İşten Atmalara, Taşeronlaştırmaya, 4/C ve 4/B’ye, Sendikasızlaştırmaya Boyun Eğmeyelim!
Direnişi Büyütelim!
• Tekel direnişi ve bağımsız sınıf çizgisi
Mart 2010
• Yeni yükselen emperyalist güçler • Alevi çalıştayları ve laiklik
60
• Bir oportünistin “Marksizm ve devlet” sorununa yaklaşımı /1 • Osmanlı’dan TC’ye kadın hareketi
Tekel Direnişi ve Bağımsız Sınıf Çizgisinin Önemi Utku Kızılok
T
ekel direnişi, işçilere 4/C’ye geçmek için tanınan yasal başvuru süresinin dolmasıyla kritik noktaya gelmişti. İşçilerin direniş iradesini tavsatmaya dönük manevraların kritik bir eşiğe geldiği, son günlerin havasından belirgin biçimde sezinleniyordu. Bir yandan dikkatler Danıştay’dan çıkacak karara yönlendiriliyor, bir yandan da bazı kapalı mesajlarla “iyi şeyler olacak” havası veriliyordu. Nitekim hükümet tarafından işçilere tanınan sürenin dolmasına bir gün kala Danıştay, 30 günlük süre hükmünün yürütmesini durdurdu. Ertesi gün ise Gıda-İş başkanı Türkel çadırların söküleceğini ve mücadelenin yerellerde devam edeceğini açıkladı. Bu hamlenin işçiler tarafından nasıl karşılanacağını, sürecin nasıl gelişeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. İşçilerin en azından bir kesiminin bu kararı tepkiyle karşıladığı hemen ortaya çıkmış bulunuyor. Türkel bu kararı direnişçi işçilere açıklarken “Çadırlar kalacak, direniş sürecek!” ve “Çadırlar onurdur onuruna sahip çık!” gibi sloganlar atan öncü işçilerin protestosuyla karşılaştı. Bürokrasinin ayak oyunlarına rağmen, mücadelede kararlı olan Tekel işçilerinin direnişi, başlangıçta hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini söyleyen AKP hükümetine iki kez geri adım attırmıştır. İlkinde işçilerin ücretlerini yükselten ve çalışma sürelerini 10 aydan 11 aya çıkartan hükümet, ikincisinde ise 4/C statüsünde çalışan işçilere yıllık izin ve kıdem tazminatı hakkı tanımak zorunda kalmıştır. Daha da önemlisi, bu mücadele sonucunda 4/C ve 4/B gibi ucube statüler ilk kez işçi hareketi içinde ciddi olarak sorgulanmaya başlanmıştır. Bu durum sendika bürokrasisinin
hem özelleştirmelere hem de 4/C’ye ilişkin işbirlikçi ve mücadele kaçkını tutumlarını bir kez daha açığa çıkarmıştır. Bürokrasinin özelleştirme sürecinde takındığı tutum, işçi sınıfının saldırılar karşısında yeterli direnişi sergileyememesinin ve bugün yüz yüze kaldığı sorunların temel nedenidir.
Özelleştirme sürecinde sendikal bürokrasinin devletçi tutumu Kamu İktisadi Teşekküllerinin (KİT) özelleştirme sürecinde işten atmaları engelleyecek, kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesinin önüne geçecek ve sendikasızlaşmaya izin vermeyecek bir mücadele hattı örmesi gereken sendikalar, işçi hareketinin militan ve bağımsız sınıf çizgisinde gelişmesini baltalayan bürokratlar eliyle tümüyle pasif, teslimiyetçi, devletçi ve milliyetçi bir tutum almaya itildiler. Kapitalist özel işletmeciliğin karşısına kapitalist devlet işletmeciliği çıkartıldı ve bu durumun devam etmesiyle işçilerin kazanımlarının kendiliğinden korunacağı ileri sürüldü. “KİT’ler vatandır, vatan satılmaz” sloganında ifadesini bulan bu milliyetçi ve devletçi yaklaşım üzerinden, burjuva hükümetler sıkıştırılmaya ve özelleştirmeler durdurulmaya çalışıldı. Böylece kamu işletmelerinde çalışan işçiler söz konusu sloganı ve sloganları haykırmaktan ileri gitmeyen, tümüyle beklemeci bir tutuma itildiler. Ne yazık ki, devletçi bir geleneğe sahip olan geleneksel sol da, kapitalist devlet işletmeciliğini burjuvazinin genel saldırılarına karşı sihirli bir değnek olarak ileri sürmekten ve benzeri
1
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum
sloganları benimsemekten ileri gidemedi. Devletçilik ile özdeşleştirilen sosyalizm ve solculuk, bu topraklardaki Kemalist devletçi gelenekle de birleştirilmiş ve bu durum, “devletçiliğin makbul olduğu” yanılgısıyla işçi hareketinde yansımasını bulmuştur. Yani sendika bürokratlarının devletçi bir tutum almaları bir tesadüf değildir. Üstelik kamu işyerlerinde ağırlıklı olarak örgütlü olan Türk-İş kadar, solcu geçinen DİSK ve KESK bürokratları da devletçidir. Türk-İş’in ise özel bir konumu vardır. Zira kamu işletmelerinde örgütlü olan Türk-İş, daha baştan bürokratik bir aygıt olarak devlet eliyle kurdurulmuş ve sendika bürokratları aracılığıyla adeta devletin bir kurumu gibi çalışmıştır. Daha da önemlisi, sendikal örgütlenmenin ağırlık noktasını kamu işletmelerinin oluşturması, bürokratların mevki ve ayrıcalıklarının kamu işyerlerindeki örgütlenme üzerinde yükselmesi, onları ayrıca devletçi yapmaktadır. Dolayısıyla da sendika bürokratları için kamu işletmelerinin varlığı, buradaki örgütlenmelerin sürmesi, mevki ve ayrıcalıklarının devam etmesi anlamına gelmektedir. İşte bu nedenle, işçi sınıfına dönük saldırılara karşı topyekûn bir mücadele hattı yaratmak ve sendikaları bu noktada harekete geçirmek yerine, sermaye düzeniyle karşı karşıya gelmeyecek, mevki ve ayrıcalıklarını koruyacak bir yola girmekteler. On binlerce kamu işçisi işten atılma, sosyal haklarını yitirme ve sendikasızlaşma saldırısıyla karşı karşıya olmasına rağmen, bürokratlar eliyle felç edilen sendikalar gerekli tepkiyi ortaya koyamamışlardır. Oysa devletçi ve milliyetçi yaklaşımlarla işçiler tümüyle beklemeci bir konuma itilmeselerdi, durum bugün bambaşka olabilirdi. Kamu işletmelerinde çalışan yüz binlerce işçiyi kapsayan militan bir mücadele, kısa zamanda özel sektörü de etkisine alabilir ve sermaye hükümetlerinin saldırılarını durdurabilirdi. Ancak sendikalar işçileri kaderlerine terk etmişlerdir. Gerçek bir örgütlenmeye sahip olmayan ve böylece bürokrasinin yönlendirmesinin dışına çıkamayan on binlerce işçi saldırılara boyun eğmek zorunda kalmıştır. Şimdilerde mücadeleci bir işçi lideri pozları kesen Mustafa Türkel ve onun başında bulunduğu Tek Gıda-İş sendikası da, saldırıları geri püskürtecek bir mücadele örgütlemekten tümüyle kaçınmıştır. 26 binden fazla Tekel işçisini, Tekel’e tütün ya da üzüm üreten on binlerce küçük üreticiyi ve buralarda çalışan on binlerce tarım proleterini içine alan, örgütlü, militan ve sürekliliği olan bir mücadele örgütlemek mümkünken, Türkel ve Tek-Gıda-İş bu doğrultuda hiçbir şey yapmamıştır. 2001’de özelleştirme kapsamına alınan Tekel’de 26 binden fazla işçi çalışmasına rağmen, saldırılara gerekli cevaplar verilemediği için 14 bin işçi tasfiye edilmiştir. 2007’nin sonu ve 2008’in başında son dönemece girilirken, “Tekel vatandır, satılamaz” sloganıyla yapılan bir dizi eylemlilik de süreci geri çevirememiştir. Böylece Tekel tüm bölümleriyle özelleştirilmiş ve geriye kalan 12 bin işçi 4/C statüsüne geçirilmiştir. Fakat kendilerine gelecek tepkileri önlemek isteyen
2
sendika bürokratları, hükümetle giriştikleri pazarlıklarda 12 bin işçinin 4/C statüsüne geçmesini iki yıl erteletmeyi başarmışlardır. Hükümet ise, işçileri sorunsuz bir şekilde tasfiye etmek istediği için bu tavize evet demiştir. İşçiler bu dönemde de bekleme içine sokulmuş ve ancak iki yıllık sürecin dolmasına tamı tamına bir buçuk ay kala Tek Gıda-İş bürokratları alttan gelen basınçla işçileri Ankara’ya çağırmak zorunda kalmış, ama hiçbir hazırlık da yapmamışlardır.
