Mt no 6

Page 1


12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı Elif Çağlı 12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalı. 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş generaller birer birer sanık sandalyesine oturtulmalı. İşçi sınıfı ve devrimci hareket, gecikmiş hesabını faiziyle birlikte ödetmek üzere, geniş kitleleri seferber edecek bir mücadeleyi yükseltmeli. Ama bu hesap nasıl ve kimden sorulacak?

T

Yazarın “Bonapartizmden Faşizme” adlı kitabında yer alan konular hakkında www.marksist.com sitesinde yayınlanan yazısından kısaltılarak alınmıştır.

ürkiye’de 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı. Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yarattığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı, örgütlerini dağıtıp parçalayan, nice canları içinden çekip alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sakat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soramadan bugünlere geldi. İşçi hareketi ve devrimci mücadele, bugün hâlâ yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan güvenini kazanamadı. 12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalı. Sınıf düşmanından faşizm gibi bir karşı-devrimci saldırının hesabını sormamak, devrimci bir işçi sınıfına yakışmaz. Yapılan kötülükleri unutmak sınıf mücadelesinin şanına uygun değildir. Ama bu hesap nasıl ve kimden sorulacak? Birinci sorunun daha yanıtını vermeye yeltendiğimiz anda karşımıza işçi sınıfı mücadelesinin örgütsel sorunları dikiliveriyor. Sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyindeki muazzam gerileme bir yana, kitlesel sendikal mücadelesinin hali de henüz içler acısı durumdadır. Bu gerçeklerin üzerinden atlayamayız. Bu sorunların çözümü doğrultusunda bir çaba içine girmeksizin, sınıf mücadelesi açısından en doğru, en devrimci görünen istemleri de yükseltsek, boş konuşan “devrimcilerin” durumuna düşmekten kurtulamayız. Bir de soruna diğer uçtan yaklaşalım. Sınıfın geniş kitlelerini harekete geçirmekte, onun tekrar gücünü hissedip ayağa dikilmesini sağlamakta bir kalkış noktası olabilecek mücadele hedeflerinin yükseltilmesinin önemini de asla küçümseyemeyiz. Evet, 12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Ama bu hesabın sorulabilmesi için, sınıf hareketinin bilinç ve örgütlülük düzeyinin ilerletilmesinin olmazsa olmaz bir koşul olduğu da kafalara kazınmalıdır. İşçi sınıfı ancak yakıcı istemler temelinde mücadeleye çekildikçe, böylece yavaş yavaş kendi gücünü yeniden hissetmeye başlayıp sıçramalar sağlayacak bir gelişme kaydettikçe, işler yoluna girmeye başlayacaktır. Gelelim ikinci sorumuza. 12 Eylül faşizminin hesabı kimlerden sorulacak? Bir

1


marksist tutum

kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan darbeci generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni yer almaktadır. O nedenle, faşizmi yalnızca vitrinin önünde duran “cellâtlar”la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu.

Faşizm sermayenin karşı-devrimci diktatörlüğüdür Faşizm, ne Hitler gibi faşist liderlerin ne de onların demagojilerle peşlerinden sürükledikleri küçük-burjuva kitlelerin psikolojik tahlilleri temelinde kavranabilir. Zira Hitler gibi manyakları tarih sahnesinin önüne itekleyen ya da küçük-burjuva ve lumpen kitleleri işçi sınıfına karşı düşmanca bir psikolojiye büründürüp harekete geçiren gerçek etken, kapitalist sistemin içine düştüğü olağanüstü kriz koşullarıdır. Faşizm, kapitalizmin tekelci gelişmesine içkin emperyalist rekabetin ve yayılmacı eğilimlerin kucağında yaşanan derin ve keskin bir bunalımın ürünüdür. İkinci Dünya Savaşından sonra bazı ülkelerde yaşanan faşizm örneklerinde bu derece derin bir sistem bunalımı görülmese bile, yine de sermayenin faşist saldırısı o ülkelerde burjuva düzeni derinden sarsan bunalımlarla ilgilidir. Faşizmin Şili, Türkiye gibi örnekleri söz konusu olduğunda, orta gelişkinlik düzeyindeki bu tip kapitalist ülkelerin, emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Faşizm, sarsıcı krizler içinde debelenen burjuva düzenin, devrimci durumlara, işçi sınıfının örgütlerine ve devrimci mücadelesine saldıran karşı-devrimci çözüm çabasıdır. Faşizmin, küçük-burjuva kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu faşist bir partide örgütleyerek ve bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrimi gerçekleştirerek, sivil faşist bir partiyle iktidara oturan “tek tip” bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı açıktır. İkinci Dünya Savaşından günümüze, faşizm çeşitli ülkelerde askeri diktatörlükler biçiminde de yaşanmıştır. Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar Faşizmin, küçük-burjuva kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu faşist bir partide örgütleyerek ve bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrimi gerçekleştirerek, sivil faşist bir partiyle iktidara oturan “tek tip” bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı açıktır. Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar Cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 1980 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan askeri faşist diktatörlüklerdir.

2

Eylül 2005 • sayı: 6

Cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına denk düşen ve bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi için devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan faşist askeri diktatörlüklerdir. Gelecekten korkuya kapılan küçük-burjuva ve lumpen kitleleri yanına çekebilmek için, faşist hareket onlara milliyetçilik zehrini şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılar. Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşizm, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür. Fakat buna bakıp, faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Bu tür vahim bir yanılgıdan kaçınabilmek için, faşizm sorununu, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yaparak kavramak mutlak bir zorunluluktur. Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir. Faşizm küçük-burjuvazinin değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür. İktidara tırmandığı dönemde küçük-burjuva ve iş-

Şili’de 1973 faşist darbesinin başı Pinochet


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

siz kitleleri demogojilerle peşine takmış olsa da, faşizm iktidara geldiğinde mutlaka bu “fazlalıklardan” kurtulmak isteyecektir. Gerek sivil faşist partilere dayanan iktidar örneklerinde, gerek askeri diktatörlük biçimlerinde, faşizm iktidar koltuğuna kurulduğunda devletin bürokratik kabuğu içine yerleşir. Zaten bu nedenle, faşizmin değişik versiyonlarına rağmen onlara egemen olan ortak öz, faşizmin iktidarı evresinden hareketle daha net kavranabilir. Faşizm iktidara tırmanırken işçi hareketini kitle tedhişi ile pasifize etmeye çalışır ve eğer işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle durdurulmazsa, iktidar koltuğuna yerleşir. Fakat iktidarı ele geçirdikten sonra da, işçi hareketinin ve onun örgütlerinin üzerine, devrimci çevrelere, zincirlerinden boşan‘82 Anayasası, askeri cuntanın başı Kenan Evren’i yedi yıl süreyle mış bir karşı-devrimci şiddet ile saldıracakcumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma teklifiyle birlikte 7 Kasım tır. Zira faşizmin iktidarını sürdürebilmesi için, işçi sınıfının yalnızca gözünü korkut- 1982’de halkoyuna sunulacak ve tüm örgütlülüğünü yitirerek atomize maya değil, onu uzun bir süre boyunca be- olmuş kitleler, tutuklanma ve işkence görme korkusu altında ezici bir çoğunlukla “evet” diyeceklerdi. lini doğrultamayacak şekilde ezmeye, onun örgütlü güçlerini atomize etmeye, devrimci ruhunu zedelemeye ihtiyacı vardır. Faşizm burjuva düği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdüzenin en şiddetli ve saldırgan olağanüstü siyasal biçimrecektir. Faşizm burjuvazi açısından zorunlu hale gelip, lenmesidir. Faşizm, işçi sınıfının (uzlaşmacı ve reformist buna gücü de yettiğinde, yine işçi sınıfının ve yoksul kitolanları da dahil) bütün örgütlerini parçalamak, onu örlelerin, devrimci kuşakların karşısına tüm melanetiyle digütsüz ve tamamen pasif bir yığın haline getirebilmek, kilecektir. işçileri toplu sözleşme hakkından bile yoksun bırakıp şeGünümüzde emperyalist güçler arasında tırmanan gekilsizleştirmek amacıyla hareket eder. rilimlerin, nüfuz alanlarını yeniden paylaşım savaşlarının kana buladığı bölgelere bakıp da, hâlâ bir daha üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının çıkmayacağını iddia Günümüzde faşizm tehlikesi var mı? edenler hangi sıfatları hak ediyorlarsa, faşizm konusunda Faşizm, sermaye düzeninin bir zamanlar dünyayı kada durum aynıdır. Avrupa’daki tuzu kuru aydınlar ve onna bulayan ve işçi sınıfına, emekçi kitlelere nice acılar çekların dümen suyundan giden sözde sosyalistler, dünyayı tiren zalim saldırısı olarak yaşanmış ve artık tarih kitaplarahat döşeklerinden seyredip yangın kendi evlerine ulaşrının sayfaları arasında unutulmaya terkedilmiş değildir. madığı sürece, “bir daha olmaz” nakaratını terennüm etmekle kendilerini kandırmaya devam edebilirler. Ama buFaşizm, burjuva devletin emperyalizm çağında devrim tehdidiyle yüz yüze geldiğinde büründüğü karşı-devrimci nu yaptıkları sürece, emperyalist güçlerin kaynayan bir biçimdir. cadı kazanına döndürdükleri günümüz dünyasında tehliGünümüzde faşizm tehlikesi konusunda yürüyen tartışke adım adım kendi evlerine de yaklaşacaktır. malar bağlamında, özellikle Avrupalı akademisyenler taBazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeyrafından ileri sürülmüş olan bazı argümanlar, işçi harekelerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrutinin boşluklarından sızarak onu paralize etmeye çalışan burjuva etkisinin çarpıcı bir örneğini oluşturur. Bu akadur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik demisyenler, faşizmin özellikle Almanya örneğinin dünya krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı gühalkları nezdinde lanetlenmiş olmasından hareketle, faşizmin bir daha yaşanmayacağını söyler dururlar. Faşiznümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği germin, Türkiye de dahil çeşitli ülkelerde zaten yaşanmış olduğu gerçeği bir yana, kapitalizmin çılgınlığını daha önce çeği asla küçümsenemez. Ayrıca da unutulmamalı ki, dünele vermiş olması nedeniyle bir daha gündeme getirileya Avrupa’dan ibaret değil. Türkiye olsun, çeşitli Latin meyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeAmerika ülkeleri olsun, emperyalist sistemin bu zayıf halkalarında yaşanan faşizm gerçeğinin devrimci işçi hareleye zarar verici bir tutum olamaz. Sermayenin egemenli-

3


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

ketinde yarattığı büyük tahribatın etkileri canlı bir tarih olarak karşımızda duruyor. Üstelik faşizm bugün, egemen emperyalist güçlerin yeni markası “medeniyetler çatışması” adı altında, işçi ve emekçi insanları MüslümanHristiyan ekseninde bölüp birbirine kırdırtma planlarıyla kendine yeni yollar açmaya hazırlanıyor.

rulmasını sağlayacak strateji ve taktiklerle işçi sınıfının savaş yolunu tıkamışlardır. Neticede, işçi sınıfının mücadelesini ilgilendiren tüm sorunlarda olduğu gibi, faşizm sorunu söz konusu olduğunda da meselenin en can alıcı yönünü, işçi sınıfının devrimci önderliğinin var edilmesi ve güçlendirilmesi sorunu oluşturmaktadır.

Faşizme karşı mücadelede doğru tutum

12 Eylül Faşizmi

Burjuva devlet, ezen ve sömüren sınıf burjuvazinin, ezilenler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, parlamenter işleyişlerde görüldüğü üzere “demokratik” biçimlerle örtüleneceği gibi, olağanüstü koşullarda üzerindeki “demokrasi” şalını fırlatarak kendini çıplak bir diktatörlük biçiminde de ortaya koyabilir. İşte faşizm, burjuva düzenin bu çıplak diktatörlük biçimidir. Fakat burjuva düzenin olağan parlamenter işleyişiyle, bir olağanüstü yönetim biçimi olan faşizm arasındaki ayrımı, “alt tarafı bir biçim farkı” deyip küçümseyemeyiz. Burjuva düzenin sıklık kazanan gerici ve baskıcı uygulamalarından hareketle, sürekli faşizm şeklinde bir teori icat etmek ve burjuva düzenin olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkı hepten görmezden gelmek Marksist kavrayışla bağdaşmayan bir tutumdur. Esasen süreklilik arzeden burjuvazinin diktatörlüğüdür; faşizm ise bu diktatörlüğün olağanüstü baskıcı, kanlı, çıplak biçimidir.

1970’lerden 80’lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979’da İran’da Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan’a müdahalesi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planları nedeniyle Türkiye’de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı. 12 Eylül askeri darbesini önceleyen dönemi incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının artık tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz. ‘80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığını ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediğini kanıtlayan çok önemli bir dönemeç noktasıdır. Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve iktisaden egemen konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı, dünya kapitalizminin de içine girdiği durgunluk eğilimiyle çakışarak iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür. Gerçekte 12 Eylül dönemecinde burjuva düzen, ekonomik-toplumsal-siyasal açıdan alabildiğine sıkışık bir vaziyettedir. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır. Burjuva düzeni ciddi biçimde tehlikeye sürükleyen ağır bunalım durumlarında, burjuvazi bir çıkış yolu bulmak için, işçi örgütlerinin yarattığı basınçtan kurtulmaya

Burjuva düzenin sıklık kazanan gerici ve baskıcı uygulamalarından hareketle, sürekli faşizm şeklinde bir teori icat etmek ve burjuva düzenin olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkı hepten görmezden gelmek Marksist kavrayışla bağdaşmayan bir tutumdur. Faşizme karşı mücadelede elde edilecek sonuç, sınıf mücadelesinde hegemonyayı kimin kuracağına, hangi sınıfa özgü demokrasi bayrağının egemen kılınacağına bağlıdır. O nedenle olağanüstü burjuva rejimlere karşı mücadelede bayrakların asla karıştırılmaması gerekir. Nitekim daha geniş halk cepheleri kurma adına, işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine yönelten ve böylece demokrasi mücadelesinin önderliğini altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunan tüm anlayışlar (Stalinist halk cephesi örnekleri ve benzeri sulandırılmış ittifaklar) tarih boyunca işçi sınıfına nice acı yenilgiler tattırmışlardır. Uzak ve yakın tarihimizden almamız gereken çok önemli dersler vardır. Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği gibi, işçi sınıfının kitle örgütlerinde etkin olan Sosyal Demokrasi ve Stalinizm, faşist diktatörlüklere karşı mücadelenin burjuva düzenin temellerini sarsacak düzeye erişebilmesini engelleyici işlev görmüşlerdir. Faşizmin niteliği konusunda bilinç bulandırdıkları gibi, demokrasi mücadelesinde burjuva hegemonyasının ku-

4


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

çalışacaktır. Bu örgütleri yok edebilmenin, onları ezip gehazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edeçebilmenin bir yolunu aramaya koyulur burjuvazi. Türkicek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden ye’de de böyle olmuştur. Faşizm, 12 Eylül öncesinde biroluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren’in birini izleyen Milliyetçi Cephe hükümetlerinin arkasına sakdevlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisilanarak, etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lumpen keni elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıpsimleri örgütleyip askerileştirmiştir. Faturayı da finans kalak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş pitale göndermiştir. Bu tespit, genel anlamının yanı sıra olacaktı. özel olarak da doğrudur. Unutmayalım ki, düzenini tehdit eden toplumsal kriz ve devrim korkusu geçtiğinde 12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir “demokrat” esvaplarını sırtına geçiren büyük sermaye komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye çevreleri ve onların “saygın” örgütleri, Türkiye’de faşist ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de, tırmanış döneminde ülkücüler diye anılan faşist güruhu MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin gizliden gizliye destekliyorlardı. mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle 12 Mart örneğinden farklı olarak, 12 Eylül askeri darişlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri besi öncesinde faşizmin iktidara tırmandığı ciddi bir hatıkıldı. Türkeş ve avanesi, ortamı olağanüstü rejim zırlık dönemi yaşandı. MHP, işçi ve emekçi kitlelerin düiçin hazır hale getirmişlerdi. zen değişikliği yönündeki özlemlerini istismar ederek, küçük-burjuvazinin öfkesini ya da umutsuzluğunu harekete 12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir geçirerek ilerledi. Ayrıca MHP’ye bağlı kadrolar ve örgütkomuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı ler, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işhazırlamış bulunan özel faşist birliklere de, MHP’ye de birliği içinde lumpen proletaryadan özel birlikler devşirartık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma dönediler. İşçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen minde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avanesi, ortamı devrimciyi öldürmek üzere organize edilen bu özel birolağanüstü rejim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 likler paramiliter bir faşist örgütlenme görünümündeydi. Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenAmaç toplumun faşist terörle korkutulup sindirilmesiydi. meyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri Nitekim bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın inkendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin san öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı iktidarda, kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yaCIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontrgerilla kındığını hatırlatalım. türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütü12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva silen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri teyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya rörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu giöncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle bi Hamzaköy “dinlenme tesisleri”nde gözetim altına alındöşendi. O dönemde işçi sınıfının öncü unsurları savaşa dılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli atılıp geride duranları mücadeleye çekmek istediler, fakat tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktaoportünist-reformist liderlikler tarafından engellendiler. törlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işBöylece, sonuçsuz bir gerilim, derin bir huzursuzluk ve nihayetinde de yönsüzlük proletaryayı içten sarstı. Neticede diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, Türkiye’de de faşist askeri cunta, yenilgi ruh haline bürünmüş bir işçi sınıfının üzerine geldi. Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânla70’li yıllarda, yükselen sınıf mücadelesi yüzbinlerce işçiyi alanlara rıyla bezendi. Zaten uzunca taşıyordu bir süredir askeri darbe için

5


marksist tutum

çi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı. Finans kapitalin faşist diktatörlüğü, toplumda mücadeleci işçi hareketine karşı bir nefret yaratıp onun üzerine oturmaya çalışır. 12 Eylül askeri cuntası da örgütlü ve sendikalı işçilere karşı bir tepki oluşturmaya çalıştı. Faşist rejim, sınıfın sendikal örgütlülüğünün parçalanması ve işçi ücretlerinin dondurulması için toplumda bir destek yaratma çabası içine girdi. Faşist cuntanın ilk dönemlerinde, Kenan Evren’in çeşitli yerlerde düzenlediği meydan mitinglerinde, bir otel görevlisinin ücretinin kendi maaşından nasıl da yüksek olduğu örneğini verip durması boşuna değildi. Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur. 12 Eylül faşist askeri cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. “Anayasal düzeni koruma” gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en “yüce” yasa katına yükselteceklerdi. Bugün tasfiye edilmesi için onca mücadele edilen YÖK’ün, faşist cunta tarafından kuruluşu bu durumun en çarpıcı kanıtlarından biridir. Kısacası, faşizm genel başlığı altında toparlayabileceğimiz önemli unsurları içeren 12 Eylül askeri cunta dönemi faşist bir diktatörlük oldu. Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağa-

6

Eylül 2005 • sayı: 6

nüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir. İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur. MGK, 27 Mayıs’ın görece liberal anayasasını işlemez kılmıştı; daha sonra cuntacı generallerin kontrolünde göstermelik bir Danışma Meclisi oluşturuldu. 23 Ekim 1981’de toplanan Danışma Meclisi ile MGK’dan oluşan Kurucu Meclis, askeri cunta yönetimden çekilse bile olağanüstü bir rejimin sürdürüleceği bir anayasa hazırladı. Bu anayasa, cuntacı generallerin sorgulanmasını yasaklayan ve en temel demokratik hakların kullanımını “ancak”namelerle kısıtlayan gerici bir içeriğe sahipti. Yeni anayasa, askeri cuntanın başı Kenan Evren’i yedi yıl süreyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma teklifiyle birlikte 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulacak ve tüm örgütlülüğünü yitirerek atomize olmuş kitleler, tutuklanma ve işkence görme korkusu altında ezici bir çoğunlukla “evet” diyeceklerdi. Böylece askeri diktatörlüğün ürünü olan 1982 Anayasası ve Bonapartist rejimlerde görüldüğü üzere “halkoyuyla” devletin tepesine oturtulan başkanıyla, 12 Eylül rejiminin uzun bir dönem sürekliliği amaçlanmış oluyordu. Olağanüstü rejim biçim değiştirmiş olsa bile, bu amaca ulaşılacak ve takip eden süreçte yapılan seçimlerle, olağanüstü dönemin anayasası ve yürürlükteki kararnameleri altında sözde bir parlamenter işleyişe geçilecekti. 12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren’in cumhurbaşkanlığı ve Özal’ın liderliğindeki devşirme parti ANAP’ın yürütü-


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur.

münde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yârân takımının sivriltildiği bir dönemdi bu. 1983 yılında yapılan seçimlerle faşist askeri cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital bu kez de Bonapartist yönetim biçimine, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla ihtiyaç duymuştur. Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde başbakanlık koltuğuna kurulan Özal, ekonomide estirdiği liberal rüzgârlarla, Thatcherizm, Reaganizm örneklerinin bir benzerinin Türkiye’de Özalcılık olarak yükselişine de isim babalığı yapacaktı. TÜSİAD’ın istemi doğrultusunda, ekonominin dümeninin bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’ın ellerine bırakılmasıyla birlikte, Türkiye’de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek, dış ticaret rejimi serbestleştirildi. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirme-

sini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi. Faşist Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. ‘90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla “normal” bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde varlığını sürdürdü. Böylece, 90’lardan 2002’deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu. Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira, burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat, özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir. 1983 parlamento seçimleriyle sözde bir parlamenter işleyişe geçilmiş, ancak olağanüstü rejimin (12 Eylül rejiminin) çözülüşü henüz tamamlanmamıştır. Bu özellik, faşist bir diktatörlüğün kurulması noktasına ulaşamayan 12 Mart rejimiyle, 12 Eylül rejimi arasındaki kapsam farkını da gözler önüne serer. Faşizmin devrimci işçi-emekçi mücadelesiyle çökertilmemesi ve etkilerinin uzatmalı bir süreç içinde gıdım gı-

7


marksist tutum

dım tasfiye edilerek olağan bir işleyiş dönemine geçilmesi, alabildiğine sancılı bir süreçtir. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir. Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.

Sonuç 12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir husus var. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçiemekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Faşist askeri diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler. Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu gelişme, devrimci bir önderlikten yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi alabildiğine geriletilmiş bir işçi sınıfı gerçekliğine, bir de devrimci işçi hareketini dünya ölçeğinde son derecede olumsuz yönde etkileyen alt üstlüklerin eklendiği bir süreçte yer aldı. Bu nedenle, 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı. Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş di-

8

Eylül 2005 • sayı: 6

ğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır. Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştu. Bugünse büyük sermaye, liberal ve “sivil toplumcu” bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (Şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. Şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. Şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek! Dünyada 80’ler sonrasında esen neo-liberal rüzgârların olumsuz etkisi ve ondan da daha çok 12 Eylül faşist diktatörlüğünün Türkiye’de siyasal yaşamı gerileten, toplumu atomize eden uzun dönemli tesiriyle işçi sınıfı henüz kendini toparlayabilmiş durumda değildir. Ekonomik, siyasal vb. çeşitli mücadele alanlarında işçi sınıfının örgütlülüğü çok ciddi biçimde zayıftır. Bu gerçekliğin olumlu doğrultuda değişikliğe uğratılması, işçi sınıfı devrimcilerinin temel problemidir. Bizler işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını ve geleceğini her zaman çok yakından ilgilendiren ve görevlerimize ışık tutan temel gerçekleri hatırlamak zorundayız. Birincisi, kapitalizm var oldukça olağanüstü siyasal yönetimler de, askeri darbe ve faşizm tehlikesi de var olacaktır. İkincisi, Türkiye’de bugün TC’nin geleneksel bürokratik yönüne karşı liberal demokrat bir tavır sergileyen büyük sermaye çevrelerinin, yarın sınıf mücadelesinin keskinleşmesi halinde yine üniformalı devlet güçlerini imdada çağıracağı çok açıktır. Üçüncüsü ve son söz: unutmayalım ki, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir! 1 Eylül 2004


Lenin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkından Vaz mı Geçmişti? Levent Toprak

K

ürt sorununun tartışılmakta olduğu bugünlerde Marksizmin ulusal sorundaki tutumunu çeşitli yönleriyle tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var. Zira yeni bir yükseliş sürecine giren ezen ulus şovenizminin karşısında tutarlı bir duruş ancak Marksizm temelinde mümkündür. Şoven dalganın basıncı arttığı ölçüde sağlam ve ilkeli bir duruşun yakıcı önemi daha da artacaktır. Bir yandan yaşanan sayısız tarihsel deney, bir yandan da üzerinde yaşadığımız topraklardaki deneyim, bu el yakan sorunda ilkeli tutumu devrimciliğin temel bir kıstası yapmaktadır. Ulusal sorunu bir “kültürel haklar” aklar” sorununa ya da “ekonomik geri kalmışlık” sorununa indirgeyen eyen görüşler son günlerin tartışmasında bir kez daha yaygın bir şekilde propaganda edilmekte. Oysa Marksizm bu görüşleri neredeyse redeyse yüz yıl önce mahkûm etmişti. Bu görüşler karşısında Marksizmin arksizmin ulusal sorundaki programının belkemiğini ulusların kendi ndi kaderini tayin hakkı (KKTH) oluşturur ve bu programın işlenip p geliştirilmesinde Marksizme yaptığı büyük katkılarla Lenin’in adıı ilk başta akla gelir. Emperyalizm çağının bir proleter devrim çağı olduğu tespitini yapan Lenin, aynı zamanda bu çağın bir ulusal kurtuluş rtuluş mücadeleleri çağı olduğunu da öngörmüştü. Öte yandan bir ir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sında sorunun taşıdığı büyük yük önemin farkında olan Lenin, yüzyılın ilk çeyreği boyunca Marksistler ksistler arasında büyük tartışma ve ayrışmalara konu olan bu sorunda da Marksizmin programını çok çeşitli yönlerden işleyerek geliştirmişti. işti. Tarih, kendi döneminde muauarızlarıyla yaptığı tartışmalardaa Leninin konumunu güçlü bir şekilde haklı çıkarmıştır. Buna rağmen Lenin’i sahiplenenler arasında bile onun konumunu sonuna kadar tutarlı biçimde savunanlar azdır. Bu nedenle

9


marksist tutum

Eylül 2005 • sayı: 6

ulusal sorun konusunda kendisini gösteren Marksizmden sapmalar eninde sonunda Lenin’le yüzleşmek durumunda kalmaktadırlar. Buna uygun olarak hem Türkiye’de hem de dünyada Lenin’in görüşleri eleştiri ve revizyon konusu yapılmaktadır. Baktığımızda bu eleştiri ve revizyonların temelinde KKTH sorununun yattığını saptıyoruz. Örneğin, kendileri milliyetçilikle malûl olanların da içinde bulunduğu ilginç bir yelpaze, tuhaf ama gerçek, KKTH’yi savunduğu için Lenin’i “milliyetçilik yapmak”la ya da milliyetçiliğe prim vermekle eleştirmekte; bir başka görüş onun KKTH’yi zaman içinde terk ettiğini söylemektedir. Bu görüşleri, başka birçokları gibi, ulusal sorun konusunda hep önümüze çıkan iki temel sapmanın dışavurumları olarak görmek gerekiyor. Bu iki sapmadan birincisi, ulusal sorunu kısa devreye getirme diye tarif edebileceğimiz küçümseme eğilimi ise, ikincisi ulusal sorunun kapsamını büyütme ve onu neredeyse toplumsal devrim sorunuyla eş koşma şeklindeki abartma eğilimidir. KKTH sorunu ve Lenin çevresinde dönen iddiaları ele almadan önce ulusal soruna ilişkin olarak Marksizmin yaklaşımının temellerini ortaya koymakta yarar var.

