Düzenin Pervasız Saldırılarını Püskürtmek İçin Mücadele Saflarına! Şubat 2010
• Tekel direnişinin açığa çıkardıkları • Liberal demokratların kapitalist düşleri • Marksizm açısından ilericilik
59
• Burjuva devletlerin “kozmik” sırları • Linç kampanyalarının içyüzü • Yemen: emperyalist savaşın yeni hedefi
Tekel Direnişinin Açığa Çıkardıkları Oktay Baran
T
ekel işçileri, bir buçuk ay boyunca, kışın yağmuruna, karına, soğuğuna, devletin biber gazlı, ba sınçlı sulu, coplu saldırılarına, AKP hükümetinin yalan ve iftira kampanyalarına, sendikalarının ve Türk-İş yönetiminin oyalamalarına rağmen direnmeyi sürdürdü. “Dönmeye değil, ölmeye geldik” şiarında temsil olan kararlılıkla “genel direniş” çağrısıyla mücadeleye atıldılar ve mücadeleden çok şeyler öğrendiler. Öğrendikleri şeylerin en başında kuşkusuz, AKP hükümetinin de diğer burjuva hükümetler gibi işçi düşmanı ve sermaye düzeninin bekçiliğini yapan bir hükümet olduğu gerçeği geliyor. Başbakanın utanmazca yinelediği “yatarak para kazanıyorlar”, “devletin malını yiyorlar” şeklindeki iftiraları, maliye bakanının “merhamet etmekle kabahat ettik” şeklindeki pişkin açıklamaları, AKP’nin burjuva sınıf tabiatını yeterince açıklıkla ortaya koyuyor. Yatarak para kazanmak, kapitalist toplumda işçilere değil, sermaye sahiplerine mahsus bir ayrıcalıktır. Yatarak para kazanma, her türlü yolsuzlukla emekçilerden toplanan vergileri hortumlama ve kendi kasalarına aktarma, emekçi fonlarını yağmalayarak bunu kendilerine sermaye edinme, birkaç yıl içerisinde holding sahibi olma gibi konular sermaye çevrelerine has özelliklerdir. Nitekim bu özellikler, son dönemlerde AKP’nin çevresinde toplaşan yeni yetme burjuvaların gösterdiği “üstün performans”la da kanıtlanmıştır! Bugün işçilerin yatarak para kazandıklarını iddia edenler, işçilerden sömürdükleri artı-değerle zenginliklerine zen-
ginlik katarak yaşamayı iyi bilenlerdir. Onlar hiç utanmadan, yıllardır sömürülen kamu işçilerini önce fabrika ve işletmelerini kapatarak atıl duruma düşürmeyi, üretken işçileri üretemez hale getirmeyi, sonra da havadan para kazanıyorsunuz diye suçlayarak sokağa atmayı, geleceklerini karartmayı da çok iyi bilirler. Tekel’in özelleştirilme süreci bu durumun tipik bir örneğidir.
Tekel’de özelleştirme süreci ve 4/C Tekel işçilerini haftalardır inatçı bir direnişe sürükleyen özelleştirme süreci bugün yeni başlamış bir süreç değil. Tersine bugün işçileri sokağa döken gelişmeler aslında bu sürecin son aşamasına ve tamamlanmasına denk düşüyor. Bu durum aynı zamanda tütün işçilerinin direnişinin zayıf noktalarının da temellerine işaret ediyor. Tekel, DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde 2001 Şubatında özelleştirme kapsamına alınmış, 2002 Ocağında Özelleştirme İdaresine devredilmiş ve ardından da anonim şirket haline dönüştürülmüştü. AKP döneminde 2003 yılında ise bu anonim şirket çeşitli parçalara bölünmüş, her bir parça bağımsız bir anonim şirket olarak satışa çıkarılmıştı. Tekel’in içki bölümü 2004 yılında kasasında bulunan 350 trilyona yakın parası ve deposundaki içki stokuyla birlikte bir konsorsiyuma devredilmiş, ardından iki yıl sonra da içki bölümünün yüzde 90 hissesi bu konsorsi-
1
Şubat 2010 • sayı: 59
marksist tutum
Bugün özelleştirme sürecinden geriye kalan 12 bin Tekel işçisinin ya 4/C statüsünde sefalet ücretleri ve kölelik koşullarında başka devlet işletmelerinde çalışmayı kabul etmesi ya da tazminatlarıyla birlikte işten atılması söz konusudur. Haftalardır süren Tekel direnişinin işçiler açısından temel hedefi, bu “işsizlik ve açlık mı yoksa sefalet ve kölelik mi?” dayatmasını parçalamaktır.
yum tarafından neredeyse üç katı fiyatla bir Amerikan şirketine satılmıştı. Bu süreçte on yedi fabrikadan sekiz tanesi kapatılmıştır. Özelleştirmeden önce 3600’den fazla işçi çalıştıran bu fabrikalarda bugün 300 civarında bir istihdam söz konusudur! İşsizliğe mahkûm olan yalnızca fabrika işçileri değildir; Tekel için üzüm üretiminde tümüyle örgütsüz ve sosyal bir güvencesi olmadan çalışan binlerce tarım işçisi de bu süreçte sefalete sürüklenmişlerdir. Tekel’in tütün ürünleri bölümü ise 2008 yılında British American Tobacco’ya satıldı. Bu satışın da işçiler açısından sonuçları aynı oldu. Satış sonrasında İstanbul, Adana, Bitlis, Malatya ve Tokat sigara fabrikaları kapatıldı, yalnızca tek bir fabrika bugün faaliyettedir. 2001 yılında Tekel’de çalışan 26.500 tütün işçisinden bugün 14 binden fazlası işini kaybetmiş, zorunlu emekliliğe ayrılmış ya da hak kayıplarıyla farklı işlere yerleştirilmiştir. Geri kalan 12 bin işçi halen Tekel’e ait 56 yaprak tütün işleme merkezi ve deposunda çalışmaktadır. Bu kapatmalar tütün üretimini de baltalamış, üretim yüzde 60’a yakın oranda düşmüş ve geçimini tütünden sağlayan 280 bin küçük üretici ve bu sayıyı misliyle katlayan tarım işçisi sefaletle boğuşmaya başlamıştır. Bugün bu 56 işletmenin de kapatılması ve geriye kalan 12 bin işçinin de ya 4/C statüsünde sefalet ücretleri ve kölelik koşullarında başka devlet işletmelerinde çalışmayı kabul etmesi ya da tazminatlarıyla birlikte işten atılması söz konusudur. Nitekim 2004 yılından bu yana özelleştirmeye tâbi tutulan çeşitli işyerlerinde uygulamaya geçirilen ve giderek yaygınlaştırılan 4/C statüsü, işçiler açısından neredeyse tüm haklardan mahrum olarak kölece ve üstelik de geçici işlerde çalışmak anlamına geliyor. Bu statüde çalışan bir işçi, yasaya göre ne işçidir ne de “memur”, dolayısıyla her ikisinin de haklarından mahrumdur: zorunlu fazla mesaiye kalır ancak fazla mesai ücreti alamaz; asgari ücret civarında bir ücret alır, ancak onu da yılın iki ayında zo-
2
runlu ücretsiz izne çıkartılacağından dolayı sadece on ay boyunca alabilir; her 10 ayda bir sözleşmesini yenilemek zorundadır ama hiçbir iş güvencesi yoktur, dahası sözleşme feshi durumunda ihbar ve kıdem tazminatı da dahil olmak üzere hiçbir tazminat hakkı yoktur; sendikaya üye olması kanunla yasaklanmıştır; tayin, terfi ve diğer özlük hakları da yoktur. Haftalardır süren Tekel direnişinin işçiler açısından temel hedefi, bu “işsizlik ve açlık mı yoksa sefalet ve kölelik mi?” dayatmasını parçalamaktır.
Bekleyişten direnişe… Tüm bu süreç boyunca gerek Tekel’e bağlı fabrika ve işletmeler özelleştirilirken gerekse de satılan fabrikalar kapatılırken işçiler kimi bölgelerde çeşitli eylemlilikler sergilemiş olsalar da, bu eylemlilikler yeterince kararlı ve militan biçimlere bürünemedi. Böylesi bir mücadele deneyiminden yoksun olan Tekel işçileri, bugün militan bir çizgiyi gerektiren hak arama mücadelelerine gecikerek, yeterli deneyimden, etkin ve dinamik bir iç örgütlülükten ve anlamlı bir hazırlıktan yoksun olarak girmek zorunda kalmışlardır. Tekel işçilerinin direnişinin can yakıcı zayıf noktası da burasıdır. Hiç kuşkusuz bu durumun temel nedenlerinden biri, Tekel işçilerinin örgütlü bulunduğu Tekgıda-İş sendikasının sınıf mücadeleci bir anlayıştan tümüyle uzak olan sınıf uzlaşmacı çizgisiydi. “Tekel vatandır, satılamaz” şeklindeki içi boş milliyetçi demagojiyi öne çıkaran Tekgıda-İş, özelleştirmelerle birlikte gündeme gelen işten atmalara, taşeronlaştırmalara, hak gasplarına karşı militan bir mücadele için işçilerin ihtiyaç duyduğu bir sendikal önderliği ortaya koymaktan uzaktı ve halen de öyledir. Sendika bürokratları, işçilerin şu veya bu düzeydeki tepkilerini bir üst boyuta taşıma gayreti yerine, bu tepkileri dizginleme, yatıştırma ve pörsütme yolunu tutmuşlardır. Diğer taraftan
sayı: 59 • Şubat 2010
KİT işçilerinin çoğunluğunda olduğu gibi Tekel işçilerinde de hâkim olan “milliyetçi”, “muhafazakâr”, “sağ” eğilimler, işçilerin muhafazakâr burjuva hükümetlerin yalanlarına daha kolaylıkla aldanmasına yol açmıştır. Özelleştirme sürecinde burjuva AKP hükümetinin “kimseyi mağdur durumda, aç ve açıkta bırakmayacağız” şeklindeki yalanları işçiler arasında iyimser bir beklenti yaratabilmiştir. Bu beklenti ve aldanış, son ana kadar işçileri militan bir mücadeleye girişmekten alıkoyan başlıca faktörlerden biridir. Ancak hiç kuşku yok ki, bunun da baş sorumlusu sendika bürokratlarıdır. İşçi sınıfı kitlelerinin ancak mücadeleden ve mücadele içinde öğrenebileceğini biliyoruz. İşte bu noktada bürokratların uğursuz rolü devreye girmektedir. Nitekim devrimci ve sosyalist işçileri türlü oyunlarla tasfiye eden ya da etkisizleştiren, işçilerin mücadele isteğini pörsüten, harekete geçen işçilerin önüne engel olarak dikilen bürokratlar, böylelikle işçileri mücadele deneyiminden yoksun bırakmakta, onların ancak mücadele içerisinde aşabilecekleri gerici ideolojilerin etkisinin sürmesine hem doğrudan hem de dolaylı olarak katkıda bulunmaktadırlar. Sendika üyesi işçilerin tabanda iç örgütlülükten yoksun bir yığın olarak durması, bürokratların kendi koltuklarını da güvenceye almaları anlamına geliyor. Tek bir greve bile çıkmamış nice sendikanın ve on binlerce sendikalı işçinin varlığı, genelde işçi hareketinin içinde bulunduğu durumun vahametini göstermeye yetiyor aslında.
Direnişin önemi, eksiklik ve zaafları Tekel işçilerinin direnişi, işçi sınıfı içerisinde belli bir etki ve sempati yaratmış, olumlu bir hava doğurmuştur. Bu etki aynı zamanda, işçi sınıfının, belirli düzeyde de olsa örgütlü ve militan bir eylemlilik içine girdiğinde nasıl siyasal gündemin merkezine oturacağına dair ipuçları veriyor. Tüm eksikliklerine rağmen kararlı bir direnişin belli
marksist tutum
ölçülerde de olsa yaratabildiği hava değişimi, devrim mücadelesinin gerçek adresinin ve öncü lokomotifinin işçi sınıfı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ankara’da halkın eylemcilerle dayanışması, esnafın somut destek ve yardımları, öğrencilerin ve aydınların ilgisi vb. unsurlar bunun somut göstergesidirler. Bu arada, küçük-burjuva sosyalistlerin, işçi sınıfı gerçeğini yeniden keşfediyor olmalarını da (ki bir sonraki hava değişiminde bu keşiflerini bir kez daha çabucak unutacaklardır!) geçerken belirtelim. Öte yandan, bu olumlu hususlar, henüz sadece nüve halindedir, kimi ipuçlarını vermektedir. Küçümsenmemeli, ama asla da abartılmamalıdır. Kuşkusuz ki, olumluluklarıyla birlikte barındırdığı eksiklere rağmen, Tekel işçilerinin yürüttükleri direnişin başarıya ulaşması için elden gelen tüm gayreti göstermek bir görevdir. Ancak bu görevi yerine getirmenin yolu, işçilerin yürüttüğü mücadeleye övgüler ve methiyeler düzmekten değil, mücadelenin eksiklik ve zaaflarını kavramak ve işçilere kavratmaktan, bu zaafların giderilmesi için sabırla işçilerin öz-örgütlülüğünü yükseltmeye çalışmaktan geçiyor. Direnişin Türk-İş genel merkezi önüne sıkışan, direngen de olsa pasif bir bekleyiş biçimine bürünmesi, gerek Ankara’da gerekse de büyük işçi kentlerinde yaygın, sürekliliği olan ve kitlesel eylemlerle pekiştirilmemesi, dış ziyaretlerin aktif ve düzenli biçimde örgütlenmemesi gibi unsurlar, hareketin etkisini kısıtlamakta ve onun sendikal bürokrasinin çizdiği çerçeveye hapsolmasını kolaylaştırmaktadır. Bu noktada, gerçek anlamda bir direniş komitesinin olmayışı, çok temel ve hayati bir eksikliğe işaret ediyor. Tekel işçilerinin ülkenin çeşitli bölgelerine dağılmış işletmelerden geliyor oluşunun yarattığı dağınıklık, kümelenme, irtibatsızlık gibi eğilimleri aşmanın yegâne yolu, hareketin bütününü temsil etme gücünde bir komitenin oluşturulmasından geçiyor. Böylesi bir komite, sendikal bürokrasinin hareketi kendi kontrolünde tutmasının ve onu kendi burjuva politik ve kariyerist hedefleri için suiistimal Tekel işçilerinin tüm basıncına rağmen şu an karar mercii sendika bürokrasisidir ve bu bürokrasinin daha başından itibaren burjuva politika alanına dönük manevraları apaçık ortadadır. Bunun bir yönü işçi hareketini CHP çizgisine kanalize etmekse diğer yönü de, tek tek bürokratların gerek Türk-İş merkez bürokrasisi içerisinde daha belirleyici bir konum elde etme gerekse de bir sonraki seçimde bir milletvekilliği koltuğu kapma hesaplarıdır.
3
marksist tutum
etmesinin önüne geçebilecek, hareketin gidişatı üzerinde belirleyici söz hakkının işçilerde olmasını sağlayacak ve böylelikle de sendikaları lafta değil pratikte harekete geçirmenin olanaklarını sunacaktır. Komite aracılığıyla sendika üzerinde bunaltıcı bir basınç ve denetim mekanizması kurulamazsa, sendikal bürokrasinin kapalı kapılar ardındaki oyunlarının esiri durumuna düşmekten kaçınılamaz. Keza 12 bin işçinin tüm basıncına rağmen şu an karar mercii sendika bürokrasisidir ve bu bürokrasinin daha başından itibaren burjuva politika alanına dönük manevraları apaçık ortadadır. Bunun bir yönü işçi hareketini CHP çizgisine kanalize etmekse diğer yönü de, tek tek bürokratların gerek Türk-İş merkez bürokrasisi içerisinde daha belirleyici bir konum elde etme gerekse de bir sonraki seçimde bir milletvekilliği koltuğu kapma hesaplarıdır. Bu noktada özellikle, Tekgıda-İş yönetiminin, CHP lehine olacak şekilde hedef tahtasına salt AKP hükümetini oturtma ve gidişattan Türk-İş yönetimindeki AKP yanlılarını sorumlu tutma tavrına prim verilmemelidir. Hiç kuşku yok ki AKP ve Türk-İş’in bürokratik yönetimi mahkûm edilmelidir. Ancak yalnızca Türk-İş yönetiminin değil, aynı zamanda direnişin ev sahibi konumundaki Tekgıda-İş sendikasının ya da direnişin yanında ve “genel greve” hazır olduğunu ilan eden başta DİSK ve KESK olmak üzere diğer konfederasyonların yöneticilerinin de bu konuda samimi ve inandırıcı bir çaba içerisinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Tekgıda-İş özel sektörde örgütlü olduğu işyerlerinde bile düzenli dayanışma eylemleri yapmaya dönük bir çaba sergilemediği gibi, tüm açıklamalarına rağmen DİSK’ten de bu doğrultuda bir çaba göremiyoruz. Oysa gerek bu sendikaların bürokratlarının gerekse de kimi sol çevrelerin ağızlarında sakız ettikleri “yeni bir işçi baharı”nın yaratılmasının olmazsa olmaz unsurunun özel sektör işçilerinin de harekete geçirilmesi olduğu
Şubat 2010 • sayı: 59
apaçıktır. Bu görevler yerine getirilmezken ve yapılabilecek onca şey varken, direngen de olsa pasif bir bekleyiş içerisine sokulan işçilerin, açlık grevleri ve hatta ölüm orucu gibi sınıf hareketinin doğasıyla, onun yol ve yöntemleriyle pek de bağdaşmayan eylem biçimlerine sokulması doğru bir yaklaşım değildir. Bu önerinin işçilerden mi sendikadan mı geldiğinin bu noktada belirleyici bir önemi yoktur. Çünkü bu durum, işçi sınıfının genelinden eylemli destek alınamamasının bir tezahürü, işçilerin içine sürüklendiği çıkışsızlık hissinin ve daha sonuç alıcı eylem biçimlerinin hayata geçirilememesinin dışavurumudur. Aynı zamanda pasif bekleyiş havasını daha da pekiştirecektir ve sonuç alınamaması durumunda büyük bir moral bozukluğuna yol açacaktır.
Neo-liberalizmin alternatifi devletçilik mi? Tekel işçilerinin mücadelesi, işten atılmalara, güvencesiz çalıştırılmaya ve hak gasplarına karşı bir mücadeledir. 80’li yıllardan itibaren tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gündeme getirilen neo-liberal kapitalist saldırı programına karşı bir mücadeledir. Ne var ki, bu saldırı programının adı çeşitli sendikal, sol kılıklı akademisyen ve hatta sol sıfatlı çevrelerin tamamı tarafından neo-liberalizm olarak konulmuş olmasına rağmen, herkes buna kendi meşrebince bir anlam yüklemekte ve kendi sınıfsal konumunu dışa vuran bir alternatif önermektedir. Bu noktada reformist çevreler, sendikal bürokrasi ve burjuva solu, neo-liberalizmi, kapitalist dünya sisteminin küresel ihtiyaçlarının konjonktürel ve o ölçüde zorunlu bir ifadesi olarak değil, şu ya da bu hükümetin keyfi bir biçimde benimseyeceği ya da reddedeceği bir iktisat politikasından ibaretmiş gibi ele almaktadırlar. Böylelikle ka“KİT’ler vatandır, satılamaz!” söylemiyle iktisadi alanda kapitalist devletçiliği savunmak, siyasal alanda da burjuva devleti “dış güçlere” karşı savunma anlayışıyla tamamlanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını gözeten değil, “ortak ulusal çıkarları”, “vatanın korunmasını”, “ülkenin geleceğini” gözeten yaklaşımların öne çıkarılması öğütlenir.
4
sayı: 59 • Şubat 2010
pitalizme karşı mücadele edilmeden de, sistem içerisinde kalınarak neo-liberal saldırıları geri püskürtmenin mümkün olduğunu savunuyorlar. Onların alternatifi “sosyaldevletçi” kapitalist politikalardır. Hangi tumturaklı sözcüklerle süslediklerinden bağımsız olarak bu yaklaşım, aslında bir tür devlet kapitalizmini savunmak anlamına geliyor. Bu durumda onlara kalırsa, işçi sınıfı kapitalist sistemi devirmek üzere değil, neo-liberal politikaları savunan hükümetleri devirmek üzere harekete geçmelidir. Bu yaklaşımı savunan solcular, kriz, açlık, işsizlik, yoksulluk, çevre kirliliği, savaş vb. gibi kapitalizmin kaçınılmaz olarak doğurduğu tüm sorunları kötü yöneticilere ve kötü politikacılara bağlarlar. Tüm sorunların kaynağında sanki burjuva sistem değil de liberal-kapitalist politikalar izleyen hükümetler vardır, ah o hükümetler bir değişse ve yerine “sosyal-devletçi” kapitalist politikalar izleyen hükümetler gelse tüm sorunlar çözülecektir! Devrimci sosyalist hareketin örgütsel ve ideolojik bir bunalım döneminden geçiyor olması, bu tamiratçııslahatçı görüşlerin özellikle kendini solcu olarak pazarlayan akademisyenler aracılığıyla sendikalara da hâkim kılınmasını kolaylaştırıyor. Sosyalist hareketin birçok bileşeninin de kafa karışıklığı içerisinde olması durumun vahametini gözler önüne seriyor. Söz konusu kapitalist devletçi ideolojik çerçeve, işçi sınıfına kaçınılmaz olarak aynı zamanda milliyetçilik zehrinin de şırınga edilmesi anlamına geliyor: “KİT’ler vatandır, satılamaz!” Neo-liberalizmi kapitalizmden koparıp onu büyük emperyalist güçlerin dışsal bir dayatması olarak sunanlar, işçi sınıfına da emperyalizm karşıtlığı adı altında yabancı düşmanlığını, milliyetçiliği ve şovenizmi aşılıyorlar. İktisadi alanda kapitalist devletçiliği savunmak, siyasal alanda da burjuva devleti “dış güçlere” karşı savunma anlayışıyla tamamlanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını gözeten değil, “ortak ulusal çıkarları”, “vatanın korunmasını”, “ülkenin geleceğini” gözeten yaklaşımların öne çıkarılması öğütlenir.
İşçi hareketini statükocu gericiliğe alet etme girişimlerine geçit verme! “Sosyal-devletçi” kapitalist yaklaşımların aynı zamanda milliyetçiliği de içinde barındırması, bugün her zamankinden büyük bir tehlikeye işaret ediyor. Ulusalcı bir çizgiyi savunan reformist sol ve küçük-burjuva radikalizmi giderek artan ölçüde burjuvazinin statükocu-darbeci kesiminin arkasına sıralanmaya başlıyor. Bunun anlamı, işçi hareketinin burjuva fay hatları boyunca bölünmesi, çeşitli burjuva kampların kuyruğuna takılması ve daha da kötüsü darbeciliğin üzerinin emekten yana gözüken bir söylemle cilalanmasıdır. Bu durumda zaman zaman işçi hareketi de, darbeci-statükocu burjuva kesimlerin sopası olarak kullanılmak isteniyor. AKP hükümetini olağandışı yollarla düşürmeye çalışan statükocu burjuva kesimlerin
marksist tutum
bu uğurda askeri darbelerden yargı darbesine, komplolardan suikastlara varıncaya kadar nice melun eylem hazırlığı ve girişiminde bulunduğunu biliyoruz. Aynı gerici statükocu kesimin, gerektiğinde öğrenci hareketini ve hatta işçi hareketini dahi alttan alta manipüle ederek, AKP hükümetinin toplumsal dayanağını aşındırma ve onu gözden düşürme çabasından da geri durmadığını, bu uğurda üniversite profesörleriyle ve sendika liderleriyle nice doğrudan ve dolaylı görüşmenin yapıldığını, generallerin deşifre edilen günlükleri apaçık ortaya koyuyor. Sendikal alanda işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan mücadeleci bir önderliğin olmayışı ve dahası işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği koşullarında, haklı sınıf tepkisi ve öfkesinin, burjuvazi içi çatışmanın kanallarında heba edilmesi riski son derece yüksektir. Kendisini ulusalcı, yurtsever, vatansever vb. olarak adlandıran sendikacıların ne tür karanlık ilişkiler içerisinde olabildikleri bugün sayısız örnekleriyle ortadadır. Gerici statükocu kesim, bu tür bürokratlar aracılığıyla, işçi sınıfının AKP’ye karşı artan son derece haklı öfkesini kendi melun planları için suiistimal etmenin hesaplarını yapıyor. Şu örneğe bir bakın; tescilli anti-komünist Emin Çölaşan’dan “sosyalist” Korkut Boratav’a, Rıza Zelyut’tan sınıf işbirlikçi ve devletçi sendikacılığın teorisyenlerinden Alpaslan Işıklı’ya kadar geniş bir yelpazede yer alan şahsiyetler “Tekel Dayanışma Grubu” kuruyorlar! Bunların ortak noktasının emekten yana bir dünya görüşü olmadığı besbelli değil midir? Tekel direnişi de gösteriyor ki, işçi sınıfının geniş kesimlerinin de desteğini alarak 2002’de iktidara gelen AKP’nin işçi düşmanı diğer burjuva düzen partilerinden bir farkının olmadığı gerçeği giderek işçiler tarafından daha iyi anlaşılıyor. İşçi sınıfı saflarında AKP karşıtlığı doğal olarak artıyor ve bu kuşkusuz sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki, sendikal alanda işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan mücadeleci bir önderliğin olmayışı ve dahası işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği koşullarında bu haklı sınıf tepkisi ve öfkesinin, burjuvazi içi çatışmanın kanallarında heba edilmesi riski son derece yüksektir. Bürokratik sendikal yönetimlerin hepsinin de burjuva siyasal angajmanlar içinde olması bu tehlikeyi daha da arttırmaktadır. Kaldı ki, gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, mevcut hükümetleri yıpratmak isteyen muhalif burjuva partilerin, kontrol altında tutabildikleri ve devrimci bir tehdit oluşturmadıklarından emin oldukları sürece işçi hareketinin önünü açtıkları sayısız örnek mevcuttur. Bugün yaşanan egemen sınıf içi çatışmanın basit bir parlamenter mücadeleden ve oy avcılığından çok daha öte bir içerik taşıması, bu tip burjuva girişimlere karşı sosyalist hareketin çok daha dikkatli olmasını gerektiriyor.
5
Marksizm Açısından İlericilik Levent Toprak
Marksizmin tarihsel ilerlemeye bakışı diyalektik karakterdedir. Marksizm tarihin kesintisiz yükselen bir çizgi biçiminde ilerlediğini asla savunmaz. Tarihte gerileme dönemlerinin, kopuşların, durgunluk dönemlerinin varlığını tespit ve analiz eder. Ayrıca ne yükseliş dönemlerini mutlak olarak ilerici ne de gerileme dönemlerini mutlak olarak gerici görür. Yükseliş dönemlerinde toplumsal yaşamın kimi yönlerinde gerici gelişmelerin olduğunu ve gerileme dönemlerinde de kimi ilerici gelişmelerin olduğunu ihmal etmez. İşte tüm bu karmaşık ve çok yönlülüğü içinde tarihin büyük nehrinin genel olarak ileriye aktığını ortaya koyar. Marksizmi ayırt eden bu bakış zenginliğidir.
6
G
eçtiğimiz aylarda mecliste yapılan Kürt sorunu tartışması sırasında CHP’li Onur Öymen’in 1937-38 Dersim katliamını anarak sarf ettiği sözler ve ardından patlak veren Dersim tartışmaları Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından birinin daha gün yüzüne çıkması sonucunu getirdi. Bu tartışmalarda gerçekten de geniş halk kitleleri açısından tam bir bilinmezlik olan hakikatler ilk kez bu derece gözler önüne serildi ve bir tabunun kapısı aralanmış oldu. Fakat tartışmalar sırasında konunun birçok yönü ele alınmakla birlikte, işçi sınıfının devrimci mücadelesi bakımından çok önemli bir husus dikkatlerden kaçtı. Bu husus “ilericilik” sorunu idi. Bu nokta önemlidir, çünkü devletin Dersim’e yönelik zulüm politikaları, hâkim resmi ideoloji tarafından o yıllarda ilericilik argümanıyla haklılaştırılmaya çalışılmıştı ve şimdilerdeki tartışmada da katliamı mazur göstermeye ya da örtbas etmeye çalışanlar aynı “ilericilik” argümanını kullanıyorlar. O günlerde güya halkı haberdar etmekle görevli, yani gazeteci sıfatlı, ama gerçekte devletin ve rejimin ideoloji memuru kapıkulları, gazetelerini bu yönde en iğrenç demagojilerle doldurmakla meşguldüler. Bunların soyundan gelen günümüzün kapıkulları da atalarından miras bu kan ve irin kokulu geleneği güncelleyerek sürdürüyorlar. Tabii bunlar burjuva basındır denilerek geçiştirilebilir. Ne var ki iş bununla sınırlı değil. Geçmişte de günümüzde de İttihatçı-Kemalist resmi ideolojinin söylemini benimsemekte beis görmeyen sosyalistler bulunuyor. Şüphesiz geçmişte daha çok olmak üzere. Daha önce Dersim katliamı tartışmaları üzerine kaleme aldığımız yazıda geçmişteki TKP yöneticilerinden birinin (İsmail Bilen) Dersim olaylarını uluslararası komünist hareketin yayın organlarında nasıl yansıttığına dair bir örnek vermiştik.1 Bu kez de günümüz TKP’sinin (SİP-TKP) önde gelenlerinden birinin konuya nasıl baktığına bir örnek verelim. Solun büyükçe bölümü Dersim tartışmaları patlak verdiğinde düzeni mahkûm edici yönde doğru bir tutum takınırken, SİP-TKP uzun süre suspus kalıp hiçbir kelam etmemeyi yeğledi. Nihayet konu hakkında bir görüş belirtmek zorunda kalınca da, önde gelenlerinden Kemal Okuyan’ın ağzından solun tutumunu “çıldırmışlık” ve “gericilikle” damgalamaya kalktı. Solun, bir değer olarak ileri-
sayı: 59 • Şubat 2010
ciliği güya unutmakta olduğundan dem vuran Okuyan, Dersimlilerin lideri ve Dersim direnişinin de simgesi konumundaki Seyit Rıza’nın mahkeme ve idam sırasındaki dik duruşunun ve sözlerinin sıkça anılması ve genel bir sempati yaratması nedeniyle kapıldığı öfkeyi şöyle kusuyordu: “Türkiye solu Kürt yoksuluna şeyhleri, şıhları kutsayarak sahip çıkamaz. Bu tarihe, ilerleme düşüncesine, devrimlere, sınıf mücadelelerinin yasalarına nasıl da küstah bir meydan okumadır.” (Sol Çıldırmış Olmalı) Bu ve buna benzer tutumlar ilericilik (ve gericilik) gibi temel bazı kavramların işçi sınıfı devrimcileri açısından nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu beraberinde getirmektedir. Zira ilericilik Marksizmin ve işçi sınıfı devrimciliğinin temel bir değeridir. İlericilik kavramı, Marksistlerindevrimcilerin-demokratların genel anlamda nerede durmaları gerektiğinin açık göründüğü ve hatta düzenin en gerici temsilcilerinin bile mahcup bir tutum takınmak durumunda kaldıkları Dersim katliamı gibi bir konuda, kendine sosyalist diyen çevrelerin bile utanç verici tutumlarını meşrulaştıracak bir kavram olabilir mi gerçekten? Benzer bir soru Türkiye’nin bir başka gerçekliği üzerinden de sorulabilir. Dinsel inanç ve başörtüsü gibi sebeplerle, Türkiye’de emekçi kitlelerin oldukça geniş bir bölümünün, ilericilik adına geri, ilkel, aşağı görülmesi (“göbeğini kaşıyanlar”, “bidon kafalılar” türünden nitelemelerde uç sembollerini bulan) ve böylesi bir sosyal psikoloji ve konumlanış temelinde tutumlar geliştirilmesinin Marksizmle bir ilgisi olabilir mi? İlericilik kavramı, Marksistlerin-devrimcilerindemokratların genel anlamda nerede durmaları gerektiğinin açık göründüğü ve hatta düzenin en gerici temsilcilerinin bile mahcup bir tutum takınmak durumunda kaldıkları Dersim katliamı gibi bir konuda, kendine sosyalist diyen çevrelerin bile utanç verici tutumlarını meşrulaştıracak bir kavram olabilir mi gerçekten? Türkiye gibi egemen sınıf içi gırtlak gırtlağa bir çatışmanın tüm siyasal alana hâkim olduğu bir ülkede, bu çatışmada taraflardan birinin ideolojik söyleminin temel unsuru haline getirilmiş ilericilik/gericilik kavramlarının netliğe kavuşturulmasının son derece önemli olduğu açıktır. Ayrıca Türkiye’nin de bir parçası olduğu, tarihsel kökenleri Asyatik toplumsal formasyona dayanan geniş bir ülkeler coğrafyasında, toplum üzerindeki olağanüstü devlet otoritesinin kırılmasının taşıdığı büyük önem düşünüldüğünde demokrasi mücadelesi özel bir anlam kazanmaktadır. Ve ne yazık ki bu tür ülkelerde demokrasi, genel olarak daha yüksek değer atfedilen bir ilericilik adına aşağılanmaktadır. Demokrasi düşmanlığının ilericilikle meşrulaştırıldığı topraklarda yaşadığımız unutulmamalı. Ama ilericilik meselesinin öneminin sadece Türkiye’nin bu sözünü ettiğimiz dolaysız gündemiyle bağlantılı husus-
marksist tutum
lardan kaynaklanmadığını da vurgulamalıyız. Dünya genelinde solda devlet-sevici, korumacı, yerlici eğilimlerin Marksizmin ve ilericiliğin gerekleriymiş gibi sunulması da kendi başına önemlidir. Ayrıca, diğer uçta, toplumsaltarihsel ilerleme fikrinin kendisini reddeden bir postmodernist entelektüel züppelik bulunuyor. Kimi durumda iyi niyetli kaygıları yansıtsa da, birçok durumda bilinçli bir karşı-devrimci tutumun ifadesi olan bu görüş, niyet ve kalkış noktası ne olursa olsun, mevcut durumu meşrulaştırmaya ve değişim için iradi müdahalenin, devrim düşüncesinin zayıflatılmasına varmaktadır. Dolayısıyla diğer hususların yanı sıra, bu görüş tarzının yanlışlığının da ortaya konması isabetli olacaktır.