Sendika bürokratlarının işçilerden farklı hedefleri Şu tespiti yapmak yanlış olmayacaktır: Tek Gıda-İş yönetimi de Tekel işçileri de direnişin bu denli büyüyeceğini, uzayacağını ve etkili olacağını düşünmemişlerdi. Lakin sendika bürokrasisinden farklı olarak işçiler, umutların söndüğü bir süreçte, canlarını dişlerine takarak ve mücadelede kararlı olarak Ankara’ya geldiler. Bu bağlamda, başlangıçta işçilerin tamamının Ankara’ya gitmediğini belirtmek gerekiyor. Ne yapılacağının belli olmamasına, nerede ve nasıl kalınacağına, nasıl hareket edileceğine dair bir örgütlülüğün bulunmamasına ve ayrıca bir sonuç alınamayacağına dönük moral bozucu havaya ve bu havanın kimi kentlerde şube başkanları düzeyinde yayılmasına rağmen, Ankara’ya giden işçiler, hiç şüphe yok ki daha gözüpek, daha mücadeleci ve daha umutlu olanlardı. Meselenin bu boyutunu özellikle vurguluyoruz: Zira tüm olumsuzluklara ve bürokrasinin farklı hesaplarına karşın, direnişin Ankara’da tutunmasında ve tüm işçileri içine çekmesinde bu işçilerin büyük bir rolü vardır. Mustafa Türkel’in başını çektiği Tek Gıda-İş bürokratlarının ise, hedefleri ve hesapları işçilerden farklıydı ve direniş süreci bunu gözler önüne sermiştir. Birincisi: Türkel ve şürekâsı, 12 bin Tekel işçisinin blok olarak bir gecede 4/C statüsüne geçmesinin ve tüm özlük haklarını kaybetmesinin yaratacağı sarsıntının bedelini ödememek, son dönemeç alınırken mücadeleci gözükmek, sorunun çözümsüzlüğü noktasında hükümeti suçlayarak kendini hedef tahtasından kurtarmak için Ankara yolunu açmıştır. İkincisi: İşçi mücadelesinin rüzgârıyla statükocu CHP’nin yelkenlerini şişirmek ve AKP’yi işçi hareketi üzerinden sıkıştırmak Ankara çıkartmasının bir başka boyutudur. Yaşanan iktidar kavgasının burjuva kesimler arasında tam bir yarılma yarattığı, üstelik de işçi hareketinin sendikal bürokrasi eliyle burjuva iç kapışma paralelinde bölünerek şu ya da bu cenahın arkasına takıldığı bir süreçte, böyle bir şeyin hesaplanmadığını düşünmek saflık olacaktır. Üçüncüsü, bürokratik hesaplara dairdir. Mustafa Türkel, 2010’un başında verdiği bir mülakatta, sendikal hareketin kendini yeniden gözden geçirmesi gerektiğinden, demokratikleşmesinden, şeffaflaşmasından, Türkiye işçi sınıfının, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların artık ayağa kalkmak ve mücadeleyi ortaklaştırmak zorunda olduğun-
sayı: 60 • Mart 2010
dan dem vuruyor. Daha da önemlisi şöyle diyor: “Bir uyanış döneminin başladığına inanıyorum. Biz TEKEL’le bu yolu açıyoruz.” Mücadelenin önündeki engellerden biri olan, işçi hareketini burjuva kesimlerden birinin arkasına takmak isteyen bu bürokratın kafasına taş düştü de birden bire sınıf bilinçli birisi haline mi geldi? Elbette ki hayır! Mücadeleci bir işçi lideri pozları kesen Türkel, kendi şahsında yeni bir Şemsi Denizer yaratma peşindedir. Sosyalist hareketin ve Türk-İş içindeki solcu sendikacıların desteğini almaya dönük bu çıkışların hedefi, yeni bir uyanış döneminin yolunu açan işçi lideri havalarında işçi hareketinin ve elbette ki Türk-İş’in başına oturmaktır. Tekel direnişi ele alınırken bunlar, yani bürokratlar ile işçiler arasındaki amaç farklılığı mutlaka akılda tutulmalıdır.
Tekel direnişi ve sendikal bürokrasinin ihaneti Direnişin ilk günlerinde işçiler ne yapacaklarını bilemez durumdaydılar. Sendika bürokratları işçileri öylece Ankara’nın soğuğuna terk etmişlerdi. İşçilerin ilk gün AKP Genel Merkezi önünde gecelemesi, ikinci günün akşamında ise spor salonuna götürülmeleri bu terkedilmişliğin bir yansımasıydı. Ankara’ya gelen işçiler mücadelede kararlı olmakla birlikte, AKP Genel Merkezi önünde yapacakları bir dizi eylemin ve muhalefet partilerinin devreye girmesinin yaratacağı etkinin hükümete geri adım attıracağını düşünüyorlardı. Ya da en azından bu yönde bir umut besliyorlardı. Lakin durum böyle gelişmedi: Tüm burjuva partileri gibi işçi düşmanı olan, kitlelerin hak arama mücadelesine tahammül edemeyen ve Tekel direnişinin toplumsal muhalefetin odağı haline gelmesini istemeyen AKP hükümeti, eylemin üçüncü gününde işçilere acımasızca saldırdı ve dağıttı. Eğer o gün işçiler dağılıp evlerinin yolunu tutsalardı, sendika bürokratları ellerinden ge-
marksist tutum
len her şeyi yapmış mücadeleci liderler olarak pozlar kesecek ve böylece kendileri açısından meseleyi kapatmış olacaklardı. Ama geri dönmemek gerektiğini sezen işçiler, kendi deyimleriyle bütün gün Ankara’da ne yapacaklarını bilmeden dolaştılar ve sonra da Türk-İş’in önüne gittiler. Böylece dağılmayıp tekrar bir araya gelmelerinin, direnmek gerektiğine dair adı konmamış bir karar olduğunu bilince çıkaran işçiler, Türk-İş binası önünü direniş alanına çevirdiler. Bu noktada önemli bir hususun altını çizerek ilerleyelim. İşçilerin dağılmamasında sendika bürokratlarının gerçekte bir gayreti ve öncülüğü olmamıştır. Ancak Tekel işçilerinin bağımsız bir örgütlenmesi olmadığı için, direnişin hegemonyası bürokratlarda kalmaya devam etmiş ve Tek Gıda-İş bürokrasisi ortaya çıkan bu yeni durumu kendi hedefleri doğrultusunda manipüle etmeye çalışmıştır. Tekel direnişinin Ankara’da tutunabilmesi ve bir etki yaratması, genelde statükocu güçlerin, özelde ise onların CHP ve MHP gibi partilerinin ve burjuva basının bir kesiminin direnişe olan ilgisini ilk günlere kıyasla bir hayli artırmıştır. İşyerlerine sendika girmesine tahammül edemeyen Doğan ya da Karamehmet medya grupları ne hikmetse birden bire işçi dostu kesilmişlerdir. Milletvekillerinin yanı sıra bizzat CHP lideri Deniz Baykal Tekel direniş alanında boy göstermeye başlarken, AKP karşıtı geniş yazar-çizer taifesi işçilerin haklarından ve hukuklarından söz etmeye başlamış, hatta kimileri dayanışma grupları bile kurmuşlardır. Böylece bir tarafta Tekel işçilerinin yürüttüğü haklı, meşru, kararlı ve etkili direniş, öte tarafta ise Tek Gıda-İş bürokratları üzerinden bu direnişi AKP’yi sıkıştıracak ve CHP’yi parlatacak kanallara yönlendirme çabaları yer almıştır. Bu durum doğrudan doğruya Türk-İş bürokrasisi içinde de yankısını bulmuştur. Burjuvazi içindeki yarılmaya Milletvekillerinin yanı sıra bizzat CHP lideri Deniz Baykal Tekel direniş alanında boy göstermeye başlarken, AKP karşıtı geniş yazarçizer taifesi işçilerin haklarından söz etmeye başlamış, hatta kimileri dayanışma grupları bile kurmuşlardır. Böylece bir tarafta Tekel işçilerinin yürüttüğü haklı, meşru, kararlı ve etkili direniş, öte tarafta ise Tek Gıda-İş bürokratları üzerinden bu direnişi CHP’yi parlatacak kanallara yönlendirme çabaları yer almıştır.
