğu faktörlerin değişkenliğinden kopartılarak, dondurulmuş bir “olgu” olarak ele alınıp tanımlanmaya çalışılması Marksizmin yöntemi değildir. Doğruya en yakın görünen tanım bile, o olgunun hareketinin bütün yönlerini, farklı tarihsel kesitlerde taşıyabileceği farklı özelliklerini kapsayamama tehlikesiyle yüz yüzedir. Marksizm, bitmiş tamamlanmış bir ölü fikirler yığını ya da hazır reçeteler toplamı değildir. Marksizm, her farklı tarihsel kesitte öne çıkan sorunlara, proletaryanın devrimci mücadelesinin ihtiyaçları açısından çözüm getirmeye çalışan canlı ve dinamik bir dünya görüşüdür. 2- Feodal toplumun bağrında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan burjuvazinin, bir süre sonra kendi pazarına ve ticari ilişkilere egemen olma arzusu ağır basmaya başladı. Burjuvazinin kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla feodal gericiliğe karşı giriştiği mücadele sürecinde, ulus-devlet ve ulus olgusunun düşünsel temelleri de yaratılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu (eskinin feodal yerelliğinin ve kraliyet tebaasının yerine ulus-topluluk) şeklinde biçimlendi ve siyasal hedef olarak belirginleşti. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalist gelişmenin erken oluşuna (İngiltere, Hollanda, Fransa) ya da gecikmişliğine (Almanya) bağlı olarak, burjuva ulusal demokratik dönüşümlerin hızı, kapsamı ve biçimi (aşağıdan ya da yukarıdan) önemli farklılıklar içerdi. Fakat sonuç olarak ulusçuluk, burjuvazinin kendi pazarı üzerinde egemenliğini ve siyasal birliğini kurma mücadelesinde biçimlenen burjuva ideolojisi olarak tarih sahnesine çıktı. 3- Burjuva ulusçuluğu, 18 ve 19. yüzyılda Avrupa’da patlak veren devrimci kabarışların başlıca itici gücünü oluşturdu ve burjuva ulusalcı hareketler tüm Avrupa’da yaygınlaştı. Öte yandan Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarında patlayan 1848 devrimleri ise, burjuvazi ile tarih sahnesine kendi politik istemleriyle çıkmaya başlayan proletarya arasındaki sınıfsal çatışmanın temel niteliklerini sergilemeye başlayan bir dönüm noktası oldu. Bu dönemecin taşıdığı siyasal önem, Marksizmin ku-
24
Marksizmin bütünselliği içinde ulusal sorun anc garipsenecek bir yan yoktur. Buna rağmen bir ulu çıkarları açısından çözümlenmesi gereken siyas bu soruna ilgisiz kalamazdı ve nitekim kalmamı İrlanda ve Polonya’nın ulusal bağımsızlık mücad yol gösterici tarih rucularının çözümlemelerinde 1848 devrimlerini takiben yansımasını bulmaya başladı. Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihte (1847) Marx ve Engels’in değerlendirmelerine egemen olan başlıca iki eksen vardı. Birincisi, modern kapitalizmin başlıca gelişme eğilimlerinin, kapitalizmin en fazla geliştiği İngiltere örneği temelinde kestirilmesi ve buradan hareketle proletaryanın tarihsel perspektifinin üretilmesi. İkincisi ise, o dönemde henüz feodal gericiliğin alt edilememiş olduğu Almanya örneğinden hareketle, proletaryanın bir burjuva demokratik devrim sürecinde oynayabileceği rolü (aşırı muhalefet partisi olmak) ve bu temeldeki istemlerini belirlemekti. Ancak daha sonra 1848 devrimlerinin deneyimine dayanarak, Marx ve Engels gerek Birliğe Çağrı’da (1850), gerekse 18 Brumaire’de (1852) proletaryanın savaş parolasının “sürekli devrim” olması gerektiğini ortaya koydular. Böylece, proletaryanın bundan böyle Almanya gibi ülkelerde dahi aşırı muhalefet partisi rolüyle yetinmemesi, bizzat kendi iktidarı uğruna ve kendi istemleriyle politik mücadeleye atılması perspektifi geliştirilmiş oluyordu. Marx ve Engels, henüz burjuva demokratik mücadelelerin yaşanmakta olduğu bir tarih kesitinde, burjuvazinin geçmişe (feodal gericiliğe) karşı taşıdığı ilerici yön ile, ge-
sayı: 54 • Eylül 2009
cak ikincil ve sınırlı bir yer tutabilir ve bunda da usal sorun, proletaryanın devrimci mücadelesinin sal bir sorun olarak belirginleştiğinde, Marksizm ıştır da. Bu bakımdan Marx ve Engels’in, örneğin delesini desteklerken takındığı tutum, bugün de hsel bir tutumdur. leceğe (tarih sahnesine çıkan proletaryaya) karşı taşıdığı gerici yön arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyorlardı. 19. yüzyılda yaşanan burjuva demokratik mücadelelere bu çelişki damgasını basacaktı. Bu koşullarda, Marx ve Engels’in proleter mücadelenin karakterini belirlemek açısından ortaya koydukları “sürekli devrim” anlayışı, bir tarihsel perspektifin ifadesi olarak anlamını buluyordu. 1871 Paris Komünü ise, proletaryanın tarihsel perspektifinin yaşama geçirilebilirliğini kanıtlayan bir ön deneyim, göğü fethe çıkan komünarların 20. yüzyıla seslenen bir savaş çığlığı idi. 4- Marx ve Engels’in o dönemde gündemde olan başlıca iki ulusal sorun (Polonya ve İrlanda) temelinde sergiledikleri yaklaşımlar, genel hatlarıyla proletaryanın bu soruna ilişkin devrimci programının ilkesel çerçevesini oluşturdu. O dönemde Avrupa’da gericiliğin kaynağı olan Kutsal İttifaka (Prusya, Avusturya ve Çarlık Rusya’sı) karşı Polonya’nın ulusal bağımsızlıkçı hareketinin desteklenmesi, kendi gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması bakımından proletaryanın sınıf çıkarlarına denk düşüyordu. Bu nedenle onlar, Polonya ulusal bağımsızlık hareketini, desteklenmesi gereken bir ulusal hareket olarak değerlen-
marksist tutum
dirdiler. İrlanda sorununu ise, başlangıçta, İngiltere’deki toplumsal devrimin ilerleyişi içinde çözümlenebilecek bir sorun olarak gördüler. Yani, proletarya devriminin geçerken çözeceği bir ulusal sorun kapsamında. Fakat İngiltere’de toplumsal devrimin uykuya yattığı ve İngiliz emperyalizminin, şovenizmi işçi sınıfına da bulaştırmayı başardığı koşullarda, İrlanda’da gelişen ulusal bağımsızlık mücadelesi öne çıktı, önem kazandı. Marx ve Engels bu somut koşullarda, İrlanda’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşmasının, İngiliz emperyalizmine vurulmuş önemli bir siyasal darbe olacağını ve bu durumun İngiltere’de proletaryayı uykusundan uyandırarak, toplumsal devrimin fitilini ateşleyebileceğini düşündüler. Bu nedenle de, esas olarak federasyona karşı olmalarına rağmen, ayrılma hakkının tanınmasından sonra, gönüllü birliğe olası bir geçiş biçimi olarak federasyon tarzının kabul edilebileceğini ileri sürdüler. Marksizmin kurucularının, ulusal sorun konusunda İrlanda deneyiminden çıkardıkları en önemli sonuç; “başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacakları” sonucu oldu.1 5- Temelde kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir sonucu olarak, ulusal uyanışlar da dünya çapında eşzamanlı olarak yaşanmadı. Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimler dönemine eşlik eden ulusal birliklerin kuruluşu mücadelesi, esas olarak 1789-1871 arasındaki tarih kesitinde yaşanırken, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve Asya’da bu uyanış 20. yüzyılın başlarına denk düştü. 20. yüzyılın ikinci yarısı ise Afrika kıtasındaki ulusal kurtuluş mücadelelerine sahne oldu. Çeşitli sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla esasen geçmiş dönemlere ilişkin bir deneyim olarak tarihte yerini alan ulusal kurtuluş mücadeleleri, günümüzde ancak birkaç gecikmeli örnek temelinde (İrlanda, Bask, Filistin, Kürdistan gibi) varlığını sürdürmektedir. 6- Modern kapitalizme denk düşen ulus-devlet öncesinde, feodal devlet hangi biçimi almış olursa olsun, (ister küçük bir krallık, ister büyük bir imparatorluk) onun egemenliği altındaki halk ya da halklar bir devlet topluluğu oluşturmakta fakat bir ulusal birlik oluşturmamaktaydılar. O halde “ulus”un tarihi, devletin tarihi kadar eski değildir ve ulusun tarih sahnesine çıkması, genel olarak devlete değil, belirli bir tarihsel kesitteki devlete (kapitalist devlete) denk düşer. Bu nedenle de coğrafya, kültür ve tarih bakımından farklılıklar gösteren halk topluluklarının kapitalizm öncesi geçmişlerinin “ulusal-kültürel kimlik” başlığı altında ele alınması tarihsel gerçekliğe uymaz. Modern burjuva devletin oluşum sürecinde bir “ulusal kimlik” kazanan toplulukların, kendi geçmişlerinin bu kimlik üzerinde şu ya da bu ölçüde etkisini hissettireceği doğruysa da, burjuva tarihçilerinin yaptığı gibi, toplulukların çeşitli tarihsel-kültürel farklılıklarının “ulusların karakterleri” biçiminde kategorize edilerek dondurulması, idealist bir yaklaşımdır.
25
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
Bu nedenle ulus olgusunun esas olarak “tarihsel-kültürel-psikolojik” argümanlar temelinde açımlanmaya çalışılması doğru bir yaklaşım değildir. Böyle bir yaklaşım esas ifadesini Avusturya Marksisti Otto Bauer’in değerlendirmelerinde bulmuş ve pek çok Marksisti de etkilemiştir.2 Bauer’in ulusal sorunun çözümünde savunduğu tez, ulusların kaderlerini tayin hakkının karşısına ulusal kültürel özerkliğin çıkartılmasına dayanıyordu. Bu yaklaşım, Bauer’in reformist ve sosyal-şoven anlayışının doğal bir sonucuydu. 7- Donmuş tanımsal yaklaşımların, değişim halindeki oluşumları kavramakta yeterli olamayacağı noktasından hareketle, Lenin de soruna ulus-devletin tarihsel oluşumu açısından yaklaşmıştır. “Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı nihai zaferleri dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar, ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve ensonu, pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir. “Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, hayır bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.”3
8- Tarihsel olarak ulus, toplumların evriminin belirli bir aşamasında (kapitalizme geçiş evresinde) biçimlenen sosyo-ekonomik bir olgudur. Pazar birliği ve bu temelde diğer toplumlarla iktisadi rekabet gibi, burjuva toplumunun kendine özgü varlık koşullarına bağlı olan ulus olgusu, tarihin ilerleyişi içinde gelip geçici bir olgu olmaya mahkûmdur. Bu olgunun “ulusal bilinç” denilen yansıması da, çeşitli toplulukların “kültür birliği” veya “dil birliği” temelinde ezelden ebede yaşayacak bir niteliğe sahip olmayıp, burjuva toplumu ayakta tutan burjuva ideolojisiyle sınırlı bir içeriğe ve ömre sahiptir. Marksizm ulusların birbirine kaynaşmasından, ulusal ayrımların ortadan kalkmasından yanadır. Kapitalist gelişme ve sermayenin dünya ölçüsünde yayılmacı doğası, ulus ve devlet çitlerinin aşılması doğrultusunda bir tarihsel eğilim yaratır. Fakat bu tarihsel eğilimin gerçekliğe dönüşmesi, ekonomik rekabet temelinde farklı ulus-devletlere bölünmüş olan kapitalist sistemin, dünya proleter devriminin ilerleyişiyle yıkılması sayesinde mümkün olabilecektir. Kapitalizm altında ise ulus-devlet bir gerçekliktir. 9- Kapitalizmin dünya ölçeğinde yayılmasıyla birlikte
26
burjuva ulus-devletler arasında çeşitli ekonomik-siyasiaskeri birlikler oluşsa da, bunlar ancak rekabet içindeki “birlik”ler olabilir ve dünya pazarında daha büyük bir pay kapmak için yürütülen emperyalist mücadele varolan “birlik”leri parçalar ve yeni “birlik”ler oluştururken, temelde yatan çatışma ve rekabet eğilimi egemenliğini sürdürür. Sermayenin uluslararasılaşma eğilimine karşın, burjuva ideolojisi, ulus devletler temelindeki parçalanmışlık ve ekonomik rekabet nedeniyle belirli bir ulus-devletin çıkarlarını yansıtır. Burjuvazinin proletarya üzerindeki hegemonyasının aracı olan burjuva ideolojisi, sınıf mücadelesinin üstünü örtmek ve burjuva egemenliğini “ulusal birlik” propagandasıyla ayakta tutmak amacıyla ulusalcı özünü korumak zorundadır. Proletaryanın uluslararası birliğini oluşturma hedefiyle hareket eden Marksizm ise özü bakımından enternasyonalisttir. Proleter devrimin tek bir devletin sınırları içinde ortaya çıkması durumunda bile, proletaryanın amacı yeni tipte bir “ulus-devlet” oluşturmak değil, devrimin dünya ölçeğinde yayılması için mücadele yürütmektir. Devrimin sürekliliğinden anlaşılması gereken şeylerden biri ve en önemlisi budur. Aksi halde, proleter devrimler yalıtılmaya ve bürokratik diktatörlükler tipinde yeni “ulus-devlet”lerin oluşumuna yol açarak yok olmaya mahkûm olacaklardır. 10- Ücretli kölelik durumu, sınıf düşmanı ve kurtuluşunun koşulları uluslararası olan proletaryanın vatanı yoktur. O, gerçek özgürlüğe, enternasyonalist komünist sınıf bilincini kazanması ve uluslararası savaş birliğini oluşturması yoluyla ulaşacaktır. Ulusal sınırların gerici olduğunu ve insanlığın kurtuluşunun ulus-devletlerin proleter devrimlerle ortadan kaldırılması yoluyla gerçekleşebileceğini gösteren Marksizm, ulusların birbirleriyle gönüllüce kaynaşması yoluyla dünya insanı sentezine varılmasını amaçlar. (Devam edecek)
______________________________ 1
Marx ve Engels’in bu sorunlara ilişkin açılımlarının kapsamlı bir özeti için, Lenin’in Şubat-Mayıs 1914 tarihli Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı yazısına bakılabilir.
2
Stalin’in 1913’te Viyana’da hazırladığı Marksizm ve Ulusal Sorun adlı makalesinde verdiği ulus tanımı, onun Otto Bauer’in de etkisiyle biçimlenmiş eklektik yaklaşımını sergilemektedir. “Ulus tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yay., s.15)
3
Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49
İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı? Oktay Baran
K
apitalist dünya krizle boğuşmaya devam ederken, kapitalizmin Marksist eleştirisine dönük ilgi de her geçen gün artıyor. Hatta bir kısım burjuva iktisatçılar kapitalist krizden çıkış doğrultusunda bir ipucu buluruz diye Kapital ciltlerini araştırıyorlar; orada krizlerin temel nedeninin özel mülkiyet, rekabet ve üretim anarşisi olduğu tespitini görüyorlar ve ardından da rekabeti ve üretim anarşisini sınırlandırmak için “piyasayı düzenlemenin”, “devlet müdahalesinin”, “devlet mülkiyetinin” öneminden bahsetmeye başlıyorlar. Ama nafile! Yeniden keşfedip mucize ilaç olarak sundukları devlet kapitalizmi, bu sömürü sistemini krizden ilelebet kurtarmaya yetmez, olsa olsa onun krizini geçici bir süre erteleyip orta vadede daha da şiddetlendirmeye ve buna paralel olarak da emperyalist savaş güdüsünü daha da körüklemeye yol açar. Diğer taraftan emekçi sınıfların evlatları, kapitalist sistemden bir çıkış yolu arayan devrimci gençler, kapitalizmin doğasını anlama ihtiyacı duyuyorlar. Ne var ki, bu ihtiyacı giderebilmenin ilk adımlarından biri olan “ekonomi nedir?” gibi basit bir soruya bile, burjuva iktisadı çerçevesinde, bir parça objektif, bir parça bilimsel bir yanıt bulmak mümkün değildir! Zira toplumsal yaşamın temelini oluşturan ekonomik faaliyetin asli yasalarının üstü bazı noktalarda çok kabaca bazı noktalarda ise oldukça mahir biçimde örtülerek anlaşılması zor hale getirilmiştir. Bununla amaçlanan tek bir şey vardır; burjuvazinin egemenliğinin ifadesi olan sosyo-ekonomik sistemin yani kapitalizmin meşrulaştırılması, insan doğasına en uygun ve insanın gelişiminin nihai durağı olan bir toplumsal sistem olarak sunulması. İnsanlığa bir bilim olarak sunulan iktisat ya da ekonomi-politik, gerçekte ve özünde, mevcut toplumun iktisadi ilişkilerini meşrulaştırma ve evrenselleştirme amacı güden bir ideolojiden başka bir şey değildir. Üçüncü sınıf köşe yazarlarından anlı şanlı iktisat profesörlerine ve
İnsanlık bir yol ayrımındadır. Bir yandan kapitalist barbarlık tüm gezegeni ve onun üzerindeki yaşamı yok etmekle tehdit ederken, diğer yandan bu dünyada bir cennet inşa etmenin her türlü potansiyeli mevcuttur; sınıfsız, sömürüsüz, barış, özgürlük ve refah dolu bir toplumun inşası son derece mümkündür. Bunun önündeki engel ve temel sorun, gelişimin önünde nesnel bir sınırın olması, dışımızdaki nesnel dünyanın dayattığı sınırlamaların bulunması sorunu değildir. Sorun, insan hayatını, emeği ve doğal kaynakları müsrif bir şekilde harcayan, çevreyi tahrip eden ve bilim ve teknolojinin potansiyelinin tam olarak gelişmesini engelleyen kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi sorunudur.