Toplumsal ilerleme İlericilik nedir diye sorulduğunda, ilk elden söylenecek şey, onun toplumsal değişme ve ilerleme fikriyle alâkalı olduğudur. Toplumu geliştirici, ilerletici yönde olan değişimler ve etmenler ile varlığı, çabası ya da fikirleri bu yönde olan insanlar ilerici olarak nitelenirler. Bağlantılı olarak, toplumun gelişmesini ve ilerlemesini engelleme, değişimi durdurma yönündeki etmenler, çabalar ve insanlara muhafazakâr (tutucu) dendiği gibi, değişimi geriye çevirme, eski evrelere döndürme yönündeki eğilim ve insanlara da gerici denir. Beri yandan, toplumun gelişmesinden, ilerlemesinden, gerilemesinden ya da aynı kalmasından söz etmenin aynı zamanda bir tarih anlayışı anlamına geldiği de açıktır. Örneğin, ilerici düşünce ve tutumlara dayanak oluşturan temel düşünce, tarihin akışının genel olarak toplumsal ilerleme yönünde olduğudur. Neye ilerleme denip denemeyeceği konusunda farklı fikirler olmakla birlikte, genel olarak insanın özgürlük, eşitlik ve refahının artmasının ilerlemeyi ifade ettiği söylenebilir. Dolayısıyla tarihte bir ilerleme olduğunu savunan anlayış da, tarihin genel akışının özgürlük, eşitlik ve refahın artışı yönünde olduğunu savunmuş olmaktadır. Birçok verimli fikirde olduğu gibi, kökleri (bir önsezi olarak) antik çağ düşünürlerine kadar gitse de, ilerleme düşüncesinin asıl ortaya çıktığı, tarihsel anlamını bulduğu ve hayatiyet kazandığı dönem kapitalizmin tarihsel yükselişini ifade eden Aydınlanma çağı olmuştur. Kapitalizmle birlikte üretici güçlerde muazzam bir gelişmenin gerçekleştiği, yani insanın doğa ve kör toplum güçleri karşısındaki zayıflığının aşılması yönünde büyük adımların atıldığı bu dönem, aynı zamanda tarihsel gelişme fikrine hayat vermiştir. Yani, tarihin bir ilerleme kaydettiği düşüncesinin gerçek anlamda ortaya çıkması için tarihin akışının geçmişe göre olağanüstü hızlandığı bir çağ gerekmiştir. Önceki tarih anlayışları daha ziyade döngüsel tarih anlayışı olarak adlandırılan çerçeveye giriyordu. Gelişmenin yavaşlığı ve süreksizliği, bata çıka bir nitelik arz etmesi, hep sanki başa dönülüyormuş hissini uyandırıyor ve beraberinde tarihin de kendi üzerine kapanan kapa-
7
marksist tutum
lı döngüler biçiminde aktığı düşüncesini besliyordu. Değişik çeşitlemeleri olsa da, esas olarak kaderci bir öz taşıyan böylesi bir anlayışın insanı kendi koşullarını değiştirmesi için eyleme davet edici nitelikte olmadığı açıktır. İlerlemeci anlayış ise ilerlemenin önündeki engelleri kaldırma yönünde çabayı ve eylemi çağıran bir eğilim yaratır. Aydınlanma çağını ifade eden, insanın kendi aklına ve dönüştürme gücüne güveni yansıtan bu yeni anlayış, insanlığın tarihinde büyük bir atılımdır. İnsanın gelişmeye ve özgürleşmeye açık olduğu, kendini boyunduruk altında tutan her türlü esaret bağından kendini kurtarmaya muktedir olduğu anlayışı gerçekten de büyük bir kazanımdır. Marksizm açısından ilerleme zorunluluk alanının daralıp özgürlük alanının genişlemesi olarak tarif edilebilir. Bu bakımdan Marksistler insanlığın zorunluluğun alanından kurtulması ve kendi kaderini belirleme gücünün artması anlamına gelen ya da bu yönde hizmet eden maddi ve düşünsel gelişmeleri ilerici gelişmeler olarak görürler. Bu, en geniş anlamıyla özgürleşme olarak da ifade edilebilir. Marksizm de hiç kuşkusuz bu düşünce çizgisi üzerinde yer alır. Ancak onun bu çizgi üzerinde yer alışı sıradan bir yer alış olmayıp, bizzat ilerleme fikrinin gelişiminde olağanüstü büyük bir sıçrama anlamına geliyordu. Zira Marksizm ilerlemenin gerçek sırrını çözüyor, onun temel yasalarını açığa kavuşturuyor ve insanlığın bu bilinçle hareket ederek kendini doğa ve toplumun kör güçlerinin alçaltıcı egemenliğinden kurtarmasının yoluna ışık tutuyordu. Marksizm döngüsel bir tarih anlayışına karşı çıktığı gibi çizgisel bir tarihsel ilerleme tasavvuruna da karşı çıkıyor ve bunun yerine geçici gerilemelerin, durgunluk dönemleri ve sıçramaların yer aldığı, ama uzun erimde genel bir gelişme eğrisinin varlığını esas alan diyalektik bir anlayış getiriyordu. Marksizm açısından ilerleme zorunluluk alanının daralıp özgürlük alanının genişlemesi olarak tarif edilebilir. Bu bakımdan Marksistler insanlığın zorunluluğun alanından kurtulması ve kendi kaderini belirleme gücünün artması anlamına gelen ya da bu yönde hizmet eden maddi ve düşünsel gelişmeleri ilerici gelişmeler olarak görürler. Bu, en geniş anlamıyla özgürleşme olarak da ifade edilebilir. İnsanın her türlü (maddi ve manevi) boyunduruktan, esaretten kurtuluşu. Bu, dar anlamıyla siyasal-hukuki boyunduruklardan kurtulmayı da, köleleştirici zorunlu çalışma yükünün azaltılmasını da, düşünsel esaretten kurtuluşu da içerir. Ancak toplumsal yaşamın karmaşık bütünlüğü içinde hiçbir toplumsal olgu tek boyutlu olmadığından, her bir gelişmenin içerdiği yönler değişik ve bazen de çelişik anlamlar kazanırlar. Bir yönden ilerici olan bir gelişme, bir başka yönden gerici olabilir sözgelimi. Ya da belirli koşullar içinde ilerici anlam ifade eden bir süreç başka koşullarda tam tersi anlama gelebilir vb. İşte ilericilik konusunda
8
Şubat 2010 • sayı: 59
yanlış ve sakıncalı yaklaşımların belirlenmesinde bu nokta işin bamtelini oluşturmaktadır. Zira ilericilik Marksist politikanın temel bir ölçüsüdür. Marksistler politik gelişmeleri değerlendirir ve eylemlerinin yönünü, içeriğini ve biçimini belirlerken daima süreçlere ilerici yönde bir müdahale yapmayı esas alırlar. Ancak toplumsal yaşamı oluşturan diğer düzlemler gibi politika düzlemi de kendine özgü dinamiklere sahiptir. Bu nedenledir ki, toplumun tarihsel gelişimine ilişkin genel yaklaşım ve belirlemelerden otomatik olarak somut politika reçeteleri çıkmaz. Tek tek her somut duruma ilerleme düşüncesinin genel formüllerini dümdüz ve dolaysız biçimde uygulayamayız. Genel tarihsel yaklaşımın ilkelerini somut politik süreçlere doğru biçimde uygulamak, yani somutta toplumu en çok ilerletecek, toplumsal özgürleşme davasını ileriye taşıyacak yönde bir hareket tarzı geliştirmek, büyük ve zorlu bir görevdir. Burada kavranması gereken kritik nokta, Lenin’in de ifade ettiği gibi, iç içe geçmiş sonsuz sayıda halkadan oluşan karmaşık sorunlar olarak toplumsal sorunların somut koşullar içinde çözümünde tutulacak doğru halkanın belirlenmesidir. İlericilik sorunu bağlamında sosyalist hareketin mücadele tarihi bu noktada yapılan ibretlik yanlışlarla doludur. Marx ve Engels’in de hayatta olduğu dönemde Almanya’da ortaya çıkan Bismarkçılık olgusu karşısında sosyalist hareketin yaklaşımı özellikle ele alınmayı hak eden bir örnektir. Zira Türkiye’de sol harekette bulunan defolu ilericilik anlayışını sergilemek bakımından çok yakın paralellikler sunmaktadır.
Bismarkçılık karşısında Marksizm ve Lasalcılık 19. yüzyılın ikinci yarısında dağınık vaziyetteki Alman devletlerinin (ya da devletçiklerinin) birleşmesi, yani Almanya’nın birliğinin sağlanması, tarihsel olarak ilerici bir adımdı ve dönemin sosyalist hareketinin uğruna mücadele ettiği ortak bir talepti. Bu irili ufaklı sayısız Alman devletlerinde hâkim olan sınıflar kendi yerel ve kesimsel çıkarları temelinde birleşmeye direniyorlar ve Alman burjuvazisi de korkaklığı, pısırıklığı ve uzlaşmacılığıyla, yeterli politik iradeyi göstermiyordu. Uzun dönem sancılı biçimde sürüncemede kalan bu sorun nihayet 1871 yılında çözüme kavuştu. Fakat bu birleşme ne aşağıdan gelen bir halk devrimiyle sağlanmıştı ne de Alman burjuvazisinin feodal prangalara karşı özgürlükçü çabalarının bir ürünü, bir yansıması olarak hayat bulmuştu. Birleşme esas olarak Alman devletleri içinde en azmanı olan ve yayılmacı bir açgözlülük içindeki Prusya Krallığının militarist çizmeleri altında, tepeden inme gerçekleşmişti. Ve bu sonuç da, yine asıl olarak 1862 yılından itibaren Prusya devletinin başbakanlığına atanmış olan “demir şansölye” Bismarck’ın Prusyalı toprak ağalarına (junkerler) dayanan militarist politikaları sonucu ortaya çıkmıştı. Prusya’da yürürlükte olan liberaller, demokratlar ve sosyalistler üzerindeki baskı rejimini
sayı: 59 • Şubat 2010
marksist tutum
Otto von Bismarck
tüm Almanya’ya yayan Bismarck, burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin Almanya’da hayata geçmemesi için demir yumrukla hem işçi sınıfına hem de liberal burjuvaziye karşı cansiperane mücadele etti. Toprak ağası junker sınıfının çıkarlarını ve düşünce dünyasını yansıtan karakteristik bir gericilikle, politik özgürlükleri kurulu nizama karşı büyük bir tehlike olarak görüyor ve nizam için devletin demir yumruğunun gerektiğine inanıyordu. Prusya Krallığının amaçları önünde engel olarak gördüğü kiliseye karşı da savaş açmaktan geri durmayan Bismarck, bunun için meşhur Kulturkampf’ı (Kültür Savaşı) başlatmış, bu çerçevede dine karşı yasalar çıkarmış, propaganda savaşı yürütmüştü. Kendi militarist Prusya yayılmacılığına destek sağlamak ve liberal burjuvazinin isteklerine karşı koymak için işçi sınıfını bile kullanmaya çalışmaktan da kaçınmayarak, bu uğurda dünya tarihinde ilk kez genel devlet sigortasına dayalı bir sosyal güvenlik sistemine geçit vermişti. Bu icraatları ve burada saymaya gerek olmayan diğer icraatları sonucu Alman tarihine damgasını vurmuş olan Bismarck, Almanya’da, Bismarkçılık olarak da adlandırılan bir tür Bonapartist rejim tesis etti.2 Bu rejim ve buna eşlik eden politikalar Almanya için son tahlilde bir devrim, bir tarihsel ilerleme anlamına geliyordu. Ancak bu devrim bir halk devrimi değil, bir tepeden devrimdi. Bu noktanın altını kalınca çizelim, çünkü Türkiye’deki burjuva devrimi ve bu devrim sonucu kurulan rejim de (Kemalizm) Bonapartizmin bu Bismarkçı çeşitlemesiyle büyük oranda akrabalık göstermektedir. Bu benzerlik, kurucu Bonapartizm denilebilecek bu rejimler konusunda Marksizmin tutumunu analoji yoluyla anlama konusunda ışık tutmaktadır.
Şimdi asıl soru şudur: Almanya’da o dönemin işçi ve sosyalist hareketi Bismarck’ı ve Bismarkçılığı desteklemeli miydi? Desteklemiş midir? Alman sosyalist hareketi bu konuda ikiye bölünmüştü. Lassalle öncülüğündeki bir kesim bu rejimi ve politikaları desteklemiş ve hatta Lassalle bu uğurda Bismarck ile sonradan açığa çıkan gizli anlaşmalar bile yapmıştı. Marx ve Engels öncülüğündeki kesim ise bu politikaya kesin biçimde karşı çıkmışlardı. Bu icraatlar işçi sınıfı ve geniş halk yığınlarına karşı tam bir düşmanlık içinde, onların her yönden baskı altına alınmasıyla el ele, anti-demokratik, tepeden inmeci, özgürlükçü olmayan bir tarzda iş görüyorlardı. Marx ve Engels Bismarck’ın icraatlarının tarihsel olarak ilerici bir iş gördüğünü ifade etmekten çekinmemekle birlikte, bu ilerici işlevin, çelişik biçimde gerici yöntem ve araçlarla, gerici tarzda gerçekleştirildiğini tespit ediyorlardı. İşte tepeden devrimleri karakterize eden bu nitelikler, bu süreçlerin sahibi konumunda olan egemen sınıf kesimlerine işçi sınıfı desteği sunulmasının büyük bir yanlış olacağı anlamına geliyordu. Marx ve Engels bu tür yöntemlerin toplumsal kurtuluş mücadelesini ilerletici değil, aksine baltalayıcı nitelikte olduğunu göstererek sosyalist politikanın özgürlükçü karakterini berrak biçimde ortaya koyuyorlardı. Böylesi dertleri olmayan Lassalle ise, bir oportüniste yakışır biçimde gizli pazarlıklarla, junkerlerin Bismarck liderliğinde liberal burjuvaziye karşı verdiği mücadeleye işçi sınıfının desteğini sunmayı vaat ediyor ve bunun karşılığında Bismarck’tan işçi sınıfı için genel oy hakkı ve işçi kooperatifleri vb. için devlet yardımı koparabileceğini ümit ediyordu. Marx, yüzüne karşı açıkça “Bonapartist” dediği Lassalle’ın bu “mutlakıyetçi ve feodal muhaliflerle burjuvaziye karşı ittifakını” ve bu temelde devletle kırıştıran siyasi çizgisini mahkûm ediyor, bunu alaycı biçimde “Prusya Kraliyet Sosyalizmi” olarak adlandırıyordu.3 Bismarkçılığın din konusundaki yaklaşımı ile Marx ve Engels’in bu konudaki tutumuna da kısaca değinmek gerekiyor. Çünkü bu konu da, hem genel anlamda hem de özel olarak Türkiye bağlamında önem taşımaktadır. Engels Dühring’in din konusuna yaklaşımını eleştirirken, onun anlayışının Bismarkçı olduğunu söylüyordu: “Dühring, dinin bu kendisine vaat edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarck’tan daha Bismarkçıdır; yalnızca katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış mayıs yasaları çıkarır, gelecekteki jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine yükselmesine yardım eder ve ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgül Prusya sosyalizmi!” (Anti-Dühring) Lenin döneminde Bolşevikler din konusunda Marksizmin bu özenli ve doğru yaklaşımını uygulamaya geçirdiler. Ancak 1920’lerin ortalarından itibaren bir bürokratik karşı-devrim süreciyle işçi sınıfı iktidarı aşama aşama yıkılınca Stalin öncülüğündeki egemen bürokrasi, aynı
9
Şubat 2010 • sayı: 59
marksist tutum
Ferdinand Lassalle Marx, yüzüne karşı açıkça “Bonapartist” dediği Lassalle’ın devletle kırıştıran siyasi çizgisini mahkûm ediyor, bunu alaycı biçimde “Prusya Kraliyet Sosyalizmi” olarak adlandırıyordu.
milliyetler ve köylülük sorunlarında olduğu gibi, din sorununda da tepeden inmeci, hotzotçu zorba politikalar uygulamaya başladı. Ve ne yazık ki daha sonra dünya komünist hareketine de, Marx-Engels-Lenin’in çizgisinden ziyade, kaba burjuva materyalizmini ve zorbalığını yansıtan bu tepeden inmeci Stalinist anlayış yerleşti. Sadede gelecek olursak, son tahlilde kapitalizm yönünde ilerleme anlamına gelse bile, halk düşmanı, antidemokratik yöntemlerle tepeden inme gerçekleştirilen dönüşümler devrimci işçi sınıfının politik desteğini hak etmemekte, aksine, bu gelişmelerin sahibi egemen sınıf kesimlerine ve bunların yürütücüsü politik öncülerine karşı amansız bir mücadeleyi gerektirmektedirler. Bunun Türkçeye tercümesi, Türkiyeli Marksistlerin de, eğer Lassalle’ı değil de Marx’ı kendilerine rehber alıyorlarsa, Türkiye’nin Bonapartizmi (ya da Bismarkçılığı) demek olan Kemalizmi desteklemek şöyle dursun, ona karşı amansız bir mücadele yürütmeleri gerektiğidir.
Bir kez daha Dersim İlericilik argümanıyla haklı çıkarılmaya çalışılan gerici politikalara belki de en çok örnek ulusal sorun alanından verilebilir. Modern tarih boyunca ezilen ulusların isyanlarının bastırıldığı hemen tüm durumlarda ezen ulus temsilcileri ve onların sol yamaklığına soyunanlar bu bastırmaları gerilikle, gericilikle, medeniyetsizlikle vs. mücadele kılıfına sokarak aklamaya çalışmışlardır. Dersim katliamına
10
ilişkin olarak da durumun aynı olduğundan bahsetmiştik. Bir yandan güya Dersim “feodalizm”den arındırılıp modernleştirilecek, çağdaşlaştırılacaktı ve yapılanlar halkı ağaların, şeyhlerin sultasından kurtarmak içindi, diğer yandan direniş gösteren ve isyan eden Dersimlilere sahip çıkmak ilericilikle bağdaşmazdı! Doğrusu, yabancı boyunduruğuna asırlar boyunca direnmiş, bunun için son derece zor bir coğrafyayı kendine yurt bellemek durumunda kalmış ve bu asırlar içinde isyancı bir gelenek oluşturmuş olan Dersimliler, şimdi yeni rejimin sömürgeci boyunduruğuna da direndiği için, bu rejimin kapıkulları tarafından “gericilik”le lekelenmeye çalışılmıştır. Gerçek budur. Dersim’de ve daha önceki diğer Kürt isyanlarının büyük bölümünde yapılanların ilericilik aşkıyla yapıldığı koca bir yalandır. Sormak gerekiyor: Dersimlilere söz gelimi ana dillerinde eğitim ve kendilerini geliştirme olanakları, öz-yönetim hakkı gibi gerçekten ilerici düzenlemeler verilmiş ve Dersimliler de “gericiliklerinden” dolayı bunları ret mi etmiştir? Sadece Dersim değil önceki tüm Kürt isyanları da dâhil olmak üzere bunun olmadığını biliyoruz. Peki, Kürt coğrafyası ve özellikle de “çıbanbaşı” olarak görülen Dersim, dereler boyu akan kanda boğulup da, “tehdit” ortadan kaldırıldıktan sonra oralara medeniyet mi götürülmüştür? Geçmişteki tüm Kürt isyanları için geçerli olmak üzere böyle bir şeyin olmadığını biliyoruz. Kürtlerin yaşadığı coğrafya her daim Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi oldu. Oralara medeniyetin yalnızca acı sonuçları; jandarma karakolları, garnizonlar, tank, top, mermi götürülmüştür. İşin aslı şudur ki, Kemalist sermaye rejimi bekasını Kürt aşiret liderleri ve toprak ağalarıyla kirli bir ittifakta görmüş ve bölgedeki geri aşiret düzenine dokunmamayı temel düstur addetmiştir. Bugün o denli ağıt yakılan töre cinayetleri, kan davaları, kız çocuklarının eğitimsizliği gibi konular tümüyle bu bilinçli politikaların bir sonucudur. Bu o kadar açık bir gerçektir ki, bugün Kemalizmin kalemşorluğunu yapanlardan bazıları bile bunu itiraf etmekten ve geçmişe ikiyüzlüce serzenişte bulunmaktan kaçınamamaktadırlar. Başka bir dili, başka bir dini inanışı, başka bir kültürü ve gelenekleri olan bir halkın, yüzyılların direniş geleneğinin mirası olan fiili özerkliğini elinden alma, o halkı zorla asimile etme ve bu uğurda yapılan her türlü alçaklık ve zulüm ilericilikle payelendirilirken, o halkın bunlara boyun eğmeyişinin gerici direniş olarak nitelenmesi ilericilik düşüncesiyle alay etmektir! Dersim sorununu ya da geçmişteki Kürt isyanları sorununu ağalık/şeyhlik (ya da yanlış bir adlandırmayla feodalizm) sorunu olarak göstermek, sorunun özünü ve odak noktasını tümüyle saptırmaktır. Gerçekte bu isyanların çoğu (en büyüklerinin tamamı) ulusal bir öz taşıyan, asıl motivasyonu ulusal olan isyanlardı. Ne bu isyancı hareketlerde aşiret ve din unsurlarının yer alması ne de bu hareketlerin kimi durumlarda emperyalist güçler tarafından
sayı: 59 • Şubat 2010
kullanılmak istenmesi ya da bunların emperyalistlerle kimi temaslarının olması bu hareketleri gerici yapar. Bu hareketlerin tarihini şovenist önyargılarla değil de namusluca okuyan her dürüst insan bu gerçekliği görür. Bunun için Marksist olmaya bile gerek yoktur, demokrat olmak ya da fikir namusuna sahip olmak yeterlidir. Engels sosyalist devrim gerçekleştiğinde iktidara gelecek olan işçi sınıfının sömürge siyaseti izleyemeyeceği ve geri halklara zorla medeniyet götüremeyeceği uyarısını yapmıştı. Bunun yerine, bu halkların da sosyalist dünya toplumuna katılımını sağlamak üzere ilerlemeleri için mutlak surette gönüllülüğe dayalı olarak yardımcı olmak gerektiğini söylemişti. Marksizmin ilericiliği bunu gerektiriyordu. Lenin de onun bu sözlerini, başta Kautsky gibiler olmak üzere tüm şovenistlere defalarca hatırlattı. Elbette bununla yetinmeyerek Rusya’da iktidara gelen devrimci işçi sınıfının ulusal sorunda tümüyle özgürlükçü bir politika izlemesini sağladı. Rusya’nın geri halklarının ulusal demokratik haklarına kavuşması için tüm varlığıyla mücadele etti. Ve tam da bu samimi özgürlükçü politika, emperyalistlerin desteğindeki karşı-devrimci beyaz orduların çoğu Müslüman olan bu halklardan destek bulmasını engelledi. Ama Lenin sonrasındaki Stalinist bürokratik diktatörlük Çarlıktan miras baskıcı politikaları diriltince tüm bu halklar arasında biriken milliyetçi öfke nihayet 1990’larda patlayarak kendini açıkça gösterdi. İşte devrimci Marksizmin özgürlükçü politikası ile bürokratik despotizmin zorba politikaları arasındaki fark!
Marksizmin tutarlı ilericiliği İlerleme düşüncesinin kavranış ve uygulamasında yanlışlara, ya da daha yaygın durum olarak suiistimaline geçmişte ve günümüzde çok örnek vardır. Bu konuda oportünist tutumları yansıtan yanlışlar konusunda genel olarak üç tür durumla karşı karşıyayız. Birincisi gerici yöntemlerle uygulamaya sokulsa da gerçekte (uzun vadede) ilerleme anlamına gelen gelişmeler. Halkın iradesini dışlayan, onun aktif müdahalesini engelleyen, tepeden inmeci yöntemler genel olarak gerici yöntemlerdir.4 Ve Marksistler genel tarihsel planda ilerici bir anlam kazanan bu tür gelişmeleri politik olarak desteklemezler, aksine mahkûm ederler. Bunun klasik örneği Marx’ların kendi dönemlerinin Almanya’sında Bismarkçılığa karşı aldıkları tutumdur. Yine küçük üreticiliğe ve köylülüğe karşı tutum sorunu da aynı kapsama girer. Son tahlilde bu ekonomik varoluş biçimleri kapitalizm ve ötesi açısından gericidirler. Ama küçük üreticilerin zorla, anti-demokratik yollarla, bir çırpıda bıçakla kesercesine tasfiyesi gibi politikalar yanlıştır ve Marksistler buna karşıdırlar. Bu tasfiye bu kesimlerin ikna edildiği demokratik yöntemlerle ve asıl olarak ekonomik özendirme ve tedbirlerle zamana yayılarak gerçekleştirilmelidir. İkincisi, nesnel anlamda ilerici bir hedefle yapılmış ol-
marksist tutum
sa bile, gerici yöntemlerle gerçekleştirildiği için sonunda da gericiliğin güçlenmesiyle sonuçlanan uygulamalardır. Örneğin dini zayıflatmak adına izlenen saldırgan, hotzotçu ve aşağılayıcı politikalar, genellikle geniş emekçi kesimlerin dine daha çok sarılmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu bakımdan bir diğer önemli örnek grubu ulusal sorun alanındadır. Ekonomik gelişmeye ve yüksek emek verimliğine daha elverişli bir zemin sunması dolayısıyla büyük devlet birlikleri oluşturma adına, ezilen ulusları boyunduruk altında tutan politikalar birçok durumda görüldüğü gibi uzun vadede ters tepmektedir. Halkın iradesini dışlayan, onun aktif müdahalesini engelleyen, tepeden inmeci yöntemler genel olarak gerici yöntemlerdir. Ve Marksistler genel tarihsel planda ilerici bir anlam kazanan bu tür gelişmeleri politik olarak desteklemezler, aksine mahkûm ederler. Bunun klasik örneği Marx’ların kendi dönemlerinin Almanya’sında Bismarkçılığa karşı aldıkları tutumdur. Aynı şey kadınların örtünmesi sorununda da geçerlidir. Evet, kadınların örtünmesi esasen onlar üzerindeki erkek egemen baskının bir biçimidir. Ancak kadınların tesettürden kurtuluşunun, onların toplumsal yaşamdan, eğitim olanaklarından uzaklaştırılması yoluyla olamayacağı çok açıktır. Bıraktık olumlu yönde doğru politikaları izlemeyi, kapitalist toplumun doğal gelişimi içinde bile sönümlenme eğilimi gösteren örtünme, anti-demokratik ve özgürlük düşmanı yasaklamalarla normalde olabileceğinden daha yavaş sönümlenmekte, direnç artmaktadır. İlericilik adına gerici bir sonuç! Kaldı ki, örtünün kendisinden daha önemli olan, bu kadınların büyük kentlere gelmiş, işçileşmiş ve evden çıkarak toplumsal hayata karışmış olmalarıdır. Eğer Marksist isek, asıl toplumsal ilerlemenin örtünün çıkarılmasından ziyade burada olduğunu görmemiz gerekir. Zira temel olan budur. Maddi yaşam koşulları hızla değişmekte olan, modern yaşama hızla karışan bu kesimler, gözle görülür biçimde taşra muhafazakârlığından uzaklaşıyorlar. Okuyorlar, düşünüyorlar, hak mücadeleleri veriyorlar, fabrikalarda mücadeleye katılıyorlar ve bu arada kaçgöç türünden gerici adetlerle alâkalarını tümüyle kesiyorlar. Marksistlere düşen, başörtüsü gibi artık tümüyle sembolik bir kabuk haline gelmiş ayrıntılara takılmak değil, bu gerçek ilerici eğilimleri daha da güçlendirmektir. İşte bu noktalardaki yanlış tutumlar ve politikalar ne yazık ki, solu, doğal ve gerçek tabanı olması gereken bu kitlelere yabancılaştırmaktadır. İşte size ilericilik adına gerici bir sonuç daha! İlericilik sorununa Marksizmin yaklaşımını somutlamak için kadın sorunu alanından anlamlı bir örnek daha verilebilir. ABD’de kadınlara oy hakkını savunan süfrajet akım içinde uzunca bir dönem hâkim olan eğilim, bu hakkı elde etmek için verdiği mücadelede önemli ölçüde
11
Şubat 2010 • sayı: 59
marksist tutum
ırkçı ve işçi düşmanı gerekçeler kullanıyordu. Bu hareketin lideri olan Carie Chapman Catt, artan göçmen ve işçi sayısının bir tehdit oluşturduğundan hareketle, bu tehdidi bertaraf etmenin bir çaresi olarak “kenar mahallelerin ve yabancıların” oy hakkından mahrum edilmesi ve buna mukabil seçkin beyaz kadınlara oy hakkı verilmesi çağrısında bulunuyordu. Catt bir ömür boyu bu amaç için gayretkeşlikle mücadele etti. Şimdi biz burada kadın özgürleşmesini mi göreceğiz, ırkçılığı ve işçi düşmanlığını mı? Catt ve onun gibilerin temsil ettiği siyasi eğilim ilerici midir, gerici midir? Üçüncü bir durum ise hiç de ilerici olmayan birtakım düşünce ve politikaların yanlış biçimde ilerici olarak bellenmesidir. Örneğin ekonomide devletçilik, korumacılık gibi politikaların ilericilik olarak sayılması gibi. Son tahlilde kapitalizmin dünya ölçeğinde gelişiminin doğurduğu küçük-burjuva tepkiler bu sınıfa girer. Ulus devlete sarılma, küçük üretime sarılma, yerelliğe, yerli olana sarılma vb. Meselâ bu fasıldan olmak üzere, kapitalizmin piyasacılığına karşı genellikle devletçilik-korumacılık-planlamacılık söylemi öne çıkarılır ve bunda keramet varsayılır. Oysa Marksizmin gerçek görüşü bu değildir. Bu görüş ne yazık ki Marksizme yamanmış bir yakıştırmadır. Marksizmin gerçek konumu, kapitalizmin piyasası ve anarşisine karşı, ne olursa olsun devletçilik ve planlama değil, işçi sınıfının bütününü kucaklayan özörgütlülükleri üzerinde yükselen kendi iktidarı altındaki bir devlet mülkiyeti ve yine bu özörgütlülüklere dayanan demokratik planlamadır. Burjuva devletçiliği ve planlamacılığı ne işçi sınıfının savunacağı bir şeydir ne de genel anlamda ilericiliktir. Bu sosyalizm yağına bulanmış devlet kapitalizminden başka bir şey değildir. Aynı şey korumacılık için de geçerlidir. İşçi sınıfının kendi sovyetik organları biçiminde hayat bulmuş iktidarına (yarı-devlet) dayanmayan bir devletçiliği kendine bayrak edinenler bunun yapışık kardeşi olarak korumacılığı da şevkle savunurlar ve bunun ilerici bir tutum olduğunu zannederler. Oysa Marksizmin kurucularının tutumları tam tersidir. Marx ve Engels, kendi dönemlerinde İngiltere’de olsun, Fransa’da olsun, Almanya’da olsun, karşılaştıkları bu tür tüm durumlarda, kapitalist devlet mülkiyetini ve korumacı gümrük politikalarını ilerici olarak sunan burjuvaları ve sosyalistleri alaylı bir dille defalarca mahkûm etmişlerdir. Son olarak değinmek istediğimiz bir nokta şudur. Marksizmin tarihsel ilerlemeye bakışı diyalektik karakterdedir. Daha evvel belirttiğimiz gibi Marksizm tarihin kesintisiz yükselen bir çizgi biçiminde ilerlediğini asla savunmaz. Tarihte gerileme dönemlerinin, kopuşların, durgunluk dönemlerinin varlığını tespit ve analiz eder. Ayrıca ne yükseliş dönemlerini mutlak olarak ilerici ne de gerileme dönemlerini mutlak olarak gerici görür. Yükseliş dönemlerinde toplumsal yaşamın kimi yönlerinde gerici gelişmelerin olduğunu ve gerileme dönemlerinde de kimi ilerici ge-
12
lişmelerin olduğunu ihmal etmez. İşte tüm bu karmaşık ve çok yönlülüğü içinde tarihin büyük nehrinin genel olarak ileriye aktığını ortaya koyar. Marksizmi ayırt eden bu bakış zenginliğidir. Özellikle uzun gericilik dönemlerinde egemen karamsar ruh haline yenik düşen dimağların bu tür dönemlerde bile mevcut olan ilerici eğilimleri ve gelişmeleri görememesi ve bütün tarihe ilişkin olarak gelişme fikrinden kuşkuya kapılması mümkündür. Bunun içinde bulunduğumuz emperyalizm çağında çok örnekleri vardır. Yirminci yüzyılda yaşanan büyük toplumsal yıkımlar, gerici deneyimler ve nihayetinde yanlış biçimde umut bağlanan Stalinist rejimlerin çöküşü, özellikle sol entelijensiya içinde tarihsel ilerleme fikrinin gözden düşmesine yol açmıştır. Yukarıda anlatılanlar ışığında bunun bir yanılgı olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Yalnızca, bir hatırlatma olarak, post-modernizm denilen kof bulamacın gözde yavelerinden birinin bu düşünce olduğunu belirtelim. Toparlayacak olursak, Marksizmin ilericilik anlayışının sonuna kadar tutarlı özgürlükçü yönünü bir kez daha vurgulamak isteriz. Sözde ilerleme adına, tepeden inmeci, halk düşmanı yöntemlere asla prim verilemez. Burjuva demokrasisinin bile gerisinde kalan, Bonapartist, vesayetçi anlayışlara, sırf din karşıtı ve Amerika karşıtı bir söylem tutturuyorlar diye ilericilik payesini bol keseden dağıtamayız. Türkiye’deki kapıkulu sosyalizmi akımının bu tür manipülasyonlarına karşı net bir ideolojik-politik tutum gösterilmelidir. Kendine açıkça “orducu sosyalist” diyenlerin (Yalçın Küçük gibi) olduğu bir ülkede bunların sol saflarda itibar görmemesi gerekir. Bu da her şeyden önce proleter devrimci sınıf temelinde durmakla ve teorik netlikle mümkündür. Küçük-burjuva sosyalizminin tarihsel olarak çökmüş müflis anlayışlarıyla kesin bir hesaplaşma ise bunun ön şartını oluşturuyor.