3
marksist tutum
Mart 2010 • sayı: 60 Binlerce Tekel işçisinin Ankara’nın merkezinde sürdürdüğü direnişin kısa zamanda geriye çekilmeyerek süreklileşmesi ve işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin bir bölümünün dayanışma eylemleri kapsamında harekete geçmesi, uzun durgunluk yıllarından sonra işçi hareketinde canlandırıcı bir havanın esmesine neden olmuştur.
paralel bir bölünme yaşayan sendikal bürokrasi, işçi hareketini şu ya da bu kesimin peşine takmaya çalışmaktadır. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu çizgisi işçi hareketini AKP’ye, Türk-İş Genel Sekreteri olan Mustafa Türkel çizgisi ise CHP’ye doğru çekme peşindedir. Ayrıca Tekel direnişi Türk-İş bürokrasisi içindeki koltuk kavgasını da kızıştırmıştır. İşçiler, Türk-İş Genel Merkezinin önünü direniş alanına çevirerek daha başından beri Tekel direnişinden uzak duran ve onu sahiplenmeyen Türk-İş’i fiili olarak sürecin bir parçası haline getirmişlerdir. Tekel işçilerinin yarattığı bu fiili durumun ve direnişin üzerine basan Türkel, Kumlu çizgisini sıkıştırmaya ve kendi önünü açacak şekilde yıpratmaya başlamıştır. Süreci tümüyle Türkel çizgisinin eline teslim etmek istemeyen Kumlu çizgisi ise direnişi kerhen sahiplenmek zorunda kalmıştır. Türk-İş bürokrasisinin burjuva kesimler arasındaki yarılma çizgisi üzerinden kapışması ve aynı zamanda koltuk kavgasına tutuşması, Tekel direnişini zayıf düşürmüştür. Türk-İş, Tekel direnişinin kendisini içine çekmesiyle ve işçilerin bindirdiği basıncın zorlamasıyla harekete geçmek zorunda kaldı. O güne kadar toplanmayan başkanlar kurulu toplandı, Türk-İş direnişi resmen sahiplenmek zorunda kaldı ve bir ay boyunca her Cuma, bir saatle başlayıp dört saate çıkacak şekilde iş bırakma kararı aldı. Ancak bu Cuma eylemlerinin mücadeleyi büyüttüğü ve Tekel direnişini ilerlettiği söylenemez. Bu göstermelik eylem kararına çok az sayıda kamu ve belediye işçisi katılmış ve dördüncü haftanın sonunda dört saatlik bir iş bırakma tabii ki yaşanmamıştır. Zira bu iş bırakma eylemi bile bürokrasi tarafından savsaklanmış, hiçbir ciddi örgütlenme yapılmamış, Tek Gıda-İş’in örgütlü olduğu işyerleri de dâhil olmak üzere özel sektördeki işçiler tümüyle sürecin dışında bırakılmışlardır. Oysa çok daha geniş ve etkili eylemler yapılmadan, Tekel direnişi genel bir mücadele düzeyine yükseltilmeden 4/C saldırısının tümüyle geri püskürtülmesi mümkün değildi. Bu gerçeğin farkında olan Tekel işçileri, daha direniş sürecinin başından itibaren “genel grev, genel
4
direniş” şiarını yükseltiyorlardı. Nitekim 17 Ocakta Ankara’da yapılan ve 70 bin kişinin katıldığı mitinge de bu slogan ve beklenti damgasını bastı. Bu yönde bir karar alınmaması üzerine, Tekel işçileri kürsüyü bir süreliğine işgal ederek Türk-İş yönetimine yönelik tepkilerini ortaya koydular. Ancak Türk-İş bürokrasisi buna rağmen bu yönde bir karar almamıştır ve üstelik de böyle bir karara ne Kumlu ne de Türkel çizgisi yanaşmıştır. Bir taraftan mücadeleden ve geri dönüş olmayacağından dem vuran Türkel’in, öte taraftan başında bulunduğu sendikayı harekete geçirmemesi onun gerçekte samimi olmadığının bir delilidir. Sanki kendisi işçilerin “genel grev, genel direniş” talebini kabul ediyormuş da Kumlu ve Türk-İş bunu istemiyormuş havası yaratan Türkel’in derdi, gerçekte mücadeleyi genişletmek değil, sorumluluğu kendi üzerinden atarak karşı tarafı sıkıştırmaktı. AKP yandaşı Kumlu ise, bir genel grevde gerçekte tüm üretimi durdurup durduramayacaklarını sendika başkanlarına sorarak ve onlardan aldığı “hayır” cevabı üzerinden karşı tarafı sıkıştırarak kendi payına düşen sorumluluğu üzerinden atmıştır. Bürokratların mücadele yollarını tıkaması sonucunda umutsuzluk hissine kapılan Tekel işçisi, sınıf mücadelesinin yöntemleriyle pek de bağdaşmayan açlık grevi ve ölüm orucu gibi yöntemlere başvurmak zorunda kalmıştır. Ancak bu eylemin sonuç getirmeyeceği kısa sürede açığa çıkmış ve açlık grevleri sona erdirilmiştir. Sendikal bürokrasinin oyalayıcı ve mücadele kaçkını tutumu, 4 Şubatta yapılan genel iş bırakma eyleminde bir kez daha cisimleşti. AKP hükümetinin ikinci kez küçük tavizler vermesi ama tümüyle geri adım atmaması üzerine, 4 Şubatta bir günlük genel iş bırakma kararı alan Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Kamu-Sen ve Memur-Sen başkanları “hayatın duracağını” ilan ettiler. Öylesine bir hava ve beklenti yaratıldı ki, sanki söz konusu olan bir genel grevdi ve gerçekten de hayat duracaktı! Oysa iş bırakmaya, buna işçi ailelerini ve toplumun geniş kesimlerini katmaya
sayı: 60 • Mart 2010
dönük hiçbir çaba ve örgütlenme hazırlığının olmaması, etkili bir iş bırakma eyleminin olmayacağının bir göstergesiydi. Nitekim 4 Şubatta bu tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. “Hayatı durduracak” beklentisi yaratılan 4 Şubat fiili dayanışma grevi, kamuda ve belediyelerde çalışan sendikalı işçilerin ve memurların bir bölümüyle sınırlı kalmış ve sonuç aldırıcı bir eylemin çok çok altında kalmıştır. Bunun doğduran doğruya sorumlusu, sendikaların başına çöreklenen bürokratlardır. Daha iş bırakma kararı sıcaklığını korurken, AKP’nin yan kuruluşu misyonunu üstlenen Memur-Sen süreçten çekildiğini açıklamış, ondan pek de farkı olmayan Hak-İş ise eyleme kâğıt üzerinde katılmıştır. Ancak Türk-İş’e bağlı sendikaların ya da DİSK ve KESK’in durumu da daha ileri değildir. Geçerken, DİSK’e dair bir hususun altını çizmek gerekiyor. Hak-İş’in, Memur-Sen’in ve Türk-İş bürokrasisinin sınıf işbirlikçi tutumları malum! Ancak solcu geçinen ve mücadeleci gözüken DİSK hakkında da yanılgıya sürüklenmeme uyanıklığını göstermek lazımdır. Esip gürleyen, hükümetin hesap vermesi gerektiğini söyleyen, “bu saldırıyı aşmak boynumuzun borcudur” diyen Çelebi önderliğindeki DİSK bürokratlarını asıl motive eden şey, mücadelenin genişletilmesi ve işçi sınıfına dönük saldırılara topyekûn bir cevap verilmesi değil, Tekel direnişi üzerinden gelişen işçi hareketini CHP’nin dümenine bağlama arzusudur. Bu noktada Türkel ve Çelebi’nin statükocu yoldaşlığı dikkat çekicidir ve bu ikilinin geçen senelerdeki 1 Mayıslarda oynadıkları uğursuz rolü bu sene de aynen oynaması ihtimaline karşı uyanık olunmalıdır. 