Mt no 56

Page 1


Kürt Sorununda Mehter Adımları Oktay Baran

Y

aklaşık beş ay önce cumhurbaşkanının ve başbakanın açıklamalarıyla gündemi kaplayan “açılım” tartışmaları, son günlerde yaşanan gelişmelerle yeni bir boyuta evriliyor. Bir yol haritasının ortaya konmaması, Kemalist statükocu çevrelerin ve faşist güruhun “nereye gidiyoruz” demagojisiyle “aman ha bölünürüz” paranoyasını körükleme çabalarına çanak tutmuştur. Başta askersivil bürokrasi olmak üzere bu gerici çevrelerin türlü baskı ve basınçlarıyla, “süreç” akamete uğratılmaya çalışılmıştır. Son yaşananların da gösterdiği gibi, gerici çevrelerin çözümü engelleme yolunda bindirdiği basınç etkili olmuştur. AKP, bir taraftan Kürt sorununun TC’nin önüne çıkardığı engelleri aşıp bölgede alt-emperyalist bir güç olarak daha fazla rol kapmak istiyor. Ancak diğer taraftan da, gerek gerici çevrelerin gerekse de kendi içindeki ve tabanındaki şoven hissiyatın ve Kürt halkını kontrol altında tutamayacağı korkusunun etkisi altında, bir o yana bir bu yana yalpalıyor. Son yaşananlar bu tespiti bir kez daha doğrulamıştır. Öncesinde, Kürt hareketiyle, onun atacağı adım konusunda bir mutabakat sağlanmış gibi gözükmesine ve hükümetin bu izlenimi açıktan reddetmeyen beyanlarına rağmen, bu adımın atılmasıyla yaşananlar, istisnasız tüm burjuva çevreler gibi AKP’yi de ürkütmüş, yalpalatmış ve sürece geçici bir ara verilmesi noktasına getirmiştir. Ne var ki, gelinen noktada, gerek uluslararası konjonktür ve basınçlar gerekse de Kürt hareketinin ulaştığı düzey ve aşağıdan bindirdiği basınç nedeniyle, Kürt sorununda burjuva devletin artık eski geleneksel politikalarla yola devam etmesi neredeyse imkânsızdır. Kürt sorununda bir yol ağzına gelinmiş durumdadır ve gerek iç gerekse de dış dinamikler

nedeniyle bu süreç inişli-çıkışlı ve gelgitli de olsa ilerlemek zorundadır.

Ayağa kalkan Kürt halkı Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine PKK’nin Kandil kampından, Avrupa’dan ve Irak’taki Mahmur mülteci kampından bir grubun, “tıkanan barış sürecinin önünü açmak” ve “barış elçisi olarak çaba göstermek” üzere Türkiye’ye geleceğinin duyurulması, burjuva cephede farklı tepkilere yol açtı. Burjuvazinin bir kesimi gelişmeleri ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılarken, diğer kesimleri “gelmesinler istemezük” şeklindeki hamasi söylemlerle tepki verdiler. Kürt halkı ise bu gelişmeleri yoğun bir barış umudunu sokaklara taşıran kitlesel bir coşkuyla karşıladı. Kandil’den 8 PKK militanını ve Mahmur kampından da dördü çocuk olmak üzere 26 Kürt mülteciyi kapsayan grubun 19 Ekimde Türkiye’ye giriş yapacağının belli olmasıyla birlikte, Kürt halkı gerek Kürt illerinde gerekse de İstanbul gibi metropollerde barış talebini öne çıkartarak barışçıl gösterilere ve kutlamalara girişti. Sözkonusu kutlamalar grubun Habur sınır kapısından girişiyle birlikte Kürt coğrafyasında muazzam bir halk hareketine dönüştü. Gelen barış grubunun serbest bırakılması, Kürtlerin umut ve coşkusunu daha da katladı. Habur sınır kapısında on binlerce Kürt yoksulu tarafından karşılanan barış grubu, yoğun sevgi gösterileri eşliğinde Silopi’ye, oradan da Kızıltepe, Nusaybin ve Mardin üzerinden Diyarbakır’a ancak ertesi gün ulaşabildi. Yol boyunca yüz binlerce Kürt gelen grubu barış umutlarıyla selamlarken, kalabalık Diyarbakır’da görülmemiş boyutlara ulaştı.

1


marksist tutum

Gerici basın organlarının bile Diyarbakır için 750 bin kişilik bir kalabalıktan bahsettiği kutlamalar, diğer illerdekiyle birlikte milyonu aşan bir Kürt kitlesinin harekete geçmesine şahitlik etti. Yüz binlerden yükselen barış, demokrasi ve özgürlük taleplerinin, PKK’yi sahiplenen slogan ve marşlarla dillendirilmesi, burjuva gericiliğinin “bir avuç eşkıya” söylemiyle kodlanan tüm yalan ve çarpıtmalarını boşa çıkartarak burjuva siyasetçilerin ezberini bozuverdi. Türk burjuvazisinin geleneksel politikasının inkârcı argümanları nihai olarak çökmüş oldu. Bu durum, egemen sınıfın tüm kanatlarını önce şaşkınlığa, ne yapacağını ne diyeceğini bilememeye sevk etti. Ardından asker-sivil bürokrasinin düğmeye basmasıyla birlikte Ergenekoncu medya ve onun eşliğinde faşist MHP ve BBP ile darbeci CHP, Kürtlere ve Kürt hareketine dönük kudurgan bir saldırganlığa girişti. Bir yanda Kürt yoksulları “adil ve onurlu bir barış” ve “demokratik çözüm” doğrultusunda yeşeren umutlarıyla gece gündüz devam eden barış gösterileri gerçekleştirirken, diğer tarafta Kemalist, faşist ve gerici çevreler ve de emirlerindeki burjuva medya, DTP’ye ve Kürtlere karşı linç kampanyasına girişmekten ve iç savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri durmadılar.

Kasım 2009 • sayı: 56

tir. Elazığ’da, Afyon’da, Balıkesir’de, Yalova’da, Muş’ta, Edirne’de saldırılar düzenlenmiş, Ankara’da üç Kürt bıçaklanmış, Konya’da DTP il örgütü faşist güruhların linç girişimine maruz kalmıştır. BBP’li faşistler ise Ankara’da direnişçi işçilere “Kahrolsun PKK” sloganlarıyla saldıracak kadar gözlerinin dönmüş olduğunu göstermişlerdir. Kürtlerin varlığını ve ayrı bir ulus olduğu gerçeğini bile hâlâ inkâr eden faşist soykırımcı zihniyetten, Kürtlerin duyduğu barış sevincini anlayışla karşılaması beklenemezdi kuşkusuz. Tahrik olmak için bahane arayan bu paranoyak ırkçı zihniyet, bu ülkede Kürtlerin varlığını tek bir koşulla kabul etmeye hazırdır, o da Kürtlerin itaatkâr bir hizmetkâr ve boyun eğmiş bir köle olarak kalmaya razı gelmesidir. Faşist MHP ve BBP’yi kudurtan gerçek, Bahçeli tarafından şu sözlerle dillendiriliyor: “Sınırdan giriş yapan hainlerde ne bir teslimiyet, ne bir mahcubiyet, ne de nedamet hissi vardır.” Ne var ki, bu ırkçı yaklaşım yalnızca MHP ya da BBP gibi faşist partilere has bir şey değildir. Tüm bu faşist saldırılar, gerek diğer burjuva muhalefet partileri tarafından, gerek AKP hükümeti tarafından, gerekse de burjuva medyanın satılık kalemleri tarafından açıkça kınanmadığı gibi, “halkın haklı ve meşru tepkisi” olarak yansıtılmakta ve bunlar aracılığıyla Kürt hareketi sindirilip hizaya sokulmaya, ehlileştirilmeye çalışılmaktadır. Ezilen, katledilen, baskı ve tahakküm altında olan da, şu an saldırılarla karşı karşıya bulunan da Kürt halkı ve DTP olmasına rağmen, “aklını başına alması”, geri adım atması, taleplerini makul düzeye çekmesi istenen de yine DTP olmaktadır. Hiç utanmadan, TC’nin gerekli adımları attığını, üzerine düşeni yaptığını, adım atma sırasının Kürtlerde olduğunu söyleyerek, DTP’ye “Türk kamuoyundaki hassasiyetleri” dikkate alması dikte ediliyor. Bu hassasiyet denen şeyin temeli, tüm TC tarihi boyunca, egemen sınıfın beyin yıkama faaliyetinin bir sonucu olarak kitlelerin zihnine kazıdığı şoven duygular, inkârcı ve

Kuduran şovenizm ve faşist MHP-BBP’nin iç savaş tahriki İşçi sınıfına, Kürtlere, Alevilere, gayrimüslimlere dönük olarak giriştiği katliamlar sabit olan bu iki parti, ırkçı ve faşist doğalarını, kudurgan ve çığrından çıkmış bir şekilde dışa vurdular. Bir yandan hükümeti alçaklıkla ve açık ihanetle suçlayan bu taş kafalılar, diğer yandan işçi sınıfı ve ulusal azınlıklar üzerinde terör estirmek için her türlü yalana, demagojiye, duygu sömürüsüne ve sahtekârlığa başvurmaktan çekinmeyeceklerini bir kez daha gösterdiler. “İstanbul Habur değildir” sözleriyle, İstanbul’da barış grubu aynı şekilde karşılanırsa gösterilere saldırma tehdidinde bulunan MHP, beslediği ülkücü-faşist çetelere, Kürtlerin ev ve işyerlerine ve DTP’ye saldırı emri vermiş-

2

Kürt yoksulları gece gündüz devam eden barış gösterileri gerçekleştirirken, Kemalist, faşist ve gerici çevreler ve de emirlerindeki burjuva medya, DTP’ye ve Kürtlere karşı linç kampanyasına girişmekten ve iç savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri durmuyor


sayı: 56 • Kasım 2009

imhacı yaklaşımdır. “Türk kamuoyunun tepkisi”, aşağıdan gelen ve kendiliğinden gelişen bir şey değil, burjuvazinin milliyetçi ve ırkçı kışkırtmalarının körüklediği ve yürüyen haksız savaştan beslenen travmatik bir ruh halidir. Yalanlar ve çarpıtmalara dayalı olarak yürütülen psikolojik savaşın sonucu olarak milyonlar bu haksız savaşa razı gelip binlerce evladını savaşta yitirdiyse, olsa olsa bir bütün olarak egemen burjuva sınıfın bu haksız savaşın hesabını vermesi gereğinden bahsedilebilir, Kürt hareketinin bu durumu hesaba katmasından değil. Bu şoven “hassasiyetler” ve önyargıların dikkate alınması, egemen sınıf tarafından çözümün önkoşulu olarak sunuluyor; oysa gerçek tam tersidir, bu şovenizm geriletilmeden çözüm yolunda ciddi bir adım atılamaz.

CHP gericiliği iş başında Darbeci Kemalist CHP’nin de, Kürt sorununa dair yaklaşımlarının faşistlerden çok bir farkının kalmadığını belirtmekte yarar var. Aralarındaki fark, Türk ve Kemalist olmayan herkesi ikinci sınıf vatandaş ya da sözde vatandaş olarak gören despotik zihniyete sahip bu okumuş, tuzu kuru, seçkinci, Beyaz Türk topluluğunun, kafasından geçenleri açıkça dillendirecek ve hayata geçirecek bir cesaretten yoksun oluşudur. CHP, paçaları çamura, elleri pisliğe bulaşmadan, MHP-BBP’li çetelerin pogrom girişimlerini içten içe alkışlıyor. Hükümetin geri adım atarak süreci şimdilik de olsa durdurmasını, CHP lideri Baykal, “halkın tepkisi”ne bağlıyor, “halkımızın büyük başarısı” olarak adlandırıyor ve “bu işin bittiğini” haykırıyor. Öte yandan, Deniz Baykal’ın yaptığı basın açıklamasında dile getirdiği saptamalarda ilginç itiraflar var. Şunları söylüyor Baykal: “Siyasi bakımdan o yaşanan tablo bize, terörist olarak bilinenlerin siyasal bakımdan kahraman haline dönüşmekte olduğunu göstermiştir. … Buraya gelenler çok gösterişli bir biçimde on binlerce insanın, kilometrelerce selamladığı, karşıladığı, kucakladığı bir buluşma içinde Türkiye’ye girmişlerdir. Bu merasimler, sevinç gösterileri öyle anlaşılıyor ki bazı çevreleri rahatsız etmiştir ve şimdi itidal tavsiye etmektedirler. 25 yıl dağda kendi davası için mücadele edip de 25 yıl sonra Türkiye’de böyle karşılanmanın o mücadeleyi verenler açısından sevinç doğurucu bir yanının olmayacağını mı düşünüyorsunuz? Bunun bir büyük mutluluk vesilesi olmamasını nasıl düşünebiliyorsunuz? 25 yıl o mücadeleyi vermiş bir örgüt şimdi Türkiye sınırları içine bir kahraman gibi karşılanarak, savcıları, hâkimleri ayağına getirerek, suçlu olmadıkları kararını çıkararak, serbest bir şekilde topluma dönüyor olmalarını, … bir zafer duygusu yaşamadan nasıl yansıtmaları mümkün olabilir? O nedenle kimse o sevinç gösterilerini yapanları suçlamasın, onlar kendileri açısından hak ettiklerini düşündükleri bir sevinci, bayramı yaşamaktadırlar.” Ama Baykal bu saptamaları, halkların kardeşliğini güçlendirecek bir hareket noktası olarak ele almak yerine,

marksist tutum

Kürtleri düşman gibi göstermenin ve hükümeti de bu düşmanın eline koz verip onu güçlendirmekle eleştirmenin vesilesi haline getiriyor. Milyonların sahiplendiği Kürt hareketini yine de terörist olarak adlandıran Baykal, hükümeti Kürtlerin sevinmesine zemin hazırlamakla eleştirip, “onlar” dediği Kürtlere ırkçı nefretini kusmaya başlıyor: “Önemli olan o sevincin onlara yaşatılmış olmasıdır. Önemli olan onlara bu zafer duygusunun verilebilmiş olmasıdır. … bu aslında bir utanç tablosudur. Olay sadece bir teröristin ya da 4-8 teröristin kahramana dönüşmesi olayı değildir. Türkiye’nin 25 yıllık terörle mücadelesinin ne anlama geldiğinin sorgulanması olayıdır.” Görülüyor ki, TC rejiminin kurucusu CHP de, Kürtlerden teslim olmalarını, boyun eğmelerini, nedamet getirip af dilemelerini bekliyor; 25 yıllık haksız savaşın sorgulanmasına, Kürtlerin demokratik taleplerinin haklı ve meşru olduğunun kabul edilmesine asla yanaşmıyor. Ne de olsa, “saf Türk olmayanların” yegâne hakkının “köle olma hakkı” olduğunu söyleyen de, “bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir; başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyen de CHP’dir, onun tek parti diktatörlüğü dönemindeki Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tur, onun “milli şefi” İsmet İnönü’dür. CHP’nin bu şoven tutumu, ipliği pazara çoktan çıkmış MHP’ye göre çok daha tehlikelidir. Çünkü tüm sahtekârlığına karşın CHP halen gerek geniş Alevi kitleler, gerek sendikacılar gerekse de küçük-burjuva aydın kesim içinde önemli bir desteğe sahiptir. CHP’nin gerçek yüzünün başarıyla teşhir edilememesi durumunda, bugüne dek genel anlamda demokratlığın, ilericiliğin vb. destekleyicisi olduğu düşünülen bu kesimlerin CHP dolayımıyla faşist girişimlerin payandası haline getirilmesi söz konusudur. Ve bu da işçi sınıfı açısından büyük bir tehlike anlamına gelmektedir. AKP’den faşist MHP’ye ve darbeci CHP’ye, şovenist yazarlardan solcu veya demokrat maskesiyle dolaşan sözde aydınlara kadar geniş bir kesim, türlü bahaneler ve gerekçelendirmelerle, Kürtlere “üç günlük sevinci” bile fazla görüp, heyecan ve coşkuyla alanları doldurmalarından rahatsız oluyorlar. Bu rahatsızlık, yalnızca Kürtleri kontrol altında tutamamanın doğurabileceği sonuçlardan duydukları siyasal korkulardan kaynaklanmıyor. Bu rahatsızlık, yıllar içinde statükocu egemenler tarafından oluşturulmuş ve kitlelere aşılanmış hastalıklı bir zihniyetten kaynaklanıyor. Aşağılık kompleksiyle kendini beğenmişliğin, yaltaklanma ile efelenmenin, korkaklıkla kabadayılığın, otoriteye tapınmayla demokrat pozlara bürünmenin iç içe geçtiği bu zihniyet, tarihte aldığı nice yenilgiye ve yaptığı nice yanlışa rağmen kendisini yenilmez ve yanılmaz görmek ve göstermekten asla vazgeçemiyor. Aralarındaki tüm politik farklılıklara ve hatta iktidarda olanların resmi ideolojiyi değiştirmek istemelerine rağmen ortaklaşa savundukları bu zihniyet, Kürtlerin sevinç tablosunu, kendilerinin “yenildiği”, Kürtlerinse kazandığı şeklinde okuyor. Bu “yenilmişlik haleti ruhiyesi”ni Ertuğrul Özkök şu şekilde itiraf

3


marksist tutum

ediyor: “Bu çözüm, Türkiye’de sayısı Kürtlerinkinden de az bir grubun ‘Söke söke aldığı’ haklar değil, sayısı çok daha fazla olan Türklerin ‘Seve seve verdiği’ haklar olarak algılanmalıdır.” (Hürriyet, 23/10/2009) Vaktiyle, “komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyen bürokratik despotik zihniyetle, “Kürt sorunu çözülecekse onu da Kürtleri işin içine katmadan biz çözeriz” diyen, siz almadınız biz verdik diye kendini avutan bu zihniyet aynı zihniyettir.

Hükümet cephesinde kararsızlık ve yalpalama Ergenekoncu muhalefetin tehditleri, suçlamaları ve iç savaş tahrikleri karşısında yalpalamaya başlayan hükümet, askeri-sivil bürokrasinin açıklamaları ve girişimleriyle birlikte sürece ara verme kararı aldı. Önce TSK’nın “kabul edemeyiz” açıklaması, ardından Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun PKK’lileri sorgulayan savcı ve hâkimler hakkında soruşturma başlatması ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının DTP gösterilerini inceleyerek kapatma davasına ek delil araştırmaya girişmesi, son olarak da Genelkurmay’ın Erdoğan’ı arayarak “konu hakkındaki düşüncelerini iletmesi” AKP’yi ürkütmeye yetti. Bu durum aslında AKP yönetiminin Kürt sorununu gerçekten de demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözme hususunda ciddi bir hazımsızlığa sahip olduğunun, sözkonusu süreci tam olarak benimsememişliğinin ve samimiyetsizliğinin de bir göstergesi sayılabilir. AKP sözkonusu açılım sürecini, demokrat olduğundan ya da insani hassasiyetlerden vb. ötürü değil, iç koşulların dayatması ve dış koşulların da yeni fırsatlar sunuyor olması nedeniyle başlatmak zorunda kalmıştır. Buna rağmen, yeterli bir hazırlığa, gerekli politik cesaret ve iradeye ve sorunu çözecek bir vizyon genişliğine tam olarak sahip olmadığı ortadadır. Her ciddi tıkanıklıkta, sorunu zamana yayarak ertelemesi, yalpalaması, tükürdüğünü yalaması, çelişik tutumlar takınması bundandır. AKP hükümetine Ortadoğu ve Kürt Sorunu konularında gayriresmi danışmanlık ve arabuluculuk misyonunu üstlenen Cengiz Çandar gerçeği dillendirmektedir: “34 PKK’lının Habur’dan Türkiye’ye dönüşü, bunun Abdullah Öcalan’ın kendi elemanlarına çağrısı ile gerçekleşmiş olması siyasetin ön alması olarak görülmeli. PKK-DTP hattı, böylece bir «siyasi hamle» yaptı ve topu hükümetin sahasına geçirdi. 34 kişinin Habur’dan girişinden Diyarbakır’a varışına kadar gösteriler, bir yanıyla bölgedeki Kürtlerin «silahlara veda-acılarımıza son» duygusuyla harekete geçmiş olması kadar, söz konusu hattın bir «siyasi hamlesi»nin kitlesel dışavurumu sayılabilir. Nitekim, hükümet de «görüntüler»i öyle algılamış ve anlamış ve ülkenin batısında bu gösterilere yönelik tepkileri de göz önüne alarak, bu «siyasi hamle»ye karşılık verecek bir hazırlığa sahip olmadığını farketmiştir. Hükümetin, ortaya çıkan tablo karşısında kendi «siyasi hamlesi» henüz kararlaştırılmamış durumda. Ne olacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz. … Mesele, tüm karmaşık özelliklerine karşılık hayli basit bir al-

4

Kasım 2009 • sayı: 56

gılamadan geçiyor. O da «terör ve teröristler» diye genellenen olgunun, bir yanıyla «Türkiye Kürtlerinin PKK’nın şahsında isyan ifadesi» olduğunu kavramak. PKK, ona hangi etiketi yapıştırırsanız yapıştırın Cumhuriyet tarihimizin Kürt isyanlarının son halkasıdır. Yani, netice itibarıyla bir «Kürt isyanı»dır.” (Radikal, 25/10/2009) Çandar’ın ağzından da dile getirilen bu son saptamanın üzerinden atlayarak, temelini, Kürt hareketini parçalamaya, dışlamaya, muhatap almamaya dayandıran açılımların, paketlerin, projelerin vb. hayata geçme şansı yoktur.

Büyük laflarla üstü örtülen sosyal-şovenizm Son gelişmeler, sol hareket içerisinde de farklı değerlendirmelere vesile oldu. Sol hareketin önemlice bir kesimi, gerici faşist ve Kemalist çevrelerin ulumalarına ve hükümetin manevralarına karşı Kürt halkının taleplerini ve ortaya koyduğu mücadeleyi desteklerken, bazı sol çevreler ise, Kürt ulusal hareketini açıktan eleştirme tutumlarını daha da abarttılar. Bu çevrelerin emperyalizm ve ulusal sorun konusunda Marksist bir bakış açısından ne denli uzak oldukları böylelikle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kürt hareketini, teslimiyetle, ABD çizgisine yatmakla, devrim ve bağımsızlık hedefinden sapmakla, “açılım”a rıza göstermekle, “devleti pek de rahatsız etmeyecek taleplerle kendisini sınırlamak”la eleştiriyorlar. “Ve bunun en trajik yanı” diyor bazıları, “PKK’nin, Kürt halkının buna rıza göstermesidir”. Kürt halkı buna rıza gösteriyorsa size ne oluyor, diye son derece yerinde bir soru geliyor insanın aklına! Gerçekten bu tuhaf yaklaşım Kürtlerin ne istedikleriyle ilgilenmiyor, onlar adına düşünerek ne istemeleri gerektiği konusundaki soyut formüllerle meşgul oluyor. Bu yaklaşıma bakılırsa, bir ulusal hareketin silahlı mücadeleye son vermesi, hele de bağımsız bir devlet hedefinden vazgeçmesi açık ihanettir. Peki, kime ya da neye ihanet? Kürt halkı bugün bağımsız bir devlet istemiyorsa, silahlı mücadelenin sona ermesini ama tüm demokratik haklarına da kavuşmayı arzu ediyorsa, onun önderliğinin bu çizgiyi izlemesi, açık ki, kendi halkına ihanet ettiği anlamına gelmez. Birilerinin mesnetsiz hayalleri yıkılıyorsa, bunun sorumluluğunu o hayallere kapılanlarda aramak gerekir! Hatırlatalım ki, ulusal sorun hakkında yanlış bir şablondan hareketle dışarıdan gazel okumak, devrimci bir çizgi izlemek anlamına gelmediği gibi, böylesi bir yaklaşım proleter devrimciliğe yakışan bir ciddiyetle de bağdaşmaz. Bu tür yaklaşımların temel teorik sorunu, ulusal hareketlere boyundan büyük anlamlar yüklemelerinde, ona sahip olmadığı toplumsal devrimci misyonlar biçmelerinde, ulusal hareketle sosyalizm, ulusal kurtuluş ile toplumsal kurtuluş arasındaki ayrımın üstünden atlamalarında yatmaktadır. Ulusal hareketler, en uç noktada bağımsız bir ulus-devletin inşasıyla sınırlı bir perspektife sahip olduklarına göre, özü ve sınıfsal tabiatı gereği burjuva demokratik


sayı: 56 • Kasım 2009

hareketlerdir. Bu tip hareketlerin, mücadele ettikleri burjuva ezen-ulus devletiyle müzakerelere girişmesinde, taleplerini günün koşullarına ve verili güç dengelerine bağlı olarak şu ya da bu şekilde yeniden formüle etmesinde ve nihayetinde de bir noktada uzlaşmasında garipsenecek bir durum yoktur. Son tahlilde, ulusal hareketler, programatik olarak ezilen ulusun burjuvazisinin çıkarlarının çerçevesini aşmadıklarına göre, bu burjuva çıkarlarla ezenegemen ulus burjuvazisi arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu düşünülemez. Benzer nedenlerden ötürü, ulusal hareketlerin, kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere, emperyalist olsun ya da olmasın başka burjuva devletlerden destek almaları, onlardan yardım talep etmeleri vb. gibi hususlarda da yadırganacak bir durum yoktur. Tersine, tarihte hiçbir ulusal hareketin yalnız ve yalnızca kendi halkının seferberliğine dayanarak, büyük devletlerle şu ya da bu şekilde ilişkiyi ya da uzlaşmayı kategorik olarak yadsıyarak başarıya ulaştığı görülmemiştir. Türkiye sol hareketinin anti-emperyalist payesi vererek övmekten usanmadığı Milli Mücadele dönemindeki Kemalist önderlik bunun en tipik örneklerinden biridir! Önce İtalyan ve Fransız emperyalizmiyle, arkasından da İngiliz emperyalizmiyle uzlaşmalar ve anlaşmalar yapıp nice tavizler vermiş; bu arada, bir taraftan kendi ülkesindeki komünistleri keserken diğer taraftan emperyalistlerle uzlaşmayı kolaylaştırmak ve onlara karşı bir şantaj unsuru olarak kullanabilmek için SSCB’yle de dost ve müttefik olarak görünmekten çekinmemiştir. Bir diğer yanılgı noktası da ulusal hareketlerin bağımsızlık hedefine ilişkindir. Komünistler ezilen ulusun bağımsız bir devlet kurma hakkını kayıtsız koşulsuz kabul ederler, ama bu, komünistlerin her koşulda ayrılığı propaganda etmesi gerektiği ya da bir ulusal kurtuluş hareketinin desteği hak etmek için illâ ki bağımsız bir devlet kurma hedefini gütmesi gerektiği anlamına gelmez. Demek ki, bir ulusal hareketin niteliği, desteği hak etmesi, “ilericiliği” vb. gibi hususlar bağımsız devlet kurma hedefine

marksist tutum

indirgenemez. İster ulusal-demokratik özlem ve taleplerini ayrı bir devlet kurmaktan farklı bir formülle çözmeye yönelsin, ister silahlı bir mücadeleyle ya da farklı yöntemlerle bağımsız bir devlet kurma hakkını elde edip ayrı bir burjuva devlet inşa etmiş olsun, her iki durumda da ulusal hareketin sosyalizmle bir ilişkisi yoktur. Ama ulusal hareket sosyalist değil diye enternasyonalist komünistler, ezilen ulusun ayrılma hakkını da içermek üzere kendi kaderini tayin hakkını (KKTH) savunmaktan vazgeçmezler. Ezen ulusun komünistlerinin ulusal sorun konusundaki görevi, ezilen ulusun en başta KKTH olmak üzere tüm haklı ve meşru demokratik taleplerinin mümkün olan en tam şekilde gerçekleşmesi için ezen-egemen ulus burjuvazisine karşı mücadele etmektir; ezilen ulusa neyin yetip neyin yetmeyeceği konusunda kendisini onun yerine koyup ahkâm kesmek değil! Lenin, ulusal soruna dair çok net bir program ve çok net bir perspektif ortaya koymuş ve geliştirdiği teorik çerçeveyi bir düzine somut örnekte test etmiştir. Ulusal sorunun bugün de tartışılan çok çeşitli boyutlarından neredeyse bir teki bile yoktur ki, Lenin tarafından hem genel ilkesel düzeyde hem de somut örnekler üzerinden ele alınmamış ve Marksist bir yanıt üretilmemiş olsun. Durum buyken, Leninizmi benimsediği iddiasındaki kimi sol çevrelerin, döne döne onun yaklaşımını ayaklar altına almalarının, aslında kavrayışsızlıkla bir ilgisi yoktur. Asıl derinlerde yatan sorun bu tür sol çevrelerin politik çizgisine milliyetçiliğin türlü biçimlerinin damgasını vurmuş olmasındadır. Kimisi milliyetçiliğini “yurtseverlik” olarak yutturmaya çalışırken, kimisi de “vatanseverlik”, “ulusalcılık”, “emekçi yurtseverliği” vb. gibi kavramlarla, izledikleri sol söylemli milliyetçi çizgiyi aklamaya çalışıyor. Kimisi Kürt hareketine, zaten Türkiye de yarı-sömürge, göbekten bağımlı, mazlum, ezilen bir ülkedir, gel birlikte baş düşman ABD’ye karşı savaşalım, senin özgürlüğünü ondan sonra biz sağlarız demeye getiriyor. Kimisi de, kendi boyuna posuna ve üzerine düşen görevleri ne ölçüde yerine getirebildiğine hiç bakmaksızın, Kürt hareketine, “sakın silahları bırakma, savaşa devam et” diyerek sorumsuzca ahkâm kesiyor. Bu yaklaşımların hiçbiri işçi sınıfının devrimci çizgisini temsil edemezler. Bir kez daha yineleyelim; ezen ulus komünistlerinin görevi, ulusal kurtuluş hareketinin politikaları hakkında ahkâm kesmek, ona akıl vermek değil, her şeyden önce ve esas olarak kendi ezen ulus burjuvazisine karşı mücadele yürütmektir. Bu ilkeyi çiğneyen ya da sulandıran yaklaşımların son tahlilde tek bir adı vardır: sosyal-şovenizm! O sosyal-şovenizmin kaygan yokuşuna devrimci lafazanlıkla adım atanların akıbetini, çukurun dibindeki burjuva işbirlikçiler, darbeciler ve Ergenekon sevdalılarının durumu yeterince açıklıkla gösteriyor. 

