Küresel Kapitalist Saldırıya Dur Demek İçin İşçi Sınıfının Küresel Mücadelesini Yükseltelim! • Kemalizm çözülürken solun figanı
Ekim 2009
• Ulusal sorun üzerine /2 • Üniter devlet ve resmi dil yalanları
55
• Kriz kuyusundaki kapitalizm • Özel mülkiyet ne ezelidir ne de ebedi • Hegemonya yarışı ve IMF-DB toplantısı
Kemalizm Çözülürken Sol Neden Figan Ediyor? Utku Kızılok
D
üzenin egemenleri, on yıllardır, “etrafı düşmanlarla çevrili, dış mihraklar tarafından parçalanmak, yer altı ve yer üstü kaynaklarına el konulmak istenen cennet vatanımız Türkiye” masalıyla emekçi kitlelerin bilincine korku düşürmeye, onu tutsak almaya çalıştılar ve halen de çalışıyorlar. Bu korkunun üretilmesinde 85 yıldır devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmin özel bir rolü vardır. Unutmayalım ki, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın topluma kabul ettirilmesi de bu korku zemini sayesinde mümkün olmuştur ve olabilmektedir. Bir taraftan baskı ve zorbalıkla, öte taraftan ise ideolojik sağanakla toplum sindirilmiş, yabancı düşmanlığının ve şovenizmin yelkenleri şişirilmiştir. 12 Eylül askeri darbesiyle örgütlülüğü dağıtılan işçi sınıfı ise, burjuvazinin ideolojik saldırılarına karşı koyamamış, sonrasında da örgütlü bir güç olarak ayakları üzerine dikilememiştir. Elbette işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak ayağa kalkamamasının daha pek çok nesnel ve öznel nedeni mevcuttur, lakin burjuva ideolojisinin kitleler üzerindeki hâkimiyeti çok önemli bir faktördür. Bu acı gerçeklik, burjuva ideolojisine karşı Marksist ideolojik-politik mücadelenin ne denli hayati olduğunu da gözler önüne sermektedir. Ne var ki işçi kitlelerini burjuva ideolojisine karşı uyarması ve çeşitli kılıklar altında topluma pompalanan bu ideolojinin maskesini düşürmesi gereken sosyalist hareketin büyük bir bölümü bile burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamamaktadır. Bu etkinin başat nedeni Marksist Tutum sayfalarında pek çok kez gözler önüne serildiği gibi, Türkiye sol hareketinin damarlarında dolaşan Kemalizm kanıdır. Daha bu topraklarda kök salmadan Stalinizm ve Kemalizmle aşılanmış Türkiye sosyalist hareketinin Marksizme olan uzaklığı,1 her toplumsal ve siyasal gelişme
karşısında kendini dışa vurmaktadır. Bu dışa vurmanın ayak izleri, özellikle Kürt sorunu ve burjuva kesimler arasında süren it dalaşı –ve onun önemli bir safhası olan Ergenekon operasyonu– karşısında alınan tutumlarda daha bir belirginleşiyor. Burjuva güçler arasında süren kapışmada sivil-asker Kemalist bürokrasinin çizgisine paralel yürüyen bu sol kesimler, Kürt meselesinde ise milliyetçi tutumlarını sürdürmektedirler. Buna mukabil, dümenin iyiden iyiye Kemalizm sularına kırılması noktasında, bu sol kesimler içinde SİP-TKP diğerlerine göre, ziyadesiyle öne çıkmakta ve hicap örtüsünü de atarak onlara yol göstermektedir. SİP-TKP’nin “30 Ağustos Zafer Bayramı” vesilesiyle yayınladığı bildiride, bugüne değin resmi ideolojinin –yani Kemalizmin– tekrarlayıp durduğu söylem yineleniyor. Emperyalizmin Anadolu macerasının 87 yıl önce sona erdiğini, 30 Ağustos’u selamladıklarını söyleyen SİP-TKP, “Başkomutanı” yani Mustafa Kemal’i de selamlamaktan geri durmuyor. Bildirinin hemen her satırına damgasını vuran şey, komünist perspektiften ziyade milliyetçi burjuva bir içeriktir. Adı “komünist” olan bir partinin böyle bir bildiri yayınlaması, komünizme sürülen bir leke olduğu için üzüntü vericidir. SİP-TKP, anti-Marksist, milliyetçi ve küçük-burjuva çizgisini iyice derinleştirirken, bu süreçte Marksizm yağına bulayarak yeni bir dizi Kemalist argüman da geliştirdi.2 Örneğin, son dönemlerde teorik zemin kazandırılmaya çalışılan “devletin çözülmesi” argümanı da bunlardan biridir. SİP-TKP’ye göre Batılı emperyalist güçler ve AKP “devleti çözmek” ve hatta onu tasfiye etmek istemekteler, ne olursa olsun “komünistler” bu “çözülmeye” karşı durmalılar! Tüm bunlar, SİP-TKP’nin Kemalizm yürüyüşünde önemli bir dönemeç ve büyük bir
1
marksist tutum
yol almanın ifadesidir. Esasında damarlarında Kemalizm kanı dolaşan solun tamamı, SİP-TKP gibi teorik açılımlara girişmese de ondan farklı düşünmemektedir. Bu kesimlere göre, “devletin çözülmesi”nin durdurulması için ne pahasına olursa olsun, “piyasacı dinci faşizm” olarak tanımladıkları AKP iktidardan alaşağı edilmelidir. “Devletin çözülmesi” kavramlaştırmasıyla dile getirdikleri şey aslında Kemalizmin çözülmesidir. Büyük sermaye çoktan beridir ihtiyaçlarına cevap veremeyen, üstelik alt-emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin önünde bir ayak bağı haline geldiğini düşündüğü resmi ideolojinin, yani Kemalizmin terk edilmesini istemektedir. Evet, Kemalizm çözülmekte ve neredeyse Kemalizmi devlet dini olarak gören ve bunun üzerinden toplumsal ve siyasal çıkarlarını meşrulaştıran sivil-asker bürokrasi ayrıcalıklarını kaybetmektedir. Peki, Kemalizmin çözülmesinin ve asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını kaybetmesinin tasası komünistlere mi kaldı? Ancak SİPTKP gibi sözde komünist çevreler Kemalizmi “halkçı”, “laik”, “ilerici” ve “bağımsızlıkçı” değerlerin temsilcisi olarak görmekte ve onda “anti-emperyalist” kökler bulmaktadırlar. Onlara göre tüm bunlar cumhuriyetin kazanımlarıdır ve bu kazanımlar yok edilmektedir. Böylece gerçeklik tepetaklak edilmekte, egemenler arası kapışmada Kemalist ve faşist darbeciler, Ergenekoncular görmezden gelinmekte ve işçi sınıfı sömürücü sınıflardan bir kesiminin peşine takılmak istenmektedir.
Milli Mücadele anti-emperyalist ve halkçı mıydı? Kemalizmin iddiasına göre, 1923’te kurulan Cumhuriyet, “yedi düvele karşı, ezilen uluslara örnek teşkil edecek bir anti-emperyalist mücadeleyle” hayat bulmuştu! Anadolu topraklarında M. Kemal önderliğinde muazzam bir ihtilal gerçekleştirilmiş, modern, aydınlanmacı, laik, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum kurulmuştu! Temel harcı bu şekilde atılan Kemalist ideoloji, Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında daha da geliştirilecek (altı ok ve onun etrafında örülen efsane)3 ve adeta devletin resmi dini haline getirilecekti. Kemalizmin sola aşılanması ise, ancak 1930’ların başında, Stalinizmin komünist harekete hâkimiyetinden sonra olabilmiştir. Nitekim Stalinizmin yanı sıra Kemalizmin de aşısını yiyen Türkiye sol hareketinin ağacı, 1960’larda Kemalizm çiçekleri açacak; “asker-sivil aydın” zümrenin başını çekeceği, M. Kemal önderliğinde yürütülen “Kurtuluş Savaşının” tamamlanmasını sağlayacak anti-emperyalist milli demokratik devrim yaklaşımı, devrimci hareketin büyük bölümüne egemen olacaktı.4 Anlaşılacağı üzere, bugünkü SİP-TKP’nin ve solun büyük bölümünün politik tutumlarındaki Kemalist belirleyiciliğin kökleri, 1960’lara ve oradan da 1930’lara uzanmaktadır. SİPTKP’nin Kemalizmi savunmak amacıyla geliştirdiği tüm teorik belgelerde bunu görmek mümkündür.
2
Ekim 2009 • sayı: 55
SİP-TKP, Felâketin Eşiğinde5 adlı belgesinde, tasfiye edilmek istenenin 1923 olduğunu söylemekte ve tüm metinde bunun nasıl yapılmakta olduğu ve sosyalistlerin buna neden karşı durması gerektiği anlatılmaktadır. Yani SİP-TKP’ye göre “devlet çözülmekte” ve böylece aydınlanmacı, modern, ilerici, halkçı, emperyalizmi Anadolu’dan kovan cumhuriyetçi değerler tasfiye edilmek istenmektedir. Gerçekte neyin tasfiye edilmekte olduğunu şimdilik geçelim, ama bu açıklamalar SİP-TKP’nin Kemalizme nasıl baktığını göstermesi bakımından önemlidir. Zaten söz konusu belgede M. Kemal liderliği özellikle kayrılmakta, Türkiye’nin kapitalist dünyaya yönelmesi kararının liderlerin kişisel tercihini aşan bir durum olduğu, sosyal-siyasal altyapının belirleyici olduğu söylenerek Milli Mücadele liderliği temize çıkarılmaktadır. Nitekim bunun bir ifadesi olarak, Milli Mücadelenin ve onun liderliğinin “Osmanlı-Türk tarihinde ender rastlanan halkçı bir karakter” taşıdığı ileri sürülmektedir. Böylece 30 Ağustos bildirisinde “Başkomutan”ın neden selamlandığı ortaya çıkıyor ve bu durum, bizi, bir kez daha 1923’ün ne olduğuna bakmaya itiyor. Bu topraklarda halk kitlelerinin doğrudan inisiyatif göstererek bir örgütlenmeye girişmesi geleneği son derece cılızdır ve elbette bunun nedeni Osmanlı’nın despotik yapısıdır.6 Gelişen her halk hareketi ya bastırılmış ya da bizzat devletin denetimine alınarak nitelik değişimine uğratılmıştır. Nitekim 1918’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri etrafında Milli Mücadeleyi başlatan sivil unsurların tepesine binen, Osmanlı bürokrasisinden gelen M. Kemal önderliği de, bu örgütlenmeleri tümüyle askeri erkânın kontrolüne sokmuş, böylelikle halk kitlelerinin sürece müdahale etmelerinin de önüne geçilmiştir. Rusya’daki işçi devriminin Anadolu’da kazandığı itibar, M. Kemal önderliği için korkulacak bir durumdur ve ilk fırsatta kendi kontrolünden çıkabilecek hareketleri acımasızca ezmeye girişmiştir: “1921 Ocak ayında Türkiye Komünist Partisinin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, milli mücadelenin burjuva önderliğinin emriyle düzenlenen bir suikast sonucunda Karadeniz’de boğularak öldürülürler. Bu katliamın ardından, Çerkez Ethem önderliğindeki köylü mücadelesi (Yeşil Ordu hareketi) bastırılır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme) Osmanlı despotik geleneğinin içinden gelen M. Kemal önderliğinin yegâne amacı, Misak-ı Milli sınırları içinde kapitalist bir ulus-devlet kurmaktı ve bu uğurda her yola başvurmuştur. Emperyalistlere gözdağı vermek, ama aynı zamanda destek bulabilmek amacıyla M. Kemal önderliği kendini Sovyetler Birliği’ne adeta “komünist” gösterme gayreti içine girmiştir. Meselâ, M. Kemal 29 Kasım 1920’de Moskova’ya çektiği bir telgrafta, “burjuva iktidarına son vermek için Asya ve Afrikalı halklar ile Batı proletaryasının işbirliğinden” dem vurmaktadır. Ama bu atraksiyonlar tümüyle emperyalistlerle pazarlık zemini yaratmaya dönüktür. Zira bu “komünist” pozlara girmenin
sayı: 55 • Ekim 2009
Kemalizmin iddia ettiği ve onun kanını damarlarında taşıyan sol çevrelerin savunduğunun aksine, TC’nin kuruluşunda, emperyalizme karşı ne anlı şanlı bir savaş ne de anti-emperyalist bir mücadele söz konusudur sebebini 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e çektiği telgrafta M. Kemal açıkça ortaya koymaktadır. M. Kemal, işgalcileri püskürtmek için Bolşeviklerden yararlanmak, ama beri taraftan da İngiltere ve diğer güçleri “sizin yüzünüzden Bolşevikler vatanımızı istila edecek” diyerek korkutmak gerektiğini söylemektedir. Milli Mücadelenin ilk dönemlerinde bu tip şantajları pek takmayan emperyalist güçler, yıkılmasını umutla bekledikleri Rusya’daki işçi iktidarının burjuva güçleri iç savaşta yenerek konumunu sağlamlaştırmasıyla Kemalist önderliğe karşı tutumlarını değiştireceklerdir. Nitekim Sovyet iktidarına karşı emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde kurulmasına yeşil ışık yakan emperyalist güçler, Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını ilan ettiler ve akabinde de İtalya ve Fransa işgal ettikleri bölgelerden çekildiler. 1923’te, Lozan Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından ise İngilizler İstanbul’u terk ettiler. Dolayısıyla Kemalizmin iddia ettiği ve onun kanını damarlarında taşıyan sol çevrelerin savunduğunun aksine, emperyalizme karşı ne anlı şanlı bir savaş ne de anti-emperyalist bir mücadele söz konusudur. Kaldı ki anti-emperyalist mücadele, anti-kapitalist mücadele anlamına gelir. Yani kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesini ve emper-
marksist tutum
yalist sistemden kopmayı ifade eder. Oysa Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sistem içinde kapitalist bir ulusdevlet olarak yerini almıştır. Üstelik gayrimüslim halkların, Kürtlerin ve emekçi kitlelerin baskılanması ve gözyaşları üzerinde yükselen bu burjuva cumhuriyet, en temel demokratik reformları dahi yapmayan despotik bir rejimdir. Elif Çağlı, Kemalist rejimin niteliğini de çözümlediği Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde, Kemalistlerin Anadolu İhtilâli demeyi pek sevdiği 1923’ün, tepeden cüce burjuva devrim sınırlarını aşamadığına özellikle dikkat çeker: “Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir.” Çağlı, rejimin demokratik olmayan özelliğini de şöyle vurguluyor: “TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.” (s.223 ve 222) Bu noktada Mehmet Sinan’ı dinleyelim: “Cumhuriyeti kuran ve «devrimci» olduğunu iddia eden bu «öncü» kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan prekapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, Cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı «Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme» söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.”7 İşte, SİP-TKP’nin “çözülüyor” diye feryat figan ettiği Kemalizmin veya 1923’ün niteliği budur.
Kemalizm neden çözülüyor? Kemalizmin çözülüşüne feryat figan eden SİP-TKP, “devletin çözülmesi”nden iki gücü sorumlu tutmaktadır. Bunlardan ilki dış güç olarak emperyalizm, ikincisi ise iç güç olarak “dinci gericilik”tir. SİP-TKP’ye göre Türkiye’yi
3
marksist tutum
tümüyle esir alan, sömürgeleştiren ve hatta bölüp parçalamak isteyen emperyalizm ve onunla işbirliği yapan “piyasacı dinci gericilik”, “devletin çözülmesi” ve “Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiye edilmesi” noktasında mutabıktırlar. Felâketin Eşiğinde adlı belgede “Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, ordusu, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, kültürü teslim alınmıştır” diyen SİP-TKP, “Kürt açılımı” vesilesiyle yayınladığı Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde, “bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır” demektedir. “Devletin çözülmesi” denen şeyin esasında Kemalizmin çözülmesi olduğu gerçeği ise, yine bu konuya teorik temel döşemek üzere kaleme alınmış “Devletin Çözülüşü” Hikâye mi?8 adlı yazıda itiraf ediliyor. Şöyle deniyor: “Bu bağlamda, her zaman söylediğimiz, Türkiye’de devletin üç temel kuruma yaslandığını buraya yazabiliriz: TSK, Yargı ve Üniversite.” Böylece çok net bir biçimde ortaya çıkıyor ki, “devletin çözülüşü” olarak kodlanan şey, devlet mekanizmalarını elinde tutan ve toplum üzerinde vesayet kuran Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal ağırlığını yitirmesi, yani Kemalizmin çözülmesidir. Cumhuriyetin kazanımlarını koruduğunu iddia ettiği asker-sivil bürokrasinin vesayetinin kalkmasını istemeyen SİP-TKP, sosyalistleri de buna karşı durmaya çağırmaktadır. Peki, Kemalizm neden çözülüyor? Bu konuda Marksist Tutum sayfalarında sayısız makale yayınlandı ve adeta bir külliyat oluştu. Yani enternasyonalist komünistler için mesele gayet sarihtir, ama konu bağlamı vesilesiyle bir kez daha, Mehmet Sinan’ın AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma adlı çalışmasından özetleyelim: “Değişen dünya koşullarına bağlı olarak (Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve «yeni dünya düzeni»nin ilanı), Türkiye’de büyük sermayenin kendi geleceği açısından güvenli bir yapı arayışına girmesi ve bu çerçevede Avrupa kapitalizmiyle ekonomik-siyasal entegrasyona yönelmesi, müzminleşmiş yapısal sorunları ve kendine has bazı özellikleriyle sivrilen Türkiye kapitalizmini içeride ve dışarıda yeniden tartışma gündeminin baş sıralarına taşıdı. Bu tartışmalar bir bakıma, Türkiye’deki egemen burjuva düzenin tarihsel özelliklerinin Batı ile kıyaslanarak sorgulanması anlamına da gelmektedir. Nitekim TC’nin 80 yıl önce devraldığı ve günümüze kadar da gururla taşıdığı tarihsel miras (devletin bürokratik-tutucu yapısı ve baskıcı-ceberut karakteri), bugün bütünleşmek istenilen kapitalist Avrupa’nın sosyo-politik yapılarıyla kıyaslanarak adamakıllı sorgulanmaktadır. Bu bağlamda, Cumhuriyetin ilanından bu yana tartışılması, sorgulanması ve eleştirilmesi adeta tabu addedilen devletin resmi kuruluş ideolojisi (Kemalizm) ve bu ideolojinin bel kemiğini oluşturan «asimilasyoncu,
4
Ekim 2009 • sayı: 55
inkârcı, patriyarkal» ulus-devlet anlayışı da eleştirilerden nasibini almaktadır. “Siyasetteki ağırlığı Osmanlı’da olduğu gibi burjuva Cumhuriyet rejiminde de devam edegelen sivil-asker yüksek bürokrasinin geleneksel-statükocu konumunu sürdürmesiyle bugünün dünyasında bir yere varılamayacağını artık bizzat burjuvazinin kendisi dile getirmektedir. İktisadi egemenliği elinde tutan burjuvazinin ve burjuva devletin sadık bir hizmetkârı olması gereken (Batı’da olduğu gibi) asker-sivil yönetici bürokrasinin, sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisiymiş gibi davranması ve adeta burjuvaziden bağımsız bir sınıfmış gibi tavırlar sergilemesi, kapitalist Avrupa’nın kapısında bekleşen büyük burjuvaziyi artık iyiden iyiye rahatsız ediyor. Bundan dolayıdır ki, burjuvazinin değişimden yana olan, iktisadi ve siyasi liberalleşme isteyen AB’ci kesimleri ile TC’nin geleneksel-otoriter yapısının aynen devamında ayak direyen dar kafalı, statükocu kesimleri arasında tam bir it dalaşı yaşanmaktadır. Son on yıldan bu yana, devlet katında patlak veren siyasal krizlerin gerisinde de esasen bu gerçek yatmaktadır. Tüm bu olup bitenler, değişen uluslararası tarihsel konjonktüre de bağlı olarak, burjuva siyasal rejimde yaşanan sancılı değişim sürecinin bir dışa vurumudur aslında. “Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin öncüsü ve sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı. «Laik» ve de «modern» görünümlü burjuva partilerden umudu kesen TÜSİAD, bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumu AKP’de buldu. Üstelik kendisi de otoriter-statükocu “Devletin çözülüşü” olarak kodlanan şey, devlet mekanizmalarını elinde tutan ve toplum üzerinde vesayet kuran Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal ağırlığını yitirmesi, yani Kemalizmin çözülmesidir
sayı: 55 • Ekim 2009
devlet düzeninden mustarip, halkın gözünde, «gadre uğramış» mütedeyyin insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu. TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. Türk burjuvazisinin, özellikle bu dönemde «anti-militarist», «özgürlükçü», «sivil toplumcu», «demokrasi aşığı» vb. kesilivermesi bu nedenledir.” (age, www.marksist.com) 2004 yılında kaleme alınan bu yazıdaki tespitler, geçtiğimiz süreçte tümüyle doğrulanmıştır. Devletin “asli” sahibi misyonuyla hareket eden Kemalist asker-sivil bürokrasinin 2003 ve 2004 yıllarında giriştiği başarısız darbe girişimlerinin, 2007’de patlak veren cumhurbaşkanlığı seçim krizinin, Genelkurmay muhtırasının ve Ergenekon operasyonuyla yeni bir boyut kazanan sürecin arkasında burjuva iktidar bloku içinde yaşanan şiddetli çatışma yatmaktadır. Bu kapışmada, çıkarları büyük sermaye ve AKP ile örtüşen ABD ve AB’nin emperyalist güçleri, Kemalist bürokrasiye karşı AKP’yi desteklemişlerdir. Bu süreçte AKP, yerel ve merkezi iktidar olanaklarını kullanıp kendi sermaye kesimlerini daha da palazlandırarak, arkasına küçümsenmeyecek bir medya gücü yığarak ve böylece TÜSİAD’ın şartlı desteğinden bir ölçüde uzaklaşarak konumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Çok açık ki, tarihsel gidişat, iç ve dış siyasal konjonktür asker-sivil bürokrasiden yana olmadığı için, tüm ayak diremesine rağmen Kemalist bürokrasi zemin kaybetmektedir. Mehmet Sinan’ın deyimiyle; “ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında aşırı müdahaleci, asimilasyoncu, inkârcı, kendi dışında herkesi düşman görmeye meyyal, şizofrenik ulus-devlet anlayışına sahip” Kemalizm büyük sermayenin artık ihtiyaçlarını karşılamıyor. Türkiye kapitalizmi ve toplumsal yapı önemli bir değişim halindedir. Toplumsal alanda, İslamcı-muhafazakâr bir yaşam biçimine sahip olan sermaye çevrelerini, köylerden kentlere boşalan, kentin ve doğrudan kapitalist sömürünün çarklarına savrulan geniş işçi-emekçi kitleleri dışlayan seçkinci Kemalizm9, siyasal alanda da hiçbir sorunun çözülmesine izin vermemektedir. Resmi ideoloji olan Kemalizm, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunlarının çözülmesine de karşı çıkarak statükonun aynen devam etmesinde ısrar ediyor. Oysa gerek AKP etrafında toplanan gerekse TÜSİAD’ın temsil ettiği sermaye çevreleri, Türkiye’nin gelişiminin önünde ayak bağı olarak gördükleri bu sorunları çözerek Avrupa kapitalizmiyle bütünleşmek, önemli bölgesel bir güç haline gelmenin tüm olanaklarını kâra dönüştürmek istemekteler. Devletin kurulması, kollanması ve tepeden zorla bir ulus yaratılması sürecinin ideolojisi olan Kemalizm, artık alt-emperyalist10 bir güç haline gelen Türkiye sermayesinin ihtiyaçlarına yanıt üretemiyor. Nite-
marksist tutum
kim yeni-Osmanlıcılık denen emperyalist ideolojik açılım da burada devreye giriyor. Zira emperyalistleşme ekonomik ve savaş gücü olduğu kadar, tarihsel-toplumsal bir arka planı da gerektirmektedir. Emperyal bir yönelime giren sermaye, bunu kitlelerin bilincinde meşrulaştıracak, ama aynı zamanda bölgedeki ülkeler nezdinde itibar görecek tarihsel-ideolojik argümanlar bulmak için elini geçmiş torbasına attığında, oradan Kemalizm değil, bu ülkelerin bir dönem bünyesinde yer aldığı Osmanlı çıkmaktadır. Sermaye açısından yeni-Osmanlıcılık tümüyle emperyal amaçlar için binilmek istenen bir at iken, kendine komünist diyenler bunu teşhir etmek yerine, tam bir körlükle, ülkenin Osmanlı’ya döndürülmek istendiğini söyleyerek Kemalizme sarılıyorlar.
Küçük-burjuva sınıfsal zemin Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk adlı yazısında, proleter sınıf temelinden yoksun kalan Türkiye sosyalist hareketinin örgütsel varlığının esas olarak küçük-burjuva unsurlara dayanarak şekillendiğine dikkat çekiyor. İşte bu şekillenme döneminde (1930’larda) Stalinizm ve Kemalizm aşısı yiyen sol, bir daha Marksizm çizgisine gelerek proleter temellere oturamamıştır. Marksizm çizgisine gelemeyen küçük-burjuva sosyalizminin toplumsal ve siyasal olaylar karşısında aldığı tutumları, gayet tabii olarak onun ideolojik kökleri ve doğal tabanı belirlemiştir. Bu durumda, SİP-TKP’nin tüm çabasını Kemalist küçük-burjuvazi ve onun okumuş unsurları üzerinde yoğunlaştırmasına ve onu kazanmak üzere politikalar geliştirmesine şaşmamak gerek. Bu noktada SİP-TKP’nin, CHP’nin yerini almaya dönük atakları oldukça dikkat çekicidir. Meselâ geçtiğimiz seçim döneminde SİP-TKP, CHP’yi cumhuriyetin değerlerine yeterince sahip çıkmamakla, çarşafa altı ok rozeti takmakla ve tarikatlara yönelmekle eleştiriyor, kentli, laik, sözümona ilerici Kemalist orta sınıfı kendisine çağırıyordu. Aynı şekilde TSK da, Cumhuriyetin kazanımlarını yeterince korumadığı ve AKP ile uzlaştığı gerekçesiyle eleştirilmektedir. Ama bu eleştirilerin kendisi, Kemalist orta sınıflara SİP-TKP’nin nerede durduğunu ve hangi değerleri savunduğunu ileten bir mesaj niteliğindedir. Yani SİPTKP, CHP’yi ve TSK’yı eleştirirken dışarıda değil, içeride durduğunun anlaşılmasını istemektedir. SİP-TKP, getirdiği yeni ideolojik argümanlarla Kemalizmin savunusunu ne kadar mahirce üstleneceğini ortaya koymuştur. Gerçekten de SİP-TKP diğer Kemalist çevrelerin yapamadığı ölçüde, Kemalizmin savunusu için yeni ideolojik dayanak bulmaya ve ona soldan taze yaşam soluğu üflemeye çalışmaktadır. Kemalist orta sınıfların yaşam biçimini en iyi TKP savunur mesajını vermek için, örneğin tarihi Moda İskelesindeki lokantada içki içilmemesi gündeme geldiğinde yapılan eylemlerde en önde yürümekten geri durmamıştır. Bu bağlamda en üst düzeyden verilen şu mesajlar da (ör-
5
Ekim 2009 • sayı: 55
marksist tutum
neğin SİP-TKP eski genel başkanının sözleri) dikkat çekicidir: “Geçenlerde bir yerde denk geldik bir arkadaşımla. Duvarda Mustafa Kemal’in az bilinen ama pek sevimli bir fotoğrafı. Elinde rakı kadehi. Espriyi patlattı arkadaşım: «Sahip çıkmayıp da ne yapalım.» Ben de tamamladım: «Galiba geriye tek bu resmini bırakacaklar; o da meyhanelerde.»”11 SİP-TKP’nin toplumsal ve siyasal olaylar karşısında geliştirdiği kavramlaştırma ve söyleme tümüyle Kemalizm damgasını basmaktadır. Ergenekon operasyonu ya da Kürt sorunu karşısında alınan tutumda bunu ziyadesiyle görmek mümkündür. Ergenekoncular görmezden gelinirken, demokrasi mücadelesi (AKP “demokrasi zokasıyla” herkesi avlıyormuş), liberalizm, liberal aydınlar ve darbeci olmayan sol kesimler küçümsenmektedir. Fakat şovenist Kemalist söylem, Kürt sorununa yaklaşımda doruğuna çıkıyor. Kürt sorununda hâkim vurgu, ülkenin bölünüp parçalanmak istendiği yönündedir. Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde şöyle deniyor: “Irak Kürdistanı, bir yandan Türkiye Kürtlerini emperyalizm ve gericilik yanında taraflaştırmakta, milliyetçiliği körüklemekte ve başta Türkler ve Kürtlerden oluşan emekçi halkımızın birliğini dağıtıcı etki yaratmakta, diğer yandan ise Türkiye’de yayılmacı/Osmanlıcı perspektifler için zemin oluşturmaktadır.” İnsan kulaklarına inanamıyor, ama gerçek. Ezilen Kürt halkının bir parçası, üstelik başka bir ülkenin dâhilinde kendi haklarını kullanma yolunda kimi adımlar attığı için, Türk milliyetçiliğinin yükselmesinin ve kabaran emperyal emellerin sorumlusu olarak gösteriliyor. Ama nedense yapılan operasyonlarla Türkiye ve Irak Kürdistanı’nın yakılıp yıkılması ya da Kemalist darbeci-statükocu güçler eliyle kabartılan Türk şovenizmi TKP’nin gözüne batmıyor. Ezilen bir halkın uluslaşma mücadelesi karalanırken, Türk milliyetçiliği ve şovenizmi mazur gösterilmeye çalışılıyor. Yani SİP-TKP’ye göre Kürtler haklarını aramamalı, boyunduruk altında kalmaya devam etmeliler. Baksanıza, Türkiye’nin yayılmacı/Osmanlıcı perspektifine yol açan da Kürtlermiş! SİP-TKP’nin “Kardeşlik Bildirgesi”nde yazdığına göre, 1999 öncesinde Kürt sorununu manipüle eden Avrupa Birliği’nin yerini, son senelerde ABD emperyalizmi almış bulunuyor. Yani bugüne değin Kemalizmin tekrarlayıp durduğu, “dış mihraklar ülkemizi karıştırıyor” söylemi aynen tekrarlanıyor. AKP’nin ne kadar hayata geçireceğinden bağımsız olarak, gündeme getirdiği “Kürt açılımı”, “ülkeyi bölmek ve devleti çözerek tasfiye etmek isteyen ABD emperyalizminin bir planından ibaret” olarak sunulmakta ve karşı çıkılmaktadır. SİP-TKP’ye göre, Irak’taki Kürtler nasıl ki Türk milliyetçiliğini kışkırtıyorlarsa, Türkiye’deki Kürtler de haklarını isteyerek ve böylece ABD emperyalizminin ve AKP’nin bir oyuncağı haline gelerek “devletin çözülüşü”ne hizmet ediyorlar. Kürt hareketi bu temelde eleştirilirken, “Kürt açılımı” kapsamında bölgeye yerel yönetimler düzeyinde bazı hakların verilmesi bile
6
“bölücülük” olarak damgalanmaktadır. Şöyle deniyor: “Dolayısıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden istikrar, refah ve huzur değil, bölücülük çıkacaktır.” Elbette bu karşı çıkış çeşitli şekillerde, bin dereden su getirilerek haklı gösterilmeye çalışılmaktadır. Lakin hakikat olan şudur ki, SİP-TKP Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından yana değildir ve böyle olduğu için de kısmi demokratik açılımları bile, Kemalist, şovenist, statükocu cephe gibi, “bölünürüz” feryat figanıyla boğmaya çalışmaktadır. SİP-TKP, milliyetçi Kemalist doğasının üzerini komünizm şalıyla örtmeye çalışıyor. Rosa Luxemburg’un kavramlarını ödünç alarak söylersek, SİP-TKP’nin “komünist” postuna doldurarak işçi sınıfına ikram ettiği şarap, bildiğimiz o Kemalist milliyetçi şaraptır. Bu postun içinde işçi sınıfının enternasyonalist komünist perspektifi değil, küçük-burjuva sosyalizminin milliyetçiliği, devletçiliği ve reformizmi yer almaktadır. Ve ne yazık ki, damarlarında Kemalizm kanı taşıyan sol hareketin büyükçe bir bölümü de aynı yolda yürümektedir. Başa dönecek olursak, bu durumda enternasyonalist komünistlere düşen görev, gerçekleri işçi sınıfına yeniden ve yeniden açıklamak, burjuva ideolojisine ve onun çeşitli kılıklara bürünerek sol içinde boy gösteren biçimlerine karşı, bu alanda mücadeleyi elden bırakmamaktır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisinde örgütlü bir güç olarak ayağa kalkması için böylesi bir mücadele şarttır. ______________________________ 1
Bu konuda MT sayfalarında pek çok makale yer almıştır ve son olarak Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk adlı çalışmasıyla (MT, Ağustos 2009), sol hareketin Marksizme olan uzaklığının köklerine bir kez daha inmiş ve bugün soldaki Kemalist etkilerin sebeplerini gözler önüne sermiştir.