4 Şubat eyleminin bir kez daha gözler önüne serdiği diğer bir gerçek şudur: Sendika bürokrasisi, ya üzerine binen basıncı hafifletmek ya da hükümeti sıkıştırmak söz konusu olduğunda kamuda ve belediyelerde çalışan işçileri ve memurları ileri sürmektedir. Zira bürokrasi, özel sektördeki gibi, kapitalistlerle karşı karşıya gelmeyeceğini, hükümetin ve belediye yönetimlerinin iş bırakma eyleminden dolayı kapsamlı bir saldırıyı göze alamayacağını bildiğinden, bu alanda daha rahattır. Sendikal bürokrasi iş bırakma eylemlerini özel sektöre yayma ve patronlarla karşı karşıya gelmeyi göze almamaktadır. Çünkü sendika bürokratlarının işçi sınıfının mücadelesini ilerletmek gibi bir amacı ve hedefi yoktur. Onların asıl kaygısı koltuklarını tehlikeye atmamaktır. Bu nedenle, ne Türk-İş’e bağlı sendikalar, ne Tekel işçilerinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş, ne de “genel greve” hazır olduğunu söyleyen DİSK, özel sektörde iş bırakmaya yanaşmıştır. Gerekli etkiyi göstermeyen 4 Şubat eylemi, denilebilir ki Tekel direnişinin geriye çekilmesinin de başlangıcıdır. 4 Şubattaki genel iş bırakmaya büyük umutlar bağlayan Tekel direnişçileri ve dayanışma eylemlerinde yer alan işçi kitleleri moral bozukluğuna sürüklenmişlerdir. AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan ise karşısında etkili bir “grev” bulamayınca saldırıya geçmiştir. Erdoğan, yapılan eylemlere Türk-İş’in bile sahip çıkmadığını söyleyerek alay
marksist tutum
etmiştir. O güne kadar direnişin geleceği hakkında temkinli konuşmayı seçen Erdoğan, 28 Şubattan sonra direniş çadırlarının kaldırılacağını ve işçilerin dağıtılacağını söyleyerek açıktan tehditler savurmaya girişmiştir. Sendikal bürokrasi ise, “genel grev, genel direniş” talebinin karşısına 4 Şubat eylemini çıkartarak ve istenen şeyin yapıldığını söyleyerek, zaten kararsız olan adımlarını geriye doğru atmaya başlamıştır. 12 Şubatta toplanan sendika konfederasyonları başkanları, işçileri oyalamaktan ve süreci pörsütmekten ileri gitmeyecek kararlar aldılar. 4/C’nin iptal edilmesi için Danıştay’a iptal davası açılmasına karar verilmesi ve mücadelenin adliye koridorlarında beklemeye doğru kaydırılması bunun tipik bir örneğidir. 22 Şubatta bir kez daha toplanan konfederasyon başkanları, aldıkları kararlarla Tekel işçilerini tümüyle yalnızlığa terk ettiler. İşyerlerinde kokart takılması, sokaklara pankart asılması, meşaleli yürüyüşler düzenlenmesi ve oturma eylemleri yapılması gibi son derece pasif eylem kararları, bürokrasinin mücadele kaçkını tutumunun somut bir göstergesidir. Ya 26 Mayısta genel iş bırakma kararına ne demeli! Sıralanan bir dizi talep yerine getirilmezse, güya genel iş bırakma eylemi yapılacakmış! Neden 26 Mart ya da Nisan değil de Mayıs? Yani başta Türk-İş olmak üzere sendika bürokrasisi Tekel direnişini terk ederek süreçten çekilmiştir. Bu durum, direnişin başından beri Türkel ve işçiler arasında var olan çelişkinin keskinleşmesine neden oldu. Kumlu önderliğindeki Türk-İş bürokrasisinin geriye çekilmesiyle Türkel ve ekibi, direnişi başından atmaya dönük manevralara girişti. Türkel’in, ay sonunda “çadırları kaldıracağız”, eylemi ülke geneline yayacağız demesi bu manevranın bir parçasıdır. Şurası bir gerçek ki, başlangıçta, ülke genelinde sürekliliği sağlanmış etkili eylemler örgütlemek mümkünken, Tek Gıda-İş bürokratları buna yanaşmamışlardır. Şimdi ise durum başkadır. Tekel işçilerinin dağıtılması demek, bir daha asla bugünkü düzeyde bir güce ve etkiye ulaşamamaları, birbirinden kopan işçilerin bürokrasi tarafından rahatlıkla denetim altına alınması ve süreç içinde mücadelenin pörsütülmesi demektir. Bürokrasi, bu gerçekliğin farkında olan ve çadırların dağıtılmasına izin vermeyeceklerini söyleyen işçileri içeriden çökertmek amacıyla harekete geçmiştir. Ancak bu manevralar işçilerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu tepkiyi yatıştırmak isteyen şube başkanlarının örgütlediği bir grup işçinin Türkel lehine slogan atması, başka bir grup işçininse “en büyük başkan değil işçidir” biçiminde karşılık vermesi bunun bir göstergesidir. Bürokrasinin oyunları yeterli etkiyi göstermediğinden, direnişin olası yenilgisinin sorumluluğunu üzerinden atmak amacıyla Türkel, Türk-İş Genel Sekreterliğinden istifa etti. Bu istifa, sorumluluğu Türk-İş yönetimine yıkmak doğrultusunda yapılmış bir manevraydı. Bu manevrayla Türkel, önü kesilen “başkan” imajı yaratarak, Türk-İş’in tepesine güreşmek için zemin hazırlamak istemiştir.
5
marksist tutum
Tekel direnişi ve bağımsız sınıf çizgisi Binlerce Tekel işçisinin Ankara’nın merkezinde sürdürdüğü direnişin kısa zamanda geriye çekilmeyerek süreklileşmesi ve işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin bir bölümünün dayanışma eylemleri kapsamında harekete geçmesi, uzun durgunluk yıllarından sonra işçi hareketinde canlandırıcı bir havanın esmesine neden olmuştur. Binlerce işçinin başlattığı direniş etrafında oluşmaya başlayan hareketliliğin, fiili dayanışma grevleriyle, mitinglerle, yürüyüşlerle ve çeşitli etkinliklerle devam etmesi ve bu eylemlilik sürecinin birkaç aya yayılması işçi hareketinin gündemini canlı tutmuştur. Ancak bu sevindirici gelişmeler, kimseyi olup biteni gerçeklerin ötesinde değerlendiren bir körleşmeye götürmemelidir. İşçi hareketinin çok ciddi sorunları ve zaafları vardır: Eğer bunlar aşılamazsa, işçi hareketinin önünü açmakta önemli bir rol oynayabilecek Tekel benzeri direnişler, belirli kazanımlar elde etse bile, ileriye sürükleme potansiyelini kısa zamanda tüketecek; işçi hareketi bir kısır döngü halinde başladığı noktaya geri dönecektir. Bugün en önemli sorun, işçi sınıfına yol gösterecek güçlü bir devrimci örgütlülüğün olmamasıdır. Bu eksikliğin yarattığı boşlukta sendikal bürokrasi işçi hareketini tam anlamıyla felç etmektedir. Diğer bir önemli sorun ise, küçük-burjuva sosyalist hareketin bir bölümünün, özünde sendikal bürokrasinin üstlendiği misyonla örtüşen bir tutum içinde olması ve hedefe yalnızca AKP’yi oturtarak işçi hareketini bağımsız sınıf çizgisinden uzaklaştırmasıdır. Tekel direnişi vesilesiyle, küçük-burjuva solun milliyetçi, devletçi ve reformist çizgisi daha da belirginleşmiştir. Statükocu-devletçi Kemalist kesimlerin AKP’yi yıpratmak amacıyla Tekel direnişine yoğun ilgi göstermesi, medyanın bir kesiminin işçi dostu pozlarına bürünerek direnişi normalde yapmayacağı kadar gündemde tutması bu küçük-burjuva sol kesimlerin fazladan şevklenmesinde önemli bir etken olmuştur.