__________________________ 1
Bkz. Levent Toprak, Dersim Katliamı ve Kemalizm, MT, Aralık 2009.
2
Bonapartizm ve Bismarkçılık hakkında daha geniş değerlendirme için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., 2004.
3
İşçilere şöyle diyordu Lassalle: “Devlet hiçbirimizin kendimiz için elde edemeyeceği şeyi hepimiz için elde edecek şeydir.” Bir Prusya mahkemesine hitaben de, “Tüm uygarlığın kirlenmemiş kadim ateşi” olarak gördüğünü söylediği büyük harfli “Devlet’i, o modern barbarlara [liberal burjuvaziye] karşı sizinle birlikte savunuyorum” diyordu.
4
Bu arada yeri gelmişken değinmek gerekir ki, bugün burjuva ideologlarının bu tür yöntemleri adlandırmak için Jakobenizm nitelemesini kullanmaları bir aldatmaca, bir saptırmacadır. Jakobenizm tepeden inmeciliği değil halk kitlelerine dayanan devrimci radikalizmi ifade eder. Burjuvazi, bundan ödü patladığı için, Jakobenizm kavramını bir çarpıtmayla mahkûm etmeye yönelmiştir.
Burjuva Devletlerin “Kozmik” “Koz mik” Sırları Kerem Dağlı
G
enelkurmay karargâhındaki “kozmik oda”da yürütülen arama faaliyeti geçtiğimiz günlerde sona erdi, ancak gelişmeler ve tartışmalar gündemi işgal etmeye devam ediyor. Burjuva kamplardan biri aramalara ilişkin Türkiye’deki bütün gizli karanlık işler aydınlığa çıkacakmış gibi büyük beklentiler yayarken, diğer kamp da “en gizli devlet sırları ortalığa saçılıyor”, “asker ve ordu yıpratılmaya çalışılıyor” diyerek canhıraş feryatlarla ortalığı ayağa kaldırmaya çalışıyor. Tüm bu gelişmelerin burjuvazinin iç hesaplaşma sürecinin bir parçası olduğu ve sadece iç politika alanıyla sınırlı olmadığı, uluslararası siyasal konjonktürle de göbekten bağlı olduğu, daha önce de çeşitli yazılarımızda ifade edilmişti. Bu tür iç kapışmalarda sola düşen görevin bir tarafın kuyruğuna takılmak veya bu kapıya çıkacak pozisyonlara düşmek olmadığını da vurgulamıştık. Askeri vesayet rejimine karşı liberal burjuvazinin giriştiği kapışma dolayısıyla düzenin kirli çamaşırlarının açığa çıkmasının (bazı kontrgerilla yapılanmalarının ve eylemlerinin, planlarının açığa çıkartılması, darbe planlarının teşhir edilmesi vb.) rahatsız olunacak değil, aksine olumlu karşılanması gereken bir şey olduğunu belirtmiştik. Bu temelde, sosyalistlerin görevinin bu tür yapılanmaların ve eylemlerin daha fazla teşhir edilmesi ve arka planda kalan asıl güçlerin açığa çıkartılması için basınç oluşturmak olduğunu dile getirdik. Dolayısıyla meselenin bu boyutunu bir yana bırakıp, bir başka yanını ele alalım. Burjuva medya konuyu tartışırken her zamanki gibi yine bir kavram kargaşası yaratmış, cevaplanması gereken
asıl soruları cevapsız bırakarak daha ikincil yönleri öne çıkarmış ve bir yandan da çok önemli bazı kavramların altını kendi ideolojisine uygun şekilde doldurarak propagandasını yapmıştır. Biz ise hem kavramları yerli yerine oturtmaya ve gerçek anlamlarını ortaya koymaya, hem de bu yolla üstü örtülmeye çalışılan gerçeklerin aslında ne kadar vahim meselelere işaret ettiğini anlatmaya çalışacağız.
“Kozmik oda” da ne ola? “Kozmik oda” meselesi, Aralık ayının sonlarına doğru Bülent Arınç’a yönelik suikast iddialarıyla gündeme girmişti. Burjuva medyada, konu hakkında bilgisi olmayanlar açısından hiçbir şey ifade etmeyen bu kavramın nereden türediği ve ne anlama geldiğiyle ilgili doğru dürüst hiçbir açıklama yer almadı. Halkın anlayabildiği tek şey, bu odada, adı gibi anlaşılmaz ve gizli devlet sırlarının bulunduğuydu. Ardından bu devlet sırlarının bir kısmının darbe planları olduğu ve birçok faili meçhul cinayetin yahut katliamın bilgilerini içerdiği konuşulmaya başlandı. Statükocu Kemalistler feveran halinde devletin böğrüne hançer saplandığını, devletin yatak odasına girildiğini ve en mahrem devlet sırlarının ortalığa saçıldığını haykırırken, kimi burjuva liberaller de derin devletin bütün sırlarının bu odada saklı olduğunu ve bunların ele geçmesiyle birlikte derin devletin sonunun geldiğini söylemeye başladılar. Gerçekte her iki burjuva kampın sözcülerinin söyledikleri de bilinçli bir abartmadır. Ne AKP’nin devlet sırla-
13
marksist tutum
rını ifşa etmek gibi bir niyeti vardır, ne de bir tek odaya girilmesiyle veya buradaki bilgilerin açıklanmasıyla “derin devlet” çökecektir. Aslında “kozmik oda” denilen yerler, orduda hemen her karargâhta bulunan, ya “gizli” sayılan belgelerin arşivlenmesi amacıyla ya da bazı özel durumlarda (örneğin karargâh saldırı altındayken vb.) kumanda merkezi olarak kullanılması düşünülen yerlerdir. Bu tür odaların varlığı TSK’ya mahsus bir uygulama olmayıp, neredeyse tüm devletlerin ordularında benzer odalar mevcuttur. Zaten “kozmik oda” kavramı da NATO’ya mahsus bir adlandırma olup, “kontrollü evrak bürosu” anlamında kullanılmaktadır ve “kozmik” kelimesi de askeri belgelerin sınıflandırılmasında en üst seviyeyi teşkil eden çok gizli belgeleri nitelemek içindir. Aramalara konu olan “kozmik oda”yı bu denli önemli kılan şey ise, Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesindeki Seferberlik Tetkik Kuruluna bağlı bir “kozmik oda” olmasıdır. Özel Kuvvetler Komutanlığı bildiğimiz Özel Harp Dairesidir, yani NATO’ya üye her ülkede varolduğu iyi bilinen ve adına Gladio denilen kontrgerilla örgütlenmesinin Türkiye’deki karşılığıdır. Seferberlik Tetkik Kurulu ise bu kontrgerilla örgütlenmesinin komuta merkezinin yasal adı ve aynı zamanda kılıfıdır. Dolayısıyla içinde soruşturma yapılan “kozmik oda”, Türkiye’de 1950’lerden beri kesintisiz olarak faaliyet gösteren kontrgerilla örgütlenmesinin arşivlerinden biridir. Ve bu bağlamda, orada bulunan bilgi ve belgelerin teşhir edilmesinin, kontrgerillanın on yıllardır işlediği kanlı cinayetlerin, katliamların, eylemlerin, darbelerin ve planlarının gerçek faillerinin halka gösterilmesi bakımından ciddi önemi vardır.
Devlet neden sır saklar? İşte tam da bu sebeple başta askerler olmak üzere tüm statükocu Kemalistler kuyruklarına basılmış kedi misali bağırıyorlar. Adına “derin devlet” ya da kontrgerilla denilen bu örgütlenmeler burjuva devlete içkin yapılardır, ondan bağımsız düşünülemez. Geçmişte yaşanan pek çok cinayetin ve katliamın sorumlusu burjuva devletin ta kendisidir. Bunu yasal veya yasal olmayan yollardan yapmış olması bir şeyi değiştirmez. Ve bu kontrgerilla örgütlenmeleri de bizzat orduya bağlı olarak çalışmışlardır, adına Seferberlik Tetkik Kurulu denilen komuta merkezinin genelkurmayın göbeğinde olması, bunun en birinci kanıtıdır. Bu merkezdeki sırların açığa çıkması, en başta bu statükocu Kemalist takımının deşifre olmasına yol açacaktır. Feryad-ı figan etmeleri bu yüzdendir. Önde gelen kimi asker-sivil bürokratların, bazı burjuva siyasetçilerin, akademisyenlerin, medya mensuplarının bu kontrgerilla operasyonlarında aktif veya pasif görev aldıkları burjuva basında da yazılıp çizilmiştir. Şimdi bunlar devlete içkin “derin” yapıların kanlı ellerini ve gerçek yüzlerini gizlemek için de, bu cinayet, katliam ve darbe belge-
14
Şubat 2010 • sayı: 59
lerinin “devlet sırrı” olduğunu söylemekte, bu yüzden de asla ortaya çıkmamasını istemektedirler. AKP hükümetinin bu gerçekleri tümden ifşa edeceği zaten beklenen bir şey değildir, ama bu sırların karşıt burjuva kampın eline geçmesi ve gerektiğinde koz olarak kullanılabilmesi ihtimali bile statükocu Kemalistlerin yüreğini hoplatmaya yetmektedir. AKP, eline geçirdiği kozlardan kendisine ucu dokunmayacak olanlarını ifşa etme tehdidini kullanmakla yetinmektedir. Liberaller ise, devlet sırrı kavramının hukuki bir düzenlemeye tâbi olması gerektiğini, yani isteyen generalin istediğini devlet sırrı ilan etmesinin önüne geçilmesini savunmakla yetinmektedirler. Burjuva kesimlerin hepsinin ortaklaştığı husus, devlet sırrı diye bir mefhumun olması gerektiğidir. Ancak tam da bu noktada, bir yandan hükümet, bir yandan yandaşı medya, devlet sırlarının açıklanmayacağı üzerine garanti üstüne garanti verirken, bizler şu soruyu sormalıyız: devlet neden sır saklar? Bu soru, liberalinden statükocusuna tüm burjuva ideologlarının etrafından dolaştığı sorudur. AKP, eline geçirdiği kozlardan kendisine ucu dokunmayacak olanlarını ifşa etme tehdidini kullanmakla yetinmektedir. Yani olsa olsa bazı gerçekler, o da kısmen ortaya konabilir. Liberaller ise, devlet sırrı kavramının hukuki bir düzenlemeye tâbi olması gerektiğini, yani isteyen generalin istediğini devlet sırrı ilan etmesinin önüne geçilmesini savunmakla yetinmektedirler. Burjuva kesimlerin hepsinin ortaklaştığı husus, devlet sırrı diye bir mefhumun olması gerektiğidir. O halde sorumuzu tekrar soralım ve biraz da genişletelim: devlet neden ve kimden sır saklar? Bunun nedenini anlayabilmek için, şu veya bu şekilde açığa çıkartılmış yahut bizzat devletlerin kendileri tarafından açıklanmış devlet sırlarına bir göz atmak yeterli olacaktır. Örneğin ABD’de, 50 yıllık aralıklarla bu sırlar açıklandığında ortaya çıkmıştır ki, bu emperyalist devlet toplu katliamlardan planlı cinayetlere ve suikastlara, çeşitli ülkelerde darbe tezgâhlamaktan savaş çıkartmaya kadar yüzlerce insanlık suçu işlemiştir. Ve bu gerçekler on yıllar boyu insanlardan devlet sırrı denilerek gizlenmiş, devletin gerçek yüzünün görülmesi engellenmiştir. Bu sırların açıklanmasının asıl sebebi Amerikalıların ifadesiyle “kalın bağırsakları temizlemek” ve böylelikle devletin demokrasi makyajını tazelemektir. TC devleti de bu açılardan en sabıkalı devletlerden birisidir. Üstelik Türkiye’de devlet sırları, ABD’deki gibi zaman aşımına uğradıktan sonra bile açıklanmamaktadır. Bildiklerimiz, çeşitli şekillerde açığa çıkartılanlarla ve artık üstü örtülemez hale gelenlerle sınırlıdır. Ergenekon davası süresince ortalığa saçılan devletin kirli çamaşırları, fikir vermek açısından önemli örneklerdir. Bunların büyük bir
sayı: 59 • Şubat 2010
kısmı sol cenahta zaten bilinen ve yıllardır söylenen şeyler olsa da, geniş halk kitleleri nezdinde de aşikâr hale gelmesi önemlidir. Sondan geriye doğru gidecek olursak, Kürt hareketine karşı devletin yürüttüğü haksız savaşta işlenen nice cinayetin ve katliamın sorumlusunun bizzat devlete içkin “derin” yapıların olduğu ve bu eylemlerin, sonrasında nasıl da Kürtlerin üzerine atılmış olduğu hatırlanabilir. Yine son dönemde tartışma konusu olan Dersim katliamında devletin işlediği suçlar, ki belgeleri halen devlet sırrı olarak saklanmaktadır, ortadadır. Buna, henüz medyanın gündemine gelmediği için tartışma konusu olmayan Kürt ayaklanmalarına yönelik diğer katliamlar da eklenmelidir. Sayısı binleri bulan ve aralarında birçok ünlü ismin bulunduğu “faili meçhul” cinayetleri de bizzat kontrgerilla güçlerinin işlediği artık herkes tarafından bilinmektedir. Ama bu bilgiler de devlet sırrı olarak saklanmaktadır. Kontrgerilla tetikçilerinden Ağca’nın yakın zaman önce salıverilmesiyle bu konular da epeyce gündeme gelmiştir. Benzer şekilde ordu içindeki cuntalarca planlanan darbeler de halen devlet sırrı denilerek korunmaktadır. Ardı ardına duyduğumuz Ayışığı, Sarıkız, Kafes, Balyoz vs. sadece birkaçıdır. Darbe planlarında yer alan ve darbeye “meşru” zemin sağlamak için yapılması hedeflenen eylemler öylesine ciddi boyutlardadır ki, içlerinde bir başka ülkeyle savaş çıkartmaktan cami bombalamaya kadar birçok plan yer almaktadır. Ve kuşkusuz bunlar gibi niceleri de devlet sırrı olarak gizli arşivlerde saklanmaktadırlar. En önemlisi ve es geçileni de, bu ülkede “üç buçuk” askeri darbenin yaşandığı ve bu darbe süreçlerinde, şimdiki planlarda yer alanlardan çok daha fazlasının hayata geçirildiğidir. 12 Eylül 1980 darbesine giden süreç göz önüne alınırsa, 1 Mayıs 1977 katliamı ile tırmandırılan sürecin Maraş ve Çorum katliamlarıyla devam ettiği, her gün onlarca insanın kontrgerilla güçlerince öldürüldüğü ve nihayetinde bilinçsiz halkın nasıl olup da darbe çağrıcısı haline düşürüldüğü hatırlanacaktır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ve sadece ABD’yle yahut Türkiye ile sınırlı olduğunu da zannetmemek gerekir. Demokratik olanından faşist olanına kadar tüm burjuva devletlerin sırları vardır ve burjuva devlet devam ettiği sürece de olacaktır. Kapitalist devletler arasında bu açıdan bir ayrım yapmak mümkün değildir. En “şeffaf ” olduğunu iddia edenlerin bile yediği herzeleri anlatmaya sayfalar yetmeyecektir. Burjuva devlet, burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki tahakkümünü sürdürmesinin bir aracı olduğuna ve bu devletin sadece “hukuki ve demokratik yollardan” bu tahakkümü sürdürmesi mümkün olmadığına göre, burjuvazi hukuk ve demokrasi dışı yol ve yöntemlere her zaman ihtiyaç duyacaktır. Bu bağlamda, AKP veya
marksist tutum
bir başka burjuva hükümetin devlet sırlarını tümden açıklamasını yahut devlet içindeki bu tür yasadışı örgütlenmeleri toptan temizlemesini beklemek bir ham hayaldir. Öte yandan devlet sırları sadece yasadışı örgütlenmelerin yaptıklarıyla sınırlı değildir. Hangimiz devletler arasındaki anlaşmaların, açıklananlardan öte detaylarını biliyoruz? Orduların veya istihbarat örgütlerinin birbirleriyle kurdukları ilişkileri ve muhtevalarını biliyor muyuz? Devletlerin “ulusal çıkar veya güvenlik” adı altında gizledikleri ve halka en ufak bir biçimde bile danışmadan yaptıkları savaş planlarından haberdar mıyız? Tabii ki değiliz. Bunların neden gizlendiğini sorduğumuzda alacağımız cevap bellidir: başka devletlerin ve ulusal çıkarlarımıza zarar verebilecek kişi ya da kuruluşların öğrenmesinin engellenmesi. Oysa “ulusal çıkar ya da güvenlik” denilen şeyler her zaman için egemen sınıfların çıkarları ve bu çıkarların güvenliğidir. Ve çoğu zaman da egemen sınıf bizzat kendi halkının çıkarlarına aykırı olduğu için gerçekleri gizleme ihtiyacı hisseder. Örneğin Dersim katliamına yahut 1 Mayıs 1977 katliamına ait bilgilerin saklanmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Emperyalist güçlerle kurulmuş ilişkilerin halktan saklanması, bu ilişkilerin ne derece kirli ilişkiler olduğunun bir göstergesi değil midir? Devlet sırlarının bir bölümü de başka ülkelerin işçi ve emekçilerine yönelik kötü emelleri ve planları içermektedir. Örneğin, TC’nin de başta komşuları olmak üzere başka ülkelere yönelik tertipler, gizli operasyonlar, iç savaş kışkırtıcılığı, darbe planları ve hatta bu doğrultudaki girişimleri son dönemlerde çok sık tartışma konusu olmuştur. Azerbaycan, Kıbrıs, Irak, Çeçenistan gibi ülkelere yönelik kirli faaliyetler bunun en bilinen örnekleridir. Dolayısıyla devlet sırrı denilen şeylerin tamamı egemen sınıfların çıkarları gereği halktan gizlenen ve halkın zararına olan şeylerdir. İşçi ve emekçi halktan özenle saklanmaları da bu yüzdendir.
Devletin “kozmik” sırları açığa çıkarsa ne olur? Türkiye’de kapalı kapılar ardında saklanan “devlet sırları” bir şekilde ortaya çıkarılırsa göreceğiz ki, burjuva devlet, egemen sınıfın çıkarları için her şeyi yapabilen, eli kanlı, kıyıcı, ceberut, adaletsiz, kendi koyduğu kuralları bile hiçe sayan, son derece zalim bir baskı aygıtından başka bir şey değildir. Tıpkı diğer burjuva devletler gibi, o da, varlığını ve yaptıklarını halkın gözünde meşru kılabilmek için her yola başvurmuş, tarihini yalanlar ve sırlar üzerine kurmuştur. Halktan gizlenen bu arşivler bir kez açıldığında, Ermeni katliamının, 6-7 Eylül olaylarının nasıl her şeyiyle devlet mekanizmaları tara-
15
marksist tutum
12 Eylül askeri darbesiyle kurulan faşizm döneminde, bütün bir işçi-emekçi halk, en başta da devrimciler olmak üzere, ağır bir silindirin altında ezilmiştir. Aynı terör ve baskılar, ’80 sonrasında da Kürt hareketine yönelmiştir.
fından planlandığını tüm kanıtlarıyla göreceğiz. İç düşman olarak görülen Kürt halkına, işçi önderlerine, devrimcilere yönelik nice katliamın burjuva devlet tarafından tezgâhlandığı da yine belgeleriyle ortaya çıkacaktır. 50’li yıllarda, bizzat CIA yardımıyla kontrgerilla örgütlenmeleri hayata geçirilmiştir. Ordunun bazı “güzide” subayları Amerikalarda kontrgerilla eğitimlerine gönderilerek Soğuk Savaş çerçevesinde solculara karşı nasıl çeşitli açılardan sistematik mücadele örgütleyeceklerini öğrenmişlerdir. Bu “güzide” subaylar arasında MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş gibi aleni faşistlerin yanı sıra, solcu olarak bilinen ve 70’li yıllarda Halkevlerinin genel başkanlığını yapmış olan Ahmet Yıldız gibiler de vardı. Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında kontrgerilla merkezleri kurulmuş, CIA’nın eğitiminden geçmiş bu generaller ve subaylarla 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleştirilmiştir. Sonraki dönemde faşist terör bizzat devlet eliyle örgütlenerek güçlendirilmiştir. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurulan faşizm döneminde, bütün bir işçi-emekçi halk, en başta da devrimciler olmak üzere, ağır bir silindirin altında ezilmiştir. Aynı terör ve baskılar, ’80 sonrasında da Kürt hareketine yönelmiştir. Köy yakmalar, köy basmalar ve boşaltmalar, “faili meçhul” cinayetler, insanları asit kuyularına atmalar, işkenceler vs. bilinçli ve sistemli biçimde yapılmıştır. Devlet sırları bir kez ortaya çıktığında, sol tarafından yıllardır ifade edilen bu gerçeklerin hepsi de belgelerle ve detaylarıyla ortaya konabilecektir. Benzer şekilde, “yurtta sulh cihanda sulh” gibi tumturaklı sözlerin arkasına gizlenen dış politika alanında da Türkiye’nin hiç masum olmadığı, halk kitleleri nezdinde anlaşılacaktır. Sömürgeci ve despotik Osmanlı’nın mirasçısı olan TC’nin de bal gibi emperyal emeller beslediği, bu yüzden dört bir yanındaki komşularını sürekli dış düşmanlar olarak nitelendirdiği, bugün ulaşmış olduğu alt-
16
Şubat 2010 • sayı: 59
emperyalist konumda bu emellerini hayata geçirmek için nasıl da “barış elçisi” pozlarına büründüğü ve aslında kuzu postuna bürünen bir kurttan farkının olmadığı herkesin gözünde açık bir hal alacaktır. Kısacası devlet sırları bir kez açığa çıktığında, işçi ve emekçi halk anlayacaktır ki, bu devlet sadece burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir aygıttır. Kendi devleti değildir. O durumda da burjuvazi artık gerçek yüzünü gizleyemez hale gelecek ve yıkılıp atılması kaçınılmaz bir hal alacaktır. Bu yüzden işçi sınıfı kozmik odalardaki devlet sırlarının teşhir edilmesi ve her tür kontrgerilla örgütlenmesinin dağıtılması için mücadele etmek zorundadır. Burjuva devlete öldürücü darbeleri vurabilecek ve onun her türlü sırrını açığa çıkartabilecek güce sadece işçi sınıfının sahip olduğunu tarih de göstermektedir. Bunun en güzel örneği Ekim Devriminin ardından, işçi iktidarının tüm devlet sırlarını halka açıklamasıyla yaşanmıştır. İşçi iktidarı, devrimin hemen ertesinde gizli arşivleri açarak ve Rus Çarlığının dâhil olduğu bütün gizli anlaşmaları gazetelerde yayınlayarak halka açıklamıştı. Böylece I. Dünya Savaşının öncesinden başlayarak emperyalistlerin dünyayı (ve bu arada “hasta adam” olarak niteledikleri Osmanlı’yı) paylaşmak yolunda nasıl planlar yaptığı ayan beyan ortaya çıkmış oldu. Tüm kapitalist devletler, elçiler, politikacılar şok oldular. Çünkü bir anda hepsinin kirli çamaşırları ortalığa dökülmüş oluyordu. Ardından Çarlığın gizli polis örgütü Ohrana’nın arşivleri açıldı ve hem devrimcilere hem de işçilerin mücadelesine yönelik pek çok eylem açığa çıkartıldı. Bunlar arasında polis güdümündeki sendikaların nasıl kurulduğu, işçi ve devrimci örgütlere nasıl ajanlar sokulduğu, suikastların ve cinayetlerin nasıl tertiplendiği, Yahudilere yönelik pogromların nasıl kışkırtıldığı, kitlesel işçi eylemlerinin nasıl provoke edilmeye çalışıldığı gibi örneklerin yer aldığı binlerce sayfalık dokümanlar vardı. Bu iş burjuva medyadaki yazar-çizer takımına, stratejistlere, akademisyenlere, liberallere, yani burjuva ideologlara yahut burjuva politikacılara bırakılırsa, havanda çok su dövülecek ve fakat sonuçta hiçbir ciddi ilerleme sağlanamayacaktır. Ne AKP ve benzeri burjuva hükümetler ne de liberaller, bu işi nihayetine erdirebilirler. Onlar darbe ve muhtıralar devrinin kapandığından dem vurmakta, kontrgerillanın kökünün kazındığından bahsetmekte ve devlet sırlarının hukuksal düzenlemelere tâbi tutularak azaltılmasını yeterli görmektedirler. Oysa burjuvazinin iç kapışmasının uzun bir süreç olduğu muhakkaktır. Ve bu süreçte sona gelinene kadar, taraflar birbirlerine karşı daha çok hamleler yapacak, kozmik odadan çıkan darbe planları gibi kozlar da kullanılıp bir kenara kaldırılacaktır. İşçi sınıfı, bu tür meselelerde, burjuva kampların kuyruğuna takılmadan, kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda taleplerini ortaya koyabilmeli ve savunabilmelidir. Aksi takdirde, burjuvazinin kirli ve kanlı oyunlarının aleti olmaktan kurtulamaz.
Linç Kampanyalarının İçyüzü Selim Fuat
H
ükümetin başlattığı “açılım projesini” kendi çıkarlarına ters bulan statükocu devletçi güçler, süreci engelleyebilmek için gerilimi tırmandırmanın bir yolu olarak linç girişimleri tezgâhlıyorlar. 22 Kasım 2009’da İzmir’de DTP konvoyuna yönelik saldırıda 20’ye yakın kişi yaralandı. 26 Kasımda Çanakkale Bayramiç’te 2 bin 500 kişi topluca Kürtlere saldırdı ve sonrasında da ilçeyi terk etmelerini istedi. 13 Aralıkta İstanbul’da basın açıklamasından dönen bir grup DTP’liye Dolapdere’de silahlı saldırıda bulunuldu. 27 Aralıkta, Trakya Üniversitesi’nde okuyan arkadaşlarının tutuklanmasını protesto için basın açıklaması yapan devrimci gençler, “Kahrolsun PKK!” sloganlarıyla toplanan yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi. 3 Ocakta Erzincan’da Edirne’deki gelişmeleri protesto için basın açıklaması yapan üniversiteliler ülkücüler tarafından tartaklandı ve nihayet 6 Ocakta Manisa Selendi’de Romanların evleri taşlandı, araçları yakıldı. Birkaç ay içerisinde ardı ardına gerçekleşen bu olaylar, statükocu güçlerin linç atmosferinin yaygınlaşması için çabalarını yoğunlaştırdığını açıkça gösteriyor. Şüphesiz bu türden olaylar Türkiye açısından yeni olmadığı gibi, TC devletinin de sicili bellidir. “Sabrı taşan vatandaş”ların öfkesini kusması ve devlet yetkililerinin anlayışlı bir tavırla bu “tepki”leri sahiplenmesi ve saldırganları himaye etmesi durumu, sermaye düzeni tarafından uzun yıllar boyunca ihtiyaç hissedildiğinde sistemli biçimde kullanılmış bir mekanizma. Bu durum linç uygulamalarının altında yatan nedenleri, egemen sınıfın hangi ihtiyaçlarını karşıladığını ve şovenizmle zehirlenen ve kışkırtılan güruhların nelere hizmet edebileceğini ortaya koymayı gerektiriyor.
Dünyada ve Türkiye’de linç Sözlükler, suçlu olduğu düşünülen kişinin yargılanmaksızın, yani suçunun sabitliği belli olmaksızın, adaleti
tesis ettiğine inanan bir grup insan tarafından öldürülmesi olarak tanımlıyor linçi. Bu tanıma uygun tipik linçler yaygın olarak Amerikan iç savaşında ve hemen sonrasında siyahlara karşı uygulanıyordu. Adını da bu yıllarda kalabalıklarca yapılan sokak infazlarına öncülük eden ve Kongrede bunu yasalaştıran Albay Charles Lynch’ten aldı zaten. Amerikalı yerlilerin, siyahların sokak ortasında işkenceyle yakılarak, asılarak katledilmelerinin dayanağı olan bu yasa 1960’lara kadar yürürlükte kaldı ve on binlerce insan bu yıllarda linç edilerek feci şekillerde öldürüldü. Başlangıçta siyahları ve Amerikan yerlilerini hedef alan linçler zamanla özellikle sosyalistleri, sendikacıları ve ırkçılığa karşı mücadele edenleri de kapsayacak biçimde genişledi. 1924 yılında bir Fransız dergisinde Amerika’daki linçlere ilişkin şu bilgiler yer alıyordu: “1889-1919 arasında, aralarında 51’i kadın 2600 siyah linç edildi. Linç edilenlere yöneltilen suçlamaların bazısı ise şöyledir: Biri için devrimci yayın dağıtmak; biri için linçe karşı görüşlerini sıkça dillendirmek; biri için de siyahların davasının önderi olmak vardı. Ayrıca bu 30 yılda, 11’i kadın olmak üzere 708 beyaz da linç edildi. Bazıları grev düzenledikleri için, bazıları da siyahların davasını savunduklarından.” ABD’deki bu linç eylemlerini binlerce sivil insan bir araya gelerek, deyim yerindeyse bir “sivil toplum eylemi” olarak gerçekleştiriyordu ve oluşan görüntüler inanılmazdı. Tertipçileri yasalar ve devlet görevlileri tarafından himaye edilen linçler sırasında ortaya çıkan bu korkunç durum Haluk Gerger’in, Kan Tadı adlı kitabında şöyle resmedilir: “Kurban, genellikle önce dövülüyor, yerlerde sürükleniyor, korkunç tezahüratlar arasında kırbaçlanıyordu. Çoğu kez, işkence korkunç boyutlara varıyor, kurban yakılıyor, vücudu parçalanıyor, el ve ayakları koparılıyordu. Sonunda da kurban, ya üzerine asfalt tozu dökülerek yakılıyor ya da bir ağaca asılıyordu, burada paramparça ediliyordu. Bu arada, insanlar havaya ve cesede ateş ederek kutlamaya katılıyor, genç kızlar, çocuklar eğlenceli bir biçimde linçi izliyor, cici elbiseleriyle neşe içinde koşturu-
17
marksist tutum
yorlardı. ‘Seyirlik eğlence’ye on binlerce kişinin katıldığı oluyordu. Bazen kurbanlar canlı canlı yakılmadan, anı ya da satılacak hediyelik eşya olarak el ve ayak parmakları gibi parçalar vücuttan koparılıyordu. Olay, bir açık hava eğlencesi, bir şenlik gibi düzenleniyordu.” Türkiye’de şimdiye kadar gerçekleşen linç olayları, bu tarzda, yani sivil kişilerin, sivil toplulukların büyük ölçüde “kendiliğinden” bir araya gelmesiyle olmamıştır. Türkiye’de ve elbette onun öncesinde Osmanlı’da olan linç benzeri olaylar ABD’de olduğu gibi sivil toplum kaynaklı değil, genel siyasi gelişmelere uygun biçimde, “devlet meselesi” olarak ortaya çıkmış ve genelde devletin açık ya da gizli örgütlerinin yönetiminde gerçekleşmiştir. Fiziksel şiddet gerektiğinde devlet onu kendi güvenlik aygıtıyla uygulamış ya da göz yumduğu, desteklediği bazı örgütlere yaptırmıştır. 1915’te İttihat Terakki hükümetinin gerçekleştirdiği Ermeni kırımından, 1934’teki “Trakya olayları” olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılara, 1930’larda Kürtlere uygulanan iskân politikalarından 6-7 Eylül olaylarına kadar pek çok “operasyon”, Maraş, Çorum ve Sivas katliamları bunların ilk akla gelen örnekleridir. Bununla birlikte devletin böylesi olayları, pogromları, linçleri, katliamları gerçekleştirebilmesi için bunlara katılacak ya da destekleyecek toplumsal kesimleri de psikolojik olarak hazırlaması, onlarda gerekli tepkilerin oluşturulması gerekir. Yani kışkırtılmaya müsait bir “bilinçsizlik” hali de var olmalıdır. İdeolojik bombardıman ve ırkçışoven burjuva eğitimi yoluyla yıllar içerisinde bu birikim yaratılır. Sokakta yakalanan kapkaççıların ya da tecavüzcülerin linç girişimlerine maruz kalması ve bu durumu hoş gören, destekleyen tutumlar, polisin evlerde kuşatılmış, kaçmaları mümkün olmayan devrimcileri yargısız infaz etmesi, DEP milletvekillerinin yaka paça meclisten alınıp tutuklanması, merkez burjuva medyada sürekli tekrarlanan “vatan hainleri” söylemi gibi durumlar bu hazırlığın parçasıdır. Psikolojik hazırlığın üzerinde yükseldiği nesnellik de Selendi’de Romanların evleri taşlandı, araçları yakıldı. Tekbir getiren binlerce kişi, 74 Romanın üzerine yürüdü. Romanlar tehcir edildi ve Gördes’teki akrabalarının yanına taşınmaya zorlandı.
18
Şubat 2010 • sayı: 59
elbette önemlidir. Özellikle ABD’de yapılan sosyal psikoloji araştırmalarında ekonomik çöküş dönemlerinde linçlerin, linç girişimlerinin arttığı tespit edilmiştir. Ekonomik sorunlar linç tarzı toplumsal şiddet eylemlerine zemin yaratır, ancak bu eylemlerin gerçekleşmesi için mutlaka politik bir kışkırtma da gerekir. Yani mevcut koşullarından hoşnutsuz kitlelerin zihinlerinin burjuvazi eliyle bulandırılması, çarpıtmalar yapılarak sorunların kaynağı olarak burjuvaların hedef gösterdiklerinin algılanması da lazımdır. Tehdit algısının yükseldiği, dolayısıyla toplumun hezeyanlı bir konuma doğru sürüklendiği bir ortamda saldırganlık potansiyeli de yükselir. Osmanlı devletinin hızlı küçülme ve dağılma döneminden beri Türkiye’nin egemen sınıfının politik kültüründe tehdit algısı ve buna bağlı yok olma kaygısı yani onların deyimiyle “devletin bekası sorunu”nun derin izleri olmuştur. Bu yüzden Türkiye devleti her zaman iç ve dış düşmanlara karşı “millet”i teyakkuz halinde tutmaya özen göstermiştir. Yaratılan bu psikoloji sayesinde Türkiye’deki egemen düzen milliyetçi bir otoriterlik eşliğinde ve sık sık şiddete başvurularak korunmuş, ideolojik baskı ve ayrımcılıklar, baskıcı sert yasalar ve ağır cezalar bu durumun bir parçası olarak her zaman söz konusu olmuştur. Bugün Türkiye’de birbirleriyle kıyasıya mücadele eden egemen sınıf içerisindeki kesimlerden statükocu burjuvalar, mevcut düzenin bugüne kadar geldiği gibi gitmeme ihtimalinin artmasını kendileri için bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu tehdidi bertaraf edebilmek için de ellerindeki tüm mekanizmaları kullanmaya çalışmaktadır. Yaşanan kontrollü linç girişimleri ile milliyetçi devletçi ideoloji sokaktaki vatandaş tarafından sahipleniliyor görüntüsü diri tutulmaya çalışılmaktadır. Çok açık ki, iş, gerekli görüldüğü anda Türk-Kürt çatışması temelinde bir iç savaş kışkırtmanın planlanmasına kadar vardırılmıştır. Yaşananlar bunun provaları, nabız ölçümleridir. Çingenelerse, toplumun en zayıf, en örgütsüz kesimleri olarak, bu nabız ölçmede yem diye kullanılmaya en müsait kesimlerdir.