2
Bu konuda bkz: Akın Erensoy, Enternasyonalizm mi Milliyetçilik mi?, www.marksist.com
3
bkz: Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, MT, Ekim 2007
4
Ayrıntılı bir okuma için bkz: Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, Haziran 2005
5
2008 Yılında Türkiye Cumhuriyeti Felâketin Eşiğinde, 20 Temmuz 2008, www.tkp.org.tr
6
Geniş bir okuma için bkz: Mehmet Sinan, Modern Despotizmin Sivilleşme Sancısı, www.marksist.com
7
Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, Şubat 2008
8
Kemal Okuyan, “Devletin Çözülüşü” Hikâye mi?, Gelenek, Ağustos 2009
9
Bu konu için bkz: “İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati, MT, Ağustos 2009
10
Elif Çağlı’nın bu konuyu işleyen şu çalışmasına bkz: AltEmperyalizm Üzerine, Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos ve Temmuz 2009
11
Aydemir Güler, Nasıl Sahip Çıkılır?, 19 Ağustos 2009, www.sol. org.tr
Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları Levent Toprak
B
ugünlerde Lenin’in “ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada çözümlenebildiği ölçüde, tutarlı demokratizm olduğu” sözlerini ne denli hatırlasak yeridir. Günümüz Türkiye’sinde güçlü bir işçi hareketinin yokluğu koşullarında tutarlı bir demokratizm ne yazık ki pek hayat bulamıyor. Bunun yerine bolca şovenizm, ırkçılık, özgürlük düşmanlığı ve bir miktar da topal demokratizmle dolu bir siyasi tabloyla yüz yüzeyiz. “Açılım” vesilesiyle Kürt sorunu toplumun gündemine daha da fazla girdi ve daha önce tabu sayılan referandum, federasyon, anadilde eğitim gibi kimi düşünce ve öneriler büyük ölçekli burjuva medyada da yaygın biçimde yer almaya başladı. Ancak hemen her büyük tartışma, son tahlilde yine tabuların belirlediği dar bir ufukla ve adeta iğdiş edilmiş, sakatlanmış biçimde seyretmeye mahkûm gibi görünüyor. Birileri çıkıp “üniter devlet tartışma konusu bile edilemez” diyor, bakıyoruz diğerleri “haşa üniter devleti tartışmıyoruz” diyor. “Resmi dil Türkçedir, başka türlüsü asla tartışılamaz” deniyor, yine herkes “haşa zaten onu tartışan yok” diyor. “Anayasanın ilk üç maddesi değiştirilemez” deniyor, tepki aşağı yukarı aynı… Bu tartışılmaz ve dokunulmazlar listesi böylece uzayıp gidiyor. Anayasa değişmez tanrı kelamıymış gibi, üniter devlet tek devlet biçimi ya da normuymuş gibi, tek resmi dilden gayrisi yeryüzünde görülmemiş gibi, değişik ulusal, dinsel topluluklara vs. kolektif hakların verilmesi vaki değilmiş gibi, bu tür kaba saba yalanları, sahipleri yüzleri kızarmadan söyleyebilmektedirler. Öyle görünüyor ki, düzen cephesinin çeşitli sözcüleri, olası “açılım” sürecinin rejim açısından mümkün olan en az tavizle kapatılması için dört bir koldan cansiperane savaş veriyorlar. Bunu yaparken Kürt halkını bir kez daha aşağılıyor, onun kendi ulusal devletini kurmaya hakkı ve ehliyeti olmadığını, dilinin resmi statü kazanmaya ehil olmadığını, Kürtlerin binlerce yıllık top-
“Açılım” vesilesiyle Kürt sorunu toplumun gündemine daha da fazla girdi ve daha önce tabu sayılan referandum, federasyon, anadilde eğitim gibi kimi düşünce ve öneriler burjuva medyada da yaygın biçimde yer almaya başladı. Ancak hemen her büyük tartışma, son tahlilde yine tabuların belirlediği dar bir ufukla ve adeta iğdiş edilmiş, sakatlanmış biçimde seyretmeye mahkûm gibi görünüyor. Anayasa değişmez tanrı kelamıymış gibi, üniter devlet tek devlet biçimi ya da normuymuş gibi, tek resmi dilden gayrisi yeryüzünde görülmemiş gibi, değişik ulusal, dinsel topluluklara vs. kolektif hakların verilmesi vaki değilmiş gibi, bu tür kaba saba yalanları, sahipleri yüzleri kızarmadan söyleyebilmektedirler.
7
marksist tutum
Ekim 2009 • sayı: 55
Düzen cephesinin çeşitli sözcüleri, olası “açılım” sürecinin rejim açısından mümkün olan en az tavizle kapatılması için dört bir koldan cansiperane savaş veriyorlar. Bunu yaparken Kürt halkını bir kez daha aşağılıyor, onun kendi ulusal devletini kurmaya hakkı ve ehliyeti olmadığını, dilinin resmi statü kazanmaya ehil olmadığını, Kürtlerin binlerce yıllık topraklarında özyönetime sahip yerel iktidar olanaklarına sahip olamayacaklarını vb. söylemekte beis görmüyorlar. raklarında özyönetime sahip yerel iktidar olanaklarına sahip olamayacaklarını vb. söylemekte beis görmüyorlar. Böylece ağızlarından düşürmedikleri kardeşliği baltalamaya devam ediyorlar. Kendini burjuvalardan daha çok Türk burjuva devletinin, bu devletin sınırlarının ve rejiminin bekçisi sayan sosyalistler de var ne yazık ki. Lenin, “Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa, o, Marksist değildir” demişti. Oysa şovenizme batmış sosyalistler, resmi dil olma ayrıcalığını Türkiye coğrafyasındaki dillerden sadece Türkçeye tanıyarak, yerel düzeyde azıcık dahi olsa özerk yönetime yönelik girişimlere bile lanet okuyarak, Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkını layık görmeyerek tam da ezen ulusun ayrıcalıklarından yana saf tutuyorlar. İşte böylesi sosyalistlerin varlığında Lenin’in tutarlı demokratizmini hatırlamak bugünlerde büyük önem taşıyor.
Üniter devlet efsanesi Geçen sayıdaki yazımızda vurguladığımız gibi Türkiye’de yaklaşık olarak son 20 yıldır Kürt sorununda bir sarkaç salınmaktadır. Bu sorunu kendi meşrebince bir “çözüme” kavuşturmak isteyen egemen sınıfın bir kesimi fırsatını bulduğu hemen her durumda konuyu gündeme sokmuş, bazen en şaşırtıcı kişilerin ağzından bu yönde görüşler dillendirilmiştir. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren’in bile son yıllarda Türkiye’de artık bir “eyalet sistemine” geçilmesi gerektiğini söylemesi bunun dikkat çekici bir örneğidir. Aynı minvalde geçmişte Özal’ın “federasyon” fikrini tartıştırma çabaları, Çiller’in “Bask modelini” dillendirmesi vb. anılabilir. Tüm bunlar Türkiye’deki devlet yapılanmasının mevcut düzeninde ciddi değişiklikler anlamına geliyordu. Ancak bu türden tüm yoklamalar, başka yolların yanı
8
sıra, kurulu düzenin yılmaz bekçilerinin oluşturduğu bed sesli koronun rapraplı “üniter devlet” marşıyla bastırılmıştır. Eskisi kadar kolay olmasa da, bugün de aynısı yapılmaya çalışılmaktadır. Bu bakımdan, faşist cuntanın anayasasındaki “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi ifadelerin de kırık plak gibi tekrarlanmasıyla bir tanrı kelâmı mertebesine çıkarılan “üniter devlet”in sırrını aydınlığa kavuşturmanın yararlı olacağı açıktır. Statükocu mehter alayı her ne kadar Türkiye’deki haliyle üniter devleti modern ulus-devletin sanki evrensel standart biçimiymiş gibi çığırsa da gerçek bundan çok uzaktır. Ulus-devlet kavramının özünü oluşturan nitelikler bir yana bırakılacak olursa, ulus-devletler diğer bütün bakımlardan geniş bir çeşitlilik arz ederler. Benzerlik ve farklılığın temelleri de tarihsel olarak oluşmuştur. “Burjuvazinin kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla feodal gericiliğe karşı giriştiği mücadele sürecinde, ulus-devlet ve ulus olgusunun düşünsel temelleri de yaratılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu (eskinin feodal yerelliğinin ve kraliyet tebaasının yerine ulus-topluluk) şeklinde biçimlendi ve siyasal hedef olarak belirginleşti. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalist gelişmenin erken oluşuna (İngiltere, Hollanda, Fransa) ya da gecikmişliğine (Almanya) bağlı olarak, burjuva ulusal demokratik dönüşümlerin hızı, kapsamı ve biçimi (aşağıdan ya da yukarıdan) önemli farklılıklar içerdi.” (Ulusal Sorun Üzerine, MT, Eylül 2009) Bu tür farklılıkların ortaya koyduğu çeşitlilik, ulusdevletin coğrafi-idari alt bölümlenmesini (ulus-altı yönetim birimleri) somutlaştıran yapılanmaları bakımından da söz konusudur. Bu çeşitlilik, her ülkede ulusal birliğin değişik şiddet ve biçimlerdeki sınıf mücadeleleriyle şekillenmesi sonucunda oluşmuştur. Diğer taraftan, geniş bir çe-
sayı: 55 • Ekim 2009
şitlilik söz konusu olmakla birlikte, ulus-devletler kendi ana coğrafi-idari alt bölümlenmelerinin örgütlenişi ve bunların sahip olduğu güçler/haklar bakımından kaba bir tasnifle iki ana çizgide şekillenmişlerdir. Bugünlerde sıkça telaffuz edildiği gibi bunlar üniter devlet ve federatif devlet biçimleridir.* Üniter ve federatif (federal) devlet arasındaki fark, özerklik sahibi yerel özyönetim birimlerinin üniter devlette olmaması ve buna mukabil federal devlette olması değildir. Yeryüzündeki üniter devletlerin önemli bir bölümünde, derecesi değişen biçimlerde özerkliğe sahip ulusaltı yerel birimler bulunmaktadır. Birleşik Krallık (İngiltere) ve İspanya buna örnek olarak verilebilir. Birleşik Krallık, bilindiği gibi İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşmaktadır. Tüm bu birimler kendi parlamentolarına, geniş yasama ve yürütme haklarına sahiptirler. Benzer bir durum İspanya’da da söz konusudur. O halde üniter ve federal devlet arasındaki fark nedir? Üniter devlette yerel birimlerin özerkliğinin derecesi ne denli büyük olursa olsun, bunlar merkezi iktidar tarafından verilir ve deyim yerindeyse müktesep hak değildir. Yani söz konusu yetkilerin ana kaynağı merkezi iktidar olmaya devam eder. Bunun anlamı şudur ki, bugün verilen yetkiler yarın yine merkezi iktidar tarafından hiçbir hukuki zorluk olmaksızın tek taraflı olarak geri alınabilir. Nitekim Birleşik Krallık’ta Kuzey İrlanda meclisi 4 kez askıya alınmıştır. İşte federal devletlerle aradaki fark buradadır. Federal devleti oluşturan birimlerin (devletler/eyaletler) merkezi devlet tarafından çiğnenemeyecek ya da tek taraflı olarak alınamayacak yetkileri vardır. Her durumda tamamen geçerli olmasa da birçok durum için denebilir ki, alt-birimlerin varlığı merkezi devletin varlığından kaynaklanmamakta, aksine merkezi devletin varlığı federe devletlerin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, federasyonu oluşturan birimler (devletler/eyaletler) kendi yetkilerinin bir bölümünü kendi iradeleriyle merkezi devlete devretmişlerdir ya da öyle addedilirler. Aslında Birleşik Krallık örneği bize bir başka önemli noktayı da hatırlatma fırsatı veriyor. Sınıf mücadeleleri ulusal birliğin ve onun somutlanışı olan ulus-devletin bir kez oluşmasıyla bitmediği için, oluşan devletlerin iç yapılanması da sittin sene aynı kalmamış, sonrasındaki sınıf mücadeleleri ve sorunlar nedeniyle değişim geçirmiştir. Kuzey İrlanda’da özerk yönetimin dört kez askıya alınıp yeniden devreye sokulması bu açıdan çarpıcıdır. Üniter devlet tutkunları bu örnek karşısında diyebilirler ki, üniter yapının özü değişmemiş, egemenliğin ana kaynağı merkezi devlette kalmaya devam etmiştir. Diyelim ki öyle. Bir bölgenin kendi parlamentosu ve özyönetimine sahip olması ile olmaması arasında çok önemli sonuçlar doğurabilecek (ve tarihte doğurmuştur da) ciddi bir fark olduğu gerçeğini sadece söyleyip geçelim. Ama pek doğal olduğu gibi, bu tür değişimlerin daha kapsamlı olduğu örnekler de vardır. Meselâ Brezilya’nın tarihinde ise hem federal
marksist tutum
hem de üniter dönemler yaşandığı bilinmektedir. Benzer biçimde Belçika da geçmişte Fransız modeli bir üniter devlet iken 1970’lerden bu yana yapılan anayasal reformlarla federal bir devlete dönüşmüştür. Hatta bugün gelinen noktada yer yer konfederasyon nitelikleri gösterdiğinden de söz edilmektedir. Tersi yönde örnekler de vardır. Meselâ önceleri bir federasyon olan Myanmar (Burma), 1962’de askeri darbe ile üniter bir devlet haline getirilmiştir vb. Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır. Marksistler, ilke olarak federasyonu tercih etmemekle beraber, birliğin bir biçimi olarak gönüllülüğe dayanan bir federasyonun, ulusal baskıya, zorbalığa, aşağılamaya dayanan bir üniter devletten bin kat daha iyi olduğunu savunurlar. Buradaki mantık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıma ile en geniş birlik ilkesinden yana olmanın bağdaştırılmasındaki mantıkla aynıdır. Ne olursa olsun birlik değil, gönüllü birlik! Bu gerçekleri vurguluyor olmamız bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Biz bu olguları Türkiye gericiliğinin bir alamet-i farikası haline gelmiş olan üniter devlet mitini deşifre etmek, üniter devletin bir tanrı kelâmı ve evrensel standart olmadığını ortaya koymak için yapıyoruz. Sosyalist sola da geniş ölçüde sirayet etmiş olan Türkiye’deki milliyetçi-devletçi gericiliğe karşı ideolojik mücadelenin somut bir gereğidir bu. Ancak bunu yapıyor olmamız ilke olarak federatif devlet yapılanmasını üniter devlet yapılanmasından daha iyi bulduğumuz ya da ona tercih ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Marksistler, ilke olarak federasyonu tercih etmemekle beraber, birliğin bir biçimi olarak gönüllülüğe dayanan bir federasyonun, ulusal baskıya, zorbalığa, aşağılamaya dayanan bir üniter devletten bin kat daha iyi olduğunu savunurlar. Buradaki mantık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH) tanıma ile en geniş birlik ilkesinden yana olmanın bağdaştırılmasındaki mantıkla aynıdır. Ne olursa olsun birlik değil, gönüllü birlik! Ulusal baskıya, zorbalığa dayanan birliğe hayır, gönüllü birliğe evet! Bu özgürlükçü, tutarlı demokratik mantık, birliğin biçimleri
9
marksist tutum
Ekim 2009 • sayı: 55
konusunda da kendiliğinden geçerlidir. Bugün Türkiye’de hem sosyalist sıfatını taşıyıp, hem de burjuva devletin tepeden kurucusu Mustafa Kemal’e “selam gönderenler” (tipik ve açık örneği SİP-TKP’dir), geçmişte Almanya’da bazı sosyalistlerin Bismarck’a karşı sergiledikleri tutuma benzer bir tutum sergilemektedirler. Bismarck Prusya çizmelerinin zoruyla farklı Alman devletlerini birleştirmişti. Bismarck’ın çağdaşı olan Marx ve Engels, bir sınıf düşmanı olarak Bismarck’a ve Bismarkizme şiddetle karşı çıkmış, ona karşı tüm güçleriyle mücadele etmişlerdir. Onlar bunu yaparken Lassalle gibi devletçi sosyalistler ise perde arkasından gizli anlaşmalar yapmaya varıncaya kadar Bismarck’la halvet oluyorlardı. Daha sonra Lenin tam da ulusal sorun bağlamında bu konuya değinmiştir. Şöyle diyordu Lenin: “Bismarck, kendi junker tarzıyla, ilerici ve tarihsel bir görevi yerine getirdi, ama bu gerekçeyle sosyalistlerin Bismarck’ı desteklemesini haklı göstermeyi düşünen birisi, gerçekten ne âlâ bir ‘Marksist’ olurdu!” (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine”, Sol Y., 1992, s.112 -düzeltilmiş çev.)
Özerklik Diğer taraftan yukarıda üniter devlet ile federal devlet arasındaki farklar bahsinde değindiğimiz bir husus var ki, bu işçi sınıfının demokratik mücadelesinin önemli bir yönünü ve talebini oluşturmaktadır. Yerel özerklik konusundan söz ediyoruz. Bu nokta gündemdeki “Kürt açılımı” tartışmalarının da bir yönünü teşkil ediyor. Ağızlarda gevelenen ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” gibi hususlar şüphesiz bununla ilgilidir. Milliyetçiler, devletçiler, Kemalistler hop oturup hop kalkıyor ve bölünüyoruz diye feryadı basıyor. Ama SİP-TKP gibi “komünist” maskesiyle bu gerici koroya soldan katılanlar olduğunu, bunların da allem edip kallem edip yerel planda özgürlük alanının genişlemesine karşı çıktıklarını sadece belirtmekle yetinip, bu konuda Marksizmin mirasının ne olduğuna geçelim. Yeryüzünde üniter devlet olarak nitelenen birçok ülke bulunmakla beraber, bunlarda da, özerk yerel birimlerin bulunduğunu aktarmıştık. Bu tür ülkelerin sayısı hiç az değildir. Özellikle nispeten büyük ve milliyetler anlamında yerel çeşitlilik arz eden bir nüfusa sahip ülkelerde, özerk bölgeler, bölgesel meclisler vb. bulunmaktadır. Doğrusu Türkiye, etnik açıdan türdeş olmayıp da hem tek resmi dili olan hem de özerklik ya da federalizm türü yerel iktidar yapılanmalarına izin vermeyen neredeyse tek büyük nüfuslu ülke olma onuruna (!) sahiptir. Marksistlerin, Lenin’in çok kullandığı ifadeyle, tutarlı demokratizminin bir parçası, koşulların gerektirdiği her yerde en geniş yerel özerklik ilkesini savunmaktır. Lenin özellikle ulusal sorun bağlamında bu noktayı ısrarla öne sürmüş, açıklamıştır: “Özerkliğe gelince, Marksistler özerklik «hakkını» de-
10
Marksistlerin, Lenin’in çok kullandığı ifadeyle, tutarlı demokratizminin bir parçası, koşulların gerektirdiği her yerde en geniş yerel özerklik ilkesini savunmaktır. Lenin özellikle ulusal sorun bağlamında bu noktayı ısrarla öne sürmüş, açıklamıştır.
ğil, karma ulusal bileşimi olan ve coğrafi ve diğer koşulları büyük çeşitlilik gösteren demokratik bir devletin genel, evrensel bir ilkesi olarak, özerkliğin kendisini savunurlar.” (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı”, s.93 -düzeltilmiş çev.) Bunun Marksistlerin savunduğu demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığına da şöyle açıklık getirir: “Demokratik bir devlet, çeşitli bölgelerine özerklik vermelidir, özellikle de karma ulusal bileşimde olanlarına. Bu şekil özerklik hiçbir surette demokratik merkeziyetçilikle çelişmez; tersine, gerçek demokratik merkeziyetçilik, karma ulusal bileşimli büyük bir devlet içinde ancak bölgesel özerklik yoluyla mümkündür.” (age, “Ulusal Politika Üzerine”, s.122 -düzeltilmiş çev.) Bu fikirlerin sadece Lenin’in kişisel fikirleri olmadığını, çok erken bir dönemde bizzat RSDİP’in özel olarak tartışıp karara bağladığı temel fikirler olduğunu da vurgulayalım. Nitekim RSDİP kongresinin özerklik konusunda aldığı kararları Lenin şöyle aktarıyor: “Bu durum (…) geniş bölgesel özerkliği ve tam demokratik yerel öz-yönetimi gerektirmektedir. Öz-yönetime sahip ve özerk bölgelerin sınırları da bizzat yerel nüfus tarafından iktisadi ve toplumsal koşullar, nüfusun ulusal bileşimi vb. temelinde belirlenecektir.” (age, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”,
sayı: 55 • Ekim 2009
s.45 -düzeltilmiş çev.) Aynı yerde, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, yerel/bölgesel özerklik fikrini daha da ayrıntılandırıp somutlaştırır: “Ve son olarak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için, ne kadar küçük olursa olsun, tümüyle homojen ulusal bileşime sahip özerk bölgeler yaratmanın son derece önemli olduğu her türlü kuşkunun ötesindedir. Böylece, ülke yüzeyine, hatta tüm dünyaya dağılmış o milliyetten insanlar, söz konusu özerk bölgeye yönelebilsinler, bu özerk bölgeler aracılığıyla birbirleriyle her türden ilişki ve özgür dernekleşmeler geliştirebilsinler. Bütün bunlar tartışmasızdır ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir bakış açısıyla karşı çıkılabilir.” Peki bu fikirler lafta ya da teoride kalan fikirler mi olmuştur? Çok iyi biliyoruz ki, Rusya’da işçi sınıfı iktidara geldiğinde, bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sı topraklarındaki tüm milliyetlere derhal kendi kaderini tayin hakkı tanınmış, bunlardan ikisi (Polonya ve Finlandiya) bu hakkı ayrılma yönünde kullanmış, diğerleri ise birliği tercih etmişlerdir. Birlik daha baştan bir federasyon biçimini almış, ayrıca birçok küçük milliyet ve bölge için geniş özerklikler sağlanmıştır. Ancak dünya devriminin yardıma yetişememesi, emperyalist savaşın getirdiği yıkım, onu takip eden karşıdevrimci dış emperyalist kuşatma ve iç savaş ile Rusya’nın genel geriliği koşullarında devrimin içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrim süreciyle kemirilmeye başlanması bu süreci baltalamıştır. Bolşevik Parti ve devlet aygıtı içinden, bu karşı-devrimci bürokratik eğilimlerin temsilcileri olarak yükselmeye başlayan Stalin önderliğindeki kadrolar çok geçmeden Çarlık Rusya’sındakine benzer bir ulusal zorbalığı yeniden hortlatmaya başlamışlardır. Lenin yaşamının son demlerinde hasta yatağındayken özellikle buna karşı mücadele vermiştir. Sorunun ne denli vahim boyutlara ulaştığını acıyla gözlemlediği bu günlerde yazdırdığı notlarında, “ulusal adaletsizlik kadar başka hiçbir şeyin proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemeyeceğini” vurgulayarak, “o nedenle bu durumda ulusal azınlıklara yönelik ödünler ve hoşgörü konusunda fazlasını yapmanın azını yapmaktan daha iyi olduğunu” belirtmiştir. İlerleyen satırlarında da, bir federasyon olarak şekillenen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturan çevre ulusal birimlerle Rus aygıtı arasında sözde birliğin sağlanması uğruna yapılan merkezi bürokratik zorlamaların, yeni doğmuş işçi devletine çok büyük zarar vereceğini, ama bu zararın “bütün Enternasyonale ve yakın gelecekte tarih
marksist tutum
sahnesinde bizi [Rusya’yı] izlemesi mukadder olan Asya’nın yüzlerce milyonluk halklarına gelecek zarardan çok daha az” olduğunu söylemiştir. (age, s.201-203) Sonraki tüm tarihsel deneyim ne yazık ki bu eşsiz sezgileri sonuna kadar doğrulamıştır. Bugün dünya halkları arasında sosyalizmin itibarının düşmesinin önemli sebeplerinden biri de sözde birlik adına ulusal sorunda zorbalıkta burjuvaziden aşağı kalmayan egemen Stalinist bürokrasinin uygulamalarıdır. Lenin’in bu sözleri kendine bugün Marksist diyen herkesin kulağına küpe olmalıdır.
Resmi dil efsanesi Resmi dil sorunu, anadilde eğitim ve Kürtçeye bakış konusu da, her biri değişik derecelerle olsa da, tabuların, aşağılamaların ve zorbalıkların konusu olmaya devam etmektedir. Aynı üniter devlet bahsinde olduğu gibi, resmi dil konusunda da, her ülkenin illâ açıkça tanımlanmış yasal-resmi dili olurmuş ya da sadece bir tek resmi dili olurmuş gibi, Türkiye’de de, Türkçeden başka resmi dilin olamayacağı adeta bir tanrı kelâmı gibi ya da evrensel bir normun uygulamasıymış gibi beyinler yıkanmaya çalışılmaktadır. Burada da tarihsel ve güncel gerçekliklerin hayâsızca bir gizlenişi vardır. Bu açık gerçeklikleri hatırlatmak boynumuzun borcudur. Yeryüzünde hâlihazırda tanımlanmış bir resmi dili olmayan ülkeler/devletler vardır. Örneğin çoğu insanın sandığının aksine İngilizce ABD’nin resmi dili değildir. Çünkü ABD’de federal düzeyde bir resmi dil bulunmuyor. İngilizce ABD’de yalnızca fiili olarak (de facto) bir resmi dil gibi kullanılmaktadır. ABD’yi oluşturan devletlerin (eyaletler) her birinde de resmi dil konusu farklı biçimde düzenlenmiştir. Kimisinde İngilizce resmi dil iken kimisinde bir resmi dil bulunmamakta, kimisinde İngilizcenin yanı sıra İspanyolca veya Fransızca gibi başka diller resmi ya da fiili resmi dil olarak kullanılmaktadır. Aynı ABD gibi, tanımlanmış bir resmi dili olmayan başka ülkeler de vardır ve bunlar dünya üzerinde ağırlığı olmayan küçük ülkeler de değildir. Meselâ Avustralya, Almanya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkeler. Bunların ilkel, geri ve resmi dil yokluğu nedeniyle kaos içindeki ülkeler olmadığı da açıktır. Demek ki resmi dil olmayınca kıyamet kopmuyor, ülkeler batmıyor. Elbette bu tür ülkelerin sayısı fazla değil. Ama diğer taraftan dünyadaki ülkelerin çok büyük çoğunluğu birden çok resmi dile sahiptir. Tek resmi dile sahip olan ülkelerin de
11
Ekim 2009 • sayı: 55
marksist tutum
büyük çoğunluğu etnik açıdan aşağı yukarı türdeş küçük ülkelerdir. Böyle olmayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Ve çok açıktır ki bu ülkeler en demokratik ülkeler arasında değildir. Bir molla rejimiyle yönetilmekte olan İran’da bile, resmi dil Farsça olmakla beraber, ülkedeki diğer dillerin basında ve okullarda eğitimde kullanım hakkı anayasada yer almaktadır. Bu arada resmi dilin sadece ulusal düzeyde geçerli dil anlamına da gelmediğini hatırlatalım. Birçok ülkede ulusal düzeydeki resmi dilin ya da dillerin yanı sıra, yerel olarak tanınmış resmi diller de bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler resmi dil ve tek resmi dil faraziyesinin koca bir efsaneden başka bir şey olmadığını göstermektedir. “Ama bizim ülkemizin durumu o ülkelerin durumuna benzemiyor, bizim özel, istisnai şartlarımız var” diyor hep bir ağızdan gerici koro. Marksizmin tutarlı demokrasi anlayışını savunan Lenin de, vaktiyle 3 resmi dili birden olan (şimdi 4) İsviçre’yi örnek gösterdiğinde, benzer itirazlarla karşılaşmıştı. Bu itirazlara şöyle cevap veriyordu Lenin: “Bugünkü koşullarda, bir kurumun tutarlı demokratik ilkeler üzerine bina edildiği ülkeler tüm dünyada istisnadır. Bu, programımızda bütün kurumlarda tutarlı demokrasiden yana olmaktan bizi alıkoyar mı? (…) Proleter bakış açısıyla bir ulusal program geliştiriyoruz. Ne zamandan beri en iyi örnekler yerine en kötü örneklerin model alınması tavsiye edilir olmuştur?” (UKTH, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”, s.35-6 -düzeltilmiş çev.) Bıraktık kendine Marksist diyenleri, kendine demokrat diyenler bile, Lenin’in ifadesiyle, “ayrı ayrı dillerin tam özgürlüğünü kayıtsız şartsız tanımalı ve hangisi olursa olsun bu dillerden biri için ayrıcalığı reddetmelidir”. Anadilde eğitim hakkının da bunun en temel uygulamalarından birisi olması gerektiği apaçıktır. Bir de Kürtçe ile ilgili tartışmalarda anadilin resmiyet kazanmasının ya da eğitimde kullanılmasının otomatik olarak ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı bir faktör gibi sunulması söz konusu. Hatta şu anda kullanılmakta olan Latin alfabesine, yine Latin alfabesinin harfleri olan q, x, w harflerinin eklenmesini bile aynı şekilde düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı bir şey olarak sunuyorlar. Bu konuda demagojinin haddi hesabı yok. Oysa tam tersine insanlar kendi anadillerini özgürce kullanabildikleri zaman ayrılmaya daha az eğilim duyarlar. Lenin’in de hatırlattığı gibi, “halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur.” Diğer taraftan bu şoven gericiler, sayıklamalarıyla, sanki “her dile bir devlet” olurmuş gibi bir anlayışı savunduklarının farkında değil gibidirler. Bu kafaya çok yalın bir gerçeği hatırlatalım: her dilsel topluluk bir devlet olsaydı şu anda yeryüzünde 200 civarında değil, yaklaşık 5000 devlet olması gerekirdi.
12
Bıraktık kendine Marksist diyenleri, kendine demokrat diyenler bile, Lenin’in ifadesiyle, “ayrı ayrı dillerin tam özgürlüğünü kayıtsız şartsız tanımalı ve hangisi olursa olsun bu dillerden biri için ayrıcalığı reddetmelidir”. Anadilde eğitim hakkının da bunun en temel uygulamalarından birisi olması gerektiği apaçıktır. Kürt dilini aşağılayanlar, şimdilerde gündeme gelen Kürdoloji enstitüsünün kuruluşunu bile Kürt diline fazla görüyorlar. Neymiş? Kürt dilinin standardı yokmuş, lehçeler arasında anlaşmazlık varmış, birini diğeri anlayamıyormuş? O yüzden henüz zamanı değilmiş, daha sonra kurulmalıymış! Dört dörtlük bir şovenizm örneği! Bir yandan onyıllardır her türlü baskı ve zorbalıkla Kürtçenin bir yazılı kültür dili olarak gelişimine ket vuran Türk şovenizminin suçlarını, bir yandan da yeryüzünde devletler tarafından tanınmış dillerin çok büyük bölümünün de benzer bir durumda olduğu gerçeğini saklayan bir şovenizm! Oyununu şoven cehalet üzerine oynayan bu kafa, kaba yalan ve çarpıtmada beis görmüyor. Gerçekte diller sürekli bir değişim ve gelişim içindedirler. Enstitü gibi girişimler de kültür dilinin oluşumuna ve dilin standartlaşmasına yardımcı olurlar. Yani bu gibi kurumların standartlaşmadan sonra değil, bizzat standartlaşmanın bir manivelası olarak daha fazla gecikmeden kurulması daha da büyük bir önem taşımaktadır. *
*
*
Yıkılmadan önce Çarlık Rusya’sında da 20. yüzyılın başlarında çeşitli reform girişimleri olmuştu. Bunlar arasında ulusal sorunla ilgili olanlar da vardı. Ancak bu nedenle tartışmalar kızıştığında, Rusya’nın sosyal-şovenistleri aynen bugünün Türkiye’sindekileri hatırlatan şeyler söylüyorlardı. “«Ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme ilkesini yavaştan alın!» yoksa «devlet dağılır»!” (aktaran Lenin, age, s.119) Ne kadar tanıdık değil mi? Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi ve bu bağlamda şovenizme karşı mücadele çok büyük bir önem taşımaktadır. Kürt halkının acılarına, ulusaldemokratik taleplerine duyarsız kalan bir işçi sınıfının kendi esaret zincirlerinden kurtulması da mümkün değildir. Diğer taraftan içinde bulunduğumuz dünya konjonktürü, derin ve yaygın bir sistem krizi ve emperyalist savaşla karakterize olmaktadır. Dünyanın çelişki ve huzursuzlukların en çok yoğunlaştığı, kanlı çatışmalara en gebe bölgesinde yaşıyoruz. Şovenizme karşı güçlendiremediğimiz ölçüde, Türkiye işçi sınıfının, çok uzak olmayan bir zamanda gerçekleşmesi muhtemel kanlı çatışmalarda yeni yeni katliamların suç ortağı yapılması zor olmayacaktır. O nedenle ulusal sorunda Marksizmin tutarlı demokratizmine sıkı sıkıya sarılmak ve şoven rüzgârlar karşısında dimdik bir enternasyonalist duruş sergilemek şarttır. ___________________ *
Konfederasyon da federatif yapılanmaların bir alt türüdür.