Marksizm ve Ulusal Sorun Ulusal soruna bakışta Marksizmin başlıca hareket noktası enternasyonalizm ilkesidir. Komünist Manifesto’da, “işçilerin vatanı yoktur” ibaresiyle ifade bulan bu anlayış, yeryüzü üzerinde ulusal çitlerle birbirinden ayrıştırılmamış, kardeşlik içinde kaynaşmış bir insan toplumunun kurulması özlemini ve hedefini yansıtır. Marksizmin nihai hedefi sınıfların ve devletlerin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun anlamı toplumların ulus şeklindeki örgütlenmesinin son bulmasıdır. O nedenle Marksizm Lenin’in de hep vurguladığı gibi ilkesel olarak milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz. Sınıfsız, sınırsız bir dünya toplumu hedefi, dar görüşlü milliyetçilerin burun kıvırmalarının aksine ütopya değildir. Üretici güçlerin kapitalizm altındaki muazzam gelişimiyle böyle bir toplumun kurulmasının maddi temelleri döşenmiştir. Daha önceki romantik enternasyonalistlerden farklı olarak Marksizm, enternasyonalizm idealini böyle maddi bilimsel temeller üzerine oturtur. Ancak maddi temellerin döşenmiş olması ve her geçen gün daha da güçlenmesi böyle bir toplumun otomatik olarak ortaya çıkmasına yol açmamaktadır. Bu eğilimin mantıki sonuçlarına ulaştırılması dünya çapında bir proleter devrim sorunudur. İkinci olarak, Marksizm uluslara da diğer toplumsal olgulara olduğu gibi tarihsel olgular olarak bakar. Uluslar ezelden beri varolmadıkları gibi ebediyete kadar da varolmayacaklardır. Tarihin belirli bir noktasında, belirli koşullarda ortaya çıkmışlardır ve tarihin başka bir evresinde ortadan kalkacaklardır. Üretici güçlerin kapitalizm altın-

10

daki muazzam gelişimi ulus-devletin üzerine bastığı nesnel zemini aşındırır ve onun ortadan kaldırılmasını tarihin gündemine sokar. Ancak ekonomik düzlemdeki gelişmeler, siyasi ve ideolojik düzlemlerde otomatik olarak yansımalarını bulmazlar. Aradaki ilişkinin karmaşık bir diyalektiği vardır. Uluslar kendiliğinden ortadan kalkmayacakları gibi, bir kılıç darbesiyle akşamdan sabaha da ortadan kalkmazlar. Marksizmin nihai hedefi sınıfların ve devletlerin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun anlamı toplumların ulus şeklindeki örgütlenmesinin son bulmasıdır. O nedenle Marksizm Lenin’in de hep vurguladığı gibi ilkesel olarak milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz. Öte yandan toplumlar tarihsel gelişmenin farklı basamaklarında yer almaktadırlar. Bazı toplumlar için uluslaşma çok geride kalmış bir olguyken, bazıları için hâlâ yaşanmakta olan, bazıları içinse özlemle beklenen bir olgudur. Marksizm somut planda bu farklılıkları dikkate alarak siyasi programını oluşturur. Uzak perspektif yukarıda da belirtildiği gibi ulusal sınırların olmadığı bir dünyadır. Ancak o dünyaya bugünkü somut gerçeklikten hareket edilerek varılacaktır. Bunun anlamı enternasyonalizm ilkesinin değişik somut koşullara uygulanmasıdır. Soru


Eylül 2005 • sayı: 6

şudur: Değişik somut koşullar ve gelişme basamaklarında olan ulusların birliğine nasıl varılacaktır? Sözgelimi soruna mekanik yaklaşanlar için bu, her durumda daha büyük birliklere doğru adımların atılmasıyla olacaktır. Bunun dolaysız sonucu, birlik adına, somutta her türlü bölünme ve ayrılmalara, daha küçük birimlerin oluşmasına karşı çıkmak olacaktır. Oysa birliğe giden yol bazen pekâlâ ayrılıklardan geçebilir. Zira önemli olan birliklerin gönüllü birlikler olmasıdır. Baskı ve zora dayalı birlikler halklarda nefretin çok derinlere kök salmasına yol açacağı için, geleceğin gönüllü birliğini çok daha zorlaştırıp, uzaklara atabilir ve bu da enternasyonalizmin yüce ilkesine tamamen zıt sonuçlar doğurur. Burada önümüze Marksizmin bir başka ilkesi çıkmaktadır. Ulusal sorunla ilgili bu temel nokta Marx’ın ifadesiyle, “başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” ilkesidir. Marksistler sınıfsal baskıya olduğu kadar ulusal baskıya da karşı çıkarlar. Bu ilke, Lenin’in üzerinde ısrarla durduğu ezen ulus-ezilen ulus ayrımının yapılmasını şart koşar. Ortada bir ulusal baskı olması durumunda ezen ulus işçi sınıfıyla ezilen ulus işçi sınıfı arasında bir güvensizlik oluşacaktır, ki bu güvensizlik aşılmadan ulusların gönüllü ve eşit bir birliğine ve giderek tek bir insanlık toplumu olarak kaynaşmasına doğru yol alınamaz. İşte Lenin’in büyük bir ısrarla üzerinde durduğu KKTH bu güvensizliğin aşılması için Marksizmin geliştirdiği programın belkemiğidir. KKTH ezilen ulus işçi sınıfının ezen ulus işçi sınıfına güven duyması için sağlam bir temel oluşturacağı gibi, ezen ulus işçi sınıfının kendi burjuvazisine karşı mücadelesinde onun ideolojik egemenliğini kırmada kilit bir işlev görecektir. Zira egemen burjuvazilerin egemenliklerinin devamı için sık başvurdukları ideolojik araçlardan biri milliyetçiliktir. Burjuvazinin ideolojik hegemonyasından kendini kurtaramamış bir işçi sınıfının ulusların kaynaşması idealine hizmet etmesi düşünülemez. Sosyalist hareket içinde sözde enternasyonalizm ya da sosyalizm adına ezen ulus şovenizmine prim veren, onun değirmenine su taşıyan tutumların filiz vermiş olması KKTH’nin yakıcı önemini ortaya koyar. Ezen ulus işçi sınıfı bu hakkı ezen ulus burjuvazisine karşı savunur. Bu hak tarihsel içeriği itibariyle proleter sosyalist nitelikte olmayıp burjuva demokratik niteliktedir ve köklerini Fransız burjuva devriminden alan ulusların eşitliği fikrinde bulur. Bu her ulusun, uluslar ailesinin eşit bir üyesi olarak kendi kaderi üzerinde kendisinin söz hakkına sahip olması ve diğer devlet sahibi uluslar gibi kendi devletini kurma hakkına sahip bulunması anlamına gelmektedir. Ulusal sorun denen şeyin özü de budur. Ulusal sorun yüzyılın başlarında Rus Çarlığı’nda ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki sosyalistler arasında yoğun tartışmalara yol açtı. Bir kısım sosyalistler (Avusturya Marksistleri) ulusal sorunun “kültürel özerklik” altında, yani birtakım kültürel haklarla çözüleceğini

marksist tutum

savundular. Diğer bir kısmı da ekonomik değerlendirmelere dayanarak yeni ulus-devletlerin kurulmasının imkânsızlığı sonucuna vardılar ve bu temelde KKTH’yi küçük ulusların milliyetçiliğini desteklemek olarak nitelediler. Lenin bu iki yaklaşıma karşı kararlı bir mücadele vererek, ulusal sorunun özü itibariyle kültürel ya da ekonomik değil politik bir sorun olduğunu vurgulamış, gerçekte her iki yaklaşımın da yanlış olduğunu ve birincisinin doğrudan ikincisinin ise dolaylı olarak ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşıdığını göstermiştir. Lenin Marksistlerin prensip olarak daha büyük birimlerden yana olmakla birlikte, ezilen ulusları zorla birlik altında tutmanın buna hizmet etmeyeceğini savunmuştur. Lenin’e göre ezilen uluslar kendi kaderlerini özgürce kendileri tayin etme hakkına sahip olduklarında ayrılmaya daha az meyilli olacaklardır. Ortada bir ulusal baskı olması durumunda ezen ulus işçi sınıfıyla ezilen ulus işçi sınıfı arasında bir güvensizlik oluşacaktır, ki bu güvensizlik aşılmadan ulusların gönüllü ve eşit bir birliğine ve giderek tek bir insanlık toplumu olarak kaynaşmasına doğru yol alınamaz. İşte Lenin’in büyük bir ısrarla üzerinde durduğu KKTH bu güvensizliğin aşılması için Marksizmin geliştirdiği programın belkemiğidir. Bugün Türkiye’deki tartışma tam anlamıyla ezen ulus şovenizminin kara gölgesi altında cereyan etmektedir. Sağlı sollu liberaller KKTH’nin adını ağızlarına almaksızın Kürtlere tanınacak kırık dökük birtakım kültürel haklarla sorunun halledilebileceğini savunuyorlar. Oysa bu konuda karar verecek olanın kim olması gerektiği sorununu riyakârca örtbas ediyorlar. Onlar ezilen ulus adına kendileri karar vermek istiyorlar. Tüm demokrasi söylemlerine rağmen bu basit noktayı gözlerden saklamaları çağımızda burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünün çarpıcı bir göstergesi olsa gerek. Diğer taraftan hem kimi liberallerin hem de düzenin şahinlerinin değişik ağırlık ve vurgularla savundukları bir nokta, sorunun bir “ekonomik geri kalmışlık” sorunu olduğu ve kalkınmayla halledileceğidir. Oysa biraz aklı başında olan düzen temsilcilerinin de zaman zaman itiraf ettikleri Bask (İspanya’nın en kalkınmış bölgesi) örneği gibi birçok tarihsel örnek, sorunun bir ekonomik kalkınma sorunu olmadığını ortaya koyar. Hatta genel olarak şu söylenebilir ki, kapitalist iktisadi gelişme belirli bir noktaya kadar ulusal bilinci daha çok uyarır. Lenin’in hep vurguladığı gibi, ulusal baskı olgusunun özgül karakterini örtbas etmeye dönük girişimler beyhudedir. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, kendine sosyalist ve komünist deyip, Lenin’in mirasına sahip çıkıyor görü-

11


marksist tutum

Eylül 2005 • sayı: 6

nenler arasında hazin bir biçimde bu noktaları unutanlar de tarifi değişmekteydi. Burjuva demokratik nitelikteki bulunmakta. Bugün solun geniş bir kesiminin bu konusorunlar bu niteliklerini muhafaza etmekteydiler. Toprak daki temel sorunu ezen ulus şovenizminin arabasına yesorunu toprak sorunudur, 8 saatlik işgünü 8 saatlik işgüdeklenmiş olmasıdır. Özellikle Irak’ta yaşananlar dolayınüdür, ulusal sorun ulusal sorundur, KKTH de KKTHsıyla solun hastalıkları katmerli biçimde ortaya çıkmaktadir. Yani Lenin Bolşevikler açısından özü ezilen ulusun dır. Kürt düşmanlığının alabildiğine yükseltildiği bir coğayrılma hakkı demek olan KKTH’yi terk etmemiş, bu rafyanın sosyalistleri olarak, buna direnmenin yakıcı bir konuda başka bir program ortaya koymamıştır. Ama dagörev olduğu ortadayken, sözde emperyalizme karşı olha da önemlisi, Lenin ezilen ulusların özgürlük taleplerima adına Kürt düşmanlığı değirmenine su taşımakta beis ni işçi sınıfının iktidarına kadar ertelemelerini ve ulusal görülmemektedir. Bölgenin en acılı halkı olan ve tarihsel mücadelelerinden vazgeçmelerini hiçbir zaman savunmaezilmişliği katmerli olan Kürt halkına her nedense kendi mıştır. devletini kurma hakkı reva görülmüyor. Sadece bu tabloKimi sosyalistler, Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelya bakmak bile şovenizmin zehrinin ne denli derinlere mesinden sonra değişik milliyetler arasında bir sovyetler sızdığını göstermeye yetiyor. federasyonunun kurulmuş olmasını, ulusal sorunda Bu şoven tutumların elbette değişik maskelenme biKKTH dışında yeni bir program icat edilmiş gibi gösterçimleri var. Bunlara özetle KKTH’den yan çizme biçimmektedirler. Burada tuhaf bir karşıtlık icat edilmektedir: leri diyebiliriz. Sol içinde yaygın olan gerekçelendirme biKKTH’ye karşı sovyetler federasyonu formülü (özensiz çimi, “sorunu sosyalizmde çözeriz” yaklaşımıdır. Değişik biçimde “sosyalist federasyon” şeklinde de ifade edilşekillerde bu yaklaşımı savunanlar bunu aynı zamanda mektedir). Gerçekte böyle bir karşıtlık yoktur. İşin aslı, Lenin’e dayandırmaya çalışmaktadırlar. Sovyetler federasyonu, KKTH temelinde hayat bulmuşİddiaya göre Lenin dünya tur. Çarlık hapishanesindeki savaşının başlamasından sonuluslar, Ekim Devriminin 1 Kimi sosyalistler, Rusya’da işçi sınıfının iktidara ra (özellikle de Ekim devrinumaralı kararnamesiyle tagelmesinden sonra değişik milliyetler arasında bir minden sonra) ulusal sorunu sovyetler federasyonunun kurulmuş olmasını, ulusal nınan kendi kaderini tayin artık KKTH’yi aşan bir çer- sorunda KKTH dışında yeni bir program icat edilmiş hakkını kullanarak önce baçevede düşünmeye ve onu gibi göstermektedirler. Burada tuhaf bir karşıtlık icat ğımsızlıklarına kavuşmuş ar“bir sosyalist devrim soru- edilmektedir: KKTH’ye karşı sovyetler federasyonu dından bu ulusların çoğu, kennu” olarak görmeye başladi iradeleriyle ve gönüllü olaformülü. Gerçekte böyle bir karşıtlık yoktur. İşin mıştır. Yine bu kapsamdaki aslı, Sovyetler federasyonu, KKTH temelinde hayat rak diğerleriyle federasyon bir iddiaya göre Lenin temelinde bir araya gelmişbulmuştur. Çarlık hapishanesindeki uluslar, Ekim KKTH’yi terk etmiş ve çölerdir. Bir başka deyişle uluDevriminin 1 numaralı kararnamesiyle tanınan zümün “sosyalist federassal sorun KKTH temelinde kendi kaderini tayin hakkını kullanarak önce yon” olduğunu savunmaya bağımsızlıklarına kavuşmuş ardından bu ulusların çözülmüştür. başlamıştır. Bu iddia sahipleBöylece Lenin’in, birliğe çoğu, kendi iradeleriyle ve gönüllü olarak rine göre, “ulusal sorun kapigiden yol bazen ayrılıktan gediğerleriyle federasyon temelinde bir araya talizm altında çözülemez, saçer şeklindeki düşüncesinin gelmişlerdir. Bir başka deyişle ulusal sorun KKTH dece proletarya tarafından ne denli gerçekçi olduğu katemelinde çözülmüştür. çözülebilir”, “ulusal sorun nıtlandı. Ekim devrimiyle burjuva demokratik bir sorun olmaktan çıkıp sosyalizme birlikte KKTH’nin yerine yeni bir formülün geçirilmedigeçiş döneminin bir sorunu halini almıştır”. ğinin, tersine tüm ulusların bu hakkı özgürce kullandığıSavaşın başlamasıyla birlikte Lenin’in Rus devriminin nın en açık kanıtı, hepsinin federatif bir birlik oluşturma ilerleyişine ilişkin görüşü, demokratik devrim perspektiiradesini belirtmemesidir! Nitekim çok iyi bilindiği gibi finden sosyalist devrim perspektifine doğru genel bir evPolonya, Finlandiya ve Baltık ulusları kendi kaderini tarim geçirmeye başlamıştır. Lenin savaşın dünya devrimiyin hakkını tamamen ayrılma yönünde kullanıp bağımsız nin dinamiklerini tetiklediğini ve Rusya’nın da sistemin bir devlet haline gelmiş ve öyle de kalmışlar, hatta zayıf halkası olarak zincirden ilk kopacak ülke olma olaSovyetler federasyonuna katılmak şöyle dursun, Ekim sılığının yüksek olduğunu tespit etmiştir. Bu durumda devriminden bir yıl sonra patlayan iç savaşta, karşı-devdoğal olarak programda yer alan mevcut sorunların heprimci ordulara destek vererek Sovyet iktidarına karşı sasi yeni bir bağlama oturmaktadır. vaşmışlardır! Lenin’de Rusya’ya ilişkin olarak burjuva demokratik Şayet Lenin henüz işçi sınıfı iktidarının kurulmadığı görevlerin artık proletarya iktidarı tarafından “geçerken” ülkelerin komünist partilerine, programlarında ulusal soruçözüleceği düşüncesi bu dönemde çok daha belirgin hale na ilişkin olarak KKTH yerine artık “sovyetler federasyogelmişti. Ancak iktidar formülündeki değişiklikle doğrunu” talebine yer vermeleri gerektiğini söylemiş olsaydı, dan bağlantılı sorunlar dışında, ne sorunların niteliği ne iddia sahipleri haklı olabilirlerdi. Ancak bunu gösterebi-

12


Eylül 2005 • sayı: 6

lecek bir babayiğit tanımıyoruz! Lenin böyle bir şey yapmış olsaydı, şovenizmlerini sosyalizm ve enternasyonalizm maskesi ardına gizleyenler elbette çok sevinirler ve bunu şevkle kanıt olarak gösterirlerdi. Ama o zaman da Lenin kendi anıtsal eserini bir çırpıda yerle bir etmiş olurdu. Lenin’in çok kullandığı ifadeyle “lafta sosyalist gerçekte şoven”lerimiz için üzücü olsa da, onun tüm politik hayatı şovenizme karşı mücadelede lekesiz bir kızıl şerit olarak kalmıştır. Emperyalizm çağında devrimci barutu tarihsel olarak tükenmiş olan burjuvazinin, Rus devriminde olduğu gibi birçok burjuva demokratik sorunu çözememesi ve bu sorunların da ancak proletarya iktidarı tarafından çözülebilecek olması olgusu, tuhaf biçimde çeşitli çarpıtmalar için bir bahane haline getirilebilmektedir. Örneğin KKTH’yi proletaryanın devrimci programından uzaklaştırıp hasıraltı etmek isteyenler, açık ya da zımni bir genelleme yaparak, ulusal sorunun “kapitalizm altında çözülemeyeceğini,” yani “ancak sosyalizmde çözülebileceğini” savunmaktadırlar. (Burada işçi sınıfı iktidarı altında yaşanan geçiş dönemiyle sosyalizmin bir tutulması yanlışını bir kenara bırakıyoruz.) Filistin sorununa ve Kürt sorununa ilişkin olarak, sadece Türkiye’deki değil tüm dünyadaki sosyalistler arasında bu tür bir yaklaşıma sahip olanlar bulunuyor. Emperyalizm çağında burjuva demokratik sorunların da genel olarak proletarya iktidarı altında geçerken çözüleceği fikri ne kadar doğruysa, kapitalizmde hiçbir burjuva demokratik sorunun hiçbir şekilde çözülemeyeceği fikri de o kadar yanlıştır. Tarihsel deneyim açıkça göstermiştir ki, ezilen ülkelerin korkak burjuvazisi, burjuva demokratik devrim alanına giren toprak sorunu, demokratik parlamenter cumhuriyet sorunu ve işçi sınıfının temel sosyal ve demokratik hakları sorunu gibi sorunları çözmekte tümüyle isteksiz kalırken, kendisi için en vazgeçilmez nokta olan ulusal birlik ve ulusal bağımsızlık sorununu çözebilmektedir. Böylesi bir çözümü sömürgeci burjuvazi açısından kabul edilebilir kılan temel sebep ise, emperyalizm çağında ulusal bağımsızlığın iktisadi bağımlılık olgusunu ortadan kaldırmıyor oluşudur. Demek ki emperyalizm çağında ulusal sorunun kapitalizm altında çözülmesi imkânsız olmayıp, aksine oldukça mümkündür. Burada ortaya çıkan bir sorun da ulusal hareketlerden sosyalistlik bekleme sorunudur. Oysa Lenin ezilen ülkelerdeki ulusal hareketlerin kendilerini sosyalist renklere boyamalarını bir olumluluk olarak değil bir tehlike olarak değerlendirmiş ve bayrakların karışması tehlikesine karşı sayısız kez uyarıda bulunmuştu. Ulusal hareketler, ezilen bir ulusun haklı ulusal özlemlerini temsil ettikleri ölçüde sempati ve desteği hak ederler. Bunun için sosyalistlik şartını koşmak ancak gizli bir ezen ulus şovenizmi anlamına gelebilir. Türk sosyalist hareketinin Kürt hareketine karşı tutumu bunun çarpıcı bir örneğidir. Kürt hareketi-

marksist tutum

nin başlangıçta kendisini dönemin ideolojik atmosferine uygun olarak sosyalist renklere boyamasına tav olan Türk solu, daha sonra bu sosyalist renkler terk edilmeye başlandığında Kürt hareketine kızgınlık ve öfke kusmaya başlamıştır. Kendi hüsnükuruntusunun boşa çıkmasına öfkelenen Türk solu böyle yaparak aslında bir yanlışı başka bir yanlışla telâfi etmeye çalışmaktadır. Bu sorunların ötesinde asla gözden kaçırmamamız gereken bir nokta var. “Ulusal sorun kapitalizmde çözülmez, sosyalizmde çözeriz” yaklaşımı, bir yandan ezilen uluslara, “geleceğin işçi sınıfı iktidarına kadar bekleyin” demektir, bir yandan da alttan alta, “ulusal özlemlerinizden vazgeçin” telkinidir. Lenin, özünde şovence olan bu erteleyici tutumu amansızca mahkûm etmiştir. Bir işçi iktidarı altında ulusal sorun meselesine ilişkin olarak şovenizme düşmeksizin söylenebilecek tek şey, devrimci işçi iktidarının ulusal sorunu çok daha temiz, çok daha özgürlükçü ve samimi biçimde çözmeye muktedir olduğudur. Ama bunun önşartı, o işçi sınıfının daha iktidara gelmeden önce ezilen ulusun temel hakkı olan KKTH’yi savunması ve bunun için ezen ulus burjuvazine karşı tutarlı ve samimi bir mücadele yürütmesidir. Bu konuda işçi sınıfının temiz bir sicile sahip olması bu hakkın tutarlı savunusundan geçmektedir ve bu geleceğin sağlam temelli birliklerinin de biricik güvencesidir. Bolşeviklerin liderliğinde iktidarı ele geçiren Rus işçi sınıfının verdiği örnek budur. (İşçi iktidarını ortadan kaldıran Stalinist karşı-devrim nedeniyle daha sonra SSCB’de yaşananlar konumuzun dışındadır.) Lenin’in Ekim Devriminin sonrasında ulusal soruna ilişkin konuşma ve yazılarında bir işçi iktidarının ulusal sorunu çözme becerisine yaptığı vurgular, hiçbir surette, sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceği ve ancak işçi iktidarı altında çözülebileceği şeklinde çarpıtılmamalıdır. Daha da önemlisi, bu vurguların KKTH’nin “eskimiş bir formül” olduğu anlamına hiç gelmemesidir. Lenin yalnızca ezen ulus işçi sınıfının bir devrimle kendi iktidarını kurması durumunda, bunun, miras kalmış olan ulusal sorunları (ve tüm diğer burjuva demokratik sorunları) çözmede çok daha elverişli bir ortam yaratacağını söylemiş olmaktadır. Sonuç olarak Lenin ulusal sorunda Marksizmin programının temelini oluşturan KKTH (ezilen ulusun ayrılma hakkı) talebinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Bir ulusal sorunun olduğu her yerde bu hak temel çözüm formülü olarak geçerliliğini korumakta ve Marksizmin bu sorundaki programının omurgası olmaya devam etmektedir. Bunu eğip bükmeye çalışanlar yalnızca şovenizme hizmet ederler. Unutmamak gerekiyor ki, kendini ezen ulus şovenizminden (yani burjuva ideolojisinden) kurtaramayan bir işçi sınıfının, kendi öz davası uğrunda güçlü ve tutarlı adımlar atması mümkün değildir. 

13


Kürt Sorunu Tartışması Deniz Moralı

Her ne olursa olsun şovenizmin azdırıldığını ve faşist güçlerin etkinliğinin arttığını görmezden gelmek büyük aymazlık olur. Bütün bu atmosfer içinde komünistlere düşen temel görev, yükselen faşizan-şovenist dalgaya karşı işçi sınıfını hazırlamak, onun doğru saflarda yer almasını sağlamak için çalışmaktır. Unutulmamalı ki, başkalarını ezen bir ulusun işçileri asla özgür olamazlar!

Düzen cephesi hararetli biçimde “Kürt Sorunu”nu tartışıyor. Bir süre önce “aydınlar girişimi” ile başlayan tartışmanın tansiyonu Başbakanın Diyarbakır gezisi ile iyice yükseldi. Önce Ankara’da, ardından Diyarbakır’da konuşan Başbakan, sorunun adının “Kürt Sorunu” olarak konması gerektiğini, devletin geçmişte “hatalar” yaptığını, meselenin “demokratik cumhuriyet” içinde çözüleceğini söyledi. Başbakan, “terörle mücadelenin” kesintisiz süreceğini, “bölücülüğe” ve Türkiye’nin “birlik ve bütünlüğünün” bozulmasına izin verilmeyeceğini söylemeyi de ihmal etmemesine rağmen, düzenin statükocu güçleri hop oturup hop kalktılar. Kimisi, “Kürt sorunu yok terör sorunu var” diye parmak salladı, kimisi sorunun “sosyo-ekonomik geri kalmışlık” olduğunu vurguladı. Kimisi de “daha fazla demokrasi”ye gerek olmadığını, mevcut demokrasinin “yeterli” olduğunu söyledi. Patlak veren tartışmaya ilişkin söylenecek elbet çok şey var. Ancak önce bir tespit yapmak gerekiyor. AKP’nin hükümete gelmesi ve AB sürecinde atılan adımların genel atmosferi içinde âdeta “oldu da bitti maşallah” havasıyla sorunun ortadan kalktığı izlenimi yaratılmaya çalışılmıştı. Bugün bunun bir yanılsama olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. İçeriğinden bağımsız olarak sadece tartışmanın yarattığı tansiyon bile ortadaki sorunun ne denli ciddi ve köklü bir sorun olduğunu gösteriyor. Diyarbakır gezisinin başka herhangi bir kente yapılacak geziden tamamen farklı bir havaya bürünmesi de aynı şekilde ortadaki inatçı gerçekliğin bir yansımasıdır. Statükonun sözcülerinin, gezinin yabancı bir ülkeye değil, “Türkiye’nin 81 ilinden biri”ne yapıldığını vurgulayıp vaveyla koparmaları boşuna değil. Açık ki mızrak çuvala sığmıyor. Gelinen noktayı doğru tespit edelim. Bu tablo, Kürt sorununda geleneksel siyasetin artık iyice tıkanma noktasına geldiğini gösteriyor. Şimşekleri üstüne çekme pahasına hükümetin apar topar bir şeyler yapma (ya da öyle görünme) çabası bunun bir yansımasıdır. Kürt hareketi AKP’nin hükümete gelmesi ve estirdiği AB rüzgârı nedeniyle bir beklenti içine girmişti. Bu beklenti doğal biçimde geniş Kürt kitlelerine de yansımış, hatta yerel seçimlerde bölgede

14


Eylül 2005 • sayı: 6

AKP’ye belli bir yöneliş bile olmuştu. Ancak geçen sürede ciddi bir adım atılmamasının yanı sıra AB sürecindeki ve Ortadoğu’daki gelişmeler eski dengelerin değişmesine neden olmuştur. Hükümet cephesinde daha ziyade bir oyalama/unutturma ve birtakım göstermelik kültürel hak kırıntılarıyla savuşturma olarak kendini gösteren süreç, statükocu cephede ise gerilimin tırmandırılması biçiminde beliriyordu. Bu cephenin inisiyatifiyle aynı süreçte şovenist bir isteri dalgası tetiklendi. Faşist linç girişimleri ve ordu sözcülerinin Kürt düşmanı açıklamalarıyla el ele giden operasyonlar düzenin çözümsüzlüğünü bir başka cepheden ortaya koyuyordu. Bu arada şoven cephenin atakları karşısında hükümet duruma göre ya sessiz kalıyor ya da şoven söyleme ortak olmaktan geri durmuyordu. Düzen cephesindeki bu gidişata paralel olarak Kürt hareketi de askeri düzeydeki pasif tutumunu giderek artan ölçüde terk etmeye başladı. Bir dönüm noktası olarak alabileceğimiz Newroz’dan itibaren yoğunlaşan ve gündemde hızla öne çıkan eylemlerle birlikte özellikle hükümetin başını kuma gömme lüksü ortadan kalktı. Artan askeri eylemler ve operasyonlar her kesimde savaşın yeniden başlamakta olduğuna dair kanının giderek güçlenmesine yol açtı. Sorunun yeniden tartışma gündemine girişi liberal aydınların esas olarak PKK’ye yönelik ateşkes çağrısıyla oldu. Takip eden günlerde ordudan, her alanda mücadele çağrıları yapıldı ve bu doğrultudaki adımlardan biri olarak basını esas duruşa sokma operasyonu yürütüldü. Aynı zamanda basın aracılığıyla yeni “terörle mücadele” yasaları talebi de dillendirilmeye başlandı. Gerilimin tırmandığı bu sürecin düzen içi siyasal dengeleri hükümet aleyhine bozacağının ve halihazırda sıkıntılı giden AB sürecini de iyice zora sokacağının aşikâr olması hükümeti hareketlendirdi ve Erdoğan’ın aydınlarla görüşmesi ve Diyarbakır konuşması geldi. Birkaç ay öncesine kadar açıkça “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” diyen Erdoğan’ın 180 derecelik dönüşündeki hikmet budur. Başbakanın girişiminin acil hedefinin ise Kürt hareketine mesaj göndererek en azından AB müzakere süreci başlayana kadar gerilla eylemlerinin durdurulmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Ancak yediği bunca kazıktan sonra Kürt halkı boş lafa karnının tok olduğunu gösterdi ve Erdoğan’ın ve liberallerin ümitle bekledikleri Diyarbakır konuşması topu topu 700 kişi tarafından dinlendi. Böylece Erdoğan’ın bir güç gösterisi yaparak kendine manevra alanı açma planı bir tökezlemeyle başlamış oldu. Kürt halkı çantada keklik olmadığını ortaya koydu. Hükümet zor bir dönemece girmiştir. Bir yandan Kürt kitlelerini ve Kürt hareketini yatıştırma/oyalama, diğer yandan statükocu düzen güçlerini idare etme telâşı içindedir. Bir yandan, “birlik, bütünlük, terörle mücadele”, diğer yandan, “Kürt sorunu, demokratik cumhuriyet, devlet hata yaptı” söylemi bunu ifade ediyor.

marksist tutum

Öte yandan sorunun aciliyetini belirleyen ve önemi her geçen gün daha da artan Güney Kürdistan’daki gelişmelerin üzerinden atlanmamalı. Orada fiilen bir Kürt devletinin vücuda gelmekte olduğu herkes için aşikâr. Yüz yıldır bağımsızlık özlemini bağrında büyüten Kürt halkı, 1946’daki kısa ömürlü Mahabad deneyiminden sonra ilk kez bir devlete doğru ilerliyor. Bunun Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtler için ifade ettiği anlamı iyi bilen bölgenin egemenleri, kendi Kürtleri üzerindeki sopayı daha çok sallıyorlar. Sorunun çok daha büyük çaplı ve kangrenleşmiş olduğu Türkiye’deki egemenler için ise bu bir kâbus senaryosu haline gelmiş durumda.

Tartışma ve Sonrası Erdoğan’ın hamlesi sonrasında burjuva siyaset mahallesinin hamaset tellâlları bildik rollerini oynadılar: Başta CHP ve MHP olmak üzere Erkan Mumcu’sundan Mehmet Ağar’ına kadar burjuva muhalefet hükümete kendi gerici muhtıralarını verdiler. Bunu emekliye ayrılan komutanların mesajları izledi. Bu uyarılar zinciri en son MGK toplantısı ve bildirisiyle hafif çaplı bir muhtıra düzeyine yükseldi. Diğer taraftan PKK 1 aylık “pasif savunma” pozisyonuna geçtiğini ilan etti. Ancak ordu buna operasyonları sürdürerek cevap verirken, DEHAP yöneticileri hakkında soruşturma açılarak “adli takip” kararı alındı. Bir diğer önemli gelişme de, Kürtlere karşı linç çetelerinin işbaşı yapması oldu. Maçka’da yakalanan gerillaya yönelik linç teşebbüsü, İzmir-Seferihisar, Ayvalık ve Bozüyük’te genel olarak Kürtlere karşı linç ayinlerine dönüştü. Bu arada son aylarda ısıtılmaya başlanmış olan sınırdışı operasyon tehditleri bir kez daha gündeme getirilerek “hazırlıklarımız tamam” yollu açıklamalar yapıldı. Bütün bu gelişmeler iplerin yeniden gerilebileceğini ve AB sürecinin Türk büyük burjuvazisinin beklentileri doğrultusunda gelişmemesi halinde yeni bir baskı dalgasının muhtemel olabileceğini gösteriyor. Hükümet henüz somut bir açılım yapmış değildir. Önümüzdeki günlerde zevahiri kurtarmak ve oyalamayı sürdürebilmek için bazı küçük değişiklikler söz konusu olabilir. Kürtçe özel televizyona izin verilebileceğine dair haberler bu doğrultuda. Kürt hareketinin bu tür bir adımı nasıl değerlendireceğini şimdiden söylemek zor, ancak genel olarak bunun yeterli bulunmayacağı açık. Kürt hareketinin en azından seçim barajının kaldırılması ya da indirilmesi, köye dönüşlerin sağlanması, mağdurlara tazminatların verilmesi ve Öcalan’ın mahkûmiyet koşullarının düzeltilmesi gibi acil bazı adımlar beklediği görülüyor. Baskının ve şovenizmin yeniden yükseltildiği yeni bir dönemin açılması halinde ise savaşın yeniden kızışması kaçınılmaz olacak. Bu durum işçi sınıfı ve Kürt halkı açısından bir yıkıma yola açabileceği gibi devrimci fırsatlar da yaratabilir.