İzmir, Bayramiç, Dolapdere, Edirne, Selendi… Sonra? Evet, yeni linç dalgası 22 Kasımda İzmir’de DTP konvoyunun taşlanması ile başladı. Bayramiç’te Kürtlerin ilçeyi terk etmesini isteyenlerin saldırılarıyla devam ettirildi. Dolapdere’de yine DTP’lilere saldırılması hatta üzerlerine silahların doğrultulmasıyla bambaşka bir boyut kazandı. Dolapdere’deki olayın ardından silah doğrultan lümpenlerden birinin, kendilerine iyi giyimli, jiple gelen birinin 500 TL ve silah vermesiyle bu işi yaptığını söylemesi, bu işlerin arkasında kimlerin olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyordu. Bu kişi bir kez daha
sayı: 59 • Şubat 2010
marksist tutum
de gürültüler gelmeye başladı.” MHP’li Belediye Başkanının olayları ateşlediğine dair kanaat ve olaylar sırasında ilçe dışından gelen yaklaşık 100 kişilik MHP’li grubun yönlendirmesi Romanların dikkat çektikleri konulardı.
Linç girişimlerine karşı işçileri bilinçlendir, örgütle!
Dolapdere’de DTP’lilere saldıran ve silah doğrultan lümpenlerden birinin, kendilerine iyi giyimli, jiple gelen birinin 500 TL ve silah vermesiyle bu işi yaptığını söylemesi, bu işlerin arkasında kimlerin olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyordu.
gözaltına alındı, ama ne hikmetse yine serbest bırakıldı ve hakkında dava açılıp açılmadığına dair bile bir haber çıkmadı. Edirne’de ise gözaltına alınan gençlik derneği üyelerini desteklemek için bu şehre gelenleri “PKK Edirne’yi basacak” kışkırtmasıyla linç girişimine maruz bırakanların çeşitli illerden Edirne’ye gelen istihbaratçılar olduğu ortaya çıktı. Şüphe üzerine yapılan kimlik kontrollerinde emekli astsubay ve istihbarat elemanı oldukları tespit edilen bu kişiler linç girişimlerini provoke edenlerdi. Saydığımız bu linç girişimlerinin bütününde Kürt düşmanlığı temelinde bir kışkırtma söz konusuydu. Ancak Selendi’de hedef Romanlardı. Romanların evleri taşlandı, araçları yakıldı. Tekbir getiren binlerce kişi, yaklaşık 25 hanede oturan 74 Romanın üzerine yürüdü. Romanlar tehcir edildi ve Gördes’teki akrabalarının yanına taşınmaya zorlandı. Linç girişimine maruz kalanlardan Burhan Uçkun durumu şöyle anlatıyordu: “Olay sigara içme kavgası değildi. Ben kahveye gittim ve çay içmek istedim. ‘Çingenelere çay vermem’ cevabı alınca tartışma çıktı ve beni dövdüler. Önce hastaneye ardından da karakola götürüldüm. Babam da karakola geldi. Orada beni dövenleri görünce; rahatsızlığı da vardı, sinirlendi ve vefat etti. O gece beni karakolda tuttular ve sabah bıraktılar. Babamı defnettik. Dün benim eşim, amcamın ve halamın kızı ev gezmesine giderlerken, ‘Hastanelik yaptık utanmadan geziyorlar’ sataşmalarına maruz kaldılar. Tartışma yaşanmış. Bize haber verildi ve olay yerine giderek ailelerimizi eve getirdik. Saat 02.00 civarı Selendi Belediye Başkanı anons yaparak, halkı belediye önüne çağırdı. Akşam saatlerinde
Bütün bu linç girişimlerinin kimler tarafından planlanıp yaşama geçirildiğinin üzerinde durmak önemlidir. Birbirini takip eden ve bundan sonra da benzerlerinin hayata geçirileceğinin beklenmesi gereken bu linç vakaları, köşeye sıkışan burjuva kesimlerin denetimi kaybetmemek için giriştikleri statükocu “açılımların” bir parçasıdır. Milliyetçilikle zehirledikleri, budalalaştırdıkları kesimleri, güçlerini sağlamlaştırmak için öne sürmektedirler ve böylelikle iktidarlarını kaybetmemek için neleri göze alabildiklerinin de mesajını vermektedirler. Özellikle Kürt sorunu konusunda atılacak adımlar karşısında nasıl duracaklarını göstermektedirler. 1850’lerden 1960’lara kadar olan dönemdeki ABD ve yine sadece bu yıl 219 kişinin linç saldırısına uğradığı ve 45 kişinin bu saldırılarda öldüğü Guatemala örnekleri gösteriyor ki, iç savaş yaşamış ülkelerde linç yaygın bir durum. 26 yıldır aktif biçimde süren bir savaşın içindeki Türkiye toplumu da bu hastalıklı duruma ruhen yatkın hale gelmiştir. Bu yatkınlık da burjuvaların yeri geldiğinde kullanacakları bir potansiyel anlamına gelmektedir. Son günlerde ortaya çıkan “Balyoz Harekât Planı” vesilesiyle bir kez daha gördük ki, burjuvazi kendisi için öngördüğü tehlikeler karşısında pervasız eylemleri de içeren hazırlıklar yapmakta ve bunları geçmişte defalarca gördüğümüz gibi çekinmeden hayata geçirmektedir. “Harp oyunları”nda, “plan tatbikatları”nda emekçileri birbirine düşürecek, halkları birbirine düşman edecek planlar tezgâhlamaktadır. Söz konusu linç girişimleri Türk emekçileri Kürt halkına ve gerektiğinde sosyalistlere karşı kışkırtmak için yapılmış denemelerdir. Selendi’de örgütsüz ve toplumsal güçleri sınırlı Romanlardan 74’ünün tehcir edilebilmesi, Edirne’de “PKK’lılar burayı basacak” yaygarasıyla binlerin harekete geçirilebilmesi ve benzerlerinin başka yerlerde yapılması bunun örnekleridir. Bu türden linç girişimlerine karşı açık tutumlar almak, başta sendikalar olmak üzere tüm işçi sınıfı örgütlerinin görevi olmalıdır. Linç olaylarının birkaç başıbozuğun işi olmadığı, arkasında örgütlü düzen güçlerinin olduğu her durumda teşhir edilmeli, işçilerin bu durumları kanıksamalarına müsaade edilmemelidir. İşçi sınıfını uyuşturan ve ipleri burjuvaziye teslim etmesine yol açan şovenizm zehrine ve burjuvazinin bu zehrin dozunu giderek arttırma girişimlerine karşı mücadeleyi bıkmadan sürdürmek gereklidir. Linç dalgalarına karşı işçi sınıfı öncülerine düşen görev, sınıfın uluslararası birliğini ve halkların kardeşliğini temel alan dalgakıranları bir an önce inşa etmektir.
19
Yemen: Emperyalist Savaşın Yeni Hedefi İlkay Meriç
A
nadolu topraklarında, çöllere gömülen askerlere yakılan ağıtlarla anılan Yemen, bugünlerde ABDİngiltere öncülüğündeki emperyalist cephe tarafından, El Kaide’nin orada üslendiği bahanesiyle topun ağzına yerleştiriliyor. Nijerya uyruklu bir gencin1 Noel günü Amsterdam’dan havalanan bir Amerikan yolcu uçağına intihar saldırısı girişiminde bulunduğunu ve bu gencin Yemen’deki bir El Kaide hücresiyle ilişkisi olduğunu sansasyonel biçimde tüm dünyaya duyuran ABD, bu iddiaya El Kaide’nin Yemen’de üslendiğinin ve büyük bir tehdit oluşturduğunun kanıtı olarak sarıldı. Olaydan birkaç gün sonra ABD ve İngiltere, Yemen’deki büyükelçiliklerini kapatırken, Yemen Dışişleri Bakanı, ülkesinde üslenen El Kaide militanlarıyla mücadele edebilmek için “uluslararası toplumun” istihbarat, silah ve güvenlik alanında kendilerine daha fazla destek vermesini istediklerini açıkladı. Amerika’nın bu talebe yanıtı gecikmeyecek ve Yemen’e giden Amerikan Merkez Kuvvetleri Komutanı General David Petraeus, “terörizmle mücadele” için Yemen hükümetine yapılan mali yardımların iki katına çıkarılacağını duyuracaktı. İngiltere Başbakanı Gordon Brown ise 28 Ocakta Londra’da yapılacak olan Afganistan konulu toplantıda Yemen sorununun da tartışılması çağrısında bulundu. Arap Yarımadasının güneybatı ucundaki Yemen, Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı ve petrol sevkıyatı başta olmak üzere deniz ticaretinin kalbinin attığı stratejik bir coğrafyada yer alıyor. Aslında Yemen, Aden Körfezi’nin karşı yakasındaki Soma-
20
li’yle jeo-stratejik konum itibarıyla oldukça büyük bir benzerlik taşıyor. İki ülke de petrol kaynakları bakımından göz dikilecek bir zenginliğe sahip olmasa da, coğrafi konumları stratejik önemlerini fazlasıyla arttırıyor. Zira enerji kaynaklarının ve enerji nakil koridorlarının denetimi, bu uğurda dünyayı cehenneme çevirmekten çekinmeyen ABD için büyük önem taşımakta. Bunun yanı sıra, İran’ın bölgedeki etkisini giderek daha da arttırması ve Çin’le birlikte Afrika ülkeleriyle yüklü ticari anlaşmalar yapması da ABD ve müttefiklerini fazlasıyla rahatsız ediyor. Bu yüzden, çeşitli bahanelerle söz konusu bölge emperyalist abluka altına alınıyor. Somalili korsanları bahane
sayı: 59 • Şubat 2010
ederek Somali’yi işgal etmek üzere türlü kirli oyunları devreye sokan ABD ve müttefikleri, Yemen için de aynı yollara başvuruyorlar. El Kaide “tehdidi” emperyalistlerin her iki ülke için de dillendirdikleri ortak bir söylemken, Somalili korsanların yerini Yemen’de Hutiler almakta.
marksist tutum Ali Abdullah Salih 1978’de cumhurbaşkanı seçilmesinden itibaren Kuzey Yemen’in devlet başkanıydı. Birleşme sonrasında yapılan seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi ve daha sonraki seçimlerde de iktidarını korudu.
İç savaştan emperyalist savaşa Üzerinde kirli oyunlar oynanan Yemen, Arap Yarımadasının en yoksul ülkesi. 23 milyon nüfuslu ülkede, işsizlik oranı yüzde 40’a dayanırken, milyonlarca Yemenli çareyi yabancı ülkelere göç etmekte arıyor. Ülkenin gelir kaynaklarının %65’ini petrol gelirleri oluşturuyor. Ancak petrol rezervleri sınırlı ve üretim her yıl daha da düşüyor. Buna ek olarak petrol fiyatlarındaki düşüş de Yemen’i son derece olumsuz etkiliyor. Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih egemenliğindeki rejim, umudunu ABD’den ve Arap devletlerinden gelecek parasal yardımlara bağlıyor. Ne var ki bu paralar, Yemen halkının sefaletini hafifletmek yerine, tepesine bomba ve kurşun yağdırmak üzere silah harcamalarına akıtılıyor. Sarp dağlardan ve geniş çöllerden oluşan zorlu bir coğrafyaya sahip olan Yemen’in kuzeyinde, merkezi hükümet ile Şiiliğin bir kolu olan Zeydiliğe2 bağlı Hutiler arasında şiddetli bir iç savaş yaşanıyor. Çatışmalar nedeniyle son beş yılda 150 binden fazla insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalırken, bu savaşa Suudi Arabistan da bizzat dahil olmuş durumda. Huti militanlarının sınırı geçerek kendi topraklarında üstlendiğini söyleyen Suudi Arabistan, Yemen hükümetiyle el ele Hutilere saldırıyor. Kasım ayından bu yana iyice kızışan ve ABD ordusunun da destek verdiği hava ve kara saldırıları sonucunda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Yemen ve Suudi Arabistan, Hutileri silahlandırıp kışkırtmakla suçladıkları İran’ı hedef tahtasına oturtmaktan da geri durmuyorlar. Yemen’deki iç çelişki ve gerilimleri kışkırtarak bir iç savaş düzeyine yükselten ve bu savaşı emperyalist savaşın bir parçası haline getirmeye çalışan güçler, ABD’nin taşeronluğunu yapan Suudi Arabistan’la sınırlı değil. Fas ve Ürdün’ün vakit geçirmeden dahil oldukları bu cephe, Mısır ve Körfez ülkeleriyle daha da genişlemiş durumda. Dolayısıyla Ortadoğu’da Şii İran’a karşı oluşturulan Sünni cepheleşme Yemen meselesindeki saflaşmada da yansımasını buluyor. Tarihi boyunca iktidar çatışmalarından ve siyasi altüstlüklerden kurtulamayan Yemen, bu sosyopolitik yapısıyla emperyalist kışkırtmalara daha açık hale geliyor. Yemen aşiret yapılarının oldukça güçlü olduğu, merkezi hükümetin ancak aşiretler arası dengeyi gözeterek ve onlardan destek alarak varlığını sürdürebildiği bir ülke. Bununla birlikte, egemenler arasındaki iktidar çatışmaları çoğu kez dinsel argümanlarla bezenip mezhep çatışması görüntüsüne büründürülmekte. Başkent Sana merkezli Abdullah Salih rejimiyle Hutiler arasındaki savaşta da bilinçli olarak aynı
yanıltıcı unsur ön plana çıkarılıyor. Ne var ki, yaşanan çatışmaların tarihine kısa bir bakış bile, çatışmanın özünün mezhep farklılıkları değil iktidar kapışması olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde bölge ülkelerinin bu çatışmadaki konumlanışlarının da mezheplere göre değil uluslararası konjonktüre göre şekillendiği kolaylıkla görülebilir. Bugün Yemen hükümetiyle el ele Zeydi Hutileri ezmeye girişen Suudi Arabistan’ın, 1962’de patlak veren iç savaşta Zeydilerin yanında saf tutması da bunun bir göstergesidir. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki 1994’te birleşmeye dek, Kuzey ve Güney olmak üzere iki ayrı Yemen devleti söz konusuydu. 1962 yılında Albay Sallal tarafından gerçekleştirilen darbeye kadar, Kuzey Yemen’de yüzlerce yıldır Zeydilerin egemenliğinde, imamlık sistemine dayalı bir monarşist rejim hüküm sürüyordu. 1962’de İmam Ahmet’in ölümünün ardından tahta yasal varisi İmam Bedr geçmişti. Ancak Bedr birkaç gün sonra Albay Sallal yönetimindeki bir darbeyle tahttan indirildi. Bu arada Albay Sallal da Zeydi idi, ancak “Ehl-i Beyt soyundan gelmediği” için “imam” değildi. Darbeyle birlikte imamlık yönetimine son verildi ve cumhuriyet rejimine geçildi. Ancak bu durum, o zamana dek iktidarı elinde bulunduran ve tüm devlet bürokrasisini kendi çıkarları temelinde şekillendiren Zeydi aşiretler tarafından sükûnetle karşılanmadı. Suudi Arabistan’a sığınan Bedr orada bir sürgün hükümeti kurdu ve Kuzey Yemen’de başlattığı ayaklanma kısa sürede bir iç savaşa dönüştü. Bu savaşta Suudi Arabistan
21
marksist tutum
isyancı Zeydilerin yanında saf tutarken, Mısır asker de göndererek cumhuriyetçileri destekliyordu. 1967 Arapİsrail savaşında Mısır’ın yenilmesiyle Nasır yönetimi cumhuriyetçilere verdiği desteği kesmek zorunda kaldı ve Suudi Arabistan’ın da devrede olduğu barış görüşmelerine geçildi. Cumhuriyetçiler Zeydilerle iktidar paylaşımı konusunda anlaşmaya vardıktan sonra, Suudi Arabistan da daha önce tanımadığı Kuzey Yemen Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Görüldüğü gibi, Sünni Suudi Arabistan’la Şii (Zeydi) aşiretler, çıkarları ortaklaştığında mezhep farkı gözetmeksizin müttefik haline gelebilmişlerdir. 1967’yi takip eden dönemde iş bir daha iç savaş noktasına gelmediyse de, Kuzey Yemen, 1990’lardaki KuzeyGüney birleşmesine dek, darbelerle, siyasi suikastlarla dolu çatışmalı bir süreçten geçmiştir. Birleşme ortamı Zeydi aşiretlerle yürüyen çatışmanın belli bir sükûnet dönemine girmesine neden olmuştur. Ne var ki, 2003 yılında merkezi hükümetle Hutiler arasında başlayan çatışmalar, 19931997 arası dönemde milletvekilliği yapan ve Genç İnananlar Hareketinin lideri olan Hüseyin Huti’nin 2004 Eylülünde öldürülmesiyle yeniden bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de bugün mezhep çatışması olarak gösterilen iktidar kapışması, aslında Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın yarattığı saflaşma nedeniyle bu biçime bürünmektedir. İran Şiiliği kullanarak Hutileri desteklerken, ABD’ye sırtını dayayan Suudi Arabistan İran’ın gücünü kırmak amacıyla merkezi hükümete3 destek vermektedir. Dolayısıyla, Yemen’de yaşanan iç savaş çoktandır emperyalist savaşın bir uzantısına dönüşmüş durumdadır.
Kuzey-güney bölünmesi ve güneyin bugünü Kuzeyde yürüyen iç savaşın yanı sıra güneydeki bağımsızlık mücadelesi de Abdullah Salih’in 31 yıllık iktidarını ciddi şekilde tehdit eden boyutlara ulaşıyor. Bu çatışmanın nedenlerini kavramak için biraz gerilere uzanmak gerekiyor. 1994’teki birleşme öncesinde kuzeyde başkenti Sana olan “Yemen Arap Cumhuriyeti”, güneyde ise başkenti
22
Şubat 2010 • sayı: 59
Aden olan “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” mevcuttu. Kuzey-Güney bölünmesi aslında güneyin 1830’lardan itibaren İngiliz işgaline uğramasıyla ortaya çıkmıştı. Bir dönem Osmanlı denetimi altına giren, ama belli bir süre dışında hiçbir zaman tam denetim altında tutulamayan Kuzey Yemen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İmam Yahya liderliğinde bağımsızlığını ilan ederek başkent Sana merkezli bir devlet haline gelecekti. Güneyse ancak 1967’de sona eren İngiliz işgali sonrasında bağımsız bir devlet olabilecekti. Güneyle kuzey arasında, esasında İngiliz işgalinin de önemli rol oynadığı bir sosyolojik farklılık söz konusuydu. Kuzeyde aşiret yapıları çok güçlü ve üretim ilişkileri son derece geri temellere sahipken, güneyde durum önemli bir farklılık içeriyordu. 1830’larda 500 nüfuslu bir yerleşim yeri olan Aden, 1950’lere gelindiğinde 150 bin nüfuslu, entelektüel faaliyetin ve sendikal hareketin oldukça güçlü olduğu önemli bir başkent haline gelmişti. Bu toplumsal zemin sayesinde, bölgede Nasır’ın da etkisiyle Baasçılığın önemli bir güç kazanması Güney Yemen’de de yankısını bulacak ve İngiliz sömürgeciliğine karşı direniş hareketleri patlak vermekte gecikmeyecekti. 1967 Kasımında, Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğindeki sosyalist söylemli direniş hareketi bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştıracak ve İngilizler ülkeden def edilerek Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edilecekti. Ne var ki, SSCB ve Çin’den önemli bir destek gören sözde “sosyalist” Güney Yemen, SSCB’nin çöküşüyle birlikte yalnız kalacak ve Kuzey’le birleşme görüşmeleri için yeni bir zemin doğacaktı. Güney’le Kuzey arasında 1990’da başlayan görüşmeler birkaç yıllık sancılı bir sürecin ardından 1993’te gerçekleştirilen parlamento seçimleriyle önemli bir evreye girdi. Bu seçimlerde, 301 üyeli parlamentoda 123 koltuğu Abdullah Salih’in partisi olan Genel Halk Kongresi, 62 koltuğu Islah Partisi kazanırken, Yemen Sosyalist Partisi (YSP) yalnızca 57 koltuk elde edebildi. Sonuçlara itiraz eden YSP sonunda görüşmelerden çekilme kararı aldı ve güneyde bir isyan patlak verdi. Kuzey güçlerinin isyanı askeri güçle bastırmasıyla, 1994 Temmuzunda birleşme silah zoruyla sağlanmış oldu. Birleşmeden önce Kuzey Yemen’in devlet başkanı olan Ali Abdullah Salih birleşme sonrasında yapılan seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonraki seçimlerde de (yapılan seçimlerin çoğunu YSP boykot etmişti) iktidarını korudu. Birleşmenin ardından tüm devlet aygıtı kuzeyin egemenliğinde yeniden yapılandırıldı. Güney Yemen’de yıllarca iktidarda olan bürokrasi için, egemen sınıf olmaktan kuzeydeki merkezi hükümete tâbi sıradan memurlara dönüşmek elbette büyük bir hoşnutsuzluk durumunu da beraberinde getirdi. Bugün “Güney Hareketi” içinde yer alan unsurlar arasında, bürokratik diktatörlük döneminin tek partisi olan Yemen
sayı: 59 • Şubat 2010
Sosyalist Partisinin ve 2007’deki protesto eylemlerinin öncülüğünü ve örgütleyiciliğini üstlenen Emekli Askerler Derneğinin olması da bu hoşnutsuzluğun bir sonucudur. Kuzey-Güney bölünmesinin 1990’ların ilk yarısında birleşmeyle sonuçlanmış olmasına rağmen, güneye yönelik baskıların artması ve ekonomiksiyasal ayrımcılığın son bulmaması nedeniyle 2007 yılından itibaren giderek yaygınlaşan protestolar bugün güçlü bir bağımsızlık talebine evrilmiş durumdadır. Çeşitli siyasi örgütlerin bir araya gelerek oluşturdukları Güney Hareketi adı altındaki cephe örgütlenmesi, yaptığı “sivil itaatsizlik” ve grev çağrılarıyla, mücadelenin güneyde bağımsız bir devlet kurulana kadar devam edeceğini söylüyor. Hükümetin uyguladığı şiddete rağmen şiddete başvurmayacaklarını ve güç kullanmayacaklarını, barışçıl bir devrimden yana olduklarını ifade ediyor. Ne var ki, Abdullah Salih yönetiminin barışçıl gösterilere bile tahammülü yok. Son olarak, hükümetin baskılarını protesto etmek üzere Güney Hareketi öncülüğünde 10 Ocakta gerçekleştirilen genel grevde, merkezi hükümete bağlı kolluk güçleri göstericilere ateş açmaktan yine çekinmedi. Güney Hareketi “terörizme destek vermek”le suçlanırken, çok sayıda kişi bölücülük suçlamasıyla tutuklandı. El Kaide’nin üssü olduğu iddia edilen yerleşim yerlerinin aynı zamanda Güney Hareketi’nin güçlü protestolar gerçekleştirdiği kentler olması, El Kaide’nin varlığının güneydeki hareketi ezmek için bir bahane olarak kullanıldığını da gösteriyor.
Tarih işçi sınıfını göreve çağırıyor Obama’nın bundan bir yıl önce başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, emperyalist savaşın ve ekonomik krizin sona ereceğine ve dünyanın yepyeni bir döneme gireceğine dair yalanlar ve yanılsamalar yeri göğü sarmıştı. Irak’tan çekilmeyi, Afganistan’ı olabildiğince kısa sürede terk etmeyi, Müslümanların düşman ilan edilmesine son vermeyi vaat eden Obama kahraman ilan edilmişti. Ne var ki, utanmadan Nobel Ödülü bile verilen bu sahte “barış adamı”nın maskesi çabuk düştü. Cehenneme dönen Irak ve Afganistan’a barış ve huzurun gelmesi şöyle dursun, Pakistan da ateşe verildi. Çözüleceği söylenen Filistin sorunundaysa kördüğüm devam ediyor. Bugün savaş cepheleri daralmak yerine hızla genişliyor, işgal birliklerinin sayıları azaltılmak yerine yeni birliklerle takviye ediliyor. Şimdilerde Yemen emperyalist savaşın mezesi olmakla yüz
marksist tutum
yüze. İçinden geçtiğimiz tarihsel kriz dönemini kavramaktan uzak olup, sorunu Bush’un ya da Obama’nın izlediği keyfi politikalara bağlayan kimileri şimdilerde büyük bir hayal kırıklığı yaşayadursunlar, savaşı durduracak tek güç, şu ya da bu “insancıl”, “barışçıl”, “demokrat” burjuva politikacı değil, işçi sınıfıdır, onun bilinçli ve örgütlü müdahalesidir. Sürekli olarak vurguladığımız gibi, içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün sırtında bir kat daha büyük bir sorumluluk bulunmaktadır. Tarih işçi sınıfını göreve çağırmaktadır. Bu tarihsel çağrıya verilecek yanıtın geciktiği her gün, dünyanın şu ya da bu köşesinde yeni kıyımlara ve katliamlara mal olacaktır.
______________________________ 1
Ömer Faruk Abdulmuttalip adlı bu gencin babası, CIA ve MOSSAD’la yakın ilişkileri olduğu iddia edilen Nijeryalı bir silah taciri. Bir eylem hazırlığı içinde olduğu ihbarını babasının bizzat ABD büyükelçiliğine yapmış olmasına rağmen, bu üniversite öğrencisi nasıl olmuşsa havaalanındaki arama noktalarından üzerindeki patlayıcıyla birlikte elini kolunu sallayarak geçmiş. Bunu, bu gencin Yemen’de ilişkide olduğu söylenen El Kaide hücresinin bizzat MOSSAD’la bağlantılı olduğu iddialarıyla birlikte değerlendirdiğimizde, ortada ne tür kirli oyunların döndüğünden şüphelenmek için fazlasıyla yeterli nedenin olduğu görünüyor.
2
Yemen’de nüfusun %45’ini Zeydi Şiiler, %55’ini Şafi Sünniler oluşturuyor. Şiiliğin bir kolunu oluşturan ve İran Şiiliğinden çeşitli farklılıklar gösteren Zeydilik, ülkenin peygamber soyundan (Ehl-i Beyt) gelen imamlar tarafından yönetilmesini savunuyor. Sünniler ağırlıklı olarak ülkenin güneyinde yer alırken, Zeydiler kuzey kesiminde yoğunlaşmış bulunuyor. Hutiler de Zeydi aşiretlerden birini oluşturuyor.
3
Üstelik Devlet başkanı Ali Abdullah Salih de Zeydidir.
23
Liberal Demokratlar T
ürkiye’nin siyasi yaşamına uzun süredir damgasını vuran burjuvazi içi iktidar kapışması, statükocu kanat karşısında pek çok sorunda demokratik çözümlerden söz eden liberal aydınların önemini de arttırmış bulunuyor. Sosyal ve iktisadi sistem bağlamında savundukları görüşler ne denli çelişkilerle yüklü olursa olsun, Türkiye’nin Avrupa ülkelerinden farklı yönler taşıyan siyasal gerçekleri ve demokrasi sorunu, liberal aydınların varlığını gerçekten de önemli kılıyor. Oysa dünya geneline bakacak olursak, bu kesimler açısından olumsuz eğilimler sergileyen bir durum mevcut. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra rakipsiz kalan kapitalist sistemin yarattığı ideolojik iklim, burjuva aydın tabaka ve yeni okumuş kuşaklar bakımından negatif sonuçlar üretti. Çeşitli ülkelerde burjuva aydın tabaka nitel ve nicel olarak zayıflarken ve insan hakları, demokrasi savunusu gibi konularda eski duyarlılığını yitirirken, ilericilik, demokratlık ve barışseverliğin yegâne ölçütü ve garantisi olarak küresel kapitalizmin “faziletlerini” benimseyen yeni tip okumuşlar ağır basmaya başladı. Türkiye de bu olumsuz eğilimden fazlasıyla nasibini almış durumdadır. Bizdeki liberal aydınlar arasında da bu durumun olumsuz yansımalarını sıkça görebiliyoruz. Ne var ki en başta da vurguladığımız gibi, bu topraklarda yıllardır egemen olan başka gerçeklikler de vardır ve devlet kurucu egemen bürokrasinin önemli tarihsel sorunlar çerçevesinde yarattığı tabuların yıkılmasında liberal demokratların önemli bir katkıda bulunduğu göz ardı edilemez. O nedenle liberal demokrat kesimlerin dünya genelinde sergiledikleri eğilimlerin analiziyle yetinmeyip, son dönemde Türkiye siyaset sahnesinde oynadıkları rolün olumlu ve olumsuz yönlerini titizlikle irdelemek doğru bir tutum olacaktır. Türkiye’de siyasi yaşamda her zaman ağırlığını koymaya alışmış asker-sivil statükocu bürokrasinin AKP iktidarı karşısında sergilediği darbeci ve faşizan tutumlar ortada-
24
dır. Bu realitenin, Türk solunun sözde bir anti-emperyalizm adına ordu ve bürokrasi destekçisi siyaset yürüten kesimlerinin gerçek niteliğini giderek daha fazlaca gözler önüne serdiği de aşikârdır. Bağımsızlık diyerek son tahlilde kapitalist devletçiliğin savunusuna varan bir solculuk, genel demokrasi mücadelesinin asgari kriterlerini bile yerine getirmemektedir. Devletlû bürokrasinin bu topraklarda çok can yaktığı tarihsel sorunlarda (Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu vb.) burjuva demokratik çözümleri savunan liberal demokratlar ise, açık ki daha ileri pozisyonları temsil eder hale gelmişlerdir. İşte bu bakımdan onların varlığı, Türkiye gibi hâlâ askeri darbe tehditleriyle yüz yüze bulunan ve ezilen Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın derin acılarını yaşayan bir ülkede bir olumluluk teşkil etmektedir. Fakat kapitalizm gibi sınıflı bir toplumda, en genel demokrasi mücadelesi bile söz konusu olsa, siyasal gerçeklerin analizi ve bunlar karşısında takınılacak tutumlar her zaman sınıfsal bir karakter taşır. Çeşitli tarihsel sorunlar için gündeme getirilip savunulan demokratik çözümler de, farklı sınıf çıkarları ya da farklı sınıf siyasetleri bakımından farklı özellikler ve yönler içerir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de acilen çözüm bekleyen tarihsel sorunların hiçbirinde liberal demokratların çözüm önerileriyle, işçi sınıfının devrimci çizgisini benimseyen örgütlü çevrelerin çözüm önerileri birbiriyle aynen örtüşüp çakışamaz. Ama bu gerçeklik, genel demokrasi mücadelesinde yer alan farklı unsurların varlığını ve önemini görme ve gerektiği noktada onların hakkını teslim etme ihtiyacını da ortadan kaldırmaz. Aslında her sınıf kendi aydınını yaratabildiği ve kendi sınıf demokrasisini savunabildiği ölçüde tarihte önemli ve ilerletici bir rol oynayabilmektedir. Bu bakımdan enternasyonalist komünistlere düşen temel bir görev, işçi sınıfının bilinçlenme ve aydınlanmasına hizmet etmek ve işçi demokrasisine ulaşma azmiyle yol alabilmektir. Bunun ya-
rın Kapitalist Düşleri Elif Çağlı
nı sıra, burjuvazi içindeki gerici ve faşist eğilimler ile liberal demokrat eğilimleri de doğru şekilde ayırt edebilmek gerekir. Bu görevlerin üstesinden gelemeyen solcuların sürüklendiği acıklı durum ortadadır. İstenildiği kadar devrimci kelâm edilsin, somut siyaset sahnesinde sergilenen farklı yaklaşımları işçi sınıfının devrimci çıkarları açısından değerlendiremeyen ve böylece mücadeleyi ilerletici taktikler geliştirmeyi başaramayan örgüt ve çevrelerin zaman içinde gerileyip tükeneceği aşikârdır. Bugün Türkiye’de liberal demokratların çeşitli sorunlar karşısında savundukları pozisyonlar irdelenirken, en kapsamlı burjuva demokrasisinin bile gerçek bir işçi demokrasisinin fersah fersah gerisinde olduğu unutulmamalı. Bu bakımdan en tutarlı görünen bir liberal demokratın bile, diyelim Kürt sorunu gibi can yakıcı bir sorun karşısında getirdiği çözüm önerilerinin bir devrimci Marksist açısından hiç de tatmin edici olamayacağı açıktır. Ama bu durum eşyanın doğası gereği ortada olan bir farklılıktır ve zaten esas problemli noktayı da burada aramamak gerekiyor. Liberal demokrasi kapitalist düzen içi bir siyasal akımdır ve günümüzde de Türkiye’deki örneklerinin çarpıcı biçimde gözler önüne serdiği üzere, bu siyasal tutumu benimseyenlerin kapitalist düzenle bir sorunları yoktur. İşte liberal demokratların işçi sınıfının bakış açısını bulandırmaması için asıl dikkat kesilmeyi gerektiren nokta da budur. O nedenle, Türkiye’nin güncel koşullarında liberal demokratları, darbeci, statükocu ve faşizan kesimler karşısında burjuva demokrasisini savunduklarında fazladan eleştirmek gerekmezken, onların kapitalist sistem hakkında yarattıkları yanılsamalara da pabuç bırakılmamalı.