27
marksist tutum
kabarık unvanlı ekonomi bürokratlarına kadar tüm burjuva ideologların üzerinde hem fikir oldukları ve antikomünist propagandada da sık sık kullandıkları bir argüman, “insan ihtiyaçlarının sınırsız, buna mukabil kaynakların kıt olduğu” argümanıdır. On yıllar boyunca ekonomi denilen şey burjuvazi tarafından bu şekilde tanımlanmış, küçük revizyonlardan geçerek tüm ders kitaplarında bu şekliyle yer bulmuştur. Üniversite düzeyindeki ekonomiye giriş derslerinin ilkinde, hocaların öğrencilere ekonominin tanımı diye öğrettikleri şey de budur: “Ekonomi, sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır.” Çok az kişi bu başlangıç noktasını sorgulama ihtiyacı hisseder. Bilim olduğu iddia edilen bir alanın bu şekilde tümüyle ideolojik bir önyargıya dayandırılması, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemekle aynı şeydir. Gerçekte, ne insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuzdur, ne kaynaklar mutlak anlamda kıttır, ne de içinde bulunduğumuz toplumdaki ekonomik faaliyetin temel amacı insan ihtiyaçlarının en iyi şekilde giderilmesidir. Bu üç temel ideolojik argümana dayandırılan bir anlayışın bilimsel olarak sunulması tam bir garabettir.
İnsan ihtiyaçları sınırsız değil tarihsel ve toplumsaldır İnsan ihtiyaçları denildiğinde daha baştan yöntemsel bir sorunla karşı karşıya kalınır. Hangi sınıfın insanı, hangi toplumun insanı, hangi tarihsel dönemin insanı? İçinde yaşadığı toplumdan ve tarihsel dönemden, ait olduğu sınıftan ve içinde bulunduğu maddi üretim ilişkilerinden soyutlandığında, aslında geriye bildiğimiz anlamda bir insan kalmayacaktır. Marx’ın dediği gibi, “insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içersinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”1 İlkel komünal topluluklara ait insanları ya da günümüzün kimi Afrika kabilelerinin üyelerini, modern kapitalist kentlerde yaşayan bir insanla karşılaştırdığımızda iki ayrı gezegende yaşayan iki ayrı canlı türüyle karşı karşıya olduğumuz hissine kapılırız. Bu insanların, kendilerini, ait oldukları topluluğu, doğal çevrelerini ve dünyayı algılayışları arasında bulunabilecek ortak nokta sayısı yok değilse bile son derece azdır. Çok daha az tüketim aracına, ilkel bir yaşantıya sahip olmasına karşın komünal topluluğun üyesi günümüz modern kapitalist toplum insanıyla karşılaştırıldığında, kendisiyle, içinde yaşadığı toplumla ve doğayla daha uyumlu ve barışıktır. Onun dünyasında “sınırsız ihtiyaçlar” diye bir şey yoktur. Aynı olgu uygarlığın farklı dönemlerindeki insanlarla günümüz insanını karşılaştırdığımız zaman da, kuşkusuz önemli derece farklılıklarıyla birlikte, varlığını sürdürür. Ama bir ve aynı toplum içinde, diyelim ki kapitalist toplum içinde de bu olgu varlığını, farklı sınıflar düzeyinde korumaya devam eder. Bu gerçekliği unutmaksızın, yine de insan ihtiyaçları
28
Eylül 2009 • sayı: 54
Burjuvazinin tükettirme saldırısının sonuçlarını, hiç giymedikleri yüzlerce giysiyi ve onlarca ayakkabıyı, hiç kullanmadıkları el aletlerinin sayısız türünü satın almayı bir saplantı haline getirmiş bireylerde de görmek mümkündür diye bir şeyden bahsedebilir ve bunu çok kabaca, en temel ihtiyaçtan daha karmaşık ve gelişkin olanına doğru sırasıyla, fizyolojik-maddi ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlar ve manevi ihtiyaçlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Gerek bir bütün olarak gerekse de alt başlıklarıyla bu ihtiyaçlar tarihsel ve toplumsal olarak belirlenirler, durgun ve değişmez değil, hareket halinde ve değişen gelişen bir doğaya sahiptirler. Dahası kimi temel maddi ihtiyaçlarımız hiç değişmeksizin kalsa bile, bunların ne kadar ve daha da önemlisi nasıl tatmin edildiği hususu, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişiklik gösterir. Ama her durumda açık olan bir şey var ki, verili bir tarihsel dönemde ve toplumda, insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuz değil; tanımlanabilir ve önem sırasına konulabilir, sınırlı bir doğaya sahiptirler. Tüketme eyleminin yegâne mutluluk kaynağı olarak adeta bir tapınma biçimi haline getirildiği kapitalist toplumda bile insan ihtiyaçları ister çeşitlilik ister miktar açısından sonsuz değildir. Ama kapitalist toplumda egemen olan burjuva ideolojisi, insanlara durmaksızın daha fazlasını istemeyi, daha fazlası için çaba harcamayı ve bu doğrultuda kendi bireysel varlığından başka hiçbir şeyi önemsememeyi vaaz eder. Aileden başlayarak okul sıralarında devam eden bencillik ideolojisinin bombardımanı altında yetişen kapitalist toplumun atomize, asosyal ve apolitik insanı için, bu ideal kapitalist “insan” için, yegâne tatmin kaynağı, daha fazlasına, daha büyüğüne, daha yenisine ve
sayı: 54 • Eylül 2009
daha gelişmişine sahip olmaktır. Ama hiçbir ideolojik bombardıman insanları kitlesel ve kalıcı biçimde, olmadıkları bir şey haline getiremez. İnsan, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş, bu bağlamda değişen veya gelişen ama yine de sınırlı ihtiyaçlara sahip bir varlık olarak kalır. Kapitalistleri derin kederlere gark eden bu gerçeklik, insanın ihtiyaçlarını ve dolayısıyla onun tüketim talebini arttırmak ya da kanalize etmek üzere, insanın arzularını, isteklerini ve “ihtiras”larını körüklemeyi hedefleyen devasa bir reklam sektörünün varlığı tarafından da tersinden kanıtlanır. Gerçekten de, ileri kapitalist ülkelerde GSYH’nin yüzde 2’lerini bulan devasa reklam harcamalarının kökeninde, insan ihtiyaçlarının sınırlarını ve dolayısıyla onun tüketim talebini arttırmak, bu sınırları bir parça da olsa genişletmek amacından başka ne yatıyor olabilir ki?2 İnsan ihtiyaçları sınırsız olsaydı, hangi kapitalist, insanların daha fazla tüketmesini sağlamak üzere milyarları reklamlara, pazarlama uzmanlarına, ürün çeşitlendiricilere, piyasa araştırmacılarına vb. harcardı? İnsan sınırsız ihtiyaçlara sahip olmadığı gibi sınırsızca tüketme yeteneğine de sahip değildir. Ama kapitalistler tarafından en azından bu doğrultuda bir eğilime, yani sınırsızca satın almaya sürekli olarak teşvik edildiği bir gerçektir. Kapitalist ekonomi “bilimi”, iddia ettiği gibi, insanın ihtiyaçlarının akılcı biçimde karşılanması üzerine değil, insanın tüketim kapasitesinin arttırılması üzerine kafa patlatır ki, bunda başarısız olduğu da pek söylenemez. İnsanın arzuları ve ihtirasları körüklenir, sosyal bir varlık olan insanın otokontrol mekanizmaları, kapitalist bencillik ideolojisi tarafından kırılmaya çalışılır. Biteviye tekrarlanan “çok tüketin” çağrısı, üretilenlerin önemli bir bölümünün çöpe atılması anlamına gelir. Daha çok tükettirmenin yollarından biri de kalitesiz ve dayanıksız ürünlerdir. Tüketebileceğinin katlarca fazlasını satın alarak sahip olma doğrultusundaki suni tutkuyu tatmin etme ihtiyacındaki insanlar, özellikle gelir düzeyinin yüksek olduğu ileri kapitalist ülkelerde hiç de azımsanmayacak oranlara ulaşmışlardır. Bu nevrotik toplumların en ileri örneklerinden biri olan ABD’de, “orta-sınıf ” mensupları arasında, buzdolapları ya da kilerleri ağzına kadar taze yiyecekle dolu olmasına rağmen her hafta sonu hipermarketlerden arabalar dolusu yiyecek almak ve bu
marksist tutum
yiyeceklere yer açmak için evlerinde halihazırda bulunanları çöpe atmak şeklindeki hastalıklı davranış son derece yaygın bir hale gelmiştir. Burjuvazinin tükettirme saldırısının sonuçlarını, hiç giymedikleri yüzlerce giysiyi ve onlarca ayakkabıyı, hiç kullanmadıkları el aletlerinin sayısız türünü, sürekli yeni modeliyle değiştirdikleri halde kırk yılda bir kullandıkları elektrikli aletleri, en ilkel ve temel işlevlerini kullandıkları halde en gelişmiş özelliklere sahip aygıtları satın almayı bir saplantı haline getirmiş bireylerde de görmek mümkündür. Görülüyor ki burjuva iktisadı gerçekte olan değil de olmasını istediği bir insan tipinden bahsetmektedir. Kapitalistlerin kendi suretlerinde yaratmaya çalıştıkları insan tipi, midesi doysa da gözü doymayan bir insan müsveddesinden başka nedir? Bu insan, hastalıklı ve sapkın bir insandır. Bu nedenle bugün artık gereksiz alış-veriş yapma eğilimi, burjuva akademisyenler tarafından bile kimi psikiyatrik hastalıkların belirtilerinden biri sayılmak zorunda kalınmıştır. Birçok psikolojik hastalığın temelinde olduğu gibi, bu davranış bozukluğunun da temelinde gerçek bir çatışma yatmaktadır: İnsanın nesnel olarak sınırlı ihtiyaçları ile kapitalizm tarafından yapay olarak şişirilmiş istek ve arzuları arasındaki çatışma. Bir ihtiyacımızı çok daha iyi giderebileceğimiz daha gelişmiş, daha kaliteli yeni ürünlerin yanı sıra toplumsal değişimin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni tip ve nitelikte ihtiyaçlarımızı giderecek ürünlerin de ortaya çıkmasında genel olarak yadırganacak bir durum yoktur. Ama kapitalizmin bu makul sınırlarda kalması ne mümkün! Evrensel meta üretiminin hüküm sürdüğü, yani üretilen her şeyin satılmak üzere üretilmiş bir meta olduğu kapitalist toplumda, en olmadık şeyler tasarlanıp üretiliyor ve bunlar muazzam İnsanların temel ihtiyaçlarını ve hatta lüks sayılan ihtiyaçlarını bir tarafa bırakalım, yoktan yaratılan sanal ihtiyaçlar kapitalizm tarafından kalıcılaştırılmaya çalışılıyor. Her şey “al beni” nesnesine dönüşmüşken, bu albeni insanları neyin ihtiyaç neyin ihtiyaç olmadığı hususunda tam bir karmaşaya sürüklüyor.
29
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
Kişi şi baş şın ına ına orrta ala ama gün ü lü lük ta arıms ms m sal üre reti tim m miikt kta arı ve ar e yin ine e ki k şi başıına na orttalam ma gü ün nllük kal alori tük tü üketi ketim m mi mikt kta arı verileri, dünya ada a açlık diye ye bir ir soru un o mama ol ası gere ge rekt ktiğ iğini hayk ha ykır ırıy ıy yor or. Am ma b nl bu nlar ar sad a ec ece e orta or t la ta lama mala ma lard la rd dır r ve bu üretim m düze ze eyi yine ne rağm ra ğmen, dü düny ny yay ya baktığımız zda korkunç bir eş şit i sizlik, deng de nges esiz izli lik k ve adal alet etsi sizl zlik ik t bl ta blos osuy uy yla kar arşı şı ka arş rşıy ıy ya ka kalı lırı rız. z z. kampanyalarla insanların zihnine olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kazınabiliyor. Burjuvaların sevdiği deyişle, “arz kendi talebini yaratıyor”. İnsanların temel ihtiyaçlarını ve hatta lüks sayılan ihtiyaçlarını bir tarafa bırakalım, yoktan yaratılan sanal ihtiyaçlar kapitalizm tarafından kalıcılaştırılmaya çalışılıyor. Her şey “al beni” nesnesine dönüşmüşken, bu albeni insanları neyin ihtiyaç neyin ihtiyaç olmadığı hususunda tam bir karmaşaya sürüklüyor. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği bu noktanın, on yıl önce “sanal bebekler” diye gençlerin ellerinde dolaşan oyuncak elektronik bebeklerden daha iyi bir kanıtını bulmak zordur. Öylesine bir tüketimci ideolojik bombardıman sözkonusudur ki, gazetelerin ilan sayfalarında “sanal bebek bakıcısı” arayanlara rastlamak mümkün hale gelmiş ve hatta Japonya’da onlarca kişi sanal bebekleri bakımsızlıktan öldü diye intihar edebilmiştir. Kapitalist tüketim toplumu yabancılaşmanın doruğudur. Peki neden bu denli yoğun bir tüketim propagandasıyla karşı karşıyayız? Çünkü kapitalist üretimin temel motivasyonu insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Öte yandan üretim sürecinde elde edilen artı-değerin kâr olarak realize olabilmesi için üretilmiş ürünlerin satılması gerekir. Daha fazla satış daha fazla kâr, daha fazla kâr daha fazla yatırım, daha fazla yatırım daha fazla üretim, ve daha fazla üretim daha fazla satış zorunluluğu demektir. Sermayenin içinde döne döne büyüdüğü döngü budur. Bu döngünün devamında kilit sorunlardan biri (ama yalnızca biri) sürekli olarak büyüyen bir tüketimi güvence al-
30
tına alma sorunudur. Oysa insanlar sınırsız ihtiyaçlara, sınırsız bir tüketme kapasitesine sahip olmadığı gibi, kapitalist toplumda milyarlarca insan temel maddi-fizyolojik ihtiyaçlarını bile karşılamaktan mahrum durumdadır. Bu gerçeklik kapitalist krizle birlikte çırılçıplak açığa çıkar. Kapitalist krizler hiç de kıtlıktan kaynaklanmaz. “Sınırsız ihtiyaçları olan” ve “sınırsız tüketim kapasitesi olan” insanların kıt tüketim mallarıyla karşılaşmalarından doğmuyor bu krizler. Tersine, insanların kapitalist anlamda tüketebileceklerinden yani satın alabileceklerinden çok daha fazlasının üretilmesinden (aşırı üretim) kaynaklanıyor kapitalist krizler: “Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır.”3
Sınırlı kaynaklar mı, sonsuz olanaklar mı? Burjuvazinin ekonomi tanımındaki “kıt kaynaklar” ifadesi, aslında insanların sınırsız ihtiyaçları olduğu varsayımından türer; “sonsuz ihtiyaçlara yetecek mal ve hizmet yoktur” denilir. Sonsuz insan ihtiyaçları varsayımının ne denli çürük olduğunu gördük, bu durumda, kaynakların da kıt olduğunu söylemek için tutarlı bir argüman ileri
sayı: 54 • Eylül 2009