Kriz Kuyusundaki Kapitalizm Oktay Baran
Y
aşanan kapitalist kriz o denli derindir ki, sömürücü sınıf, hiçbir inandırıcılığı olmayan, sempatiden çok öfke uyandıran, ciddiye alınmaktan ziyade alay konusu olan, pişkinlik ve utanmazlıkta sınır tanımayan kampanyalardan medet umar hale gelmiştir. İşçi sınıfının mevcut durumu dikkate alınırsa, onunla alay etmekten başka bir anlamı olmayan “tüketin” kampanyalarının arkası kesilmiyor. Türk-İş bürokrasisinin de dâhil olarak açıkça işçi sınıfına ihanet ettiği, “Kriz varsa çaresi de var” kampanyasının ardından, geçen ay da Türkiye Reklâm Konseyi, “Alın verin, ekonomiye can verin” kampanyası başlatmıştı. Bu kampanyada kapitalist sistemin ideologları durumundaki tanınmış tuzu kuru simalar, emekçileri, bir sakız, bir çiçek, bir simit ya da bir oyuncak almaya davet ediyorlar utanmazca. Evine ekmek almakta zorlanan, işe gitmek ya da iş aramak için yol parasını denkleştiremeyen işçiler, ceplerindeki son kuruşları da harcamaya çağrılıyor. Reklâmın ana teması “tüketin ve ekonomiye can verin” şeklinde saptanmış. Bundan daha yakışıksız, daha düşüncesiz bir tercih zor bulunabilirdi. Cebindeki delik bini aşmış olan işçi, aslında kelimenin her iki anlamında da ekonomiye can veriyor: hem üreterek hem de üretirken fiilen canından olarak! Yalnızca kayıtlara yansıyan ölümlü iş kazalarında kurban verdiklerimizin sayısı yılda 5 binden fazladır! Mesleki hastalıklardan kısa süre içerisinde sakat kalan ya da hayatını kaybedenlerin sayısı bunun onlarca katıdır. Kapitalist ekonominin sonucu olan açlık, yoksulluk, bakımsızlık ve sağlık sorunlarından ölen on binleri de düşündüğümüzde, “ekonomiye can verin” çağrısının hak ettiği en hafif yanıt, okkalı bir sınıf tokadından başka bir şey değildir. TV ekranlarında dönen dört reklâmın bir diğer ortak
ekseni ise, krizin artık bittiği yönündeki ideolojik propaganda. Sakız ya da oyuncak alırsak, “krizin son kalan etkileri de ortadan kalkar”; çiçek alırsak, “krizin tüm etkileri solup gider”; simit alırsak, “krizin etkileri bayatlar gider”miş. Verilen mesaj açık: Kriz bitmiştir, sıra onun son kalan etkilerini ortadan kaldırmaya gelmiştir! Suratından kapitalizm yalakalığı akan “bakkal amcaya” ya da “çiçekçi teyzeye” inansak mı? Kriz bitti, birçok etkisi ortadan kalktı da, geriye sadece son birkaç etkisi mi kaldı acaba?
Kriz bitti mi, bitmedi mi? Kapitalistler, ellerindeki tüm araçları kullanarak, emekçi kitlelerde biriken hoşnutsuzluk, öfke ve kapitalist sisteme karşı gelişen güvensizliği yumuşatmaya çalışıyorlar. Bir yandan, işçilerin her türlü talebi tek tek kapitalistler tarafından “krizdeyiz, şimdi olmaz” yanıtıyla reddedilirken, diğer taraftan bir bütün olarak sermaye sınıfı, krizin artık tümüyle geride kaldığı, en kötü günlerin atlatıldığı yalanıyla boş hayaller yaymaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerin daha güzel olacağı yalanı, her zamanki gibi, “ama bunun için sizin fedakârlık etmeniz lazım” söylemiyle birleşiyor. 2008 Eylül ayında finansal sistemin artık inkâr edilmeyecek denli büyük bir gürültüyle çöküşü, kapitalizme toz kondurmak istemeyen burjuva iktisatçılar ve ideologlar cephesinde büyük bir şaşkınlık, hayal kırıklığı yaratmıştı. Ama başlangıçta, kendi sınıf doğalarının bir gereği olarak, bu krizi her şeye rağmen küçümsemeye, onu finansal krizden ibaret bir şeymiş gibi sunmaya çalıştılar. Önce krizin yalnızca yatırım bankalarını vurduğu ve finansal sistemin bütününe yansımayacağı yalanına sarıldılar. Durumun bu
13
marksist tutum
olmadığı açığa çıkınca bu kez, sorunun finansal sistemle sınırlı olduğunu söyleyip, reel ekonominin bundan ne denli etkileneceğinin belirsiz olduğunu iddia ettiler. Hemen ardından reel sektörün çöküşü de artık inkâr edilemez boyutlarda su yüzüne çıktığında ise, sistemin büyük bir iktisadi krizden geçtiğini kabul etmekle birlikte hızlı bir toparlanma umudunu canlı tutup körüklemeye çalıştılar. Krize kriz dememek için taklalar attılar; derin ve depresif bir krizden geçiyor oluşumuz gerçeği, durgunluk anlamına gelen resesyon kelimesiyle örtülenmeye çalışıldı. 1929 krizini çağrıştırmaması için bu krize “büyük depresyon” değil “büyük resesyon” demeyi tercih ediyorlar. Bir yılı aşkın bir süredir, gördükleri en küçük bir kıpırtıyı bile “tünelin ucunda ışık göründü” diyerek sevinçle karşılamaya ve “piyasalara” güven aşılamaya çabalıyorlar. Ne var ki, gerçekler pek de burjuva ideologlarının çarpıtarak oluşturmaya çalıştıkları pembe tabloya uymuyor. Dev finansal tekellere, sermaye aktarımı ve desteği, mevduat güvencelerinin artırımı, değersizleşen bilanço varlıklarının değer biçilerek satın alınmasıyla gösterilen kolaylıklar vb. yoluyla 11 trilyon dolar aktarılmış ve bu tekeller devletin koruyucu şemsiyesi altına alınmıştır. Bu kurtarma ve destekleme operasyonları, emekçilerin daha da kötüleşen yaşam koşulları pahasına gerçekleştirilmektedir. Bir yıl önce biz, bu krizin 2008 Eylülünde başladığı, güven bunalımından ve aşırı denetimsiz finansal spekülasyondan kaynaklandığı, bir mali krizden ibaret bulunduğu şeklindeki değerlendirmelerin tümüyle yanlış olduğunu söyleyerek birkaç noktanın altını çizmiştik. Kriz, esasen, çeşitli mekanizmalarla ertelenen milenyum krizinin (1999-2001) çok daha derin bir temelde ortaya çıkışıydı; kendisini daha 2004 yılının son aylarında reel sektörde başlayan yavaşlama eğilimiyle belli etmişti ve nihayet 2007 yazında tipik bir aşırı-üretim krizi şeklinde somutlanmıştı. Reel sektörde başlayan bu aşırı-üretim krizi, 2008 yılı boyunca derinleşip yaygınlaşarak, yaratılan finans balonunun 2008 Eylülünde patlamasıyla artık inkâr edilemez bir boyuta ulaşmıştı: “Bugün yaşanılan kriz, konut kredilerinin geri ödenmemesiyle başlamamıştır. Kredi geri ödemelerinin durması, zaten başlamış olan krizin kendisini apaçık ilan etmesi ve finans sektöründeki çöküşün tetiklenmesi anlamına geliyor. Bu gerçekliği kavradığımızda, burjuva yorumcular arasında sürmekte olan, «finansal kriz reel sektöre yansıyacak mı ya da ne ölçüde yansıyacak» şeklindeki tartışmanın beyhudeliği de apaçık ortaya çıkacaktır. Gerçek, özünde, bunun tam tersidir; reel sektördeki kriz daha da olgunlaşarak finans sektörüne yansımış, orada giderek derinleşmiş ve şimdi reel sektörü daha da dibe doğru çekerek sistemin bütününü uçurumun kenarına getirmiştir. Çok net bir şekilde vurgulamakta yarar var: Yaşanan kriz, arızi bir mali kriz ya da kapitalist sistemin temelini akla-
14
Ekim 2009 • sayı: 55
mak üzere kimi burjuva ideologlarının kullandığı tabirle “finansal kapitalizmin” krizi olmayıp, sistemin yapısal, kaçınılmaz ve periyodik krizlerinden birisidir. Üstelik bu seferki kriz tarihi önemdeki krizlerden biridir.” (Oktay Baran, Kapitalizm Krizde, Marksizm Işıldıyor, MT, Kasım 2008) Yaşanan gelişmelerin de harfiyen doğruladığı bu saptamalar önemli. Zira krizin nedenlerini, kaynaklarını, dinamiklerini ve başlangıcını doğru bir şekilde saptayamayan (daha doğrusu, çarpıtan) burjuva iktisatçıların, krizden çıkışa dair yorumlarının da eksik, tek yanlı, abartılı ve ideolojik olması kaçınılmazdır. Bahar aylarından bu yana gerek dünya borsalarında gerekse de Türk borsasında hisse senedi fiyatlarının tekrar artışa geçmesi birçok iyimser burjuva iktisatçı tarafından krizin artık geride kaldığı şeklinde yorumlandı. Ekonomiyi borsa endeksinden ibaretmişçesine ele alıp yalnızca finans sektöründeki gelişmeleri dikkate alan bu yaklaşımlar kuşkusuz aldatıcıdır. Bu noktada Avrupa Komisyonunun mali işlerden sorumlu üyesi Joaquin Almunia’nın, son dönemki yükselişin arkasındaki ana sebebin “merkez bankalarının ve devletlerin ekonomiye eşi görülmemiş miktarlarda para akıtmaları” olduğunu itiraf etmesi dikkate değerdir. Nitekim ileri ülkelerde hükümetlerin finansal sektöre verdiği destek 9,2 trilyonu, geri ülkelerde de 1,6 trilyonu bulmuştur. Toplamda 11 trilyon dolara yaklaşan bu muazzam destek, dünya GSYH toplamının beşte birine yaklaşmaktadır! IMF ve DB gibi dünya kapitalizminin finansal merkezlerinden gelen açıklamalar ise, bir taraftan aynı liberal iyimserliği yansıtıp kapitalistlere güven aşılamaya çalışırken, diğer taraftan ihtiyatlı bir dil tutturmaya da özen gösteriyor. Örneğin, IMF başkanı Strauss-Kahn, iyileşmenin 2010’un ilk yarısında görülmesinin beklendiğini, “mali krizi” arkalarında bıraktıklarını, ancak “ekonomik kriz” için aynı şeyi söyleyemeyeceğini (!) belirterek, “büyük ihtimalle bazı ülkeler için hâlâ kötü aylar, kötü rakamlar ve büyüme oranları göreceğiz. İyileşme 2010’un ilk yarısından önce, belki de ilk yarı sonuna kadar elde edilemeyecek. Tünelin ucunu görüyoruz ama hâlâ tüneldeyiz” diyor. Liberalizm şampiyonluğunda çok daha iddialı olan ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke ise, “teknik açıdan bakıldığında büyük ihtimalle resesyonun sonuna gelinmiş olmasına rağmen, ekonominin zayıf olduğunu bir süre daha hissedeceğiz” diyor ve ekliyor: “Çoğu tahmin 2010’da orta hızda büyüme görüleceğine işaret ediyor. Bu, içinde bulunduğumuz derinlikte bir resesyondan çıkış için beklediğimizden daha zayıf, çünkü hâlâ akıntıya karşı kürek çekiyoruz”. Gözlemcilerin bu konuşma sırasında Bernanke’nin psikolojisini de anlamaya çalışarak onun bu sözleri sarf ederken diğer konuşmalarına göre “çok daha kendine güvenen” bir havada olduğunu aktarmaları ise bir diğer ilginç nokta. Anlaşılan burjuva cenahta, en yetkin isimlerin bile yaptıkları açıklamalar, henüz kimseye yeterince inandırıcı görünmüyor. Bu da son derece doğal, çünkü çarpıt-
sayı: 55 • Ekim 2009
ma rakamlar ve saptırıcı yorumlar tam bir puslu hava oluşturuyor. Örneğin, Avrupa Komisyonu, euro bölgesinin durgunluktan çıkmakta olduğunu, 2009 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 0,2 ve dördüncü çeyrekte de yüzde 0,1 büyüme beklendiğini açıklıyor. Oysa birçok burjuva iktisatçı, dünya ekonomisinde yüzde 2,5-3’lük bir büyümeyi resesyon (durgunluk) sınırı olarak değerlendiriyor. Bu durumda Avrupa Komisyonunun açıkladığı rakamların nasıl olup da “resesyondan çıkış” anlamına geldiği bir muamma. Kapitalist sistemin çıkarlarını savunmalarına rağmen, liberalizmin değil bir çeşit Keynesciliğin taraftarı olan tanınmış iktisatçılar ise gerçekliğe daha yakın yorumlar yapıyorlar. Örneğin, geçmişte Bill Clinton’un ekonomi danışmanlığını yapan ve bugün de tekrar ABD yönetimi üzerinde etkili olduğu söylenen Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz, ABD ekonomisinde güçlü bir iyileşme yaşanması olasılığının çok çok zayıf olduğunu, dünyanın krizden ancak 4 yılda çıkabileceğini, çift dipli bir durgunluk bile yaşanabileceğini, konjonktürdeki hafif düzelmenin bir “illüzyondan” ibaret olduğunu belirtiyor. Stiglitz, son dönem yaşanan konjonktürel toparlanmayı, krizin bitmediği ve “aslında normal bir resesyona geri dönüldüğü” şeklinde yorumluyor ki, bu yorum, liberallerinkine göre gerçekliğe çok daha yakındır. Finansal balona zamanında dikkat çekerek büyük bir patlamanın olacağı uyarısında bulunduğu için “krizi öngören adam” olarak ünlenen New York Üniversitesi profesörü Nouriel Roubini ise Stiglitz’den de tedirgin; global ekonominin çift dipli resesyona girebileceğini ve üstelik ikinci çöküşün çok daha sarsıcı ve derin olabileceğini söylüyor. Liberaliyle Keynescisiyle tüm burjuva iktisatçılar, devletin kapitalistlere yaptığı yardımların ve teşvik paketlerinin, vergi indirimlerinin ve düşük faiz politikasının devam ettirilmesi hususunda hemfikirler. Kapitalist devletlerin kriz döneminde burjuvaziye teşvik paketleri aracılığıyla aktardıkları trilyonlarca doların nasıl geri alınacağı, basılan yüz milyarca dolarlık karşılıksız paranın piyasadan nasıl geri çekileceği, bu uğurda yapılan harcamalarla ortaya çıkan devasa bütçe açıklarının nasıl kapatılacağı şimdilik muamma. Bu nedenle tüm burjuva iktisatçılar, krizden çıkış döneminde izlenecek bir “çıkış stratejisi”nin şimdiden hazırlanması gerektiğinde hemfikirler, ancak bu doğrultudaki planların asla derhal hayata geçirilmeyip, “krizin kesin olarak arkada bırakıldığından emin olmayı beklemek gerektiğini” de ekliyorlar. Son yapılan G-20 toplantısında da bu yönde temenni düzeyinde kararlar alıp, krizden çıkarken tüm ülkelerin eşzamanlı, koordineli ve aynı yönlü politikalar izlemeleri gerektiğinin altını çizdiler. Aksi tutumların en çok çekindikleri senaryolardan birine yol açacağından korkuyorlar: çift dipli bir kriz!
marksist tutum
“Battık, nasıl çıkarız?” Son dönemde burjuva iktisatçılar cephesinde “iyimser” yorumların artması, dünya ekonomisinin 2009 yılının ilk ve ikinci çeyreklerinde göreli bir toparlanma sergilediği izlenimini yaratma çabasından kaynaklanıyor. Özellikle ikinci çeyrek verilerini, reel ekonomide artık dibe doğru gidişin durduğu, dibe ulaşıldığı şeklinde yansıtmaya çalışıyorlar. Ne var ki, burjuva iktisatçıların bu tür iyimser yorumlarına rağmen, ekonominin hâlâ son derece kırılgan bir yapıya sahip olduğu apaçıktır. Keza, dünya finansal sistemindeki sorunlar, krizin ayyuka çıktığı Eylül 2008 öncesine göre hiç de daha az değildir. Başta IMF başkanı olmak üzere tüm etkili ve de yetkili burjuva iktisatçılar, finansal reformların çok yavaş ilerlediğinden şikâyetçiler. Dev finans tekellerinin gücü ve baskısı karşısında burjuva hükümetlerin çokça lafını ettikleri finans sektörünün kontrol altına alınmasına dönük tek bir ciddi adım bile atmamış olmaları hiç de şaşırtıcı değil. Bugüne dek tüm burjuva hükümetlerin yaptığı tek şey, emekçilerin boğazını daha da sıkarak elde edilen kaynakların dev tekellere aktarılmasından ibarettir. Dev finansal tekellere, sermaye aktarımı ve desteği, mevduat güvencelerinin artırımı, değersizleşen bilanço varlıklarının değer biçilerek satın alınmasıyla gösterilen kolaylıklar vb. yoluyla 11 trilyon dolar aktarılmış ve bu tekeller devletin koruyucu şemsiyesi altına alınmıştır. Emekçilerin daha da kötüleşen yaşam koşulları pahasına gerçekleştirilen bu kurtarma ve destekleme operasyonları, finans devlerinin borsa değerlerini tekrar yukarıya doğru çıkarmaya yaramıştır şüphesiz, ama bunun aynı zamanda yeni finansal balonlar, devasa borçlar ve büyük bütçe açıkları anlamına geldiğini de unutmayalım! ABD’deki kimi finans analistleri, yalnızca 2009 yılı içinde iflas edip kapanan 94 bankanın yanı sıra önümüzdeki kısa vadede 150 ilâ 300 bankanın daha iflas edeceğini öngörüyorlar. Güvensizlik ve belirsizlik ortamı, finans kuruluşlarının gerek birbirlerine gerek sanayi kuruluşlarına gerekse de tüketiciye kredi açmakta son derece ürkek davranmalarına yol açıyor. Merkez Bankalarının ileri kapitalist ülkelerde faizleri yüzde 0’a çok yakın bir seviyeye çekmiş olmalarına rağmen kredi talebinde hâlâ bir canlanma yok. Tüketimin, üretimin ve yeni yatırımların canlanmasının önündeki en büyük engeller “talep yetersizliği”, yani emekçi kitlelerin satın alma gücündeki muazzam düşüş ve kâr oranlarının dibe vurmasıdır. Bu derin kriz mutlak yoksullaşmayı çok daha geliştirip derinleştirmiştir. 1929 Krizinden bu yana yaşanan en büyük kapitalist kriz, yine 1929’dan bu yana görülmedik bir işsizlik ve yoksullaşma dalgasını da beraberinde getirmiştir.
15
marksist tutum
İşsizlik tüm dünyada artmaya devam ediyor. Resmi işsizlik oranları Japonya’da yüzde 6’ya, ABD ve AB’de yüzde 10’a, Türkiye’de yüzde 15’e yaklaştı. OECD ülkelerinde krizden kaynaklı olarak işini kaybeden işçilerin sayısı şimdilik 15 milyon ve bunun 2010 yılında 25 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Öte yandan, kimi aylarda düşen işsizlik oranları bile yanıltıcı, çünkü kapitalist krizden ötürü iş bulma umudunu giderek yitirenler işsiz olarak görülmüyorlar! İşsizlik oranlarına değil de istihdam edilen işçi sayısına baktığımızda bu durum açıkça ortaya çıkıyor; istihdam edilen işçi sayısı durmaksızın düşüyor. Türkiye’de son bir yıl içerisinde 500 bine yakın sanayi işçisi kapı önüne konmuş durumda. Bu yıl Mart ayından Hazirana dek imalat sanayiinde belli bir üretim artışı olmasına karşın, aynı dönemde istihdam azalmaya devam etmiş! Burjuva iktisatçılar, işsizlikteki bu artışın en az bir buçuk yıl daha süreceğini ve ancak 2011’den itibaren istihdam artışının sağlanabileceğini söylüyorlar. Benzer şekilde yoksullaşma da artmış ve artmaya devam etmektedir. ABD’de kişi başına milli gelir son 40 yılın en büyük düşüşünü kaydederek 2000 dolar azalmıştır. Türkiye’de de son bir yılda kişi başına milli gelir 1400 dolar düşmüş durumdadır, ve bu rakam ABD’dekine göre oransal olarak çok daha büyük bir kaybı temsil etmektedir! Durum buyken, burjuva hükümetler kendilerinden beklendiği üzere, dev tekellere yeni kaynaklar aktarmak ve devasa boyutlara ulaşan bütçe açıklarını dengelemek amacıyla, emekçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirecek, onların alım gücünü daha da düşürecek, dolaylı ve doğrudan vergileri daha da arttıracak, kamu hizmetlerini daha da kısacak düzenlemeleri hayata geçirmeyi planlıyorlar. Bu koşullarda tüketimin ve dolayısıyla üretimin belirgin bir canlanmaya girmesini beklemek hamhayaldir. Tablo bu olunca iktisatçılar, krizden nasıl bir çıkış beklendiği üzerine hayli ateşli tartışmalar yürütüyorlar. 1987’deki borsa çöküşünü tahmin etmesiyle ünlenen Marc Faber, gerçek bir çöküşün halen yaşanmadığını, borsada bir ilâ bir buçuk yıllık bir yükseliş beklediğini ve bunun ardından sistemi “temizleyecek” gerçek bir çöküş yaşanacağını düşünüyor. En iyimser uçta yer alan kimi kapitalistler ise V şeklindeki bir çıkışı öngörüyorlar; onlara kalırsa, ekonomi hangi hızla dibi bulmuşsa aynı şekilde yukarı çıkacaktır. Olağan periyodik kapitalist krizlerden klasik çıkış tarzı belki böylesi bir benzetmeyle anlatılabilirse de, bu senaryonun bu sefer gerçekleşmeyeceği açıktır. Her şeyden önce de bugün yaşanmakta olan kriz sıradan bir periyodik krizin çok ötesinde bir derinliğe ve yaygınlığa sahip olan bir küresel sistem krizi haline geldiği için! İleri ülkelerde bile yüzde 15’lere varan devasa bütçe açıklarıyla, emperyalist ülkelerde GSYH’nin yüzde 240’ına varan inanılmaz boyutlardaki kamu borçları düzeyleriyle, aşırı-üretim sorunuyla ve azalan kâr oranları şeklindeki tarihsel eğilimle kapitalizmin nefesi tıkanmış bulunmaktadır. Kimi sektörlerde, yüzde 30’ları aşan bir aşırı
16
Ekim 2009 • sayı: 55
üretim potansiyelinden bahsedilmektedir (kapitalistler buna aşırı-kapasite ya da kapasite fazlası diyorlar). Örneğin, Business Week dergisinin verdiği rakamlara göre, otomotiv sanayii her yıl 94 milyon motorlu araç üretme kapasitesinde olmasına rağmen bu doğrultudaki talep 60 milyon civarındadır, yani 34 milyon araçlık bir fazladan üretim potansiyeli söz konusudur ki, bu da yaklaşık 100 otomotiv fabrikasının üretimine denk düşmektedir. ABD otomotiv sektörünün tekrar kârlı hale gelebilmesi için Kuzey Amerika’daki 53 fabrikadan yaklaşık 12 tanesinin kapatılması gerektiğinin hesaplandığını aktarıyor Business Week. Bir diğer araştırma, dünya ortalaması olarak ekonomik yükseliş dönemlerinde maksimum kapasite kullanımının yüzde 80’le sınırlı kaldığını, bu oranın kriz dönemlerinde yüzde 65’lere kadar düştüğünü ortaya çıkarıyor. Demek ki, insanlığın üretici güçlerinin yüzde 20 ilâ 35’i, atıl durumda tutulmakta, bu potansiyel kapitalistler tarafından heba edilmektedir. Durum buyken, işleri bu noktaya getiren sürecin işçi-emekçi cephesinde yarattığı muazzam yıkım önemli ölçüde telafi edilmeden, kâr oranlarını yeniden yukarıya çekecek ciddi teknolojik atılımlar sağlanmadan ya da üretici güçlerin devasa bir tahribatına yol açmadan bu krizden hızlı bir toparlanmayla çıkış mümkün olmayacaktır. Bu nefessizliğin emperyalist savaş yangınını daha da körükleyecek olmasını da unutmamamız gerekiyor. Bu koşullarda, krizden şu ya da bu tempoyla (ister V ister U şeklinde olsun) çıkılmasından değil de, en iyi ihtimalle kısa ve cılız bir canlanma evresinin ardından uzun ve sancılı bir durgunluk dönemine saplanılıp kalınmasından, yani depresyondan resesyona (durgunluk) geçişten, krizin bu anlamda devam edeceğinden bahsetmek çok daha mümkün görünüyor. Büyük kapitalist ekonomilerin yüzde 1-2’lik büyüme öngörüleri aslında tam da bu resesyon sınırlarında kalınacağı anlamına geliyor. 1989’daki çöküşten sonra Japon ekonomisinin tüm 90’lı yıllar boyunca içine sürüklendiği durum, bugüne de belli ölçülerde ışık tutabilir. Önemli bir farkla ki, bu kez söz konusu olan, birkaç istisnasıyla tüm dünya ülkelerini kapsayan bir resesyon olacaktır. Bunun anlamı ise önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin keskinleşme dinamiklerinin devam ediyor olacağıdır. Kapitalist sistem 1970’lerden bu yana ekonomik canlanmaların kısa, gerileme ve durgunluk dönemlerinin ise uzun sürdüğü bir tarihsel gidişat sergilemektedir. Krizleri yapay yöntemlerle atlatmaya dönük girişimler daha da büyük krizlerden, keskinleşen emperyalist rekabetten, kızışan hegemonya yarışı ve yayılan emperyalist savaşlardan başka bir şey üretmiyor. İşçi sınıfının cephesinde ise, derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksullaşma, kronik işsizliğin daha da boyutlanması, sefaletin artışı anlamına geliyor. Komünistlerin görevi, kapitalizme bir kez daha yaşam şansı vermemek için, krizin mayalandırdığı devrimci dinamikleri canla başsla örgütlü mücadele kanalına akıtmak için seferber olmaktır.
Özel Mülkiyet Ne Ezelidir Ne de Ebedi! İlkay Meriç
Ö
zel mülkiyetin kutsayıcıları yüz yıllardır aynı yalanları tekrarlayıp dururlar: “İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi mülkiyete olan tutkusudur. İnsan; parayı, mal ve mülkü seven bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsan ihtiyaçlarından ziyade insan isteklerinin sınırsız olması nedeniyle insanoğlunun para, mal ve mülk sevgisi hiçbir zaman yok olmaz.” Mülk sahibi sınıfların, bilimadamı, filozof, din adamı, ekonomist vb. kılığındaki ideologları, şaşırtıcı derecede ilkel ve bilimdışı argümanlarla, özel mülkiyeti emeğin doğal ürünü ve tanrının bir lütfu olarak kutsayıp, onun “insan doğası” nedeniyle asla ortadan kalkamayacağını kanıtlamaya çalışırlar. Onlara göre, özel mülkiyet insanı daha fazla çalışmaya sevk eden bir tutkudur! İnsanlığın şimdiye dek tanık olduğu tüm sınıflısömürülü toplumlarda, egemen sınıflar, emekçileri mevcut sömürü sisteminin ebedi ve ezeli olduğuna ikna etmek için bu tür safsataları hâkim kılmaya çalıştılar. Burjuvazi de bu konuda kendinden önceki mülk sahibi egemen sınıfların takipçisi oldu. Komünizmi karalamaya, işçileri ve yoksul köylüleri kapitalist sömürü sisteminin devamına ikna etmeye çalışan burjuvazi sıkça şu yalana da başvurmaktadır: “Komünistler özel mülkiyete karşı olduklarından evinizi, mülkünüzü elinizden alacaklar!”
Peki özel mülkiyet gerçekten de, insan doğasının değişmez bir ürünü müdür? Ezeli ve ebedi midir? İnsanın kendi emeğinin meyvesi midir? İnsanı daha fazla çalışmaya sevk eden bir tutku mudur? Özel mülkiyetin ortadan kalkması özgürlüğe engel mi olur? Ve komünistlerin karşı oldukları “özel mülkiyet”, insanların oturdukları ev, kullandıkları otomobil vb. midir? Konuyu daha açık hale getirmek için, önceliği son soruyu yanıtlamaya verelim ve ardından diğer sorulara geçelim. Özel mülkiyetin kaldırılması dendiğinde, işçilerin ezici bir çoğunluğunun aklına, sahip oldukları ya da olmak istedikleri tüketim nesnelerinin (ev, otomobil vb.) ellerinden alınması gelir. Bunun sebebi kuşkusuz onlara burjuvazi tarafından böyle belletilmiş olmasıdır. Oysa komünistlerin ortadan kaldırılması gerektiğini savundukları özel mülkiyet, üretim araçları (yani toprağın, madenlerin, fabrikaların, makinelerin, binaların, kitle ulaşım ve iletişim araçlarının vb.) üzerindeki özel mülkiyettir. Nasıl ki mülk sahibi sınıflar dendiğinde akla üretim araçlarına sahip olan sınıflar geliyorsa, özel mülkiyet dendiğinde de bundan üretim araçlarının özel mülkiyetinin kastedildiği anlaşılmalıdır. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “komünistlerin son vermek
17
marksist tutum
istediği mülkiyet, toplumun çoğunluğunun sömürülmesine ve tahakküm altına alınmasına temel oluşturan, üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyet yani sermayedir. (…) Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, komünistlerin, bireylerin yaşam araçları (tüketim nesneleri) üzerindeki kişisel mülk edinme hakkını ortadan kaldırmak gibi bir düşünceleri asla olmamıştır ve olamaz da. Tersine komünist mücadelenin amacı, bir avuç ayrıcalıklı azınlığın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine son vererek, tüm çalışan insanların arzuladıklarına (ev, bark, sağlık, insanın mutluluğu doğrultusunda planlanmış günün yaşam koşulları neyi gerektiriyorsa onların hepsi) sahip olmalarını sağlamaktır.”1
Özel mülkiyet insan doğasının bir ürünü müdür? Bu soruya evet yanıtı verenler, özel mülkiyetin insanın ortaya çıkışından bu yana var olan bir olgu olduğunu öne sürüyorlar. Oysa bilimsel veriler bunun hiç de doğru olmadığını inkâr edilemez bir şekilde kanıtlıyor. Bilimsel araştırmalar, ilk insanların evrimleşmelerinin üzerinden yaklaşık 2 milyon yıl, bu evrimleşme sürecinin modern insan durağına ulaşmasının üzerindense 130 bin yılı aşkın bir süre geçtiğini tespit ediyor. Oysa bu uzun tarihsel yolculukta, bir sömürü aracı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkışı günümüzden ancak 3-4 bin yıl kadar geriye gidiyor. Nkü insanın atasın Özel mülkiyet, burjuva ideologların iddia ettikleri gibi ezeli bir olgu değildir. İnsan türünün avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdürdüğü 2 milyon yıl boyunca ne özel mülkiyet, ne sınıflar, ne sömürü, ne de devlet vardı. Avlanan ve toplanan her şey gibi, üzerinde yerleşilen ve işlenen toprak da topluluğun kolektif mülkü oluyordu ve aralarında herhangi bir sınıfsal faklılık bulunmayan topluluk üyeleri eşit ve özgürdüler. Yabanıllık ve barbarlık aşamaları boyunca geçerli olan bu ilkel komünizm dönemi, günümüzden yaklaşık 6 bin yıl önce uygarlığa geçişle birlikte değişmeye başladı. Daha önce, toplananın ve avlananın topluluğun yaşamını sürdürmeye ancak yettiği ve fazla ürünün birikmesi için uygun bir nesnel zeminin olmadığı bir yaşam söz konusuyken, tarıma geçilmesi ve yeni üretim araçlarının keşfedilmesi insanlık tarihinde çığır açıcı bir etki yarattı. Bu sayede insan toplulukları, hayatlarını idame ettirebilecekleri kadarından daha fazlasını üretebilir hale gelmişlerdi. Bu da belli bir artı-ürünün ve buna el koyan bir sömürücü sınıfın ortaya çıkmasına yol açtı. Üretimi gerçekleştiren doğrudan üreticilerin, yani emekçilerin ürettiği artı-ürün, Asyatik toplumlarda despotik devlet, köleci toplumlarda köle sahipleri, feodal toplumlarda feodal beyler, kapitalist toplumda ise burjuvazi tarafından gasp edildi. Genel olarak Asyatik toplumlar hariç, diğerlerinde, başta toprak olmak üzere üretim araçları bu egemen sömürücü sınıfların özel mülkiyeti haline
18
Ekim 2009 • sayı: 55
getirildi.2 Bundan böyle esas olan, topluluğun ya da komünün çıkarları değil, efendinin, beyin, patronun çıkarları olacaktı ve üretim bu egemenlerin çıkarları doğrultusunda yapılır hale gelecekti. Demek ki, özel mülkiyet insan toplumlarının tarihinin ancak küçük bir diliminde karşımıza çıkıyor. On binlerce yıl boyunca komünal bir yaşam sürdüren insan toplulukları, bu süre boyunca özel mülkiyet denen şeye ihtiyaç duymadılar. Sayısız araştırmanın gösterdiği sonuçlar gibi, Amerikan yerlileri üzerinde araştırma yapan John Heckewelder’in 1762’deki gözlemleri de, ilkel komünist toplumdaki “insan doğası”nın, mülk sahibi sınıfların iddialarının tam tersi olduğunu kanıtlıyor: “Yerliler, büyük ruhun dünyayı ve üzerindeki her şeyi insanlığın ortak malı olması için yarattığına inanırlar. Büyük Ruh bir ülkeyi bolluk ve bolca av hayvanı ile donattığında onun bunu birkaç kişi için değil tüm insanların yararlanması için yapmış olduğuna inanılır. Kara üzerinde her ne yaşıyorsa, dünya üzerinde her ne yetişiyorsa, çaylar ve ırmaklarda her ne varsa bunlar ortaklaşa bütün insanlara bağışlanmıştı, herkesin bundan pay almaya hakkı vardı.”3 İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür. Kapitalist toplumda yaşayan insanın, kendisine egemen sınıf tarafından aşılanan ve bizzat yaşayarak gördüğü şeyleri, kısacık yaşamı ve buna eklenen bilgisizliği nedeniyle ezeli ve ebedi gerçek olarak görmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ancak biraz sorgulayan ve doğruyu bulmaya çalışan birine, bilimsel gerçekler, toplumsal anlamda değişmez bir insan doğasının olmadığını gösterecektir. “İnsanın doğası yoktur, tarihi vardır” sözü bu gerçekliği veciz biçimde ifade eder. Toplumsal anlamda bir insan doğası arayışına çıkılacaksa eğer, bulunacak şeyin insanlık tarihinin çok küçük bir dönemine hâkim olan özel mülkiyet olamayacağı çok açıktır.