Kapitalist düşler ve gerçekler Küreselleşme çalışmamızda detaylarıyla ele aldığımız üzere, küreselleşme olgusunun küreselleşen kapitalizmi anlatan nesnel bir boyutunun yanı sıra, kapitalist sistemi
iyi ve sağlıklı göstermeye çalışan ideolojik bir boyutu da vardır. (Bkz. E. Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay.) Ulusalcı solcular küreselleşmenin nesnel boyutunu görmezden gelirken, liberaller de bunun ideolojik propaganda boyutunu kitlelere nesnel bir gerçekmiş gibi kakalamaya çalışmaktadırlar. Liberal demokratlar küresel kapitalizmin dünyaya istikrarlı bir demokrasi ve barış getireceği yolunda görüşler geliştiriyorlar. Tarihsel-ekonomik gelişim neticesinde küreselleşen üretici güçler ve tüm dünya açısından zorunlu hale gelen küresel ilişkiler, aslında kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını ve yeni bir çağı, sosyalizm çağını zorluyor. Oysa liberal demokratlar, kapitalizm altında küreselleşmenin yeni bir kapitalizm çağı yaratmakta olduğu görüşünü yayıyorlar. Onlara bakılacak olursa, kapitalist sistem ulaştığı düzey nedeniyle artık mevcut ulus-devletler biçimlenmesine de son verecek ve yerel yönetimlere ağırlık veren bir dünyasallığa ulaşılacaktır. Liberal demokratlar köhnemiş kapitalist sistemi yeni diye lanse ettikleri birtakım sahte düşlerle yaldızlayıp, sosyal çözüm diye kitlelerin bilincine aşılamaya çabalıyorlar. Bu burjuva siyasal akımın ideologluğuna soyunanların önemli bir bölümü ise, geçmiş dönemlerdeki sosyalist ya da resmi komünist hareketin içinden çıkan döneklerden oluşuyor. Bu husus hesaba katıldığında, bu akımın çağımızda Marksizmin ve sosyalizmin artık öldüğü yolunda düşünceler de yaymasında fazlaca şaşılacak bir yan olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Liberallerin ileri sürdüğü argümanlar her ne olursa olsun, derin ve sarsıcı krizler içinde debelenen kapitalizmin gözler önüne serdiği gerçekler bu sistemin külliyen çürüdüğünü gösteriyor. Küresel kapitalizmin ahvali, bu sistemin insanlığın demokrasi, barış, özgürlük, temiz-yaşanabilir bir çevre yolundaki özlemleriyle tamamen ters düştüğünün başlıca kanıtlarını oluşturuyor. Gerçeklik buyken, liberal yazarların kapitalist işleyişe dair yaratmaya çalıştıkları umutlar hiçbir bilimsel dayanağı olmayan ve kitleleri
25
marksist tutum
yanıltmaktan başka da bir işlev görmeyen birer ideolojik propaganda argümanından ibaret kalıyor. Bu onlar açısından, her birinin kişisel tutumundaki nüanslardan tamamen azade olarak genel bir güvenilmezlik kaynağıdır. Bilindiği gibi Taraf gazetesi, Türkiye siyasal yaşamının son döneminde statükocu burjuvazinin darbeci planlarının teşhirinde önemli bir işlev üstlenmiş durumda. Bu gazete en başta da Ahmet Altan’ın demokrasi ve barış isteyen ve Kürt sorunundan Ermeni sorununa, burjuva demokratik çözümleri yüreklice savunan yazılarıyla haklı bir ilgiye mazhar oluyor. Türkiye’deki askeri vesayet sisteminin tutucu, gerici ve darbeci karakterini, özellikle de Kürt sorunundaki acımasız baskıcı niteliğini kimi yazılarında dikkate şayan biçimde teşhir eden Altan, diğer yandan liberal bir burjuva aydın olarak kapitalist sistem içi bir bakış açısına sahiptir. Bu nedenle onun demokrasi ve barış konusundaki arzularını dile getiren edebi satırları ne denli güzelse, bu arzularını dayandırmaya çalıştığı temeller de o denli çürüktür. Somut bir örnek vermek gerekirse, onun Taraf gazetesindeki bir yazısı (26.11.2009 tarihli) hatırlanabilir. Altan bu yazısında, Kürtler, dindarlar ya da Aleviler gibi ezilen her bir grubun bir diğeri hakkında “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sorması halinde bu sistemin biteceğini, bu ülkenin çocuklarının eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacağını dile getiriyor. Türkiye’nin çözülmesi gereken sorunlarının çözümü için, artık hiçbir ezilen grubun resmi tarihin yalanlarına inanmamasını salık vermek elbette haklı ve adil bir tutumdur. Fakat bunları savunan bir yazarın, öte yandan aslında tam da bu yalanların beşiği olan kapitalist sisteme kitlelerin inanmaları doğrultusunda çaba sarf etmesine ne demeli? Yeri geldiğinde demokrasi ve özgürlükten öylesine güzel sözlerle söz eden birisi için bu durum büyük bir çelişki kaynağı değil mi? Evet bu büyük bir çelişkidir, ama öznel değil nesnel bir durumdur ve liberal demokratın dünya görüşünün sınıfsal doğasından kaynaklanır. Ahmet Altan gibiler kapitalizme boş bir inanç beslemekte, kapitalist sistemin acı gerçekleriyle bağdaşmayan düşler görmekte ve işin kötüsü kitlelerde kapitalizm hakkında yanılsamalar yaratmaktadırlar. Örneğin bir yazısında, yirmi yıl önce Berlin Duvarının yıkılışını Fransız devrimiyle başlayan iki yüz yıllık bir dönemin bitişi olarak değerlendiren Altan şöyle demektedir: “Sanayi döneminin, ulus-devletlerin, tarihin hızlanmasında büyük bir rol oynayan işçi sınıfının, ekonomideki ‘ikili’ yapının, sınırların, o ‘sınırların’ yarattığı ayrımların, gümrüklerin, bayrakların, fabrikaların, orduların, köylülüğün yerlerini yeni sınıflara ve değerlere bırakmak üzere sahneden çekilmesinin habercisiydi ‘duvarın’ yıkılışı.” (Taraf, 7.11.2009) O ünlü Berlin Duvarının yıkılışından bu yana kapitalist küreselleşme dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlarla, milyarlarca insanı açlık, yoksulluk ve işsizliğin
26
Şubat 2010 • sayı: 59
pençesine düşüren gelişmelerle yol alıyor. Ama liberal demokrat yazarlar bu gerçeklere gözlerini sımsıkı kapatıp kendi ruh hallerine uygun kapitalist tablolar çiziyorlar. Ahmet Altan işte bu nedenle Berlin Duvarının yıkılışını yepyeni bir çağın başlangıcı olarak değerlendirebiliyor: “Dünyayı parçalara ayıran sınırların kalkacağı, sınırların pek de önem taşımadığı bir ‘bütünleşmenin’ başlayacağı, teknolojinin değişeceği, ekonominin ve hukukun yeryüzünün her yerinde aynı kurallarla çalışacağı, ‘düşüncenin’ ‘mülkten’ daha fazla para kazandıracağı, savaşın yerini barışın alacağı, robotların, lazerlerin, internetlerin, cep telefonlarının devreye gireceği, hayat tarzının, siyasetin, sosyal ilişkilerin yenileneceği yepyeni bir çağ başlıyordu.” (agy) Sahip olduğu dünya görüşü nedeniyle, Altan, yeni ABD Başkanı Obama’yı da bu “yepyeni çağ”da büyük dönüşümlere imza atacak büyük bir lider olarak selamlıyor. Bir yazısında (Taraf, 5.06.2009), Amerika’nın Obama ile birlikte “eski usul” metotlarla, “gücünü” kullanarak bir şeyler yaptırmaya uğraşmaktan vazgeçtiğini ve artık “aklı” gücün önüne koyduğunu söylemektedir. Obama’nın başkanlığının Altan’ın “ruh dünyasına” yolladığı diğer olumlu sinyaller ise şu satırlarda dile geliyor: “‘Silahlı bir liderlikten’ çok ‘zihinsel bir liderliğe’ talip oluyor. Yöneticilerin kendi halklarına zulmettiği, herkesin herkese baskı yapmaya çalıştığı, sorunların silahla çözümlendiği ‘aptallıklar çağının’ bittiğini ilan ediyor. Bundan sonra akıl, mantık ve vicdan ilişkilere egemen olacak.” Obama başkanlığındaki ABD’nin işgalci birlikleri Irak, Afganistan ve benzeri yeniden paylaşım alanlarında cirit atar ve burada yaşayan yoksul insanların başına bombalar yağdırırken, kapitalizm hakkında beslenen bu “iyimserlik” de fazla oluyor doğrusu! Açık ki, Altan’ın dünyaya sınıfsal bakış açısı onun görüşünü çarpıtmıştır. Teknolojik değişimler sonucunda patlayan üretimin ulus-devlet sınırları içine sığmayarak bütün sınırları parçaladığını ve dünyayı birleştirdiğini düşünmektedir. Ve de tam bir naiflikle, bu kapitalist küreselleşmenin dünyaya bir barış dönemi getireceğine inanabilmektedir. Dünya kapitalizminin aslında büyük güçler arasında nasıl bir kıran kırana hegemonya yarışına yol açtığından ve bunun doğurduğu gerçek sonuçlardan bihaber gibidir Altan. Anlaşılan liberal demokratlar bir zamanların ünlü “dönek Kautsky”sini kılavuz edinmektedirler. Vaktiyle Kautsky’lerin kitleleri inandırmaya çalıştığı “barışçı emperyalizm” masalları, günümüzde de A. Altan tarafından, “ulusların içine sığmayan malların rahatça satılabilmesi için ‘barışa’ ihtiyaç var; ‘savaş’ ticareti engelliyor, malların dolaşımını durduruyor” gibi ifadelerle anlatılmaktadır. Bu sınıfsal miyopluk yalnızca dünya genelini kavrayışta bir çarpılma yaratmakla kalmıyor, bizzat içinde yaşanılan ülke hakkında da fuzuli pembe tabloların çizilmesine neden oluyor. Nitekim A. Altan Türkiye’de statükocu burjuva kanada karşı akıllı şeyler söylerken, sıra bir bütün olarak burjuva rejime geldiğinde gerçekler âleminden
sayı: 59 • Şubat 2010 Obama başkanlığındaki ABD’nin işgalci birlikleri Irak, Afganistan ve benzeri yeniden paylaşım alanlarında cirit atar ve burada yaşayan yoksul insanların başına bombalar yağdırırken, liberal demokratlar Obama’yı bu “yepyeni çağ”da büyük dönüşümlere imza atacak büyük bir lider olarak selamlıyorlar.
uzaklaşıyor. İşte bir örnek: “Türkiye, ‘Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ üçgeninin ortasında, bu üçgenle tarihî bağları olan 70 milyon nüfuslu bir ülke olarak ‘barış havzası’ olacak. Bu bölgelere barış Türkiye’den yayılacak. Hem bir enerji geçiş merkezi olacağız, hem de huzuru ve barışı biz sağlayacağız. Bu, dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol. Bu rolün gerçekleşmesi hem Türkiye için hem de dünya için iyi. Arka arkaya gelişen olaylara bakarsanız bu durumu daha iyi anlarsınız, Kürt açılımı gündeme girdi, Ermenilerle geçen yüzyıldan kalan sorun çözülüyor.” (Taraf, 14.10.2009) Küresel kapitalizmin işleyiş yasalarını gerçeklere bakarak değil de gönlündeki arzulara göre tanımlama noktasından hareket eden liberal demokratın tahminlerinin ne denli isabetli çıktığı ve çıkabileceği konusunda sözü fazlaca uzatmaya gerek yoktur. A. Altan’ın yukarda örneklediğimize benzer satırlarının daha mürekkebi kurumadan peş peşe yaşanan olaylar, ihtiyaç duyulan yorumun yerine fazlasıyla geçiyor. O nedenle bir başka örneği ele alabiliriz. Yaşayanlar bilirler. Türkiye’de 1960’lı yıllarda sosyal gelişim ve sosyal adalet konularını çarpıcı yazılarıyla işleyen Çetin Altan’ın, o dönemlerde genel bir sol akımın kitleleri sarıp yükselmesi bakımından yarattığı etki ve yaptığı katkı büyüktür. Ne var ki tüm sosyal olguları sınıfsal temellerde değerlendirdiğimizde, bunun Türkiye açısından gerçekten de ihtiyaç duyulan liberal demokrat bir akımı geliştiren bir niteliğe sahip olduğunu da belirtmemiz gerekir. İşte bu açıdan Ç. Altan tarihsel rolünü, aynı düzeyde bir benzeri olmayan biçimde başarıyla oynamıştır. Günümüzde de diğer bazı örnekler bir yana, Ç. Altan’ın oğulları babalarının açtığı yoldan ilerlemektedirler. Ahmet Altan gibi Mehmet Altan da Türk siyasi yaşamında yeri doldurulması gereken liberal demokrasinin savunuculuğunu yapmaya çalışıyor. Savunduğu siyasetin sınıf doğası gereği de, kuşkusuz dünyaya ve Türkiye’ye burjuva pencereden bakıyor. Bir yazısında (Star, 20.04.2009), günümüz dünyasında yoksulların giderek daha da dibe vurduğunu dile getirerek kanayan gerçek bir yaraya parmak basar M. Altan.
marksist tutum
Ancak sıra bu durumun nedenlerini çözümlemeye geldiğinde, bilimsel hakikatlerden uzaklaşarak dünyaya kendisi gibi bakanların icadı olan bir “sanayi sonrası toplum” hikâyesi anlatmaya başlayacaktır. Yazısında belirttiğine göre, Çin ve Hindistan benzeri ülkelerde, “tutunamayanlar” arasından bir üste hamle eden ve “orta sınıf ” kategorisini yakalayan epeyce büyük bir nüfus vardır! Yürüttüğü kalem hamleleri sayesinde, işçi sınıfını düşük ve yüksek ücretli, vasıflı ve vasıfsız, işli ve işsiz vb. tüm bu kesimlerin organik bütünü olan bir gerçeklik haliyle dünya üzerinden siler M. Altan. Ve bunun yerine, amorf bir “tutunamayanlar” veya “yoksullar” kesimiyle bir de “orta sınıf ” yaratır. Bunu yaptıktan sonra gerisini getirmek kolaydır ve nitekim şöyle yazar: “Sanayi Devrimi’nin köhne kıskacını aşamayanlar aşağı, sanayi sonrasının yeni ışığını algılayanlar da yukarı” doğru gidecek. Çünkü ona göre, “çağ yırtılmakta” ve “yeryüzü kendini yeniden tanzim etmektedir”. İşte böylece anlaşılıyor ki, M. Altanların küresel kapitalist “dünyası” bambaşka bir âlem olacaktır!
Köklü “değişim” Ülkemizde uzun süre sayıları son derece az olan ve ancak dünyaya açılan bir kapitalist gelişme eşliğinde biraz kalabalıklaşmaya başlayan liberal demokrat kesimi besleyen kaynaklardan birini de, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra “mesleksiz” kalan bazı “eski bürokratlar” oluşturuyor. TKP’nin eski yöneticilerinden Nabi Yağcı, Zülfü Dicleli vb. gibi örnekler düşünüldüğünde, bu kaynağın Marksizmi inkâr ve liberal burjuva “değerleri” yüceltmede Ç. Altan’ın oğulları gibi çekirdekten yetişme liberal demokratları sollayacak bir “kapasite”ye sahip olduğu anlaşılacaktır. İşin aslında, bir zamanlar resmi komünist harekette yer alan liderler o ünlü “tarihsel dönüş”lerinden sonra, vaktiyle kıymetini bilmedikleri Ç. Altan’ın burjuva ilerlemeciliği açısından ifade ettiği değeri keşfetmişlerdir. Ve artık onlar da liberal demokrat yazarlarla aynı yola baş koymuşlardır. Balkonlarından çiçekler sarkan, salonlarından sokaklara piyona sesleri süzülen güzel kentlerde, insanların artık mesleksiz kalmadığı bir “Türkiye” yapılanırken, Ç. Altan’ın ütopyası da gerçekleşmiş olacaktır! Ha bu arada, günümüz liberal demokrat yazarlarının kalemlerinden dökülen satırlarda tasvir edilen bir “küresel kapitalizm” sayesinde de dünyaya “barış” ve “demokrasi” gelecektir!
27
marksist tutum
Şubat 2010 • sayı: 59
Gramchi’yi biz solculardan daha iyi öğrenmiş durumdalar. Marksizm’e yaptığı eleştiri ve katkılarla, ‘proletarya diktatörlüğü’ kavramını değiştiren İtalyan Komünist Partisi lideri Gramchi, ‘Batı toplumları, Doğu toplumlarından farklı olarak ancak rızaya dayalı olarak değişebilir. Dolayısıyla biz komünistler bu hegemonya düşüncesinin içeriğini bu yönde değiştirmeliyiz’ demişti. Şimdi Obama’nın yaptığı tam da bu!” (Taraf, 13.04.2009) İnsan “yaşayan sosyalizm” “Barışçıl ve güleryüzlü kapitalizm”! dünyasından birdenbire yaşayan kapitalizm dünyasına sıçYukarda somut bir örnek olarak adını vererek geçtiğiradığında, artık mensubu olduğu bu yeni dünyanın “demiz N. Yağcı, artık burjuva liberal yazarlar dünyasına intiğerler” sistemini de tam bir sonradan görmüşlükle, adeta sap etmiş ve A. Altan’ın yazıları vesilesiyle değindiğimize kaş-göz çıkartırcasına savunacaktır! Nitekim günümüzde benzer bir siyasal düşünce çerçevesini benimsemiştir. Ç. tüm liberal demokrat yazarların savunduğu bir argüman, Altan’ın yıllardır ele aldığı bir konuya, mesleksiz olmanın sermayenin artık savaşlara ihtiyaç duymayacağı argümanı kötücül yönleri konusuna önem veren N. Yağcı, Türkiye Yağcı’nın elinde “barışçı ve güleryüzlü kapitalizm” noktakapitalizminin bu gibi “olumsuz” yönlerini gidermesini sına ilerletilmiştir. Kendisi ne de olsa kulağı kesik eski solarzu eylemektedir. Bunun yanı sıra bir bütün olarak dünculardandır ve geçmişte Avro-komünistlerin bürokratik ya kapitalizminin de kendini yenilemesinden yanadır. Bir sosyalizme karşı icat ettikleri “güleryüzlü sosyalizm” masazamanlar, özü bürokratik devletçilikten başka bir şey ollını şimdi de kapitalizme tatbik edivermiştir! İşte bu doğmayan rejimleri “yaşayan sosyalizm” diye benimseyip desrultuda Yağcı şöyle demektedir: “Artık uluslararası ve farktekleyen Yağcı gibiler, geçmişte durdukları yeri terk ederlılıklar arası ilişkilerde savaş, politikanın devamı olmaktan lerken yalnızca “yaşayan sosyalizmi” toprağa gömmekle çıkıyor. Politikanın devamı sadece politika oluyor. Sermaye yetinmemişlerdir. Onlar Marksizme toptan sırtlarını dönbugün devlete de savaşa da artık ihtiyaç duymuyor. Aksine müşlerdir. Böylece dünün aşamacı ve reformist resmi kosermaye, savaşın olduğu yerden kaçıyor. Bilgi toplumu ve bilmünist çizgisinin liderlerinden N. Yağcı, bugün “evrimci gi ekonomisi baskın çıkıyor. İnsanlar yaşadıkları dünyanın bir kapitalizm”in savunucusu ve propagandacısı haline değişimine müdahale edebiliyor. Dünyanın yeni gerçeği bu. gelmiştir. Bu yüzden Yağcı, “insanlığın, büyük günler bekSermaye yayılmak için artık savaşa ihtiyaç duymuyor. lemeksizin, gündelik eylemler içinde kendi eliyle kendine yeSermaye kârlı olabilmek için aksine barışa ihtiyaç duyuyor. ni özgürlük alanları açacak yeni bir değişim dalgası içinde Kapitalizm değişmek zorunda. Sovyetler Birliği varken bu olduğunu artık kuşkuya yer vermeyecek kesinlikte söyleyebilideğişim zorunluluğu komünizm korkusuyla bastırılmıştı. riz” diye buyurmaktadır (Taraf, 12.10.2009). Şimdi kapitalizmin yeni bir evresine geçildi. Daha barışçı ve Sınıf atlama veya siyasal anlamda sınıf safını değiştirgüleryüzlü bir evre bu. Güleryüzlü kapitalizm başlayacak. me ya da eskiden savunduğu dünya görüşünü toptan red… Amerika’da değişim süreci Obama’yla birlikte başlıyor … detme kapsamında köklü “değişim” geçiren dönekler, herdünyadaki ana eğilim barış! Çünkü küresel kapitalizm barış kesin de bu tür bir değişim geçirmesi gerektiği ve zaten istiyor.” (agy) evrenin de artık böyle bir değişim temelinde hareket ettiği Yağcı ve onunkine benzer bir “değişim” geçiren eski zehabına kapılırlar. İşte bu türün önde gelen örneklerinsolcular kapitalizmin yeni hayranları olarak bu duyguladen biri olan Yağcı, Obama ile birlikte ABD’nin dünya rında ölçüyü o denli kaçırmış durumdadırlar ki, kapitaüzerinde hegemonya kurma döneminin bittiği ve artık rılizm altında sağlanan teknolojik ilerleme onlara büyük bir zaya dayalı bir yönetim anlayışına geçildiği hayalindedir. sosyal devrim olarak görünmektedir. Bu doğrultuda “anaO, eski alışkanlığıyla işin içine bir de sözde bir Marksist lizler” yapan Yağcı’nın ifadesiyle durum şudur: “Dünyada çokbilmişliği katarak dünyadaki durumu bakın nasıl anve Türkiye’de her şey değişiyor. Ekonomik yapı ve temelleri delatmaktadır: “Artık güç kullanarak değiştirme dönemi bitti ğişiyor. Bilgi toplumu gelişiyor. Bu çok köklü bir değişimdir. dünyada. Hegemonya ya güce ya da rızaya dayanarak kuruBu bir sosyal devrimdir. Bugün artık kapitalizmi içinde yer labilir. Amerikalılar, Marksizm’in büyük teorisyenlerinden alarak değiştirmek lazım. Bugün bu noktaya gelindi.” (Ta-
28
sayı: 59 • Şubat 2010
raf, 14.04.2009) Yağcı’ya benzer bir yoldan yürüyen bir başka örnek ise, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’nin başkanlığını yapmış olan ve bugün de SHP’nin genel başkanı bulunan eski sosyalistlerden Hüseyin Ergün’dür. Onun sıraladığı “vecizeler” arasında dikkat çekici olanlardan biri şöyledir: “İşçi sınıfı ilerici değildir. İşçi sınıfının siyasette özgürlükçü olamayacağı özellikle sosyalist ülkelerde ortaya çıktı.” (Taraf, 15.06.2009) Ergün geçmişte takmış olduğu “sosyalist” gözlükleri artık kaldırıp bir tarafa attığında, şimdi işçi sınıfı “çıplak” gözlerine bambaşka gözükmektedir. Böylece, o sözde sosyalist ülkelerde egemen bürokrasinin işlediği günahlar da bir çırpıda işçilerin sırtına yüklenivermektedir! “Yeni hakikatler” keşfeden o gözler, artık sermayeye de tamamen farklı bir açıdan bakmakta ve kapitalist dünya böylelerinin gözüne bize göründüğünden “bir başka” görünmektedir! Ergün’ün satırlarından yansıyan “gerçekler” şöyledir: “Şimdiki ırkçılık büyük sermayenin ırkçılığı değil. Şimdiki ırkçılık orta ve daha alt sınıfların ırkçılığı. Yani çalışan kesimlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, dükkân sahibinin ırkçılığı. Bu küreselleşme çağında yabancıların gelip işlerini ellerinden almasından korkuyorlar. Büyük sermaye ise ırkçı olamaz. O, küreselci olmak zorundadır. Çünkü ancak küresel davranarak işini, pazarını büyütebilir ve kârlarını katlayabilir. Aksi takdirde daralır ve yok olur. Bu yüzden belli büyüklükteki bir burjuvazinin küreselci olması kaçınılmazdır. Zaten yabancı düşmanlığı da Avrupa’da egemen politik eğilimlerden biri olmayacak. Irkçılık ve sağa kayma uzun sürmeyecek. Bir, iki yıl içinde dünya tekrar büyüyecek, insanlar gene zenginleşecek.” (agy) Fakat kuşkusuz benzer türdeki örnekler arasında en çarpıcı olanlardan birini anmadan geçmek olmaz. Bu örnek, resmi komünist hareketteki sorumlu geçmişini eski bir giysiden sıyrılır gibi kolayına geçmişte bırakarak, cansiperane bir şekilde sermayenin ideologluğuna soyunan Zülfü Dicleli’den başkası değildir. Dicleli, geçmişte bir sosyalistken tanıdığı işçi sınıfının şimdi adeta tüm varlığından kurtulmaya çalışan biri gibi düşünmektedir. İşçiler artık ona bütünsel bir sınıf olarak gözükmemekte, o bugünün dünyasına baktığında, bir tarafta “yol kazan”, bir başka tarafta “fabrikada çalışan” vb. birtakım tekil işçiler görmektedir. Zaten Dicleli’nin dünyasında artık büyük fabrikalar, sanayi dönemi vb. hepsi bitmiştir. Hatta artık işçilerle kapitalistlerin çıkarları ortak hale gelmiştir! Bu yüzden artık sol da aklını başına toplamalı ve piyasa ekonomisinden yana olmalıdır: “İşçi sınıfının içinden bile on beş tane sınıf çıkar bugün. Çünkü işçilerden biri yol kazıyor, biri fabrikada çalışıyor, biri bilgisayarla çalışıyor. Bunlar farklı dünyaların insanları artık. Eskisi gibi aynı ruh halinde değiller. Geçmişte 10 bin, 20 bin kişilik fabrikalarda çalışırlardı. Büyük fabrika bitti. En son büyük fabrika, son dünya krizinde General Motors’ın iflasıyla bitti. Günümüzde kapitalizmi yıkmak diye bir şey yok artık. Eskiden kapitalizm
marksist tutum
belli yerlerde merkezîleşmişti. Büyük fabrikaları ele geçirirsen onu yıkabilirdin. Şimdi kapitalizm o kadar çeşitlendi ki, onu yıkmaya imkân yok. Bugün kapitalizm ancak demokratikleştirilebilir, katılımcı hale getirilebilir. Sol, sosyal piyasa ekonomisinden yana olmak zorunda. Sol artık bütün topluma seslenmek ve dünyayı dikkate almak zorunda. Mesela işçilerle kapitalistlerin bir sürü çıkarı bugün ortak hale geldi.” (Taraf, 20.07.2009) Dicleli yukarıdaki yazısının devamında (Taraf, 21.07.2009) belirttiği gibi, solun 1980’den beri dünyadaki gelişmeleri algılayamadığından ve globalizmi emperyalizmin bir aşaması olarak gördüğünden dertlidir. Bu yüzden sola vermek istediği dersler bağlamında demektedir ki: “Oysa dünyada emperyalizm diye bir şey kalmadı.” ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilgili olarak buyurduğu ise şöyledir: “O, emperyalist bir uygulamadır. Sistem olarak emperyalizm ise ayrı bir şeydir.” Zülfü Dicleli de, daha önce değindiğimiz üzere “tarihsel dönüş” yapanların ruh haliyle, dünyada tam bir değişim yaşandığını iddia edenlerdendir: “1789’da Fransız Devrimi’yle başlayan, sanayileşme dönemiyle devam eden ve aydınlanma çağıyla eşleşen bir dönem insanlık tarihinde sona eriyor. Bir dönüm, bir şafak anındayız şimdi. Yeni bir şeyin çıkacağı bir an bu. 1980’lerde dünyada sosyalizm çöktü. 2000’lerde de kapitalizmin bir türü çöküyor. Şimdi kapitalizmin yeni bir türü ortaya çıkacak. Kapitalizmin mevcut türü, sosyal liberal sentezle aşılacak. Sanayi ekonomisi, sanayi dönemi sona eriyor. Dijital ekonomi, bilgi ekonomisi çağı başlıyor.” (agy) 1985’ten beri dünyada böyle bir süreç yaşandığından dem vuran Dicleli’nin yazısının devamından edineceğimiz “bilgiler” de okkalı bir dönüşümün (siz dönekliğin diye okuyun!) yansımalarıdır: “Eskiden sermaye önemliydi. Çünkü sermaye makine demekti. İşçiler makineleri kullanarak değer üretebilirdi. Dolayısıyla sermaye olmadan üretim yapılamazdı. Şimdi ise sermaye olmadan üretim yapılabiliyor. Çünkü esas üretim gücü artık bilgili kişi ve onun sosyal ilişkileri. Bilgili kişinin artık üretim aracı olarak sadece bir bilgisayar ekranına ve klavyesine ihtiyacı var. Dünyada eski tarz ulus-devletler bitiyor. Global yönetişime ayak uyduracak yeni ulus-devletler ortaya çıkıyor. Yani küreselleşme ulusdevletlerin egemenliğinin, üstte çok uluslu örgütlerce, altta da mahallelere kadar inen yerel yönetimlerce paylaşılmasını gerektiriyor.” Sonradan görme kapitalizm hayranları, türlerinin tüm örnekleri gibi övgüde aşırıya kaçarlarken, yıllanmış kapitalist stratejistler ise kendi sistemleri hakkında daha “karamsar” fakat gerçekçi tahminlerde bulunuyorlar. Örneğin 21. yüzyıla ilişkin tahminleri içeren Gelecek Yüzyıl adlı kitabıyla ünlenen ve hakkında “Gölge CIA” yakıştırması yapılan Stratfor adlı özel bir istihbarat şirketinin de başkanı olan George Friedman, gerek dünya geneli gerek Türkiye özelini ilgilendiren ilginç şeyler söylüyor. Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle yapılan bir söyleşide (Yeni Şafak, 04.03.2009), Türkiye’nin daha şimdiden bölgesindeki en önemli güç
29
marksist tutum
olduğunun altını çizmekte, ABD ve Türkiye arasındaki bugünkü stratejik ortaklığın önümüzdeki 15-20 yıl devam edeceğini belirtmektedir. Daha ötesine ilişkin tahminleri ise düşündürücüdür: “Bunu izleyen yıllarda Amerika-Rusya arasında bir gerginlik kaçınılmaz. Ve bunun ikinci bir Rus çöküşüyle sonlanacağını düşünüyorum. Zaten tüm merkez Asya bir dağılma ve zayıflama sürecine girecek; bu arada da Türkiye’nin de içinde bulunduğu kıyı bölgesi güçlenecek.” Türkiye’nin Akdeniz’de hızla güçlenmesinin Amerika’yı rahatsız edeceğine ve bu nedenle gelecekte ABD ile Türkiye arasında bir savaş olabileceğine dikkat çeken Friedman, Obama’nın yarattığı yeni dünya umudunun ise kof olduğunu belirtmektedir: “Obama süper bir politikacı. Herkes ondan ne duymak istediyse onu duydu. Ama dış politika konusunda aslında Bush yönetiminden çok keskin farklılığı yok. Kişilik dış politikada önemli değil maalesef. Bunu Obama’dan daha iyi kimse kanıtlayamaz. Kimse çok keskin dönüşler beklemesin.” Kapitalist sistemin akıbetini liberal demokrat yazarların düşler âleminden değil de Friedman benzeri stratejistlerinden öğrenmeye çalıştığımızda, insanlığı bu sistem altında daha ne gibi tehlikelerin beklediği aşikârdır!