sürmek güçtür. Kuşkusuz bir şeyin üretilmesi, doğadan bir şeylerin alınarak dönüştürülmesi, bu şeyin doğadan eksiltilmesi demektir ki, içinde yaşadığımız dünyanın sınırlı olduğu açıktır. Ne var ki, burada birkaç hususun altını çizmek gerekir. Birincisi her tüketim eylemi aynı zamanda bir üretim eylemidir ve tersi. Dolayısıyla tüketim denilen şeyi, mutlak bir yok oluş olarak düşünmek yanlıştır, o bir dönüşüm sürecidir. İkincisi, doğa denilen varlık, sürekli eksilttiğimiz durgun bir varlık değil, kendini yenileyen, eksilenin yerine belli ölçülerde yenisini koyan bir varlıktır. İnsanların en temel maddi ihtiyaçlarından olan besin gereksinimini karşılamak üzere giriştikleri tarımsal faaliyet bu gerçekliğe dayanır. Madenler ve hammaddeler açısından bakıldığında da aslında durum budur, ancak insan ömrünün bu yenilenme süresinin yanında kısacık bir an olarak kalması, bu tür ihtiyaçlarımızı karşılayacak kaynakların giderek azaldığını düşünmemize yol açar. Fakat unutulmamalı ki, gerek geri dönüşüm teknolojileriyle, gerek daha dayanıklı tüketim mallarının üretilmesiyle, gerekse de malzeme bilimindeki devasa atılımlarla bu güçlüğün üstesinden gelmek hiç de imkânsız değildir. Üçüncüsü, doğal kaynaklarımızın temeli olarak dünyamız sınırlı olsa bile, onun içerisindeki mütevazı varlığımız açısından bakıldığında dünyanın sahip olduğu kaynaklar göreli olarak sonsuzdur. Dördüncüsü, insanoğlu geldiği gelişim aşamasında dünyayla sınırlı varlığını da evrenin başka köşelerine uzanarak aşma potansiyeline sahiptir. Doğayı tahrip eden, onun kaynaklarını “geri dönülmez” bir şekilde tüketen şey, üretim eyleminin kendisi değil, üretim biçimidir. Açlık, yoksulluk, su kaynaklarının tahribi, çevre kirliliği ve küresel ısınma, doğal kaynakların tahribi gibi sorunların yegâne sorumlusu kapitalist üretim biçimidir. İnsanlığın geçmişinde, üretici güçlerin geri düzeyi nedeniyle, insan ihtiyaçlarının karşılanması hususunda büyük bir yetersizliğin olduğu ve bu anlamda sınırlı kaynaklar olduğu söylenebilir kuşkusuz. İnsanoğlu doğanın kendisine kendiliğinden sunduğu olanaklarla büyük ölçüde yetinmek zorunda kalan, bu arada doğanın felâketlerine de tevekkülle katlanmak durumunda bulunan bir varlık, doğanın kölesi durumundaki bir varlık idi. Ama bugün durum hiç de öyle değildir. Doğanın kölesi olmaktan çıkıp onun efendisi haline gelmemizin koşulları giderek olgunlaşmıştır. Emeği ve doğayı inanılmaz boyutlarda sömürmesi ve tahrip etmesine rağmen, kapitalist sistem üretici güçlere yaptırdığı devasa atılımla, ister istemez, insanlığın kurtuluşuna giden yolun da maddi temelini döşemiş bulunmaktadır. Bu maddi temellerin ne denli olgunlaşmış olduğu ve bu arada tüm insanlığın refahı için gerekli kay-
marksist tutum
nakların mevcut olup olmadığı hakkında anlamlı bir fikre sahip olmak için bugünkü kimi üretim rakamlarına bakmak bize küçük bir ipucu verecektir. 1961 (milyon ton)
2007 (milyon ton)
Artış (yüzde)
5,3 5,4 15,1 71,3 344,1
8,9 18,7 63,4 269,1 679,2
67 245 319 277 97
877,0 25,0 439,0 15,0 25,7 455,3 221,7
2.351,3 117,3 1.085,8 30,5 148,7 697,6 908,8
168 369 147 102 478 53 310
Hayvansal ürünler Tereyağı Peynir Yumurta Et Süt Bitkisel ürünler Tahıl Turunçgiller Baklagiller Lifli ürünler Yağlı bitkiler Köklü ve yumrulu bitkiler Sebze ve meyve
En temel ihtiyaçlarımızdan olan besin ihtiyacımızı giderecek tarımsal üretim rakamları bu açıdan bize çok şey anlatıyor. 1961 yılıyla karşılaştırıldığında dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler’e bağlı Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday ve pirinç dahil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1 katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır. Yalnızca bu veriler bile, insanların geometrik olarak çoğaldığını, gıda üretiminin ise aritmetik olarak arttığını iddia ederek, insanlar arasındaki toplumsal eşitsizliği, açlığı, yağma savaşlarını ve kapitalizmi aklamaya çalışan Malthus’un sözde teorisini çökertmeye yeterlidir. Besin tüketimi açısından baktığımızda da, benzer bir gelişim tablosuna şahit oluruz. Yine FAO verilerine göre, kişi başına günlük ortalama kalori tüketimi, 1961’deki 2253 kcal değerinden, 2003 yılında 2808 kcal’e çıkmış yani yüzde 24 artmıştır. Bu tüketim artışı içerisinde hayvansal gıdaların artışı yüzde 41 iken, bitkisel gıdaların artışı yüzde 21’dir. İnsanın vücut ölçülerine, yaşına ve yaptığı işe bağlı olarak günlük kalori ihtiyacı değişse bile, ortalama ölçülerde orta yaşta bir insanın günlük kalori ihtiyacı 2500 kcal civarındadır. Dolayısıyla dünya üzerindeki bütün insanların bu ortalama kalori miktarını tüketmeleri görüldüğü gibi mümkündür. Bir başka deyişle, bugün artık dünya üzerinde yaşayan 6,6 milyar insanın gıda gereksinimlerini karşılayabilecek bir tarımsal üretim mevcuttur ve bu açıdan bakıldığında “kıt kaynaklar” diye bir şey sözkonusu değildir. Üstelik bu üretim düzeyi, ekilebilir durumda olan toprakların önemli bir bölümünün neo-liberal kapitalist tarım politikaları nedeniyle ekilmemesine rağ-
31
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
İnsanlar sınırsız ihtiyaçlara, sınırsız bir tüketme kapasitesine sahip olmadığı gibi, kapitalist toplumda milyarlarca insan temel maddifizyolojik ihtiyaçlarını bile karşılamaktan mahrum durumdadır
men tutturulabilmiştir. Kişi başına ortalama günlük tarımsal üretim miktarı ve yine kişi başına ortalama günlük kalori tüketim miktarı verileri, dünyada açlık diye bir sorun olmaması gerektiğini haykırıyor. Ama bunlar sadece ortalamalardır ve bu üretim düzeyine rağmen, dünyaya baktığımızda korkunç bir eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik tablosuyla karşı karşıya kalırız. Bir tarafta, ileri kapitalist ülkelerde tarımsal verimlilik öylesine yüksek düzeylere çıkmıştır ki, fiyatlar düşmesin diye çiftçiler üretim yapmamaya teşvik ediliyor, üretim yapanlara değil yapmayanlara devlet ödemede bulunuyor; tahıllar denizlere dökülüyor, yakılıyor ya da boyanarak kullanılmaz hale getiriliyor; stoklarda et, süt, tereyağı ve peynir dağları yükseliyor; meyve ağaçları kökünden sökülüp atılıyor. Diğer tarafta, 6,6 milyar insanın yaklaşık yarısı anlamına gelen 3 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor, bunların 1,4 milyarı günde 2 doların altında bir gelirle yaşam savaşı veriyor. Açlık ordusu, tarımsal üretime paralel bir şekilde artıyor! Bugün sürekli açlık çeken insanların sayısı 1 milyar 20 milyon kişiye ulaşmıştır. Dahası ne ironiktir ki, yoksulluk ve açlık sorununu en fazla tarım sektöründe çalışan işçiler yaşıyorlar. FAO’nun verilerine göre 500 milyon ücretli tarım işçisinin büyük bir çoğunluğu yoksulluk ve sürekli açlık içerisinde yaşıyor. Bu tablo da gösteriyor ki, insanlığın bugün geldiği gelişmişlik aşamasında sorun kaynakların “kıt” olmasında değil, bunların emeği ve doğayı sömüren bir avuç kapitalistin tekeli altına alınmış olmasındadır. Bir kez daha vurgulayalım ki, doğayı tahrip eden,
32
onun kaynaklarını “geri dönülmez” bir şekilde tüketen şey, üretim eyleminin kendisi değil, üretim biçimidir. Açlık, yoksulluk, su kaynaklarının tahribi, çevre kirliliği ve küresel ısınma, doğal kaynakların tahribi gibi sorunların yegâne sorumlusu kapitalist üretim biçimidir. Kapitalist toplumda burjuvaların davranışını benden sonra tufan anlayışının belirlediği açıktır. Dünyanın sonsuz bir zenginlik kaynağı olarak görüldüğü kapitalizmin doğuş çağında, kapitalistler bu sonsuz kaynağı dizginsizce sömürmek ve yağmalamak üzere dünya seferlerine çıktılar. Fethettikleri kaynakları bu sefahatin hiç sonu gelmeyecekmişçesine dibine kadar ve her seferinde daha derinlemesine sömürmeye devam ettiler. Bugün gelinen noktada bir tarafta yaratılan sonsuz olanaklara rağmen, kapitalist üretimin bir sonucu olarak doğanın ve insan emeğinin muazzam bir tahribatıyla karşı karşıyayız. Ama tarih henüz son sözünü söylemiş değil! İnsanlık bir yol ayrımındadır. Bir yandan kapitalist barbarlık tüm gezegeni ve onun üzerindeki yaşamı yok etmekle tehdit ederken, diğer yandan bu dünyada bir cennet inşa etmenin her türlü potansiyeli mevcuttur; sınıfsız, sömürüsüz, barış, özgürlük ve refah dolu bir toplumun inşası son derece mümkündür. Bunun önündeki engel ve temel sorun, gelişimin önünde nesnel bir sınırın olması, dışımızdaki nesnel dünyanın dayattığı sınırlamaların bulunması sorunu değildir. Sorun, insan hayatını, emeği ve doğal kaynakları müsrif bir şekilde harcayan, çevreyi tahrip eden ve bilim ve teknolojinin potansiyelinin tam olarak gelişmesini engelleyen kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi sorunudur. Kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırdığımızda tüm insanlığa yetecek bir bolluk ve refahı üretemememiz için hiçbir sebep de kalmayacaktır. Kapitalist sapkınlık ortadan kaldırıldığında, faaliyetinin kendisine ve onun sonuçlarına sahip çıkarak insan, emeğine, kendisine ve doğaya yabancılaşmaya son verebilecek, doğa üzerinde tahripkâr olmayan bir egemenlik kurabilecek ve böylece kendi kurtuluşunu gerçekleştirebilecektir. İşte o zaman sınırsız bir gelişim potansiyeli taşıyan insan, gerçek tarihini yaşamaya başlayacaktır.
______________________ 1
Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 6.Tez
2
Türkiye’de reklam sektörünün hacminin 2008 yılında 4 milyar TL’yi geçtiği söyleniyor. Almanya’da yapılan reklam harcamalarından kişi başına düşen miktar yıllık 360 dolar civarında; yani günlük 1 dolar civarında. Bir başka deyişle, Almanya’da reklama harcanan parayla, “ihtiyaçları sınırsız” olmasına rağmen (!) günde 1 doların altında bir gelirle geçinmek zorunda olan 1 milyar insanın 85 milyonunun yaşam standardını iki katına çıkartmak mümkündür.
3
Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.
Grev ve Direniş Deneyimlerinden Süzülenler B
urjuvazi, bir heves, dünyayı derinden sarsan ekonomik krizden çıkılmakta olduğu türküsünü tutturmaya başlasa da, krizin işçi sınıfının üzerindeki olumsuz etkileri katlanarak büyümeye devam ediyor. Fabrikaları, işyerlerini kapatarak ya da çalışan sayısını azaltarak işsizleri sefaletin kucağına iten, çalışanları ise dayanılmaz iş koşullarına boyun eğdiren patronlar sınıfı, dünyanın her tarafında işçi sınıfına krizin faturasını ödetmeye dönük uygulamalarını sürdürüyor. Ancak, patronlar sınıfının bu saldırılarına işçi sınıfı bütünüyle sessiz kalmıyor. Henüz yaygın ve bütünsel olmasa da, dünyanın çeşitli bölgelerindeki fabrikalardan direnişlerle, grevlerle, işgallerle ilgili haberler geliyor. Güney Kore’de Ssangyong işçileri, Fransa’da New Fabris, JLG ve Nortel fabrikalarında çalışan işçiler, Hindistan’da banka çalışanları ve öğretmenler, İngiltere’de Vespas işçileri, Arjantin’de çelik, Mısır’da pamuk işçileri eylemleri ile patronlar karşısında seslerini yükseltiyor, dünya işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin alazlarını yakmaya çalışıyorlar. Bu seslere Türkiye işçi sınıfı da, henüz tek tek işyerlerinden de olsa, sesini kattı, katmaya devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda başlayıp biten ya da devam eden, TEGA grevi, Ankara Üniversitesi yemekhane işçilerinin direnişi, Mersin Liman işçilerinin sendikalarını kabul ettirme ve işlerine geri dönme mücadelesi, Atv-Sabah çalışanlarının grevi, E-Kart fabrikasındaki grev, Meha işçilerinin, Kent A.Ş. işçilerinin ve Sinter metal işçilerinin dire-
nişi gibi pek çok eylem, işçi sınıfının kapitalizmin yarattığı koşullara tepkisinin dinmediğini, dinmeyeceğini gösteriyor. Ne var ki, dünyada ve Türkiye’de, gericilik yıllarının yıkıcı ve bozucu etkileri, bu mücadelelerin layıkıyla sürdürülmesinin ve işçi sınıfına moral kazandıracak biçimde neticelenmesinin çoğunlukla önüne geçiyor. Çünkü işçi sınıfı hareketinde durgunluk ve dağınıklığın, umutsuzluk ve yılgınlığın baskın olduğu, deneyimlerin ve kazanımların taşıyıcısı ve koruyucucusu olan örgütlerin dağıtıldığı ya da tasfiye edildiği bir süreç olan gericilik dönemi, öncü işçilerin dünya işçi sınıfının iki yüz yılı aşan mücadelesinin birikimlerinden yoksun olarak kavgaya girmesine yol açmış bulunuyor. Bugün mevcut ancak aşılması gereken durum budur. Genç işçi kuşakları örgütsüzlük ve dağınıklığın sonucu, geçmiş örgütlenme ve mücadele deneyimlerinden ve bu deneyimlerin bugüne ışık tutacak derslerinden mahrumdur. Türkiye açısından bu gericilik dönemi 12 Eylül askeri faşizmi ile birlikte başladığı ve faşizm tarafından ezilen işçi sınıfı hareketi aynı zamanda dünyada yükselen gerici dalganın etkisine girdiği için sorunlar katmerlidir. Sınıf devrimcilerinin etkisiz kaldığı bu dönemin özelliği nedeniyle sınıfın çeşitli kuşaklarında yılgınlık ve yenilgi psikolojisi hâkim olmuş ve bu durum onları örgütlü sınıf mücadelesinden uzaklaştırmıştır. Öte yandan Türkiye devrimci hareketinin ekseriyeti
33
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
itibariyle işçi sınıfı temelinden ve perspektifinden yoksun olması nedeniyle sınıf temelli mücadele birikimleri örgütsel düzeyde son derece sınırlıdır. Proleter temelde mücadele etme anlayışına sahip, sınıfın siyasal örgütlülüğünü yaratma çabasında olanlar için bu yüzden işçi sınıfının tarihsel birikimini bugünün ve geleceğin sınıf bilinçli ve öncü işçilerine aktarmak büyük önem taşıyor. Bu birikimin en önemli ve işçi hareketinde en çok eksikliği hissedilen unsurlarından biri de grev ve direnişlerde yaşama geçirilmesi gereken devrimci anlayış ve tutumlardır. Bütün devrimciler bilir; grev ve direnişler burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin günlük yaşama yansımalarıdır. Sınıf savaşının muharebe alanlarıdır. Bu yüzden olumlu olumsuz sonuçlarıyla tek tek işçilerin yaşamında önemli etkileri olabilmektedir. Sınıf mücadelesinin gelişiminde de yer yer önemli sonuçları olur. Bu nedenlerle sınıf temelinde devrimci mücadeleyi sürdürenlerin bu husustaki deneyim ve dersleri döne döne hatırlatması önem taşımaktadır.