6
Mart 2010 • sayı: 60
Statükocu kesimlerin yoğun ilgisinin sebebi ise bu direnişin, çok umutlar bağladıkları Cumhuriyet mitinglerinden bile daha etkili olabilmesidir. Hükümet, darbecilerin düzenlediği bu mitingleri rahatlıkla toplumun gözünde teşhir edebilmekte, etkisini savuşturabilmekte, ama kadınıyla erkeğiyle, başı kapalısıyla açığıyla, Türküyle Kürdüyle işçilerin giriştiği haklı bir mücadelenin etkisini aynı şekilde pasifize edememektedir. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın şu ifadeleri başka bir izahatı gerektirmiyor: “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe haline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Bir siyasi iktidar bundan memnun olmaz. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller, ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışılırsa, ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim.” Kemalizmin değirmenine su taşıma yolunda sendikal bürokrasinin ve devletçi, milliyetçi, reformist sol kesimlerin yoldaşlığı da dikkat çekicidir. Bu sol kesimler, Tekel direnişini Tek Gıda-İş ile birlikte yürütüyormuş havalarına girmekle kalmadılar: Bürokrasinin tüm ayak oyunlarını görmezden geldiler, direnişin liderliğinin bürokraside kalmasına hizmet edecek şekilde işçiler arasında propaganda yürüttüler. Daha önemlisi, çeşitli biçimlerde Mustafa Türkel’e “mücadeleci başkan” övgülerinin düzülmesi ve yeni bir Şemsi Denizer fenomeninin yaratılmasına hizmet edilmesidir. Tekel benzeri direnişlerin, işçi hareketinde yaratacağı etkinin kalıcı olması ve daha canlanma aşamasında işçi hareketinin boğulmaması için mutlaka bağımsız sınıf hattına çekilmesi gerekmektedir. İşçi hareketinin bağımsız sınıf çizgisine çekilmesi ve mücadeleye girdikten sonra, sınıf bilinçli işçiler olma yolunda ilerleyen Tekel işçilerinin değişiminin kalıcı olması için, sınıf devrimcilerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bağımsız sınıf çizgisine çekilen işçi hareketinin hedefi, burjuva kesimlerden birisinin ya da ötekisinin peşinden yürümek değil, onların düzeni olan kapitalizmi onlarla birlikte ortadan kaldırmak için kendi yolunda yürümek olacaktır.
Yeni Yükselen Emperyalist Güçler Levent Toprak
2
000’li yıllarla birlikte dünya ekonomisinde yeni bir eğilim gitgide kendini daha belirgin biçimde duyurmaya başladı. Başta Çin olmak üzere eskinin azgelişmiş denilen ülkeleri arasından bir grup ülkenin dünya ekonomisi içindeki ağırlıklarında hızlı bir artış baş gösterdi. Örneğin en çarpıcı vaka olan Çin, dev adımlarla ilerleyerek 2009’da dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve en büyük ihracatçısı konumuna gelmiş durumda. Hep geriliğinden dem vurulan Türkiye bile, son dönemdeki kapitalist gelişmesiyle birlikte yeryüzündeki 200 civarında ülke arasında dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girerek 17. basamağa yükselmiş bulunuyor. Önceleri BRIC kısaltmasıyla anılan 4 ülke (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ön plana çıkarken, şimdilerde bunların yanına Meksika, Endonezya ve Türkiye’nin katılmasıyla E7 (emerging = yükselen) diye adlandırılan bir sınıflama gitgide yerleşmekte. Ve bu haliyle E7, gelişmiş büyük kapitalist ülkeler grubu olarak şekillenmiş olan G7 ile çeşitli bakımlardan karşılaştırılmakta, geleceğe yönelik bazı tahminler yapılmakta. 2008 yılını içeren son veriler E7 ülkeleri toplam hâsılasının şimdiden G7 toplamının 3’te birini geçtiğini (32 trilyon dolara karşılık 11 trilyon dolar) gösteriyor. Çeşitli uluslararası kuruluşlar olsun, araştırma kuruluşları olsun, önümüzdeki 15-20 yıl içinde bu iki grubun toplamda eşitleneceğine işaret ediyorlar. 15-20 yıl sonra kapitalizmin durumu ne olur bilinmez ama, genel olarak bu iki grup ülke arasındaki farkın kapanmakta olduğu açıktır. Zira sözgelimi son 10 yıl içinde E7 ülkelerinin toplam büyüme oranı %250’ye yakınken G7’ninki %65 düzeyindedir. Yani bu iki grup ülke arasındaki büyüme hızı farkı neredeyse 4 kata ulaşmıştır.
1998 G7 ÜLKELERİ Kanada
2008
GSYİH (milyon $)
GSYİH (milyon $)
616.782
1.499.551
Fransa
1.474.164
2.866.951
Almanya
2.187.484
3.673.105
İtalya
1.218.666
2.313.893
Japonya
3.857.028
4.910.692
Birleşik Krallık
1.456.155
2.680.000
ABD
8.793.475
14.441.425
19.603.754
32.385.617
844.126
1.572.839
Toplam E7 ÜLKELERİ Brezilya Çin
1.019.481
4.327.448
Hindistan
411.546
1.206.684
Endonezya
105.469
511.765
Meksika
455.589
1.088.128
Rusya
271.038
1.676.586
Türkiye
269.125
729.983
Toplam
3.376.374
11.113.433
Bu olguyu nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bunu değişik bakımlardan ele almaya çalışacağız. Ama ilkin belirtilmesi gereken bir nokta var. Meseleye neresinden yaklaşılırsa yaklaşılsın, bunun önemli bir olgu olduğu peşinen kabul edilmelidir. Zira bu olgunun hâlihazırda dahi kendisini göstermeye başlayan önemli sonuçları bulunmaktadır. Örneğin şu an dünyanın en büyük emperyalist gücü olan ABD, “savunma” stratejisinde en büyük rakip ve olası düşman olarak resmi ve aleni şekilde Çin’i tarif etmekte ve bugün dünya üzerinde yürüttüğü hegemonya mücade-
7
marksist tutum
lesinde en çok Çin’in etkisini kırmayı hedef almaktadır. Yine onun İran siyasetinin önündeki en büyük engeller başta Çin ve Rusya olmak üzere değişik derecelerde bu E7 ülkeleri olmaktadır vb. Benzer hususlar ekonomik alanda da belirgin biçimde görülmektedir. Örneğin bu ülkeler ikili anlaşmalar yoluyla, kendi aralarında ve diğer birçok ülkeyle ticarette doları kaldırmaya yöneliyorlar. Ya da ellerindeki büyük dolar rezervlerini ABD’nin ekonomik politikaları üzerinde baskı aracı olarak kullanıyorlar, doların uluslararası rezerv para konumuna itiraz ederek uluslararası platformlarda yeni bir uluslararası para sisteminin oluşturulması yönünde baskı yapıyorlar. Konunun önemi kendiliğinden açık olmakla beraber ne yazık ki solun büyük bölümü bu meseleyi derinlikli biçimde ele almaya yanaşmamaktadır. Şu ya da bu güncel gelişme yorumlanırken bu yeni yükselen kapitalist güçler olgusunun sonuçları belli ölçülerde hesaba katılıyor gibi görünse de, tutarlı bir teorik çerçeve, sağlam ve derinlikli bir bakış ortaya konmamaktadır. Bunun doğal sonucu da, gelişmeler karşısında Marksizmin gerektirdiği yol gösterici, tutarlı devrimci tutumun gösterilememesi olmaktadır. Örneğin, Batılı emperyalist ülkeler dışında kalan dünyanın büyük bölümündeki işçi sınıfı için temelde ortaya konan siyaset, hâlâ, toplumsal kurtuluş davası olmaktan ziyade, “ülke”nin, “memleket”in, “yurt”un, “ulus”un kurtuluşu davası olmaya devam edebilmektedir. Bu yaklaşımın bir parçası olarak E7 türünden ülkelerin bile hâlâ Batılı emperyalist güçlerin iradesiz kuklalarıymış gibi gösterilmesi devam edebilmektedir. Bu ülkelerin egemen sınıflarının rolü ve sorumluluğu hafife alınabilmekte, bu kesimlere allem edip kalem edip temiz kâğıdı çıkarılabilmektedir. Çok iyi biliyoruz ki, bu tür siyasi yaklaşımların hepsi egemen sınıflar ile sömürülen emekçi sınıflar arasında eninde sonunda ve bir biçimde sınıf işbirliği sonucuna varmaktadır.