5


Türkiye’nin Alt-Emperyalist Açılımları Utku Kızılok

E

mperyalist savaş konjonktürünün ve biriken yüklü tarihsel meselelerin baskısı altında kalan Türkiye burjuvazisi, geldiğimiz aşamada kendi önünü açmak için önemli adımlar atıyor. 10 Ekimde Zürih’te imzalanan ve Türkiye ile Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesini içeren protokoller de bu adımlardan birini oluşturuyor. Bu protokoller esas olarak diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasını, kara sınır kapılarının iki ay içinde açılmasını ve ülke sınırlarının uluslararası sözleşmeler bağlamında tanınmasını içermektedir. Soykırım ve Karabağ meselesiyse söz konusu protokollerde yer almamaktadır. 13 Ekimde ise, Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi adı altında iki ülkenin bakanları ortak bir toplantı düzenlediler ve vize uygulamasını da kaldıran çeşitli anlaşmalar yaptılar. Hemen akabinde, Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplandı ve enerji, tarım, sağlık, su, sınır kapıları, boru hatlarının yenilenmesi, demir yolu bağlantısının kurulması gibi 44 maddeyi içeren bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar bağlamında, önümüzdeki günlerde Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’de konsolosluk açacak. Böylece yakın zamana değin Irak dâhilinde bir Kürt federe devlet yapılanmasını kabule bile yanaşmayan Türkiye,

6

bugün gelinen aşamada bu yapıyla diplomatik ilişkiler kurma noktasına gelmiştir. Kürt, Ermeni, Kıbrıs ve benzeri sorunlarda güdülen “çözümsüzlük” politikası, uzun bir süredir kabına sığmayan ve emperyal bir yönelime giren sermaye çevreleri için, mutlaka kırılması gereken bir prangaydı. Elbette bunun için de söz konusu sorunlarda çözümsüzlüğü dayatan asker-sivil Kemalist bürokrasinin statükocu egemenliği mutlaka kırılmalıydı. Egemen kesimler arasında yaşanan it dalaşında, uluslararası konjonktürün ve tarihsel gidişatın kendi lehine seyretmemesinin de bir sonucu olarak, statükocu-devletçi kesimler genel anlamda itibar ve mevzi kaybederek gerilemeye başlamışlardır. Burjuva siyasal alandaki bu değişim ve yeniden konumlanış süreci, kendisini, “emperyalist açılımlarla” dışa vurmaktadır. Asker-sivil bürokratik elitin rejim üzerinde siyasal egemenliğine, ezilen ulusların bastırılmasına ve inkârına, yedi düvelin düşman olarak görülmesine dayanan Kemalist paradigmanın yerine, ifadesini yeni-Osmanlıcı bir söylemde bulan emperyal paradigma geçirilmek istenmektedir. İşte Kürt, Ermeni, Suriye, Irak “açılımlarının” ve son günlerde yükseltilen “İsrail karşıtlığının” sebebi budur. Başka bir anlatımla, altemperyalist bir konuma yükselen Türkiye burjuvazisi, bu-


sayı: 56 • Kasım 2009

lunduğu ekonomik ve siyasi mevziden daha ilerilere sıçramak amacıyla önündeki engelleri temizlemeye girişmiştir. Emperyalist hegemonya kavgasının geldiği verili evre, ekonomik, siyasi ve jeostratejik konumunun da bir sonucu olarak Türkiye’nin emperyal hamleleri için elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Bu kapsamda belli başlı birkaç faktör saymak mümkündür. Sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek üzere Afganistan ve Irak savaşını başlatan, bilahare savaş makinesini İran ve Suriye’ye sürmeyi arzulayan ve Büyük Ortadoğu Projesine işlerlik kazandırmak isteyen ABD, planlarının ancak bir kısmını hayata geçirebilmiştir. 11 Eylül 2001 akşamında Bush, uzun dönemli bir savaş başlattıklarını açıklamıştı. ABD’li emperyalistler “şok” ve “dehşet” sözleriyle kodladıkları savaşın planladıkları gibi yürüyerek hedefine varacağını tasavvur ediyorlardı. Ancak aradan 8 yıl geçmesine rağmen, ABD, emperyalist hegemonyasını tartışmasız kılamamıştır. Üstelik ekonomik kriz, amiyane deyimle ABD’nin façasını çizmiştir. Her ne kadar Irak savaşı sürecinde ABD karşısında bir odak gibi duran Almanya ve Fransa bu konumlarını sürdürememişlerse de, süreç ilerledikçe Rusya ve Çin yeni emperyalist güçler olarak daha fazla sivrilmeye başlamışlardır. Rusya ve Çin’in emperyalist hegemonya kapışmasına daha fazla dâhil olması, zaten yol almakta zorlanan ABD’nin yürüyüşünü bir hayli zorlaştırmıştır. Bu ve benzeri gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak emperyalist güçler arasında ortaya çıkan çelişkiler ve boşluklar, bölgesel güç konumuna yükselen veya ABD ile çıkarları örtüşmeyen ülkelere de manevra alanı sunmaktadır. Meselâ, Venezuela’nın Latin Amerika’da ABD karşıtı bir söylem yükseltmesi ve bunu başka ülkelerin izlemesi, uzun yıllardan sonra yeniden toplanabilen Bağlantısızlar Hareketi’nde Chavez ve Ahmedinecad’ın anti-emperyalist pozlar kesmesi, hedef tahtasındaki İran’ın ABD karşısında manevra yapabilmesi, çok açık ki emperyalistler arasında doğan çelişkiler ve boşluklar sayesinde mümkün olabilmektedir. Alt-emperyalist bir konuma yükselmiş olan ve emperyalist basamaklarda daha da yükselmek için yanıp tutuşan, bu kapsamda paradigmasını değiştirmeye ve bölgesine müdahale etmeye çalışan Türkiye için, verili konjonktür diğer ülkelere nazaran daha fazla olanaklar sunmaktadır. Bugün Türkiye Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkelerine kendi ölçeğinde hiç de küçümsenmeyecek düzeyde sermaye ihracı yapmakta ve aynı zamanda bu bölgelerdeki pazarlarda Türk sermayesinin ürettiği mallar önemli ölçüde yer tutmaktadır. Emperyal arzuların hayata geçirilmesi için görev üstlenen AKP hükümeti, yalnızca bölgedekilerle değil, Avrupa’nın ve dünyanın birçok ülkesiyle ticari ilişkileri geliştirerek sermayenin önünü açıyor. Bu meyanda, petrol ve doğalgaz boru hatlarının ve böylece enerji dağıtımının merkez üssü haline gelen Türkiye’nin elde etmiş olduğu siyasi gücün önemine de değinmek gerekiyor. Mevcut haldeki Kerkük-Yumurtalık, Bakü-Tiflis-

marksist tutum

Ceyhan boru hatlarına, proje aşamasında olan Nabucco ve Güney Akım doğalgaz ve Samsun-Ceyhan petrol boru hatları da eklenmiştir. ABD’nin de destek verdiği Nabucco projesiyle, Rusya baypas edilerek Azerbaycan, Türkmenistan ve Kazakistan’ın yanı sıra Ortadoğu ülkelerinden de gelecek doğalgazın Avrupa’ya taşınması amaçlanmaktadır. Rusya ise buna Güney Akım projesiyle mukabele etmektedir. Verili durumda Rus doğalgazı Avrupa’ya Ukrayna üzerinden gitmektedir. Ancak kısmen ABD’nin nüfuz alanında olduğu için, Rusya ikinci bir boru hattını Ukrayna’dan geçirmek istememekte ve Karadeniz üzerinden Avrupa’ya taşımayı hedeflemektedir ki, bu doğrultudaki çalışmalar başlamış bulunuyor. Böylece Türkiye karşıt güçlerin enerji dağıtım merkezi haline gelmekte ve gayet tabii olarak bu durum onu uluslararası siyasal alanda güçlendirmektedir. Nitekim bunun bir sonucu olarak Rusya, nüfuz alanındaki Ermenistan’ın Türkiye ile ilişki kurması için baskı yapmış ve protokollerin imzalanmasında rol üstlenmiştir. Elbette Rusya’nın başka hesapları da vardır: Gürcistan’ın devre dışı bırakılmasını ve Nabucco boru hattının Ermenistan’dan geçirilmesini arzulamaktadır. Bunun yanı sıra, özellikle son dönemde Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin daha fazla gelişmesi de, protokolleri imzalaması ve hayata geçirmesi için Ermenistan’a baskı yapılmasında önemli bir faktördür. Rusya, Türkiye’nin ticaret yaptığı birinci ülke, Türkiye ise Rusya’nın ticaret yaptığı beşinci ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemde ise Rusya ve Türkiye arasında “stratejik işbirliği anlaşması” yapılması gündemdir. Anlaşılacağı üzere Rusya, Türkiye’yi mümkün olduğunca ABD’den uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek istemektedir. Bu durum, emperyal çıkarlarını “tüm taraflarla konuşabilen” ve “komşularıyla sıfır sorunlu” bir ülke maskesi altında hayata geçirmeye çalışan ve bu maksatla “denge siyaseti” güden Türkiye’nin tam da arzuladığı şeydir. Fakat Türkiye’nin konumu, basit bir şekilde emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmanın ötesindedir. Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden ve boşluklardan yararlanabilmek için ille de alt-emperyalist bir güç olmak gerekmiyor. Bazı hususi durumlarda kimi az gelişmiş kapitalist ülkeler de emperyalist çelişkilerden yararlanarak kendi çıkarları için manevra yapabilmektedirler. Ancak bu ülkelerin manevra kapasiteleri son derece sınırlıdır. Bu tip ülkelerden farklı olarak, Türkiye, alt-emperyalist bir düzeye yükselmesi dolayısıyla, gerek ekonomik-siyasi-askeri gücü gerekse de jeostratejik konumu nedeniyle daha yüksek bir manevra kapasitesine sahiptir. Türkiye’nin bu durumu, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin ve oluşan boşlukların yarattığı imkânlarla da birleşerek ona belli ölçüde bağımsız bir siyaset oluşturma olanağı sunmaktadır. Bu konuda Elif Çağlı oldukça net bir açıklama getirmektedir: “Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerar-

7


marksist tutum

Kasım 2009 • sayı: 56

Burjuva siyasal alandaki değişim ve yeniden konumlanış süreci, kendisini, “emperyalist açılımlarla” dışa vurmaktadır. Asker-sivil bürokratik elitin rejim üzerinde siyasal egemenliğine, ezilen ulusların bastırılmasına ve inkârına, yedi düvelin düşman olarak görülmesine dayanan Kemalist paradigmanın yerine, ifadesini yeni-Osmanlıcı bir söylemde bulan emperyal paradigma geçirilmek istenmektedir. şi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. … Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar.”1 Emperyalist-kapitalist piramidin tepesinde oturan ileri ülkelerin konumunu tek taraflı mutlaklaştırmak, diyalektik değişime kendini kapatan Üçüncü Dünyacıların marifetidir. Elif Çağlı’nın mütemadiyen dikkat çektiği üzere, emperyalist-kapitalist sistem, ileri, orta ve az gelişmiş ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığı temelinde, eşitsiz, ama bileşik gelişmeyle yol alan bir niteliğe sahiptir.2 Elbette piramidin tepesinde oturan emperyalist güçler, alttakiler karşısında ekonomik ve siyasi bakımdan oldukça güçlüdürler ve kendi istemlerini dayatabilmektedirler. Ancak bu gerçeklik, piramidin tepesindeki ileri ülkelerin her şeyi belirleyen mutlak egemen oldukları anlamına gelmez. Eğer eşitsiz nitelikteki karşılıklı bağımlılık ve görelilik referans alınmazsa ileri, orta ve az gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki ilişkiler dondurulur ve dolayısıyla emperyalist sistemin temel yapısı da anlaşılamaz. Nitekim küçük-burjuva sosyalizmi bu gerçeği kavrayamadığı içindir ki, emperyalist hiyerarşiyi sömürge ve sömürgeciliğe referans vererek tanımlamakta, eşitsiz ve bileşik gelişmeyi ve piramitte yaşanan yer değiştirmeleri göz ardı etmektedir. Oysa piramidin bütününde akışkan bir hareketlilik vardır ve basamak inenler olduğu gibi basamak çıkanlar da olabilmektedir. Bu hareketlerin kimisi de pekâlâ sınıf

8

atlamalar anlamına gelebilmektedir. 20. yüzyılın başından itibaren emperyalist hiyerarşideki yer değiştirmelere, örneğin ABD’nin, bir dönemin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’yi nasıl gerilerde bıraktığına tanık olduk. Günümüzde de, sınıf atlamanın bir başka örneği olarak Çin’in piramidin üst basamaklarına tırmandığını görüyoruz. Keza bir zamanların azgelişmiş ülkesi Türkiye bugün dünyanın on yedinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir. Türkiye’nin G-20’lerde ya da BM Güvenlik Konseyi’nde boy gösterir duruma gelmesi, basitçe emperyalistlerin inayetinden değil, geldiği alt-emperyal konumdan ötürüdür. Elbette Türkiye ve benzeri ülkelerin emperyalist piramidin üst basamaklarına tırmanarak daha fazla pay talep eder duruma gelmeleri, büyük emperyalist güçlerle eşitlendikleri anlamına gelmiyor. Emperyalist paylaşımda kimin ne kadar pay alacağını belirleyen şey güç ilişkileridir ve bugün en güçlü olan ABD emperyalizmi büyük lokmayı yutmaktadır. Burada kavranması gereken temel husus, Türkiye gibi ülkelerin emperyalistlerin “taşeronu” olmaktan öte bir güce ve konuma sahip olduklarıdır. Nitekim Türkiye, bir taşeron olmadığını ve paylaşım masasında yer almak istediğini göstermek için son dönemde geçmişe göre daha bağımsız bir dış politika uygulamaya yönelmiştir. Hamas, Suriye ve İran’a yaklaşımda Türkiye’nin, ABD-İsrail çizgisiyle tümüyle uyuşmaması da bunun bir örneğidir. ABD ve İsrail’in istememesine rağmen Türkiye, İran ve Suriye’yle ilişkilerini sürdürmüş, Hamas liderini Ankara’da kabul etmeye kadar gitmiş, son dönemde Filistin sorununda neredeyse İsrail karşıtı bir söylem tutturmuştur. Başbakan Erdoğan’ın Davos Zirvesinde “one minute” çıkışı ne onun duygusal ve Kasımpaşalı olmasından ne de Filistin halkını çok sevmesindendir. Erdoğan’ın, emperyalist güçlerin sistemin sorunlarına çözüm aradığı, sermaye çevrelerinin çeşitli müzakereler yürüttükleri ve dünya medyasının yoğun ilgisine mazhar olan elitist Davos Zirvesinde yüksek perdeden Şimon Peres’i azarlaması boşuna değildir. Erdoğan bu çıkışıyla, bölge halklarının gönlünü kazanarak Ortadoğu arenasında Türkiye’nin siyasi gücünü arttırmayı ve onu özellikle bu coğrafyada vazgeçilmez kılmayı hedeflemektedir. Nitekim “one minute” çıkışından sonra Ortadoğu ülkelerinin sokaklarında Erdo-


sayı: 56 • Kasım 2009

ğan’ın posterleri taşınmış ve Türkiye’nin itibarı artmıştır. Bu çıkış aynı zamanda emperyalist piramidin tepesinde oturanlara da “beni hesaba katın” mesajıdır. Son günlerde Türkiye ile İsrail arasında patlak veren “tatbikat krizi” üzerine, İsrail basını Türkiye’yi Batı ekseninden kopararak İslamcı şer eksenine yanaşmakla suçladı. İsrail yönetiminin de aynı minvalde, üstelik Kemalistlerle benzer bir dil tutturması oldukça manidar. Ancak söz konusu olan ne Türkiye’nin Batı ekseninden kopması ne de İsrail ile olan ilişkilerini bitirmek istemesidir. Türkiye Ortadoğu’da kendine bir nüfuz alanı oluşturmak istemekte ve bu doğrultuda hamleler de yapmaktadır. Bu hamleler kimi durumlarda İsrail ile ters düşmesine de yol açabilmektedir. Meselâ Türkiye’nin, Suriye ile önemli anlaşmalara imza atması, vizeyi kaldırması ve bununla da yetinmeyerek ortak askeri tatbikatlar yapması İsrail’i kızdırmaktadır. Aşikâr olan şudur ki, Ortadoğu’da Türkiye ile İsrail’in politikaları eskisi kadar birbiriyle örtüşmemektedir. İşte İsrail’in Anadolu Kartalı Tatbikatından men edilmesinin anlamı bu bağlamda aranmalıdır. AKP önderliğindeki yayılmacı Türk burjuvazisi, bölgeye dönük müdahaleleriyle ABD’nin planlarında kendine daha fazla yer açmaya başlamıştır. Bunun en tipik örneğini Suriye ve Irak oluşturmaktadır. ABD’nin başlangıçta karşı çıkmasına rağmen Türkiye, şer ekseninde sayılan Suriye ile ilişkilerini sürdürmüş ve onu Amerikan karşıtı çizgiden uzaklaştırarak emperyalist-kapitalist sisteme daha derinden entegre olmaya ikna etmiştir. Nitekim geçen haftalarda Star gazetesinden Mustafa Karaalioğlu’na mülakat veren Beşar Esad da, bu gerçeğin altını çiziyor, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın rolünün önemine değiniyor. Bu durum, ABD emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşmektedir ve bunun için de Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlendiği rolü desteklemeye ve planlarında ona daha fazla yer açmaya karar vermiştir. İşte Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “Obama ile Türkiye’nin dış politik tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” demesi bu sebepledir. Bir başka anlatımla, ABD, Ortadoğu’nun emperyalist sisteme tam entegre edilmesinde Türkiye’ye de roller biçmektedir. Bu kapsamda, ABD, çekildikten sonra Kürdistan Bölgesel Yönetiminin ve hatta Irak’ın diğer parçalarının hamiliğini Türkiye’nin üstlenmesini istemektedir. Lakin bunun gerçekleşebilmesi için de Türkiye’nin içerideki Kürt sorununu bir şekilde çözmesi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimini tanıması gerekmektedir. Nitekim “Kürt açılımı”nın ve Erbil’de konsolosluk kurma kararının sebebi hikmeti budur. Ne var ki gerek statükocu-devletçi kesimler gerekse de kimi sol çevreler Türkiye’nin attığı bu adımları ABD’nin bir dayatmasından ibaret olarak sunmaktadırlar. Gerçekliğin bu şekilde eğilip bükülmesinde statükocu-devletçi güçlerin özel hesapları vardır, ancak sosyalist hareketin belli kesimlerinin onların çizgisine düşmesi hiç de işçi sınıfının çıkarına değildir. Çarpık bir emperyalizm kavrayışına sahip olan sol çevrelerin Türkiye’yi sömürge,

marksist tutum

yarı-sömürge ya da taşeron olarak görmeleri ve böylece tüm kötülükleri emperyalist güçlere yıkarak kendi ulusdevletlerini temize çıkartmaları son derece yanlıştır. Bu bakış açısıyla işçi sınıfı bağımsız bir sınıf çizgisine ve Türkiye’nin emperyal politikalarının karşısına çekilemez. Başta “Kürt açılımı” olmak üzere tüm bu “açılımlar” salt ABD’nin dayatmasından öte, büyük ve yayılmacı sermayenin emperyal arzularının tezahürüdür. Sürecin nasıl gelişeceği tümüyle farklı bir konudur ve burada önemli olan bölgeye dönük “açılımların” emperyal saiklerle yapıldığını kavramaktır. Fakat meselenin şu boyutuna da dikkat çekmek gerekiyor: Kürt sorununun çözülmesini, halklar arasında yakınlaşmanın kolaylaşmasını, vize uygulamasının kaldırılmasını, Ermenistan ile sınır kapılarının açılmasını işçi sınıfı olumlu ama yetersiz adımlar olarak değerlendirir. Çarpık bir emperyalizm kavrayışına sahip olan sol çevrelerin Türkiye’yi sömürge, yarı-sömürge ya da taşeron olarak görmeleri ve böylece tüm kötülükleri emperyalist güçlere yıkarak kendi ulus-devletlerini temize çıkartmaları son derece yanlıştır. Bu bakış açısıyla işçi sınıfı bağımsız bir sınıf çizgisine ve Türkiye’nin emperyal politikalarının karşısına çekilemez. Ne var ki, iddia edildiği gibi bu kapsamdaki gelişmelerin amacı bölgeye kalıcı barış ve huzur getirmek, halkların kardeşliğini sağlamak, yepyeni bir medeniyetin temellerini atmak değil, sermayenin daha fazla önünü açmaktır. Bugün dünyayı saran kriz ve başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok bölgesine sıçrayan emperyalist savaş alevleri, kapitalist düzende kalıcı barış ve huzurun neden bir aldatmaca olduğu gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Ama dünyaya gerçekten de barış ve huzur getirmek, ezilen uluslara özgürlük tanıyarak halkların kardeşliğini sağlamak, tüm ülke sınırlarını ortadan kaldırmak ve sınıfsız sosyalist bir medeniyete giden sürecin önünü açmak olanak dâhilindedir. Bunu da ancak işçi sınıfı ve onun devrimci iktidarı başarabilir. Bölge işçi sınıfının enternasyonalist birliğini sağlamak ise, bu hedefte önemli bir mesafe kaydetmek anlamına geliyor. Hem Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın kesiştiği bir coğrafyada olması hem de bölgenin en gelişmiş ülkesi olması dolayısıyla Türkiye işçi sınıfına enternasyonalist birliğe giden yolda tarihsel önemde görevler düşmektedir. 

___________________________ 1

Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009

2

Bu konuda Elif Çağlı’nın Kolonyalizmden Emperyalizme ve Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Gelişme adlı kitapları ve diğer yazılarına bakılabilir.

9


IMF-DB Zirvesinin Ardından Kerem Dağlı

İ

stanbul’da gerçekleşen IMF ve Dünya Bankası toplantıları, burjuva medyanın Türkiye’yi dev aynasında gösteren abartılı haberleri eşliğinde geldi geçti. Gündemin haftalık olarak değiştiği Türkiye’de, bu toplantılara ilişkin değerlendirmelerin daha fazla yer işgal etmesi elbette beklenemezdi. Üstelik her şeyi magazin haberciliği tadında veren medya tarafından bilinçleri iyice iğdiş edilmiş kitleleri göz önüne aldığımızda, en önemli konuların bile kısa sürede unutulup gittiği malûmumuzdur. Bu yüzden de, bazı önemli hususların altını çizmekte fayda vardır. Sene başından beri G-7, G-20, BM veya IMF-DB toplantıları çerçevesinde cereyan eden sürecin en önemli yönü, emperyalizmin mali ve siyasi kurumlarının yeniden şekillendirilmekte oluşudur. Bu gelişmeler, krizin de etkisiyle hegemonya yarışının kızışmasının ve yeni güçlerin yükselişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu gelişmeler temelinde yeni yapılanmalar oluşmaktadır. ABD sarsılan hegemonyasını yeniden güçlendirmek isterken rakip güçler de onu zayıflatmaya çalışmakta, hiyerarşinin basamaklarında bir üst sıraya çıkmaya uğraşmaktadırlar. Rakip güçlerin amacı, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizminin hegemonyasına göre kurulmuş olan bu emperyalist kurumların yapısını kendi lehlerine değiştirmektir. Şimdilik ABD, rakip emperyalist güçlerden gelen bu değişim isteklerini büyük oranda bastırmakta, ama belli oranda da tavizler vererek hegemonyasını korumaya çalışmaktadır. İlk adımda G-20 toplantılarının kurumsallaşarak G-8’in yerini alması ve küresel ekonominin ve siyasetin belirlenmesinde emperyalizmin merkezi organı haline yükselmesi gelmektedir. Buna bağlı olarak ikinci adımda da, IMF-DB ve BM içinde, G-8 dışında kalan G-20 ülkelerinin söz hakkının artması planlanmaktadır. Bu çerçevede IMF ve DB ise, G-20 toplantılarında alınan küresel ekonomiye

10

ilişkin kararların hayata geçirilmesini sağlamakla görevli bir icra organına dönüşmüştür. IMF-DB ikilisinin küresel kapitalist sistemdeki rolü artmış ve görev setine yeni işlevler eklenmiştir. IMF ve DB, mali sermayenin hareketlerini ve faaliyetlerini küresel düzeyde organize eden ve denetleyen, gerektiğinde hakem rolünü oynayabilecek kurumlar haline getirilmek istenmektedir. Bu hususlar esas olarak Pittsburgh’daki G-20 toplantılarında şekillenmiş ve büyük ölçüde de karara bağlanmış olduğundan, İstanbul’daki IMF-DB zirvesi daha ziyade “tribünlere” dönük konuşmalar ve tartışmalarla geçmiştir. “İstanbul Kararları” olarak adlandırılan sonuç bildirgesinde, öz itibariyle, G-20 zirvesinde alınan kararların uygulanacağından öte bir şey yer almamıştır. Toplantıların belki de en dikkat çeken yanı, IMF başkanından DB yetkililerine, Tayyip Erdoğan’dan Emine Erdoğan’a kadar pek çok burjuva uzman ve politikacının yaptıkları konuşmalar olmuştur. Adeta zincirleme itiraflara dönüşen bu konuşmalarda, işsizliğin de yoksulluğun da artarak devam edeceği, bu anlamda krizden çıkışın da henüz söz konusu olmadığı açık açık söylenmiştir. IMF-DB yetkilileri bu durumu itiraf etmiş ve işsizlik-yoksulluk oranlarının artmasının yaratacağı sosyal patlamalara karşı egemenleri uyarmakla yetinmişlerdir. Burjuva egemenlerin bu uyarıları ciddiye aldıkları, gerçekleşen protesto gösterilerine karşı takındıkları tutumdan belli olmuştur. Toplumsal tepkilerin kaçınılmaz artışından duydukları korku nedeniyle egemenler, en küçük protesto gösterilerine bile acımasızca saldırmaktadırlar. IMF-DB karşıtı gösteriler esnasında polisin uyguladığı şiddet de bunun yeni bir kanıtı olmuştur. Polis terörü, krizin faturasını ödemek istemeyen işçi-emekçilere karşı burjuva devletin nasıl bir tutum alacağının da işaretidir. Protestoculara


sayı: 56 • Kasım 2009

karşı sivil faşistlerin kullanılması ise, bu bağlamda devreye sokulacak yeni yöntem ve taktiklerin göstergesidir. Burjuvazinin ve devletinin tutumu kadar üzerinde durulması gereken bir diğer konu da, işçi örgütlerinin ve solun tutumu olmuştur. Üstelik bu tutum IMF-DB karşıtı gösterilerle sınırlı değildir. Bu eylemlerin de gösterdiği gibi sendikaların ve solun genel tutumu, istisnalar hariç tutulursa, gittikçe marjinalleşen bir eylem çizgisinde somutlanmaktadır. Örgütsüzlüğün ve sınıftan kopukluğun yansıması ve sonucu olan bu durum oldukça tehlikelidir.

IMF işsizliğe ve yoksulluğa çare bulabilir mi? Tribünlere dönük konuşmaların hâkim olduğunu vurguladığımız toplantılar boyunca, ısrarla ve itinayla verilmeye çalışılan temel mesaj, IMF başkanının sarfettiği “kriz bitiyor ama rehavete kapılmamak lazım” sözüyle özetlenebilir. Bu mesajın iki ayrı hedefi vardır. Birincisi kapitalistlere yöneliktir ve krizin ilk dalgasının geçtiğini, ancak yeni dalgalara karşı hazırlıklı olunmasını ve tekelleri korumaya dönük yarı liberal yarı devletçi ekonomi politikalarının sürdürülmesi gerektiğini, daha da artacak olan işsizlik ve yoksulluk oranlarının yol açabileceği toplumsal sorunlara karşı önlem alınmasının önemini anlatmaktadır. İkincisi ise işçi ve emekçilere yönelik olup, krizin “neredeyse” sona erdiği, meseleyi fazla büyütmemek gerektiği mesajını vermektedir. Açıktır ki, bu ikincide amaç, krizin yıkıcı sonuçları karşısında hoşnutsuzluğu artan kitleleri sakinleştirmektir. Ayrıca kriz nedeniyle her gün kâbuslar gö-

marksist tutum

ren küçük-burjuvaziyi yatıştırmak ve piyasalara güven vermek de işin cabasıdır. Oysa krizin bitmediği gün gibi aşikârdır ve bu gerçek bizzat IMF-DB yetkililerinin itirafvari konuşmalarında açıkça ifade edilmiştir. DB başkanı konuşmasında, 2009 yılında 59 milyondan fazla insanın işini kaybetmiş olacağını, 2010 yılında 90 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşayacağını, Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ilâ 50 bin bebeğin ölebileceğini söylemiştir. Küresel ekonomik kriz nedeniyle insanların işsiz kaldığını, hayatların mahvolduğunu, kız çocuklarının okula gidemediğini, ev kadınlarının hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hale geldiğini, çocukların kötü beslendiğini ifade etmiş, “insan ilerlemesi denilen şey, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde geriye doğru gitmeye başladı” demiştir. Krizlerin bir daha tekrarlanmayacağının hiçbir garantisinin olmadığı, şu andaki krizin 20-30 yıllık bir geçmişinin olduğu, çok daha evvelden öngörülmesine rağmen krizin öncül sarsıntılarının geçiştirildiği, ekonomide oluşan dengesizliklerin iyi büyüme rakamları yüzünden görmezden gelindiği, düzenleme ve denetlemeleri yapması gereken kurumların gerçeklikten koptuğu gibi ifadeler de, yine aynı DB başkanı tarafından sarf edilmiştir. IMF başkanının konuşmaları ise daha çarpıcıdır. O da, 2010’da pek çok ülkede işsizliğin artacağını, düşük gelirli ülkelerde toplumsal huzursuzlukların hatta savaşların bile görülebileceğini, kapitalist sistemin uçurumun kenarından döndüğünü kaydetmektedir. Toplantıların açılışında konuşan Tayyip Erdoğan’ın konuşması da en az IMF başIMF ve e DB’nin n “f “ akir” de deni nile len ülke ül ele lere bor orç ç verrmey eye e bu k da ka ar mera r kl k ı ol o ma masınıın se ebebi, bu ülkelerrde deki ki yoks ksull halkl klar arıı dü düşü şünm nme eleri deği ğild ldir ir. As sıl ı seb e ep, e pe em peryalis st ül ülke elerd lerde de aşırı birikm bi miş ş durum umda da a ola an ve “el el yakan ya n” ser erma may ye fazla lasını nın n bu ura rala lara ra ihraç ç edi dilere ek değerllendi de endi d ri rilm mes sid idiir.. IM MF ve DB yettkili kilile le eri açl çlııktan ki k tlesell ölümle erin gerç gerçek ekle leşttiğ ği Af Afrika ülk kele erini rini pazara az çev virm mey eyii ve krriizi fır ırsa satta dönüş ştü türm mey eyii umma akt ktadır ırla lar. r. DB ba başk kan nı bu niy yet etii aç açık ıkça a dış şa vura rara rak, k, zama za man n iç çin inde Afrik ika’ya yapııla l ca cak yatırım mlar arın ı nere ne rede deys de se 1 mily yar a ins nsan nı kaps ka psay ay a yan yen ni birr pi piya yasa sa açac aç aca ağını ve yen eni biir büyüm me kayn ynağ yn a ı ol ağ olab abiilec eceğ ğin inii if i ad ade etmekte de beis s görm rmem emiş ştir.

11


marksist tutum

kanınınki kadar aktarılmayı hak etmektedir: “Dünyanın bir bölümü sınırsız bir şekilde tüketirken diğer bir bölümü de açlık nedeniyle hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bir kısmında inanılmaz bir israf yaşanırken diğer bir kısmında ne yazık ki bir avuç pirinç bulmak dahi imkânsız hale geliyor. Bir kesim zenginleşirken bir kesim fakirleşti. 3G-4G teknolojisini yaşayanlar varken dünyada, hayatı boyunca ‘alo’ dememiş hatırı sayılır insan topluluğu var.” Bir diğer “flaş” konuşma da, gazetecilerin “sosyalist” lakabını taktıkları Emine Erdoğan’dan gelmiştir: “Yaşanan kriz, mevcut ekonomik sistemin kendisini sorgulama gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Yoksulların daha da yoksul, zenginlerin daha da zengin olduğu ekonomik sistem çok soluklu olmaz. Olsa da umumi bir adalet, huzur ve mutluluk üretmez.” Söyleyenlerin niyetleri ne olursa olsun, bu açıklamaların çarpıcı biçimde ortaya koyduğu gerçeklik, kapitalizmin yarattığı tablonun artık gözlerden gizlenemeyecek denli ağır sonuçları olduğudur. Toplantıların ilk gününde IMF uzmanları tarafından sunulan “Dünya Ekonomik Görünümü” raporunda da durum farklı değildir. Bu rapora göre Avrupa ekonomisi 2009 yılında %4,2 küçülecek, 2010 yılındaki büyüme ise %0,3 oranında kalacak. Bunun anlamı 2010 yılında Avrupa ekonomisinin en iyi ihtimalle durgunluktan kurtulamayacağı ve krizin devam edeceğidir. Ekonomik büyüme oranı küresel düzeyde de %3,2 olarak tahmin ediliyor ki bu da durgunluk sınırıdır ve krizin küresel düzeyde de devam edeceğinin göstergesidir. Bu oran, “gelişmiş ülkelerdeki” %1,3 ile “gelişen ülkelerdeki” %5,1’in ortalamasıdır. Yani emperyalist metropollerde de durum hiç iç acıcı olmayacaktır. Rapor, Türkiye özelinde de, 2009 itibariyle %6,5 küçülme öngörüyor. Bu oran, G-20 ülkeleri içinde Türkiye’yi birinci sıraya oturtmaktadır. Büyüme rakamlarının yanı sıra, ülkelerin bütçe açıklarını gösteren tablolar da sistemin içine düştüğü krizin boyutlarını ortaya koymaktadır. Krizin etkilerini batan şirketleri kurtarma operasyonları düzenleyerek gidermeye çalışan kapitalist devletlerin, bol keseden harcadıkları bu paraları vergileri arttırarak, sosyal sigorta fonlarını yağmalayarak, ücretleri düşürerek, çalışma saatlerini arttırarak işçi sınıfının sırtına yıkacakları düşünülürse, bütçe açıklarının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin bu rapora göre ABD’nin 2009 yılı bütçe açığı 1,5 trilyon dolar civarındadır ve bu rakam 2010 yılında da azalmayacaktır. Oransal olarak bütçe açığı ABD, İngiltere ve Japonya’da yüzde 10’un üzerindedir. Bunlar oldukça yüksek rakamlardır ve işçi sınıfını bekleyen acı reçeteyi çıplak biçimde gözler önüne sermektedir. Burjuva iktisatçıların “kriz bitiyor” demelerini sağlayan şirket kurtarma operasyonlarının çok ciddi bir maliyeti vardır ve bu maliyet henüz karşılanmış değildir. Ama önünde sonunda karşılanması gerekecektir. Birbiri ardına açılan “kurtarma paketleri” sadece durumun daha da kötüye gitmesini geçici olarak engellemekte, ama

12

Kasım 2009 • sayı: 56

her seferinde yeni ve daha büyük paketlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bunların anlamı krizin bitmek bir tarafa, yıkıcı sonuçları kapitalist devletler tarafından tüm kaynaklar seferber edilerek ertelenmeye çalışıldığından, çok daha büyüyerek geri dönecek oluşudur. Tüm bu tablo karşısında IMF’nin ve DB’nin önerdiği yegâne çözüm planı ise, bildik IMF reçetelerinin bu kez de krize çare olarak ve “her derde deva ilaç” etiketiyle pazarlanmaya çalışılmasıdır. Reçetenin özeti şudur: zengin ülkeler daha fazla harcama yaparak tüketimi canlandırmalı ve fakir ülkelere yüksek faizlerle borç vermeli, fakir ülkeler de harcamalarını olabildiğince kısarak (yani eğitim ve sağlık gibi kamu harcamalarını azaltarak, kamu işçilerinin ücretlerini düşürerek) bu borçları ödemelidir. Şüphesiz IMF ve DB’nin “fakir” denilen ülkelere borç vermeye bu kadar meraklı olmasının sebebi, bu ülkelerdeki yoksul halkları düşünmeleri değildir. Asıl sebep, emperyalist ülkelerde aşırı birikmiş durumda olan ve “el yakan” sermaye fazlasının buralara ihraç edilerek değerlendirilmesidir. Sinekten yağ çıkartmak misali, IMF ve DB yetkilileri açlıktan kitlesel ölümlerin gerçekleştiği Afrika ülkelerini pazara çevirmeyi ve krizi fırsata dönüştürmeyi ummaktadırlar. DB başkanı bu niyeti açıkça dışa vurarak, zaman içinde Afrika’ya yapılacak yatırımların neredeyse 1 milyar insanı kapsayan yeni bir piyasa açacağını ve yeni bir büyüme kaynağı olabileceğini ifade etmekte de beis görmemiştir. IMF-DB uzmanlarının ve kimi burjuva iktisatçıların bu çıplak gerçeklik karşısında bile “sorumlu bir küreselleşme”den, kapitalistlerin krizden ders alacaklarından, emperyalist güçlerin işbirliği içinde uyumlu bir şekilde hareket ederek krizden çıkışın yolunu açacaklarından dem vurmaları açık bir kandırmacadır. Küreselleşme denilen şey, emperyalizmin yani mali sermayenin uluslararası egemenliğinin ta kendisidir. Ekonomik krizi ve onun daha da ağırlaştırdığı tüm eşitsizlikleri, toplumsal sorunları yaratan da kapitalizmin kendisidir. Ekonomik krizler kapitalizmin arızi özellikleri değil, içsel ve kaçınılmaz unsurlarıdır. Bu nedenle de kapitalistler istedikleri kadar “sorumlu” davransınlar, krizleri önleyemezler. Ayrıca kapitalistlerin, sermayelerini arttırmak dışında bir sorumluluk hisleri yoktur. Kapitalizm üretimdeki anarşiyle, toplumsal eşitsizliklerle ve sınıfsal sömürüyle karakterize olmaktadır. Kapitalistlerin krizden ders alacaklarını düşünmek de bu yüzden saçmadır, çünkü krizleri yaratan aşırı üretimdir ve aşırı üretime sebep olan da daha fazla kâr etme güdüsüdür. Kapitalistler ancak kâr etmekten vazgeçtikleri gün krizlerden ders almaya başlayabilirler. Emperyalist güçlerin uyum içinde işbirliği yapmaları ise bu argümanların içinde en gülünç olanıdır. Kapitalizm rekabet üzerine kuruludur ve emperyalizm aşamasında bu rekabet çok daha şiddetli ve ölümcül bir düzeye yükselmiştir. Çünkü dev tekeller arasında yaşanmaktadır ve işin içine muazzam siyasal ve askeri aygıtlara sahip kapitalist devletler de girmektedir. Emperyalistler arasındaki hegemonya yarışının her


sayı: 56 • Kasım 2009

şeyden çok belirleyici olduğu toplantılardan çıkan işbirliği yönündeki kararların aynen hayata geçeceğini beklemek saflıktır.