Liberal demokratın mekanik determinizmi Tarihsel açıdan çözümü artık zorunlu hale gelmiş görünen çeşitli sorunlarda kapitalist sistemin oluşturduğu engelleri kabul etmeksizin, adeta sistemler üstü ve geçersiz bir rasyonalite anlayışıyla gelişmeleri yorumlamaya çalışmak da liberal demokratların başlıca özellikleri arasında yer alıyor. Bu yüzden liberal demokrat yazarlar, ancak büyük halk hareketleri neticesinde çözülebilecek kapsamdaki sorunların bile kapitalist sistem içinde ekonominin gerekleri sayesinde kolayına çözülebileceğini düşlemek gibi saçma bir noktaya kayabiliyorlar. Onların olayları ve dünyadaki gelişmeleri yorumlarken sahip oldukları yanılsamalı bakış açısının önemli bir yansıması da ekonomi alanı ile siyaset alanı arasındaki ilişkinin ele alınış tarzıdır. Onlar bu ilişkiyi, birincinin ikinciyi neredeyse otomatikman belirleyeceği bir şekilde, yani mekanik determinist bir anlayışla yorumluyorlar. Marksizm, ekonomik temelin siyasi alan dahil üstyapıyı son tahlilde belirleyici faktör olduğunu gözler önüne serer. Ne var ki Marksist analize temel oluşturan bu determinizm, tarihin materyalist ve diyalektik kavranışından vücut bulur. Bu nedenle, ekonomi ve siyaset alanı arasındaki ilişkinin Marksist kavranışı, bu ikili ilişkide son tahlilde belirleyici olan faktöre rağmen bazı durumlarda diğer unsurun öne çıkabileceğini ve en önemlisi de iki faktör arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu kabul eder. Liberal aydınların kapitalist ekonomiyi kadiri mutlak addeden dünyalarında ise, ekonomik gelişimin dayattığı dönüşümler sanki tanrının buyruğuymuşçasına siyasi ala-
30
Şubat 2010 • sayı: 59
na birebir yansıyacaktır. Bilimsel yöntemden uzaklaşan bu kavrayış tarzının yarattığı problemler, bir de bu topraklardaki tarihsel gelişme çizgisinin Batılı kapitalist ülkelere benzememesi nedeniyle katmerlenmektedir. Tarihsel geçmişine devlet mülkiyetinin ve devletlû sınıfın damgasını bastığı Türkiye’de siyasal alan, özel mülkiyet temelinde bir tarihsel gelişim çizgisi izleyen Batılı ülkelere oranla çok daha belirleyici ve toplumsal yaşamı etkileyici bir kudrete sahiptir. Bu yüzden Türkiye gibi bir ülkede ekonomi ile siyaset arasında kolay kolay Batı’dakine benzer bir uyum gerçekleşmiyor. Türkiye’nin son dönemine egemen olan ve burjuvazi içindeki farklı kanatların iktidar çekişmesi temelinde gelişen çatışmalı süreç de bu gerçekliğin açık bir yansımasını oluşturuyor. Liberal demokratlar, Türkiye’nin önemli tarihsel gerçeklerini kavrayıp artık bunlarla yüzleşme bağlamında kuşkusuz anlamlı çabalar sergiliyorlar. Fakat kapitalist sisteme olan aşırı inançları, onları ekonomi ve siyaset alanı arasındaki ilişkinin kavranmasında mekanik bir determinizme sürüklüyor. Liberal demokrat yazarlar, Türkiye’deki ekonomik gelişimin kimi tarihsel sorunların çözümünü dayattığı düşüncesiyle, bu durumun siyasi alanda ürünlerini artık peş peşe vereceği yolunda iyimser bir bakış açısı geliştirmektedirler. Pek çoğunun AKP iktidarından fazladan beklentiler içine girmesinin ve bu burjuva hükümete hak etmediği noktalarda bile destek sunan tutumlar takınmasının nedeni budur. Bu durum onları, mevcut iktidarın çizdiği zikzakların peşinden koşarken, bir dedikleri bir diğerini tutmayan ve sorunların çözüleceği yolundaki iyimser beklentileri de kötücül siyasal gelişmelerle çelişen bir pozisyona sürüklüyor. Bu dediklerimize yine A. Altan’ın bir yazısından (Taraf, 21.10.2009) örnek verebiliriz. Altan ilgili yazısında Erdoğan’ı, sadece Türkiye’de savaşı durdurmakla kalmayıp bölgeye de barış getirecek “açılımlar” yaptığı için dünyada hayranlık toplayan bir lider olarak övmektedir. Bu satırları kaleme aldığı tarihlerde, hemen art arda gerçekleşmesini umduğu beklentileri ise şu şekilde sıralamıştır: “Yakında Ermenistan kapısı da açılacak, yüz yıllık düşmanlık sona erecek, Suriye ile sınırı kaldırdık bile, Kürdistan’la iki sınır kapısı açılacak, Türkiye enerji hatlarının geçiş yolu olacak.” Ne var ki Altan ve benzeri görüşte olan yazarların bu türden iyimser beklentileriyle adeta dalga geçercesine, takip eden günlerde Türkiye’deki gelişmeler kötümserliği besleyen yönde seyir izleyebilmiştir. Aslında genelde ve hele ki Türkiye gibi “değişime direnen” bir ülkede beklenen köklü değişiklikler ancak kitlelerin fiili mücadeleleri sayesinde yaşama geçebilir. Bu gerçeği kabul edip böyle bir mücadeleyi zorunlu görmeyenin, Türkiye’nin çözümü gecikmiş tarihsel sorunlarında köklü çözümler beklemeye de hakkı yoktur. Liberal demokratların yazılarına lezzet katan “temiz toplum”, “temiz siyaset” “temiz devlet” türü beklentiler, Türkiye gibi tüm bu açılardan yeterince kirlenmiş ülkelerde sıradan bir burjuva hükümet değişikliğiyle gerçekleşemez. Liberal de-
sayı: 59 • Şubat 2010
mokrat yazarların dillendirdiği o “temizlik” harekâtını hayata geçirebilmek için, tarihsel kökleri askeri vesayet, otoriter devletçilik ve sivil toplum düşmanlığına dayanan bu devletin köklerine kadar sarsılıp yeniden yapılandırılması şarttır. Bu ise, henüz bir toplumsal devrimden söz edemediğimizde dahi etkileri bakımından neredeyse bir siyasi devrim boyutuna varan bir halk hareketinin sarsıcı gücü ve desteği sayesinde başarılabilir. İşte yazılarında kendilerini ne denli geniş ufuklu bir değişim beklentisi içinde göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, liberal demokratların düşlerinin boyunun erişemediği bir değişim düzeyidir bu. Sorunun bu yönü o denli önemli ve çarpıcıdır ki, bu bakımdan gerçeklik tablosunun üzerini örten güzel sözler tülü aralandığında, altından liberal demokrat yazarların burjuva dünyasına bin bir iplikle bağlı varoluş halleri çıkacaktır. Örneğin A. Altan, artık Soğuk Savaş dönemine özgü Gladio türü gizli örgütlerin cirit attığı bir devlet ve ordu yapılanmasına gerek kalmadığını, bu anlamda bu kurumlarda “derin devlet”i temizleyen derinlikte bir temizliğe ihtiyaç olduğunu hanidir yazıp çizmektedir. Ancak yine aynı yazılarında yer alan satırlardan açıkça anlaşılmaktadır ki, son tahlilde Altan burjuva devlet temizlensin ve güçlensin demektedir. Ordu artık darbelerle siyasete taraf olmasın, kirlenmesin ve kendi görevini bilip yerine getirsin diye arzulamaktadır. Bu tür istemlerin liberal demokratların lügatındaki karşılığı tatmin edici bir “sivilleşme ve normalleşme” olarak görünse de, temizlenerek güçlenmesi istenen burjuva devlet ve ordu aygıtının işçi-emekçi kitleler ve ezilen Kürt halkının yaşamında ne gibi anlamları olacağı çok açıktır! Liberal demokrat yazarların bir başka defolu yanını ise, onların burjuva politik yaşamın anlık ve geçici iniş çıkışlarına göre ani değişimler sergileyen yazılar kaleme alma eğilimleri oluşturuyor. Burjuva siyasetçilerin günlük politik tutumlarından kalıcı eğilim tahlilleri üretmek tüm liberal yazarların ortak bir özelliğidir. Bu nedenle burjuva politikacılar kadar burjuva siyaset yazarları da son tahlilde birer reel politikerdir. Örneğin köşe yazılarıyla kitleler nezdinde geleceğe dair güzel umutlar yaratmaya çalışan ve güçlü bir kaleme sahip olan A. Altan, bu reel politikerliği nedeniyle siyasal değişim arzusunu Erdoğan gibi politikacıların zikzaklarına mahkûm edebiliyor. Siyasal ufkunu sınırlayan burjuva siyasetin doğası gereği, Baykal ya da Bahçeli türü liderlere oranla Erdoğan’ın farkını abartılı övgüler eşliğinde dile getirebiliyor. Altan’ın Başbakan Erdoğan’ı, “yeni bir sistem”, “yeni bir ülke” yaratacak büyük bir değişimin mimarı şeklinde ifade eden yazıları bu yaklaşımının çarpıcı örneklerini sunar. Her ne kadar Erdoğan’ın siyasal tutumlarıyla Baykal ya da Bahçeli’nin tutumları arasında önemli farklar bulunsa ve Erdoğan askeri vesayet sisteminin devamını savunan burjuva politikacılarına oranla ehveni şer tutumlar sergilese de, “yeni bir sistem”, “yeni bir ülke kurmak” yolundaki düşler bu kadar basite indirgenemez. Kuşkusuz statükocu-
marksist tutum
AKP’nin ordu karşısında tarihen mağdur burjuva kanadın temsilcisi konumunda olması onu bir demokrasi havarisi kılmıyor. Aslında A. Altan gibilerin dillendirdiği değişim arzusu haklı bir arzu olsa bile, bunun ancak örgütlü kitlelerin mücadelesi sayesinde sağlanabileceği de bilinmeli.
lara oranla liberallerin burjuva siyaset çerçevesinde bazı değişiklikler yaratabilmesi (burjuva rejimin sivilleşmesi, Kürt sorununda kırmızıçizgilerin bir ölçüde aşılması vb. gibi) mümkündür. Ancak hangi siyasi eğilim baskın gelirse gelsin, nihai çerçevesi kapitalist sömürüye ve genel hukuku yine ezilen ve ezenleri içeren bir ayrıma dayanan bir sistem “yeni bir sistem” olmayacaktır. AKP’nin ordu karşısında tarihen mağdur burjuva kanadın temsilcisi konumunda olması onu bir demokrasi havarisi kılmıyor. Aslında A. Altan gibilerin dillendirdiği değişim arzusu haklı bir arzu olsa bile, bunun ancak örgütlü kitlelerin mücadelesi sayesinde sağlanabileceği de bilinmeli. Bugün burjuva çerçevede cereyan edecek sınırlı değişimlerin dahi yalnızca üstten, şu ya da bu burjuva politikacının “cesareti” veya “dürüstlüğü” sayesinde bahşedilmeyeceği ve kitle mücadelesinin alttan bindireceği basınç sayesinde gerçekleşebileceği de yeterince açık olmalı. Üstelik Türkiye benzeri ülkelerin tarihi, Kürt sorunu vb. gibi kangrenleşmiş sorunlarda burjuva değişimlerin, yani tarihsel burjuva reformların ancak devrimci kitle mücadelesinin yan ürünü olarak sağlanabileceğini fazlasıyla gözler önüne seriyor. O nedenle, liberal demokrat yazarların yakın geleceğe dair çizdikleri pembe tabloların hoş yanları olsa bile, bunların her seferinde can sıkıcı çatırtılarla parçalanmasına da hiç şaşmamak gerek! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
İran Devrimi, Burjuva İç Kapışma ve Dersler Utku Kızılok
İ
ran’da siyasal ve toplumsal hoşnutsuzluk devam ediyor. Kitlelerin biriken öfkesi her vesileyle kendini dışa vuruyor. Mevcut yönetime muhalif olan ve geçtiğimiz Aralık ayında ölen Ayetullah Ali Montazeri’nin cenaze töreninin ve hemen sonrasına rastlayan Aşura anmasının on binlerce kişinin katıldığı bir gösteriye dönüşmesi bu hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. Molla rejimi daha önceki gösterilerde olduğu gibi, bu sefer de kitleleri bastırmaya girişti, birçok insan ölürken, onlarcası tutuklandı ve bir o kadarı da yaralandı. Öyle gözüküyor ki, önümüzdeki dönemde de bu tip kitle gösterileri yaşanmaya devam edecek. Zira egemen sınıf içindeki kavga sürüyor ve on yıllardır kitlelere zulüm uygulayan koyu molla diktatörlüğü yerli yerinde duruyor. Molla rejiminin çelişkilerinin ne yönde çözüleceğini esas belirleyecek olan işçi sınıfı ise henüz örgütlü gücüyle ve sınıf kimliğiyle bu hareketin içine girmiş değildir. Hatırlanacağı üzere İran’daki yığınsal ve yaygın kitle gösterilerinin patlamasına, 2009 Haziranında yapılan cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları neden olmuş ve bu sonuçlar egemen sınıf içinde süren hegemonya kavgasını daha da çatışmalı bir düzeye yükseltmişti. “Reformcu” denen kesim cumhurbaşkanlığı seçimlerine Ahmedinecad’ın hile karıştırdığını öne sürmüş ve başlayan protesto gösterileri günlerce süren ve 20’den fazla insanın ölümüyle so-
32
nuçlanan bir toplumsal patlamaya dönüşmüştü. Hiç kuşkusuz ki, başlayan yığınsal gösteriler “reformcu” ve “muhafazakâr” olarak adlandırılan kesimlerin çatışmasından bağımsız olarak, on yıllardır koyu bir diktatörlük altında inletilen kitlelerin molla rejimine duyduğu öfkenin bir dışavurumuydu. Bu nedenledir ki, bir taraftan rejimin en yüksek makamlarında görev yapmış “reformcu” kimseleri tutuklayan ve dini lider Ali Hamaney’in ağzından karşı cepheye gözdağı veren “muhafazakâr” cenah, öte taraftan kitlelerin öfkesinin rejimin bekasına yönelebileceğine dikkat çekerek “reformcuların” akıllarını başlarına devşirmelerini buyurmuştu. Bir süre sonra ise kitle gösterileri geri çekilmişti. Kitle gösterilerinin geri çekilmesinin başta gelen nedenlerinden biri hiç kuşkusuz ki, molla rejiminin uyguladığı acımasız şiddet ve katliamdır. Lakin esas belirleyici etmen kitlelerin devrimci bir önderliğinin olmamasıdır. “Reformcu” denen burjuva kesim, molla rejiminin bir parçasıdır ve kitlelerin biriken öfkesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemektedir. Dolayısıyla kitle hareketini “muhafazakâr” kesimi sıkıştıracak kadar tırmandırmakta fakat molla rejiminin bekasına halel gelmeyecek bir çizgide tutmaya çalışmakta ve aşırıya kaçıldığında ise dizginlemektedir. Bağımsız bir çizgiye oturamayan ve devrimci önderlikten yoksun hoşnutsuz kitlenin içinde
sayı: 59 • Şubat 2010
üniversite gençliği önemli bir rol oynamaktadır. Yani işçi sınıfı henüz kendi sınıf kimliğiyle ve örgütlü bir güç olarak siyasi sahneye çıkmış değildir. Unutmamak gerekiyor ki, 1978 yılı boyunca gelişen kitle hareketinin bir devrime dönüşebilmesi ancak işçi sınıfının siyaset arenasına girmesiyle mümkün olabilmişti. Bugün İran’da benzeri bir durum yaşanmadığı açıktır. Buradan çıkartılacak sonuç; gelişen kitle hareketini küçümsemeden, ama “İran’da devrim başladı” gibi mübalağalı tespit ve tahlillere de varmadan işçi sınıfının bağımsız örgütlü çizgisinin hâkim kılınması gerektiğini ortaya koymak ve bu doğrultuda mücadele vermektir. Zira işçi hareketinin bağımsız bir çizgide ilerleyememesinin bedelini işçi sınıfı sayısız kez burjuvazinin ağır darbeleri altında ezilerek ödemiştir. Bunu en iyi bilenlerden biri de İran işçi sınıfının kendisidir. Türkiye ile İran işçi sınıflarının trajedileri birbirine çok benzemektedir. 1980 öncesinde her iki ülkede de büyüyen bir işçi hareketi vardı. Çeşitli versiyonlarıyla Stalinizm, yani küçük-burjuva sosyalizmi her iki ülkenin sosyalist hareketine de egemendi ve devrimci hareket proleter sınıf temelinden yoksundu. Bunun için de işte, proleter sosyalist devrim belirsiz bir geleceğe itilirken, her iki ülkede de “milli burjuvaziyle” birlikte sözümona anti-emperyalist bir devrim peşinde koşulmaktaydı. Tarihin cilvesine bakın ki, bu iki ülkenin işçi sınıfları bugün de benzeri sorunlarla yüz yüze gelmiş bulunuyorlar. Her iki ülkede de burjuvazi içinde bir egemenlik kavgası yaşanmakta ve çatışan kesimler işçi-emekçi kitleleri peşlerine takmaya çalışmaktalar. Türkiye’de üniformalı Kemalistler, İran’da ise cübbeli mollalar siyasal alan üzerindeki belirleyiciliklerini, mevki ve ayrıcalıklarını terk etmek istemiyorlar.
Proleter devrimci önderlikten yoksun devrim 12 Şubat 1979’da zafere ulaşan İran devrimi büyük bir halk devrimiydi. Geniş halk kitlelerinin içine çekildiği, yürüyüşlerde ve grevlerde milyonlarca insanın seferber olduğu, büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bu büyük halk devriminin zaferine değin ne İslam cumhuriyetinden ne de şeriat yönetiminden söz edilmekteydi. Kitlelerin amacı bir İslam Cumhuriyeti kurmak değil, Şah diktatörlüğünün yıkılmasıydı. İşçi sınıfının politik arenaya siyasi grevlerle girmesi sonucu belirledi ve Şah’ın diktatörlüğü yerle yeksan oldu.1 İran devrimi, son derece yüklü toplumsal ve siyasal çelişkilerin şiddetli bir dışavurumudur. 1979’a ilerleyen süreçte manzara şuydu: Kapitalist gelişme tempolu bir şekilde ilerlemekte, modern üretim ilişkileri egemen olmaya başlamakta, ama çarşı denen yerlerde geleneksel temele dayalı üretim ilişkileri ülke ekonomisinde ve toplumsal hayatta küçümsenmeyecek ağırlığını korumaktaydı. Kapitalist gelişme hızlı bir şekilde köylülüğü çözerek büyük şehirlerin varoşlarına atmakta, milyonlarca insan te-
marksist tutum
neke evlerde işsizliğin ve sefaletin kucağına itilmekte, ama bir avuç zengin ve devlete egemen elitler göz kamaştırıcı bir yaşam sürmekteydi. 1979’da Tahran’ın nüfusu 8 milyona ulaşmıştı. Sermaye tekelleşmekte ve genişlemekte, küçük-burjuvazi ve tüccarlar büyük sermaye karşısında erimekteydi. Tepeden reformlarla eğitim laikleştirilmekte, seküler bir toplum yaratılmaya çalışılmakta, ama bu gelişmelere öfke kusan ve sayısı yüz bini bulan mollaların halk içindeki etkisi devam etmekteydi. Tüm bunlara, son model silahlarla donatılan 400 bin kişilik ordunun, 60 bin kişilik gizli istihbaratın ve polis örgütlenmesinin üzerinde yükselen Şah diktatörlüğünü de eklemek gerek. Burjuva muhalefet de dâhil her türlü muhalefetin yasaklandığı, anayasanın yürürlükten kaldırıldığı, basının susturulduğu, binlerce devrimcinin ve muhalif aydının cezaevlerine doldurularak işkencelerden geçirildiği, on binlerce insanın yurt dışına kaçmak zorunda kaldığı bir diktatörlük. Yani nerdeyse toplumun hiçbir kesimi gidişattan ve halinden memnun değildi. Burjuvazi gelişip palazlanmasına rağmen, bu gelişkinliğini politik iktidara yansıtamıyor ve güvenceye alamıyordu. Oysa burjuva kesimler anayasanın yürürlüğe konmasını ve parlamenter bir işleyişin egemen kılınmasını istiyorlardı. Diktatörlük düzeninin mevcut şartlarda sorunsuz yürümeyeceğini ve toplumsal çelişkileri yumuşatmak gerektiğini sezen ABD’deki Carter yönetiminin, Şah’ı insan haklarına saygılı olmaya çağırması da burjuvazinin istekleriyle örtüşüyordu. Şah, ABD’nin ve burjuvazinin söylediklerine önce kulak asmadı, toplumsal çelişkiler patlayıp da birtakım reformlara girişmeye kalktığında ise geç kalmıştı, devrim diktatörlüğü tarihin çöp tenekesine doğru süpürüyordu. 1978’in sonbaharında Tahran’da yapılan yürüyüşe tam bir milyon kişi katılmıştı. Amerikan ve İngiliz elçileriyle görüşen Şah, şöyle diyordu: “Suya düşmüş bir kartopu gibi eriyip gidiyoruz.” Son model silahlarla donatılmış orduya, gizli servise ve polis aygıtına sahip Şah rejimi kitle ayaklanmasının üstesinden gelemiyordu. 4 Eylüldeki bu yürüyüşte halk şöyle haykırıyordu: “Askerler kardeşimizdir, ordu düşmanımız.” Kitlelerin erlerle kurduğu bağ ve erlerin göstericiler karşısında giderek çelişkiye düşmesi Şah yönetimini tam anlamıyla şaşkına çevirmişti. Şah yönetimi askerleri halktan uzak tutmak ve devrimi bastırmak amacıyla önce sıkıyönetim ilan etti ve devam eden günlerde, 8 Eylülde Tahran’da yapılan ve tarihe “kara Cuma” olarak geçen yürüyüşte tam 300 kişi katledildi. Ama kitleler geri çekilmediler, ülkenin dört bir yanında düzenlenen yürüyüş ve mitinglerde “kahrolsun Şah rejimi” haykırışları yükseliyordu. Rejimin temsilcileri tam anlamıyla çaresizdiler ve devrim geliştikçe devletin çekirdeğini çatırdatıyor ve merkezi yönetim denetimini kaybediyordu, yani egemenler artık eskisi gibi yönetemiyorlardı. Devrim bir işçi iktidarına yürümesin diye rejimin önde gelen isimleri ve emperyalist ülkelerin temsilcileri daha Eylül ayının başında gizlice gö-
33
Şubat 2010 • sayı: 59
marksist tutum Çürümüş mutlakıyet rejiminin tepesindeki Şah Pehlevi ailesi
rüşmeler yapmaya başlamışlardı. Ancak ilerleyen haftalarda ABD de Şah’ı gözden çıkardı. Çaresizlik içinde kıvranan Şah, ılımlı liberal burjuva temsilcilerle koalisyon pazarlığına girişti. Ancak devrim, Şah’ın koalisyon çerçevesinde vereceği reform kırıntılarını çoktan aşmıştı ve liberal burjuva temsilciler bu aşamada kitleleri karşılarına alamazlardı. Fakat Ulusal Demokratik Cephe etrafında örgütlenen burjuvazinin liberal temsilcileri, Şah’ın alaşağı edilmesi için kitlelere önderlik edemeyecek kadar korkak ve pasiftiler. Onlar Şah’ın gitmesini ve parlamenter bir sistemin kurulmasını istiyorlardı, ama cesaret gösterip kitlelerin önüne düşemiyor, kesin ve kararlı bir şekilde diktatörlüğün son bulması ve Şah’ın derhal çekip gitmesi gerektiğini söyleyemiyorlardı. İran devrimi, emperyalizm çağında gericileşen burjuvazinin demokratik devrimlere öncülük edemeyeceğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Sosyalist hareketin ise, Şah’ı ve burjuva düzeni hedefe yerleştirecek ve devrimi işçi iktidarına ilerletecek bir perspektifi zaten yoktu. Sosyalist hareket “milli burjuvazi” öncülüğünde “antiemperyalist” bir devrim peşindeydi. Bu durumda devrimin önderliği, zaten kendi emellerini hayata geçirmek amacıyla yanıp tutuşan mollalara ve Humeyni’ye terk edilmiş oldu. Toplumun en örgütlü kesimi olan mollalar ve Humeyni, devrimin önderlik boşluğunu çok iyi doldurdular. Geniş kitlelerin öncülüğünü kazanma noktasında Humeyni ustalıklı manevralar yapmaktaydı. Humeyni ilk dönemler liberal burjuvazinin programını ve hatta solun emperyalizm karşıtlığı ve millileştirme
34
gibi kimi söylemlerini sahiplenmiş gözüküyordu. Söz ve düşünce özgürlüğünün insanın temel hakkı olduğunu ve hiçbir nedenle kısıtlanamayacağını, tüm siyasi partilere ve örgütlere serbesti tanınacağını, halkı ezen devlet kurumlarının ve sansürün kaldırılacağını söylüyordu. Humeyni’ye göre, gelecekte İran’da herkes istediğini yazıp okuyacaktı ve istihbarat örgütü SAVAK dâhil tüm güvenlik kurumları kaldırılacaktı. Şöyle diyordu: “Halkımız ve serbest seçimlerle iş başına gelmiş bir hükümet, ülkemizin güvenliğini koruyacaktır.” Her sektörün istediği gibi kendini yöneteceğini ve devletin müdahale etmeyeceğini söyleyerek burjuvaziye güvenceler veren Humeyni, inanç özgürlüğünden ve kadınların “tamamen serbest” olacağından dem vuruyordu. Ama daha da önemlisi, mollaların devlet yönetimine karışmayacağına söz veriyordu: “Yetenekli ve güvenilir bir aday seçip ülkenin yönetimiyle görevlendirmek halkın işidir. Ben üzerime görev almayacağım. Ben bir gözlemci olarak halkımın yanında olacağım ve din işleriyle uğraşacağım… Ruhani işlerle uğraşanlar, devlet makamlarında vazife almayacaklar.”2 Nitekim devrimin tartışmasız önderi haline gelen ve bir İslam Devrim Konseyi kuran Humeyni, kendi konseyini bir kenarda tutarak, Geçici Hükümetin başına liberal burjuvazinin bir temsilcisi olan Bazargan’ı getirdi. Humeyni’nin bu taktiği devrimin o günkü düzeyiyle de örtüşüyordu. Zira geniş kitlelerin Humeyni’nin önderliğini kabul etmeleri demek, mollaların yönetiminde şeriat düzenini kabul etmeleri demek değildi. Humeyni, tüm kesimlerin üzerinde yer alan bir devrim önderi, bir hakem rolünü şimdilik oynamaya devam ediyordu. Ayrıca liberal burjuva temsilcilerin hükümeti kurmalarına izin vererek de zaten çatlamış ordu genelkurmayını daha da ayrıştırmak ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeleri yumuşatmak istiyordu. Fakat devrim çok karmaşık bir tablo çıkarmıştı ortaya: Bir tarafta burjuvaziyi temsil eden ve emperyalist ülkelerle ilişkileri sürdürmekten yana olan görünürdeki Geçici Hükümet; öte tarafta ordu genelkurmayı da dâhil olmak üzere bürokrasinin bir kesimini yanına çeken, çöken devleti fiilen eline geçiren, özellikle kent varoşlarında sefalet içinde yaşayan kitleleri arkasına takan, çarşı-bazaari denen geleneksel küçük-burjuva kesimleri temsil eden ve içinde büyük toprak sahiplerinin de olduğu mollalar ve Humeyni konumlanıyordu. Bu sınıf ve kesimler karşısında ise, devrimden sonra kitleselleşen sol ve şûralar/konseyler kurarak pek çok fabrikanın yönetimini eline alan devrimci işçi kitleleri yer alıyordu. Ortaya çıkan bu karmaşık ve çelişkili tablonun bir proletarya iktidarına değil de karşı-devrime doğru gelişmesinde ise, İran solunun çok büyük sorumluluğu ve günahı vardır.
Solun kahredici tutumu İran devrimi, küçük-burjuva sosyalizminin bilmem kaçıncı kez iflasını ortaya koyan engin deneyimlerle doludur.
sayı: 59 • Şubat 2010
Ana parçasını, komünist partinin devamı olan Tudeh’in oluşturduğu sosyalist ve devrimci demokrat harekete göre, İran azgelişmiş, yarı-feodal, yarı-sömürge bir kapitalist ülkeydi. Ülkede Şah’ın ve komprador burjuvazinin egemenliği vardı ki, onlar da ABD emperyalizminin işbirlikçileriydiler. Devrimin yöntemleri ve nasıl gelişeceği noktasında bazı farklılıklar olsa da, onlara göre temel çelişki İran’ın ABD emperyalizmine bağımlılığı meselesiydi. Proleter bir devrim için henüz olgun sayılmayan İran’da, mücadelenin temel hedefi, anti-emperyalizme dayalı milli demokratik bir devrim olmalıydı! Böylece İran, emperyalizme bağlı zincirlerini kırarak bağımsızlığını kazanacak ve “milli” burjuvaziye dayalı bir ekonomi kuracaktı. Yani antikapitalizmi içermeyen ve tümüyle Batılı emperyalist ülkeler karşısında bir “ulusal kapitalizm” savunusuna çıkan bir anti-emperyalizm anlayışı söz konusuydu. Stalinizmin uluslararası komünist harekete zerk ettiği bu aşamalı devrim anlayışı, İran’da da sosyalist devrimi belirsiz bir geleceğe itiyordu. Devrimci yükselişin başladığı günlerde Tudeh, görevi şöyle tarif ediyordu: “Anakronik monarşinin devrilmesi, gerici devlet aygıtının yıkılması, büyük kapitalistlerin ve toprak ağalarının tasfiyesi, iktidarın bu sınıflardan alınarak vatansever, demokratik sınıf ve katmanlara –yani işçilere, köylülere, kent küçük-burjuvazisine, vatansever ve ilerici aydınlara ve ulusal burjuvazi kesimine– verilmesi. Kısaca, görev, ulusal demokratik bir cumhuriyetin kurulmasıdır.”3 Ancak İran devrimi solun beklentilerinin ötesine taşan karmaşık ve çelişkilerle dolu bir tablo çıkarmıştı ortaya. Neredeyse solun tüm kesimleri, kurulan hükümetin ve paylaşılan iktidarın mahiyetinin ne olduğu noktasında tam bir kafa karışıklığı içindeydi. Örneğin, Halkın Fedaileri grubu önce demokrasi, toplanma ve basın özgürlüğü vaat eden liberal burjuvazinin temsilcisi Bazargan hükümetini “meşru” ve “milli” ilan etti. Ancak çok geçmeden Bazargan’ı komprador olmakla suçladı, “dinci gerici” dediği mollalara yüzünü döndü ve “imamın anti-emperyalist ve anti-Siyonist tutumunu bütün gücüyle desteklemeye hazır olduğunu” açıkladı. Çünkü onların nazarında mollalar “milli” ve emperyalizm karşıtıydı. SSCB çizgisindeki Tudeh ise, bir burjuva ve küçükburjuva koalisyonundan söz etmekteydi. Tudeh’e göre, bu koalisyonun içinde Bazargan’ın başını çektiği burjuva kanat daha çok demokrasi istiyordu, ama emperyalizmle ilişkileri yeniden düzeltmeye ve geliştirmeye çalışıyordu. Humeyni’nin başını çektiği küçük-burjuva kanadın ise, demokratik olmamasına rağmen radikal ve anti-emperyalist bir çizgi izlediği savunuluyordu. Dolayısıyla da liberallerden ziyade “anti-emperyalist bir çizgi izleyen” Humeyni ve mollalar desteklenmeliydi! Tudeh’in bu yaklaşımı tüm sola egemen olacaktı. Küçük-burjuva sosyalizmi, tahayyül ettiği nitelikte bir “milli demokratik devrim” ve onun başını çeken “milli”, “demokratik” ve “ilerici” unsurlar bulamayınca, mollalar-
marksist tutum
dan ve Humeyni’den bir “milli” ve “anti-emperyalist” devrim önderliği çıkartmaya girişti. Tudeh lideri Tebari, Devrimimizde Dinin Rolü başlıklı bir yazısında İslamı, “antiemperyalist devrimin ideolojisi” olarak tanımlıyordu.4 Oysa Humeyni’nin “anti-emperyalizmi” tümüyle milliyetçi ve gerici bir temele, özünde ise Batı karşıtlığı üzerine oturuyordu. Ona göre Batı’nın değerleri toplumu ahlâksızlaştırıyor, yozlaştırıyor, kitlelerin ruhunu tahrip ediyor ve dinsizleştiriyordu. Dolayısıyla emperyalizmin değerlerine karşı çıkılmalıydı, emperyalizm lanetlenmeliydi. Humeyni’nin bu emperyalizm karşıtlığı solu adeta mest ediyordu. Esasında küçük-burjuva sol ile küçük-burjuva dinci gerici mollalar milliyetçilik zemini üzerinde bir araya geliyorlardı. Emperyalizm karşıtlığı arkasına saklanmış bu milliyetçi ortaklıktan dolayı mollaların ve Humeyni’nin arkasına yedeklenen İran solu, hedefine liberal burjuva kesimin temsilcilerini yerleştirdi. Humeyni ise, demokratik cumhuriyeti ve demokratik hakları emperyalizmin ve Batı’nın değerleri diyerek elinin tersiyle bir kenara itti ve sol bu karşı-devrim sürecinde bir türlü ölüm uykusundan uyanamadı. Devrimin gelişim sürecinde demokrasiden, cumhuriyetten, eşitlikten, özgürlükten, kadınların haklarından dem vuran Humeyni, iktidarın temel mekanizmalarını eline geçirdikten sonra tümüyle başka konuşmaya başlamıştı. Şöyle diyordu: “Size ihtar ediyorum! Açın gözünüzü! Kanmayın demokrasi lafına! Demokrasi, Batılıların işidir ve biz Batıdan gelen her şeyi reddediyoruz.”5 Peki, nasıl bir devlet istiyordu Humeyni: “Halkımız bir İslam cumhuriyeti istiyor. Herhangi bir cumhuriyet değil, demokratik cumhuriyet değil, demokratik İslam cumhuriyeti de değil, sadece ve sadece İslam cumhuriyeti istiyor.”6 Gerek burjuva liberal kesimler gerekse sol, Humeyni’nin karşısına alternatif bir program koyup bu doğrultuda kitleleri seferber etmeye girişmedi. Liberal burjuvazinin temsilcisi Bazargan, hiç olmazsa “demokratik” unsuru ekleyelim dediğinde terslendi ve geri çekildi. Liberal burjuva temsilcilerin korkaklığı onları Humeyni karşısında bir kampanya açmaktan alıkoyuyordu. Sol ise önerilen İslam cumhuriyetinin, İslami ve anti-demokratik yanını görmezden geldi ve cumhuriyet unsurunu öne çıkartarak Humeyni’yi destekledi. “İslam Cumhuriyeti” mi, yoksa Batı rejimi olan “Şah diktatörlüğü” mü? Bu ikilemle 30 Martta referanduma gidildiğinde gayet tabii olarak halk birinci seçeneği tercih etti. Humeyni ve mollalar karşı-devrim sürecinde çok önemli bir yol almışlardı. Rejimin niteliği belirlenmişti ve demokratik olmayan bir cumhuriyetin anayasası da demokratik olamazdı. İslam cumhuriyetini mollaların yönetmesinin de önü açılmış oluyordu. Böylece bir kurucu meclis seçilmesine ve bu meclisin anayasayı yaparak referanduma götürmesine de gerek kalmıyordu. Çünkü İslam cumhuriyetinin anayasası da İslam usullerine göre hazırlanmalıydı. Humeyni, “Batılı hukukçulara değil, İslam
35
marksist tutum
âlimlerine ihtiyacımız var” diyordu. Nitekim kurucu meclis yerine tümüyle mollalardan oluşan 50 kişilik bir bilirkişi heyeti seçildi ve anayasanın hazırlanması onlara havale edildi. Tam anlamıyla körleşen sol, mollaların gündelik toplumsal yaşamı baskı altına alarak dini kuralları dayatan uygulamalarına “yan çelişki” diyerek köklü bir şekilde karşı çıkmadı. Çünkü “ana çelişki” yani emperyalizmle olan çelişki çözülmeliydi önce. Toplumda oluşan tepkiyi kanalize etmek ve karşı-devrime yol aldırmak amacıyla mollalar ABD elçiliğini işgal ettirdiklerinde de sol, “emperyalizme gereken ders veriliyor”, “devrim anti-emperyalist çizgiye oturuyor” diyerek gerçekleri görmezden geldi. Böylece toplumu ve solu “emperyalizme” karşı ayaklandıran ve aylarca oyalayan mollalar amaçlarına ulaştılar. Önce ABD emperyalizminin ve devrimin ajanı olarak damgalanan Bazargan hükümeti ve böylece liberal burjuva temsilciler iktidardan tasfiye edildi, hemen akabinde ise velayet-i fakih düzenine dayalı İslam anayasası 1 Aralıkta yapılan referandumla kabul ettirildi. Ve tabii sol, anayasada bazı sorunlar görmesine gördü, ama emperyalizme karşı mücadele veriliyordu ve bu ortamda anayasaya “evet” oyu vermek gerekiyordu! Oysa velayeti fakih (velayet yasal otorite, fakih ise şeriatın tüm bilgilerine sahip bilgin anlamına gelmektedir) düzeniyle Humeyni, şeriat ve kanunları yorumlama hakkına ve gücüne sahip dini lider oluyor ve neredeyse sınırsız yetkilerle donatılarak devletin tepesine oturtuluyordu. Yani sol, cumhuriyetin sadece bir görüntüden ibaret kaldığını, velayet-i fakih düzeniyle Humeyni’nin parlamentonun da üzerinde bir Bonapart edasıyla yükseldiğini görmüyordu. Böylelikle sola, şûralarda örgütlenerek fabrikaların yönetimini eline alan işçilere, topraklara el koyan köylülere, ayağa kalkan Kürt ve Beluci halklarına karşı estirilen terör ve karşı-devrim tümüyle kurumsallaşıyor, mollaların egemenliğine dayalı olağanüstü bir rejim kuruluyordu.