Mart 2010 • sayı: 60
Kapitalist gelişmenin bileşik yönü
E7 ülkeleri gibi ülkelerin durumu, kapitalizm karşıtlığını proleter devrimci bilimsel temellere oturtamayanlar açısından esasen abdest bozucu türdendir. Solun bu konuyu ele almaktan kaçınmasının sırrı buradadır. Zira bu gibilerin tasavvurunda dünya, biraz kabalaştırarak ifade edersek, bir tarafta zengin ve yozlaşmış Batılı emperyalist ülkeler, diğer tarafta da bu emperyalizm tarafından “geri bıraktırılan” ülkelerden oluşuyordu. “Geri bıraktırılan” ülkeler mazlum ülkelerdi ve emperyalizm yüzünden gelişemiyorlardı. Böylece bin kılığa bürünen bir üçüncü dünyacı milliyetçi anlayış temellendirilmiş oluyordu. Genel tasavvur böyle olunca bu kategorideki ülkeler arasından yukarı tırmananların olabileceğini kabul etmenin de pek hayırlı olmayacağı kendiliğinden açıktır. Geçmişte örneğin Güney Kore’nin yaşadığı gibi yükselişlere ya yok muamelesi yapıldı ya da kulp takılmaya çalışıldı. Oysa kapitalizmi Marx’ın temellerini attığı bilimsel devrimci dünya görüşü temelinde kavrayanlar açısından şaşırtıcı bir durum yoktu. Süreçler esasen tam da kapitalizmin gelişme yasasını ifade eden eşitsiz ve bileşik gelişmeyi çarpıcı biçimde doğruluyordu. Nitekim Elif Çağlı böylesi nitelikte ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisi içinde ortaya çıkabileceğini şöyle vurguluyordu: “Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir.” (Küreselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Gelişme, Tarih Bilinci Yay, s.46) Emperyalizm olgusunu esasen duygusal ve milliyetçi bir açıdan ele alan küçük-burjuva anlayışla bu gelişmeleri kavramak mümkün değildir. Ama asıl meselesi uluslar değil sınıflar, ülkeler değil kapitalizm olan proleter devrimci anlayış için bu kapitalizmin doğal gelişim yasasıdır. Kapitalizm kendisinden önceki üretim tarzlarından tümüyle farklı olarak durduğu yerde duramayan bir üretim tarzıdır. Durgunluk daha önceki üretim tarzlarının bir varlık koşulu iken, tersine kapitalizm için BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin liderleri bir arada ölüm demektir. Marx Manifesto’da
8
sayı: 60 • Mart 2010
bunu şöyle dile getirmişti: “Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz.” Bu durum kapitalistleri sürekli ve daha çok üretmeye, daha çok satmaya, bunun için de yeryüzündeki her fare deliğine dahi girmeye sürüklemektedir. Devam eden Marx bunu da şöyle anlatıyor: “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi.” Marx zamanında kapitalistler için diğer ülkeler henüz esas olarak pazar ve hammadde alanıydı. Kapitalizmin daha öte gelişimi ve emperyalizm aşamasına doğru yükselişle birlikte bu boyutun yanına dönüştürücü dinamiği çok daha güçlü olan bir boyut olarak sermaye ihracı eklendi. Yine de Marx daha Manifesto’da gidişatı temel sonuçlarıyla birlikte çok açık görüyordu. “Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.” Marx’ın sonraları daha da geliştirip derinleştireceği tüm bu düşünceleri, kapitalist gelişmenin çoklarınca yok sayılan ya da ihmal edilen temel yönünü, ondaki bileşik gelişme öğesini vurgulamaktadır. Marx’ın öngördüğü gibi, doğası gereği büyük bir girginliğe, yayılma dürtüsüne sahip olan kapitalizm, kaçınılmaz olarak eskinin azgelişmiş ülkelerine girmiş, eninde sonunda oraları da kapitalistleştirmiştir. Yine Marx’ın ipuçlarını verdiği gibi, geriden gelen ülkeler ileri ülkelerin geçtiği tüm aşamalardan geçmek zorunda kalmamış, aksine en son biçimler buralara girip yerleşebilmişlerdir ve yerleşmektedirler. Elif Çağlı bu sürecin karmaşık ve çelişkili niteliğini de şöyle ortaya koymaktadır: “Kapitalist üretim tarzının küreselleşmesi, tekelci kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesinde, büyük kapitalist tekellerin çeşitli ülkeleri karmaşık ve karşılıklı ilişkiler zinciri içine sokmasında somutlanır. Gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere yönelik sermaye hareketi, tekelci gelişimi birincilerden ikincilere taşır ve böylece kapitalizm ulaşılan en son aşamaya has özellikleriyle birlikte çevreye yayılır. Kapitalist gelişimin gecikmeli örneklerinde sıçramalı ilerleyişler kaydedilebilir, fakat bu durum çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaz. Görüleceği üzere, kapitalizmin global hareketi tam anlamıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu diyalektik bütünlüğü keyfi biçimde parçalaya-
marksist tutum
rak, iktisadi hareketin basitçe ve tek yönlü bir eşitsiz gelişme özelliği taşıdığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz.” (age, s.45) Görüldüğü gibi kapitalist dünyada genel anlamda eşitsizlikler ve çelişkiler ortadan kalkmamaktadır. Sürecin bu yüzüne ilişkin hususlara aşağıda değineceğiz. Ama buna geçmeden önce azgelişmişlikten yukarı doğru sıçramalı bir yükseliş yaşayan ülkeler olgusunun arızi ya da geçici bir olgu olup olmadığı hususuna değinmek istiyoruz.
Gelgeç bir olguyla mı karşı karşıyayız? Her şeyden önce şunu belirtelim ki, istisnai yıkımlar dışında tarihteki hiçbir gerçek ilerleme tümüyle ortadan kalkmaz, tarihin tekerleği geriye dönmez. Bu ülkelerin ekonomilerinde daralmalar, hız düşüşleri, krizler vs. elbette olmaktadır ve olacaktır, ancak ulaşılan genel üretici güçler düzeyi ve sosyal-kültürel ölçüler ortadan kalkmaz. Geri ülke durumundan hızla gelişerek gelişmiş ülke durumuna ulaşan Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerin kaydettiği aşama geçmişte küçümsenmiş, sanayileşmeleri bir bakıma hormonlu addedilmiş ve adeta her an eski gerilik günlerine döneceklermiş gibi görülmüştü. Bugün bu ülkelerdeki kapitalist gelişmenin vardığı nokta tartışmanın ötesindedir. Benzer motivasyonlu bir tutum, örneğin gerilik vurgusu yapmak maksadıyla sanayisine dudak bükülerek “montaj sanayisi” denilen Türkiye için de hep sergilenmedi mi? Bugün Latin Amerika’dan Afrika’ya, oradan Ortadoğu’ya, Avrupa’ya, Rusya’ya ve Çin’e kadar uzanan coğrafyada Türkiye merkezli sermaye gruplarının yatırımları cirit atıyor. Küresel düzeyde nam salmış şirketler, Avrupa bankaları vb. satın alınıyor… Özetle kapitalist gelişmeyi görmezden gelmeye çalışan tüm bu tür yaklaşımların iflas ettiği açıktır. Bu örnekler ve daha eski örnekler kapitalist gelişme merdiveninde basamak atlamaların, sıra değiştirmelerin istisnai durumlar olmadığını gösterdiği gibi bu tür gelişmelerin tesadüfî olmadığını da göstermektedir. Geçmişte dünyanın geri kalanı İngiltere karşısında son derece geri görünüyordu. İngiltere “dünyanın atölyesi” ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” idi. Onun ihtişamını geride bırakabilecek bir başka ülke görünürde yoktu. Ama sonra kıta Avrupa’sı ve Kuzey Amerika İngiltere’ye yetişti. Ve daha sonra Kuzey Amerika herkesi çok büyük bir farkla geride bıraktı. Japonya’nın yükselişi ve ABD dışındaki tüm ülkeleri geride bırakışı da bir başka örnektir. O halde 7 kızkardeşlerin (G7) sürgit aynı konumları işgal edeceklerini kim söyleyebilir? Nitekim kapitalist kuruluşların yaptıkları tahminlerin tamamı bu sıralamaların mutlak surette değişeceğini öngörmektedir. Çin’in ABD’yi bile yakalayıp geçeceğine kesin gözüyle bakılırken, Avrupalı emperyalist güçlerin daha gerilere düşeceği görülmektedir. Zaten AB girişimi de son tahlilde bu erozyonu giderip yeni bir itilim kazanmak
9
marksist tutum
amacına dönük değil midir? Diğer taraftan gelişmiş kapitalist ülkelerle aradaki farkı kapama yönünde bir eğilim gösterenler sadece E7’de sıralanan 7 ülke değildir. Esasen zaten gelişmiş kategoride sayılan Güney Kore ve Tayvan gibi ülkeler bir yana, E7’yi de arkadan takip eden bir ülkeler grubu (Filipinler, Arjantin, Vietnam, İran vb.) görece büyük hızlarla gelişmektedirler. Bu örnekler de karşımızdaki durumun birkaç ülkeyle sınırlı istisnai bir durum olmadığı gerçeğini pekiştiren örneklerdir.
