Şovenizme ve İç Savaş Kışkırtıcılığına Geçit Vermeyelim! Aralık 2009
• Sürekli devrim üzerine /1 • Dersim katliamı ve Kemalizm • İkiyüzlüler demokrasisi
57
• Berlin Duvarı’ndan bugüne • GDO’lara nasıl bakmalı? • Psikolojik savaş
İkiyüzlüler Demokrasisi Oktay Baran
K
riz dönemleri yalnızca sömüren burjuva sınıf ile sömürülen işçi sınıfı arasındaki çatışmanın değil, aynı zamanda bizzat burjuvazi içerisindeki rekabet ve çatışmanın da arttığı dönemlerdir. Bugün bu gerçekliği, ekonomik-toplumsal-siyasal yaşamın tümünde görmek mümkündür. Dahası, burjuva siyasal arenada cereyan eden olayları tam da bu açıdan değerlendirmek, işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasal çizgisini savunabilmenin önkoşuludur. Türkiye özgülünde tarihsel bir temeli olan burjuvazi içindeki güç ve hegemonya kavgası krizden bağımsız olarak zaten epey bir süredir mevcuttur. Çatışan burjuva kanatlar, işçi sınıfına da burjuva ayrışmalar, çatışmalar ve rekabet temelinde bölünmeyi ve iki burjuva kamp temelinde saflaşmayı dayatıyorlar. Burjuva kamplar arasındaki çatışmanın temelinde hiç kuşku yok ki, iktisadi güç ve siyasal iktidar savaşımı yatmaktadır. Ne var ki, hegemonya kavgası içerisindeki her iki kamp da, kendi kavgasını meşrulaştırmak için toplumun çoğunluğu tarafından olumlu bulunan kimi kavramların arkasına sığınıyor. Bu durumda, kimin “demokrat”, kimin “ilerici”, kimin “çağdaş”, kimin halktan ya da barıştan yana olduğu gibi sorular karşısında, özellikle emekçi kitlelerin zihinleri epey bir bulanıklık arz ediyor. Oysa gerçeklik apaçık ortadadır. Emperyalizm çağında yaşıyoruz. Ve emperyalizm çağı demokrasi, ilericilik ve barışın değil, siyasal gericiliğin ve haksız savaşların hüküm sürdüğü bir çağdır. Böylesi bir çağda, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin tutarlı demokrasiden, siyasal özgürlüklerden, ilericilikten, barıştan ve halktan yana bir programı sözde değil özde savunmasını beklemek ham hayaldir. Onların nezdinde bunlar kitlelerin oy desteğini almak üzere sınır tanımaz bir ikiyüzlülükle istismar edilecek kavramlardan ibarettirler.
Dinletenler dinlenirken En basitinden en sansasyoneline kadar tüm gelişmelerde burjuvazinin çeşitli kesimlerinin bu kavramları işlerine geldiği gibi ikiyüzlüce kullandıklarını görüyoruz. Bunun
son örneklerinden birini, geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan “dinleme skandalında” görmek mümkün. Sivil bürokrasinin “en güzide” unsurlarını barındıran yargı mensuplarının telefon görüşmelerinin de dinlendiğinin açığa çıkması, bu cenahın CHP’li Kemalist kesiminde infiale yol açtı. Kemalist yargıçlar, savcılar ve barolar, sırça köşklerinden sokaklara çıkmaya tenezzül edip gösteriler düzenlemeye varacak kadar kendilerinden beklenmeyen “avam” davranışlar sergilediler. Onlara bakılırsa, kendileri “cumhuriyetin temel organlarında” görev yapmaktadırlar ve onlar bile dinleniyorsa “durum çok ciddidir, vahimdir”. Bugün kişisel özgürlükler konusunda ahkâm kesen Kemalist yargı mensupları, yasal ve yasadışı dinleme uygulamalarının yıllardır pervasızca yapıldığını, insanların telefon görüşmelerinin, internet haberleşmelerinin vb. hiçbir yargı kararı zorunluluğu bile olmaksızın izlenip kayıt altına alındığını elbette biliyorlar. Ne de olsa 70 binden fazla insanın dinlenmesi konusunda kararlara imza atanlar da bu yargıç ve savcılardır. Dahası bu tür uygulamalarda mahkeme kararı zorunluluğunu ortadan kaldıran düzenlemeleri de bizzat asker-sivil bürokrasi AKP hükümetine dayatmıştı. Hatırlanacağı gibi AB uyum yasaları çerçevesinde bu tip uygulamalara getirilen sınırlamalar, “terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı” gerekçesiyle asker-sivil bürokrasinin baskısı sonucunda 2005 yılında ortadan kaldırılmış, “telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilmesi, dinlenmesi, sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ve kayda alınması” kararı fiilen Emniyet İstihbaratına bırakılmıştı. Böylelikle, insanların iletişim özgürlüğü hiçe sayılmakla kalmayıp, evlerinin, işyerlerinin keyfi biçimde basılmasının, üstlerinin rahatça aranmasının ve keyfi kimlik sorgulamalarının önü de bir kez daha açılmış oluyordu. Benzer şekilde 2007’de e-muhtırayı takiben yine asker-sivil bürokrasinin dayatmasıyla, polise ve jandarmaya tanınan yetkiler arttırılmış ve o günden bu yana polis devleti uygulamaları artmıştır. Bunun sonucunda sadece son üç yılda zindanlarda 29 kişi öldürülmüş, 31 kişi sokakta ya da evlerinde polis tarafından yargısız infaz edilmiş, 35 kişi “faili meçhul”e kurban gitmiş ve 11 kişi de kaybedilmiştir. Son olarak da İstanbul Esenyurt’ta bir devrimci sokak ortasın-
1
marksist tutum
da ve insanların gözü önünde bir düzine kurşunla katledilmiştir. Başta komünistler, devrimciler ve Kürt politikacıları olmak üzere on binlerce insanın demokratik haklarının çiğnenmesinden doğrudan sorumlu olan yargıç ve savcıların, bugün demokratik haklardan ve özgürlüklerden bahsetmeleri bir kara mizah örneğidir. 7 yaşındaki çocukları 70 yaşındaki dedeleriyle birlikte “terörist” ilan edip onlarca yıllık hapislere mahkûm eden, devrimciler sokak ortasında kurşunlanıp katledilirken dava açma gereği bile hissetmeyen, işçi eylemlerini bile “terör eylemi” kapsamında ele alabilen bir zihniyetin, demokratlık ve özgürlüklerle hiçbir ilişkisi olamaz. Benzer şekilde, dinleme skandalları patlak verdiğinde, “ne olacak canım ben de dinleniyorum” diyebilen bir başbakan ve onun hükümet üyelerinin de demokratik değerlerden ne ölçüde nasiplendiği ortadadır. Darbeci bürokratlar karşısında demokrat pozlar kesen AKP hükümetinin, işçi eylemleri sözkonusu olduğunda savurduğu “sonucuna katlanırlar” tehditleri, sergilediği gerici söylemler ve uyguladığı baskılar da bu demokratlığın sınıfsal sınırlarını yeterince göstermektedir. Görülüyor ki, burjuva demokrasisi, özde, demokratik ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğünün bir biçimidir; seçimler ve parlamentarizmle örtülmüş bir diktatörlük biçimi. Döne döne bu temel gerçeğe işaret eden Lenin, en ileri ve en demokrat gözüken kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin “kara kaplı defterlerde” gerektiğinde kullanılmak üzere komünistler hakkında detaylı kayıtlar tuttuğunu söylüyordu. Bugün devrimciler hakkındaki istihbarat çalışmalarının son derece gelişmiş teknolojilerle desteklendiğini ve bu çalışmanın neredeyse tamamen yasadışı olduğunu biliyoruz. İşçi sınıfı ve onun devrimci öncülerini baskı altında tutmak, sindirmek ve denetim altına alabilmek üzere, burjuva devlet aygıtı içerisinde ve ona bağlı olarak sayısız yasadışı örgütler oluşturulduğu, kontrgerillanın, gladionun vb. esas işlevinin de bu olduğu bilinir. Ancak bu tür gizli polis yöntemleri devrimcileri ve genel olarak ezilenleri hedef aldığı sürece düzen tarafından gündem ve tartışma konusu edilmezken, şimdilerde bu Telefon görüşmelerinin dinlendiğinin açığa çıkmasının ardından, Kemalist yargıçlar, savcılar ve barolar, sırça köşklerinden çıkıp sokaklara döküldüler. Kendilerini Taksim’de bekleyen pankart karşısında ise deliye döndüler.
2
Aralık 2009 • sayı: 57
yöntemlerin bazılarının burjuvazi içindeki çatışmada da ciddi oranda kullanılıyor olması, bu çatışmada kendini mağdur gören tarafın “demokrasi elden gidiyor” diye feveran etmesine yol açmaktadır.
Yoksa darbeci medya demokrat mı? Doğan grubuna bağlı burjuva medya, son haftalarda diken üstünde. Doğan Yayın Grubuna Maliye Bakanlığı tarafından, vergi kaçırma ve usulsüzlük gerekçesiyle toplam 4,8 milyar TL’lik bir ceza kesilmiş durumda. Bu meblağ TC tarihinde bir şirkete verilen en büyük ceza olmakla kalmıyor, toplamda 28 televizyon ve radyoyu bünyesinde barındıran bu grubun 2,5 milyar TL civarındaki sermayesinden de epey büyük bir meblağı temsil ediyor. Önceki yıllarda da Doğan Grubunun çeşitli usulsüzlüklerle ve vergi kaçırma operasyonlarıyla gündeme geldiği hatırlanacak olursa, bu durumun aslında hiç de yadırganmaması gerekiyor. Ne var ki, cezanın kesinleşip tahsil edilmesi grubun yayın ayağının muhtemelen iflas noktasına gelmesi anlamını taşıdığından, hem statükocu burjuvazinin medyadaki sözcüsü durumundaki gazeteciler hem de darbeci CHP feveran ediyorlar. Kendisini solcu olarak pazarlayan kimi gazeteciler bile, Türkiye’nin en büyük ve zengin dördüncü holdingi olan ve TÜSİAD’ın da başkanlığını üstlenen bu holdingi cansiperane savunmakta beis görmüyorlar. Onların da içinde bulunduğu darbeci-gerici koro, bu cezayla muhalefetin sesinin kesilmek istendiğini, AKP’nin tek parti diktatörlüğü peşinde ve demokrasiyi ortadan kaldırma derdinde olduğunu iddia ediyorlar. Bunlara bakılırsa, bu mesele “parti kapatılması kadar önemli bir demokrasi sorunu” imiş. Parti kapatılması kadar önemli bir demokrasi sorunu! Bugün mızrağın ucu kendilerine dokunduğunda demokrasi çığlığı atan bu ikiyüzlüler, sayısız sosyalist partinin kapısına kilit vurulurken seslerini çıkarmamışlardır. Kürtlerin siyasal temsilcileri Meclisten yaka paça alınıp zindanlara tıkılırken, Kürtlerin siyasi partileri birbirinin peşi sıra kapatılırken bu uygulamalara karşı çıkmayıp manşetlerinden övgü düzmüşlerdir. Basın özgürlüğünden söz edenler Kürt gazeteleri bombalanırken ortalarda yoklardı! Sosyalist gazete ve dergiler kapatılırken, bu yayınlarda çalışan binlerce insan “terörist”lik suçlamasıyla hapislere tıkılırken, burjuva medyada bunların tek satır bile olsa haberine rastlamak mümkün olmamıştır. Doğan grubuna bağlı olan ve burjuva medyanın amiral gemisi olarak adlandırılan
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
Hürriyet gazetesinin darbe planyutturabilmektedir. Fakat öte yanları yapan generallerle işbirliği dan, AKP’nin bu oportünist burjuva yaptığı, Ergenekon’un sözcüsü demokratlığı ile Kemalist, statükocu durumunda olan darbeci, şoveve darbeci güruhun faşizan eğilimlenist, Kürt ve komünist düşmanı rini aynı kefeye koymak da yanlış bir çizgi izlediği apaçık değil miolur. Bu noktada, “demokrasi ve özdir? Tüm bunlar ortadayken, burgürlükler” gibi kavramların adını bile juva demokrasisinin bile çanına anmaya hakkı olmayan darbeciot tıkayacak bir darbenin yılmaz statükocu burjuvazinin, “laiklik”, savunucularının bugün demokra“ilericilik ve modern yaşam tarzı”, siden bahsetmeleri ikiyüzlülüğün “cumhuriyetin çağdaş değerleri” gibi doruğudur. söylemlerine karşı uyanıklık asla elDoğan Grubuna yönelik bu den bırakılamaz. Bugün statükocu cezanın, yukarıda andığımız çerşoven kanadın temsilcisi durumunçevede, statükocu-darbeci medyadaki burjuva partilerin, en başta da Burjuva demokrasisinin bile çanına ya ve bu dolayımla statükocu burCHP ve MHP’nin, AKP’den çok daot tıkayacak bir darbenin yılmaz juvaziye verilmiş bir mesaj, bir hiha gerici bir konumu temsil ettiğini savunucularının bugün demokrasiden zaya çekme operasyonu olduğu bahsetmeleri ikiyüzlülüğün doruğudur ve faşist eğilimler taşıdığını unutmagayet açıktır. Ne var ki, buradan, mak gerekiyor. Hükümeti emekçi bu cezanın haksız yere verildiği şeklindeki bir sonuca ankitlelere teşhir etmek adına, CHP’yle söylemde aynı çizgicak burjuva ikiyüzlüler çıkabilirler. Keza en büyük holye düşen ve eylemde de işbirliği yapan sol kisveli anlayışdingler de dahil olmak üzere burjuvazinin tamamının verlar, bugün işçi hareketine en büyük zararı vermektedirler. gi kaçırdığını, her türlü yolsuzluk ve işçi sınıfının emeğini Zarar veriyorlar, çünkü at izinin it izine karıştığı bu doğrudan ve dolaylı olarak yağmalama hususunda hepsibozbulanık ortamda işçilerin kafasını daha da karıştırıyornin birer uzman olduğunu sağır sultan bile bilmektedir. lar. İşçi sınıfının devrimci öncü partisinin mevcut olmadıDaha baştan işçi sınıfının gasp edilmiş, ödenmemiş emeğı, sınıfın görece genç ve deneyimsiz olduğu, sınıfsal ayrışğine dayanan bir sömürü sistemi olduğuna göre, kapitama ve netleşme sürecinin bir boyutuyla halen devam ettilizm, sömürü, yağma, yolsuzluk, adaletsizlik, eşitsizlik ve ği, bunların sonucunda da sınıfsal aidiyet ve kimliklerin gangsterlik demektir. Bu sistemde, burjuvazi işçi sınıfını tam olarak oturmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu koşuliliklerine kadar sömürmekle kalmaz, kendi koyduğu her larda işçi sınıfının kafasının karışması ise son derece nortürlü yasayı da işine geldiği her an çiğnemekten geri durmal. Bir yandan yıllardır kendilerini solcu olarak pazarlamaz. Ama bizzat kendileri yolsuzluk hortumlarının başını yan Kemalistlerin emekçilere, yoksullara ve ezilenlere detuttukları için, burjuva hükümetler, özellikle büyük serğil, kentli orta sınıflara ve bürokrasiye dayandıkları ve azmayenin her türlü yolsuzluklarını görmezden gelirler, hele gın şovenist-despotik devletçi bir zihniyette oldukları çırıl ki bu sermaye grupları hükümetin destekleyicisi konuçıplak ortaya çıkıyor. Öte yandan kendisini muhafazakâr mundalarsa. Hırsızlığın büyüğünü yapanların saygıdeğer bir parti olarak tanımlayan ve fakat liberal burjuvazinin işadamı, küçüğünü yapanların birer adi suçlu addedildiği sözcülüğünü üstlenen AKP, işçi sınıfının ve yoksulların bir sistemdir kapitalizm. Her ülkede ve kapitalizmin her büyük desteğini arkasına alarak, demokrasiden, özgürlükdöneminde siyasal iktidara yakın duran sermaye kesimlelerden, Kürt ve Alevilerin ezilmişliğinden, devletin yaptığı rinin palazlandığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeklik, terkatliamlardan vb. dem vuruyor. Solcu ve demokrat bilisinden, muhalefette sınırları zorlayan burjuva kesimlerin nenlerin sağcı ve şovenist, sağcı ve muhafazakâr bilinenleiktidarın gazabına uğramaları şeklinde de tezahür eder. rin ise demokrat gözüktüğü bir tablo var karşımızda. Bugün yaşanan da budur. Burjuvazinin bu pis oyununun Bu karmaşayı aşmanın tek yolu, çok net bir sınıfsal çizkuralı da budur. Bir önceki dönemde kendi çıkarlarına olgide ilerlemek, sınıfa karşı sınıf kimliğini öne çıkarmak, duğu sürece bu oyunun kurallarına karşı çıkmayanların, küçük-burjuva sosyalizminden ve Kemalizmden tümüyle bugün okkanın altına kendileri gittiğinde çığlığı basmaları arınmaktır. AKP’nin temsil ettiği liberal burjuva kampın tam da burjuvaziye has bir ikiyüzlülüktür. destekçiliğine soyunmadan ve onun dümen suyuna girmeÖte yandan, AKP’nin demokrasi anlayışının ne denli den, hedef tahtasına öncelikli olarak statükocu, darbeci, sınırlı, lafta kalan, eklektik ve oportünist bir tabiatta olduşoven cepheyi koymak hem mümkün hem de gereklidir. ğunun en iyi farkında olanlar kuşkusuz komünistlerdir. Komünistlerin üzerine düşen görev, burjuvazinin bu çatıEnternasyonalist komünist bir işçi partisinin olmadığı ve şan iki kesiminden de bağımsız, devrimci bir sınıf çizgisini bu nedenle de işçi sınıfının siyaset sahnesinde esamesinin belirgin bir biçimde ortaya koymak ve bu temelde bir işçi okunmadığı bir ortamda, AKP demokratlık hususunda cephesini tuğla tuğla inşa etmektir. kendisini “Abdurrahman Çelebi” olarak emekçi kitlelere
3
Dersim Katliamı ve Kemalizm Levent Toprak
S
on dönemde AKP eliyle yürütülmeye çalışılan “açılım” sürecinin hesapta olmayan bir yan ürünü de, 1937-38 Dersim katliamının (genel bir gündem konusu oluşturabilme anlamında) gün yüzüne çıkması ve geniş kitlelerin gündemine girmesi oldu. Mecliste Kürt sorunu “açılım” adı altında ilk kez tartışılırken, CHP sözcüsü Onur Öymen hükümetin benimsediği “analar ağlamasın” söylemini etkisizleştirmek maksadıyla 1937-38 Dersim katliamını pervasızca savundu. Ve Öymen, açık bir imayla aynı yöntemleri Kürt sorununun bugünkü çözümü için de örnek gösterince bir skandal patlak verdi. CHP’li Kemalistlerin şaşkın bakışları altında konu birden ülke gündemine oturdu ve başta Kürt Aleviler olmak üzere dört bir yönden geniş bir protesto dalgası yükseldi. CHP’liler şaşkındı, çünkü 90 yıldır sürdürülen siyaseti savunmuşlardı! Ne vardı bunda? Baskıya uğrayan ve ulusal/demokratik haklarını talep eden, talepleri daha da büyük baskıyla cevap bulan ezilen topluluklar baştan beri bu tür katliamlara uğratılmışlardı, ama rejim bu barbarca suçlarından dolayı hiçbir zaman suçlu sandalyesine oturtulmamıştı. Sonunda Kemalist rejim tarihinin en kanlı, acımasız ve karanlık sayfalarından biri tekrar açılmış ve kravatlı monşer CHP’nin tarihi kimliği bir kez daha gün yüzüne çıkmış oldu. İnsanların uçurumlardan atıldığı, ya da daha acısı, kendilerinin böyle yapmayı yeğ gördüğü, mağaralarda zehirli gazlarla bombalandığı, kadın-çocuk-yaşlı tanımayan ayrımsız bir şiddetin uygulandığı, kundaktaki bebeklerin bile süngülendiği, derelerin cesetlerle dolup taştı-
4
ğı, kanın dereler olup aktığı, idam etmek için yaşlıların yaşlarının küçültüldüğü, çocukların yaşının büyütüldüğü, cesetlerin bile yakılarak yok edildiği, idam edilen Seyit Rıza gibi liderlerin mezar yerlerinin bile saklandığı korkunç bir katliam böylece savunuluyordu. Öymen’in konuşmasına yansıyan bu faşizan tutumu protesto eden Dersimliler, onu Hitler’e benzeten dövizlerle işin özünü mükemmel biçimde ortaya koydular.
Dersim katliamı Tabii statükocu Kemalist güçler kısa bir abandone durumundan sonra hemen hasarı gidermek ya da asgariye indirebilmek için dört bir koldan çalışmaya başladılar. Başta CHP olmak üzere bir kısmı, güçlü biçimde varlığı ortaya çıkmış olan katliamı bildik bir riyakârlık ve söylemle inkâr etmeye yeltenmeyip, sadece “aman eski yaralar kaşınmasın, açılmasın” vurgusuyla konuyu geçiştirmeye çalıştı. Bu tutum aslında ilk günlerde bu tayfanın genel tutumuydu denilebilir. Ancak ilerleyen günlerde gardını toplayan bu statükocu şovenizm cenahından, aşındırma ve karşı saldırı hamleleri anlamına gelen argümanlar yükselmeye başladı. Onlara göre Dersim’deki sorun Kürtlük ya da Alevilikle değil, “feodalizmle”, ağalık/şeyhlik/aşiret düzeniyle, cumhuriyet rejiminin “uygarlaştırma atılımına” direnişle ilgiliydi. Oysa Dersim, daha öncesinde Osmanlı (ve İran) imparatorluğu tarafından gevşek biçimde sömürgeleştirilmiş ve daha sonra çözülüş sürecinin kaosu içinde serbestiyeti
sayı: 57 • Aralık 2009
daha da artmış olan Kürdistan coğrafyasının, cumhuriyet rejimi tarafından yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinde son halkayı oluşturuyordu. Bu sürecin temel bir yönü ise asimile etme, yani Türkleştirmedir. Dolayısıyla Dersim sorununun özü de, yörenin Alevi Kürt halkının bu yeniden sömürgeleştirilme ve Türkleştirme sürecine karşı ulusal öz taşıyan bir direnişi ve direnişin ezilmesidir. Sorunun bunun dışındaki tüm formülasyonları, iyi niyetli hallerde bir yanılgı ve kavrayışsızlık, diğer hallerde ise açıktan ya da örtülü biçimde saptırmacadır, aldatmacadır. Dalgalı bir seyir izlese de, yüzyıllar boyunca Osmanlı ve İran gibi büyük devletlere bağlı emirlikler biçiminde, özerk varlık sürdürmüş bir ezilen halkın, yirminci yüzyıla gelindiğinde, dünyanın birçok bölgesinde ve halkında olduğu gibi, bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yükseltmesinden ya da özerkliğini yeni şartlarda korumayı istemesinden daha doğal ve meşru ne olabilirdi? Bugünden geriye bakan herkes, şayet sadece dürüst ve demokratsa, bu temel ilkeyi namusluca kabul etmelidir. Oysa bıraktık demokratlığı, kendine sosyalist diyenler arasında bile yaygın biçimde kendini ezen ulus devletiyle ve hatta onun tarihsel önceli olan sömürge imparatorluğuyla özdeşleştirme tutumunu görüyoruz. Bu tutumun ifadesi olarak, Osmanlı ve TC’ye karşı isyan eden ezilen halkların hareketine sürekli olarak kulp takılmış, meşruiyetleri ısrarla tanınmamıştır. Bunun “ilericilik” adına yapılması ise ancak bir utanç konusu olabilir. Düzenin Kemalist sözcülerine göre, yeni rejim bölge halkının geri kalmasını istemiyor, bunun için bölgeye medeniyet vasıtalarını götürmek istiyor, bölgedeki “feodalizmi” ortadan kaldırmak istiyordu. Ve Dersim bölgesindeki aşiret reisleri de bu uygarlaşma onların çıkarlarını zedelediği için halkı yeni rejime karşı kışkırtıyorlardı! Bu şablona uygun hikâyeye göre de, devletin askeri harekâtı, bölgeye uygarlık götürmek maksadıyla yapılan bir köprünün bu asi aşiretler tarafından yıkılması üzerine başlatılmıştır. Kemalizmin soruna ilişkin açıklaması ve hikâyesi özetle budur. Oysa yoksul Dersim halkının ne yolla ne köprüyle ne eğitimle ne de gerçekten onların yaşam koşullarını iyileştirecek medeniyetin diğer ürünleriyle bir sorunu vardı. Onların medeniyet getirici yol ve köprülere değil, devletin silahlı zor aygıtlarını bölgede tesis etmek ve bölgeye askeri saldırıları gerçekleştirebilmek için yapılan yollara, köprülere ve karakollara itirazı vardı. Devletin gizli raporlarında bu bayındırlık faaliyetlerinin tümüyle askeri amaçlarla öngörüldüğü ve yapıldığı açıkça ifade edilmektedir. Ama bölge halkının bunu bilmek için rapor görmesine gerek yoktu. Onlar bu gerçeği yüzyılların ezilmişliği ve isyan geleneğiyle zaten sezgisel olarak fark ediyorlardı. Benzer şekilde bölgeye yapılmaya girişilen az sayıda okul da esas olarak bölge çocuklarını, özellikle de anadilin asıl taşıyıcısı olarak geleceğin anaları olacak kız çocuklarını asimile ederek Türkleştirme amacına dönüktü.
marksist tutum
Dersimliler yol da köprü de okul da istiyorlardı. Ama devletin askeri, jandarması tarafından zapturapt altına alınmamak, asimile edilmemek ve geçit vermez dağlarda yüzyıllardır dişle tırnakla kazanıp sürdürdükleri özerkliklerine dokunulmamak kaydıyla! Sorun, sözde “ilerici” ve “uygar” cumhuriyet rejiminin bölgeyi “muasırlaştırması”, “bayındırlaştırması” mıydı gerçekten? Cumhuriyet güya “feodal” yapıya karşıymış da, o yüzden Dersim’e saldırılmış! “Feodal” kavramının sürekli olarak yanlış biçimde bilimdışı kullanımını bir kenara bırakacak olursak, Kemalist rejim her daim doğuda ağalık, aşiret ve şeyhlik ilişkilerine dayanmış, yoksul Kürt emekçi kitlelerin bu kesimler aracılığıyla kontrol altında tutulmasını temel siyasi strateji olarak sürdüregelmiştir. Rejimin ağalık ve aşiret yapılarını kaldırmak gibi değil, onları kendine biat ettirmek gibi bir derdi vardı. 1932-1948 arasında içişleri bakanlığında çalışan, 1965-1978 arasında da çeşitli yıllarda dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında, “bölgeyi kalkındırma” sorununda rejimin tepelerinde nasıl bir anlayışın hâkim olduğunu açık eder: “O bölgeye [Dersim] ayıracak zaten fazla para yoktu. Yani ülkenin olanakları bu kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’ yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, ‘ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz’ demişti.” İşte size “feodalizmle mücadelenin” harika bir ifadesi!
Dersim sorununun özü de, yörenin Alevi Kürt halkının bu yeniden sömürgeleştirilme ve Türkleştirme sürecine karşı ulusal öz taşıyan bir direnişi ve direnişin ezilmesidir. Sorunun bunun dışındaki tüm formülasyonları, iyi niyetli hallerde bir yanılgı ve kavrayışsızlık, diğer hallerde ise açıktan ya da örtülü biçimde saptırmacadır, aldatmacadır. Kuruluş sürecinde olan Kemalist rejim, hakiki bir sorun olan Kürt sorununu, köprüyü geçene kadar Kürtleri vaatlerle aldatıp oyalama yoluyla, ama köprüyü geçtikten sonra inkâr, imha ve zora dayalı asimilasyon yoluyla “halletmeye” yönelmiştir. 1937-38 Dersim katliamı da bu büyük sorunun tarihsel gelişiminde önemli bir evre oluşturan yaklaşık 20 yıllık bir dönemin kapanış perdesini oluşturmaktadır. Gerçekten de ta 1800’lerin başlarından itibaren süregelen bir sorun olan Kürt sorununun gelişiminde, Birinci Dünya Savaşının bitiminde Osmanlı’nın çöküşü ve Anadolu’da işgal karşıtı direnişin başladığı 1918-19 dönemeci yeni bir evre başlatmıştır. Bu noktadan itibaren 1938 Dersim’e kadar birçok Kürt isyanı gerçekleşmiş ve nihayet Dersim’in vahşice bastırılması ile bu sayfa kapanmıştır… Ta ki 80’lerin başında patlak veren ve halen süren son Kürt isyanına kadar.
5
marksist tutum
Aralık 2009 • sayı: 57
Bu dönemde Kürtler en önemlileri 1921 Koçgiri, 1925 sermaye rejiminin burada açık bir itirafı söz konusudur. Şeyh Said, 1926-30 Ağrı ve 1937-38 Dersim olmak üzere Bu sömürgeci ve ırkçı anlayış rejimin en tepelerinde 28 ayrı isyan başlatmışlar ve hepsinde bastırılmışlardır. Bir bizzat benimsenmiş ve formüle edilmiştir. Ağrı isyanının halkın onbinlerce evladını şehit verdiği bu mücadeleler ornihai olarak bastırılabildiği 1930’da 15 bin kişinin katleditada hakiki bir sorunun olduğunun şüphesiz en açık kanılip Zilan Deresinin cesetlerle doldurulduğu günlerde tıdır. Bu dönemdeki isyanların hemen tamamı yeni devleİsmet İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk tin kuruluşunda Kürtlere verilen sözlerin unutulması, onulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. lara ihanet edilmesi nedeniyledir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Nitekim bunun gayet iyi farkında olan İttihatçı-KeAğustos 1930) Tesadüf olmasa gerek, yine aynı günlerde malist rejim, emperyalist güçlerle anlaşarak kendi konuAdalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da şu meşhur sözleri munu sağlamlaştırdığı ve Kürtlere verdiği vaatlere ihanet eder: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıettiğinin açıkça anlaşıldığı andan itibaren, sorunun “halli” yoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için uzun bir yeniden sömürgeleştirme ve Türkleştirme için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için planı uyguladı. Bu plan çeşitli aşamalardan geçerek şekilhislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendilendirilmiş ve rafine edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, haksi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu kında en çok rapor ve plan hazırlanan bölge Dersim olmemlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle muştur. Bunun nedeni şüphesiz Kürt coğrafyasının en diolma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati rençli bölgesinin burası olmasıdır. Bu da bölge insanının böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) ağırlıklı olarak hem Kürt hem Alevi olmasından, yani yüzDersim’e yönelik hazırlanan özel muameleye ilişkin yıllara uzanan çifte ezilmişliği ve köklü direniş geleneğinolarak tarihçi Ayşe Hür şu bilgileri veriyor: “Kızılbaş Kürtden kaynaklanıyordu. Dersim’in özgünlüğü buradadır. lerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıbanbaşı’ yaBakın daha 1926’da Dersim sorunu devlet raporlarınpan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi dan birinde nasıl tarif edilmiş: “Dersim, Cumhuriyet hüözerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye kümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket halletmeye kararlıydılar. 1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı selameti için mutlaka lazımdır.” (Mülkiye Müfettişi Hamisyanlarının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti. di Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu rapor) Peki 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç böl“meseleyi halletmek” için nasıl yöntemler öngörülmektegeye ayıran 2510 sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık dir: “A. Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olTunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dermak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar sim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi. Ardından etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliBirinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan ye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemElazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakakezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin lananları derhal Dersim’den çıkararak Garba atmak ve serbaşına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Papiştirmek.” (1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören)) 1930 yılında Jandarma Umum Komutanlığı tarafından hazırlanan Dersim Raporu ise açık sözlülüğü ve cüreti açısından bu raporlar arasında müstesna bir yer işgal etmektedir. Bakın orada “sorunun halli” nasıl özetleniyor: “Hulâsa, Dersim evvelâ koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır.” Kürt coğrafyasının bir sömürge olduğu ve Kürtlere yönelik sistematik asimilasyon (“eritme”) uygulandığı tespitini yapanlara şiddetle köpüren sol maskeli Kemalistler ve Kemalizm yörüngesindeki sol kesimler bu satırları iyi okumalı ve he1937 Mayısında Dersim bombardımanından dönen Sabiha Gökçen ve onu devlet ricaliyle karşılayan M. Kemal sabını vermelidirler. Zira İttihatçı-Kemalist
6
sayı: 57 • Aralık 2009
şa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.” Öte yandan 1 Kasım 1936’da, Mustafa Kemal TBMM Açılış Konuşmasında bizzat şunları söylemiştir: “Dâhili işlerimizden en mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salâhiyetler verilmelidir.” Yukarıda bahsi geçen tedbirlerle adı “devletin Tunç Eli” çağrışımı yapacak şekilde Tunceli diye değiştirilen Dersim yasak bölge ilan edilir ve giriş çıkışlar özel izne tâbi tutulur. Böylece tam bir abluka başlatılmış olur. Tüm bu gelişmeler Dersim’e yönelik büyük bir saldırının planlandığını açıkça gösteriyordu. Bu da doğal olarak bunu fark eden Dersim halkının tepkisini çekiyor, devlet güçleriyle yöre halkı arasında gerilim yükseliyordu. Dersimlilerin uzlaşma girişimleri ve kısmi tavizleri yanıtsız bırakıldı. Dolayısıyla Dersimliler, ya şimdiden başlamış ve dozunun gitgide artacağı belli olan bu baskıları sineye çekip boyun eğecekler, ya da isyan edeceklerdi. Tarihsel bir isyan coğrafyası olan Dersim için bir kez daha isyan vakti gelmişti ve kaçınılmaz olan kalkışma 1937 Martında Seyit Rıza önderliğinde başladı. Ancak yine de isyana katılım yalnızca 4 aşiretle sınırlı kalmış, diğer aşiretlerin büyük çoğunluğu geri durmuş ve az sayıda aşiret de devlet yanında yer almıştı. Buna rağmen Dersim’e çok büyük miktarda askeri yığınak yapılmıştı. Büyük bir güç dengesizliği olmasına rağmen devlet güçlerinin hava saldırısı, zehirli gaz gibi yöntemler dâhil aşırı kuvvet kullanmasıyla isyancı aşiretlere mensup insanlar katledildi ve Seyit Rıza da tuzağa düşürülerek yakalandı. Bu arada, Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de buradaki hava bombardımanlarında görev alarak, katliama “çağdaş Türk kadınının” katkılarını sunuyordu! Seyit Rıza çevresindeki on kişiyle beraber göstermelik bir yargılama müsameresiyle idama mahkûm edilir. İdam edilebilmeleri için Seyit Rıza’nın yaşı küçültülürken oğlununki yükseltilir ve 18 Kasım 1937’de infazlar çabucak gerçekleştirilir. İhsan Sabri Çağlayangil’e göre “gömüleceği yer türbe olmasın diye cesedi yakılır.”* Seyit Rıza’nın asılmasının ardından Başbakan İsmet İnönü, “Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk” diyordu. Ancak isyan bastırılmış olmasına ve Seyit Rıza da trajik biçimde idam edilmesine rağmen kana doymayan düzen güçleri, çoktandır yapılan planlar uyarınca, 1938 yılında ikinci bir harekâta girişirler. Dersim’i “tedip ve tenkil” etmek üzere. Yani terbiye etme ve topluca imha… Bugünlerde birçok canlı tanığın da anlatımlarıyla gündeme geldiği üzere, eşi görülmemiş canavarlıklarla bezeli bir katliam gerçekleştirilir. O kadar ki, Dersim harekâtlarında 2 ay görev almış olan 12 Mart dar-
marksist tutum
becilerinden Muhsin Batur anılarında “Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” demiştir. Tüm bu kan banyosunda on binlerce Dersimli katledilir, sürgün edilir, binlerce çocuk yurdun başka bölgelerinde hizmetçi olarak başka ailelere verilir ve Türkleştirilir. “Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürer, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilir.” (Ayşe Hür) Böylece Kemalizmin ve onun yörüngesindeki bilumum kesimlerin ilerici mi ilerici, çağdaş mı çağdaş rejimleri “Dersim müşkilesinden” kurtulmuş olur! İşte Onur Öymen’in ve CHP’sinin sahip çıktığı Dersim katliamı, tarifi zor acılarla dolu böyle bir insanlık ayıbıdır.