Mollalar ve iktidar Şii din adamlarının genelini ifade eden molla kavramı, en tepede Ayetullahlar, ortada müçtehitler, en altta ise akhundların yer aldığı, yukarıdan aşağıya, dini rütbeye göre örgütlenmesiyle Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfının Şii mezhebindeki karşılığıdır. Mollalığın Hıristiyan ruhban sınıfının karşılığı olması, onun sadece hiyerarşik örgütlenmesinden kaynaklanmaz; geniş toprakları ve sermayeyi elinde tutan cami vakıflarını kontrol etmesinden, elde ettiği mevki ve ayrıcalıklardan da kaynaklanır. Özellikle mollaların üst kesimleri, devrimden önce de hiçbir zaman sıradan din adamları olmamışlardır. Bunlar çeşitli biçimlerde; ya vakıf mallarını kontrol ederek ya doğrudan mülk sahibi olarak ya da devlet bürokrasisinde çok önemli mevkiler elde ederek egemen sınıfın doğrudan veyahut dolaylı bir parçası olmuşlardır.
36
Şubat 2010 • sayı: 59
Bu ruhban sınıfın üst kesimlerinin bir kısmı toprak sahipleriyle, diğer bir kısmı ise çarşı denen yerlerde geleneksel tarzda üretim yapan küçük üreticilerle ve tüccarlarla iç içe geçmişti. Örneğin, devrimden sonra parlamento başkanlığına getirilen ve bugün İran’ın en büyük kapitalistlerinden olan Ayetullah Rafsancani, Şam fıstığı yetiştiren çok büyük bir toprak sahibiydi. 1963’te Humeyni önderliğinde yaşanan küçük çaplı ayaklanmanın ana gövdesini, kapitalist gelişme karşısında güç yitiren ve Şah’ın reformlarına tepki duyan çarşı-bazaari burjuvazisi oluşturuyordu. Bu kesimin büyük bir kısmı, devrim sürecinde Humeyni’nin tabanını oluşturacaktı. Fakat din hiyerarşisinin en altında yer alan, yoksul halkın çocuklarından gelen ve din adamlığını bir kurtuluş olarak seçen, epeyce geniş bir molla kesimi daha vardı. Bu sonuncuların devrimdeki rolü hayati önemdedir. Gecekondu mahallelerinden geldikleri için yoksullarla iç içeydiler, yoksul ve lümpen kesimlerin örgütlenmesinde ve harekete geçirilmesinde çok büyük bir rol oynadılar. En altta yer alan, o güne kadar gerek üst mollalar gerekse düzen tarafından itilip kakılan, horlanan bu mollalar için devrim bir kurtuluştu. Onlardan biri şöyle diyordu: “Biz başı ve baldırı çıplakların oturduğu gecekondulardan, arka sokaklardan geliyoruz. Pislik içinde yetiştik, ömür boyu açlık çektik. Bizimle zenginler, zengin evlatları, süslü kızlar ve kibar bayanlar arasında uçurumlar var. Bizi, onlardan parazitlerle, kan emicilerle, imansızlarla ve Batılılaşmış aydınlarla dolu bir dünya ayırıyor. Aramızdan kan dolu bir ırmak geçiyor. Biz, Allah’a ve Allah’ın adaletine inanıyoruz. Allah’ın adaleti intikamdır. İhtilalimiz sayesinde adalet yerini bulacaktır. Cemiyet alt üst olacaktır. Şimdi altta olanlar üste çıkacak, üstte olanlar ise cehenneme gidecektir.”7 Bu yoksul kesimler nazarında Humeyni, Allah’ın adaletini yerine getirmek için gönderilmiş bir elçi, onları kurtuluşa götürecek bir Mehdi’ydi. Doğrusu Humeyni de bir Mehdi edasıyla hareket ediyordu ve kitlelere “ölün” çağrısı yapıyordu, Şah’a karşı mücadelede ölenlerin cennete gideceğini söylüyordu. Humeyni’nin, “şeytan” dediği Şah karşısında şaşmaz bir kararlılıkla duruşu yoksul kitleleri adeta büyülüyordu. “Bize top tüfek işlemez”, “ruhumsun Humeyni” diyerek tankların ve makineli tüfeklerin üzerine yürüyorlardı. Devrimden sonra Humeyni bir Mehdi, ama daha çok bir Bonapart gibi konuşuyordu: “İşçiler, köylüler! Savaşan siz, kan döken sizsiniz. Biz, size hizmet edeceğiz. Kimse sizin zaferinize sahip çıkamaz. Lanetleyin beni kötüye kullanacak olursam sizin zaferinizi.”8 Ancak bu konuşma tümüyle bir demagoji ve aldatmacaydı. İktidarı ele geçirdikten sonra Humeyni’nin giriştiği karşı-devrimle birlikte tüm işçi örgütleri ezilecek, sendikalar korporatif hale getirilecek ve grevler yasaklanacaktı. Sonuçta kaybeden işçiler, köylüler ve karşı-devrimci bir güç olarak kullanılan varoş yoksulları olmuştur. Devleti ele geçiren mollalar, daha Şah devrilmeden
sayı: 59 • Şubat 2010
marksist tutum İran’da kitlelerin biriken öfkesi bugün her vesileyle kendini dışa vuruyor. Mevcut yönetime muhalif olan ve geçtiğimiz Aralık ayında ölen Ayetullah Ali Montazeri’nin cenaze töreninin ve hemen sonrasına rastlayan Aşura anmasının on binlerce kişinin katıldığı bir gösteriye dönüşmesi bu hoşnutsuzluğun bir ifadesidir.
Humeyni’nin yanına geçen generaller ve bürokrasinin bir kesimi, ülkeyi terk etmeyen büyük burjuvazinin bir bölümü, çarşı-bazaari burjuvazisi ve toprak sahipleri için İran’da yeni bir dönem başlamıştır. Ağırlıkla devlet kapitalizmine dayalı ekonomik yapıda kitlelerin rahatça sömürüsü, kurulan olağanüstü rejimle güvenceye alınmıştır. “Bu olağanüstü rejim altında İran kapitalizmi, uzunca bir süre içe kapanarak kendine özgü bir gelişim gösterdi. Kurulan koyu diktatörlük altında işçi sınıfı dizginsizce sömürülmüş, büyük burjuvazi ve mollaların içli dışlı olduğu çarşı-bazaari burjuvazisi alabildiğine palazlanmıştır. Şah döneminde yabancı sermayenin elinde olan işletmeler (maden, petrol, bankalar vs.) devletleştirilmiş, devlet üzerinden burjuvaziye sermaye akıtılmıştır. Bürokrasiye yerleşen mollalar, ekonominin önemli bir bölümünü oluşturan devlet işletmelerini kendi çıkarları temelinde yağmalamaya başlamışlardır. Özellikle de petrol gelirlerinin paylaşılması üzerinden mollalar kapitalistleşmişlerdir.” (Akın Erensoy, İran’da Toplumsal Patlama, MT, Temmuz 2009) İşte son dönemde iyiden iyiye kızışan burjuva kesimler arasındaki kavganın nedeni, molla diktatörlüğü tarafından kurulan ekonomik düzenin artık yürümemesi, kapitalist gelişmenin eski çerçeveyi çatlatması ve yapısal değişim ihtiyacının kendini dayatmasıdır. “«Reformcu» olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen engelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler… Buna karşın, «muhafazakâr» denen ve neredeyse tüm devlet aygıtını elinde tutan, rejimin yarattığı dini vakıflarda muazzam servetleri kontrol eden Ayetullahlar, Müçtehitler, bürokrasi ve camiler etrafında örgütlenmiş kesimler ise, şimdilik böylesi bir değişimden yana değillerdir.” (Akın Erensoy, age)
Netice itibariyle, çok büyük acılar çekmiş olan İran işçi sınıfı, burjuvazi içindeki bu kapışmada birinci ya da ikinci kesime yedeklenmemeli, herhangi bir kesimin çıkarlarının kaldıracı ve vurucu gücü olmamalıdır. Bağımsız bir sınıf çizgisi geliştirmesi gereken işçi sınıfı, her iki kesimin de gündemine dahi almadığı velayet-i fakih düzeninin son bulmasını, demokratik bir işleyişin hâkim kılınmasını, siyasal ve sendikal yasakların kaldırılmasını, ifade ve toplanma özgürlüğünün sağlanmasını hedefleyen bir mücadele vermelidir. Kuşkusuz, aynı bağımsız sınıf çizgisini Türkiye işçi sınıfının da geliştirmesi gerekiyor. Bugün devam etmekte olan egemen sınıf içi iktidar kapışmasında, işçi sınıfı her iki burjuva kesimin de peşine takılmadan, ama darbe tehdidinin de bir gerçek olduğunu görerek darbecilerin, faşist güçlerin, Ergenekoncuların vb. karşısına dikilmeli, 12 Eylül anayasasının çöpe atılması, Kürt halkının haklarını da güvenceye alan her türlü hak ve özgürlüklerin sağlanması için bir mücadele yürütmelidir. Son sözümüz şudur ki, benzeri siyasal süreçlerle karşı karşıya gelen, bölgenin gelişmiş iki ülkesinin işçi sınıfları güçlerini ve deneyimlerini birleştirdiklerinde, Ortadoğu’da özgürlükler baharı yaratan bir dönemin önünü açacaklardır.
__________________________ 1
Devrimin ayrıntılı bir okuması için bkz: Akın Erensoy, İran Devrimi, www.marksist.com
2
akt: Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, Belge Yay., s.53-54
3
akt: Phil Marshall, İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Z Yay., s.65
4
akt: Val Moghadan, İran Devrimi derlemesi içinde, Belge Yay., s.42
5
akt: Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, s. 137
6
age, s. 137
7
age, 57-58
8
age, s.170
37
Haiti Depremi ve Emperyalist Haydutlar Yavuz Girgin
2
010 yılının ilk büyük felâketi Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi olan Haiti’de meydana geldi. 12 Ocak günü akşam saatlerinde yaşanan büyük deprem Haiti’yi yerle bir etti. Başkent Port-au-Prince’in 15 km güneybatısında meydana gelen 7 büyüklüğündeki depremde resmi rakamlara göre 110 bin kişi öldü. Fakat ilerleyen günlerde ölü sayısının 200 binlere ulaşacağı tahmin ediliyor. Depremde 190 binden fazla kişi yaralandı. Haiti hükümeti 55 binden fazla aileyi depremzede ilan etti. 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. Halk günlerdir aç ve açıkta sabahlıyor. Depremde başkanlık sarayı, BM temsilciliği, hastaneler, okullar ve 11 binden fazla bina yerle bir oldu. 10 milyon nüfusa sahip Haiti’de yaşanan depremden 3 milyondan fazla insanın etkilendiği hesap ediliyor. Milyonlarca dolarlık hasarın meydana geldiği depremde halk, gıda malzemesi, ilaç ve içme suyu sıkıntısı çekiyor. Yaşanan yıkım, yoksul Haiti halkının nasıl soyulduğunu, burjuvazinin insan canına ne kadar önem verdiğini de çok çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Binalar kâğıt gibi yıkılmış, ülkenin sözde en gelişmiş kenti olan başkent Port-au-Prince yerle bir olmuştur. Batı yarıküresinin en yoksul ülkesi Haiti depremden önce de içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve politik koşullar nedeniyle büyük bir yıkım içindeydi. Zaten depremin sonuçlarını böylesine felâket boyutuna sıçratan asıl neden de ülkenin bu durumudur. Uzun yıllar Fransız sömürgesi olan Haiti, 1804 yılında, kıtanın Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra bağımsızlığını ilan eden ikinci ülkesi oldu. Birinci Dünya Savaşından sonra Haiti, 1934 yılına kadar ABD’nin işgali altında kaldı. İkinci Dünya Savaşından 1980’li yıllara kadar askeri diktatörlüklere ve darbelere maruz kalan ülke tam anlamıyla çökmüştü. ABD tarafından desteklenen ve
38
30 yıl iktidarda kalan eli kanlı Duvalier diktatörlüğü yoksulluk ve sefalet içindeki halka kan ağlatıyordu. Duvalier diktatörlüğü 1986 yılında bir kitle ayaklanmasıyla devrildi. Fakat devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun olan Haiti işçi sınıfı iktidarı kendi ellerine alamadı ve bu dönemi yine askeri diktatörlükle geçen bir dönem takip etti. Haiti’de bu dönemde bir kez daha yükselen halk hareketiyle ABD emperyalizminin hegemonyası da sarsılmaya başladı. Ancak “diktatörlüğe karşı birikmiş bütün öfke, kapitalizmi yıkacak devrimci bir düzeye ulaşamadan, demokratik dönüşümün sembolü Aristide aracılığıyla denetim altına alınmış oldu.” (Nazım Yıldırım, Haiti: İşçi Sınıfının Örgütsüzlüğünün ve Emperyalist Çözümsüzlüğün Kıskacındaki Ülke, www.marksist.com) Aristide, peşine taktığı Haitililere refah, özgürlük ve bağımsızlık sözü veriyordu. İşçi sınıfının patlayan öfkesini bağımsız sınıf çıkarları temelinde ileriye taşıyabilecek devrimci proleter örgütlenmenin eksik olduğu birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Haiti’de de iktidar milliyetçi sol söylemli burjuva önderliklerin eline geçti. Aristide’in iktidarda olduğu dönemde kısmi reformların dışında bir iyileşme gözlenmedi. Fakat arka bahçesi olarak gördüğü bu ülkede yaşanan bu kısmi reformlar dahi ABD emperyalizmini fazlasıyla rahatsız etti ve Aristide önce kontrol altına alındı, ardından 2004 yılında organize edilen bir darbe ile devrilerek iktidardan uzaklaştırıldı. Bütün bu siyasi ve ekonomik çalkantıların büyük faturası da yoksul Haitililere kesildi. Nüfusun yüzde 80’i açlığa mahkûm edilmişti. Büyük yolsuzlukların ve özelleştirmelerin faturası yoksul halka kesildi. Milyonlarca Haitili açlar ordusunun saflarına sürüklendi. 2008 yılında patlayan büyük siyasi çalkantıda aç halk kitleleri marketlere
sayı: 59 • Şubat 2010
akın ederek yiyeceklere el koydu. Yoksul halk “çamur kurabiyeleri” değil, insana yaraşır yiyecekler yemek istiyordu. 2008 yılındaki büyük yıkımda BM Haiti İstikrar Misyonunun 47 ülkeden 9 bin asker ve polisin oluşturduğu askeri kuvvetle ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda ülke fiilen işgal edildi. “Barış Gücü” adı altında Haiti’ye giren BM işgal gücü ayaklanmaları bastırdı ve egemenler lehine düzeni yeniden sağladı. Haiti depreminde de halk yine büyük marketlere akın ederek, açlıktan ölmemek için yiyeceklere el koydu. Medya bu türden haberleri kasıtlı olarak yayınlayarak, Haiti’de düzeni sağlamak için askeri kuvvetlerin şart olduğu mesajını verdi. Nitekim depremden sonra ABD emperyalizmi Haiti’ye yardım adı altında büyük bir askeri çıkartma yaptı. İlk etapta gönderilen 3 bin 500 askerin ardından, ABD, üç çıkarma gemisi ve bir uçak gemisini daha Haiti’ye sevk etti. Daha sonra asker sayısı hızla arttırıldı ve son olarak 4 bin askerin daha gönderilerek Haiti’deki Amerikan askeri sayısının 16 bine çıkarılacağı açıklandı. Venezuela devlet başkanı Chavez’in ABD’yi “cesetler üzerinden Haiti’yi işgal etmekle” suçlamasının ve Bolivya devlet başkanı Evo Morales’in Birleşmiş Milletler’i Haiti’deki Amerikan varlığına son vermek üzere acil toplantıya çağırmasının ardından, Fransa da çekincelerini dile getirdi. Haiti’yi yardım örtüsü altında fiilen işgal eden ABD, tüm hava trafiğini kendi uçaklarının iniş önceliği temelinde düzenliyor. Milyonlarca insan açlık ve susuzluk içindeyken, Haiti’ye gönderilen yardımlar, ABD yüzünden günler boyunca kimseye ulaşamıyor.
Emperyalistlerin yardım palavraları Dünyamızı salgın hastalıkların, ekonomik krizlerin, emperyalist savaşların ve “doğal” felâketlerin esiri haline getiren, kapitalist sistemden başkası değildir. Çıkarları söz konusu olduğunda trilyon dolarları harcayan sermaye dev-
marksist tutum
letleri Haiti’nin yoksul işçi ve emekçilerinin günlerce sokakta aç ve açıkta yaşamasına seyirci kalmıştır. Televizyon ekranlarından duyurulan şu kadar milyon dolar yardım yapacağız türü sözlerin halkı uyutmaktan başka bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Gölcük depreminde de yaşadığımız bir başka gerçek de, her şeye rağmen toplanan yardımların, yardıma ihtiyacı olanlardan çok, fırsattan istifade etmek isteyen mülk sahiplerine veya bürokratların keselerine aktığıdır. Söz konusu olan sermaye sınıfının çıkarları olduğunda uzaklara gitmeye hiç gerek yok. Sık sık dünyaya açılmakla övünen AKP hükümeti eliyle TC de 52 Türk polisi ile Haiti’deki emperyalist işgale arka çıkmıştır. Medya günlerdir toplumun dikkatini sağ kurtulan 52 Türk görevlisine çekerken onların niçin orada olduğuna dair gerçek bilgileri halktan gizlemiştir. Sermaye sınıfının amacı Afganistan’dan Haiti’ye kadar işgale ortak olmak ve bu ülkelerin kaynaklarını ve halklarını sömürmektir. İçerde başta Tekel işçileri olmak üzere, hakkını arayan işçi ve emekçileri coplayan, yoksulluğa mahkûm eden ve yoksul Kürt çocuklarını dahi kurşunlamaktan çekinmeyen bir sistemin sürdürücülerinden dışarıda da insani yardımlar beklemek beyhudedir. Söz konusu olan ortak çıkarlar olduğunda emperyalist sistemin yürütücüleri birlikte davranıyor, birbiriyle yardımlaşarak acı faturayı yoksul halka çıkarmakta bir sakınca görmüyorlar. Sistem öylesine kokuşmuş ki doğal afetlerden dahi kârlı çıkmanın hesapları yapılmaktadır. İnşaat sektörü başta olmak üzere birçok sektörden firma sahibi şimdiden Haiti’ye akın etmiştir. Bu sömürü sisteminin defterini dürmenin zamanı çoktan geldi. İnsanlık yeni acılar yaşamadan ve daha büyük felâketlere sürüklenmeden emperyalist kapitalist sisteme karşı dünya çapında enternasyonal bir mücadele yükseltilmelidir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
39
Tekel İşçilerinin Mücadele Geleneği Adil Aksu
Tekel işçilerinin direnişi bir buçuk ayı geride bıraktı. Bu mücadelenin kazanımla sonuçlanmasının hem Tekel işçilerine hem de işçi sınıfının diğer kesimlerine büyük moral olacağı kuşkusuz. Ancak sınıf mücadelesinin bu kesiti ister kazanılsın ister kaybedilsin, Tekel işçisinin en büyük kazanımı sınıf bilinci kazanmak olmuştur. Günlerdir Tekel işçileriyle dayanışmak için çeşitli eylemler düzenleyen, onun kararlı direnişini izleyen farklı sektörlerden binlerce işçi de olumlu yönde etkileniyor. Çok daha büyük bir kazanımsa, eğer başarılabilirse, Tekel işçilerinin sermaye partilerine bel bağlamamayı, sendika bürokratlarına asla güvenmemek gerektiğini, kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmek dışında bir kurtuluş yolunun olmadığını kavraması olacaktır. Kuşkusuz bu, sınıf devrimcilerinin gösterecekleri çaba sonucunda mümkün olabilecek çok değerli bir kazanımdır.
40
T
ekel işçilerinin direnişi bir buçuk ayı geride bıraktı. 15 Aralıktan bu yana işçiler seslerini hükümete duyurmaya çalışıyorlar. Hükümet işçilerin taleplerine kulaklarını kapayarak işçileri, temelinde düşük ücret ve geçici işçilik olan 4/C uygulamasına mahkûm etmek istiyor. Muhalefetteki siyasi partiler de kendi çıkarları doğrultusunda Tekel işçilerini destekler görünerek AKP’ye yükleniyorlar. Oysa mücadelenin başarıya ulaşması için, Tekel işçilerinin mücadelelerinin bağımsız sınıf çıkarları temeline oturmasına ihtiyaç vardır. Tekel işçileri seslerini kitlesel olarak en son 1989 bahar eylemlerinde duyurmuşlardı. 1990’larda ara ara eylemler gerçekleştirseler de bu kitsellik yakalanmamıştı. Bu dönemin en temel özelliği genel anlamda işçi hareketinin durgunluk içinde olmasıydı. Bugün Ankara’nın soğuğunda direnen kadın ve erkek işçilerin büyük çoğunluğu o dönemde tütün işletmelerinde çalışmaya yeni başlamışlardı. İşçilerin gençlik dönemi, mücadelenin gerilediği döneme denk gelmişti. İşçiler sendikalıydılar, ancak sendika üyeliği sadece kâğıt üstünde kalıyordu. Toplumda yaygın olan anlayışın etkisinden bağışık olmayan işçiler, devlet işletmesinde çalışıyor olmanın kendilerine ömür boyu iş güvencesi sağladığını ümit ediyorlardı. Bu yanılsama sendikacılar tarafından özellikle pompalanıyordu. Çünkü sendika bürokratları işçilerin gerçek anlamda örgütlü olmadıkları bu dönemde oldukça rahatlardı. İşçilerin aidatları sendika kasasına sorunsuz akıyordu. İşçiler sendika yönetimlerinin kararlarına karşı çıkmaya dahi cesaret edemiyorlardı. Sendikacılar adeta devletin bir amiri gibi davranıyorlardı. İşçilerin bilinç ve örgütlülüğünü geliştirecek, onları mücadeleye hazırlayacak adımlar atmıyorlardı. Emeklilik yaşı yükseltilirken, iş yasaları değiştirilirken, zamlar yağmur gibi yağarken, sendikasızlaştırma saldırıları sürerken, sendika bürokratları “bize bir şey olmaz” rahatlığı içindeydiler.
sayı: 59 • Şubat 2010
marksist tutum
Oysa tütün işçilerinin unutturulmaya çalışılan bir mücadele geleneği vardır. Kısaca hatırlayalım.
Tütün işçilerinin mücadele kökleri Tütün işletmeleri Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde kurulmuştu. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu işletmeler devletleştirildi. 1929 krizinden sonra tütün işçilerinin çalışma koşulları çok daha ağırlaştırıldı. Ücretler düşürüldü. Birçok işçi ağır çalışma koşulları nedeniyle meslek hastalığına yakalanıyordu. 1930’lardan itibaren tütün işletmelerinde 30 bine yakın işçi çalışıyordu. İşçilerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Çalışma süreleri on saatin üzerindeydi. Sendikalaşmanın yasak olduğu, iş yasasının henüz olmadığı CHP’nin tek parti diktatörlüğü yıllarında, hakkını arayan işçiler çoğu kez işten atılıyor ve karakollarda türlü işkencelere maruz kalıyorlardı. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen, TKP üyesi komünistler, çeşitli yayınlar eşliğinde tütün işçileri arasında çalışma yürütüyorlardı. Tütün işçilerine seslenen bir bildiride şöyle deniyordu örneğin: “Arkadaşlar! Tütün depolarında olduğu gibi diğer bütün üretim şubelerinde de amele zalimane ve feci şekiller altında eziliyor. Krizden kasalarını zarara sokmak istemeyen, hatta ondan istifade ederek yorulmadan vurgunlara, soygunlara girişmiş patronlar, hükümet işletmeleri, amale sınıfını son demine kadar istismara, ezmeğe çalışıyorlar. Çapa deposu bir hükümet müessesesi olan Tekel idaresinin bir şubesidir. Kendisine halk hükümeti ismini veren, fakat hakikatte halkın kanını emmekle yaşayan burjuva hükümetin işletmeleri, amele sınıfının istismar sahasında özel işletmeleri geride bırakıyor. Bu olay tekrar bize ispatlıyor ki, CHP hükümeti zenginlerin hükümetidir. Amele sınıfına ondan hayır değil şer gelir.” (Mustafa Özçelik, Tütüncüler Tarihi, TÜSTAV Yay., s. 76) Bu çalışmalar, tüm zahmetine rağmen meyvelerini verecek ve tütün işçilerinin sınıf bilincinin gelişmesinde ve bir mücadele geleneğinin oluşmasında önemli bir rol oy-
Cibali Tütün Fabrikası Kemalist rejimin 1946 yılında sendikalaşma yasağını kaldırmasının ardından Tütün işçileri de sendikalaşmaya başladılar. Sendikanın 7 kurucusundan biri bir kadın işçiydi.
nayacaktı. Kemalist rejimin 1946 yılında sendikalaşma yasağını kaldırmasının (buna rağmen grev ve toplu sözleşme halen yasaktı) ardından Tütün işçileri de sendikalaşmaya başladılar. Sendikanın 7 kurucusundan biri bir kadın işçiydi. Öncü işçilerin kurduğu tütün sendikası, devletin çizdiği sınırları hızla aşıp işçilerin güçlerini birleştirdiği bir mevzi haline gelince, sermaye devleti derhal sınıf refleksini göstererek sendikacıları tutukladı ve sendikayı yasakladı. Bu süreci, kendisi de komünist bir tütün işçisi olan Zehra Kosova şöyle anlatıyor: “1946’da Ortaköy’de tütüncüler bir araya gelerek, İstanbul Tütüncüler Sendikasını kurdular. Bu sendika çok az yaşadı, ama yaşadığı süre içinde bütün tütün işçilerinin sahip çıktığı bir kuruluş oldu. Ama yetkililer ve polis yasal bir biçimde kurulmuş olan bu sendikayı dağıtmak için elinden geleni yaptı. Hiç unutmuyorum, sendikayı kuran arkadaşları Ortaköy’den Sirkeci Emniyet Müdürlüğüne kadar urganla bağlayıp, yürüterek götürdüler. Aralarında Seher Kerpiç adlı bir de kadın işçi vardı.” (Zehra Kosova, Ben İşçiyim, İletişim Yay., s.137) Yine Zehra Kosova’nın sözleriyle, “Sendika tütüncüler arasında belli bir sempati yaratmış, faaliyetlerinden ötürü mağazalarda çalışan işçiler derin bir nefes almışlardı”. Bu dönem boyunca tütün işçileri devletin durduk yere hak vermeyeceğini, işçilerin ancak dişe diş örgütlü mücadeleyle hak alacağını yaşayarak görmüşlerdi. Tütün işçilerinin uzun mücadeleler neticesinde kurduğu ilk sendika uzun yıllar yasaklı kaldı. Devlet işçi hareketini denetimi altında tutmak için sendikal bürokrasiyi devreye soktu. Devletin çıkarlarını korumak, işçilerin militanlaşmasına mani olmak için tepeden oluşturulan Türk-İş Tütün işletmeleri Osmanlı İmparatorluğunun son bürokrasisi, bu yıllardan itibaren görevini ustaca dönemlerinde kurulmuştu. Cumhuriyetin kuruluşundan yerine getirdi. Türk-İş tütün işçilerinin mücadele itibaren bu işletmeler devletleştirildi. geleneğini yok etmek üzere, devlet güdümlü sen-
41
marksist tutum
dikayı tütün fabrikalarına sokmaya çalıştı. 1968 yılında bütün tütün sendikalarının birleşmeleriyle kurulan TekGıda-İş Sendikası yıllar içinde militan mücadele geleneğini tamamen yok etmeye girişti.
Özelleştirme saldırısı karşısında Tekel işçileri İşçiler uzun yıllar boyunca sendika bürokrasisi eliyle gerçekte örgütsüzlüğe mahkûm edilmişlerdi. Bu yüzden 1980’lerden itibaren başlayan özelleştirme sürecinde güçlü bir darbe yediler. Neo-liberal saldırı programı neticesinde yerli veya yabancı dev tekeller, devletin elindeki kârlı sektörleri ele geçirme girişimlerini hızlandırmışlardı. Buna tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir sendikasızlaştırma ve işten atma dalgası eşlik edecekti. Koltuklarından olacak sendikacılar, işçilerin tepkisinden de çekinerek, özelleştirmelere karşı “vatan satılıyor” söylemini öne çıkardılar. Çünkü kamu işçilerinin özelleştirmeler konusunda doğru bir mücadele hattına yani sınıf çıkarları temelinde bir mücadeleye yönelmesi, hem sendika bürokrasisinin hem de kurulu düzenin işine gelmiyordu. Sendika bürokrasisi kâh sağ kâh sol muhalefet partilerinin kuyruğuna takılarak, işçilerin mücadelesinin bağımsız sınıf temelleri üzerinde ilerlemesine engel oldu. Tekel’in özelleştirilme sürecinde sendika bürokrasisinin yönlendiriciliğinde “Tekel vatandır, satılamaz!” sloganıyla alanlar inletildi. Ancak Tekel’in satılmasıyla “vatan” durduğu yerde durur-
Sınıf mücadelesinin bu kesiti ister kazanılsın ister kaybedilsin, Tekel işçisinin en büyük kazanımı sınıf bilinci kazanmak olmuştur
42
Şubat 2010 • sayı: 59
ken, olan on binlerce Tekel işçisine oldu. Tekel, önce tütün ve alkollü içki bölümleri birbirinden ayrılarak iki farklı anonim şirket haline getirildi. Ardından bunları özelleştirmek üzere ihaleye çıkıldı. Alkollü içki bölümünün satışı tamamlanırken, sendika bürokrasisiyle kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonucu işçiler ya işten atıldı ya da hak kayıplarıyla diğer kamu işletmelerine kadrolu veya sözleşmeli işçi olarak transfer edildi. Sermaye devleti, “böl, parçala, sat” anlayışıyla yönettiği özelleştirme sürecinde sıra Tekel’e bağlı tütün işletmelerine geldiğinde ummadığı bir direnişle karşı karşıya kaldı. 4/C uygulamasını kabul etmeyen işçiler, özlük hakları için mücadele etmeye karar verdiler. Bu direniş karşısında geri adım atmak zorunda kalan hükümet, sendikayla da anlaşarak işçilerin iki yıl boyunca depolarda istihdam edilmesine razı oldu. Bu süre 31 Ocak 2010’da doluyor. Ancak 12 bin tütün işçisi 4/C uygulamasına razı olmadıkları için direnişe geçtiler. Aralık ayı ortalarında Ankara’da toplanan tekel işçileri o zamandan bu yana, kara kışa aldırmaksızın ve kararlılıklarını yitirmeksin Türk-İş önünde bekliyorlar. Bu arada her geçen gün hem AKP’nin hem de sendikal bürokrasinin gerçek yüzüyle daha yakından tanışıyorlar. İşçilerin büyük çoğunluğu kazanmak dışında bir başka seçeneği düşünmek dahi istemiyor. Buraya kazanmaya geldik, ölmek var dönmek yok diyorlar. Bu mücadelenin kazanımla sonuçlanmasının hem Tekel işçilerine hem de işçi sınıfının diğer kesimlerine büyük moral olacağı kuşkusuz. Ancak sınıf mücadelesinin bu kesiti ister kazanılsın ister kaybedilsin, Tekel işçisinin en büyük kazanımı sınıf bilinci kazanmak olmuştur. Günlerdir Tekel işçileriyle dayanışmak için çeşitli eylemler düzenleyen, onun kararlı direnişini izleyen farklı sektörlerden binlerce işçi de olumlu yönde etkileniyor. Çok daha büyük bir kazanımsa, eğer başarılabilirse, Tekel işçilerinin sermaye partilerine bel bağlamamayı, sendika bürokratlarına asla güvenmemek gerektiğini, kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmek dışında bir kurtuluş yolunun olmadığını kavraması olacaktır. Kuşkusuz bu, sınıf devrimcilerinin gösterecekleri çaba sonucunda mümkün olabilecek çok değerli bir kazanımdır. Tekel direnişinin tüm yakıcılığıyla bir kez daha gösterdiği gibi, bugün öncü işçilerin üzerine düşen temel bir görev bulunuyor: Sendikalarda sabırla çalışarak, bürokrasinin etkisini kırmak ve buraları mücadeleci sınıf örgütleri haline getirmek. Bugün Tekel işçileri kazansa da kaybetse de, mevcut koşulların değişmesi doğrultusunda bilinçli bir müdahale olmadıkça sendikal bürokrasinin uzun bir dönem daha belirleyici olacağını unutmamalıyız. Yarım asırdan fazladır sendikal bürokrasi, ihanetlerinin hesabını işçilere vermeden varlığını sürdürmeyi bilmiştir. Sınıf temelinde bir devrimci çalışma sendikalı-sendikasız öncü işçileri kazanmaya başladığında sendika bürokratlarının işçi hareketi üzerindeki egemenliği kırılmaya başlayacaktır. İşte o zaman işçi sınıfı hareketinin önündeki önemli engellerden biri de yıkılmış olacaktır.