15


marksist tutum

Sorun Ne? Muhatap Kim? Sorunun yeniden alevlendiği bu yeni evre aynı zamanda tüm siyasi güçleri ve çevreleri de ibret verici bir teste tâbi tutuyor. Sahnenin önlerinde görünen aydınlarla başlayalım. Büyük ölçüde ÖDP’nin damgasını taşıyan ilk aydınlar bildirisi bu kesimin meşrebini ortaya koydu. Bunlar yeniden alevlenme sürecine giren savaşın sorumlusu olarak Kürt hareketini görüyor ve operasyonların durdurulması çağrısı bile yapmadan Kürt hareketine ateşkes çağrısı yapıyordu. Böylesine önemli bir sorunda haklı ve haksızı, ezen ve ezileni ayırt etmekten aciz bu kesim için söylenecek çok şey yok. Bu kesimleri karakterize eden soyut şiddet karşıtlığı pratikte her zaman şiddetin gerçek sorumlularının, yani hem suçlu hem güçlünün kayrılmasına hizmet etmiştir. Aydın kesimi karakterize eden incelmiş zihinsel meşguliyetler hiç de doğru siyasal tutumları doğurmuyor ne yazık ki. Çağın devrimci sınıfı olan işçi sınıfının dünya görüşüne sağlam bir bağlılık olmadıkça, egemen sınıfın ideolojisi bu kesimleri de kendine özgü biçimler altında esir alır. Başbakanın huzuruna çıkan aydınlar ve liberal sol siyasetçiler, esas olarak böylelerinden oluşuyordu. Bunlar da Başbakanı Diyarbakır’da boş miting alanıyla karşı karşıya bırakan Kürt hareketine ateş püskürdüler. Ali Bayramoğlu’ndan tutun, İsmet Berkan’a, Murat Belge’ye kadar bir dizi isim, Kürtleri “Başbakanı zor duruma düşürmek”le, “onun uzattığı eli tutmamak”la suçladılar. Onlar için sorun üzerine titredikleri AB sürecinin kazaya uğrama riskidir. Hayallerindeki Avrupa’ya ulaşamama korkusu bu efendilerin tüm haleti ruhiyelerini belirlemektedir. Onlar ne sorunun gerçek niteliğini anlamak istiyorlar, ne de çözmek. Aynı kesimler PKK’nin şartlı ateşkesini de “hayal kırıklığı” ve öfkeyle karşıladılar. Gelelim medyada yürüyen diğer tartışmalara. Tartışma sürecinde kamyon dolusu laf edilmesine karşın gerçekliğin kıyısından olsun geçen değerlendirme bulmak zordur. Bu, akıl fukaralığından ziyade düzenin çürümüşlüğüyle ilgilidir. Bu durum kendisini, sorunun gerçek niteliğinin ve muhatabının bir türlü itiraf edilememesinde, zihinlerin bu iki temel noktada mühürlenmiş olmasında göstermektedir. En demokrat geçinen liberaller bile bu sorunda kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına almıyorlar. Sorunun gerçek muhatabının PKK olduğunu kabul etmek ise onlar için hâlâ bir tabu. Liberallerin bu hazin durumu, çağımızda Marksistler dışında tutarlı demokratların bulunmadığını bir kez daha göstermektedir. Özgürlüğün tutarlı savunucuları olarak Marksistler baskının her türüne karşıdırlar ve başka bir ulusu ezen ulusun kendini köleleştireceğini ısrarla vurgularlar. Marksistler, birliğin yalnızca gönüllü olanından yanadırlar ve beraberlik ya da ayrılığa karar verecek olanın yalnız ve yalnızca ezilen ulusun kendisi olduğunu savunurlar. Ayrılığı kötü bulanlar öncelikle en kötü şeyin zora

16

Eylül 2005 • sayı: 6

dayalı birlik olduğunu görmeli ve buna karşı tereddütsüz bir mücadele vermelidirler. Ne yazık ki kendine sosyalist ya da komünist diyenler arasında da, bunu yapmayıp, “canım ne lüzum var ayrılığa, gelin hep beraber sosyalizm için mücadele edelim!” demekle yetinenler bulunmaktadır. Bu, özgül bir sorun olarak ulusal sorunun üzerinden atlayan, onu kısa devreye getiren bir tutumdur. Bu tutum Marksizm tarafından açıkça mahkûm edileli neredeyse bir asır oluyor. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı beslediği, tarihsel temelleri olan haklı güvensizlik ancak onun özgürlük hakkının kabulüyle aşılabilir. Diğer taraftan ezilen ulusu temsil eden örgütün ve liderliğin yok sayılmak istenmesi gibi bir komedi yaşanıyor. Bu komedi her seferinde gerçekliğin sert kayasına çarptığında, liberaller de dahil düzen sözcüleri sinir krizleri geçiriyorlar. Erdoğan’ın Diyarbakır mitinginin fiyaskoyla sonuçlanması örneğinde olsun, DEHAP açıklamasında ya da Orhan Doğan’ın açıklamalarında Öcalan’ın işaret edilmesinde olsun yaşanan budur. Oysa IRA’yı, ETA’yı ya da FKÖ’yü yok saymak nasıl mümkün olmadıysa, PKK konusunda da aynı şey söz konusudur. Başbakanla görüşen liberal aydınların çelişkisi pek yaman: daha önce imzaladıkları bildiride PKK’ye ateşkes çağrısı yaptıklarını unutmuş gibi, PKK’nin muhatap alınması yönündeki istemlere ateş püskürmüşlerdir. Elbette sorunun komedi olmanın ötesinde bir boyutu vardır. Kürt hareketinin çeşitli sözcülerinin de dile getirdiği gibi, düzen cephesinin hedeflerinden biri Kürt hareketini daha da ehlileştirerek düzen içine çekmektir. Düzen bu uğurda kendisine PKK dışında bir muhatap yaratmaya çalışmaktadır. Doğrusu Kürt burjuvazisi ve entelijensiyası arasında bunun için bir zemin vardır, ancak bunlar zayıftır ve esasen onların siyaset alanları bile PKK’nin açtığı alan üzerinde mümkün olmaktadır. Ancak düzen bu alanı zorlamakta ve buradan sonuç çıkarmaya çalışmaktadır. Yine de şu anda bütün yollar PKK’ye çıkmaktadır ve düzen temsilcilerinin isterik nöbetler geçirmesi de bundandır. Düzen içi güçler mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Her ne olursa olsun şovenizmin azdırıldığını ve faşist güçlerin etkinliğinin arttığını görmezden gelmek büyük aymazlık olur. Bütün bu atmosfer içinde komünistlere düşen temel görev, yükselen faşizan-şovenist dalgaya karşı işçi sınıfını hazırlamak, onun doğru saflarda yer almasını sağlamak için çalışmaktır. Unutulmamalı ki, başkalarını ezen bir ulusun işçileri asla özgür olamazlar!

www.marksist.com sitesinden alınmıştır.


Zorunluluklar Dünyasının Uzun Çalışma Saatleri İlkay Meriç

Ü

retici güçlerin gelişmişlik düzeyinin bugün ulaştığı nokta, tüm insanlığın yiyecek, giyecek, barınma, ulaşım, temiz su, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamanın ötesine geçmiş bulunuyor. Emeğin verimliliği bundan 100 yıl öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sanayiye ve tarıma uygulanması sayesinde bugün çok daha az emekle çok daha fazla mal ve hizmet üretmek mümkün. Bunun mantıki sonucu olarak refahın ve bolluğun artması, çalışma saatlerinin azaltılması ve işsizliğin ortadan kalkması beklenirdi. Ancak kapitalizmle mantık bir arada olmuyor. Bu yazıda asıl odaklanacağımız nokta, ihtiyaçları çok daha kısa çalışma saatleriyle gidermenin mümkün olduğunu göstermek olsa da, kapitalizmin söz konusu mantıksızlığının kendini gösterdiği çeşitli biçimlere kısaca işaret etmek istiyoruz. Meselâ, bugün insanlığın toplam emek potansiyelinden son derece yetersiz ölçüde yararlanıldığı halde büyük bir zenginlik üretilmekte, ama ne çare ki bu zenginliğin büyük bölümü bir avuç asalağın elinde toplanmakta, geniş kitlelere ise yoksulluk düşmektedir. Dünyanın en zengin üç kişisinin toplam serveti dünyadaki en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılalarının toplamına, en zengin 225 kişinin servetiyse 2,5 milyar insanınkine eşittir. Dünya nüfusunun en zengin %14’ü toplam gelirin %76’sına el koyarken, %81’i bu gelirden sadece %16’lık bir pay alabilmektedir. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1 milyardan fazla insan günde 1 doların altında bir gelirle mutlak açlık çekerken, dünya nüfusunun yarısından fazlası günde 2 dolardan az bir parayla yaşamaya mahkûm kılınmıştır. Oysa kapitalizm engelinin ortadan kalkması ve başka

hiçbir şeye dokunmadan zenginliğin tüm insanlığın hizmetine sunulması durumunda dahi, insanlığın sergilediği bugünkü tablonun tümüyle değişmesinin mümkün olduğunu görürüz. Kişi Başına Gelir ($) 1992 Dünya ortalaması 4.496 En zengin %5 25.012 En zengin %10 25.499 En yoksul %5 173 En yoksul %10 228

2004 6.470 40.577 37.886 174 273

Örneğin, 2004 verilerine göre dünyada kişi başına düşen gelir 6470 dolardır. Yani eşit bir dağılımın söz konusu olması halinde, Afrika’nın en yoksul bölgesindeki insanların yaşam standardının Türkiye’deki şu anki ortalama yaşam standardının yaklaşık bir buçuk kat üzerinde olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki, salt kapitalist üretim ilişkilerinin varlığı nedeniyle Sahra-altı Afrikalıların %75’inin yıllık geliri 730 doların altındayken, dünya nüfusunun en zengin %5’lik dilimi içindeki bir kişinin yılık geliri yaklaşık 40.600 dolardır. Diğer taraftan bu yine de gerçekçi bir ölçü değildir, çünkü insan emeğiyle yaratılan mevcut zenginliğin ciddi bir bölümü de insanoğlu için gerçek anlamda yararlı olmayan bir biçim alıyor. Yararlı olmamanın ötesinde muazzam kaynaklar kullanılarak tastamam yıkım araçları üretilmekte. Son bir yılda dünyada askeri harcamalara ayrılan para yılda 1 trilyon (yani 1000 milyar) dolardan fazlayken, tüm dünyanın temiz su ihtiyacının karşılanması, atık su sistemlerinin sıhhi hale getirilmesi, çocukların aşı-

17


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

lanması, okuma-yazma bilmeyenlerin eğitilmesi için gereken toplam miktar yılda sadece 45 milyar dolardır. Bunun yanı sıra lüks meta üretimi de bu israf ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Yıkım araçları ve lüks tüketim sektörünün ekonomide tuttuğu yer bir yana, çok daha köklü bir israf kaynağı, kapitalizmin üretim araçlarının daha verimli kullanımını ve gelişimini köstekleyen özel mülkiyet ve ulus-devlet engelleridir. Tüm bu faktörler kapitalist ekonomiyi yararlı insan emeği açısından devasa bir israf ekonomisi yapmaktadır. Her türlü zenginliğin ana kaynağı olan emeğin durumuna baktığımızda da benzer bir manzarayla karşılaşıyoruz. 8 saatlik işgününün yaygın bir şekilde uygulamaya koyulduğu son 100 yılda, iş saatleri hiç de emek verimliliğindeki artışa uygun oranda düşmemiştir. Düşmediği gibi, dünya işçi sınıfının üçte biri, kronik hale gelen işsizliğin pençesi altında kıvranmaktadır. “kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri, özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü budur.” Birleşmiş Milletler verilerine göre 2,8 milyar işçinin 185 milyonu işsizken, buna geçici ya da kısa süreli işlerde çalışanlar eklendiğinde işsiz sayısı 1 milyarı geçiyor. İş bulabilip çalışanlar, kafalarında her an Demokles’in kılıcı gibi sallanan işsizlik tehdidi altında, daha düşük ücretlerle, daha kötü koşullarda, daha uzun saatlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. 1800’lü yılların ikinci yarısında başlayan mücadelelerle 1900’lü yılların başlarında pek çok ülkede yasalaşan 8 saatlik işgünü, insanlığın 21. yüzyıla girdiği şu yıllarda işçi sınıfının büyük çoğunluğu için hâlâ hayal. Esnek çalışma adı altında işçinin tatil günlerinin, günlük çalışma saati uzunluğunun, çalışılan gün sayısının belirlenmesi tümüyle patronların insafına terk ediliyor. İşgününün 8 saatin altına indirildiği çeşitli Avrupa ülkelerinde dahi işgünü tekrar uzatılıyor, fazla mesailer yaygınlaşıyor. Bütün bunlarla birlikte bir yandan da işsizlik giderek daha katlanılmaz boyutlara çıkıyor. Bir tarafta günde 12 saat, haftada 6 (bazen 7) gün çalışan işçiler, bir tarafta yıllarca iş bulamayan milyonlarca işçi. Marx’ın dediği gibi, “kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır.”1 Değişmeyen sermaye söz konusu olduğunda kılı kırk yaran kapitalistler, sıra emekçinin yaşamına ve sağlığına geldiğinde onu alabildiğine israf

18

etmekten çekinmiyorlar. Mekândan, sağlık ve güvenlik harcamalarından, zamandan tasarruf, işçilerin hayatını hiçe saymak pahasına yapılıyor. İşçi sınıfının büyük bir kısmı, insan doğasına tümüyle aykırı biçimde, günün tüm aydınlık bölümünde, güneş görmeyen, temiz havadan yoksun, tozla ve kimyasal maddelerle dolu kapalı mekânlara hapsediliyor. Her yıl milyonlarca işçi, meslek hastalıkları ve aşırı çalışma yüzünden artan iş kazaları sonucunda çalışamaz hale geliyor ya da yaşamını yitiriyor. Fakat işçinin hayatını yitirmesi ya da ömrünün kısalması sermayenin umurunda değil, zira posasını çıkarıp kullanım dışı bıraktığı işçinin yerine istediği an yenisini bulabileceğini biliyor. Milyarlık işsiz ordusu aynı çarka girmek için sırada bekliyor.

4 saat bugün dahi mümkün! Kapitalizmin bugün geldiği noktada emek verimliliğinin geçmişle kıyaslanmayacak düzeylere ulaştığını belirtmiştik. Açıktır ki, bu verimlilik düzeyine makineleşme sonucunda ulaşılmıştır. Ancak bu makineleşme yine de mümkün olanın çok gerisindedir. Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri, özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü budur.”2 Yapılan hesaplamalar, insanlığın sahip olduğu mevcut potansiyellerle 4 saatlik işgününün şu anda dahi mümkün, 2 saatinse düşünülebilir olduğunu göstermektedir. Bu konuda sadece bir fikir verebilmek bakımından yaklaşık bir hesap yapmak mümkün. Rakamların içerdiği hata payı bir yana, diyelim dünyadaki 2,8 milyar işçinin 1 milyarının işsiz ve günlük ortalama çalışma süresinin de 8 saat olduğunu veri olarak alalım. Tüm işlerin tüm işgücüne eşit olarak dağıtıldığını varsayalım. Bu durumda 1,8 milyar işçinin 8 saat çalışarak yaptığı işi 2,8 milyar işçinin kaç saatte yapabileceğini bulmalıyız. Bu hesabın sonucu olarak karşımıza 5,1 saatin çıktığını görürüz. Demek ki, mevcut işlerin tüm işçilere dağıtılması durumunda iş saatlerinin otomatik olarak yaklaşık 5 saate inmesi pekâlâ mümkündür. Hesabımızı daha da ilerletelim ve kapitalizmin ortadan kaldırıldığı, çalışabilir durumdaki herkesin üretime katıldığı bir toplumu düşünelim. Dünyada çalışabilir durumdaki nüfusun yaklaşık 4 milyar kişi olduğunu biliyoruz. Bu durumda 1,8 milyar kişinin günde 8 saat çalışarak yaptığı işi 4 milyar kişinin günde 3,6 saat çalışarak yapabileceğini görürüz. Böyle bir toplumda, makinelerin üretime daha fazla katılacağını düşünürsek bunun daha da aşağıya inebileceği ortadadır.


Eylül 2005 • sayı: 6

Kapitalizmin temel güdüsü, en kısa sürede, en fazla ürünü, en az maliyetle elde etmek, yani işçinin emek gücünü sömürerek elde ettiği artıdeğeri mümkün olduğunca arttırmaktır. Teknolojinin ve makineleşmenin gelişmesi işgününün kısalma olanağını beraberinde getirirken, diğer her şeyin aynı kalması durumunda işgününün kısalması semayenin kârının azalması anlamına gelecektir. Kapitalist toplumda makineleşmenin gelişmesiyle birlikte tam tersine bir eğilim görmekteyiz. Patronlar uyguladıkları her teknolojik yenilikle birlikte işgününün uzaması yönünde bir basınç bindirirler. Bunun nedeni yeni makinelerin maliyetini mümkün olduğunca çabuk amorti etmek ve uyguladıkları yeniliğin avantajlarını en kısa sürede devşirmek istemeleridir. Bunun için makineleri mümkün olduğunca uzun süre çalışır durumda tutmak zorundadırlar. Peki patronlar neden işçi ve vardiya sayısını arttırmayı değil de var olan işçileri daha uzun süre çalıştırmayı tercih ediyorlar? Çünkü yeni işçilerin alınması yeni sigorta primleri, vergi gibi ek giderler anlamına gelecektir. Oysa kapitalist bunun yerine varolan işçileri daha uzun süre çalıştırdığında, daha yüksek saat ücreti verse bile, daha fazla kâr edecektir.

İşgününün uzunluğunu belirleyen temel faktör sınıf mücadelesidir İşgününün fiziksel ve toplumsal olarak kuşkusuz bir azami sınırı vardır. Yani kapitalist, işçiyi günün 24 saati çalıştıramaz. Her şeyden önce işçinin, ertesi gün de aynı verimle çalışabilmesi için beslenme, dinlenme, yıkanma, giyinme, uyku gibi ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Bunun dışında, işçinin ve içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyi onun ihtiyaçlarının daha da çeşitlenmesine

marksist tutum

yol açar. Kültürel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için de bir süre gereklidir. Bu nedenle, işgününün fiziksel ve toplumsal olarak bir azami sınırı olmak zorundadır. Ne var ki sermaye çalışma süresini mümkün olduğunca yukarı çekmeye çalışırken işçi sınıfı da azaltmaya çalışır. Bu nedenle patronlar sınıfıyla işçiler arasında sürekli bir mücadele söz konusudur. O halde sınıf mücadelesi işgününün uzunluğunu belirleyen çok önemli bir faktördür. Teknolojinin ve makineleşmenin gelişmesi işgününün kısalma olanağını beraberinde getirirken, diğer her şeyin aynı kalması durumunda işgününün kısalması semayenin kârının azalması anlamına gelecektir. İngiltere’de 1800’lü yılların ilk yarısında 10 saatlik işgünü için verilen mücadeleleri ve bu mücadeleler sonucunda 1850’lerde 10 saatlik işgününün yasal olarak kabul ettirilmesini, benzer sınırlamaların Avrupa ülkelerinde de getirilmesi izlemişti. ABD’de köleliğin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan iç savaşın meyvelerinden biri de, 1866’da 8 saatlik işgünü için mücadelenin gündeme sokulmasıydı. Bu uğurda mücadele edip yüzlerce şehit veren ve 1 Mayıs’ı ve 8 Mart’ı birer mücadele günü olarak dünya işçi sınıfına armağan edenin Amerikan işçileri olduğunu hatırlatalım. Demek ki işçi sınıfı bugün pek çok ülkede yasal olarak 8 saate inen çalışma saatlerini, patronların yüce gönüllülüğüne değil, yürüttüğü sınıf mücadelesine borçludur. Açıktır ki, “dünya üzerinde yaşamını sürdürebilmek için işgüçlerini kapitalistlere satmak dışında bir yaşam seçeneği bulunmayan milyonlarca insanın bugünü ve geleceği, üretici güçlerin gelişimi önünde akıldışı ve canavarca bir engele dönüşmüş bulunan kapitalist özel mülkiyet engelinin yıkılıp atılmasına bağlıdır.”3 Bu engelin ortadan kalkmasıyla birlikte, insanlık, sınıfların olmadığı, üretici güçlerin gelişiminin önünde doğa dışında hiçbir engelin bulunmadığı, çalışmanın zevk haline geldiği, insanların kendilerini sınırsızca geliştirebilecekleri bir topluma, komünist topluma doğru ilerleyecektir. İşte o zamandır ki, bugün kapitalist üretim tarzı nedeniyle bir dolap beygiri haline getirilmiş ve kendi doğasına yabancılaşmış insanın insan olmasının önündeki her türlü engel de ortadan kalkmış olacaktır. Ve insanlık, Engels’in dediği gibi, zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına sıçrayacaktır. ————————————————————— 1 Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.81 2 Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., Ocak 2002, s.121 3

Elif Çağlı, age, s.121

19


Dört Yıl Sonra 11 Eylül Dünya ve Türkiye’de Solun Tutumu Utku Kızılok

Irak proletaryasının görevi, tüm burjuva kesimlerden bağımsız örgütlenerek emperyalist işgale karşı mücadeleyi kapitalist düzeni alaşağı etme perspektifiyle yürütmektir. Irak’ta başlayacak ve sovyetik bir iktidarla taçlanacak bir proleter devrim, tüm Ortadoğu’da devrimci fırtınaların esmesine ve Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun önünün açılmasına vesile olacaktır. Emperyalistlerce savaş çıkmazına sürüklenmiş Ortadoğu halklarına gerçek barış ve kardeşliği ancak bir proleter devrim ve Sovyetik bir iktidar getirebilir.

20

Doğru politikalar doğru teorilerin ürünüdür! 11 Eylül’ün üzerinden dört yıl geçti. Geçen süre içerisinde dünyada birçok değişim meydana geldi veya daha büyük değişimlerin öncülleri yaratıldı. Afganistan ve Irak savaşları, nüfuz alanlarında meydana gelen değişiklikler ve İran’ın namlunun ucuna konması gelecek günlerin habercisidir. Gerçekten de, emperyalist-kapitalist dünya sistemi, ABD’nin başını çektiği kızışan emperyalist paylaşım kavgaları nedeniyle her geçen gün biraz daha yıkım yaratmakta ve insanlığı savaş anaforunun içine çekmektedir. Emperyalistler arasındaki mevcut statükolar sarsılıyor, nüfuz alanlarındaki hegemonya savaşı daha bir kızışıyor. Esasında İkiz Kulelerin alev ve dumanlar içinde çöküşü yeni bir dönemin açılışını temsil ediyordu. Dört yıl sonra bir kez daha olayları hatırlarken, solun 11 Eylül ve emperyalist savaş karşısında aldığı tutumu değerlendirmekte, gelecek günler için yarar var. İşçi sınıfına doğru bir siyasal perspektif sunabilmek için, öncelikle olguları görmek istediğimiz gibi değil de, nesnel olarak ele almak ve Marksist bir incelemeye tâbi tutmak zorunludur. Devrimci politika teorinin somut gerçekliğe uygulanması, günlük hayatın diline çevrilmesidir. Böylelikle devrimci teori, düşünceler yığını olmaktan çıkarak devrimci bir eyleme dönüşür. Marksist bir teorik hatta sahip olunmadığı takdirde, doğru öngörülere de sahip olunamaz ve devrimci hareket kaçınılmaz olarak hatalı bir politik tutuma sürüklenir. Marksistler, olayların görünen kısmıyla yetinmeyip onun derinlerine inerek, titiz bir inceleme sonucunda gerçek eğilimleri belirler ve buna göre politik tutumlar alırlar. Eğer böylesi bir özenli yaklaşım gösterilmezse, alınacak politik tutumlar emekçi kitlelerin burjuvazinin kuyruğuna takılmasına yol açar. Nitekim 11 Eylül sonrasında yapılan değerlendirmeler, Türkiye ve dünyadaki pek çok sol yapının ne denli yanlış bir kavrayışa sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Esasında 11 Eylül’e yaklaşım konusunda solda üç eğilim öne çıktı.


Eylül 2005 • sayı: 6

Birinci eğilime göre yaşananlar bireysel “terörizm” kapsamına girmekteydi ve işçi sınıfının mücadele yöntemleri arasında “terörizm” yoktu; ayrıca başvurulan “terörist yöntemler” daha kapsamlı devlet terörünü de tetikleyeceğinden meşru olarak telâkki edilemezdi. 11 Eylül’ün hemen ertesinde, tüm burjuva ideologları ve her fırsatta savaşı veya sözümona “terörizmi” kınayan küçük-burjuva sulu gözlü entelijensiya takımı, ABD emperyalizminin bakış açısından bakarak yaşananları “terörizm” olarak adlandırıp ABD’nin savaş borusuna selam durdular. Bu durum da, bireysel “terörizm” konusunda sol cenahta nasıl bir bilinç bulanıklığı yaşandığının açık kanıtıydı. İkinci eğilime göre emperyalist sistemin başı ABD emperyalizmi, onca gücüne ve yenilmez gözükmesine karşın evinde büyük bir darbe almıştı! İkiz Kulelerin yıkılması ABD’nin yenilebilir olduğunun açık bir kanıtıydı! Bu eğilim, Üçüncü Dünyacılardan Stalinistlere kadar uzanan tüm küçük-burjuva milliyetçi devrimci çizgiyi temsil ediyordu. Bunlara göre emperyalizm zaten “kâğıttan bir kaplandı” ve yaşananlar da bunu kanıtlamaktaydı! Üçüncü eğilim ise bu iki çizgiden de farklı bir değerlendirme yapan enternasyonalist komünist eğilimdi. Enternasyonalist komünistler, 11 Eylül’le birlikte yaşananları “terörizm” yaftasıyla kınayanların korosuna katılmadıkları gibi, İkiz Kulelerin çökmesini ABD’nin “ağır darbe” alması biçiminde değerlendiren yorumlara da karşı çıkmışlardır. Büyük bir savaş başlatmak üzere harekete geçen ABD emperyalizmi, 11 Eylül “mağduriyetini” bu hedefe varmak amacıyla bir fırsat olarak kullanmıştır. SSCB’nin çökmesiyle küresel düzeyde hegemon bir konuma yükselen ABD emperyalizmi, karşısına dikilmeye başlayan rakipleri güçlenmeden onları hizaya sokarak küresel düzeydeki hegemon konumunu sürdürmek ve öte yandan açılan yeni yatırım ve pazar alanlarına ve enerji kaynaklarına ulaşmak üzere bir savaşa hazırlanıyordu: İşte 11 Eylül saldırıları, bu yolda büyük bir mertebe sıçraması ve kesin bir dönüm noktası olmuştur. Burjuva yorumcular bu hususta yalan söylemiyorlar. Aslında “yeni dünya düzeni” baba Bush tarafından ilân edilirken, bir on yıl sonra “teröre karşı uzun savaşın” yavru Bush tarafından ilân edilmesi bile, o günlerle bugünler arasındaki sürekliliğin simgesel bir ifadesidir. Bu saldırılar solun geniş kesimlerinin şevkle ilân ettiğinin aksine Amerikan kapitalizminin aleyhine değil tamamen onun lehine saldırılardır. Solun küçük-burjuva anti-emperyalizm anlayışı ve sığlığı bunu görmesine engel oluyor. (Deniz Moralı, “Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım, www.marksist.com)

Böylelikle ABD emperyalizmi, “uluslararası burjuva hukuk” gereği, saldırıya uğramaktan kaynaklanan karşılık verme hakkını bir emperyalist savaş fırtınasına çevirdi. Tüm rakip emperyalistler, ABD’nin tez elden başlatmış olduğu savaş karşısında hazırlıksız yakalandılar ve adeta acze düştüler. Baskın bir savaşın gerekçelerini daha gök-

marksist tutum

delenler çökmeden, ABD emperyalizminin sözcüleri patlayan flaşlar eşliğinde açıklıyorlardı: “ABD saldırı altındadır ve sonsuz bir savaşa girilmiştir.” Savaşın hedefi belirsiz, kendisi ise sonsuzdu! ABD emperyalizmi canı istediği gibi, günü geldiğinde savaşın hedeflerini planlarına göre açıklamak istiyordu. Böylece herkes ve her şey bir gecede düşman ilan edilebilirdi. “Uluslararası terörizm” ise, gerçek hedeflere ulaşmak üzere kullanılacak demagojiydi yalnızca. 11 Eylül, gerçekten de yeni bir sürecin önünü açmıştı: … dünya çapında patlayıcı çelişkilerle yüklü, büyük toplumsal ve uluslararası çalkantılar, savaşlar, iç savaşlar ve devrimlerle karakterize olacak yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunun bütün işaretleri mevcut. Üstelik burjuvazi de bunun farkında. O nedenle tüm hazırlıklarını yapıyor. Dünya bir bütün olarak, bir savaş öncesini andıran sinyaller vermektedir. Kapitalizmin barbar doğasını bilen Marksistler için bu anlaşılması hiç de zor olmayan bir şeydir. (Deniz Moralı, agm)

Meselelere Marksist bir perspektiften bakarak olayların altındaki karmaşık süreçleri, iç eğilimleri ve çeşitli veçheleri diyalektik bir bütünlük içinde ele almadığımız müddetçe, doğru bir politik tutum da alınamaz. Emperyalist savaşın gelişimi ve büründüğü görünümler enternasyonalist komünistlerin öngörülerini ve politik tutumlarını doğrulamaktadır.

Savaş ve savaşa karşı tutum ABD emperyalizmi tez zamanda, “uluslararası terörizm”e karşı savaşma bahanesini ileri sürerek bir hışımla soluğu Afganistan’da almıştı. Daha Afganistan’a karşı savaş tamtamları çalarken, ABD sözcüleri bir taraftan da Irak şarkısını dillerine dolamışlardı. Böylelikle Afganistan’da savaş başlar başlamaz Irak’ın ikinci sırada olduğu açıklandı ve bu süreç içerisinde ABD, uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde, yani BM gibi kurumlar nezdinde meşruiyet aramaya girişti. Unutmamak gerek ki, emperyalistler arası hegemonya savaşı her düzeyde, her araçla aralıksız sürdürülür. Almanya ve Fransa, savaş karşıtı pozlara girerek ABD’nin BM’den kendi savaşına bir meşruluk kılıfı sağlamasına izin vermediler. ABD emperyalizmi, burjuva diplomasisinin ikiyüzlü maskesini bir kenara fırlatıp atarak savaş makinesini harekete geçirdi; böylece BM gibi kurumların emperyalistler arasındaki çelişkiler keskinleştiğinde barışın teminatı olduğu düşüncesinin bir yalandan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Avrupalı emperyalistlere göre ABD’nin başlatmış olduğu savaş, BM’nin onayından geçmediği için meşru değildi. Fakat, Almanya ve Fransa’nın, ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı koyabilecekleri askeri/ siyasi güçleri olsaydı, kuşkusuz onlar da savaşa karşı çıkmayacak ve bizzat savundukları burjuva hukuk meşruluğunu kendileri de parçalayacaklardı. Bunu hatırlatmamız-

21


marksist tutum

Eylül 2005 • sayı: 6 Enternasyonalist komünistler, ABD’nin başlattığı savaş karşısında, örneğin Irak işçi sınıfının kendi burjuvalarının peşine takılmasını değil, emperyalist güçlere fiilen karşı çıkarken burjuva iktidarını da alaşağı etmek ve kendi sovyet iktidarlarını kurmak üzere mücadele etmeleri gerektiğini savunmuştur. Bu, haksız savaşlara karşı, Paris Komünarlarından Bolşeviklere taşınan ve Ekim Devriminden günümüze aktarılan gerçek proleter şiardır. Kapitalist düzeni hedef almayan hiçbir şiar anti-emperyalist olamaz. Gerçek anti-emperyalizm, savaşa karşı sınıf savaşını yükseltmekten, kapitalist düzeni alaşağı ederek emperyalist savaşın kaynağını ortadan kaldırmaktan geçer.

daki amaç, Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde başlayan savaş karşıtı hareketin de, BM onayını öne çıkaran, uluslararası (yani burjuva) hukuk aldatmacısına boyun eğen bir “savaşa hayır” çizgisi tutturmuş olmasıdır. Afganistan savaşına karşı çıkmayla başlayan, Irak savaşı öncesi doruk noktasına ulaşan ve savaş başladığında çözülüp dağılan savaş karşıtı gösterilerin baskın karakteri maalesef burjuva pasifizmi idi. Böylece, sınıfsal içeriği boşaltılmış genel bir savaş karşıtlığının, burjuvazi ve proletarya olarak iki sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda burjuvazinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki Marksist tez bir kez daha doğrulanmıştır. Savaşı hangi sınıf veriyor? İşçi sınıfının devrimci önderi Lenin, Birinci Emperyalist Savaş başladığında ilk olarak bu soruyu sorar. Ve ekler; “savaşın nedeni nedir”, “savaşın amacı nedir?” Marksistler, esasında kapitalist toplumda gerçekleşen tüm olaylar karşısında meseleye sınıflar mücadelesi ve işçi sınıfının yakın ve uzak çıkarları açısından bakarlar. İşçi sınıfının bilinçli önderleri olan komünistler, burjuvazinin tüm planlarını, strateji ve taktiklerini teşhir ederek işçi sınıfını devrimci bir çizgide mücadeleye sevk etmekle görevlidirler. Emperyalist savaşa karşı Marksist bir tutum takınmak gerekliliği, kapitalist düzeni yıkma nihai hedefi ile ilgilidir; savaş karşısında ayrı tutumlar ayrı sınıfların çıkarlarını ifade eder: Pasifistlerin unuttuğu gerçek, sınıflı bir toplumda yaşadığımızdır. Bu gerçekte öyle bir toplumdur ki, bağrında derin bir sınıfsal bölünmeyi taşır. Böyle bir toplumda farklı ve dahası birbirine karşıt çıkarları olan sınıflar arasında bir mücadele kaçınılmazdır. Bu mücadelenin kendisi düpedüz bir savaştır, sınıf savaşıdır. Küçük-burjuva reformistleri ve pasifistler bu gerçeğin üzerini örtmeye ne kadar çalışırsa çalışsınlar, aslında proletaryanın devrimci öncüleri ve

22

elbette ki burjuvazi bunun pekâlâ bir savaş olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle her türlü savaşa karşı çıkmak demek, proletaryanın son derece haklı olan, kapitalist düzene karşı savaş hakkına da karşı çıkmak demektir. Ve böylece pasifistler, proletaryaya, sermaye düzeninin ona dayattığı koşulları kabul etmekten başka hiçbir çıkar yol sunmayarak, aslında burjuvazinin çıkarlarının temsilcisi olduklarını açığa vururlar. (Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, www.marksist.com)

2003’ün ilk çeyreğinde milyonlarca kişinin katıldığı ve gerçek bir sınıf perspektifine sahip olmayan savaş karşıtı gösteriler, reformist ve pasifist bir içeriğe sahipti. Türkiye de dahil olmak üzere dünya solunun büyük bir kısmı, yani yukarıda saydığımız ilk iki eğilim, savaşa karşı tutum noktasında bağımsız sınıf perspektifinden hareket etmedi. Diğer taraftan, bu gösterilerde savaşın gerçek kaynağına inilmediği için kitlelerin bilinçleri bulandırıldı. Savaşın nedeni, kapitalist düzenin içine düştüğü iktisadi kriz ve emperyalistlerin nüfuz alanları üzerindeki hegemonya mücadeleleri olmaktan çıkartılıp, sanki liderlerin kişisel tercihleri ya da aptallıklarıymış gibi gösterildi. Sol liberallerin öncülüğünü yaptığı ve küçük-burjuva devrimcilerin de peşine takıldığı bu yaklaşım, Avrupalı emperyalistlerin de üzerinde yürüdüğü minvaldi.