Mustafa Kemal ve Dersim katliamı Dersim katliamı sorunu gerçekte Kürt sorununun bir alt başlığı olmakla beraber, Onur Öymen’in sözlerinin büyük tepki alması, daha ziyade Dersim halkının Alevi olması dolayısıyladır. Dikkat edilirse Öymen aynı zamanda Şeyh Said isyanını da saymıştı. Ama bu pek dikkate alınmadı ve tümüyle Dersim ön plana çıktı. Alevilerin son yıllarda gitgide daha örgütlü hale gelmeleri, kendileri ile ilgili kamuya açık biçimde yapılan en küçük alay ya da imalara bile haklı biçimde güçlü tepkiler göstermeye başlamaları ve bir oy deposu olarak herkesin iştahını kabartması, düzen siyasetini hanidir Aleviler konusunda daha dikkatli davranmaya yöneltmişti. İşte Öymen, öncekiler gibi bastırılan bir Kürt isyanından bahsettiğini düşünerek Dersim’i sıraladığında, farkında olmadan, Aleviler için hassas olan bir konuyu gündeme getirmiş ve baltayı taşa vurmuş oldu. Ama sonuç olarak istemeden hayırlı bir iş yaptı ve Alevi toplumunun muzdarip olduğu hazin bir çelişkinin çarpıcı biçimde açığa çıkması sonucuna yol açtı. Alevi kitleler hiçbir sorunlarına çözüm getirmediği ve hatta bu konuda bir programı dahi olmadığı halde yıllardır CHP’yi destekliyorlardı. Ama o CHP şimdi meclis kürsüsünden bağıra bağıra, tarihte onlara karşı yapılmış bir katliamı savunuyordu. Yıllardır benimseyip sahip çıktıkları Kemalizm, şimdi Onur Öymen’in ağzından atalarının mezarlarına tükürmüş oluyordu. Alevilerin bir kesiminde ciddi bir rahatsızlık oluştu ve bu durumun Alevilerin CHP ve Kemalizmle ilişkisinde ciddi bir çatlağa dönüşmesi olasılığı ortaya çıktı. Nitekim bir Dersim Alevisi olarak Kılıçdaroğlu hasarı önlemek ya da sınırlamak için hemen bir manevra yaparak Öymen’i istifaya davet etti. Ancak CHP’deki “Kemalist Mollalar Konseyinin” kilit bir unsuru olan Öymen feda edilemeyecek kadar önemliydi. Böyle olunca konu bir an önce kapatılmaya çalışılırken, bir yandan da, vuruşarak geri çekilme misali savunma ve karşı saldırı argümanları sahaya sürüldü. Ne yani, Mustafa Kemal de mi faşistti?! İş öyle kolayca Mustafa Kemal’i sorgulama noktasına götürülemeyeceği için, onu işin içinden sıyırmak üze-
7
Aralık 2009 • sayı: 57
marksist tutum
re eskiden beri kullanılagelen pespaye argümanlar hatırlandı. Gerçek şu ki, Alevilerin yüzyıllardır bu topraklarda maruz kaldıkları baskılar sonucu içine düşürüldükleri çaresizlik onları ne yazık ki hayali bir Mustafa Kemal imgesine sarılmaya itmiştir. O kadar ki, Dersim katliamından kurtulmayı başaran az sayıda insanın kurtuluşu, Mustafa Kemal’i evliya haline getiren bir efsane ile açıklanmıştır. Sürrealite düzleminde seyreden bu efsaneye göre, katliamdan kaçanlar tepede haleler içinde beyaz at üzerinde duran Mustafa Kemal’i görmüşlerdi ve bu onların kurtuluşunun müjdecisiydi. Aleviler ve Kemalizm ilişkisini nitelemede zaman zaman telaffuz edilen “cellâdına âşık olma” hâlini herhalde hiçbir şey bundan daha iyi açıklamasa gerek. Elbette Mustafa Kemal’i temize çıkarmak için sürrealite düzlemi dışında da düşünceler ileri sürülmüştür. Genel görüş şöyle formüle edilmeye çalışılmıştır: Yapılanlar, Mustafa Kemal ve İnönü’den bağımsız olarak, o zaman başbakan olan “sağcı” Celal Bayar ile “gerici” Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın eseriydi! Hatta Mustafa Kemal’in, isyanın önderi Seyit Rıza’nın da dâhil olduğu idam mahkûmlarını affedeceği, ama bu ihtimali ortadan kaldırmaya azmeden işgüzar görevlilerin, hazret bölgeye gelmeden idamları alelacele gerçekleştirdiği masalı uydurulmuştur. Bunlara eşlik eden bir diğer hurafe de Mustafa Kemal’in o sırada hasta yatağında olduğu için güya gelişmelere müdahale edemediği, katliamın önünü alamadığıdır. Mustafa Kemal neden bu idamlara karşı çıksın diye sorulduğu an tüm bu hikâye bir çırpıda çöker. Meselâ Mustafa Kemal idam cezasına mı karşıdır? Ya da kimseyi idam ettirmemiş ve bunun kategorik bir savunmasını mı yapmıştır? İsyan olduğunda idam yapılmaz diye bir tutumu mu vardır? Ya da Alevileri mi çok sevmektedir de bu durumda idamları önleyecektir? Mustafa Kemal ne idam cezasına karşıdır, ne idam uygulamasını yaptırmamışlığı vardır, ne isyan edenlere ve muhaliflere karşı sevecenlik göstermiştir, ne de Aleviler söz konusu ise idam engellemişliği vardır. Gerçek budur. Dersim isyanlarından önceki AleviKürt isyanlarında, idam da dâhil Dersim’deki zulmün hemen tüm biçimleri aynen uygulanmıştır. Bırakın isyanı, Mustafa Kemal sıradan muhaliflerini bile idam ettirmede hiç tereddüt etmemiştir. Olgulara geldiğimizde Mustafa Kemal’i işin içinden sıyırma gayretlerinin tümüyle trajikomik olduğu daha çarpıcı biçimde açığa çıkar. Tüm olgular, onun izlenen siyasetin başlıca mimarı, rehberi ve bizzat denetleyicisi olduğunu açıkça göstermektedir. Yukarıda onun 1 Kasım 1936’daki meclis açılış konuşmasında Dersim meselesini “korkunç bir çıban” olarak tarif edip, bu çıbanın “her ne pahasına olursa olsun temizlenip koparılması gerektiğini” savunduğunu zaten aktarmış bulunuyoruz. Ama bir de o sırada başbakan olan Celal Bayar’ın tanıklığına bakalım: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz
8
Öymen’in konuşmasına yansıyan faşizan tutumu protesto eden Dersimliler, onu Hitler’e benzeten dövizlerle işin özünü mükemmel biçimde ortaya koydular
Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Tercüman, 17 Eylül 1986)
Solun tutumu Bütün bunlar Dersim katliamını Mustafa Kemal’in dışında düşünmenin özellikle Aleviler nezdinde ancak hazin bir yanılsama olabileceğini açık biçimde göstermektedir. Ancak Kemalist rejimin katliamcı yüzünün açığa vurulmasından ve Alevilerle CHP ve esas olarak Kemalizm iliş-
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
kisinin bozulması riskinin ortaya çıkmasından rahatsız olanlar sadece statükocu burjuva güçler değil. Öymen’in sözlerinin yol açtığı durum nedeniyle Kemalizm yörüngesindeki sosyalist kesimleri de dert aldı. Düzen kendisini böylesine skandal biçimde ele vermişken, ellerindeki günlük yayın organlarında bu noktaya asılmak ve doğan durumu düzenin teşhirini ilerletmek, Alevi emekçilerin gözbağlarını çözmek için değerlendirmek yerine, geçiştirici, örtbas edici, CHP’yi ve Kemalizmi bırakıp AKP’ye vurmayı öne çıkaran, mazlumdan yana çıkmayı “geri ilişkileri savunma” olarak mahkûm etmeye çabalayan bir tutum izlediler. Bu işin kompetanı haline gelmiş olan SİP-TKP, Dersim sorununda Kemalist tezleri tekrarlayarak bataklıktaki yerini daha da sağlamlaştırmıştır. Ama onlar bu yaklaşımı kendileri icat etmiyorlar, tarihsel öncellerinden miras alıyorlar. Örneğin tarihsel TKP’nin önde gelen şahsiyetlerinden olan İsmail Bilen’in 1937 Temmuzunda Rasim Davaz adıyla İsviçre’deki komünist yayın organı Rundschau’ya yazdığı konuyla ilgili makale Kemalizme yaltaklanmanın alçaltıcı bir örneğidir: “İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar; Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmiştir. Dersim’in egemen katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (…) Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri her fırsatta devleti hiçe sayarlardı. Bugün Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden, kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz.” (Komintern Belgelerinde Türkiye Dizisi – 2: Kürt Milli Meselesi, Aydınlık Yay., s. 82-84) Önce 2. Enternasyonal partilerinin sonra da Stalinizmin dünya sol hareketinde yaygınlaştırdığı bu şoven yaklaşım, sahtekârca, ana halkayı oluşturan ulusal sorunu yok sayarak, meseleyi “feodal ilişkiler” meselesi haline sokmaya çalışmaktadır. Bu anlayış, özü enternasyonalist olan işçi sınıfı mücadelesini milliyetçilikle zehirleyerek haksız yere sosyalizmi ve Marksizmi lekeleyen acı bir mirası bugünlere bırakmıştır. Lenin’in öğrettiği gibi, bu sosyal şovenizm illetine karşı amansız bir mücadele yürütülmeden işçi sınıfının devrimci enternasyonalist davasının ilerletilebilmesi mümkün değildir. *
*
*
Dersim politikaları hiç de geçmişte kalmış değildir. Çok daha modern askeri vahşet yöntemleriyle aynı politikalar, başta Dersim olmak üzere Kürt coğrafyasının genelinde hâlâ yürütülmektedir. Örneğin bugün Dersim çeşitli bahanelerle (ormanlaştırma, baraj yapımı vb.) insansızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Dersimliler hâlâ bu ülkede peşi-
nen şüpheyle karşılanan insanlar konumundadır. Kimliğinde Tunceli yazan herkes polisin ve diğer devlet güçlerinin gözünde potansiyel düşman konumundadır. Birçok işletme, kimliğinde Tunceli yazanları sırf bu sebeple işe bile almamaktadır. Dersim katliamı vesilesiyle patlak veren tartışmanın önemli bir faydası CHP’nin ve Kemalist rejimin katliamcı yüzünün belirginleşmesine katkı ise, belki daha önemli bir faydası da emekçi Alevi kitlelerle Kemalizm ve CHP arasındaki ilişkinin bir darbe alması olmuştur. Yavuz Sultan Selim’den bu yana yüzyıllardır Sünni gericiliğin her türlü baskılarına maruz kalan Aleviler, din esasına dayanmadığını düşündükleri Kemalist cumhuriyet rejimine bir kurtarıcı gözüyle sarılmıştır. Ama gerçekte bu rejimin demirbaş bir siyaseti Türkleştirme siyasetiyse, bir diğeri de Sünnileştirme siyasetiydi. Aleviler hakkında geniş kitlelerin bilincine yüzyıllar boyunca şırınga edilmiş iğrenç önyargıların kırılması için hiçbir şey yapılmadığı gibi, Maraş, Çorum, Madımak, Gazi Mahallesi gibi birçok örnekte görüldüğü üzere Alevilere yönelik katliamlar da tezgâhlanmaya devam edilmiştir. Hatta bugün bile Kemalizmin derin güçleri bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için Alevileri hedef alan provokasyonlar tezgâhlamaya devam ediyorlar. Demek ki bu rejimin Alevilerin sorunları için bir çare olduğu hiçbir biçimde söylenemez. Alevilere karşı işlenen suçlarda bütün düzen kesimleri suç ortağıdır. Nitekim çok geçmeden, tencere dibin kara seninki benden kara rezilliği başlamış bulunuyor. Bir oy deposu olarak rehin aldığı Alevi emekçi kitleler karşısında düştüğü nahoş durumdan sıyrılmaya çalışan ve bu kesimlerin muhtemel bir “Alevi açılımının” da yardımıyla AKP’ye kaymasına set çekmek isteyen CHP, işi pişkinliğe vurarak burjuva sağ partilerin Aleviler karşısındaki suçlarına vurgu yapmaya başlamıştır. Tarih bugün ve gelecekle sıkı sıkıya ilişkili olduğundan aynı zamanda sınıf mücadelesinin de konusudur. Egemenler tarihi kendi çıkarlarına uygun biçimde yazarak, bunu başta resmi eğitim sistemi yoluyla çocukluklarından itibaren geniş kitlelere benimsetmeye çalışırlar. O nedenle geniş toplum kesimlerinin bilincinde bir ilgi yaratan bu tür skandallar, üstü örtülen tarihi gerçeklerin emekçilere mal edilmesi için bir fırsata dönüştürülmeye çalışılmalı.
___________________________ *
Çağlayangil idam anını şöyle anlatıyor: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı.”
9
Psikolojik Savaş: Kirli Düzenin Kirli Yöntemleri Serhat Koldaş “ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir” (Nazım Hikmet)
S
on aylarda generallerden siyasetçilere, ulusalcılardan liberallere kadar herkes muarızlarını “psikolojik savaş yürütmekle” suçluyor. Liberal çevreler askeri bürokrasinin ve ulusalcıların psikolojik savaş uygulamalarını ve planlarını “kısmen” teşhir ediyor. Öte yandan generaller de, TSK’ya karşı “asimetrik yıpratma harekâtı” yani “psikolojik savaş” yürütüldüğünü ilan ederek ortalığa saçılan pisliklerinin kokusunu perdelemeye çalışıyor. Türkiye’de askeri vesayet rejimini sürdürmek, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek, darbe koşulları hazırlamak, hükümetleri yıpratmak, Kürtlerin meşru taleplerini ve örgütlenmelerini karalamak, işçi hareketini ve devrimcileri karalamak gibi amaçlarla tüm toplumu hedef alan psikolojik savaş stratejileri hazırlayıp uygulamak, Genelkurmay’ın başlıca faaliyetleri arasındadır. Genelkurmay bünyesinde faaliyet gösteren Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı, TC devletinin Türkiye halklarına karşı yürüttüğü psikolojik savaşın önde gelen komuta merkezlerinden biridir. Psikolojik Harekât Dairesi’nin işlevinin açığa çıkması üzerine adının “Bilgi Destek Daire Başkanlığı” olarak değiştirilmesi bile tipik bir psikolojik savaş uygulamasıdır. Dolayısıyla generallerin, hükümeti yıpratma hedefiyle yürürlüğe soktukları planların bir kısmı deşifre edilince veya işlenen cinayetler açığa çıkınca “TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütülüyor” diye feveran etmeleri ironiktir.
10
Devletin resmi ideolojisi ve psikolojik savaş İktidarı elinde tutan ayrıcalıklı bir azınlık, kendi kesimsel çıkarlarını toplumun bütününün çıkarları gibi gösterebilmek için yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kurulu çok yönlü bir ideolojik faaliyet yürütür. Burjuva düzenin eğitim kurumlarından dinsel organizasyonlara ve medyaya kadar çeşitli düzeydeki aygıtları, sömürü düzenini meşru kılacak fikirsel çerçeveyi bireylerin zihnine yerleştirme işlevini üstlenmiştir. Devletin ideolojik aygıtları, düzeni ayakta tutacak fikirleri topluma benimseterek, kurulu düzeni statüko duvarları arasında koruma altına alırlar. Düzen kendi egemenlik simgelerini kutsal halelerle sarar, bu simgeler üzerine efsaneler türetir. Böylelikle toplumun tüm bireylerinin ve siyasal örgütlenmelerinin düşüncelerini çerçeveleyecek “kırmızı çizgiler” çekilmiş olur. Burjuva düzen, toplum tarafından kayıtsız şartsız benimsenmesini istediği fikirleri bazı kavramları kutsallaştırarak, onları tartışılmaz kılarak destekler; tek dil, millet, devlet, vatan, bayrak, şehitlik, üniter devlet, bölünmez bütünlük, kurtuluş savaşı, Atatürk vb. Belirli bir coğrafya üzerinde egemenliğini ulus-devlet olarak örgütleyen burjuva sınıf, hâkimiyet kurduğu topraklar üzerinde varlığını meşru kılacak bir fikirler dizgesi de oluşturur. Böylelikle “resmi ideoloji” hayat bulur. Ancak resmi ideolojinin topluma benimsetilmesi, düzenin
sayı: 57 • Aralık 2009
devamı için yeterli olmaz. Düzenin çelişkileri resmi ideolojiyi yıpratır. Egemen sınıf kliklerinin, gerek kendi aralarındaki iktidar savaşımları, gerekse de işçi sınıfı ve ezilenler üzerinde tahakkümlerini sürdürmek üzere yürüttükleri ideolojik faaliyetler, psikolojik savaş yöntemleri ile desteklenmektedir. Psikolojik savaş yöntemlerinin uygulanması burjuva siyasetinin istisnası değildir. Bilakis, burjuva düzen, varlığını ve gündelik siyasi uygulamalarını toplum nezdinde meşrulaştırılabilmek için kitlelerin zihinlerini kontrol altına almaya ve iradesini yönlendirmeye ihtiyaç duyar. Kirli oyunlar tezgâhlayarak toplumu mevcut düzene muhalefet edenlere veya hasım devletlere karşı kışkırtmak, burjuvazi açısından gerekliliktir. Rakip egemen güçlerin veya hasım devletlerin birbirlerine karşı yürüttükleri psikolojik savaş, birbirleriyle çatışmalarının olağan bir parçasıdır. İşçi sınıfının ve tüm toplumun farkına varması ve uyanık olması gereken husus, burjuva devletin toplumun bütününe karşı yürüttüğü psikolojik savaştır. Psikolojik savaş; halkın düşünce ve duygularını kontrol etmek, değiştirmek veya yönlendirmek üzere uygulanan kirli yöntemlerin genel adıdır. Devlet bu savaşımı profesyonel yöntemlerle ve üstü kapalı bir biçimde yürütür. Psikolojik savaşın hedefi olan işçi kitleler, eğer devrimci örgütlülükten ve siyasal bilinçten yoksun iseler, kendilerine karşı yürütülen savaşın farkına bile varamazlar. Burjuva devletin psikolojik savaş taktiği, düşmanını insanlık dışı olarak göstermek ve ona karşı nefret yaratmaktır. Medya organları bunun için sistematik biçimde kullanılır. Örneğin haberlerde kullanılan kelimeler ve sıfatlar bile özenle seçilir. Hakları için isyan edene “cani”, “terörist”, isyan liderlerine “teröristbaşı” “bebek katili” gibi sıfatlar yakıştırılabilir. “Düşman” hiç yapmadığı şeyler için suçlanabilir. Hatta provokasyon eylemleri tertiplenip “düşmanın” üzerine yıkılabilir. Devlet ne pahasına olursa olsun toplumu kendi haklılığına inandırmalıdır. Resmi propagandanın etkili olabilmesi için inandırıcı, basit, tutarlı vurguların sık sık tekrar edilmesi gerekir. Toplum öyle bir zihinsel cendere altına alınır ki, “düşman” olarak benimsetilen güçlerin ne istediğini tartışmak isteyenler bile “hain” veya “işbirlikçi” olarak damgalanabilir. Devlet, tüm psikolojik savaş uygulamalarına rağmen gerçekliği bütünüyle gizleyemez. Gerçekler direngendir ve güçlüdür. Lenin’in vurguladığı gibi “gerçeğin kendisi devrimcidir”. Muhalif bir hareket uzun bir süre boyunca alt edilemezse; muhalif hareketin talepleri ve mücadelesi toplumsal bir taban bulabilirse, devletin yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kurduğu propagandalar giderek inandırıcılığını yitirmeye başlayacaktır. Devlet propagandalarının etkisizleşmesi mevcut siyasi yapının sorgulanmasını ve resmi ideolojinin krizinin giderek derinleşmesini beraberinde getirecektir. Resmi ideolojinin değişmeksizin ilelebet ayakta kalma-
marksist tutum
sı mümkün değildir. Çünkü ne toplum durağandır, ne de siyasal yapı durağan kalabilir. Devletin, toplumun değişik kesimlerinden yükselen yakıcı talepleri sürekli şiddet ve karalama yöntemleri ile bastırması meşruiyetini tümüyle kaybetmesine yol açacaktır. Biriken sorunların çözülmesi ve gerilimin azaltılması ihtiyacı, resmi ideolojinin revize edilmesini ya da yeniden kurgulanmasını dayatabilir. Egemen sınıfın bir kesimi, çıkarlarını zedelemeyecek, hatta daha da geliştirecek biçimde değişim sürecini kendi kontrolü altında yönetmeye soyunurken, değişimle birlikte güç yitirecek kesimler statüko cephesinde mevzilenirler. Egemen sınıfın statükocu kanadı resmi ideolojiyi kendine siper edinir. Resmi ideolojinin dokunulmaz kıldığı kavramları kullanarak saldırıya geçer. Geçtiğimiz günlerde CHP’li Onur Öymen’in Kürtlerle müzakereye karşı çıkarak 1938 Dersim katliamını olumlaması bunun tipik bir örneğiydi. Öte yanda AKP ise süreci kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek ve Kürt kitlelerini siyasi iradelerini temsil eden örgütlenmelerden uzaklaştırarak kendi saflarına kazanmak istiyor. Bu yüzden başbakan, devletin 193738’de Dersim’de gerçekleştirdiği kitlesel kıyımı katliam olarak tanımlamaktan çekinmedi. Statükonun devamını sağlamak üzere kurgulanan resmi ideoloji egemenlerin değişimden yana kesimi için ayak bağı haline gelmiştir. Bu yüzden statükonun savunucusu kurumların ve resmi ideolojinin bazı öğelerinin tartışılması gündeme gelmektedir. Ancak burjuva cephede yer alan siyasi güçler, resmi ideolojiye yönelik toptan ve köklü bir sorgulamaya girişmeye cesaret edemezler. Böyle bir sorgulama, sömürü düzeninin bütününü tehlikeye sokacaktır.
Egemenler arası it dalaşı karşılıklı psikolojik savaş hamleleri eşliğinde sürüyor! İçerisinden geçmekte olduğumuz dönemde, askeri bürokrasinin konumunun giderek daha fazla sorgulandığına şahit oluyoruz. Bunun sebebi açıktır. Türkiye’de rejimin, burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda reorganize edilebilmesi, bu temelde iktidar bloku içerisindeki güç ilişkilerinin yeniden tanımlanabilmesi, statükonun devamında ayak direyen askeri bürokrasinin direncinin kırılmasını gerektiriyor. Askeri bürokrasi, askeri vesayet rejiminin zayıflatılmasına karşı direniyor. Ordu içerisinde cuntacı örgütlenmelerin ardı arkası kesilmiyor. Bu cuntaların hükümeti yıpratmak üzere hazırladıkları psikolojik savaş plan ve uygulamalarının önü alınamıyor. Bu durum, askeri bürokrasinin direncinin kırılması gereğini daha da acil kılıyor. İşte bu yüzden, burjuva düzenin “koruyucusu ve kollayıcısı” olan ordunun düne kadar örtbas edilen suçları şimdi kısmen teşhir ediliyor. Bu hamleler karşısında askeri bürokrasi, “TSK’ya karşı asimetrik yıpratma harekâtı yürütülüyor” diyerek suçlarını inkâr ediyor; böylelikle iktidar aygıtı içerisindeki konumunu ve dokunulmazlığını korumaya
11
marksist tutum
çalışıyor.
Ordunun kabaran suç dosyaları ve karargâhtan üflenen yalan rüzgârları Psikolojik savaş uzmanı Albay Dursun Çiçek’e hazırlatılan AKP’yi devirme planının fotokopisi medyada yayınlandı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bu belgeye “kâğıt parçası” diyerek belgenin gerçekliğini inkâr etti, yani tüm kamuoyuna açıkça yalan söyledi. AKP ise belgenin ıslak imzalı aslının elinde olduğunu gizledi. Söz konusu belgenin ıslak imzalı aslı, zamanı geldiğinde şantaj aracı olarak kullanılmak üzere bekletiliyordu. AKP “demokratik açılım” söylemini Kürt kitleleri nezdinde inandırıcı kılabilmek ve PKK’lilerin dağdan inişine açık kapı bırakabilmek için Habur’dan giriş yapan PKK’lilerin serbest bırakılmalarını sağladı. Hükümet bu adımı atarak “açılım” söylemine inandırıcılık kazandırmayı ve DTP’yi destekleyen Kürtlerin bir kısmını yanına çekmeyi hesaplıyordu. Ancak Kürt kitleleri AKP’nin hesabını bozdu. PKK’li barış heyetini karşılamak üzere 1 milyonun üzerinde Kürt, 3 gün boyunca sokaklara döküldü. Kürt kitleleri, kimlik taleplerini ve barış özlemlerini muhteşem bir karşılama töreniyle ifade etti. Gerilla kıyafetleriyle halkı selamlayan PKK’lilerin Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması TC egemenlerini kudurturken, AKP’nin Kürt örgütlerini marjinalleştirme ve tasfiye etme planları da bir kez daha suya düştü. Bu gelişmeler üzerine ulusalcı kanat, başta asker-sivil bürokrasi, CHP ve MHP olmak üzere, denetimleri altındaki medyayı, kitle örgütlerini ve faşist çeteleri seferber ederek AKP’ye karşı yeni bir taarruz başlattı. AKP bu taarruza, şantaj için beklettiği Dursun Çiçek imzalı belgenin aslını ortaya çıkartarak yanıt verdi. Aynı günlerde Genelkurmay’ın içerisinden gelen ve generallerin olayı örtbas etme manevralarını teşhir eden bir ihbar mektubu da medyaya yansıtıldı. İlker Başbuğ, Genelkurmay bünyesinde halen hükümeti yıpratmak üzere planlar yapıldığı belgelenince, TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütüldüğünü öne sürerek kendisinin ve “silah arkadaşlarının” yıpranmasını engellemeye çalıştı. Başbakan ise “demokratik açılım”da frene basarken, İlker Başbuğ ile aralarında güven sorunu olmadığını beyan ederek askeri bürokrasiyle uzlaşmaya hazır olduğunun sinyallerini verdi. Hükümeti yıpratmak üzere psikolojik savaş planları hazırlayan üst rütbeli komutanlar, suçlarının cezasını çekmekten yine kurtuldular. Nitekim Albay Dursun Çiçek, ikinci kez ifadesi alındıktan sonra 43 saat içerisinde serbest bırakıldı. Her iki taraf da kirli uzlaşmalar temelinde aralarındaki çatışmanın tan-
12
Aralık 2009 • sayı: 57
siyonunu düşürmek istiyor ama bir türlü uzlaşamıyor. Marksist Tutum sayfalarında defalarca dile getirildiği üzere, çatışmanın geçici ateşkeslerle soğutulması, egemenler arasındaki çatışmanın uzlaşmalar temelinde çözülebileceğini göstermez. İktidar bloku içerisindeki güç ilişkilerinin yeniden tanımlanması sürecine siyasal çalkantıların ve şiddetli çatışmaların eşlik etmesi kaçınılmazdır. Nitekim ulusalcı kanat, yargı mensupları ve devlet görevlilerinin telefonlarının dinlendiğini gündeme getirerek yeni bir taarruz başlatmakta gecikmedi. Ulusalcılar, AKP’nin iktidarını korku ve şantaj üzerine kurduğunu propaganda etmeye başladılar. Ancak AKP karşı hamlede gecikmedi ve “Kafes Operasyonu Eylem Planı” teşhir edildi. Hemen ardından Deniz Kuvvetlerinden 2 muvazzaf albay ve bir yarbay tutuklandı. Genelkurmay’ın “TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütülüyor” söyleminin ardına sığınması sadece Dursun Çiçek vakasında yaşanmadı. Diyarbakır Lice’de 12 yaşındaki Ceylan’ın bomba atar silahı ile hunharca katledilmesi; bir subayın nöbette uyuyan erin eline pimi çekilmiş el bombası vererek cezalandırması ve 4 askerin bu yüzden ölmesi gibi kamuoyuna yansıyan olayların ardından da benzer açıklamalar yaptı Genelkurmay. Planları “kısmen” deşifre edenlerin, yani AKP’nin başını çektiği kanatta yer alanların da masum oldukları sanılmamalıdır. Medya kanalıyla kamuoyuna sızdırılan psikolojik harekât planları, yürürlülükteki planların küçük bir kısmını, özellikle de hükümeti yıpratmaya odaklanan kesitini oluşturmaktadır. İşçi hareketini, devrimcileri ve Kürtleri hedef alan planlar halen yürürlüktedir ve egemen sınıfın tüm kesimleri tarafından sahiplenilmektedir. TSK’nın kirli planlarını “kısmen” teşhir edenler de, kendi çıkarları doğrultusunda psikolojik savaş yöntemlerini uygulamaktan geri durmamaktadırlar. Toplumu kandırmaya ve manipüle etmeye yönelik egemenlerin ortak plan ve uygulamaları örtbas edilirken, teşhir edilen kısım, cuntacıların doğrudan hükümeti hedefleyen planlarıyla sınırlı tutulmaktadır. Psikolojik savaş sadece Genelkurmay bünyesindeki örgütlerce yürütülmüyor. Aslına bakılırsa burjuva siyasi partilerden işveren derneklerine kadar burjuvazinin tüm örgütleri, çıkarlarını temsil ettikleri kesimler adına farklı içerik ve kapsamda psikolojik savaş yöntemleri uyguluyorlar. İşçi sınıfının egemen sınıfın rakip güçleri arasında yürüyen mücadeleyi bilince çıkarması, bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edebilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. İşçi sınıfı, kendi bilinci üzerinde oynanan oyunların bilincine varmadığı sürece, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin yalanlarının etkisinde kalmaktan kurtulamayacaktır. Bu bağlamda, burjuvazinin psikolojik savaş uygulamalarını güncel ve tarihsel örnekler eşliğinde gündeme getirmek boynumuzun borcudur. (Devam edecek)
Berlin Duvarı’nın Yıkılmasından Kapitalizmin Tarihsel Krizine Utku Kızılok
B
erlin Duvarı’nın yıkılışı 20. yılında şaşaalı bir şekilde kutlandı. “9 Kasım 1989’da duvarın yıkıldığına kim yerinde tanıklık etti” yarışına giren burjuva devlet başkanları ve kapitalist düzen ideologları, 20. yıl gösterilerinde de boy göstermek üzere Berlin’e koştular. 20. yıl vesilesiyle suni bir şekilde oluşturulan Berlin Duvarı’nın temsili olarak bir kez daha yıkılmasına Leh Walessa ve Mihail Gorbaçov liderlik etti. Böylece Berlin Duvarı üzerinden güya sosyalizm bir kez daha yıkılmış oldu. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasını Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin yıkılışı izlemiş ve iki yıl sonra da SSCB çökerek tarih sahnesinden ayrılmıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılması pek çok açıdan semboliktir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla açılan süreç, burjuvazi açısından sosyalizme karşı kapitalizmin dünya ölçeğindeki zaferini sembolize ederken, uluslararası işçi sınıfı için muazzam bir örgütsüzleşme ve sosyal-sendikal kazanımların kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Bürokratik diktatörlüklerin yıkılmasını sosyalizmin çöküşü olarak sunmak ve Marksizmin tarihsel yenilgisini ilan etmek isteyen burjuvazi, dizginsiz bir ideolojik fırtına estirmeye başladı. Sosyalizmin öldüğünü, sınıf mücadelesinin bittiğini, kapitalizmin ebedi olduğunu bildiren zafer boruları çalınıyor,
alabildiğine küstahlaşan burjuva ideologlar Marksizmi musalla taşına yatırmaya çalışıyorlardı. Artık küreselleşen dünya, krizleri de savaşları da geride bırakmıştı! Fakat o günden bugüne tarih köprüsünün altından çok sular aktı. Kapitalist sistemin yasaları burjuva ideologlara bir kez daha ihanet etti: Emperyalist savaş bir kez daha dünyayı kana bulamaya başlarken, kapitalizm, irili ufaklı krizlerden geçerek tarihinin en büyük krizlerinden birinin içine yuvarlandı. En ihtişamlı gözüktüğü döneminde kapitalist sistem alabildiğine çürümeyle, savaşla, krizle, artan işsizlik ve açlıkla, toplumun yozlaşmasıyla, doğanın tahrip olmasıyla kendini dışa vurmaktadır. Kitleler kapitalizmin gerçek yüzünü görmeye başlıyorlar. Geride bıraktığımız yıllar boyunca dünyanın birçok köşesinde patlamalı kitle hareketleri ve devrimci durumlar yaşandı. Tüm bunlardan ötürü, bilcümle burjuva dünya, o eski muzafferane debdebeli söylemini artık yüksek perdeden dile getiremiyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize olan dönem bazı temel yönleriyle kapanmıştır. Bu nedenle, duvarın yıkılmasıyla açılan dönemi, yirmi yıllık değişim sürecini ve şimdi içinden geçtiğimiz tarihsel kesiti ele almakta fayda var. Önce, açılan karanlık dönemin işçi hareketi üzerine nasıl çöktüğüne bir bakalım.