Polis terörü sınır tanımıyor Kapitalizmin ve yarattığı ekonomik krizin etkileri o kadar ağır, IMF-DB gibi emperyalist kurumların rolü o kadar açıktır ki, dünyanın her yerinde işçi ve emekçi sınıflardan gelen haklı tepkilere neden olmaktadır. Yıllık olarak düzenlenen IMF-DB toplantıları, her sene ciddi protesto gösterilerine maruz kalmakta ve gerek sendikalar gerekse de sol çevreler tarafından eylemlerle karşılanmaktadır. Hemen her sene gösterileri düzenleyenler, dünyanın “en demokratik” ülkelerinde dahi, polis şiddetine maruz kalmakta ve tepkiler baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. İstanbul’daki toplantılar süresince de aynı durum yaşanmış, burjuva devlet her zamanki yüzünü göstererek protestoculara tam anlamıyla bir polis terörü uygulamayı ihmal etmemiştir. 20-30 kişilik küçük grupların yaptığı basın açıklamaları bile polisin coplu ve gazlı saldırısına uğramış, toplantılar boyunca yüzlerce kişi gözaltına alınmış, sıkılan biber gazından dolayı 1 kişi ölmüştür. Ayakkabı fırlatan genç hakkında IMF başkanı şikâyetçi olmamasına rağmen soruşturma başlatılmıştır. Burjuva medya her zamanki gibi olayları olabildiğince çarpıtarak yanlı biçimde vermiş, bankaların ve büyük tekellere ait işyerlerinin kırılan camlarını esnafa aitmiş gibi göstererek protestocuları haksız duruma düşürmeye çalışmıştır. Durumdan vazife çıkartan İstanbul Valiliği, kırılan camların ve oluşan hasarın bedelinin, gözaltına alınan ve kameralarla kaydedilen göstericilere ödettirileceğini açıklamıştır. Bu manzara, egemenlerin duyduğu korkunun ve en ufak bir hak arama eylemine bile ne kadar tahammülsüz olduklarının göstergesidir. Ama işin daha ilginç yanı, bizzat emniyet müdürünün gösteriler başlamadan hemen ön-

marksist tutum

ce esnafı dolaşarak eylemcilere karşı kışkırtmaya çalışması ve ardından da bir grup sivil faşistin, gösteriler esnasında eylemcilere sopalarla saldırmasıdır. Polis ve burjuva medya, bu faşist güruha “camları kırılan esnaf ” süsü vermeye çalışsa da gerçeklik bu değildir. Çünkü polis daha basın açıklaması tam olarak bitmeden eylemcilere saldırmış ve sadece birkaç bankanın camı kırılmıştır. Çoğu esnafın eylemcilere yardım etmesi de, işin “esnaf tepkisi” olmadığının kanıtıdır. Açıktır ki, Taksim’deki 1 Mayıs gösterilerinde de yaşanan bu durum, polisin ve devletin eski bildik yöntemleri tekrar devreye sokmaya başlamasından kaynaklıdır. Her türlü hak arama mücadelesine ve protesto gösterisine acımasızca saldıran polis, kendisine karşı artan tepkileri bertaraf etmek için böyle bir provokasyon tezgâhlamıştır. Tam da başbakanın “dışarıdaki göstericilere kulak verelim” dediği bir sırada, polisin uyguladığı bu şiddet ve provokasyon oldukça manidardır. İşçi sınıfı, burjuva devletin ve medyanın ortaklaşa hazırladıkları bu tür provokasyonlara karşı uyanık olmalı, “sadece bir avuç eylemciye” diyerek umursamadığı polis terörünün grevlerde, direnişlerde ve sendikal eylemlerde kendisine de yöneleceğini unutmamalıdır.

Dışarıda arama IMF zaten içerde! Konunun en dikkatle değerlendirilmesi gereken yönü hiç kuşkusuz sendikaların ve solun tutumu ve meseleye yaklaşımıdır. Sendikaların çoğunluğu haklı olarak IMF ve DB programlarını ve bununla uyum halindeki hükümet politikalarını eleştirmiş, toplantılara katılmaları yolundaki çağrıyı reddederek IMF-DB toplantılarını protesto etmiş, tepkilerini ortaya koymuşlardır. Bu noktada sadece Hak-İş konfederasyon olarak toplantılara katılmış ve teşhir edilmesi gereken bir tutum takınmıştır. Ancak protesto gösterileriİstanbul’daki toplantılar süresince burjuva devlet her zamanki yüzünü göstererek protestoculara tam anlamıyla bir polis terörü uygulamayı ihmal etmemiştir. 20-30 kişilik küçük grupların yaptığı basın açıklamaları bile polisin coplu ve gazlı saldırısına uğramış, toplantılar boyunca yüzlerce kişi gözaltına alınmış, sıkılan biber gazından dolayı 1 kişi ölmüştür.

13


marksist tutum

ne DİSK, KESK ve Türk-İş, örgütlü oldukları işyerlerinden bir katılım sağlamamışlardır. Dolayısıyla da eylemler cılız bir görünüm arzetmiştir. Kuşkusuz bu yeni bir şey değildir ve sendikal harekette uzunca bir süreden beri varolan tıkanıklığın sonucudur. Benzer bir tıkanıklık sol için de söz konusudur. Sol çevrelerin çoğu, işçi kitleleri örgütleyerek seferber edemedikleri için, keskin söylemlerle bezenmiş dar kadro eylemleriyle günü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Hiç de yeni olmayan ve özellikle 1 Mayıs 2007’den bu yana sol içerisinde daha hâkim hale gelen bu tarz, aslında büyük bir bunalıma işaret etmektedir. Adeta “takvim devrimciliği” olarak adlandırabileceğimiz bir biçimde vücut bulan bu tarz, hiç kuşkusuz işçi sınıfının örgütsüzlüğünün, solun güçsüzlüğünün ve sınıftan kopukluğunun bir yansıması ve sonucudur. IMF-DB karşıtı gösteriler üzerinden ele alırsak, sanki emperyalist sistem ve onun kurumları olan IMF-DB programları yılın bu bir haftası söz konusuymuş gibi bir hava yaratılmış, öncesinde hiçbir çalışma ve hazırlık yapılmadan toplantılara bir hafta kala eylem takvimi açıklanmıştır. Bu bir haftaya sıkıştırılan çalışmalar da bildiri dağıtımlarından ve basın açıklamalarından ibaret kalmış, işçi sınıfının kitlesini örgütlemeye ve mücadeleye sevketmeye dönük bir çabaya girişilememiştir. Bu da çok şaşırtıcı değildir, çünkü işçi sınıfının içinde ve özellikle sendikalarda sabırlı, uzun soluklu bir çalışmayı gerektiren tarzda devrimcilik ile solun önemli kesimine hâkim olan küçük-burjuva devrimciliği arasında ciddi farklılıklar vardır. Sol çevrelerin çoğu, işçi kitleleri örgütleyerek seferber edemedikleri için, keskin söylemlerle bezenmiş dar kadro eylemleriyle günü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Hiç de yeni olmayan ve özellikle 1 Mayıs 2007’den bu yana sol içerisinde daha hâkim hale gelen bu tarz, büyük bir bunalıma işaret etmektedir. Sınıfın en azından sendikalarda örgütlü kesiminin içinden anlamlı bir katılım sağlanamadığında, yapılan eylemler marjinal kalmaktadır. Burjuva propagandanın etkisiyle, son derece haklı olan eylemler ve talepler bile işçi sınıfı tarafından “bir avuç anarşistin” veya “bölücü teröristlerin” işi olarak görülebilmektedir. İçinden geçtiğimiz gericilik döneminde burjuva ideolojisinin işçiler üzerindeki etkisini kırmak elbette kolay ve kısa sürede olacak bir iş değildir. Ama küçük-burjuva sol, sabırsızlık ve lafazanlığıyla, önce etkisi saman alevinden öteye geçmeyen eylemlere girişmekte, sonra da sendikaları suçlamaktadır. Bu tarzı besleyen bir faktör, solun geneline hâkim olan hatalı yaklaşımlardır. Yine IMF örneğinden devam edersek, bu tür emperyalist kurumların doğasının ve burjuva hükümetlerin bunlarla ilişkisinin, dolayısıyla da tek tek kapitalist devletlerin emperyalist sistemle ve güçlerle ilişki-

14

Kasım 2009 • sayı: 56

sinin yanlış kavranışıdır söz konusu olan. Bu açıdan sol hareket, 60’lardan beri devam eden anlayışı bir türlü terk edememiştir. İşçi sınıfının belini büken ekonomi politikaları halen öncelikli olarak IMF ve DB gibi kurumların dışarıdan dayatması olarak görülmeye devam etmektedir. Emperyalist güçler ve kurumlar, yerli burjuvaziden önce karşı durulması gereken düşmanlar olarak nitelendirilmekte, asıl düşman hep dışarıda aranmaktadır. Bu hatalı kavrayışlar, yaşanan gelişmelerin doğru temellerde anlaşılmasını da imkânsız hale getirmektedir. Örneğin kimi sosyalist geçinen akademisyenler G-20’nin G-8’in yerini almasını, emperyalizmin merkezinde patlak veren krizin bedelinin “bağımlı” G-20 ülkelerine fatura edilmesi olarak yorumlayabilmektedir. Ne yazık ki sol hareket de bu akla ziyan görüşlere kendi yayın organlarında yer vermektedir. Böylece krizin faturasının, bir bütün olarak kapitalistler tarafından işçi sınıfına çıkartılmaya çalışıldığı gerçeğinin üzerinden atlanmaktadır. AKP hükümetinin ve ondan önceki tüm diğer burjuva hükümetlerin, en az IMF ve DB gibi emperyalist kurumlar kadar suçlu olduğu, bu kurumların programlarını sırf dayatma nedeniyle değil kendi yerli burjuvalarının çıkarları için hayata geçirdikleri unutulmaktadır. Diğer taraftan bununla tamamen tutarsız bir biçimde, emperyalist kurumların yapısında meydana gelen değişimler, ABD hegemonyasının zayıflamasına yol açtığı ölçüde, dünya halklarının lehine bir açılım olarak değerlendirilmektedir. İşçi sınıfının uluslararası mücadelesinin bu denli cılız olduğu koşullarda, ABD’nin zayıflamasının bir başka emperyalist gücün güçlenmesi anlamına geleceği göz ardı edilmekte, emperyalizm olgusu ABD emperyalizmine indirgenerek vahim bir hataya düşülmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Ama önemli olan bu yanlış kavrayışların yanlış tarzları beslediğinin anlaşılabilmesidir. Çünkü bu hatalı kavrayışların temelinde küçük-burjuva sosyalizm anlayışı yatmaktadır ve bu da anlayış sahiplerini milliyetçi, devletçi bir bakış açısına götürerek, son tahlilde burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılmaya itmektedir. Burjuvazinin iç dalaşmasında taraf tutarcasına tek yanlı bir AKP karşıtlığına düşülmesi ve sanki daha önceki burjuva hükümetler IMF programlarını uygulamamış gibi anti-emperyalistliği bile AKP karşıtlığına indirgeyen yaklaşımların sergilenmesi bunun bariz örnekleridir. Kavrayış küçük-burjuva sosyalizmi temelinde şekillenince, işçi sınıfından kopuk devrimcilik de hâkim tarz haline gelmekte, iş sendikaların sosyalizm savunusu yapmamakla suçlanmasına kadar götürülebilmektedir. Oysa IMF-DB gibi emperyalist kurumları defetmenin ve neoliberal saldırı politikalarını tavizsiz ve pervasızca uygulayan burjuva hükümete geri adım attırmanın yolu, işçi sınıfını doğru ve devrimci bir siyaset temelinde bilinçlendirmekten ve örgütlü mücadeleye sevk edebilmekten geçiyor. 


G

eçtiğimiz son birkaç ay içinde, Japonya dışında tümü Avrupa’da olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkeler coğrafyasında bir dizi seçimler yapıldı. Haziran başlarında Avrupa çapında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra Ağustos sonunda Japonya seçimleri, Eylül sonunda Almanya ve Portekiz seçimleri ve son olarak da Ekim ayının başlarında Yunanistan seçimleri. Bu seçimlere, dünya ekonomik krizinin ilk yılını doldurduğu bir dönemde yapılmış olması ve krizin de belirgin biçimde gelişmiş kapitalist coğrafyada kendini göstermesi dolayısıyla bir ilk sondaj gözüyle bakmak mümkün. Bu çerçevede genel olarak şu sorular sorulabilir: Bu seçimlerde geniş emekçi yığınlar kriz karşısında bir politik tepki vermişler midir? Vermişlerse nasıl bir tepki vermişlerdir? Siyasal arenada geleceğe yönelik olarak ne gibi eğilimler görülmektedir? Ülkeler ve seçimler arasında çok çeşitli faktörlerle belirlenen farklılıklar olduğunu ve zorlama genellemelerden uzak durmak gerektiğini gözden kaçırmayarak, ortaya çıkan bazı belirgin noktaları tespit etmeye çalışalım. Birinci olarak, gözlenen bir eğilim hemen her seçim için geçerli olmak üzere katılımda düşüşlerin olmasıydı. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde bu düşüklük %43 gibi bir düzeye inerek bu eğilimi en çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. AP seçimlerinin ilk kez yapıldığı 1979 yılında seçime katılım oranı %63 iken bu oran sonraki her seçimde istikrarlı biçimde düşerek bugünkü seviyeye gelmiştir. Bunda Avrupalı kitlelerin bürokratik, ulaşılmaz ve müdahale edilemez olarak gördükleri AB mekanizmalarına duydukları tepki önemli rol oynamaktadır şüphesiz. AB sürecinin aynı zamanda dünya ölçeğinde işçi sınıfının kazanımlarına yönelik ağır sermaye saldırıları süreciyle iç içe yürümesi ve buna bağlı olarak kitlelerin yaşam şartlarının zorlaşması da bu tepkiyi şüphesiz

Avrupa’da Seçimler ve Yeni Reformist Tuzaklar Levent Toprak

15


Kasım 2009 • sayı: 56

marksist tutum

arttıran bir etmendir. Bir diğer husus da AP’nin genel olarak AB mekanizmaları içinde, ulusal meclislere benzer bir ağırlık taşımaktan uzak olmasıdır. Seçimlere katılımın %43 gibi son derece düşük bir seviyeye gelmesini AP’nin özel durumuyla açıklamak mümkünse de, düşmenin kendisi AP seçimlerine özgü değildir. Aynı husus, örneğin, bu seçimler içinde en önemlisi olan Almanya seçimlerinde de görülmüştür. Burada da seçimlere katılım oranı 2. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki en düşük seviye olarak %70’e inmiştir. Diğer seçimlerde de bu durum daha düşük düzeylerde kendisini göstermiş bulunuyor. Sosyalist Parti’nin seçimi kazandığı ve daha soldaki iki blokun da toplam %18 dolayında oy aldığı Portekiz’de bile 1974 Karanfil Devrimi sonrası başlayan burjuva demokrasisi döneminin en düşük düzeyine gelinmiş ve katılım %60 düzeyinde gerçekleşmiştir. Hükümet partisinin (Yeni Demokrasi) halkta biriken büyük öfke sonucu sandığa gömüldüğü Yunanistan’da dahi katılım oranı geçen seçime göre 3 puan düşerek %70’e gerilemiştir. Avrupa’daki seçimlerin emekçi kitleler açısından gösterdiği temel gerçeklik şudur ki, işçi-emekçi kitlelerde kriz dolayısıyla artan hoşnutsuzluk politik düzlemde henüz adresini bulamamış ve düzen karşıtı bir tepkiye dönüşememiştir. Bu da doğaldır. Çünkü hem hoşnutsuzluk henüz yeterli olgunluğa ulaşmamıştır hem de bu hoşnutsuzluğu olduğundan daha ileriye götürebilecek nitelik ve yetenekte devrimci örgütlenmeler mevcut değildir. İkinci olgu, değişik derecelerde de olsa hemen her seçimde kitlelerin hükümet partilerini ya alaşağı etmesi ya da oylarını ciddi biçimde düşürmesiydi. Japonya’da ve Yunanistan’da tek parti hükümetleri ağır yenilgi alarak hükümetten düşerken, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Hıristiyan Demokrat Birlik’in (CDU/CSU) koalisyon halinde hükümeti oluşturduğu Almanya’da fatura hükümetin sol yarısı olan SPD’ye kesildi ve SPD tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alarak hükümetten düştü. Portekiz’de ise hükümetteki Sosyalist Parti hükümetten düşmemeyi başarsa da ciddi bir oy kaybına uğramaktan kurtulamadı. Japonya’daki durumun dikkat çekici bir özelliğini de belirtmeden geçmeyelim. Seçimde aldığı yenilgiyle hükümetten düşen Liberal Demokrat Parti, 1993-94 arası 11 aylık kısa bir periyot hariç tutulursa, kurulduğu 1955 yılından bugüne dek Japonya’yı yönetiyordu. Üçüncü olgu, sermayenin işçi sınıfına saldırı politikalarının doğal ve asli sahibi konumundaki sağ partilerin oylarında toplam olarak bir azalma olmamasıdır. Dolayısıyla hemen tespit etmek gerekir ki, bir bütün olarak bakıldığında toplumlarda genel anlamda bir sola kayıştan söz etmek mümkün değildir. Dördüncü olgu, faşist, ırkçı ve göçmen düşmanı akımların gücü ve etkinliğinin yavaş yavaş artmakta olmasıdır.

16

AP seçimlerinde bu tür partiler oylarını ve sandalye sayılarını arttırmışlardır. Hollanda, Avusturya ve Danimarka’da bu partilerin oyları %15-18’ler seviyesine ulaşmıştır. Ayrıca Yunanistan seçimlerinde de göçmen düşmanı faşizan parti ilk kez %5’i geçmiştir. Beşinci olgu, geleneksel sol reformist partilerin solunda ya da dışında duran ve kimisi yeni olan oluşumların, genelde pek büyümeyen sol oylar toplamı içinde kendi paylarını arttırmalarıdır. Almanya’da Sol Parti (Die Linke) oylarını ilk kez %12 düzeyine çıkarmış, keza SPD’den daha solda addedilen Yeşiller de oylarını ciddi ölçüde arttırmışlardır. Portekiz’de Sol Blok adını almış olan bu sol yapılar oluşturdukları ittifakla yine kendi kısa tarihlerinin en yüksek oranına ulaşarak %10 oy almışlardır. Portekiz’de bunun yanı sıra geleneksel komünist partisi ile Yeşillerin oluşturduğu diğer sol ittifak da %8 oranında oy alarak hükümetteki Sosyalist Parti’nin solundaki toplam oyların %18’e çıkmasını sağlamıştır.

Sonuçlar ne ifade ediyor? Bu seçimlerin emekçi kitleler açısından gösterdiği temel gerçeklik şudur ki, işçi-emekçi kitlelerde kriz dolayısıyla artan hoşnutsuzluk politik düzlemde henüz adresini bulamamış ve düzen karşıtı bir tepkiye dönüşememiştir. Bu da doğaldır. Çünkü hem hoşnutsuzluk henüz yeterli olgunluğa ulaşmamıştır hem de bu hoşnutsuzluğu olduğundan daha ileriye götürebilecek nitelik ve yetenekte devrimci örgütlenmeler mevcut değildir. Kaldı ki, krizler hiç de sanıldığı gibi otomatik olarak devrimci çıkışlara yol açmazlar, işçi sınıfının mücadelesini yükseltmezler. Bu, krizin yanı sıra başka etmenlerin durumuna bağlı olan bir şeydir. Bu genel noktaya ilişkin olarak Troçki’nin 1921 Almanya ayaklanması sonrasında yaptığı bir değerlendirmesinde yer alan şu sözlerini hatırlamak yerinde olacaktır: “Bir krizin politik etkileri (sadece etkisinin menzili değil, yönü de) mevcut politik durumun bütünü ve krizi önceleyen ve ona eşlik eden olaylar tarafından belirlenir; özellikle de işçi sınıfının kriz öncesindeki çarpışmaları, başarıları ya da başarısızlıkları tarafından. Kriz, belirli bir koşullar seti altında işçi kitlelerin devrimci faaliyetine güçlü bir itilim verebilirken; farklı bir koşullar seti altında proletaryanın hücumunu tümüyle felç edebilir; hattâ krizin uzun sürmesi ve işçilerin çok fazla kayıp yaşaması durumunda, işçi sınıfının yalnızca hücum potansiyelini değil, savunma potansiyelini bile aşırı ölçüde zayıflatabilir.” (1921 “Mart Eylemi”) Troçki’nin krizler ve işçi sınıfının mücadelesine etkileri bağlamında ifade ettiği bu hususlar sadece 1921 Almanya’sı somutluğu ile sınırlı olmayıp, evrensel geçerliliktedir. Bugünkü dünya krizi bağlamında da işçi sınıfı hareketine bu temel belirlemeleri unutmaksızın bakmak gerekir. İşçi sınıfı bugünkü krize genel olarak oldukça örgütsüzleştirilmiş ve uzun bir yenilgi döneminden miras moralsizlikle


sayı: 56 • Kasım 2009

marksist tutum

İşçi sınıfının ve özellikle genç kuşakların 2000’li yıllarla birlikte artan hareketliliğinden de cesaret bulan kimi çevreler son birkaç yılda yeni parti oluşumları başlattılar. Her ülkenin farklılıklarına bağlı olarak oluşum süreçleri, bileşenleri ve söylemlerindeki bazı vurguları farklılıklar gösterse de, genel olarak söylenebilecek şey bu tür oluşumların parlamentarist ve reformist bir öz taşıdıklarıdır. yakalanmıştır. Bu gerçeği iyi görmemiz gerekir. Bir başka ifadeyle, işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük bakımından genel olarak oldukça geriletilmiş bir durumdadır. Troçki’nin bu sözlerinde kilit nitelikte olan husus şüphesiz “özellikle de işçi sınıfının kriz öncesindeki çarpışmaları, başarıları ya da başarısızlıkları tarafından” ifadesiyle vurgulanan husustur. Son 25-30 yıldır işçi sınıfı genel olarak bir gerileme süreci yaşadığı, örgütsüzleştirildiği, moralsizleştirildiği, sermaye ile girdiği çarpışmalardan çoğunlukla kayıplarla çıktığı için, yani genel bir ricat halinde olduğu için bugünkü kriz ortamında politik düzlemde somutlaşan bir yükseliş ya da sola kayış otomatik olarak gerçekleşmemektedir. 2000’lerle birlikte başlayan hafif kıpırdanışlar, kısmi çıkışlar, yeniden mücadeleye yönelmeler ise henüz politik tabloyu değiştirecek bir istim yaratmış değildir. Eğer işçi sınıfı krize, öznel bakımdan, yani bilinç ve örgütlülük bakımından olumsuz şartlarda girerse, genellikle görülen şey, beklentilerin düşmesi, eldekini muhafaza etme güdüsünün güçlenmesi ve buna bağlı olarak hâlâ burjuva merkez partilerden (sağ ve sol) medet ummayı en azından ilk aşamalarda sürdürmesi olmaktadır. Diğer bir belirgin eğilim de, genellikle kayıpları ve korkuları için öfkesini yöneltebileceği kolay kurbanlar aramaktır. Bu da özellikle işçi sınıfının işsiz ve lümpen kesimleri içinde göçmen düşmanlığı yapan aşırı sağ ırkçı partilerin güçlenmesi sonucunu doğurmaktadır. Bugün bu ikinci eğilim henüz genel planda kuvvetli değildir. Ancak yavaş da olsa genel bir yükseliş mevcut olduğu gibi, örneğin Hollanda gibi bazı ülkelerde bu eğilim küçük sayılamayacak kadar büyüme yoluna girmiştir. Yunanistan gibi genel sol kültürün ve toplumsal muhalefet geleneğinin tarihsel olarak güçlü olduğu bir ülkede bile göçmen düşmanlığını bayraklaştıran faşizan partinin (LAOS) ilk kez %5’i aşması dikkat çekicidir.

Solda yeni reformizm arayışları Daha karmaşık bir tablo oluşturan Japonya’yı bir kenara bırakacak olursak, Avrupa’daki son seçimler vesilesiyle kendisini ortaya koyan bir husus, geleneksel burjuva düzenin solunu oluşturan reformist partilerin solunda bazı yeni oluşumların mayalanmakta olmasıdır. Bu olgu seçimlerden bağımsız olarak üzerinde durmayı gerektiren bir olgu. Zira Almanya’da (Sol Parti) ve Portekiz’de (Sol Blok) oylarını belirgin biçimde yükselterek dikkat çeken oluşumların yanı sıra, diğer Avrupa ülkelerinde de bu tür oluşumlar bulunuyor. Bunlar arasında da özellikle Fransa’da bu alanda bir hareketlilik yaşanıyor. Avrupa’nın iki büyük ve merkez ülkesi olan Almanya ile Fransa’daki oluşumlar bu eğilimin şu anki ana parçalarını oluşturuyorlar. Almanya’da geçen yıl kurulmuş olan Sol Parti’nin oylarının %12 düzeyine yükselmesi, Fransa’da bu türden iki oluşumun birden ortaya çıkması ve onların da Avrupa Parlamentosu seçimlerinde toplamda %10’un üzerinde oy almaları, bir başarı imgesi ve umudu yaratmış gibi görünüyor. Bu gelişmelerin devrimciler açısından asli anlamı, yeni ve düzen karşıtı bir sol kılıkta ortaya çıkan bir reformist partiler modası ve bunların prim yapması ihtimalidir. Bu ihtimal gelecekte devrimci yükselişlerin önünü kesmede, artık iyice yıpranmış geleneksel reformist partilerin yerine, söylemde daha radikal ve taze görünen yeni araçların oluşturulmakta olduğuna işaret etmektedir. Bu ifade elbette bu oluşumların ille de düzen eliyle yukarıdan planlı olarak yürütüldüğü ve başlatıldığı anlamına gelmez. Kimler nasıl başlatmış olursa olsunlar özde reformizm alanında kalan bu tür oluşumlar eninde sonunda nesnel olarak bu rolü oynamak durumundadırlar. Kaldı ki bu oluşumlar arasında en fazla tartışılan ve “sükse” yapan Fransa’daki NPA (Yeni Anti-Kapitalist Parti) hariç tutulursa, Almanya’daki Die Linke de, Fransa’daki PG (Sol Parti)

17


marksist tutum

Kasım 2009 • sayı: 56

burjuva partilerin fiili uygulamaları arasındaki farklar da önemini yitirmeye başladı. Kendilerini niteleyen siyasi sıfatlar her ne olursa olsun, çeşitli burjuva partilerin hükümet programları dünya sermayesinin istemleriyle uyumlu hale getirildi. Burjuvazinin sosyal demokrat partileriyle muhafazakâr ya da liberal partileri, dünya sermayesinin neo-liberal politikaları temelinde aynılaştılar.” (Çürüyen Kapitalizm) Burjuva sol partilerin SSBC’nin çöküşüyle birlikte, 90’larda “Üçüncü Yol” (Britanya), “Yeni Orta” (Almanya), “sosyal liberalizm” (Fransa) gibi sembolleşmiş söylemlerle de bezenmiş olarak, iyice sağa Die Linke’nin eşbaşkanı Oskar Lafontaine, Berlin’deki bir seçim kayması, siyasal arenada bunların solunmitinginde da kaçınılmaz olarak bir boşluk oluşması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla, kitde büyük oranda mevcut Sosyal Demokrat Parti’den ve lelerin reform özlemlerini ayakta tutacak, üzerlerindeki Sosyalist Parti’den son birkaç yılda ayrılanlar tarafından baskıları hafifletebileceğini düşündükleri birtakım sol alkurulmuş partilerdir. Bu geçmişten gelenlerin, reformizmternatifler için bir zemin böylece oluşmuştur. Bu durumden uzaklaşıp devrim alanına geçmeleri genel olarak eşyada kitlelerin hoşnutsuzluklarını yatıştırmak ya da kanalize nın tabiatına aykırıdır. etmek için siyasal planda yeni birtakım arayışların ortaya Burjuva düzenin ana kolunu oluşturan sözcülerin ve çıkması kaçınılmazdır. Bir devrimci alternatif büyütülemedya organlarının şimdilik bu partileri ve seçim bloklamediği ölçüde de bu arayışların dalga dalga yeniden günrını “aşırılık”la suçlayıp göz önünden kovmaya çalışmaları deme geleceğini tahmin etmek kehanet olmaz. yanıltıcı olmamalıdır. Bu esas olarak bu tür politik seçeİşçi sınıfı ve özellikle yeni kuşaklar, düzenden duydukneklerin şimdilik düzen için geçer akçe olmaması ile ve daları hoşnutsuzluğu 2000’li yıllarla birlikte dünyanın değiha ikincil olarak da bu hareketlerin şu an için daha radikal şik bölgelerinde, değişik biçim, güç, tempo ve kararlılıkta görünümlü bir söylem tutturmalarıyla alâkalıdır. İleride açığa vurmaya başladılar. Bu tepkinin en güçlü olduğu düzenin ihtiyaçları bakımından işler pekâlâ değişebileceği Latin Amerika’nın hemen tamamında kitle ayaklanmaları, gibi, ikbal vakti yaklaşınca bu oluşumlar da radikal söydirenişler, devlet başkanlarının devrilmesine varan isyanlar lemlerini ve varsa programatik keskinliklerini bir kenara sonucu bir dizi yeni sol yönetimler oluştu. Ancak bu tür bırakırlar. Sınıf mücadeleleri tarihinde bunun birçok örtepkilerin ikinci ve daha soluk bir adresi olan Avrupa’da neği yaşanmıştır. Aslında yakın tarihli bir örnek olarak hareketlenmeler Latin Amerika’daki düzey ve biçimlere asBrezilya’daki İşçi Partisi örneğini hemen hatırlamak mümla gelmedi. Birçok ülkede grevler, genel grevler, kitle mikündür. tingleri, savaş karşıtı gösteriler, varoş isyanları, öğrenci isyanları vb. yaşandı, ama bunlar istikrarlı olmadı, yeterli bir yoğunlaşma doğuramadı ve daha önce değindiğimiz Bu oluşumlar hangi süreçlerin ürünü? gibi politik düzlemde somutlaşan bir sonuç doğuracak ölBu oluşumların nasıl bir ortamda şekillendiklerini iyi çüde istim yaratamadı. anlamak gerekiyor. Burada kilit öğe, ta 1980’lerden bu yaAncak bu hareketliliklerden de cesaret bulan kimi çevna işçi sınıfını hedef alan saldırıların birikimi sonucu reler son birkaç yılda yeni parti oluşumları başlattılar. emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun doğal olarak artması Örneğin Almanya’daki süreç özellikle Schröder’in 2003’te ve gitgide daha belirgin biçimde burjuva sol partiler hali“Ajanda 2010” adlı saldırı programını ilan etmesiyle başne gelen geleneksel reformist partilerin artık bu hoşnutladı. Bu program sermaye için büyük vergi indirimlerini, suzluğa cevap verme kabiliyetini yitirmeye başlamasıdır. emeklilik maaşlarında ve işsizlik ödeneklerinde kesintileri Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi: “80’ler dönemecine dek içeriyordu. Bu haliyle söz konusu program 2. Dünya Sahemen tüm kapitalist ülkelerde sosyal demokrat veya benvaşı sonrası dönemde Almanya’da işçi sınıfının kazanımlazeri akımlar kapitalizmin sorunlarını giderecek bir sol alrını hedef alan en büyük saldırıyı temsil ediyordu. Bu ternatif olarak göründü. Ne var ki uluslararası büyük serprograma karşı kısa sürede mücadeleler baş gösterdi. Yüzmaye kuruluşlarının dünya genelinde neo-liberal politikabinlerce işçinin sokaklara döküldüğü gösterileri, işsizlerin ları uygulayıp yaygınlaştırmasıyla birlikte, sağıyla soluyla haftalık düzene bindirilen Pazartesi Eylemleri takip etti.