Irak savaşı ve Vietnam benzetmesi Savaş karşıtı hareket, ABD saldırganlığına karşı çıkmaktan ileri gidemedi. Stalinistinden Troçkistine ve Üçüncü Dünyacısına kadar geniş bir yelpaze, ABD’ye karşı Afganistan ve Irak’taki yönetimleri destekledi. Yani büyük ve gelişmiş bir kapitalist ülkeye karşı, daha küçük bir kapitalist ülkenin desteklenmesi! Emperyalizmi bir dünya sistemi ve ülkeleri de bu hiyerarşik sistem içinde


Eylül 2005 • sayı: 6

yer alan –ileri, orta ve az gelişmiş– kapitalist devletler olarak kavramayan bu yaklaşım, böylelikle ABD emperyalist burjuvazisine karşı Irak burjuvazini destekleyerek sözde anti-emperyalizm yapmaktaydı! Elbette ki ABD’nin başlattığı savaş haksız bir savaştır; ancak ABD emperyalizmine karşı savunulması gereken Irak kapitalist devleti olamaz. Ayrıca ABD’nin başlatmış olduğu savaşa karşı Afganistan ve Irak’ta Taliban ve Baas güçlerinin yürüttüğü mücadeleyi anti-emperyalist mücadele olarak değerlendirmek Marksist bir yaklaşımla bağdaşmaz. Enternasyonalist komünistler, ABD’nin başlattığı savaş karşısında, örneğin Irak işçi sınıfının kendi burjuvalarının peşine takılmasını değil, emperyalist güçlere fiilen karşı çıkarken burjuva iktidarını da alaşağı etmek ve kendi sovyet iktidarlarını kurmak üzere mücadele etmeleri gerektiğini savunmuştur. Bu, haksız savaşlara karşı, Paris Komünarlarından Bolşeviklere taşınan ve Ekim Devriminden günümüze aktarılan gerçek proleter şiardır. Kapitalist düzeni hedef almayan hiçbir şiar anti-emperyalist olamaz. Gerçek anti-emperyalizm, savaşa karşı sınıf savaşını yükseltmekten, kapitalist düzeni alaşağı ederek emperyalist savaşın kaynağını ortadan kaldırmaktan geçer. Dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta, işgal ve ilhak durumunda ortaya çıkan “ulusal sorun”un mahiyetine ilişkindir. Böylesi bir durumda ortaya bir ulusal sorun çıkmışsa da, işçi sınıfı asla burjuvazi ile aynı cephe içinde yeni bir burjuva ulus-devlet için, veyahut eski burjuva devletin restorasyonu hedefiyle savaşım yürütmez. Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasında Elif Çağlı, “Irak örneğinin açıkça sergilediği gibi, emperyalist güçlerin haksız ve zalim askeri müdahalelerinden kurtuluşun yolu; ‘mazlum’ rolünü oynayan gaddar burjuva iktidarın desteklenmesinden ve neticede bu iktidarların sürekli kılınmasından geçmiyor” (s.74) derken, Lenin’in Belçika üzerine yürüttüğü tartışmaları ve Paris Komünü örneğini hatırlatıyor: Bir işgal ya da toprak ilhakı gerçekleşti diye, Belçika gibi bir ülkede, onca yıldır proletaryanın düşmanı olan burjuvazi gerici bir sınıf olmaktan çıkıp görece “ilerici” bir konum kazanacak değildi. Bu nedenle, kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden “ulusal sorun”lar karşında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. Yani proletarya, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten böyle bir ortamdan yararlanabilmeli, “yurt savunması” diyerek ayağa kalkan kitlelerin önderliğini ele geçirebilmeli ve böylece onları toplumsal devrime yöneltmelidir. (Tarih Bilinci Yay., s. 72)

marksist tutum

tik tutumlara sürükleyeceği aşikârdır. ABD emperyalizmi karşısında Afganistan ve Irak kapitalist devletlerini destekleyen aynı hatalı sol tutum, bu kez de Irak’ta gelişen anti-Amerikancı direnişi anti-emperyalist ilan ederek onun kuyruğuna takılmış ve ABD’nin Vietnam’daki gibi bir bataklığa gömüldüğüne kani olmaya başlamıştır. Oysa açıktır ki, ABD’ye karşı Irak’ta verilen direnişin siyasal içeriği asla anti-kapitalist bir temele oturmamaktadır. Direnişin başını çeken güçler, esas olarak ABD emperyalizminin ülkeyi işgal etmesiyle ayrıcalıklarını yitirmiş ve üstelik kurulan iktidardan pay alamamış Sünni veya Şii Arap burjuva kesimlerdir. Söz konusu burjuva kesimlerin direniş hareketi, Kürt halkının Arap boyunduruğu altında kalmasını savunurken, işçi sınıfına ve onun öncüsü komünistlere karşı amansız bir düşmanlık beslemektedir. Ne var ki aceleci küçük-burjuva sol yaklaşım, ABDnin Irak’ta, aynı Vietnam’daki gibi bir bataklığa gömüldüğünü ilan ediverdi. Onlara göre benzeri tarihsel bir süreç yaşanmaktaydı. Oysa durum hiç de böyle değildir. Elif Çağlı, bu tarz benzetmelerin ne gibi hatalı sonuçlara yol açacağını özlüce anlatıyor: Liberal basın Vietnam benzetmesinden yola çıkarak Irak’ın ABD için bir bataklığa dönüştüğünü yazıp duruyor. Sosyalist basının bir bölümü de bugünkü gerçek koşulları irdelemeksizin bu kervana katılıyor. Ortada henüz böyle bir durum yokken, sanki halkların Amerikan emperyalizmine karşı gerçek bir şahlanışı söz konusuymuşcasına bir direniş edebiyatı geliştirmek, hem kitleleri yanıltmak hem de gerçekleri tamamen hafife almak demektir. Vietnam örneğindeki gibi bir halk örgütlülüğünün ve savaşının olmadığı koşullarda bile Irak ABD için çok kolaylıkla bataklık haline gelebiliyorsa, o takdirde onca örgütlenme çabasına, onca savaşma azmine ve fedakârlığına ne gerek olurdu? Gerçekleri çarpıtmamak ve işçileri, emekçileri gerçekler doğrultusunda mücadeleye hazırlamak proleter devrimciliğin en temel gereğidir. Şunu bilmeliyiz ki, neredeyse yalnızca sol dergi sayfalarını bezemeye yarayan ve gerçek dünyada karşılığını bulamayan bir direniş edebiyatının işçi sınıfının mücadelesini ilerletmeye hiçbir yararı olamaz. (İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, www.marksist.com)

Irak’ın bir Vietnam bataklığı olmadığı ve yürüyen direnişin de anti-emperyalist bir içerikten yoksun olduğu açıktır. Irak proletaryasının görevi, tüm burjuva kesimlerden bağımsız örgütlenerek emperyalist işgale karşı mücadeleyi kapitalist düzeni alaşağı etme perspektifiyle yürütmektir. Irak’ta başlayacak ve sovyetik bir iktidarla taçlanacak bir proleter devrim, tüm Ortadoğu’da devrimci fırtınaların esmesine ve Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun önünün açılmasına vesile olacaktır. Emperyalistlerce savaş çıkmazına sürüklenmiş Ortadoğu halklarına gerçek barış ve kardeşliği ancak bir proleter devrim ve Sovyetik bir iktidar getirebilir. 

Bağımsız sınıf siyasetinin mevzilerinde inatla direnmedikçe, gelişen olayların devrimcileri istemedikleri poli-

23


Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının dördüncü bölümünü yayınlıyoruz.

Geri mi bıraktırıyor? Günümüzde dikkatle irdelenmesi gereken hususlardan biri de, emperyalizmin veya yeni adıyla küreselleşmenin az gelişmiş ülke ve bölgeleri geri bıraktırdığı yolundaki görüşlerdir. Ekonomik bakımdan çok daha gelişmiş ve güçlü durumdaki kapitalist ülkelerin egemen konumu, geri ülkelerin iktisadi gelişimi üzerinde gerçekten frenleyici ve geciktirici bir etki mi yaratmaktadır? Aslında bu ve benzeri soruları, ülkelerin tarihsel gelişme farklılıklarını ve buradan türeyen çeşitlilikleri göz ardı eden tek yönlü ve mekanik genellemelerle yanıtlamaya teşebbüs etmek tamamen yanlış olacaktır. Kapitalizm tarihsel ilerleyişi içinde farklı kesitlerde ve farklı coğrafyalarda, kimi zaman birbirinden oldukça değişik görünebilen çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu üretim tarzı yalnızca az gelişmiş ülkeler bağlamında değil genelde dünya ekonomisinin bazı alanlarını geliştirirken, bazılarının gelişimini frenleyebilir. Fakat bu tür etkiler de son tahlilde mutlak değil görelidir. Zira kapitalizm yalnızca eşitsizlik üretmez; ayrıca bileşik bir gelişme özelliğine sahiptir. Girdiği tüm alanlarda eski yapıları çözücü bir etken olan kapitalizm, eski ve yeni formların içiçe geçtiği karmaşık ve dengesiz kapitalist gelişme süreçlerini tetikler. Nitekim daha önce bu üretim tarzının egemen olmadığı çeşitli bölge ve ülkelerde, üretim ilişkileri zamanla kapitalizm doğrultusunda çözülmüştür. Eski yapıların kapitalist ilişkilerin etkisiyle altüst oluşu, insan topluluklarının geleneksel yaşam koşullarını şok dalgaları şeklinde değişik-

24

liğe uğratan bir süreçtir. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye açısından böyle bir süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünden TC’nin kuruluşuna ve hatta oradan da yakın tarihlere dek yaşanmıştır. Eskinin Asyatik köy komün yaşantısının uzantısı olan imece geleneğiyle, köyden kente dalga dalga gerçekleşen göçler sonucunda değişmeye başlayan yaşam alışkanlıkları, Türkiye’de uzun bir süre boyunca adeta yanyana varlık buldu. Kapitalizm temelinde kaydedilecek olan anlamlı sıçramaların bu topraklarda son derece gecikmeli biçimde, ancak 60’lardan itibaren gerçekleşmeye başlaması, kapitalistleşme sürecini bir o kadar daha sorunlu ve sancılı bir karaktere büründürdü. Hatta o kadar ki, bu ülkede alttan alta ilerleyen kapitalist gelişim sürecine rağmen, Türkiye’nin kapitalist mi yoksa yarı-kapitalist/yarı-feodal bir ülke mi olduğu tartışması 60’lı ve 70’li yıllar boyunca sol kesimlere egemen olabildi. Bu durum bugünden bakıldığında biraz gülünç gelse bile, Türkiye’de kapitalist gelişmenin çarpıcı görüntüleriyle ancak ‘80 sonrasında ete kemiğe büründüğü de bir gerçekliktir. Toplumun çivisini yerinden çıkartmakla ünlenen devri Özal, kapitalizmin bu topraklarda muazzam bir sıçrama kaydederek pek çok eski tartışmayı da tarih sayfalarına gömdüğü bir dönem olma özelliği taşır. Eski iktisadi yapı ve alışkanlıkların tasfiyesi ve yeninin inşası, dünya genelinde de kapitalist ilerleyişin plansız ve anarşik doğası temelinde gerçekleşmiştir. Bu tür tarihsel süreçler, onu yaşayan kuşakların nice acılar çekmesi pahasına yol alabilir ancak. Dünyanın iktisaden geri coğrafyalarında yaşanan kapitalistleşme süreçleri ise, bu gelişi-


eşme /4 Elif Çağlı

mi kendi doğal evrimi içinde yaşayan Batılı ülkelere nazaran çok daha eşitsiz ve orantısız ilişkiler yaratmış ve çekilen acılar da bir o kadar fazla olmuştur. Oldukça durağan veya Asyatik bir tarihsel geçmişe sahip bölge ve ülkelerde, kapitalizmin, onu bizzat içinden çıkaran Batı toplumlarına oranla çarpık bir gelişme süreci olarak tezahür etmesinin nedeni budur. Çeşitli ülkelerde olduğu üzere böyle bir süreç Çarlık Rusya’sında da yaşanmış ve devrimci harekette pek çok tartışmaya konu olmuştu. Örneğin Narodnikler, Avrupa ülkelerinden farklı bir tarihsel geçmişe ve farklı üretim ilişkilerine sahip olan Rusya’da kapitalist gelişmenin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Zira onlara göre Rusyada iç pazar köylülüğün yıkımı nedeniyle daralmaktaydı. Öte yandan dış pazar olmaksızın artı-değerin gerçekleştirilemeyeceğini ve kapitalist gelişme yoluna geç giren Rusya gibi bir ülkenin ise dış pazar olanağından zaten yararlanamayacağını iddia ediyorlardı. Bu yaklaşım kapitalist gelişimin Marksist kavranışına aykırıydı ve Lenin tarafından eleştirildi. Zira ciddi çelişkilerle yüklü bir süreç temelinde ve yabancı sermayenin itkisiyle bile olsa, Rusya’da kapitalist gelişim mümkündü. Kapitalist gelişimin Rusya benzeri ülkelerde sergilediği özelliklere Troçki de kapsamlı biçimde değindi. Çarlık Rusya’sının dış ülkelerle geliştirdiği ilişkiler bu siyasal rejimin elini güçlendirir görünürken, beri yanda kaçınılmaz olarak kapitalist bir gelişmeyi teşvik etmekteydi. Kapitalistleşme süreçlerinin sergilediği çelişik özelliklerin diyalektik tarzda kavranamaması, şu ya da bu eğilimin tek yönlü abartılması veya mutlaklaştırılması, sol ha-

rekette çeşitli savrulmalara ve Marksizmle bağdaşmayan teorilerin icadına neden olur. Muhtelif Troçkist çevrelerin, Troçki’nin sağlam değerlendirmelerini zaman içinde deforme etmeleri de aynı kapsamda savrulmalardır. Örneğin, emperyalizmin az gelişmiş ülkeleri mutlak olarak geri bıraktırdığı yolundaki iddialar bazı Troçkist çevreler arasında da yaygın biçimde kabul görmüştür. Oysa bizzat Troçki’nin açılımları bu tür iddialara verilmiş bir yanıt niteliği taşıyor. Kapitalist gelişmenin çeşitli ülkelerin ekonomik ve kültürel düzeylerini görece eşitleme doğrultusunda yol aldığına işaret eder Troçki. “Bu ana süreç olmaksızın, önce Avrupa’yla İngiltere’nin ve daha sonra Amerika’yla Avrupa’nın görece eşit düzeye gelmesini; sömürgelerin sanayileşmesini, Hindistan ve İngiltere arasında kapanan aralığı ... kavramak imkansız olurdu”1 der. Bu ve benzeri satırlar, diyelim Hindistan gibi ülkelerde kapitalizm altında iktisadi ilerleme sağlanamayacağı, eski sömürgelerde sanayileşmenin gerçekleşemeyeceği şeklindeki görüşlerin Troçki’nin çözümlemeleriyle bağdaşmayacağının açık kanıtını oluşturuyor. Kuşkusuz burada sözü edilen iktisadi gelişmeler asla düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez; çeşitli çelişkiler ve çarpıklıklar, yeniden üretilen eşitsizlik ilişkileri arasında kendilerine bir yol bulmaya çalışırlar. Fakat çelişki ve çarpıklık zaten kapitalizmin doğasında vardır. Nitekim Troçki de bu önemli hususa dikkat çeker. Kapitalizmin, ülkeleri birbirine ekonomik olarak yaklaştırıp bunların gelişme aşamalarını nispeten eşitlerken, bu işi tamamen kendine özgü yani anarşik yöntemlerle gerçekleştirdiğini belirtir. Öyle ki, sürekli olarak kendi eserini baltalamakta, bir ül-

25


marksist tutum

keyi veya sanayinin bir kolunu diğerinin karşısına çıkarmakta, dünya ekonomisinin bazı parçalarını geliştirirken diğerlerinin gelişmelerine engel olup geriye savurmaktadır. Geçmişte sömürgeci ülkelerin, sömürge ve yarı-sömürge konumundaki ülkelere ucuz hammadde deposu olarak baktıkları sürece buralarda anlamlı bir sanayileşme atılımının kaydedilmediği doğrudur. Bu durumun bir sonucu olarak sömürge sahibi ülkeler, ucuz hammadde, ucuz enerji, ucuz işgücü temin edebilmişler ve eşitsiz gelişmenin nimetlerinden alabildiğine yararlanmışlardır. Fakat gerçeklik yalnızca bundan ibaret değildir. Sömürgeci işleyişten farklı olarak, emperyalist kapitalizm, vaktiyle kapitalist gelişmeye sahne olmayan ülke ve bölgeleri bile zamanla kapitalist işleyiş içine çekme eğilimindedir. Bu tarz bir kapitalistleşme, erken sanayileşen ülkelere nazaran iktisadi ve toplumsal sürece son derece çelişkili ve sancılı bir nitelik kazandırır; ama yine de üretici güçleri ilerletici bir işlev görür. Sömürgecilikten emperyalizme evrilmiş bulunan kapitalist yayılmacılığın etkilerini dikkatle irdelemeyip, emperyalizmin eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde iktisadi durgunluğa ve gerilemeye yol açacağını iddia eden görüşler ihtiyatla karşılanmalıdır. Her şeyden önce, iktisadi ilerleme ya da gerileme şeklindeki tespitlerin neye kıyasla yapıldığı üzerinde düşünmek gerekiyor. Emperyalist kapitalizmin eski yapıları çözücü etkisi olmasaydı bu ülkelerde üretici güçlerde daha hızlı bir gelişme yaşanabileceği varsayımı, tarihsel gelişme yasalarıyla bağdaşmayan saçma ve asılsız bir yaklaşımdır. Emperyalist ülkelerin kendi nüfuz alanlarına giren bölgeleri iktisaden sürekli geri konumda bırakmaları, uzun vadede dönüp kendilerini vuran ve tıkanıklığa sürükleyen bir etmen olurdu. Emperyalist güçler, dünyanın bütününde daha önce el değmemiş alanları kapitalizme açmak, sanayileşme sürecini buralarda da şu ya da bu tempoda ilerletmek ve zamanla tüm bölgeleri daha derinlemesine biçimde kapitalist işleyişe dahil etmek ihtiyacı içindedirler. Bu ihtiyacın hangi ölçüde ve tempoda giderilebileceği ya da yaşamın binbir çelişkisi nedeniyle iktisadi zorunlulukların kendilerine nasıl da eşitsizlikler içinde yol açabileceği gibi gerçekler, son tahlilde kuralı değiştirmez. Nitekim kapitalizmin çeşitli ulusları kendi ilişkiler ağına çekmesi neticesinde, bir zamanlar kapitalizm öncesi üretim tarzlarının egemen olduğu çok sayıda irili ufaklı ülke kapitalistleşmiştir. Böylece kapitalist üretim süreci giderek tam bir uluslararası veya son dönemlerin geçerli tabiriyle küresel karakter kazanarak ilerlemiştir.

Gelir dağılımında bozulma Dikkatle yaklaşılması gereken bir başka iddia ise, emperyalist yayılma alanı içine giren ülkelerde gelir dağılımının bozulacağı yönündedir. İlk bakışta mantıklı gibi ge-

26

Eylül 2005 • sayı: 6

Sömürgeci işleyişten farklı olarak, emperyalist kapitalizm, vaktiyle kapitalist gelişmeye sahne olmayan ülke ve bölgeleri bile zamanla kapitalist işleyiş içine çekme eğilimindedir. Bu tarz bir kapitalistleşme, erken sanayileşen ülkelere nazaran iktisadi ve toplumsal sürece son derece çelişkili ve sancılı bir nitelik kazandırır; ama yine de üretici güçleri ilerletici bir işlev görür. len bu tarz yaklaşımların ardında, kapitalist kötülüğün kaynağını yalnızca bir dış tehdit olarak göstermek isteyen çarpık anti-emperyalizm anlayışları yatıyor. Oysa hangi ülke söz konusu olursa olsun, kapitalist işleyişin bizzat kendisi zamanla gelir dağılımını işçi sınıfı ve emekçi kitleler aleyhine bozma eğilimi taşır. Kısacası bu melânet, yalnızca, emperyalizmin az gelişmiş ülkelere el atmasıyla sınırlı bir olgu değildir. Kapitalizmin küresel düzeyde yol alması ve özellikle de ’80 sonrasında izlenen neoliberal politikalarla birlikte zengin ve yoksul arasındaki uçurum dünya genelinde inanılmaz ölçülerde derinleşmiştir. Örneğin 1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin ortalama geliri, en yoksul yüzde 20’sinin gelirinin yaklaşık 30 kat fazlasıydı. Oysa 2000’lerde bu oran 80 katı aşmıştır. Ayrıca çok açıktır ki, kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliğin yanı sıra bizzat bu ülkelerin içindeki eşitsizlik de artan oranda yeniden üretilmektedir. Küreselleşen kapitalizmin dünya genelinde yarattığı sosyal uçurumlar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Dünyadaki en zengin 225 kişinin toplam serveti 1 trilyon doları geçerken, bu rakamın dünyanın en yoksul 2,5 milyar insanının toplam yıllık gelirine eşit olduğu söyleniyor. Bir başka çarpıcı örnek, en yoksul 48 ülkenin toplam üretim değerinin dünyanın en zengin üç kişisinin toplam varlığından daha az olduğudur. Özcesi, başına küresel sıfatı getirilsin ya da getirilmesin kapitalizm işte budur. Bir yandan üretici kitlelerin gelir ve yaşam düzeyinde geçmişe oranla bir ilerleme sağlayabilir, diğer yandan tüm kapitalist ülkelerde farklı gelir grupları arasındaki eşitsizliği büyütür. En zengin kapitalist ülkeler de dahil, kitleler kapitalizmin getirdiği nispi yoksullaşmadan kaçıp kurtulamazlar. Gelirlerinde görünürde bir ilerleme kaydettiklerinde bile, işçilerin üretici güçlerdeki gelişmeye kıyasla artan ihtiyaçlarını karşılayabilme düzeyleri geriler. Küreselleşmeyi, yalnızca yoksul ülkelerde gelir dağılımını bozan bir olguymuşçasına ileri sürmek ne gerçeklerle, dolayısıyla ne de Marksizmle bağdaşmaktadır. Kapitalist gelişimin genelde zenginlik dünyasıyla yoksulluk dünyası arasındaki uçurumu derinleştirdiği Marksizmin en önemli tespitlerinden biridir. Tartışılan sorunla ilgili bazı yanlış anlamaların önüne geçebilmek bakımından, önem taşıyan bir hususa da dikkat çekelim. Az gelişmiş ülkelerde kapitalist işleyişin gelir dağılımı üzerindeki etkisine dair karşılaştırmalar, eski toplumun çözülme dönemine kıyasla değil, bizzat kapitalizm


Eylül 2005 • sayı: 6

altında biçimlenen toplumsal koşullar bağlamında yapılmalıdır. Çünkü geleneksel tarım ülkelerinde kapitalist işleyiş öncesine damgasını vuran önemli bir özellik, çok geniş kitlelerin yoksullukta görece eşitlik koşullarını paylaşmalarıdır. Kapitalist gelişmeyle birlikte bu durum yerini yeni bir sınıfsal yapılanmaya terk eder. Eski toplumda varlığını sürdüren köy toplulukları çözülür ve sınıflı toplumun üretim ilişkileri kapitalizm temelinde yeniden üretilir. Kapitalist gelişmeye bağlı olarak toplumun eski yapısı darmadağın olurken, geçmişin küçük mülk sahiplerinin önemli bir bölümü proleterleşir. Sanayileşme sonucunda ulusun genel üretim düzeyi ve geliri artarken, bu gelirin bölüşümü kapitalizm altında elbette eşitsizlik temelinde gerçekleşir. Ancak bu durum yalnızca emperyalizmin hâkimiyeti altındaki az gelişmiş ülkelere has bir kapitalistleşme sürecinin değil, genel olarak kapitalist sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kısacası, emperyalizmin müdahalesi olmasaydı ulusal düzeyde daha adaletli ve gelir dağılımındaki bozulmayı engelleyen bir sanayileşmenin ve kapitalistleşmenin yaşanabileceği anlamına gelecek tüm değerlendirmeler yanlıştır. Bu tür görüşler son tahlilde burjuva milliyetçiliğine hizmet ederler.

Küçük-burjuva eleştirilerin açmazı Marksizmin çarpıtılmadan gelecek kuşaklara taşınabilmesinin başlıca kilometre taşlarından olan Lenin, kapitalizmin geçmişe kıyasla ilerletici tarihi misyonuna dikkat çekmiştir. Büyüyen bir ulusal ve uluslararası pazar için üretim, açıktır ki iktisaden geliştirici bir rol oynar. Gerek ülke içindeki gerek ülkeler arasındaki ticari ilişkiler zamanla yoğunlaşır. Kaydedilen teknik ilerleme ve büyük ölçekli üretimin yaygınlaşması neticesinde eski nüfus yapısı ve sınıfsal bileşim hızla değişir. Kapitalist gelişim, ataerkil yaşamın eskimiş geleneklerini yıkıp geçerken, aynı zamanda modern işçi sınıfını yaratır. İhtiyaçların çeşitlenmesi ve yaşam tarzının modernleşmesiyle birlikte üretim süreci ve üretime katılanlar toplumsallaşır. Kapitalizm altında gerçekleşen bu değişim, aslında insan yaşamını geçmişten geleceğin sınıfsız toplumuna doğru taşıyan bir tarihsel ilerlemedir. Lenin’in belirttiği gibi, kapitalizmin ilerici tarihsel rolü iki kısa önermede özetlenebilir: “toplumsal emeğin üretici güçlerindeki artış ve o emeğin toplumsallaşması”.2 Marksizm, aydınlatılmayı bekleyen pek çok sorunda olduğu gibi, kapitalizmin çelişkili doğası konusunda da gerçekliğe ışık tutmuştur. Kapitalist üretim tarzı, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya pazarının yaratılması bakımından tarihsel bir araçtır, ama o bu görevini ancak çeşitli çelişkiler arasında icra edebilir. Örneğin kapitalizmin geçmiş üretim tarzlarına oranla sağladığı iktisadi ilerleme ile, gelişen ve emperyalistleşen kapitalizmin siyasi yaşamda yarattığı gericileşme eğilimi pekâlâ bir

marksist tutum

arada yol alabilir. Bu iki tespitin birbiriyle çelişeceğini düşünmek kapitalizmi anlamamak demektir. Lenin bu konuya genelde açıklık getirmiştir. Kapitalizmin iktisaden oynadığı ilerici rolün önemini teslim etmek, kapitalizmin olumsuz ve karanlık yanlarının tamamen bilincinde olmakla çelişmeyecektir. Kapitalizmin ilerletici tarihsel rolü, bu iktisadi rejimin yapısında bulunan ve onun tarihi açıdan geçici niteliğini ortaya koyan derin ve çok yönlü toplumsal çelişkileri asla ortadan kaldırmamıştır, kaldıramaz da. Sorunun önem taşıyan bir başka boyutu ise, kapitalizmin derin çelişkilerini kavrayamayan küçük-burjuva siyasetlerin bu gibi tartışmalar vesilesiyle yükselttikleri itirazlardır. Narodniklerin görüşleri ve Lenin’in onlara yönelttiği eleştiriler bu konuda verilebilecek çarpıcı tarihsel örneği oluşturur. Kapitalizmin ilerletici rolünü kabul etmenin kapitalizmi savunmak anlamına geleceğini iddia eden Narodnikler, bu yanlış görüşlerini yaymak için her türlü çabayı harcamışlardır. Kapitalizmin tarihsel misyonuna ilişkin tartışmaların Marksistler açısından çoktan aşılmış olması gerekirdi. Ama ne yazık, Marksizm adına ahkâm kesip onu küçükburjuva dar kafalılığı yönünde kısırlaştıran siyasal eğilimler hiç eksik olmamıştır ve olmayacaktır da. Siyasal tarz ve örgütsel taktikler bakımından arada nice farklılıklar olsa bile, Lenin’in eleştirdiği Narodnik küçük-burjuva bir bakıma günümüzde de işbaşındadır. Bu küçük-burjuva, kapitalist gelişmenin aslında onun yıkılmasını mümkün kılacak koşulları da geliştirdiğini kavramaya asla yanaşmamaktadır. Geçmiş dönemlerden günümüzdeki küreselleşme tartışmalarına dek, küçük-burjuva dar görüşlülükle malûl kapitalizm muhaliflerinin sıkı sıkıya sarıldığı düşünce eskinin muhafazasıdır. Modern zamanlarda en tipik örneğini üçüncü dünyacı eğilimlerin oluşturduğu küçükburjuva sosyalizmi, tıpkı eski dönemlerin Narodnikleri gibi, kapitalizm tarafından “bozulmamış” ve “kurtarılmayı bekleyen” halk yığınları arayıp durmaktadır. Geçmiş dönemlerden günümüzdeki küreselleşme tartışmalarına dek, küçük-burjuva dar görüşlülükle malûl kapitalizm muhaliflerinin sıkı sıkıya sarıldığı düşünce eskinin muhafazasıdır. Modern zamanlarda en tipik örneğini üçüncü dünyacı eğilimlerin oluşturduğu küçük-burjuva sosyalizmi, tıpkı eski dönemlerin Narodnikleri gibi, kapitalizm tarafından “bozulmamış” ve “kurtarılmayı bekleyen” halk yığınları arayıp durmaktadır. Açıkça ifade etmek gerekir ki, kapitalizme yönelik çapsız küçük-burjuva eleştirisi tarihin hiçbir döneminde işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirmeye hizmet etmedi. Yıllar ilerledikçe sorunlar çeşitlendi, değişti, ama küçük-burjuva anlayış hep yerinde saydı. Burjuva ve küçük-burjuva solun siyasi yaklaşımlarının etkisi nedeniyle

27


marksist tutum

de, dünya genelinde sosyalist çevrelere dünden bugüne pek çok konuda pek çok yanlış görüş egemen oldu. Önemli bazı gelişmelerin dünya kapitalist sistemi açısından yaratacağı total sonuçların, siyaseten hafif denilebilecek bir tarzda ve elbet gerçeklikle de bağdaşmaz yönde yorumlanması, sosyalist hareketin yalnızca şu veya bu örgüt bağlamında değil bütününde itibar kaybetmesine neden oldu. Örnekse, az gelişmiş ülke ve bölgelerin ya da çöken bürokratik rejimlerin kapitalist işleyişe artan bir hızla entegre olma olasılığını küçümseyen değerlendirmeler hatırlanabilir. Bu tür değerlendirmeler, 60’lardan bu yana ilerleyen süreçte dünya işçi hareketinin yeni altüstlükler dönemine genelde hazırlıksız yakalanmasının da başlıca etkenlerinden biridir. Ve bu yanlış değerlendirmelerin çeşitli örneklerini gerek Stalinist gerek Troçkist çevrelerde fazlasıyla bulmak mümkündür. Örneğin dünyanın gidişatı açısından muazzam önem taşıyan gelişme olasılıkları, ya “reel sosyalizm”in kapitalizmi kolayca yenilgiye uğratacağı, ya da ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarısının kapitalizmi gerileteceği safsatalarıyla geçiştirilmiştir. Öte yandan, Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte yaşanan süreçteki gelişmelerin yorumu yine kapitalizmin çapsız bir eleştirisine dönüştürülmüştür. Bu ülkelerin kapitalist sisteme eklemlenme olasılığı fazlasıyla küçümsenmiştir. Çöküş sürecinin yaratacağı siyasal krizlerin kapitalist gelişmeye asla izin vermeyeceği yolunda kestirmeci yaklaşımlar sergilenmiştir. Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşü, aslında bu ülkelerin dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmesi önünde esaslı bir engel bulunmadığını açığa çıkardı. Bu husus bugünün kapitalist Rusya’sıyla kanıtlanmış bulunuyor. Veya Çin’de yaşandığı üzere, hızla burjuvalaşan egemen bürokrasinin tepeden kontrolü altında gerçekleşen hummalı kapitalistleşme süreci tarafından bir kez daha kanıtlanıyor. Unutulmasın ki, esas sorun bu tür kapitalist entegrasyon süreçlerinin iktisaden mümkün olup olmadığı değildi. Marksistler açısından tarihsel problem, bu tür süreçlerin yaratacağı siyasal fırtınalardan dünya işçi sınıfının nasıl yararlanacağı ve bunun nasıl mümkün kılınabileceğiydi.