Direniş ve grevlere hazırlık döneminde üzerinde durulması gerekenler Grev ve direnişlerle ilgili olarak kendisini gösteren başlıca sorun mücadelenin örgütlü biçimde götürülmesindeki eksikliktir. Bu da işin daha en erken safhası olan hazırlık safhasından itibaren kendisini gösterir. Bazı grev ve direnişler çok ani biçimde patlak verse de, çoğu durumda perşembenin gelişi çarşambadan belli olmaktadır. Ani gelişen direniş ve grevler için elbette bir ön hazırlık sürecinden söz etmek anlamlı değildir, ancak bunun dışındaki çoğunluk durumlar için hazırlık süreci mücadelenin kaderi bakımından hayati bir önem taşımaktadır. Gerekli ön hazırlıkları yapmadan mücadeleye atılmak, mücadelenin kazanılmasını şansa bırakmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Hazırlıksız bir savaşa tutuşmak yenilgiye baştan davetiye çıkarmaktır. Mücadeleye aktif biçimde atılmadan, talepler yüksek sesle dillendirilmeden önce, nelerle karşılaşılabileceğini elden geldiğince kestirmek ve mümkün olduğunca bunlara karşı tedbirler almak gereklidir. Ancak ne yazık ki bu olmazsa olmaz hazırlık süreçleri bugün örneğini yaşadığımız pek çok grev ve direnişte ya “kervan yolda düzülür” anlayışı ile ya da en kolay görülen ihtimallerin gerçekleşeceği umuduna tutunarak es geçilmekte, böylece yenilgiye kapılar daha mücadelenin en başında açılmaktadır. Örneğin işçilerde büyük bir moral bozukluğuna yol açarak sona eren Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesindeki TEGA grevinde, işçiler, patronun kısa zamanda toplu sözleşmeyi imzalamak zorunda olduğu umuduyla yola çıkarılmış, başka hiçbir olasılığa gerçek anlamda hazırlanmamışlardı. Bu umudun gerçekleşmeyeceği ufukta belirince de diğer zorlukların basıncı altındaki işçilerin çözülmesi hızlanmıştı. Direniş ve grevlere hazırlanma dönemlerinde, yani di-
34
reniş veya grev henüz başlamadan, bir örgütlenme komitesinin oluşturulması çok önemlidir. Komitenin açık mücadele başladıktan sonra oluşturulması, bir nevi ordunun savaşa kurmay heyeti olmadan girmesi gibidir. O nedenle hazırlığın en önemli unsuru komitenin sağlıklı biçimde oluşturulmasıdır. Burada, komitenin sürece katılan rasgele işçilerden değil, en bilinçli ve mücadeleci işçilerden oluşturulmasına da dikkat etmek gerekir. Çünkü komite ne kadar güçlü oluşturulursa başarı şansı o denli artar. Direniş veya grevin gündelik işlerinin örgütlenmesinden işçilerin en basit sorunlarına kadar her konuyla komite ilgilenmelidir. Bu konumu komiteye sendikayı denetleme olanağını da sağlar. Grev ya da direniş komitesinin daha grev veya direniş başlamadan oluşturulması ve grev ve direnişlerde mücadeleyi bu komitenin sevk ve idare etmesi ne yazık ki son zamanlarda gündeme gelen mücadelelerin hiçbirinde gerçekleşmemiştir. Bu mücadelelerin istenilen düzeylerde etkili olamaması ya da yenilgisinde bu durum en önemli eksiklik olarak ortaya çıkmıştır. Önemli hususlardan birisi de grevlere ve direnişlere hazırlık döneminde bilinç ve moral unsurudur. Bir mücadeleye girişecek işçilerin moral bakımdan hazır olmalarının
sayı: 54 • Eylül 2009
önkoşulu ise işçilerin asgari bir düzeyde de olsa belli bir bilinç düzeyine ulaşmış olmalarıdır. Ne var ki, işçilerin işçi olmaktan kaynaklanan yaşam koşulları böylesi bir bilincin nesnel zeminini yaratsa bile, işçilerin çoğunluğu otomatik olarak bu bilinç düzeyine ulaşamaz. Bu noktada, daha önce çeşitli deneyimlerden geçmiş ya da daha üst bir bilinç düzeyine sahip işçilere, kendi deneyimlerini, bilgi ve birikimlerini diğer işçilere aktararak onlara nelerle karşılaşabileceklerini ve bunlarla nasıl baş edilebileceğini mümkün olduğunca detaylı biçimde anlatma sorumluluğu düşmektedir. Hazırlığın moral unsuru esas olarak işçilerin kendilerine olan güvenlerinin yerine gelmesiyle sağlanacaktır. Deneyimli işçiler, doğacak zorlukları ne diğer işçilere gaz vermek için küçümsemeli ve üzerini örtmeli ne de kaskatı bir gerçekçilik adına abartmalıdır. Deneyimli devrimci işçilere düşen görev, duygulara kendini kaptırarak gereksiz çağrılarda bulunmak değildir. Deneyimli işçiler gelişmeleri serinkanlı bir biçimde izleyerek gerçekçi ve işçileri bir adım daha ileri taşıyacak önerileri üretmeli ve bunların hayata geçmesi için inisiyatif ve sorumluk üstlenmelidirler. Mücadelenin örgütlenmeye başladığı günden itibaren bu çalışmaya, yani sınıf bilincinin geliştirilmesi ve tüm işçiler arasında yaygınlaştırılması çabasına, titizlikle girişilmelidir. Sınıf mücadelesinin asli unsurları sürekli bir eğitimle grevci, direnişçi işçilere anlatılmalıdır. Bir başka çok önemli nokta da sendikalaşma mücadelesinden patronların haberdar olmaması için yapılacak şeylerdir. Sendikal haklar, çoğunlukla alabildiğine kısıtlanmış olarak, burjuva yasalarında yer alırlar. Ancak bunları hayata geçirmek burjuvaların düzeninde pek kolay değildir. Yasal hak olması, bu hakkın kullanılmaya çalışıldığını patronun duymasıyla birlikte işçilerin kapı önüne konulmasını engellemez. Patronlar bu konuda en ufak bir duyum aldıklarında ya da şüpheye düştüklerinde derhal tensikata girişmekte, üstelik bununla da yetinmeyerek haklarını isteyen işçileri “terörist”likle vb. suçlamaktadır. Mersin Limanında Akan-sel firmasında çalışan işçilerin sendika üyeliklerini onaylattıkları noter tarafından patrona ihbar edilmeleri ve ardından patron tarafından derhal kapı önüne konmaları bu durumun sayısız örneklerinden biridir. Bu yüzden gizlilik tartışmasız biçimde gerekli ve hayatidir. Aynı zamanda son derece meşrudur. Gizlilik meşrudur çünkü patronlar kendi ticari sırlarını saklarken bunu tartışmazlar bile. Örneğin işçiler direniş öncesinde hazırlıklarının bir parçası olarak işyerinin gücünü, müşterilerinin sayısını, yapılan işlerin tutarını, fiyatını vb. öğrenmeye çalışsalar, ki bu türden bilgileri öğrenmek hazırlık dönemlerinde çok önemlidir, önlerine pek çok aşılmaz duvar çıkar. Patronlar kendi çıkarlarını korumak adına gizlilik içerisinde hareket ediyorlarsa ve bu meşru görülüyorsa, işçilerin kendileri için yürüttükleri mücadele sırasında gizlilik çabası içerisinde olmaları niçin gayrimeşru olsun? İşçiler bugün pek çok işyerinde sendikal örgütlenme
marksist tutum
çalışmalarını gizlilik içerisinde yürütme gereğinin farkındadır. Fakat yine de, çoğu kez, gizliliğe gerekli önem verilmediğinden patronlar gelişmeleri erken haber almakta ve derhal kendi hazırlıklarına girişmektedirler. Genellikle işçiler yeterince örgütlenmemişken veya sendika yetkiyi almamışken işveren durumdan haberdar olmaktadır. Grev veya direnişler yaşanırken de patronlar işçilerin içinde bulundukları durumu, alınan kararları, her türlü yolu kendilerine mubah görerek öğrenmeye çalışmaktadırlar. Tüm bunlar grev ve direnişlerde daha hazırlık döneminden itibaren gizliliğe dikkat edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Hazırlık döneminin hayati derecede önemli bir diğer gerekliliği ise grev ve direniş fonunun oluşturulmasıdır. Yakın zamanlarda yaşanan bütün mücadelelerde istisnasız olarak en önemli sorun mali kaynak sıkıntısı olmuştur. Bazı işyerlerinde, grev veya direnişin ikramiye alınan ayların ertesine denk getirilmesi durumunda sorunun çözüleceği varsayılır. Oysa gerçek durum bu değildir. Çünkü bu mantık, mücadelenin 2-3 ayı geçebileceğini pek hesaba katmaz. Direnişe karar verildiğinde işçiler son derece kararlı görünürler: “Patronun dayanması mümkün değildir!” Ama işler zorlaşmaya başlayınca pek çok işçi, birden “hata” yaptığını fark eder: “Aslında patronun yenilmesi mümkün değildir!” Bu türden çözülmelerin sebeplerinden biri mücadelenin uzaması ise bir diğeri de maddi sorunlardır. Gerekli ön hazırlıkları yapmadan mücadeleye atılmak, mücadelenin kazanılmasını şansa bırakmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Hazırlıksız bir savaşa tutuşmak yenilgiye baştan davetiye çıkarmaktır. Mücadeleye aktif biçimde atılmadan, talepler yüksek sesle dillendirilmeden önce, nelerle karşılaşılabileceğini elden geldiğince kestirmek ve mümkün olduğunca bunlara karşı tedbirler almak gereklidir. Grev veya direniş esnasında bu sorun olabildiği ölçüde sendikanın yardımıyla ve dayanışma geceleri düzenleyerek vs. aşılmaya çalışılır. Ancak yaşanan deneyimler bunların yeterli olmadığını göstermektedir. Direniş başlamadan ya da grev gündeme gelir gelmez fon oluşturmaya başlamak en doğrusudur. Bu faaliyet elbette sendikayla beraber hareket etmeyi dışlamaz ama fon oluşturma işini sendikanın inisiyatifine bırakmak hatadır. Tek çözüm mümkün olan en geniş işçi kitlesinin grev ya da direnişe destek fonuna sahip çıkmasıdır. Grev fonu oluşturarak mücadeleye hazırlanmanın en olumlu örneklerinden biri Serna-Seral grevinde yaşanmıştır. Grevci işçilerden biri bu deneyimi şöyle aktarmaktadır: “Biz işçiler patronların verdikleri üç kuruş ücretle zaten ekonomik sıkıntı çekiyoruz. Bir de grev ya da direniş nedeniyle bu ücret kesilince, en doğal ihtiyaçlarımız olan barınma, yemek, elektrik, su vb. için gerekli parayı bile bulamaz oluruz. Bu sorun en çok da biz mücadele etmek isteyen işçileri dü-
35
marksist tutum
şündürür. Fakat sınıfımızın tarihi ve deneyimleri bu sorunun da çözümünü ortaya koyuyor. Ben de 250 günün üzerinde grevde kalan Serna-Seral’de önce işyeri daha sonra ise grev komitesinde yer alan bir işçi olarak, daha greve çıkmadan önce sınıf bilinçli öncü işçilerden bu deneyimleri öğrenme şansı bulmuştum… Bizler daha greve çıkmadan önce geçmişten aktarılan deneyimler sayesinde bir işyeri fonu oluşturduk… arkadaşlarımızın da onayını alarak, biriktirdiğimiz bu fonu daha greve çıkmadan önce kullanmaya başladık. O dönemde mücadele eden Seka, Coca-Cola ve deri işçilerinin direnişlerini ziyaret edip destek vermek için bu fondan faydalandık. Grevimiz boyunca belirlediğimiz sıkıntıların giderilmesi noktasında başka bir çözüm bulamadığımızda imdadımıza yine bu fon yetişti. 250 günü aşkın bir süre grevde kalmamıza rağmen grevimiz bittiğinde bile fonumuzda halen paramız bulunuyordu.” (www.uidder.org)
Direnişte veya grevde iken… Direniş ya da grev fonunun oluşturulmasının hayati öneme sahip olduğunu vurguladık. Ancak sendikaların maddi dayanışmanın gereklerini yerine getirme sorumlulukları da ısrarcı biçimde takip edilmelidir. Grev veya direnişlerde genelde karşılaşılan durum mücadele eden işyerinin bağlı olduğu sendika şubesinin mali kaynaklara sahip olmaması, ya da işçilere öyle söylenmesidir. Ancak şubenin kaynaklarının olup olmadığı meselesi temel belirleyen olmamalıdır. Kendilerine mali güçlerinin yetmediğini söyleyen sendika yöneticilerine işçilerin vermesi gereken cevap, “öyleyse genel merkezi zorlayın, o da yetmezse konfederasyon devreye girsin” olmalıdır. TİSK, MESS gibi işveren kuruluşları, burjuvaların genel sınıfsal çıkarlarını korumak adına rekabeti bir tarafa bırakarak işverenlere koşulsuz destek sunmaktadırlar. Ankara’da daha önce Ekstra-Metal patronu, geçen sene de TEGA patronu, Sincan Organize Sanayi Bölgesine sendi-
Eylül 2009 • sayı: 54
kanın girmemesi için direnmişler ve grev sırasında diğer patronlar tarafından finanse edilmişlerdir. O halde işçi sınıfı için de bu derecede bir dayanışma zorunludur. Hem mücadele eden hem de mücadeleye destek veren işçiler sendikalarını bu basıncın altında tutmalıdır. İşçilerin mali sorunlarının bu tarzda yaklaşımlarla giderilmesi moral düzeyin yüksek tutulmasını da sağlamaktadır. Sadece en temel ihtiyaçların karşılanabilmesini sağlayacak düzeyde bile olsa mali imkâna sahip olmak, grevin evin mutfağından gelecek bir direniş nedeniyle kırılmasını önlemede önemli rol oynamaktadır. Grev ve direnişler sınıf savaşının muharebeleridir demiştik. Muharebe kelimesi grev ve direnişler sırasında kimi zaman kelimenin ilk anlamıyla da işçilerin karşısına çıkar. Patronlar örgütledikleri çeteler ve devletin kolluk güçleri ile işçilere saldırılar düzenlerler. Grev ve direnişlere yapılan saldırılar başarılı bir biçimde püskürtülmediği sürece mücadeleci işçilerin morallerini yüksek tutmak mümkün olmaz. Bu yüzden bu saldırılara karşı hazırlıklı olmak, bu gibi durumlarda nasıl davranılacağını karara bağlamak ve alınan karar doğrultusunda tedbirler alarak düzenleme ve görevlendirmeler yapmak zorunludur. Ve bu tür görevlerde en mücadeleci işçilerin yer almasına da dikkat etmek gerekir. Grev ve direnişlerin her biri aynı zamanda bir psikolojik savaştır. Polis, jandarma ve çevre baskısı sürekli işçilerin karşısında durur. Bu durumların karşısında sinirlerin sağlam kalabilmesi ise moralin yüksek tutulmasıyla mümkündür. Oysa bu süreçte patronlar, işçilerin ruhen yıpranması için sürekli çalışırlar. Mücadele içindeki işçilerin birbirleriyle ve çevreyle olan ilişkileri bu yüzden çok önemlidir. Mücadele öncesinde genelde birbirine yabancı olan işçilerin kaynaşması, yapılan mücadelenin ortaya çıkardığı işleri birlikte yaparken karşılıklı güven duygularını artırmalarının sağlanması bu açıdan üzerinde titizlikle durulması gereken bir konudur. Bilinçlenen ve mücadele eden Grev ve direnişlere yapılan saldırılar başarılı bir biçimde püskürtülmediği sürece mücadeleci işçilerin morallerini yüksek tutmak mümkün olmaz. Bu yüzden bu saldırılara karşı hazırlıklı olmak, bu gibi durumlarda nasıl davranılacağını karara bağlamak ve alınan karar doğrultusunda tedbirler alarak düzenleme ve görevlendirmeler yapmak zorunludur. Ve bu tür görevlerde en mücadeleci işçilerin yer almasına da dikkat etmek gerekir.
36
sayı: 54 • Eylül 2009
marksist tutum
Mücadele yalnızca erkek işi değildir. Aynı işyerinde üretimi kadın erkek ayrımı olmaksızın gerçekleştiren, aynı sorunları yaşayan ve aynı çıkarlara sahip işçiler mücadeleyi de kadın erkek omuz omuza sürdürmelidirler. Kadın işçiler mücadeleye aktif olarak katılmalı, erkek işçilerle aynı görev ve sorumlulukları üstlenmeli, sendikalardaki, komitelerdeki, grev nöbetlerindeki ve direniş çadırlarındaki yerlerini almalıdırlar. işçilerin birlik duygusunun yükselmesi, patronun işçilerin psikolojilerini yıpratma çabalarını boşa çıkaracak en etkili silahtır. İşçilerin birlik duygusunun arttırılması sadece işyeri üzerinden somutlanacak bir şey değildir. Yaratıcı büyük bir sınıfın parçası oldukları, onları asıl güçlü kılanın bu birlik olduğu gerçeği bütün mücadeleye yansıtılmalıdır. Mücadeleye diğer işçilerin vereceği desteği sürekli kılacak çalışmalar yapılmalı, bunun yanında yerel, ulusal ve uluslararası alanlarda haklarını arayan diğer işçilerin mücadeleleriyle bağlar kurulmalı, dayanışma arttırılmalıdır. Bu anlayış elbette sadece söylem düzeyinde “işçi sınıfının birliği”nden bahsetmekle hayata geçirilemez. Yanı başındaki işyerlerinden başlayarak, mücadelenin içeriği ve talepleri diğer işyerlerindeki işçilere anlatılmalı ve bu çaba planlı ve örgütlü biçimde süreklileştirilip yaygınlaştırılmalıdır. Unutulmamalıdır ki her işyerindeki sorunlar sınıfın ortak sorunlarının bir parçasıdır. Bu yüzden taleplerin ve eylemlerin yayılması ve ortaklaştırılması zorunludur. Ortak düşmana karşı ortak mücadele gerekir! Öte yandan diğer işyerlerinde çalışan işçilerin desteğini pasif bir biçimde beklemek hep aynı yanılgıya yol açar: “Bize yardım etmiyorlar.” Ancak pasif şekilde bunu beklemek, istenen sonucu doğurmaz. Sınıf bilincine sahip olmak, beklentilerimizin gerçekleşmesi için ter dökmenin gerektiğini de bilmek demektir. Bu yüzden mücadeleye girişen işçilerin bizzat kendileri farklı işyerlerine, işçi çevrelerine ve sendikalara ziyaretler örgütlemelidir. Bunları periyodik hale getirerek diğer işçileri de mücadeleye dâhil etmek gerekir. Oysa pek çok grev ve direnişte, o işyerindeki işçiler bile eylemlerden ve mücadelenin gidişatından habersiz kalmaktadır. Grevin yaşandığı işyerindeki işçilerin bile mücadeleye aktif katılımı sağlanmamışken, başkalarının desteğini beklemek ve başarının böylece geleceğini ummak boşunadır. Bu yüzden tüm işçiler mücadeleye ak-
tif olarak katılmalıdır. Bunun yanı sıra, taleplerin duyurulması ve eylemlerin yaygınlaştırılması adına yapılanlar, pek çok grev ve direnişte basın açıklamaları ile sınırlı kalmaktadır. Bir mücadele aracı olarak basın açıklamalarının bu denli öne çıkması ve bu araca işlevinin ötesinde önem atfedilmesi yanlıştır. İşçilerin taleplerini mümkün olduğunca fazla sayıda işçiye ulaştırma istekleri elbette anlamlıdır. Ancak bunun en sağlam yolu aktif ve sürekli bir çaba ile örülen eylemlerdir. Oysa sermayenin ideolojisini yayma araçlarından biri olan burjuva medyanın, işçilerin haberlerini çarpıtmadan vermesi ve taleplerini olduğu gibi yansıtması eşyanın doğasına aykırıdır. Bu haberler burjuva medyada, ya işçiler kolluk kuvvetleriyle açıktan çatıştığı zamanlarda ya da zaten cümle âlem durumdan haberdar olduğunda yer almaktadır. İşçilerin mücadelesini gerçekten sahiplenip haberlerini duyuracak olan asıl olarak işçi basınıdır. Bu yüzden, işçi basınını her dönemde sahiplenip geliştirmek ve yaygınlaştırmak için çaba göstermek büyük bir önem taşır. Basın açıklaması yapılacağı zamanlarda da, basını davet edici pasif bir yaklaşım yerine, gazete, radyo ve televizyon binalarının aileler ve mücadeleyi destekleyen diğer işçilerle birlikte toplu ve kitlesel biçimde “ziyaret” edildiği aktif tutumlar daha etkilidir. Bir başka önemli nokta da, kadın işçilerin mücadeleye fiilen katılmalarında gösterilen eksiklikler ve yanlış görüşlerdir. Mücadele yalnızca erkek işi değildir. Aynı işyerinde üretimi kadın erkek ayrımı olmaksızın gerçekleştiren, aynı sorunları yaşayan ve aynı çıkarlara sahip işçiler mücadeleyi de kadın erkek omuz omuza sürdürmelidirler. Direniş ve grevlerde kadınların geleneksel pasif konumu mutlaka ama mutlaka değişmelidir. Kadın işçiler mücadeleye aktif olarak katılmalı, erkek işçilerle aynı görev ve sorumlulukları üstlenmeli, sendikalardaki, komitelerdeki, grev nöbetlerindeki ve direniş çadırlarındaki yerlerini almalıdırlar.