18


sayı: 56 • Kasım 2009

Bu eylemler de sonradan daha büyük işçi eylemlerine dönüştü. Sendikaların ön ayak olduğu bu eylemlilik sürecinde SPD’den ayrılan bazı sendikacılar ile Keynesçi akademisyenler bir seçim platformu oluşturdular. Bu platform bugünkü Sol Parti’nin iki temel bileşeninden birinin başlangıcını oluşturuyordu. Bu oluşum daha sonra, eski Doğu Almanya’nın iktidar partisinin kalıntısı olan ve doğu eyaletlerinde belli bir etkisi olmakla birlikte batıda pek esamisi okunmayan Demokratik Sosyalizm Partisi ile birleşerek 2007’de Sol Parti’yi oluşturdu. Bu parti içinde az sayıda küçük radikal gruplar da bulunmaktadır. Henüz nihai programını oluşturmamakla birlikte, “Demokratik Sosyalizmi” savunduğunu söyleyen parti, seçim programında büyük sermayeye ve zenginlere yüksek vergiler getirmeyi, özelleştirmeleri durdurmayı, asgari ücret uygulamasını getirmeyi, yasak olan genel grev hakkını getirmeyi ve hatta uzun vadede özel mülkiyeti ve “iktidar aygıtlarını” kaldırmayı hedeflediğini söylüyor. Diğer taraftan Alman askerlerinin Afganistan’dan derhal geri çekilmesini ve AB mekanizmalarının da demokratikleştirilmesini savunuyor. Bu tür partilerin, geleneksel olarak Sosyal Demokrat Parti’ye oy vermekten artık gına getirmiş olan emekçilerin bir kesimine ve yeni kuşakların bir kesimine cazip gelmesi anlaşılır bir şeydir. Sol Parti bu son seçim sürecine kadar Alman medyası tarafından neredeyse tümüyle yok sayılmaya çalışılsa da, tüm anketlerin belirgin yükselişe işaret etmesiyle birlikte saklanabilir olmaktan çıkmıştır. Elbette medya bu partiyi genelde bir öcü gibi göstermeye çalışmıştır. Diğer taraftan Batı Avrupa’nın geri kalanına göre daha yasakçı bir devlet olan Almanya’da bu parti “anayasal tehdit” olarak görülen faaliyetleri gözetleyen “Anayasayı Koruma Kurumu” tarafından gözetim altında tutulmakta.

Almanya’daki gibi Fransa’daki Sol Parti (Parti de Gauche) de büyük oranda mevcut Sosyal Demokrat Parti’den ve Sosyalist Parti’den son birkaç yılda ayrılanlar tarafından kurulmuştur. Bu geçmişten gelenlerin, reformizmden uzaklaşıp devrim alanına geçmeleri genel olarak eşyanın tabiatına aykırıdır.

marksist tutum

Her ülkenin farklılıklarına bağlı olarak oluşum süreçleri, bileşenleri ve söylemlerindeki bazı vurguları farklılıklar gösterse de, genel olarak söylenebilecek şey bu tür oluşumların parlamentarist ve reformist bir öz taşıdıklarıdır. Fransa’da bu eğilim iki ayrı partide somutlaşmış durumdadır ve her iki parti de yaklaşık bir yıl önce birkaç ay arayla kurulmuştur. Bunlardan biri (Sol Parti) Sosyalist Parti’den kopanlar tarafından kurulurken, diğeri (Yeni Anti-Kapitalist Parti) Troçkist bir grup olan LCR tarafından kurulmuştur. Ancak her ikisinin de içinde yer alan başka çevre ve gruplar, eğilimler bulunmaktadır. Her iki oluşum da sonuçta Fransa’da son yıllarda yaşanan göçmen işçi isyanlarının, öğrenci-işçi protestolarının, grevlerin ve diğer mücadelelerin yarattığı durum üzerine ve Sosyalist Parti ile Komünist Parti’nin iyice sağa kayma ve itibar yitirmeleri üzerine hayat bulmuşlardır. İşin aslına bakılacak olursa, neo-liberalizmin itibar yitirdiği ve Keynesçi uygulamalara göz kırpıldığı şu günlerde bu akımlar esas olarak eski Keynesçi ve “sosyal” devletçi günlere geri dönme hevesini somutlamaktadırlar. O nedenle bu akımların esas olarak sol seçmen kitlesi nezdinde prim yapması mümkündür. *

*

*

Marksist Tutum sayfalarında daha önce birçok kez dikkat çekildiği gibi, dünya yeni bir reformlar dönemine değil, aksine sistem krizi ve buna bağlı bir emperyalist savaş sürecine girmiştir. Sosyal reformizmin altın dönemi olan 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde hem SSCB’nin belli bir gücü ve itibarı vardı, hem de kapitalizm tarihinin en büyük ekonomik yükseliş sürecini yaşıyordu. Bugün ve yakın gelecek için bu iki temel koşulun da mevcut olmadığı açıktır. Bu durum, ufukta yeni bir sosyal reformlar dönemi için pek elverişli bir zemin olmadığına işaret eder. Açıktır ki bugünler 1950’ler ve 60’lardan ziyade 1930’lara benzemektedir. Ancak, özde eski reformizmi canlandırma peşindeki yeni siyasi oluşumların kapsamlı reformlar getirmeleri pek mümkün olmasa da, asıl mesele bu değildir. Asıl mesele kitlelerde reformist yanılsama ve umutların yeniden canlandırılarak, onların düzen karşıtı bir yönelime girmelerini engelleyici yeni tuzakların, emniyet supaplarının yaratılmakta oluşudur. Bu konuda dikkatli olmak bir zorunluluktur. Kriz dönemi işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü büyütmek için daha elverişli koşullar yarattığı halde, kendine devrimci diyenlerin de emek ve ümitlerini yeni reformist projelere yöneltmesi büyük bir aymazlıktır. İşçi sınıfını yıllarca pençesinde tutarak düzene eklemleyen geleneksel reformist partiler hazır itibar yitirerek erozyona uğramaya başlamışken, yapılması gereken, yeni reformist projelere yazılmak değil, işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlülüğünü ilerletmek için daha fazla ter akıtmaktır. Gün devrimci çalışmaya hız verme günüdür. 

19


Tekellerin İnsafına Terk Edilen Sağlık İlkay Meriç

E

meklilik yaşını yükselten, sağlık sisteminde emekçilerin aleyhine pek çok düzenleme yapan ve bunu “iflas eden sosyal güvenlik sistemini sağlıklı bir şekilde işler hale getirmek” üzere yaptığını iddia eden AKP hükümeti, SSGSS yasası daha birinci yılını doldurmadan, sosyal güvenlik açıkları artıyor diyerek yeni saldırılara girişti. Oysa hükümetin iddialarına göre yasa bu açıkları kapatacak ve on yıllar boyunca bir daha sosyal güvenlik sistemiyle oynanmak zorunda kalınmayacaktı! “Kuyruklar bitti, isteyen istediği hastanede muayene olup tedavi görebilecek” diyerek yeni sistemi emekçilere cazip göstermeye çalışan AKP hükümeti, bırakalım on yılları, bir yıl bile geçmeden sağlıkta yeni kısıtlamalara, artan katkı paylarına başvurmak “zorunda kalındığını” duyurdu. Yüz yüze gelinen bu manzara, açıktır ki, burjuva hükümetlerin SGK’nın kaynaklarını özel sağlık kuruluşlarına peşkeş çekmeye, döner sermaye uygulamasıyla hastaneleri birer ticarethaneye dönüştürmeye, ilaç tekellerini daha da zengin etmeye dönük sağlık politikalarının doğal sonucudur. Ve her zaman olduğu gibi fatura yine emekçilere kesilmiştir. 1 Ekimden itibaren “2 liradan ne olur” diyerek sağlık ocaklarından başlanıp devlet hastanelerinde 8, özel hastanelerde 15 liraya çıkarılan katkı paylarının önümüzdeki dönemde daha da yükseltileceği açıktır. İlaç alırken emeklilerden yüzde 10, çalışanlardan yüzde 20 olarak kesilen katkı payının, emeklilerde yüzde 20’ye, çalışanlarda yüzde 30’lara çıkarılması da planlar dâhilindedir. Bunun yanı sıra 18 yaş altı nüfusun genel sağlık sigortası kapsamına

20

alınması ile ana ve çocuk sağlığı hizmetlerinin parasız olması gibi olumlu hususlar da çeşitli bahanelerle yokuşa sürülmekte ve uygulanmamaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfının, içine atıldığı kazan yavaş yavaş ısınırken suyun sıcaklığının arttığının farkına varmayan kurbağa misali tepki vermeden haşlanması için, kazanı yıllardır yavaş yavaş ısıtmaktadır. Örgütlü ve kitlesel bir tepkiyle bu kazandan çıkılmadığı takdirde haşlanmanın kaçınılmaz olduğu aşikârdır.

Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada Burjuvazinin sağlık ve genel olarak sosyal güvenlik alanındaki saldırıları sadece Türkiye’yle sınırlı değildir elbette. Bu saldırılar, çeşitli emperyalist kurumların da yönlendiriciliğiyle tüm dünyada organize ve eşgüdümlü bir şekilde yürütülmektedir. Devlete sağlık ve sosyal güvenlik alanlarından el çektirme ve trilyonlarca dolarlık bu alanı ilaç tekellerinin, sigorta şirketlerinin, özel “sağlık” kurumlarının dizginsiz sömürüsüne açma politikası, 1980’lerden bu yana hızlanarak ilerletilen saldırı politikalarının bir uzantısıdır. Emekçilerin primleriyle ve vergileriyle yaratılan kaynaklar, her yıl daha fazla oranda özel hastanelere ve ilaç tekellerine akıtılmakta, tekeller bunun yanı sıra vergi indirimleriyle ve başka bin bir türlü mekanizmayla desteklenip büyütülmektedir. Buna karşılık insanlığın ezici bir çoğunluğu halen en temel sağlık hizmetlerinden bile yoksun durumdadır.


sayı: 56 • Kasım 2009

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2007 yılı dünya sağlık harcaması toplamı 4,1 trilyon dolardır ve bu harcamaların yüzde 80’ini, dünya nüfusunun yüzde 18’ini barındıran OECD ülkeleri gerçekleştirmektedir. Ancak kişi başına milli gelirin görece daha yüksek olduğu OECD ülkelerinde de gelir dağılımı son derece eşitsizdir. Bu ülkelerdeki yoksulluk, işsizlik, sosyal güvencesizlik de hesaba katıldığında, dünya emekçilerinin ezici bir çoğunluğunun sağlıksızlığa mahkûm edildiği açıkça görülmektedir. Örneğin genel sağlık sigortasının bulunmadığı ABD’de 47 milyon kişi sağlık güvencesinden tümüyle yoksun durumdadır. Özel sağlık sigortasına sahip 50 milyon kişinin sigorta kapsamı ise son derece sınırlı olup, bu insanlar pek çok hastalık karşısında ceplerinden para ödemek ya da tedavi olamamak seçenekleriyle yüz yüzedir. Kişi başına milli gelirin 48 bin dolar olarak göründüğü, ancak korkunç bir gelir dağılımı eşitsizliğinin yaşandığı bu ülkede, her yıl yüz binlerce insan, tedavi masraflarını karşılamak için elinde avucunda ne varsa satarak yoksulluğa ve sefalete sürüklenmektedir. Ekonomik krizle birlikte bu çelişkinin daha da derinleşmesi ve halkta ciddi bir tepki oluşması üzerine, Obama başkanlık seçimleri öncesinde genel sağlık sigortası vaadinde bulunmuştu. Ne var ki, iflas eden tekelleri kurtarmak için sermayeye trilyonlarca dolar akıtılırken, Obama’nın gündeme getirdiği sağlık sigortası yasası, Cumhuriyetçiler (Bush’un partisi) ve Demokratların (Obama’nın partisi) bir bölümü tarafından, bütçe açıklarını arttıracağı bahanesiyle geçtiğimiz günlerde Senato’da reddedildi. Üstelik Cumhuriyetçiler, devletin sağlık sigortası alanına müdahale etmesi gerektiğini savunduğu için Obama’yı “sosyalist” olmakla suçlayarak protesto gösterileri düzenlediler. Oysa ne Obama sosyalisttir ne de yapılmak istenen reform genel sağlık sigortasını getirmektedir. Amerikan işçi sınıfı kamusal genel sağlık sigortasından yanayken, Obama’nın önerdiği yasa tasarısında bu dışlanarak özel sigorta şirketleriyle birlikte oluşturulacak son derece dar kapsamlı bir sistem öngörülmektedir. Seçilmeden önce genel sağlık sigortasını vadeden Obama, seçildikten sonra, Kanada’da ve Avrupa’da uygulanan genel sağlık sigortası sisteminin “Amerika’nın geleneklerine pek de uygun olmadığını” keşfetmiştir. Kuşkusuz bu “keşif ”te özel sigorta şirketlerinin ve ilaç tekellerinin rolü büyüktür. Sonuçta ABD’de 100 yıldır tartışılıp rafa kaldırılan genel sağlık sigortası, bir kez daha rafa kaldırılmış ve yerini göstermelik bir reform tasarısına bırakmıştır. Bir zamanlar sağlık ve sosyal güvenlik sistemiyle övünülen Avrupa’da da saldırılar tüm hızıyla sürmektedir. Avrupa’da uygulanan genel sağlık sigortası sistemi, Ekim Devrimi sonrasında Rusya’da herkese parasız ve tam kapsamlı sağlık hizmetinin uygulamaya konmasının ardından, Avrupa işçi sınıfının komünizme kaymasını engellemek için, bir tür emniyet sübabı olarak hayata geçirilmek zorunda kalınmıştı. Bu sistem tüm vatandaşları devlet ta-

marksist tutum

rafından sağlık güvencesine alıyordu. Bir karşılaştırma yapacak olursak, Türkiye’de sadece prim ödeyenlerin yararlandığı ücretsiz sağlık hizmetinden Avrupa’da tüm yurttaşlar yararlanabiliyor. Ancak bu sistem SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından söz konusu ülkelerde de burjuvazinin saldırısına maruz kaldı. Bir zamanlar “belediye sosyalizmi”yle övünülen İngiltere, Thatcher döneminden bu yana sağlıkta neoliberal uygulamaların en şiddetli savunucularından biri haline gelmiştir ve bugün, maddi kaynak ve personel yetersizliği yüzünden giderek daha da kötüleşen sağlık hizmetleriyle gündemdedir. Tarih bize, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde işçi sınıfının her alanda olduğu gibi sağlık alanında da önemli kazanımlar elde ettiğini gösteriyor. Genel sağlık sigortası, sosyal güvenlik sistemleri, çalışma koşullarına dair çeşitli iyileştirmeler vb., sınıf mücadelesindeki yükseliş sonucu elde edilen kazanımlardır. Ancak işçi sınıfının örgütlü ve kitlesel bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilemediği dönemlerde bu kazanımlar da birer birer kaybedilmektedir. Yaşanan deneyimler, proletaryanın örgütlü mücadelesinin önemi kadar, bu mücadelenin reform talepleriyle sınırlanmayıp toplumsal devrim mücadelesine bağlanmasının ve bu doğrultuda ilerletilmesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu da kanıtlıyor.

Sağlık tekellerin insafına terk ediliyor Üretimin insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr için yapıldığı kapitalist sistemde, sermaye kârsız bir yatırım alanı olarak görüyorsa en temel ihtiyaç maddelerini bile üretmeye yanaşmaz. Kâr güdüsünün şekillendirdiği bu sistemde, kapitalistler açısından örneğin daha fazla silah satmakla daha fazla ilaç satmak arasında bir fark yoktur. Nasıl silah tekelleri için savaşlar, ürettikleri ölüm makinelerini satacakları bir pazar anlamına geliyorsa, ilaç tekelleri için de yaygın hastalıklar ilaçların kolaylıkla alıcı bulacağı verimli bir pazar anlamına gelmektedir. Milyarlarca insan için ölüm ve yıkım demek olan savaşlar, salgın hastalıklar, tekeller için yaşam ve daha çok kâr demektir. Örneğin kanser yüz milyonlarca insan için hayatı kâbusa çeviren bir hastalıktır. İlaç ve tıbbi cihaz tekelleri içinse milyarlarca dolarlık bir pazar alanının kapı anahtarıdır. Sermayenin gözünde, yüzlerce dolarlık ilaçlar ve tarama testleri ne kadar çok insan kanser olursa o kadar çok satılacak metalarken, kanser hastaları da bu metaları satın alacak müşterilerdir! AIDS, kuş gribi, domuz gribi gibi akla gelecek tüm bulaşıcı hastalıklar da aynı şekilde, ne kadar yayılırsa o kadar para getirecek bir “nimet” olarak görülür. Hatta bu uğurda gerektiğinde virüsler üretilir, yayılmasına hizmet edilir, öyle olmadığı halde ölümcül bir tehdit olarak gösterilerek milyonlar paniğe sürüklenir ve sonuçta daha fazla ilaç, aşı vb. satılarak kasalar doldurulur. Dünya çapında 773 milyar dolarlık dev bir pazara sahip olan sağlık sektöründe, “her şey kâr için” şiarıyla hare-

21


Kasım 2009 • sayı: 56

marksist tutum

ket eden ilaç tekelleri, kârlı olamayacak kadar sınırlı bir pazar alanı bulunan hastalıklar için ilaç üretmemeyi tercih edecek kadar insan sevgisiyle doludurlar! İlaç tekellerinin çeşitli hastalıklar için ilaç üretmeyi durdurmaları yüzünden yaşanan sıkıntıları gidermek üzere, 1983 yılında, ABD’de, 200 bin hastadan daha az pazar alanı olan ilaçlarda üretici firmalara çeşitli mali teşvikler getiren bir yasa çıkarılmak zorunda kalınmıştır. Bu yasa çıkmadan önce, bu tip ilaçların sayısı, üretimleri kapitalist tekellerin insafına terk edildiği için 10’dan azken, bugün ABD’de bu kapsamda 1200’e yakın ilaç üretilmektedir. Bu, sermayenin ucunda kâr yoksa milyonlarca insanı gözünü kırpmadan ölüme gönderebildiğinin yalnızca bir örneğidir. Veremden ya da sıtmadan ölen yoksullar için yeni ilaçlar geliştirmek yerine, iktidarsızlığı giderecek, saç çıkaracak, kıl dökecek ürünlere yatırım yapmak ilaç tekelleri açısından çok daha caziptir. Çünkü bu gruptaki ürünler gelişmiş ülkelerde yüksek fiyata kolayca satılabilecek geniş bir pazara sahipken, diğerlerinin alıcıları azgelişmiş ülkelerin “pazar” oluşturamayacak kadar yoksul emekçileridir. Hastalıklar ilaç tekellerinin beslenme kaynaklarıdır ve bu yüzden de araştırmaları köklü çareler bulmaya değil ömür boyu kullanılması gereken ilaçlara yöneltmek, örneğin AIDS’i, kanseri vb. ortadan kaldıracak nihai çözümler yerine, uzun süreli ve kesin çözüm olmayan tedavilere yönelik ilaçlar geliştirmek, sistemin genel mantığı olarak boy göstermektedir. Kapitalist ilaç tekelleri bu yüzden nihai çözüme yönelik araştırmalara kaynak aktarmamaktadırlar. İşte bir örneği: “Kanser alanında, 2007’nin başlarında fazlasıyla umut verici bir ilaç bulundu. Alberta Üniversitesi’nden araştırmacılar, basit bir DCA molekülünün kanser hücrelerindeki mitokondriyi yeniden aktifleştirerek normal hücreler gibi ölmelerini sağladığını keşfettiler. Laboratuarda DCA’nın pek çok kanser formuna karşı aşırı derecede etkili olduğu ve gerçek bir kanser tedavisi olma yolunda umut verdiği görüldü. DCA on yıllar boyunca, mitokondri bozuklukları olan insanları tedavi etmek için kullanıldı. Bu nedenle de DCA’nın insan bedeni üzerindeki etkileri iyi biliniyordu ve bu da geliştirme sürecini daha da basitleştiriyordu. Ancak DCA’nın klinik testleri bütçe sorunları yüzünden yavaşladı. DCA patentli ya da patenti alınabilir bir ilaç değil. İlaç şirketleri bu ilacın üretiminden yüklü miktarlarda kâr elde edemezler, bu nedenle de ilgilenmiyorlar. Araştırmacılar bu önemli iş için kendi finansmanlarını sağlamaya zorlanıyorlar. Başlangıç testleri, küçük bir ölçekte sürüyor ve elde edilen öncül sonuçlar oldukça cesaretlendirici. Bu atılım yapılalı 2 sene olmasına rağmen ciddi çalışmalara ancak başlanabildi. Alberta Üniversitesi Tıp Fakültesi hükümetten ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan para dilenmek zorunda bırakıldı. Şu ana kadar kâr amacı güden kuruluşlardan tek kuruş alamadılar.”1 Kimi zaman büyük ilaç tekellerinin keskin eleştirisi ve

22

sektörün işleyişi konusundaki çarpıcı gerçekler eşliğinde pazarlanan “alternatif tıp” da günümüzde devasa bir kapitalist sektör haline gelmiştir. Her derde deva olarak sunulan vitaminler, mineraller,

“doğal” ürünler vs. insan vücudunun günlük ihtiyacının kat kat üzerinde doz önerileri eşliğinde pazarlanarak, sektörün pazar alanı büyük bir hızla genişletilmektedir. Bunun yanı sıra, başta kanser olmak üzere çok geniş bir alanda “alternatif tedavi” olarak önerilen yöntemler de, tıpkı diğer yöntemler gibi, emekçi sınıfların ezici bir çoğunluğunun kendi ceplerinden karşılayamayacakları kadar yüksek maliyettedir. Kısacası kapitalizm, pek çok pazarlama yöntemiyle, sağlık alanını çok kârlı bir sömürü alanı haline getirmiştir. Son derece pahalı ilaçlar, gerek zaman gerek enerji gerekse maddi israfa yol açan tedaviler, insanların daha sağlıklı yaşamalarına değil kapitalistlerin daha fazla kâr etmesine hizmet etmektedir. Emekçilerin yönetiminden ve denetiminden tümüyle uzak tutulan sosyal güvenlik sistemleri de kapitalist tekeller için yağlı bir sömürü kapısıdır. Döner sermaye girdileri artsın ya da özel sektör beslensin diye gereksiz yere bin bir türlü tahlilin ve tarama testinin yaptırıldığı, hastaların ilaca boğulduğu bu sistemin çarkları da emekçilerin sağlığı için değil sermayenin çıkarları için dönmektedir.

Kapitalizm sağlıklı bir toplum yaratamaz Sağlıkta teknolojik bir devrimin yaşandığı ve piyasaya birbirinden etkili binlerce ilacın sürüldüğü günümüzde, en basit ilaçlara ulaşılamadığı için, kolaylıkla tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden her gün 30 bin çocuk yaşamını yitiriyor. Buna rağmen, Dünya Sağlık Örgütü denen emperyalist kurum, her yıl “sadece” 9,5 milyon çocuğun ölüyor olmasıyla övünebiliyor: “Bugün tüm dünyada insanlar 30 yıl öncesine göre daha sağlıklı, daha zengin ve daha uzun ömürlüdür. Eğer çocuklar hâlâ 1978’deki oranlarda ölseydi, 2006 yılında küresel ölçekte 16,2 milyon ölüm olurdu. Oysa sadece 9,5 milyon ölüm oldu.” Tekellerin ilaçları istedikleri fiyattan satabilmelerine olanak tanıyan patent kanunları, Ar-Ge maliyetlerinin yüksekliği bahanesiyle fahiş fiyattan satılan ilaçlar, yüz binlerce insanın kobay olarak kullanılıp öldürüldüğü ilaç


sayı: 56 • Kasım 2009

deneyleri,2 her yıl tedavi olanağı bulamadığı için sistem tarafından katledilen on milyonlarca yoksul emekçi… Tüm bunlarla karakterize olan kapitalizm, özel hastaneleriyle, poliklinikleriyle, muayenehaneleriyle, ilaç ve medikal araç tekelleriyle, sağlık değil sağlıksızlık üreten bir sömürü sistemi olarak hüküm sürmeye devam ediyor. Hastalıkların en kısa zamanda, olabildiğince ucuz yöntemlerle ve kalıcı bir şekilde tedavi edilmesi, hasta insan sayısının çeşitli önlemlerle en aza inmesi gibi insani beklentiler, bu sistemin mevcudiyetiyle temelden çelişiyor. Bunun yanı sıra bu sömürü sistemi, sağlıklı bir toplumun önüne, sağlık alanındaki kapitalist işleyişin ötesine geçen çok daha büyük engeller de dikiyor. İnsanın sağlıklı olması ve sağlıklı kalması için, her şeyden önce sağlıklı ürünlerle yeterli miktarda beslenmeye, sağlıklı koşullarda barınmaya, çalışmaya, dinlenmeye ve sağlıklı sosyal ilişkilere ihtiyacı vardır. Oysa kapitalizm, milyarlarca insanı, son derece düşük ücretlerle, uzun saatler boyunca ve en kötü koşullarda çalışmaya, en sağlıksız koşullarda barınmaya mahkûm etmektedir. Çalışmak dışında hiçbir şeye ayıracak zamanı kalmayan insanlar, sosyal yaşamdan tümüyle koparak sadece fiziksel değil psikolojik rahatsızlıklarla da boğuşmak zorunda kalmaktadırlar. Kapitalistlerin en basit önlemleri almamasından kaynaklı olarak yaşanan iş kazalarının ve meslek hastalıklarının aldığı milyonlarca canın yanı sıra, iş yaşamının ve yaşam koşullarının yarattığı stres, en basitinden en ölümcülüne kadar pek çok hastalığı tetiklemektedir. İnsanın sağlıklı olması ve sağlıklı kalması için, her şeyden önce sağlıklı ürünlerle yeterli miktarda beslenmeye, sağlıklı koşullarda barınmaya, çalışmaya, dinlenmeye ve sağlıklı sosyal ilişkilere ihtiyacı vardır. Oysa kapitalizm, milyarlarca insanı, son derece düşük ücretlerle, uzun saatler boyunca ve en kötü koşullarda çalışmaya, en sağlıksız koşullarda barınmaya mahkûm etmektedir. Bu vahşi sistem, yaşam alanımız olan doğayı da acımasızca tahrip etmektedir. Üretim araçlarının mevcut gelişmişlik düzeyi çok daha fazlasını mümkün kıldığı halde, sağlıklı içme ve kullanım suyuna ulaşmak bile milyarlarca insan için hâlâ büyük bir hayaldir. Kapitalist kentlerde yüz milyonlarca insan temiz hava değil zehir solumaktadır. Yediğimiz tarım ürünlerinin büyük bir bölümü, yapay gübrelerle, kimyasal atıklarla ve tarım ilaçlarıyla zehirlenen toprağın, yan etkileri araştırılmadan genetiğiyle oynanmış tohumların ürünüdür. İnsan sağlığına zararlı binbir türlü katkı maddesi, havayı, suyu ve vücudu zehirleyen temizlik ürünleri ve sayılabilecek daha yüzlerce olumsuz faktör. Sermayenin kâr hırsının şekillendirdiği böylesi bir dünyada insanın sağlıklı kalması elbette mümkün değildir. Bütün bunlar, kârı değil insanı merkezine oturtan bir sağlık anlayışının egemen kılınması için her şeyden önce

marksist tutum

insanlığın önüne devasa bir bariyer olarak dikilen üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin parçalanıp atılmasının şart olduğunu göstermektedir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirerek bu deli gömleğini yırtıp atmasıyla ve demokratik bir planlamayı hayata geçirmesiyle birlikte, insanlık daha ilk andan itibaren çok daha sağlıklı bir dünyaya gözlerini açacaktır. Sömürücülerin değil üretenlerin yönetiminde bir genel sağlık sigortası sayesinde toplumun tüm üyeleri eşit, parasız, tam kapsamlı ve kaliteli bir sağlık hizmetine kavuşacaktır. Üretim araçlarının mevcut gelişmişlik düzeyi, dünya üzerindeki tüm insanların 4-5 saatlik bir çalışmayla bugünkü zenginliği yaratmasını mümkün kılmaktadır. Oysa kapitalizm yüz milyonlarca insanı işsiz ve aç bırakırken, yüz milyonlarcasını sefalet ücreti karşılığında günde 10-12 saat çalışmaya mecbur etmektedir. İktidarı ele alan işçi sınıfının ilk yapacağı şeylerden birisi elbette bu akıldışılığa son vermek olacaktır. İş saatleri düşürülerek çalışabilir durumda olan herkesin çalışması mümkün kılınacak, çalışamayacak durumda olanların tüm bakımıysa işçi devleti tarafından üstlenilecektir. İnsan sağlığını tehdit eden çalışma koşulları ortadan kaldırılacak, herkesin bedensel gelişimi için spor yapmasına olanak sağlamak üzere, insanların mahallelerinde kolayca ulaşabilecekleri şekilde yaygın ve parasız spor tesisleri inşa edilecektir. Toplumsal bir devrimle kurulacak işçi iktidarı, çok daha bol ve sağlıklı gıdaların üretilmesi için gerçekleştirilecek bilimsel araştırmaların önünü açacaktır. Koruyucu sağlık hizmetleriyle, hastalıkların ortaya çıkmasını daha baştan engellemeye dönük bir sağlık politikası uygulanacaktır. Sermayenin tıbbi araştırmaların önüne koyduğu engeller kalktığında, bugün insanlığın kâbusu olan pek çok hastalığın önlenmesine ve tedavi edilmesine dönük sıçramalı gelişmeler kaydedilecektir. Emperyalist-kapitalist sistemin silahlanma harcamalarına ayırdığı para ve genel olarak israf ekonomisi dikkate alındığında, tüm bu kaynakların emekçilerin çıkarına kullanılması durumunda yukarıda sözünü ettiklerimiz, mevcut olanaklarla en kolay yapılabilecek şeylerdir. İktidarı ele geçiren ve gelişmenin önündeki sınırlayıcı özel mülkiyet engellerini yıkan işçi sınıfı, sağlıklı bir dünyanın yaratılması için neler yapılması gerektiğini özgürce tartışma ve aldığı kararları uygulama olanağına kavuştuğunda, bugün hayal edemeyeceğimiz kadar kısa bir zaman zarfında her alanda dev adımlar atacaktır. Yeter ki, bugün bu güce sahip olduğunun farkına varabilsin ve iktidar hedefiyle mücadele bayrağını yükseltsin! 

___________________________________ 1

Mike Palecek, Kapitalizm Bilime Karşı, sendika.org

2

Bkz. Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında, MT, Ocak 2008

23


Ulusal Sorun Ulusal Kültür Savunusu Konusunda Proletaryanın Bakış Açısı 1- İşçilerin ulusal kültürel ayrılıklar temelinde eğitilmesi, bilinçlendirilmesi istemi, sınıfın enternasyonal devrimci bir kültürü özümlemesini engeller ve sonuçta burjuva milliyetçiliğinin işine yarar. İşçi sınıfının devrimci iktidarı altında ulusal kültürün korunması şeklindeki düşünceler ise, ancak, bir ayağı sözde bir sosyalizm ve diğer ayağı burjuva milliyetçiliğinde olan küçük-burjuva solculuğuna cazip gelebilir. Her ulusal kültür, o ulus içindeki sınıfsal ayrışmaya ve sınıflar mücadelesinin niteliğine, toplumdaki izlerine bağlı olarak farklı ögeleri içerir. O ulusun ekonomik ve politik gelişmişlik düzeyine bağlı olarak, feodal-gerici, emperyalist-şoven, burjuva demokratik ve sosyalist içerikli kültürel ögelerin çeşitli düzeylerdeki karışımını içinde barındırır. Fakat her ne olursa olsun, bir toplumda egemen kültür son tahlilde egemen sınıfın kültürüdür. Bu nedenle de “ulusal kültür” genelde büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin, din adamları kastının yerleştirdiği kültürdür. O halde ulusal kültürü savunmak işçi sınıfının sorunu olamaz. Dünya ölçeğinde sınıfsız sömürüsüz bir toplumsal düzeni yaratma amacıyla hareket eden proletaryanın, kültür savunusu konusunda feodal yerelcilik ya da burjuva milliyetçiliği ve onun kuyrukçusu küçük-burjuva milliyetçiliği ile uzlaşmasını istemek, tarihin tekerleğini geriye döndürmeyi istemek anlamına gelir. 2- Kapitalizmin, birisi geçmişe diğeri geleceğe oranla taşıdığı iki temel eğilimi vardır. Birincisi, kapitalizmin gelişmesi ulusal hareketlerin doğmasına, kendi ulus-devletini kurma temelinde burjuva demokratik mücadelelerin ve-

24

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı isteminin kurma hakkı” biçiminde ele alınmayıp, bir ulu bağımsızlığın kazanılabileceği düşüncesi, Mar gelmez. Emperyalizm büyük küçük tüm ulus-d bağlamış bir dünya sistemidir. Bu nedenle de proleter devrimlerle yıkılmadıkça, ulus-dev olabileceğini savunmak Marksizmin tahrif edilme ulusal kurtuluştan anlaşılması gereken siyas Ekonomik kurtuluş ise toplu

rilmesine neden olur. Bu eğilim, burjuva kültürün geçmişe oranla topluma ilerici kültürel ögeleri taşımasına yol açar. Ancak yine de, burjuvazinin egemen sınıf katına yükselişi sürecine yalnızca “ilerici” ögeler eşlik etmez. Bu sürece, (feodalizmden kapitalizme geçişe köklü burjuva demokratik devrimlerin eşlik etmesine ya da kapitalist gelişmenin Prusya tipi bir yol izlemesine bağlı olarak) şu ya da bu ölçüde burjuvazinin gericilikle, din kastıyla yaptığı uzlaşmalar, ezilen sınıflara ve uluslara yönelik baskılar ve en önemlisi burjuvazinin de sömürücü bir sınıf olduğu gerçeği (yani bir sürü gerici öge) damgasını vurur. Bu nedenle burjuva kültür geçmişe oranla ilerici ögeler taşısa bile, proletarya ancak ondaki ilerici ögeleri kabul edebilir, gerici ögeleri ise reddetmek durumundadır. Kapitalist gelişmenin ikinci eğilimi ise, sermayenin uluslararasılaşma gereksinimi nedeniyle, ekonomik yaşamın uluslar arasındaki çeşitli engelleri yıkması doğrultusundaki gelişimidir. Ne var ki bu aynı eğilim, emperyalist aşamaya ulaşmış bir kapitalizm altında ve kapitalizm işçi sınıfının devrimiyle aşılmadığı sürece insanlığı barbarlığa, çürümeye sürüklemektedir ve sürüklemeye devam ede-


n Üzerine /3

n çok net olarak “siyasal bağımsızlık, ayrı devlet usal kurtuluş mücadelesiyle iktisadi açıdan da rksizmi karikatürize etmekten başka anlama devletleri çeşitli ekonomik ilişkilerle birbirine emperyalist sistem dünya ölçeğinde ilerleyen vletlerin ekonomik açıdan da tam bağımsız esidir. Sonuç olarak şunu tekrar belirtmeliyiz ki, sal bağımsızlığın kazanılmasından ibarettir. umsal devrimin konusudur.

cektir. Ve bu nedenle de kapitalist gidişin salt ekonomik gelişme açısından ele alınıp “ilerici” olarak nitelendirilmesi kuşkusuz ki yanlış olacaktır. 3- İşçi sınıfının “ulusal kültür” savunucularına yanıtı, dünya devrimci işçi hareketinin yaratacağı enternasyonal kültürün savunulması olacaktır. Bu kültür, insanlığın yarattığı kültürel mirasın ve çeşitli ulusal kültürlerin sahip çıkılabilecek olan demokratik ve sosyalist ögelerinin bir sentezidir. “Ulusal kültür” savunuculuğu burjuva milliyetçiliğini güçlendirmekten başka bir şeye hizmet etmezken, bütün dillere ve bütün yerel özelliklere uyarlanan proletarya enternasyonalizmi fikri sosyalizme giden yolu döşeyebilir. 4- Sonuç olarak, proletaryaya ulusal bilinç kazandırma eğilimi gerici bir eğilimdir. Bir yandan kendilerini “Marksist-Leninist” ilan ederken, diğer yandan tüm ideolojik ve siyasal pratiklerinde ulusal kültür savunuculuğu yapan tüm küçük-burjuva devrimci önderliklerin tutumu bu olmuştur. Proleter enternasyonalizminin gereği olarak “ulusal kültür” savunuculuğuna karşı çıkmak, yalnızca ezen ulus komünistlerinin görevi değildir. Bu görev, ezilen ulus

komünistleri için de aynen geçerlidir.