13
Aralık 2009 • sayı: 57
marksist tutum
I Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla açılan perdenin SSCB’nin çöküşüyle kapanması uluslararası işçi sınıfı üzerinde tam anlamıyla bir balyoz etkisi yarattı. Burjuvazinin ideolojik saldırı fırtınasıyla birleşen süreç, uluslararası işçi sınıfının bilincinde ve ruh dünyasında bir yıkıma, travmaya ve insanlığın kurtuluş umudu olarak sosyalizme duyulan inancın büyük yara almasına yol açtı. SSCB ve Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin işçi iktidarıyla ve sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Lakin bürokratik bir sınıfın egemenliği söz konusu olsa da, sosyalist etiketli olan ve uluslararası işçi hareketini etkileyen bu kampın varlığı, sınıflar arası güç ilişkilerini, kitlelerin moral ve motivasyon düzeyini, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin seyrini belirlemekteydi. Bir işçi devriminden korkan ve sosyalizm tehlikesinin önüne geçmek isteyen Batı’nın kapitalist güçleri işçi sınıfına önemli tavizler vermişlerdi. Nitekim Avrupa’da “sosyal devlet” denen şey düzenin bir inayeti değil, devrim korkusu yaşayan burjuvazinin işçi sınıfına verdiği tavizlerin bir tezahürüydü. Ne var ki, çöküşle birlikte sınıflar arası güç ilişkilerindeki denge burjuvazi lehine değişmeye başladı ve kapitalist düzenin temsilcileri her yönden saldırıya geçtiler. Değişen güç dengeleri ve oluşan yenilgi psikolojisi ortamında burjuvazi, 1970’lerin sonlarından beri devam ettirdiği neoliberal saldırı programlarını eskiye göre daha sorunsuz bir şekilde hayata geçirmeye başladı. İşçi sınıfındaki özgüven yitimi ve sınıf mücadelesindeki geriye savrulma, denilebilir ki yansımasını en fazla ulus-
lararası komünist harekette buldu. Uluslararası komünist harekette çok büyük bir parçalanma ve tasfiye süreci başladı. Bir döneme damgalarını basan Avrupa’nın Komünist Partileri tümüyle sistemin bir parçası haline geldiler, sendikalar üzerindeki eski etkilerini yitirdiler ve giderek bir cesede dönüştüler. Çöken bürokratik diktatörlüklerdeyse gerçek bir komünist hareketten söz etmek zaten mümkün değildi ve buralardaki eski devlet partilerinin komünistlikle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Nitekim onların da çoğu eriyerek burjuva sol partiler haline geldiler. Asya ve Latin Amerika’daki küçük-burjuva devrimci hareketler ise ya tümüyle sisteme entegre oldular ya da alabildiğine marjinalleştiler. Henüz 12 Eylül 1980 faşizminin yarattığı karanlıktan çıkamayan Türkiye sosyalist hareketinin üzerine ise, bu kez dünya ölçeğinde egemen olan genel gericilik dönemi de çöktü. Tasfiyeciliğin, Marksizme ve Bolşevizme kara çalmanın ve örgütlü mücadeleden kaçışın yaygınlaştığı bu çift dalgalı gericilik döneminde, Türkiye sol hareketinde de çeşitli eğilimler gelişti. Birinci eğilim, çöküşten sonra ideolojik ve örgütsel tasfiyeciliğe yönelmiş olanların meydana getirdiği eğilimdi. Bir dönem çeşitli siyasal hareketlerde ve özellikle SSCB yanlısı partilerin merkez komitelerinde boy göstermiş olan kimi bürokrat kadrolar, zaten iğreti giydikleri kızıl gömleklerini çöküşten hemen sonra sırtlarından çıkarıp attılar. Burjuva limanlara yelken açan bu eski “kızıl” gömlekliler, burjuva demokrasisinin “erdemlerini” ve piyasa ekonomisinin “yaratıcılığını” ani bir şekilde keşfederek liberalleştiler ve kapitalist ideologlar ordusuna katılarak Marksizme saldırıya başladılar.
Berlin Duvarı: 1961’den 1989’a
H
enüz İkinci Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken, 1943’te Tahran Konferansında bir araya gelen ABD, İngiltere ve SSCB liderleri dünyanın paylaşılması için pazarlıklara girişmişlerdi. Bu ilk paylaşım toplantısını 1945’te yapılan meşhur Yalta ve Potsdam Konferansları izledi. İşte Berlin Duvarı’nın örülmesine giden sürecin önü bu konferanslarda açıldı. Savaşın galibi söz konusu üç ülke liderleri dünyayı kendi aralarında paylaştılar: Doğu Avrupa SSCB’ye, Batı Avrupa ise ABD ve İngiltere’ye bırakıldı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde yenilen Almanya, savaşın galipleri olan ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB arasında dörde bölündü. Birkaç yıl sonra üç em-
14
peryalist ülke işgal ettikleri bölgeleri birleştirerek kapitalist Batı Almanya’nın kurulmasına cevaz verdi. SSCB’nin elinde tuttuğu topraklar üzerinde ise sözümona sosyalist Doğu Almanya yükselmeye başlamıştı. Böylece yapay bir şekilde, Almanya Batı ve Doğu olarak ikiye bölündü. Daha da çarpıcı olanı, Doğu Almanya’nın içinde ve sınırdan çok uzak kalan Berlin’in ayrıca tam ortadan ikiye bölünmesiydi. Doğu Almanya sosyalist olma iddiasındaydı, ancak işçiler hiçbir şekilde iktidarda değillerdi. Devlet, Sovyet bürokrasisinin hakimiyeti altında tepeden aşağıya, tümüyle bürokratik bir tarzda örgütlenmiş ve işçi sınıfı karar organlarının tümüyle dışına itilmişti. Gerileyen
ekonomik yaşam koşullarına ve artan bürokratik baskılara karşı işçi sınıfı, 1953’te grev komitelerinde örgütlenerek greve gitti. Kitleselleşen grevler, Haziran ayının ortasında Doğu Almanya’nın pek çok sanayi kentine yayıldı. Ancak düzenini tehlikede gören bürokrasi, grevlere “karşı-devrimci” damgasını vurup Sovyet Ordusu marifetiyle işçi kitlelerini bastırdı. Kitlelerin hoşnutsuzluğu ve çıkışsızlığı, onları Batı Almanya’ya kaçmaya zorladı. Kaçışlar öylesine hızlandı ki, 1961’e kadar tam 2 milyon insan sözümona sosyalist bir ülkeden kapitalist ülkeye kaçtı. Kaçışların önünü alamayan Doğu Alman bürokrasisi, akıl hocası Sovyet bürokrasisinin önerisiyle Batı Berlin’in ortasına bir gecede duvar örüp önlemleri sıkılaştırdı. Ancak tüm önlemlere rağmen in-
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
İkinci eğilim, genel olarak Stalinist milliyetçi sosyalizm anlayışına sadık kalan ve bu temelde reformist-legalist partiler/yapılar oluşturarak yola devam edenlerin oluşturduğu eğilimdi. Üçüncü eğilim, bir şaşkınlık döneminden sonra sanki hiçbir şey olmamış, sanki bir dünya yıkılmamış gibi davranan ve olup bitenlerin aynasında Stalinizmi hiçbir şekilde sorgulamayarak, “devrimcilik” iddiasını sürdürenlerin oluşturduğu eğilimdi. Bu eğilimin mensupları, aslında yaşananlarla yüzleşmekten köşe bucak kaçarak yollarına devam etmek istemekteydiler. Bütünüyle küçük-burjuva devrimciliğinin damgasını bastığı bu yol, her geçen gün onları işçi sınıfından uzaklara sürüklemiş ve gelinen aşamada sınıftan kopukluk ölümcül derecede kendini dışa vurmaya başlamıştır. Dördüncü eğilim, devrimcilik iddiasını sürdürenler içinden, çöküşün ardından Stalinizmi sorgulamaya başlayan, ancak bu sorgulamayı mantıki ve nihai sonuçlarına götüremeyip yarıda bırakanlardan oluşmaktadır. Stalinizmle devrimci Marksizm arasında salınan bu eğilimi merkezci olarak tanımlayabiliriz. Beşinci eğilim, kendilerini Troçkist olarak tanımlayan çevre ve grupların oluşturduğu eğilimdir. Troçki’nin 1940’lara kadar getirdiği Bolşevizm geleneğini sürdüremeyen, daha da önemlisi özde Bolşevik örgüt anlayışının dışına düşen ve Troçki’nin görüşlerini dogmalaştıran bu çevre ve gruplar da yaşanan tarihi olaylardan günün gerekli derslerini çıkartamamışlardır. Altıncı eğilim ise, Bolşevizm geleneğini sürdüren ve bu temelde Stalinizmi ve onun hayat verdiği “resmi komü-
sanlar kaçmaya devam ettiler. 1989 sonbaharında Doğu Alman-
nizm” anlayışını Marksizmden esaslı bir sapma olarak değerlendiren enternasyonalist komünistlerin oluşturduğu eğilimdir. Enternasyonalist komünist eğilimi benimseyen devrimcilere göre, içinden geçilen dönem dünya ölçeğinde bir gericilik dönemidir. Geleceğe hazırlanabilmek için, bu dönemde en başta gelen görev, burjuvazinin dizginsiz ideolojik saldırılarına karşı yoğun bir teorik-ideolojik-politik mücadele yürüterek Marksizmin mevzilerini korumak olmuştur. Benzeri tarih kesitlerinde Marksizmin ideolojik mevzilerini savunmak ve bu mevzileri güçlendirmek, daima işçi sınıfının tarihsel önderlerinin öncelikli görevi olmuştur. Örneğin, yenilgiye uğrayan 1905 devrimi sonrasında, Marksizmin temel yönlerini yeniden gözden geçirmek gerektiğini söyleyenlere karşı Lenin amansız bir mücadele yürütmüş, ideolojik mevziler korunmadan ve böylece teorik bir berraklığa sahip olunmadan geleceğe hazırlanmanın mümkün olmayacağının üzerinde durmuştur. Bu ideolojik mücadelenin ne denli önemli olduğunu eşi Krupskaya anılarında şöyle dile getiriyor: “Geriye dönüp o yıllara baktığımız zaman, mücadelenin ne için yapıldığı şimdi daha parlak bir şekilde açığa çıkıyor. Bugün, geçirilen deneyler Lenin’in izlediği yolun doğruluğunu o kadar açık biçimde ortaya koyuyor ki, verilen mücadele, çoğu kimse tarafından daha az önemseniyor. Oysa bu mücadele yapılmasaydı, yükselen devrimci eğilimler sırasında parti, kendi amaçlarını geliştirme olanağı bulamayacak ve zafere doğru ilerlemesi tehlikeye girecekti.” Gericilik dönemlerinde devrimci Marksizm, gecenin karanlığında parıldayan küçük alazlar gibidir ve geleceğin
ya’da kitleler, yaşam koşullarının düzeltilmesi, “sosyalizmin” demok-
ratik bir işlerliğe kavuşturulması ve sınır geçişlerinin önünün açılması için gösterilere başladılar. Gösterilerin kitselleşmesi ve süreklileşmesi bürokrasiyi bir hayli sıkıştırmaktaydı. Bu basınca son vermek amacıyla geçişlerin kolaylaştırılacağı açıklaması yapıldı. Ancak o güne kadar öylesine bir birikim yaşanmıştı ki, halk kitleleri bu açıklamayı sınırların açıldığı biçiminde yorumlayıp sınıra aktı. Birkaç saat sonra yüz binlerce insan geçiş noktalarına yığılmış ve karşıya geçmişti. Kitlelerin fiili vuruşu sınırları bir anda anlamsız hale getirmişti. Bunun üzerine 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına karar verildi. 13 Ekim 1990’da ise SSCB bürokrasisinin Batı Alman burjuvazisinden aldığı devasa rüşvetle Doğu Almanya tarihe karışmış ve iki Almanya birleşmişti.
15
Aralık 2009 • sayı: 57
marksist tutum
büyük ateşini yakacak olan bu küçük alazların söndürülmesine asla izin vermemek komünist kadroların temel görevidir. Tam da bundan dolayı, SSCB’nin çökmesiyle açılan dönemde devrimci Marksizmin alazlarını korumak hayati bir meseleydi. Mehmet Sinan, çöküş dönemindeki tartışmaları hatırlatarak şöyle diyordu: “Böylesine önemli bir tarihsel konjonktürde, burjuvazinin anti-komünist propagandalarına ve Stalinist solun tarihsel körlüğüne karşı, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da yaşanan süreci doğru kavramak ve doğru anlatabilmek ve bu temelde Marksizmin ideolojik mevzilerini savunabilmek en önemli ve en öncelikli görev haline gelmişti. Çünkü bir yanda burjuvazinin anti-komünist propaganda mekanizması işliyor, öbür yanda solun büyük bir çoğunluğunun bürokratik rejimler hakkındaki tarihsel yanılgısı hâlâ devam ediyordu.”1 Yenilen bir ordu neden mağlûp olduğunu arayıp bulmadan ve gerekli dersleri çıkartmadan, nasıl örgütleneceğini ve bu örgütlenmede hangi strateji ve taktiklere başvuracağını belirlemeden yeni döneme hazırlanamaz. Bu nedenledir ki sosyalizm adına SSCB ve diğer bürokratik diktatörlüklerde gerçekte neler yaşandığının ortaya konulması ve Stalinizmle hesaplaşılması çok önemliydi. Yenilen bir ordu neden mağlûp olduğunu arayıp bulmadan ve gerekli dersleri çıkartmadan, nasıl örgütleneceğini ve bu örgütlenmede hangi strateji ve taktiklere başvuracağını belirlemeden yeni döneme hazırlanamaz. Bu nedenledir ki sosyalizm adına SSCB ve diğer bürokratik diktatörlüklerde gerçekte neler yaşandığının ortaya konulması ve Stalinizmle hesaplaşılması çok önemliydi. Bürokratik diktatörlüklerin sosyalizmle hemen hiçbir ilişkisinin olmadığı gözler önüne serilmeden ve yanılsamalar kırılmadan devrimci Marksizmin ideolojik mevzileri tam anlamıyla savunulup korunamaz ve geleceğe doğru bir teorik-ideolojik netlik çizgisinde yol alınamazdı. Sınıf mücadelesi tarihi, şu tespiti her önemli dönemeçte yeniden ve yeniden doğrulamıştır: Devrimci teori olmadan devrimci örgüt yaratılamaz ve devrimci örgüt olmadan devrimci pratik yapılamaz. Bu perspektiften hareketle SSCB ve diğer bürokratik ülkelerde yaşanan deneyimleri sorgulamaya girişen Elif Çağlı, Marksizmin Işığında adlı eserinde Stalinizm tarafından tahrif edilerek unutturulan devrimci Marksizmin esaslarını ortaya koydu. Açılan gericilik dönemini hatırlatarak, tutulması gereken ana halkaya şöyle işaret ediyordu: “Bu durum, bilimsel sosyalizmi savunan enternasyonalistlerin önüne, çözülmesi gereken bir dizi teorik-politik sorun yığmaktadır. En başta da işçi sınıfının silinmiş olan tarihsel hafızasını yeniden canlandırabilmek ve tarih bilincine ulaşmasına yardımcı olmak sorunu geliyor. Bunun için burjuva ideolojisine karşı mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Yaşanmış tarihsel deneyimleri bütün yönleriyle
16
irdelemek, çıkarılan teorik ve politik sonuçları işçi sınıfının ve sosyalizme yönelen genç kuşakların bilinç sürecine taşımak, devrimci Marksistlerin en başta gelen görevi olmalıdır. … Bu görevin gereğince yerine getirilmesi, bugün her şeyden önce Stalinist sosyalizm anlayışının yarattığı illüzyonların yerle bir edilmesini ve bu anlayışın somutlanması anlamına gelen ‘reel sosyalist’ ülkeler deneyiminin gerçek anlamının ortaya konmasını şart koşmaktadır. Bu yapılmadıkça, genelde proletaryanın sosyalizm mücadelesinin üzerine çöken kara bulutların dağıtılması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle proletaryanın sosyalizm mücadelesinin yeniden rayına oturtulabilmesi için, tüm yaşananların anlamının Marksizmin devrimci perspektiflerinin ışığı altında sorgulanması gerekiyor.” (age, s.10-11) Doğu Avrupa’nın bürokratik yapılarının ebediyete intikal ettiği ve SSCB’nin de ömrünün son günlerini yaşadığı bir tarihi dönemeçte, olayların sıcaklığı içinde kaleme alınmış bu çalışmada çok önemli bir noktanın altı çizilmekteydi: “Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız. … Burjuva ideologlarının ve politikacılarının göstermeye çalıştıklarının aksine, istikrarlı, huzurlu, barışçı bir döneme değil, istikrarsızlığın devam ettiği, bölgesel düzeyde sıcak savaşların yaşandığı ve potansiyel savaş ortamlarının devam ettiği bir döneme girmektedir dünya kapitalizmi.” Bundan 19 yıl önce kaleme alınmış bu satırlardaki tespitler olduğu gibi doğrulanmıştır. Burjuvazinin “yeni dünya düzeni”nden, kapitalizmin zaferinden, krizsiz, savaşsız ve barışçı bir dünyadan dem vurduğu, eriyen uluslararası komünist hareketin ise derin bir moralsizliğe sürüklendiği bir dönemde, böylesi başarılı öngörülerde bulunmak, ancak hayatını proletaryanın davasına adamış deneyimli komünistlerin marifeti olabilirdi. Nitekim bu dönemde Stalinizmin tahrifatlarına karşı amansız bir mücadele veren Çağlı ve yoldaşları, bir teorik yeniden üretim çabası içine girerek devrimci Marksizmin esaslarını gün yüzüne çıkarttılar.2
II Bürokratik diktatörlüklerin çökmesiyle tüm dünya kapitalist ekonomiye açıldı. Böylece Marx ve Engels’in daha bir buçuk asır önce Komünist Manifesto’da öngördüğü küresel kapitalist ekonomi tam anlamıyla bir gerçekliğe dönüştü. Ancak burjuvazi küreselleşme olgusunu ideolojik bir çarpıtmaya uğratarak onu adeta insanlığın yeni kurtarıcısı olarak sunmaya başladı. Bu ideolojik çarpıtma ve sunuş, ironik bir şekilde, kitlelerin yara alan sosyalizm umudunun yerine geçirilmek isteniyordu. Gerçeklik öylesine çarpıtıldı ki, “küreselleşme” adeta ilahi bir kurtarıcı katına yükseltildi. Güya küreselleşmeyle refah, mutluluk, adalet,
sayı: 57 • Aralık 2009
demokrasi ve barış dönemi açılmıştı. Bu küreselleşme denen kapitalist tanrı her ne yapmışsa yapmış, tarihin sonunu getirmiş, ideolojileri öldürmüş ve hatta sınıf çatışmalarını da ortadan kaldırmıştı! Burjuvazinin gözdesi olmaya çalışanlar “elveda proletarya” çığlıkları atarken, Marx’tan söz edenler alaya alınıyordu. Bürokratik yapıların çöküşü sadece ideolojik açıdan değil, sermayenin dizginsiz sömürüsüne açılan yeni pazar ve yatırım alanlarıyla da kapitalizme can suyu oldu. 1970’lerden beri sistemin bünyesinde biriken sorunlar 1982 Latin Amerika kriziyle ve 1987’de New York borsasının çökmesiyle kendini dışa vurmuştu. Tam da 1990 dönemecinde dünya ekonomisi ciddi bir durgunluğa girmişken, bürokratik ülkelerin çöküşü sökün etti. Sermayenin yeni pazar ve yatırım alanlarına kavuşmasıyla birleşen yeni teknolojilerin (bilgisayar, internet ve cep telefonu) yaygın ve hızlı gelişimi ve önü daha da açılan neo-liberal etiketli saldırılar kapitalizme nefes aldırdı. Estirilen burjuva propagandaya göre, bu durum, kapitalizmin kendi iç sorunlarını çözdüğü, kesintisiz bir büyüme dönemine girdiği ve krizlerin bittiği anlamına geliyordu. Kapitalizmin rakipsiz kaldığını ve ebedi olduğunu söyleyen övgüler, Marx’ın yanıldığı söylemiyle devam ediyordu. Kapitalizm övgüsünün bir başka ayağını ise, küreselleşen ekonomik yapı içinde sermayenin daha akışkan bir hal alması ve özellikle de Avrupa Birliği projesi oluşturuyordu. Güya küreselleşmeyle birlikte ulus-devletler aşılmaya başlamıştı ve AB de bunun somut bir tezahürüydü. Fakat bunu söyleyenler yalnızca, açıktan burjuvazinin ideologluğunu yapanlar değildi. Eskinin solcuları, kendine sosyalist ve hatta Marksist diyen akademisyenler ve aydınlar da küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir evresi olduğunu ve ulus-devletlerin artık aşılmaya başladığını söylüyorlardı. Elif Çağlı’nın deyimiyle aydının teori icat etme merakı, burjuvazinin yarattığı ideolojik fetret sürecini beslemekten başka bir işe yaramamıştır. Kautsky’nin ultraemperyalizm teorisini hatırlatırcasına, büyük kapitalist güçlerin tek bir dünya tröstü içinde birleşeceği ve ulusdevletlerin imparatorluk içinde eriyeceği görüşünün piyasaya sürülmesi, Marksizmi aşmaya heveslenenlerin “postMarksizm” gibi safsataları piyasaya sürmeleri teori icat etme merakının bir ürünüydü. Şunu unutmamak gerekiyor: Gericilik döneminin açtığı nehir yatağı düşünsel ortamı belirlemekle kalmaz, bu düşünceleri kendinde birleştirerek burjuva ideolojisinin okyanusuna ulaştırır. Devrimci Marksizmin mevzilerinde direnmeyen, gericilik döneminin etkisinde kalarak Marksizmin artık eskidiğini ve aşılması gerektiğini söyleyenler burjuvazinin ideolojik yatağını besleyen teoriler icat etmekten öteye geçememişlerdir. Ancak tüm bu tantanalara rağmen, çok geçmeden kapitalizmin yasaları, onu bir kuyumcu titizliğiyle çözümleyip gözler önüne seren Marksizmin tarihsel haklılığını teslim edecekti. Bir taraftan krizsiz ve savaşsız kapitalizmden, ulus-
marksist tutum
11 Eylül 1990’da baba George Bush, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinin, vahim olmakla birlikte “Yeni Dünya Düzeni”ne doğru ilerlemek için ender bir fırsat sunduğunu dile getiriyordu.
devletlerin aşılmasından, barış döneminin açıldığından dem vurulurken, öte taraftan eski Yugoslavya toprakları üzerinde emperyalist güçler kanlı savaşlarla kozlarını paylaşmaya girişmişlerdir. En son 1999’da Sırbistan’a yönelik emperyalist saldırganlıkla kapanan Balkan savaşları, kapitalizmden kaynaklanmayan arızi bir şey miydi? Elbette ki hayır! Yukarıda Elif Çağlı’dan aktardığımız gibi, dünya kapitalizmi yüklü savaş potansiyeli ihtiva eden bir döneme girmişti. 11 Eylül 1990’da baba George Bush, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle doğan krizi Kongrede değerlendirirken, işgalin, vahim olmakla birlikte “Yeni Dünya Düzeni”ne doğru ilerlemek için ender bir fırsat sunduğunu dile getiriyordu. Böylece “eski düzen”in sona erdiği ve “yeni bir düzen” kurulması gerektiği bizzat ABD emperyalizminin başı tarafından ilan ediliyordu. “Sosyalist” kampın kapitalizme entegre olmasıyla hem emperyalistler için devasa yeni paylaşım alanları ortaya çıkmış ve hem de ABD hegemonyasında kurulan zoraki birliğin temel varlık sebebi ortadan kalkmıştı. Bu, emperyalist güçler arası kızışan rekabetin ve emperyalist savaşın yeni döneme damgasını basacağı anlamına geliyordu. Nitekim ABD emperyalizmi rakiplerinin heveslerini kursaklarında bırakmak ve “Yeni Dünya Düzeni”ni kendi hegemonyası altında kurmak üzere, bir gözdağı niteliğinde olan Birinci Irak Savaşını (Körfez Savaşı) başlatmıştı. Yani gelecek günlerin hiç de savaşsız olmadığı yeterin-
17
marksist tutum
11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelerin yıkılması sonrasında, ABD emperyalizminin başlattığı savaş, sistemin bünyesinde biriken çelişkilerin keskin bir şekilde dışa vurmasından başka bir şey değildi.
ce açıktı. Ve 1990’lardan 2000’lere yürünen süreç, özellikle ABD emperyalizmi için uzun soluklu bir savaşın hazırlık evresi olarak geçecekti. Bu meyanda ise, kapitalist ekonomik kriz sistemin zayıf halkalarında kendini dışa vurmaya başlamıştı. 1994’te Meksika’yı çökerten kriz, 1997’de “Asya kaplanları” denen ülkelerde, 1998’de Brezilya ve Rusya’da, 2000-2001’de ise en belirgin biçimde Arjantin ve Türkiye’de kendini gösterdi. Ancak burjuva ideologlara göre bu krizler, işlerin kurallara uygun yapılmamasından kaynaklanıyordu ve azgelişmiş ülkelere özgüydü. Fakat ne kadar ertelenmeye çalışılsa da sistemin bünyesinde biriken sorunlar çelişkileri keskinleştirmekteydi. Nitekim 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelerin yıkılması sonrasında, ABD emperyalizminin başlattığı savaş, sistemin bünyesinde biriken çelişkilerin keskin bir şekilde dışa vurmasından başka bir şey değildi. Rakip emperyalist güçlere karşı hegemon pozisyonunu güçlendirmek ve gelecekte üstünlüğü kimseye kaptırmak istemeyen ABD emperyalizmi uzun soluklu bir savaş başlattı. “Uluslararası terörizm” şeytanını yok etme kılıfı altında başlatılan, şok ve dehşet gibi sıfatlarla kodlanan bu emperyalist savaş, Afganistan ve Irak’ı yerle bir etmiş, milyonların canını almış, bir o kadarını da sakatlamış, yerinden ve yurdundan etmiştir. Esasında ABD sözcülerinin, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak söylemi, başlayan dönemin siyasi karakterini çok özlü bir şekilde ortaya koy-
18
Aralık 2009 • sayı: 57
maktaydı. Nitekim 11 Eylül 2001’den sonra emperyalist rekabet ve hegemonya kavgası alabildiğine kızıştı. Artık paylaşım alanları emperyalist güçlerin kıran kırana kapışmasına sahne oluyor. Çeşitli kılıklara bürünerek süren emperyalist tepişme, bölgesel sıcak savaşlar biçimini de alarak devam etmektedir. Enternasyonalist komünistler 11 Eylül sonrasında şu değerlendirmeyi yapmışlardı: “Dünya çapında patlayıcı çelişkilerle yüklü, büyük toplumsal ve uluslararası çalkantılar, savaşlar, iç savaşlar ve devrimlerle karakterize olacak yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz.” Bunlar, basit ve ajite etmek amacıyla söylenmiş sözler değildi. Daha 1990’da Çağlı’nın yapmış olduğu tespitlerle örtüşen ve sürecin yeni evresini ortaya koyan Marksist bir öngörüydü. Nitekim çok geçmeden yeni dönemi yansıtan patlamalı kitle hareketleri peş peşe sökün etmeye başladı. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrimci ayaklanmalar ve devrimci durumlar yaşanması; dünyanın birçok köşesinde ve özellikle de Avrupa’da, mahiyeti ve sonucu ne olursa olsun milyonlarca insanın Irak savaşına dur demek için bir araya gelmesi; Fransa’daki göçmen işçi isyanının aldığı patlamalı biçim, yeni dönemin tipik özelliklerinin bir dışavurumuydu. Bu patlamalı kitle hareketleri geçtiğimiz sene yaşanan gıda ayaklanmalarında, gençliğin başını çektiği Yunanistan ve İran’daki isyanlarda da ortaya çıkmıştır. Henüz, isyanları sistemin temellerine yönlendirmek gerektiği bilince çıkmamışsa da, şurası açıktır ki, emekçi kitleler kapitalizme yoğun bir öfke duymaktadırlar. Kapitalizmin şu anki büyük tarihi krizi bu öfkeyi artırmakta ve bilemektedir. Kriz öylesine büyük bir dalga halinde gelmiştir ki, kapitalizmin yıkılmazlığını ve gücünü simgeler hale gelen dev tekelleri bile yutuvermiştir. Son yirmi yılda sarsılmazlığına inanılan kapitalizmin 1929 benzeri büyük bir krize girmesi, burjuva ideologların o mağrur duruşunu alaşağı etmiş ve düşünsel iklimi birden bire değiştirmeye başlamıştır. Televizyonlarda, gazetelerde, uluslararası sermaye kuruluşlarının toplantılarında “kapitalizm çöküyor mu?”, “Marx haklı mıydı?” gibi soruların tartışmaya açılması, genel düzeyde Marx’a ve Marksist eserlere ilginin artması, krizle birlikte sistemin sarsılmasının ve bunun sonucunda oluşan düşünsel iklimin bir sonucudur. ABD’deki büyük gazetelerden birinde, Berlin Duvarı’nın yıkıldığını gördüğünü söyleyen yaşlı bir çifte, bir bankacının, “ben de Wall Street’in yıkıldığını gördüm” diye cevap verdiği karikatürlerin yayınlanması oldukça manidardır. Bu cevabın daha derin bir anlamı var: Esasında krizin, burjuva ideologların zihin dünyasında nasıl bir kırılma meydana getirdiğini dışa vuran bir metafordur bu. Piyasaya sürülen trilyonlarca dolara, batan şirketlerin kurtarılmasına ve buradan hareketle yayılmaya çalışılan tüm olumlu rüzgârlara rağmen kriz devam etmektedir. İşsizlik çığ gibi büyümektedir: Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de işsizlik oranları %10’un hayli üzerine çıkmış bulunuyor. ABD’de 2001 yılında %5,5 olan işsizlik oran-
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
ları bugün %10’un üzerine tırmanmıştır “bunlar emperyalist planlardır” deyip ki, bu, milyonlarca kişinin yedek sanayi karşı durabilmektedir. ordusuna katıldığı anlamına gelir. Az geDoğum evresinde Kemalizm vurgulişmiş ülkelerdeki işsizlik oranları ise çok nu yiyen ve proleter sınıf temelinden daha yüksektir. Bizzat emperyalist kukopuk gelişen Türkiye sosyalist harekerumların sözcüleri dalgalar halinde artan ti, bundan kurtulmak için ciddi bir çaişsizlikten söz etmektedirler. Dünya ba içine girmemiştir. Bu tarihsel kök, Bankası Başkanı Robert Zoellick, 2009 sosyalist hareketin önemli bir kesimini yılında 59 milyon insanın işsiz kalacağıne yazık ki Kemalizmin yörüngesine nı ve bir sene sonra ise 1 milyarlık açlar sokmuştur. Bu durum, Berlin Duvaordusuna 90 milyon kişinin daha katıları’nın yıkılmasıyla açılan dönemde, cağını söylerken, IMF Başkanı Straussenternasyonalist-komünistlerin devrimKahn, önümüzdeki dönemde pek çok ci Marksizmin mevzilerini koruyup ülkede sosyal patlamaların ve iç savaşlagüçlendirmek üzere bir sorgulama başrın yaşanabileceğini söyleyerek kapitalist latmasının ne denli hayati olduğunu efendilerini önlem almaya çağırmaktabir kez daha gözler önüne sermektedir. dır. Patlamalı kitle isyanları, yaşanan Zira Stalinizm ile hesaplaşılmadan, devrimci durumlar ve kitlelerin artan SSCB ve Doğu Avrupa’da hâkim olan hoşnutsuzluğu emperyalist sözcülerin korkuları- Olaylar, moral rejimler hakkındaki yanılsamalar kırılmadan nın yersiz olmadığını tasdik etmektedir. Geçtiğive böylece ulusalcı küçük-burjuva sosyalizmive inanç çöküntüsüne miz haftalarda dünya ölçeğinde yapılan bir araştırnin teorik-ideolojik mevzileri terk edilmeden uğramadan manın sonuçları çarpıcıdır: İnsanların yalnızca proleter bir çizgiye gelinemezdi. Nitekim böyteorik-politik %11’i kapitalizmin işleyişinde bir sorun olmadığılesi bir sorgulama yapıp devrimci Marksizmin netlik zemininde nı söylerken, ezici çoğunluk kapitalizmden memmevzilerine gelmedikleri için, söz konusu sol geleceğe nun olmadığını dile getirmiştir. Hiç kuşku yok ki, kesimlerin izledikleri teorik-politik hat, sınıf örgütlü biçimde Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla açılan dönemde mücadelesinin geriye çekilmesiyle ve güncel hazırlanmak kapitalizm hakkında yaratılan iyimserlik balonu siyasal gelişmelerin bindirdiği basınçla birleşegerektiğini patlamış ve emekçi kitleler sükût-u hayale uğrarek, onları neredeyse tümden sınıftan kopartsöyleyen mışlardır. enternasyonalist mış ve Kemalizmle nikah tazelemeye itmiştir. Yani önümüzdeki dönemde kriz, savaş, işsizlik, komünistlerin Tam da bundan ötürüdür ki, önümüzdeki siyasal açlık, patlamalı kitlesel ayaklanmalar ve yaşanan dönemde gelişecek olan patlamalı kitle haredevrimci durumlar daha fazla gündemi belirleye- tutumlarını haklı ketlerinin ve yaşanacak devrimci durumların çıkarmıştır cektir. Yalnızca ABD’nin önümüzdeki yıl için saihtiyaçlarına bu anlayışlar cevap veremezler. vaş bütçesine 680 milyar dolar ayırması bile geleGeçtiğimiz yıllarda Latin Amerika’da yaşanan cek günlerin nasıl da fırtınalı geçeceğinin bir resmidir. devrimci durumların heder edilmesi gerçeği de gösteriyor İçinden geçtiğimiz dönemde ekonomik, siyasal ve topki, devrimci kitlelerin ihtiyaçlarına ancak, devrimci Marklumsal gelişmeleri, kapitalizmin tarihsel krizi ve emperyasizmin ana damarını kavrayan ve ideolojik-politik netlik list savaş konjonktürü şekillendirmektedir. Kriz ve savaş zeminine ulaşmış enternasyonalist-komünistler cevap vesüreci öylesine baskın ve güçlüdür ki; bir dönem, dünyaya rebilirler. Olaylar, moral ve inanç çöküntüsüne uğramabarış getireceği, ulus-devletleri ortadan kaldıracağı söyledan teorik-politik netlik zemininde geleceğe örgütlü binen AB’yi çatlatabilmekte veya Türkiye’de burjuva iç kaçimde hazırlanmak gerektiğini söyleyen enternasyonalist pışmayı etkilemekte ve hatta belirlemektedir. Ve bu olağakomünistlerin siyasal tutumlarını haklı çıkarmıştır. O halnüstü tarihi dönem, sosyalist hareket üzerinde de bir bade, bu haklılığın verdiği inanç ve kararlılıkla örgütlü müsınç kurmakta, bir ayrışma ve saflaşma yaşanmasına neden cadeleyi daha da büyütelim; geleceğin büyük ateşini yakaolmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunlucak alazları, yani Marksizmin ışığını işçi sınıfına daha güçğu, emperyalist savaş ve içeride yürüyen burjuva iktidar lü taşıyalım. kavgası karşısında Marksist bir tutum almaktan ne yazık ki çok uzaktır. Çarpık bir anti-emperyalizm kavrayışına sahip olan bu sol kesimler, anti-kapitalist bir içerikten ______________________________ yoksun, esas olarak anti-Amerikancı ya da anti-Avrupacı bir öz taşıyan ve çoğunlukla da “ulusal kapitalizm” savu1 Mehmet Sinan, Bir Kitabın Anımsattıkları, www.marksist.com nusuna varan bir anlayışı benimsemekteler. Öyle ki bu 2 Ayrıntılı bir okuma için bkz: Akın Erensoy, Devrimci Marksist ulusalcı sol anlayış, Kürt sorununun çözülmesi ya da Teorinin Yeniden Üretimi, www.marksist.com Ergenekoncu darbecilerin tasfiyesi gündeme geldiğinde,
19
Statükocu Kemalistlerin Kan Kokan “Nefes”i Kerem Dağlı
“N
efes: Vatan Sağolsun” filmi, geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi ve beklendiği gibi yüksek bir izleyici kitlesine ulaştı. Apoletli medya, tam da kendisinden beklendiği gibi filmi şişirdikçe şişirdi ve olabildiğince ilgi uyandırmaya çalıştı. İlker Başbuğ’undan Deniz Baykal’ına kadar statükocu-Kemalist cephenin tüm önde gelen şahsiyetleri, “halkın arasına karışarak” filmi izlediler ve ne kadar beğendiklerine dair konuşmalar yaptılar. Filmde, “açılım peşinde koşanların” çıkarması gereken önemli dersler olduğunu buyurdular. Filmi bekleyen malum izleyici kitlesi de benzer yorumlarla komutanlarının söylediklerini tasdik ve tekrar ettiler. Hep bir ağızdan Türk askerinin kahramanlığı ve yenilmezliği, vatanın bölünmezliği vurgulandı. Analar ne kadar ağlarsa ağlasın, ne kadar genç ölürse ölsün, söz konusu vatansa geri kalanın teferruat olduğu bir kez daha haykırıldı. Gazetelerdeki köşe yazılarında en bildik, en bayağı, en hasmane ve hamasi tutumlarla, en klişe “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı yapılmaya devam edildi. Filmin yarattığı bu havanın, statükocu-Kemalist cepheye hanidir ihtiyaç duyduğu “nefes”i ne ölçüde sağladığı ayrı bir konudur. Yine de filmin başarılı bir ideolojik propaganda örneği olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim daha gösterime girmeden 2 milyon kişinin internetten fragmanını izlemesi ve 1,5 milyondan fazla insanın da sinemalarda filme gitmesi, oldukça geniş bir kesimin bu ideolojik propagandanın etkisinde kaldığını gösteriyor. Statükocu-Kemalist cephenin esas omurgasını oluşturan ordu, liberal burjuvaziyle yürüttüğü kapışmada her geçen gün daha da azalan prestijini toparlamak için her yolu denemektedir ve bu uğurda en etkili mecralardan birinin sinema, televizyon gibi görsel medya olduğu malumdur. İşte “Nefes: Vatan Sağolsun” filmi de bu maksatla yaptırılmış-
20
tır. Üstelik çekimlerine 2006’da başlandığı ve öncesinde 1,5 yıllık bir hazırlık evresinin olduğu göz önüne alınırsa, epey uzun zamandır tasarlandığı da anlaşılacaktır. Geçtiğimiz ay açığa çıkartılan Lahika Harekât Planında filmle ilgili bölümlerin yer alması, ortada ne tür bir hazırlığın olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır. Hatırlanacak olursa, Lahika Harekât Planında TSK’nın biri “irtica” ve diğeri “terör” konulu iki film çektirmesinden söz ediliyordu. Plana göre “terör” konulu filmde, Güneydoğu’da çok kötü koşullar altında fedakârca görev yapan subayların yaşamı anlatılacaktı. Planda, bölgede tim komutanlığı yapan bir üsteğmenin yaşamından kesitlerin, eşinin bakış açısından anlatılması gibi detaylar dahi yer alıyordu. Film için 500 bin lira bütçe ayrılmıştı ve bu meblağ gerekirse daha da arttırılacaktı. Filmin askerle ilişkisinin deşifre olmaması için de, Bilgi Destek Dairesi’nden (eski adı Psikolojik Harekât Merkezi’dir) emekli olmuş bir yüzbaşının şirketi paravan olarak kullanılacak ve film “kamuoyu yaratma gücü bulunan bir yapım şirketine ve ünlü bir yönetmene” yaptırılacaktı. Tam da plana uygun biçimde film, emekli bir yüzbaşının şirketine yaptırılmıştır. Ayrıca filmin senaristlerinden Hakan Evrensel Güneydoğudan Öyküler kitabının yazarıdır ve senaryo da bu kitaptan devşirilmiştir. Kitapta, bir subayın gözünden, yaşanan savaşın zorlukları, askerlerin gösterdikleri fedakârlıklar ve buna karşın kıymetlerinin anlaşılamamasına dair hikâyeler yer almaktadır. Hakan Evrensel bu kitabı, 90’lı yıllarda, MGK’da Basın ve Halkla İlişkiler Bölümünde çalışırken yazmıştır. Aynı zamanda Kuvay-ı Medya dergisinde de çalışmaktadır. Üstelik bu dergi bünyesindeki iş arkadaşı da, bilgisayarından “AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” çıkan Ergenekon tutuklusu ve emekli “savaş gazisi” avukat Serdar Öztürk’tür. Filmin se-
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
naryosu, plandaki çerçeveye sadık kalınarak oluşturulmuştur. Dolayısıyla filmin, en başından itibaren TSK’nın Kürt sorununda yürüttüğü psikolojik savaşın bir parçası olduğu kabul edilmelidir.