Sömürgecilik mi hortluyor? Vaktiyle dünya toprakları sömürgeci kapitalist güçler arasında paylaşılmışken, kapitalizm 20. yüzyıl dönemecinde kolonyalizmden emperyalizm evresine sıçramıştı. Birinci Dünya Savaşı döneminde büyük kapitalist güçler dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla insanlığı büyük bir savaş cehenneminin içine sürüklediler. Gelişmiş kapitalist ülkelerin ucuz hammadde deposu veya onların mamul mallarının basit bir pazarı olarak görülen sömürge topraklarının ve nüfuz alanlarının el değiştirmesi için, çeşitli ülkelerin işçi ve emekçi kitleleri birbirine kırdırıldı.

28

Eylül 2005 • sayı: 6

Kapitalizm ayrıca Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde görüldüğü üzere, eski dönemlerin imparatorluklarına son vererek ve bu coğrafyaları da kapitalist ilişkiler sistemine katarak yol aldı. Yeni bölgelerin kapitalist sistemin işleyişine dahil edilmesi için artık mutlaka sömürge veya yarı-sömürge statüsüne indirgenmeleri gerekmeyecekti. Emperyalizmin sömürgecilikten farklı bir aşama olduğu, zamanla eski sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte çok daha net biçimde kavranabilir hale gelecekti. Kapitalist sistemin işleyişi içinde kaydedilen gelişmeler ve farklı gelişim düzeyindeki ülkeler arasındaki iktisadi ilişkilerin niteliği yine de uzun yıllar boyunca zıt yönde yorumlara konu olmuştur. Çeşitli ulus-devletler arasındaki ilişkilere egemen olan eşitsizliğin yorumlanışındaki farklılıklar ve Marksizm adına ileri sürülen hatalı veya oportünist tezler bu durumun somut birer örneğidir. Diyelim siyasal bağımsızlığını kazanmış ve kendi ulus-devletini kurmuş ülkelerin iktisadi açıdan gelişmiş kapitalist ülkelere kaçınılmazlıkla bağımlı oluşlarından, tamamen yanlış siyasal görüş ve sonuçlar türetilmiştir. Kapitalizmin emperyalist yayılmacılığını yıllar boyunca sömürgecilik ekseninde ele alan yanlış görüşler, şimdilerde de küreselleşme tartışmaları bahanesiyle yeniden üretilmektedirler. Nedense, küreselleşmeyi sömürgeciliğin yeniden hortlaması şeklinde açıklamaya çalışan yanlış fikirler oldukça rağbet görüyor. Küresel kapitalizmin en saldırgan ülkesi olarak sivrilen ABD, sömürgeci imparator olarak lanse ediliyor. Marksizmden nasibini almamış bu sözde globalizm karşıtlığı, kapitalist küreselleşmenin karşısına onu aşacak bir alternatif dikmekten acizdir. Küreselleşme karşısında ulusal ve yerel çıkarların savunulmasında ısrar, kapitalizme gerçek anlamda muhalefet etmemek ve onun bir biçimde muhafazasını istemek anlamına gelir. Bu anlama gelen siyasal tezler kendilerini keskin görünen “devrimci” lafazanlıkla ambalajlasalar bile işin özü değişmez, bu bir burjuva siyasetidir. Kapitalizme temel döşeyen devletçi veya yerli burjuvazinin çıkarlarını savunan ulusalcı ya da kapitalizmin orasını burasını çekiştirerek sözde düzeltmeye çalışan reformcu siyasetler, işçi ve emekçi kitleleri asla kurtuluşa götüremez. Bu tür siyasetlerin hiçbiri, yoksul ve sömürülen kitleleri daha iyi bir toplumsal düzene kavuşturamaz. Kurtuluş isteyen, gözünü geleceğe, yani kapitalizmi yıkacak işçi devrimine ve sosyalizme geçişi Kapitalizm durağan ve bulduğuyla yetinebilecek bir ekonomik sistem değildir. Ve asıl önemlisi, geri iktisadi yapıların küreselleşen kapitalizmin etkisiyle çözülmesi ve dünya sistemine eklemlenmesi, tarihsel açıdan hiç de işçi sınıfının yolunu tıkayan bir gelişme eğilimi değildir. Zira insanlığın kurtuluşu küresel gelişimin durdurulmasını değil, kapitalist küreselleşmenin sosyalist küreselleşmeyle aşılmasını zorunlu kılıyor.


Eylül 2005 • sayı: 6

mümkün kılacak işçi iktidarına dikmek zorundadır. Emperyalist güçlerin dünyada yeni nüfuz alanları oluşturma ve var olanları yeniden paylaşma çabası, sömürgeciliğe geri dönüş veya sömürgeciliğin hortlaması anlamına gelmiyor. Büyük kapitalist güçlerin dünyaya egemen olma, çeşitli ülkeleri siyasi ve iktisadi açıdan kontrol edebilme arzusu yalnızca sömürge imparatorlukları dönemine özgü değildir. Kapitalizm doğası gereği her zaman daha geniş pazarlara ulaşmayı, dünyaya yayılmayı ister. Ve dünyaya derinlemesine yayılma potansiyelleri bakımından, emperyalizm dönemi sömürgecilik dönemine oranla kapitalizmin daha ileri bir aşamasıdır. Kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğindeki gerçek yayılma olanağını, tekelleşerek, emperyalistleşerek elde etmiştir. Bu gelişim yasasının bilincinde olan ünlü İngiliz siyasetçileri, bir zamanlar “emperyalistleşin” öğüdünü verip duruyorlardı. Bugün Türkiye benzeri ülkelerde finans oligarşisi, dünya ekonomisi içinde daha güçlü bir pozisyon elde edebilme ihtirasını “küreselleşin” komutuyla dile getiriyor. Emperyalizmin sömürgecilik aşamasından farkı 20. yüzyıldaki gelişmelerle iyice ortaya çıkmıştır. Günümüzde emperyalist güçler, en başta da ABD, 11 Eylül sonrası saldırganlık atağıyla birlikte emperyalist yayılmacılıktan sömürgeciliğe geri dönmüş değildir. Yakın zamanlarda Balkanlar’dan başlayıp, daha sonra Asya, Afrika, Ortadoğu çeşitli bölge ve ülkeleri kapsayan yeniden paylaşım savaşlarının ve bu savaşlara eşlik eden işgallerin amacı, sömürgecilik döneminde görüldüğü gibi toprak ilhak etmek değildir. Emperyalist güçler yeniden paylaşım savaşlarını, bu topraklardaki ulus-devletlere tamamen son vermek ve onları sömürge statüsüne indirgemek üzere yürütmüyorlar. Çağımızda büyük kapitalist ülkelerin tutkusu sömürgecilik değil, emperyalist yayılmacılıktır. O nedenle bu ülkeler tam da emperyalist aşamanın özelliklerini sergiler biçimde, kendi nüfuz alanlarını genişletip pekiştirmek amacıyla buralarda yeni siyasal biçimler oluşturma derdindedirler. Rakip emperyalist güçler, etnik, dinsel, mezhepsel ve ulusal ayrımlar temelinde birden fazla parçaya bölünebilen coğrafyalarda yeni ulus-devletler yaratabilirler. Ortadoğu gibi istikrarsız bölgelerde, vaktiyle sınırları harita üzerinde cetvelle çizilmiş ulus-devletlerin sayısı değişikliğe uğrayabilir. Fakat bu tür gelişmelerle emperyalist yayılmacılığın doğası değişmiş olmaz. Emperyalist güçler açısından hedef, yeniden paylaşıma konu olan nüfuz alanlarında kendilerine bağlı hükümetler kurabilmek, siyaseten kontrol altına alınmış bölgelere kendi çıkarları doğrultusunda bir kapitalistleşme götürebilmektir. Diğer yandan genel eğilimi açıklayan gerçekliği vurgulamak gerekirse altını çizmeliyiz ki, dünya ölçeğinde yayılan kapitalizm aslında yerelliğin ve ulusallığın aşılması imkânını yaratmıştır. İrili ufaklı kapitalist ülkeleri eşitsiz ilişkiler temelinde birbirine bağlayan küreselleşme, az gelişmiş ülkeleri yalıtılmışlıktan kurtarıp dünya ekonomisi-

marksist tutum

ne entegre ederek yapısal bir değişime de neden olmaktadır. Kapitalizmin egemenlik alanını genişletmesi, dünya pazarlarının coğrafi olarak genişlemesi ve varolanların yeni ihtiyaçlar yönünde dönüştürülmesi anlamına gelir. Kapitalizm durağan ve bulduğuyla yetinebilecek bir ekonomik sistem değildir. Ve asıl önemlisi, geri iktisadi yapıların küreselleşen kapitalizmin etkisiyle çözülmesi ve dünya sistemine eklemlenmesi, tarihsel açıdan hiç de işçi sınıfının yolunu tıkayan bir gelişme eğilimi değildir. Zira insanlığın kurtuluşu küresel gelişimin durdurulmasını değil, kapitalist küreselleşmenin sosyalist küreselleşmeyle aşılmasını zorunlu kılıyor.

Çarpıtmalara dikkat! Kapitalizmin genişleme ihtiyacı içsel iktisadi yasalardan kaynaklanıyor, ama bu yasalar kendiliğinden hüküm icra etmiyorlar. İktisadi temelden yükselen dayatmaların fiiliyata dökülmesinde, ulus-devletlerin güttüğü siyaset ve çeşitli güçler arasındaki çatışmalar, savaşlar belirleyicidir. Bugün söz konusu iktisadi yasaların dipte yarattığı sarsıntı, öncelikle sistemin belirleyici güce sahip ülkelerinde hissedilmektedir. İktisadi temelden kaynaklanan zorunluluklar, bu ülkelerde hükümet değişikliklerine pek de bağlı olmaksızın genel ve uzun dönemli siyasi stratejilerin biçimlendirilmesini dayatmaktadır. En çarpıcı örneğine İngiltere’de Blair’in İşçi Partisi iktidarında tanık olduğumuz üzere, burjuva partileri arasında geçmiş dönemlere özgü sağ/sol ayrımı önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Sosyal-demokrat, sosyalist ya da İngiliz İşçi Partisi gibi burjuva “işçi partileri” ile liberal veya muhafazakâr diye adlandırılan burjuva partilerin uyguladıkları siyasi çizgi, geçmişe oranla çok daha açık ve çarpıcı biçimde büyük sermayenin güncel ihtiyaçları dahilinde şekilleniyor. Günümüzde ABD’nin Avrasya ölçeğinde egemen kılmaya çalıştığı yeniden paylaşım planı, esasında yalnızca Bush’un “neo-con”lar yani yeni-muhafazakârlar diye tanımlanan takımının hesaplarıyla sınırlı değildir. Büyük Ortadoğu Projesi (ya da yenilenmiş ismiyle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) bazı nüanslar bir yana, genelde Amerikan finans kapitalinin arzularını yansıtmaktadır. Bu stratejilerin ne ölçüde hayata geçirilebileceği ya da geçirilemeyeceği, kuşkusuz çatışan tarafların dünya güç dengesi içinde iktisadi, siyasi ve askeri açıdan tutacağı yere göre belirlenecektir. İktisaden az gelişmiş coğrafyalarda kendi pazar alanlarını genişletmek veya buraları kendi amaçlarına uygun şekilde dönüştürmek için harekete geçen emperyalist ülkeler karşısında bölgesel güçler eşitsiz bir konuma sahip bulunuyorlar. Buna rağmen, yeniden paylaşıma konu olan bölgelerde yer alan çeşitli ulus-devletlerin veya Şii/ Sünni, Türkmen/Kürt gibi farklı güç odaklarının kendi çıkarlarını korumak amacıyla şu ya da bu yönde harekete geçtikleri ve geçecekleri aşikârdır. Dolayısıyla bu değişik

29


marksist tutum

etken ve güçlerin olayların gidişatı üzerindeki etkisi kuşkusuz hepten ihmal edilemez. Fakat yine de, kapitalist sistem içinde kalındığı sürece iktisadi ve askeri açıdan güçlü pozisyonların baskın çıkacak karakterini asla unutmamak gerekiyor. İşin aslında, küreselleşen kapitalist dünyada çeşitli ulusal hareketlerin liderlikleri de dünya dengelerinin pekâlâ farkındadırlar. Hesaplarını buna göre yapmaktadırlar; rakip emperyalist güçler arasındaki çekişmelerden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki, yıllardır Marksizm adına ulusal direnişlere öylesine boyundan büyük anlamlar yüklenmiştir ki, neticede ulusal kurtuluş ve toplumsal kurtuluş hedefleri arasındaki muazzam kapsam farkı silikleştirilmiştir. Bugün bu tür çarpıtmalarla döne döne hesaplaşmadan, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu layıkıyla aydınlatmak mümkün olmayacaktır. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaratabileceği sonuçlara ilişkin abartılı ve yanlış görüşler, esasen kapitalizmin emperyalist aşamasının sistemin işleyişinde yarattığı değişimin inkârına dayanıyor. Devrimci Marksizmin emperyalizm çözümlemesi lafzen kabul edilse bile, içerik olarak genelde aynen sömürgecilik gibi ele alınıyor. Sınıfsal sorun gölgelenerek ulusal sorun ön plana çıkartılıyor. Buradan hareketle kapitalist sistemin az veya orta derecede gelişmiş bölge ve ülkeleri sanki sınıflarüstü bir “ezilenler diyarı” ilan ediliyor. Emperyalist güçlere iktisaden bağımlılık olgusu sömürge statüsü ile bir tutulup, siyasi bağımsızlığını kazanmış ülkelerde başta gelen sorunlar hâlâ ulusal kurtuluş mücadeleleri kapsamında değerlendiriliyor. Böylece bu tür kapitalist ülkeler burjuvazisi de, emperyalist güçler karşısında korunup desteklenmesi gereken bir tür “ezilen” unsur düzeyine terfi ettirilmektedir. Proletaryanın bağımsız mücadelesini güçlendirmek için seferber olmak yerine, patlak veren her bir sorun vesilesiyle bu “ezilen” burjuva hükümetlere destek çıkılmaktadır. Hafızaları tazeleyelim. Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerikan emperyalizmine karşı ezilen ulusun desteklenmesi bahanesiyle, aslında Irak işçi sınıfını, Kürtleri ve diğer azınlıkları ezen burjuva Saddam hükümetine destek sunulmuştur. Ve ne yazık ki bu tür siyasal tutumlar yıllardır devrimcilik adına, Marksizm adına da sürdürülmüş bulunmaktadır. Dikkatli olmak gerek! Zira bugün de emperyalist güçlerin az gelişmiş ve gelişmekte olan bölgelere yönelik stratejilerinin karşısına devrimci bir alternatif dikmek yerine, işçi ve emekçi kitleler ulusal kurtuluşçuluk çerçevesini aşmayan kısır bir döngüye hapsedilmek isteniyor. Emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadeleleriyle yenilgiye uğratılabileceği iddiası, yaşamın içinde asla doğrulanmayan, uğursuz ve gerçek dışı bir iddiadır. Toplumsal devrim mücadelesine dönüşmeyen bir ulusal kurtuluş mücadelesi, siyasal bağımsızlık hakkını elde ettiğinde dahi burjuva çözüm çerçevesini aşmış olmaz. Kendi ulus-devletini kur-

30

Eylül 2005 • sayı: 6

ma hakkını elde eden ve de kurmaya girişen bir ezilen ulus burjuvazisinin gözünü nereye dikeceği çok açıktır. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Kuzey Irak’ta Kürt bağımsızlık hareketinin başını çeken Barzani ve Talabani liderliklerinin tutumu ortadadır. Dolayısıyla, önemli bir konuda asla yanılmamak gerekiyor. Ulus-devlet örgütlenmesi üzerinde yükselen kapitalizmin, bir zamanlar sömürge statüsünde tutulan ülkelerde ulus-devletlerin kurulmasıyla esastan bir problemi yoktur. Gerçi Türkiye’de örneklendiği üzere ezen ulusun devlet kurucu bürokrat burjuvalarının, adeta yıllardır kendi varlık nedenlerinin simgesi haline gelen kırmızı çizgilerde ısrarı çeşitli çatışmalara neden olabilir, olmuştur da. Ama kapitalist ilişkilerin son tahlilde bu bürokratları da hizaya getirecek olan baskın karakteri asla küçümsenemez. Nitekim zaman içinde pek çok eski sömürge ülkede yeni ulus-devletler kurulmuştur. Ezilen ulusların bir bölümü yürüttükleri mücadeleler sonucunda siyasal bağımsızlıklarını kazanabilmişlerdir. Bu nedenle ulusal sorunun kapitalizm altında çözümünün asla mümkün olmayacağını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ama kuşkusuz ki, çözümden çözüme fark vardır. Günümüzde ABD’nin Irak’ı işgali temelinde gelişen olaylar sonucunda Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını burjuva çerçevede kullanmaları, yeni Irak yapılanmasında kurucu bir unsur olmaları veya federalizm isteklerini kabul ettirmeleri de bir çözümdür. Ne var ki bu tür çözümler her zaman rakip kapitalist güçlerin pazarlık kozu olmaya mahkûm olacaktır. Öte yandan, bir ulusal sorunun çözümü burjuva kapsamda kaldığı sürece, onu temsil eden ulusal hareketin şu ya da bu emperyalist güçten destek alması kendince gayet mantıklıdır. Böylece bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, pekâlâ o ulusun burjuva kesimlerinin öncülüğünde yeni bir ulus-devletin kurulmasıyla sonuçlanabilir, nitekim sonuçlanmıştır da. Ama unutmayalım ki, bu tür bir gelişme kapitalizmin yarattığı ve körüklediği ulusal bölünmüşlükten kaynaklı sorunları tamamen ortadan kaldırmaya asla muktedir olmayacaktır. Nereden bakarsak bakalım, ele alınan tüm sorunlarda olduğu gibi bu sorunda da bütünsel ve geri dönüşsüz bir çözümün ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla mümkün kılınacağı o kadar açık ki, belki de bu noktada fazlaca söze gerek yok. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır. ——————————————————— 1 Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.23 2 Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., Eylül 1975, s.516


Irak’ta Anayasa Pazarlığı Kerem Dağlı

Uluslar arasında gerçek ve kalıcı bir barışın ve kardeşliğin yaratılması, kapitalizm devam ettiği sürece, belki de her yerden daha çok, kaynayan Ortadoğu kazanında olanaksızdır. Evet, ulusal sorun kapitalizm altında çözülebilir, fakat kapitalist çözümler ne ezilen ve sömürülen emekçilerin sorunlarının çözüleceği anlamına geliyor ne de barış ve kardeşliğin kalıcı bir şekilde tesis edileceği anlamına. Bugün Ortadoğu’da bunun gerçekleşmesinin tek yolu proleter devrimden geçiyor.

A

BD emperyalizminin işgali altındaki Irak’ın işçi ve emekçi halkları, anayasa tartışmalarıyla birlikte bir kez daha egemen sınıfların yanında taraf olmaya zorlanıyorlar. Kalıcı bir anayasanın oluşturulması ve ülke genelinde kabul görmesi, emperyalistlerin ve Iraklı egemenlerin arzu ettiği doğrultuda “yeni” bir Irak’ın kurulması açısından son derece önemli görünüyor. Anayasa metni, kapitalist bir devlet olarak Irak’ın nasıl bir rejimle yönetileceğini, dolayısıyla Irak egemen sınıflarını oluşturan farklı kesimlerin –ve kuşkusuz bunların sırtını dayadığı emperyalist-kapitalist odakların– çıkarlarını, yönetimde alacakları rolü ve ekonomiden alacakları payı belirlemesi bakımından önem taşıyor. Dolayısıyla da sadece ülke içindeki egemenlerin değil, en başta emperyalist güçler olmak üzere bölgedeki diğer kapitalist devletlerin de dahil olduğu bir süreç söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında, anayasanın hazırlanmasına, pek çok belirsizliğin, çekişmenin ve yoğun bir “at pazarlığı”nın eşlik etmesi de kaçınılmazdır. Geçen yıl hazırlanan geçici anayasada, kalıcı anayasa taslağının 15 Ağustosa kadar hazırlanarak meclis onayına sunulması, 15 Ekimde referanduma gidilmesi ve 15 Aralıkta da bu çerçevede yeni hükümetin seçilmesi öngörülüyordu. Ancak, herkesin tahmin ettiği gibi, anayasa metninin hazırlanması sürecinde, zaten ulusal birlik görüntüsü vermekten uzak olan Kürt, Şii ve Sünni egemenleri arasında çetin bir siyasi pazarlık yaşandı.

31


marksist tutum

Eylül 2005 • sayı: 6

Halihazırda ve birkaç ertelemeden sonra anayasa metni meclise sunuldu ve Sünnilerin muhalefetine rağmen Kürtlerin ve Şiilerin anlaşmasıyla, oylama dahi yapılmadan referanduma götürülme kararı alındı. Mevcut yasaya göre ülke genelinde yapılacak referandumda, üç vilayetten “hayır” oyu çıkması durumunda anayasa metninin tekrar hazırlanması gerekiyor. Anayasa metni üzerinde, özellikle federalizm, yasaların İslami bir temele dayandırılması ve petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konularda ciddi bir tartışma devam ediyor. Sünni egemenlerle Şii ve Kürt egemenler henüz kendi aralarında bir uzlaşıya varmış değiller ve referandum sonucunda anayasa tasarısının reddedilmesi ihtimali giderek güçleniyor.

“Merkeziyetçi” Sünniler, “teokratik” Şiiler ve “ayrılıkçı” Kürtler Tartışmalı konuların başında; Irak’ın federal bir cumhuriyet olarak tanımlanması, Kürdistan bölgesinin kesin olarak tanınması ve yeni bölgelerin oluşumuna olanak sağlanması gibi hükümler geliyor. Özellikle Sünni grupların itiraz ettiği bu hükümlere göre, kuzeyde Kürtlerin ve güneyde de Şiilerin özerk bölgeler oluşturması mümkün olacak. Petrol yataklarının ve üretiminin de daha ziyade bu özerk bölgelerde kalacağını göz önüne alan Sünni gruplar, merkezi yönetimi zayıflatacak her türlü girişimin ülkeyi bölünmeye ve kendilerini de dışlanmaya götüreceğini söylüyorlar. Kuşkusuz asıl dertleri, zaten büyük ölçüde dışında kaldıkları siyasi iktidar mekanizmalarından tamamen yalıtılmak ve siyasi güçleri azaldığı ölçüde petrol gelirlerinden pay alamamaktır. Irak’ın üç ayrı özerk bölgeden oluşan bir siyasi yapıya kavuşması, onlar açısından kabul edilemez bir durumdur. Geçmişte Irak’ın tümünü yöneten bu kesimin siyasi çıkarları açısından bakıldığında, eski güçlerine kavuşmak uzak bir hayal haline gelmiş olsa da, en azından Kürtler ve Şiilerle “eşit” haklara sahip olmayı istemeleri kaçınılmazdır. Oysa federal yapı, nüfusun %60’ını oluşturan Şiilerin, Sünni kesim karşısında ciddi ölçüde güçlenmesi-

“İslam, devletin dini ve yasamanın ana kaynaklarından biridir” ifadesi, asıl olarak Şii din adamlarının İran’daki gibi anayasal bir statüye sahip olmak istemelerinden kaynaklıdır. “Ulema”yı oluşturan bu dini liderler, Şii burjuvazisinin temsilcisi ve parçasıdırlar.

ne yol açacağından, Sünni liderler, Kürtlerin özerkliğini kabul etseler bile yeni bölgelerin oluşmasına olanak tanıyan anayasa hükümlerine kesin surette karşı olduklarını belirtiyorlar. Yeni anayasa, ABD yönetiminin de baskısıyla, eski Baas yöneticilerine siyaset yapma yasağı getiriyor. Önce çok daha geniş kapsamlı olarak koyulması düşünülen bu yasak, nihayetinde yöneticilerle ve önde gelen isimlerle sınırlandırıldı. Büyük oranda eski Baasçılardan, Saddamın ordusunun subaylarından ve radikal dincilerden oluşan silahlı gruplar, işgal karşıtı direnişin de belkemiği durumundadırlar. Dolayısıyla hem direnişi zayıflatmak, hem de Sünni grupların anayasanın oluşturulması sürecine daha fazla iştirak etmelerini sağlamak için verilen tavizler sonucu, anayasadaki ilgili hüküm, “Saddam’ın Baas’ı yasaklanmıştır” şeklinde değiştirilmiştir. Fakat yine de bu tür kırıntılarla yetinmeye niyetli görünmeyen Sünni grupların temsilcileri, 15 Ekimde yapılacak referandumu boykot etmeyeceklerini fakat “hayır” oyunun çıkması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını belirtiyorlar. Yeni anayasa, Kürtlere fiili olarak elde ettikleri durumlarını yasalaştırma ve Şiilere de özerk bölgeler yaratma imkânı sağladığı için, bu iki kesim arasında, bu konuda bir anlaşmazlık yok. İşin aslı, Kürdistan adı altında bir özerk bölgenin oluşturulması hiç de yeni bir durum değildir. Neredeyse yüz yıldır bağımsız bir devlet kurmak Tartışmalı konuların başında; Irak’ın federal bir cumhuriyet olarak tanımlanması, Kürdistan bölgesinin kesin olarak tanınması ve yeni bölgelerin oluşumuna olanak sağlanması gibi hükümler geliyor. Özellikle Sünni grupların itiraz ettiği bu hükümlere göre, kuzeyde Kürtlerin ve güneyde de Şiilerin özerk bölgeler oluşturması mümkün olacak.

32


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

Yürüttükleri bağımsızlık mücadelesi on yıllardır emperyalistlerin çıkarlarına kurban edilmiş olan Kürtler, şimdi ortaya çıkan elverişli siyasal zeminden de yararlanarak, güney Kürdistan denilen bölgede bugün fiilen bir Kürt devleti kurmuş durumdalar.

için mücadele veren Kürtler, daha 1970 yılında Saddam rejimiyle özerklik hakkını da içeren bir anlaşma yapmışlar, fakat özerkliğin yanı sıra parlamento kurulmasını ve petrol gelirlerinden pay verilmesini de içeren bu anlaşma hiçbir zaman uygulamaya konmamıştır. Yürüttükleri bağımsızlık mücadelesi on yıllardır emperyalistlerin çıkarlarına kurban edilmiş olan Kürtler, şimdi ortaya çıkan elverişli siyasal zeminden de yararlanarak, güney Kürdistan denilen bölgede bugün fiilen bir Kürt devleti kurmuş durumdadırlar. Anayasada yer alan “bölgesel yönetimlerin, yasama, idari ve yargı yetkisi vardır” ibaresi, Kürtler açısından mevcut durumun yasalaştırılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Kürdistan’ın bağımsız bir devlet olarak tanınmasının zorlu ve uzun bir mücadelenin konusu olduğunun farkında olan Kürtler, şimdilik özerklikle yetineceklerini daha baştan ortaya koymuşlardı, fakat pazarlık payı bırakmak açısından da daha ileri talepleri öne sürmekte tereddüt etmediler. Fakat ABD yönetimi, Türkiye ve İran gibi bölgede söz sahibi olmak isteyen devletlerin ve Irak içinde de Sünni grupların yoğun itirazları karşısında, en azından şimdilik özerkliğin yeterli olacağına kanaat getirmiş, Kürtleri de buna “ikna” etmiştir. Diğer taraftan anayasa metnine Şiilerin baskısıyla koydurulan “İslam, devletin dini ve yasamanın ana kaynaklarından biridir” ifadesi ise, asıl olarak Şii din adamlarının İran’daki gibi anayasal bir statüye sahip olmak istemelerinden kaynaklıdır. “Ulema”yı oluşturan bu dini liderler, Şii burjuvazisinin temsilcisi ve parçasıdırlar. Siyasi otoritelerini sürdürebilmeleri, mevcut durumlarını yasal açıdan da meşrulaştırmalarıyla mümkündür. Dolayısıyla Kürtler ve Sünni kesimler karşı çıksa da, Şii egemenler açısından bu talep büyük önem taşıyor. Daha demokratik ve laik bir programa sahip Kürtlerle, bir kısım Sünni çevrelerin yoğun itirazlarına rağmen bu hükümler, küçük rötuşlarla da olsa anayasada yer almıştır. “Özgürlük ve demokrasi” uğruna Irak’ı işgal ettiğini iddia eden ABD emperyalizmi ise, şeriat rejimlerini andıran bu ifadelerin anayasada yer alması karşısında ses çıkarmamıştır. Anayasa metnindeki en tartışmalı konulardan birisi de, hiç kuşkusuz, petrol ve doğalgaz gelirlerinin paylaşımı meselesidir. Metinde yer aldığı haliyle “Varolan petrol ve doğalgaz kuyuları, üretimi yapan bölgelerle birlikte merkezi hükümet tarafından yönetilir. Gelirleri bölgelerin nüfusuna göre adilane dağıtılır” denerek çözülmeye çalışılan sorun, daha

birçok maddede de olduğu gibi Sünnilerin yoğun itirazlarıyla karşılaşmıştır. Nüfusa göre dağılım çerçevesinde Şii grupların kârlı çıkacağı gerçeği bir tarafa, Sünni kesimlerin asıl korkusu ülkenin kuzeyinde (Kürt bölgesi) ve güneyinde (Şii bölgesi) yoğunlaşmış olan petrol kuyularına ileride yenilerinin eklenmesi durumunda, buradan elde edilecek gelirlerin bölgesel yönetimler tarafından tutularak, daha ziyade ülkenin orta ve batısında yaşayan Sünnilerin söz hakkının ortadan kalkması ve en temel gelir kaynağından mahrum kalmalarıdır. Çünkü mevcut düzenlemeye göre, elde edilen gelirlerin merkeze gönderilmesinden önce bölgesel yönetimler, çeşitli fiili ve yasal düzenlemelerle bu gelirin ciddi bir kısmına el koyabilmekte ve bunu çeşitli yatırımlarda kullanabilmektedirler. Ayrıca önemli bir petrol şehri olan Kerkük, şu anda anayasa metnine göre Kürt bölgesine dahil olmasa bile, anayasada yer alan “bir veya daha fazla vilayetin bölge oluşturma veya bir bölgeye katılma hakkı vardır” ifadesi, ileride yapılacak bir seçim sonucu zaten Kürtlerin çoğunlukta olduğu bu kentin de Kürt bölgesine katılmasının önünü açmaktadır. Güneyde ise petrol üretiminin ve dağıtımının kalbi sayılan Basra zaten Şiilerin elinde olduğundan, Kürtler ve Şiiler açısından uzlaşma sağlanmış olsa da, Sünni gruplar kentlerin birleştirilip bölge oluşturma maddesini kabul edilemez bulmaktadırlar.