Demokratik İstemlerin Küçümsenmesi Geçmişte Marksist hareket içinde ortaya çıkan ve bugün de karşılaştığımız hatalı bir siyasal eğilim 1- Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren genel demokratik istemlerle, proletaryanın sosyalizm hedefinin nasıl ilişkilendirilmesi gerektiği sorunu, Marksist hareket içinde pek çok önemli tartışmalara ve ciddi ayrılıklara yol açan bir sorundur. Lenin, emperyalizm döneminin siyasal açıdan bir gericilik dönemi olduğunu kabul etmekle birlikte, bu gerçeklikten hareketle demokratik istemlerin öneminin azaldığı biçiminde bir sonuç çıkartmadı. Tam tersine, emperyalizm döneminde demokrasinin giderek bir hayal haline gelmesi, emekçi kitleler açısından demokratik istemlerin önemini arttırıyordu. Lenin bu gerçeklikten hareket etti ve geniş kitlelerin demokratik istemler uğruna mücadeleleriyle, proletaryanın sosyalizm hedefinin, proletaryanın iktidar mücadelesinde nasıl birleştirileceği sorunu temelinde devrimci siyaset ve program geliştirme çabasına ağırlık verilmesini istedi. Komintern’in II. Kongresinde (1920), Lenin bu amaca yönelik olarak “proleter devrime geçiş sorunu”na dikkat çekti ve komünistlerin bu sorun üzerine ciddi bir şekilde eğilmelerini istedi. Lenin, sadece proletaryanın öncü kesimini proletarya diktatörlüğü fikrine kazanmakla devrim sorununun çözümlenemeyeceğine, proletaryanın kitlesini ve diğer emekçi kesimleri proletarya hegemonyası altında devrimci mücadeleye çekecek yolların, yöntemle-

25


marksist tutum

rin, programatik açılımların, istemlerin bulunması gereğine işaret ediyordu. Lenin’in hastalığı ve ardından ölümüyle birlikte yükselen Stalinizm nedeniyle zincir buradan koptu. “Geçiş sorunu” ancak, Troçki’nin IV. Enternasyonal’i inşa etme çabası içinde kaleme aldığı 1938 Geçiş Programı ile yeniden komünistlerin tartışma gündemine girdi. Lenin, emperyalizm döneminde demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi eğilimini eleştirirken, bugün de geçerli olduğunu düşündüğümüz bir genel yaklaşımı ortaya koymaktaydı: “Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en «ideal» demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip de değildir.”1 “Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.”2 “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler –hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak.”3

2- Rosa Luxemburg, Radek gibi bazı Polonyalı Marksistler (ya da Pyatakov, Buharin gibi Rus Marksistleri), II. Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımına haklı olarak karşı çıktılar. Ne var ki, işi, proleter devrime geçiş için bir kaldıraç görevi görecek olan demokratik istemlerin tümden küçümsenmesi gibi hatalı bir noktaya vardırdılar. Lenin bu siyasal eğilimi “emperyalist ekonomizm” olarak nitelendirdi ve bu yanlış görüşlere karşı günümüz açısından da önemini koruyan eleştiriler bıraktı. Lenin’in değerlendirmesine göre, “rahmetli” yani 1900’lerin başındaki ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını nasıl birbirine bağlayamamışsa, emperyalist ekonomizm de, emperyalizmin doğuşuyla, reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımı birbirine bağlayamamıştı. Emperyalizm, sermayenin ulusal devletlerin sınırlarını aştığı bir dönemdir. Bu ekonomik gelişmenin doğurabileceği sonuçları, Rosa Luxemburg vb. mekanik bir tarzda yorumlamaktaydılar. Onlara göre, gelişme eğilimi ulusların kaynaşması doğrultusunda olduğuna göre, ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmak ve iktidara gelince bu hakkı tanımak gereksizdi. Bu nedenle, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının parti programında yer almasının gereksiz olduğunu savunmaktaydılar. Oysa Lenin’e göre, sosyalizm için devrimci savaşım, diğer tüm demokratik görevler için olduğu gibi ulusal sorunda da devrimci bir

26

Kasım 2009 • sayı: 56

programla birleştirilmeliydi. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapitalizm altında olanaksız, sosyalizmde ise gereksizdir” tezini savunan Marksistlere karşı Lenin’in yönelttiği eleştiriler iki farklı açıdan önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının siyasal bir hak olduğunun vurgulanmasıdır. Kapitalizm altında benzeri demokratik siyasal haklar kuşkusuz kendiliğinden bahşedilmemişlerdir, bahşedilmezler de. Kapsamlı reformlar bile, esas olarak kitlelerin burjuvaziye karşı devrimci mücadelesinin birer yan ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına (yani siyasal bağımsızlık, ayrı bir devlet kurma hakkına) “kapitalizm altında nasıl olsa gerçekleşmez” mantığıyla yaklaşılması kesinlikle yanlıştır. İkinci olarak ise, devrimci proletarya, geniş yığınları harekete geçirmede önemli bir kaldıraç noktası olacak bu tür istemlere programında yer vererek, bunları kendi mücadele hedefleri arasına katarak, siyasal savaşımın içinde hegemonyayı ele geçirmeye çalışır. Lenin, “ulusların kaynaşması gönüllü birlikten geçer” ilkesini, proletarya iktidarının, ezilen ulus lehine olacak önlemleri geliştirerek yaşama geçirebileceğini, gerçek eşitliğin ancak bu yolla sağlanabileceğini savundu. O, bu doğrultudaki görüşünü, Bolşevikler arasında beliren “Büyük-Rus şovenizmi” tehlikesine karşı keskin bir uyarı kapsamında ifade ediyordu. Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine bu bağlamda yönelttiği eleştirilerin diğer bir önemli yönü de şudur: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sosyalizmde gereksizdir” demek (proletarya diktatörlüğü dönemi kastedilmektedir), ezen ve ezilen uluslar arasında uzun yıllar boyunca yaratılmış olan ayrımcılığın ve bunun bıraktığı derin izlerin, proleter devrimle, birdenbire, kendiliğinden ve zahmetsizce aşılacağını düşünmek gibi bir hafifliğe kapılmak olur. Bu soruna gereken özenin gösterilmemesi, pratikte ezen ulus şovenizminin olumsuz izlerinin varlığını korumasına hatta derinleşmesine katkıda bulunmaktan başka bir sonuç doğurmaz. 3- O nedenle Lenin, iktidara gelen proletaryanın, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasını kesinlikle gerekli görmüştür. Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisi Ekim devriminin hemen ardından bu hakkın yaşama geçirilmesini savunmuş ve Sovyetler II. Kongresinin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması için aldığı karar, Halk Komiserleri Kurulunun belirlediği ilkelerle (15 Kasım 1917 tarihli “Rusya’daki Ulusal-Toplulukların Haklar Bildirisi”) daha da netleştirilmiştir: “1) Rusya’daki ulusal toplulukların eşitliği ve egemenliği, “2) Rusya’daki ulusal toplulukların, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dahil, kendi kaderlerini serbestçe ta-


sayı: 56 • Kasım 2009 yin etme hakkına sahip olmaları, “3) Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması, “4) Rusya’nın sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnografik grupların özgür gelişmesi.”4

Lenin, “ulusların kaynaşması gönüllü birlikten geçer” ilkesini, proletarya iktidarının, ezilen ulus lehine olacak önlemleri geliştirerek yaşama geçirebileceğini, gerçek eşitliğin ancak bu yolla sağlanabileceğini savundu. O, bu doğrultudaki görüşünü, Bolşevikler arasında beliren “Büyük-Rus şovenizmi” tehlikesine karşı keskin bir uyarı kapsamında ifade ediyordu: “Ulusal sorun konusundaki yazılarımda, milliyetçilik sorununun genel bir soyutlama içinde sunulmasının hiç yararı olmayacağını belirtmiştim. Ezen ulusla ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulusla küçük ulusun milliyetçiliği arasında kesin ayrım yapılması gereklidir. “İkinci tür milliyetçilik açısından, büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur... “İşte bu nedenle ezenler ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde) «büyük» ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter tutumu kavramamışlardır. Bunlar bakış açılarında henüz küçükburjuvadırlar ve bu nedenle de burjuva görüş açısına düşmeleri kaçınılmazdır.”5

4- Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine sapmakla suçladığı kimi Marksistlerin yanılgılarının temelinde yatan sorun, siyasal sorunları doğrudan ekonomiye indirgemek ve kapitalist ekonomik temelin tasfiyesiyle birlikte, onun doğurduğu sorunların da otomatikman ortadan kalkacağını düşünmek olmuştur. Son tahlilde herşeyi ekonomik temelin belirlediği doğrudur. Fakat bu doğrudan hareketle, siyasal sorunların karmaşıklığının gözardı edilmesi ve ekonomik temel ile siyasal sonuçlar arasındaki diyalektik ilişkinin mekanik bir tarzda yorumlanması Marksizmin karikatürize edilmesidir. Bu bağlamda bir yanılgıya düşmüş olan Marksistler, dünya proleter devriminin dışında, iktisaden bağımsızlığın olanaksız oluşundan hareketle, bunu aynen siyasal alana taşımışlardır. Kısacası, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ele alırlarken, ulus-devletlerin siyasal açıdan bağımsız olmaları sorununun yerine, iktisadi bağımlılık sorununu geçirmişlerdir. Kuşkusuz, ulusal baskının tam olarak ortadan kaldırılması da ancak proletarya iktidarı altında mümkündür. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapsamında yürüyen tartışmalar, ezilen bir ulusun kendisini ezen ulustan ayrılma hakkını elde etmesini, bu

marksist tutum

anlamda siyasal bağımsızlığını kazanıp kendi ulus-devletini kurmasını ifade etmektedir. Ekonomik eşitsizlikten kaynaklanan baskı olanağına sahip olmaları nedeniyle, emperyalist ülkelerin, kendilerine fazla pahalıya patlayacağını gördükleri noktada, küçük ulusların siyasal bağımsızlık istemi karşısında fazlaca direnmekten vazgeçtikleri, ya da bir coğrafyayı küçük küçük ulus-devletlere parçalamanın bazen işlerine geldiği bilinmektedir. Emperyalist ülkelerin, kendi ulus devletlerini kurmuş, ekonomik açıdan güçsüz ulusları ekonomik mekanizmalarla baskı altında tutmayı sürdürmeleri bir gerçekliktir. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bu temelde ele alınmamalıdır. Emperyalizmin açık bir ilhakı olmadıkça, bu tür ülkelerdeki mücadele hiçbir zaman ulusal sorun kapsamında tanımlanamaz. Emperyalist ülkelerin, kendi ulus devletlerini kurmuş, ekonomik açıdan güçsüz ulusları ekonomik mekanizmalarla baskı altında tutmayı sürdürmeleri bir gerçekliktir. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bu temelde ele alınmamalıdır. Emperyalizmin açık bir ilhakı olmadıkça, bu tür ülkelerdeki mücadele hiçbir zaman ulusal sorun kapsamında tanımlanamaz. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı isteminin çok net olarak “siyasal bağımsızlık, ayrı devlet kurma hakkı” biçiminde ele alınmayıp, bir ulusal kurtuluş mücadelesiyle iktisadi açıdan da bağımsızlığın kazanılabileceği6 düşüncesi, yine Marksizmi karikatürize etmekten başka anlama gelmez. Emperyalizm büyük küçük tüm ulus-devletleri çeşitli ekonomik ilişkilerle (kuşkusuz eşit olmayan bir ilişki) birbirine bağlamış bir dünya sistemidir. Bu nedenle de emperyalist sistem dünya ölçeğinde ilerleyen proleter devrimlerle yıkılmadıkça, ulus-devletlerin ekonomik açıdan da tam bağımsız olabileceğini savunmak Marksizmin tahrif edilmesidir. Sonuç olarak şunu tekrar belirtmeliyiz ki, ulusal kurtuluştan anlaşılması gereken siyasal bağımsızlığın kazanılmasından ibarettir. Ekonomik kurtuluş ise toplumsal devrimin konusudur.  _________________________ 1

Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., s.23

2

Lenin, age, s.24

3

Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., s.230-231

4

Lenin, age, s.343

5

Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27

6

Örneğin Türkiye’de tipik anlatımını, milli demokratik devrim anlayışının “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganıyla dile getirmiş olan siyasal görüşler.

27


marksist tutum

Sınıf Belleği

Ekim’den Bir Yaprak Elif Çağlı

B

undan 85 yıl1 önce gerçekleşen büyük Ekim Devrimi hâlâ işçi sınıfının devrimci mücadelesinin en büyük ilham kaynağı olmayı sürdürüyor. 20. yüzyıla damgasını basan bu şanlı devrim, aslında nice önemli derslerle yüklü uzun bir devrim sürecinin ürünüdür. Çeşitli bakımlardan üzerinde durulması gereken bu sürecin en önemli yönlerinden biri de, mücadele içindeki işçi ve emekçi kitlelerin bağrından doğan sovyetlerdir. Rus devrim sürecinde, gerçek bir işçi iktidarının kendisinde somutlandığı sovyetler temelinde yürüyen tartışmalarda sergilenmiş olan yanlış ve doğru tutumların hatırlanması yararlı olacaktır. 1905 Kasımında kaleme aldığı Görevlerimiz ve İşçi Delegeleri Sovyeti başlıklı makalesinde, Lenin, gerek partisovyet ilişkisi ve gerekse sovyetlerin anlamı konusunda çok önemli açılımlar getirmekteydi. Örneğin, Bolşeviklerin yayın organında ortaya konulan “işçi delegelerinin sovyeti mi, yoksa parti mi?” biçimindeki bir soruya verdiği yanıt şöyleydi:

iktidar organlarının parti komiteleri değil, sovyetler olması gerektiğini ve sovyetlerin de yalnızca Bolşeviklerin görüşlerini kabul eden işçi delegeleri temelinde oluşamayacağını kavramış değillerdi. Oysa bu birincil derecede önemli bir sorundu. İşçi sınıfının öncü partisi, ancak sovyetler gibi kitlesel ve yığınların bizzat aktif çabalarına dayanan örgütlenmelerin olması durumunda, onların içinde önderlik rolünü gereğince yerine getirmeye çalışabilir ve böylece kendi asli görevini yürütebilirdi. 1905 devrim sürecinde ilk kez ortaya çıkan sovyetlerin önemini zamanında fark eden ve bizzat onun içinde çalışarak Petrograd Sovyetinin lideri konumuna yükselen Troçki ise, o dönemde hapishanede yazdığı yazısında şu değerlendirmeyi yapmaktaydı: Bir yandan bizzat işçilerin diğer yandan gerici basının Sovyete “işçi hükümeti” adını vermesi, Sovyetin gerçekten de embriyo halindeki bir işçi hükümeti olması olgusunun bir ifadesiydi.

Bence, soru böyle konamaz, yanıtın da mutlaka şöyle olması gerekir: Hem işçi delegelerinin sovyeti hem de parti. Soru –son derece önemli bir soru– yalnızca, sovyetin görevleri ile Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin görevleri arasındaki sınırın nasıl çizilebileceği ve bunların birbiriyle nasıl bağlantılı olacağı noktasında toplanıyor.2

Sovyetle birlikte, modern Rus tarihinde demokratik iktidarın ilk kez sahneye çıkışına tanık olduk. Sovyet, bizzat kitlenin, kendi ayrı parçaları üzerindeki örgütlü iktidarıdır. O, daha alt ve daha üst bir yasama meclisi olmaksızın, profesyonel bir bürokrasiye sahip olmaksızın, ama seçmenlerin temsilcilerini her an geri çağırma hakkına sahip bulundukları gerçek demokrasiyi teşkil etmektedir.3

Lenin dışında genelde diğer Bolşevik liderler, devrimci

1905 devriminden 1917 devrimine dek, aradan gerici-

28


marksist tutum

Sınıf Belleği lik yıllarının karışıklığı, moral bozukluğu, örgütsel dağınıklıkla dolu bir on iki yıl geçti ve sovyetlerin tarihsel rolü üzerine yapılmış, yazılmış bu önemli tartışmalar sanki unutuldu. Bu nedenle, 1917 Ekim Devrimine doğru ilerleyen süreçte Lenin, sovyetlerin önemini yine küçümseyen Bolşeviklerin tutumuna karşı partiyi yeniden uyarmak zorunda kaldı. Çarlığı deviren 1917 Şubat devriminin ardından kurulan Geçici Hükümet, Rusya’daki Bolşevik liderlik tarafından desteklenirken, henüz yurtdışında bulunan Lenin bu yanlış tutumu protesto ediyordu. Eleştirilerini dile getirdiği ve Uzaktan Mektuplar adıyla bilinen ünlü mektuplarından üçüncüsü, işçi sınıfının nasıl bir devlete ihtiyacı olduğu sorusunu yanıtlamaktaydı: Bir devlete ihtiyacımız var. Fakat, burjuvazinin, anayasal monarşilerden en demokratik cumhuriyetlere varıncaya kadar her yerde yaratmış olduğu türden bir devlete değil.… Bir devlete ihtiyacımız var, fakat burjuvazi için gerekli olan ve içinde polis, ordu ve bürokrasi (memurlar) gibi iktidar organlarının halktan kopuk ve ona karşı oldukları bir devlete değil.… … 1871 Paris Komünü ile 1905 Rus devrimi deneyi tarafından gösterilen yolu izleyerek, proletarya, devlet iktidarının organlarını doğrudan kendilerinin almaları ve bu iktidar organlarını kendilerinin oluşturmaları için, halkın bütün yoksul, sömürülen kesimlerini örgütleyip silahlandırmak zorundadır.4

O dönemdeki Bolşevik yayın organı Pravda’nın editörleri, Lenin’in beş mektubundan yalnızca birincisini, üstelik kırparak yayınladılar. Anlaşılan, Lenin’in devrimci mücadelenin geleceğini ilgilendiren yaşamsal sorunlarda, kendi Bolşevik yoldaşlarına doğruları kabul ettirebilmesi için daha bir hayli ter dökmesi gerekecekti. Nitekim, Lenin Rusya’ya döndükten sonra, 4 Nisanda5 Bolşeviklerin toplantısına Nisan Tezleri olarak bilinen görüşlerini sundu. Beş numaralı tez sovyetler sorununa ilişkindi: Parlamenter cumhuriyet değil –İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nden buna geri dönmek geriye doğru bir adım olurdu–, aksine tüm ülkede, tepeden tırnağa bir İşçi, Kır İşçisi ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti. Polis, ordu ve bürokrasinin kaldırılması. Hemen hemen hepsi seçimle işbaşına gelen ve her zaman azledilebilir olması gereken tüm memurlara, kalifiye bir işçinin ortalama ücretinden fazla ücret ödenmemesi.6

Lenin’in görüşlerini Bolşevik Merkez Komitesi üyelerine kabul ettirmesi kolay olmadı; yalnız kaldı; tezlere itiraz edildi; fakat sonunda 24-29 Nisan tarihleri arasında toplanmış olan RSDİP(B) Yedinci Tüm Rusya Parti Konferansı tezleri onayladı. O dönemde Bolşeviklerin önde gelen isimlerinden Zinovyev’in, Kamenev’in, Stalin’in, ta ki Lenin onları ikna edinceye dek, kendi yanlış görüşleri te-

melinde gösterdikleri direnç hatırlanacak olursa, devrimci süreçlerde doğru görüşleri savunan liderlerin tarihsel önemi bir kez daha belirginleşir. Ve ilerleyen yıllar içinde Lenin’in ölümüyle birlikte Bolşevik Partisinin nasıl bir yol ayrımına geldiği, nasıl bürokrasinin pençeleri arasında can çekiştiği daha iyi anlaşılır. Hatırlanacağı üzere, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı en önemli sonuçlardan biri de, işçi demokrasisinin emekçi kitlelerin yerel özyönetim organları olmaksızın tasavvur edilemeyeceği şeklindeydi. Bu zorunluluğun bilincinde olan Lenin, o nedenle Rusya’daki gelişmeleri bu açılardan irdeliyor ve örneğin 1917 Nisanında Petrograd Şehir Konferansındaki söylevinde, tüm Rusya’nın, bir mahalli özyönetim organları ağı ile kaplanmakta olduğuna dikkat çekiyordu. Lenin bu söylevinde; “Bir Komün, özyönetim organları biçiminde de varolabilir. Polisin ve daimi ordunun kaldırılması ve tüm halkın silahlanması; bütün bunlar, mahalli özyönetim organları ile gerçekleştirilebilir”7 demekteydi. 1917 Şubatından Ekimine uzanan süreç, Çarlık iktidarının yıkılması, geçici devrim hükümetinde liberal burjuvazinin gerçek yüzünü sergilemesi, ülkede ikili iktidar temelinde yaşanan iktidar boşluğu, gerici güçlerin tehdidi, general Kornilov öncülüğünde girişilen başarısız bir karşıdevrim teşebbüsü, sovyet tipi örgütlenmelerin yaygınlaşması, kitlelerin hareketliliği, devrimci istemlerini yükseltmeleri gibi olaylarda somutlandı. Bu, aslında tarihin çok önemli bir kesitinin fiilen yazılmakta olduğu bir dönemdi. O nedenle de, devrimin önde gelen lideri Lenin’in zihnini en çok meşgul eden sorun kaçınılmaz olarak iktidar sorunuydu. 1917’nin Ağustos ve Eylülünde, Finlandiya’daki sürgün günlerinde, sonuçlarını Devlet ve Devrim kitabından okuduğumuz yoğun bir çalışma yürüttü. Kendini, Marksizmin devlet, devrim, iktidar gibi temel sorunlardaki yaklaşımını, reformizmin, oportünizmin kirlerinden arındırarak ortaya koymaya hasretti. Gerçek bir işçi demokrasisinin olmazsa olmaz koşullarını yeniden gün ışığına çıkardı. Böylesi dönemlerde yalnızca genel doğruların ifade edilmesi asla yeterli değildir. Gerekli olan, o doğruları yaşamın canlı akışı içinde egemen kılabilecek somut hedeflerin belirlenebilmesidir. Bu yüzden, ortaya atılan her bir mücadele sloganının içinin doğru bir kavrayışla doldurulabilmesi gereklidir. O dönemin temel sloganı olan iktidar sovyetlere hedefinden ne anlaşılması gerektiği hususu bu durumun çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. Çünkü birileri bu slogandan pekâlâ, sovyetlerde önde gelen partilerin koalisyonuna dayanan bir hükümeti anlayabilir ve nitekim de öyle olmuştur. İşte böylesi bir ortamda, 1917 Eylülünde kaleme aldığı Devrimin Temel Sorunlarından Biri adlı makalesinde Le-

29


marksist tutum

Sınıf Belleği

nin, “iktidar sovyetlere” sloganının, sovyetlerde çoğunluğa sahip partiler tarafından kurulmuş bir hükümet olarak algılanmasının yanlışlığını eleştirmekteydi: “Sovyetlerde çoğunluğa sahip partiler tarafından kurulmuş bir hükümet” demek, tüm eski hükümet aygıtı, tepeden tırnağa bürokratik, tepeden tırnağa anti-demokratik, hiçbir ciddi reformu, hatta sosyalist devrimciler ile menşeviklerin programında yer alan reformları bile gerçekleştirmekte yeteneksiz bir aygıt olarak kalmak üzere, hükümet bileşimi içindeki kişilerin değişmesi demektir. “İktidar sovyetlere”, bu tüm eski devlet aygıtının, her türlü demokratik girişkenliği engelleyen bürokratik aygıtın kökten bir düzeltilmesi; bu aygıtın ortadan kaldırılıp, yerine yeni, halkçı, gerçekten demokratik bir aygıt, sovyetlerin, yani işçiler, askerler ve köylüler, örgütlü ve silahlı halk çoğunluğunun aygıtının geçirilmesi; halk çoğunluğuna, sadece milletvekillerinin seçimi için değil, ama devlet yönetiminde, reformların uygulanması ve toplumsal dönüşümlerde de girişkenlik ve bağımsızlık gösterme yetkisinin verilmesi anlamına gelir.8

Burada dikkat çekilen parti-sovyet ilişkisi, işçi sınıfı iktidarı ekseninde yürüyen tartışmalar bakımından özenle incelenmesi ve düşünülmesi gereken bir açılımdır. Bu konunun gözardı edilmesi halinde, Lenin’in takip eden günlerde gündeme getirmiş olduğu bazı önemli taktiklerin de yanlış anlaşılması mümkündür. Bu bağlamda değinmeyi gerekli gördüğümüz bir tartışma konusu, onun Eylül ayı ortasında Merkez Komitesine ve Bolşeviklerin Petrograd, Moskova komitelerine hitaben kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalıdır başlıklı mektubudur. Devrimin kaderini ilgilendiren kritik günlerin yaşanmakta olduğu, sovyetlerde örgütlü emekçi kitlelerin mücadelesinin ancak doğru bir önderlik varsa iktidar hedefine ulaşabileceği bir ortam-

30

da işleri oluruna bırakmak, örneğin “iktidar sovyetlere” demekle yetinip inisiyatif almaktan çekinmek devrimle oyun oynamak anlamına gelirdi. Kendi partisinin merkez ve bölge komitelerinde gözlediği tutukluğu, uzlaşmacılığı, korkaklığı öfkeyle teşhir etmekteydi Lenin. Öte yandan, Bolşeviklerin sovyetlerin içinde, görüşleri, çalışma tarzları ve somut programatik istemleriyle siyasal hegemonya kurmaksızın, iktidar mücadelesinde doğrudan sorumluluk üstlenmeye çalışmaları da ya boş bir çaba ya da maceracılık anlamına gelecekti. Tüm bu hususları titizlikle irdeleyen Lenin, Bolşeviklerin sovyetler içinde doğru bir temelde ağırlık kazanmış olduklarına kanaat getirdiğinde, artık önderliğin gerektirdiği sorumluluğun üstlenilmesinin vaktinin geldiğini gördü ve o nedenle Bolşeviklere çağrı yaptı. İçinde bulunulan koşulları, daha önceki günlerle, örneğin 3-4 Temmuz 1917’de yaşanan erken başkaldırı girişimi ve Bolşeviklerin sovyetler içindeki siyasal gücüyle karşılaştırmaktaydı Lenin. O konjonktürde Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin olumsuz siyasal tutumunun henüz sovyetlerde örgütlü kitle tarafından bilince çıkarılmamış olduğunu, bu nedenle o dönemde Bolşeviklerin öne atılabilmelerinin koşullarının olgunlaşmadığını belirtiyordu. Fakat aradan geçen günler olguları değişikliğe uğratmış ve artık inisiyatif üstlenmenin zamanı gelmişti. Nitekim Troçki de Rus Devriminin Tarihi’nde; “Bolşevizm ülkeyi fethediyordu. Bolşevikler karşı konulmaz bir güç haline geliyorlardı. Arkalarından halk yürüyordu” sözleriyle aktaracaktı bu durumu.9 Lenin’in ayaklanma konusundaki görüşlerine gelince. Onun yine Eylül ayı içinde Merkez Komitesine göndermiş olduğu Marksizm ve Ayaklanma adlı mektubunda, başarılı olunabilmesi için ayaklanmanın bir komploya ya da bir partiye değil, öncü sınıfa dayanması gereği vurgulanmaktaydı. Birinci önemli noktanın bu olduğunu belirten Lenin şöyle devam ediyordu: Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. Bu ikincisi. Ayaklanma, gelişmekte olan devrimin tarihinde, halkın öncüsünün aktivitesinin en yüksek, düşman saflarda ve devrimin zayıf, yarım-gönüllü, kararsız dostlarının saflarında yalpalamaların en fazla olduğu bir dönüm noktasına dayanmalıdır. Bu üçüncüsü.10

O günlerde Petrograd’da, amacı sovyetlerin etkinliğini bertaraf edebilmek ve olayları burjuvazinin istediği biçim-


marksist tutum

Sınıf Belleği de Kurucu Meclis yoluna kanalize etmek olan bir “Demokratik Konferans” toplantı halindeydi. 14 Eylülde açılan bu konferans, kendi üyeleri arasından, Kurucu Meclisin toplanmasına dek ulusu temsil edecek olan bir “ÖnParlamento” oluşturacaktı. Ön-Parlamentoya katılım sorunu Bolşevikler arasında önemli tartışmalara konu oldu ve bu amaçla 20 Eylülde bir parti konferansı toplandı. Fakat bu konferans “boykot” taktiğini reddettiği için sorun çözümlenemedi. Öte yandan Demokratik Konferansa katılan Bolşevik delegeler, 21 Eylül günü kapanıştan önce, Sovyetler Kongresinin acilen toplanması yönünde çağrı yaptılar. Bir gün sonra da Sovyetlerin Merkez Yürütme Komitesinde, kongrenin 20 Ekimde toplanması kararlaştırıldı. Henüz Bolşevik Parti de dahil hiçbir parti “Kurucu Meclis” sloganını gündemden kaldırmamıştı. Fakat farklı tarafların bu slogandan ne anladığı birbirinin tam zıddıydı. Troçki’nin dediği gibi, “burjuvazi Kurucu Meclisten Kornilov’u anlıyordu, Bolşevikler ise Sovyetler Kongresini”.11 Tarihin bu kesitini aktarırken, Troçki, sovyetler iktidarının bir düş, keyfi bir kurgu, parti kuramcılarının bir icadı olmadığını belirtiyordu. Ve o zamanki gerçekliği şu sözlerle dile getiriyordu: “Gerçekte sovyetler iktidar olmuşlardı. İşçiler, askerler, köylüler için başka yol yoktu. Sovyetler iktidarı hakkında zaman artık akıl yürütme ve itirazda bulunma zamanı değildi: onu gerçekleştirmek gerekiyordu.”12 Aynı günlerde Lenin, Bolşevik delegelerin Demokratik Konferansta genelde uzlaşmacı bir tutum sergilediklerini ve devrimci zamanlarda bu tür platformların, olağan dönemlere oranla farklı bir şekilde değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu belirtmekteydi. Artık değişen koşullar gereği “boykot” taktiğinin doğru olduğunu savunuyordu. Bu önemli günlerde ve böylesine önemli bir sorun çerçevesinde cereyan eden tartışmalarda Lenin’i anlayıp destekleyen kişi, uzun yıllar boyunca Bolşevik örgütlenme içinde onun yakınında bulunmuş Kamenev ya da Zinovyev değildi; Bolşevik Partiye 1917 Temmuzunda katılmış bulunan Troçki’ydi. Nitekim Lenin, Demokratik Konferansa katılan Bolşevik grubun tutumunu protesto ederken, boykotu destekleyen Troçki’yi kutlamaktaydı: “Troçki boykotu savundu. Bravo Troçki Yoldaş!”13 Uzun süren ve sancılı tartışmalarla yüklü günlerden sonra, sonunda Merkez Komitesi (Kamenev hariç), 5 Ekim günü Lenin’in önerisini kabul ediyor ve Ön-Parlamentodan çekilme kararı alıyordu. Bu karar aslında artık harekete geçmenin zamanının geldiğine ilişkin bir mesajdı. Fakat Lenin’in kendi Merkez Komitesiyle mücadelesi henüz sona ermemişti. Komite bu kez de kararlar almakla oyalanmaktaydı. Sovyetler Kongresinin toplanacağı 20 Ekimi beklemeyi kararlaştırmıştı. Ancak Lenin’e göre bu

bekleyiş zaman kaybıydı ve öte yandan Sovyetler Kongresini beklemek doğru bir taktik değildi. O nedenle, Merkez Komitesi üyelerine, partinin Petrograd ve Moskova Komitesi üyelerine ve bu kentteki sovyet üyelerine hitaben sert bir uyarı yazısı (Kriz Olgunlaşmıştır) kaleme aldı. Şöyle seslenmekteydi: “Sovyetler Kongresini «beklemek» ahmaklıktır, çünkü bu kongre hiçbir sonuç vermeyecektir, hiçbir sonuç veremez!”14 Lenin durumun vahametinin farkında olduğundan, görüşlerini kabul ettirebilmek ve Merkez Komitesini olabildiğince keskin bir şekilde protesto edebilmek amacıyla Merkez Komitesinden çekildiğini bildirdi. Gerekçesini açıklarken, komitenin can alıcı sorunlarda taleplerini yanıtsız bıraktığını, çok önemli değinmelerini ve önerilerini makalelerinden çıkarıp attığını belirtmekteydi. Olayların akışı içinde dikkat çeken ve açıklığa kavuşturulması gereken bir başka husus da, Lenin’in, “sovyetler kongresi için beklememek” yönündeki görüşüdür. Bunun nedenleri doğru bir şekilde ortaya konmazsa, istismara açık bir tartışma konusuna dönüştürülür ve nitekim dönüştürülmüştür de. Bu bakımdan, her şeyden önce farklı nitelikteki sorunların birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Şayet tartışılması istenen hususlar, ayaklanmanın zamanı, hazırlığı ve yürütülmesiyle ilgiliyse, elbette ki irdelenmesi gereken pek çok nokta bulunabilir. Fakat burada dile getireceğimiz husus işin o yönleri değildir. Lenin’i, sovyetlerin yerine tek parti iktidarını ikame eden bir lider olarak göstermeye pek meraklı olanların, tarihsel gerçeklerin farklı yönlerini bir bulamaç haline getirip çarpıtmalarıdır. Oysa Lenin, ayaklanma hazırlığının bir anayasal oyunla baltalanmasından çekinmekteydi. O nedenle de önce Kerenski’nin bertaraf edilmesinin ve Sovyetler Kongresinin ondan sonra toplanmasının doğru olacağını düşünmekteydi. Kısacası, Lenin’in “Sovyetler Kongresinin beklenmemesi” yolundaki önerisinin, sovyetlerin rolünün küçümsenmesi, onun yerine partinin ikame edilmek istenmesi şeklinde yorumlanabilecek tek bir karanlık noktası yoktu. Tam tersine, o, sovyetlerin artık “ancak bir ayaklanma organı, bir devrimci iktidar organı olarak gerçek bir anlam ifade edeceğini”15 önce bizzat kendi partisinin Merkez Komitesini eleştiri bombardımanına tutarak adeta haykırmaktaydı. Bu arada Petrograd Sovyeti, Geçici Hükümetin karşı-devrimci ataklarına karşı askerlerin direnişini örgütlemek amacıyla Devrimci Askeri Komiteyi kurmuş ve birkaç gün sonra bu komitenin başkanlığına Troçki getirilmişti. Uzun tartışmalar ve yaşanan krizlerden sonra, Lenin’in ayaklanma sorunuyla ilgili önerisi Merkez Komitesinin 10 Ekim toplantısında kabul edildi. Yapılan oylamada Zinovyev ve Kamenev aleyhte oy verdiler. Ve bu ikili, toplantıdan sonra Merkez Komitesinin kararına karşı bir bil-