“Uyursan Ölürsün!” Baştan sona izleyiciyi ideolojik bombardımana tutan ve neredeyse her karesinde izleyicinin bilinçaltına yönelik ince mesajlar vermeye çalışan film, Irak sınırındaki bir karakolda görev yapan bir yüzbaşının ve emrindeki askerlerin PKK gerillalarıyla girdikleri çatışmayı konu ediyor. Karakoldaki askerler ve subaylar hayatları pahasına da olsa, yokluklar ve sıkıntılar içinde ve hatta çoğu zaman kıymetleri de bilinmeden, nice fedakârlıklara göğüs gererek vatanlarını “kahramanca” savunuyorlar! Daha açılış sahnesinde yoğun bir militarizm propagandasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Beraberindeki timle sınır karakoluna “intikal eden” ve nöbetçiyi uyurken yakalayıp koğuşlara kimseyi uyandırmadan giren yüzbaşı, askerleri diktiği içtimada öyle “etkileyici ve dokunaklı” bir konuşma yapıyor ki, filmi izleyen pek çok gencin “bir an önce askere gitmeye karar verdim” demesine şaşmamalı. Bağıra çağıra gürleyen yüzbaşının temel mesajı ise “uyursanız ölürsünüz” oluyor. Yüzbaşı güya nöbette uyuyan askere işin ciddiyetini anlatırken, izleyicilere de “vatan elden gidiyor, siz hâlâ uyuyorsunuz” mesajı veriliyor. Yüzbaşı, “öldüğünüzde 45 saniyeliğine televizyonda kahraman olursunuz, sonra da magazin haberleri devam eder” derken, izleyicinin “şehitlerimizin kıymetini bilmiyoruz gerçekten” diye yüreği burkulmaya başlıyor. Ancak kimsenin aklına bu askerlerin neden ve kimin çıkarları için orada savaşmak zorunda olduğu gelmiyor. Ölen askerlerin yanı sıra birçok gencin de gerilla olarak hayatını kaybettiği unutuluyor. Çünkü daha baştan, Türk askerine “haince” pusu kurup onları öldüren gerillaların, “dağlarda domuzlar gibi gezmeye ve ölmeye mahkûm” oldukları yargısı kafalara yerleştirilmeye çalışılıyor. Gerilla lideri “doktor”la Türk komutanın telsiz konuşmaları vasıtasıyla, Türk devletinin Kürtlere her şeyi verdiği, fakat bazı “bölücü hainlerin” Türk devletinin bu “âlicenaplığına” ihanet ederek illâ da özgürlük istedikleri, oysaki özgürlüğün dağlarda savaşmakla elde edilemeyeceği fikri ince ince işleniyor. Hal böyle olunca da, çoğunluğunu kentli orta sınıflardan gelenlerin oluşturduğu izleyici kitlesinin, “özgürlük mücadelesi gibi yüce kavramları bile diline dolayarak kirleten bölücü teröristlere” karşı öfkesi bilendikçe bileniyor. Filmin sonundaki bir sahnede, yaralı bir gerillayı öldürüp öldürmemekte tereddüt geçiren Türk subayının duraklaması karşısında, salondaki kadın izleyicilerden birisi ayağa fırlayıp “ne bekliyorsun gebert şu pisliği” diye bağırabiliyor. Türk askeriyle “göğüs göğüse çarpışmayıp haince pusu kuran bölücü terörist” bu yüzden lanetlenirken, filmin ilerleyen sahnelerinde bu kez Türk
Statükocu-Kemalist cephenin esas omurgasını oluşturan ordu, liberal burjuvaziyle yürüttüğü kapışmada her geçen gün daha da azalan prestijini toparlamak için her yolu denemektedir ve bu uğurda en etkili mecralardan birinin sinema, televizyon gibi görsel medya olduğu malûmdur. İşte “Nefes: Vatan Sağolsun” filmi de bu maksatla yaptırılmıştır.
subay gerillalara pusu kurup öldürdüğünde kimsenin gıkı çıkmıyor. Çünkü Türk askerinin öldürmeye, Kürt gerillanın ise ancak ölmeye hakkı olduğu şeklindeki militarist ve faşist yargı, izleyicilerin bilincine kazınmıştır artık… Bu “içtima” sahnesinin en ilginç repliği ise, gerçekte bir psikopat sayılabilecek yüzbaşının “ölmenizi yasaklıyorum, ama hata yapanı görürsem kendi elimle vurur, tutanağın altına da eğitim zayiatı yazar imzamı atarım” şeklindeki konuşmasıdır. Adeta bir taşla iki kuş vurmaya yeltenen yönetmen, hem subayın askerlerin hayatını ne kadar önemsediğini göstermiş, hem de yakın zamanda gündemi işgal eden, nöbetteki askere uyuduğu için pimi çekili el bombası verip ölmesine sebep olan üsteğmeni aklamış oluyor. İzleyici, tıpkı filmdeki erat gibi henüz “içtima” şokunun etkisindeyken, aynı yüzbaşı bu kez de “çocuklar nasıl oldular” diye sorup, başlıyor “Mehmetçiğin” çileli askerliğini anlatmaya ve aslında emri altındaki askerleri ne kadar önemsediğini (!) göstermeye. Yüzbaşı, en bayağı erkeklik ve kahramanlık vurguları eşliğinde Mehmetçiğin zor şartlar altında bizler için savaştığını, nöbet tutup can verdiği-
21
marksist tutum
ni, anasından sevgilisinden ayrı kaldığını anlatırken, izleyiciyi de kaçınılmaz biçimde “biz burada rahat rahat otururken ordumuz nelere katlanıyor” duygusu kaplıyor. Tabii bu sahneleri izlerken de, kimsenin aklına Türk ordusunun bu “insaniyetli” subaylarının ve generallerinin, askeri gerçekte hiç de umursamadığı gelmiyor. Çünkü filmde, çatışmada yaralanan askerler için “çok masraflı oluyor” gerekçesiyle helikopter gönderilmediği ve yaralı askerlerin bu şekilde ölüme terk edildiği, öte yandan bu “asker sever” generallerin rakı sofrasında meze eksik diye jet uçaklarını kaldırıp peynir almaya gönderdiği anlatılmıyor. Dağın başında ve eksi 20 derecede, günde 6-8 saat nöbet tutan askerleri, sırf uyuyakaldılar diye “baba şefkatiyle” nasıl dövdükleri de anlatılmıyor. Anlatılmayan gerçeklerin yerine, filmde, lütufmuş gibi, bir Kürt askerin ailesiyle telefonda Kürtçe konuşmasına müsamaha edildiği gösteriliyor. Ve yine kimse, bıraktık askerde evi aramayı, bu ülkenin her yanında Kürtçe konuşmanın onlarca yıl yasaklandığını, bu en doğal haklarını kullanmak istedikleri için binlerce insanın nice işkenceler gördüğünü, hapislerde çürütüldüğünü, hatta faili belli cinayetlere kurban gittiğini hatırlamıyor. Bizzat devletin kendisi Kürtçe televizyon kanalı açtıktan sonra bile, neden Kürt milletvekillerine mecliste Kürtçe konuştukları için soruşturma açıldığını da kimse sorgulamıyor. Mehmetçiğin, bu zorlu yaşamı, vatan ve millet aşkı uğruna, gönüllü olarak kabul ettiği ve “aslanlar gibi” askerliğini yaptığı fikri sessiz sedasız bilinçlere sızıveriyor. Oysa askerliğini özellikle bölgede yapan herkes gayet iyi bilir ki, tıpkı filmdeki gibi dağın başında, yırtık Türk bayrağının altında ve Atatürk heykelinin önünde askerlik yaparken, bıraktık “Mehmetçik”i “vatansever” subayların ağzından bile en sık “buraya bu bayrağı dikenin de, buraya vatan diyenin de…” diye başlayan sözler dökülür. Birkaç istisna dışında hiçbiri oraya kendi isteğiyle gitmemiştir ve tüm o fedakârlıklara da gönül rızasıyla değil, zorla katlanmaktadır. İki kat maaş alan subay ve astsubayların dahi operasyona çıkmamak için kırk takla atması veya 1 milyonluk ordunun yarısına denk sayıda insanın asker kaçağı olması gibi gerçekler bunun kanıtıdır. Nitekim birkaç hafta önce Şırnak’ta 9 uzman çavuş operasyona çıkmayı reddettikleri için ordudan atıldılar. Ancak filmi çektiren TSK’nın derdi, tam da bu gerçeklerin ve yıllardır yürüttüğü haksız savaşın üzerini örtmek olduğundan, film, en klişe militarizm propagandasıyla devam ediyor. Bu kuru demagojik söylemlerin arasına ise, alttan alta verilen ince mesajlar sıkıştırılıyor. Örneğin, komutan aynaya bakıp traş olurken, bir an için yüzünün aksiyle arkada duvarda duran Atatürk portresi üst üste çakıştırılıyor. Anlıyoruz ki, bu psikopat subay, Kemalist zihniyetin oradaki temsilcisidir. Milliyetçi, ırkçı ve faşist önyargılarla dolu en katı militarizmin cisimleşmiş halidir. Mustafa Kemal’in ve Kemalizmin tartışılmazlığı arkasına sığınılarak, orada yapılanlar meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Ve
22
Aralık 2009 • sayı: 57
belki farkında olarak belki de olmayarak, yönetmen Kemalizm denilen ideolojinin gerçek özünü de böylece teşhir etmiş olmaktadır. Bu arada askerler bu uzak sınır karakolundaki günlük yaşamlarını, komutanın telsizden gelen çatışma seslerini herkese dinletmesinin eşliğinde sürdürüyorlar. Bu yoğun militarizm vurguları, komutanın “savaşta, savaşın kuralları geçerlidir” söylemiyle yapıldığından, izleyici de bunun gerekli olduğuna ikna oluyor. Dindar bir erin, nöbet mevzisinde diğer arkadaşlarına “Allah birbirinizin kanını akıtmayacaksınız der” diyerek başlattığı sorgulama boşa çıkartılmaya çalışılıyor. Tabii bu arada, AKP çizgisini temsil ettiği açık olan bu dindar er üzerinden AKP’nin “demokratik açılımı” mahkûm edilmek isteniyor. Aynı er, savaşı sorgulamasını müteakip, bu kez de “doktor” lakaplı gerilla liderine atfen, “deli mi bu, niye doktorluk yapmıyor da dağlarda dolaşıyor” şeklinde mantıklı bir soru da yöneltiyor. Ancak bu son derece yerinde soru tamamen yanıtsız bırakılıyor ve üzerinden atlanıyor. Dün cumhuriyet mitinglerinde kendine güven tazeleyen ve şimdilerde İzmir’de ve Çanakkale’de Kürtlere yönelik linç girişimlerini örgütleyen MHP ve CHP’nin bu soruyu es geçtiğini biliyoruz. Onlar da tıpkı asker ve sivil komutanları gibi bu soruya, Kemalizmin militarist ve faşist kavramlarıyla kodlanmış cevaplar veriyorlar. Yüz yıldır, en ağır bedelleri ödeyerek kurtuluş mücadelesi yürüten ezilmiş bir halkın gözünün içine baka baka, “ne istediniz de vermedik” diyebiliyorlar. Kemalizmin temel felsefesinin, 30’larda söylenen “bu ülkede Türk olmayanların tek hakkı, Türke hizmet etmektir, kölelik etmektir” olduğu hatırlatıldığında, açıktan savunamasalar da gerçek zihniyetlerinin bu olduğunu ele veriyorlar. Kemalizm tam da bunu savunan bir zihniyettir. Bu yüzden filmdeki psikopat komutan, yaralı bir gerillaya yardım edilmemesi ve ölüme terk edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Hatta, sırf işkence edebilmek için, yaralı ele geçirdikleri bir kadın gerillanın hayatta kalmasını sağlamış, sonrasında da can çekiştiği halde boğazını sıkıp öldürmeye çalışabilmiştir. Filmi izleyen Başbuğ da, “işte TSK budur” diyerek yaralı gerillaya nasıl “insanca” müdahale edildiğini söyleyebilmiştir! Hâlbuki bizler, bu kadın gerillanın neden kurtarıldığını gayet iyi biliyoruz. Kurtarılan gerillalara, tıbbi müdahalenin ardından yapılan işkenceleri, kol bacak kesmeleri, diri diri gömmeleri, asit kuyusuna atmaları da iyi biliyoruz. Ve biz bunları bilip kabullenemediğimiz için de, filmdeki psikopat komutandan fırça yiyoruz. Sivil okumuşları sembolize eden doktor asteğmenin şahsında hepimiz küçümseniyor, savaşı ve askerliği anlamadığımız için aşağılanıyoruz. Güya bizim rahatımız için orada savaşan bu subayların kıymetini bilmediğimiz için suçlanıyoruz. Peki, ne istiyor bizden bu vatansever subaylar? Ne yapmamız gerekiyor onların kıymetini bilmiş olmak için? Filmde bu sorunun yanıtı da pek güzel verilmektedir. Komutan, sivilde bankacı olan askere soru-
sayı: 57 • Aralık 2009
yor: “Ne lazım bankadan kredi almak için?” Askerse “tapu gerekir komutanım” diye cevap veriyor. “İyi de” diye cevap veriyor komutan, “bizim elimizde bu dağlar var, ama bunların da tapusu yok, demek ki kredi alamayacağız bankadan!” Ve aynı komutan, gerillaların attığı pusuda öldürülen subay arkadaşını her hatırladığında, “onun bir karısı, iki çocuğu ve yeni aldığı bir arabası vardı” diye söyleniyor. Bütün film boyunca anlıyoruz ki, bu vatansever subayların da son tahlilde istediği, rahatça banka kredisi alabilmek ve yeni aldığı arabasına binebilmektir. Böylelikle oradaki subayların da senin-benim gibi sıradan hayal ve beklentilere sahip sıradan insanlar olduğu söylenerek, en psikopat katiller bile aklanmaya çalışılıyor. Kaldı ki, alt rütbeli subayların istediği bu kadarla kalsa da, omzu rütbeden geçilmeyen generallerin çok daha fazlasını istediği hepimizin malûmudur. Onların derdi banka kredisinin ve arabanın çok ötesindedir. Onlar kendi malları olarak gördükleri bu devletin ve devlet yoluyla ellerinde tutabildikleri iktidarın sağladığı ayrıcalıkların, ihalelerden aldıkları payların, emekli olduklarında tekellerde yönetim kurulu üyesi olarak vatani görevlerini icra etmenin ve alt rütbeli sıradan subayların hayalini bile kuramayacakları kadar büyük servetlerin peşindedirler. Devam eden sahnelerde ise, nihayet filmin vermek istediği temel mesaja sıra geliyor. Psikopat yüzbaşı, bir anda “duygusal ve mantıklı” bir insan kimliğine bürünerek, sivilleri temsil eden doktor asteğmene hitaben uzun bir tirad çekiyor: “Beni buraya siz gönderdiniz. Ben bilmiyor muyum savaşın böyle kazanılmayacağını, ama senin bilmediğin, ben burayı kaybedersem sen de İstanbul’da, Ankara’da kaybedersin. Savaşta haklı taraf yoktur. Kim haklı kim haksız bilemezsin, düşünemezsin. Sadece nefesin vardır, ya alırsın ya verirsin. Keşke beni biraz sevebilseydiniz. Bitmeyen savaş yoktur, bu da bitecek ve beni yargılayacaksınız. Olsun, yargılayın. Buradan başka gidecek yerim yok.” Bu mesajın bir benzerini ise, filmi izleyen İlker Başbuğ’un ağzından dinliyoruz: “Terör artık bitme noktasına gelmiştir. O halde bunu kime borçluyuz? Filmde de gösterildiği gibi şehitlerimize borçluyuz. 90’lı yıllarda terörün amacı bağımsız bir devlet kurmaktı. Bugün terörle bu hedefe ulaşamayacaklarını anladılar. Nerede şimdi bağımsız devlet söylemi yapanlar?” Böylece anlıyoruz ki, burada asıl mesaj orduyu eleştirenlere ve açılım siyasetini savunanlaradır. Denilmektedir ki, bugün siz bu açılımları yapabilir hale geldiyseniz bu bizim orada yürüttüğümüz savaş sayesinde olmuştur. Daha da özlü ifade edecek olursak, yıllardır yürüttükleri haksız savaşın artık ne burjuvazi ne de halkın nezdinde prim yaptığını kavrayan generaller, hem geçmişin hesabı sorulmasın ve yaptıkları yanlışlar sorgulanmasın diye hem de açılımın yarattığı olumlu havadan pay çıkartabilmek adına böyle konuşmaktadırlar. Filmin finalinde ise değme Hollywood filmlerine taş çıkartacak denli abartılmış bir “karakol baskını” sahnesiyle
marksist tutum
karşılaşıyoruz. “Hain teröristler” karakola yoğun bir saldırı düzenleyip neredeyse tüm askerleri öldürüyorlar. Gerillalar “hain, vahşi ve zalim” olarak gösterilirken, askerler “mazlum” ilan ediliyor. Atatürk heykeli bir roket mermisiyle parçalanıp yere düşüyor ve hayatta kalan birkaç askerden birisi, heykelin kopan kafasını yerden alıp kucaklıyor ve yerine götürüyor. Ölen askerlerin yanı sıra her yer gerillaların cesetleriyle doluyken, yaralı bir gerillayı öldürmeyen Türk subayı, böylece Türk askerinin ne kadar “yüce” duygulara sahip olduğunu göstermiş oluyor. Ve psikopat yüzbaşı, giderayak karısına yazdığı duygusal bir şiir eşliğinde bize vatanla kadının özdeş olduğunu, kadınını sevmekle vatanını sevmenin aynı şey olduğunu anlatıyor. Yani bir yandan, her şeye rağmen Türk gencinin “kurtarıcısı” Atatürk’e sahip çıkması gerektiği hatırlatılırken, diğer yandan da vatanla kadının özdeşleştirilmesi yoluyla Türk “delikanlısının” bam teline basılmış olunuyor. Bu sahnenin kurgusunun en özgül yanı ise, Türk askerinin de yenilebileceğini ve düşman karşısındaki zayıflığını göz önüne sermesidir. Oysa şimdiye kadar çekilen benzer film ve dizilerde hep Türk askerinin yenilmezliğine ve düşman karşısındaki aman vermezliğine vurgu yapılmıştır. Bu açıdan, ilk bakışta sıradan militarizm propagandasının ötesine geçildiği izlenimi verse de, işin aslı böyle değildir. Tam aksine, Türk askeri “mazlum” ve “insancıl” gösterilerek (çünkü zayıflık ve yenilebilir olmak insani şeylerdir), yıllardır yürütülen haksız savaşta gösterilen zalimliklerin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Tamamen izleyicinin duygularına seslenmeye çalışılarak, mantık arka plana itilmeye ve gerçekler unutturulmaya uğraşılmaktadır. *
*
*
Başta da söylediğimiz gibi film, ordunun psikolojik savaş harekâtının bir parçasıdır. Amaç ordunun azalan prestijini tamir etmek ve liberal burjuvaziye de, “bize her zaman ihtiyacınız olacak, o yüzden fazla üstümüze gelmeyin” mesajını vermektir. Yürütülen haksız savaş haklıymış gibi gösterilmeye, gerçeklerin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Ama bu o kadar da kolay değildir! Toplam 29 isyanda on binlerce Kürt katledilmiştir. Dersim katliamının tanıkları hâlâ hayattadır. 30 yıldır yürütülen haksız savaşın mağdurları ortadadır. Filmde yaratılmaya çalışılan ne olursa olsun, CHP milletvekili Öymen’in ağzından dökülen ve 40 bine yakın Kürdün katledildiği Dersim katliamını savunan sözler, aslında kafalarda değişen hiçbir şeyin olmadığının göstergesidir. Nitekim CHP ve tüm statükocu-Kemalist kesim de ona sahip çıkmıştır. Filmin de pek güzel anlattığı gibi, kendini hem devletin hem de milletin sahibi gören zihniyet hâlâ yerinde durmaktadır. Kendi egemenliklerini ve ayrıcalıklarını korumaktan başka derdi olmayan bu elitler sınıfı, tarihin ileriye doğru akışının yarattığı basınç altında hâlâ direniyorlar. Ama attıkları her adım onları son nefeslerine doğru yaklaştırıyor.
23
Sürekli Devri G
ünümüz dünyasında insanlık çürüyen kapitalist düzenin pençesinde adeta can çekişiyor. Bu durumdan kurtuluşun tek bir yolu var. O da, işçiemekçi kitlelerin bağrından kopup gelen bir devrimle bu düzene son vermektir. Yaşadığımız tarihsel döneme damgasını basan bu yakıcı gerçeklik, dünya ölçeğinde cereyan edecek bir toplumsal devrime, işçi sınıfının sürekli devrimine duyulan ihtiyacı ve böyle bir devrimin önemini inanılmaz boyutlarda artırmış bulunuyor. Kapitalizmi yeryüzünden silip atacak bir sürekli devrim perspektifi, yıllar öncesinde Marx ve Engels tarafından devrimci işçi hareketinin gündemine sokulmuş bir konudur. Ancak bu konu, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişimine bağlı olarak zamanla daha da önem kazanmış ve özellikle 19051917 Rus devrim pratiği içindeki siyasal saflaşmalara damgasını vurup ete kemiğe bürünmüştür. Devrim ve devrimci program anlayışı temelinde, Marksist hareketin tarihi içinde yaşanmış olan siyasal yaklaşım farklılıkları geçmişte kalmış konulardan ibaret değildir. Söz konusu saflaşmaların günümüze dek uzanan son derece önemli siyasal boyutları mevcuttur. Örneğin uzun yıllar boyunca dünya komünist hareketinin resmi temsilcisi olarak saltanat sürmüş bulunan Stalinizm, aslında Marksist sürekli devrim anlayışının inkârı üzerinde yükselen bir karaktere sahiptir. Bu bakımdan geçmişte Rus devrim sürecinde yaşanmış olan programatik ayrılıkların, bugünün benzer sorunlarına ışık tutan yönleriyle hatırlanmasında büyük yarar vardır. Marx döneminde temelleri atılan sürekli devrim perspektifi, proleter devrimler çağı içinde esas olarak Troçki tarafından geliştirilmiş ve işçi sınıfının devrim stratejisini aydınlatan bir kapsama kavuşturulmuştur. Rus devrim sürecinin eğitici ateşlerinin ortasında, 1917 Nisanında ortaya koyduğu tarihsel tezlerle Lenin de işçi sınıfının devrimci program ve iktidar sorununda sürekli devrim anlayışını
24
destekleyen bir netlik noktasına ulaşmıştır. Nihayet, sürekli devrim teorisi 1917 Büyük Ekim Devriminin pratiğiyle de birleşerek, işçi sınıfının devrimci geleneğinin temel harcı olacak derin bir boyut kazanacaktır. İşçi sınıfının devrimci mücadele programı açısından sağlanan ilerleme bu noktada da durmayacak ve Ekim Devriminin itici gücü sayesinde örgütlenen Komünist Enternasyonal düzeyine de yansıyacaktır. Fakat ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partiye ve sovyetlere karşı içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimi gerçekleştiren Stalinist bürokrasi bu tarihsel yükselişi durdurmuştur. Ekim Devriminin kazanımları egemen bürokrasi eliyle birer birer tasfiye edilirken, devrimci proletaryanın sürekli devrim anlayışı da gerek Rusya gerekse dünya ölçeğinde büyük yara almıştır. İşçi sınıfının sürekli devrim anlayışı “Troçkizm” diye etiketlenip lanetlenmiş ve dünya komünist hareketi nezdinde ıskartaya çıkarılmıştır. Stalinizm, yok ettiği sürekli devrim anlayışının yerine II. Enternasyonal’in aşamacı program anlayışını ikame etmiştir. Bu durum kesinlikle Marksizmin kurucularının devrimci mirasının reddidir. Lenin önderliğinde yaratılmış bulunan devrimci Bolşevik çizgiden esaslı bir kopuştur ve Ekim Devriminin ateşleri içinde yaratılmış bulunan enternasyonalist komünist geleneğin açıkça inkârıdır. Bugün dünyada ya da Türkiye dahil çeşitli ülkelerde, pek çok sol çevrede Stalinizmin içyüzü hakkındaki yanılsamaların hâlâ şu ya da bu ölçüde sürmesi nedeniyle kabul edilmek istenmese de gerçeklik budur! Günümüzde işçi sınıfının devrimci gelenek sorununda doğru ve net bir tutum geliştirme ihtiyacı, bu yakıcı soruna doğrudan bağlı bulunan ve yıllardır da tamamen haksız suçlamalarla gölgelenen sürekli devrim konusu üzerinde özenle durmayı gerekli kılıyor.
m Üzerine /1 Elif Çağlı
Marx ve Engels’in sürekli devrim çağrısı Avrupa’nın çeşitli ülkelerini birbiri ardı sıra sarsacak 1848 devrimlerinin şafağında dünyaya gözlerini açan Komünist Manifesto, Marx ve Engels tarafından kurulan Komünist Birlik adlı uluslararası işçi sınıfı örgütünün programıydı. Manifesto’da Almanya gibi burjuva devrimini gerçekleştirmemiş ülkelerde devrimin ilk planda burjuvaziyi iktidara getireceği öngörülüyorsa da, devrimci süreç bütünsel olarak değerlendiriliyordu. Burjuva demokratik devrim ve sosyalist devrim birbirinden kopuk ve uzak iki ayrı tarihsel aşama değil, kesintisiz bir devrim sürecinin iki tarihsel momenti olacaktı. Bu bakımdan, burjuva demokratik devrim proleter devrimin başlangıcını oluşturacaktı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde art arda gerçekleşen 1848 devrimleri, Marx ve Engels tarafından ateşli bir biçimde proleter devrimin başlaması olarak değerlendirildiler. Ne var ki 1848 devrimleri yenilgiyle sonuçlandı ve bu süreç hem Marx hem de Engels açısından, devrimci strateji ve program sorunu bağlamında son derece önemli sonuçların çıkartılacağı bir tarihsel deneyim dönemi oldu. Avrupa’da yaşanan 1848 devrim deneyimleri, küçükburjuva önderliklerin yol açabileceği tehlikeler konusunda dönemin ünlü devrimcisi Blanqui’ye de bir uyarı yerine geçmiş ve Blanqui nihai zafere dek devrimin sürdürülmesi görüşüne dayanan bir sürekli devrim konumunu savunmaya başlamıştı. Marx da 1850 yılı içinde kaleme aldığı çeşitli makalelerden oluşan Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı çalışmasında Blanqui’ye atıfta bulunarak sürekli devrim kavramını kullanacaktı. Marx’ın Avrupa’da yaşanan deneyimlerden çıkarmış olduğu iki önemli sonuç, devrimin sürekliliğine ve proletarya diktatörlüğüne duyulacak mutlak ihtiyaç idi. O dönemde işçilerin, “gitgide devrimci sosyalizmin”, “bizzat burjuvazinin Blanqui adını taktığı komünizmin” çevresinde toplanmaya başladığını vurgula-
yan Marx, “Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür” diyordu. (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay, Birinci Baskı, s.341) Marx ve Engels’in Avrupa’nın bu devrimci döneminin içinde kaleme aldıkları 1 Mart 1850 tarihli ünlü Çağrı metninde ise, proletaryanın “sürekli devrim” perspektifi çok daha belirtik biçimde ifadesini buldu. Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı olarak kaleme alınan bu sirkülerde öncelikle vurgulanan husus, yeniden yaklaşan devrimde demokratik küçük-burjuvazinin oynayacağı role dair bir uyarı idi. Marx ve Engels, 1848’de Alman liberal burjuvazisinin halka karşı oynadığı haince rolün aynısını, bu kez demokratik küçük-burjuvazinin üstleneceği konusunda işçileri uyanık olmaya davet ediyorlardı. Devrimci işçi partisi küçük-burjuva demokratların sallantılı konumuna taviz vermeksizin mutlaka kendi bağımsız mücadele yolundan yürümeliydi. Küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, işçi sınıfının savaş narası “devrimin sürekliliği” olmalıydı. Sürekli devrim perspektifi Çağrı metninde şu sözlerle dile getirilmişti: “Azçok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse bellibaşlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevi-
25
marksist tutum
mizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yokedilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (age, s.218) Böylece Marx ve Engels, Troçki’nin deyişiyle her yeni aşaması bir öncekinden köklenen ve ancak sınıflı toplumun yok edilmesiyle tamamlanabilecek olan işçi devrimi stratejisini ortaya koymuş oluyorlardı. Bu strateji, o dönemdeki devrim deneyimlerinin yenilgisine rağmen doğruydu ve o nedenle de yıllara meydan okuyarak günümüze uzanacak bir geçerliliğe sahip bulunuyordu. Marx ve Engels’in yaşadıkları dönem açısından hatırlanması gereken diğer bir önemli husus da Almanya örneğine ilişkindir. 1850 sirkülerini ele aldıkları dönemde Almanya koşullarında beklenen, iktidarın köylülük tarafından desteklenen kent küçük-burjuva radikallerince ele geçirilebileceği yolundadır. Ama yaşanan olaylar bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, küçük-burjuva demokrasisinin bağımsız bir devrim aşaması yürütmekten aciz bulunduğunu gözler önüne sermiştir. 1848 devrim deneyiminin verdiği dersler temelinde bu gerçekliği kavrayan Marx, artık burjuva demokratik devrimin sorunlarının da köylü savaşı tarafından desteklenen bir işçi devrimiyle çözümlenebileceği görüşünü geliştirecektir. Nitekim 16 Nisan 1856’da Engels’e mektubunda, çıktığı bu sonucu şu sözlerle ifade etmektedir: “Almanya’da her şey, proletarya devriminin, Köylü Savaşı’nın bir tür ikinci baskısıyla desteklenmesi olasılığına bağlı bulunmaktadır. Ondan sonra işler daha iyi olacak.” (Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay, Birinci Baskı, s.104) Marksizmin kurucuları ilerleyen yıllar içinde 1848 sürecini yeniden analiz ederek kendilerinin o dönemde işçi sınıfından bekledikleri devrimci atılım konusunda yanılmış olduklarını açıkça itiraf ettiler. Ancak onların yanılgısı, aslen devrimci heyecanla oluşmuş erken beklentilerin sonucu olan bir yanılgı idi. Bunun ötesinde, kapitalizm çağında proletaryanın oynayacağı devrimci rol konusunda yanılmış değillerdi.