Domuz Gribi A.Ş. Suphi Koray
G
eçen yıl gündemi epeyce işgal eden domuz gribi salgınının ilaç tekelleri tarafından kasıtlı olarak abartıldığı ortaya çıktı. Daha hastalık yeni ortaya çıkmışken yaptığımız değerlendirmede “Domuz gribinin bu kadar abartılmasının göz ardı edilemeyecek nedenlerinden biri de ilaç tekellerinin kârlarına kâr katmasını sağlamaktır” demiştik (İsmail Karagil, Domuz Gribi Üzerinden Yaratılan Paranoya, MT, Haziran 2009). Avrupa Konseyi Sağlık Birim Başkanı Wolfgang Wodarg’ın yaptığı açıklama bunu doğruladı. Gözü dönmüş kapitalist sistemin kâr için her şeyi yapabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Hatırlayacak olursak domuz gribi ilk kez 2009 Nisanında Meksika’da görülmüş ve oradan tüm dünyaya yayılmıştı. Virüsten daha hızlı yayılan panik havası, paranoyak bir tablo yaratmıştı. Medyanın da desteğiyle domuz gribi kitlelerin en büyük korkusu haline getirilmeye çalışılmıştı. Virüs krizden, savaşlardan daha büyük bir tehlike, yeni bir “dış düşman” mahiyetine bürünmüştü adeta. Televizyonlarda her an yeni rakamlar açıklanıyor, hangi ülkede kaç kişinin hastalığa yakalandığı, kaç kişinin bu hastalıktan öldüğü korku filmlerine has müzikler eşliğinde “şok haber” olarak yayınlanıyordu. Meksikalılara vize verilmiyor, şüpheliler karantinaya alınıyorlardı. Korku o raddeye gelmişti ki, domuz gribi olduğundan şüphelenilenler otobüsten atılıyordu.
Soğuğun da kendini hissettirmesiyle birlikte mevsimsel grip ile domuz gribi iç içe geçmişti. Türkiye’de domuz gribi vakalarının artması da bu döneme denk geldi. İlk domuz gribinden ölüm Ekim ayı sonlarında görüldü. Açıklanan rakamlara göre ölü sayısı iki ayda 500’e yaklaştı. Panik havası Türkiye’de kendine has özellikleriyle gelişiyordu. Salgının asıl zirveyi Ocak ayında yapacağı söylenerek toplum iyice korkutuldu. Otobüsler her gün dezenfekte ediliyor ya da en azından öyle olduğu yazılıyordu ki halkımız korkmadan yolculuk yapabilsin, güvenle işyerlerine ulaşabilsin, sömürülmekten mahrum kalmasın! İyi beslenme ve dinlenmenin derde derman olduğunun altı çiziliyor, ama günde 10-12 saat çalışıp asgari ücret alan bir işçinin bunu nasıl başarabileceğinin sırrı açıklanmıyordu. Yolda, sokakta, otobüste maskeli insan sayısı giderek artıyor, hapşıranlara “çok yaşa” demek yerine ters bir bakış fırlatmak yeni adet haline geliyordu.
Naif sorular Ekim ayında sadece ilk ölüm vakaları görülmedi, aynı zamanda hükümet sağlık tekelleriyle toplamda 43 milyon dozluk aşı anlaşmasını da tamamladı. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa hükümetin öngörüsü müydü? Kriz gibi salgının da teğet geçmesi için “uzak görüşlü” hükümet önceden gerekli hazırlıkları yapıp tam zamanında aşıların temin edil-
43
marksist tutum
mesini mi sağlamıştı? Yoksa tersi miydi doğru olan? Acaba aşıların alınmasının gerekliliğini göstermek için miydi bütün tantana? Koskoca hükümetin birkaç milyon dolar için milyonların sağlığıyla oynaması mümkün müydü? Aşıların yan etkileri üzerinden domuz gribi tartışmaları yeni bir boyut kazandı. Aşılar yeterince test edilmiş miydi, ne gibi yan etkileri olacaktı? Sağlık uzmanları bu konuda iki kanada ayrıldı: Aşıdan yana olanlar ve aşıya karşı olanlar. Bir taraftakiler ateş, kusma, kısa süreli halsizlik gibi her aşıda olabilecek yan etkileri sıralayıp bunların ölümden evlâ olduğunu; beri yandakiler ise yeterince test edilmediği için uzun vadede ne gibi sonuçlarının olacağının bilinmediğini söylüyorlardı. Tartışmalar böyle devam ederken vatandaşlar da aşı olma konusunda tereddüt ediyorlardı. Bunun üzerine sağlık bakanı “aşı yaptırmayın” diyenlere suç duyurusunda bulunacağını açıkladı. Aşıyı teşvik için kameralar karşısında göğsünü gere gere aşısını da yaptırdı üstelik. Bu sahneyi izleyenler “ben bu filmi görmüştüm” hissine kapılmışlardır. Çernobil kazasından sonra zamanın sanayi ve ticaret bakanı kameralar karşısında çay içip pişkinlikle “bakın bir şey olmuyor” demişti. Satılamayan radyasyonlu fındığın bir kısmı ise okullarda dağıtılmıştı. İnsan sağlığı kimin umurunda? Devlet nasıl ki radyasyonlu çayı ve fındığı halka yedirip içirdiyse, yeterince test edilmemiş aşıları da yine halkın üzerinde test etmeyi uygun buldu. Çay veya aşı fark etmez, önemli olan bunlardan kâr elde edilmesiydi. Neticede iki bakan da mallarının reklâmını yapıyordu. Yalnız bir fark vardı: Özal bakanına “radyasyonlu çay daha lezzetlidir, ben de içiyorum” diyerek destek olurken, Tayyip Erdoğan “ben aşı olmayı düşünmüyorum” diyerek işleri karıştırdı. Velhasıl başbakanın da açıklamasının etkisiyle aşı olma oranı çok düşük seviyelerde kaldı. Yılsonuna doğru panik dalgası geri çekilmeye başladı. Hatta domuz gribi bilânçosunun yayınlanması yasaklandı. Ocak-Şubat aylarında salgının zirve yapması beklenirken, Wolfgang Wodarg’ın açıklaması naif kesimlerde şok etkisi yarattı. Domuz gribini “sahte salgın” olarak adlandıran Wodarg’ın konunun araştırılması için Avrupa Konseyi’ne verdiği önerge kabul edildi. Böylece, domuz gribinin “küresel salgın”dan çok “küresel bir vurgun” olduğu, düzen kurumlarından biri tarafından da itiraf edilmiş oluyordu. Wodarg yaptığı açıklamada, sağlık tekellerinin baskısıyla DSÖ’nün domuz gribini küresel salgın olarak nitelendirdiğini belirtti. “Her yıl yeni bir grip virüsü ortaya çıkar. Gerçekte alarmı bu seviyeye çıkartmak için hiç sebep yoktu. Bu ancak DSÖ’nün Mayıs başlarında salgın tanımını değiştirmesiyle mümkün oldu. Bu tarihten önce birçok ülkede hastalığın patlak vermesi yeterli değildi, genel ortalamanın üstünde ölümlere yol açacak ciddi sonuçlarının da olması şarttı. Hastalığın yayılma hızının tek kriter olarak kalması için bu bakış açısı değiştirildi.” Rakamlar bunu doğruluyor. Benzer açıklamalar ABD’li
44
Şubat 2010 • sayı: 59
doktorlardan da geldi. ABD’de domuz gribinden ölenlerin sayısı her yıl mevsimsel gripten ölenlerin sayısının üçte birine dahi ulaşmamıştı. Buna rağmen muazzam bir panik kampanyası başlatılmıştı. Dünya Bankası’nın tahminlerine göre 70 milyon kişi ölecekti. Oysa bugüne kadar ölenlerin toplam sayısı 15 bini geçmedi. Klasik gripten ise tüm dünyada yılda 200 binden fazla insan ölüyor. Peki nasıl bir hesap hatası yaptılar ki, gerçek rakamlar ile tahminler arasında bu kadar derin bir uçurum gerçekleşti? Halkın sağlığını düşündüklerinden en kötü senaryoya göre önlem alınması için mi yaratıldı bu paranoya? Birçok devlet milyonlarca dozluk aşı satın aldı. İtalya, Türkiye, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi birçok ülke satın aldığı milyonlarca doz aşının çok küçük bir kısmını kullanabildi. Utanmazlıkta ve açgözlülükte sınır tanımayan burjuvalar ellerinde kalan aşıları “satın aldıkları fiyata satmaya razı olduklarını” ilan ettiler. Domuz gribi balonunun patlamasına rağmen daha yoksul ülkelere ve DSÖ’ye bir kısmını sattılar bile. Bu anlaşmalarda “önce kâr” diyen sağlık tekelleri ile salgınlara karşı mücadelede “işbirliği” yapan DSÖ yöneticilerinin büyük katkısı var. Zira birçok DSÖ üyesinin sağlık tekelleriyle ilişkisi var. Örneğin salgın birimi başkanı Klaus Stöhr Novartis firmasının üst düzey yöneticisi olmuştu. Tekeller bu nüfuzlu yöneticiler aracılığıyla DSÖ’yü istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Bu iddialara karşı DSÖ’nün yaptığı açıklamalar ise inandırıcılıktan ve bilimsellikten uzak. Sonuç olarak kapitalizmin temel işleyiş yasasını düşündüğümüzde sorduğumuz soruların cevapları gayet basit ve net. Kapitalizm önce kâr güdüsüyle hareket eder. Gölgesini satamadığı ağacı keser. “Önce sağlık” yazıp tabelâsına, yoksulları kobay olarak kullanır. “Önce demokrasi” deyip bombalar yağdırır tepemize. Küresel salgın umacısıyla herkesi korkutur; aşısını, ilacını yeterince test etmeden fahiş fiyata satar; kasasını doldurur. Kapitalist mantığa göre parası olmayanlarsa zaten ölümü hak ediyordur! Uzun sözün kısası kapitalizmin defterinde insanlığın çıkarlarına yer yoktur. Tüm insanlığın çıkarıysa kapitalizmin defterini dürmekten geçiyor.
sayı: 59 • Şubat 2010
Asıl Korsan Kim? M
erhaba dostlar. Dergimizin geçen sayılarında, Somali’deki korsanlık olaylarıyla ilgili bir yazı okumuştum ve asıl korsanların emperyalist güçler oldukları yorumu beni oldukça etkilemişti. Çalıştığım gemi o bölgeden geçerken yaşadığım ve tanık olduğum birkaç olay, bu yorumun ne kadar doğru olduğunu gösterdi ve beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Somali açıklarındaki bölge, çeşitli emperyalist güçlerin savaş gemileri tarafından “korsanlık yapıldığı” gerekçesiyle adeta işgal edilmiş durumda. Hindistan’dan Çin’e, Amerika’dan Türkiye’ye kadar pek çok devletin savaş gemileri bölgede cirit atıyor. Sivil ticaret gemileri de bu bölgeden geçerken, “korsanların saldırısından korunmak” amacıyla bu savaş gemilerinden “eskort” kiralamak zorunda. Üstelik bu koruyuculuk karşısında ödenen paralar hiç de küçümsenecek miktarlar değil. Özellikle Hindistan ve Çin’e ait savaş gemileri bu işi tam anlamıyla “ticarete dökmüş” durumdalar. Hal böyle olunca da insanın aklına ister istemez, bu işten kimin kârlı çıktığı” sorusu takılıyor. Acaba diyorum kendi kendime, bu “Somalili korsanlar” hikâyesi de em-
marksist tutum peryalist güçlerin bir dümeni olmasın? Öte yandan bu durum zaten çok yoksul olan bölge halkını da oldukça zor durumda bırakıyor. Örneğin NATO’ya ait bir savaş gemisi, gözümüzün önünde Somalili bir balıkçı teknesine ateş açtı ve yoksul balıkçıları oldukça zor durumda bıraktı. Somalili balıkçılar uzun zamandır işlerini yapamaz durumdalar. Denize her açıldıklarında korsan oldukları şüphesiyle ya tacize uğruyorlar ya üzerlerine ateş açılıyor. Geçtiğimiz aylarda bir balıkçı teknesi bu şekilde batırılmış ve içindeki balıkçılar da öldürülmüşlerdi. Halk o kadar çaresiz durumda ki, korsanlık işiyle uğraşan mafyatik yapılar ve bölgede bolca bulunan savaş ağaları adam bulmakta hiç zorlanmıyor. Tanıştığımız bir Somalili meseleyi şöyle özetliyordu: “Büyük savaş gemileriniz ve silahlarınız, askerleriniz varsa yaptıklarınız korsanlık olmuyor, geçen her gemiden haraç alınması korsanlık olmuyor, ama bir avuç çaresiz ve savaş ağalarının denetimine girmiş insanın yaptıkları korsanlık oluyor.” Evet dostlarım, ben bu yoruma katılıyorum. Bence de asıl korsanlık emperyalist güçlerin yaptıklarıdır. Önce onlara karşı durmalı ve asıl onların hakkından gelmeliyiz. Marksist Tutum okuru bir deniz emekçisi
Tekel’in Kadın İşçileri: “Merhamet Dilenmiyoruz!”
T
ekel işçilerinin mücadelesi her türlü zorluğa rağmen devam ediyor. Yaşanan zorluklar sadece soğuk hava veya sokakta çadırlarda kalmak değil, burjuva hükümetin medyada yankılanan açıklamaları da aynı zamanda. Direnişi karalamak ve bölebilmek için her gün hükümet sözcülerinden beyanat üstüne beyanat geliyor. Tekel işçisi kadınlar, başbakanın “türbanlı kadınları getirmişler, onlara mikrofon veriyorlar” ve maliye bakanının “tek kusurumuz fazla merhametli olmak” şeklindeki açıklamalarına karşı bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Direnişin 43. gününde Sakarya Caddesinde yapılan açıklamada, kadın işçiler, “kadın erkek, ülkenin her yöresinden işçiler olarak birlikteyiz. Ekmeğimizin peşinde artık kemikleştik. Bir ve bütün olduk. Başbakan bilmeli ki emekçinin türbanlısı da sokakta hak arar. Türbanlı ile türbansız arasında ayrım yok. Çünkü aynı ekmeği, aynı kaderi paylaşıyorlar. Nafile sayın başbakan nafile, Tekel işçisi bu ayrımcılığa, bu bölücülüğe pabuç bırakmıyor. İnsanlar kavgasını başındaki örtüsüyle değil yüreğiyle veriyor” diyerek başbakanın sözlerine tepki gösterdiler. Bakan Şimşek’in sözlerine ise, “biz kimseden merhamet dilenmiyoruz. Kimsenin merhametine de ihtiyacımız yok. Seçimle gelenler merhamet kelimesini ağzına alamaz. Seçimle gelenler kendilerini halktan büyük göremez. Sosyal devlette merhamet olmaz. Sosyal devlette yurttaşlık hakkı olur. Biz de bu hakkı isti-
yoruz” diyerek tepki gösterdiler. Basın açıklaması sırasında sık sık “Tekel işçisi direnişin simgesi”, “ölmek var dönmek yok”, “zam zulüm işkence işte AKP” sloganları atıldı. Açıklama sonrasında kadın Tekel işçileri sloganlar eşliğinde Türk-İş binası önüne kadar yürüdüler. Giderek büyüyen Tekel direnişi her kesimden destek almaya ve kamuoyunda ciddi bir destek oluşturmaya devam ediyor. Gerek sendika bürokratları gerekse de hükümet cenahı bu durumdan oldukça rahatsız. Ancak bugüne kadar Tekel işçisini ayakta tutan mücadele gücü bugün de halen devam ediyor. Tekel işçisi her şeye rağmen direniyor ve inatla haykırıyor: Ölmek Var Dönmek Yok! Ankara’dan bir işçi
45
Şubat 2010 • sayı: 59
marksist tutum
Sermaye İçin 3 Çocuk Yapmak!
B
aşbakan ha bire 3 çocuk yapın diyor. Basında yayınlanan istatistiklerde “Genç Türkiye” efsanesinin artık bittiği, nüfusumuzun Avrupa ülkelerine benzer oranda yaşlandığı söyleniyor. Milli Eğitim Bakanı çocuk nüfusundaki düşüşe bağlı olarak önümüzdeki dönemlerde ilköğretim okullarının azaltılacağını söylüyor. Sermaye sınıfı bir bütün halinde bizden 3 çocuk yapmamızı istiyor. Toplumun genç bir nüfusa sahip olmasını sağlayacak iki sınıf var. İlki mutlu mesut egemen sınıftır. Bu sınıf toplumda bir avuç olduğu için, onların değil 3 çocuk 10 çocuk dahi yapmaları bu sorunu çözmüyor. Toplumun nüfusça ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul, işsiz, aç milyonlarca işçi ve emekçi ise, ikinci sınıfı oluşturuyor. İşte nüfusu arttıracak tek çözüm yolu bu sınıftan ailelerin en az 3 çocuk yapmasıdır. Fakat milyonlarca işçi ve emekçi neden çocuk yapmıyor? Bu sorunun cevabı, içinde yaşadığımız düzende aranmalıdır.
Bir yanda yoksulların diğer yanda bir avuç zenginin olduğu bir düzende, mutlu olan kesim bir avuç zenginden başkası değildir. Bu sermaye sahibi kesim daha çok mutlu olsun diye, milyonlarca işçi ve emekçi her geçen gün daha çok hayatın güzelliklerinden mahrum bırakılıyor. Sabahtan akşama kadar ağır ve zor koşullarda çalışıyorken, aldığımız her şeye gün geçtikçe zam üstüne zam geliyorken, artık elektrik, doğalgaz faturalarımızı ödeyemiyorken ve üç günlük bir tatile dahi çıkamıyorken, yaşadığımız bu cehenneme nasıl üç çocuk daha getirelim? Her şey bir kenara, biz milyonlarca anne baba, bir gün daha yaşamak için ne zorluklar çektiğimizi çok iyi biliyoruz. Fabrikalarda bize üretimi daha çok arttırın dedikleri gibi topluma da çocuk sayısını arttırın diyorlar. Sermaye sınıfı çocuklarımızı sıradan bir üretim aracı gibi görüyor. Çocukları sevselerdi dünyayı savaşların, krizlerin, iş kazalarının, hastalık ve cinayetlerin arttığı bir dünya haline getirmezlerdi. Al-
manya, Fransa gibi zengin Avrupa ülkelerinin birçoğunda işçi aileleri artık birden fazla çocuk yapmıyor. Çünkü bu düzen dünyanın her yerinde işçilerin kanıyla besleniyorken, işçilere hiçbir gelecek vaat etmiyor. Hükümet samimi olsaydı hali hazırda milyonlarca çocuğa el uzatarak onların yaşamını garanti altına alırdı. Oysa küçücük çocuklar bir lokma ekmek yiyebilmek için çalışmak zorunda kalmaya devam ediyor. Filistinli ve Iraklı çocuklar gibi Kürt çocukları sokaklarda kurşunlanıyor, cezaevlerine atılıyor. Çocuk işçilerin kanını emenler Tayyip gibi sermayenin emrindeki siyasetçiler ve fabrika sahipleridir. Bu düzen her yerde işçilerin yaşamını kurutmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu sistem böyle diye biz yarınlarımızdan umudumuzu yitirecek miyiz? Elbette hayır. Biz yarınlarımızdan umutluyuz. Bu düzeni yıkacak ve yeni bir düzen kuracağız. Bu umuda sahip çıkacak işçileri örgütleyerek işe başlamalıyız. Evet, işçi kardeşler, çocuk sahibi olmak için en başta bu ücretli kölelik düzenine karşı mücadele etmeliyiz. Çocuklarımıza güven dolu bir dünya bırakmak için bu düzene karşı mücadele etmeliyiz. İnsanların kaygı duymadan çocuk yapmaları ve o çocukların kırlardaki çiçekler gibi boy vermeleri ancak bu düzen yıkıldığında ve sınıfların olmadığı bir düzen kurulduğunda mümkün olacak. Fotoğraftaki Tekel işçisinin çocuğunun bize son çağrısı şudur: Çocuklarınızı sermaye sınıfının sömürüsü için değil insanlığın örgütlü mücadelesi için dünyaya getirin! Marksist Tutum okuru bir işçi
46
Okurlarımızdan Tekel İşçileri 17 Ocakta Kararlılıklarını Haykırdılar
Son Olsun!
Günlerdir Ankara sokaklarında direnen Tekel işçileri 17 Ocak Pazar günü yapılan mitingle kararlılıklarını bir kez daha haykırdılar. On binlerce işçinin katıldığı mitingde, işçi sınıfının ne kadar güçlü olduğu bir kez daha dosta düşmana gösterildi. İşleri ellerinden alınan Tekel işçileri, işçi sınıfının gücüne inanmayanlara çok şeyler öğretecektir. Tabii bunun olabilmesi başta sendikanın ve işçi sınıfının vereceği desteğe bağlıdır. Ama görülen o ki sendikanın kendini yormaya hiç niyeti yok. İşçilerden birinin söylediği gibi, “sendika baştan beri bize adam gibi destek verseydi, biz Türkiye’nin tek gündemi olurduk; ama istediğimiz gibi bir destek olmadı; bundan sonra nasıl olur bilmiyoruz; ama biz sonuna kadar devam edeceğiz.” Bu da işçi sınıfının istedikten sonra ne kadar kararlı olabileceğini gösteriyor. Tek sorun doğru ve sağlam bir bilinç ve ona denk düşen bir örgütlülüktür. Sendikaların işçilere bilinç konusunda pek bir katkı sunmadığı yıllardan geçiyoruz. Onu yapmadıkları gibi işçilerin mücadele etmelerini de çoğu zaman engelliyorlar. İşçilerin talepleri onlar için önem teşkil etmiyor. Yıllardır sendika bürokratlarının koltuklarından kalkmayarak, işçilerin sırtından geçinen birer asalak olarak yaşamaktan başka bir şey yapmadıkları bugün de ortadadır. İşçilerin yerine kararlar alarak, onları önemsemeyerek bugün de kendilerini gösteriyorlar. İşçilerin din, dil, ırk demeden bir bütün olduğunu ve sınıf kardeşi olduklarını, sorunlarının ortak olduğunu, kime karşı mücadele etmeleri gerektiğini Tekel işçileri iyi bir örnek teşkil ederek göstermiştir. Tekel işçilerinin Türk-Kürt beraber omuz omuza verdikleri direniş işçi sınıfının çıkarlarının ortak olduğunun resmidir. Biz işçiler sınıfsal çıkarlarımız doğrultusunda bütün ayrımları bir tarafa kaldırıp mücadeleyi güçlendirmek için elimizden geleni yapmalıyız! Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği! Direnen Tekel işçisi kazanacak!
İnsanlık için, doğa için bu kavga son kavga olsun!
Esenyurt’tan işsiz bir işçi
Patronların İşçi Sınıfını Bölme Oyunları ve 4C Patronlar sınıfı, biz işçilerin bir araya gelmesinden korktuğu için, işçi sınıfının öldüğü ya da bazı ücretli çalışanların aslında işçi olmadığı gibi ideolojik yalanlarla bizleri kandırmaya çalışıyor. Örneğin kamu çalışanlarına “memur” diyerek işçi olduklarını unutturmaya çalışıyorlar. Fakat bugün mücadelenin gerilerde seyretmesinden cesaret alarak, memurların birçok kazanılmış hakkını gasp etmeye çalışmaktan da geri durmuyorlar. Bunun için kullandıkları en büyük araç ise 4C, yani kamu işletmelerinde iş garantisi olan “memur”lar yerine sözleşmeli personel çalıştırmak. Hepimizin bildiği gibi, en son Tekel işçisi kardeşlerimizi 4C’li yapmak istediler ve işçilerin buna karşı sürdürdükleri mücadele halen devam ediyor. Peki, bu uygulamayla iş güvencesi ile birlikte başka neler kaybediliyor? Örneğin, iş sözleşmesi sona erdiğinde 4C’li işçiler işsizlik sigortasından faydalanamıyorlar. Ayrıca bu yöntemin patronlar için en önemli getirilerinden biri de örgütlenmenin önüne geçmektir. Yasaya göre 4C’ye tâbi çalışanlar “işçi” ya da “memur” statüsünde sayılmadıkları gibi, sendika üyesi de olmamaktadırlar. KESK’in açtığı davalar sonucunda, ilgili kanun değiştirilerek üyeliklerin kabul edileceği söylenilmiştir. Ancak Mayıs 2009 yetki toplantılarında devlet güdümlü bazı sendikaların yaptığı üyelikler kabul edilirken, bazılarınınki kabul edilmemiştir. Evet dostlar, patronlar hem yalanları, hem de kanunlarıyla bizlerin örgütlenmesinin önüne geçmek için her şeyi yapıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, bizler bir araya geldiğimizde, onların insanın doğasına uzak, bizlere açlık ve gözyaşı dışında hiçbir getirisi olmayan sistemlerini başlarına geçireceğiz. Bizler de önce kocaman bir sınıfın yani işçi sınıfının bir parçası olduğumuzun farkına varmalı, sonra sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. Nazım Ustanın dediği gibi, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” günler bizim ellerimizde. Gazi Mahallesinden bir kadın büro işçisi
Söylenen özgürlük türküsü Yitirilen bunca yaşam Yaşanılan zulüm Son olsun! Geçmişi hatırla Geleceği Geleceğimizi düşün! Düşün ki yüreğindeki isyan ateşi yeniden alevlensin! Makine dişlilerinde kavga meydanlarında yaşamını yitiren kardeşlerimizi düşün! Üretirsin nasırlı ellerinle açlıktan yoksulluktan ölen insanları çocukları düşün! Gözü yaşlı anaları babaları düşün! Ya Geleceğimiz! Onu hiç düşündün mü? Makine çarklarının sömürü için değil Tüm insanlık için döndüğünü düşün! Sömürünün savaşların son bulduğunu düşün! İnsanın insana kulluk etmediğini düşün! Açlığın yoksulluğun son bulduğunu düşün! Kaybedeceğin bir şey yokken kazanacaklarını düşün! Düşün ki bu kavga son olsun!
Esenler’den bir işçi
47
Okurlarımızdan Direksiyonu Sıkıca Kavramak! Ben otomotiv sektöründe çalışan bir kadın işçiyim. Benim gibi birçok işçi arkadaşım hayatın her alanında çalışmakta ve türlü zorluklarla karşılaşmakta. Birçoğumuz sistemin içerisinde o kadar kaybolup gitmişiz ki ne yaşadığımızın bile farkında değiliz. İşçiler olarak bizlerin yaşama dair sorumlulukları var. Fabrikalarda uzun çalışma saatleri, sağlıksız iş koşulları ve patronlar tarafından kandırılan işçiler arasında azgın rekabet koşulları içerisine sıkıştırılan hayatlarımız. Hayat elbette ki fabrikadan ibaret değil. Peki, gerçekten insanca yaşayabiliyor muyuz? Meselâ iyi beslenebiliyor muyuz, barınabiliyor muyuz, kendimize, sevdiklerimize zaman ayırabiliyor muyuz? İnsanlık nedir? Fabrikalarda 12-16 saat çalışarak iliklerimize kadar sömürülmek mi? İş kazası geçirip kolu ya da bacağı tezgâha bırakmak mı? Ya da onca yıl çalışıp bir şey anlamadan bu dünyadan göçüp gitmek mi? Sömürmek ya da sömürülmek mi? Tabii ki bunların hiçbiri insanlık değil. Otomotiv sektöründe çalıştığımı söylemiştim. Birçok işçi arkadaşa, fabrikalarda yaşanan sorunlar sanki birbirinden farklıymış gibi gelse de, gerçekte bütün işçilerin yaşadıkları sorunlar ortak. Fark etmek önemli ama ondan daha önemlisi bu sorunlara karşı işçiler olarak ortak hareket edebilmek. Benim çalıştığım işyerinde karşılaştığımız birçok sorun var. En can yakan sorunumuz ise meslek hastalıkları. Çalıştığım fabrikada işçi sağlığına sözde çok önem veriliyor. Fakat bence önem verilen tek şey ürünün kalitesi ve daha fazla nasıl üretilebileceğinden başka bir şey değil. Bu fabrikaya ilk işbaşı yaptığımda öyle eğitimler aldık ki, şaşırarak “çok iyi bir işyeri, burada ne yapıp etmeli kalmalı” demiştim. Çalışmaya başladığımda bu işin öyle anlatıldığı gibi olmadığını çok zaman geçmeden anladım. İçeride çalışan ar-
“Biz Bir Aileyiz, Aynı Teknedeyiz” mi? Yeni bir yıla girdiğimiz şu günlerde, aklıma gelen ve sizlerle paylaşmak istediğim bir olay var. Eski çalıştığım fabrikada işveren yılbaşlarında çeşitli partiler düzenlerdi. Bu partilerine müdürlerini ve idari kesimde çalışanları da davet ederdi. Bir yılbaşı partisine fabrikanın üretiminde çalışan 5 işçi arkadaşımız da davet edilmişti. Bu kutlamadan sonra arkadaşlarımızla yılbaşı partisinin nasıl geçtiğini, neler yaşadıklarını konuşmuştum. Parti bir teknede düzenleniyor. Son derece şık, ışıltılı bir tekne. Oraya vardıklarında arkadaşlarımız kendilerini ezik ve küçülmüş hissediyorlar. Çünkü bir kendi kıyafetlerine bakıyorlar, bir de diğerlerinin. Şıklıkta birbirleriyle yarışan süslü kadınlar ve kaliteli takım elbiseleriyle erkekler. Partinin devamında işçi arkadaşlarımıza bir masa veriliyor. Orada kendi aralarında eğlenmeleri söyleniyor. Herkes deli gibi eğlenip kadeh kaldırırken işçiler dış kapının mandalı muamelesi görüyor. “Ömrümde yaşadığım en kötü yeni yıl kutlamasıydı!” yorumu yapıyor aralarından bir arkadaşımız. Bu partinin sonunda işyeri koridorlarındaki panolara yılbaşı partisinde çekilmiş fotoğraflar asıldı. Sevgili patronumuz(!) işçi arkadaşlarımızın masasında, onlarla samimi bir şekil-
48
kadaşlar arasında rekabetçi bir anlayış yerleştirilmişti, kendimi sanki hipodromda koşu kulvarındaki yarış atı gibi hissettim. İşçi arkadaşlarımın hızlarına yetişebilmek için çok çabaladım. İlk bir iki hafta böyle geçti. Daha sonraları ise yoğun mesai ve tempodan dolayı elimde ödem oluşmaya ve müthiş sancılar çekmeye başladım. Bir taraftan koşuyu bırakmamak diğer taraftan ise haftada üç kez “daha iyi yarışabilmek için” hastanenin acilinde geçirdim gecelerimi. Şimdi bu kız ne iş yapıyor diye soracaksınız. Ben birçok işçi arkadaşım gibi lüks otomobillerin “deri” direksiyonlarını dikiyorum. O hiç kullanamayacağım direksiyonların! Zaten böyle çalışmaya devam edecek olursak o direksiyonu tutacak bir elimiz-kolumuz da olmayacak. Bir de utanmadan koca bir pasta kestiler afiyetle yememiz için. Neden mi, bu yılı iş kazasız atlatmışız da ondan. Kocaman, hem de kuyruklusundan bir yalan! Birçoğumuzun belinde ve boynunda fıtık, ellerinde ödem ve lif kopması oluştu. Yani dostlarım kullanamaz hale geldik organlarımızı. Ama öylesine bir bilinç çarpılması yaşanıyor ki, tüm bunları bizzat yaşayan işçi arkadaşlar, “evet iş kazası yaşanmadı” diye sevinebiliyor. YA MESLEK HASTALIKLARI! Ayrıca fabrikada TPM ve 5S kalite sistemleri uygulanmakta. Bu da aslında patronların “işçiyi daha çok nasıl sömürebiliriz ve rekabet gücümüzü nasıl artırabiliriz” kaygısından başka bir şey değil. Evet, dostlar bu kalite çemberleri de biz işçileri bölen, yalnızlaştıran, başını kaldırmayan uysal kölelere çeviren sistemlerdir. Arabanın direksiyonu önemli, arabaya yön verir. O direksiyonu elimizle sıkıca kavramak ve özgürlüğe sürebilmek, haklarımız için, insanca yaşamak için mücadele etmek gerekiyor. Gebze’den bir kadın işçi
de gülümsüyor, kadeh kaldırıyor. Patronumuz bu fotoğrafları asarak ne kadar mütevazı, ne kadar candan bir işveren olduğu palavrasıyla gözlerimizi boyamanın peşinde. Fotoğraflar çekiliyor, objektif kapanır kapanmaz işçilerle kimse muhatap olmuyor. Evet, dostlar, bizim sırtımızdan geçinen, bizi sömürerek kârlarına kâr katan patronlar, kriz dönemlerinde ya da birazcık kârları azaldığında “biz bir aileyiz, hepimiz aynı gemideyiz” gibi yalanlara başvururlar her daim. Ama bu olayda da görüldüğü gibi biz hiçbir zaman bir aile olamayız, aynı gemide yer alamayız. Olsa olsa koca ellerini ceplerimize daldırırlar, bir lokma ekmeğimize göz dikerler, kârlarına kâr katarlar. Bizden çaldıklarıyla lüks teknelerde, pahalı şarap kadehlerini kaldırırlar, bize de uzaktan izlemek düşer. Birazcık sesimizi çıkarmaya kalksak o “aynı gemi”den aşağı atmaktan hiç çekinmezler bizi. Onların masallarına kanmayalım dostlar. “VEBANIN GİRDİĞİ KAPIDAN GİRİN, ONLARIN GİRDİĞİ KAPIDAN GİRMEYİN” diye ne güzel söylemiş şair. Biz onlar için ailenin bir ferdi değiliz. Savaşlarında kullanacakları siperleriz, kanını içecekleri köleleriz. İşçi sınıfı büyük ve onurlu bir ailedir ve bu ailenin içinde patronlara yer yoktur. Gün gelecek onların kökünü kazıyıp hak ettiğimiz güzel, temiz geleceğe kavuşacağız! Kocaeli’den bir kadın işçi