31


marksist tutum

Sınıf Belleği

diri hazırlayarak, partinin çeşitli komitelerinin üyelerine dağıttı. Bu durumda Lenin, onları sert bir biçimde suçlayan 17 Ekim tarihli Yoldaşlara Mektup başlıklı mektubu kaleme aldı. 18 Ekimde ise, Kamenev ve Zinovyev, ayaklanma girişimini eleştiren bir makaleyi Gorki’nin yayın organında yayınladılar. Lenin, kendisine saygısı olan hiçbir partinin saflarında grev kırıcılarının varlığına tahammül gösteremeyeceğini belirten bir mektupla, onların partiden ihraç edilmesini Merkez Komitesine önerdi. Bu arada Bolşevik yayın organının yazı işleri sorumluları, Lenin’in bu mektubunu yayınladıklarında, beraberinde onun sert üslubunu eleştiren bir yazıyı da bastılar. Ve bu işin sorumlusu Stalin’di. Sonuçta Merkez Komitesi, Lenin’in ihraçlara yönelik talebini kabul etmedi. İşte, Bolşevik Partisinin liderlik düzeyinde bu türden sıkıntıların yaşandığı bir ortam içinde, 24 Ekim akşamı Lenin, harekete geçmeyi geciktirmenin artık ölüm anlamına geleceğini belirtiyordu: Yoldaşlar! Bu satırları 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum son derece kritik. Şimdi ayaklanmayı herhangi bir şekilde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceği gün gibi ortada. … Tarih, bugün muzaffer olabilecekken (ve kesinlikle muzaffer olacakken) yarın birçok şeyi yitirme, evet hatta her şeyi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak devrimcilerin geç kalmasını affetmeyecektir. … İktidarın ele geçirilmesi ayaklanma meselesidir; politik hedefi iktidarı ele geçirdikten sonra açıklık kazanacaktır. … Hükümet yalpalıyor. Son darbe indirilmelidir, ne pahasına olursa olsun! ... Eylemin gecikmesi ölümdür.16

Lenin’in bu satırları kaleme aldığı günlerde, Petrograd’da askeri alayların çoğu Devrimci Askeri Komitenin

32

emrine girmiş ve Komite zaten 20 Ekimde fiili hazırlıklara başlamıştı. Yani siyasi devrim neredeyse büyük ölçüde kazanılmış gibiydi. Stalinist resmi tarihin unutturmak için elinden geleni ardına koymadığı önemli bir gerçeği de burada hatırlatmak gerekir. 25 Ekim zaferinde, Petrograd Sovyeti içinde örgütlü Bolşevik çoğunluk ve Petrograd Sovyeti adına Devrimci Askeri Komitenin başkanı Troçki’nin çabaları büyük ölçüde belirleyici olmuştur. Nitekim bu gerçek Lenin’in satırlarında açıkça dile getirilir: “Petrograd Sovyeti içinde çoğunluk Bolşeviklere geçtikten sonra, Troçki Sovyetin başkanlığına seçildi ve bu konuma sahip olarak 25 Ekim ayaklanmasını örgütledi ve ona önderlik etti.”17 Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimini inceleyen pek çok yazarı ve tarihçiyi, “bu nasıl bir devrim?” diye şaşkınlığa sürükleyecek durumun sırrı ise şurada yatmaktadır: Rus devrim süreci, Şubat 1917’de Çarlığın devrilmesiyle tarihte yeni bir dönemi başlatmıştır. Daha sonra, inişleri çıkışlarıyla birlikte Ekim 1917’ye ilerleyen devrim, sovyetlerde örgütlü işçi ve asker temsilcilerinin çeşitli burjuva partilerinin içyüzünü kavramaları ve artık Bolşevikleri desteklemeleriyle yeterince olgunlaşmıştır. Sonunda, meyve gerekli itilimle kolayca dalından düşüvermiştir. Nitekim Rus Devriminin Tarihi’nde, Şubat devriminden Ekim Devrimine ilerleyen sürecin tüm önemli ayrıntılarını aktaran Troçki, sıra 25 Ekim tarihine geldiğinde durumu şu sözlerle özetler: Bu kitapta Ekim ayaklanmasının hazırlanmasını adım adım izlemeye çalıştık: işçi kitlelerinin artan huzursuzluğu, sovyetlerin Bolşevizmin bayrağı altında toplanması, ordudaki gerginlikler, köylülerin soylu mülk sahiplerine karşı yürüyüşe geçmeleri, ulusal hareketin taşma noktasına gelmesi, mülk sahipleri ve yöneticilerde endişe ve kargaşanın artması, son olarak Bolşevik Parti içinde ayaklanma konusundaki iç mücadele. Tüm bunlardan sonra, bu gelişmelere nokta koyan ayaklanma olayların tarihi çapına cevap vermiyormuş gibi, çok kısa, çok kuru, çok pratik görünebilir. Okuyucu bir tür hayal kırıklığına uğrar. Önünde hâlâ aşacağı büyük güçlükler olduğunu düşünürken, kendini birdenbire zirvede veya çok yakınında bulan bir dağcı gibidir.18

“Ekim ayaklanması halk kitlelerinin bir hareketi olmadı. Yukarıda, kulislerde çalışan önderlerin eseriydi” diyen yaklaşımları ise şöyle eleştirecektir Troçki: … görünmez kitleler her zamankinden daha fazla olayların ritmine uygun hareket ediyorlardı. Fabrikalar ve kışlalar semt karargâhlarıyla, semtler de Smolnıy’la bir an bile bağlantıyı kaybetmiyorlardı. Kızıl Muhafız müfrezeleri fabrikaların desteğini arkalarında hissediyorlardı. Kışlaya geri dönen devriyeler yeni nöbetçileri hazırlanmış, kendilerini bekler buluyorlardı. Devrimci birlikler ancak arkalarında böylesine büyük rezervler olduğundan hedeflerine ulaşmak için güvenle yürüyüşe geçebilmişlerdi. Buna karşılık, dağılmış,


marksist tutum

Sınıf Belleği kendi tecrit olmuşluklarıyla baştan yenilmiş hükümet kuvvetleri direniş gösterme fikrini bile reddediyorlardı. Burjuva sınıflar barikatlar, yangınlar, yağmalar, oluk oluk kan bekliyorlardı. Gerçekte, tüm dünyanın homurtusundan bile daha korkunç bir sessizlik hüküm sürüyordu. Sosyal alan sanki bir döner sahne gibi, sessizce hareket ediyor ve halk kitlelerini ön plana çıkartıp dünün efendilerini öbür dünyaya yolluyordu.19

Evet, belirleyici an gelmişti. Daha önce 20 Ekimde toplanması kararlaştırılan Sovyetler İkinci Kongresinin tarihi 25 Ekime ertelenmiş ve Bolşevik Merkez Komitesi, kongrenin açılışından önce Geçici Hükümete belirleyici darbeyi indirmeye karar vermişti. 25 Ekim sabahı (Batı takvimine göre 7 Kasım sabahı) erken saatlerde Bolşevik kuvvetler Petrograd’da harekete geçti ve kentin kilit noktaları işgal edildi. Öğleden sonra Petrograd Sovyetinde yaptığı konuşmada Lenin, “işçi ve köylü devriminin” zaferini duyurdu. Fakat hükümet henüz Kışlık Saraydaydı; Sovyet Kongresi daha başlamamıştı. Akşam dokuzda Kışlık Saraya karşı operasyon başlatıldı; İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi ise gece on birde açılabildi. 649 kongre delegesinin 399’u Bolşevikti, böylece kongrenin gündemini Bolşevik çoğunluk belirleyebiliyordu. 26 Ekim günü sabaha karşı Kışlık Saray düştü; Geçici Hükümetin bazı bakanları tutuklandı; Başbakan Kerenski ise yurtdışına kaçtı. Kongre, Geçici Hükümetin düştüğünü ve iktidarın sovyetlere geçtiğini ilân etti; Lenin’in önerisine dayanarak, Barış ve Toprak sorununa ilişkin kararnameleri görüştü ve kabul etti. Ayrıca kongre kapanıştan önce, Tüm Rusya Sovyetler Kongresinin ve onun Yürütme Komitesinin otoritesi altında çalışacak ilk İşçi ve Köylü Hükümeti olan Halk Komiserleri Konseyinin (Sovnarkom olarak adlandırılır) kurulmasını onayladı. Yeni hükümet hemen çalışmalarına başlayıp, Rusya’daki Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sanayide İşçi Kontrolü, Seçmenlerin Seçilmiş Temsilcileri Geri Çağırma Hakkı gibi pek çok kararname çıkartarak ekonomik, siyasal ve kültürel yaşama ilişkin yeni yasal düzenlemeleri yaptı. Sovnarkom’un bu bağlamda yayınladığı kararnameler arasında Ordunun Demokratikleştirilmesine ilişkin olanları çok önemli dönüşümler getirmekteydi. Örneğin, askeri birliklerde iktidarın asker sovyetlerine ait olması; ordu içinde subayların artık seçimle işbaşına getirilmesi; generallik de dahil olmak üzere onbaşılıktan itibaren tüm rütbelerin ve askeri sıfatların kaldırılması; bu türden ayrımlara işaret eden her türden süsleme ve işaretin kaldırılması; askeri selamlamanın kaldırılması vb. gibi. Böylece Rusya’nın tarihinde eski dönem kapanıyor ve tüm dünya tarihini etkileyecek yeni bir dönem açılıyordu. Bir işçi demokrasisinin gerçekleştirmek zorunda olduğu tüm bu dönüşümler, ne yazık ki aradan kısa bir süre

geçtikten sonra “yalnız kalan devrim”in çaresizliği ve iç savaşın kızgın ateşi karşısında yavaş yavaş erimeye başlayacaktı. Kuşkusuz ki bu durumun tarihsel açıdan anlaşılabilir ve açıklanabilir nesnel nedenleri bulunmaktaydı. Fakat daha sonra köprülerin altından daha nice sular akacak ve SSCB Stalin’in egemenliği altında içte yürüyen bürokratik karşı-devrimle despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşecekti. Ancak biliyoruz ki, Ekim’in yaktığı ateş işçi sınıfının mücadele tarihi içinde hâlâ yanmayı sürdürüyor. Dünyanın her yerinde bugünkü işçi kuşaklarına, komünistlere düşen görev bu ateşi körükleyip, insanlık düşmanı kapitalist sisteme artık bir son vermektir. Yaşasın Büyük Ekim Devrimi! Yaşasın onun sönmeyen ve söndürülemeyecek ateşi!

www.marksist.com sitesinden alınmıştır

_________________________ 1

Bu yazı 2002 Kasımında kaleme alınmış ve www.marksist.com sitesinde yayınlanmıştır.

2

Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay., Mayıs 1979, s.248

3

Troçki, 1905, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.226 ve 228

4

Lenin, Collected Works, Vol. 23, s.325-26 [Uzaktan Mektuplar, Ürün Yay., Haziran 1975, s.51-52]

5

Bu tarihler eski Rus takvimine göre verilmiştir ve bu takvim Batı takviminden on üç gün geridir.

6

Lenin, “Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.36

7

Lenin, Collected Works, Vol. 24, s.149

8

Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay., Haziran 1977, s.86-87

9

Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.3, Yazın Yay., Şubat 1999, s.82

10

Lenin, Seçme Eserler, c.6, s.226-227

11

Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.3, s.92

12

Troçki, age, s.84

13

Lenin, “Bir Yazarın Günlüğünden”, Seçme Eserler, c.6, s.247

14

Lenin, Seçme Eserler, c.6, s.239

15

Lenin, Collected Works, Vol. 26, s.143-144

16

Lenin, “Merkez Komitesi Üyelerine Mektup”, Seçme Eserler, c.6, s.343-344

17

akt: T. Cliff, Lenin, c.2, Z Yay., Ekim 1994, s.458

18

Trotsky, History of the Russian Revolution, Vol. 3, s.217 [Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.3, s.235]

19

Troçki, age, s.235-236

33


Honduras’ta L Darbeye Karşı Direniş Sürüyor Selim Fuat

34

atin Amerika’da yükselmiş olan sol dalganın üzerine binerek iktidara gelen sol popülist liderler, kısmi reformlara bile tahammülü olmayan karşıdevrimci güçlerin tehdidini giderek daha yoğun hissediyorlar. Venezuela’daki darbe girişimlerinde ve Bolivya’daki referandumlarda istediğini elde edemeyen, yapılan seçimlerde yenilgi üstüne yenilgi alan, buna rağmen her durumu, sol popülist hükümetlere geri adımlar attırmak için fırsata dönüştürmeye çalışan karşı-devrimci güçler, Honduras’ta 28 Haziran 2009 günü gerçekleşen darbeyi de tüm kıtadaki sol yükselişin yarattığı havayı kırmak için bir manivelâ haline getirmeye uğraşıyorlar. Devlet başkanı Manuel Zelaya’nın, halka “2009 Kasım seçimlerinde, yeni bir anayasa hazırlayacak bir Kurucular Meclisinin oylanmasını kabul ediyor musunuz?” sorusunu sormasına saatler kala ordu tarafından apar topar derdest edilip başkanlık uçağıyla Kostarika’ya gönderilmesiyle başlayan süreç* devam ediyor. Bir yanda, özellikle ABD’den gelen örtülü desteklerle yoluna devam eden darbe hükümeti varolan durumu seçimlere kadar sürdürme gayreti gösterirken, diğer yanda Zelaya, yönetime tekrar dönebilmek için, kitle desteğini arkasına alarak direnişini sürdürüyor. Darbe, Zelaya’nın da içinden çıktığı Liberal Parti ile birlikte üç burjuva partinin (Ulusal Parti, Hıristiyan Demokratik Parti ve Sosyal Demokrat Yenilik ve Birlik Partisi) yanı sıra, Katolik ve Evangelik kiliselerinin liderlikleri ve büyük medya patronlarının desteğiyle ayakta duruyor. Bunun karşısında ise, darbenin ilk saatlerinden


sayı: 56 • Kasım 2009

itibaren ağır silahlarla donanmış binlerce askere karşı meydanları doldurarak ve Başkanlık Sarayı’nın önünde toplanarak sokaklara akan ve o zamandan bu yana darbe hükümetini kitlesel seferberlikler, yol kesme, kamu binalarını işgal vs. gibi eylemlerle protesto eden emekçi kitleler yer alıyor. Ancak dört aydan bu yana devam eden direniş ve mücadele, işçilerin ve yoksul köylülerin sahiplenmesine ve uluslararası desteğe rağmen, Zeleya’nın kararsız, geri dönüşler ve ikircimler içeren tutumları nedeniyle sonuca ulaşamıyor.

Honduras’ta son durum Direnişe karşı tüm eylemler, bu süreçte oluşturulmuş bir çatı örgütü olan Darbeye Karşı Ulusal Cephe (FNGE) tarafından örgütleniyor. Darbeye karşı olan toplumsal kesimlerin çoğunu birleştiren ve ulusal çaptaki harekete önderlik eden FNGE, işçi ve köylü örgütlerinden, darbeye karşı olduklarını ilan eden sol ve merkez parti ve hareketlerden oluşuyor. Honduras işçi sınıfı, başından beri halk direnişine aktif biçimde katılıyor. Darbenin gerçekleştiği tarihten üç hafta kadar sonra, 23 ve 24 Temmuz günlerinde, ülkenin üç merkezi sendikası (CUTH, CGT ve CTH) ülke çapında 48 saatlik iş bırakma eylemi örgütledi. Genel grev bir hafta sonra tekrarlandı. Üstelik bu sendikalarla dayanışma halinde olan El Salvador ve Nikaragua’daki sendikalı işçiler de, Honduras’tan mal girişini durdurarak işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının olumlu bir örneğini sergilediler. Ne var ki bu grevler işçi sınıfının inisiyatifi ele alarak öz örgütlenmeleriyle darbecilerin karşısına çıkması noktasına kadar ilerletilemedi. Zeleya’yı destekleme içeriğiyle sınırlı kaldı. İşçi sınıfının bu eylemlerinin ardından, 5 Ağustosta başlayan ve 11 Ağustosta başkent Tegucigalpa ve San Pedro Sula’da biten ulusal yürüyüş de, 11 Ağustos “Honduras İçin Küresel Eylem Günü” kampanyasıyla birleşerek darbe hükümetinin yıpratılmasında etkili oldu. Bu eylemlerden ve Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde iktidarda bulunan sol popülist liderlerin desteğinden cesaret bulan Zelaya da Honduras’a dönme girişimlerini yoğunlaştırdı. 28 Hazirandan bu yana Honduras’a dönmek için iki kez teşebbüste bulunup başarılı olamayan Zelaya, 21 Eylül günü, 4 gün boyunca gizlice sürdürdüğü yolculuğunun ardından nihayet başkent Tegucigalpa’ya ulaştı ve Brezilya Büyükelçiliği binasına sığındı. Bu tarihten itibaren de Honduras’taki gerilim iyice tırmandı. Brezilya Büyükelçiliği önünde toplanarak Zeleya’ya destek veren binlerce kişi, polis saldırısına uğradı. 21 Eylül günü sıkıyönetim ilan eden darbe hükümeti, ilerleyen günlerde de elçilik etrafındaki kitleyi dağıtıp bölgeyi boşaltmak amacıyla şiddet kullandı. Polis ve askerler aynı zamanda Zelaya’nın döndüğü haberinden beri ülkenin

marksist tutum

dört uluslararası havalimanını da kuşattılar ve hükümet tüm uçuşları durdurdu. Zelaya hâlâ Brezilya Büyükelçiliği binasında. Darbe hükümeti, binaya elektrik, su ve tıbbi hizmetlerin ulaşmasını engelliyor. Kitlelerin zor yoluyla dağıtıldığı 22 Eylül sabahından bu yana elçilik çevresi asker ablukası altında. Binaya yalnızca Birleşmiş Milletler ve ABD Büyükelçiliği görevlilerinin girmesine izin veriliyor. Binanın içerisindeki 300 Honduraslının ve Brezilyalının ihtiyaçlarını ise bu görevliler temin ediyor. Asker ve polis, Brezilya Büyükelçiliği etrafındaki binaları boşaltarak işgal etmiş durumda. Elçiliğin tam karşısına devasa bir ses sisteminin yerleştirildiği, kulaklara zarar verecek düzeyde bir sesle düzenli olarak milli marş çalındığı söyleniyor. Zelaya yaptığı açıklamalarda kendisine ve beraberindekilere karşı bu ses cihazıyla tam bir işkence yapıldığını, uyuyamadıklarını, inanılmaz bir rahatsızlık duyduklarını söylüyor. Bu ses cihazı, G-20 zirvesi sırasında Pittsburgh’da eylemcilere karşı denenen aletin aynısı. ABD’de üretilen Uzun Dalga Akustik Cihazı (LRAD) denilen cihaz, çıkardığı sesle 500 metre yarıçapındaki bir daire içerisinde bulunan insanların kulaklarına 150 desibellik bir ses dalgası ile “işkence” edebiliyor. Kitlelerin düzenin gerçek güçleriyle yüzleşmeleri, kendi güçlerinin büyüklüğünün farkına varmaları mevcut önderlikçe istenmiyor. Tavsiye edilen tutumlar ve Zelaya’nın burjuva korkaklığı, işçi ve yoksul köylü kitlelerin devrimci enerjisinin açığa çıkmasının önüne geçiyor. Devrimci öfke tavsatılıyor, karşıdevrimci güçler diplomatik manevralarla geriletilmek isteniyor. Daha ileri adımlar atmak söz konusu olduğunda, sınıfsal pozisyonu gereği, Zelaya’nın nefesi ve yüreği buna yetmiyor. Darbe hükümetinin sıkıyönetim ilanına ve sokağa çıkma yasağına rağmen Tegucigalpa’nın neredeyse tüm mahallelerinde insanlar sokaklara çıkıyor ve gösteriler yapıyorlar. Hatta bazı mahallelerde direnişçiler karakolları basıp polisleri bütünüyle o bölgeden uzaklaştırmış durumdalar. Kolluk güçleri imkân buldukları her durumda göstericilere sert şekilde saldırıyor. Örneğin INFOP sendikası başkanı, Brezilya Büyükelçiliği önünde 21 Eylül günü yapılan gösteride başından aldığı kurşun yarası sonucu ağır yaralandı. Zelaya’nın dönüşünden bu yana yapılan gösterilerin ardından gözaltına alınan ve yaralananların sayısı tam olarak bilinmiyor. Ama Honduras İnsan Hakları Savunma Komitesi’nin (CODEH) son yayınladığı rapor, darbenin gerçekleştiği 28 Hazirandan bu yana 101 kişinin katledildiğini ortaya koydu. Ayrıca başkentteki bir beyzbol stadyumu açık hava hapishanesine dönüştürülmüş ve gözaltına alınanlar buraya toplanmış durumda. Buna rağmen FNGE’nin telkinleriyle eylemlerin radi-

35


Kasım 2009 • sayı: 56

marksist tutum

Eylül başından beri, şehirlerin ana yollarında devam eden kolektif yürüyüşler ve protestolar köylere, mahallelere ve kasabalara kadar genişlemiş durumda bulunuyor. Ne var ki, kitlelerin düzenin gerçek güçleriyle yüzleşmeleri, kendi güçlerinin büyüklüğünün farkına varmaları mevcut önderlikçe istenmiyor. Tavsiye edilen tutumlar ve Zelaya’nın burjuva korkaklığı, işçi ve yoksul köylü kitlelerin devrimci enerjisinin açığa çıkmasının önüne geçiyor. kalleşmesinin önüne geçiliyor, polis ve askerle mümkün olduğunca karşı karşıya gelinmiyor. 30 Eylül 2009’da FNGE adına açıklamada bulunan Delfina Bermudez şu çağrıda bulunuyordu: “Kara ulaşımını ve limanlarını tutmalı, ülkenin dört bir yanında yüzlerce, binlerce küçük fakat etkili otoyol işgalleri yapmalıyız. Böylece yollara, gümrüklere ve limanlara yakın her küçük köyün içindeki insanları da içimize katabiliriz. Bunlar yarım saatlik, yüz kadar insanla trafiği durdurduğumuz, tekerlek yaktığımız, elimizde ne varsa barikata koyduğumuz ve geçmekte olan arabaların tekerleklerini patlatmak için kırık camlar gibi materyaller yerleştirdiğimiz işgallerdir. Yarım saat kadar dayanıyoruz ve kesinlikle polis veya askerle karşı karşıya gelmiyoruz. Tekrar ediyorum, polis veya askerle karşı karşıya gelmiyoruz.” Aslında Eylül başından beri, şehirlerin ana yollarında devam eden kolektif yürüyüşler ve protestolar köylere, mahallelere ve kasabalara kadar genişlemiş durumda bulunuyor. Direniş sayesinde, darbe hükümeti durumu kontrol altına alamamış, kitleleri alt edememiş ve bu yüzden de gerçek bir hükümet olamamış halde. Ne var ki, kitlelerin düzenin gerçek güçleriyle yüzleşmeleri, kendi güçlerinin büyüklüğünün farkına varmaları mevcut önderlikçe istenmiyor. Tavsiye edilen tutumlar ve Zelaya’nın burjuva korkaklığı, işçi ve yoksul köylü kitlelerin devrimci enerjisinin açığa çıkmasının önüne geçiyor. Devrimci öfke tavsatılıyor, karşı-devrimci güçler diplomatik manevralarla geriletilmek isteniyor. Daha ileri adımlar atmak söz konusu olduğunda, sınıfsal pozisyonu gereği, Zelaya’nın nefesi ve yüreği buna yetmiyor. Devrimci yükselişlerin burjuva sol önderlikler eliyle önünün kesildiği Latin Amerika’nın pek çok ülkesi, önümüzdeki süreçte Honduras’ta yaşananların benzeri gelişmelere sahne olabilir. Çünkü kitlelerin devrimci heyecanını tavsatan sol popülist önderlikler karşı-devrim selinin

36

önünü de açmıştır. Küçücük tavizlere bile tahammülü olmayan burjuva güçler hazırlıklarını yapmış, karşı tarafın bileğinin gücünü yoklamaktadır. Bu güçler, Honduras’tan başlayarak Guatemala’da, Nikaragua’da, El Salvador’da, Bolivya’da ve benzeri sol popülist hükümetlerin bulunduğu diğer ülkelerde inisiyatifi tekrar ellerine almaya çalışacaklardır. Başka çareleri yoktur, çünkü kapitalizmin küresel olarak düştüğü kriz kuyusunda ancak işçi sınıfına ve haklarına daha fazla saldırarak ayakta kalabilirler. Obama’nın ABD başkanı olmasıyla dünyadaki siyasal iklimin yumuşayacağına inananlar açısından da Honduras’ta yaşananlar ders niteliğindedir. Obama’nın, Honduras’taki darbecilere darbeci diyememesi ve gerçek bir karşı tutum alamaması, hatta darbeyi örgütleyenlerin önde gelenlerinin ABD ile sıkı ilişkileri, vaaz edilen yumuşak politikaların ve demokrasi söyleminin yalandan ibaret olduğunu göstermiştir. Bush’un yerine Obama’nın gelmesi, Honduras’ta da görüldüğü üzere, özünde hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Honduras’taki gelişmeler de gösteriyor ki, sertleşen sınıf mücadelesi ikliminde bütün gelişmeler işçi sınıfının önderlik kriziyle karakterize olmaktadır. Burjuva sol önderlikler, değil işçi sınıfının haklarını gerçekten geliştirebilmek için mücadele etmek, kendi iktidarlarını diğer burjuva güçlere karşı savunma konusunda bile acz içindedirler. Bu yüzden gelişen karşı-devrimci darbe tehditleri ve faşizm tehlikesi karşısında bu güçlerden anlamlı bir mücadele beklemek beyhudedir. İşçi sınıfı karşı-devrimci darbe tehditleri ve faşizm tehlikesine karşı sadece özgücüne ve örgütlülüğüne güvenmelidir, burjuva ve küçükburjuva önderliklere değil.  ________________________ *

Bkz. Cem Keskin, Honduras’ta Darbe, www.marksist.com


40 Milyon Litre Süt Sokağa Döküldü Suphi Koray

E

ylül ayında Avrupalı çiftçiler süt fiyatlarının düşmesini gerekçe göstererek milyonlarca litre sütü tarlalara döktüler. Belçika’da üç milyon litre süt, Hollanda-Almanya sınırında ise 500 bin litre süt tarlalara döküldü. Üstelik bunlar Avrupa çapında 40 milyon litrelik süt dökme eyleminin bir parçasıydı sadece. Nitekim süt dökme eylemi Ekim ayında Belçika’da devam etti. AB’nin tarım politikalarını protesto eden çitfçiler yine binlerce litre sütü sokağa döktü. AB ülkelerinde süt üreticisi çiftçilerin yaptıkları eylemler kapitalizmin ne kadar akıl dışı bir sistem olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Bir kez daha diyoruz. Çünkü temel gıda maddelerinin fiyat düşüşü yüzünden imha edilmesi ilk kez başvurulan bir yöntem değildir. Ve milyonlarca litre sütün dökülmesi son örnek de olmayacaktır. Bilhassa kriz dönemlerinde, yoksulluğun ve açlığın artmasına, insanların yiyecek ekmek bulamadıkları için ölmelerine rağmen, buğdaylar yakılır, sütler yollara dökülür, sebzemeyveler çürümeye terk edilir. İnsan havsalasının almadığı bu vakalar kapitalizmin doğasında vardır. Kapitalizmin tarihi benzer örneklerle bezelidir: “Örneğin, yüz binlerce insanın açlıktan kırılıp ekmek için kitlesel yürüyüşler düzenlediği büyük 1929 krizi döneminde, büyük sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Amerikan devleti, fiyatların düşmesini engellemek için tonlarca gıda maddesini imha etmekten çekinmemişti. 1933’te çıkarılan bir yasa ise, fiyatların düşmesini engellemek için tarımsal üretimi sınırlandırmayı öngörüyordu. Bu yasanın uygulamaya konulması sonucunda on milyonlarca dönüm arazide ürünler toprağa gömüldü, meyveler çürümeye terk edildi ve 6 milyon domuz katledildi. Sadece ve sadece, fiyatlar düşmesin ve kan emici burjuvazi daha fazla semirsin diye!”1

1929 krizinde Latin Amerika’nın temel ürünlerinden olan kahve de aynı akıbetten kurtulamadı. Brezilya’da 78 milyon çuval kahve yakıldı.2 Bir tas çorba için kuyruklarda binlerce insan beklerken, ya da karınlarını doyurmak için kırsal alanlarda böğürtlen, kuş üzümü ararken, açlıktan ölenlerin cesetleri kamyonlarla sokaklardan toplanırken, gıda maddeleri imha ediliyordu. İşte kapitalizmin şanına yaraşır bir tablo. Bedava dağıtıp milyonlarca insanı açlıktan kurtarmaktansa, imha edip milyonlarca doları cebe indirmek derdindeydi kapitalist tekeller! 80 yıl geçti üzerinden ama tablonun hâlâ değişmediğini görüyoruz. Ne kapitalizm vahşiliğinden bir şey kaybetti, ne de burjuvazi kan emiciliğinden. İnsanlığın üzerine bir karabasan gibi çöken kapitalizm işçi sınıfının demirden yumruğuyla yıkılmadıkça da bu insanlık dışı tablo değişmeyecek. Teknoloji ve bilim gelişiyor, ancak aynı gelişimi insanlığın refah durumu için söylemek mümkün değil. Tersine kapitalizm her geçen gün insanlığı uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırıyor. Aslında üretim araçlarının gelişiminin bugün geldiği düzey bile tüm insanlığa yetecek bir temel gıda üretimini mümkün kılmış bulunuyor. Buna rağmen yüz milyonlarca insan açlık ve yoksullukla boğuşuyor. Bu durum Marx’ın 150 yıl önce söylediklerini yeniden hatırlatıyor: “Emek zenginler için harikalar, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar ama işçiler için inler üretir. Güzellik ama işçi için solup sararma üretir.”3

Açların sayısı bir milyarı geçti BM’ye bağlı Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) her yıl 16 Ekimi Dünya Gıda Günü olarak kutluyor. Ne ironiktir ki FAO’nun gıda günü öncesinde açıkladığı rakamlar, mide-

37


Kasım 2009 • sayı: 56

marksist tutum

sinden gelen gurultularla yatağa girmek zorunda kalan yüz milyonlarca aç insan olduğunu söylüyor. FAO’nun yıllık açlık raporuna göre Asya ve Pasifik’te 642 milyon, Sahraaltı Afrika’da 265 milyon, Latin Amerika ve Karayipler’de 53 milyon, Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’da 42 milyon ve gelişmiş ülkelerde 15 milyon olmak üzere açların sayısı bir milyarı geçmiş bulunuyor. Açlıktan en çok etkilenenler ise çocuklar. Yılda 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Başka bir deyişle her altı saniyede bir çocuk açlık yüzünden ölüyor. Aynı rapor, sorunun asıl kaynağının ne olduğunu yazmasa da, ne olmadığını yazıyor: “Gıda sorununun artışı kötü bir hasadın sonucu değil.” Milyonlarca litre süt tarlalara dökülürken, tahıllar yakılırken, stoklarda et ve süt ürünleri yığılırken, yeterli gıda ürünü olmadığını iddia etmek kitlelerle alay etmek olur. Açlığın yüksek gıda fiyatlarından, düşük ücretlerden ve işsizlikten kaynaklandığını söylüyorlar ama bunların neden kaynaklandığını söyleyemiyorlar. Çünkü bunun müsebbibi kapitalizmdir. Düzen kurumlarının asıl suçlunun adını koymaları, kendi iplerini çekmesi demek olur. Bunun yerine ideolojik manipülasyon ve göz boyamak için gıda zirveleri topluyorlar. Oysa açlık sorununa çözüm bulmak için yapılan toplantıların maliyetiyle bile on binlerce kişinin karnı doyurulabilir. Ama bu toplantılarda artan yemekler bile çöpe gidiyor. Sadece bu toplantılarda değil, burjuva iş âleminin yaptığı tüm toplantılarda, arta kalan yemekler, paketi açılmamış bile olsa işçilere verilmeyip çöpe atılıyor. Marketlerde ürünler çürümeye bırakılıyor, yine de çalışanlara verilmiyor. Britanya’da çöpe giden gıda miktarı yılda 6,7 milyon tonu buluyor. Yalnızca ABD ve Britanya’daki yiyecek israfının önüne geçildiği takdirde açlık çeken bir milyardan fazla insanın kurtarılabileceği söyleniyor. Her yıl 1,5 trilyon dolar silahlanmaya ayrılırken, açlıkla mücadele için G-8 ülkelerinin bahşettiği para sadece 15 milyar dolar. Sadece Sahra-altı ülkelerindeki açlık için 25 milyar doların gerekli olduğunu düşünecek olursak, bu meblâğın ne kadar komik olduğu ortaya çıkar. Üstelik bunu da gıda yardımı adı altında değil, gıda güvenliği adına yapıyorlar. Hatırlayacak olursak geçen sene artan gıda fiyatları birçok ülkede ayaklanmalara sebep olmuştu. Açlıktan değil açlık ordusundan korkan egemenler çoğunlukla verdikleri bu “yardım” sözlerini bile tutmuyorlar. Çünkü asıl niyetleri bu vaatlerle aç kitleleri kandırmak ya da öfkelerini bastırmak. Örneğin Erdoğan “silahlanmaya ayrılan para yoksulluk ve cehaletle mücadeleye harcansa bugün başka bir dünyada yaşıyor olurduk” derken TC devletinin silahlanma yarışında üst basamaklarda olduğunu unutmuş olmasa gerek!