26
Aralık 2009 • sayı: 57
Marx ve Engels’in çeşitli değerlendirmeleri, modern çağda toplumsal devrimlerin ancak proletarya öncülüğünde ilerleyebilecek bir süreklilik niteliği taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki Marx ve Engels tarafından savunulan sürekli devrim anlayışı, onların ölümünden sonra oportünist ve reformist bir rotaya giren II. Enternasyonal tarafından dışlanacaktır. 1899 yılında Bernstein, Marx ve Engels’in Çağrı metninde proletaryanın savaş narası olarak ilan ettikleri sürekli devrim anlayışını Blankizmin olumsuz bir etkisi olarak yorumlar. Böylece giderek II. Enternasyonal partilerine, işçi sınıfının asgari program hedefleriyle azami program hedeflerini birbirinden kopartan ve aslen devrimci iktidar sorununu yadsıyan bir anlayış egemen olur. O dönemin Enternasyonal örgütünün etkisiyle gelenekselleşen bu anlayış, Rus devrim sürecinde Menşeviklerin program anlayışında da yansımasını bulacaktır.
Rus devrim sürecinde farklı yaklaşımlar 1900’lerdeki Rus devrim sürecinde Marksist hareket içinde yer alan başlıca siyasal yaklaşımlar arasındaki temel farklılıkları kavramak bugün için de önem taşır. Bunun için öncelikle bir hususa dikkat çekmek yerinde olacaktır. Devrimin ürünü olacak iktidar yapısı ile devrimin tarihsel karakteri aynı şey demek değildir ve özellikle bazı örneklerde bu ayrıma titizlikle riayet etmek gerekir. Örneğin Rusya gibi, burjuva demokratik devrim açısından gecikmiş ülkelerde devrim, tarihsel karakteri bakımından burjuva demokratik bir devrim niteliği taşımıştır. Oysa böylesi tarihsel gecikme durumlarında, devrimin gerek demokratik gerek sosyalist görevlerinin üstesinden gelebilecek iktidar ise proletarya diktatörlüğü olabilmektedir. İşte bu noktalardan hareketle vaktiyle Çarlık Rusya’sındaki gerçeklik ifade edilecek olursa, tarihsel karakteri bakımından burjuva olan devrimin iktidar yapısı açısından proleter olması gerektiği net olarak kavranabilir. Sürekli devrim ve devrimci program sorununa ışık tutması nedeniyle, biraz gerilere uzanıp Rus sosyal demokratları arasında yürümüş olan önemli tartışmalardan bazı kesitleri hatırlayalım. Çarlık Rusya’sında Marksistler arasında devrimin tarihsel karakterine dair genel bir mutabakat vardı. Lenin, Troçki gibi devrimci Marksistlerin yanı sıra Menşevik siyasetçiler de, yaklaşmakta olan devrimin acil tarihsel görevleri bakımından burjuva nitelikte bir devrim olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat bunun ötesinde görüş ayrılıkları başlıyordu ve Rusya’da 1905’ten 1917’ye ilerleyen devrimci süreçte sosyal demokrat hareket içinde devrim stratejisi bakımından üç farklı yaklaşım yer alıyordu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde bu farklılaşma kapsamında belirginleşen Menşevik ve Bolşevik çizginin dışında, bir de Troçki’nin sürekli devrim anlayışını yansıtan çizgisi mevcuttu. Rus devrim sürecindeki programatik yaklaşımlar, ge-
sayı: 57 • Aralık 2009
nel çerçevesi itibarıyla büyük ölçüde dönemin enternasyonal örgütü II. Enternasyonal’in etkisi altında biçimlenmişti. Rosa Luxemburg gibi istisnalar bir yana bırakılacak olursa, esasen II. Enternasyonal’e, demokrasi ve sosyalizm istemlerini birbirlerinden geniş bir zaman aralığı ile ayrılan iki ayrı iktidar aşamasına havale eden bir anlayış hâkimdi. Rus devrimci hareketinin gelişimi içinde uzun bir dönem boyunca Marksizmin otoritesi olarak kabul görmüş Plehanov’un program anlayışı da bu egemen görüşlerin etkisi altında oluşmuş bulunuyordu. Rusya’da işçi iktidarının, burjuva demokratik devrimin ürünü olacak bir burjuva iktidar döneminin ayrı bir tarihsel evre olarak yaşanıp tüketilmesinden sonra gelebileceğini savunan değerlendirmeler geliştirmişti Plehanov. Bu genel yaklaşım yalnızca o dönemin Menşeviklerini etkilemekle kalmamış, Rus sosyal demokrat hareketinin Bolşevik kanadı da dahil olmak üzere geniş bir etki alanı yaratmıştı. Martov ve Akselrod gibi o dönemin önde gelen bazı Rus sosyal demokratları tarafından temsil olunan Menşevik eğilim, Çarlık rejimini devirecek devrimin burjuva demokratik karakterde olduğu noktasından hareketle liberal burjuvazi ile uzlaşmaya ve reformizme savruldu. Menşevizm, demokratik devrimde öncülüğü liberal burjuvaziye terk eden bir siyasal çizgi geliştirdi. Menşeviklere göre, Çarlığın devrilmesinden sonra iktidar burjuvaziye terk edilmeli ve işçi sınıfının devrimci partisi tüm bu tarihsel evre boyunca demokrasi cephesinin muhalif sol kanadını oluşturma göreviyle yetinmeliydi. Açık ki, Menşeviklerin Rusya gibi tarihsel açıdan gecikmiş bir ülkede burjuva devriminden anladıkları da esasen liberal bir anayasal reformdan ibaretti. 1905 devrimi öncesinden beri, yaklaşan devrimin burjuva karakterini vurgulayan Lenin ise Menşevik yaklaşımdan tamamen farklı olarak, devrimci süreçte işçi iktidarının önünü açacak bir arayış içinde idi. 1904’teki yazılarında, burjuva devrimin Rusya’da kapitalizmin Avrupa tarzında gelişiminin yolunu döşeyeceğini belirtiyordu. Fakat burjuva devrimin toprak reformu gibi uygulamalarının örnek oluşturacağı endişesiyle, Rus burjuvazisi mülksüzleştirilme korkusu içinde kıvranmaktaydı. Bu nedenle de monarşi ile Prusya tipi bir uzlaşma arayacaktı. Bu yüzden Lenin, Plehanov’un ve Menşeviklerin burjuvazi ile ittifak anlayışının kesinlikle karşısında yer aldı ve onların “anayasal reformlar” çizgisini kıyasıya eleştirerek işçilerin köylülerle ittifakını savundu. Ancak kuşkusuz proletarya, köylü hareketini yalnızca demokratik bir hareket olduğu sürece desteklemeliydi. Bunun ötesinde proletarya esas müttefiklerini kırın yoksul
marksist tutum
yarı-proleter öğelerinde ve Avrupa ülkelerinin işçi sınıfında aramalıydı. Burjuva devrimin önder gücünün burjuvazi olması gerektiği görüşüne varan Menşevikler, devrimci süreçteki siyasal taktiklerini de buna göre belirlemişlerdi. Oysa Lenin bu noktada tamamen farklı ve devrimci bir çizgi geliştirip savundu. 1905 devrim sürecinde kaleme aldığı İki Taktik çalışmasında açıkça görüldüğü üzere, Rusya’da devrimin başarısı liberal burjuvazinin tecrit edilmesine ve işçi sınıfının köylülüğü yanına çekerek devrime önderlik edebilmesine bağlı olacaktı. Lenin İki Taktik’te, Bolşeviklerin demokratik ve sosyalist devrimdeki taktiğini sırasıyla şu şekilde ifade ediyordu: “Proletarya, otokrasinin direnmesini zora başvurarak ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını zararsız hale getirebilmek için köylü yığınıyla ittifak kurarak, demokratik devrimi sonuna kadar gerçekleştirmelidir. Proletarya, burjuvazinin direnmesini zora başvurarak ezmek ve köylülerin ve küçük-burjuvazinin tutarsızlığını zararsız hale getirmek için yarı-proleter unsurlar yığınını yanına alarak sosyalist devrimi yapmalıdır.” (Lenin, İki Taktik, Sol Yay., İkinci Baskı, s.117) Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı böylesi devrimci taktikler oluşturması, Lenin’in Marksizmin devrimci köklerini bütünüyle sahiplenmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Lenin’in devrim stratejisi, hatalı bir formülasyon içeriyor olsa da, temelde devrimin demokratik ve sosyalist evreleri arasında aşılmaz bir duvar olmaması gerektiğini savunan bir kesintisizlik özelliğine sahipti. Lenin devrimin bu iki tarihsel aşamasının arasına bir çeşit Çin Seddi çekmeye kalkmanın, ikisi arasına proletaryanın hazırlık ve köylülerle birleşme derecesinden başka bir sınır koymanın, Marksizmi iyice tahrif etmek, onu işe yaramaz hale getirmek ve yerine liberalizmi koymak anlamına geleceğini önemle vurgulamaktaydı. Ne var ki tüm bu doğru açılımlara karşın, Lenin’in 1905 Rus devrim sürecinde biçimlendirdiği ve 1917 Nisan Tezleri’ne dek savunduğu “işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü (İKDDD) formülü çözümlemelerine bulanık bir yön katmıştır. Fakat yine de üzerinden atlanmaması gerekir ki, Lenin bu hatalı formülünü bile işçi sınıfının hegemonyası temelinde biçimlendirmeye çalışmıştır. Nitekim İki Taktik’te, dikkatleri öncelikle hegemonya sorununa çeken ve devrimin kesintisizlik özelliğini vurgulayan pek çok değinme mevcuttur. Yine de Lenin’in İKDDD formülünün doğru olmadığı ve düzeltilmediği takdirde devrimci iktidar sorununda kavrayış bozukluğuna yol açan bir özellik
27
marksist tutum
taşıdığı görmezden gelinemez. Neyse ki Lenin Şubat devriminin dersleri ışığında, devrimin gerek demokratik gerekse sosyalist görevlerinin üstesinden ancak proletarya diktatörlüğünün gelebileceği gerçeğini görmüş ve İKDDD formülünün artık eskidiğini ifade etmiştir. Onun Nisan Tezleri’nde yaptığı, daha önce savunduğu bu bulanık formülasyonu ortadan kaldırmak ve Bolşevik devrim stratejisini işçi iktidarı altında ilerleyecek kesintisiz bir devrim süreci temelinde netleştirmek olmuştur. Sonuç olarak, Lenin’in 1905 İki Taktik’ten 1917 Nisan Tezleri’ne dek devrim stratejisi ve taktikleri bağlamında savunduğu siyasal çizgi, uç noktalara savrulmadan titizlikle değerlendirilmelidir. Lenin’i bu dönem boyunca işçi sınıfı hegemonyası savunusundan ya da kesintisiz devrim anlayışından tamamen uzak biri gibi yorumlamak tamamen yanlış ve haksız bir tutum olacaktır. Ama diğer yandan Lenin’in Nisan Tezleri öncesinden beri devrimci iktidar sorunu bağlamında tam ve net görüşler geliştirmiş olduğu iddiası da doğru değildir. O nedenle birinci uca savrulan kimi Troçkist yaklaşımlara katılmak mümkün olmadığı gibi, ikinci uçta tutum almakta ısrar eden Stalinist görüşlerin yarattığı kafa karışıklığının da üzerinden atlanamaz. Bu tür görüş sahipleri, vaktiyle bizzat Lenin’in yapmış olduğu düzeltmenin anlamını derinden kavramaya çalışacak yerde, Stalinist bürokrasinin tahrifat çizgisini ısrarla ve inatla sürdürmektedirler. Bu tutumun bir uzantısı olarak Stalinist saflarda çok yerleşik ve yaygın biçimde savunulan yanlış bir görüşü de burada geçerken hatırlamak yararlı olacaktır. Şubat devriminin bir “işçi köylü devrimci demokratik diktatörlüğü” yaratarak Lenin’in İki Taktik’teki öngörüsünü tam anlamıyla haklı çıkardığı şeklindeki yorumlar doğru değildir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde değineceğimizden şimdilik şu kadarını belirtelim ki, Lenin Nisan Tezleri döneminde söz konusu formülün artık aşılması gerektiği vurgusunu yaparken, bunun ayrı bir iktidar aşaması olmadığını ve bununla bir iktidar biçimini değil bir toplumsal bloğu kastetmiş olduğunu zihinlere kazımaya çalışmıştır. Bu yüzden, İKDDD formülünün “fevkalâde orijinal bir biçimde, çok önemli birçok değişikliklerle ve önceden görebildiğimizden başka şekilde gerçekleştiğini” belirten Lenin, deneyim sayesinde aşılan yanlış formülün artık “eski Bolşeviklerin arşivlerine” kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Troçki’nin ise, daha baştan beri İKDDD formülüne karşı çıktığı ve işçi-köylü devrimci diktatörlüğü biçiminde ayrı bir demokratik diktatörlük aşamasının olanaksızlığını kanıtlamaya çalıştığı açıktır. Zira köylülüğün kendine ait bağımsız bir siyasal çizgi ve bunun ifadesi olacak bir devrimci parti yaratması olanaksızdır. Eskilerde küçükburjuvazinin alt kesimlerinin devrimci diktatörlükler kurabildiği dönemler olmuştur. Ancak bu dönemler, proletaryanın henüz küçük-burjuvaziden tamamen ayrışmadığı bir geçmişte kalmıştır. Oysa modern kapitalizm çağında
28
Aralık 2009 • sayı: 57
küçük-burjuvazinin artık geri kalmış bir ülkede bile bağımsız bir siyasal mücadele çizgisi geliştirmesi olanaksızdır. Rus deneyimi, köylülüğün devrimci süreçte ne denli büyük bir rol oynayacak olursa olsun, bağımsız bir rol oynayamayacağını gözler önüne serer. Çeşitli ülkelerin tarihi de, köylü kitlelerin son tahlilde ya işçi sınıfını ya da burjuvaziyi izlediğini ortaya koyar. Troçki işte bu yüzden Lenin’in formülünün yanlış yönüne işaret etmiş ve işçiköylü devrimci ittifakının iktidar düzlemine İKDDD şeklinde yansıyamayacağını belirtmiştir. İşçi-köylü ittifakı ancak, köylü kitlelerine önderlik eden proletaryanın diktatörlüğü olarak mümkün olabilecektir. Nitekim 1917 Şubat devrimi ile ortaya çıkan “ikili iktidar” (yani “ikili iktidarsızlık”) dönemi, devrimin kaderinin proletarya diktatörlüğünün kuruluşuna bağlı olduğunu ispatlamıştır. İktidarın proletarya tarafından ele geçirilmemesi halinde devrimin tehlikede olduğu açıktır. Troçki ilerleyen aylarda, “Ya sürekli devrim ya da sürekli katliam! Sonucu insanlığın kaderi olacak kavga işte budur!” diye haykırmaktadır (Troçki, 1917 Yılı, Köz Yay., Birinci Baskı, s.78). Rus devrim sürecinde yaşananlar Troçki’nin bu konulardaki haklılığını kanıtlayacaktır. Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917 Şubatından Ekim Devrimine ilerleyen dönem bu gerçeği çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Lenin sahip olduğu devrimci özellikler sayesinde, bu önemli süreçte programatik açılımlarındaki hatalı yönlerini görmüş ve düzeltmeye çalışmıştır. Onun bu çabası, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir. Rus devriminin, iktidarın işçi sınıfı tarafından fethiyle taçlandırılması noktasına ilerletilebilmesinde böyle bir liderin varlığı ve oynadığı tarihsel rol tartışmasız bir öneme sahiptir. Nitekim Troçki de bir değerlendirmesinde, Bolşevik Partinin Lenin gibi bir lidere sahip olmasının, devrimin akıbeti bakımından büyük bir şans anlamına geldiğini ifade etmiştir. Troçki aslında daha 1909 yılında, geleceği belirleyecek o hassas noktaya dikkat çeker. Rus devriminin yaratacağı iktidar yapılanması bakımından, Menşevik ve Bolşevik fraksiyonların ne gibi yanlış noktalara savrulduklarını veya savrulabileceklerini göstermeye çalışır. Menşevikler devrimin burjuva olduğu soyutlamasından hareketle, proletaryanın tüm taktiğini liberal burjuvazinin iktidar olacağı bir aşamaya bağımlı kılmaktadırlar. Bolşevikler ise, iktidarı köylülük ile birlikte ele geçirecek proletaryanın bir “demokratik diktatörlük” aşaması boyunca kendisini burjuvademokratik görevlerin çözümlenmesi ile sınırlı tutması gerektiği görüşüne varmaktadırlar. Bu nedenle Menşevizmin karşı-devrimci yanlarının bütün açıklığı ile ortada olmasına rağmen, Bolşevizmin “karşı-devrimci” yanları ancak devrimin zaferi halinde ortaya çıkıp büyük bir tehlike arz
sayı: 57 • Aralık 2009
edebilecektir. Troçki 1922 yılında kaleme aldığı bir yazısında, neyse ki böyle bir tehlikenin gerçekleşmediğini belirtir ve bu olumlu sonucu Lenin gibi bir önderin varlığına bağlar. Bolşevizm Lenin’in liderliği altında yürüyen bir iç mücadele sayesinde, daha 1917 baharında, iktidar sorununa ilişkin görüşlerini yenileyebilmiştir. Buna rağmen, Ekim Devrimi sırasında Bolşeviklerin bütün “Eski Muhafızlar” diye adlandırılan kesimi proleter diktatörlüğe karşı demokratik diktatörlüğü açıktan açığa ileri sürmüş ve savunmuştur. Kısacası Lenin İKDDD formülünün yanlışlığını görüp gereken düzeltmeyi yaparken, onun en yakın takipçileri bu formülasyondan tamamen metafizik bir anlayış türetmişlerdir. Ve bunu devrimin gerçek gelişiminin karşısına dikmişlerdir. Bu nedenle Troçki, eğer önder Lenin zamanında yetişmeseydi, Rusya’daki Bolşevik yönetimin en ciddi tarihsel dönemeç noktasında devrimi kurban edebileceğini belirtirken tamamen haklıdır.
Troçki ve sürekli devrim teorisi Troçki’nin devrimci iktidar bağlamında savunduğu görüşler, 1905 yılından başlayarak geliştireceği sürekli devrim anlayışında ifadesini bulur. Onun 1906 yılında Peter Paul kalesinde hapisteyken kaleme aldığı Sonuçlar ve Olasılıklar-Devrimin İtici Güçleri adlı broşürü bunun bir ilk yansımasıdır. Troçki, tarihsel karakteri bakımından burjuva olan devrimin, itici güçleri ve perspektifi açısından burjuva olmadığı noktasından hareket eder. Söz konusu broşüründe, “Rus devrimi öyle koşullar yaratacaktır ki” demektedir, “liberal burjuva politikacıları hükümet etme yeteneklerini sonuna kadar ortaya koyma fırsatını bulamadan önce, iktidar işçilerin eline geçebilecektir –ve devrimin zaferi isteniyorsa mutlaka geçmelidir”. (Troçki, Rusya’da Sürekli Devrim, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay, 1990, s.48) Troçki Rus devriminin kavranışı konusundaki tavrını ifade ederken, dolaysız görevleri bakımından burjuva kapsamda başlayacak devrimin kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacağını ve bu nedenle ancak iktidarın işçi sınıfına geçmesiyle zafere ulaşabileceğini belirtir. İşçi sınıfının ise, bir kez iktidara geçtikten sonra kendini yalnızca bir burjuva demokratik programla sınırlayamayacağı açıktır. Siyasal iktidar sosyalist çoğunluğa sahip bir devrimci hükümetin eline geçer geçmez, işçi sınıfının asgari ve azami programları arasına konmak istenen sınır çizgisi silinecektir. Devrimci proletarya, kapatılan fabrikalara el koymak, buralardaki üretimi toplumsallaştırılmış
marksist tutum
bir temel üzerinde yeniden örgütlemek gibi sosyalist önlemleri gündeme sokmak zorunda kalacaktır. Ne var ki, Rus devriminin ancak Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde yaşatılıp ilerletilebileceği daha baştan bellidir. Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşıdevrim, devrimci Rusya’yı ulaştığı noktadan çok gerilere fırlatacaktır. İşte tüm bu nedenlerle, aslında proletarya zafere ulaşabilmek için sürekli devrim taktiklerini benimsemekle yükümlüdür. Troçki Sonuçlar ve Olasılıklar’dan itibaren ortaya koymaya başladığı görüşlerini aradan yıllar geçtikten sonra yeniden ele alıp geliştirir. Stalin tarafından mahkûm edildiği Alma Ata’daki sürgün günleri, hem 1917 Ekim Devrimi deneyimini hem de yenilgiye uğrayan 1927 Çin devrimini sürekli devrim teorisi açısından kapsamlı biçimde değerlendirme dönemi olur. Bu çalışmasının ürünü ise, 1928 yılı tarihini taşıyan ünlü Sürekli Devrim kitabı olacaktır. İşçi sınıfının Marx ve Engels’ten başlayarak, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderlere uzanan devrimci stratejisinin en temel yapı taşı, işçi devriminin sürekli (aynı anlama gelmek üzere kesintisiz) bir devrim olması gereğidir. Troçki Sürekli Devrim kitabına Büyükada’da yazdığı 1929 tarihli önsözde, “sürekli” kavramının burjuva aşamadan sosyalist aşamaya doğrudan doğruya geçen kesintisiz bir devrim anlayışını dile getirdiğini vurgulamış ve bu noktada Lenin’e atıfta bulunmuştur. Vaktiyle Lenin de devrimin kesintisizlik olgusunu belirtebilmek için, “burjuva devrimin sosyalist devrime dönüşmesi” şeklindeki o güzel ifadeyi kullanmıştır ve bu açılım sürekli devrim perspektifine işaret etmektedir. Sürekli devrim teorisini içerdiği farklı özellikler itibarıyla inceleyebilmek için, Troçki’nin yaptığı gibi üç ayrı yönden ele almak uygun olacaktır. Birinci yönüyle sürekli devrim teorisi, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik devrimin üstesinden gelebilmenin yolunu gösterir. Modern çağda bu devrimin görevleri de, lâyıkıyla artık ancak proletarya diktatörlüğü sayesinde gerçekleştirilebilir. Bu boyutuyla işçi iktidarı, tarihsel açıdan gecikmiş burjuva devrimin görevlerinin çözülmesinin de bir aracıdır. Diğer yandan ise, proletarya bir kez iktidarı ele geçirdiğinde, genel olarak özel mülkiyet ilişkilerinin üzerine yürümek, yani sosyalist uygulamalar yoluna girmek zorunda kalacaktır. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğünün tesisi kaçınılmaz olarak devrimin sosyalist görevlerini gündeme getirecektir. Böylece devrimin demokratik görevleriyle sosyalist görevleri arasında, proletarya diktatörlüğü altında kurulan bir süreklilik yer alır.
29
marksist tutum
Troçki’nin vurguladığı gibi, sürekli devrim teorisinin ana fikri bu noktada aranmalıdır. Zira bu kavrayış, II. Enternasyonal’in, geri kalmış ülkelerde proletarya diktatörlüğünün ancak uzun bir burjuva demokrasisi döneminden sonra gelebileceğini savunan aşamacı iktidar siyasetinin karşısında yer alan devrimci program anlayışını oluşturur. Böylece sürekli devrim teorisi, II. Enternasyonal’den başlayıp Menşevizmle devam eden ve asıl olarak da Stalinizmin egemenliği altında dünya komünist hareketine taşınan, farklı iktidar aşamalarına parçalanmış bir asgari-azami program anlayışının aşılmasını mümkün kılar. İktidarın ele geçirilmesi imkânı üretici güçlerin gelişme düzeyinin basit bir türevi değildir. Siyasal alandaki gelişmeler birebir nesnel ekonomik faktörler tarafından belirlenmez. O nedenle bir ülkede işçi iktidarının kurulması olasılığı, ülke içinde sınıf mücadelesinin seyri, uluslararası güçler ilişkisi ve işçi sınıfının devrimci bilinç ve savaşkanlık düzeyi gibi öznel etkenlerce belirlenir. Sürekli devrim teorisinin ikinci yönü, sosyalist devrimin kendi iç dönüşüm süreci ile ilgilidir. Şurası açıktır ki, siyasal iktidarın proletarya tarafından fethi devrimi sonuçlandırmaz; yalnızca başlatır. Tüm toplumsal ilişkiler, bütün bir tarihsel devrim süreci boyunca sürekli iç mücadeleler temelinde dönüşüm geçirirler. Toplumsal değişimin her bir aşaması dolaysız olarak bir önceki aşamadan köklenir. Değişim halindeki toplum statik bir denge durumundan uzakta, çeşitli grupların çatışmaları temelinde ilerler ve gelişir. Sosyalist devrim ekonomiden tekniğe, bilimden günlük hayata dek karmaşık ilişkilerin değişime uğradığı bir sürekli devrim süreci niteliği taşır. Nihayet sürekli devrim teorisinin üçüncü yönü ise, ifadesini devrimin uluslararası niteliğinde bulur. Troçki’nin sözleriyle, “Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde başlar, fakat bu sınırlar içinde tamamlanamaz. Proleter devrimin, SB deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir halkasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Troçki, Sürekli Devrim, Yazın Yay, 1995, s.15) Marksist teori, bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kurulma olasılığıyla üretici güçlerin gelişme düzeyi arasında doğrudan bir ilişki kurulamayacağını açıklığa kavuşturmuştur. Bu, sürekli devrim teorisinin üzerinde yüksel-
30
Aralık 2009 • sayı: 57
diği temel gerçeklerden biridir ve üzerinden atlanmaması gereken önemli bir konudur. Kapitalizm çeşitli düzeylerde eşitsiz gelişme özelliği taşır ve ekonomik alanla siyasal alanın olgunlaşma düzeyi devrimci mücadele açısından eşitlik arz etmez. Bu yüzden siyasal sıkışma ve patlamalar, daha az gelişmiş kapitalist ülkelerde gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran çok daha ciddi boyutlarda cereyan etmektedir. O bakımdan proleter devrimin kapitalizmin merkezinden önce çevresinde yer alan ülkelerde patlak vermesi kuvvetli bir olasılıktır. Günümüz somutunda ifade edecek olursak, işçi sınıfı güçlü emperyalist ülkeleri beklemeksizin, örneğin daha alt emperyalist ülkelerde ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde iktidarı fethedebilir. Ayrıca bu noktada asla ihmal edilmemesi gereken bir başka yasa yer alır. İktidarın ele geçirilmesi imkânı üretici güçlerin gelişme düzeyinin basit bir türevi değildir. Siyasal alandaki gelişmeler birebir nesnel ekonomik faktörler tarafından belirlenmez. O nedenle bir ülkede işçi iktidarının kurulması olasılığı, ülke içinde sınıf mücadelesinin seyri, uluslararası güçler ilişkisi ve işçi sınıfının devrimci bilinç ve savaşkanlık düzeyi gibi öznel etkenlerce belirlenir. O halde, tarihin proletarya diktatörlüğü açısından öne fırlattığı ülkeler ayrımıyla, sosyalist inşa olanağı bakımından önde gelen ülkeler ayrımını birbiriyle karıştırmamak gerekir. Sürekli devrim teorisinin temelinde yer alan ikinci bir husus ise, kapitalizmin bir dünya sistemi oluşturduğu gerçeğidir. Kapitalist ülkeler bu sistem içinde çeşitli ekonomik ve politik bağlarla, birbirlerine eşitsiz düzeyde karşılıklı olarak bağlanmışlardır. O yüzden, kapitalist ülkeler tarafından kuşatılmış geri bir ülkede kurulan proletarya diktatörlüğü yaşama şansını ancak ve ancak dünya devrimi arenasında bulabilecektir. Ayrıca, farklı gelişkinlik düzeyindeki ülkelerde kurulacak işçi iktidarlarını sosyalist inşa bakımından bekleyen görevlerin eşitsiz olacağı da açık bir gerçektir. Son olarak ve en önemlisi, hiçbir ülkede işçi iktidarının yalıtık biçimde uzun süre yaşama şansı yoktur. Sosyalist inşa ancak işçi devrimlerinin dünya ölçeğinde yol alması ve dünya üzerinde işçi iktidarının kurulması sayesinde ilerletilebilir. Bu bakımdan proleter devrim ulusal bir devrim değildir; enternasyonal düzeyde tamamlanacak bir dünya devrimidir. Başarılı bir devrim neticesinde proletaryanın iktidarı ele geçirdiği bir ülkede, bu iktidarın akıbeti ve sosyalist inşanın temposu ya da tarihsel kazanımların kalıcılığı gibi fevkalâde önemli olgular da ulusal faktörlere değil, tamamen dünya devriminin seyrine bağlı olacaktır. 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının başına gelenler temelinde kanıtlanan bu gerçekler bütünü, öneminden hiçbir şey yitirmeksizin günümüzde de devrimci işçi mücadelesinin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
GDO’lara Nasıl Bakmalı? İlkay Meriç
G
enetiği değiştirilmiş organizmalara (GDO) ilişkin hükümetin çıkardığı yeni yönetmelik, GDO’lu ürünler konusundaki tartışmaların hararetli bir şekilde gündeme taşınmasını da beraberinde getirdi. Ancak insan sağlığını yakından ilgilendiren böylesi bir konuda bile akıl almaz bir bilgi kirliliği yaratmaktan geri durmayan burjuva medya, bilimsellikten son derece uzak yayınlarla kitleleri büyük bir kafa karışıklığına sürükledi. Bunun yanı sıra meselenin bir de burjuvazinin iç kapışmasına malzeme edilmeye çalışılması kafa karışıklığını iyice derinleştirdi. Hükümet yanlısı burjuva medya, genetiği değiştirilmiş ürünlerde hiçbir risk görmeyen akademisyenlere bolca yer vererek GDO’ları sorgusuz sualsiz aklama operasyonuna girişti. Normal koşullarda sorunu bu kadar gündeme oturtmaya asla yanaşmayacak olan hükümet karşıtı burjuva medya ise, hükümete yüklenme fırsatını kaçırmayarak, konuya hâkim geçinen birtakım akademisyenlerin ve meslek odalarının milliyetçi yaklaşımları eşliğinde felâket tellâllığına soyundu. GDO’lara toptancı bir yaklaşımla karşı çıkan kesimler, bilim dışı argümanlarla, GDO’ların tümünü zehir saçan ürünler olarak lanse ederlerken, GDO savunucuları da, gıda tekellerinin propagandif söylemlerini papağan gibi tekrarlayarak, GDO’lu tohumların verimliliği arttırarak açlığa çare olacağından, daha az tarım ilacı kullanımıyla yeraltı sularının ve toprağın korunmasını sağlayacağından, çiftçileri zengin edeceğinden dem vurdular. Bütün bu karmaşa arasında, emekçi kitlelerse, bir yandan pazardan en ucuz ürünü alabilme telâşındayken bir yandan da “yediğimiz ürünler GDO’lu mu acaba” tedirginliğini yaşıyorlar. “GDO’lara Hayır” kampanyaları yürütenlerse, tedirgin kitleleri küçük-burjuva muhalefetin dar sınırlarına hapsetmeye çalışıyorlar. Son derece yaygın olan bu yaklaşım, en başta, dar milliyetçi bakış açısının ve “istemezükçü” tavrın sığlığını göstermektedir. Bunun yanı sıra, sermayenin insan sağlığı-
Canlıların genetiğiyle oynanmasının son derece hassas bir konu olduğu ve burjuvazinin bunu sınıfsal çıkarları uğruna sınırsızca sömürebileceği açıktır. Böylesi konularda sermayeye, onun devletine, üniversitelerine, laboratuarlarına ve bilim kurullarına güvenilemeyeceği de ortadadır. Ancak bu tehlike sadece GDO’larla sınırlı olmayıp insan hayatını ve dünyanın geleceğini ilgilendiren her konuda karşımıza çıkmaktadır. Bugün bilimin geldiği nokta insanlığın önüne çığır açan ufuklar sererken, kapitalist kâr düzeni gezegenimiz için tüm canlı yaşamı yok edecek bir tehdit oluşturmaktadır. Bilim sermayenin emrinde olmaya devam ettikçe bu tehdidin her geçen gün daha yıkıcı hale geleceğinden şüphe edilmemelidir. Bu tehdidi bertaraf etmenin ve bilimi insanlığın hizmetine sunarak, tüm insanlar için bolluk üreten, sınıfsız, sömürüsüz ve gerçek anlamda “çevre dostu” bir dünya inşa etmenin yoluysa, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet prangasını kırmaktan ve kapitalizmi yıkmaktan geçmektedir.