37
marksist tutum
Bunun yanı sıra işçi eşleri de, çocukları da bu haklı mücadeleye dâhil edilmelidirler. Direnişlerin yumuşak karnının aileler olduğu ve mücadeleye katılımları sağlanmadığı ölçüde felç edici bir etki yapabilecekleri unutulmamalıdır.
Grev ve direnişlerde komitenin işlevi Grev ve direnişlerde en sık karşılaşılan durumlardan biri de işçilerin temsilcilerini seçtikten sonra bir kenara çekilmeleri ve pasifleşmeleridir. Oysa mücadeleye atılan işçiler arasında aktif ve pasif işçiler şeklinde bir bölünme en tehlikeli sorundur. Bu bakımdan mümkün olduğu ölçüde her işçinin sorumluluk alması ve görev üstlenmesi sağlanmalıdır. Her işin temsilcilerin sırtına yıkılması, yapılan işlerin niteliğini zamanla düşürüp temsilcileri de yıpratmaya başladığı gibi, kimi zaman da temsilcilerin bürokrat gibi davranmalarına zemin hazırlar. Komite her işi yapan değil, işleri örgütleyen, koordinasyonu sağlayan bir organ olmalıdır. Komitelerin mümkün olduğunca çok işçiyi temsil edecek büyüklükte olmasına dikkat edilmelidir. Ancak gereğinden büyük bir yapılanma da hantallığa ve iş yapılamamasına yol açar. Bunun çaresi çeşitli görevler üstlenecek alt komiteler oluşturmaktır. Komite işçilerle canlı bağlarını koruyarak her gelişmeden onları haberdar etmeli, önemli dönemeç noktalarında tüm işçilerin onayına mutlaka başvurmalıdır. Alınan her kararın gerekliliği işçilere en ayrıntılı biçimde anlatılmalı ve böylece daha geri bilinçteki işçilerin bu mücadeleden öğrenerek ve eğitilerek çıkmaları sağlanmalıdır. Grev ve direnişlerde en sık karşılaşılan durumlardan biri de işçilerin temsilcilerini seçtikten sonra bir kenara çekilmeleri ve pasifleşmeleridir. Oysa mücadeleye atılan işçiler arasında aktif ve pasif işçiler şeklinde bir bölünme en tehlikeli sorundur. Bu bakımdan mümkün olduğu ölçüde her işçinin sorumluluk alması ve görev üstlenmesi sağlanmalıdır. Sınıf mücadelesi dümdüz bir hatta ilerleyen tek bir çarpışmadan ibaret değildir. Komitenin, temsil ettiği işçilere, hiçbir somut kazanım olmasa bile hak elde etmek için savaşmanın kendisinin bir kazanım olduğu bilincini edindirmesi gerekir. Grev ve direnişler bir gün biter ama sınıf mücadelesi süreklidir. Komiteler mücadeleye giren işçileri birleştirme çabasında olmalıdır. Mücadele başka işyerlerine yayıldığı ölçüde komiteler arasındaki işbirliğinin arttırılması ve merkezileştirilmesi zorunluluğu da kendini dayatır. Bir bölgede ya da aynı işkolunda eş zamanlı mücadeleler söz konusu olduğunda, merkezi bir komitenin oluşturulması, direnişçi işçilerin patronların saldırılarına karşı yekvücut davra-
38
Eylül 2009 • sayı: 54
nabilmesini sağlayacaktır. Komitenin görevlerinin bir başka yönü de sendika ile ilişkiler sırasında ortaya çıkar. Komite işçi sınıfı mücadelesinde bir olgu olan sendika bürokrasisinin karşısında pasif, boyun eğici bir tutum içinde olmamalı, kendi bağımsız varlığını kabul ettirmeyi bilmelidir. Sendika bürokrasisinin attığı tüm adımlar dikkatle takip edilmeli, gerekli teşhirlerden kaçınılmamalıdır. Uzlaşmacı sendikacıların işçilerden gizli olarak patronlarla görüşmeler yapmaya kalkışmamaları için, oldubittilerin kabullenilmeyeceği açıkça ortaya konmalıdır. Bu bakımdan komite adına layık olmak istiyorsa, son söz ve karar hakkını elinde tutmak için uyanık bir gayret göstermelidir. Komitelerin yalnızca açık mücadelelerin verildiği dönemlerde değil, grev ve direnişler bittikten sonra da yaşatılması için çaba harcanmalıdır. Grev ve direnişin bitmesi mücadelenin bitmesi anlamına gelmez. Bu nedenle komitenin mümkün mertebe sürekli kılınması ve işyeri komitesi olarak varlığını sürdürmesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Böylece edinilen deneyimin devamlılığı ve işçilerin gelecekteki grev ve direnişlere daha donanımlı olarak girmeleri sağlanmış olacaktır.
İşçilerin hak arama mücadelesi de yöntemleri de meşrudur İşçilerin içinde bulundukları koşulların sorumlusu sermaye sınıfı ve onun düzenidir. Bu yüzden işçilerin burjuvalara karşı yürüttükleri hak arama mücadelesi meşrudur. Bu nedenle işçiler eylemlerini istemeden içine düştükleri olumsuz ve geçici bir durum olarak görmemelidirler. İşçiler mücadelelerinde hakları için kavgaya girmektedirler. Ve bu kavga haklılığını burjuva yasalarına borçlu değildir. Sınıfın sorunlarını da gerçekte mahkemeler değil yine sınıfın kendi eylemi, meşruluğunu kendi gücünden alan örgütlenmeleri çözer. İşçilerin kendilerine ve sınıflarına duydukları güvensizlik, genellikle sendikal bürokrasinin de yön vermesiyle, onları sıklıkla mücadelelerini tümüyle “yasal haklar” çerçevesine oturtmaya yöneltmektedir. Pek çok işyerinde işçiler direnişleri boyunca tüm umutlarını bu anlayışla mahkeme kararlarına bağlamışlardır. Son dönemde yaşanan pek çok örnekte de, bu tutum direnişleri pörsütmüş, işçileri pasif bir şekilde mahkeme kararlarını beklemeye itmiş ve neticede onların moralini fevkalâde bozmuştur. İşçiler haklarını ancak mücadele zemininde kavga vererek alabilirler. Bugün burjuvazinin işçi sınıfı için siyasal ve sendikal yasaklarla dolu yasalarına bel bağlamak, kazanma şansını çok büyük oranda ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden işçilerin kendi mücadeleleri ve hak almak için güçlerine göre uygulamaya girişecekleri yöntemler konusunda çekinceleri olmamalıdır. İşçiler mücadelelerinde sadece özgüçlerine ve örgütlülüklerine güvenmelidir.
Taşeronlaştırmaya Karşı Örgütlü Mücadeleyi Yükseltelim! Adil Aksu
K
âr ve rekabet üzerine kurulu kapitalist sistem, işçi sınıfının örgütlü mücadelesini, militan sınıf sendikacılığı hareketini gerilettiği tarihsel dönemlerde, saldırı hamlelerini, hak gaspları ve yeni düzenlemeler eşliğinde işçi sınıfının bütününe yöneltmekten geri durmadı. 1970 ve 80’lerde bir dizi ülkede meydana gelen mücadelelerin yenilgilerle sonuçlanması ve 90’larda SSCB’nin çökmesi ise, emperyalist kapitalist sistemin yeni saldırı hamlelerine uygun bir zemin hazırlamış oldu. Sermaye sınıfının ideologlarının sınıf mücadelelerinin tarihe karıştığını ilan ettikleri bu dönemde, burjuvazi yoğun bir gerici propaganda eşliğinde tüm dünyada neo-liberal saldırı dalgasına hız vererek işçi sınıfının geçmiş kazanımlarını alabildiğine gasp etti. Sermayenin ideologlarına göre yeni dönem “serbestlik”, “özgürlük”, “esneklik”, “globalleşme” dönemiydi. Bu propagandayla amaç işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin geriletildiği tarihsel dönemi fırsata çevirmek ve sınıf mücadelesinin kazanımlarını parçalamak, özelleştirmeleri, sendikasızlaştırmayı, esnek üretim biçimlerini ve taşeronlaştırmayı işçilere dayatmaktı. Neo-liberal programın önemli bir parçasını oluşturan taşeronluk sistemi bu dönemin temel saldırılarından yalnızca biriydi. Kamu ve özel kesimde yaygınlaştırılan taşeron işçilik, uygulandığı her işkolunda halen sermaye sınıfının yüzünü güldürmeye devam ediyor. Türkiye burjuvazisi de 80’li yılların ortalarından itibaren dört elle sarıldığı neo-liberal yapısal dönüşüm programı sayesinde büyük kârlar elde etti. 1980 askeri faşist dar-
besi, işçi sınıfının sahip olduğu siyasal ve sendikal hakları yerlebir etti. İşçi sınıfı yıllarca burjuvazinin artan saldırılarına karşı örgütlü gücüyle karşı koyamadı. Son yirmi yıl içinde Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer almasında, patronların dünyanın en zenginleri listesinde boy göstermesinde, taşeronlaştırmanın önemli bir payı olduğunu söylemek abartı olmaz. Diğer yandan bu süre boyunca işçi sınıfının, sendikasızlaşma, kayıt dışı çalışma, işsizlik ve düşük ücret sıralamalarında en kötü konumlarda yer alması da, taşeronlaştırmanın en önemli faillerinden olduğu sonuçlara örnek teşkil etmektedir. İş yasasının ikinci maddesi taşeronlaşmayı alt işverenlik adıyla düzenliyor ve belli bir işyerinde işin çeşitli bölümlerinin alt işverenlerce yapılması taşeronluk ilişkisi olarak tanımlanıyor. Başlangıçta fabrikaların yemekhane, temizlik ve güvenlik gibi bölümleri alt işverenlere devredilmişti. Zamanla asıl işin yapıldığı ana bölümler de dâhil olmak üzere, teknik hizmetler, bakım onarım, taşımacılık kısımları da alt işverenlik ilişkisi içine sokuldu. Tekstil ve inşaat işkollarında başlayan taşeronluk uygulaması, belediye, eğitim, sağlık, askeri işyerleri de dâhil olmak üzere tüm işkollarında temel iş ilişkisi haline geldi. Bugün gerek özel gerekse kamu sektöründeki işçilerin oldukça büyük bir bölümü taşeron firmalarda çalışmaktadır. Çalışma Bakanlığının verilerine göre bugün kamuda 175 bin işçi taşeron firmalarda çalışıyor. Özel sektörde bu sayının milyonlara ulaştığı herkesin malûmu. Taşeronlaştırmanın hızla yayılması bir sürpriz değil elbet!
39
marksist tutum
İş yasasında taşeron ilişkisinin “eşitlik ilkesine aykırı düzenlenemeyeceği”, “asıl işin bölünüp taşeronlara devredilemeyeceği” ve “işçilerin yasalardan doğan alacakları karşısında asıl işverenin de en az alt işveren kadar sorumlu olacağı” belirtilmesine rağmen, uygulamada tam tersi bir süreç yıllardır işlemeye devam ediyor. Tuzla tersanelerinde açıkça görüldüğü üzere gemi inşa sanayisinin hemen tüm üretim kısımlarında taşeronlaştırma hâkim durumdadır. Sağlık hizmetlerinde hemşirelerin, laborantların yanı sıra, kimi hastanelerde doktorların da taşeron firmalar aracılığıyla çalıştırılmasına başlanmıştır. Aynı fabrikada çalışan, aynı işi yapan kadrolu ve taşeron işçiler arasında eşitsizlik had safhadadır. Ücret, çalışma koşulları, işyerinin sosyal olanaklarından yararlanma gibi konularda, yasaya rağmen, eşitlikten eser yoktur. Pek çok işyerinde, taşeron işçilerin kadrolu işçilerle aynı yemekhanede aynı yemeği yemesi, aynı servisi kullanması veya aynı yerlerde dinlenmesi mümkün değildir. Yine yasal haklardan doğan alacakları konusunda asıl işveren, taşeron işçilerin alacaklarını ödememektedir. İşe iade ve alacak davalarında, asıl işverenler bütün sorumluluğu alt işverene yüklemektedirler. Doğal olarak, bu sürecin sonucunda kaybeden taraf taşeron işçiler olmaktadır. İster taşeron firmada çalışsın ister ana firmada, bütün işçilerin patronlar karşısında çıkarları ortaktır. Burada, rekabet ve bölünmüşlük yerine sınıf dayanışmasını ve ortak mücadeleyi hayata geçirmek için sendikalı işçilere büyük görevler düşüyor. Taşeronlaştırma aynı zamanda sendikasızlaştırmanın da başlıca aracı haline gelmiştir. Aynı fabrikada farklı taşeron firmalarda çalışan işçiler, “birleşmemiz çok zor” diyerek sendikalaşmaktan daha baştan vazgeçmektedirler. Sendikalı işyerlerine yerleştirilen taşeron firmalarsa, sendikalı işçi mevcudunu aşağıya çekerek, sendikal örgütlenmeyi tasfiye etmenin aracı olmaktadır. Belediye işçilerinin içinde bulunduğu durum bunun örneklerinden biridir. Uzun zamandır, İstanbul başta olmak üzere birçok il ve ilçede belediye hizmetleri taşeron firmalar eliyle yürütülmektedir. Pek çok belediyede kadrolu ve sendikalı işçi sayısından kat kat fazla taşeron işçi çalışmaktadır. Sendikalar belediyelerdeki taşeron firmaların farklı illerde faaliyet göstermeleri nedeniyle taşeron işçilerini örgütleyememekten yakınmaktadırlar. Yine bir başka örnek olarak, İstanbul Üniversitesine bağlı Çapa, Cerrahpaşa ve Haseki hastanelerinde temizlik işçilerinin sürdürdüğü sendikalaşma mücadelesi, hastane yönetiminin bir gecede eski taşeron firmanın sözleşme yetkisine son vermesiyle zora girmiştir. Taşeron firmalar sık sık isim değiştirerek işçilerin kıdem hakkı kazanmasına engel olmaktadırlar. Aynı işyerinde 30’dan az işçi çalıştıran çok sayıda taşeron firmanın bulunması, işe iade davalarını, hekim, kreş gibi yasal haklardan faydalanılmasını da imkânsızlaştırmaktadır.