Özel mülkiyet olmazsa insanlar çalışmaz mı? Burjuvazi ve ruhlarını ona satan ideologlar güruhunun bir iddiası da, özel mülkiyetin lağvedilmesinin çalışmanın durmasına ve tembelliğin kök salmasına yol açacağıdır. Bu iddia burjuvazinin yüz yıllardır dillendiregeldiği bir safsatadan ibarettir ve bundan 160 yıl önce Komünist Manifesto’da şöyle çürütülmüştür: “Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağı ve genel bir tembelliğin kök salacağı itirazı öne sürülüyor. Ona bakılırsa, burjuva toplumun aylaklık yüzünden çoktan yerlebir olması gerekirdi; çünkü çalışanlar hiçbir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenler ise çalışmıyorlar.” (Komünist Manifesto) Kapitalist toplumda işçiler, özel mülkiyet yani sermaye sahibi olmak için değil yaşamlarını sürdürebilmek için çalışırlar. Ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, patronların sahip oldukları fabrikalara, çiftliklere, şirketlere sahip olamaya-
sayı: 55 • Ekim 2009
marksist tutum
caklarını bal gibi biBurjuvazinin tülirler. Onları daha müyle kendi çıkarfazla çalışmak zoları için çarpıtarak runda bırakan şey, ileri sürdüğü bir sav burjuvazinin iddia daha bulunuyor. Bu ettiği gibi “özel mülda, “insanın doğası kiyet tutkusu” değil, gereği” kendi malıçocuklarının ve kennı daha iyi koruyup dinin karnını doyugözetmesi, başkasırabilmek ve biraz nın malına kendisidaha rahat yaşayaninkine gösterdiği bilmek isteğidir. hassasiyeti gösterBugün eğer çalışma memesidir. süreleri 12 saati aşıDolayısıyla denmek yorsa örneğin, bu, isteniyor ki, insanlıişçinin daha fazla ğın yarattığı zenginçalışmak istemesinlik ancak bir özel den değil, çalışmayı reddederse kapının önümülkiyet tutkusu, dürtüsü olursa muhafaza İşçilerin canları ne konacağını bilmesindendir. Onu aşırı fazla edilebilir, geliştirilebilir. Aksi takdirde ziyan pahasına harcadıkları yoğun mesailere boyun eğmeye zorlayan şey, son deolur gider. Peki gerçekten böyle midir? emek, onları ne rece düşük ücreti ve işsiz kalma korkusuyken, İnsanoğlunun kolektif olarak üretip kolekfabrika sahibi, ne patronu buna zorlayan şey, işçiyi daha fazla tif olarak tükettiği on binlerce yıl boyunca, çiftlik sahibi, ne sömürerek daha fazla kâr etme arzusudur. komünün yaşamını sürdürebilmesi için kullade dev tekellerin Burada bir “tutku” varsa eğer, bunun işçinin nılan tüm üretim araçları komünün ortak sahibi yapmaya “özel mülkiyet tutkusu” değil kapitalistin “kâr malı olmuş ve herkes bunları gayet doğal bir yetmektedir. tutkusu” olduğu açıktır. güdüyle korumuştur. Ancak ne zaman ki sıÇünkü bu yoğun Çalışmak insan için onu var eden doğal nıflar ve özel mülkiyet olgusu ortaya çıkmış, o emeğin küçük bir bir faaliyet olduğu halde, sınıflı-sömürülü kısmının karşılığını andan itibaren iş değişmeye başlamıştır. toplumlarda ve özellikle kapitalizmde çalışma, Toplumun kolektif mülkiyetini gasp ederek ücret olarak aldıktan sonra, mülk sahibi sınıfların emekçiyi ezip öğüten kendi özel mülkiyeti ya da Asyatik toplumlargerisini patrona dışsal bir dayatması haline getirilmiştir. da olduğu gibi emekçilerden tümüyle uzak bahşetmektedir Böylece emekçi kendi emeğine yabancılaştırılbir devletlûlar sınıfının mülkiyeti haline getimış, çalışma onun için bir zül haline gelmiş- “yüce gönüllü” işçi! ren sömürücü egemen sınıflar, mülksüz emektir. İşte geleceğin sınıfsız toplumunda ortadan çilere, “mülkiyet benim olsun ama siz kendikalkacak olan şey tam da çalışmanın bu sömürücü ve yanizinmiş gibi koruyun” demeye başlamışlardır. İnsanlarbancılaştırılmış niteliğidir. O toplumda emekçiler kendi dan kullanma haklarının bulunmadığı, ondan hiçbir şeemekleri üzerinde mutlak bir denetim sahibi olacakları kilde faydalanmadığı bir mülkü korumasını beklemek aniçin, çalışma bir dayatma, bir külfet olmaktan çıkıp doğal cak sömürücü sınıflara mahsus bir kurnazlıktır. Evet insan bir alışkanlık ve zevk haline gelecektir. kendi malını daha iyi koruyup gözetir, ve tam da bu yüzÖzel mülkiyet, yani sermaye düzeni ortadan kalktığınden dünyadaki her şey tüm insanlara ait olmak zorundada insanlar hiç de ölesiye çalışma ihtiyacı duymayacaklar. dır ki, insan soyu ve kapitalizmin yok olma aşamasına geÇünkü insanları aşırı çalışmaya zorlayan bu sömürü düzetirdiği gezegenimiz korunup gözetilsin ve yok olmaktan nidir. İşçi sınıfı, bu sömürü düzenini ortadan kaldırıp, kurtulabilsin! burjuva asalakların kendisinden gasp ettiklerini kolektif olarak geri aldığında, dünya üzerindeki tüm emekçiler, Özel mülkiyet insanın kendi emeğinin gelecek kaygısı olmadan, ben ölürsem çocuklarıma ne meyvesi midir? olur diye düşünmeden, hayatın zevkini çıkararak yaşama olanağına kavuşmuş olacaklar. İşte burjuvazinin ödünün Köleci, feodal ve kapitalist toplumların sömürücü sıkoptuğu şey tam da budur. O, işçinin mümkünse 24 saanıfları, varlıklarını sürdürebilmek için üretim araçları üzetini artı-değer üretmek için kullanmasını ister. İşçinin burindeki özel mülkiyetin mevcudiyetini sürdürmek zorunnun dışında geçirdiği tüm süreyi kendisinden çalınmış bir daydılar. Bunu yapabilmek içinse, üretim araçlarından zaman olarak görür. Bu yüzden de işçiye “daha fazla yoksun olan kitleleri özel mülkiyetin kutsallığına ve çalıçalışma”yı kabul ettirebilmek için türlü yalanlara başvuşan herkesin buna sahip olabileceğine ikna etmek dururur. mundaydılar. Özel mülkiyetin insanın kendi emeğinin
19
marksist tutum
Ekim 2009 • sayı: 55
Bu toplumda, kendisini “mülkiyetinin mutlak efendisi” sanan küçükburjuvazinin durumu da işçi sınıfından daha parlak değildir. Burjuvazi üretim araçlarını merkezileştirip mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırırken, milyonlarca küçükburjuva iflas girdabına sürüklenip proletaryanın yani mülksüzlerin saflarına katılmaktadır. Üstelik yaşanan her ekonomik kriz bu girdabın çapını ve derinliğini inanılmaz derecede büyütmektedir.
meyvesi olduğu safsatası da bu ikna faaliyetinin temel argümanı olarak ileri sürüldü ve halen sürülmekte. Halbuki, istisnalar bir yana, ne patronlar çalışarak mülk sahibi olmuşlar ne de işçiler çalışarak mülk sahibi olabilmektedirler. Üretimin toplumsal bir faaliyet olarak yapıldığı bu toplumda, kapitalist, aslında tüm toplumun malı olması gereken üretim araçlarını bireysel olarak mülk edinirken, onun “özel mülkünde” ter akıtarak üretim yapanlar işçilerdir. Ancak işçilerin canları pahasına harcadıkları yoğun emek, onları ne fabrika sahibi, ne çiftlik sahibi, ne de dev tekellerin sahibi yapmaya yetmektedir. Çünkü bu yoğun emeğin küçük bir kısmının karşılığını ücret olarak aldıktan sonra, gerisini patrona bahşetmektedir “yüce gönüllü” işçi! Demek ki, içinde yaşadığımız sömürü düzeninde “özel mülkiyet”e, yani sermayeye sahip olmak için, “çok çalışıp emek harcamak” değil, yaşamak için işgüçleri dışında satacak hiçbir şeyleri olmayan işçilerin emeğini sömürmek gerekmektedir. Sermayenin yegâne varlık koşulu budur. Sömürecek emek bulamayan sermaye, emecek kan bulamadığı için ölmeye mahkûm vampir yarasadan farksızdır. Komünistlerin ortadan kaldırmak istedikleri şey de işte bu kan emici düzendir: “Ücretli emeğin ortalama fiyatı, asgari ücret, yani emekçiyi bir emekçi olarak yaşatmak için mutlaka gerekli geçim araçları miktarıdır. Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içerisinde emekçinin salt sermayeyi arttırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektir-
20
diği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.” (Komünist Manifesto)
Özel mülkiyetin olmadığı yerde özgürlük yok mudur? Mülkiyetin ortadan kaldırılmasının özgürlüğe ket vuracağı iddiası, burjuvazinin yalanlar silsilesinin bir başka durağıdır. Oysa gerçekte özel mülkiyet toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı açısından kölelik prangasından başka bir anlama gelmemektedir. Üretim araçlarının bir avuç asalağın elinde toplandığı ve onların özel mülkü haline geldiği kapitalist sistemde, özgürlük, parababalarının sömürme, talan etme, köleleştirme özgürlüğünden öte bir anlam taşımamaktadır. Yani burjuvazinin özgürlük dediği şey, işçi sınıfı için ücretli kölelikten başka bir şey değildir. Burjuvazinin özgürlüğünün başladığı yerde, proletaryanın özgürlüğü daha baştan sona erer. Burjuvazinin özel mülkiyete methiye nutuklarını sıkça süsleyen “her birey kendi kişiliğinin ve mülkiyetinin mutlak efendisidir” (Locke) sözü de tam bir palavradan ibarettir. Bu toplumda, özgür denen işçi ne mülkiyete sahiptir ne de varlığının ve kişiliğinin efendisidir. Yaşamının her anı sermaye tarafından cendereye alınmıştır. Çalışmak istediği alanda değil iş bulduğu alanda, çalışmak ve yaşamak istediği yerde değil iş bulduğu yerde, çalışmak istediği ücrete değil patronun verdiği ücrete çalışmak zorundadır. Ve bu zorunluluk işçinin tüm özgürlüğünü elinden alıp onu ücretli köle haline getirir. Bu toplumda, kendisini “mülkiyetinin mutlak efendisi” sanan küçük-burjuvazinin durumu da daha parlak değildir. Burjuvazi üretim araçlarını merkezileştirip mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırırken, milyonlarca küçükburjuva iflas girdabına sürüklenip proletaryanın yani mülksüzlerin saflarına katılmaktadır. Üstelik yaşanan her
sayı: 55 • Ekim 2009
ekonomik kriz bu girdabın çapını ve derinliğini inanılmaz derecede büyütmektedir. Komünist Manifesto’nun veciz ifadeleriyle: “Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu iddia edilir. Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hâlâ da gün be gün yok etmektedir.” Ve sonuçta, kendisini “mülkiyetin mutlak efendisi” olarak gören zavallı küçükburjuva, mülksüzlüğün çıplak kralı haline gelmektedir. Özel mülkiyet, kâra endeksli üretim anlayışının doğal bir sonucu olarak üretici güçlerin gelişiminin önünde devasa bir engele dönüştüğü gibi, propaganda edilenin aksine, her türlü özgür yaratıcılığın da önüne dikilen koca bir engel haline gelmiştir. Sanattan bilime her alanda, “özgür yaratıcılık” sermayenin emrine amade, “sipariş usulü yaratıcılığa” dönüşmüştür. Kapitalizmin yüzlerce yıllık geçmişi döne döne şunu gösteriyor: Özel mülkiyet, işçi sınıfı için özgürlüğün önündeki başlıca engeldir ve bu engel onun bilinçli müdahalesiyle ortadan kaldırılmadıkça özgürlükten hiçbir anlamda söz edilmesi mümkün olmayacaktır.
Özel mülkiyet ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir! Tarihsel koşullar değiştikçe, bütün mülkiyet ilişkileri de tarihsel değişmelere uğramışlardır. Özel mülkiyetin olmadığı ilkel komünal toplumlar, uygarlığın Batı tipi gelişim çizgisini izlediği toplumlarda yerini köleci mülkiyete bırakmış, yüzyıllar sonra bu mülkiyet biçiminin yerini feodal mülkiyet almış ve birkaç yüzyıl sonra onun yerini de burjuva mülkiyet almıştır. Doğu tipi gelişim çizgisini izleyen Asyatik devletlerin binlerce yıllık varlıkları da kapitalizmin dünya ölçeğindeki gelişimiyle dıştan etki ve müdahale sonucu ortadan kalkmıştır. Ama burjuvazinin bu eskimiş mülkiyet ilişkilerini yerle bir ettiği silahlar, sonrasında dönüp burjuvaziye çevrilmiştir. Çünkü, “Burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir: modern işçi sınıfını, yani proleterleri!” Komünist Manifesto’nun, yıkılmasının kaçınılmazlığını çarpıcı bir şekilde gösterdiği kapitalizm, üretimin insan ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı bir sistemdir. Bu sistem işçi de dâhil olmak üzere her şeyi alınıp satılabilen bir meta haline getirmiştir. Bunun yanı sıra, üretilen en basit metada bile yüzlerce işçinin emeği gizlidir. Bu üretimin toplumsallaşması demekken, üretim araçları sermaye sahiplerinin özel mülkiyetinde kalmaya devam etmektedir. Kapitalizmin temel çelişkisi
marksist tutum
işte budur ve bu çelişki üretici güçlerin gelişimi önünde devasa bir engel teşkil etmektedir. Ancak bu çelişki, onun sonunu da hazırlamaktadır: “Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, kapitalist kabuk ile bağdaşamaz hale gelir. Bu bağdaşmazlık patlayarak paramparça olur. Kapitalist özel mülkiyetin matem çanı çalar. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”4 Söz konusu çelişkiyi, gelişmenin önünde en büyük engel haline gelen özel mülkiyet engelini kaldırarak bizzat proletarya çözecektir. Proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirerek özel mülkiyeti ortadan kaldırmasıyla birlikte, üretici güçlerde muazzam bir sıçramanın yaşanacağı açıktır. Bu, dünya üzerindeki herkesin gereksinimlerinin karşılandığı bir bolluk toplumunun yani komünizmin insanlık tarihine gözlerini açmasını da sağlayacaktır aynı zamanda. Burjuvazi, proletaryanın özel mülkiyeti tarihin karanlığına gömeceği gerçeğini yüzüne haykıran komünistlere ateş püskürüyor. Ama öfkeden çıldırsa da onu bekleyen son kaçınılmazdır ve komünistler bunu onun yüzüne haykırmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerdir. Burjuvazi, proletaryanın özel mülkiyeti tarihin karanlığına gömeceği gerçeğini yüzüne haykıran komünistlere ateş püskürüyor. Ama öfkeden çıldırsa da onu bekleyen son kaçınılmazdır ve komünistler bunu onun yüzüne haykırmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerdir: “Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır; birkaç kişi için var oluşu, tamamıyla, bu onda dokuzun ellerinde var olmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığının zorunlu koşulu toplumun büyük bir çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette; bizim niyetimiz de zaten budur.” (Komünist Manifesto)
_________________________ 1
Elif Çağlı, Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi, MT, Eylül 2007
2
Uygarlığın Doğu tipi gelişim çizgisinde özel mülkiyet gelişmemiş, dolayısıyla sınıflı topluma geçiş de özel mülkiyet temelinde değil kolektif devlet mülkiyeti temelinde gerçekleşmiştir. Ortaya çıkan ve binlerce yıl değişmeden varlığını koruyan Asyatik despotik devletlerse, ancak kapitalizmle temas edince çözülmeye başlayıp yıkılmaya mahkûm olmuşlardır. Daha ayrıntılı bir okuma için bakınız: Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, “Devlet Olgusunun Tarihsel Serüveni”.
3
akt. Mick Brooks, Tarihsel Materyalizmf, www.marksist.com
4
Marx, Kapital, c.1
21
Sel Değil İ Kapitalizm Felâketi!
stanbul ve çevresi bir haftadır kelimenin gerçek anlamıyla bir felâketle karşı karşıya kaldı. Yaşanan selin ardından 33 emekçi yaşamını yitirdi, 3 kişi kayboldu, binlerce insan ölüm tehlikesi geçirdi, çok sayıda ev, işyeri, hektarlarca tarım arazisi ve pek övünülen otobanlar sular altında kaldı. Burjuva muhalefet partileri gerekli önlemleri almayan AKP’yi tek suçlu ilan ederek siyasi rant peşinde koşmakla meşgulken, hükümet ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi sanık sandalyesine “dere yataklarını işgal eden tedbirsiz cahil vatandaşlar”ı oturttu. Burjuva medya ise olaya “ihmal” penceresinden bakarak suçlu arama peşinde: İhmalkâr halk, ihmalkâr belediye, ihmalkâr yöneticiler! Ama asla, sermaye, onun dizginsiz kâr hırsı ve bu temele oturan sömürü düzeni yok suçlu listelerinde. Medyasıyla, siyasetçisiyle, bürokratıyla düzen sözcülerinin ve kurumlarının gerçek suçluyu ağızlarına almaları elbette beklenemezdi. Oysa gerçek suçlu bir kez daha çırılçıplak karşımızda duruyor: Kapitalizm! Patronlarının yük olarak görüp, servis niyetine, mal taşıdığı araca tıkıştırdığı 7 kadın tekstil işçisinin cansız bedenleri, kulakları sağır, gözleri kör olmayanlara gerçek suçlunun adını haykırıyor. TIR sürücüsü işçilerin cesetleri, bağır bağır bağırarak aynı suçluyu işaret ediyor. İş bulduğu zaman en kötü koşullarda gece gündüz demeden çalışan ve dişinden tırnağından arttırdıklarıyla başını ancak dere yataklarında inşa edebildiği bir konduya sokabilen on binlerce emekçinin sular altında kalan evlerinden yükselttikleri çığlıklarsa yine o suçlunun, sermaye düzeninin, yani kapitalizmin duvarlarına çarpıp sönümleniyor. Bu sömürü sistemi yüzünden ne bugünü ne de yarını güvence altında olan milyonlarca işçi ve emekçi, en izbe, en sakat, en sağlıksız alanlarda yaşamaya mahkûm edilirken, seller, deprem-
22
sayı: 55 • Ekim 2009
ler, tsunamiler, dünyanın neresinde olursa olsun her daim emekçileri vuruyor. Ve bunun adına “doğal felâket” diyor burjuva sömürücüler sınıfı. Oysa açıktır ki, bu “doğa” tam da, emeği, toprağı, suyu, havayı sınırsızca sömürerek varlığını sürdürebilen kapitalizmin doğasıdır! Üzerine kârhanelerin kurulmadığı bir metre kare toprağa bile tahammülü olmayan, tüm kenti asfalt ve beton yığınına çevirip yağmuru çekecek toprak bırakmayan, altyapıyı ölü bir yatırım alanı olarak görüp mümkün olduğunca el atmayan, zenginleri konaklarda yaşatırken yoksulları izbelere tıkan bu sistemin “doğa”sıdır felâketleri yaratan; yoksa onun gazabına uğrayan yeryüzü doğası değil! Evet yağmur atmosferik bir olay olarak yeryüzü doğasının eseridir, ama onun kentlerde sele dönüşüp emekçileri yutması bizzat kapitalist sistemin yarattığı bir felâkettir. Başbakan, “size buraları yıkalım dediğimizde kızıyorsunuz, gelin TOKİ’den ev verelim dediğimizde olmaz diyorsunuz” diye azarlıyor, dere yataklarındaki evleri su ve çamur deryası altında kalan emekçileri. Sanki TOKİ’nin her tarafı dökülen üçüncü kalite evleri bile onlara bedava veriliyormuş gibi! Çevre Bakanıysa, koyun can derdindeyken mal derdinde olan kasap misali, “devletin mülkiyetindeki alanlardan başlayarak işgal edilen dere yataklarının belediyenin de yardımıyla boşaltılması gerekir” diyerek, sermayenin “yaşanan felâketi nasıl fırsata dönüştürürüz”ün hesabını yaptığını açığa vuruyor. Kendilerine sormak gerek: Boşalttığınız alanlardaki emekçileri nereye göndereceksiniz? On binlerce liraya ömür boyu borçlandırarak bir lütuf bahşedercesine adres gösterdiğiniz TOKİ konutlarına mı? Ya boşalttığınız bölgeleri ne yapacaksınız? On yıl önce ıslah ettik diyerek üzerini betonla kapatıp TIR parkı ve matbaa sitesi haline getirdiğiniz ve son felakette sular altında kalıp onlarca emekçinin canını alan Ayamama deresine yaptığınızı mı? Yoksul emekçileri, “neden bile bile oralara ev yaptınız” diyerek suçlu ilan ediyor sermaye cephesi hep bir ağızdan. Tıpkı, 30 kişinin sığabileceği teknelerde 300 kişiyle ölüm yolculuğuna çıkan göçmen işçileri “bile bile neden o teknelere biniyorsunuz” diye suçladıkları gibi. Tıpkı iş güvenliği önlemi alınmadan çalıştırılan işçileri “iş kazasına uğrayacağınızı bile bile neden çalışıyorsunuz o tersanelerde” diye suçladıkları gibi… Peki böylesine insanlık dışı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya razı olmayan işçilere, aç ve açıkta kalma özgürlüğünü kullanmak dışında bir alternatif sunuyor mu bu sistem? Yarattığı her bir felâket, insanlığın kurtuluşunun bu kanlı sömürü sisteminin yıkılmasına bağlı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu sistem insanlara sağlıklı ve güvenli bir barınma olanağı sağlamıyor. Bir milyar insanın açlık çektiği, yüz milyonlarca insanın işsiz olduğu, milyarların yoksulluk sınırında yaşadığı, en gelişmiş denilen ülkelerde bile milyonlarca insanın çöp karıştırarak sokaklarda süründüğü, sağlık ve sosyal güvencesinden yoksun bırakıldığı bu sistemde, çok açık ki insanlık için iş ve aş güvencesi
marksist tutum
bulunmamaktadır. Oysa insanoğlunun bugüne kadarki maddi ve zihinsel mirası tüm bu sorunları aşmak için fazlasıyla yetecek potansiyelleri yaratmış durumda. Bu potansiyelin fiiliyata geçmemesinin tek sorumlusu bu kapitalist düzendir. Meseleye daha dar bir anlamda, sadece parasal kaynak olarak baktığımızda bile tiksindirici bir manzara söz konusudur. Bugün dere yataklarındaki kondularda yaşamakta olan yoksul emekçilere sağlıklı, kalıcı ve güvenli bir barınma olanağı sağlamayan Türkiye’nin burjuva egemenleri, şimdilerde açığa çıktığı gibi, 11,7 milyar lirayı bu ülkenin ve diğer ülkelerin emekçilerini, yoksullarını katletmekte kullanılmak üzere Patriot füzelerine yatırmaktadır. İşte bu düzenin gerçek öncelikleri ve gerçek yüzü! Bugün dere yataklarındaki kondularda yaşamakta olan yoksul emekçilere sağlıklı, kalıcı ve güvenli bir barınma olanağı sağlamayan Türkiye’nin burjuva egemenleri, 11,7 milyar lirayı bu ülkenin ve diğer ülkelerin emekçilerini, yoksullarını katletmekte kullanılmak üzere Patriot füzelerine yatırmaktadır. İşte bu düzenin gerçek öncelikleri ve gerçek yüzü! Türkiye’de kırdan kente göç eden milyonlarca yoksul emekçi, barınma sorununu gecekondularla çözmeye çalıştılar. Barınma sorununa hiçbir çözüm getirmeyen tıkız Türkiye kapitalizmi, uzun yıllar boyu, hem maddi hem de siyasi istismar amacıyla buna göz yumdu. Böylece konut sorunu sanki kendi mecrasında bir çözüme kavuşuyormuş gibi görünüyordu. Ama “doğal afet” diye tevekküle davet edildiğimiz depremler, seller ve diğer doğa olaylarıyla ve “kentsel dönüşüm” gibi yıkım projeleriyle, sorunun hiç de çözülmemiş olduğu açığa çıkmaktadır. Aksine, yanlış üstüne yanlışın inşa edildiği sorun daha da içinden çıkılmaz girift bir hâl almıştır. Demek ki kondulaşma barınma sorunu için acil bir “çözüm” olarak başlangıçta bir işlev gördüyse bile bunun kalıcı bir çare olmadığı acı insani faturayla bir kez daha ortaya çıkmıştır. O halde yoksul emekçi kitleler için sistemin çatlaklarında, boşluklarında bireysel kurtuluş yolları aramak çare değildir. Ve aslında artık Türkiye kapitalizmi de gitgide gayrimenkul spekülasyonu alanında yeni ufuklara açıldığından ve yeni burjuvalaşan kesimlerin açlığı da doyurulmak isteneceğinden, gecekondulaşmaya göz yumulan eski günler çoktan geride kalmıştır. Bir bakıma deniz bitmiştir! Bu düzenden insanların en temel sorunlarına bile genel ve kalıcı çözümler beklenemeyeceği bir kez daha açığa çıktığına göre, çare bunu kendi ellerimizle gerçekleştirmektir. Bunun yolu da bu düzene karşı örgütlü mücadeleden geçiyor! Herkese parasız, güvenli ve sağlıklı barınma için örgütlü mücadeleye! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
23
Ulusal Sorun
UKKTH Nedir, Bu Hakkı N 1- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelde ayrı devlet kurma hakkıdır Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun kendi siyasal kaderini kendi iradesiyle belirleyebilmesi anlamına gelir. Bu hakkın tanınması, farklı ulusların zorla içinde tutuldukları bir siyasal bütünden ayrılmasının ve kendi bağımsız ulus-devletini kurmasının kabulünü içermelidir. Ulus-devlet, kapitalizm döneminin bir ürünü olduğundan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihsel açıdan özünde burjuva demokratik bir siyasal haktır. Proletaryanın devrimci programı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığını söylemekle yetinmez. Çünkü burjuvazi de, siyasal içeriğinin iyice boşaltılması koşuluyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından söz edebilir. O nedenle, bu hakkın tanınmasına bağlı olarak şu hususlarda bir mücadele de yürütülmelidir: Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılması, Ayrılma hakkının fiilen kullanılıp kullanılmayacağına karar vermenin ezilen ulusun sorunu olduğunun savunulması, Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savunan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesi, Ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılması.
2- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı günümüzde de önemini korumaktadır Kapitalizm eşitsiz ekonomik gelişmeye dayanır ve dünya üzerinde ulus-devletlerin oluşumu açısından siyasal
24
alanda da bir eşitsiz gelişme söz konusudur. Örneğin Batı Avrupa’da 18. ve 19. yüzyılın sorunu olan ulus-devletlerin kuruluş süreci, Doğu Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinde gecikmeli olarak 20. yüzyılda yaşanmıştır. Somut koşullardaki farklılık nedeniyle, Avrupa’da dönemini tamamlamış olan bir sorun, bir başka coğrafyada çok daha sonra gündeme gelebilmiştir. Günümüzde, emperyalist rekabet ve emperyalist paylaşım nedeniyle kışkırtılan ulusal çekişmeleri bir yana bırakacak olursak, siyasal bağımsızlığını kazanmak için mücadele yürüten ulusların sayısının artık dünya çapında oldukça küçük bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen ulusal sorun, bugün de önemini koruyan bir sorundur ve doğru bir siyasal yaklaşımı gerektirir.
3- Ezen ve ezilen ulus ayrımı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununda doğru tutumun ilk koşuludur Ezen ve ezilen uluslar ayrımı yapmadan, ulusal sorunda doğru bir politik tutum belirlemek olanaksızdır. Kendi aralarındaki rekabet nedeniyle emperyalist ülkelerde yükselebilecek şovenizme; kendisi emperyalist bir ülke olmasa da başka ulusları ezen bir ulusun burjuva ve küçük-burjuva ulusçuluğuna komünistlerin verebileceği en ufak bir destek bile yoktur. O halde bir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere açıkça ifade edilmelidir ki, ulusal sorunla kastedilen, siyasal açıdan baskı altında tutulan bir ulusun siyasal bağımsızlık sorunudur. Proletaryanın devrimci programında yer alan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, ezilen bir ulusun ezen ulustan ayrılma hakkının kabulünün yanı sıra, emperyalist işgal ve toprak ilhaklarına karşı çıkmayı da içerir. Öte yandan, siyasal bağımsızlıktan yoksun (henüz ulus-devletini kuramamış) sömürge ülkelerin ve toprakları işgal altındaki ezilen ulusların konumu ile, ulus-devletini kurmuş az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülke-
n Üzerine /2 eden ve Nasıl Savunuruz? lerin konumu arasındaki farka da işaret etmek gerekir. Birinciler açısından durum, tarihsel açıdan gecikmiş bir ulusal sorunun çözümünü içerir. Emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşik yapılanması içinde alt basamaklarda yer alan orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, sistemin gereği ortaya çıkan ekonomik bağımlılığın siyasal ve askeri alanlarda müdahaleler üretmesi, dünya kapitalist sisteminin bir işleyiş özelliğidir. Dolayısıyla, bu türden bir “siyasal bağımlılık” ilişkisi, bunun temelinde yer alan ekonomik bağımlılığa son verilmedikçe, yani mücadele doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme yönelmedikçe ve sistem dışına çıkmayı başarmadıkça yeniden ve yeniden üretilir. Bu nedenle, kendi ulus-devletine sahip fakat kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi içinde alt konumda bulunan ve dolayısıyla ekonomik açıdan bağımlı olan orta ya da az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerin durumu, 20. yüzyılın başlarındaki sömürge ya da yarı-sömürge ülkeler statüsünden farklıdır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, bir ulusun kendi “bağımsız ve egemen” ulus-devletine (yani ayrı bir devlete) sahip olmasının engellenmesi biçiminde açık bir siyasal hak gaspı söz konusudur. Emperyalist sistemin işleyişi içinde her türden eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerinin yeniden ve yeniden üretildiğini veri kabul etmek koşuluyla, kendi ulus-devletine sahip orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde “bağımsız ve egemen devlet” konumu devam ettiği, yani burjuva iktidarlar hüküm sürdüğü sürece, gerçekte siyasal bağımsızlığı kazanmak gibi bir sorun yoktur. Bu bağımsızlık, sistemin işleyiş yasaları çerçevesinde zaten kazanılmıştır. Bunun ötesinde “bağımsızlık” sorunu, artık proletaryanın öncülüğünde yürütülen ve sözcüğe de gerçek anlamını kazandıran bir anti-emperyalist (yani anti-kapitalist) ekonomik kurtuluş mücadelesi kapsamında ele alınmalıdır. Bu tür ülkelerdeki burjuva iktidarların, sistemi hedef almayan fakat emperyalist ülkelerle kendi aralarındaki çe-
kişmelerden ve çıkar çatışmalarından türeyen sözde antiemperyalist tavırları, anti-emperyalist mücadele ya da tarihsel açıdan haklı bulduğumuz ulusal kurtuluş mücadelesi kapsamında değerlendirilemez. Öte yandan, bir burjuva devletin diğer bir burjuva devletin topraklarını işgal ve ilhak etmesi durumunda ortaya çıkan “ulusal sorun”da da proletaryanın bakışı net olmalıdır. Bu gibi ilhak ve işgal durumunda, haksız olarak saldırıya uğrayan bir ulusun direniş hakkı da meşru bir hak olarak kabul edilmelidir. Fakat proletaryanın desteği burada elbette ki saldırıya uğrayan ülkenin burjuvazisine değil, işçi ve emekçi halkına olacaktır. Yani bu desteğin burjuva ulus-devletin egemenlik hakkının savunulması ve korunmasıyla hiçbir ilgisi olamaz.
4- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulması proletaryanın uluslararası birliği ve hegemonyası için hayatidir Farklı uluslar arasındaki ekonomik eşitsizlikler, yoksulluk zenginlik gibi ayrımlar, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması ya da siyasal bağımsızlığın kazanılması ile ortadan kalkmaz. Ama ulusal sorunun çözümü, asıl sorunun kapitalizm olduğunu ve emperyalistkapitalist dünya sistemi yıkılmadıkça, her türlü ekonomik eşitsizliğin yeniden ve yeniden üretileceğini gözler önüne serer. Bu nedenle, dünya kapitalist sistemini yıkmayı amaçlayan devrimler dışındaki bir “anti-emperyalist mücadele” anlayışı, özünde ulusal kalkınmacı burjuva ya da küçükburjuva siyasal açılımın ifadesidir ve eninde sonunda kapitalist sistemin içinde kalmaya mahkûmdur. Salt siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı olan ulusal kurtuluş mücadelesi anti-emperyalist devrim kapsamında değildir. Ancak, bu sınırlı kapsamına rağmen ulusal kurtuluş mücadeleleri, yine de iki nedenle proletaryanın çıkarınadır. Birincisi, asıl olanın proletaryanın kapitalist düzeni
25
marksist tutum
yıkmayı hedefleyen mücadele birliği olduğu gerçeğini gölgeleyen “ulusal mücadele” sorununun aşılması. İkincisi, sömürgeciliğe karşı ulusal bağımsızlık istemiyle ayaklanan yığınları, proletarya hegemonyası altında gerçek kurtuluş ve özgürlük savaşımına, yani toplumsal devrime yöneltebilme olanağını yaratması. Siyasal bağımsızlık sorunu, tarihsel açıdan, geniş köylü kitlelerinin feodal uyuşukluktan sıyrılma sorunuyla iç içedir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, geniş köylü kitlelerinin toprak devrimi istemi temelindeki yığınsal başkaldırılarıyla belirginleşmiştir. Ulusal kurtuluş mücadelesi ile proleter devrim iki ayrı olguyu ifade eder. Proleter devrimin geçerken ulusal sorunu çözmesi mümkündür, fakat ulusal kurtuluş mücadelesinin proleter devrimin görevlerini üstlenebileceğini farz etmek, Marksizmi karikatürize etmektir. Proletaryanın devrimci partisinin, henüz çözümlenmemiş demokratik istemleri (ulusal sorun gibi, toprak devrimi gibi) savunması, geniş köylü kitlelerini ilgilendiren bu tür demokratik istemleri programına dahil etmesi Marksizmin gereğidir. Fakat bu istemlerin en kapsamlı biçimiyle yaşama geçirilip geçirilemeyeceği proletaryanın devrimde hegemonyasının kurulması sorununa bağlıdır.
5- Proletarya için esas olan sınıfsal çelişkidir, ulusal çelişki değil Emperyalizm çağında dünya çapındaki gerçek siyasal kutuplaşma ulus ekseninde değil, sınıf ekseninde yer almaktadır. Ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki çatışmalarda bile, son tahlilde asıl belirleyici olan sınıfsal kutuplaşmadır. Zaten bu yüzden ezilen ulus burjuvazisinin, ezen ulus proletaryasıyla bir savaş birliği oluşturması mümkün değilken, kendi ulusu içindeki proletaryanın ve yoksul köylülüğün başkaldırısından korktuğu anda kendini ezen ülke burjuvazisinin kucağına atması, tarihte sıkça yaşanan bir durumdur. Ulusal çelişkinin sınıf çelişkisinin önüne geçirilmesine göz yumulmasının siyasal sonucu, küçük-burjuva ulusal devrimci akımların kutsanması ve onların önderliğinde yürüyen mücadelelerden boylarından büyük sonuçların beklenmesi olmuştur. Çeşitli ulusal kurtuluş mücadelelerinin deneyimi, bu tutumun proletaryanın devrimci kavgasına büyük zarar verebileceğini; proletaryanın küçükburjuva devrimciliğinin kuyruğuna takılması sonucunu doğuracağını; böyle bir durumda da proletaryanın bağımsız siyasal hattından söz edilemeyeceğini; devrimci proletaryanın savaşan emekçi kitleler üzerindeki hegemonyasının bir hayal olacağını ve mücadelenin olsa olsa küçük burjuva devrimci önderliklerin zaferiyle sonuçlanabileceğini kanıtlamıştır. Bu deneyimler, proletaryanın devrimci siyasal çizgisinden (dünya ölçeğinde sürekli devrim) küçük-burjuva ulusal devrimciliği lehine verilen ödünlerin, proletaryanın mücadelesini zayıflattığını gözler önüne sermiştir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin, kapitalizmi yıkmayı hedefleyen
26
Ekim 2009 • sayı: 55
gerçek bir proleter devrime ilerleyebilmesi için, devrimci proletaryanın ulusal kurtuluş istemiyle ayaklanan yığınların içinde kendi programatik hedefleri ve kendi savaş yöntemleriyle mücadeleye atılıp öncülüğü ele geçirmesi zorunludur. Yani emekçi kitleler üzerinde proletaryanın hegemonyasının tesisi şarttır. Küçük-burjuva devrimci önderliklerin hegemonyası altında ise, sonuç (bu önderliklerin kendileri hakkındaki iddiaları –sosyalist, anti-emperyalist vb.– ne olursa olsun) en iyi ihtimalle ulusal kalkınmacı ulus-devletlerin kurulmasından başka bir şey olmayacaktır. Ulusal çelişkinin sınıfsal çelişkinin önünde geldiği sonucuna çıkan tüm açılımlar; temel çelişkinin kuzey-güney çelişkisi olduğu yolundaki tezler; ileri kapitalist ülkeler proletaryasının devrimci misyonunu yitirdiği iddiası; Üçüncü Dünyacılık savunusu gibi sözde anti-emperyalist söylemler, bizce Marksizmin özüne, onun proleter devrimlerin tarihsel rolü konusundaki temel kavrayışına ters düşen siyasal eğilimlerdir. Emperyalist bir devlete ya da ezen ulusa karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi, proletarya hegemonyası altında proleter devrim kapsamına yükseltilmedikçe, sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesidir ve ayrı bir ulusdevlet kurma hedefiyle sınırlı burjuva demokratik kapsama sahiptir. O halde ulusal kurtuluş mücadelesinin gerçek içeriği neyse, bulandırılmaksızın ve sulandırılmaksızın ifade edilmelidir. Emperyalist bir devlete ya da ezen ulusa karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi, proletarya hegemonyası altında proleter devrim kapsamına yükseltilmedikçe, sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesidir ve ayrı bir ulusdevlet kurma hedefiyle sınırlı burjuva demokratik kapsama sahiptir.
6- Devrimci proletarya ezilen ulus burjuvazisinin ayrıcalıklar elde etme eğilimiyle mücadele eder Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı özünde burjuva demokratik bir hak olduğu için, bu konuda burjuvazi ile devrimci proletaryanın siyasal tutumu arasındaki sınır çizgisinin net bir şekilde çekilmesi zorunludur. Ezilen ulusun burjuvazisi açısından ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının anlamı, mücadeleyi kendi sınıf çıkarları temelinde sonuçlandırmaktır. Bu bağlamda, ezilen ulus burjuvazisinin bile, kendisini ezen uluslara karşı yürüttüğü mücadele başarıya ulaşır ulaşmaz, başka ulusları ezmeye, farklı ulusal toplulukların haklarını gasp etmeye yönelmesi tarihte sıkça görülmüştür. Bunun bir örneği, Birinci Dünya Savaşında emperyalist devletlerin işgaline karşı ulusal mücadele yürüterek bağımsızlığını kazanan Türk burjuvazisinin, daha sonra Kürt ulusunu ezmeye yönelen tutumu-
sayı: 55 • Ekim 2009
dur. Bu nedenle devrimci proletarya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması istemini, bir başka ulusun sırtından yeni imtiyazlar elde edilmesine karşı çıkılması istemiyle birlikte savunur. Bu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ezilen ulus burjuvazisinin şovenizmiyle araya kesin bir sınır çizgisi çekerek savunmak demektir.
7- Küçük-burjuva radikalizminin doğuracağı yanılsamalara karşı uyanık olunmalıdır Proletaryanın sınıfsal çıkarları ulusal sınırların ve ulusal dar görüşlülüğün aşılmasını gerektirir. Proletarya, ulusal sorunu mutlaklaştırmaz, fetiş haline getirmez. En iyi durumda, yani ezilen bir ulusun ezen bir ulusa karşı ayaklanması temelinde ortaya çıktığında bile ulusçuluk, özünde bir burjuva ideolojisidir. Küçük-burjuva devrimciliğinin biraz da Stalinizmden ve onun yarattığı “ulusal sosyalizm” anlayışından esinlenerek biçimlendirdiği siyasal akımların varlığı bu gerçeği değiştirmez. Bu durum olsa olsa, tarihsel açıdan burjuvaziye ait olan bir misyonun (ulusal birliğin sağlanması, ulusal devletin kurulması) küçük-burjuva radikalizmi tarafından üstlenildiğine işaret eder.
8- Devrimci proletarya her ulusal hareketi desteklemez Devrimci proletarya her ulusal hareketi desteklemekle yükümlü değildir. Tarihsel açıdan ileri bir istemle hareket etmeyen, gerici, hatta emperyalist güç odaklarından birinin oyuncağı haline gelmiş –dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesi kapsamında da değerlendirilemeyecek olan– ulusal hareketlere destek vermek proletaryanın çıkarlarıyla bağdaşmaz. Herhangi bir tarihsel kesitte gericiliğe hizmet eden ve dolayısıyla desteklenmeyen bir ulusal hareketin, farklı tarihsel koşullarda, proletaryanın destekleyeceği bir ulusal hareket kimliğiyle tarih sahnesine yeniden çıkması (ya da tersi) pekâlâ mümkündür.* Bu temelde, değişen somut koşullar karşısında komünistlerin siyasal tutumunun değişebilmesi, Marksizmin belirli bir sorundaki tutarsızlığının değil, tersine tutarlılığının bir göstergesidir. Ancak komünistlerin bu alanda ortaya koyacakları yaklaşımların ulusal önyargılardan, ezen ulus şovenizminden, teorik kopyacılıktan, hatta dar grup çıkarcılığından yakasını kurtarmış ve yalnızca, ulusal hareketlerin somut durumlarının somut tahliline dayanan yaklaşımlar olması gerekir. Komünistler, ulusal harekette veya onun içinde cereyan ettiği ortamda meydana gelebilecek değişmelere bağlı olarak yaklaşımlarını gözden geçirme esnekliğine sahip olmalıdırlar. Devrimci proletarya, zor yoluyla gerçekleştirilmeyen fakat tarihin belirli bir kesitinde, somut koşulların mümkün kıldığı bir uluslar kaynaşmasını olumlu karşılar. Oysa aynı tarihsel oluşumun, ilerleyen süreçte burjuvazinin
marksist tutum
kendi içindeki çıkar çatışmaları nedeniyle ayrılıkçı burjuva hareketleri doğurması mümkündür (örneğin vaktiyle ulusal birliklerini oluşturmuş İtalya, Belçika gibi. Avrupa ülkelerinde günümüzde görülen burjuva ayrılıkçı hareketlenmeler). Fakat proletaryanın, tarihsel açıdan olup bitmiş, gerçekleşmiş bir uluslar birliğini tekrar eski bileşenlerine ayırmak gibi bir sorunu ya da bundan çıkarı olamaz. Devrimci proletarya ulusal sorunda vereceği desteği, asla şu ya da bu milliyetçiliği güçlü kılma noktasına vardırmaz. Oysa burjuvazinin misyonunu üstlenmiş küçükburjuva milliyetçi önderlikler (kendilerini sosyalist renklere boyasalar da) bu tutumun tam tersini sergilerler. Sınıfsal çıkarları, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini gerektiren ve tarihsel misyonu, ulusların gönüllü birliğini ve kaynaşmasını sağlayarak ulusal ayrılıklara son vermek olan proletarya açısından ulusal soruna verilen destek, “olumsuz” bir görevin yerine getirilmesi anlamını taşır. Proletarya için “olumlu” görev, ulusal ayrılıkların derinleşmesi ve yaygınlaşması değil, olabildiğince büyük ulusal birimleri kucaklayarak ilerleyen bir dünya devrimiyle ulus-devletlerin yıkılması ve ulusların gönüllü birliğine giden yolun döşenmesidir.
9- Ayrılma hakkının savunulmasında ölçüt ulusal çıkarlar değil, proletaryanın sınıfsal çıkarlarıdır Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ayrılma hakkını da içeren bir biçimde tanımak, komünistlerin ulusal sorundaki programatik açılımlarının temel ilkesidir. Fakat proletaryanın ulusal sorun konusundaki tutumunu belirlemede ölçüt, genel ulusal çıkarlar vb. olamaz. Ölçüt proleter sınıfın çıkarlarıdır. Bu nedenle, ayrılma hakkının genelde tanınması, her somut durumda ayrılmanın öğütleneceği ve propaganda edileceği anlamına gelemez. Komünistler, her bir somut sorunu ayrı ayrı ele alıp, proletaryanın çıkarları açısından kendi bağımsız tutumlarını ortaya koyacaklardır. Fakat belirli bir ulusal sorun temelinde ayrılmanın öğütlenemez oluşu, ezilen ulusun ayrılma hakkının reddedilmesi noktasına kadar götürülemez. Ezilen ulus komünisti açısından temel görev, mücadele bayraklarının (proletaryanın devrimci bayrağıyla, burjuva ve küçük-burjuva ulusalcı bayrakların) birbirine karışmasına fırsat vermemektir. Bu nedenle, ezilen ulus komünisti, siyasal bağımsızlık istemini, kurulacak olan yeni bir ulus-devletin çıkarları için değil, proleter devrimin önünü açacak ileri bir adım oluşturduğu için destekler. Öte yandan da, küçük ulus dar kafalılığına, kendi içine kapanma eğilimine karşı mücadele yürütür ve proletaryanın birliğinin sağlanması mücadelesini başa alır.
10- Ulusal önyargıların aşılabilmesi için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kabulü gerekir Sınıfsallık adına ve “önemli olan proletaryanın kendi kaderini tayin hakkıdır” gerekçesiyle bile olsa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının reddi, ezen ulusun ayrı-
27
marksist tutum
Ekim 2009 • sayı: 55 Ezen ulus işçi sınıfı, ezilen ulusun ayrılıp bağımsız bir devlet kurması ya da kendi iradesiyle bir başka ulusdevletin sınırları içinde yeni bir birlik oluşturma istemi karşısında tarafsız kalabilmelidir. Çünkü ezilen ulus hangi devletin sınırları içerisinde kalırsa kalsın, proletarya zaten bu sınırların ötesinde bütün işçilerin savaş birliğini oluşturacak şekilde örgütlenmeyi amaçlar.
calıklarının sürüp gitmesine göz yummak sonucunu doğurur. Ayrılma hakkı tanınmadığında, ezilen ulus burjuvazisinin milliyetçi propagandası etkili olur ve kitleleri peşine takabilir. Devrimci proletarya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanırken, asıl olarak emekçi kitlelerin çıkarına olan tüm devrimci dönüşümleri yaşama geçirecek (örneğin köylüler için toprak devrimi) genişlikte bir mücadelenin önderliğini fiilen üstlendiğinde, burjuva ulusçuluğunun sınırlılığını sergileyebilir. Böylece farklı ulusların emekçi kitlelerinin gönüllü birliğine giden yolu döşemiş olabilir. Burjuva milliyetçiliği ancak böylece etkisiz kılınabilir. Belirli bir coğrafyada iktidara gelen proletaryanın, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, hatta ezilen uluslar lehine pozitif ayrımcılık uygulaması, proleter devrimin dünya ölçeğinde yaygınlaştırılması ve ulusal sınırların ortadan kaldırılması hedefiyle çelişen bir tutum değildir. Çünkü devrimci proletaryanın programı, ulusların kaynaşmasına giden yolun gönüllü birlikten geçtiğini öngörür. Ve gönüllü birlik de ancak ayrılık hakkının savunulması temelinde yaratılabilir.
11- Ayrılma hakkının nasıl kullanılacağı ezilen ulusun bileceği bir iştir Devrimci proletaryanın politikasının ulusal sorundaki diğer bir ilkesi, ezen ulus proletaryasının, ezilen ulusun karar vereceği “ayrılık ya da yeni bir birlik” istemi karşısında tarafsız kalabilmesini sağlamaktır. Ezen ulus işçi sınıfı, ezilen ulusun ayrılıp bağımsız bir devlet kurması ya da kendi iradesiyle bir başka ulus-devletin sınırları içinde yeni bir birlik oluşturma istemi karşısında tarafsız kalabilmelidir. Çünkü ezilen ulus hangi devletin sınırları içerisinde kalırsa kalsın, proletarya zaten bu sınırların ötesinde bütün işçilerin savaş birliğini oluştura-
28
cak şekilde örgütlenmeyi amaçlar. Ezilen ulusun her ne olursa olsun “kendi” (ezen) ulus-devletinin sınırları içinde kalmasını savunan işçiler, ezen ulus şovenizmine bulaşmışlar demektir. Ezen ve ezilen ulus komünistleri açısından asıl olan, tüm kararların proleter mücadelenin ilerletilmesi amacına bağlı olarak üretilebilmesidir. Bu nedenle de ezen ve ezilen ulus proleterlerini kucaklayan bir devrimin gelişmesi durumunda, ezilen ulus komünistine düşen görev, birlikte ortak bir işçi iktidarının kurulmasının yoksul kitlelerin çıkarına olduğu propagandasını yürütmesi, bu uğurda mücadele etmesidir.
12- Devrimci proletarya büyük ve demokratik bir biçimde birleşmiş devletlerden yanadır İlkesel olarak Marksizm küçük devletlere bölünmeye karşıdır, merkeziyetçiliği savunur. Fakat bürokratik merkeziyetçiliğe karşı olan Marksizm, merkeziyetçiliği demokratik bir yapılanma temelinde savunur. Bu nedenle, devrimci proletaryanın ulusal sorundaki programı, ekonomileri, hayat tarzları, ulusal bileşimleri vb. bakımından değişik özellikler taşıyan bölgelerin özerkliğine karşı çıkmaz. Marksizm, ulusların zor yoluyla merkezi birliğinin oluşturulmasına karşı olduğundan, merkezi birliğe giden yolda federasyonun bir adım oluşturması durumunda federasyon istemini hoşgörüyle karşılar.
13- Ezen ve ezilen ulusun komünistlerinin politikaları, taktikler düzeyinde farklılaşsa bile özde aynıdır Proletaryanın tarihsel çıkarları açısından asıl olan, ezen ve ezilen ulus proleterlerinin ortak devrimci iktidarının kurulabilmesi ve bu nedenle ayrılma hakkının tanınması
sayı: 55 • Ekim 2009
temelinde, ezilen ulusun emekçi kitlesinin birlik yönündeki gönüllü iradesinin oluşturulmasıdır. Ancak somut koşulların farklılığına bağlı olarak, aynı hedefe varabilmek için, işçi sınıfının enternasyonalist politikası özde bir fakat propaganda ve taktiklerde farklı olabilir. Ortak hedefe ancak, ezen ulus komünistlerinin ayrılma hakkını tanımaları ve ezilen ulus komünistlerinin ise, propagandada ağırlığı birliğe vermeleri ile ulaşılabilir. Birliğin öğütlenir bir durum olması halinde (1917 Ekim Devrimi sürecinde olduğu gibi, ezen ve ezilen ulusları kucaklayan bir proleter devrimin gelişmesi durumunda) bile, ayrılma hakkının tanınması iki açıdan zorunludur: Birincisi, ezen ulus proletaryasının egemen ulus şovenizmine karşı siyasal bilincinin geliştirilmesi ve pekiştirilmesi. İkincisi, ezen ulus komünistlerinin kendi egemen ulus şovenizmine bulaşmamış olduklarını ezilen ulusa pratikte kanıtlayabilmeleri.
14- Örgütlenmede esas hedef proletaryanın örgütsel birliğini sağlamak olmalıdır Marksist enternasyonalizmin ulusal soruna yaklaşımındaki en önemli ayırt edici kriter, örgütsel alana ilişkindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını, proletaryanın ulusal ayrılıklar temelinde örgütlenmesi noktasına kadar genişletmek dar kafalı milliyetçilikten başka bir şey olamaz. Ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin esas platformu, birbirinden ayrı duran ulusal partiler değil, tek bir devrimci dünya partisi olmalıdır. Bir ulusal kurtuluş örgütü hiçbir koşulda devrimci sınıf partisinin yerini tutamaz. Bu yolla proletaryanın devrimci sınıf örgütlenmesine olan ihtiyaç ortadan kalkmaz. Temel soru şudur: Proletaryanın sınıf birliği mi, ulusal kurtuluş mücadelesi temelinde ulusal birlik mi? Proleter devrim hedefiyle, ulusal kurtuluş hedefinin aynı şey olmadığının somutlandığı alan tam da budur. Ezen ve ezilen ulus proleterlerini kucaklayacak bir proleter devrimin henüz uykuda olduğu bir dönemde, ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi öne çıkabilir. Fakat bu nedenle de bir ulusal kurtuluş mücadelesi, proleter devrim katına yükselmiş olmaz.
15- Ezilen ulus milliyetçiliğine yönelik eleştiriler ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamalıdır Ulusal sorunda işçi sınıfının enternasyonalist eğitiminin özünü, ulusal farklılıkların ve eşitsizliklerin (ezen-ezilen ulus ayrımı) işçi sınıfının birliğini baltalamasının önüne geçmek oluşturur. Devrimci proletaryanın amacı, burjuva ulusalcılığının aşılması ve her ulustan proleterler arasında gerçek bir savaş birliğinin, kardeşliğin yaratılmasıdır. Ne var ki farklı tarihsel koşullara sahip olunduğunda, burjuva ulusçuluğunun taşıdığı nitelik de farklılık içerebi-
marksist tutum
lir. Ezen ulusun baskıcı, kudurgan şovenizmiyle, ezilen ulusun ulusalcılığı aynı kefeye konulamaz. Bu nedenle ezen ulusun komünistleri, ezilen ulusun milliyetçiliğine yönelik eleştirilerin, ezen ulus şovenizmini gölgelemesine asla izin vermemelidirler.
16- UKKTH’nin karşısına “ulusal kültürel özerklik” isteminin dikilmesine karşı çıkılmalıdır Kapitalizm altında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı isteminin gerçekleşmesi, genel olarak baskı altında tutulan ulusun siyasal mücadelesini, örgütlenmesini ve çeşitli mücadelelere girişmesini gerektirir. Bu durum salt ezilen ulus içinde değil, ezen ulus içinde de verili siyasal dengelerin değişmesine, devrimci altüstlüklere yol açar. Bu nedenle genelde ezen ulusun burjuva liberalleri, reformist ve şovenist sosyalistleri, ulusal sorunun artık gözardı edilemeyeceği bir noktada, ezilen ulusun ayrılma hakkının tanınması yerine “ulusal kültürel özerklik” istemini ileri sürerek, ulusal kurtuluş mücadelesinin içini boşaltmaya (ayrı devlet kurma hakkını yadsımaya) çalışırlar. Böylece proletaryanın da ulusal sorun karşısındaki devrimci yaklaşımını baltalamak, onun bakış açısını bulandırmak isterler. Aynı tutumun yansıması ezilen ulus burjuvazisi ve reformist sosyalistleri arasında da görülebilir. Ulusal sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yoluyla, yani ezen ulusun burjuvazisine karşı mücadeleye girişilerek çözülmesi yerine, çeşitli uzlaşmalarla, kısmi reformlarla (örneğin kendi dilinde eğitim yapma, kendi kültürünü geliştirme gibi) ve emekçi yığınları fazla ayağa kaldırmadan “çözümlenmesini” isterler. Marksizmin ulusal sorundaki programatik açılımı, ezilen ulusun kendi dilinde eğitim gibi haklı taleplerini zaten içermektedir. O nedenle devrimci proletaryanın programı, bu tür haklı taleplerin ardına sığınıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin yerine “ulusal kültürel özerklik” isteminin geçirilmesi eğilimine karşı çıkar. Çünkü ulusal sorunda siyasal çözüm bütün kapsamıyla savunulmadıkça, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı istemi yaşama geçirilmedikçe, ulusal sorun aslında varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya devam edecektir. İşte bu nedenle devrimci proletaryanın programı, gerçek bir siyasal çözümün, “ulusal kültürel özerklik” türünden liberal gevezeliklerle gündemden uzaklaştırılmasına karşıdır. (Devam edecek) __________________________ *
Örneğin Güney Slavlarının gerici Çarlık rejiminin hizmetine koşulduğu ve böylece Avrupa’da gericiliği güçlendirdiği koşullarda desteklenmesi söz konusu değilken, ilerleyen tarih içinde Doğu Avrupa ve Balkanlar, feodal gericiliğe karşı desteklenmesi gereken kitlesel bir uyanışa sahne oldular.
29
Hegemonya Yarışının Gölgesindeki IMF-DB Toplantısı Kerem Dağlı
İstanbul’da yapılacak IMF-DB toplantısına karşı sol, sendikalar ve çeşitli işçi örgütleri şimdiden protesto eylemlerine başladılar. Bu emperyalist kurumları protesto etmek ve kendi taleplerini örgütlü biçimde haykırmak tüm bilinçli işçilerin görevidir. Ancak Türkiye’yi halen emperyalistlerin sömürgesi olarak gören, burjuvaziyi işbirlikçi olan ve olmayan diye ikiye ayıran, bal gibi de burjuvazinin kendi isteğiyle uyguladığı programları IMF’nin dayatması olarak lanse eden, bu tür ekonomi politikalarına karşı habire kapitalist devletçiliği öne çıkaran anlayışlar artık terk edilmelidir. Sol ve devrimci güçler, milliyetçi ve küçük-burjuva anlayışlardan kurtulamadıkça ve işçi sınıfı doğru temellerde örgütlenip anti-kapitalist mücadeleye atılmadıkça, gerçek bir alternatifin ortaya konması da mümkün olmayacaktır. Tek gerçek alternatif işçilerin iktidarı ele geçirerek kendi sınıf egemenliklerini kurmalarıdır.
30
E
mperyalist-kapitalist sistemin egemenlerinin gündemi Eylül ayında oldukça yoğun geçiyor. Nisan ayında Londra’da yapılan G-20 zirvesinin devamı, 24 Eylülde Pittsburgh’ta yapıldı. Aynı tarihlerde New York’ta da BM genel kurulu toplandı. 6-7 Ekim tarihlerinde ise İstanbul’da IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) ortak toplantıları yapılacak. Tüm bu toplantıların neredeyse ortak bir gündemi var ve bu yüzden de birbirleriyle bağlantılı değerlendirilmeleri gerekiyor. Bu ortak gündem, kapitalizmin içinde bulunduğu küresel ekonomik kriz ve emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışıyla şekillenmektedir. Ekonomik krize getirilen çözüm önerilerini ve programlarını, emperyalist güçlerin rekabetinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Her öneri, önerenin konumunu güçlendirmeye yönelik bir nitelik taşımaktadır. Her iki G-20 toplantısında ortaya çıkan tablo bunun kanıtıdır. Almanya, Fransa, Rusya, Çin ve Hindistan gibi devletler ABD ve İngiltere kökenli mali sermaye tekellerinin krize neden olduğunu ve bu nedenle de kontrol altına alınmaları gerektiğini düşünmektedirler. Israrla önerdikleri, finans şirketlerinin denetimi ve finansal faaliyetlerin üzerindeki kısıtlamaları arttırıcı önlemler içeren programlar da bu amaca yöneliktir. Ancak ABD’nin hegemonyasını zayıflatacak etkileri aşikâr olduğundan, bu önlemler ABD ve ortağı İngiltere tarafından şiddetle reddedilmektedirler. Ve şimdilik G-20 toplantılarında hâkim olan ABD-İngiltere ikilisinin görüşüdür. Çin’in ABD doları yerine uluslararası düzeyde yeni bir para birimi önermesi, Bretton Woods sisteminin yerine yeni bir sistem getirilmek istenmesi ve buna bağlı olarak da IMF ve DB gibi, ABD emperyalizminin hegemonyasını ifade eden kurumların reforme edilmek istenmesi de aynı sebeplerden kaynaklıdır. Benzer şekilde BM toplantısında da çatlak sesler yükselmiş, ABD üzerindeki basınç arttırılmaya çalı-
sayı: 55 • Ekim 2009
şılmıştır. Kuşkusuz bu taleplerin tam anlamıyla yerine getirilmesi, yeni bir mali hiyerarşinin kurulması, yani ABD emperyalizminin tahtından indirilmesi demektir. Daha doğrusu, ABD’nin mevcut konumu değişmeksizin bu taleplerin hayata geçmesi mümkün olmayacaktır. Ancak her açıdan basınç altında olan ABD’nin de hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi olanaksızdır. Bush’un yerini alan Obama ve ekibinin temsil ettiği “yumuşak” yaklaşım da zaten bunun gereğini yapmaktadır. Nitekim G-20 toplantısında kararlaştırılan kimi hususlar, ABD’nin birtakım değişiklikler yapmak zorunda olduğunun bilincinde olduğunu gösteriyor. Bu kararların en önemlisi, G-8’in yerini G-20’ye bırakması yönünde alınmış olanıdır. Böylece dünya ülkelerinin GSYİH’lerinin (toplam 60 trilyon dolar) yaklaşık %85’ini, uluslararası ticaretin de %80’ini elinde bulunduran bu 20 ülkenin içinde yer alan Çin, Rusya, Hindistan gibi güçlerin söz hakkı da artmış olacak. Bu karara paralel olarak, bu ülkelerin IMF içindeki etkileri de artacak. ABD bu adımla hegemonyasındaki aşınmayı minimize etmeyi amaçlamıştır. Nitekim bu gelişmelerin ABD’nin işine gelen yanları vardır. Kendi yandaşı olan ülke sayısının daha fazla olduğu bir grupta, ABD’nin işi daha kolaylaşacak ve hedef tahtası olmaktan da kurtulacaktır. Bunda ABD’nin elindeki yeni araçlardan birisi de G-20 ülkelerinin hepsine IMF kriterlerine uyma şartının getirilmesi olacaktır. Zira ABD’nin IMF üzerindeki belirleyiciliği şüphesiz şu aşamada G-20 üzerindeki doğrudan belirleyiciliğinden daha fazladır. ABD, kendisine rakip güçlere bir nebze olsun sus payı vererek, yapacağı yeni manevralar veya hamleler için zaman kazanmış olmaktadır.