31
marksist tutum
nı hiçe sayan girişimleri karşısında kapitalizmi temelden sorgulayan ve bu sistemi mahkûm eden bir anlayış benimsenmeksizin doğru bir mücadele hattı örülemeyeceğini de gözler önüne sermektedir. Yaratılan bu karmaşa tablosu karşısında, Marksistlerin, akıntıya kendilerini kaptırmadan, GDO’ların yarattığı riskleri ve insanlığa sunduğu olanakları bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirmeleri elzemdir.
GDO’lar ve yarattıkları riskler Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak genetik özellikleri değiştirilen canlılara “transgenik” ya da “genetiği değiştirilmiş organizma” adı veriliyor. Kısaca GDO olarak anılan bu tür ürünler son 15 yıldır pek çok alanda kullanılıyor. Bunların başındaysa tarımsal ürünler gelmekte. Aslına bakılacak olursa, insanoğlu bin yıllardır klasik ıslah yöntemiyle bitkilerin ve hayvanların genetik yapılarını değiştirerek yeni türler yaratıyor. Bugün tarıma konu olan ürünlerin neredeyse tamamı, insan eliyle, doğada bulunan ilk hallerinden farklılaştırılmış durumdadır. Daha iri taneli ve başağından kolayca dökülmeyen buğdaylar, uçma özelliğini kaybeden tavuklar, yabanisine göre devleşen meyveler, günde 20 litre süt veren inekler ve soğuğa, kuraklığa ve diğer olumsuz dış etkenlere karşı dayanıklı ve çok daha verimli hale getirilen yüzlerce tür… Ancak yeni türlerin üretilmesinde, melezleme ya da seçilimle karakterize olan klasik ıslah yönteminin doğal bir sınırı bulunuyor. İşte genetik alanındaki gelişmeler, bu noktada doğal engellerin aşılmasını sağlıyor ve doğal yollarla mümkün olmayan farklı türler arasında gen aktarımını olanaklı kılıyor. Bu alandaki araştırma ve uygulamalar, tarım zararlılarına, ot öldürücülere, soğuğa, sıcağa, tuza, aside vb. karşı dayanıklı yeni türler elde ederek verimi arttırma amacını güdüyor. Örneğin mısıra aktarılan bakteri geni, mısırın bir toksin (zehir) üreterek zararlı böceklerden etkilenmemesini sağlıyor. Benzer şekilde, ot öldürücülere (herbisitler) karşı dayanıklı kılmak için de mısır, soya, pamuk gibi bitkilere çeşitli genler ekleniyor. Ne var ki, söz konusu olan kapitalizm olunca, canlıların genleriyle dilediği gibi oynama olanağı, sermayenin elinde, insanlığa yönelik büyük bir tehdit potansiyeli de taşımaktadır. Yüksek bir teknoloji gerektiren GDO araştırmaları birkaç emperyalist şirketin tekeli altında yürütülmekte ve geliştirilen tohumlar yine bu tekeller tarafından patentlenerek dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca çiftçiye sa-
32
Aralık 2009 • sayı: 57
tılmaktadır. Gelinen noktada, GDO’lar, insan ve diğer doğa canlıları üzerindeki yan etkileri yeterince araştırılmadan tarım sektöründe önemli bir pay tutar hale gelmiş bulunmaktadır. 1996 yılında 1,7 milyon hektarlık alanda GDO’lu tarım yapılırken, bugün bu alan 125 milyon hektara çıkmıştır. Günümüzde dünya ölçeğinde 12 milyon çiftçi GDO’lu tarım yapıyor ve genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimi büyük bir hızla artıyor. Bu bitkilerden özellikle dördü (mısır, soya, pamuk ve kanola) dünya ölçeğinde yaygın bir şekilde üretiliyor. Bugün dünyada soya üretiminin yüzde 64’ü, pamuğun yüzde 43’ü, mısırın yüzde 24’ü, kanola’nın yüzde 20’si genetiği değiştirilmiş tohumlarla yapılıyor. Basit bir karşılaştırma için, 2002 yılında bu oranın soya için yüzde 51, pamuk için yüzde 20, mısır için yüzde 9, kanola için yüzde 12 olduğunu hatırlatalım. Genetiği değiştirilmiş ürünler konusunda bilimsel araştırmaların yetersiz olması ve bu tür araştırmaların bu ürünleri üreten tekeller tarafından ticari kaygılarla engellenmesi, karşı karşıya kaldığımız risklerin ne derece büyük ya da küçük olduğu konusunda sağlıklı bir bilgiye erişmemizi de engellemektedir. Mevcut halleriyle GDO’lu ürünlerin güvenilir bilimsel araştırmalarla aklanmamış olması, risk faktörleri nedeniyle ciddi bir tepki ve muhalefeti de beraberinde getiriyor. Bu tepkinin bindirdiği basınç sayesinde pek çok ülkede bu tür ürünlerin üretilmesine izin verilmemektedir. Ancak burjuvazi de boş durmamaktadır ve tekellerin bindirdiği karşıt basınç yüzünden bu ülkelerin sayısı her geçen gün azalmaktadır. Bugün, ABD, Kanada, Arjantin, Brezilya, Hindistan, Çin ve Avustralya başta olmak üzere yaklaşık 30 ülkede GDO’lu tarım serbesttir. Türkiye, henüz izin verilmeyen ülkeler arasında olmakla birlikte, Bakanlar Kurulunda imzalanma aşamasına gelen Biyogüvenlik Yasasıyla bu yasağın kaldırılmaya çalışıldığı da bilinmektedir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki, genetiği değiştirilmiş ürünler konusunda bilimsel araştırmaların yetersiz olması ve bu tür araştırmaların bu ürünleri üreten tekeller tarafından ticari kaygılarla engellenmesi, karşı karşıya kaldığımız risklerin ne derece büyük ya da küçük olduğu konusunda sağlıklı bir bilgiye erişmemizi de engellemektedir. Bu yüzden bilinen riskler daha çok insanlardaki alerjik reaksiyonlarla ya da hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen az sayıda araştırmanın ortaya koyduğu verilerle sınırlı kalıyor. Bu araştırmalardan birinde, uzun süre GDO’lu ürünlerle beslenmiş farelerde, organ hasarı, organlarda küçülme, kan biyokimyasında bozulma, ölü doğum oranındaki artış, düşük ağırlıklı doğumlar gibi ciddi yan etkilerin saptandığı iddia edilmekle birlikte, araştırmaların yaygınlaştırılmaya ihtiyaç duyduğu kesindir.
sayı: 57 • Aralık 2009
GDO’ların insan sağlığı üzerindeki kanıtlanmış en önemli yan etkisi ise yukarıda da dile getirdiğimiz gibi alerjik reaksiyonlardır. İnsan vücudundaki genler gibi bitki ve hayvanlardaki genler de binlerce farklı protein üretmektedir. Ancak bu proteinlerin bir kısmı hayvanlarda ve insanlarda alerjik reaksiyonlara neden olabilmektedir. Çileğe, buğdaya, fındığa, süte, balığa, yumurtaya ve daha pek çok bitkisel ya da hayvansal ürüne karşı alerjisi olan milyonlarca insan bulunmaktadır. Normal koşullarda, insanlar, söz konusu ürünleri tüketmeyerek bu tür alerjilere çare bulabiliyorlar. Fakat tüketilen gıdanın içinde ne olduğunun bilinmemesi ya da hiç karşılaşılmayan bir maddenin bilinmeden vücuda alınması, alerji riskini fazlasıyla arttırmakta ve bu durum bazen ölümcül sonuçlara yol açabilmektedir. İşte GDO’lu besinler bu konuda bir risk unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin soyaya karşı alerjisi olmadığı halde, genetiği değiştirilmiş (herbiside dayanıklılık geni taşıyan) soyaya alerjik olan insanların sayısı hiç de az değildir. İngiltere’de son yıllarda soyaya karşı gelişen alerjilerde yüzde 50 oranında artış yaşanması durumun ciddiyetini göstermektedir. Yapılan araştırmalar, genetiği değiştirilmiş ürünlerde işaretleme amacıyla kullanılan antibiyotik direnç genlerinin insan ya da hayvan vücudundaki bakterilere geçebileceğini ve bu bakterilerin söz konusu antibiyotiğe karşı dirençli hale gelmesine yol açabileceğini de gösteriyor. Dolayısıyla bu genler, zararlı bakterilerle savaşmakta kullanılan bazı antibiyotiklerin etkisiz kılınma riskini doğuruyor. Bunların yanı sıra, bitkinin zararlı böceklere karşı toksin üretmesini sağlamak üzere gerçekleştirilen gen naklinin de sağlık açısından tehdit oluşturma potansiyeli bulunuyor. Örneğin GDO’lu mısırla birlikte insan vücuduna giren toksinin, insan sağlığı açısından uzun vadede ne gibi sonuçlar doğurabileceği ya da tarladaki mısırla beslenen yararlı böcekler, kuşlar ve mikroorganizmalar açısından nasıl bir tehdit teşkil ettiği bilinmiyor. Peki bu gerçeklerden yola çıkarak, GDO’lara ilkesel olarak karşı çıkmak mı gerekiyor? Açıkça ifade etmek gerekir ki, böylesi bir
marksist tutum
toptancı karşı çıkış ancak küçük-burjuva sığ mantalitenin ürünü olabilir. Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, verimi arttırmak, daha dayanıklı ürünler yetiştirmek ve daha pek çok yararlı amaç için, insan sağlığına ve doğaya zarar vermeyecek genetiği değiştirilmiş türlerin yaratılmasını mümkün kılmaktadır. Üstelik GDO araştırmaları ve uygulamaları sadece tarım alanıyla sınırlı değildir ve sağlık alanında çok daha önemli gelişmeler kaydedilmektedir. Biyoteknolojideki ilerlemeler sayesinde, son yıllarda çeşitli genler ilaç olarak kullanılmaya başlanmış, hastalıklı genlerin değiştirilmesi mümkün hale gelmiş, genetik bozukluklara yönelik önemli çalışmaların yolu açılmıştır. Bu amaçla, genetik yapıları değiştirilen bazı bakterilerin özel işlevler yüklenmesi ya da istenen birtakım molekülleri üretmesi sağlanmıştır. Çeşitli pahalı aşı ve ilaçların gen transferi aracılığıyla bitkiler üzerinde üretilmesi konusunda da önemli sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin karaciğer hastalıklarında ve kistik oluşumların tedavisinde kullanılan bir protein çeltik bitkisinde üretilerek, daha kısa sürede ve daha bol bir üretim mümkün kılınmıştır. İnsan plasentasından elde edilen ve dünyanın en pahalı ilaçları arasında yer alan bir ilacın tütün bitkisinde üretilmesi ise, bu ilacın maliyetinin düşmesinin ve üretiminin kolaylaşmasının önünü açmıştır. Elbette bunlar sadece birkaç sınırlı örnektir. Ancak bu kadarı bile, bu tür araştırmaların sermayenin güdümünden kurtarılması durumunda, gerek sağlık gerekse tarım alanında insanlık açısından ne denli önemli adımların atılabileceğini tasavvur etmek için yeterlidir.
GDO’lar konusundaki burjuva yalanlar ve milliyetçi sızlanmalar GDO’lar konusundaki en büyük yalanlar elbette tekeller tarafından üretilenlerdir. Bunların sıkça tekrarlananlarının başındaysa “GDO’ların açlık sorununu sona erdireceği” uydurmacası geliyor. Kapitalist dünyada verimi ve üretimi arttırarak açlığın ortadan kaldırılabileceğini savunan tekellerin sözcüleri, yüz milyonlarca insanı ölümle tehdit eden açlık olgusunu “üretimin yetersiz oluşu”yla açıklıyorlar. Onlara göre dünyadaki üretim mevcut haliyle tüm insanları
33 33
marksist tutum
GDO karşıtları, küçük-burjuva sızlanmaları haklı göstermek üzere tehdidi inanılmaz şekilde abartmaktadırlar. “GDO’lu tohumlar topraklarımız ve dünyamıza bırakılmış birer saatli bombadır!” abartısı da bunlardan biridir.
doyurmaya yetmemekte ve bu yüzden de nüfus arttıkça açların sayısı da artmaktadır! Oysa en temel gıda maddelerine ulaşamadıkları için açlığa sürüklenen 1 milyardan fazla insan bulunurken, yüz milyonlarca ton gıda maddesi üreticisine kâr getirmediği için imha edilmekte ya da satılamadığı için raflarda çürümektedir. Daha geçtiğimiz günlerde Avrupa’da 40 milyon litre süt çiftçiler tarafından tarlalara dökülmüştür. Yani sorun mevcut tekniklerle yeterli üretim yapılamaması değil, her şeyin pazar için üretildiği bu sistemde milyarlarca insanın en hayati ürünlere bile ulaşamayacak kadar yoksul olmasıdır. Bu yoksulluğu yaratansa bizzat kapitalizmdir. Çiftçilerin GDO’lu ürünler sayesinde daha az tarım ilacı kullanacakları ve böylece doğanın ve canlıların korunacağı iddiası da tekellerin uydurmasından ibarettir. GDO’lu tohumları üreten büyük şirketler aynı zamanda tarım ilacı üretimini de tekellerinde bulundurmaktadırlar. On yıllardır, çiftçileri aşırı ilaç tüketimine teşvik eden, toprağı, mikroorganizmaları, suları, kuşları, böcekleri ve hepsinden önce de insanları zehirleyenler şimdi çevre dostu pozlar keserek insanlardan buna inanmalarını bekliyorlar.
34
Aralık 2009 • sayı: 57
Bunların yalanlarına inandırmak istedikleri bir diğer kesimse çiftçilerdir. Daha çok üretecek, daha çabuk zengin olacaksınız diyorlar GDO tekelleri çiftçilere. Oysa yukarıda da belirttiğimiz gibi, kapitalizmin akıldışılığı nedeniyle, bolluk, çoğu durumda küçük üretici için felâket anlamına geliyor. Küçük üreticinin “korunması” ise bir başka akıldışılıkla, fiyatların daha fazla düşmesini engellemek için ona üretim yaptırmamakla ya da stoklarda oluşan ürün dağlarını fiilen imha etmekle mümkün oluyor. Bu durumdan tek kazançlı çıkan, küçük çiftçiye gübresinden ilacına, tohumundan ürettiği ürüne kadar her alanda dilediği gibi fiyat dayatmasında bulunan gıda tekelleri olmaktadır kuşkusuz. GDO’lar konusundaki yanlış bilgilerin bir bölümüyse, GDO’lara küçük-burjuva muhalefet zemininde ve çoğu kez milliyetçi temellerde karşı çıkan kesimler tarafından üretilmektedir. Bu konuda, kimi zaman kafa karıştırmak için bilinçli kimi zamansa bilinçsiz olarak en sık yapılan yanlışlardan biri, genetiği değiştirilmiş tohumlarla hibrit tohumların birbirine karıştırılmasıdır. Hibrit tohumlar, verimi arttırmak için melezleme yöntemiyle üretilen tohumlardır ve bunlar GDO’lu olmadığı gibi sağlık açısından herhangi bir sakıncaları da bulunmamaktadır. Milliyetçi küçük-burjuva muhalifler, hibrit tohumları çiftçiyi tekellere mahkûm ettiği gerekçesiyle tepki odağı haline getirmeye çalışırken, bunun kanıtı olarak çiftçinin her yıl yeniden tohum almak zorunda kalmasını göstermekteler. Oysa çiftçiler bu tohumları daha verimli olduğu ve her yıl aynı verim oranını yakalamak için tercih etmektedirler. Öte yandan, tekellerden azade bir kapitalizm düşü gören ve bu ütopyayı mücadele ekseni haline getiren küçük-burjuva muhalifler, söz konusu tekellerin çok uluslu emperyalist tekeller olduğundan ve “ülkemiz tarımını” dışa bağımlı hale getirdiklerinden dem vurmaktadırlar. Ne var ki bu kesimler, bir zamanlar bu alanda tümüyle ithalatçı durumda bulunan Türkiye’de, şu anda özel şirketlerin milyonlarca dolarlık yurtiçi pazarına sahip olmanın yanı sıra yurtdışına da hibrit tohum satar hale geldikleri gerçeğinden hiç söz etmiyorlar. Çünkü onlara göre, kapitalistlerin yabancısı düşmanken yerlisi mubahtır, tekel olsa bile. GDO karşıtlarının öne çıkardıkları bir diğer husus, “GDO’lar yabani hayatı yok ediyor” şeklindeki isabetsiz itirazdır. Herkesin malûmudur ki, bizzat klasik ıslah yöntemi, verimli tohumların varlığına izin veren ve verimsiz gördüklerini eleyen bir seçilim mantığına dayanmaktadır. Binlerce yıldır yürütülen tarımsal faaliyet sonucunda pek çok türün yok olduğu ve insanın doğayla mücadelesinin doğada bir değişim yarattığı ve bunun kimi zaman tahribat anlamına geldiği doğrudur. Ancak burada asıl sorgulanması gereken, kapitalizmin çok küçük bir azınlığın çıkarları uğruna bunu kontrolsüz ve geri dönüşsüz şekilde gerçekleştiriyor olmasıdır. Çok açık ki, hormonlar, sağlığa zararlı genetik değişiklikler, zirai ilaçlar, yapay gübreler vb.
sayı: 57 • Aralık 2009
daha fazla kâr olanağı sunmaya devam ettikçe, zehirlenen ve kuruyan yeraltı suları, tehdit altındaki doğal yaşam, sebze ve meyvelerin değişen tatları sermayeyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bu tehdidin önüne geçilmesinin tek yoluysa, bunu doğuran kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktan geçmektedir, ilkel tarıma geri dönmekten değil. GDO’lu tohumların daha verimli olmadığı, hatta verimsiz olduğuna dair iddialar da doğrusu fazla inandırıcı değildir. Bu argümanı ileri sürenler, çiftçilerin neden bu tür tohumları daha yüksek maliyetlerine rağmen almaya devam ettiklerini de açıklamak zorundadırlar. GDO’lu tarım tüm dünyada yayılarak artarken bu durumu tekellerin dayatmasıyla izah etmek hiç de gerçekçi değildir. Çok açıktır ki, tıpkı tekeller gibi çiftçiler de kâr için üretim yaparlar ve hiçbir güç çiftçilere kârlı olmayan bir alana yatırım yapmayı uzun süreliğine dayatamaz. İkinci bir soruysa şu olmalıdır: Tekeller, verimli olmadığı söylenen bu tür ürünlerin satış sürekliliğini sağlayamayacaklarına göre neden son derece yüksek maliyetli araştırmalara katlanarak “verimi düşük” GDO’lu tohumlar üretmeye devam ediyorlar? İşte bu noktada küçük-burjuvazinin milliyetçi ve gerçeklerden bir o kadar kopuk yanıtları çıkıyor karşımıza: “Ülkemizin gen zenginliğini yok etmek”, “çiftçiliği bitirmek”!.. Aslına bakılacak olursa, GDO’ya Hayır Platformu ya da onun çeşitli bileşenlerince kaleme alınan bildiri ve broşürlerde söz konusu küçük-burjuva ruh halinin tezahürlerine sıkça rastlanmaktadır. Bunun bir biçimi olarak, tehdidin küçükburjuva sızlanmaları gerekçelendirmek üzere abartılmasının şu tür örnekleri mevcuttur: “GDO’lu tohumlar topraklarımız ve dünyamıza bırakılmış birer saatli bombadır!” “GDO, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanan sömürü biçimlerinin çok ilerisinde ilk kez karşılaşılan küresel bir tehdittir. Ekolojik krizin bu denli derinleştiği bir dünyada yaşayan tüm canKüçük-burjuva muhalifler, “köylü tarımı yok oluyor, köylüler kır işçisine dönüşüyor” diye sızlanırken, kapitalist tarımın tarihsel açıdan ilerici bir adım olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Büyük ölçekli kapitalist tarımla birlikte çok sayıda köylünün işsiz proleterler haline geldiği doğrudur, ancak bu sorunun kaynağı “GDO’lu tarım”, “mono kültür” vs. değil bizzat kapitalist üretim tarzıdır.
marksist tutum
lıların mülkiyet altına alınması operasyonu, canlı yaşamı tümden yok edecek bir tehdit oluşturmaktadır.” Şu türden ifadelerse bu tepkinin sınıfsal niteliğini belirgin biçimde ortaya koymaktadır: “Şirketler kendi kârları için biyolojik çeşitliliği yok edecek olan mono kültüre (tek ürün ekimine) dayalı üretime zorluyorlar. Mono kültür üretimde fazla işgücü kullanılmadığı için çiftçiler toprağından işinden olur, işçileşir. Bütün bu topraksızlaşan ve işsiz kır işçilerine dönüşen çiftçiler ne olacak? Bu üretimin ve çiftçiliğin devamlılığı açısından önemli bir risk değil midir?” Aşağıdaki ifadeyse, milliyetçiliğe savrulan küçük-burjuvanın her türden gerici ve tutucu argümana sarılabildiğinin basit bir örneğidir: “Sonuç olarak, gen bankası niteliğindeki ülkemizin biyolojik çeşitliliği, tarım potansiyelimiz, halkımızın satın alma gücü ve tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde, GDO’lu ürünlere Türkiye’nin ihtiyacının olmadığı, üstelik bu ürünlerin kullanımının halk sağlığı yanında halkımızın dinsel-kültürel inanç ve alışkanlıklarına da aykırı olduğu ortadadır.” Küçük-burjuva muhalifler, “köylü tarımı yok oluyor, köylüler kır işçisine dönüşüyor” diye sızlanırken, kapitalist tarımın tarihsel açıdan ilerici bir adım olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Bu kesimin iddialarının aksine, tarımın kapitalistleşmesi ve makineleşmesi tarımın devamlılığı açısından da bir risk oluşturmayıp, tersine çok daha az insanla çok daha büyük ölçekli bir üretimin gerçekleştirilmesini olanaklı kılmıştır. Büyük ölçekli kapitalist tarımla birlikte çok sayıda köylünün işsiz proleterler haline geldiği doğrudur, ancak bu sorunun kaynağı “GDO’lu tarım”, “mono kültür” vs. değil bizzat kapitalist üretim tarzıdır. Marksistlerin görevi, tarım emekçilerine kurtuluşun gerçek yolunun kapitalizme karşı mücadeleden geçtiğini göstermek ve onları sosyalizm mücadelesine omuz vermeye çağırmak olmalıdır. Canlıların genetiğiyle oynanmasının son derece hassas bir konu olduğu ve burjuvazinin bunu sınıfsal çıkarları uğruna sınırsızca sömürebileceği açıktır. Böylesi konularda sermayeye, onun devletine, üniversitelerine, laboratuarlarına ve bilim kurullarına güvenilemeyeceği de ortadadır. Ancak bu tehlike sadece GDO’larla sınırlı olmayıp insan hayatını ve dünyanın geleceğini ilgilendiren her konuda karşımıza çıkmaktadır. Bugün bilimin geldiği nokta insanlığın önüne çığır açan ufuklar sererken, kapitalist kâr düzeni gezegenimiz için tüm canlı yaşamı yok edecek bir tehdit oluşturmaktadır. Bilim sermayenin emrinde olmaya devam ettikçe bu tehdidin her geçen gün daha yıkıcı hale geleceğinden şüphe edilmemelidir. Bu tehdidi bertaraf etmenin ve bilimi insanlığın hizmetine sunarak, tüm insanlar için bolluk üreten, sınıfsız, sömürüsüz ve gerçek anlamda “çevre dostu” bir dünya inşa etmenin yoluysa, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet prangasını kırmaktan ve kapitalizmi yıkmaktan geçmektedir.
35
Emperyalist Savaş Kazanında TC-Pakistan İlişkileri Selim Fuat
ABD emperyalizmi “Büyük Ortadoğu Projesi” çerçevesinde öngördüğü değişimlerin hayata geçeceği koşulları oluşturmak için Pakistan’ı istikrarsızlaştırma sürecine tam gaz devam ediyor. ABD’nin basıncıyla başlatılan Svat Vadisi operasyonlarının ardından Pakistan’ı da tıpkı Irak ve Afganistan gibi emperyalist savaşın ateşi sardı. Pakistan böylesi bir atmosfer içerisindeyken, emperyalist hiyerarşide artık alt-emperyalist bir pozisyon elde eden “kardeş ülke” Türkiye bu pozisyonunun hakkını verecek adımlar atmakla meşgul. Bir eliyle bulunduğu coğrafyada etkinliğini arttıracak açılımlarını sürdürürken diğer elini de AfganistanPakistan bölgesindeki gelişmelere uzatmış durumda.
36
A
BD emperyalizmi “Büyük Ortadoğu Projesi” çerçevesinde öngördüğü değişimlerin hayata geçeceği koşulları oluşturmak için Pakistan’ı istikrarsızlaştırma sürecine tam gaz devam ediyor. ABD’nin basıncıyla başlatılan Svat Vadisi operasyonlarının ardından Pakistan’ı da tıpkı Irak ve Afganistan gibi emperyalist savaşın ateşi sardı. Her birinde onlarca insanın öldürüldüğü bombalı saldırılar süreklileşmeye başlarken ülkenin siyasi atmosferi de gerildikçe geriliyor. Devlet başkanı Zerdari ülke içerisindeki çeşitli güçleri denetimi altında tutabilme konusunda ABD’nin umduğu performansı gösteremezken, bir yandan Navaz Şerif önderliğindeki muhalefetin diğer yandan uzun yıllar Pakistan Gizli Servisini de yönetmiş olan genelkurmay başkanı Eşfak Pervez Kayani’nin basıncını göğüslemeye uğraşıyor. Özellikle ABD’nin vaat ettiği 7,5 milyar dolarlık yardımın istihbarat servisi ISI’nın yönetiminin ordunun elinden alınıp sivil bir otoriteye verilmesi gibi koşullara bağlanmasından rahatsızlık duyan genelkurmay başkanının sert tutumu Zerdari’yi yıpratıyor. Geçmişinde de üç askeri darbe yaşayan Pakistan’da yeni darbe hazırlıklarının yapıldığına dair kanı yaygın. Pakistan böylesi bir atmosfer içerisindeyken, emperyalist hiyerarşide artık alt-emperyalist bir pozisyon elde eden “kardeş ülke” Türkiye bu pozisyonunun hakkını verecek adımlar atmakla meşgul. Bir eliyle bulunduğu coğrafyada etkinliğini arttıracak açılımlarını sürdürürken diğer elini de Afganistan-Pakistan bölgesindeki gelişmelere uzatmış durumda. Haziran ayında dışişleri bakanı Davutoğlu’nun ilk ziyaretlerinden birini gerçekleştirdiği Pakistan’a Ekim ayı içerisinde de art arda genelkurmay başkanı Başbuğ ve Başbakan Erdoğan çıkartma yaptı. Bu çıkartmalar, öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelerle kritik önemde olduklarını gösterdiler.
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
Başbuğ ve Erdoğan’ın Pakistan ziyaretleri 13 Ekimde Pakistan’a giden Başbuğ İslamabad, Ravalpindi, Peşaver ve Svat Vadisi’ndeki Mingora ve Malakant şehirlerini ziyaret etti. Pakistan Devlet Başkanı Ali Atıf Zerdari ile bir araya gelen Başbuğ bu görüşmesinin ardından Pakistan genelkurmay başkanı Eşfak Pervez Kayani ile de ikili temaslarda bulundu. Peşaver’de bir kolorduyu ziyaret eden ve Taliban’a karşı yürütülen operasyonla ilgili bilgi alan Başbuğ, Svat Vadisi’ndeki Mingora ve Malakant şehirlerini Taliban’ın bölgeden çıkarılmasının ardından ziyaret eden ilk askeri yetkili de oldu. Pakistan ordusuyla yakın ilişkileri olan, bir önceki devlet başkanı Pervez Müşerref dâhil pek çok subayı Türkiye’nin harp akademilerinde yetiştiren Genelkurmay’ın bu ziyareti, güzergâhına ve dönemin özelliklerine bakıldığında sıradan bir ziyaret değildi. Ağustos başında imzalanan anlaşma ile Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TUSAŞ), Pakistan’ın 42 F-16 uçağının modernizasyonu projesini üstlenmişti. Bu görüşmelerde, İsrail ile Türkiye arasında krize yol açan Anadolu Kartalı tatbikatına Pakistan’ın katılması da kararlaştırıldı. TC’nin bilgi ve birikimi ile Pakistan’ın “terör”le mücadelesinde bu dost ülkenin yanında olacağı ifade edildi. Bu ziyaretin sadece askeri istişare ile sınırlı olmadığı, siyasetin de bunu bütünleyeceği belliydi. Nitekim Başbuğ’un dönüşünden 10 gün sonra da Erdoğan Pakistan yolcusu oldu. Burjuva basın bu görüşmelere ilişkin olarak, Pakistan’ın Türkiye’dekine benzer imam-hatip okulları kurmak için yardım istemesini ve Türkiye’den din görevlileri talebini öne çıkardı. Pakistan’ın mevcut durumu ile ilgili pek çok konunun müzakere edildiği ve kararlar alındığına dair haberlerse ilerleyen günlerde ortaya çıktı. Kararların açıklanmamasına rağmen devletler arasında yüksek bir uyumun olduğu anlaşılıyordu. Nitekim başbakanın Pakistan seferinde pek çok başka anlaşmayla birlikte “Yoğun ve Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi” tesis edilmesine dair bir siyasi bildiri de yayınlandı. Bu siyasi bildiri iki ülkenin yakınlaşmasının ve ortak hareketinin açık ve üst düzeyde ifadesiydi. Bu iki ziyaret arasında, 18 Ekimde, İran’ın Sistan-Belucistan eyaletinde Devrim Muhafızları komutanlarının da aralarında olduğu 42 kişinin öldüğü saldırı gerçekleşmiş, saldırılardan Pakistan’ı da sorumlu tutan İran 23 Ekimde içişleri bakanını Pakistan’a göndererek hükümete uyarılarda bulunmuştu. Haliyle bu durum Erdoğan’ın aynı zaman dilimi içerisinde gerçekleşen Tahran ziyaretinin de önemli gündem maddelerinden biri oldu. Bu gelişmeler, 24-25 Ağustos tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen ve 20 ülkenin üyesi bulunduğu “Demokratik Pakistan Dostları Grubu” toplantısı ile ivmelenen, Türkiye’nin Pakistan üzerindeki nüfuzunu artırma gayretinin görüntüleriydi. Pakistan hükümetini terörle mücadele konusunda desteklemek ve Pakistan’ın enerji, ekonomi, eği-
Erdoğan ve Pakistan Başbakanı Gilani
tim gibi sorunlarına çözüm bulmak için yapıldığı ifade edilen toplantıya, ABD’nin Pakistan-Afganistan Özel Temsilcisi Richard Hoolbrooke da katılmıştı. Türkiye’nin genelkurmay başkanı ve başbakanı ile yaptığı bu girişimlerin ne denli etkili olduğu, bu ziyaretlerin hemen ardından patlayan bombalar ile ortaya çıktı. Bombalama eylemi ile karşı taraf da bu girişimlerin ciddiyeti karşısında tepkisini ve kendi varlığını ifade ediyordu. 90 kişinin öldüğü patlamalardan sonra istihbarat örgütleriyle içli dışlı bir “gazeteci”nin, Joseph Farah’ın “g2bulletin” adlı sitesinde yayınlanan haber, bu girişimlerde müzakere edilen temel noktaları ortaya koydu. Haberde, İlker Başbuğ’un Kayani’ye telefon edip “hükümeti devirmeye çalışmayın” mesajı verdiği belirtiliyordu. Bu habere göre TC, Pakistan’da kontrolün kaybolmaya başladığı bir konjonktürde, Kayani’nin darbe yapmasının önüne geçecek girişimlerde bulunmuştu. Zira Kayani ABD’nin denetiminden belli ölçülerde uzaklaşma eğilimindeydi. TC genelkurmayı bu haberi yalanlasa da gelişmeler bu yönde bir etkinin Pakistan’da oluşturulmak istendiğini gösterdi. Nitekim pazarlıkların ve baskıların şimdilik de olsa, TC’nin ve ABD’nin istediği gibi, Pakistan egemen sınıfı içerisinde bir uzlaşmayı sağladığı görüldü. Tam da darbe söylentileri gündemdeyken ve Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari’ye alternatif yeni bir oluşuma gidilebileceği öne sürülürken, Zerdari bazı görevlerini Başbakan Yusuf Rıza Gilani’ye devrettiğini açıkladı. Meclisi feshetme yetkisinden kimi önemli görevlerine kadar bazı yetkilerinden vazgeçen Zerdari, anayasa reformuna gidileceğini de duyurdu. Özellikle muhalefetin sert itirazlarını dindirmek için Navaz Şerif ’le de masaya oturacak olan Zerdari, anayasa reformuna giderken muhalefetin de sesine kulak vereceğini ifade etti.