Eşitsizlikler kalkıyor mu? Bütün bu söylediklerimiz kapitalizmin eşitsizlikler yaratmadığı ya da büyük emperyalist güçlerin etkisinin ortadan kalktığı anlamına mı geliyor? Hiç de değil. Küçükburjuva sosyalizmi kapitalizmin azgelişmiş ülkelerin sanayileşmesini, kalkınmasını sağlayamayacağını düşünür. Oysa eskinin azgelişmişleri içinden yeni büyük kapitalistemperyalist güçlerin çıkmakta olduğu gerçeğini tanımak kapitalizme fazladan bir olumlu değer yüklemek ya da ona güzelleme düzmek anlamına gelmemektedir. Aksine bugün gözlerden saklanamayacak kadar açık hale gelmiş bu olguyu, yanlış kavrayışlardan kurtulmak ve işçi sınıfına doğru bir bilinç aşılamak için yeni bir tarihi fırsat olarak görmek gerekiyor. İşçi sınıfının kapitalizm altında çektiği sıkıntı ve acılar, onu sermayeye karşı mücadeleye iten acımasız temel çelişkiler buhar olup uçmamaktadır. Aksine kapitalizm geliştikçe temel toplumsal illetlerin kaynağının azgelişmişlik olmadığı daha berrak anlaşılabilecektir. İşçi sınıfı açısından mesele tüm çıplaklığıyla devam ediyor. Gelişmiş kapitalist ülke konumundaki ülkelerin işçi sınıflarının kurtuluşunun sağlandığını kim söyleyebilir? Kapitalizm aynı kapitalizm, aynı ücretli kölelik düzeni. Nicedir dünyanın en güçlü, en zengin ülkesi konumunda olan ABD’de işçi sınıfının hali ortadadır. Sokaklarda yaşamak zorunda olan milyonlarca insan, herhangi bir sağlık ve sosyal güvenceden yoksun on milyonlar, geçinebilmek için birden fazla işte çalışmak zorunda olan ve bu haliyle insanlıktan çıkıp bir posa haline gelen milyonlar… Dolayısıyla kapitalizmde sınıfsal eşitsizlik her halükârda varlığını sürdürür. Ancak tüm düzleme eğilimine rağmen, kapitalizm ülkeler arasındaki eşitsizlikleri yeni bir düzlemde yeniden üretir. Dahası bölgeler, sektörler arasındaki eşitsizlikler de bu süreçte yeniden üretilirler. Ortaya çeşitli düzeylerde anormallikler, orantısızlıklar çıkar. Bu bakımdan kapitalist gelişmenin eşitleyici, düzleştirici eğilimi tablonun bir yüzünü ifade eder. Tablonun diğer yüzünde eşitsizlik vardır. Zaten o yüzden de yasanın tam ifadesi eşitsiz ve bileşik gelişme yasasıdır. Yeni yükselen kapitalist güçleri oluşturan ülkeler ve bunların biraz daha gerisindeki birçok orta gelişmiş ülke bu tür orantısızlıklar, anormalliklerle alabildiğine dolu-
10
Mart 2010 • sayı: 60
durlar. Çin ve Hindistan’ın durumu uzun söze bile hacet bırakmayacak denli açıktır. Bir yanda uzay araştırmaları, nükleer teknolojileri, en ileri sanayiler, diğer yanda at arabaları, çadırlar, göçebeler… Bir yanda yükselen ışıltılı gökdelenler, sonradan görmeliğe özgü müfrit tüketim manzaraları, diğer yanda dizginsiz bir sömürü altında bu zenginlikleri yaratan ve barakalarda yaşayan “büyük insanlık”… Böylesi yaman çelişkilerle ve derin yarıklarla bezeli bu ülkeler, eşitsizliklerin son bulması ne kelime, eşitsizlik kavramının somut timsali gibidirler. Ancak tüm bu çelişkilerin artık kapitalist gelişmenin geldiği yeni zemin üzerinde ve onun belirleyiciliği altında olduğunu gözden kaçırmamak gereklidir. Aslolan budur. Eşitsiz gelişmeye ilişkin bu hususların yanı sıra, bu bağlamda söylenebilecek önemli bir nokta da kapitalist gelişmenin bileşik dinamiğinin geriden gelen tüm ülkeler için mutlaka yukarı doğru hızlı yükselişler sonucuna yol açmadığıdır. Çağlı bu noktayı Troçki’nin konuyla ilgili önemli düşüncelerini de aktararak şöyle açıklar: “Troçki, «tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir– bir halka, bir dizi ara aşamayı atlayarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkânı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar» der. Ama ara aşamaların üzerinden atlama imkânı yalnızca bir olasılıktır, gerçekleşir ya da gerçekleşmez; ortaya çıkacak sonuç ilgili ülkenin iktisadi ve kültürel kapasitesine bağlıdır.” (Çağlı, age, s.47) Bu olasılığın bazı gerçekleşme şartları vardır. “Yakın zamanların tarihi, gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere doğru önemli bir sermaye hareketinin olabilmesi ve bu temelde iktisadi bir canlanma yaşanabilmesi için, kapitalist gelişmeye elverişli birtakım koşulların bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Örneğin Türkiye gibi, bazı Latin Amerika veya Güney Asya ülkeleri gibi önemli bir gelişme potansiyeli taşıyan kapitalist ülkelerde emperyalizm faktörüne rağmen iktisadi ilerleme sağlanmıştır. Ama Kıta Afrika’sında veya Hint alt-kıtasında olduğu üzere, kimi az gelişmiş bölge ve ülkelerde ise böyle bir gelişme kaydedilememiştir.” (age, s.48)
İşçi sınıfının davası toplumsal kurtuluştur E7 ülkeleri vesilesiyle kısaca ortaya sermeye çalıştığımız tablo esasen 2000’li yıllarla birlikte açılan dünya çapındaki yeni dönemin eğilimlerinden birinin de bu yeni kapitalist güçlerin yükselişi olduğunu ortaya koymaktadır. Karşımızdaki olgu kapitalist dünya sisteminin bundan sonraki gidişatında önemli bir etken olarak yer almaktadır. Bu olguyu arızi, gelgeç bir durum olarak görmenin ya da göstermenin, sanıldığının aksine kapitalizmin ekmeğine yağ sürmek olduğunu kavramak gerekiyor. Kapitalizme karşı gerçekten mücadele etmek isteyenler, onun içyüzünü, gerçek işleyiş tarzını ve potansiyellerini doğru kavramak zorundadır. Yanlış teoriler, yanlış politikalara, yanlış beklen-
sayı: 60 • Mart 2010