IMF öldü, yaşasın IMF! İşte bu konjonktürde yapılacak olan IMF-DB toplantısının da aynı çekişmelere sahne olması kaçınılmazdır. Toplantıda, bir yandan IMF-DB’nin yapısının reforme edilmesi, diğer yandan da krizden çıkış yollarına dair öneriler ve programlar tartışılacak. Reformun bir ayağını, ABD haricindeki emperyalist güçlerin etkisinin artmasına yönelik değişiklikler olarak düşünmek gerekir. Bu değişikliklerin önü, G-20 toplantısında alınan kararla açılmıştır. Zaten Çin ve Hindistan gibi ülkelerin bir süre önce IMF ve DB’nin hisselerini alarak, bu emperyalist kurumlar içindeki söz haklarını arttırmaya dönük çabaları da bunun habercisiydi. İkinci ayağı da, krizle birlikte IMF’nin işlevinde veya misyonunda meydana gelen değişikliğe bağlı olarak yapısında da düzenlemelere gidilmesidir.
marksist tutum
IMF’nin ve DB’nin bugüne kadar üstlendikleri işlevler dikkate alındığında, bu iki değişikliğin niteliği daha iyi anlaşılacaktır. IMF ve DB, her ikisi de II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Bretton Woods anlaşmasının sonucunda kurulmuş ve daha baştan ABD’nin mali sermayesinin dünyaya egemen olmasını sağlayacak araçlar olarak tasarlanmışlardır. Bu dönemde açık üstünlüğe sahip olan ve diğer emperyalist-kapitalist güçleri hizaya sokup, emperyalist hiyerarşiyi yeni baştan düzenleyebilecek tek güç ABD olduğundan, onun hegemonyasında bir sistem kurulmuştur. ABD bir yandan, savaştan darmadağın olarak çıkan Avrupa ülkelerine çeşitli krediler ve borçlar veya doğrudan sermaye yatırımları yoluyla sermaye ihraç ediyor, diğer yandan da bu yatırımlarının karşılığını geri alabilmesini sağlayacak bir mekanizma kurmayı istiyordu. Ayrıca durma noktasına gelmiş dünya ticaretinin, üretimin ve tüketimin de canlandırılması gerekiyordu. İşte IMF ve DB –ve daha sonradan bunlara eklenen OECD, DTÖ gibi kurumlar– bu mekanizmayı işleten örgütler olmuşlardır. Böylece savaşın yıkıcı etkilerinin kapitalist sistemi bir bütün olarak çöküşe götürmesi de engellenmiştir. ABD doları altınla eşitlenmiş ve tüm diğer ulusların para birimleri dolara göre ayarlanır olmuştur. Başlangıçta sadece Avrupa ülkelerine yönelik bir misyon üstlenmiş olan IMF ve DB, kısa bir süre sonra azgelişmiş kapitalist ülkelere de el atmıştır. Bu emperyalist kurumlar aracılığıyla başta ABD olmak üzere –savaştan sonraki ekonomik yükseliş döneminde hızla kendilerini toparlayan– diğer emperyalist güçler, Türkiye’nin de bir örneğini oluşturduğu ülkelere sermaye ihraç ederek ve onların ekonomilerini düzenlemelerine yardım ederek olabildiğince hızlı bir şekilde kapitalistleşmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bu ülkelerin yaşadıkları çeşitli mali ve yapısal sorunları sözde “aşmalarına dönük” programlar hazırlayarak ve bu programların uygulanmasını denetleyerek, emperyalist dünyaya daha hızlı entegre olmalarını ve emperyalist-kapitalist kamptan kopmamalarını sağlamaya uğraşmışlardır. IMF’nin hazırladığı bu “meşhur” programların başlıca özelliği, kuşkusuz emperyalizmin doğası gereği, sermaye ihraç eden ülkeler lehine bir artı-değer transferinin sağlanması (bu, çoğunlukla verilen borçların faizlerinin geri ödenmesi biçiminde vücut bulmuştur) ve sermaye ithal eden ülkenin bütçesinin bu geri ödemeleri gözetecek şekilde düzenlenmesiydi. Ve bu pastadan aslan payını da, IMF’nin en büyük ortağı konumundaki ABD alıyordu. IMF’nin hazırladığı ve kredi-borç isteyen hükümetlere
31
marksist tutum
dayattığı bu programların en önemli sonucu, kapitalistlerin kârlarının artması, buna karşın işçi ve emekçi sınıfların daha da yoksullaşması, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasıydı. İşin bu yanı, IMF’nin ve diğer emperyalist kurumların değişmemiş ve değişmeyecek tek özelliğidir. 60’lı yılların sonlarından itibaren kapitalizmin “altın çağı”nın son bulması, emperyalist devletlerin ve finans tekellerinin IMF ve DB üzerindeki baskılarını da arttırmış, bu kurumlar aracılığıyla daha geri durumdaki kapitalist ülkelerden elde edilen kârlara duyulan ihtiyacı ve iştahı kabartmıştır. Dolayısıyla da özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren IMF programlarının işçi-emekçi sınıfları tarumar eden yönü daha da azgınlaşmış ve çoğu durumda IMF, solun ve işçi sınıfının gözünde, ulusal burjuvaziden daha fazla korkulması gereken bir düşman ve sömürücü imajı kazanmıştır. Bunda, burjuvazinin hedef saptırmaya dönük manipülasyonunun da önemli yeri vardır. Çoğu ülkede burjuva hükümetler, ağır ekonomik saldırılar ve koşullar altında ezilen işçi ve emekçi sınıflara, bunun asıl sorumlusunun kendileri değil IMF ve “dış emperyalist güçler” olduğunu söylemişler ve solun önemli kesimlerinin de bu yönde söylemlere sahip olması sonucu, işçi sınıfının bilincinde kalıcı çarpılmalar oluşturmuşlardır. Çoğu ülkede burjuva hükümetler, ağır ekonomik saldırılar ve koşullar altında ezilen işçi ve emekçi sınıflara, bunun asıl sorumlusunun kendileri değil IMF ve “dış emperyalist güçler” olduğunu söylemişler ve solun önemli kesimlerinin de bu yönde söylemlere sahip olması sonucu, işçi sınıfının bilincinde kalıcı çarpılmalar oluşturmuşlardır. 70’li yıllardan bu yana gelişen bu sürecin bir diğer yönü de, küresel kapitalist ekonominin iniş eğilimine girmesi ve 2000’lere kadar irili ufaklı krizlerle karakterize olmasıdır. Bu dönemde ABD ekonomisi de eski gücünü yitirmeye başlamıştır. Nitekim ABD dolarının altına eşitlenmesi durumuna son verilmiş ve fakat ABD doları uluslararası düzeyde referans alınan ve rakipsiz bir para birimi olarak kalmaya devam etmiştir. 2000’lerden bu yana yaşanan süreç ise, kızışan hegemonya yarışı, emperyalist savaş ve kapitalist krizle karakterize olmuştur. Bu yüzden de, ABD’nin zayıflayan hegemonyasına bağlı olarak, pek çok emperyalist kurum gibi IMF ve DB’nin pozisyonu ve işlevi de diğer emperyalist güçlerce sorgulanır, tartışılır hale gelmiştir. İşte G-20 gibi toplantılarda çeşitli emperyalistkapitalist güçlerin ABD’nin hegemonik gücünü zayıflatmaya dönük öneriler getirmelerinin ve getirebilmelerinin arka planı da budur. Yine de bu konjonktürün, tıpkı NATO vb. diğer emperyalist kurumlarda olduğu gibi, IMF ve DB’nin yeni koşullara uyum sağlayarak yeni işlevlerle görevlerine devam etmelerine engel olamadığı ortadadır. Bunun temelinde yatan olgu, ne kadar zayıflamış olursa olsun ABD’-
32
Ekim 2009 • sayı: 55
nin hegemon konumunu koruması ve buna bağlı olarak da onun hegemonyasında oluşturulmuş tüm bu emperyalist kurumların, reformlara tâbi tutulsalar da varlıklarını sürdürmeleridir. İşte bu çerçevede ele alındığında, IMF ve DB’nin işlevi de güncelleşmekte ve ek görevler almaları söz konusu olmaktadır. İstanbul’da yapılacak toplantılarda, bu hususlar muhtemelen karara yahut bir plana bağlanacaktır. Bu bağlamda öne çıkan birinci husus, IMF kriterlerine uymanın, tüm G-20 ülkeleri için bir zorunluluk haline getirilmeye çalışılmasıdır. Bu, ABD’nin, rakiplerine IMF içinde daha fazla söz hakkı vermeye karşılık elde ettiği bir avantajdır. IMF programı ve/veya kriterleri, ekonomik kriz gerekçe gösterilerek daha da katılaştırılmakta ve ağırlaştırılmaktadır. Bu program, “krizi önlemenin ve krizden çıkmanın” yegâne yolu olarak ortaya konulup dayatıldığından, pek fazla ülkenin karşı çıkma şansı da yoktur. Oysa program tam anlamıyla bir çifte standart içermektedir. Örneğin IMF’nin efendisi ABD’nin başkanı olarak Obama yeni bir sağlık sigortası sistemi getirmeye uğraşırken, batan tekelleri kurtarmak üzere işçi sınıfından kesilen vergileri saçarken, IMF üyesi diğer ülkelere –tabii burada emperyalist piramidin orta ve alt seviyesindeki ülkeler kastedilmektedir– sağlık giderlerini azaltmaları, kamu harcamalarını olabildiğince kısmaları, liberal ekonomi politikaları izlemeleri, yani batan şirketlere yardım etmemeleri ve gümrük duvarlarını indirmeleri tavsiye edilmektedir. Bu arada serbest piyasa şampiyonu emperyalist devletler, korumacı gümrük duvarlarını yükseltip, piyasaya olabildiğince müdahale ediyorlar. Kendisini kriz koşullarına uyarlayan IMF, eskiden “kalkınmak ve gelişmek istiyorsanız IMF programına uymalısınız” derken, şimdi “krizden korunmak ve çıkmak için IMF programına uymalısınız” demektedir. Nisan ayındaki G-20 zirvesinde alınan kararlara istinaden IMF, ekonomik krizdeki ülkelere kredi-borç vermek amacıyla fonundaki para miktarını da arttırmış ve 800 milyar dolara yaklaştırmıştır. Bu artışın önemli bir kısmı IMF hisselerinin Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi ülkelere satılmasıyla; IMF kasasındaki 403 ton altının piyasaya sürülüp paraya çevrilmesiyle; Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi G-20 ülkelerinin fona katkılarının arttırılmasıyla sağlanmıştır.
Orta Vadeli Program: IMF’siz IMF programı “Krizden çıkışın yolu” olarak sunulan bu programların işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğinin ve edeceğinin örneklerinden biri de Türkiye burjuvazisinin yıllardır uyguladığı ekonomi politikalarıdır. Türkiye IMF’ye 1947 yılında (yani kuruluşundan 2 yıl sonra) üye olmuş ve bugüne kadar 19 stand-by anlaşmasına (alınan kredi-borca karşılık kabul edilen ekonomik program) imza atmıştır. IMF ile henüz anlaşma yapmamış olmasına rağmen AKP hükümetince geçtiğimiz haftalarda açıklanan son OVP (Orta Vadeli
sayı: 55 • Ekim 2009
marksist tutum
IMF’nin hazırladığı ve kredi-borç isteyen hükümetlere dayattığı programların en önemli sonucu, kapitalistlerin kârlarının artması, buna karşın işçi ve emekçi sınıfların daha da yoksullaşması, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasıdır. İşin bu yanı, IMF’nin ve diğer emperyalist kurumların değişmemiş ve değişmeyecek tek özelliğidir.
Pittsburgh’daki G-20 Protestosu
Program) de IMF programlarıyla gerçekte aynı içeriğe sahiptir. Bu program, önümüzdeki 3 yıl boyunca izlenecek ekonomi politikalarını ana hatlarıyla ortaya koyuyor. En önemli uygulama, ki klasik bir IMF uygulamasıdır, kamu harcamalarının kısılmasıdır. Bunun anlamı, kamuda çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, sayısının azaltılması, çalışma saatlerinin uzatılması, bütçede kamu hizmetlerine ayrılan payın düşürülmesi, böylece eğitim ve sağlık giderlerinin daha da işçilerin sırtına yıkılması, belediyelerin ödeneklerinin kısılarak bunların sağladığı hizmetlerin bedelinin de giderek daha fazla kısmının işçi sınıfının sırtına yüklenmesi vb’dir. Bu amaçla ardı ardına saldırı yasaları çıkarmaktan geri durmayan burjuva hükümet, işsizlik sigortası fonunu yağmaya açmış, sağlık sigortası sistemini budamaya hız vermiştir. İkinci uygulama ise, işçi sınıfından alınan vergilerin arttırılması olacaktır ki, bu da IMF programının klasik unsurlarından biridir. Son açıklanan OVP uyarınca devlet, dolaylı vergileri arttırma yoluna gitmiş ve sigara, benzin, elektrik ve doğalgaza ek vergiler konacağını açıklamıştır. OVP’de yer alan diğer maddelerden bazıları da şöyle sıralanabilir; esnek çalışma koşullarının yaygınlaştırılması (buna bağlı olarak sendikasızlaştırmaya dönük saldırıların ve taşeron işçilik uygulamasının artacağı açıktır), tarımsal üretime verilen kredilerin azaltılması (tarımsal üretim iyice çökecek ve tarım ürünlerinin fiyatları daha da artacak), yoksullara verilen sosyal yardımların daha da budanması, üniversiteler dâhil tüm eğitim ve sağlık kurumlarının özel birer işletme gibi yönetilerek çalışanlarının ve genel olarak işçi sınıfının aleyhine uygulamaların kurumsallaşması. Faturanın işçi sınıfına çıkartılan kısmı şişirilirken, kapitalistlere yönelik kısmı ise hep azaltılmaktadır. Örneğin yabancı sermaye girişinin artmasını sağlamak amacıyla kolaylaştırıcı vergi düzenlemeleri yapılmakta, kurumlar vergisi benzeri vergiler arttırılmamaktadır. Bu programın uygulanmasıyla IMF’den ve yabancı finans kuruluşlarından
alınan krediler olduğu gibi patronlara aktarılacak. Yine patronlara, daha düşük faizle kredi alma imkânı tanınacak. Ama kriz gerekçesiyle ücreti ödenmediği yahut zorunlu olarak ücretsiz izne çıkarılmasından kaynaklı ücret alamadığı için kredi kartının borcunu ödeyemeyen işçi, fahiş oranlarda faiz ödemeye devam edecek. Hatta borcunu ödeyemediği için evine haciz konmaya, olmadı hapis yatmaya devam edecek. Üstelik hükümet tüm bu “kemer sıkma” politikalarından sonra, bu üç yıl içinde işsizlikte ve enflasyonda ciddi bir azalma öngörmediği gibi, büyüme oranlarının da eski seviyelere ulaşamayacağını açık açık söylüyor. “IMF’siz IMF programı” yakıştırması, OVP için cuk oturan bir nitelendirmedir. AKP hükümeti nicedir IMF ile anlaşma imzalanmasına gerek olmadığını ifade ediyordu. Bunun ne anlama geldiği OVP ile açıklığa kavuşmuş oluyor: IMF’nin programını kendi başımıza da uygulayabiliriz! Böylelikle AKP hükümeti, IMF programlarının kestirmeden gidilerek, salt bir dış dayatmadan ibaretmiş gibi algılanmasının yanlışlığının da açık bir kanıtını sunmuş olmaktadır. Tıpkı gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Türkiye burjuvazisi de aynı kapitalist programı IMF’siz uygulayarak, IMF programı denilen ekonomi politikalarının yalnızca dışarıdan dayatıldığı için değil, içeriden istendiği için de kabul edildiğini ortaya koymuş oluyor. Zaten IMF programının içeriği sadece Türkiye’de değil, başta gelişmiş olanlar olmak üzere, tüm kapitalist ülkelerde şu veya bu düzeyde yürürlüktedir.
İşçi sınıfının perspektifi Eylül ayına sıkışan bu emperyalist zirveler ve toplantılar zincirinin de gösterdiği gibi, hegemonya yarışında öne geçmek ve bu amaçla ekonomik krizi dahi fırsata çevirmek gailesi, G-20 ülkeleri denilen emperyalist-kapitalist güçlerin gözünü öylesine karartmıştır ki, başta IMF başkanı ol-
33
marksist tutum
Ekim 2009 • sayı: 55
lafıgüzaf açıklamaları yapmakla yetindiler. Ancak herkesin iyi bilmesi gerektiği gibi, işçi sınıfını temsil etmekten ziyade burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olarak nitelendirilmesi gereken bu kaşarlanmış bürokratların dostlar alışverişte görsün misali geveledikleri laflara veya kimi zaman yaptıkları sözde çıkışlara, ne kendileri inanmakta ne de burjuvazi kulak asmaktadır. Üstüne üstlük bu bürokratlar, çoğu zaman söylem düzeyinde dahi son derece güdük ve hatta bazen burjuva politikacıların bile gerisinde kalan talepler öne sürmektedirler. En kötüsü de, sendikaların, krizden çıkış yolunda kapitalistlere akıl vermeye dönük önerileridir. İşçi örgütleri olarak sendikaların işi, kapitalizmi kurtarmak değil işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktır. Hal böyGeçtiğimiz haftalarda yapılan G-20 ve BM toplantılarına leyken, örneğin Hak-İş genel sekreter yardımcısı karşı düzenlenen protesto gösterilerinin hepsi de polis kalkıp, IMF’ye ve DB’ye karşı çıkmanın anlamsız tarafından sert bir şekilde bastırıldı olduğunu, bunun yerine bu emperyalist örgütlerin mak üzere birçok burjuva ideologunun veya iktisatçısının reforme edilerek desteklenmeleri gerektiğini söyleyebili“işin toplumsal boyutunu da düşünmek zorundayız, yoksa yor. kötü olacak” tarzındaki uyarıları bile hiçbirini frenleyemeBu zata göre IMF gibi kurumlara “soğuk savaş” kafamektedir. Bu nedenle, dünya nüfusunun büyük bir kısmısıyla (yani sol slogan ve düşüncelerle) bakmak yanlıştır, nı ilgilendiren işsizliğe nasıl çare bulunacağı, ücretler üzeIMF ve DB yeri geldiğinde askeri diktatörlükler dâhil en rinden alınan yüksek vergilerin işçi-emekçi halkları yokgerici rejimleri bile finanse etmişlerdir, ama yine de düzelsullaştırmasının önüne nasıl geçileceği, emperyalist savaş tilebilirlerdir! Çünkü IMF ve DB gibi kurumların da oluşsürecinin ivmelendirdiği silahlanma yarışının nasıl önlenemasına aracılık ettiği küresel eşitsizliğin geldiği düzey, emceği, milyarlarca insanın sorunu olan açlık, yoksulluk ve peryalist ülkeleri daha adil ve demokratik politikalar uyyetersiz sağlık hizmeti gibi sorunların nasıl çözüleceği gibi gulamaya mecbur bırakmaktadır! IMF programları, düzkonular doğal olarak toplantının gündeminde yer almıyor. gün (!) uygulandıkları ülkelerde (burada AKP hükümeti Yahut sadece göstermelik veya kâğıt üzerinde kalan birkaç dönemi örnek veriliyor) ekonomik açıdan iyileşme sağlaifadeden ibaret kalıyor. Ama G-20 ülkeleri başta olmak maktadır vs. Bu zırvalıkların üzerinde durmaya bile gerek üzere tüm kapitalist devletler, olası “sosyal patlamalara” yoktur, çünkü gerek işsizliğe ve yoksulluğa dair göstergeyani isyanlara, ayaklanmalara, toplumsal muhalefetin yükler, gerekse de bizzat IMF yetkililerinin açıklamaları gerselmesi olasılığına karşı, en katı ve gerici polisiye önlemleçekliğin tam tersi olduğunu açık biçimde göstermektedir. ri almakta duraksamıyorlar. Bu konularda aralarında hiçAsıl üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken husus, bir anlaşmazlık yaşanmadığı gibi, birbirlerini desteklemekbu tür sendika bürokratlarının işçi sınıfını temsil ettiği idten de geri kalmıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda yapılan diasıyla çıkıp konuşabilmesi ve yerlerini koruyabilmesidir. G-20 ve BM toplantılarına karşı düzenlenen protesto gös6-7 Ekimde İstanbul’da yapılacak IMF-DB toplantısıterilerinin hepsi de polis tarafından sert bir şekilde bastına karşı sol, sendikalar ve çeşitli işçi örgütleri şimdiden rıldı. O kadar ki, IMF-DB toplantısı öncesinde IMF yetprotesto eylemlerine başladılar. Bu emperyalist kurumları kilileri, şöhretli Türk polisini “orantısız güç” ve biber gazı protesto etmek ve kendi taleplerini örgütlü biçimde haykullanmaması konusunda uyarmak zorunda kaldı. kırmak tüm bilinçli işçilerin görevidir. Ancak Türkiye’yi IMF yetkililerinin bu “kadirşinas” tutumu, diğer emhalen emperyalistlerin sömürgesi olarak gören, burjuvaziyi peryalist zirvelere de yansımış durumdadır. Burjuva devişbirlikçi olan ve olmayan diye ikiye ayıran, bal gibi de letler olmasa da, IMF ve DB yöneticileri, işçi sınıfının tepburjuvazinin kendi isteğiyle uyguladığı programları IMF’kisinin artması olasılığını dikkate almak gerektiğini dünin dayatması olarak lanse eden, bu tür ekonomi politikaşünmüş olacaklar ki, son G-20 toplantısı esnasında bir de larına karşı habire kapitalist devletçiliği öne çıkaran anlauluslararası sendika konfederasyonlarının toplanmasının yışlar artık terk edilmelidir. Sol ve devrimci güçler, milliiyi olacağına hükmettiler. Böylece hazırlanan acı reçeteleyetçi ve küçük-burjuva anlayışlardan kurtulamadıkça ve rin sadece kapitalistlerin eseri olmadığı, işin içinde işçi sıişçi sınıfı doğru temellerde örgütlenip anti-kapitalist münıfını temsil eden sendikaların da olduğu, yani bu acı recadeleye atılmadıkça, gerçek bir alternatifin ortaya konçetenin bir zorunluluk olduğu imajı yaratılmış olacaktı. ması da mümkün olmayacaktır. Tek gerçek alternatif işçiGerçekten de uluslararası konfederasyonların tepesine çölerin iktidarı ele geçirerek kendi sınıf egemenliklerini kurreklenmiş sendika bürokratları bir araya geldiler ve bildik malarıdır.
34
Göçmen İşçilerle Ortak Mücadeleye! Selim Fuat
K
ısa süre önce, Tayland’ın güneyinde, bir kamyonun arkasındaki konteynırda 54 Myanmarlı “kaçak” göçmen işçi boğularak öldü. 20 Çinli işçinin, Morecamble Körfezinde kabuklu deniz canlısı toplarken gelgite kapılarak ölmesi, ABD sınırını geçmeye çalışırken her yıl ortalama 400 kişinin öldürülmesi, batan botlarda yüzlerce göçmenin boğularak ölmesi gibi birçok olay ise hatırlanmıyor bile. Bu trajedileri yaşayanlar, burjuvazi için, gazete “haber”lerinin ya da istatistik verilerinin içinde birer sayı olmaktan başka bir şey ifade etmiyorlar. Yaşamayı başarıp ücretli köle olmaya hak kazananların payına ise sefaletten başka bir şey düşmüyor. Marx, Kapital’de, ihtiyaca göre oradan oraya sürülen göçebe nüfusu “sermayenin hafif piyadeleri” olarak nitelendirmişti.1 Sefil barınma koşulları içerisinde hastalıktan kırılan, tehlikeli çalışma şartlarına ve alçaltıcı bir yaşama razı gelmek zorunda kalan “hafif piyade”lerin berbat yaşam koşulları özünde bugün de çok değişmiş değil. Marx’ın Kapital’in “göçebe nüfus” kısmında resmettiği ağır ve sağlıksız çalışma koşulları, yetersiz ücretler ve elbette kolay gözden çıkarılabilirlik, geçen on yıllar içerisinde hafiflemek şöyle dursun katmerlenerek artmış durumda.2 Her zaman büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalan göçmen işçiler için, kapitalizmin kriz yılları, sıkıntıların bir kat daha ağırlaştığı, tehditlerin daha da çoğaldığı dönemlerdir. İçinden geçtiğimiz süreçte de bu durumun yarattığı tehlikeler göçmen işçilerin önünde duruyor. Çünkü krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmaya çalışan kapitalistlerin, üzerine en önce çullandıkları kesimlerin başında “kolayca kullanıp atabildikleri” göçmen işçiler gelmektedir. Bu yüzden göçmen işçilerin sorunlarını doğru bir yaklaşımla sahiplenip işçi sınıfının birliği çerçevesinde mücadeleyi yükseltmenin önemi bugün daha da artmıştır.
Birlikte mücadele, ortak örgütlenme! Kapitalist üretimin başlangıcından bu yana, sefalet koşulları içerisinde yaşayan göçmen işçilerin sorunları karşısında devrimci Marksistler doğru yaklaşımlar sergilemiş, sağlıklı politik tutumlar ortaya koymuşlardır. Devrimci sınıf hareketinin güçlü olduğu dönemlerde, bu sağlıklı politik tutumlar sendikal harekette de yansımasını bulmuştur. Ne var ki bugün, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıllar içerisinde sağlanan birikimden yoksun yeni kuşaklar, burjuvazinin hizmetinde olan güçlerin yönlendirmesiyle, göçmen işçilerin yaşadığı sorunlar karşısında da çoğu kez yanlış tutumlara savruluyorlar. Bu yılın başlarında İngiltere’de gerçekleşen bir grevde bunun tipik örneklerinden biri yaşandı. İskoçya ve Galler’de bulunan Total şirketine ait rafinerilerde, Şubat ayında, bir İtalyan firmasıyla yapılan anlaşma kapsamında çok sayıda İtalyan ve Portekizli işçinin istihdam edilmesi gündeme gelmişti. Bunun üzerine işyerinde örgütlü olan sendika, İtalyan ve Portekizli işçilerin çok düşük fiyatlara çalıştırıldıklarını belirterek ucuz işgücüne karşı oldukları gerekçesiyle grev çağrısı yaptı. Kısa sürede yayılan grevin sonunda sendika, istihdam edilecek işçilerin büyük bölümünün İngiliz olması konusunda işverenle anlaşmaya vardıklarını duyurdu. Böylece sendikanın gerçekte yabancı işçilerin ücretlerinin düşük olmasına değil, İngiliz olmamasına karşı durduğu açığa çıkmış oluyordu. Açık bir milliyetçi yaklaşım sergileyen bu sendikaya üye işçiler de grev sırasında, Başbakan Gordon Brown’un 2007 yılında hükümeti devraldığı dönemde dile getirdiği “British jobs for British workers” (Britanya’nın işleri Britanyalı işçilere!) sloganını kullanıyor, milliyetçi tutumlar ortaya koyuyorlardı.
35
marksist tutum
Derinleşen krizin sonucu her gün üzerine yenileri eklenen 2 milyondan fazla işsizin olduğu İngiltere’de burjuvazi, göçmen işçileri hedef tahtasına oturtarak sorumluluktan kaytarmaya çalışırken, sendika bürokrasisi işçileri burjuvazinin lehine işte böyle yanlış tutumlara sürüklüyordu. Bu grev sırasında tabloid basın “göçmenler bütün işlerimizi çalıyorlar!” manşetleriyle ve “1,3 milyon göçmenin İngilizlerin çalışabileceği işleri ele geçirdiğine” dönük haberlerle doldurulmuştu. Göçmenlik Bakanı Phil Woolas ise İngiltere’ye kabul edilen kalifiye göçmen işçilerin sayısının puan sistemi ile azaltılabileceğini ve iş alanları ve sosyal yardımların göçmenlerden daha çok İngilizler için olduğunu söylüyordu. Ve tüm bunlar, burjuvazinin göçmen işçiler ve aslında işçi sınıfının bütünü karşısında nasıl örgütlü bir politika yürüttüğünü gösteriyordu. Oysa burjuvazinin bu örgütlü saldırısı karşısında işçi sınıfının çıkarlarını savunan mücadeleci bir sendikanın yapması gereken çağrı, yabancı işçilere de İngiliz işçilerle aynı düzeyde ücret verilmesi ve aynı sendikaya üye olmasının sağlanması olmalıydı. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresinde (Aralık 1922) kabul edilen tezlerde, devrimci Marksistlerin bu konuda önerdikleri ve yaşama geçirdikleri politikalar tam da bu yöndeydi: “Pasifiğin güneydoğu kısmındaki şeker plantasyonlarında çalıştırılmak üzere, Çin ve Hindistan’dan getirilen renkli derili işçilerin büyük bir çoğunluğu, hâlâ sözleşmeli işçi sistemiyle işe alınmaktadır. Bu olgu emperyalist ülkelerdeki işçileri, hem Amerika’da hem de Avustralya’da, göçe ve beyaz olmayan işçilere karşı kanunlar çıkartılmasını talep etmeye sevk etmektedir. Bu kısıtlayıcı kanunlar, be-
36
Ekim 2009 • sayı: 55
yaz ve beyaz olmayan işçiler arasındaki, işçi hareketinin birliğini bölen ve zayıflatan düşmanlığı derinleştirmektedir. “Amerika, Kanada ve Avustralya komünist partileri, göçü engelleyen kanunlara karşı güçlü bir kampanya yürütmeli ve bu ülkelerdeki proleter yığınlara, böyle kanunların ırkçı nefreti körükleyerek sonuçta kendilerine zarar vereceğini anlatmalıdırlar. “Kapitalistler, renkli derili ucuz emek-gücünün serbestçe girişini kolaylaştırmak ve bu sayede beyaz işçilerin ücretlerini düşürebilmek için, göçü kısıtlayıcı yasaları kaldırmaya hazırlanıyorlar. Kapitalistlerin bu saldırıları, yalnızca tek bir yolla boşa çıkartılabilir: Göçmen işçiler, beyaz işçilerin mevcut sendikalarının saflarına katılmalıdırlar. Hep birlikte, beyaz olmayan işçilerin ücretlerinin, beyaz işçilerinkiyle aynı düzeye çıkarılması talebi yükseltilmelidir. Komünist partiler tarafından yaratılan böyle bir hareket, kapitalistlerin niyetlerini teşhir edecek ve aynı zamanda renkli derili işçilere, uluslararası proletaryanın hiçbir ırksal önyargıya sahip olmadığını canlı ve açık biçimde gösterecektir.”3 İşçiler uluslararası ve çıkarları aynı olan bir sınıfın parçası olduklarını unutmamak zorundadır. Çünkü burjuvazinin ulusal, dinsel ya da kesimsel farklılıklar üzerinden işçileri bölmesi ve böylece yaşadıkları koşullara hatta daha kötülerine razı edebilmesi ancak işçilerin bu gerçeğin bilincinde olmadıkları zaman mümkün olmaktadır. Burjuvazinin işçileri bölmek ve birbirinden ayırmak dışında iktidarının devamını sağlayabilecek bir gücü yoktur. Lenin de emperyalizm döneminde kapitalizmin bu yönde taşıdığı eğilimin altını çizmiştir: “Emperyalizmin … özellikleri arasında, bir de, emperyalist ülkelerden dışarı yapılan göçlerde bir azalma ve buna karşılık bu ülkelere, daha az ücret ödenen daha geri ülkelerden işçi göçünde artma görülmesi gerçeğini anımsatmalıyız... Amerika Birleşik Devletleri’nde, Doğu ve Güney Avrupa’dan gelen göçmenler en düşük ücretli işlerde çalışırken, Amerikan işçileri, ustabaşılar ya da daha iyi ücretli işçiler içindeki en büyük oranı oluştururlar. Emperyalizm işçiler arasında da ayrıcalıklı kesimler oluşturma ve onları büyük işçi kütlesinden ayırma eğilimi taşıyor.”4 Geçtiğimiz aylarda İskoçya ve Galler’deki grevlerde sergilenen milliyetçi tutumlar önümüzdeki süreçte ne yazık ki istisna olmayacaktır. Burjuvazi tarafından, işsizliğin sorumlusu olarak yerli işçilerin gözünde günah keçisi haline getirilen göçmen işçiler, işçi sınıfı devrimcilerinin etkili müdahalelerinin söz konusu olamadığı durumlarda, sorunların kaynağı olarak görülmeye devam edilecektir. Oysa bu anlayış, yerli işçilerin de içine düştüğü, onları kapitalistlerin elinde oyuncak eden bir tuzaktır. Göçmen işçileri bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanan burjuvazi, bu sayede yerli işçi sınıfına da daha ucuza ve daha kötü şartlarda çalışmayı dayatmaktadır.
sayı: 55 • Ekim 2009
İşsizlik kapitalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği ve neticede kapitalistlerin işine gelen yapısal bir sorundur. İşçilerin tamamının istihdam edilememesi bunun yapılamayacak olmasından değil, kapitalist sistem dâhilinde bu durumun gerçekleşemeyecek olmasından kaynaklanır. İşsizliği yaratan da, ücretleri düşüren de, yaşam koşullarını katlanılmaz kılan da, yoksulluğa mahkûm ettiği insanları göçe zorlayan da, işçileri bu yüzden birbirine düşüren de kapitalist sistemdir.
İşçileri göçe kapitalizm zorlar Bir sınıfın parçası olduğunun bilincinde olmayan tek tek işçiler için diğer işçiler kıyasıya yarıştıkları bir rakipten başka bir anlam ifade etmezler. Oysa rakiplerini yendiklerini düşünen işçiler bile nedense bir türlü kazanamazlar. Yaşam koşulları hiçbir zaman düzelmez, giderek daha çok yoksullaşır ve daha çok yıpranırlar. Patronlar sınıfı daha da zenginleşirken onların payına sadece daha çok çalışma zorunluluğu düşer. Sınıf bilinciyle davranıp mücadele etmeyen işçilerin kaçınamadıkları kaderleri budur. Göçmen işçileri kendisiyle aynı koşulları paylaşan sınıf kardeşi olarak görmeyip, işini elinden almaya çalışan bir rakip olarak değerlendirenler de bu kaderi yaşamaktan başka bir şey yapamazlar. Lenin, “Hızla gelişen endüstriyel ülkeler, büyük ölçekli makine kullanarak ve geri ülkeleri dünya pazarından sürerek, ücretleri ortalama ücretin üzerine çıkarırlar ve böylece geri ülkelerden işçi çekerler … insanları öz yurtlarını terk etmeye aşırı yoksulluğun zorladığına, kapitalistlerin göçmen işçileri en utanmasız biçimde sömürdüklerine hiç kuşku yoktur” derken sonuna kadar haklıdır. Üstelik zorunlu göç kriz dönemlerinde kapitalizm için sübap görevi de görmüştür: “İşçilerin ve köylülerin okyanusun bir tarafından öbür tarafına göçü, Avrupa’daki kapitalist rejim için her zaman bir emniyet sübabı vazifesi görmüştür ve uzayan buhran dönemlerinde ya da devrimci hareketin yenilgilerinden sonra hep artmıştır.”5 Kapitalizmde göçmen işçilik olgusu hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır. Aksine göçmen işçilerin sayısının giderek artması kapitalizmin yapısal eğiliminin bir sonucu olarak sürecektir. Yani bugünün ve geleceğin göçmen işçilerini göçmenliğe zorlayan da, diğer işçilerle acımasız bir rekabet içerisine sokan da kapitalizmdir ve hiçbir işçi son tahlilde bu rekabetten kazançlı çıkamayacaktır.