40
Eylül 2009 • sayı: 54
Taşeron işçilerin büyük bir zahmetle yürüttükleri sendikalaşma mücadeleleri çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Büyük çoğunluğu sendikasız çalışan taşeron işçilerin çalışma koşulları, ücret ve sosyal hakları vahşi kapitalizm dönemini çağrıştırmaktadır. Taşeron firmalarda çalışan işçilerin hiçbir iş güvencesi yoktur. Olağan çalışma süreleri 10 ilâ 12 saat arasında değişmektedir. Angarya işlerde sigortasız çalışmak, ücret kesintilerine, işten atılmalara maruz kalmak had safhadadır. Yeni işe alınan işçilerden, “işyerinde sendikal faaliyete katılmayacağına, yasal haklarını aldığına, işten ayrılma durumunda hiçbir hak talep etmeyeceğine” dair imzalı kâğıtlar alınmakta ve bu işlem işçiyi bunun yasal olarak geçerli bir uygulama olduğuna inandırmak için genellikle noterde yapılmaktadır. Taşeronlaştırmanın işsizlik, güvencesiz çalışma, sendikasızlaştırma ve ölümcül iş kazaları anlamına geldiğinin en çıplak örneklerinden biri Tuzla tersanelerinde meydana gelen ölümlerdir. Daha fazla kâr amacıyla hareket eden sermaye sınıfının, kendiliğinden, işçi sınıfının hayat standartlarını yükseltmesi, iş güvenliği önlemlerini alması ve çağdaş çalışma koşullarını oluşturması beklenemez. Taşeronluk sistemine karşı sendikalar cephesinden henüz başarılı bir karşı duruş gerçekleştirilememiştir. Var olanı korumak kaygısındaki sendikalar, taşeron işçilerin sorunlarıyla ilgilenmemektedirler. Taşeron işçilerin örgütlenmesinin zor hatta imkânsız olduğunu öne süren kimi sendikalar, örgütsüzleştirmeleri kabul eder hale gelmişlerdir. Kamu ve özel kesimde örgütlü sendikaların bazıları, taşeronluk sistemine son verilmesi ve tüm işçilerin kadrolu olması gibi doğru talepleri dile getirmektedirler. Fakat bu talepler sadece kâğıt üstünde kalmakta, sendikalı işçilerle taşeron işçilerin ortak mücadelesi örgütlenememektedir. Sonuçta taşeronlaştırmadaki hızlı tırmanış birçok sendikanın işyeri düzeyinde yetkisinin düşmesine neden olmuştur. Taşeronlaştırma saldırısı işçi sınıfının yaşadığı en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. Başta sendikalar olmak üzere mücadeleci işçiler “taşeronlaştırmaya engel olunamaz” deyip bir kenara çekilmemelidirler. Patronların işçi sınıfını bölmek, güçsüzleştirmek ve örgütsüzleştirmek yönünde yeni saldırıları bundan sonra da devam edecektir. İşçi sınıfı geçmişin deneyimleri eşliğinde, sermaye sınıfının saldırılarına karşı mücadele bayrağını yeniden yükseltmelidir. İster taşeron firmada çalışsın ister ana firmada, bütün işçilerin patronlar karşısında çıkarları ortaktır. Burada, rekabet ve bölünmüşlük yerine sınıf dayanışmasını ve ortak mücadeleyi hayata geçirmek için sendikalı işçilere büyük görevler düşüyor. İşçiler, sendikalı olmayı kâğıt üstünde üye olmaktan çıkartarak, sendikalarına sahip çıkmalıdırlar. Sermaye sınıfının saldırılarına karşı işçi sınıfının bağımsız çıkarları temelinde, sınıf bilinciyle donanmalı ve mücadele etmelidirler. Tarih gösteriyor ki, işçi sınıfı özgücüne güvenerek mücadeleye atıldığında başaramayacağı hiçbir şey yoktur.
sayı: 54 • Eylül 2009
M
ilyonlarca emekçinin yeşile, sağlıklı içme suyuna, temiz havaya ve insanca yaşanacak ucuz konutlara yakıcı bir ihtiyaç duyduğu megakent İstanbul, bir kez daha ciddi bir talan ve rant projesiyle karşı karşıya. Trafik sorunu bahane edilerek yapılması planlanan üçüncü boğaz köprüsü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklanan Temmuz 2009 tarihli İl Çevre Düzeni Planı, kentin akciğerleri olan kuzey ormanlarını ve bir önceki çevre düzeni planında korunması güvence altına alınan pek çok alanı, yeni yağma ve rant alanları olarak sermayenin hizmetine sunuyor. Söz konusu plan ve köprü projesi, İstanbul’un zaten büyük ölçüde tahrip edilen tarihi ve doğal dokusuna, ormanlarına, su havzalarına, yeraltı sularına yönelik ciddi bir tehdit oluşturuyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve AKP hükümeti, milyarlarca dolar harcanarak girişilen tüp geçit ve raylı sistem projelerini en kısa sürede tamamlamak ve bu uygulamaların trafiğe yönelik etkilerini görmeyi beklemek yerine, apar topar alınan kararlarla üçüncü köprünün yapım kararını kesinleştirmiş durumda. 1995 yılında İstanbul Belediye Başkanı iken “üçüncü köprü bir cinayettir, böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” diyen Tayyip Erdoğan, bugün “üçüncü köprü mutlaka yapılacaktır” diyerek yapım emrini devletin tepesinden veriyor. Köprünün geçeceği güzergâhtaki orman alanlarının ve içme suyu havzalarının, yapılacak yollar ve bu bölgede çok kısa sürede gelişecek yapılaşma nedeniyle korkunç bir yıkıma uğrayacağı çok açık. İkinci boğaz köprüsü bunun en somut örneğidir. Bu köprünün bağlantı yollarının geçtiği alanlar, arsa spekülatörleri tarafından yağmalanmış ve söz konusu bölgeler çarpık ve kontrolsüz bir yapılaşmaya teslim olmuştu. Aynı şekilde içme suyu havzaları da tehdit edici bir yapılaşmayla karşı
marksist tutum
Üçüncü Rant Köprüsü ve Yağma Planları 41
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
karşıya kalmıştı. Söz konusu bölgenin kuzeyinden geçmesi planlanan üçüncü köprünün bu tahribatı geri dönüşsüz bir noktaya taşıyacağı ortadadır. Geçtiğimiz günlerde onaylanarak askıya çıkarılan İstanbul İl Çevre Düzeni Planının raporunda, su toplama havzalarında “2007 yılı sonu itibariyle 1.090.947 kişinin yaşadığı” ifade edilmekte ve “bu su toplama havzalarında, önümüzdeki dönemde en fazla 1.090.000 kişinin yaşaması öngörülmektedir” denmektedir. Yani belediyenin, havzaları bu kaçak yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtarmak gibi bir hedefi dahi yoktur (elbette buralarda yaşayan emekçiler için uygun çözümlerle). Zaten raporda geçen “havzaları mümkün olduğunca yapılaşmadan uzak tutmak” ifadesi de, bunun yaptırım gücü olan bir denetim ve engelleme çalışmasıyla fiilen yapılmak yerine temenni düzeyinde kalacağını göstermektedir. Belediye, halkı su kıtlığı konusunda uyarıp tasarruf etmeye çağırırken ve emekçilerden toplanan milyonlarca lirayı İstanbul dışından su getirme projelerine ayırıp bu alanda faaliyet gösteren firmaları zengin ederken, mevcut su kaynaklarının kirlenmesine ve kurumasına sessizce seyirci kalmaktadır.
Köprüler neyi taşımak için yapılıyor? Üçüncü köprünün zorunlu olduğunu iddia eden belediye ve AKP hükümeti, İstanbul’da kronik hale gelen trafik sorununun aksi halde çözülemeyeceğini ileri sürüyor. Oysa aynı argüman 1989’da yapılan ikinci köprü için de dile getirilmiş ve üzerinden 10 yıl geçmeden bir üçüncüsünün yapımının zorunlu olduğu söylenmeye başlanmıştı. Patates tarlalarının otomobil fabrikalarıyla doldurulduğu, asgari ücretle çalışan işçinin bile kredi sistemiyle araba almaya teşvik edildiği, devletin araç satışlarını arttırmak için otomobil tekellerine yapmadığı kıyağı bırakmadığı Türkiye’de, Mayıs ayı itibarıyla trafiğe kayıtlı taşıt sayısı 14 milyonu aşarken, İstanbul’da bu sayı 2 milyon 705 bini geçmiş bulunuyor. Trafik çilesinden yakınılan bu kentin yıllık nüfus artış hızı yüzde 4’lerde, taşıt sahipliğindeki artış oranı ise yüzde 16’larda seyrediyor.1 Üçüncü köprüyü savunanlar, köprü trafiğinde yaşanan kilitlenmenin, köprülerin ve bağlantı yollarının kapasitesinin sınırına gelindiği argümanına başvuruyorlar. Oysa yapılan hesaplar, izlenen politikalarda herhangi bir değişikliğe gidilmediği takdirde, 2020 yılına kadar aynı mantıkla 5 köprü daha yapılması gerektiğine işaret ediyor. Bu kısırdöngünün köprü sayısını arttırmakla aşılamayacağı aşikârdır ve çözüm sorunun kaynağında aranmalıdır. Bireysel taşıt sahipliği doludizgin teşvik edilip toplu taşımaya son derece sınırlı bir pay ayrılmışken, böylesi bir kentin trafik sorununun köprülerle ya da yeni yollarla çözüleceğini iddia etmek burjuva yönetimlerin sahtekârlığından başka bir şey değildir. Bugün iki boğaz köprüsünden geçen taşıtların yüzde 90’ını özel araçlar oluştururken, bu araçlardaki ortalama
42
insan sayısı 1,1’dir. İçerisinde sadece sürücüsü bulunan yüz binlerce araç İstanbul trafiğini içinden çıkılmaz bir hale sokarken, onların yarattığı çileyi aynı güzergâhta toplu taşıma araçlarıyla yol alan işçi ve emekçiler çekmektedir. Çevre Mühendisleri Odasının raporu bu çarpıcı gerçekliğe şöyle işaret ediyor: “1973 ve 1989 yıllarında iki boğaz köprüsü yapılmıştır. Bu iki köprü, Boğazdan geçen taşıt sayısını 30 kat artırırken yolcu sayısını 4 kat bile artıramamıştır. Yeni köprü ile araç trafiği daha da artacak ancak taşınan yolcu sayısında önemli bir artış olmayacaktır. Köprüden transit geçişlerin payı ise %2 dolayındadır ve artma olasılığı yoktur. Diğer yandan, iki yaka arasındaki yolcuların %50’sinden fazlasını taşıyan toplu taşıma araçlarının araç trafiği içindeki payı %4 bile değilken, yolcuların %30’unu taşıyan özel otomobillerin payı %90’dır.”2 Emekçilerden toplanan vergilerle oluşturulan kaynakların har vurulup harman savrulması ise olayın bir başka yönüdür. Yapılacak yeni bir köprünün ve bağlantı yollarının maliyetinin, iki yaka arasında ulaşımı sağlayacak bir metro sisteminin maliyetinden iki kat daha pahalı olduğu hesaplanmaktadır. Ama asıl amaç belediye, hükümet ve özel sektör arasındaki rant köprüsüne bir şerit daha eklemek olduğundan, toplu taşımaya ağırlık verilmesi bu soyguncuların işine gelmemektedir. Sözde daha güzel bir İstanbul yaratmak için yapılan çevre düzeni planları da aynı soyguncular çetesinin çıkarları düşünülerek tasarlanmaktadır. Çok açık ki, “Burjuvazinin güzellik anlayışının özünü üst üste yığılmış dolarlar oluşturur. Boğaz kıyılarına kondurulan gökdelenler, bunun iyi birer örneğidir. Daha fazla otel, gökdelen, rezidans veya alış-veriş, ticaret merkeziyle şehrin güzelleşeceğini düşünmek burjuvazinin pespaye estetik anlayışının bir göstergesidir. Şehir merkezlerine yığılacak bu tip yapılar, boğaza üçüncü köprü vs. hepsi de zaten kapasitesinin sınırına gelmiş olan şehrin sorunlarını katmerleştirerek arttıracaktır. Nüfus yoğunluğunu trafiğin artışı takip edecek, su havzalarının ve yeşil alanların yok edilmesi sonucu su, çevre ve hava kirliliği problemleri artacak, yüksek emlak fiyatları konut sıkıntısını daha da ağırlaştıracaktır. İşte burjuvazinin kenti dönüştüreceği manzara budur.”3 Doğayı acımasızca yağmalayan, emeği iliklerine dek sömüren kapitalist kâr sistemi, emekçilerin hayatını cehenneme çevirirken doğayı da geri dönüşsüz bir yıkımın eşiğine sürüklüyor. İşçi sınıfı ona ölümcül darbeyi indirmediği sürece, bu yağma düzeni doğayı ve emeği iliklerine dek sömürmeye devam edecektir.
_____________________________ 1
Prof. Dr. Semih Tezcan, Cumhuriyet, 08/07/2007.
2
Çevre Mühendisleri Odası, İstanbul Çevre Durum Raporu 2009.
3
Kerem Dağlı, Kentsel Yağma ve Talan Projesi, MT, Mayıs 2007.