Alt-emperyalist TC’nin Pakistan’da soyunduğu roller Bütün bu gelişmeler TC’nin Pakistan egemen sınıfı içerisinde geçici olması kaçınılmaz olan uzlaşmayı sağla-
37
marksist tutum Türkiyeli işçilerin Pakistan işçi sınıfının kanından beslenmeye niyetlenen Türkiye burjuvazisiyle hiçbir ortak çıkarı olamaz. Milliyetçilik zehriyle böylesi bir yanılsamaya kapılan işçilere, emperyalist savaş ateşinin onları da yakacağını göstermek görevimizdir.
makta etkili olduğunu gösteriyor. Ancak ABD’nin isteklerini yerine getirirken ikircikli davranan burjuva fraksiyonların, özellikle Pakistan ordusu ve istihbarat örgütündeki etkinliği ABD için giderek daha da katlanılmaz bir durum haline geliyor. Afganistan’daki Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü ISAF’ın Amerikalı komutanı General Stanley McChrystal’a göre durum gayet açık: “Binlerce Taliban teröristi insanlarımızı katletmek için Pakistan’dan ülkemize sızıyor. Bunu nasıl önleyebiliriz? Kendimizi savunabilmek için Taliban’ı kümelendiği yerlerde vurmamız gerekir.” Ona göre Afganistan’daki savaş ancak Pakistan’da yuvalanan El Kaide ve müttefiklerinin dize getirilmesi kaydıyla kazanılabilir. Obama yönetiminin AfganistanPakistan stratejisi de, Afganistan meselesinin Pakistan’daki gelişmelerden soyutlanamayacağı prensibine dayanıyor. Bu doğrultuda Obama yönetimi önümüzdeki yıl Pakistan’daki askeri gücünü arttırmaya karar verdi. Askeri üsler kurmanın ötesinde bizzat askeri operasyonlar yapma niyetleri söz konusu. Ancak diğer yandan da savaşın mevcut cepheleri zaten dengeyi bulmakta zorlanan bütçeyi iyice sıkıntıya sokarken bu durumun getireceği ek maliyetler nasıl karşılanacak sorusu Nobel Barış Ödülü sahibi Obama’nın önünde! ABD’nin 2008’de 459 milyar dolar olan bütçe açığı 2009 bitmeden 1 trilyon 400 bin dolara yükselmiş durumda. Bu koşullar ABD’nin hâlihazırda asker bulundurduğu Irak bölgesinde asker sayısını azaltmasını gerektiriyor. Ancak elbette burada oluşturduğu yeni statükoyu da kimsenin bozmasına izin vermeden bunu gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu nedenle bölgedeki alt-emperyalist güç TC’ye ikili bir rol düşüyor. Bir yandan Irak’taki mevcut durumun korunmasını sağlamak, diğer yandan büyük emperyalist güç ABD açısından Afganistan ve Pakistan’da işleri kolaylaştırıcı ve maliyetleri azaltıcı görevler almak. Bu rolü iştahla kabul ettiğini ortaya koyan TC’nin Pakistan’da şimdiye kadar sergilediği tutumları ve bundan sonra izleyeceği yolu bu çerçevede düşünmek gerekir. TC, Afganistan-Pakistan bölgesinde askeri varlığını
38
Aralık 2009 • sayı: 57
arttırabilir. Nitekim genelkurmay başkanı İlker Başbuğ, 23 Eylülde Milliyet’te çıkan açıklamasında “muharip birlik göndermemiz söz konusu mu?” sorusuna, “Kabil Bölge Komutanlığını 1 Kasımda alacağız. Türkiye’nin Afganistan’da ISAF-1’den bu yana muharip birliği var. Bu yanlış biliniyor” diyerek yanıtlıyordu. “Kasım ayında rakamsal artış olabilir mi?” sorusunun yanıtıysa “olabilir” şeklindeydi. Elbette Pakistan’da işler ABD açısından Afganistan’dan daha da zor. Bu ülkede de ABD askerinin varlığı kolayına kabul görmeyecek. Aksine çok daha güçlü bir dirençle karşılaşacağı kesin. Bu yüzden bu direnci azaltmak için TC’nin Pakistan’daki varlığı büyük önem kazanacaktır. Doğrudan NATO birlikleri dâhilinde olmasa da, sağlanabilirse Birleşmiş Milletler ya da İslam Konferansı Örgütü bünyesindeki bir “barış gücü”yle Pakistan’a konuşlanacak Türk askeri ABD’nin elini rahatlatacağı gibi, Türkiye burjuvazisine de yeni imkânların kapısını açacaktır. Türkiye’nin Pakistan ile geçmişten gelen yakın ilişkileri onun bu rolü oynaması için biçilmiş kaftandır ve TC burjuvazisi bu kozunu sonuna kadar kullanacaktır. Son dönemdeki Pakistan’a müdahaleler ve telkinler buradan okunmalıdır.
TC burjuvazisinin emperyalist emellerine geçit vermeyelim! TC burjuvazisinin oynadığı rol işçi sınıfına felâketten başka bir şey getiremez. Yükselen emperyalist savaşın yakıcı ateşi, çıkarları için işçileri o cepheden bu cepheye sürenleri değil doğrudan işçileri yakacaktır. Pakistan’daki gelişmelere kayıtsız kalamayan ve kalamayacak olan diğer emperyalist ya da alt-emperyalist güçlerle karşı karşıya gelecek TC egemen sınıfı, Türkiyeli işçileri de işte bu ateşin içine çekmek istemektedir. Türkiyeli işçilerin Pakistan işçi sınıfının kanından beslenmeye niyetlenen Türkiye burjuvazisiyle hiçbir ortak çıkarı olamaz. Milliyetçilik zehriyle burjuvaziyle ortak çıkarları olabileceği yanılsamasına kapılan işçilere, emperyalist savaş ateşinin onları da yakacağını göstermek görevimizdir. Yirminci yüzyıl tarihi bunun örnekleriyle doludur. Türkiyeli işçilerin gerçek dostları TC’nin egemen sınıfı değil dünyanın her bölgesindeki işçiler ve emekçilerdir. Pakistan’daki gelişmeler karşısında da bu dostluğun gerektirdiği uluslararası birliği sağlayarak burjuvazinin karşısına dikilmek gerekir.
marksist tutum
Sınıf Belleği
1966 Paşabahçe Grevi Dicle Yeşil
K
apitalist sistem krizle birlikte işçi sınıfına daha da azgınca saldırıyor. Kitlesel işten çıkarmalar, kuralsız ve esnek çalıştırma politikaları ve adına reform denilerek getirilen yasalar bu saldırı sürecinin bir parçası olarak hayat buluyor. Buna karşılık yükseltilen eylemler şimdilik patronları dizginlemeye yetmiyor. 12 Eylül faşist darbesinin ardından örgütlenme, mücadele ve dayanışma geleneğinin önemli ölçüde unutulması, sendikalaşmanın önüne konulan yasal engeller ve sendika bürokrasisinin uğursuz rolü, mücadele çıtasının yükseltilmesine ket vuruyor. 1980 darbesi gibi korkunç bir deneyime sahip olan burjuvazi, işçi sınıfı hareketini kökten yok etme yoluna gitmiş ve darbenin yarattığı korkunun gölgesiyle işçi sınıfını baskı altında tutmayı başarmıştır. Bugün krize karşı kitlesel mücadelenin yükseltilememesinin bir nedeni de, bilinçaltına yerleştirilen bu korkunun henüz atılamamış olmasıdır. Oysa tarihe dönüp baktığımızda, Türkiye işçi sınıfının her dönem bu denli tepkisiz olmadığını görüyoruz. 60’lı yıllarla başlayan süreçte işçilerin attığı her adım, bir üst basamağa sıçrama şeklinde oluyordu. İşçi sınıfı kendini tanımaya başlıyor, gücünü görüyor ve özgüvenini kazanıyordu. Grev ve toplu sözleşmenin henüz yasak olduğu bir süreçte yeni bir tomurcuk patlıyordu. Sayısı küçük ama yüreği büyük Kavel işçilerinin şanlı mücadelesi ilk kıvılcımlardan biriydi. Ve Kavel’le başlayan süreç 15-16 Haziran direnişlerini ve 1977 1 Mayıslarını yarattı. 1980 öncesinde burjuvazinin kalkanlarını öylesine sivriltmesine neden olan işte bu örgütlü işçi sınıfıydı. Hep birlikte karar alan, hep birlikte ayağa kalkan ve hep birlikte yürüyen örgütlü bir güçtü karşılarındaki. İşçilerin mücadele çıtasının yükselmesiyle, dönemin sendikal anlayışının sorgulanması ve militan sınıf sendikacılığının yaratılması yönünde önemli kilometre taşları döşeniyordu. Grev, sendika, örgütlenme, dayanışma ve mücadele kelimeleri işçilerin hayatında yer ediyordu. Patlayan mısır tanecikleri gibi birbiri ardına patlak veren grevler, mücadele deneyimlerini bir fabrikadan diğerine vakit kaybetmeden taşıyordu. Trio Lastik işçileri, Bursa Belediye işçileri, Mersin Ataş rafinerisi, İstanbul Bozkurt Mensucat, Singer, Goodyear, Berec, Sungurlar, Batman Rafinerisi, Zonguldak Kozlu Maden İşçileri ve Paşabahçe işçileri… Her biri tek yürek olmuşçasına yükseltiyordu işçi sınıfının sıkılı yumruklarını.
İşçilerin örgütlü olduğu Türk-İş sendikasının uzlaşmacı sendikacılık anlayışı, işçi sınıfının yükselen mücadelesini boğmaya çalışıyor, tabandan gelen güç ise Türk-İş’in tepesini sarsan ve ayrıştıran fay hattını döşüyordu. Ortak sınıf tavrının sergilendiği bu dönemde Paşabahçe grevi, devlet güdümlü sendikal anlayışın sarsılmasının en önemli zincirini oluşturacak ve DİSK’in kurulmasının da önünü açacaktı. CHP, İş Bankası dolayımıyla, 1935 yılında kurulan Paşabahçe Şişe-Cam’ın hatırı sayılır ortaklarındandı. İşçilerin çalışma koşullarıysa son derece kötüydü. Yevmiye 60 kuruş, sendika yok, sigorta yok, hafta tatili yok. Önce Cam İş sendikası örgütlendi Paşabahçe Şişe Cam’da. Ne var ki 1964 yılında Cam-İş tarafından üç yıllığına 15 kuruşa imzalanan toplu sözleşme, Paşabahçe işçileri arasında büyük bir öfke yarattı. Bu tepkinin sonucu olarak işçilerin çoğunluğu Cam-İş’ten ayrılıp Kristal-İş’e üye oldular. Kristal-İş sendikası 1966 yılında, Cam-İş tarafından imzalan sözleşmenin patronların taleplerinin kopyası olduğunu söyleyerek Paşabahçe patronlarını yeni bir sözleşme imzalamaya çağırdı. Bu çağrının reddedilmesi üzerine 31 Ocak 1966 günü 2200 işçi hiç tereddütsüz greve çıktı. 5 Şubat günü Paşabahçe İskele Meydanında bir miting düzenlediler. “İş Hayatında Köleliğe Paydos!”, “Emeği Savunmak Kutsal Vazifemizdir” dövizlerini taşıyarak yürüdüler. Aileleri ve diğer sektörlerde çalışan işçiler de dayanışma için Paşabahçe işçileriyle bir arada durdular. İşçiler bildiriler dağıtarak kararlı duruşlarını dosta düşmana gösteriyorlardı. “Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda süslü bir mağazası var. Tabaklar ve bardaklar görürsünüz de iftihar edersiniz. İşte onları yaparız biz. 1800 derece hararetin altında çalışırız. Hepimiz 2500 kişiyiz. Ailelerimizle 10.000. Toplu Sözleşme Kanunu çıktı dediler. Biz de hak isteyebilecekmişiz. Üç sene evvel sözleşme yapıldı. Bize bir şey veren olmadı. Biz de greve başladık. Bugün 80 günü geçti gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlardan ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı, kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz…” Bu arada patronlar sınıfı da boş durmamaktadır. İşçilerin mücadelesi karşısında, kol kola giren TİSK üyesi
39
marksist tutum
Sınıf Belleği
12 patron, gazetelere ilan vererek grevi şiddetle protesto ettiklerini, “madden ve manen” Paşabahçe patronunun yanında olduklarını duyururlar. Paşabahçe patronuysa grevin yasadışı olduğu iddiasıyla dava açar, fakat dava mahkeme tarafından reddedilir. Böylece grevin yasal olduğu onaylanır. 2500 işçi eş ve çocukları ile birlikte vapurlarla Karaköy’e geçip, işveren sendikasının önünden Taksim’e kadar yürürler. Grev sürerken, Türk-İş yönetiminin hain yüzü tekrar açığa çıkar. Türk-İş bürokrasisi, işçilerin mücadelesine balta vurmak için patronların safında yer alır ve 21 Mart 1966’da imzaladığı bir protokolle grevi sona erdirir. Protokolde, işten atılan işçilerin işe alınması işverenin takdirine bırakılmıştır. İşçilerin işsiz kaldıkları süre içindeki ücretlerinin ödenmesinin kabul edilmemesi Türk-İş’in gerçek yüzünü bir kere daha sergiler. İşçiler, sendikanın dayattığı protokolü kabul etmeyerek greve devam kararı alırlar. Grevci işçiler fabrikaya mal giriş-çıkışını engellemiş ve grev kırıcılara yemek taşıyan arabaları taşlamışlardır. İşçilere yapılan silahlı saldırı sonucunda iki işçi yaralanır. Hemen ardından işçiler hammadde deposu ve fabrika arasındaki yolu işgal ederler. 22 Mart günü yapılan toplantıda Paşabahçe patronu 42 işçiyi işe alacaklarını ama 5 Kristal-İş yöneticisini işe almayacağını belirtir; işçilerin kararı ise eyleme devam yönündedir. Aynı şekilde Türk-İş’in yaptığı grevi bitirmeye yönelik diğer girişimler de kabul edilmez. 6 Nisanda, Türk-İş yönetiminin grev kırıcılığına karşı Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları bir araya gelerek, Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesini kurarlar. Bu komitenin asıl önemi, sonradan DİSK’in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi’nin (SADA) öncüsü olmasıdır. SADA’nın yaptığı ortak açıklamada; Türk-İş yöneticilerinin imzaladıkları protokolle işçiye ihanet edildiği, grevin işçinin bir şeref ve hayat mücadelesi olduğu, şayet grevden vazgeçilirse sendikaların ve grev kurumunun işlemez hale geleceği belirtilmektedir. Türk-İş’in özellikle yasal yönden grevi boğma çabası başarıya ulaşamaz. Mahkeme, bir kez daha Kristalİş’in işyeri düzeyinde toplusözleşme yapmaya yetkili olduğuna ve 71 gün süren grevin yasal olduğuna karar verir.
40
Bu arada Paşabahçe işçileri ile sınıf dayanışmasının en güzel örnekleri sergilenmektedir. Grevin başlamasıyla birlikte grevdeki 2500 işçiye 460 bin liralık yardım yapılmıştır. Migros işçileri grevcilere erzak, Hal İşçileri Sendikası da 10 ton meyve yardımı yapar. Dayanışma konseyi, aldığı kararla, sendikalı işçiler başta olmak üzere bütün halkın İş Bankası’ndan mevduatlarını çekmeleri çağrısında bulunur. Bu kampanya sonucunda İş Bankası’ndan çekilen para miktarı milyonları aşar. Yurt çapında Paşabahçe ürünleri boykot edilir. Ancak grevin bu denli destek bulması ve yaygınlaşması birilerini iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştır. 19 Nisanda Bakanlar Kurulu “halkın sağlığını tehlikeye düşürdüğü” gerekçesiyle grevi 1 ay erteler. Bu karar üzerine Kristal-İş Başkanı, sendikayı kapatıp anahtarını Süleyman Demirel’e gönderir ve sendikanın kapısına da şu yazı asılır: “Anahtarı Başbakan’a verildiğinden sendikamız kapalıdır!” 23 Nisan günü, grevdeki işçilerden 1400’ü, 24 Nisanda ise 800’ü fabrikada çalışmaya başlamıştır. Sonuçta bu süreç, Türk-İş yönetimi içindeki sınıf düşmanlığını bir kez daha açığa çıkarmış, yönetim, Petrol-İş’i 15 ay, Kristalİş’i 15 ay, Maden-İş’i 6 ay, İstanbul Basın-İş’i ise 3 ay geçici ihraç cezasına çarptırmıştır. Daha sonraki dönemde bu sendikalardan Maden-İş ve Lastik-İş DİSK’in kurucuları arasında yer alacaklardır. Paşabahçe işçileriyse, patron karşısında sağlam duruşlarıyla ve geliştirdikleri dayanışma ilişkileriyle, mücadeleye atılacak işçilere örnek olmuşlardır. Bugün sendikal ivmenin böylesine yüksek olduğu bir dönemden geçmiyoruz. İşçi sınıfı sendikaların tepesine çöreklenen sendika bürokratlarını koltuklarından indirebilecek bir örgütlülük düzeyine sahip değil. Bir yanda işbirlikçi çizgisinden taviz vermeyen ultra sarı sendikacılık anlayışı, bir tarafta da Türk-Metal örneğinde görüldüğü üzere gangster sendikacılık anlayışı yüzünden, işçi sınıfı paramparça olmuş durumda. Genç kuşak işçiler olarak, tarihten dersler çıkarıp, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde ileriye doğru yürümeli ve işbirlikçi sendikacılığa karşı militan sınıf sendikacılığı anlayışını yükseltmeliyiz. Her gün bir ses, bir omuz daha eklendiğinde saflarımıza, kapitalist sistemin elimizden kurtuluşu yoktur.
Dersimlilerin Acıları Dinmedi D
evletin Dersim’e hâkim olmak için yaptığı kıyımın üzerinden 71 yıl geçti. On binlerce Dersimlinin acımasızca katledildiği bu kıyımda dönemin gelişmiş askeri teknolojileri kullanıldı. Kıyım sonrasında da devlet, baskılarla, asimilasyonla, yakıp yıkma ile Dersimlilerin yeniden ayağa kalkmasına engel oldu. Onca yıla rağmen Dersim’e yaşatılan derin acılar hâlâ unutulmuş değil. Bu acıları yüreğinde taşıyan on binlerden biri de Ali amca. Evine konuk olup yaşadıklarını bizlerle paylaşmasını istiyoruz. İstiyoruz ki egemenlerin yazdığı resmi tarihi canlı tanıklarla çürütelim. Şimdilerde 88 yaşında olan Ali amca, katliam başlatıldığında henüz çocuktu. Uzun yıllar yaşadığı acıları kendinden, çocuklarından ve akrabalarından sakladığını öğreniyoruz. Çünkü o, yıllar yılı susarak kendini ve sevdiklerini koruyacağını düşünmüş. Olayların gelişimini Ali amca şöyle anlatıyor: “Seyit Rıza o yıllarda devletin baskısına boyun eğmedi. Kendisi dışında 12’ye yakın aşiret lideri ile bir olup, askerlere karşı koydu. Bizim bu yandaki aşiretler tarafsız kaldılar. Devlet Dersim’den vergi toplayamıyor, karakol kuramıyor ve asker alamıyordu. Seyit Rıza ve çevresindeki aşiret ağalarının oluşturduğu birlik oldukça güçlüydü. Köylüler tarafından da destek görüyordu. Devlet uzun
zaman bu birliği bozmak için çalıştı. Para ve rüşvet teklif etti. Dersim’e yardım edeceği sözünü verdi. Yollar ve köprüler yapıldı, karakollar kuruldu, okullar inşa edildi. Tüm bunların Dersim’i bölmek ve hâkimiyet sağlamak için yapıldığını bizler yaşanan zulümden sonra öğrendik.” Ali amca “katliamda herkes acı çekti” diyor. Yaşatılan acılar içinde kendi payına düşenleri ise gözleri uzaklara dalarak anlatıyor: “Babam Kamer Ağayı bizden habersiz götürdükleri ıssız dağ başında katlettiler. Bizlere hiçbir şey söylemediler. Babamın tek suçu kızını Seyit Rıza’nın yanında yer alan Hayderan aşiretine gelin vermesiydi. Askerler köylüleri meydanda toplayıp babamın adını listeden okudular. Köylülerin ihbarı ile babamı yakalayıp katlettiler. Babamın kemiklerini yıllar sonra oradan alıp, mezarlığa getirebildim. Yakın köyümüzde yine 95 kadın ve erkeği çocuklarıyla birlikte yakıp yok ettiler. Öyle kalabalık aşiretler vardı ki geriye hiç kimse bırakmadılar.” “Kız kardeşlerim ve annemle birlikte bizler son çare olarak gidip devlete teslim olduk” diyen Ali amca, 9 yıl boyunca sürgüne yollandığını söylüyor. Sürgün yeri olan Uşak’ta taş ocaklarında çalıştırılıyor. Sürgün sona erdikten sonra ailesi Dersim’e gönderilirken kendisi askere alınıyor. Ali amca yaşadığı köyde evlenip çoluk çocuğa karışıyor. Acılarını hiç kimseyle paylaşmıyor. Oğlu Hüseyin, “babam bizlere yaşadıklarını uzun yıllar anlatmadı” diyor ve şöyle devam ediyor: “Çünkü bizi korumaya çalışıyor ve başına geleceklerden korkuyordu. Ben babamın yaşadıklarının bir kısmını ancak lisede kendi çabamla öğrenebildim. Hâlâ yaşatılanlardan dolayı oldukça öfkeliyim. Öymen’in ‘analar ağlamadı’ sözüne kesinlikle katılmıyorum. Onlar Dersim’i acılara boğdular.” Yaşadığımız topraklarda sermaye sınıfı, egemenliğini katliamlar üzerine kurdu. İktidarının bekası için Kürt halkını katletmekten çekinmedi. Bu katliamları, kurduğu yalan makinesiyle meşrulaştırmaya ve olabildiğince unutturmaya çalıştı. Ancak gerçekler apaçık ortadadır ve yapılanlar asla unutulmamıştır. Bugün Öymen’in sözü üzerine yükselen tepkiler de bunun bir kanıtıdır.
41
Aralık 2009 • sayı: 57
marksist tutum
Geçici Güvenlik Bölgeleri OHAL’i Hatırlatıyor A
çılım tartışmalarının hükümetin ayak sürçmesiyle devam ettiği bir dönemde Genelkurmay OHAL’i andıran uygulamaları yaygınlaştırıyor. Genelkurmay, 1 Kasımdan 31 Mayısa kadar, Mardin’in Mazıdağı ve Kızıltepe ilçelerini geçici güvenlik bölgesi ilan etti. Bu tarihler arasında söz konusu bölgelerde giriş yasağı uygulanacak. Bundan iki hafta önce Diyarbakır’ın Lice ilçesinde yerleşim bölgelerine yakın 8 ayrı bölge, 19 Eylül19 Aralık tarihleri arasında “Geçici Askeri Güvenlik Bölgesi” olarak ilan edildi. Hakkâri, Siirt, Şırnak ve Urfa’ya bağlı bölgelerde 2007 yılında “geçici” olarak başlatılan uygulama halen devam ediyor. Tunceli’ye bağlı Aliboğazı, Ahpanos Vadisi, Hozat, Ovacık ve Çemişgezek ilçelerini içine alan 40 km uzunluğundaki bölge boyunca uygulanan yasak, 23 Kasıma kadar uzatıldı. Yasağın uygulanacağı bölgelerin duyurulduğu Genelkurmay internet sitesinde, yasakların hangi kanunlara dayandırıldığına dair hiçbir açıklama bulunmuyor. Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliği’nde Geçici Askeri Güvenlik Bölgeleri şöyle tanımlanıyor: “Mal ve can güvenliği bakımından girilmesinde sakınca görülen atış alanları ile tatbikat bölgeleri
içinde atış ve tatbikatın devam ettiği sürece kara, deniz ve hava askeri güvenlik bölgesi olarak sınırları ve kapsamı ilgili makamlarca uygun araçlarla ilan edilen alanlardır.” Kürt illerinde uygulamaya konulan geçici güvenlik bölgesi uygulamaları, görüldüğü gibi yasanın kapsamına da aykırı. Bu durum egemenlerin yasaları ne denli keyfi bir şekilde yorumladıklarını bir kez daha gözler önüne seriyor. Hükümet bir taraftan “açılım”dan dem vururken, öte taraftan TSK’ya sınır ötesi savaş yetkisi vermekte ve OHAL’i aratmayacak yasaklar uygulanmaktadır. Bir de kalkıp bölgede barış ve huzurdan söz ediyorlar. Bu da gösteriyor ki, burjuvazi yoksul Kürt halkı üzerinden havuç sopa taktiğini eksik etmiyor. Kürt halkı üzerindeki baskıların son bulması için Türkiye işçi sınıfı Kürt kardeşlerinin yanında olmalıdır. İşçi sınıfı şovenizmin izinden yürüyüp Kürt kardeşlerine düşman kesilir ve onun boyunduruk altına alınmasını desteklerse, kendisini de boyunduruk altına almış olur. OHAL uygulamalarına son! Kürt halkına özgürlük! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
CHP KESK Kortejine Alınmadı
B
ilindiği gibi yıllardır CHP sol diye nitelendiriliyor. Ben CHP’nin solla alâkası olmadığını Marksist Tutum sayesinde öğreniyorum. Evet, bugün herkes Marksist Tutum okumuyor ama CHP’nin işçiden, emekçiden yana olmadığını açıkça görüyor, CHP’ye karşı tavrını açıkça ortaya koyuyor. CHP 25 Kasımda KESK’in düzenlemiş olduğu grevde korteje alınmadı. Çapa’dan Beyazıt Meydanına şarkılar, marşlar ve sloganlarla taleplerimizi haykırarak yürüyorduk. Birden kitle durdu. Ben o esnada biraz arkadaydım, önce ne olduğunu anlamadık. Çünkü yürüyüş boyunca polis de engellemek istemişti bizi, ama hiç bu kadar uzun sürmemiş, kitle yürüyünce izin vermek zorunda kalmıştı. Önden sesler geliyordu, “faşist CHP” sloganları atılıyordu. Yanımdaki bir ablanın neden durduk diye bana sorması üzerine öne doğru koştum ve kortejin önüne gittiğimde gördüklerim ve duyduklarım beni çok mutlu etti. CHP pankartıyla korteje girmek isteyen bir grubu, emekçiler, “sizi aramızda istemiyoruz, faşistler defolun” diyerek kovuyor, korteje sokmak istemiyordu. Buna rağmen utanmadan korteje girmek (hem de en öne) istemeleri karşısında ortam biraz gerildi. CHP’lilerin “gücümüzü bölüyorsunuz” söylemleri KESK’li emekçiler tarafından sert tepkiyle karşılaştı ve şu yanıt verildi: “Eğer sizinle güçlü olacaksak ol-
42
mayalım, bugün bizimle yürür yarın bizi katledersiniz, bugün gücümüzü bölüyorsunuz der, yarın en büyük bölücülüğü siz yaparsınız.” Başta birkaç kişi karşıymış gibi gözüktü. Ancak arkadan da sesler gelmeye başladı: “Onlar korteje alınırsa yürümeyelim, eylemimizi burada yapalım!” Onlar korteje girecekse biz yürümüyoruz diyen kitle, 20 dakika kadar olduğu yerde “faşist CHP” sloganını attı. CHP’li grup korteje alınmadı. Görevlilerin müdahalesi sonunda, coşkulu şekilde “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” sloganı atarak yürüyüşe devam ettik. Evet dostlar, özellikle son zamanlarda yaptıklarıyla, CHP’nin nasıl bir zihniyete sahip olduğu anlaşılır ve tartışılır hale geldi. Aynı gün yürüyüş sırasında bir çukura düştüm, kalkarken utandım, nasıl düştüm diye kendime kızdım. Ama yazarken utanmıyorum, çünkü kalkarken duyduğum bir söz çok önemli ve anlamlıydı: “Örgütlü gücün içindesin bir şey olmaz!” Gerçekten de en çok ihtiyacımız olan şey örgütlü olmak. Öyleyse ne duruyoruz? Örgütlenip bize dünyayı dar edenleri tarihin çukuruna gönderelim. Faşistlerin bizi bölmesine, katletmesine izin vermeyelim. Az olalım ama gerçekten örgütlü olalım, çünkü azı çoğaltmak bizim elimizde. Esenler’den bir işçi
sayı: 57 • Aralık 2009
marksist tutum
Neden Kaybeden Hep İşçiler? K
apitalist sistem krizi toplumsal yaşamı daha da tehdit ediyor. Her gün işsizler ordusuna yenileri katılıyor, her geçen gün açlık ve sefalet ordusu çığ gibi büyüyor. Patronlar sınıfının ideologları ekonomik krizin sonuçlarını istatistik verilerle açıklıyorlar. Kriz nedeniyle batan banka ve işletme sayısını, düşen kâr oranlarını üzüntüyle açıklıyorlar. İşsizlik oranlarının rekor üstüne rekor kırması ise onları ilgilendirmiyor. Çünkü örgütlenip harekete geçmedikleri sürece işsizlerin sayısının artması patronlar için büyük fırsat! Bugün milyonlarca insan işsizler ordusunun neferi haline gelirken, açlığa, yoksulluğa ve ölüme mahkûm edilirken, patronlar krizden nasıl kârlı çıkacaklarının hesabını yapıyorlar. Ekonomik kriz kendini hissettirmeye başladığında patronların ilk icraatı işçi çıkarmak, çalışma saatlerini uzatmak, ücretlerde düşüş, ödemelerde geciktirme, sigorta primlerini ödememe vs. oldu. Kriz derinleştikçe ya işyerini iflâs etmiş gösterip hiç ödeme yapmıyor, ya işletmeyi kapatıp kaçıyor ya da çok az sayıda işçiyle tam kapasite üretim yapmak için işçileri kölelik koşullarında çalıştırıyorlar. Krizi kısa sürede atlatmak isteyen devletlerse savaş ekonomisine yöneliyorlar. Korkunç derecede silahlanma yarışı başlıyor. Milyonlarca ölü, sakat ve yaralı… Neden kaybeden hep işçiler, emekçiler? İster ekonomik ister siyasal kriz fark etmiyor. Kaybeden hep yoksul işçi-emekçiler ve ezilen halklar. Kazanan nedense egemen olan patronlar sınıfı. Patronlar sınıfını bu kadar güçlü kılan nedir ki hep kazanıyor? Tarihin ilk dönemlerine gittiğimizde herkesin eşit olduğunu görürüz. Birlikte üretip birlikte tüketen komünal toplulukları görürüz. Komünlerde üretim araçlarının kişilerin özel mülkiyetine girmesi sınıfsal ayrışmanın başlamasını da beraberinde getirmiştir. Üretim araçlarının sahibi olan sınıf, toplum içinde aynı zamanda yönetici sınıf haline gelerek zenginliğine zenginlik, gücüne güç katmıştır. İnsanlık tarihi boyunca sınıfların var olduğu tüm toplumlarda mülk sahibi egemen sınıf kendi egemenliğinin devamını sağlamak için mülk sahibi olmayan sınıfları zor yoluyla tahakküm altına almıştır. Bugün içinde yaşadığımız kapitalist toplumda da, üretim araçlarının sahibi olmayan işçi-emekçileri, patronlar sınıfı devlet ve onun çeşitli örgütlenmeleri ile baskı altına almaktadır. İnsanlık tarihi egemen sınıf ile emekçiler arasındaki savaşlarla doludur. Tarih sınıflar savaşımları tarihidir. Kapitalist toplum, kendini tüm insanlığa dayatmış ve
insanlığı iki temel sınıfa bölmüş olan bir toplumsal sistemdir. Üretim araçlarının sahibi olan patronlar sınıfı ve üretimi yapan işçi sınıfı. Bu iki sınıf arasında yaklaşık 250 yıldır devam eden sınıf savaşı… Savaşı eninde sonunda işçi sınıfının kazanacağını söylüyor işçi sınıfının önderleri. Fakat nihai zafere ulaşana kadar bu savaşın devam edeceğini de belirtiyorlar. Ve bugün işçi sınıfının tarihine baktığımızda şu an elde etmiş olduğu ekonomik, siyasal ve sosyal hakların tamamını mücadele ederek kazandığını görmekteyiz. Mücadele ettiğinde yeni kazanımlar elde eden işçi sınıfı, mücadeleden uzaklaştığı oranda elde ettiği kazanımları da patronlar sınıfına kaptırmış durumda. Bugün patronlar sınıfının sistemi krize girmiş durumda ve örgütsüz olan işçi sınıfının var olan bütün kazanımlarına pervasızca saldırıyorlar. Dünyadaki var olan her şeyi işçi sınıfı üretirken yöneten bir avuç patronlar sınıfı. Neden üreten işçi sınıfı yöneten olmasın? Örgütlü olan kazanıyor her zaman. Bugün örgütlü olan patronlar sınıfı ve örgütsüz olan işçi sınıfı karşısında hâlâ kazanmaya devam ediyor. İşçi, kaybedeceği hiçbir şey yokken, mücadeleye atılmaması için hiçbir neden yokken, örgütlenmekten kaçıyor. Neyi kaybedecek; asgari ücreti mi, işe yaramayan sağlık sigortasını mı, mezarda emekliliği mi, elinden alınacak olan kıdem tazminatını mı, yasal olarak 8 saat olan fakat hiçbir şekilde uygulanmayan çalışma saatlerini vs. mi? Yıllar önce işçi sınıfının mücadelelerle elde ettiği ve bugünün işçi kuşaklarına miras bıraktığı bu kazanımları bile koruyamayan işçi sınıfı mücadele etmek için daha neyi bekliyor? Gökten zembille bir kurtarıcının gelmesini mi? İşçi sınıfı hiçbir şey yapmadan beklediği müddetçe o kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. İşçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetini fabrikalara, mahallelere, okullara, yani toplumun her alanına taşıyacak olan bilinçli, örgütlü işçilere burada büyük görevler düşüyor. Kapitalist sistem kendiliğinden çökmeyecek. Onu yıkacak olan işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. İnsanlığı ve doğayı her geçen gün ölüme sürükleyen kapitalist sistem yıkılmadıkça insanlık için yaşanabilir bir dünya kurulması mümkün olmayacaktır. Kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfının kapitalist sistemi yıkmak için mücadele etmekten başka hiçbir çıkar yolu yoktur. Kapitalizmi tüm kurumlarıyla yıkıp sınıfsız-sömürüsüz bir dünya için örgütlenmeli ve mücadeleye katılmalıyız. Esenler’den bir metal işçisi
43
Aralık 2009 • sayı: 57
marksist tutum
Her Gidenin Ardında Binler Var Olacaktır H
ayat daha doğduğumuzdan itibaren mücadeleyle başlıyor. Doğduğumuzda yürümek için mücadele ediyoruz, düşüyoruz kalkıyoruz ama sonunda yürümeyi öğreniyoruz. Yürüdüğümüz yollar engellerle dolu. Daha yaşamı tanıyamadan sömürüyle tanışıyoruz çoğumuz. Yaşamın tadını alamadan, çocukluğumuzda oyuncaklarla oynamanın ne olduğunu bile bilmeden hayatın kirli yüzünü, çirkefliğini öğreniyoruz. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız bizlere bu yaşamdaki yerimizin neresi olması gerektiğini tüm gerçekliğiyle gösteriyor. Bizler hayatı en onurlu şekilde yaşamak, bu düzenin bizlere dayattıklarını inadına kabullenmemek için, var olan bu sistemi yıkmak için her şeyi göze almışız. Burjuvazi bunu bildiği içindir ki, devrimcileri katletmekten geri durmuyor. Geçtiğimiz günlerde de bir devrimci işçiyi, Alaattin Karadağ’ı sokak ortasında sırtından vurdu polis. Bu tarih nice yiğit ve cesur yürekleri toprağa gömmüştür. Her gidenin ardından, binler bu mücadelenin bayrağını devralmıştır. Her gidenin ardında binler var olacaktır. Sistemi yıkmak için tüm yüreğimizle kendimizi ortaya koymuşuzdur. Yüreğimizde acılar yaşansa da her acı yüreğimizdeki mücadele inancını, kavgaya olan bağlılığımızı artırıyor. Kavgada yitirdiklerimiz, bizlerin yarınlara olan inancımızı güçlendirecek ve yılmadan yolumuza devam etmemiz için birer ışık olacaktır. Nazım Ustanın dediği gibi;
Bir Garip Hürriyet! B
ir dönem işim gereği belirli aralıklarla Kandıra’ya gider gelirdim. Kandıra Cezaevi’nin önünden her geçişimde içime bir ağırlık çökerdi. Kafamı kaldırıp gökyüzünün derinliklerine bakıp o sonsuzluğun içinde bir beton yapı kimler için ne işe yarıyor diye düşünürdüm. Üç adım genişliğinde, etrafı duvarlarla çevrili, içeriye gün ışığının girmediği bir tabutluk, hücre. Ne işe yarar bu saçma sapan şey. Bazen sokakta bir arkadaşımızı 10 dakika beklesek sıkılırız, daralırız. Şehir dışına çıksak anne, baba, arkadaş, kuzen gözümüzde tüter. Herhangi bir sorunumuz olduğunda bir arkadaşımızı arar hemen buluşmaya çalışır saatlerce dertleşiriz. Umutlarımız, beklentilerimiz bu sayede hep yaşar. Bunlardır zaten insanı insan yapan şeyler. Fakat bir düşünelim, ne yapmışlar ki o insanlar böyle bir cezaevinde yatmak zorunda kalmışlar. Böylesi bir cezaevine girme ihtimalini ne göze aldırmış onlara? Bugün “özgürlükler” ülkesi Amerika’da 1 milyon 600 bin tutuklu var. Her 20 siyahtan biri ve her 138 beyazdan biri cezaevinde. Türkiye’de bu rakam Ekim ayı itibari ile 113 bin kişi. 700 bin kişinin de kovuşturması sürüyormuş. Yani ihtimal o ki 700 bin kişi daha ceza alabilir. Tüm
44
Yürümek; yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak, havaları boydan boya yarıp ikiye bir mavzer gözü gibi karanlığın gözüne bakarak yürümek! Yürümek; dost omuz başlarını omuzlarının yanında duyup, kelleni orta yere yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek! Yürümek; yolunda pusuya yattıklarını, arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek... Yürümek; yürekten gülerekten yürümek...