Bugüne vuralım, yarını kuralım Gıda maddelerinin imha edilmesinin önüne geçilmesi, israfın önlenmesi veya silahlanmaya ayrılan paranın açlıkla mücadeleye ayrılması gibi basit çözüm yöntemleri, ka-

38

pitalist sistemin doğasıyla çeliştiği için kapitalizm yok edilmeden uygulanamaz. Kapitalizm altında temel dürtü kâr etmek olduğu için gıda en temel insanî ihtiyaçlarından biri değil, kâr elde edilecek yüzlerce milyar dolarlık bir sektördür. Bu yüzden en verimli alanlar kapitalist tarım politikalarının kurbanı olabilir, milyonlarca litre süt yere dökülebilir, temel gıda maddeleri imha edilebilir, milyarlarca insan varlık içinde yokluk çekebilir. Oysa bugün mevcut üretim bile tüm dünya nüfusuna yetecek kadar gıda sağlıyor. Sorun üretim ve ürün yetersizliği değildir, sorun üretim araçlarının mülkiyetinin bir avuç asalağın elinde olması, bunların üretime ve ürünlere el koyması, kâr getirmediğinde ise üretim araçlarını ve ürünleri tahrip etmeye girişmesidir. Kapitalizmde kördüğüm haline gelen açlık, yoksulluk vb. sorunların çözümü, kâr için değil ihtiyaç için üretimin yapıldığı sınıfsız toplumda son derece kolaydır. Kurulacak ortak yemekhanelerde kolektif emekle çok kısa sürede binlerce insan doyurulabilir. Üretim araçları sermayenin esaretinden kurtarılıp dizginsiz bir gelişimin önü açılınca, insanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bollukta bir üretimin yapılma imkânı da doğacaktır. Bugün kadınların sırtında bir kambur haline gelmiş bulunan yemek, bulaşık, çamaşır gibi işler, kurulacak ortak yemekhane ve temizlik merkezlerinde kolektif bir biçimde yapılacaktır. Üstelik daha az emekle ve çok daha kısa sürede bu işler halledilebileceğinden, insanın maddi-manevi gelişimi için gerekli serbest zaman da yaratılacaktır. Oktay Baran’ın İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı? adlı yazısında söylediği gibi: “Sorun, insan hayatını, emeği ve doğal kaynakları müsrif bir şekilde harcayan, çevreyi tahrip eden ve bilim ve teknolojinin potansiyelinin tam olarak gelişmesini engelleyen kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi sorunudur. Kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırdığımızda tüm insanlığa yetecek bir bolluk ve refahı üretemememiz için hiçbir sebep de kalmayacaktır. Kapitalist sapkınlık ortadan kaldırıldığında, faaliyetinin kendisine ve onun sonuçlarına sahip çıkarak insan, emeğine, kendisine ve doğaya yabancılaşmaya son verebilecek, doğa üzerinde tahripkâr olmayan bir egemenlik kurabilecek ve böylece kendi kurtuluşunu gerçekleştirebilecektir. İşte o zaman sınırsız bir gelişim potansiyeli taşıyan insan, gerçek tarihini yaşamaya başlayacaktır.”4

______________________________ 1 İlkay Meriç, Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor, MT, Mayıs 2008 2 Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çitlembik Yay., s.138 3

Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay., s.142

4

Oktay Baran, MT, Eylül 2009


Kürt Çocuklarına Özgürlük Adil Aksu

H

atırlanacağı gibi 2006 yılında Terörle Mücadele Kanununda (TMK) yapılan bir değişiklikle 18 değil, “15 yaşın üzerindeki çocuklar hakkında açılan davalar da ağır ceza mahkemelerinde yargılanır” hükmü getirilmişti. Türk devleti o günden bu yana 3 binden fazla sayıda çocuğu bu yasa vesilesiyle çeşitli cezaevlerinde, çok ağır ve kötü koşullarda hapsetmiş bulunuyor. 2006 yılından bu yana polis bu yasaya dayanarak gösteri, yürüyüş ve eylemlere katılan Kürt çocuklarını gözaltına almaya başladı. Yaşları 12 ilâ 18 arasında değişen Kürt çocukları sadece gözaltına alınıp tutuklanmakla kalmadı. 1998 yılından bu yana 500’e yakın çocuk acımazsızca katledildi. Başbakan Erdoğan Kürtleri kastederek “çocuk ve kadın da olsa gereken yapılacaktır” diyerek, faşizan uygulamalara davetiye çıkartmıştı. Nitekim 2008 yılında Diyarbakır ve Batman’da gösteriler esnasında öldürülen 7 kişiden 3’ü çocuktu. Mardin Kızıltepe’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz babasıyla birlikte kurşunlanarak katledildi. Cizre’de 12 yaşındaki Yahya Menekşe bir gösteri esnasında başından aldığı ağır darbe ile katledildi. Ve son olarak Eylül ayında Diyarbakır Lice kırsalında 12 yaşındaki Ceylan Önkol vücuduna isabet eden havan topu mermisiyle katledildi. Böylece devletin inkâr ve imha siyaseti temelinde kan-

grene dönüştürdüğü Kürt sorununun ağır bir faturası da Kürt çocuklarına kesildi. Kürt çocukları yıllardır savaşın, baskının ve faşist uygulamaların gölgesinde büyüdüler. Sevdikleri insanların bir bir kaybedilmesine, asit kuyularına atılmasına, gözleri önünde katledilmesine şahit oldular. Bu çocukların yaşadıkları acılara sessiz kalması elbette düşünülemez. Gerçekleştirilen kitlesel gösterilere katılıp, yaşadıkları acıları dışa vuruyorlar. Örneğin başbakanın Kürt illerine yaptığı ziyareti sokaklara çıkıp protesto ettiler. Newroz gösterilerine yüz binlerle birlikte katıldılar. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını veya cezaevinde kötü muamele görmesini kınayan yürüyüşlere katıldılar. Kürt halkının gençleri ve erişkinleri kadar çocuklar da politikada yaşanan gelişmelerle birlikte büyüyorlar. Burjuva devlet çocuklara karşı baskı ve şiddetle birlikte psikolojik savaş uygulamaktan da geri durmadı. Amaçları çocukları “eli kanlı teröristler” olarak göstermekti. 2005 Newroz gösterileri sırasında kontr-gerilla güçleri çocukların eline Türk bayrağı vererek yerlerde sürüklemelerini teşvik ettiler. Adana ve Diyarbakır’da çocuklara para ve yiyecek vererek diğer çocuklara taş atmalarını sağladılar. Medyayı kullanan polis şefleri gösterilere katılan çocuklara eylemi bırakıp evlerine dönmeleri şartıyla Adana’da muz, Batman’da ayakkabı rüşveti teklif ettiler. Şefkatli polisin

39


marksist tutum

kameralar önünde yaptığı bu şovlar ileriki günlerde resmiyet kazanmaya başladı. Devlet Planlama Teşkilatının hazırladığı 400 milyon YTL’lik proje ile Diyarbakır’da “taş atma gol at”, Adıyaman’da “Kaykay pisti”, Batman’da “mahalle ligi” ve Siirt’te de “streetball şöleni” yapıldı. Eylemlere katılan çocukların “terör örgütünden” para aldığını söyleyen devlet yetkililerinin bizzat kendileri milyonlarca lira ile çocukların aklını çelecek uygulamalar düzenliyorlar.

Çocuklar Anlatıyor Aslında hepsi birer çocuk olsalar da haklıyla haksızı birbirinden ayırt edebilecek olgunluğa çoktan ulaşmış Kürt çocukları. Birçoğu yakılan köylerin, göç ettirilen ailelerin çocukları. Hepsi işsizlik ve yoksulluk içinde büyüyor. Dilini konuşamamanın, kendini ifade edememenin acısını yaşıyor. Çocuklar dışarıda da içeride de devletin gerçek yüzünü çok çabuk görüyorlar. Radikal gazetesinin 2008 yılında Van’daki çocuklarla yaptığı bir röportajda 15 yaşındaki A.Ç. duygularını şöyle ifade ediyor: “Ablam şimdi hapiste. Onun kötü biri olduğunu düşünmüyorum. Neden hapiste olduğunu da anlamıyorum. Daha önce de taş attım. Bir defasında beni yakaladılar, çok dövdüler. Anama, bacıma küfrettiler. Ben onlara niye acıyayım.” Türk Tabipler Birliği’nin Nisan 2009 tarihli Diyarbakır E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumunda Alıkonulan Çocukları İzleme Raporu, “taş atan çocukların” sağlık, beslenme, dinlenme, temizlik, eğitim haklarının kısıtlandığını belirtiyor. TTB üyeleri ile konuşan çocuklardan biri Hepsi birer çocuk olsalar da haklıyla haksızı birbirinden ayırt edebilecek olgunluğa çoktan ulaşmış Kürt çocukları. Birçoğu yakılan köylerin, göç ettirilen ailelerin çocukları. Hepsi yoksulluk içinde büyüyor. Dilini konuşamamanın, kendini ifade edememenin acısını yaşıyor. Çocuklar dışarıda da içeride de devletin gerçek yüzünü çok çabuk görüyorlar. gözaltı ve tutuklanma anını “… Binaya sığındım. Yunus polisleri teslim ol dediler. Silah kabzası ile kafama vurdular. Kafama dikiş attılar. Mahkemeye kanlı elbiselerimle çıktım” diyerek anlatıyor. Bir başka çocuk tutukluluk sürecinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Çocuk Şubesinde kendine istihbarattanım diyen korkunç dev gibi adamlar geldiler. Terörle Mücadeleye gece on ikide götürdüler. Sürekli dayak, dayak… Soğuk su döktüler…” İHD Adana Şubesinde çocukların annelerinin de katıldığı basın açıklamasında İHD Şube Başakanı Ethem Açıkalın, “Bu çocukların eylemlere katıldıkları ve slogan attıkları yönünde delil bulunmamaktadır. Tek delil polis tutanaklarıdır” dedi. Açıkalın’ın, 8 çocuğun top oynadıktan sonra evlerine dönerken “atletleri ıslak, kalp atışları hızlı” gibi gerekçelerle gözaltına alındıklarını vurgulaması da gösteri-

40

Kasım 2009 • sayı: 56

yor ki, polis adeta sokaklardan çocuk toplayarak görevini yerine getiriyor. 2006 yılından bu yana, olaylara katıldığı, polislere taş attığı, örgüt üyesi olduğu ve örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle 12-18 yaş arası 3 bine yakın Kürt çocuk yargılandı. Bu çocuklardan 147’si hakkında toplam 373 yıl hapis cezası verildi. Kimi çocuklar 13,5 yıl ceza alırken kimisi de 25 yıl gibi rekor cezalar aldı. Oysa TC’nin altına imza attığı sözleşmeler 18 yaşından küçüklerin ağır ceza mahkemelerinde yargılanamayacağını söylüyor. Türkiye’nin de imzacısı olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 37. maddesinde, “hiçbir çocuğun, işkence veya diğer zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve cezaya tâbi tutulamayacağı”, “çocukların yasadışı veya keyfi biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılmayacakları” belirtiliyor. Fakat söz konusu Kürt sorunu olunca, yasalar, anlaşmalar, sözleşmeler, kâğıt üstünde demokratik bir süsten öteye gitmiyor. Günlük yaşamda OHAL’i hatırlatan binlerce uygulama ile Kürt çocuklar keyfi şekilde tutuklanıyor, işkence görüyor ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyor. Onlar yoksul Kürt çocukları. Daha doğuştan kördüğüm olmuş bir sorunla birlikte büyüyorlar. Devletin “sözde vatandaşları”, 86 yıllık modern cumhuriyetin ikinci sınıf insanları.

“Taş Değil Yürekti Ellerindeki” AKP hükümeti Kürt sorunu konusunda bir adım ileri iki adım geri siyaseti izlemeye devam ediyor. Hükümet bir yandan “demokratik açılım”dan söz ederken öbür yandan sınır ötesi tezkereye onay vermek, DTP milletvekillerinin ifadelerini zorla almaya çalışmak, Kürtçe üzerindeki siyasi yasaklar ve Kürt basınının susturulması gibi anti-demokratik uygulamalardan geri durmuyor. Çocuğu ile erişkini ile Kürt halkı Kürt sorununu demokratik zeminde çözecek adımların arkasında olacağını yıllardır ifade ediyor. Savaşın ve baskının son bulmasını, kimliğinin ve siyasi haklarının tanınmasını bekliyor. Defalarca uzattığı barış eli sürekli havada kalmasına rağmen AKP tarafından başlatılan “açılım” projesine ilk destek yine DTP’den geldi. Fakat aradan geçen zamana rağmen ciddi bir adım atılmış değil. TMK’da yapılacak değişiklikle terör suçlarında yargılama yaşını 15’ten 18’e çıkaracağını ilan eden hükümet, daha ileri adımlar atmaya cesaret edemiyor. Terörle Mücadele Kanununda yapılacak ufak değişiklik yetmez, bu kanun tamamen kaldırılmalıdır. Kürt çocuklarının yeni düzenlemeyle yargılanması değil, tümünün serbest kalması sağlanmalıdır. Çocuklara işkence edenler derhal yargılanmalıdır. Çocukları katleden sorumlular cezalandırılmalıdır. Tüm bunların olabilmesi ve barış adımlarının atılması, işçi sınıfının Kürt halkı ile dayanışma içinde olmasına bağlıdır. 


Kendini Değil Kapitalizmi Öldür! Berdan Güney

E

konomik krizin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkileri giderek derinleşiyor. Büyük patronlar kriz dönemlerini daha küçük şirketleri yutup sermayelerini büyüterek atlatıyorlar. Fakat işçiler krizle birlikte işten çıkarılıyor, ücretsiz izinlerle, sendikasızlaştırmayla hakları gasp ediliyor. Sermayenin krizi bütün ağırlığıyla emekçilerin üzerine çöküyor. İşçi sınıfı esas olarak örgütsüzlüğün bedelini ödemektedir. Saldırılar karşısında ne yapacağını bilemeyen işçiler, işsizliğin kıskacında sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalıyorlar, hatta kimisi hayatla olan bağını kendi canına kıyarak tümüyle kesebiliyor. Kapitalizmin olağan dönemlerinde dahi güvencesiz çalışmaya itilen emekçilerin sorunları kriz dönemlerinde katlanılmaz boyutlara ulaşıyor. Bu sorunlar sürekli stres altındaki işçilerin depresyon benzeri psikolojik rahatsızlıklar yaşamalarına neden oluyor. Bu durum dünyanın birçok ülkesinde, krizin etkileriyle boğuşan tüm emekçiler için geçerlidir. Bir daha iş bulamayacak olma kaygısının verdiği sıkıntıyla iyice darboğaza girdiğini düşünen çok sayıda işçi, içine düştüğü bunalımın sonucunda intihar ederek yaşamına son veriyor. Yapılan araştırmalar kriz dönemlerinde intihar oranlarında ciddi artışların yaşandığını gösteriyor. 1997 yılında Güneydoğu Asya’da patlak veren ekonomik krizde intihar olayları %63 oranında artmıştı. 1999’da Tayvan’da da benzer şekilde intihar oranları artmış, ülke tarihinin en yüksek düzeyine ulaşmıştı. ABD, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde, düşük ücretlerle çalıştırılan işçilerin yüksek ücretlerle çalışanlara göre 1,5-2 kat daha fazla depresyon yaşadıkları gözlenmiştir. Son dönemlerde Fransa’da Telecom şirketinde çalışan işçiler arasında intihar olayları çok sık yaşanıyor. Şirkette son 19 ayda 24 işçi intihar etti. En son geçtiğimiz Eylül ayında 51 yaşındaki bir çağrı merkezi çalışanı, ardında “suçlu, şirket yönetimidir” diyen bir mektup bırakarak yaşamına son verdi. Şirket yöneticileriyse yaşanan intihar olaylarını arsızca, işçiler arasındaki bir “moda” olarak değerlendiriyor ya da yüz binden fazla işçinin çalıştığı şirketlerinde intihar oranının aslında çok düşük olduğunu söylüyorlar. Oysa kriz koşullarında küçülmeye gitmek isteyen Telekom yönetimi, çalışma koşullarını ağırlaştırarak işçilerin istifa edip

işten ayrılmalarını istiyor. Bu baskıların sonucunda ise intiharlar birbiri peşi sıra geliyor. ABD’de her yıl 16-54 yaşlarındaki 6 milyon işçi psikolojik sorunlara bağlı olarak işini kaybediyor. İngiltere’de yapılan bir araştırma, insanların iki dünya savaşı arasında yaşanan Büyük Buhran dönemine göre bile daha mutsuz olduklarını ortaya koyuyor. Raporda bunun sosyal dayanışma ağları gibi eskinin toplumsal alışkanlıklarının çözülmesinden kaynaklandığı belirtiliyor. Günümüzde sayısı her geçen gün daha da artan işsizler, yalnızlığın girdabına sürükleniyorlar ve yaşadıkları karamsarlığı kendi başlarına aşamıyorlar. Asıl neden yine aynı: Örgütsüzlük. Benzer sorunlar Türkiye için de geçerli. Ankara’da işsizler arasında yapılan bir araştırma, işsiz kalan işçilerin çoğunluğunun aileleriyle ve çevreleriyle olan ilişkilerinin bozulduğunu, iş bulma umutlarının azaldığını ortaya koyuyor. Bu araştırma, örgütlenmenin yasalarla zorlaştırıldığı Türkiye’de, çoğunluğu genç olan nüfusun, işsizlik koşullarında ciddi psikolojik sorunlarla karşı karşıya kaldığını da ortaya koyuyor. Genç işsizlerin kriz nedeniyle yaşadıkları sıkıntıları bu şekilde yansıtmalarının, kapitalistler açısından örgütlü bir tepki vermelerinden daha evlâ olduğu açık. Ne de olsa intiharların veya psikolojik sorunların yaygınlaşması onların kârlarına halel getirmiyor. Üretimde yüksek teknolojinin kullanılmaya başlanması, işçilerin üzerindeki sömürünün hafiflemesine, yaşam standartlarında ve ücretlerinde iyileşmeye neden olmadı. İşçi sınıfının kazandığı her bir hak, yaşanan mücadelelerin, ödenen bedellerin ardından gelmiştir. Ne zaman sınıf mücadelesi yükseldiyse, işçiler yaşadıkları sorunun kaynağına doğru örgütlü bir hamle yaptılarsa, kendilerini gerçek anlamda bir insan gibi hissetmişlerdir. Bu, geçmişte ne kadar geçerliyse bugün de o kadar geçerlidir. Krizin etkilerine karşı işçilere “elbirliğiyle fedakârlık” çağrısı yapan patronların yalanlarına karşı ancak örgütlenerek karşı durulabilir. İşyerlerinde ve yaşamın her alanında yaşanan sorunların işçileri bunalıma sokmasına engel olmanın tek yolu örgütlenerek daha iyi iş ve yaşam koşulları için mücadele etmektir. 

41


marksist tutum

Kitap Dünyası

Sverdlov: Urallı Delikanlı “Sverdlov yoldaş, devrimimiz boyunca

ve devrimimizin kazandığı zaferlerde, proletarya devriminin temel ve en önemli özelliklerini herkesten daha eksiksiz ve tam olarak cisimleştirmeyi başarmıştır. Sverdlov yoldaşın proletarya devriminin bir önderi olmasında, bu başarısının payı, belki de onun devrim davasına olan sonsuz bağlılığından bile fazladır.” (Lenin)

K

lavdiya Sverdlova, kaleme aldığı “Sverdlov: Urallı Delikanlı” adlı biyografik romanında, hayat arkadaşı Yakov Mihayloviç Sverdlov’un devrimci mücadeleyle dolu yaşamını anlatıyor. Romanda Sverdlov’un devrime olan inancı ve bu yolda bin bir türlü zorluklarla karşılaşmasına rağmen yaşamının son nefesine kadar verdiği mücadeleden hiçbir koşulda vazgeçmeyişi anlatılıyor. Disiplini, örgütçülüğü ve devrimciliğiyle örnek bir Bolşevik olan Sverdlov, mücadeleyle tanıştığında henüz 16 yaşında bir lise öğrencisidir. Daha çok genç olmasına rağmen devrimci olgunluğuyla bulunduğu her yerde çevresindekilere örnek olur. Bir çekim alanı oluşturarak çevresine topladığı gençlerle birlikte kitap okurlar, eğitim çalışmaları yaparlar. Sverdlov bulunduğu her yerde Marksist fikirlere sonuna kadar sahip çıkar. Çok geçmeden illegal çalışmaya başlar ve Iskracı olur. Sverdlov, çok yönlü devrimcili-

42

ği ve örgütçülüğü göz önüne alınarak, henüz 21 yaşındayken Merkez Komite tarafından tüm Ural parti örgütlerinin sorumlusu olarak atanır. İleride hayat arkadaşı olacak Klavdiya Timofeyevna’yla da ilk olarak Ural’da tanışırlar. Bu genç adamın bitmek tükenmek bilmez enerjisiyle birlikte Ural’daki tüm parti örgütlerinde gözle görünür bir canlanma yaşanır. Sverdlov Ural’a geldiği ilk dakikadan itibaren çalışmalarına başlar. Düzenli olarak işçilerin evlerini ziyaret eder. Kısa sürede işçilerin güvenini kazanır. Bunun üzerine jandarmaların ve gizli polis Ohrana’nın da ilgisini çekmeye başlar ve sürekli takibe alınır. Sverdlov birçok tutuklama girişiminden ustaca kurtulmayı başarır ama en sonuncu girişimde Çarın adamları hazırladıkları planla Sverdlov’u esir düşürmeyi başarırlar. Sverdlov birçok kez tutuklanmasına rağmen ilk defa 10 Haziran 1906’da mahkûm edilip hapse konulur. Bu tarihten itibaren Sverd-

lov’un 1917 Şubat devrimine kadar sürecek olan hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne gideceği yıllar başlamış olur. Ama Sverdlov konulduğu her hapishaneden ve gönderildiği her sürgünden kaçmayı başarır. Hiçbir zaman devrim mücadelesine olan inancını yitirmez. Hapishanelerde ve sürgünlerde her gittiği yerde hemen örgütlenmeye koyulur. Kendini geliştirmek için teorik çalışmalarda bulunur ve katıldığı toplantılarda yoldaşlarına teorik bilgiler aktarır. Sverdlov esas olarak kendi teorik gelişimini hapiste kaldığı yıllarda gerçekleştirir. Gündüzleri yoldaşlarıyla görüşür, geceleri ise Marx’tan ve Lenin’den eserler okuyarak kendini teorik olarak geliştirir. Sürgüne yeni gelenlerden güncel olaylara dair bilgi alır, bulunduğu yerlerde kendine ve yoldaşlarına eğitim programları hazırlar. Tüm sürgün bölgeleriyle iletişim kurmaya çabalar ve Rusya’da yaşanan gericilik dönemine rağmen Bolşevik Partinin yeraltı çalışmalarını canlandır-


maya çalışır. Üstelik bütün bunları yaparken sadece birkaç saatlik uykuyla yetinir. Sverdlov bu çalışmaları olanca gücüyle yaparken birçok hastalıkla da mücadele etmek zorunda kalır. En ufak hastalıkları bile besin yetersizliğinden dolayı çok ağır bir şekilde geçirir. Ama o tüm bunlara rağmen devrimci çalışmasını hiçbir şekilde aksatmaz. Örgütçü kişiliğiyle her gittiği sürgünde işçilerle sıkı dostluklar kurar ve işçi ailelerinin bir parçası olur. Bu sürgünler boyunca eşiyle ve çocuklarıyla geçirdiği kısa sürelerde bir Bolşevikte olması gereken tüm özellikleri sergiler. Çocuklarıyla ilgilenmek için sabah çok erken saatlerde kalkar, kahvaltı hazırlar, çocukları giydirir ve onlarla oyunlar oynar, çamaşırları yıkar ve ardından örgütlenme çalışmaları için evden çıkar. Sverdlov ev içerisinde yapılan birçok işi eşine bırakmaz ve kendi üstüne alır. Çünkü Sverdlov şunun bilincindedir, “gerçek Bolşevikler sadece lafta değil, tersine aile içindeki gerçek yaşamda, kadının kişisel yaşamda eşitliği ve ev işlerinden özgürleştirilmesi için de mücadele ederler”. Bütün bu işler Sverdlov’un parti çalışmalarına hiçbir şekilde engel olmaz. Şubat 1917’de Çarlığın yıkılmasıyla birlikte Sverdlov’un sürgün yaşantısı biter. Hiç vakit kaybetmeden, önce Krasnoyarsk’a, ardından Petrograd’a, daha sonra Ural’a ve tekrar Petrograd’a gider. Buraya geldiğinde uzun süredir büyük bir istekle buluşmak istediği Lenin’le görüşür. Ardından parti kongresi yapılır. Rusya’nın dört bir yanından Bolşevikler buraya gelir. 1912 yılından bu yana yenilenmeyen Merkez Komitesi seçimi yapılır ve Sverdlov da MK’daki yerini alır. Hemen ardından Sverdlov’a Merkez Komite Sekretaryasını yönetme görevi verilir. Sverdlov tüm Rusya’nın yerel örgütlerinden gelen yüzlerce mektubu inceler ve her fırsatta işçilerle bir araya gelir. Ancak bu dönemde de düzenli beslenmez ve sadece birkaç saat uyur. Bu görevine Ekim günlerine kadar devam eder. Nihayet devrim gerçekleşmiştir. Bolşevikler uzun

Kitap Dünyası

marksist tutum

yıllar süre gelen illegal örgütlenme sayesinde proletarya içinde kök salmış ve sonunda proletarya zafere ulaşmıştır. Eski düzen yıkılmış, yerine işçilerin iktidarı ve yönetiminde yeni bir düzen gelmiştir. Devrimden sonra sovyetler toplanır ve Bolşevikler tarafından Sverdlov Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi Başkanı olarak seçilir. Sverdlov için esas iş şimdi başlar. Devrimden sonra pek çok pratik işi örgütlemekle ve kotarmakla artık o görevlidir. “İllegal çevre sayesinde, illegal devrimci çalışma sayesinde, hiç kimsenin Y.M. Sverdlov kadar bünyesinde bütünleştirmediği ve temsil etmediği bu pratik okul sayesinde, yalnız bu yolda, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetinin en yüksek temsilcisi, geniş proleter kitlelerin en iyi örgütleyicisi olabilirdi” diyordu Lenin. Sverdlov’un yeni göreviyle birlikte eski görevleri de devam eder. İllegal mücadele yılları sırasında kazandığı birçok özelliğini işte şimdi tam anlamıyla sergiler. Ülkenin dört bir yanından gelen mektuplara cevaplar yazar ve acil yardım isteklerine çözümler bulur. Lenin de dâhil Sverdlov’un etrafındaki bütün yoldaşları onun bu pratikliğine ve hafızasına hayran kalırlar. İllegal çalışma yıllarında tanıdığı yoldaşlarını çok iyi bir şekilde inceleyip onları en uygun görevlere atamaya çalışır. Tabii bu atamalar sırasında hatalar yapar, ama Sverdlov yaptığı hataları düzeltmesini bilir. Sadece MYK Başkanı olarak görev belirleme değil birçok pratik işi halletmek için kendisi de birçok yere yolculuk yapar. Yolculuklarına ve

işçilerle olan buluşmalarına geç kalmamak için elinden gelini yapar. Ama tüm bunlar Sverdlov’u çok yorar. En sonunda dayanamayarak yatağa düşer ve bilincini kaybeder. Lenin onu görmek ister ama buna izin verilmez. Daha sonra Sverdlov’un durumunun ağır olduğu haberi gelir ve Lenin’i hiçbir kuvvet durduramaz. Lenin Sverdlov’un başucunda beklerken Sverdlov gözlerini açar ve 15 dakika boyunca öyle kalır. Ardından Sverdlov’un cansız eli Lenin’in ellerinden kayar gider. Lenin Sverdlov’un ölümünden sonra şöyle diyordu: “Örgütlenme, insanların seçimi ve onların çeşitli kesimlerdeki sorumlu görevlere atanması konusunda Sverdlov yoldaşın tek başına gerçekleştirdiği çalışmayı, onun tek başına yönettiği büyük faaliyet dallarından her birine onun çizdiği yoldan gidecek bir grup insan atasak ancak gerçekleştirebiliriz.” Ekim Devriminin ve Bolşevik Partinin en özverili neferlerinden biri olan Sverdlov ne yazık ki çok tanınan bir devrimci değil. İşte tam da bu noktada Klavdiya Sverdlova’nın yazdığı “Sverdlov: Urallı Delikanlı” biyografik romanı genç devrimcilere iyi bir kaynak oluşturuyor. Romanda, bir devrimcinin nasıl kendi kendini geliştirebildiğini, nasıl disipline olduğunu ve kendi kendini nasıl örgütlediğini çok açık bir biçimde görüyoruz. Sverdlov disiplini, örgütçülüğü, devrimciliği ve Leninist fikirlere olan inancıyla genç devrimcilere örnek olmaya devam ediyor.

E.K.