Ankara: “Tehlike yok” Irak Ulusal Meclisi’nde pazarlıklar devam ederken, ABD yönetiminin memnuniyet dolu açıklamaları bir tarafa bırakılacak olursa, ne AB devletlerinden ne de Rusya, Çin gibi ülkelerden ciddi bir açıklama gelmiştir. Genel olarak herkes yorum yapmaktan kaçınmakta ve beklegör politikası izlemeyi tercih etmektedir. Sessizliğin sebebi, Irak’ın siyasi zemininin kayganlığı ve sürecin her türlü gelişmeye açık oluşudur. Türkiye ve İran gibi bölgede söz sahibi olmaya çalı-

33


marksist tutum

şan devletlerin sözcüleri, yaptıkları açıklamalarda anayasa metnini olumlu karşıladıklarını ve yaşanan gelişmelerde şimdilik bir “tehdit” görmediklerini ifade ettiler. İran burjuvazisi, Irak’ın güneyindeki Şiilerin özerklik kazanmasını ve devlet yönetiminde de önemli ölçüde söz sahibi olmalarını sevinçle karşıladı. Anayasada yer alan “İslam’ın yasamanın ana kaynaklarından biri olması” ifadesi ve “Irak’ın Müslüman âleminin bir parçası” sayılması, Şii din adamlarının devlet yönetiminde etkin biçimde yer almalarını meşrulaştıracağından, İran’dakine benzer bir rejimin kurulması veya en azından ülkenin bir kısmında bu rejimin işlemesi hiç kuşkusuz İran’ın nüfuzunun artması anlamına gelebilir. Ne var ki, her iki ülkenin de temel vurgusu Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması üzerinedir. Hem TC hem de İran bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasından çekiniyorlar. Ve her iki devlet için bu korkunun asıl sebebi, kendi topraklarında yaşayan Kürt nüfusun bu gelişmelerden etkilenerek bağımsızlık taleplerini ve mücadelelerini yükseltmeleri ve belki de ayrılmaları ihtimalidir. Türkiye topraklarında bağımsız bir Kürt devletinin kurulacağı korkusu, TC’nin statükocu güçlerinin belirlediği geleneksel politikaya uzun yıllar damgasını vurdu. Türkiye’deki Kürt sorununa ilişkin olarak burjuvazi içinde fikir ayrılığı sürmektedir. Liberal burjuvazi Kürt sorununda kültürel özerklik gibi yaklaşımlar temelinde bir çözüm savunurken, statükocu kanat bu yaklaşımları şiddetle reddetmekte ve son dönemde olduğu gibi toplumu kendi çıkarları doğrultusunda provoke etmekten kaçınmamaktadır. ABD emperyalizminin Irak’ı işgaliyle doğan ortamda önemli siyasal mevziler elde eden Kürtler, yakaladıkları tarihsel fırsatı azami ölçüde değerlendirme çabasındadırlar. Fakat Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihi, aynı zamanda ihanetlerin ve emperyalistlerin çıkarlarına kurban edilmenin de örnekleriyle doludur. Bugün için ve kendi çıkarlarıyla örtüştüğü ölçüde ABD emperyalizmi, Kürtlerin güçlenmesine ve devletleşme doğrultusunda hayli yol almalarına izin vermiştir. Yine de, orta ve uzun vadede işlerin nasıl gelişeceğini kestirmek pek kolay değildir. Türkiye ve İran egemenleri, federal bir yapıya onay vermiş görünüyorlar. Onların bu onayını, bağımsız bir devletin ilan edilmesini engellemek için ve ABD’nin baskısıyla verilmiş bir taviz olarak değerlendirirsek, bağımsızlık mücadelesi ilerledikçe Kürtlerin karşılaşacakları tepkileri kestirmek zor değildir.

Gerçek çözüm nerede? Ulusal sorunun kapitalizm altında çözülmesi pekâlâ mümkündür. Ne var ki böylesi bir çözümün, emperyalistlerin hegemonya yarışından ve paylaşım kavgasından bağımsız olabileceğini düşünmek gerçekçi değildir. Tam da bu karakterinden ötürü, ulusal mücadelenin başını çe-

34

Eylül 2005 • sayı: 6

ken burjuva milliyetçi önderliklerin, emperyalizmin şu veya bu kampına sırtını dayamasına, onunla işbirliği yapmasına kızarak ezilen ulusun bağımsız devlet kurma hakkı konusunda aleyhte tutum takınmak da doğru değildir. Ne var ki Türkiye solunun bu konuda tutarlı ve ilkeli bir politika ortaya koyduğunu söylemek güçtür. Emperyalizme karşı olmak Amerikan karşıtlığı ile sınırlandırıldığından, anti-Amerikancılık adına Kürtlerin bağımsızlık mücadelesine karşı çıkılmaktadır. ABD emperyalizminin desteğinden faydalandığı ve onunla işbirliği yaptığı bahanesiyle Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı görmezden gelinmektedir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalistlerin bu bölgede sınırları cetvelle çizdikleri bilinmektedir. Şu anda da ABD emperyalizmi, Ortadoğu’yu ve Irak’ı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek niyetindedir. Özgürlüğe ve bağımsızlığa susamış halkları birbirine kırdırmak, onun iyi bildiği ve yıllardır uyguladığı bir politikadır. Bu yüzden, uluslar arasında gerçek ve kalıcı bir barışın ve kardeşliğin yaratılması, kapitalizm devam ettiği sürece, belki de her yerden daha çok, kaynayan Ortadoğu kazanında olanaksızdır. Evet, ulusal sorun kapitalizm altında çözülebilir, fakat kapitalist çözümler ne ezilen ve sömürülen emekçilerin sorunlarının çözüleceği anlamına geliyor ne de barış ve kardeşliğin kalıcı bir şekilde tesis edileceği anlamına. Bugün Ortadoğu’da bunun gerçekleşmesinin tek yolu proleter devrimden geçiyor. Ancak bu devrimle birlikte kurulacak olan Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu bölge halklarına kalıcı bir barışı ve kardeşliği getirebilir ve onları emperyalist-kapitalistlerin, petrol şeyhlerinin, kısacası tüm sömürgenlerin sömürüsünden kurtarabilir. 


Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme Özgür Doğan Devrimci Marksistler, özelleştirme sorununda, kapitalist devlet mülkiyeti ile kapitalist özel mülkiyet arasında bir taraf değildirler. Ne var ki bu konuda Türk solunda bir kafa karışıklığının yaygınlığı da bir gerçektir. Bu topraklardaki sol hareketin büyük bölümünün soruna sınıfsal bir pencereden bakamadığı, dar ulusalcı güdülerle hareket ettiği ve Kemalist devletçilik geleneğinden hâlâ yakasını sıyıramadığı görülüyor.

T

ürkiye kapitalizminin dünya pazarına daha derinden entegrasyonu çabalarının özellikle yoğunlaştığı 80’li ve 90’lı yıllarda, burjuvazinin gündeminden hiç düşürmediği konulardan biri “özelleştirmeler” idi. İktisat profesörlerinden, gazetecilere, hukukçulara, aydınlara kadar geniş bir burjuva ideologları yelpazesi, bu dönemde hep özelleştirmenin nimetlerinden dem vurdular. Bu sorun burjuvazi tarafından –çöken SSCB örneğinden de hareketle– geniş bir ideolojik saldırının da en rağbet gören argümanlarından biri haline getirildi. Öyle ki, Türk burjuvazisinin gelmiş geçmiş en sığ başbakanlarından Tansu Çiller, “komünizmin sadece Türkiye’de halen ayakta olduğunu” söylemeye kadar vardırdı işi. Niçin söylemesin ki! Komünizm denildiğinde, 12 Eylül rejiminin bu sığ iktisat profesörünün aklına, devlet mülkiyeti ve devletçilikten başka bir şey gelmiyordu. Bu değerlendirme, onun ardından birçok başka burjuva siyasetçi ve akademisyen tarafından da dillendirildi. 80’li yıllarda tüm dünyada başlayan neo-liberalizm rüzgârının bir parçası olarak gündeme gelen ve Türkiye’de de esintilerini hissettiren özelleştirme sorununa, sendikacılardan, sosyalist siyasi çevrelere kadar geniş bir yelpaze, devletçi ve ulusalcı bir bakış açısıyla yaklaşmayı tercih ettiler. Önce, “devlet işletmelerinin zarar ettiği ve bunun da halkın sırtına binen bir yük olduğu” şeklindeki burjuva argümanlarla boğuşulmaya ve sözde sol profesörlerin de yardımıyla bu argümanın tersi kanıtlanmaya çalışıldı. Zamanla bu tür argü-

35


marksist tutum

manlarla karşı çıkışın yetersizliği pratik olarak görüldü. Ardından özelleştirmeye daha cepheden karşı çıkış izlerini taşıyan karşı argümanlar geliştirildi. Genel bir “popülist” söylemin arkasına sığınılmaya çalışıldı. Devlet işletmelerinin nasıl halkın genel çıkarına olduğunun altı çizildi uzun uzun. Halen de çiziliyor. Yanı sıra, özelleştirmenin ülke kaynaklarını emperyalist sermayeye ve onun yerli işbirlikçilerine peşkeş çekmek anlamına geldiğinden, bu kaynakların değerlerinin çok daha altında, ucuz bir fiyatla satıldığından vs. dem vuran “muhasebeci sosyalizm” örnekleri ortalığa serildi. Bu da yetmedi, gelecekteki sosyalist Türkiye’nin de bir sanayiye ihtiyacı olduğu, özelleştirmenin sanayisizleşme anlamına geleceği gibi iddialara sığınıldı. Böylece, bir yanıyla sözde “anti-emperyalist” gerçekte ulusalcı-devletçi bir söylemin, diğer yanıyla da halkçı ideolojinin temel taşlarından biri haline getirildi özelleştirme karşıtlığı. Ama en temel çarpıtmalar ve görünüşte en “bilimsel” izahlar, devlet mülkiyeti kavramı üzerinden geliştirildi. İşin aslında bu sonuncu nokta hiç de yeni değildi ve gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin ulusalcı-devletçi geleneğinin bir uzantısı idi. Yazımızda kısaca bu konuyu ele alacağız. Ancak daha baştan belirtmek gerekiyor ki, devrimci Marksistler, özelleştirme sorununda, kapitalist devlet mülkiyeti ile kapitalist özel mülkiyet arasında bir taraf değildirler. Ne var ki bu konuda Türk solunda bir kafa karışıklığının yaygınlığı da bir gerçektir. Bu topraklardaki sol hareketin büyük bölümünün soruna sınıfsal bir pencereden bakamadığı, dar ulusalcı güdülerle hareket ettiği ve Kemalist devletçilik geleneğinden hâlâ yakasını sıyıramadığı görülüyor. Oysa burjuva devletin özelleştirme programına karşı, bu tür milliyetçi-devletçi argümanlara en küçük bir taviz vermeden de mücadele etmek mümkündür! Yeter ki, bu programın boyutları, uluslararası içeriği ve işçi sınıfı açısından yaratacağı gerçek sonuçlar doğru kavranabilsin. Burjuvazinin özelleştirme programı elbette ki işçi sınıfını ilgilendiriyor, ama kapitalist mülkiyet biçiminde yarataca-

36

Eylül 2005 • sayı: 6

ğı değişiklik açısından değil, işçi sınıfının işine, ekmeğine, sendikal örgütlülüğüne ve sosyal haklarına yönelik bir saldırı boyutu olduğu için. Özelleştirmenin işçi sınıfını ilgilendiren tek yanı budur, yoksa patronunun kapitalist devlet mi yoksa kapitalist özel bir şirket mi olduğu değil. Öte yandan bu noktadaki kafa karışıklığı, yalnızca devlet mülkiyetine ilişkin çarpıtmalarla sınırlı kalmıyor. Özellikle sendika bürokratları cenahında, işyerlerinin kapanmasını, işten çıkarmaları, ağır çalışma koşullarını, düşen ücretleri, sendikasızlaştırmayı, taşeronlaştırmayı vb. kapitalizmin sonuçları olarak değil de, bir hükümet politikası olarak (özelleştirme politikaları) sunmayı tercih eden bir tutum hakim. Ama aynı tutumların kimi sol çevrelerde de ortaya çıkması işin vahametini bir kat daha arttırıyor. Bu “çarpık” kapitalizmin yerine, adam gibi işleyen bir kapitalizm isteyen sol çevrelerin özellikle 90’lı yıllarla birlikte burjuva ideolojisinin etkilerine çok daha açık hale geldiklerinin de bir kanıtıdır bu. Sendikal bürokrasi, reformist temelde bile olsun bir karşı çıkışı sınıf mücadelesi alanında örgütlemekten ısrarla kaçıyor. Sınıf bir kez harekete geçtiğinde, kendi koltuklarının da sallanacağının bilinciyle ve bu hareketin nerede duracağını kestirememenin telâşıyla sendikal bürokrasi sorunu burjuva partiler arasında mekik dokuyarak bir hal yoluna sokmaya çalışıyor. Son günlerde sendika ağalarına karşı artan tepkiler, bu korkularının kendi açılarından hiç de yersiz olmadığını kanıtlıyor. Gerçekte başta Türk-İş bürokrasisi olmak üzere bu sendika ağaları, çeşitli burjuva partilerle ve hükümetle, özelleştirmenin kendi koltuklarına ve aidat fon gelirlerine zarar getirmeden nasıl yapılabileceğinin pazarlığını yürütüyorlar. Marksistler, işyerlerinin kapanması, işten çıkarmalar, ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi sorunların şu ya da bu hükümet politikasından veya şu ya da bu partinin basiretsizliğinden kaynaklanmadığını, tüm bu sorunların temelinde kapitalizmin yattığını bilirler. Kapitalizm varolduğu sürece bu tür sonuçlar kaçınılmazdır. Bizi burada ilgilendiren kapitalistlerin bu tür tedbirlerinin işçi sınıfına maliyetidir. Bir savunma mevzisi olarak öne çıkartılması gereken unsurlar sınıfın gasp edilmek istenen kazanımları olmalıdır. Ne var ki, bu savunma mevzisini ne mevcut statükonun aynen korunması hedefiyle oluşturabiliriz ne de bu mevzide yığılması gereken sınıf güçlerini sınıfın yalnızca bu somut saldırıyla doğrudan ilgili kesimleriyle sınırlayabiliriz. İşsizlik, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleştirilmesi gibi tehditlere karşı, sınıfın, örgütlü ve örgütsüz, gerek devlet işletmelerinde çalışan kesi-


Eylül 2005 • sayı: 6

mini gerek “özel sektör”de çalışan kesimlerini gerekse de her ikisinde de bir iş bulamayan milyonlarca işsizi bir bütün olarak seferber etmek, söz konusu saldırıları kararlı bir biçimde geri püskürtebilmenin temel yoludur. Sınıfın genelleşen ve birleşen hareketi onu devletle ve yasalarla karşı karşıya getirdiği ölçüde, bir savunma mevzisi olarak inşa edilmiş bu direniş hattı, bir saldırı hattına dönüşmenin dinamiklerini de barındırır. Dolayısıyla, komünistler, bu tür saldırıları göğüslemek için verilmesi gereken mücadeleyi, ne eski statülerin korunması hedefiyle ne de geçici kazanımlar ve kırıntılar elde edilmesi perspektifiyle değil, proleter devrimle bağlantısı içerisinde ele almak zorundadırlar. İşçi sınıfını iktidar yolundan saptıran devletçi-milliyetçi anlayışlarla mücadele her dönem tavizsiz yürütülmeyi gerektiren bir görevdir. Bu nedenle, sorunun gerçek bam teli olan burjuva devlet ve devlet mülkiyeti konusu üzerinde durmak istiyoruz.

Devlet, kamu, mülkiyet “Devlet mülkiyeti” kavramının burjuva iktisatçılar tarafından “kamu mülkiyeti” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılması, burjuva ideolojisinin en temel argümanlarından biri olan devletin bütün toplumun temsilcisi olduğu argümanının mantıksal sonucudur. Bundan ötürü söz konusu kullanım, bu temel burjuva argümanı meşrulaştırmak ve emekçi kitlelerin bilincine kazımak için sık sık karşımıza çıkar. Buna göre devlet, tüm vatandaşlarına aynı uzaklıkta bulunan, sınıflardan ve sınıflar arasındaki mücadeleden bağımsız ve tarafsız bir aygıttır. Kamu mülkiyeti kavramı tüm toplumun mülkiyeti anlamına gelir. Durum bu olduğunda, devlet mülkiyeti kavramı ile kamu mülkiyeti kavramının birbiri yerine kullanılması, devlete ait olan mülkiyetin tüm topluma ait olduğu varsayımına dayanır. Burjuvazinin bu temel ideolojik argümanı, yalnızca işçi sınıfının geniş kitleleri arasında değil, onların temsilcisi olduğu iddiasındaki sol hareketin çok büyük bir kesiminde de doğrudan olmasa bile dolaylı yankılar bulmaktadır. Durum bu olunca, devlet mülkiyetine kamu mülkiyeti olarak bakılmasının, sol harekette yaygın bir ifade kolaycılığından kaynaklandığını ileri sürmek de pek kolay gözükmüyor. Örneğin, ele aldığımız özelleştirme sorunu söz konusu olduğunda, sol hareketin bazı kesimleri, devletin yerli ve yabancı kapitalistler tarafından soyulduğundan dem vurabiliyorlar. Onlara göre devletin mali kaynakları ve devlete ait işletmeler, yerli ve yabancı kapitalistlere peşkeş çekilmektedir. Böylelikle alttan alta devletin halkın devleti olduğu kabul edilmekte, emekçi kitleler arasında son derece yaygın olan bu inanç üzerinden politika yaparak kolayca prim toplanacağının hesabı yapılmaktadır. Bu politik temelden hareket edenlerin, yeri geldiğinde, aynı

marksist tutum

devletin ve temsil ettiğini varsaydıkları ulusun “onur”undan, “ulusal çıkarlarımız”dan dem vurmaları, emekçi kitlelerin yaygın bilincine, yani burjuva bilincine seslenerek milliyetçi “hassasiyetler”i kaşımaları hiç de tesadüf değildir. Oysa, sorulması gereken ilk soru kimin kimi soyduğudur. Burjuvazi devleti soyuyorsa, bu devlet kimin devletidir? Bu devlet burjuvazinin devleti olduğuna göre, “bazı kötü siyasetçiler”in devletin kaynaklarını burjuvazinin şu ya da bu kesimine “peşkeş çekiyor” olmasından işçi sınıfı neden üstüne alınmak durumundadır? Gerçekte, burjuvazinin şu ya da bu kesimi böylesine bir “soygun”la, bir bütün olarak burjuvaziye ait olan kaynakları diğer kesimlerin aleyhine olacak şekilde kendi cebine indirmektedir. Bu “soygun”a karşı avazı çıktığı kadar bağıran burjuvalar, bunu “halkın çıkarları” için değil, kendilerine bundan pay düşmediği için yapıyorlar. Solculuk adına, “halkın malları peşkeş çekiliyor”, “devlet soyuluyor”, “yolsuzluklar artıyor” şeklinde çığlıklar atmak, işçi sınıfını, söz konusu “soygun”dan nasiplenemeyen burjuva kesimlerin peşine takmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Marx ve Engels’in defalarca yineledikleri gibi, kapitalist toplumda devlet “tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değil” ise, bu “komite”nin fonları da esasen bir bütün olarak burjuvaziye aittir ve onun hizmetinde kullanılması için vardır. İşçi sınıfını ilgilendiren şey, sınıfın soyulması temelinde elde edilen bu fonlardan şu ya da bu burjuva kesimin daha fazla nasiplenmesi vb. değildir. Onu ilgilendiren şey, artı-değer sömürüsüne dayalı bu soygun sisteminin, yani bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasıdır.

“KİT’ler halkın malıdır!” Ya diğerleri? Sol hareketin büyük bir bölümünde hakim olan aynı dar kafalı küçük-burjuva bakış açısı, ister kamu mülkiyeti olarak ister devlet mülkiyeti olarak adlandırılsın, kapitalist toplumda, devlete ait işletmelerinin “halkın malı” olduğu söyleminde de kendisini ele vermektedir. Türkiye’de devlete ait sanayi işletmelerinin bir kısmı, “kamu iktisadi teşebbüsleri” (KİT) olarak adlandırılıyor. Değindiğimiz gibi bu işletmelerin “kamu” işletmesi olarak sunulması baştan aşağıya ideolojik bir boyuta sahiptir. Bu tür kuruluşların sahibi devlettir diye bu kuruluşlar “halkın malı” olmuyorlar. Kapitalizmde devletin hiçbir malı halkın malı değildir. Çünkü devlet bir bütün olarak burjuvazinin malıdır. Bu nedenle işçi sınıfı açısından, patronun özel kapitalistler mi, yoksa onların temsilcisi olan devlet mi olduğu sorusunun tek başına bir anlamı yoktur. KİT’lerin halkın malı olduğu iddiasını gerekçelendirmek için kimileri yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin sınıf karakterini gizleyen en kabasından küçük-burjuva görüşler ileri sürerken, kimileri de sözümona daha bilim-

37


marksist tutum

sel, daha Marksist görünümlü tezler ileri sürüyorlar. “Bu işletmelerin emekçilerden alınan vergilerle kurulduğunu ve bu nedenle de gerçekte onlara ait olduğunu” söylüyorlar. Oysa gerçek şudur ki, özel kapitalist işletmelerin olduğu gibi devlete ait kapitalist işletmelerin (KİT’lerin) sermayesi de vergilerle değil, temelde, emekçilerin sömürüsüyle oluşur ve büyür. Doğanın doğrudan sunduğu kaynaklar bir tarafa bırakılırsa, kapitalist toplumda zenginliğin en temel kaynağı ücretli emeğin sömürüsünde yatmaktadır. İster kâr olarak sanayicinin cebine, ister faiz olarak bankacının cebine, isterse de rant olarak toprak sahibinin cebine girsin, tüm bunların temelinde işçinin karşılığı ödenmemiş emeği yani artı-değer vardır. Kapitalist sistem sürdüğü sürece, işçi sınıfının sömürüsüyle yaratılan her iki sektördeki işletmeler de ne hukuken ne de fiilen işçi sınıfının “mülkü”dür. Onun çalışmasının ve sömürülmesinin ürünüdür, hepsi bu. Çünkü bu toplumda işçiler, tüm değerleri yaratmış olmalarına karşın, kendileri için ücretten başka bir şey elde edemezler. Aksi takdirde, kelimenin gerçek ve bilimsel anlamıyla işçi sınıfı, ücretli emekçiler sınıfı olmaktan çıkardı. Şöyle deniliyor Komünist Manifesto’da: “İyi ama, ücretli emek, işçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Ne gezer. Ücretli emek sermaye yaratır, yani ücretli emeği sömüren cinsten mülkiyet yaratır, ki bu sermaye de bir şartla artar: yeni sömürü için yeni ücretli emek arzı yaratmak şartıyla.” Dolayısıyla yaratılan mülkiyet, kapitalist mülkiyettir. Marksizmin bu temel ve basit gerçeğini reddedercesine, “KİT’ler halkındır satılamaz” türünden söylemler geliştirmek, gerek devlet teorisi gerekse de mülkiyet hakkı başlıklarındaki temel tezleri itibarıyla burjuva ideolojisini benimsemek anlamına gelir. Ama kimsenin hakkını da yememek gerekir! Bu söylemlerle hareket edenler, her devletin egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi olduğu şeklindeki temel Marksist önermeyi yeri geldikçe bilgiççe tekrar ederler. Hatta (kimileri belirsiz bir geleceğe erteleyerek de olsa) bir bütün olarak burjuvazinin mülksüzleştirilmesi hedeflenir. Ama sorun tam da bu noktadadır; “KİT’ler halkın malıdır” saçmalığıyla Marksist önermeleri yan yana sunmak, işçi sınıfının kafasını bulandırmaktan, hem de, devletin sınıfsal anlamı ve özü konusunda kafa bulandırmaktan başka bir anlama gelmeyen küçükburjuvaziye özgü bir tutumdur.

Devlet mülkiyeti İşçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca, devlet mülkiyeti üzerine sosyalist hareket içerisinde birçok tartışma yaşandı. Tüm bu tartışmalar sırasında esas olarak iki temel eğilimin belirdiğini görüyoruz. Birincisi, devlet mülkiyetini bir fetiş haline getiren ve onu devletin sınıfsal tabiatından bağımsız olarak ele alarak, her dönemde özel mülkiyete göre tarihsel bir ilerleme olarak değerlendiren devletçi gelenek. Bu gelenek, sosyalizmin, bizzat kapitalist

38

Eylül 2005 • sayı: 6

toplumda devletin üretim araçlarını kendi mülkiyeti altında toparlamasıyla gelişeceğini savunan Lassalcı devlet sosyalizmi anlayışı ve aslen bu anlayıştan türeyen reformizden, sosyalizmi devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve tek parti diktatörlüğü altında bir ulusal kalkınma çizgisine indirgeyen Stalinist anlayışa kadar uzanır. Birbirlerinden birçok temel noktada ayrı düşen bu farklı siyasal akımlar, son tahlilde, devlet mülkiyetini sınıflardan bağımsız olarak ele alan bir ortak paydada buluşurlar. Geçerken belirtmeliyiz ki, Troçkist hareket içinde de, genel olarak devlet mülkiyetini özel mülkiyete göre tarihsel bakımdan ileri bir adım olarak değerlendiren bazı yanlış anlayışlar mevcuttur. Bu devletçi geleneğin karşısında ise esas olarak Marksizm yer alır. Marksizm, devlet mülkiyeti söz konusu olduğunda, bu mülkiyet biçimini, üretim ilişkilerinden ve onun hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak ele almaz. Sınıflardan ve sınıfların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinden kopuk olarak ele alındığında devlet mülkiyeti kendi başına salt bir biçimden ibarettir. Bu devletçi geleneğin karşısında ise esas olarak Marksizm yer alır. Marksizm, devlet mülkiyeti söz konusu olduğunda, bu mülkiyet biçimini, üretim ilişkilerinden ve onun hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak ele almaz. Sınıflardan ve sınıfların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinden kopuk olarak ele alındığında devlet mülkiyeti kendi başına salt bir biçimden ibarettir. Onu anlamlı kılacak olan şey, bu biçimsel kabuğun nasıl bir öze sahip olduğu, hangi sınıfın çıkarlarıyla doldurulduğudur. Tam da bu noktada sorun üretim araçlarının mülkiyetinin devletin elinde olup olmadığından uzaklaşır. Sorun artık devletin kimin mülkiyeti durumunda olduğu noktasından, yani devletin sınıfsal tabiatının tespitinden kalkarak ele alınmak zorundadır. Böylece Marksistlerin devlet mülkiyetine ilişkin tutumu, devletin hangi sınıfın egemenlik aracı olduğu saptamasından hareket eder. Bir başka deyişle Marksistler, devlet mülkiyetine a priori ilerici bir misyon biçmezler. Böyle bir misyona sahip olabilmesi için devletin bizzat proletarya tarafından fethedilmesi ve doğrudan işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerine (yasama ve yürütme gücünü kendinde toplamış dinamik işçi meclisleri) dayanması gerekir. İşçi devletinin oluşumuna dair bu temel önkoşul yerine gelmediği sürece, devlet mülkiyeti, ne tarihsel ilerlemenin bir manivelâsı ya da ifadesidir, ne de işçi sınıfının çıkarına olarak addedilebilir. 20. yüzyılda yaşanan bürokratik-despotik diktatörlükler, bu Marksist saptamanın ne denli doğru olduğunu aslında ziyadesiyle kanıtlamıştır. Ancak bu deneyimden ders çıkarmak istemeyenler, devlet mülkiyetini bir fetiş


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

devlet mülkiyeti bir bütün olarak burjuvazinin kolektif mülkiyetini ifade eder. Engels Anti-Dühring’de kapitalist devlet ve onun mülkiyetinin işçi sınıfı için ne anlama geldiğini şu şekilde ifade ediyor: Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır. (Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.441)

olarak ele almaya devam ediyorlar. Bırakalım SSCB ve onun gibi bürokratik oluşumları, gerçek bir işçi devletinde bile, devlet mülkiyeti henüz tam anlamıyla toplumsal mülkiyeti, yani tüm toplumun doğrudan ortaklaşa mülkiyetini temsil edemez. Bunun temel sebebi, böylesi bir geçiş döneminde, sınıfların henüz ortadan kalkmamış oluşudur. Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı bir dönemde devlet mülkiyeti, toplumun tümünün değil, ancak iktidarı elinde tutan sınıfın fiili ortak mülkiyeti anlamına gelecektir. Dahası, bizzat devletin varlığı, üreticilerin üretim araçları üzerinde doğrudan değil, dolaylı bir egemenlik kurması anlamına gelir. Devlet mülkiyetinin kamu mülkiyeti olduğunu söylemek ya da bu mülkiyet biçimini toplumsal mülkiyetle eşitlemek son derece yanlıştır. Doğrusu şudur ki, Devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır ama sadece bir adımdır. Kaldı ki bu tarihsel işlevini yerine getirebilmesi için, proleter devletin gerçekten işçi sınıfının kendi öz örgütlülüğüne (işçi konseylerine, sovyetlere) dayanması ve yasama-yürütme erkinin doğrudan işçilerin elinde toplanmış olması (doğrudan demokrasi) gerekir. Eğer bu dönemde devletin yönetimini, her ne biçim altında olursa olsun, işçiler değil de onlar “adına” başka birileri (örneğin bürokrasi) sahiplenirse ve işçiler kamusal-siyasal yaşamın dışına itilirlerse, o takdirde ileriye (komünizme) doğru gelişme kesintiye uğrar ve devlet mülkiyeti tarihsel işlevini yerine getiremez. (Mehmet Sinan, Marksizm ve Merkezcilik)

Kapitalist toplumda devlet mülkiyeti Kapitalizmde devlet burjuvazinin örgütlenmesinden başka bir anlama gelmediğinden, devletin sahip olduğu üretim araçları ile işçi sınıfı arasında, hakimiyet, denetim, yönetim vb. şöyle dursun, sömürü ilişkisinden başka hiçbir türden bir ilişki söz konusu değildir. Bu toplumda

Kapitalist toplumun temel çelişkisi, üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkidir. Her geçen gün toplumsallaşma düzeyi daha da yükselen ve bugün artık ancak dünyasal ölçekte düşünülebilecek olan üretim faaliyeti ve onun asli unsurları, burjuva özel mülkiyet üzerinde muazzam bir basınç yaratır. Burjuva özel mülkiyetin tek tek bireylerin mülkiyeti olmaktan giderek daha geniş kolektiflerin kapitalist mülkiyetine dönüşmesi eğilimi bu basıncın dışa vurumudur. Ne var ki, üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve artık bireysel özel mülkiyetle bağdaşmaz bir düzeye yükselişinin belirtisi olan bu eğilim, kapitalizmin çelişkisini çözmez, tersine onu daha da sancılı bir hale getirir. Başlangıçta kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyeti temelinde örgütlenen kapitalist üretim süreci, hisse senetli anonim şirketlerin gelişmesi ve tekelleşmesi sonucunda, üretim sürecinin dünya ölçeğinde dev ölçekli sermaye grupları tarafından organize edildiği bir sürece dönüşmüştür. Emperyalizm dönemi ilerledikçe tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, üretimin alabildiğine toplumsallaşması, kapitalizmin neredeyse kendi özünü inkâr ettiği bir noktaya doğru hızla ilerlemesi anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu Marksist analiz, kapitalizmin tekelci gelişiminin içerdiği ana eğilime, onun gidişatına, onun yerini komünizmin alması gerektiğine işaret ediyor. Ancak kapitalizm kendiliğinden, doğal bir evrimin sonucunda yerini komünizme bırakmayacaktır. Bu niteliksel dönüşümün olabilmesi için proleter devrimlerle dünya kapitalist sisteminin yıkılması zorunludur. (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme)

Demek ki, ister tek tek burjuvaların, ister grup halinde burjuvaların, isterse de kapitalist devletin elinde olsun, bu mülkiyetin sınıfsal karakteri burjuva olarak değişmeksizin kalır. Görünüşte birbirinden farklı olan bu mülkiyet biçimleri gerçekte bir ve aynı mülkiyet ilişkisi temeli üzerinde yükselirler: kapitalist mülkiyet ilişkisi. Dolayısıyla bir işletmenin devletleştirilmesi onun burjuva mülkiyeti olmaktan çıkmasına yol açmadığı gibi, devlet elindeki bir işletmenin özelleştirilmesi de ona öncesinde sahip olma-

39


marksist tutum

dığı yeni bir sınıfsal karakter yüklemez. Engels’in dediği gibi; “ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.” (Anti-Dühring) Durum bu olduğunda şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.