Depremin Acı Dersi! G
ölcük merkezli Marmara depreminin üzerinden 10 yıl geçti. 7,4 büyüklüğündeki deprem büyük can ve mal kaybına neden oldu. Resmi verilere göre depremde 17 bin 480 insan, gerçekte ise 30 bine yakın insan hayatını kaybetti, on binlerce insan yaralandı. Çok sayıda binanın yıkıldığı depremde, 600 binden fazla aile de evsiz kaldı. Deprem ardında acı ve büyük bir yıkım bilânçosu bıraktı. Bu bilânçonun asıl sorumlusu, gözü kâr dışında hiçbir şey görmeyen sermaye sınıfı ve onun devletinden başkası değildi. Beklenen ve bilinen bu doğa olayı karşısında yıllarca hiçbir şey yapılmamıştı. Devlet, fay hattı üzerinde gerekli önlemler alınmadan yürütülen yapılaşmaya izin vermekte hiçbir sakınca görmemişti. İnşaat firmaları ise kalitesiz malzemelerle çürük binalar yapmaktan geri durmadı. Her şey kısa zamanda daha fazla kâr elde etmek içindi. Sonuçta ilgili fay hattı üzerinde periyodik olarak meydana gelen bu depremde, on binlerce insanın ölümüne göz göre göre davetiye çıkartıldı. Üzerinden 10 yıl geçse de depremzedeler hâlâ yaşadıkları acıları unutmadılar. İlk günkü gibi endişeliler. Çünkü deprem sonrasında güvendikleri devlet, onların acılarına merhem olmadı. Devlet, depremden sonra sokakta kalan on binlerce aileye güvenli bir konut yapmadı. Yardımlarla yapılan bir kısım deprem konutlarına yerleştirilenler ise uzunca bir süredir evlerinden çıkmaları yönünde baskıya maruz kalıyorlar. Bu evlere bürokratlar yerleştirilmek isteniyor ve depremzedelere kendilerine yeni evler bulmaları söyleniyor. Yakınlarını, eşlerini, akrabalarını, sevdiklerini kaybeden depremzedeler polisin copları ve biber gazıyla kapı dışarı ediliyorlar. Üstelik polis zoruyla kapı dışarı edildikleri evler (“Saddam Evleri” olarak anılıyor) Irak devletinin yardımlarıyla koşullu olarak inşa edilen ve depremde birden fazla yakını ölen ailelere verilen evler. Sermaye devletinin deprem sonrasında yaptıkları
bununla sınırlı değil. Halk depremin acıları ile boğuşuyorken, dönemin hükümeti mezarda emeklilik yasasını Meclisten geçirdi. Depremin yol açtığı hasarı karşılamak için bir defaya mahsus olarak çıkartıldığı söylenen özel vergiler kalıcılaştırıldı. Özel işlem vergisi 2004 yılına kadar yürürlülükte kaldı. Özel iletişim vergisi ise hâlâ işçi ve emekçilerin sırtında yük olmaya devam ediyor. 10 yıl boyunca toplanan deprem vergisi 24 milyar lirayı buldu. Bu paranın nereye gittiği, depremzedeler için nasıl kullanıldığı belli değil. Aslında deprem vergisinin kullanılmadığı tek yerin depremzedelerin ihtiyaçlarının karşılanması olduğu besbelli. Aynı şekilde, depremzedeler için yapılan uluslararası bağışların akıbeti de belli değil. Depremin üzerinden geçen on yılda, tehlike her geçen gün daha da büyüyor. Bilim ve teknoloji insanlık yararına kullanılmıyor. Çarpık kentleşme devam ediyor. Sağlam olmayan yapılar her köşe başında mantar gibi çoğalıyor. Milyonlarca binanın güçlendirme çalışması yapılmadı. 10 yılda değişen bir şey yok. Olası bir deprem yeniden on binlerce insanın ölümüne neden olacak. Ölmeyip kalanlar ise yıllarca evsiz, aç ve açıkta kalacaklar. Kimi yetkililer kader diyecek, kimi yetkililer işçi ve emekçileri cahillikle suçlayacak. Yeni bir felâketin önlenebilmesinin yolu örgütlü bir toplum oluşturmaktan geçiyor. Depremin bizlere bıraktığı en büyük ders, sermaye devletine güvenmemek ve örgütlenmektir. Böylesi bir örgütlenmenin başını, nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve binaları, yolları kısacası her şeyi inşa eden işçi sınıfı çekebilir ancak. İşçi sınıfı sermaye düzenine karşı güvenli bir yaşam ve gelecek için gücünü birleştirmelidir. Gerçek anlamda güvenli bir yapılaşma ve insanların tüm ihtiyaçlarını doğaya uyumlu bir şekilde giderip insanca yaşayabilecekleri bir kentleşme ancak işçi sınıfı eliyle yaratılabilir. İstanbul'dan Marksist Tutum okuru bir işçi
43
Eylül 2009 • sayı: 54
marksist tutum
Kürt Sorunu ve Sendikalar
K
Tuzla’dan Ölüm Haberleri Geliyor
Y
aklaşık 40 bin işçinin çalıştığı Tuzla tersanelerinden dur durak demeden ölüm haberleri geliyor. Bununla birlikte hemen yukarısındaki organize deri sanayi bölgesinde de, aynı sıklıkta olmasa da, ölümlü iş kazaları gerçekleşiyor. Daha yakınlarda, deri sanayi bölgesinde çalışan bir işçi, iş cinayeti sonucu hayatını kaybetti ve başka bir fabrikada üzerine sülfürik asit dökülmesi sonucu iş kazası geçiren iki genç işçi arkadaşımız ağır yaralandı. Kârından başka bir şey düşünmeyenlerin, işçilerin sağlığını düşünmediği ve düşünmeyeceği çok açık ortada. Her zaman Tuzla’ya düşmüyor ölüm haberleri ama bu bölgede oturan birisi için çok erken geliyor iş cinayetlerinin haberi. 6 ayda 10 ölüm... Ve gizli kalmış bir sürü ölüm... İşe ölüm korkusuyla giden ağabeylerimiz, evde babasının ölüm haberini alacakmış gibi tedirgin bekleyen kardeşlerimiz, “baba işe gitme” diye yalvaran çocuklar... Kiminin patlamada kolu kopuyor, kiminin cesedi köpeklerce parçalanıyor, kimi cayır cayır yanıyor, kiminin cesedi aranırken tesadüfen başka bir arkadaşının (kayıt dışı çalıştırıldığı için öldüğünün bile anlaşılmadığı!) cesedi bulunuyor. Yanlış anlamayın. Savaş alanından değil, insanların ekmek kazanmak için gittikleri işyerlerinden, Tuzla tersanelerinden ve diğer ağır iş kollarından bahsediyorum. Hani Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in utanmadan “yatıyoruz, kalkıyoruz Tuzla” diye sitem ettiği Tuzla tersaneleri! Koç Grubu onur başkanı Rahmi Koç’un “fevkalâde başarılı” bulduğu tersaneler! Ama “Yatıyoruz, kalkıyoruz Tuzla” diyen Çalışma Bakanına ve patronlara sözümüz olsun. Bu düzen böyle gittikçe, ölümler devam ettikçe, yatacaksınız kalkacaksınız Tuzla işçilerinin direnişini göreceksiniz! Bizler yatıp kalkıp mücadele etmeyi öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Yatıp kalkıp işçi kardeşlerimizi örgütleyeceğiz. Çünkü biz işçiler şunu çok iyi biliyoruz: Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Aydınlı’dan bir sağlık işçisi
44
ürt sorunu Türkiye’nin yıllardır en temel sorunu olma özelliğini koruyor. Sendikalarla da görüşen bakan Beşir Atalay, onlardan dosyalar halinde Kürt sorunu hakkındaki çözüm önerilerini aldı. DİSK ve KESK haricindeki konfederasyonların Kürt sorunu konusunda devletin resmi ideolojisinin dışında görüşlerinin olmadığı bir kez daha görüldü. Onlara göre Kürt sorunu yoktur, “bölücülük ve yıkıcılık” sorunu vardır. Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini görmezden gelen konfederasyonlar yıllarca terör edebiyatı yaptılar. Sendikalar yayınlarında “şehit” askerlere methiyeler düzmektedirler. Oysa aynı sendikalar Filistin, Uygur gibi ulusal sorunlar söz konusu olduğunda ikiyüzlülükle mazlum halkların yanında olduklarını ilan ediyorlar. Yıllardır işlenen şovenist propaganda sonucunda işçi sınıfı da bugün milliyetçi fikirlerle donatılmış durumda. İşçi sınıfını milliyetçi, şovenist bir çizgide tutan resmi burjuva sendikacılık çizgisini mahkûm etmeliyiz. Demokratik çözümden yana olan DİSK ve KESK, çalışmalarını bugüne dek sessiz sedasız sürdürdü. Halkların kardeşliğini, demokratik çözümü, siyasi özgürlüklerin tanınmasını ve silahların susmasını talep etti. Fakat asıl önemli olan, bugüne dek sendika konfederasyonlarının benzer bir çalışmayı örgütlü oldukları fabrikalarda ve genelde tüm işçi sınıfına yönelik gerçekleştirmemeleridir. Oysa Kürt sorunun çözümünde asıl taraflardan biri Türkiye işçi sınıfıdır. Sendikaların işçi sınıfı içinde halkların kardeşliği ve kendi kaderini tayin hakkı temelinde yürütecekleri bir çalışmanın Kürt sorununun çözümü yönündeki meyvelerini çok çabuk vereceğini bilmeliyiz. Sendikalar yüzünü işçi sınıfına döndürmeli ve yürütecekleri tartışmalarla, doğru temelde yönlendirmelerle, Kürt sorunu hakkında görüş ve önerilerini açıklamalıdırlar. Unutmamalıyız ki, “başkasını ezen bir ulusun kendisi de özgür olamaz”! Nitekim Kürt sorunu konusunda izlenen baskıcı devlet siyaseti Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesinin de önünde engel olmuştur. Sendikacılar, grev ve direniş yürüten işçiler, mitinglere katılan kitleler çoğu zaman “terörist” olarak lanse edilmişlerdir. Ekonomik ve siyasi baskı sözde terör bahane edilerek arttırılmıştır. Kürt illerinde dağlara atılan bombalar, halka sıkılan kuşunlar Türkiye illerinde zam ve zülüm olarak yankısını bulmuştur. Kürt sorununun halkların kardeşliği temelinde çözüme kavuşması için, işçi sendikalarının milliyetçi ve şovenist tutumu bir an önce terk etmeleri gerekiyor. İşçi sınıfı ezilen halkların en kararlı destekçisi olmalıdır. Savaşa ve askeri operasyonlara karşı üretimden gelen gücünü kullanmalı, grev silahını burjuvaziye göstermelidir. Marksist Tutum okuru bir işçi
sayı: 54 • Eylül 2009
marksist tutum
“Kınalı Kuzular” Nereye Gidiyor?
K
apitalist toplum kendine özgü bir kültür yaratırken kendinden önceki toplumların kültürel yapısını tamamen bir anda değişikliğe uğratamaz. Her toplumun kendine özgü kimi kültürel öğeleri bulunur. Fakat toplumsal değerler karşılıklı etkileşim içinde birbirini etkiler. Dil, din, örf ve gelenekler zaman içinde egemen olan toplumsal yapıya göre yeniden şekillenir. Egemen olan toplumsal yapı kendine göre yeni bir kültür yaratır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bazı gelenekler vardır. Bu gelenekler bazen sevinci, bazen hüznü, bazen acıyı, kederi, ölümü anlatır. Ağıtlar hüznü, ölümü anlatırken, davul-zurna sevinci anlatmaktadır. Bu topraklarda yaşayan etnik kökenleri farklı olan toplumların gelenekleri de karşılıklı olarak birbirini etkilemiş ve birçok gelenek ortaklaşmış durumda. Yıllardır bir arada yaşayan Türk ve Kürt halklarının gelenekleri iç içe geçmiş çoğu zaman. Kapitalist gelişmeyle birlikte gelenekler egemen sınıfın çıkarları temelinde kullanılır hale geldi. Evlenenler için düğün, ölenler için ağıt yakılırken, askere gidenlerin de ellerine kına yakılır. Askere gidenlere bugün kına yakılırken davullu zurnalı geceler düzenleniyor. Eğlenceler organize ediliyor. Geçenlerde bir televizyon programında “Kınalı Kuzular” diye askere gidecekler için düzenlenmiş bir programı ekrana getirmişlerdi. Aynı günün akşamı bir mahallede karşılaştığım asker gecesi vardı. Özellikle mahalledeki geceyi izlerken düşündüm: bu “Kınalı Kuzular” nereye gidiyor? Gerçekten de nereye, neden, kimin için gidiyor? 20 yaşlarındaki gencecik delikanlılar arkalarında sevdiği insanları bırakıp sözde “vatanı korumaya” gidiyorlar. Kimden koruyacaklar? İç ve dış mihrakların vatanı bölmesine izin vermemek için savaşa gidiyorlar! Yıllardır hep böyle uyutuldu insanlar. Yaklaşık 40 bin insanın yaşamına mal olan savaşta ölmeye, öldürmeye gidiyor bu gençler. Gecede dikkatimi çeken birçok nokta oldu. Eğlence doludizgindi. Horon tepildi, halaylar çekildi, Trakya oyunları, misket, çiftetelli oynandı. Büyük-küçük, kadın-erkek herkes oynadı. Fakat çok ilginç olan öldürmeye, ölmeye giden gençler yoğun olarak “Şemmammi” oynadılar. Bu gençler öldürmek için gittikleri halkın dilinde söylenen müzikle eğlendiler. Oyun oynarken hiç düşündüler mi bilmem ama egemen sınıfın düne kadar yok saydığı, dilini yasakladığı bir halkın müziğinin çalınmasını istiyorlardı. Bu gençler sanmayın ki Kürt halkının çocukları. Hayır, tam tersine Türk ailelerinin çocukları. Askere gidip gelen gençlerin birçoğu zaten psikolojik travma yaşıyor. Verilen milliyetçilik zehri sonrasında da devam ediyor. Çalışmaya başlayan bu gençler kendi haklarına sahip çıkmaktan aciz durumdalar. Öyle ya, kuzular büyüyünce koyun olur, “kınalı kuzular” da askerden dönünce koyun gibi oluyorlar. Zaten egemen sınıf da koyun gibi her şeye kafa sallayan, sormayan, sorgulamayan, kendi hakları için mücadele etmeyen bir toplum yaratmak istiyor, yaratıyor da. Bugün birçok gence, Türklerin en büyük düşmanı kim diye sorsanız Kürtler cevabını alırsınız. Egemen sınıf bugünlerde Kürt açılımı yapıyor. Kürt sorununu çözeceğiz diyorlar. Düşünüyorum da düne kadar yok sayılan bir halkın bugün varlığı kabul ediliyor ve sorunlarının olduğu, çözülmesi için adım atmak gerektiği söyleniyor. Ne kadar ikiyüzlü bir tutum. Egemen sınıfın çıkarları böyle gerektirmeseydi Kürt açılımı yapmazlardı. Demokratik temellerde çözümden bahsediyorlar fakat hâlâ Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde operasyonlar devam ediyor. Neden hâlâ o bölgelere asker sevkiyatı var? “Kınalı kuzular” o bölgelere spor olsun diye mi gönderiliyor? Bir halkı yok etseniz bile yıllardır birbirini kültürel olarak etkilemiş olan halkların kültürlerini de yok edebilir misiniz? Bir metal işçisi
“Şehidimiz Fakirdendir!” “Hakkâri’de kaza sonucu mühimmatın patlaması sonucu şehit olan askerlerden Piyade Er Bahadır Han Solak’ın cenazesinde arkadaşlarının açtığı pankarta polis müdahale etti. Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde kaza sonucu meydana gelen mühimmat patlamasında şehit olan dört askerden Piyade Er Bahadır Han Solak, Solak ailesinin tek oğluydu. Afyon Kocatepe Üniversitesi ElektrikElektronik Bölümü’ndeki öğrenimini yarıda bırakmış ve bir süre Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde gemilerde çalışmıştı. Evlerine ve sokağa Türk bayrakları asılmıştı. Solak dün Maltepe Yusuf Ziya Üçüncü Cami’sinde düzenlenen törenin ardından toprağa verildi. Cenazenin yakınlarında arkadaşları ‘Yemen yolu çamurdandır, sefertası bakırdandır, gemiciği olan bedel öder, şehidimiz fakirdendir’ yazan pankart açtı. Pankartı açanları polis yaka paça gözaltına alındı.” (Radikal) Hakkâri’de yaşanan bu olaydan sonra burjuva gazetelerde yukarıdaki satırlar yer almıştı. Aslında olay sırasında açılan pankart bizlerin yaşam koşullarını net bir şekilde anlatıyor. Bahadır ve Bahadır gibi olan biz işçilerin hayatı fabrikalarda, tersanelerde köle gibi çalışarak geçiyor. Patronların ve onların temsilcileri olan siyasetçilerin çocukları babalarının işyerlerinde patron veya müdür olup, işçileri sömürerek sefa ve bolluk içinde yaşarlarken, biz işçiler üç kuruşa, insanlık dışı koşullarda, ölümle burun buruna çalışıyoruz. Patronların çıkarları için 15 ay askerlik yapmak zorundayız. Yeri geliyor bizleri sınıf kardeşlerimizle savaştırıyorlar. Silahların ve bombaların altında, gençliğimizin en güzel yıllarını ölümle burun buruna geçirtiyorlar. Ne için? Patronların çıkarları için bize bunu yaptırıyorlar. Ama patronların çocukları, yani “gemiciği” olanlar, 28 gün bedelli askerlik yapıyor. Şehir merkezlerinde yaptıkları askerlikte korumaları hiç yanlarından eksik olmuyor. Akşamları ise beş yıldızlı tatil köylerinde yatarak askerlik yapıyorlar. “Adalet” dedikleri şey bu mu? Dünyadaki her şeyi üreten biz işçileriz, fakat sefasını bir avuç asalak sürüyor, cefasını ise biz çekiyoruz. Biz üretiyoruz, onlar ürettiklerimizin sahibi oluyor. Sonra sahip oldukları sermayeyi korumak için bizleri asker olmaya zorluyorlar. Ya artık gözlerimizin içine sokulan sınıf-sermaye çelişkisini görecek ve bu karanlık düzeni yok edeceğiz, ya da çalıştığımız veya savaştığımız yerde ölüp gideceğiz. Aydınlı’dan bir deri işçisi
45
marksist tutum
Eylül 2009 • sayı: 54
Saldırılar Karşısında Sınıfının Gücüne Güven! H epimizin derinden hissettiği bir kriz sürecinin içindeyiz. Bunun yansımalarını işçi ve emekçiler olarak her geçen gün yaşayarak kavrıyoruz. Kapitalist sistem derin bir sistem krizine girmesine rağmen ve dünya genelinde nice acılara yol açmışken, güçlü bir mücadele ne yazık ki veremedik henüz. Bunu fırsat bilen burjuva ideologlar ve politikacılar da ekonomi verilerini alicengiz oyunlarıyla, iyimser tablolarla açıklıyor ve işçilerin bilinçlerini bulandırıyorlar. Bir yandan bizlere sezdirmeden sosyal haklarımıza ve çalışma koşullarımıza pervasızca saldırıyor diğer yandan bu saldırıya usturuplu bir makyaj yaparak bizleri medya aracılığıyla kandırıyorlar. Çıkartılan saldırı yasaları için saat de fark etmiyor. Bildiğiniz gibi kölelik bürolarına ilişkin yasa gece yarısı meclisten geçmişti. İşçilerin işsiz kalması durumunda yararlanması için oluşturulan İşsizlik Fonu da amaç dışı pervasızca patronlara peşkeş çekiliyor. Gerçi hangi işçi fonunun sonu bu olmadı ki? Çeşitli gerekçelerle yıllarca işçilerden kesilen paralar ile oluşturulan fonların içi hep burjuvazi ve onun devleti vasıtasıyla boşaltıldı. Bugün İşsizlik Fonunda biriken 42 milyar TL tutarındaki para da burjuva devletin ve patronların iştahını kabartmış durumda. Şu ana kadar GAP projesi kapsamında fondan aktarılan para 3,2 milyar TL’ye ulaştı. Sessiz sedasız bir şekilde karayolları ve altyapı için de bu fondan para aktarılması hükümetçe kabul edildi. Son olarak, İşsizlik Fonunun nema gelirlerinin 3/4’ünü “GAP’a kaynak aktarılması” adı altında gasp eden yasa kanunlaştı. Oysa işsiz milyonlar bu fondan yararlanamıyor. Çünkü fondan yararlanma şartlarını tüm işçiler yerine getiremiyor. Olması gereken tüm işsizlerin bu fondan yararlanması ve üstelik bunun da iş bulana kadar devam etmesidir.