Esenler’den kadın tekstil işçileri
dünyada da durum aşağı yukarı böyle. Devletlerin yoksulları, emekçileri korkutup, disipline etmeye çalıştıkları vahşi araçlardan biridir cezaevleri. Bu cezaevlerinin burjuva devletler tarafından olağanüstü durumlarda nasıl kullanıldığı örnekleri sınıfımızın tarihinde de mevcuttur. Üretim insanların tüm ihtiyaçlarının karşılanabileceği bir bolluk yaratabilecek düzeye gelmişken, milyonlarca insan neden “suça” başvuruyor? Ben şöyle cevap veriyorum: Asıl suçlu kapitalist sistemdir. İnsanları bolluk içinde yoksulluğa iten şey, kapitalistler ve onların mantıksız sistemleridir. “Suç” diye bahsedilen mesele de ilginç bir kavram bu kapitalist düzende. Tekeller, bankalar, borsalar milyarlarca emekçiyi soyarken bunun adı ekonomi oluyor, biri karnını doyurmak için yiyecek çalmak zorunda kaldığında bunun adı hırsızlık oluyor. Onlar “kazandıkları paraları” yerken, beriki 20 yıl ceza yiyor. Burada bir saçmalık yok mu? Sorunun çözümü yeni cezaevleri yapmak değil, suçu güdüleyen toplumsal üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır. Bataklık kurutulmadan bu sorun çözülemez. Bunu çözecek tek şey doğru temellerde örgütlenmiş işçi sınıfıdır. Gebze’den bir metal işçisi
sayı: 57 • Aralık 2009
Çılgınlığı Gözümüz aydın! Nihayet 3G teknolojisiyle tanıştık. Artık telefonda konuştuğumuz kişiyi görecek ve istediğimiz yerden internete bağlanacağız. Kaç aydır televizyon kanallarında 3G reklamlarından geçilmiyor. “Bu büyük teknoloji artık ülkemize gelmiş, böylece hayatımız kolaylaşmış!” Bu yüzden Avea, Vodefone, Turkcell gibi cep telefonu operatörleri amansız bir yarışın içinde girdiler ve büyük ölçüde amaçlarına ulaştılar. Daha şimdiden milyonlarca insan 3G’ye geçmiş durumda. Ancak 3G’ye geçmek öyle reklamlarda göründüğü gibi kolay değil. Çünkü kullandığımız telefonların 3G’ye uyumlu olması gerekiyor. Bu durumda telefonlar yenilenecek, yani yeni telefonlar satılacak. Böylece hem operatörler hem de Nokia, Sony, Ericsson gibi birçok telefon üreticisi firma ceplerine milyarları doldurmuş oluyor. Türkiye’de kayıtlı cep telefon sayısı 104 milyon civarında ve 3G’ye geçebilmek için telefonlara harcanan para 14,5 milyar TL. Ayrıca bu teknolojinin kullanılması için 3. nesil baz istasyonlarının devreye girmesi gerekiyor. Bu daha fazla radyasyon ve elektromanyetik kirlilik demektir. Yani milyonlarca insanın sağlığı tehlike altındadır. Ne var ki reklamlarda hiç böyle şeylerden söz eden yok. “3G’nin gücü”, köylü kadınların elinde telefon “İşte Turkcell’in çekim gücü” gibi reklamlar revaçta. Oysa köyde insanların nasıl yaşadığı ortada, hâlâ bazı köylerde elektrik, su, yol bulunmazken maşallah Turkcell’in çekim gücü köylere ulaşmış durumda. İşçi emekçi kitleler açlıkla boğuşurken 3G’yi ne kadar kullanacaklar merak konusu doğrusu. Evlerine ekmek parası götürmek için günün 16 saati çalışan milyonlarca işçiye 3G’yi sanki hayatın olmazsa olmaz gereksinimi gibi yutturmaya çalıyorlar. Kapitalist sömürücüler teknolojinin gelişmesinin insanların hayatlarını kolaylaştırdığını söylüyorlar. Peki teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada neden biz işçiler 16 saat çalışmak zorunda kalıyoruz? Neden iş kazalarında hâlâ on binlerce işçi ölüyor? Neden milyonlarca insan çeşitli hastalıklardan ölüyor? Örneğin neden güneş panelleri ile dünyada insanların ısınma sorununu doğal yolla çözecek teknoloji varken hâlâ petrolle doğa tahribata uğratılıyor? Daha insanların hayatını kurtaracak nice teknolojik ürün patronların çekmecesinde beklerden neden önce 3G piyasaya sürülüyor? Çünkü kapitalistler için önemli olan kârdır. Onların insanların hayatının kolaylaşmasından anladıkları mallarını kolayca satmalarıdır. Bugün teknoloji, insanca bir dünya kurmak için yeterince gelişmiş durumdadır. Ancak teknolojinin kullanımı kapitalistlerin ellerinde olduğu sürece dünya büyük tahribata uğrayacaktır. Patronlar yalnızca kâr ettikleri malları üretecek, bu arada milyonlarca emekçi açlıkla, yoksullukla, sağlık sorunlarıyla boğuşmaya devam edecektir.
marksist tutum
Hayatımızın kolaylaşması bu düzenin yerle bir edilmesinden geçmektedir. Tüketim çılgınlığının olmadığı, insanların ihtiyaçlarını özgürce karşılayacakları bir dünya için işçi sınıfı olarak örgütlenmek zorundayız. İhtiyacımız olan şey, dünya çapında işçilerin birliği olan bir enternasyonaldir. O takdirde biz işçiler, değil cam ekranda birbirimizi görmek, istediğimiz zaman kardeşlerimizin yanında olup sımsıcak ellerini sıkabileceğiz. Gazi Mahallesi’nden bir işçi
Kadınların Yüzleri 15 yaşındayken tecavüze uğramıştı Mediha. Çok geçmeden ailesi haberdar oldu durumdan. Bu iğrençliği yaşaması, tecavüze uğradığında ne kadar acı çektiği önemli değildi. Bu bir “namus” meselesiydi. Canını bağışladı insancıl(!) ailesi. Onu amcasının oğluyla evlendirdiler. 17 yıl geçti aradan. O artık bir gazetede üçüncü sayfa haberiydi. Kocasını ve kendisini onunla zorla evlendirerek cezalandıran babasını öldürmüştü. İfadesinde söyledikleriyse acı. “15 yaşımda tecavüze uğradım. Tiksiniyordum kendimden, yaşadığım acıyı kimse görmedi. Zorla amcamın oğluyla evlendirdiler. Ve ben 17 yıl boyunca tecavüze uğradım. Bana o anı hiç unutturmadı kocam. Babamdan ve kocamdan intikam aldım. Kadın olmamın bedelini ödedim…” Kadın olmasının bedelini ödemişti Mediha. Kadın olarak dünyaya gelmek miydi suçu? Karşı duracak cesaretinin olmaması mıydı kaybettiren? Toplumda kadının yeri bellidir. Çifte sömürüye maruz kalırız cinsiyetimiz yüzünden. Tacizlerin, şiddetin, baskının ardı arkası kesilmez. Bastırılırız, köşeye itiliriz. Tüm insanları doğuran var eden analarızdır ama “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” oluruz. Karşı durmak yaraşmaz kadına, ses çıkarmak. Yazgısı neyse katlanacaktır ve kadın olmanın bedelini ödeyecektir. Doğrulup başkaldırana dek, yüceliğini ve gücünü kavrayana dek. Ben varım diyene dek… Nazım’ın dizeleri ne güzel anlatır aslında: Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan karasabanlar gibi çizer kadınların yüzünü. Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların göllerde ışıyan seher vakitleri gibi. Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların, görelim görmeyelim karşımızda dururlar gerçeğimize en yakın ve en uzak. Kadın olmanın ödenecek bir bedeli olmamalı. Kendimize bir ödül verelim, mücadele edelim. Yüzümüzde taşıdığımız onca duygunun arasına mücadele azmini ve inancını ekleyelim. Kurtuluşumuz bizim ellerimizde… Gebze’den işsiz bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan Son Sözümüzü Daha Söylemedik! Yaşam bir su gibi kayar gider avucundan, ölüm yoklar bedenini ansızın. İşte o zaman dönüp bakarsın gerilere, bir gençliğin kalmış geride bir de boşa geçen seneler. Kavgadan korkan bedenin teslim olmuşsa haine, işte gör o zaman sen de inanamazsın kendi haline. Fotoğrafta gördüğünüz bu kare bir tuvalet koridoru. Bir tekstil fabrikasında çalışan işçiler dinlenmek için tuvalet köşelerinde sızıp kalıyor. Bir kere mücadele geri çekilmişse eğer, biz de tüm haksızlıkları sineye çekeriz, tıpkı bok kokusunu içimize sindirdiğimiz gibi. Ellerimizle üretiriz dünyanın tüm güzelliklerini ama bize düşen ne yazık ki bok kokusundan başka bir şey değil.
Gece gündüz çalışmamıza rağmen, ekmeğimize aşımıza göz koyan patronlar, bizleri insanlıktan da çıkararak bu koşullara mahkûm ediyor. İnsan kavga ile güzelleşir, hele o kavgayı bir bırak, hele bir teslim ol düşmana, leş kargaları üşüşür tepene, çalar düşlerini, gülüşlerini. Çalar yarına olan umutlarını. Zaten de öyle değil mi? Bugün ne yazık ki gençlerimiz müGeçen gün haberlerde kırmızı ete gelen zamdan bahsediyorlardı. Kırmızı et 18 TL’den 30 TL’ye çıkmış ve kurban bayramına kadar da böyle devam edecekmiş. Kurban bayramından sonra yarı yarıya düşebilirmiş fiyatlar. Şimdi bir işçi olarak düşünüyorum da et insanın en temel ihtiyaçlarından biri ve biz işçiler eti 18 TL iken alamazken 30 TL’den almamız zaten imkânsız. Ben asgari ücrete çalışan bir işçiyim ve benim gibi asgari ücrete birçok işçi çalışmakta. Bir işçi aldığı bu üç kuruşla ev kirası mı verecek, elektrik, su, doğal gaz faturalarını mı ödeyecek, çocuğu varsa hele ki okuyorsa onun ihtiyaçlarını mı karşılayacak? Patronlar bize ölmeyeceğimiz kadar bir ücret veriyor. Bu da demek oluyor ki karın tokluğuna otuz gün boyunca çalışıyoruz. Markete gittiğimizde ürünlerin fiyatları almış başını gidiyor. Kırmızı etten bir elimizin yarısı kadar belki alıyoruz ayda, o da en ucuzundan. Önce kuş gribi çıkardılar, insanlar panik oldu. Paramız tavuk etine yetiyorken zam gelince onu da alamaz olduk. Biz işçilerin evine aylarca et girmedi. Şimdi de domuz gribi çıkardılar, bu defa da kırmızı ete zam geldi. Sanki alabiliyormuşuz gibi bir de utanma-
46
cadelen kaçar olmuş, insani ilişkiler çürümüş, güven denilen şey yok olmuş ve insanlarımız koyun sürüleri gibi sus pus olmuş. Neyin sessizliği bu, neyin korkusu? Dünya bir kurtlar sofrasına dönmüş. Sosyal kazanımlarımız kuş olmuş, çalışma koşullarımız, ücretlerimiz akıllara zarar, sanki orta çağlarda yaşıyoruz. İnsan neden korkar? Onursuzca yaşamaktan. Peki bugün ne kadarımız onurumuza sahip çıkabiliyoruz? İnsan kavga ile güzelleşir. İnanmıyorsan kavgaya, peki inanabiliyor musun rezil bir duruma düştüğüne, o zaman bak şu resme, dünyayı yaratırsın ellerinle, payına düşen ise ortada. Bugün mücadeleden umut kesenler, olmaz diyenler, boş iş, zamanım yok diyenler Peki, bu olur mu? Ayaklar altına alınan onurumuz, Belirsiz yarınlarımız, Olmayan geleceğimiz, Üç kuruşa satılan günlerimiz, Gerçekleşmeyen hayallerimiz Ve çocuklarımıza miras bırakacağımız zincirlerimiz Şaşkın, korkak ve umutsuz Ellerinle yaratırsın sen bu dünyayı, Bu ellerin ne zaman kıracak kollarındaki zincirleri Ne zaman dikilecek yağmacıların karşısına Yeter ki inan Yeter ki yüreğin kıpırdamaya başlasın Türkülerimizle çıkacağız meydanlara Ve inancımızla haykıracağız yeni gelen sabahlara Son sözümüzü daha söylemedik Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü olana dek! Kıraç’tan bir işçi
dan zam yapıyorlar. Yani biz işçilere “et sizin neyinize kuru ekmeğe devam” diyor kahrolası bu sistem. Bu dünyanın çarkını döndüren işçi sınıfı, sefalet koşullarında yaşayan yine işçi sınıfı. Ürettiğimiz şeyleri ne alıp yiyebiliyoruz ne de giyebiliyoruz. Çünkü sırtımızda patronları besliyoruz. Biz çalışıyoruz onlar daha iyi yaşasınlar diye, bizim yerimize beslensinler diye, sırtımıza yapışmışlar sülük gibi. Kendileri de çok iyi biliyorlar işçiler onları bir gün sırtlarından kaldırıp atarsa sonlarının geleceğini. Çünkü onlar bizlerin sırtından artı-değer elde ederek ayakta duruyorlar. İşçi sınıfı bunun bir farkında olsa! Üretimi biz yapıyoruz, patronları sırtımızdan attığımızda biz yönetebiliriz dediğimiz anda işte o zaman üretilen her şey gerçekten insanlar için olacaktır. İnsanın insanı sömürmediği, çocukların açlıktan ölmediği bir toplum yaratılacaktır. Niye iyi yaşamayalım, bizden sonrakilere yaşanası bir dünya kurmayalım? Dostlar önce buna biz kendimiz inanacağız, sınıf mücadelesine katılacağız. İkitelli’den bir kadın tekstil işçisi
Okurlarımızdan 8 Saat İş, 8 Saat Uyku, 8 Saat Canın Ne İsterse! Merhaba arkadaşlar. Mektubumun başlığı olan “8 Saat İş, 8 Saat Uyku, 8 Saat Canın Ne İsterse!” sloganı, işçilerin 1886 yılında yükselttikleri taleplerdi. Amerikan işçi sınıfı, mücadele ederek kazanıma dönüştürdüğü 8 saatlik işgününün gelecek kuşaklara miras olarak kalmasını sağladı. Bu mektubu yazmaya başladığımda en başta şunu düşündüm. Bizden önce işçi sınıfının mücadelesini yürütmüş ve bizlere yani çocuklarına yaşanacak bir dünya bırakmak için mücadele etmiş olan işçilerin bıraktığı mirasa, bugünün işçileri olarak bizler sahip çıkabiliyor muyuz? Bugün patronlar sınıfının yaratmış olduğu krizle karşı karşıyayız. Ve krizin cefasını da biz işçilere çektiriyorlar. Ben de metal sektöründe çalışan bir işçiyim. Krizden dolayı işten çıkarılmıştım. Uzun bir dönem işsiz kaldım. Türkiye’de sayısı 6 milyonu geçen issizlerden biri de bendim. Kendimi şanslı olarak mı kabul etsem bilemiyorum ama sonunda bir işe girebildim. Benim de artık bir işim var. Çalışmaya başladık, hafta içi her gün minimum 12 saat çalışıyoruz, Cumartesileriyse 8 saat. Yani haftada 68 saat yapıyor. Şimdiden “ey be ne mesai parayı kırdı” di-
Bizim Hiç Mülkümüz Olmayacak mı? Merhaba dostlar, sizlere Gebze’den sıcacık selamlarımı gönderiyorum. Ben sanayinin yoğun olduğu bir bölgede yaşayan bir işçi çocuğuyum. Şu an üniversitede iktisat bölümünde birinci sınıfta olan bir öğrenciyim. Üniversite öğrencisi olmamdan kaynaklı bölümümle ilgili bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum. Eğer Marksist Tutum’la tanışmamış olsaydım, şimdi okulda öğretilenlere ve profesörlerin söylediklerine aldanacaktım. Marksist Tutum, okulda öğrendiklerim ile gerçekler arasındaki farkı görmeme yardımcı olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Bizlere üniversitede kutsanarak anlatılan “özel mülkiyet” kavramının, hayatımızda nasıl bir yeri olduğuna değinelim. Patronlar tarafından sıkça kullanılan bir argüman olan “komünistlerin insanların evlerini, mülklerini ellerinden alacağı” yalanlarına aldanırız. “Çalışın, daha çok çalışın, sizin de olsun” derler ve aldanıp çalışırız bir ömür boşa geçirerek. O kadar inanırız ki bu sözlere, sorgulamaksızın çalışmanın ne kadar faziletli ve erdemli bir iş olduğunu çocuklarımıza aşılarız. Saçlarımızdaki beyazlar giderek artmakta, vücudumuzdaki hastalıklar giderek çoğalmaktadır. Belki de birkaç tane de parmak kaptırmışızdır çalışma uğruna. Beli iki büklüm, elinde bastonu olan bir ihtiyar olduğumuzda ise, “olsun evim arabam olmadı ama dürüst ve çalışkandım, yediğim kaba pislemedim Allaha şükür!” der ve ölümü bekleriz. Elektrik, kira ve bakkal borcu bir yandan, çocukların dertleri diğer yandan derken ecelimiz ekonomik yetersizlikten olur. Yani anlayacağınız işçiler ecelleri ile ölmezler, sermayenin sevgili kollarına atılıp özel mülkiyet yalanları ile öldürülürler. Peki, ne adına? Tabii ki o kutsanan özel mülkiyet adına.
yenleri duyuyorum. Ama bu bizim haftalık çalışma saatimiz. Evet, yanlış duymadınız, haftada tam 68 saat çalışıyoruz. Ve fazla mesai ücreti olarak hiçbir şey ödenmiyor. Eh 1880’li yıllarda çalışan işçilerin çalışma saatlerine yakın sayılır! Fazla çalışma saatleri, sadece benim çalıştığım yerde mi uygulanıyor demeye kalmadan, başka firmalarda çalışan arkadaşlarla sohbet ederken çoğu işyerinde durumun bu olduğunu öğrendim. Hele bir de sendika yoksa, yani örgütsüz bir işyeriyse, hak gasplarının ardı arkası kesilmiyor. Krizi fırsata çeviren patronlar, bizleri ağır çalışma koşullarıyla, düşük ücrete tâbi tutuyorlar. Tam bir iş buldum derken fırsatçılar tarafından kanımızın son damlasına kadar sömürülüyoruz. Patronlar şimdi de kıdem tazminatlarımıza göz dikti. Bunların niyetleri belli, kazanılmış haklarımızı bir bir ellerimizden almak. Bundan 123 yıl önce Amerikan işçi sınıfının mücadeleleriyle kazanılan 8 saatlik işgünü hakkımız nerede? Dünün işçilerinden bugünün işçilerine bırakılan mirasa sahip çıkamadık. Ama bu her şeyin sonu değil. Bu hakları mücadele ederek biz kazandık. Yine kazanabiliriz. Mücadele bayrağını yükseltip, sınıfsız bir dünyayı yaratabiliriz. Kocaeli’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Pekâlâ, patronlar neden bu kadar korkuyor ve hepimizin içine korku salmaya uğraşıyorlar? Biz işçilerin zaten kaybedecek bir mülkü yok! Yoksa onların korktuğu şey başka bir mülk mü, sanırım öyle de olmak zorunda. Korktukları şey, kendi sınıflarının elinde olan üretim araçları üzerindeki mülkiyetlerini kaybetmeleridir. Bizleri daha çok sömürmekte kullandıkları makineleri, toplumun genelinden farklı olarak sahip oldukları ayrıcalıkları, kısacası işçilerden farklı olarak sahip oldukları ne kadar şey varsa bunları yitirmektir onları korkutan. Patronların tek arzusu kâr elde etmektir. Burjuva ideologlara ve patronlara göre, mülk sevgisi, para sevgisi, kazanma aşkı, rekabet duygusu her insanın doğasında vardır ve yine doğası gereği ana rahminden çıkıp dünyaya gözünü açtığı andan itibaren ihtiyaçlarını anne babasının boynuna zincirleyerek doğar. Sevgi, mutluluk paraya endekslidir onlara göre. Oysa insanların ne için çalıştığı aşikârdır, karnını doyurabilmek ve biraz daha rahat yaşayabilmek için. İşte bu durumdan kurtulmanın yolu, insanları daha çok çalışmaya sevk eden burjuva sınıfın yalanlarını defetmekten geçer. Daha çok çalışın sizin de olsun gibi vaatlere aldanmamak gerekir. Hiçbirimiz sömürmeden mülk sahibi olamayız. Eğer gönlünüz buna razı oluyorsa buyurun yolunuz açık olsun! Patronların safsataları boşuna. İşçilerin istediği, egemen sınıfın elindeki üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermektedir. Özel mülkiyet ve sermaye düzeni ortadan kalktığında, insanlar ölesiye çalışmayacak, ayrıcalıklı bir sınıf da olmayacak. O zaman her şey insanlığın hizmetine sunulacak. Marmara Üniversitesinden bir Marksist Tutum okuru
47
Okurlarımızdan Domuz Gribi Domuz gribi salgını tüm yıkıcılığı ile toplumsal gündemdeki yerini koruyor. İlk olarak Mart 2009’da Meksika’da görülen domuz gribi hızla birçok ülkeye yayılmaya ve panik havası oluşturmaya başladı. Domuz, kuş ve insan gribi virüslerinin karışımı olan bu virüs medyanın gündeminde yer almaya başlayınca, Dünya Sağlık Örgütü tarafından domuz satışlarının etkilenmemesi için “domuz gribi” yerine H1N1 olarak anılmaya başlandı. İlk kez 1929 yılında rastlanan domuz gribi 2000’li yıllara kadar hiçbir değişim geçirmemiş, domuzlarda görülen bir hastalık olarak kalmış. Bunca yıl hiçbir değişiklik göstermeden kalıp kısa bir süre içinde tüm dünyaya normalden daha hızlı yayılması, bu virüsün deney laboratuarlarında mutasyona uğratıldığını akıllara getiriyor. Tüm bu panik havasının yaratılmasında kapitalistlerin kâr hırsını görmezden gelemeyiz. Çünkü diğer salgın hastalıklarda olduğu gibi domuz gribinde de onların amacı kasaları doldurmaktır. Domuz gribi için üretilen aşı virüsün tek formu için üretilmiştir, ancak bu virüs insandan insana bulaştığında yapısında değişimler olmaktadır. Dolayısıyla aşı, virüsün değişmiş halleri için koruyucu olmayacaktır. Domuz gribi virüsü sanıldığının aksine diğer grip virüslerinden daha ölümcül değildir. Normal grip virüsüne göre yayılma hızı fazla olduğu için böyle bir yanılsama yaratılıyor. Medyanın olayı abartması panik havası yarattığı gibi virüsün diğer ülkelerden taşındığı haberleri yabancı düşmanlığını da körüklüyor. Bu konuyla ilgili Sızıntı dergisinde Hamza Aydın’ın yazısında yer alan şu satırlar, halkın dini duygularının istismar edilmeye çalışıldığının da bir örneğini oluşturuyor: “…insanların çoğu domuz gribine kar-
Dünyanın her yerinde işsizlik, sefalet her gün katlanarak artmaktayken, kapitalistler kendi çarklarını hızla döndürmek için yeni saldırı politikaları geliştiriyorlar. İşçi sınıfının var olan haklarını birer birer ellerinden almaya ve kölelik düzenlerini büyütmeye çalışıyorlar. Türkiye de bu politikaları en hızlı şekilde uygulayan ülkelerin başında bulunmaktadır. Bugün işçi sınıfının sessiz kalması, örgütlenip gücünü ortaya koymaması için türlü politikalar uygulanmaktadır. Kapitalistlerin avukatlığına soyunan medya her gün yeni saçmalıklarla işçi sınıfının zihnini bulandırıp, yaşadıkları sorunlardan uzaklaştırmak için her türlü çabayı sarf ediyor. Korktuklarının başlarına gelmemesi için bunları yapıyorlar. Onlar tarihler boyu işçi sınıfının neler yaptıklarını iyi biliyorlar. Kendi saltanatlarının yıkılmaması için var olan tüm güçlerini artık iyice ortaya koymuşlardır. Sokaklarda infazlarla, işkencelerle işçi sınıfının mücadelesini engellemek, insanlar üzerinde korkular oluşturup yıldırmak istemektedirler. Ama tarih boyunca bu çabaları hep boşa çıkmıştır. Çünkü yaptıkları her şey onlara kinin ve nefretin artmasını, işçi sınıfının gücünün ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Esenyurt’tan işsiz bir işçi
48
şı hazır antikora sahip değildir. Çünkü Meksika gribi virüsünün HA ve NA’sı insandan ziyade domuz gribine aittir. İnsan kanındaki antikorlar ise, insan H1N1 virüsüne karşı gelişmiş olduğundan, bir başka H1N1 çeşidi olan Meksika virüsünü tanıyamamaktadır. Domuzla çok haşır neşir olunduğunda bu riskin yükseleceği şimdiye kadar pek dile getirilmemekteyken, bu son hadise ile Kur’an-ı Kerim’deki domuza ait hükmün ne kadar önemli olduğu bir kere daha anlaşılmıştır…” Oysa gribin yayılmasında baş etkiyi domuzlarla çok haşır neşir olmak değil, domuzların sağlıksız koşullarda yetiştirilmesi ve ilaç tekellerinin kâr hırsı oluşturuyor. 1929’dan 2000’e kadar bu virüsün yayılmaması da bunu apaçık gözler önüne seriyor. Ayrıca bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuva medyanın domuz gribini en büyük tehlike olarak algılanır hale getirmesi bazı gerçekleri örtmek amacıyladır. Kapitalist sistemin sağlık sistemini paralı hale getirmesi, yeterli sağlık hizmeti alamadığından her yıl binlerce bebeğin ölüme terk edilmesi, dünyada binlerce insanın açlık sınırı altında yaşaması ya da açlıktan ölmesi ve bunlar için tedbir alınmaması, düşünülmesi gereken sorular listesini uzatıyor. Madem sermaye ve onun medyası insan hayatına bu kadar önem veriyor, o halde neden iş cinayetlerine, fabrikalarda onlarca saat kuralsız çalıştırmaya, Kürt halkına yapılan zulme vs. dur demiyorlar? Diyemezler, çünkü onların tek dertleri ceplerini dolduran sıcak paracıkları. İçinde bulunduğumuz pisliği yaratan kapitalist sistemdir. Bu sistemin tüm sıkıntılarını çekenlerse biz işçi ve emekçileriz. Tüm bu pislikleri tek tek temizlemek yerine bu pisliklere sebep olan şeyi ortadan kaldırmalıyız. Yani kapitalizmi tarihin çöp tenekesine atmalıyız. Marksist Tutum okuru bir grup işçi
Trafikte Geçiyor Ömrümüz Birçoğumuzun canına tak ettiren sorunların başında gelir ulaşım sorunu. Her gün sabah akşam eziyete dönüşür yaptığımız yolculuk. Ben de her gün bu eziyeti yaşayanlardanım. İlk duraktan otobüse binmeme rağmen bazen ayakta kaldığım oluyor. Koltuklar tamamen dolmadan, birkaç kişi de ayakta birikmeden hareket etmiyor otobüs. Es kaza biri çıkar da sorarsa “ne zaman kalkacak otobüs” diye, “kalkış saatimiz var” deyip kestirip atıyorlar. Birkaç durak ilerlemeden otobüs tamamen doluyor tabii. Resmen otobüsün içinde etten duvar örülüyor. Bu şekilde son durağa kadar devam ediyoruz, 50-60 dakikalık yolculuk boyunca. Ücretli yolculuk yapmamıza rağmen hem paramız, hem zamanımız, hem de onurumuz elimizden alınmış oluyor. Biz bu sıkıntıları yaşamaya devam ederken bir taraftan da sözde çözümler üretilmeye devam edilmektedir. Örneğin trafiğin yoğun olduğu yerlerde, araçlar, trafiğe takıldıkları noktadan itibaren araca takılan bir cihazla takip altına alınıp trafikte kaldığı süre boyunca para ödeyecekmiş. Bu şekilde sorunu çözeceklermiş. Bugüne kadar getirdikleri her çözüm biz işçiler için çözümsüzlükten başka bir şey olmamıştır. Bizim ne birbiri ardına yapılan köprülere, ne habire piyasaya sürülen otomobillere, ne de sermayenin kâr güdümlü politikalarına ihtiyacımız var. Bizim ihtiyacımız olan, yollarda ömür tüketmeden, insan gibi yolculuk yapabileceğimiz ücretsiz ulaşım araçlarıdır. Gazi Mahallesi’nden bir kadın tekstil işçisi