Reformizm ve devlet mülkiyeti Sol hareket içerisinde, kapitalist toplumda devlet mülkiyeti ile özel mülkiyeti birbirinden kalın çizgilerle ayırt etme eğilimi, daha önce de belirttiğimiz gibi gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin bir uzantısı olarak son derece güçlüdür. Bu ayrımın doğrudan sonucu devlet mülkiyetinin kapitalist toplumda bile savunulması gerektiği düşüncesidir. Sendikaların başına çöreklenmiş bürokratlar bu ayrımı, gerçekte, devlete ait işletmelerde çalışan işçilerden kesilen aidat gelirlerini kıllarını bile kıpırdatmadan ceplerine indirmek ve bu tatlı hayattan feragat etmemek için savunuyorlar. Bunda şaşacak bir şey de yok! İşin tuhaf tarafı, bir yandan sendika ağalarına haklı olarak küfredip duran birçok sol siyasi çevrenin de aynı ayrımı, aynı argümanlarla ve aynı söylemle sahipleniyor oluşudur. Böylesi küçük-burjuva anlayışların sorunu popüler bir ağızla ifade etmeleri ile daha teorik bir cilayla ortaya koymaları arasında bir fark yoktur. İkinciler, birin-

40

Eylül 2005 • sayı: 6

cilerin söylediklerini daha usturuplu bir biçimde ifade ediyorlar, hepsi bu. Devletin sınıfsal karakterini çok açık olarak dile getirmekle birlikte, yine de devlet mülkiyetinin tercih edilmesi gerektiğini savunan görüşlere Marksist saflar içinde bile rastlanabilmektedir. Bu görüş, devlet mülkiyetinin kapitalizm koşullarında bile işçi ve emekçilerin kısa vadeli çıkarlarına daha denk düşeceği ve uzun vadede ise sosyalizme geçişi kolaylaştıracağı iddialarına dayanmaktadır. Böylelikle devlet mülkiyeti, devletin kimin devleti olduğundan bağımsız olarak, işçilerin ve emekçilerin hem güncel hem de tarihsel çıkarları açısından daha iyi, daha olumlu, tercih edilmesi gereken bir kapitalist mülkiyet biçimi olarak kutsanmış olmaktadır. Kapitalizm altında devlet mülkiyetinin işçi sınıfının güncel çıkarlarına neden daha denk düşeceği konusunda özetle şunlar söyleniyor: 1) Devlet işletmeleri, kapitalizmin hareket yasaları karşısında –özel sektörün tersine– çok daha korunaklı bir konuma sahiptir. Çünkü devlet, üretilen toplam toplumsal değerin önemli bir bölümünü devlet geliri olarak kullanma kapasitesine sahiptir. 2) Devlet işletmeleri, işçi ve emekçilere daha fazla taviz vermek zorunda kalır. Sol hareket içerisinde, kapitalist toplumda devlet mülkiyeti ile özel mülkiyeti birbirinden kalın çizgilerle ayırt etme eğilimi, daha önce de belirttiğimiz gibi gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin bir uzantısı olarak son derece güçlüdür. Bu ayrımın doğrudan sonucu devlet mülkiyetinin kapitalist toplumda bile savunulması gerektiği düşüncesidir. Engels burjuva devlet için “üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür” diyordu. Oysa, yukarıdaki satırlarda dile getirilen anlayış, kapitalist devlet işletmelerinin ve devletin, toplumun genel çıkarları doğrultusunda şu ya da bu ölçüde baskı altına alınabileceğini, devlet işletmelerinin kapitalist üretimin şu ya da bu ölçüde dışında tutulabileceğini savunuyor. Ama bu tastamam reformizmdir. Aynı anlayış, uzun vadeden bakıldığında da devlet mülkiyetinin yine özel mülkiyete tercih edilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Kapitalizm koşullarında üretim ve dolaşım araçlarının büyük bir bölümünün zaten devlet mülkiyeti altına girmiş olmasının, işçi sınıfı iktidarı ele aldığında ona büyük bir avantaj sağlayacağı söylenmektedir. Peki neymiş bu avantaj? Kapitalizm altında ne kadar çok üretim aracı devlet mülkiyetinde olursa, işçi iktidarında devletleştirmeler o kadar kolay ve sorunsuz bir bi-


Eylül 2005 • sayı: 6

çimde gerçekleştirilebilirmiş. Devrimci Marksist kavrayışa sahip bir kişinin akıl erdiremeyeceği bu “avantaj”, gerçekte kapitalizme karşı mücadeleyi çarpıtan bir zihniyetin ürünüdür. Bir kere her şeyden önce, işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkma mücadelesi, kapitalist devlet aygıtının ele geçirilerek, olduğu şekliyle sahiplenilmesini değil, onun baştan aşağıya yıkılmasını gerektirir. İkincisi, kapitalist düzeni ortadan kaldırmak demek, bir bütün olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermek anlamına gelir. Unutmayalım ki, mülkiyet ilişkileri üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesidir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi, yalnızca kapitalist özel mülkiyetin değil, kapitalist bürokrasinin yönetimi ve denetimi altındaki devlet mülkiyetinin de ilgası demektir. Eğer proletaryanın devrimci iktidarına karşı gerici bir direnç söz konusu olacaksa, bu yalnızca özel kapitalist işletmelerin ele geçirilmesi sürecinde değil, kapitalist devlet işletmelerinin ele geçirilmesi sürecinde de söz konusu olacaktır. Üçüncüsü, devlet mülkiyetinin kapitalist biçimiyle, proleter biçimi arasında bir bütün olarak toplumun kapitalist örgütlenmesini yıkıp geçecek koskoca bir proleter devrim yer almaktadır. Sonuç olarak, devlet mülkiyetinin sınıfsal karakterini tamamen göz ardı ederek, işçi devleti altında gerçekleştirilecek devletleştirmeleri basitçe bir el değiştirme düzeyine indirgeyen zihniyet Marksizme tamamen yabancıdır. Ayrıca siyasal iktidarı zapteden proletaryanın özel mülkiyetteki büyük hol-

marksist tutum

dingleri devletleştirmesiyle, kapitalist devlet işletmelerini kendi mülkiyeti altına alması arasında büyük bir ayrım gören ve ikincisinin çok daha kolay ve avantajlı olacağını tahayyül eden anlayış özünde reformisttir. Zira kapitalist devlet bir bütün olarak kapitalist sınıfın kolektif iradesidir ve işçi sınıfının kapitalist mülkiyete el koyma mücadelesi bütün alanlarda kapitalist devletin zoruyla karşılaşacaktır. Gerçekler buyken, proleter devrime daha “kolay” ve “avantajlı” yollar bulma adına Marksizmin karikatürize edilmesi, olsa olsa devrimci mücadelenin zor yönlerinden kaçmaya çalışan küçük burjuva zihniyetin dışavurumudur. Oysa daha Manifesto’da devrimin nasıl olacağına dair tasarım çok netti: İşçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı hakim sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya siyasi üstünlüğünü, bütün sermayeyi kerte kerte burjuvazinin elinden koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde, yani hakim sınıf olarak örgütlenen proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler toplamını olabildiği kadar hızla arttırmak için kullanacaktır. (Komünist Manifesto)

Proleter devrimin evrimci bir yoldan gerçekleşeceğini varsayan ve günlük mücadeledeki “kazanım”ları öne çıkartan yaklaşım hiç de yeni değil. Bu düşüncelerin en olgun halini Alman işçi hareketi içerisinde Bernstein ve izleyicilerinde görüyoruz. Bu eğilim, özetle üretim araçlarına “bir defada el koymanın olanaksızlığı”ndan hareketle “kademeli olarak el koyma” teorisini geliştirmişti. Benzer temellerden hareketle Hilferding de, emperyalizm analizinde, kapitalist toplumda sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğiliminin giderek dev bir tekele doğru gidebileceğini öne sürüyordu. İşler bir kez bu noktaya geldiğinde, artık burjuvazi kendi varlığının anlamsızlığını çok kolayca görebilirdi ve bu dev tekelin işçi sınıfının denetimi altına sokulması sosyalizme giden yolu açabilirdi! Yukarıda eleştirdiğimiz anlayış, bu reformist tezlerin daha usturuplu ve ihtiyatlı bir biçimde dile getirilmiş halidir. Ayrıca sosyal hizmetler alanını devletin organize etmesi özel sektöre tercih edilirken, bu durumun “sosyal adalet” bakımından daha olumlu bir rol oynayacağı savunulmaktadır. Böylece Marksist zeminden hareket ettiklerini söyleyenler, ne yazık ki sosyal demokrasinin “sosyal devlet” kavramını sahiplenmekle işi bitirmektedirler. Sosyalizm adına hareket edenler, devlet mülkiyeti konusunda net bir Marksist tutum benimsemedikleri sürece, yalnızca işçi sınıfının tarihsel deneyimini yanlış değerlendirmekle kalmayacaklar, aynı zamanda en yakıcı güncel sorunlarda bile işçi sınıfını, burjuva ideolojisinin saldırıları karşısında savunmasız bırakmaya mahkûm olacaklardır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.

41


Trafik Sorunu Mahir Olgun

K

apitalizmin ulaştığı gelişkinlik düzeyinin teknolojiyi de hızla geliştirmesi pek çok alanda etkisini gösterdi. Bir zamanlar ticaret için Çin’den Avrupa’ya uzanan Baharat Yolu’nda deve sırtında veya deniz yoluyla Ümit Burnu’nu dolaşarak aylar sürecek yolculuklar yapılmakta iken, insanlığın devr-i âlem düşü, günümüzde bıraktık 80 günü, 80 saatin çok altında bir sürede başarılabiliyor. Üretim araçlarını geliştirerek sosyalizmin maddi ön koşullarını hazırlayan kapitalist üretim, barındırdığı ve gitgide keskinleştirdiği çelişkileri de gözlerden saklayamıyor. Kapitalist teknolojinin, insanlığın geneline bakıldığında, yaşamı kolaylaştırdığını ve dünyayı daha yaşanılır kıldığını söylemek hiç de kolay değil. Daha da hızlanan ve gelişen üretimden sağlanan zenginlikleri işçi sınıfından sağan kapitalizm, bir yandan tüm insanlığın sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyada yaşayabileceği nesnel koşulları hazırlarken, öte yandan dünya üzerindeki yaşamı her geçen gün uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırıyor. Kapitalizm dünyayı bir ağ gibi sardıkça, kendi ihtiyaçları doğrultusunda üretim araçlarını geliştirirken, beraberinde ulaşım araçlarını da geliştirdi. Kentlerin yapılanma tarzı ve yollar, ulaşım araçlarının niteliğine uygun olarak yapıldı. Gelişen ulaşım araçları kapitalist üretimin anarşik doğasına uygun olarak, toplumun ihtiyaçları değil, dev tekellerin ihtiyaçları gözetilerek üretildikleri için beraberlerinde yeni sorunları da getirdiler. Bunlardan biri de çevre, hava ve gürültü kirliliğiyle beraber yollarda sıklaşan ve bir türlü ilerlemeyen araçlarla ifadesini bulan trafik sorunu. Son yıllarda daha da kalabalıklaşan yollar, özellikle işlerine uzun yollar kat ederek ulaşmak zorunda olan işçiler için daha da katlanılmaz bir hal alıyor. Güneşin doğuşuyla birlikte erkenden yola çıkan emekçiler, bazısı yenilenmiş yamalı otobüslerle sıkış tepiş halde seyahat etmek zorunda bırakılıyorlar. Araçların haraplığının yanına, çarpık yapılanan kent yollarının düzensizliği eklenince sorun daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Trafik sıkışıklığına neden olan, toplu taşıma araçlarından ziyade, hacim olarak daha küçük ama sayıca çok daha fazla olan otomobillerdir. Trafik tıkandığında oluşan kilometrelerce uzunluktaki araç kuyruklarının büyük bir bölümü oto-

42

mobillerden oluşuyor. Trafik sorununa çare bulmak üzere uzun yıllardır burjuva uzmanlar tarafından çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılıyor. Her zamanki gibi sorunun kaynağını kitlelerin gözünden saklayarak gerçekleştirilen ve toplu taşımayı sözde özendirerek problemi çözmeyi amaçlayan kampanyalar, sigara paketinin üzerindeki “yasal uyarıyı” görenlerin bu zararlı alışkanlığı bırakacağını uman bir anlayışla yapılıyor. Onlar da biliyorlar ki, ne devasa bir sektöre dönüşmüş olan otomotiv sektörü kendini imha etmek üzere kendiliğinden bir intihar dalışı yapacak ne de kampanyadan haberdar olan otomobil sahipleri araçlarından vazgeçecekler. Kentlerin ulaşım altyapısının mevcut araç tiplerine göre planlanmış olması sorunun onların cephesinden çözümsüzlüğünü gösteriyor. Bugün yollarda çevre ve gürültü kirliliğine yol açmayacak araçların yerine, daha az kişiyi taşıyan ve fosil yakıtları tüketerek çevre kirliliğine de sebep olan araçların kullanılması, sorunun özünde kapitalist üretim mantığının yattığını gösteriyor. Teknolojik gelişmelerin birçoğu toplumun ihtiyaçları gözetilerek değil, amacı daha fazla kâr elde edebileceği metaları üretmek olan kapitalist tekellerin ihtiyaçları gözetilerek gerçekleştirilmektedir. Tersi olsaydı gezegeni yok etme potansiyeline sahip silahların geliştirilmesi için bu kadar harcama yapılmazdı. Trafik sorunu bugün her ne kadar kronik bir hal almış olsa da aslında sorunun çözümü teknik olarak mümkün. Hal böyle olsa da, hâkim üretim ilişkilerinin mantalitesi buna izin vermiyor. Kapitalist otomobil endüstrisinin gelişim seyrine bakmak konunun bugün neden çözümsüz olduğunun anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Kapitalist otomobil endüstrisi Otomobilin toplumsal yaşamın bir parçası olarak kullanılmasına yol açan ilk buluş buhar makinesidir. Engels, Anti-Dühring’de, mekanik enerjiyi ısı enerjisine çeviren sürtünme sayesinde ateşin keşfedilmesinin, insana doğanın bir gücü üzerinde ilk kez olarak hâkim olabilmesinin yolunu açtığını ve böylece insanı hayvanlar dünyasından kesin olarak ayırdığını belirtir.1 Aynı yerde, ısı enerjisini


Eylül 2005 • sayı: 6

mekanik enerjiye çeviren buhar makinesini de, insanı özgürleştiren ve doğayla uyum halinde yaşanacak bir toplumsal düzeni olanaklı kılan o kudretli üretken güçlerin temsilcisi olarak gördüğünü ifade eder. Buhar makinesinin geliştirildiği 200 yıl öncesinden bugüne üretici güçlerin düzeyinde muazzam ilerlemeler kaydedildi. Bu gelişim, ulaşım araçlarına da aynı oranda yansıdı. Gerçekten de Engels’in belirttiği gibi buhar makinesi toplumsal dünyada, bugün halen tamamlanamamış olsa da, çok büyük bir özgürleştirici devrime öncülük etti. Buhar makinesinin tekerlekli bir araca onu hareket ettirmek üzere monte edilmesi ulaşım araçlarının gelişimi açısından bir milâdı ifade eder. Tarihte tekerliğin icadı 5 bin yıl öncesine dayanır. Tekerleğin icadından motorlu ulaşım araçlarının icat edildiği 19. yüzyıla dek ulaşım araçları, oldukça yavaş bir gelişim seyri izledi. Bu tarihe kadar kullanılan en ileri ulaşım araçları atlı faytonlar ve posta arabalarıydı. İlk motorlu otomobil 1862 yılında Belçikalı Etienne Lenoir tarafından icat edildi. Havagazı ile çalışan otomobilin motoru buhar makinesinden yola çıkılarak tasarlanmıştı. Ancak bugünkü otomobil motorlarının atası sayılabilecek içten yanmalı dört zamanlı motor 1876’da Nikolaus Otto tarafından geliştirildi. Otomobilin kullanılmaya başlanması, 20. yüzyılın başını buldu. 1900’de, benzinle çalışan Otto motorlu otomobillerle hemen hemen eş zamanlı olarak, hem de birbirlerine yakın sayılarda elektrikle ve buhar gücüyle çalışan otomobiller de üretilmişti. O yıl New York’ta düzenlenen otomobil fuarında, üretilen bu üç tip otomobilden de yaklaşık olarak eşit sayılarda araç sergilenmişti. Bu tarihten sonra yapılan fuarlarda sergilenen benzinli motorla çalışan otomobillerin sayısı, diğerlerine kıyasla artmakta iken, üç modelin de motor mekanizmaları arasında açık bir üstünlük bulunmamasına karşın 1905’e gelindiğinde benzinli motor açık olarak zaferini ilan etti. Teknolojik gelişmelerin birçoğu toplumun ihtiyaçları gözetilerek değil, amacı daha fazla kâr elde edebileceği metaları üretmek olan kapitalist tekellerin ihtiyaçları gözetilerek gerçekleştirilmektedir. Tersi olsaydı gezegeni yok etme potansiyeline sahip silahların geliştirilmesi için bu kadar harcama yapılmazdı. Bu tarihlerde otomobil imalatı usta işçi ekipleri tarafından gerçekleştiriliyor ve çok az sayıda (yılda 650 adet) otomobil üretilebiliyordu. Henry Ford’un benzinle çalışan ve T Modeli diye adlandırılan otomobil tipini geliştirmesiyle beraber otomobil üretimi büyük ölçüde hızlandı. Ford’un öncülük ettiği ve kısa sürede tüm fabrikalarda uygulamaya konulan zincirleme üretim sistemiyle

marksist tutum

(fordizm), vasıfsız işçiler binlerce benzinsiz otomobili seri olarak üretebiliyorlardı. Ford’un geliştirdiği üretim sistemiyle otomobilin üretim maliyeti düşürülerek ucuzlaştırıldı, bu da otomobil satışlarını hızla arttırdı. T Modelinin üretildiği ABD’de, 1908’de 200 binden az kişinin otomobili varken, 5 yıl sonra, yalnızca T Modelini satın almış kişilerin sayısı 250 bini bulmuştu. 1930’lu yıllara gelindiğinde ise, 15 milyon T Modeli satılmıştı. Petrolün daha pahalı olduğu Avrupa’da otomobil kullanımı bu kadar yaygın değildi. Teknolojinin gelişim tarihini incelediği kitabında George Basalla, “Yazık ki, içten yanmalı motorun zaferini belgelemek, başarısını açıklamaktan çok daha kolaydır”2 diyerek kendi açısından durumu açıklamanın zorluğuna işaret ediyor. Basalla, fosil yakıtlı otomobillerin diğerlerine karşı kazandığı zaferin teknik üstünlükten kaynaklanmadığının farkında. Ancak sorunun özünü kitabında ortaya koyamıyor. Aslında sorunun özü, Basalla’nın düşündüğü kadar da karmaşık değil. Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm kitabında bu konuyla bağlantılı olarak, güçlenen petrol tekellerinin ihtiyaçlarının rekabette kazanan tarafı belirlediğini vurguluyor: Basalla’ya bunun açıklaması için yardım olsun diye, sadece o sıralarda kapitalizmin büyük bir dönüşüm geçirmekte olduğunu, bu dönüşümün önemli öğelerinden birisinin de kömürün yerini almakta olan petrol olduğunu, başta Amerikan kapitalizmi ve tekelci sermayenin bir numaralı sembolü olan Rockefeller’ın petrol tekeli Standard Oil olmak üzere petrolcülerin her alanda büyük bir etkinlik ve tahakküm gücü kazanmakta olduğunu hatırlatalım. O yıllarda yapılan bir karikatürde, Beyaz Saray dev Rockefeller’ın ellerindeki bir oyuncak olarak resmediliyordu. Her ne kadar benzinli motorun rakiplerini geride bırakmasının ardında Rockefeller’ın ya da petrol tekellerinin doğrudan ya da dolaylı dahline ilişkin bir bilgimiz yoksa da, petrolün ve Rockefeller’ın yükselişiyle benzinli otomobillerin yükselişinin kuvvetlice örtüşmesi anlamlıdır. Ancak durum her ne olursa olsun, yapılan tercihin kapitalist çıkar esasına dayandığı ve doğanın gözünün yaşına bakılmadığı açıktır. Sorunun özü burasıdır.3

Benzinli motorun buharlı ve elektrikli motorlara karşı üstün gelmesi, 1908’den itibaren seri üretime geçilmesi ve gün geçtikçe yaygınlaşmasıyla beraber şehir içi ve şehirlerarası yollar bu araçlara uygun olarak inşa edilmeye başlandı. Kara ulaşım araçlarının yaygınlaşmasıyla raylı sistem kullanımı eskiye oranla düştü. Benzinli motorla çalışan toplu taşıma ve yük araçları olarak otobüslerin ve kamyonların imal edilmesiyle de, kara yolu 1826’dan beri kullanılmakta olan demiryoluna karşı üstünlük kazandı. Üstelik karayolunun yapımı için kullanılan asfaltın da hammaddesi petroldü. Bir taşla iki kuş vuran petrol tekellerinin yatırımlarını petrole dayalı ulaşım araçlarından yana yapmamaları için geriye bir neden kalmıyor. Otomobilin çok hızlı bir şekilde toplumun gündelik yaşamına girmesi ve ona duyulan talebin artması, yolların

43


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

trafik ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmasına neden oldu. Yeni karayolu ihtiyacını karşılayabilmek için çeşitli tasarımlar uygulamaya kondu. Fakat tıkanan yolların trafik yükünü hafifletmek üzere inşa edilen, büyük alan kaplayan ve yüksek bir harcamayı gerektiren otoban, çok şeritli yollar, viyadükler, kavşaklar ve yeraltı geçitlerine rağmen, karayolları daha da çoğalan otomobillerin yükünü o gün olduğu gibi bugün de taşıyamıyor. Günümüze dek katlanarak büyüyen bir sorun haline geldi trafik sorunu. Kapitalist üretimin plansız ve anarşik doğasının kaçınılmaz sonucu olarak, ulaşım araçları deyim yerindeyse ulaşamama araçlarına dönüştüler. Yukarıda da ifade edildiği gibi elektrikli motorlar, benzinli motorlarla eş zamanlı olarak üretilmişti. Fakat büyüyen petrol tekelleri, büyümelerini borçlu oldukları petrolü tüketerek çalışan otomobillerin üretimini ve yaygınlaşmasını sağlamışlardı. Tekellere göre, otomobiller öyle motorlara sahip olmalılardı ki, bu araçların kullanıcıları, sürekli olarak kendilerine bağımlı olan müşteriler olarak kalmalılardı. Bu yüzden, diğerlerine göre daha kârlı olan bir motor modeli, daha gürültülü ve çevreyi kirletici olsa da tercih edilmeliydi. Bugün tüm çevresel felâketlerin kaynağı olan kapitalizmi göz ardı edip, onun yol açtığı sorunlara karşı sınıfsal özünden kopuk bir anlayışla sözde mücadele yürüten çevre örgütleri, daha temiz enerji kaynaklarının kullanılması gerektiğinden söz ediyorlar. Bugün söz düzeyinde olsa da burjuvazi de, çevre sorunlarına yol açan kendisi değilmiş gibi, daha zararsız alternatif enerji kaynaklarıyla çalışan teknolojilerin ve ulaşım araçlarının gelecekte üretilebileceğini söyleyebiliyor. “Kapitalizmin çevreci hareket tarafından savunulan (…) temiz enerji kaynaklarına ve teknolojilerine günün birinde yönelmesi tasavvur dışı değildir. Hatta bunun için birtakım hazırlıklar yaptığı da inkâr edilemez. Ama bu yönde gelişme eğilimi, kapitalizme özgü öldürücü bir yavaşlıkla, topal adımlarıyla, iki ileri bir geri kramplarla ilerleyebilir ancak.”4 Üretici güçlerin gelişiminin önüne onu yavaşlatıcı engeller diken kapitalizmin başka seçeneği yok! Trafik sorununa çözüm olacak toplu ulaşım araçları eskiye oranla çok geliştirilmiş olsalar da, bunların yaygın kullanımları gelişmiş kapitalist ülkelerle sınırlı. İstanbul gibi bir metropolde dahi raylı toplu taşıma araçları ağır ağır yaygınlaşıyor. Uzun yıllar boyunca demiryolunun “komünist işi” olarak adlandırılması modaydı. Sırf bu nedenle Türkiye’de uzun bir dönem boyunca Osmanlı’dan kalma mevcut demiryollarına yeni hatlar eklenmedi. Yakın bir zamanda, yaşadığımız ülkede, demiryolunun kullanımıyla ilgili tartışmaları alevlendiren, her zaman olduğu gibi altyapısı oluşturulmadan işletilmeye başlanan hızlandırılmış tren, daha ilk seferlerinden birinde, çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan büyük bir kazaya yol açmıştı. Sonrasında, ne tesadüf ki, art arda yaşanan tren kazaları daha önce olmadığı kadar medyada yer almıştı.

44

Bir süre sonra da tren birden gündemden kalkıvermişti. Bu durum şehirlerarası otobüs firmalarının ekmeğine yağ sürmüştü. Karayollarına göre çok daha güvenli olan demiryolları, birkaç günde günahkâr ilan edilmeye çalışılmıştı. Sonuç olarak, trafik sorununun kalıcı olarak çözülebilmesi için, otomobilin yerine toplu taşıma araçlarının kullanımının yaygınlaştırılması gerekiyor. Ayrıca kentlerin toplam alanının büyük bir bölümünü kaplayan yollar da yeniden düzenlenmelidir. Karayolları yerine daha az alan kaplayan, üstelik daha hızlı ulaşımı da olanaklı kılan raylı ulaşım geliştirilmeli. Trafik yoğunluğunun önemli nedenlerinden biri de işyerleri ile yerleşim yerlerinin birbirinden uzak mesafede oluşudur. İnsanların üretim ve yerleşim yerlerinin birbirine yakın olması durumunda ulaşım araçlarına duyulan ihtiyaç da azalacaktır. Ancak tüm bunlar, akıl dışı, plansız, anarşik ve salt kâra dayalı doğasıyla kapitalizmin insanlığa bahşedeceği olanaklar değildir. “Buhar makinesinin başlattığı özgürleştirici devrimi” tamamlayabilecek olan yegâne çözüm proletaryanın devrimidir. Çünkü ancak bir proleter devrim üretici güçlerin önündeki engelleri kaldırarak, “bireysel varlık araçları kaygısının artık olmayacağı ve ilk kez olarak gerçek bir insan özgürlüğünün, doğanın bilgisine varılmış yasaları ile uyum durumunda bir yaşamın söz konusu olabileceği bir toplumsal düzeni olanaklı kılabilir.”5 ————————————————— 1 F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., 4. baskı, s.185. 2 George Basalla, Teknolojinin Evrimi, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 11. baskı, s.267. 3

Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yay., 1. baskı, s.37

4

age, s.38.

5

F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., 4. baskı, s.185.


Eylül 2005 • sayı: 6

marksist tutum

İş saatleri kısaltılsın, herkese iş Kapitalist düzen hayatlarımızı daha bir yaşanılmaz kılmaya devam ediyor. Burjuvazi yasalarıyla, fabrikalardaki insanlık dışı uygulamalarıyla biz işçileri açlıkla, yoksullukla, müebbet üretim hapsiyle prangaya vuruyor. Yaşamlarımızı devam ettirmek için gittiğimiz fabrikalar onbinlercemizi yutmaya, yok etmeye ve bir o kadar da sefalete itiyor. Bu sistem içinde, yaşayan ölülerden ne farkımız var? Hiç. T.C. devletinin açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırı altındaki asgari ücretlerle kapitalistler bizleri zaten yok sayıyorlar. Üstelik de asgari ücreti daha da indirmenin derdindeler. Gerçi yasal olarak bu rakam henüz indirilmese de patronlar zaten maaş günlerinde para yok diyerek kuş kadar verdiklerini karınca küçüklüğüne indiriyorlar. Benim çalıştığım fabrikada aldığım asgari ücret iki taksitle ödeniyor. İlk duyduğumda çok öfkelenmiştim maaşın adı nasıl taksit olur diye. Ancak bunu işçiler öylesine kanıksamışlar ki, bir yıldır biz alıştık sen de alışırsın diyorlar. Merak ediyorum, bizlerin onların belirlediği bu sınırların altında, açlık ve yoksulluk sınırının altında olan başka bir sınırımız mı var ki bizler hâlâ inadına yaşamaya devam edebiliyoruz? Burjuvazi her yıl, artan yıllık kazançlarını açıklıyor. Aslında bunun tek bir ifadesi var bizim için, demek ki daha fazla sömürüldük, daha fazla çalıştık ve haklarımız daha fazla gasp edildi. Örneğin, 1886 yılında Amerikan işçileri ağır bedeller ödeyerek 8 saatlik iş gününü dünya işçi sınıfına kazandırmıştı. 1886–2005, aradan geçen uzun yıllar sonunda bugün bizler değil 8 saat, 10-12 saat ve hatta fabrikalardan hiç çıkmamacasına çalıştırılıyoruz. Özellikle tekstil sektörü birkaç gün üst üste sabahlamaların olduğu bir sektör. Bir tekstil işçisi arkadaşımla sohbet ederken, yaşadığı bir olayı anlattı. Çalıştığı firmada tam 4 gün boyunca yemek ve çay molaları haricinde hiç ara vermeksizin bir makine gibi çalıştırılmışlar. 4 gün süren uykusuzluk ve aşırı yorgunluğun sonucunda işçi arkadaşlardan birisi hafızasını kaybetmiş. Yanında çalışan işçi arkadaşlarını ve aynı fabrikada çalışan iki kardeşini de tanıyamamış. Uzun bir süre tedavi olmak zorunda kalmış. Patronlar kâr edebilmek için etimizi, kanımızı, canımızı yani yaşamlarımızı istiyorlar. Siz hiç 60 yaşına gelip de dinç kalan, 60 yaşına kadar hastane kapılarını yüzlerce kez aşındırmamış bir işçi tanıyor musunuz? Erken yaşta yaşlanıp çeşit çeşit hastalıklarla kıvranıyoruz. İş kazalarıyla, meslek hastalıklarıyla bu dünyadan göçüp gidiyoruz. Yani hiç yaşamadan! Burjuvazi her geçen gün daha uzun süreli çalışmamız için iş saatlerini uzatıyor. Planlarımız, kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza ayıracağımız vakit çalışma saatlerimize göre ayarlı. Ben vardiyalı bir fabrikada çalışan bir işçiyim. 3 vardiya, yani günün 24 saati fabrika açık, dolayısıyla biz işçiler de günün 24 saati uyanık ve her an çalışmaya açığız. Çalışma saatlerimizin her hafta değişmesi patronuma göre düzenli bir değişim. Ancak her hafta değişen bu saatlere alışmak bütün işçi arkadaşlarım ve benim için organizmamızda alt üstlüklere neden oluyor. Uyku saatlerimin düzensizleşmesi, bilincimin açık olmamasına, beynimin sürekli yarı uyur bir halde olmasına ve yaşadıklarımı hatırlamakta zorluk çekmeme neden oluyor. Burjuvazinin kendi yasaları dahi 5 yıl üst üste vardiyalı olarak çalışan işçilerin mahkemelerde tanıklıklarını kabul etmiyor.