43


Kasım 2009 • sayı: 56

marksist tutum

Kumarhaneler ve Kapitalizm K

apitalist sömürü düzenin özelliklerini saymaya kalktığımızda hiç zorlanmıyoruz. Açlık, yoksulluk, savaş, yıkım, yozlaşma gibi kavramlar denilince akla gelen kapitalizmdir. Aslında çok basit bir özelliği daha var kapitalizmin: “Ne ki kâr sağlıyorsa o mubahtır.” Sistemi ayakta tutan, sermayesine sermaye katan kârdır ve kâr için her şey yapılmalıdır. İnsanların ölmesi, aç kalması, doğanın tahrip olması hiç önemli değildir. Bir taraftan bu temel üzerinden işleyen sömürü düzeni, diğer taraftan da yaptıklarının üstünü örtmek için ahlâki ve yasal birtakım maskelere ihtiyaç duyar. Hemen her toplumda şiddet, fuhuş, kumar vb. hoş karşılanmayan şeylerdir. Ancak bunlar, aynı zamanda kapitalistlerin çok para kazandıkları sektörlerdir de… Devlete vergini ödedikten sonra kumar oynatman ya da fuhuş yaptırman önemli değildir. Yasal çerçeve içinde bunların yapılması ve kâr elde edilmesi de son derece mubahtır. Bugün dünyada kumardan devletlere ödenen vergi 70 milyar dolardır. Bu paranın 30 milyar doları da ABD ve Kanada tarafından paylaşılmaktadır. Üstelik devlete ödenen bu vergi mevcut kârın bir kısmıdır. Dünyada açlığın bitirilmesi için gerek para yalnızca 13 milyar dolarken, kumar sektöründe dönen para miktarı yaklaşık 1 trilyon dolardır. Peki, bu para nereden elde edilmiştir? Gökten zembille inmediğine göre bu paranın bir kaynağı olmalıdır. Kumarhanelerde milyon dolarlarını konuşturan zenginler bu paraları nereden almışlardır? Tabii ki işçi sınıfının sırtından elde ettikleri artı-değerden. İşçi sınıfının en küçük bir talebine bile hayır diyen sömürücüler sınıfı, iş kumara gelince milyon dolarları havada uçuşturmaktadır. Oysa bu paralarla insanlık için birçok şey yapılabilir. İstemediğimiz kadar okul, hastane, kreş, konut, yol, sosyal tesis vs. daha binlerce şey. Ancak bu paralar devletlerin yasal şemsiyesi altında elden ele dolaşmaktadır. Mesele yalnızca kumarhanelere göz yumulması değildir. Bütün devletler bu sektörü kirli işlerini finanse etmek için kullanmaktadır. Zaman zaman TV’lerde kumarhanelere yapılan operasyonlara şahit olmaktayız. Ne var ki bu operasyonların maksadı kumarı bitirmek değil, denetim dışına çıkmış bu muazzam miktardaki paranın denetim altına alınması ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasıdır. Ayrıca bu kara paralarla işçi sınıfının mücadelesini kırmak için örgütlenen faşist çeteler de finanse edilmektedir. Bunun en büyük örneği kuzey Kıbrıs’tır. Türkiye’deki faşist çetelerin önemli finans kaynaklarının başında kuzey Kıbrıs’taki bu kumarhaneler gelmektedir. Her şey bir yana, kapitalist düzenin kendisi bizzat büyük bir batakhanedir. Kumarhaneler de bu batakhanelerin gözelerinden yalnızca bir tanesidir. Bu bataklık kökünden kurutulmalıdır. Kurutacak yegâne güç ise devrimci işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı balyozu eline aldığı gün bataklıktan beslenen sineklerin vızıltısı tarihe karışacak, sömürünün, açlığın, savaşın mubah olmadığı, insanca yaşanacak bir dünya kurulacak. Yaşasın sınıf mücadelesi! Kahrolsun kapitalizm! Gazi Mahallesi’nden bir işçi

44

Q, X, W Yasağı Devam Ediyor K

ürtçe sözcüklerde kullanılan Q, X, W harfleri üzerindeki yasakçı ve çifte standartlı uygulamalara bir yenisi geçtiğimiz günlerde Tunceli’de eklendi. Helin Gültekin Yılmaz ve eşi, iki aylık bebeklerine nüfus cüzdanı çıkartmak için Tunceli Nüfus Müdürlüğüne gittiler. Çocuklarına Hawar Kendal ismiyle nüfus cüzdanı verilmesini istediler. Tunceli Nüfus Müdürlüğü isimdeki “W” harfi nedeniyle Yılmaz ailesine bu isimle nüfus cüzdanı vermedi. Nüfus memuru, Yılmaz ailesine Hawar isminin yasak olduğunu, bu nedenle çocuğa bu isimle nüfus cüzdanı çıkaramayacaklarını söyledi ve çocuğa başka bir isim vermelerini istedi. Ancak anne Helin Gültekin Yılmaz iki aylık çocuğuna Hawar Kendal isminin dışında başka bir isimle kimlik çıkarmayacağını söyledi. Aynı memur, anneye “çocuğa kimlik çıkarmazsan sana para cezası verirler” dedi. Anne ise, memura, “para cezası verirlerse öderim ama Hawar ismini kabul ederseniz kimlik çıkarırım. Ben çocuğuma istediğim ismi koymak istiyorum, neden yasaklıyorlar? Başbuğ deseydik kabul ederlerdi. Yani oğluma Başbuğ ismini mi verseydim?” diye sordu. Helin Gültekin Yılmaz kendisinin yasaklar içerisinde büyüdüğünü ve ismi nedeniyle yaşadıklarını şöyle anlattı: “1994 yılında Mazgirt’in bir köyünden Dersim merkeze dönüyorduk. Dersim girişinde kimlik kontrolü yapılıyordu. Bir sivil polis gelip kimliğimi istedi, adımın Helin olduğunu görünce bana, «senin kimliğin sahte mi, adın neden Helin?» diye sordu. Ben de hayır sahte değil deyince kimliğimi yırtıp attı. Bu yüzden iki ay kimliksiz dolaştım. Ben yasaklar içinde büyüdüm. Ama çocuklarım yasaklar içinde büyümesin istiyorum. Onlar özgür olsun. Kürt açılımından söz ediliyorsa bunun pratikte de gösterilmesi gerekiyor. Tarih boyunca Kürt halkına her şey yasaklandı. Bir anne olarak artık bunların yaşanmasını istemiyorum. Bizim de dilimiz kimliğimiz özgür olsun. Bunun olması için de Kürtçenin anayasal güvenceye alınması gerek.” Hawar Kürtçede çığlık, Kendal eşik anlamına geliyor. Hawar Kendal daha iki aylık bir bebekken TC devletinin Kürtlere karşı yasakçı ve çifte standartlı uygulamalarıyla karşı karşıya kaldı. Q, X, W harflerini dünyada neredeyse kullanmayan ülke yok. Q, X, W harflerini birçok şekilde kullanan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Bunun için yüzlerce örnek vermek mümkün. Örneğin dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de internet kullanan herkes “www”dan dolayı W harfini kullanır. Bilgisayar kullanıcılarına hangi tip klavye kullandıkları sorulsa tümü Q klavye yanıtını verir. Ya da “Show TV” kanalı yıllardır o isimle yayın yapmaktadır. Ama Show TV kanalının isminde “W” harfi var diye kapatıldığını görmedik. Bunun sayısız örneği mevcuttur. Yani devletin Kürtlere karşı ikiyüzlü, çifte standartlı politikaları yıllardır aynı şekilde devam etmektedir. Bir emekli işçi


sayı: 56 • Kasım 2009

Yeni-Osmanlıcılık Haritalarda

İ

stanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü 2009-2010 eğitim ve öğretim dönemine yeni bir proje ile başladı. Şimdilik pilot bölge olarak seçilen İstanbul’da uygulanan projenin adı “Veli Eğitim Projesi”. Proje ilköğretime başlayan öğrencilerin velilerine yönelik hazırlanmış. Velilerin eğitimi için hazırlanan bu proje skandal bir harita ile gazetelere yansıdı. Proje kapsamında hazırlanan eğitim CD’lerinde Türkiye’nin sınırları yeni bir harita ile belirlenmiş. Bu haritada Türkiye sınırları içine, Kerkük, Musul ve Erbil’in yanı sıra Batum, Nahcivan ve Kıbrıs’ın tamamı dâhil edilmiş. Bir önceki İl Eğitim Müdürü Ata Özer tarafından hazırlatılan bu projedeki haritanın kaynağı hakkında herhangi bir açıklama yapılmadı. Yeni İl Eğitim Müdürü Muammer Yıldız harita hakkında soruşturma başlattıklarını ifade etti ve “farklı tartışmalara neden olabilecek büyük bir yanlış” dedi. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğünde, çizilen yeni harita konuşulurken Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da yeni eğitim ve öğretim sezonunun ilk dersi-

marksist tutum

nin demokratik açılım olacağını belirtti. Çubukçu, talimatında, ilk derste ayrımcılıkla mücadele, toplumsal barış ve hoşgörünün işlenmesi gerektiğini vurguladı. Birbirleriyle çelişen bu iki durum bizleri şaşırtmıyor. Yıllardır “komşularımızın topraklarında gözümüz yok”, “yurtta sulh cihanda sulh” diyen egemenler diğer yandan fırsatını bulduklarında “orası eskiden bizim toprağımızdı” demekten geri durmuyorlar. Belli ki, görevden vazife çıkartmayı pek seven bürokratlar da, yeni-Osmanlıcılık tartışmalarının etkisinde kalarak şimdiden öğrencilere Türk yayılmacılığının bilincini aşılamak istemişler. İşçilerin kapitalistlerle hiçbir ortak çıkarı yoktur. Sermayenin yayılma heveslerinden bizim payımıza haksız savaşlarda ölümler, sömürü ve işsizlik düşmektedir. Kardeş Kürt, Ermeni ve Kıbrıs halklarının topraklarının gasp edilmesi ya da emek güçlerinin sömürülmesinde sermaye sınıfı ile hiçbir ortak çıkarımız olamaz. Bizim ortak çıkarımız savaş ve sömürü üzerine kurulu bu sistemin son bulmasıdır. Marksist Tutum okuru bir işçi

Ayda 32 Saat Çalışarak 78 Lira Kazanmak İster misiniz?

M

ersin Üniversitesi kütüphanesinde tam ve yarı zamanlı çalışacak 27 öğrenciyi kapsayan “burs gibi iş” için 700’e yakın öğrenci arkadaşımız başvuruda bulundu. Dilekçelerini Kütüphane Daire Başkanlığı’na ileten öğrenciler, 2 ve 3 Ekim tarihlerinde başkanın kapısında mülakata girmek için uzun kuyruklar oluşturdu. Saatlerce kuyrukta bekleyen Sınıf Öğretmenliği öğrencisi bir arkadaşımız şöyle diyordu: “Mersin Üniversitesinde şu an göze çarpan en önemli sorunlar barınma, kontenjanların artmasıyla yemekhanede sıra gelmemesi, dersliklerin yetersiz olmasıdır. 20-30 kişinin alınacağı bir işe bu kadar insanın başvurması öğrencilerin yaşadığı sıkıntıları bir kez daha gündeme getirdi. Hepimizin işe ihtiyacı var, geçinemiyoruz. Buna çözüm olarak karşılıksız burs verilmesi gerekiyor. Aslında yaşanılan gerçekler genel eğitim politikası sorununun sonucudur.” İşletme bölümü öğrencisi bir arkadaşımız ise, “Sunulan iş imkânının sömürü temeline dayandırıldığı çok açık. Burs aramak için kapı kapı geziyoruz, orada yaşadığımız sıkıntı yetmiyormuş gibi bir de aradıkları inanılmaz şartlar dikiliyor önümüze. Bizlere çalışarak okumak dışında çare bırakmıyorlar. Ama görüyoruz ki, yapacağınız iş çok da ağır değil denilerek emeğimiz göz ardı ediliyor” dedi. Bilgisayar programcılığı okuyan bir arkadaşımız ise, “Özel yurtta kalıyorum, çünkü devlet yurdu çıkmıyor. Orada elektrik, su, yemek parası bizim cebimizden çıkıyor. Geçen yıl okulumu bir yıl dondurarak çalıştım ve para biriktirdim. Bu para kişisel ihtiyaçlarımı karşılasa da kalacak yer ve diğer giderler için çalışmak zorundayım. Ama bize sundukları işin ücreti gerçekten çok düşük. Biz bu şartlarda nasıl okulu bitireceğiz?” dedi.

Mülakattan çıkan bir iktisat bölümü öğrencisi, kendisine sorulan soruları şöyle aktarıyordu: “Ayda 32 saat çalışarak 78 milyon kazanmak ister misin? dediler. ‘Evet’ cevabına karşılık, ‘Her işi yapar mısın? Meselâ tuvalet temizler misin? Dolapları, gelen kolileri taşır mısın’ diye sordular.” Evet “burs gibi iş imkânı”nın kuyruğundakiler bunları söylüyorlardı. İktisattan bir arkadaş da bir yandan şu hesabı yapıyor bir yandan söyleniyordu: “Kütüphaneye 27 öğrenci yerine 5 tane kadrolu memur alınsa aylık maliyet en az 5250 lira. 27 öğrencinin aylık maliyeti ise 2106 lira (ayda 78 liraya 32 saat çalışırsa). Yani yönetimin bu işten kârı aylık 3144 lira. Bu kâr 8 aylık öğretim süresinde 25.152 lira demek. Ki memurlara 12 ay maaş ödemek zorundalar. Yahu kim kime burs veriyor? Onlar mı bize, biz mi onlara?” Mersin’den Marksist Tutum okuru üniversite öğrencileri

45


Okurlarımızdan 12 Eylül 1980 Faşist Darbesini Unutmadık! 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden tam 29 yıl geçti ve tam 29 yıldır Türkiye işçi sınıfı faşizmin yarattığı tahribatın izlerini silebilmiş değil. ’80 öncesinin örgütlü işçi sınıfı patronlara bütün taleplerini kabul ettirirken, şimdi örgütsüzlüğümüz yüzünden pervasızca saldırıyorlar. Peki, nasıl bir süreç yaşandı ki tarihin tekerlekleri böylesine tersine döndürüldü? Bu topraklar, 70’li yıllarda toplumsal kurtuluş düşüncesinin hâkim olduğu, büyük grevlerin yaşandığı topraklardı. Patronlar ise hem düzenlerinin bekası, hem işçilerin kazanımlarını geri alabilmek için orduyu göreve çağırıyorlardı. Takvimler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde Kenan Evren önderliğindeki ordu yönetime sözde “asayişi sağlamak” üzere el koyuyordu. Pek demokratik (!) ordunun iktidara gelir gelmez ilk işi grevleri yasaklamak oldu! Politik olsun olmasın binlerce insanı işkence tezgâhlarından geçirmek, katletmek, sol yayınları susturmak, sendikaları, demokratik kitle örgütlerin kapatmak da ordunun sayısız marifetleri arasındaydı. Onlara sorarsanız ’80 öncesinde kardeş kardeşi vuruyordu; her yerde anarşi vardı! Ama onlar o kadar “düzen Bugünlerde bir “güçlü ordu, güçlü millet” söylemi tutturulmuş gidiyor. Gazetede okuduğum bir habere göre IMF’den 15 milyar dolar kredi alınarak bu paranın yarısı silahlanmaya harcanacakmış. Şu bir gerçek ki, günümüzde silahlanmaya harcanan para aklın sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşmış durumda. Öte yandan “güçlü millet”ten ne anlamamız gerektiğini düşündüğümüzde biz işçilerin daha iyi yaşam koşullarına sahip olması, daha iyi okullarda çocuklarını okutması, insanca koşullarda çalışması gibi bizlerin yararına olan şeyler olmadığını yaşananlardan rahatlıkla anlayabiliyoruz. Çünkü söz konusu olan bizlerin refahı olsaydı, IMF’den gelecek olan para silahlanmadan önce krizle birlikte artan işsizliğe çözüm arayışları için kullanılırdı. Sanırım, “güçlü millet”ten anlamamız gereken şey, patronları daha zengin, dünya piyasalarında rahatlıkla cirit atan, diğer ülkelerin patronlarına sözünü geçirebilen bir devlet. Tabii böyle bir devletin işçileri ne durumda olur, onu da söylemeden geçmeyelim; daha uzun saatler boyunca daha düşük ücrete çalışır ve sosyal haklarını almaz ki patronu daha güçlü olsun! İşin daha can alıcı boyutları da yok değil. Örneğin, TC ordusu Irak’a girer ve TC devleti petrol yatakları konusunda söz sahibi olursa “daha güçlü bir millet” olacağımızı söylüyor egemen sınıf. Oysa bizim çocuklarımız petrol için tanımadığı insanları öldürürken veya kendisi ölürken, bizlerin payına düşen yine açlık, sefalet ve işsizlik olacak. Eğer payımıza düşenin bunlar olmasını istemiyorsak, güçlü milleti değil, dünya çapında örgütlü güçlü bir işçi sınıfını savunmalıyız. Bizler işçi sınıfının evlatlarıyız ve ne patronlarla ne de onların devletleriyle çıkarlarımız ortak olabilir. İşçileri tüm dünyanın bir amaçta birleşin, dünyadaki nimetleri hep beraber paylaşın! Gazi Mahallesi’nden bir büro işçisi

46

sever”lerdi ki toplumun her kesimini sindirdiler. Ailelerimiz bugün hâlâ işçi sınıfının o günlerdeki ihtişamlı örgütlülüğünü anlatmaya korkuyor. Oysa sisteme karşı durmayarak onun pisliklerinin içinde yaşamak en büyük işkencedir. İşçi hareketi ezilirken egemenler zafer çığlıkları atıyorlardı. “Öyle bir nesil yetiştireceğiz ki ne sizi ne de vermiş olduğunuz mücadeleleri hatırlayacaklar” diyorlardı. Doğru! Bugün sınıf bilincinden yoksun milyonlarca işçi kardeşimiz var. Ancak egemenlerin hesaba katmadıkları bir şey var; inançlı devrimciler yeniden genç nesillere sınıf bilinci aşılıyorlar ve şanslı olan bizler de bu bilinci diğer işçi kardeşlerimize taşıyoruz. Sınıfsız bir dünya uğruna dönülmeze giden öncü işçiler ve devrimciler, sizler rahat uyuyun! Sizi de onurlu mücadelenizi de unutmayacak ve unutturmayacağız. Sizler mücadelemizde yaşayacaksınız. Tıpkı işçi sınıfının var oluşundan bu yana yürüttüğü savaşımda yer almış olan diğer sınıf kardeşlerimiz gibi, sizler de dünyayı doruktan seyreden bir öğle güneşi gibi yücelerden yüce duruyorsunuz. Sizler ölmediniz. Selam olsun sizlere, selam olsun bugünün ve geleceğin mücadeleci işçilerine! Gazi Mahallesi’nden bir kadın işçi

Nobel Barış Ödülü Obama’ya Kapitalist sistem çürüdükçe daha pis kokular yaymaya devam ediyor. Nobel ödülleri dağıtılırken o kadar pervasızlaştılar ki, sürekli uyuttukları kitlelerden bile “yuh, daha neler!” şeklinde tepkiler almaya başladılar. En son Nobel Barış ödülü ABD Başkanı Barack Obama’ya verildi. Peki Obama ne kadar barış yanlısı? Seçim döneminde ve sonrasında Guantanamo’nun kapanacağını söylemişti ama hâlâ orada tutsaklar bulunuyor ve çok kötü koşullarda yaşıyorlar. Yapılan işkenceler ve insanlık dışı uygulamalar pek çok yerdeki gizli Guantanamolarda devam ediyor. Bush döneminde Irak’a özgürlük götüreceği iddia edilen askerlerin bölgeden çekileceğini belirten Obama hâlâ Irak’ta asker bulundurmaya devam ediyor. O kadar barış yanlısı ki, Afganistan ve Pakistan’da binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın evlerini, topraklarını terk edip mültecileşmesine neden oldu. Obama’nın bu yaptıkları gerçekten Nobel Barış Ödülünü almaya hak kazandırıyorsa, düşünüyorum da “Savaş ödülü” kime verilecek acaba! Burjuvazinin bütün kurumları o kadar iğrenç işliyor ki, bıraktık barış için çaba gösteren birine ödül vermeyi, savaş tamtamları çalanlara “barış ödül”ü veriyor. Egemen sınıfın barıştan ne anladığı açıkça ortada. Barış onlar için sermayenin çıkarları temelinde söylenmiş olan boş bir sözdür sadece. Gerçek anlamda barış, kapitalist sistem işçi sınıfının ve ezilen halkların vereceği mücadeleyle tarihin sayfalarına gömülünce gelecek. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kuruluncaya dek barış gelmeyecek. Barış, örgütlü mücadeleyle gelecek! Dünyaya Barış İşçilerle Gelecek! Esenler’den bir metal işçisi


Okurlarımızdan Devletin Okulu Değil, “Devletimizin Okulu” Diyeceksin! Yaz tatili bitti ve okullar açıldı. Benim okuduğum okul eski bir okuldu ve yıkılacaktı. Bu nedenle ben de dâhil olmak üzere okulun tüm öğrencileri başka bir okula geçmek zorunda kaldık. Siyasetten her fırsatta uzak durmamızı öğütleyen öğretmenlerimiz daha okulun ilk günlerinde kendi siyasetlerini yapmaya başladılar. Ders zili çaldı ve sınıflarımıza yerleştirildik. Öğretmenimiz sözlerine şöyle başladı: “Biz bu okulda misafiriz, okulumuzu en iyi şekilde temsil etmemiz gerekiyor. Bu nedenle okulu temiz tutmamız ve bize yakışır bir şekilde davranmamız lazım.” Sözlerini bitirdikten sonra bir arkadaşımızı ayağa kaldırarak sordu: “Söyle bakalım bu okul kimin okulu?” Arkadaşımız da “devletin okulu” diye cevap verdi. Öğretmenimiz bu cevaba nasıl bir yorum yaptı dersiniz? “Hayır devletin okulu değil, devletimizin okulu diyeceksin! Bu devlet olmasaydı biz bu olanaklardan yararlanamazdık. Burada yaşayan herkes Türktür ve başka bir millet yoktur. Aramızda ben Türk değilim diyen varsa çıksın ortaya da görelim bakalım?” O anda tüm cesaretimi toplayıp ayağa kalktım. “Öğretmenim ben Türk değilim Kürdüm” dedim. Sınıftaki arkadaşlarım kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. “Hayır, sen Kürt falan değilsin Türksün. Bu ülkede ya-

şayan herkes Türktür” dedi öğretmenimiz. Ben de, “bence yanılıyorsunuz, bu ülkede birçok millet yaşıyor ve ben de Kürdüm” dedim. Öğretmenim “sen çok konuştun, otur bakalım yerine” diyerek beni azarladı. Ardından ekledi: “Bugün aramızda bazı sazanlar var, her lafa atlıyorlar.” Öğretmenim dediğim kişi beni susturmak için alay etti. Ama ben hiç utanmadım. Çünkü mesele benim Kürt olmam değil. Ben Ermeni de olabilirdim, Rum da. Ben küçük yaştaki insanlara bile aşılanmak istenen o milliyetçilik zehrine karşı olduğum için konuştum. Ben daha ortaokula gidiyorum. Görüyorum ki burjuvazi bizleri kendi sistemine göre çok güzel “eğitmeyi” biliyor. Bilinçlerimizi bulandırıp, büyüyünce kendisine hizmet edecek kişileri yetiştirmeye çalışıyor. Büyük ölçüde de başarıyor. Ama ben böyle bir eğitim istemiyorum. Bizlerden gizlenen gerçekleri öğrenmek istiyorum. Öğrenmekle kalmayıp arkadaşlarıma da öğretmek istiyorum. Çünkü biliyorum ki dünyadaki tüm değerleri yaratan işçilerdir. Benim babam da bir işçi ve nasıl emek harcadığını görüyorum. Emeklerinin karşılığını alamıyor, tıpkı diğer işçiler gibi. Biz bu kötü koşullarda yaşamayı değil insanların mutluluk ve kardeşlik içinde yaşadığı güzel bir dünyada yaşamayı hak ediyoruz. Ancak, böylesi bir dünyayı, eğer işçiler ve işçi çocukları mücadele saflarında örgütlü gücümüzü büyütürsek yaratabiliriz. Gebze’den bir ortaokul öğrencisi

Ulaşım Sorunu İşe geç kaldığım için otobüse binmiştim. Aslında binmiştim de diyemem, çünkü vücudumun yarısı otobüsün içinde, yarısı ise dışında kalmıştı. Neyse ki otobüs yol aldıkça zorla içeri girmeyi başardım. Ama içeri girince keşke dışarda kalsaydım demeye başladım. Kapıya sıkışma sonucu ağzıma geleni saydım ama kimin umurunda, insen bir dert binsen bir dert. Tam Aziz Nesin’lik bir olay bu sabahları otobüs yolculuğu yapmak. Lanet olsun dedim, her yerde biz emekçiler hayvan muamelesi görüyoruz. İnsanlar tıka basa üst üste binmiş durumda, bu sistem insanların en temel sorunlarını dahi çözemiyor. O kudretli kapitalizm bu basit sorunlarda bile böyleyse acaba başka konularda nasıl? Biliyoruz ki sabahları otobüslere olan talep daha fazla. Haliyle sabahları otobüs sayısının arttırılması gerekir ki insanlar daha kolay ulaşım sağlasınlar. Ama bizleri kim insan yerine koyuyor ki? Hayvan gibi doldurdukları araçlarda biz işçiler yeri geldiğinde tek ayak üstünde yolculuk yaparken, kimileri de özel araçlarına tek kişi kurulmuş müziğini dinleyerek yol alıyor. Ne kadar çelişkilerle dolu bir sistem! Bu otobüs yolculuklarında, kimimizin öne doğru elden ele uzattığımız akbilleri geri dönmüyor, kimisinin parası geri dönmüyor vs… Özellikle kadın yolcular için durum daha da vahim. Her yerde olduğu gibi burada da işçi kadınlar kendilerini zor taşıdıkları gibi bir de tacize uğruyorlar. Oysa en azından sabahları otobüs sayısı arttırılsa bu sorun kısmi olarak bile olsa çözülür, ama ne yazık ki kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Bu sistemde önemli olan insanın rahatı ve sağlığı değil birilerinin daha fazla kâr etmesidir. Yani daha az otobüsle daha fazla para. Nasılsa kimseden ses çıkmıyor, nasılsa herkes örgütsüz, yol yolabildiğin kadar! Kapitalist sistem sorun çözmek yerine her geçen gün sorun üretmeye devam ediyor. Biz işçilerin en temel sorununda bile çözüm üretmeyen bu kapitalist sistemin hiç de yaşama hakkı yoktur. Şundan eminim ki tüm sorunlar gibi ulaşım sorunu da gerçek anlamda bir işçi iktidarı altında çözülebilir. Herkese parasız ulaşım hakkı! Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sosyalizm! Kıraç’tan bir işçi

Bir hayat önümüze konulmuş. Ayaklarına zincir bağlanmış yaralı bir kuş gibi iki adımdan ileri atamadığımız bir hayat. Kim ayaklarındaki zinciri çıkarıp koşmak istemez ki? Ama kapitalist sistem bu zinciri kendine göre kilitlemiş. İnsanlar bu zinciri kırdıklarında sanki daha kötü bir hayat olacakmış gibi suskunluğunu sürdürüyor. Oysa zaman bu zamandır, zincirleri kırmanın, haykırmanın ve özgürlük için koşmanın zamanıdır. Onlara işçi sınıfının gücünü göstermenin, çalınan yaşamlarımızı geri almanın zamanıdır. İnsanca ve onurlu bir hayat sürdürebilmek için mücadelede emin adımlarla yürümenin zamanıdır. Bu sistemi yıkmak zor değildir. Tek derdimiz bilinçlenmek ve gücümüzü ortaya koyabilmektedir. Bu dünyada kirli yüzlü ama gözleri umut dolu olan çocuklara daha güzel ve yaşanılabilir bir dünya yaratabilmek için mücadele etmeliyiz, kapitalist sistemi yıkmalıyız. Marksist Tutum okuru bir işçi

47


Okurlarımızdan İnsan Bu Asgari Ücretle Yaşayabilir mi? Bu aralar TV’lerde, gazetelerde, üst geçitlerde, internette vs. “İnsan Ne İle Yaşar?” sorusu yazılı olan bir reklam afişiyle karşılaşıyorum. Mutlu insanların resimlerinin olduğu reklam panoları içimi daha bir karartıyor. Televizyonu açtığımda bu soruya cevaplar veriliyor, ama ben merak edip kendi yaşantımda bu soruya cevap aramaya çalıştım. Bir depoda asgari ücretle çalışan bir işçiyim. Aldığım ücret tam 546 lira. Türkiye’de işçilerin neredeyse yarısından fazlası bu asgari ücretle çalışmaktadır. Eylül ayı itibarıyla açlık ve yoksulluk rakamları da açıklandı. Açlık sınırı 750 lira, yoksulluk sınırı da 2442 lira olmuş. Bunlar dört kişilik bir ailenin geçinebilmesi için açıklanmış rakamlar. Bir kişinin yoksulluk sınırı olarak açıklanan rakamsa 1419 lira. Bir ailenin sadece mutfak harcamaları da 608 lirayı buluyormuş. Benim de bir ailem var. Okutmaya çalıştığım bir kızım var. Okullar yeni açılmasına rağmen borç harç, yaptığım harcamalar 500 lirayı aştı. Bu yapılan harcamalar her şeyin asgari tutulmasıyla oldu. Tabii ki yiyecek, giyecek, kira, elektrik, su, yakacak, sağlık, ulaşım ve diğer harcamalarımdan da kısmak zorundayım. Hepimizin hemen hemen her gün yaptığı matematik hesaplarıyla kafanızı daha fazla yormak istemiyorum. Ama aldığımız bu 546 lira asgari ücretle insan gibi yaşanılamayacağı gün gibi aşikâr. Biz ömrümüzü harcadığımız işyerlerinde çalışıp patronlarımızı zengin ederken onların bize reva gördükleri yaşam işte bu! Açlık sınırı bile 750 lira iken biz asgari ücretliler hangi sınıra dâhil ediliyoruz bir bilen varsa bana da söylesin. “İNSAN ASGARİ ÜCRET İLE YAŞAYABİLİR Mİ?” sorusuna belki de çeşitli cevaplar verebiliriz. Ama bu sorunun tek bir cevabı vardır. “İNSAN BU ASGARİ ÜCRET İLE YAŞAYAMAZ!” Bu ücrete layık görülerek, insan yerine bile koyulmadığımız ortadadır. Ne yoksulluk ne de açlık sınırı, hangi sınırda olduğumuz bile belli değil. Hayatını sürdürebilmek için çalışmak ve emeğini satmaktan başka çaresi olmayan bizler, bu muameleye daha ne kadar sessiz kalmayı sürdüreceğiz? Sorunlarımız ortak olduğu gibi çözüm yolumuzun da ortak olduğunu bilmeli ve ona göre davranmalıyız. İhtiyaçlarımızı rahatça karşılayabileceğimiz bir ücret için taleplerimizi yükseltmeliyiz. Eğer insan gibi yaşanacak bir dünya ve insan gibi yaşamak istiyorsak, mücadele etmeliyiz. Bize bu ücreti layık görenlerden hesap sormalıyız. Maltepe’den bir Marksist Tutum okuru

Selam Marksist Tutum okurları. Biz fabrikada çalışan işçileriz. Çalıştığımız fabrikada her gün patron tarafından yeni bir kural çıkartılıyor. Ramazan nedeniyle, gündüz vardiyasındaki sabah çay paydosumuzu kaldırdılar ve öyle bahaneler uydurdular ki biz işçileri açıkça aptal yerine koydular. Bahaneleri şuydu; işçiler oruç tuttuğu için performansları düşüyor, yeterli verimi alamıyorlarmış. Bunun için de 10 dakika çay paydosunu düşen performansa ekliyorlarmış. Yani böylelikle düşen üretimi arttırmaya çalıştılar. Fakat hiç ara vermeden, dinlenmeden öğlen paydosuna kadar çalışan bizlerin gücü iyice tükeniyor. Oruç tutan işçi arkadaşlarımız bayılacak hale geliyorlar. Çalıştığımız fabrika çok sıcak ve bu sıcakta hepimiz yorgun düşüyoruz. “Değerli” patronumuz sözde bizi düşündüğü için, rahat çalışalım, terlemeyelim diye fabrikaya havalandırma sistemi yaptırmaya karar verdi. Havalandırmayı yaptırdı. Fakat fabrika daha sıcak ve nefes alınamayacak bir duruma geldi. Çünkü önceden kapılar ve camlar açılıyordu. Havalandırma yapılınca patronun emriyle her taraf kapatıldı. Çalıştığımız yer havasız kaldı, çünkü bu havalandırma sistemi içeriyi soğutmak için tasarlanmamış, robotlardan çıkan buharı çekmesi için yapılmış. Artık dayanamayıp iyice tükendiğimizde ve müdüre gidip kapıları ve camları açın biz çalışamıyoruz dediğimizde, müdürün verdiği cevap şu oldu: “Kapıları açamayız, patronun emri, havalandırmaya

48

Merhaba dostlar, söze nereden başlayayım bilmiyorum. Hani hep derlerdi ya garantilidir devlet işi diye meğerse orada da garanti yokmuş, yarınımız belli değilmiş. Esenyurt belediye işçilerinden görüyoruz bunu. Bugün orada 16 kardeşimizin işine son verilmiş. Sırf sendikalı oldukları için. Bu işçiler ilerde başımıza dert olur diye, işçilere adamakıllı bir neden gösterilmeden işten attı belediye. Bunun nedenini ben açıklayayım; karşılarında 16 inanmış yürek ve arkalarında binler var onlara destek veren. Her gün sabah 8’den akşam 6’ya kadar belediye önünde oturma eylemi yapıyorlar, haklarını arıyorlar ve kazanacaklar da. Ama bilmem farkında mısın işçi kardeşim, hep ezilen işçi sınıfı, bulunduğu yer neresi olursa olsun. O yüzden uzun lafın kısası, işçi sınıfı birleşmeli, gücünün farkına varmalı ve onu ezmeye çalışanlara öyle bir ders vermeli ki, sömürücüler biz kimmişiz görmeli. Esenyurt’tan bir işçi

elli milyar masraf yapıldı ve bu nedenle de bundan sonra açılmayacak.” Fabrikada her gün 8 saat çalışıyoruz ve bu 8 saat içerisinde ölmeyelim diye sadece 30 dakika yemek paydosumuz var. Geriye kalan bütün saatleri hiç durmadan patron için çalışıyoruz. İşyerimizin koşulları işçi sınıfının tarihinden öğrendiğimiz 1800’lü yılların koşullarına benziyor. Kapitalistlerin yarattığı işsizlik her gün artıyor. Çalışan işçiler işsiz kalmayalım diye bütün kötü koşullara boyun eğip sadece karın tokluğuna çalışıyor. Peki, bu yaşanası dünyaya bütün kötü koşulları yaşamak için mi geldik? Halbuki her şeyi biz üretirken, dünyanın çarkını biz döndürüyorken, patronları zengin ediyorken, neden biz sefalet içinde yaşıyoruz? Şunu bilelim ki biz işçiler olmadan patronlar sınıfı olamaz, onlar biz üretmeden, bizim sırtımızdan geçinmeden yaşayamazlar. Ama patronlar olmadan biz işçi sınıfı yaşayabiliriz ve hatta güzelliklerle dolu, insanların aç kalmadığı bir dünya kurabiliriz. Patronlar için dönen çarkı geri çevirebiliriz. Bütün bu güzellikleri istiyorsak fabrikalarımızda örgütlenmeliyiz. Üretimden gelen gücümüzü kullanmalıyız. Eğer biz işçiler bir araya gelip örgütlenmezsek, bu sistemin yarattığı bütün kötü koşullara hep maruz kalacağız. Yani ya örgütlüyüzdür ve her şeyizdir ya da örgütsüz ve hiçbir şeyizdir. İkitelli’den bir grup tekstil işçisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.