Kapitalizmin yarattığı sorunları yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesi çözebilir! Kapitalistlerin ideolojik hâkimiyetinin etkisi ve reformist önderliklerin yönlendirmesiyle, işçi sınıfının içine düştüğü açmazlar ve yanlışlar, her seferinde devrimci Marksistlere, sorumluluklarını yerine getirmenin aciliyetini hatırlatıyor.
marksist tutum
Göçmen işçilerin katmerli sömürüsü ve ezilmişliği önümüzdeki süreçlerde kaçınılmaz olarak patlamalara ve yeni mücadelelere yol açacaktır. Burjuvazinin buna yanıtı ise ulusal ve ırksal ayrımları kaşımak ve bu temelde işçileri birbirine düşürmek olacaktır. Bu yüzden göçmen işçilerin sorunları işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından büyük önem arz etmeye devam edecektir. Burjuvazi sınıf mücadelesinden çıkardığı dersleri ustalıkla hayata geçirmektedir. İşçi sınıfının da izlemesi gereken yol budur. Düşmanın taktikleri karşısında işçi sınıfı da önceki kuşakların büyük bedeller ödeyerek ortaya koyduğu devrimci mirasa sahip çıkmalıdır. Devrimci Marksist önderlerin eserlerinde ve Komünist Enternasyonal belgelerinde de somutlanan bu miras sınıf temeli üzerinde yükselen örgütlü bir mücadeleyle hayata geçirilmelidir. Sınıf mücadelesinin tarihi bize, ulusal ayrımlar sebebiyle işçiler arasında yaratılmaya çalışılan bölünmeye karşı işçilerin enternasyonalist sınıf kardeşliği temelinde mücadele etmek gerektiğini söylemektedir. Bu bilinci ve bu yöndeki mücadeleyi yükseltmek için yerli işçiler göçmen işçilerle aynı örgütlerde birleşmeli ve mücadelelerini ortaklaştırmalıdır. Aynı zamanda işçi sınıfı, bir bütün olarak, “eşit işe eşit ücret”, “eşit siyasal, sendikal ve toplumsal haklar” gibi işçiler arasındaki rekabeti kaldıracak talepler için mücadele etmeyi önüne koymalıdır. Sınıf bilinçli işçiler, göç edilen ülkelerde var olan en temel haklardan bile mahrum milyonlarca göçmen işçinin ve aslında çıkarları onlara göbekten bağlı yerli işçilerin yaşam koşullarının kötülüğünün kapitalist sistem ayakta kaldığı sürece ortadan kalkmayacağını sınıfa sabırla anlatmalıdır. Göçmen işçilerin yüz milyonları bulan sayısı ve geniş bir alana yayılmış olması bu sorunu sadece birkaç emperyalist ülkede yaşanan bir sorun olmaktan çıkarmıştır. Örneğin Türkiye de başka ülkelere çok sayıda göçmen gönderiyor olmasına rağmen, bir milyondan fazla göçmen işçinin yaşadığı bir ülkedir artık. Bu yüzden bu talepler etrafında ve bu anlayışla örgütlenme ve mücadele etme zorunluluğu Türkiye işçi sınıfı için de geçerlidir. Bu yüzden, kapitalizmin işçi sınıfına saldırılarını daha da arttıracağı kriz konjonktüründe, Türkiye’deki işçi sınıfı devrimcileri de göçmen işçi sorununa gereken önemi vermelidir. _____________________________ 1
Marx, Kapital, Sol Yay., c.1, s.681
2
Bkz. Nazım Yıldırım, Sahte Cennetlerin Öteki Yüzü, www. marksist.com ve Kerem Dağlı, Göçmen İşçiler: “Kullanılıp Atılabilir İnsanlar”, MT, Ağustos 2007.
3
Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, “Doğu Sorunu Üzerine Tezler”, Maya Kit., c.2, s.343-344.
4
Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., s.128-129
5
Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, “Uluslararası Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine Tezler”, c.2, s.53
37
Irkçılık ve Göçmenlere Karşı Artan Saldırılar Suphi Koray
S
on aylarda başta Avrupa’da olmak üzere göçmen işçilere karşı yapılan saldırılar ve ırkçı gösteriler giderek artıyor. Bilinçli olarak tırmandırılan ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının etkisiyle göçmen işçiler, ciddi saldırıların boy hedefi haline getirilmişlerdir. Bir yandan hükümetler göçmen karşıtı yasalar çıkartırken, diğer taraftan faşist çeteler göçmen karşıtı gösteriler düzenleyip göçmen işçilere saldırıyorlar. Üstelik tüm bunlar “faşizmden dersini aldığı” söylenen gelişmiş “demokratik” ülkelerde meydana geliyor. Krizle birlikte, işçi sınıfının dağınıklığı ve örgütsüzlüğü sebebiyle, kazanılmış sosyal ve demokratik haklara saldırılar daha da artıyor. Burjuva demokrasisinin sınırları daraltılıyor, milliyetçilik, şovenizm, yabancı düşmanlığı, militarizm ve ırkçılık tırmandırılıyor. Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek güç kazanmasının zemini de budur. Haziran ayında yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde 19 ülkede göçmen karşıtı politikalarıyla ünlü aşırı sağ partiler oylarını ve AP’deki sandalye sayılarını artırdılar. Göçmen karşıtı İngiltere Ulusal Partisi (BNP) bu seçimle birlikte AP’de ilk defa sandalye kazandı. Son süreçte göçmen karşıtı hareketin gelişmesi bakımından İngiltere dikkat çekiyor. Özellikle BNP göçmen karşıtı politikalarıyla buna örnektir. BNP liderinin göçmen işçiliğe bulduğu çözüm, bu partinin ırkçılığının boyutunu da gözler önüne seriyor. Parti lideri Nick Griffin, “Göçü ve buraya gelmeye çalışırken ölen Sahra-Altı Afrikalıları durdurmanın tek yolu, er ya da geç, onlara sert davranmaktır. O teknelerin çoğunu batırmalılar” diyebilecek kadar ileri gidiyor. Ne yazık ki bu münferit bir vaka değil. Haziran ayında Belfast’ta 100’ü aşkın Romen göçmen, ırkçı saldırılardan ancak kiliseye sığınarak kurtulabilmişti. Birçoğu evini terk etmek zorunda kalmıştı. Göçmen işçilerin yaşadığı bölgelerde bu tip saldırılar giderek artıyor. BNP ile bağlantılı İngiltere Savunma Ligi (EDL) adlı faşist çete, Nisan ayından beri ırkçı gösteriler düzenliyor. Üstelik bu gösteriler yürüyüş olarak kalmıyor;
38
toplanılan alanda göçmenlere sözlü ve fiziksel tacizde bulunuluyor, göçmenlere ait dükkânlar bu faşist çetenin saldırılarına uğruyor. Gösteriler haricinde de sokak ortasında göçmenler ırkçıların şiddetine maruz kalabiliyorlar. Son olarak 5 Eylülde Birmingham’da düzenlenen ırkçı gösteride benzer olaylar çıktı. “Müslümanlar Dışarı”, “Daha Fazla Cami İstemiyoruz” gibi ırkçı söylemler bu gösteride öne çıktı. Ancak bu sefer bölgenin devrimci unsurları da hazırlıklıydı ve bir karşı gösteri organize etmişlerdi. Göçmenlerin sınır dışı edilmesini isteyen ırkçı gruba, bu anti-faşist grup, “Siyah, Beyaz, Asyalı ve Yahudi; Biz Hepinizden Çoğuz” sloganını atarak yanıt verdi. Polisin saldırısıyla 90 kişi gözaltına alındı. Bu ırkçı gösteri geri püskürtülmüş olsa da, göçmen karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının geri püskürtülmüş olduğunu söylemek güç. Nitekim EDL ülkenin diğer şehirlerinde de benzer gösteriler düzenlemeye devam edeceğini açıkladı. 11 Eylül’den sonra İslamofobi İngiltere’de de güç kazanmış ve tüm Müslümanlar terörist yaftası yemişti adeta. 11 Eylül’ün yıldönümünde 20 kişilik bir grubun çamaşırsularıyla camiden çıkan Müslümanlara saldırması İslamofobi siyasetinin hâlâ canlı tutulmaya ve azdırılmaya çalışıldığını gösteriyor. Kıta Avrupa’sında da durum çok farklı gözükmüyor. Göçmenler en kötü çalışma koşullarına sahip oldukları halde, bir de kolluk kuvvetlerinin aşırı baskısına maruz kalıyorlar. Göçmenler için aşağılanma ve hor görülme gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş durumda. Fransa’da faşist Le Pen, olayların %90’ının altından göçmenlerin çıktığını iddia ederek daha sert önlemlerin alınması gerektiğini savunuyor. Ondan aşağı kalır yanı olmayan Sarkozy’yi ise göçmen politikaları konusunda söylediği kadar sert davranmamakla suçluyor. Hatırlayacak olursak, 2005 yılında Paris’te başlayan göçmen işçi isyanı Fransa’nın sınırlarını aşmış ve toplumsal bir başkaldırıya dönüşmüştü. O dönemin içişleri bakanı Sarkozy göçmenleri aşağılayarak en baskıcı tedbirlerin alınmasını sağlamış-
sayı: 55 • Ekim 2009
tı. Önce olağanüstü hâl ilan edilmiş, ardından antidemokratik yasalar çıkartılmıştı. 2007 yılında çıkartılan yasa ile göçmenlik koşulları iyice zorlaştırılmıştı. Bu yasaya göre, göçmen adaylarının vatandaşlık için dil ve uyum sınavına girmeleri, DNA örneği vermeleri ve yeterli maddi imkânlara sahip olmaları gerekiyor. Aksi takdirde sınır dışı ediliyorlar. Bu politikanın sonucu olarak, yılda 20-30 bin civarında göçmen, bir umut için geldiği bu topraklardan ellerli bomboş sınır dışı ediliyor. Almanya’da da özellikle doğu eyaletlerinde ırkçılık giderek yaygınlaşıyor. Almanya genç nüfusun azlığı sebebiyle milyonlarca göçmen işçi barındırıyor. Fakat Alman burjuvazisi artık sadece nitelikli işçilere ihtiyaç duyduğu için 2007 yılında çıkartılan göç yasası ile göçmenlik koşullarını sertleştirmişti. Bu tipten ırkçı uygulama ve söylemler göçmenlerin tehdit unsuru olarak görülmesine yol açıyor. Böylece hortlatılan Nazizmle göçmenler ırkçı saldırılara maruz kalıyorlar. Devlet faşist grupların işledikleri suçlara göz yumuyor. Polisin denetiminde ırkçı gösteriler düzenleniyor. Eylül ayında da devam etti bu gösteriler. Hamburg ve Dortmund’da ırkçı gösterileri sadece seyreden polis, bu eylemleri protesto edenlere ise tazyikli su ve coplarla müdahale etti. AB daha önce göçmen politikasını Eylülde açıklayacağını duyurmuşsa da, birçok ülke bunu beklemeden kendi içinde sorunu “çözme” gayretine girmiş durumda. Bunlardan İtalya ve Yunanistan’da geçtiğimiz aylarda göçmen alımını zorlaştıran yasalar kabul edildi. Yunan hükümeti göçmenleri şehrin dışında kuracağı kamplarda toplayacağını açıkladı. Temmuz ayında İtalya’da kabul edilen yasaya göre, kaçak yollarla giriş yapanlar 10 bin avroya kadar para cezası ile cezalandırılabilecek, kaçak göçmenlerin gözaltı süresi ise 6 aya çıkacak. Burjuva demokrasisinin nereye doğru yol aldığını da Mussolini’nin kara gömleklilerine benzer “silahsız” devriyelerin oluşturulmasına izin veren madde gösteriyor. İnsanlığın faşizmden ders aldığını iddia edenlerin bu yasa maddelerini iyi okumaları gerekiyor. 20 Ağustosta deniz yoluyla İtalya’ya girmek isteyen 73 Eritreli yaşamını yitirmişti. Bu yasalarla birlikte çok daha fazla sayıda umut yolcusunun Akdeniz’in derin sularında kapitalizmin kurbanı olacağı açıktır. Sorun sadece Avrupa ile de sınırlı değildir. Kapitalizmin derin krizi, ırkçılığın ve göçmen karşıtlığının tüm dünyada derinleşmesine yol açmıştır. Dünyanın en çok
marksist tutum
İngiltere’de BNP ile bağlantılı EDL adlı faşist çete, Nisan ayından beri ırkçı gösteriler düzenliyor. Üstelik bu gösteriler yürüyüş olarak kalmıyor; toplanılan alanda göçmenlere tacizde bulunuluyor, göçmenlere ait dükkânlar bu faşist çetenin saldırılarına uğruyor. göç alan ülkesi olan ABD, üç yıl önce çıkartılan göçmenlik yasası nedeniyle milyonlarca göçmenin eylemliliklerine sahne olmuştu. “İş Yok, Okul Yok, Satmak Yok, Satın Almak Yok” şiarıyla 1 Mayıs günü boykota giden göçmen işçiler, sahip oldukları devrimci potansiyeli dosta düşmana göstermişlerdi. Bush döneminden sonra tarihinde ilk defa siyah bir başkanın seçilmesi de ABD’deki göçmenlerin yaşamını değiştirmedi. Tersine son süreçte Obama üzerinden ırkçı söylemler artmış durumda! Özellikle ülkenin güneyinde Latin Amerikalı göçmenler düşük ücretle, sigortasız ve sağlıksız koşullarda çalıştırılıyorlar. Her yerde olduğu gibi burada da polisin ırkçı tutumlarına maruz kalıyorlar. İşte rüyalar ülkesi ABD! Emekçilerin yaşadığı toprakları terk ederek daha gelişmiş ülkelere göç etmesi kapitalizmin yarattığı koşulların kaçınılmaz sonucudur. 300 milyondan fazla insan daha iyi bir yaşam umuduyla göçmen olarak yaşamaktadır. Göçmen işçiler emperyalistler için hem ucuz işgücü kaynağı, hem de kapitalizmin kitlelerde yarattığı tepkinin kanalize edildiği bir hedef durumundalar. Emperyalist devletler işsizlik ve yoksulluk gibi kapitalizmin kendisinden kaynaklı sorunların müsebbibi olarak göçmen işçileri lanse ettiği için, yerli işçi sınıfı hedef tahtasına kapitalizm yerine göçmenleri oturtuyor. Yerli-yabancı, siyah-beyaz, AvrupalıAsyalı gibi ayrımları kullanarak burjuvazi, işçi sınıfının birliğini engelliyor. Bugünkü derin kriz ortamında buna çok daha fazla ihtiyaç duyuyor burjuvazi. Nitekim bu politikanın sonucunda yabancı düşmanlığı tırmandırılmış ve göçmen karşıtı faaliyetler hız kazanmıştır. Dolayısıyla burjuvazinin derdi göçmen işçilerin sorunlarına çare bulmak değil, emek göçünü kontrol altına almaktır. Ne işsizliğin, ne yoksulluğun, ne de toplumdaki huzursuzluğun sebebi göçmen işçilerdir. Artan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının karşısına dikilmek, burjuvazinin etnik, dinsel ve ulusal ayrımları işçi sınıfını bölmek için kullanmasına fırsat vermemek devrimci işçi sınıfının görevidir. Bu görev yerine getirilemezse kapitalizme son vermek için şart olan işçi sınıfının uluslararası birliği sağlanamaz.
39
Sağlıksızlığa Dönüşüm Projesi Dicle Yeşil
S
ağlık en temel ihtiyaçlarımızdan birisidir. Ancak son yıllarda uygulamaya konulan yeni yasalarla, burjuvazi sağlığımızdan tümüyle feragat etmemizi istiyor. Enerji ve silah sektöründen sonra üçüncü büyük kâr kapısını oluşturan sağlık sektörü, özel sermayenin ellerine bırakılarak, milyonlarca işçinin sağlık hakkı gasp ediliyor. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden güç alan burjuvazi, saldırı programını kademeli olarak, yani alıştıra alıştıra gerçekleştirdi. Burjuvazinin temsilcisi olan AKP hükümetinin 2005 yılından beri uyguladığı sözde sağlık reformu döne döne işçi sınıfını vurmaya devam ediyor. Adına janjanlı bir biçimde “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” denilen bu saldırı programı işçi sınıfı için daha fazla hak kaybının ve sağlıksızlığın projesidir. AKP hükümeti bu projeyi SSK hastanelerini Sağlık Bakanlığına devretmekle başlattı. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı gibi kurumları, olumlu bir adım olarak tek çatı altında birleştirdi. “Artık kuyruk çilesi bitecek, herkes istediği hastaneden tedavi hizmeti alabilecek” diyerek, sıra alamayan, hastane bahçelerinde saatlerce beklemekten bıkan işçiler için, bu uygulama cazip hale getirildi. Özel hastanelerin kapıları işçilere açılarak sistem iyice cazip kılındı. Ancak çok geçmeden bunu giderek artan fark ücretleri ve “katkı payları” izledi. Ardından Aile Hekimliği uygulaması ile Sağlık Ocakları kapatılmaya başlandı. Performansa dayalı döner sermaye uygulamasını ifade eden ve yanıltıcı biçimde “Tam Gün” yasası olarak sunulan yasayla sağlık emekçileri daha fazla sömürüye mahkûm edilmek isteniyor. Sağlık sektöründe iş güvenceli çalışanların sayısı hızla azaltılıyor. Hastanelerde merkezi bütçeden maaş alanlar hariç, tüm diğer ücretler ve hastane harcamaları döner sermaye bütçesinden karşılanır duruma getirilerek, hastaneler ticari işletmeye dönüştürülüyor. Devletin sağlığa ayırdığı bütçe de her geçen gün daha da azaltılıyor. “Kamu Hastane Birlikleri Yasa Tasarısı” ile kamu hastaneleri “sağlık işletmesi” konumuna geçirilerek, mali açıdan özerk işletmeler haline getirilmek isteniyor. Bu projenin bir adım
40
ötesi kamu hastanelerinin özelleştirilmesi ve sağlık hizmetinin tamamıyla para ile satın alınabildiği yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.
Önce primini öde! 1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren SSGSS yasası, kişinin çalışıp çalışmadığına bakmaksızın, 18 yaşın üstünde olan ve asgari ücretin üçte birinden fazla gelire sahip kişilerin %12,5 oranında prim ödeyerek sağlık hizmetinden faydalanmasını öngörüyor. Geliri 222 TL’nin üzerinde olanlar, asgari ücret alan işçiler ve aileleri, kişi başı 27,72 TL prim ödeyerek sağlık hizmetinden faydalanabiliyorlar. Primini ödeyebilenler sağlık hizmetinden yararlanabilirken, 1 TL dahi prim borcu bulunanlar bu hizmetten faydalanamıyorlar. Dolayısıyla primi yatmadığı için hastane kapılarından çevrilenlerin, parası olmadığı için hastane hastane dolaştırılıp yollarda ölenlerin sayısı hızla artıyor.
Ya paketin içindesindir ya da kendi kaderinle baş başa! Geçtiğimiz yıl yürürlüğe giren yasa, Sosyal Güvenlik Kurumunun (SGK) finanse ettiği hizmeti, Temel Teminat Paketinin kapsamıyla sınırlandırıyor. Buna göre, sağlık hizmetinden yararlanacak olanların, kapsam dışında kalan hizmetler için ek ödeme yapmaları gerekecek. Yalnızca ayakta tedaviyi yeterli gören bir anlayış hâkim kılınmak isteniyor. Bundan daha fazlasını talep eden “müşteriler”, “çağdaş” sağlık işletmelerinden parasına göre sağlık hizmeti satın almak zorunda bırakılıyor.
Prim yetmez, katkı payını da öde! Sağlığa ayrılan bütçe 48 yıldır yerinde sayarken, AKP hükümeti sağlık harcamalarında 3 milyar lira tasarruf yapmayı hedeflediğini açıkladı. Devletin tasarruf dediği şey,
sayı: 55 • Ekim 2009
tıkır tıkır primini ödemeye devam eden işçinin cebinden ekstradan 3 milyar lira daha çıkmasıdır. İşçi sağlık primi ödediği halde, bunun haricinde bir de muayene ve ilaç için daha fazla katkı payı ödeyecek. Sağlık Ocakları ve ayakta tedavinin yapıldığı hastanelerde 2 TL, devlet ve üniversite hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde ise 15 TL katılım payı alınacak. Hastaneler sınıflandırılarak, hasta katılım payı hastaneye göre %30’dan başlayıp %70’e kadar çıkacak. Şayet muayene olup bir de bunun üzerine ilaç alırsanız katılım payınız daha da artacak. Yani hastalığınızın teşhisi ile yetinmeyip tedavi olmak istiyorsanız kesenin ağzını açacaksınız. Bunun dışında tek seçeneğiniz tedavinizi çıkmaz aya erteleyip, hastalığınızla yaşamayı öğrenmek olacak! Üstelik yeni getirilen bu uygulamaya, ekonomik gücü olmadığı için kendilerine bu kart verilen yeşil kartlılar da dâhil edildi. Devlet daha önce orijinal ilaçlarda yüzde 100, eşdeğer ilaçlarda yüzde 80 oranında ödeme yaparken, yeni uygulamayla orijinal ve eşdeğer ilaçlarda yüzde 60 üzerinden ödeme yapacak. Dolayısıyla aradaki fark hastadan alınacak. Yeni uygulamayla ilaçta katılım payı da artırıldı. 1 Ekimden itibaren geçerli olmak üzere katılım payı emeklilerde %10’dan %15’e, çalışanlarda %20’den %30’a yükseltildi. Ekonomik krizin faturasının işçi sınıfına çıkarıldığı bugünlerde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun Şubat ayında yaptığı bir araştırmaya göre işsiz işçi sayısı resmi olarak 3 milyon 802 bin kişiye ulaşmıştır. Ancak bu rakama 1-2 ay önce işsiz kalanlar ve bir yıldan uzun bir süredir resmi olarak iş aramayan, yani iş bulmaktan ümidini kaybetmiş işçiler dâhil edilmemiştir. Bu rakamları eklediğimizde gerçekte işsiz sayısı 6,5 milyon kişiye ulaşmaktadır. Aynı şekilde 10 milyon 25 bin kişi hiçbir sosyal güvencesi olmadan, kayıt dışı çalışıyor. İşsiz işçiler, işsizlik sigortasından işsizlik ücreti aldıkları süre içerisinde sağlık hakkından faydalanabiliyorlar. Ancak işsizlik sigortasından yararlanamayanlar ve işsizlik ücreti kesilmiş olanlar, geriye dönük 90 günlük prim ödemişlerse, ancak 100 gün daha sağlık hakkından faydalanabilecekler. Neredeyse her dört gençten birinin işsiz olduğu ve kronik işsizliğin yaygınlaştığı bu dönemde, bir yıldan uzun süre işsiz kalanlar ve aileleri sağlık hakkından faydalanamayacaklar. “Hiç kimseyi dışarıda bırakmayacak bir sağlık güvencesi getiriyoruz” diye övünen AKP, bu uygulamayla parası olmayan vatandaşları kapı dışarı etmiştir.
3500 kişilik ailenin hekimi! Sağlık Ocaklarının kapatılmasıyla birlikte başlayan aile hekimliği uygulamasının 59 ilde yaygınlaştırılması hedef-
marksist tutum
leniyor. Aile hekimliği uygulamasının amacı, çalışan personelin sayısını azaltarak elemandan tasarruf etmektir. Aile hekimleri isterlerse yanlarında sözleşmeli personel çalıştırabiliyorlar. Fakat devlet yalnızca iki kişinin ücretini karşılıyor. Hiçbir sağlık kurumunun elektrik, su, ısınma, tamir ve diğer cari giderleri karşılanmadığı gibi, tüm bu masraflar hizmet ödeneklerinden, aile hekimleri tarafından karşılanıyor. Aynı zamanda bir aile hekimi 3500 kişinin sağlık probleminden sorumlu oluyor. Tek bir kişiye 3500 hastanın düşmesi, gereken tedavinin nasıl sağlanacağının göstergesidir. Sağlık Ocaklarının bir işlevi de, hastalığın oluşmasını ve yaygınlaşmasını engellemek üzere koruyucu sağlık hizmeti vermekti. Sağlık Ocakları kapatıldıktan sonra bu işlevi hangi kurumun yerine getireceği belirsizliğini koruyor. Koruyucu sağlık hizmeti, insanların yaşam alanlarında, mahallelerinde çok kolay ulaşabildikleri, meydana gelebilecek salgın hastalıklara ya da herhangi bir hastalığa yakalanmadan önce tedbir alınmasına dönük bir hizmettir. Hastalık nüksetmeden onu engellemeyi başarmak, emekçileri gereksiz sağlık harcamaları külfetinden korumaktadır. Sağlıklı bir toplumun yaratılmasının, hastaneye, doktora ve ilaca ihtiyacı önemli ölçüde azaltacağı açıktır. Ancak bu, hastalıktan kâr etme mantığı üzerine kurulu ilaç tekellerinin ve diğer tıp şirketlerinin işlerine çomak sokmak demektir aynı zamanda. Tam da bu yüzden, koruyucu sağlık hizmeti anlayışı terk edilmiştir. Koruyucu değil, daha çok ilaç tüketiminin hedeflendiği “tedavi edici hekimlik” anlayışıyla, ilaç masrafları tüm sağlık harcamalarının yüzde 42’sini oluşturur hale gelinmiştir. Oysa koruyucu sağlık hizmetlerinin uygulanması durumunda, olması gereken oran yüzde 15 ilâ 20 civarındadır. Bu politika sonucu, Türkiye’de 2004 yılından 2008 yılına kadar geçen sürede sağlık harcamaları dört kat artmıştır. Aynı politika ile yetiştirilen hekimler, tıp kartelinin çıkarlarına uygun bir eğitimden geçerek mesleklerine başlamaktadırlar. Örneğin normal doğumların yüzde 60’ının neden yoğun bakım tedavisi gördüğünü kimse açıklayamamaktadır. Modern tıp pazarı, ilaç tüketimini, gereksiz tetkikleri ve çoğu durumda gereksiz tedavi yöntemlerini olmazsa olmazmış gibi dayatmaktadır. Kullanılan ilaç ve malzemeleriyse, firmaların verdikleri promosyonlar ve performans ücretleri belirlemektedir.
“Kamu Hastane Birlikleri Yasa Tasarısı” ve “Tam Gün” Yasası Kamu Hastane Birlikleri Yasasıyla devlet ilk elden 400 kamu hastanesini birleştirmeyi hedefliyor. Bir veya birkaç ildeki hastaneler birleştirilecek ve 7 kişiden oluşacak bir
41
Ekim 2009 • sayı: 55
marksist tutum
yönetim kurulu ile işletilecek. Yönetim kurulu üyeleri ise İl Genel Meclisi, Vali, Bakanlığın belirleyeceği tıp mezunu, Ticaret Odasının belirleyeceği işletmeci, muhasebeci ve hukukçudan oluşacak. Bu kurul içerisinde hastanede çalışacak olan ne bir işçi, ne de bir işçi temsilcisi bulunmaktadır. Sağlık emekçilerinin özlük haklarına tam bir saldırıyı ifade eden bu uygulamayla, sağlık çalışanının iş ve ücret güvencesi tehdit altında olacak. Sözleşmeli çalışma esas alınarak kadro hakkı yok edilecek. Hastaneler kendi gelirlerini kendileri sağlayacaklar. Dolayısıyla sömürecekleri kitleyi de üç kuruş asgari ücret alan işçiler oluşturacak. Hastaneler hizmet altyapısı, hasta (müşteri) memnuniyeti ve kalite gibi uygulamalarla sınıflandırılacak. Hastaneler sınıflandırılırken, işçi sınıfı da sınıflandırılarak, gelirine uygun hastaneye gidebilecek. Ya da ömrünü hastane ve doktor yüzü görmeden geçirecek. Bunun yanı sıra, sağlık çalışanlarına, “Tam Gün Yasası” ile tümüyle performansa dayalı bir sistem dayatılarak, “ne kadar performans o kadar ücret” uygulaması getirilecek. İş güvencesi hastanenin yönetim kurulunun iki dudağı arasında olacak. Bu yasa ile sağlık çalışanları daha fazla ücret için alabildiğine uzun sürelerde çalışmaya zorlanırken, kuralsızlığın, esnek çalışmanın ve taşeronlaştırmanın hızla yaygınlaştığı, kadrolu personelin tarihin geçmiş bir zaman dilimine itildiği dönem açılacaktır. İnsan sağlığı gibi böylesine önemli bir konunun performans sistemiyle boğulması, kapitalist sistemin “yalnızca sermayeye hizmet et” anlayışının ifadesidir. Kamu Hastane Birlikleri Yasasıyla, devlet hastanelerine ait bütün taşınabilir ve taşınmaz malların elden çıkartılması ve özel sermayeye peşkeş çekilmesinin yolunu döşeyen bu yasa tasarısı ile tüm kamu hastaneleri “sağlık ticarethanesi” haline getirilecek. Daha şimdiden kamu kuruluşu gibi görünen, fakat özel bir işletme gibi işletilen devlet ve üniversite hastanelerinde, aynen özel hastanelerde
42
de olduğu gibi, yemek, temizlik, ulaşım, otopark, kantin, hemşirelik, radyoloji, tomografi, MR gibi bölümler özelleşmiştir. Beykoz Devlet Hastanesi, Kamu Hastaneleri Birliği Yasası kapsamında Paşabahçe Devlet Hastanesiyle birleştirilmiştir. Aynı yasa tasarısı kapsamında Validebağ Devlet Hastanesi ise Üsküdar Devlet Hastanesiyle birleştirildi. Bu hastanelerde sağlık çalışanlarının ve taşeron işçilerin durumu belirsizliğini koruyor. Ancak belli ki taşeron işçilerine işsizlik, kadrolu olanlara da başka hastanelere ve kurumlara sürgün gözüküyor. Bakırköy Mazhar Osman Sinir Hastalıkları Hastanesinde çalışanlar ve tedavi gören hastalar da sağlıkta dönüşümün kurbanı oldu. Yatırılan hastalar ya taburcu edildi ya da başka hastanelere sevk edildi.
Dünyadaki durum da farklı değil Tüm dünyada krizle birlikte sağlık çalışanlarına ve işçi sınıfının sağlık hakkına azgınca saldırılmaya devam ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, genel sağlık sigortası uygulayan birçok ülkede de durum farklı değildir. Bu ülkelerde, hizmet azaltılırken katkı payları sürekli olarak artırılmıştır. Masraflar işçi sınıfının sırtına yıkılmıştır. Almanya’da “sağlık paketi”ni daraltma ve prim oranlarını artırmanın yanı sıra, emekli maaşlarının da yüzde 10 oranında azaltılması planlanmaktadır. Buna tepki gösteren yüz binlerce işçi sokağa dökülmüştür. İtalya, emeklilik yaşını 60’tan 65’e, minimum çalışma süresini ise 35 yıldan 40 yıla çıkarmayı planlamaktadır. İsviçre’de hastaların tedavi masraflarında katkı payı %10’dan %20’ye çıkarılmıştır.
Sağlık hakkından vazgeçme! Sağlık insanın vazgeçilmezlerinden biridir. Ama ticari olarak, sağlık sektörü de sermaye sınıfının vazgeçilmezleri arasındadır. Devleti bu alandan süpürerek pastayı mideye indirmeye çalışan burjuvazinin arzuları, örgütlü işçi sınıfının tepkisi olmadığı sürece, hiçbir engele takılmadan gerçekleştirilecek. Buna izin vermemenin tek yolu burjuvaziye karşı örgütlü mücadele yürütmekten geçiyor. Tüm dünyada beslenme, konut, sağlık, ulaşım ve eğitim hakkından ücretsiz faydalanabilmek, kendi kaderimizi kendi ellerimize almakla mümkün olacaktır ancak.