Hem de insanca yaşanılabilir bir ödenek alınarak. Ancak tüm bunların önüne geçen burjuva devlet, pervasızca bu fonda çok para biriktiğinden ve kriz koşullarında bu kaynağın “halka” hizmet için kullanılması gerektiğinden bahsediyor. Bir de sendikalar (sendika bürokratları) cephesi var. Tüm bu yaşananlar karşısında sadece yazılı açıklama yapmakla yetiniyorlar. Bu saldırıların kapsamı ve mücadele yolları anlatılmıyor. İşten atılmalar karşısında militan sınıf mücadelesi yerine uzlaşmacı bir yol izleniyor. Sendikalarımızı mücadele zemininden kopartmak için her türlü ihaneti yapmakta sorun görmüyor sendika bürokratları. Dostlar aslında yazacak o kadar çok şey var ki. Sağlık alanındaki, eğitim alanındaki saldırılar vs. vs. Yani kapitalizm zehrini saçmaya hız kesmeden devam ediyor. Ağırlaşan bu hayat şartları ve saldırılara karşı dünyanın birçok yerinde tepkiler ve mücadeleler de veriliyor aslında. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki hiçbir şey yapmadığımız takdirde yakında insanlığımızdan da çıkacağız. Çevremizde yürütülen mücadelelere daha duyarlı olmalıyız bu yüzden. Yaşananları sorgulamak aslında işin başlangıcıdır. Burjuvazi bizleri cephelere kendi kârları için göndermenin hesabını yapıyor. Yaşanası bu dünyada hiçbir şeyin tadına varamadan gideceğiz yani. Oysa kaderimiz bizlerin ellerinde. Ancak bizler, yani işçiler, patronların bu saldırılarına dur diyebilir. Çözüm mücadelede dostlar, önce yüreğindeki mücadelende. Biz işçilerin sorunları ortak ve dolayısıyla çözümümüz de ortak. Haydi dostlar, insanlığa karşı en büyük suçlu olan kapitalist sistemi yıkma mücadelesinde ellerimizi sıkı sıkı kenetleyelim. Gebze’den bir işçi
“Doğalgazınız Başkent Dağıtım A.Ş. Tarafından Kesilmiştir” Birkaç ay sonra önümüz kış. Pek çoğumuz doğalgaza yapılan zamla birlikte kışı nasıl geçireceğimizi şimdiden düşünmeye başladık bile. Ama geçenlerde tesadüfen öyle bir habere rast geldim ki benim içim epeyce bir rahatladı! Sizlerin de içinin rahatlaması (!) için sizlerle de paylaşmak istedim. Yoksul işçileri emekçileri çok düşünen Başkent Doğalgaz Dağıtım Şirketinin Genel Müdür Vekili Harun Gündüz, doğalgaz borçlarından dolayı doğalgaz sayaçlarının sökülmesi uygulamasına son verdiklerini açıklamış. Bunun yerine “Doğalgazınız Başkent Dağıtım A.Ş. tarafından kesilmiştir. Mührü açarsanız hakkınızda yasal işlem yapılacaktır” şeklinde bir yazı bulacakmışsınız sayaçlarınızın üzerinde. Daha bitmedi, olur da şans eseri işe falan girerseniz ya da bir yerden para geçerse elinize yeniden abone olmanıza gerek kalmadan doğalgazınızı açtırabilirmişsiniz. Bununla sınırlı mı sandınız? Sıra geldi Sayın Gündüz’ün en önemli
46
açıklamasına: diyelim ki elinize para geçmedi ve siz çoluk çocuk bütün kış boyu donacaksınız, ama olsun sorun değil. Çünkü saatiniz sökülmediğinden komşularınıza karşı eziklik duymayacak ve onlardan utanmayacaksınız! Şimdi de ben Sayın Gündüz’ün incilerine dair birkaç kelam etmek istiyorum; sağ olun, var olun da Sayın Gündüz unuttunuz galiba biz işçi sınıfıyız. Hani krizle birlikte işsizleri artan, sefaleti, açlığı artık gizlenemeyecek kadar aşikâr olan işçi sınıfı. Bizler sizin gibi soyguncu muyuz ki, utanalım yokluğumuzdan? Siz ve sizin gibiler gibi başkalarının emeğini mi sömürüyoruz ki utanalım açlığımızdan? Yoksa savaşların, açlıkların soğuktan insanların donmasının sebebi sizler değil de bizler miyiz ki utanalım saatimizin sökülmesinden? Bizler ısınamazken, o saat orada dursa ne olur durmasa ne olur? Örgütlü işçi sınıfının tokadını yediğinizde bu kadar pişkin konuşamayacağınıza dair sizleri şimdiden temin eder, çok saygı ve selam ederiz! Gazi Mahallesinden bir kadın işçi
Okurlarımızdan Proje: Evleriniz Yıkılacak! Çayırova halkı kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilmeye çalışılan yıkımlara karşı direniyor. “Kentsel Dönüşüm Projesi” Cumhuriyet ve Adem Yavuz Mahallelerini kapsıyor. Bu mahallelerde yaşayanlar işçilerden ve emekçilerden oluşuyor. Son dönemde yaşanan ekonomik krizle işini kaybeden işçilerin yaşam haklarının elinden alındığı yetmiyormuş gibi, sermaye sınıfı şimdi de bizlerin en temel hakkı olan barınma hakkını elimizden almak istiyor. Cumhuriyet ve Adem Yavuz Mahallesinde yaşayan emekçileri ziyaret ettiğimizde yaptığımız sohbetlerde, 25 yıldır kardeşçe bir arada yaşadıklarını, bin bir zorluklarla yaptıkları evlerinin yıkılmak istendiğini ve yerlerine yapılacak konutların kendileri için değil zenginler için yapılacağını dile getirdiler. Yıkım kararını bile tesadüfen bir gazetede çıkan haberle öğrendiklerini ve yıkımlara karşı sonuna kadar direneceklerini belirttiler. Yıkımlara toplu bir şekilde karşı koyabilmek için Cumhuriyet Mahallesi Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğini kuran emekçiler, tepkilerini dile getirmek için çeşitli eylemler yaptılar. Gebze Cumhuriyet Meydanında 2000 kişinin katıldığı bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Mahalle sakinleri, yükselttikleri mücadelenin ardından Gebze Belediye
Devrimci Mücadele İle Yeni Bir Yaşama Merhaba Devrimci mücadele ile tanışalı sekiz ay oldu. Bu sekiz ayda, yaşamımda ve dünyaya bakışımdaki değişiklikleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Öncelikle mücadele ile tanışmadan önceki hayatımdan kısaca bahsedeyim. Elektrik panosu üreten bir metal atölyesinde işçiydim. Haftanın altı günü işe gidip gelmemin dışında yaptığım tek şey, işyerindeki sorunlardan, evde birikmiş faturalardan, kısacası hayatımdaki bütün sorunlardan uzaklaşmak adına akşamları evde oturup dizi izlemek ve sayısal loto oynamaktı. Dünyaya nasıl bakıyordum peki? Yaşamımdan memnun değildim, ama “böyle gelmiş böyle gider” diyordum. “Bu devirde babana bile güvenme”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “insanoğlu çiğ süt emmiş” gibi kimin işine yaradığını yeni anladığım atasözlerinin penceresinden bakıyordum hayata ve dünyaya. Kadın ve erkeğin eşit olmadığını düşünüyordum. Evde koltukta uzanıp “anne acıktım, bana yemek hazırla”, “elbiselerimi ütüledin mi?” gibi şeyler söylemek bana çok normal geliyordu. İşçi olmama rağmen, haklarımın neler olduğunu, işçilerin bir sınıf olduğunu bilmiyordum. Aldığım üç kuruş maaş ile olmayacak hayaller kuruyordum. “Bir işyeri açtım mı kendimi kurtarırım, bir de otomobil aldım mı tamam, benden iyisi yok” diye düşünüyordum. Yani kısacası bireysel kurtuluş hayallerinin peşindeydim. Mücadele ile tanışmadan önce hayatım bunlardan ibaretti. Sınıf mücadelesiyle tanıştıktan sonraki sekiz ay içinde yaşadıklarımın bir bütün olduğunu biliyorum. Fakat yi-
Başkanı Adnan Köşker’in iki mahalleden gelen 1000 kişilik bir grupla görüşme yaptığını, fakat mahalle sakinlerinin kentsel dönüşüm kararına tepki göstermeleri üzerine başkanın salonu terk ettiğini söylediler. Yetkililerin tutumunun, kendilerini oyalamak ve yıkımlara tepki gösterenleri provokatörlükle suçlamaktan ibaret olduğunu dile getirdiler. Mahalleli emekçiler, kurmuş olduğu dernekte, yıkımlara karşı koyabilmek için kadın kolları, gençlik kolları ve sokak temsilcileri seçip komisyonlar oluşturarak, daha etkili ve disiplinli bir mücadele yürütmeye çalışıyorlar. Kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle işçi sınıfının dünyanın neresinde olursa olsun yaşadığı sorunlar hep aynıdır. Uzun çalışma saatleri, iş güvenliğinin olmadığı, kötü koşullarda çalışma, barınma hakkının gasp edilmesi biz işçilerin yaşadığı ortak sorunlardır. İşçi mahalleleri olan Cumhuriyet ve Adem Yavuz Mahallelerindeki emekçilerin yaşadığı sorunlar da aynıdır. Yıkımlara karşı direnen, barınma haklarının ellerinden alınmasına karşı mücadele yürüten mahalle sakinlerinin mücadelesine sahip çıkalım ve onları bu mücadelede yalnız bırakmayalım. İnsanca bir yaşama ancak ve ancak işçiler olarak örgütlü mücadelenin sonunda ulaşabiliriz. Gebze’den bir kadın metal işçisi
ne de aylara bölerek anlatayım. İşçilerin bir sınıf olduklarının farkına vardım. Bir işçi olarak haklarımı öğrenmeye başladım. Dünyadaki açlığın, yoksulluğun, savaşların tek sorumlusunun patronlar sınıfı olduğunu öğrendim birinci ayda. İşyerindeki sorunların sayısal loto oynayarak, kahveye giderek, dizi izleyerek çözülemeyeceğini anladım ikinci ayda. İşçiler birbirlerine güvenebilirler, bir araya gelebilirler, mücadele vererek dünyadaki açlığı, yoksulluğu, savaşları bitirebilirler, başka bir dünya kurabilirler dediğim, düşüncelerimin de yavaş yavaş şekillendiği, sorunlara bireysel değil de toplumsal bakmaya başladığım aylar oldu üçüncü ve dördüncü aylar. Gündelik yaşantımda da yavaş yavaş kendi işimi kendim yapmaya başladım. Örneğin, yemek yapmak, bulaşık yıkamak, elbise ütülemek gibi mücadele ile tanışmadan önce “hayatta yapmam, kadınların işi ne, yapsınlar işte” dediğim şeyleri hiç erinmeden yapmaya başladım. Çünkü başka bir dünya kurmak istiyorsam, ilk önce kendi hayatımdan başlamam gerektiğini biliyordum beşinci ve altıncı aylarda. Hayatım anlam kazanmaya başladı. Eskiden “yarın ne yapacağım, nereye gideceğim” derken, şimdi hayatımı planlı yaşamaya başladım. Bana öğretilenleri, ben de öğretmeye çalışıyorum. Biliyorum ki, sınıfımın mücadelesine dair daha öğreneceğim çok şey var ve ben bunun ilk metrelerindeyim. Sınıf mücadelesi bir maratondur. Sınıflar ortadan kalkıncaya dek sürecek olan bu maratonun ilk sekiz ayını koştum. Bu koşunun tek başına olamayacağının bilincinde olarak, sınıfımızın saflarına, yeni işçi arkadaşlarımı da katarak koşmaya devam edeceğim. Dudullu’dan bir işçi
47
Okurlarımızdan Patronlar Stajyerlerin Sigortalarını Yatırmaktan da Kurtarıldı
Cehennemdeyiz Cennetin Kıyısında!
Ben metal sektöründe staj yapan bir üniversite öğrencisiyim. Benim gibi birçok üniversite öğrencisine, derslerde verilen eğitimi uygulama ile birleştirme adına staj yaptırılıyor. Okul, stajı zorunlu hale getirmiş. Bizlere staj boyunca her ne kadar uygulamalı eğitim alacaksınız dense de, gerçekte ya angarya işlerde çalışıyoruz ya da üretime yaklaştırılmıyoruz. Bu yıl 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda yeni bir düzenleme yapıldı. Yeni düzenleme, stajyerlerin sigorta primlerini eskisi gibi patronların değil okul yönetimlerinin yatırmasını öngörüyor. Bu yüzden birçok üniversite yönetimi öğrencilere staj yaptırmamaya başladı. Fakat bizler çok iyi biliyoruz ki, patronlar da staj döneminde öğrenci arkadaşlarımızın sigorta primlerini yatırmıyorlardı. Kriz bahane edildi ve patronlara bir ayrıcalık tanındı. Metal, tersane gibi birçok ağır ve tehlikeli işkolunda çalışan öğrencinin sigortaları yaptırılmıyor. Örneğin geçen yıl yaptığım stajda benim de sigortam yaptırılmamıştı. Sigortasız çalıştırılmamızın yanında stajyer öğrencilere ücret verilmiyor. Lise düzeyindeki öğrenci stajyerlere asgari ücretin yüzde 30’u kadar bir para ödeniyor. Fakat üniversite öğrencileri “bedavaya” çalışıyorlar. İşlerin yoğunlaştığı dönemde stajyer işçi çalıştırılır, angarya işler yaptırılır, mesailere bıraktırılır, ama ücret, sigorta, servis hakkı tanınmaz. Bu düzende, yasalarıyla, okullarıyla, fabrikalarıyla bütün kurumlar sermayeye hizmet ediyor. Yasalar işçilerin haklarını ellerinden alıyor, okullar hiçbir şeye itiraz etmeyen işçiler yetiştiriyor ve fabrikalar da sömürdükçe sömürüyor. Şimdilik okullarda okuyan öğrenci arkadaşlarımız sınıf mücadelesine ait gerçekleri görmüyorlar. Yarın bir işçi hatta işsiz olacağını düşünmüyorlar. Oysa bizler şimdiden mücadeleye başlamalı, hakkımızı korumak için örgütlenmeliyiz. Bizim için uyanmanın ve uyandırmanın vaktidir. Yeni bir dünya kurmak için şimdiden mücadeleye atılalım.
Çalıştığım işyerinde işçiler idari personel ve üretimde çalışan işçiler diye ayrılmış patron tarafından. Aslında birimiz beden işçisi diğerimiz kafa işçisi. İşgücünü patrona satan herkes işçidir. Biz üretim işçilerinin çalıştıkları bölümlerde klima yok. Haliyle makinelerin motor sıcaklığı, floresanların ısıları ve de tempolu çalışma nedeniyle üretimde çalışanlar su gibi ter içinde kalırken bir-iki dakika ilerdeki idari personel odalarında klimalar var. Öğle yemeği sonrasında fabrika dışına çıkmak yasak. Ama idari personel işçileri yemekten sonra dışarı çıkabiliyorlar. Fabrikanın bahçesi çok güzel bir yer. Meyve ağaçları, havuz ve her taraf çimen. Sanki bir cenneti anımsatıyor. Çalıştığımız üretim alanı ise cehennemi anımsatıyor. Sanki cennetten cehenneme gitmek gibi. Şef ve müdürler çaya çıkabiliyorlar ama bizim çay paydosumuz yok. Patron onlara tolerans gösteriyor. Aslında bizim de hakkımız çaya çıkmak, yemekten sonra o güzelim bahçeye çıkmak. Belki bugün idari kadroda çalışanlar kendilerini işçi görmüyorlar ama patronlar sınıfı bizi ne kadar ayırırsa ayırsın, biz, yani üretim işçileri, beyin işçileri ile aynı sınıfın evlatlarıyız.
Tuzla’dan stajyer bir öğrenci-işçi
Yaşamayı Seveceksin Yaşamayı seveceksin, yaşamın tüm yüzlerine gülerek bakacaksın. Yeri gelecek çok kötü şeyler yaşayacaksın. Yeri gelecek güzel bir haber alıp mutlu olacaksın. Ama her zaman bir gökkuşağı misali yaşamı tüm renkleriyle yaşamaya çalışacaksın. Ne yazık ki yaşadığımız bu sistemde yapmak istediğimiz her şeyi yapamıyoruz. Görmek istediğimiz her şeyi göremiyoruz. Çünkü bu düzende bize yaşama hakkı verilmiyor. Her şeyi zengin olan, parası olan yapıyor. Paran yoksa eğitim de yok, sağlık da, eğlence de! Paran varsa hayat güzel demektir. Ama bizler için bu hayatı güzel yapacak olan yine bizleriz. Eğer gerçekten güzel bir hayat yaşamak istiyorsak (herkes güzel bir hayat yaşamak ister sanırım) mücadele etmeliyiz. Mücadele etmeden hiçbir şey elde edemeyiz. Ben bir öğrenciyim fakat ileride ben de işçi olacağım. Ama ben kötü koşullarda yaşamak, emeğimin karşılığını tamamıyla almadan yaşamak istemiyorum. Zaten kimse bunu istemez. Madem bunu istemiyoruz, neden hâlâ boynumuzu eğip bize her söylenene “tamam, olur, yaparım” diyoruz? Neden bazı şeyleri sorgulayıp, daha iyisini yaşamak için bir adım atmıyoruz? Aslında her şeyi yapan, hayatın tüm gü-
48
Kıraç’tan bir işçi
zelliklerini yaşamayı hak eden bizleriz. Ama dünyanın tepesine çöreklenmiş bir avuç insan kıllarını bile kıpırdatmadan tüm güzellikleri yaşarken, ev kirasını bile zor ödeyen, karnını doyuracak bir şey bulamayan gene bizleriz. Ama bu daha ne kadar böyle gidecek? Daha ne kadar bizim olması gereken her şey bir bir ellerimizden alınacak? Benim annem asgari ücretle çalışıyor. İstediğim her şeye sahip olamıyorum. Oysa annemin patronunun çocukları ne güzel bir hayat yaşıyorlardır değil mi? Neden ben ve benim gibi çocuklar da güzel bir hayat yaşayamasınlar? Güzel bir hayat herkesin hakkı değil mi? Bir de sanki biz ve onların yaşam koşulları çok eşitmiş gibi aynı sınavlara tâbi tutuluyoruz. Oysa onlar rahat rahat ders çalışıp istediklerini yaparken, bizden birileri bazen bir kalem bile alamıyor, bazen de okuldan sonra çalıştığı için yorgunluktan ödevini bile yapamıyor. Yani demek istediğim aramızda yazmakla bitmeyecek kadar fark var. Ama güzel bir dünyada yaşamak için bir araya gelip mücadele edersek aşamayacağımız engel yok! Çünkü işçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şeydir! Esenler’den bir işçi çocuğu