Yani bizi bitkisel hayata soktuklarını kendileri de kabul edip, 5 yılın sonunda bizi işe yaramaz insanlar haline getiriyorlar. Yemek saatlerimin değişmesi vücudumun sindirim sistemini bozuyor. Tuvalete gitmek işkence. Sürekli olarak karnımızda şişlik hissediyoruz. Tüm bunlarla birlikte bir de aileme, arkadaşlarıma ayıracağım vakit sınırlı. Çünkü ailemin diğer fertleri uyurken, ben işe gitmek için evden çıkıyorum. Ya da onlar sabah evden işe gitmek için çıktıklarında benim için gün çoktan bitmiş oluyor. Aynı evde yaşadığımız halde kimi zaman birbirimizi dahi göremiyoruz. Elbette ki, gece veya gündüz çalışmak bizim için hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ama özellikle gece vardiyasında çalıştığımızda ayakta kalabilmek ve uyumamak için kendi kendimizle savaş veriyoruz. Gece boyunca uykusuz çalışmak –vücut ağırlığı iki katına çıkıyor, ayaklar zonkluyor, sırt ve bel ağrıları, ellerin titremesi, gözlerin iğne gibi batmaya başlaması, yarı baygın bir vaziyette çalışmanın sonunda geliyorum diyen iş kazaları– tam bir işkence. Tüm bunları ne pahasına çekiyoruz; açlık sınırının altındaki asgari ücreti alabilmek ve işsiz kalmamak için.

Burjuvazi daha fazla ücret istemememiz, daha uzun saatler çalışmamız, tüm baskılarına boyun eğmemiz ve korkmamız için işsizliği bize karşı silah olarak kullanıyor. En küçük hak talebinde işsizlik tehdidini kafamıza bir yumruk gibi indiriyorlar. Oysaki iş saatleri kısaltıldığında tüm işçiler için çalışma imkânı olacak. Ne işsiz kalma korkusu, ne de gece vardiyası diye bir şey olmayacak. Dünyadaki mevcut kaynaklar ve teknoloji sayesinde çok kısa çalışma saatleriyle tüm insanlığın ihtiyaçları karşılanabilir. Bugün iktidarda, dünyanın yönetiminde patronlar var. Patronların kâr hırsı bizlerle birlikte dünyamızı bir yok oluşa doğru sürüklüyor. Hatırlıyor musunuz? Bir tarafta açlıktan ölen insanlar varken, kârlı satış yapamayacakları için patronlar tonlarca buğdayı, patatesi denize döktüler. Onlar yalnızca satmak için üretiyorlar. Oysaki işçi sınıfı, yani bizler iktidara geldiğimizde üreten de yöneten de biz olacağız. O zaman tüm üretimi insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlayabiliriz. Tek kurtuluşumuz örgütlü mücadelemizdedir. Yarınlarımızı kazanmak, insanın insana köleliğini yok etmek için örgütlenmeli, sınıf mücadelesini yükseltmeliyiz. İş saatleri kısaltılsın, herkese iş! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz! Kartal’dan bir işçi

45


Okurlarımızdan İşten evimize döndüğümüzde sorunlarımızdan biraz olsun uzaklaşmak için, dinlenme saatlerimizi televizyonların başında geçiriyoruz. Hayatımızın her alanına adeta TV programları hükmediyor. Elbette burjuvazi, televizyonlar aracılığıyla kendi ideolojisini düzenli bir şekilde bize pompalamaktan geri durmuyor. Bu sebepten, burjuva kalıplarıyla düşünen ve hareket eden insanlara dönüştük! Egemen burjuvazi tüm ideolojik aygıtları kontrol ediyor ve bundan dolayı işçi-emekçi yığınları nasıl yönlendireceğini iyi biliyor. Bu uğraşın somut sonucunu evimizde, gözlerimizin önündeki TV programlarında somut olarak görebiliriz. Burjuvazi TV’ler aracılığıyla –haberler, diziler, reklâmlar, kadın programları, yarışma ve magazin programlarıyla– hayatımızın her alanına sızmış durumda. Her yaşa, cinsiyete, eğitim ve kültür seviyesine hitap eden dizi ya da yarışma programları aracığıyla burjuvazi kitleleri manipüle ediyor, istediği düşünceye çekiyor. Elbette hedef kitlesi işçi sınıfıdır. Burjuvazi işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli bir sınıf olarak davranmasını istemiyor; işçi sınıfının örgütlü bir güce dönüştüğünde neler yapabileceğini çok iyi biliyor. TV’leri ve çeşitli programları kullanarak bilinç bulanıklığı yaratıyor. Amaç işçilerin sınıf bilincine ulaşmasını engellemektir. Tüm haberler burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde, kontrol merkezlerinde süzülerek, çarpıtılarak verilmekte, toplum dezenformasyona uğratılmaktadır. Yaşanan toplumsal olaylar ve sınıf hareketine dair gelişmeler çoğu zaman yayınlanmıyor, yayınlansa da çarpıtılarak

ekranlara yansıtılıyor. Hemen yanı başımızdaki emperyalist savaşı dahi “demokrasi” ve “özgürlük” söylemleriyle vermediler mi? TV programlarında burjuvazinin yaşam rahatlığı çeşitli programlar, diziler veya sinema filmleri aracılığıyla gözümüze sokulmaya çalışılıyor. Şaşaalı görüntüler eşliğinde emekçilere sınıf atlama hayalleri pompalanıyor. Kapitalizme hizmette kusur etmeyin, çok çalışın, siz de zengin olun! Böylelikle, emekçi kitleler ve özellikle gençler kapitalist düzene karşı bilinçlenerek mücadele etmeleri gerekirken, burjuva yaşam tarzına özenerek, hayaller besleyerek, günlerini, yani yaşamlarını heba etmekteler. TV’lerde, izlendiğinde insanı dumura uğratan gelin-kaynana veya “biri bizi gözetliyor” tarzı programlar konu açısından ibretlik örneklerdir. “Gelin Kaynana”, “İkinci Bahar”, “Size Anne Diyebilir miyim” gibi yarışmalar, insani değerlerin kapitalist düzende nasıl da ayaklar altına alındığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Kapitalist rekabet tüm topluma sindiği için, bu programlarda kapitalist işleyişin küçük bir örneğini görmek mümkün. Bencillik, çıkarcılık, yalan söyleme, başkalarına iftira atma bu yarışmaların doğal bir parçası; çünkü, ne olursa olsun yarışmayı ben kazanayım düsturu egemen anlayıştır. Gelin olacak genç kızlar, damat olacak genç erkekler ve elbette kaynanalar, ölüm kalım meselesi olarak benimseyip takip ediyorlar bu programları. Öyle ki TV başına oturanlar taraf tutmakla kalmıyor, yarışmacıları desteklemeleri kimi zaman kavgalara ka-

Kapitalizm insanları ve insanlığı öldürüyor. Emek-gücünü satarak yaşamını devam ettiren biz işçiler için hayat yalnızca çalışmaktan ibaret. Sabah uyanıyoruz, çoğunlukla besin değeri oldukça düşük bir kahvaltı yaptıktan sonra düşüyoruz yollara. Günün aydınlık zamanının çoğunu yaşamamız için gerekli parayı kazanmak için harcıyoruz. Akşam eve döndüğümüzde enerjimiz tükenmiş oluyor. Televizyonla ve belki biraz ailemizle ya da arkadaşlarımızla vakit geçirdikten sonra bir gün sonrasına kendimizi yenilemek için uyuyoruz. Yani insan gibi yaşamak için gerekli olan şeylerin hemen hemen hiçbirine sahip değiliz. Sabah uyanıp besleyici ve lezzetli bir kahvaltı yapmak, yemyeşil ağaçların güzel kokulu çiçeklerin kapladığı yollardan rahat bir yolculuk yaparak, severek çalıştığımız, ücretli köleler olmadığımız, kimse tarafından horlanıp aşağılanmadığımız işyerimize gitmek, kendimize özgürce kullanabileceğimiz zamanların kalması, nereden ne zaman zarar geleceğini düşünmeden huzurlu yaşamak, geleceğe güvenle bakmak ve bunlar gibi akla gelebilecek tüm güzellikler biz işçiler için bu düzen değişmedikçe hayal olarak kalacak. Yani insanın insanı sömürmesine dayanan kapitalist sistem yıkılmadıkça, ayrıcalıklı sınıf olan burjuvaların ellerinde toplanan dünya nimetleri mülkiyetin kal-

46

dar varıyor. Hatta evlerde TV başlarındaki kavgalar yetmezmiş gibi, yarışmacıları değerlendirmek üzere de programlar yapılmakta ve bu kavgalar TV ekranlarında bir çeşit meydan kavgasına dönüştürülmektedir. Böylece emekçiler TV ekranlarının bir kölesi haline getiriliyor adeta. Ve onları temel yaşamsal gündemlerinden uzaklaştırıyor. Emekçiler bu programlar tarafından oyalanırken, bir taraftan da bu programlar aracılığıyla sanki aile içi sorunlar çözülebilirmiş havası yayılıyor. Örneğin yine TV’lerde her gün boy gösteren “Kadının Sesi” gibi programlar emekçilerin aile sorunlarını “çözmekle” kalmıyor, soruna “köklü çözümler” getiriyorlar! Bu programa Elazığ’dan katılan Birgül Işık adlı bir işçi eşi, 14 yaşındaki oğlu tarafından, törelere aykırı davrandığı için öldürüldü. Her ne kadar bu program kapatıldıysa da, Işık’ın ölümüne kimse sahip çıkmadı. Olan ise Birgül Işık’a oldu. Ve bir kez daha görüldü ki, bu programlar ne aile içi sorunları çözebilir ne de kadınların sorunlarına bir çözüm bulabilir. Bu programlar emekçilerin sorunlarını kullanarak, yine onları oyalamaya yarar. Sorunun kaynağında kapitalist kâr düzeni vardır. Kadını ikinci sınıf yapan da, aile içi şiddeti yaratan da bu düzendir. Tüm bunlar işçi-emekçiler örgütsüz, bilinçsiz ve önderliksiz olduğu için oluyor. İşçi sınıfının ve kadınların kurtuluşu, sınıfın örgütlü bir güç olarak topluma önderlik edeceği ve iktidarı ele alacağı bir işçi devriminden ve devletinden geçiyor! bir sağlık emekçisi

dırılmasıyla tüm insanlığın ortak çıkarına sunulmadıkça insanca yaşamak hayal olarak kalacak. Marksist Tutum bu düzeni değiştirecek tek devrimci gücün, yaşamı yaratan ve onun devam etmesini sağlayan biz işçilerin örgütlü mücadelesi olduğunu vurguluyor. Yaşadığımız bu maddi manevi sefaletin ortadan kalkabileceğini ve sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurulabileceğini, yaşamın ezelden beri böyle olmadığını, tepemizdeki bizi ezen güçlerin; devletiyle, patronuyla, polisiyle, askeriyle, medyasıyla, bilimden uzak eğitim-öğretim anlayışıyla, gerçekte insan sağlığını değil kâr etmeyi düşünen sağlık sistemiyle, yok olup gidebileceğini biz işçilere hatırlatıyor. Yolumuza Marksizmin ışığını tutarak bizlere kılavuzluk yapıyor. Patronlar sınıfına karşı kendi safını belirlemiş, tüm dünya işçileriyle ortak çıkarlara sahip olduğunu kavramış ve işçilerin vatanı yoktur, bütün dünya işçileri birleşin diyen ve bu kavrayışla mücadele eden, örgütlenen işçileri hangi güç durdurabilir? Yaşasın Marksist Tutum! Yaşasın Marksizmin aydınlık yolu! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Ankara’dan bir işçi


Okurlarımızdan İnsanlar özgür doğar, özgür yaşar demek geliyor içimden, ama kapitalist sistemde ne kadar özgür olduğumuz malum. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte zaten çok az olan özgürlük alanımız iyice daraldı. Bu sistemle barışık yaşarsan sorun yok, ama bu sistemi sorgulamaya başladın mı birileri gözetlemeye başlar. Bizler işyerinde kafamızı kaldırmadan köle gibi çalışırken sorun yoktu. Ne zamanki araştırıp sorgulamaya, örgütlenmeye başladık, işyerine kamera konuldu. Kameraların konduğu ilk hafta bir tedirginlik oldu, ama bizler biliyorduk ki bu bir psikolojik savaştı. Psikolojimizi bozup hata yapmamızı beklediler. Ama kameralar bizim için bir aksesuar olarak görülmeye başlandı, yani çoktan alıştık. Bu son dönemde İstanbul’un çeşitli yerlerine 900 tane kamera yerleştirilmiş. Sözüm ona bu kameralar sayesinde İstanbul polisi suç ve suçluyla daha etkin mücadele edecek! Kameraların konulmasıy-

Lanet edilecek bir şeydi hayat. Çevremdeki onca insanın arasında hep yalnızdım. Kimse anlayamazdı beni. Anlamak da istemezlerdi zaten. İlgilendirmiyordum ki kimseyi. Sadece benim sorunlarım vardı. Başka kimsenin olamazdı, bendeki kadar sorun. Açlık, sefalet, savaşlar, yıkımlar bunlar önemli değildi o kadar. Hem herkesin sorunu ayrıydı, kendineydi. Herkes kendi kaderini yaşıyordu ne de olsa! Bir kıyaslama yapılacak olsa onların durumu benden iyiydi bir bakıma. En fazla ölüp kurtulacaklardı bu dünyadan. Bundan başka bir dünya da vardı ya! Öbür dünya masalı… Bu dünyada tutunamayan öteki dünyadaki hakkını kullanacaktı ne de olsa. Benim henüz öteki hakkımı kullanmaya daha vardı vaktim. Yaşamak için nedenler arıyor duruyordum. Belki kendi paçamı kurtarabilirdim bir yolunu bulup! Mutlu olabilirdim belki! Karşıma çıkan her yeni sevgi kırıntısına, her yeni olaya kaptırıyordum kendimi. Ama her şey gibi onlar da bir müddet sonra anlamını yitiriyordu. Daha öncekilerden pek bir farkı olmadığını görüyordum. Yine kalmıyordu yaşam için nedenim. Yine ağlıyordum sürekli. Hemen bir yolunu bulup kandırmak zorundaydım kendimi. Bu hayat başka türlü çekilmezdi… Bir gün karşıma devrimciler çıktı. Marksist Tutum’la tanıştım. O güne kadar tanıdığım insanlardan farklıydılar tavırlarıyla. Çok sıcaktı ilişkileri. Yanlarında insan olduğumu hatırlıyordum samimiyetlerinden. Tanıyalı kısa bir süre olmasına rağmen hemen sevmiştim onları, hem de çok! Onları hiç bırakmak istemedim, hep onlar gibi olmak istedim. Herhangi bir menfaatleri olmadan ilgileniyorlardı, değer veri-

la ilgili konuşan başbakan “yıllarca sorunların kaynağıyla değil, sonuçlarıyla uğraşmışız, bataklığı kurutmak yerine hep sivrisinek avlamakla uğraşmışız” diye buyurmuş! Başbakana, suçu, suçluyu, kapkaçı doğuran ve kendisinin de mensubu olduğu kapitalist sistemi sormak gerek. Bizler biliyoruz ki, kameraların asıl amacı, insanların gözünü korkutup, tepkisiz, pasif, kafasını kaldırıp neler olduğunu sorgulamayan bir toplum yaratmaktır. Burjuvazi korkmaya başladı. Çünkü işçilerde bir kıpırdanma var. Yarın sınıf mücadelesi başladığında bizleri daha kolay gözetim altında tut mak, bizlerin gözünü korkutmak için de kullanıyorlar kameraları. Ama bu böyle gitmeyecek. Gün gelecek o kameraların boşuna olduğu ortaya çıkacak ve bu kokuşmuş sistem yıkılacak.

yorlardı insanlara. İlk defa beni anlayan birileri çıkmıştı karşıma. Yaşanan sorunların sadece bana ait olmadığını, aslında bütün insanlığın aynı durumda olduğunu söylediler. Çevreme baktığımda ne kadar haklı olduklarını anladım. Herkes yalnızdı, herkes kendi paçasını kurtarma derdine düşmüştü, herkeste aynı kaygılar vardı hayat hakkında. Anladım o gün; dünyanın merkezinde değildim ben! İnsanın tek başına bir anlamı olmadığını hiçbir şey yapamayacağını anlattılar. O güne kadar hiçbir şey yapmamıştım hayatımda. Hiçbir şeyi düzeltememiştim. Kurtuluş yok tek başına! dediler. Bunca rezilliğin olmadığı, farklı bir dünya olabilir dediler. Yaşam böyle olmak zorunda hiç de değil! İnsanı hayattan soğutan, insanı topluma ve kendine yabancılaştırarak derin bir uçurumun içine fırlatan, hayata lanet ettiren kapitalizm, sömürü sistemi dediler. Sınıflardan bahsettiler, işçi sınıfından – kendi sınıfımızdan bahsettiler. Ancak işçi sınıfı bu lanet kapitalist sisteme son verebilir! İşçi sınıfının tarihini, mücadelelerini, devrimleri ve işçi sınıfının önderlerini anlattılar. Bilmeden, bilinçlenmeden, sınıf bilincine sahip olmadan mücadele de edemeyiz çünkü! Her gün daha çok çalışmalı, daha çok mücadele etmenin derdine düşmeli dediler. Başka türlü kuramayız dünyamızı! Artık yaşama sıkı sarılmak için bir nedenim var diyorum ben. İnsan gibi yaşama mücadelesi bu! Zaten çok kısa süren insan yaşamını anlamlı kılabilecek tek şey devrim mücadelesi. Artık ben yalnızım demiyorum. Marksist bir öğrenci

bir tekstil işçisi

Bugün işçi sınıfı yok diyenlere, Marksizm öldü, bu dünya böyle gelmiş böyle gider diyenlere cevap veriyor Marksist Tutum. İçi boşaltılmış umutlarla, sonu gelmez hayallerle hep oyalamış kapitalizm bizi, hep yalnız olduğumuzu düşünmüşüz, bireysel çürümüşlüğe saplanıp kalmışız. Ama ne güzeldir insanın sınıfını bilmesi, yalnız olmadığının farkına varması. İşte bunlardı içimdeki mücadele közünü yeniden alevlendiren, sana çok şey borçluyum Marksist Tutum. Bir taraftan her gün biraz daha bataklığa saplanan kapitalizm, diğer taraftan da tarihin en onurlu mücadele gücüne sahip işçi sınıfı. Kurtuluş yok diyor tek başına, ya hep beraber ya HİÇ BİRİMİZ! Sözde demokratik bir dünyada yaşadığımız şu günlerde insanlar açlıktan ölüyor, diller susturuluyor, kan emici yaratıklar işçiler üzerinden zevki sefa içinde hüküm sürüyorlar. Şimdi biliyorum, bu dünyaya gerçek demokrasi, enternasyonalist proleter devrimle gelecek. İşte o gün ve o günden sonra insanlık onurunu kazanacak. Sınıfsız, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünyayı paylaşacak insanlık. Bize düşen sınıfımızın yanında inatla ve var gücümüzle savaşmak olacaktır. Çünkü kendimizi asıl olarak devrimci Marksist mücadele içinde var edebiliriz. Selam olsun karanlığı delip geçen sana! Selam olsun devrimci proleter mücadeleye! Selam olsun Marksist Tutum’a! Enternasyonalle kurtulur insanlık! İstanbul’dan bir işçi

Sevgili Marksist Tutum ve onun emekçileri! Bugüne dek her zaman bir arayış içerisinde, bir sorgu dünyasında, ama dünyaya ve insanlığa asla duyarsızlaşmadan, sonunda sizlerle tanışabildim. Ben şu an kendimi çok mutlu hissediyorum, bir Marksist Tutum okuyucusu ve onu sonuna dek takip edecek biri olarak. Pek çok insan yaşadığı çevreyi, yaşadığı dünyayı sorgular ve bazen kendince çözümler bulur. Yine sorgular, bazen de dipsiz kuyular, çaresizlikler. İşte tam bu süreç içerisinde düşünce dünyamıza ışık gibi doğmasını isteriz bir şeylerin. Çünkü yalnız olduğumuzu düşünmek her şeyden daha vahimdir. Bugün biliyorum ki yalnız değilim ve ben yine biliyorum ki, sonuna dek savunacağım davamın kavgasını verirken yanımda yer alacak yoldaşlarım var. Hiç durmadan kavgaya devam! Böyle aşılır barikatlar, yılmadan yola devam! Marksist Tutum okuru bir genç

47


Okurlarımızdan Denizci, hele de kaptan dendiğinde, insanların gözünde niyeyse hep iyi bir şey canlanır. Denizcilik okullarından yeni mezunsanız, dünyayı gezmek, çok (?) para kazanmak, beyaz üniforma giymek gibi yerleşmiş imajlardan olsa gerek, pek bir itibar görürsünüz. Gencecik yaşta büyük bir adam olmuşsunuz gibi sırtınızın sıvazlanması, paçayı kurtarmış adam muamelesi görmek kimin hoşuna gitmez ki? Eh, siz de bu havaya kapılıp bu hoş esintiye bir kaç destek üfürmezseniz olmaz hani. Genç yaşta küçük dağları yaratmış biri olarak dolaşmanın havası gemide çalışmaya gidene kadar sürüyor tabii. Gemide şirketin bizi çok sevdiği için hibe ettiği tulum bir haftada paçavraya döndüğünde, minnet duygularıyla beraber küçük dağlar da yıkılıyor. Şaşkınlığı üzerinizden atmaya başladığınızda şu soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz; ne olacak şimdi? Hangi ülkeye yerleşip çalışsam? Hangi işi yapsam? Ne yazık ki her yer aynı arkadaşlar, herkes (patronlar hariç) hayatının sonuna kadar eşekler gibi çalışıyor. Eğer elinizden tutacak zengin bir akrabanız ya da ciddi bir

torpiliniz yoksa nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın bir çıkış yok. Eldeki akrabalar ve torpil olasılıkları da biz denizcileri Türkiye’ye doğru karaya atıyor genellikle. Bizim hikâyemizde garip olan denizcilerle ilgili yaratılmış yanılsama aslında. Sanki kapitalizm altında böyle kısa yoldan yırtma olanakları olabilirmiş gibi bir yalan fırtınası esiyor ortalıkta. Bu yalanlar da ancak hakkında pek bir şey bilinmeyen gözden uzak yerler üzerine kurulabiliyor. İspanyollar Avustralya’da, Türkler ise Kanada’da güzel bir yaşamın onları beklediğine inanabiliyorlar. “Kanada’da insanlara değer (ve de elbette ki para) veriliyormuş, oraya bir şekilde kapağı atsam, 3–5 sene çalışıp bir iş kursam …” hayalleri kuruyor kimileri. Ne Kanada’da, ne de başka bir yerde, kapitalizm altında böyle bir şey nasıl olabilir ki? Eğer 3–5 senede bir iş kuracak kadar para biriktirilebiliyor olsaydı, her halde patronların sayısı işçilerden fazla olurdu ve o farazi memlekette yaşamak için çalışmak zorunda olmayan, başkalarının değilse bile kendi kendinin patronu bir nüfusun olması gerekirdi! Kapitalizmde “insanların

Bütün malzemelerimin eksiksiz olduğu bir resme başlamıştım. Boyalar, hem de her renkten; fırçalar –domuz kılı; tuval –dokulu… Harika bir resimdi çizdiğim ama eksik. Çünkü sadece bana dairdi, beni anlatıyordu, bireysel can çekişlerimi! Ve ben zamanla anladım ki yalnızca beni anlatan bir şey aslında hiçbir şey anlatmıyormuş. Kabuğu kırmak, dışarı çıkmak ve çoğalmakmış aslolan. Ben uzun bir süreyi bu kabuğu kırmaya çalışmakla, kıramayınca da köşeme çekilip anlatmakla geçirdim. Ve yine fark ettim ki çektiğim o can çekişler yalnızca benden türeyen şeyler değilmiş. Kapitalist üretim tarzının bir sonucu olarak ortaya çıkan iki arada bir derede kalma durumuymuş. Bedenimde, zihnimde hayat bularak beni esir etmiş kapitalizmin görünmez zincirleri. Zihnimdeki karanlığı aydınlatmaya, etrafımdaki duvarları, o bireysellik duvarlarını çatırdatmaya başladım artık. Bir dönüşüm süreci içine girdim. Okuduğum Marksist Tutum dergisiyle, kitaplarıyla, yani örgütlü mücadeleyle gerçekleşen bir dönüşüm! Tek başına dönüşüm mümkün değil. Dönüşmek, her anlamda her şeyinle dönüşmek... Kendimle birlikte ideolojiyi asla içine sokmam dediğim resmi de dönüştürmek. Yazılan yazıları, yaşanan hayatı… Bir kez değil ama her an! Eğer birbirimize tutunmaz, örgütlü bir mücadele içerisinde yer almazsak, bu dönüşüm de geçmişte yakıp söndürdüğümüz bir ışık olarak anılarda kalacak. Zihinlerde yakılan aydınlığın kararmasına izin vermeden düşüncelerimizi, tutumumuzu netleştirmeliyiz. Bu netleşme de yine örgütlü mücadeleyle mümkün. Üstüne basa basa örgütlü mücadele diyorum çünkü bireysel olarak bu dönüşüm süreci ve netleşme gerçekleşse bile –ki çok zor– ölmeye mahkûm. Evet, belki dönüşüm zor. Çünkü kişiliğimizi kapitalist sistemde yarattık. Onun tahribatlarıyla yetiştik. Ama artık zorunlu bir dönüşümün eşiğindeyiz. Bir an önce açmalıyız gözlerimizi. “Şimdi elimde boya kırıntıları, kılları kopmuş fırçalar ve tuval artığı bezler var. Yeni bir çizim… Eksik malzemeyle yarattığım en güzel resim. Kırıntılardan yaratılan bir hayat!” diyebilmeliyiz hepimiz. bir lise öğrencisi

48

birkaç sene çalışıp sınıf atlayıverdikleri bir yer varmış; bu yüzden orada işçi sayısı patron sayısından azmış; patronlar birbirleriyle rekabet etmiyor ve kazandıklarını işçilerle kardeşçe paylaşıyorlarmış” gibi şeyler söyleseniz size kimse inanmaz. Ama uzak bir diyardaki bir “refah” ülkesine veya denizcilerin yiyip, içip, gezip, üstüne de çok iyi para kazandıklarına inanıyorlar! İnsanların kapitalizmin bizi mahkûm ettiği yaşamın anlamsızlığını ve mantık dışılığını kabullenmesi kolay olmuyor. Gerçeği bilfiil yaşıyor olmamıza rağmen, buna inanmak istemiyoruz. Bir yerlerde insanca, hakça bir yaşamın olduğuna ve oraya bir şekilde erişebileceğimize inanmak istiyoruz. Fakat kapitalizmin hüküm sürdüğü hiçbir yeryüzü parçasında böyle bir yer yok! Oysa böyle bir dünyayı kurmak, onu bir hayal olmaktan kurtarıp gerçekliğe dönüştürmek pekâlâ mümkün. Ama önce boş hayallerden kurtulmak ve böylesi bir dünyayı yaratmak için mücadele etmek gerekiyor! bir deniz emekçisi

Ben bir öğrenciyim. Devrimcilerle tanışıp devrimci olmadan önce sıradan bir hayat yaşıyor ve elbette hülyalar kuruyordum geleceğe dair. Öğrencilik ayları bittikten sonra, yaz tatilinde iş bulduğum ölçüde çalışıyordum. Kimsenin, içinde yaşadığı koşullardan memnun olmadığını görüyordum ve ben de memnun değildim. Tabii ki bu, bilinçli bir memnuniyetsizlik değildi. Yazları çalıştığım konfeksiyon atölyesinden eve yorgun döner ve kendimi teselli ederdim: “topu topu üç ay çalışacağım ve sonra yine okullar açılacak”, nasıl olsa geçici bir durum, üzülmeye değmez. Elbette aldığım tüm ücreti de eve teslim ederdim. Benim durumum geçiciydi, çünkü ben hep öğretmen olmayı düşlüyordum, böylelikle hayatım kurtulacaktı! Dolayısıyla üniversiteye iyi hazırlanıp en çok istediğim okula girmeli ve öğretmen olmalıydım. Yoksa ömrüm hep konfeksiyonda geçecek diye ödüm kopardı. Bir taraftan aileme dönüp baktığımda, kadın olduğumuz için de ezildiğimizi görüyordum. Yani kendi kurtuluşumu mutlaka başarmalıydım. Çok istediğim öğretmenlik bölümünü değil başka bir bölümü kazandım ve bu durum beni çok üzdü. Fakat kazandığım okulda Marksist Tutum’la tanıştım ve gerçekten de bu karşılaşma hayatımda köklü bir değişiklik meydana getirdi. Hayata sınıf bakış açısıyla bakmaya başladım. Ve böylece öğretmenliği kazanamadığım için üzülmeyi bir kenara bıraktım. Öğrendiğim temel bir düşünce biçimi vardı; Marksizm “kişinin bilincini belirleyen içinde yaşadığı toplumun üretim tarzı ve yaşama biçimidir” demekteydi. Toplumdaki egemen düşünceler egemen sınıfın ideolojisi idi. Anladım ki, bilincimizi dolduran tüm bireysel kurtuluş hedefinin altında burjuva ideolojisi yatmaktadır. Burjuvazi kitlelerin bilincini sürekli kendi çıkarlarını meşrulaştıracak şekilde belirler ve bizlere kurtuluş ümitleri dağıtır. Eskiden ben de diğer emekçiler gibi sınıf atlama derdinde olan birisiydim; bu yüzden kendimi gelecekte işçi olarak düşünemiyordum. Gelecekte, ben öğretmen olacaktım! Sonra bu düşünce biçiminin bizim sınıfımıza ait olmadığını ve hayallerimin de küçük-burjuva sınıf atlamacılık olduğunu çok net olarak kavradım. Zira öğretmenler de işçidir. Bireysel kurtuluşun olamayacağı, birey kendisini kurtarmaya giriştiğinde bile bunu ancak toplumun kurtuluşuyla başaracağı açık. Bireysel mutluğun yolu toplumun mutluluğundan geçiyor. Demek ki toplumsal kurtuluş gerçekleşmeden bireysel kurtuluş da mümkün değildir! Marksist bir üniversite öğrencisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.