“Ateşi Çalmak” Ezgi Şanlı
B
ir kitabı elimize ilk aldığımızda nasıl bir emeğin ürünü olarak ortaya çıktığını pek de düşünmeyiz. Ne kadar çok işçinin ellerinin hüneri ve gözlerinin nuruyla gelip konuk oluvermiştir dünyamıza, merak etmeyiz çok kez. Buram buram kâğıt kokusunu içimize çektiğimizde dünyamıza neler sunacak, neler katacak bilmeyiz henüz. Kitapların hepsi benzer bir emeğin ürünüdür aslında. Ama ilk sayfaları çevirip de yolculuk başladığında anlarız ki kitapların her biri çok farklıdır. Bazısı zehir saçar. Zehirli bir yılan gibi tıslayarak bilincimizi ele geçirmeye çalışır. Kör tanrıların emrinde yazılmıştır her bir satırı. Bazısı öğretir. Bazı kitaplar hayallere dalmamızı ister ya da yalana gerçek dememizi. Ama bazı kitaplar vardır ki, bilincimizi bir dağ doruğundan diğerine çıkarır. Onları okudukça kendimizi yerçekimsiz bir yaşamdan kurtulmuş, ayaklarımız yere basmış gibi hissederiz. Kendimize bir yer buluruz. İnsan toplumunun tarihinde bir yer. Dünyada bir yer. Boşlukta salınıp durmaktan kurtarır, örgütler bizi böyle kitaplar. Yön duygusunu kaybetmiş sandığımız insanlığın nereden gelip nereye gittiğini gösterirler, bize emek verirler. Galina Serebryakova’nın kaleme aldığı “Ateşi Çalmak” işte böyle bir kitaptır. Çünkü aslında kitabın anlattığı konu, işçi sınıfının Prometheus’u olan Karl Marx’ın hayatı ve mücadelesidir. Prometheus, tanrılardan ateşi çalıp insanlığa vermiştir. İnsanlık için ateş aydınlık demektir. Karanlıkta önünü görmek ve tüm zorluklara göğüs gerebilmek demektir. Çözümdür ateş. Marx da, tıpkı Prometheus gibi, kurtuluş ateşini işçi sınıfının eline vermiştir. Marx işçi sınıfı için ışık demektir. İşçi sınıfının kurtuluşu Marx’ın öğretisindedir. Marksizmin ışığında yürümektedir. Anlatılan Marx olunca, Marx’ın hayatı olunca, kitap artık bir biyografi değildir. Belgesel değildir. Tarih kitabı değildir. Anlatılan Marx’ın hayatı olunca o kitap artık bir nehirdir. Yaşamın ve doğanın tüm labirentlerinden geçtiğimiz bir akıntıya katılırız önce. Karmaşık olan sadeleşir. İmkânsız olan yakınlaşır. Bilinmez olan anlaşılır. Tarihe karıştığını düşündüklerimiz yanımıza gelip hayatımızın gerçeği olur. Marksizm daha da kuvvetli bir biçimde ete kemiğe bürünür. Galina Serebryakova 1905 yılında Rusya’da doğ-
Kitap Dünyası
marksist tutum
muştur. Henüz çocukken, ailesiyle beraber gericiliği ve devrimi yaşar. 1917 Ekim Devrimini yaşatmak için ön saflarda çarpışmaya başladığında daha sadece 12 yaşındadır. Marx gibi bir devrimciyi bu kadar içtenlikle ancak bir devrimci anlatabilir. Belki de bu nedenle Ateşi Çalmak, devrimcilerin yüreğine doğru bu denli güçlü akar. Kitabın beş cildi de sonsuz kollarıyla birleşen ve yüreğinize doğru akan bir nehrin ışıldayan suları gibidir. Kitap ilerledikçe değişik insanlarla tanışmaya başlarız. Kimisi Marx’ın amansız bir mücadeleyle ezdiği karşıtlarıdır. Kimisi mücadeledeki sadık yoldaşıdır. Hiçbirine karşı bir yabancılık duymamız mümkün olmaz. Marx’la kol kola girerek düşmanlara karşı mücadele etmek ya da dostlarıyla yoldaşlaşmak kaçınılmazdır. Dühring, Lassale ya da Bonaparte ile amansız bir savaşın içinde buluruz kendimizi. Paris Komünarları ile aynı duvar diplerinde kurşuna dizilirken “Yaşasın Komün” diye haykırmak onurunu paylaşırız. Ama nasıl olduğunu anlamadan bir bakarız ki biz geçmişe gittiğimiz gibi, Marx da bugüne gelmiş ve yanı başımızda, bizimle omuz omuza savaşıyor. İşçi sınıfının düşmanlarına bizimle beraber saldırıyor, bizimle beraber onları yere seriyor. Bu nasıl oluyor anlamak mümkün olamadan biz geçmişe gidiyoruz, Marx bugüne geliyor. Bu muazzam duyguyu başka bir kitapla yaşamak nasıl mümkün olabilir ki? Üstelik zamanın bu muhteşem eşleşmesinin hiçbir mistik yanı yok. İnsanlığın ortak hafızası, işçi sınıfının mücadelesinin büyüklüğü, işçi sınıfının gerçek önderlerinin gücü aramızdaki zaman ve mekân farkını büyük ölçüde anlamsız kılıveriyor. Sayfaları çevirdikçe şöyle düşünüyoruz: “Ben Marx’ı tanıdığım ve onun öğrencisi olduğum için mutluyum. Eğer bu böyle olmasaydı düşman cephesine silahsız, zırhsız ve yalnız çıkmış bir asker gibi olmaktan kurtulamazdım.” Nehirdeki yolculuk devam ederken tarihin sırları açığa çıkmaya devam eder. İşçi sınıfının ilk isyanları, Avrupa’yı boydan boya bir devrim kıtası haline getiren 1848 devrimleri, Birinci Enternasyonal’in kurulması, Kapital’in yazılışı, Paris Komünü şahit olduğumuz olaylardır. Yazar bunları anlatırken, bir resme bakar gibi edilgen kalmamıza engel olur. Anlamaya zor-
43
Kitap Dünyası
marksist tutum
lar bizi. Hissetmeye. Savaşmaya. Yenilmeye ve zaferle çıkmaya zorlar. Marx’la yoldaşlaşmaya zorlar. Ama bu zorunluluklara öylesine gönüllü boyun eğeriz ki, daha fazlası için tarihi zorlamak isteğine engel olamayız. Marx’ın eşi ve birer yetişkin olacak kadar yaşama şansına sahip olan üç kızı da onun yoldaşlarıydılar. Kitapta onların mücadeleleri de anlatılıyor. Tüm dünya işçilerinin öğretmeni olan Marx, aynı zamanda Marx ailesinin de öğretmeni ve önderidir. O ne Almandır, ne Fransız, ne de İngilizdir. Onun vatanı tıpkı her işçi gibi bütün dünyadır. Burjuvaların onu kovduğu toprakların işçileri ona kucak açmıştır. Onun yolunda yürümüştür. Onun çocuklarının mücadelesi aynı zamanda çocukların tüm dünyadaki kuşağının, yaşıtlarının büyüyen mücadelesidir. O artık “Marx Baba”dır. Engels… Dost, insan, general, savaşçı, komünist, yoldaş. Her zerresiyle bilinç ve adanmışlık. Yeryüzünün gördüğü en sade, en fedakâr kahraman. Kendi deyimiyle “İkinci Keman”… Marx gibi bir yoldaşa sahip olmak ve onun en iyi yoldaşı olmak onurunu taşımış bir insan kolay anlatılamaz. Ancak böyle bir insan, Marx’ı herkesten daha iyi anlatabilir. Marx’ın ölümünün ardından bir yoldaşına gönderdiği mektupta şöyle der Engels: “partimizin en güçlü beyni artık düşünmez oldu, bugüne kadar tanıdığım en güçlü yürek artık çarpmıyor…” O en güçlü beyin ve en güçlü yüreğin yokluğunu telafi etmenin tek yolu vardır Engels için: Onun yapıtına gömülmek. Onun yarım kalmış eserini tamamlamak. Bir ömür boyunca süren dostluk ve yoldaşlık, ölümün soğukluğuna yenik düşmedi. Halkalar halka-
44
lara eklendi. O eser, yani Kapital tamamlandı. İşçi sınıfının patronlar sınıfına karşı verdiği mücadele gelişti, güçlendi. Son cildin son yapraklarını çevirirken nehrin akmaya devam ettiği bir anda, bir cümlede Lenin’le karşılaşıyoruz. Henüz çok genç bir devrimci. Ama bugünden geriye baktığımızda bizler onun eserlerinin o günün büyüyen halkası olduğunu biliyoruz. Kitabın son sayfasını çevirip de yüreğimizi dinlemeye başladığımızda, halkalara yeni halkalar eklemek, taş üstüne taş koymak için bir okyanus gibi kabaran umut ve azim benliğimizi saracak. Bugünün karanlığına bakıp Marksizmin aydınlığı söndü zannedenler varsın gerçeklerin nostalji olduğunu iddia etsinler. Biz gerçeklerin ne kadar direngen olduğunu biliyoruz. Gerçeğe ihtiyacı olanlar onu nerede bulacaklarını biliyorlar. Işığa ihtiyacı olanlar nereye bakmaları gerektiğini biliyorlar. Biz nereye bakacağımızı biliyoruz. Marksizmin ışığında ilerliyoruz. Marx’ın deyimiyle “tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir.” Tarih bazen hiç aydınlanmayacak bir karanlık vaat ediyormuş gibi görünebilir. Ancak Marx ailesinin sadık dostu Helene Demuth’un dediği gibi, “en kara bulutun bile daima gümüşten bir astarı vardır. Kara bulutlar geçtikten sonra, gökyüzü öyle temiz görünür ki”! Marx’ın dostlarının ve ailesinin yaşamında boşluğun, ne yapacağını bilememenin, kararsızlık ve yüreksizliğin yeri yoktur. İşçi sınıfına duyulan güven, onun gücüne beslenen umut Marx’ın yaşamının merkezidir ve o merkez yılgınlığa fersah fersah uzaktır. Gelin son sözü Marx’a, Marksizmin yüklü olduğu umuda verelim: “Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak hızla başarıdan başarıya koşuyorlar; onların dramatik etkileri birbirini aşıyor, insanlar ve nesneler, sanki mücevher parıltılarının çekiciliğine kapılmış gibidir; her gün mest olmak toplumun sürekli hali olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir; çabucak doruğa ulaşıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağır başlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye dek topluma uzun bir huzursuzluk musallat oluyor. Buna karşılık proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeniden başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları, zaafları ve zavallılığı ile alay ederler; hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna sürekli yeniden gerilerler, ta ki her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya kadar…”
sayı: 55 • Ekim 2009
marksist tutum
12 Eylül Faşizminin Hesabını İşçi Sınıfı Soracak!
12
Eylül faşist darbesinin ardından tam 29 yıl geçti. Ben 12 Eylül faşist darbesi yapıldığında dünyaya gelmemiştim daha. Yıllar sonra öğrendim darbeyi. Ama aslında darbenin ne olduğunu bilmesek de 12 Eylül faşizminin karanlığı içinde büyütüldük ve bugün de hâlâ etkilerini yaşıyoruz. 12 Eylül’ü ilk duyduğumda, eve gelip aileme sormuştum ne olduğunu? Verdikleri tepki “sen nereden duydun 12 Eylül’ü” olmuştu. Verdikleri tepki bile 12 Eylül’ün ne olduğuna dair bir fikir vermişti. Sınıf hareketinin önüne geçmek, işçi ve emekçilerin dayanışmasını, mücadelesini yok etmek, sendikalarını kapatmak, devrimcileri katletmek, zindanlarda çürütmek ve patronların düzeninin bekasını sağlamak için 12 Eylül faşist darbesinin askeri cunta tarafından gerçekleştirildiğini, sınıf mücadelesiyle tanıştıktan sonra öğrendim. Aslında genç bir işçi olarak etrafımdaki genç işçilere, öğrencilere baktığımda 12 Eylül’ün toplumu nasıl bir karanlığa boğduğunu, işçileri sınıf bilincinden ve mücadelesinden nasıl uzaklaştırdığını görebiliyorum. Şanslıyım ki, o karanlığın içinden çıkıp, sınıf mücadelesinin ışığıyla, Marksist Tutum’la tanıştım. Şimdi de o ışıkla da-
ha fazla genç işçi ve öğrenci arkadaşı tanıştırmaya çalışıyoruz. 12 Eylül’ün yıldönümünde gerçekleştirilen faşist darbeyi lanetleme mitingine biz de katıldık. Mitingde, ellerimizde “Kürtlere Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği!” manşetiyle çıkan Marksist Tutum’un 54. sayısı vardı. Tüm kortejlere Marksist Tutum’un neler dediğini haykırdık, dergimizi sattık. Ulusalcı değil enternasyonalistiz dedik, insanlığın ancak enternasyonalle kurtulacağını haykırdık tüm gücümüzle, yağmura inat. • Marksist Tutum diyor ki, 12 Eylül faşizminin hesabını işçi sınıfı soracak! • Kahrolsun faşizm, faşizme karşı sınıf cephesi! • Marksist Tutum diyor ki, devrimci tutsaklara özgürlük! • Zindanlar parçalanacak, hesap sorulacak! • Marksist Tutum diyor ki, faili meçhul cinayetler aydınlatılsın, kontrgerilla dağıtılsın! • İşçi cephesi örülecek, darbeciler püskürtülecek! • Marksist Tutum diyor ki, bütün ülkelerin işçileri birleşin! Aydınlı’dan bir Marksist Tutum okuru
12 Eylül ve 11 Yaşındaki Çocuklar S
abah Kadıköy’de 12 Eylül darbesini protesto mitingine katılmak için yola çıktık. Trende gidiyorduk, yanıma 11 yaşlarında bir kız çocuğu ve karşısına da babası oturdu. Babası telefonda arkadaşı ile konuşurken “yoldayım, kızımla geliyoruz” dedi. Kız, “ya baba hayır oraya mı gidiyoruz, gelmek istemiyorum, kütüphaneye gidelim” dedi. Babası da “gitmemiz lazım kızım, 12 Eylül toplumun yüzüne sürülmüş bir kara, bu yüzden gitmeliyiz” dedi. Ben baba kızın bu konuşmasını dinlerken, çocuğa “neden gelmek istemiyorsun?” diye sordum. Kız, “istemiyorum” diye cevap verdi. “Neden?” diye yine sordum. Bu kez, “orada bağırıyorlar, polisler de dövüyor televizyonda gösteriyorlar” dedi. “Polisler niye dövüyor?” diye sorunca da, “bilmiyorum, dövüyorlar işte” dedi. Bu arada inecekleri durağa gelmişlerdi ve adam gülümseyerek, “korkma kızım, yok bir şey” diyordu. Baba kız indiler. Düşünüyorum da, bir yanda 12 Eylül faşist darbesini
yaşamış, 12 Eylül’ün tüm o vahşetine tanık olmuş ve bunun toplumun yüzüne sürülen bir kara olduğunu söyleyen bir baba, diğer yanda ise yanında babası, gülümseyerek sımsıkı elini tutuğu halde korkan bir çocuk var. 12 Eylül’ün bedelini bu gün hâlâ ödüyoruz. Bu dönemi hiç yaşamayan 10-11 yaşındaki çocuklar bile burjuvazinin televizyonu ile basını ile bombardımana tutuluyor. Bugün alanlara inmek demek dayak yemek, tazyikli suya maruz kalmak demek, bu yüzden eğer bunu istemiyorsak evimizde oturmalıyız, burjuvaziye göre. Burjuvazi medyası ile her gün bunu söylüyor bize aslında. 11 yaşındaki çocukların dahi gözünü korkutarak onları bu yaşta kendi tarafına çekiyor. Ama onlar istedikleri kadar binlerce insanı gözaltına alsınlar, istedikleri kadar gözlerini dahi kırpmadan işçileri, devrimcileri katletsinler, bu mücadele haklılığından hiçbir şey yitirmedi ve yitirmeyecek! Tuzla’dan bir işçi
45
Ekim 2009 • sayı: 55
marksist tutum
İnsanoğlu Çaresiz mi? B
aşta İstanbul olmak üzere Trakya bölgesinde bir sel felâketi yaşandı. 1 yıllık yağışın 1 günde hatta birkaç saatte yağdığından bahsediliyor. Ve “sevgili” belediye başkanımız yine işi “takdiri ilahi”ye havale ederek o müthiş, tatmin edici, hepimizin yüreklerine su serpen açıklamayı yapıyor: “İnsanoğlu çaresiz kalıyor!” Ölen 40 küsur kişinin nasıl öldüklerini bir kenara bırakırsak, bu açıklama, “evet, başkan doğru söylüyor” diye nitelendirilebilir. Tabii bu durumda ve genel olarak sel felâketlerinde ölenlerin işçi ve emekçilerden oluştuğunu saymazsak. Oysa gerçek böyle değildir. 8 kadın işçi, servis haline getirilmiş kamyonette, 9 işçi TIR garajında bıraktı yaşamını, 2 işçinin ise patronun arabasını kurtarmak için girdikleri garajdan çıkamayarak öldükleri söyleniyor.
62 yılında 2 avcı uçağını sofraya koysak çevirsek ete, ekmeğe, şaraba, salataya 40 milyon insan doyasıya yer içer 40 milyon kediye de artar ekmekten etten kediler salata yemez şarap içmez kedileri ben kattım ziyafete balistik füzeleri filmlerde seyrettim 2 balistik füze yakıp kül eder 150 kitaplığı daha kurulmadan onlar belki benim kitabım da vardır içinde 62 yılında bombardıman uçaklarını gördünüz mü son modellerini 2 bombardıman uçağı 4 sağlık evini yükler yanına bombalarının temeli daha atılmamış 4 sağlık evini koskoca pırıl pırıl ve yatakları röntgenleri umutlarıyla 62’de atomlu atomsuz silahlanma yarışı 12 milyar dolar yılda 10 yılda 120 bin milyar yıldızların sayısına yakın mı bilmem 120 bin milyar yahut 150 milyon yapılmamış ev yapılabilecek ama yapılmamış ev 150 milyon ev hayaleti 5 odalı akarsulu elektrikli banyolu kapıları merdivenleri pencereleri 150 milyon evin güneş doğarken camları gölgeleri akşamüstü balkonları ayışığında
Yeterli altyapı olmaması kesinlikle bir problem olarak görülmüyor; “Tanrı verdi, Tanrı aldı.” Sel felâketleri söz konusu olduğunda her zaman işçiemekçi mahallerinin olduğu yerlerde bu gibi durumların yaşandığını görüyoruz. Acaba bu durum Tanrının sadece fakir kullarına takdir ettiği bir şey mi? Bizi sınavdan mı geçirmek istiyor? Bana öyle geliyor ki, bu işte de bir bit yeniği var. Peki, aldığı ücretle ancak bodrum katında oturabilen işçinin suçu mudur selde ölmesi? Bu rutubetli ve güneş görmeyen evlerde oturmak acaba işçilerin mi tercihiydi? Bu bölgeden başka bir yere evlerini kurmaları imkânsız mıydı? Bir avuç cennet miydi istedikleri bu şey? Nazım Hikmet’in şu dizeleri geliyor hatırıma;
46
Yapılabilecek ama yapılmamış evler! Savaş makinelerine harcanan paralar insanlık için harcansa olur muydu bu felâketler? Seller, depremler vb. doğa olayları değil aslında insanları öldüren. Bu denli canımızın yanmasının sebebi insanı insanlıktan çıkaran ve kârdan başka bir gayesi olmayan kapitalizmin ta kendisi. İnsanlık tarihindeki tüm büyük değişiklikler, gelişmeler hayatın dayatmasından olmuş. Hayat artık bize başka imkân sunmuyor, ya bu kapitalist sistemi yıkıp sınıfsız bir dünya kurmak için mücadele edeceğiz ya da ölümlerden ölüm beğeneceğiz kendimize. Yeni Bosna’dan bir işçi
Okurlarımızdan 1 Eylül Dünya Barış Gününde Kadıköy İskele Meydanı’nda düzenlenen mitingde biz de yer aldık. Ağırlıklı olarak DTP’nin katılmış olduğu mitingde son günlerde çokça tartışılan bir konu olan “Demokratik Açılım” (Kürt açılımı) konusunda DTP milletvekili Sebahat Tuncel düşüncelerini dile getirdi. Yıllardır ezilen, yok sayılan, inkâr edilen Kürt halkının en demokratik haklarını bile kullanmasına tahammül edemeyen burjuvazi, Kürt sorunu diye bir sorun vardır ve bu sorunu çözmenin zamanı gelmiştir dese de, çözümden çok çözümsüzlük yaratmakta bir hayli usta. Geçmişte Kürtlerin farklı bir ulus olmadığından dem vuranlar, bugün gelinen noktada Kürt sorununun varlığını kabul ediyorlar ve çözülmesi gerektiğini söylüyorlar. Ne oldu da birden bire burjuvazi bunu kabullendi? Elbette kafalarına taş düşmedi. Yıllardır Kürt halkının vermiş olduğu mücadele büyüyerek devam ediyor. Kürt sorunu uluslararası bir boyut da taşıyor. TC burjuvazisi emperyal bir güç olarak büyümek için kendi içerisindeki sorunları çözmesi gerektiğini biliyor ve bu yüzden böyle bir açılımın yapılması gerektiğinden söz ediyor. Ancak savaşta muhatap aldıklarını barışta muhatap almayacaklarını sık sık vurgulayarak asıl niyetlerini de gözler önüne sermiş oluyorlar. Böylece sözde demokratik açılımdan ne kastettikleri de gün yüzüne çıkmış oluyor. Kürt halkının yıllardır yaşadığı acılara, inkârlara, kıyımlara gerçek ve kalıcı çözümü ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi sağlayabilir. Bizler de ezilen Kürt sınıf kardeşlerimizin yanında yer almalı ve mücadelelerinde onları yalnız bırakmamalıyız. Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği! Dünyaya barış işçilerle gelecek! Marksist Tutum okuru bir kadın metal işçisi
Kriz Derinleşiyor, İş Cinayetleri Artıyor Kapitalist sistemin içine girdiği ekonomik krizin bedelini, burjuva hükümetler ve patronlar işçi sınıfına ödetmeye devam ediyor. İşten atmalar, esnek çalışma yöntemlerinin dayatılması, uzun çalışma saatleri ve düşen ücretler bu saldırılardan bazıları. Daha düne kadar zorla fazla mesai yaptırılan işçilere bugün “size ihtiyacımız kalmadı” denilerek kapı gösteriliyor. Geride kalan çalışan işçiler de işlerini kaybetme korkusuyla patronların saldırılarına karşı sessiz kalarak adeta kurbanlık koyunlara dönmüş durumdalar. Sendikalar ise başlarına çöreklenen bürokratlar yüzünden saldırılara karşı gereken mücadeleyi vermiyor. Ücretler giderek düşmekte ya da yerinde saymakta. Fakat hayat pahalılığı her geçen gün daha da artmaktadır. Bu da işçilerin yaşamlarını daha da zorlaştırmaktadır. İşsizlik Fonu ise işçilerin lehine değil patronların çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Çalışma koşulları giderek ağırlaşırken iş kazaları da giderek artmaktadır. Ne var ki, artan iş cinayetlerine karşı tepkiler oldukça cılızdır. Hatta iş kazalarının yaşandığı fabrikalarda örgütlü olan bazı sendikalar iş cinayetine kur-
Çocuklarımıza Sahip Çıkmak Eylül ayında İzmir’de meydana gelen bir olay kapitalist sistemin çocukları nasıl suça ittiğini gözler önüne serdi. Yaşları henüz 16 olan iki çocuk, gizlendikleri yerden pompalı silahlarla, Fevzipaşa Bulvarında gezinen insanlara 15 gün boyunca rastgele ateş ediyorlar. Böylece çocuklar üç kişinin ağır şekilde yaralanmalarına sebep oluyorlar. Nihayet saldırılar polisin dikkatini çekiyor ve yürütülen soruşturma sonucunda iki çocuk yakalanarak ifadeleri alınıyor. Çocuklar ifadelerinde bilgisayar oyunlarından etkilendiklerini belirtiyorlar. Çocukların ifadeleri aslında buzdağının görünen ucunu gösteriyor. Bilgisayar oyunları, televizyon dizileri veya sinema filmlerinde savaş, cinayet, adam öldürme gibi konular bolca işleniyor. Böylece bir yandan tekeller silah reklâmları yapıyor, diğer yandan toplum yediden yetmişe şiddet psikolojisi içine sokuluyor. Medyasıyla, filmleri ile kapitalist toplumda egemen olan aygıtların asıl amacı toplumu baskı altına almak ve belli bir yöne yönlendirmek değil midir? Tetiği çeken çocuk elleri yönlendiren asıl güç içinde yaşadığımız kapitalist sistemden başkası değildir. Ağaç yaşken eğilir. İşçi aileleri olarak çocuklarımızı bu bataklıktan çekip kurtarmamızın tek bir yolu var: Örgütlenmek. Burjuvazinin çocuklarımızın beyinlerini teslim almasına engel olmak için örgütlü mücadelenin içinde olmalıyız. Çocuklarımızı örgütlü mücadelemizin içine çekmeliyiz. Çocuklarımızı yarının suçluları olarak değil yarınların örgütlü bireyleri olarak büyütmeliyiz. Kartal’dan bir işçi
ban giden işçiler için sadece internet sitelerinde baş sağlığı mesajı yayımlamakla yetinmektedirler. Ne kadar acı bir tablo bu. Oysa yapılması gereken, iş kazasının bir daha yaşanmaması için gerekli önlemleri patrona aldırmak ve bu iş cinayetinin hesabını sormak değil midir? Bırakın hesap sormayı bir dakika bile üretim durdurulmuyor. Dostlar bizler bu saldırılara boyun eğmek zorunda değiliz. Bizler bu krizin sorumlusu hiç değiliz. Patronlar hem daha fazla kâr için krizleri yaratacaklar hem de bunun cefasını biz işçilere çektirecekler. Buna izin vermemeliyiz. Sendika bürokratlarının zehirli sözcüklerine de kanmamalıyız. Onlar kriz döneminde önemli olanın işimize sahip çıkmak olduğunu vaaz edip yapılan tüm saldırılara sessizce boyun eğmemizi salık veriyorlar. Sendikalar patronlarla diplomasi örgütleri değildirler, patronların saldırılarına karşı militan bir mücadele yürüteceğimiz örgütler olmalıdırlar. Sendikalarımızı militan birer mücadele örgütüne dönüştürmemiz için bilinçli işçiler olmamız gerekiyor. O yüzden vakit kaybetmeden sınıf bilinciyle donanmalıyız. Başka çaremiz yok, kaybedecek vaktimiz de. Örgütlüysek Her Şeyiz Örgütsüzsek Hiçbir Şey! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Kahrolsun Sendika Ağaları! Gebze’den işsiz bir işçi
47
Okurlarımızdan Beklenen Güzel Günler Ellerimizde Herhangi bir yerde çalışan bir işçisiniz. İşten eve geliyorsunuz ve haberleri izliyorsunuz: “Ekonomik kriz bitiyor, falanca ülkenin büyüme oranları artıyor, filanca ülke durgunluk döneminden çıkıyor...” Sanki biraz önce çıkıp geldiğiniz yer başka dünyada. Çünkü bizim için ne iyileşme var ne de durgunluktan çıkma. Aksine ya ücretler ödenmiyor, ya sıfır zam dayatılıyor, ya da sigorta, yemek, yol gibi haklarımız patronlar tarafından gasp ediliyor. İşsizlik fonumuz patronlara peşkeş çekiliyor. “İşinden olursun sesini çıkarma” zorbalığıyla tehdit ediliyor, kolayca işten çıkartılabiliyoruz. Bir işçi için mücadelenin ilk ayağı burada başlıyor: Ekonomik mücadele. Ekmeği her gün bir parça daha tırtıklanan işçilerde bir gün bıçak kemiğe dayanıyor, ertesi gün bıçak iliğe dayanıyor. İşgücünü patrona satarak hayatını devam ettirmek zorunda olan bizler mücadeleye ilk olarak elimizden ekmeğimiz alındığı zaman atılıyoruz. Çünkü evine ekmek götüremeyen, kirasını ödeyemeyen, çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamayan bir işçi için hayatın hiçbir anlamı yok. Peki, sendikalarda örgütlenip biraz daha yüksek ücretle çalışmak, daha iyi çalışma koşulları ile örgütsüz işçilerden bir adım önde olmak, sosyal haklar elde etmekle mücadele bitiyor mu? Hayır! Sendikal mücadele ile tanıştıktan sonra sınıfının farkına varan bir işçi arkadaşımızın dediği gibi: “Bilinçsiz bir işçiye esas kimliğini öğreterek onu örgütlemek bizle-
Bu İşte Bir Terslik Var Gazetede okuduğum bir haberde karşılaştım bu başlıkla. Bu işte bir terslik var! Acaba neydi bu ters giden şey? ABD Merkez Bankasının yaptığı açıklamaya göre krizin sonu görünmüş. Hemen peşinden IMF’nin yorumu geliyor, krizin henüz dibinin görünmediğini, durgunluğun devam edeceğini açıklıyor. Bunlar krizin bitmesini acaba nasıl ve neye göre değerlendiriyor ki her kafadan farklı sesler çıkıyor? Evet bu işte bir terslik var, biri ak diyor diğeri kara. Bu iki farklı görüşün ardından, Columbia Üniversitesinden Nobel ödüllü bir ekonomi profesörü krizin devam ettiğini açıklıyor ve şunu ekliyor: “Krizin bitmesi için esas unsurlardan biri olan tüketici harcamalarında önemli bir artış görmüyorum.” Gerçekten de bu işte bir terslik var, bu insanlar neden harcama yapmıyor ki ekonomiyi bu kadar uçuruma sürüklüyorlar?! Peki daha düne kadar aynı ekonomistler işçilerin ücretlerinin çok yüksek olduğundan dem vururken ve patronlar hem dünya işçi sınıfının asgari ücretlerini açlık sınırının altında tutup hem de tüm sosyal haklarımıza saldırırken acaba bu sonuçları düşünüyorlar mıydı? Şu çok açık değil mi, yoksulluk sınırının altında yaşayan milyarlarca insan hangi parayla tüketim yapacak? Ayrıca IMF başkanı işsizlikteki patlamanın ve bundan doğacak toplumsal sorunların endişe verici olduğunu söylüyor. Oysa 1991’de SSCB’nin çökmesiyle birlikte artık bir daha krizlerin, işsizliğin, yoksulluğun, savaşların olmayacağı refah dolu bir dünyadan bahseden burjuvazi şimdi kendi dediğini kendi anlamaz hale geldi. Zengin olmak, güçlü olmak adına dünya emekçilerine kan kusturan burjuvazi, şimdi düşmüş ol-
48
rin geleceğinin teminatı iken, fabrika önlerinde bekleyen işsizler patronların geleceğinin teminatıdır.” Kapitalizm var oldukça, üretim araçlarına sahip olan patronlar daima bizi ezecektir, sömürecektir. O halde bizim insanın insanı sömüren bu sistemi ortadan kaldırmamız ve savaşların, açlığın, yokluğun, yoksulluğun, iş cinayetlerinin olmadığı yeni bir dünya düzeni yaratmamız gerekiyor. İşte mücadelenin birinciyle birleşen ikinci ayağı: Dünyayı değiştirmek. Onurlu bir yaşam için özgücümüze güvenmeliyiz. Bir sonraki kavgaya bir adım önde başlamak için mücadelemizi kararlı biçimde sürdürmeliyiz. Unutmayalım ki yediğimiz her lokmada geçmiş işçi kuşaklarının canları pahasına verdikleri mücadeleler var. Farkında olmadan egemen sınıfın kuyruğunda olmak değil bizim işimiz. Bizim işimiz özgücünü bilen, örgütlülüğüne ve mücadelesine güvenen işçi sınıfının safında olmak. Bu mücadele uzun soluklu ve her adımında bir yandan haklarımıza sahip çıktığımız bir yandan da üretenler olarak yöneten sınıf olmak için bilinçlendiğimiz ve örgütlendiğimiz bir mücadele. Fabrikalarda, mahallelerde, okullarda, işçi sınıfının devrimci bilinciyle donanarak, tüm araçlarımızı kullanarak işçileri mücadeleye katmalı ve mücadele hattımızı daha sağlam ve daha hızlı örmeliyiz. Kriz, Savaş, İşsizlik, Çözüm İşçi İktidarında! Mersin’den bir Marksist Tutum okuru
duğu ekonomik krizin içinde debeleniyor. Yıllardan bu yana işçilerin sendikalarına, ücretlerine, çalışma koşullarına ve geleceğine göz diken patronlar biz işçileri her açıdan alabildiğine yoksullaştırdı. Değil bir ev ya da araba almak, en temel insani ihtiyaçlarımızı karşılama olanağı bile bırakmadı. Şimdi de çıkmış tüketimin durgun olduğunu söylüyorlar, insanlar hangi parayla tüketim yapacaklar? Bir de endişe ettikleri o toplumsal patlama! Acaba bu toplumsal patlamadan neyi kastediyorlar? Çok açık, bence 1917 Ekiminde olduğu gibi, işçilerin artık uyanarak bu çürümüş ve kokuşmuş düzeni başlarına yıkacaklarından korkuyorlar. İstediğiniz kadar bu çürümüş sistemi tamir etmeye çalışın, istediğiniz kadar biz işçileri milliyetçi zehrinizle uyutun, bugüne kadar açlıkla, yoksullukla ve haksız savaşlarla katlettiğiniz milyonlarca insanımızın hesabını sizden soracağız. Bu sömürü saltanatınızı sizin tepenize yıkacağız. Dünyanın birçok yerinde işyeri işgalleri, direniş, grev haberleri artık saklanamaz durumda. Proletarya, ters işleyen bu çarkı kökünden kırmak parçalamak için uyanıyor. Zaten bu kadar yoğun çalışma koşullarına, işsizliğe, yokluk ve yoksunluğa, milliyetçi saldırganlığa rağmen bu kavgaya omuz vermiyorsak, emperyalist savaşlarda milyonlarca insanın ölmesine seyirci kalıyorsak, çocuğumuza bir gelecek vermekten aciz isek, işçi sınıfının şanlı mücadelesine bir omuz vermeyecek kadar aciz isek, gerçekten de ters giden bir şey var! Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sosyalizm! Kıraç’tan bir işçi