tilere, çıkmaz sokaklara ve sonunda iflasa yol açarlar. İşçi sınıfının ve proleter devrimcilerin kapitalizmin gelişmesinden korkmasını gerektirecek bir şey yoktur. Aksine bu Marx’ın en baştan itibaren ortaya koyduğu gibi, işçi sınıfını büyüten, güçlendiren bir zemin yaratır, çelişkileri sadeleştirir, bir kez başladığında devrimin en az engelle ilerlemesini sağlar. Çarlık Rusya’sında Narodnik devrimciler kapitalizmin gelişmesine karşıydılar, bunun hem imkânsız hem de devrimci dinamikleri engelleyici nitelikte olduğunu savunuyorlardı. Tarih bu küçük-burjuva radikal devrimcileri çok kısa sürede haksız, onlara karşı mücadele veren Rus Marksistlerini ise haklı çıkarmıştır. Kapitalist gelişme son tahlilde emek/sermaye çelişkisi dışındaki diğer tüm çelişkilerin ikincil niteliğini belirginleştirdiği için, milliyetçi küçük-burjuva sosyalistinin patolojisini şiddetlendirir, onun gerçekler dünyasıyla bağlarını zayıflatır; kapitalistleşmeyi, ekonomik gelişmeyi görmezden gelme eğilimine girer. “Emperyalizmin geri bıraktırdığı mazlum ülkesinin” ellerinin arasından kayıp gitmesine izin vermek istemez. O yüzden ne denli kapitalist gelişme olursa olsun, onun ülkesi hep mazlumdur, hep bağımlıdır, hep geridir, çarpıktır, hep emperyalizmin tasallutundan kurtarılmak zorundadır! Oysa ülke sermayesi çoktan tekelleşmiştir, dünyanın dört bir yanına yatırımlar yapmaktadır, ülke dünyanın en büyük ekonomileri arasına girmiştir, sittin senedir başka ulusları ezmektedir… Ama tüm bunlar gerçekliği görmek istemeyenlere kâr etmez. İşçi sınıfının davası ülke kalkınması davası olmayıp tüm dünyada kapitalist düzeni ortadan kaldırma ve toplumsal kurtuluş davasıdır. Sınıflar arası eşitsizlik ve sömürü ilişkilerine değil de, ülkeler arası eşitsizlik ilişkilerine kafayı takan küçük-burjuvanın asıl derdi ise, doğal olarak kendi ülkesinin kalkınması davası olmaktadır. Kimi hallerde gelişmiş kapitalist ülkelere karşı duyulan, imrenme, dar kafalı hınç ve aşağılık kompleksi de bu tutumların psikolojik dürtülerini oluşturabilmektedir. Aslında bu son derece çelişik bir durumu da içinde barındırmaktadır. Çünkü bu marazi küçükburjuva bünye bir yandan kalkınma sevdalısıdır, ama diğer yandan da kapitalizmin gelişmesi kendi sınıfsal temellerini erittiğinden ve duygusal protestolarına haklılık zemini sağlayan geri kalmışlık durumundan için için memnuniyet duyduğundan kapitalist gelişmeye direnmeye, ona gözlerini kapamaya çalışır. Tam da küçük-burjuvaya özgü mü-
marksist tutum
kemmel bir çözümsüzlüktür bu. E7 ülkeleri ve orta boy bir dizi ülkenin durumuna dönecek olursak, bu tür ülkelere artık mazlum gözüyle bakılamaz. Bunların E7 türü öne çıkan ve yeni bir kategori oluşturan kesimi ise artık esasen emperyalistleşmiş ülkelerdir. Onlar geleneksel büyük emperyalist güçlerle emeğin küresel sömürüsünden daha fazla pay almak isteyen ve küresel güç mücadelesinin ringinde boy gösteren yeni güçlerdir. Bunları geri kalmış ya da geri bıraktırılmış, emperyalizmin boynu bükük kuklalarıymış gibi göstermeye çalışan görüşlerin gerçeklerle, bilimle ve devrimcilikle alâkası olamaz. Bugünlerde Türkiye’de bazı devrimci çevrelerin yaşadığı ağır kriz de bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Diğer taraftan bu tür ülkelerdeki Marksist sınıf devrimcilerinin önünde özel görevler de bulunmaktadır. Buralardaki emekçi yığınların, milliyetçi propagandanın etkisiyle kendi ülkelerinin bu emperyalist-kapitalist yükselişinden milliyetçi bir gurura kapılmaları söz konusudur. Marksistler işçilerde bu tür yanlış ve sınıfın çıkarlarına zararlı düşüncelerle mücadeleyi asla ihmal etmemelidirler. Bazen en halisane niyetlerin ifadesi olan bu düşünceler kolayca şovenizme dönüşebilmektedir. Örneğin Türkiye’de Kürt halkının haklı ulusal-demokratik mücadelesi “Türkiye’nin yükselişini önlemek isteyen güçlerin kışkırtması” olarak görülebilmektedir. Son olarak belirtmek istediğimiz husus, orta gelişmişlikteki kapitalist ülkeler ile özellikle bunlar arasından öne çıkarak E7 türü bir nitelik kazanan ülkelerin, aynı zamanda en verimlisinden birer devrim toprağı olduklarıdır. Bunlar yukarıda bahsettiğimiz gibi gelişmenin en ileri unsurlarıyla geriliğin birçok unsurunun bir arada bulunduğu çarpıcı çelişkileri barındıran ülkelerdir. Fakat son tahlilde bu gerçekliğin en önemli yönü muazzam bir kentleşme ve proleterleşme dalgasıdır. Bu büyük toplumsal dönüşüm sürecinin en halis ürünü, henüz yeni yeni ısınma hareketleri yapan ve yüz milyonlarla sayılan genç bir işçi sınıfının varlığıdır. Modern proletaryanın nüfus içindeki genel ağırlığı ve genel uygarlık normlarının ağırlıklı olarak yerleştiği bu tür ülkeler, proletaryanın yeni devrimci yükselişleri için genel olarak en elverişli bölgeleri oluşturmaktadırlar. Bu ülkelerdeki devrimcilerin, süreçleri aynı zamanda böylesi bir bağlam içinde görmeleri devrimci enternasyonalizmin gereğidir.
11
Alevi Çalıştayları ve Laiklik Sorunu Oktay Baran
A
KP hükümetinin 2009 Haziranında başlattığı Alevi Çalıştayları dizisi Ocak ayında sona erdi. Çalıştaylar sonrasında hazırlanan ön rapor başbakana sunuldu ve kamuoyuna da açıklandı. Ön rapor gerek Alevi toplumunun sol kesim ve örgütlerince gerekse de sol hareketin bütünü tarafından haklı tepkiler ve eleştirilerle karşılandı. Nitekim, gerek çalıştaylar sürecinin bütününe gerekse de ortaya çıkan ve son hali hükümetçe verilecek ön rapora baktığımızda, Alevi toplumunun sorunlarını çözmeye dönük ciddi, samimi ve demokrat bir tutumdan ziyade, Alevileri devletin dini aygıtına entegre etmeyi ve böylelikle de asimilasyonu hedefleyen bir tutumdan bahsetmek çok daha gerçekçi gözüküyor. İşçi sınıfı, ezilen halklar ve emekçi kesimler karşısında aldığı tutum, genel çerçevesi itibarıyla diğer burjuva düzen partilerinden özde hiç de farklı olmamasına rağmen, AKP, kendi özel durumundan kaynaklı olarak, TC’nin kangrenleşmiş sorunları karşısında geleneksel devletçistatükocu bir çizgi izlememektedir. Bunun yerine AKP, bir yandan, yıllardır paranoyak bir tabu haline gelmiş olmasına rağmen çözümü hiç de rejimi sarsmayacak kimi sorunlarda adım atan (1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi, Nazım Hikmet’in itibarının iadesi vb.), öte yandan ise mevcut vesayet rejimini gerçekten de zorlayan hususlarda çözüm vaatlerinde bulunan, çözeceği yanılsamasını üreten ama son tahlilde sorunun çözümüne dönük belirleyici somut adımlar atmaktan da uzak duran bir çizgi izlemektedir. Sorunu olduğu şekliyle değil de, kendi istediği şekilde tarif eden ve dolayısıyla göstermelik adımlar atan bir tutum sergilemektedir.
12
Geçtiğimiz yıl boyunca, AKP hükümeti birçok toplumsal-siyasal sorunda açılımlar yapacağını ve bu sorunları ancak kendisinin çözebileceğini ilan etmişti. Başta Kürt sorunu olmak üzere, Ermenistan’la ilişkiler ve Ermeni sorununun, Kıbrıs sorununun, Alevi sorununun, Romanların yaşadığı sorunların, gayrimüslimlerin sorunlarının vb. bir dizi çalıştaylar ve açılımlarla çözüleceği iddia edildi. Ama Türkiye’nin en acil ve en önemli sorunu olarak adlandırılan Kürt sorunu bağlamında dile getirilen sözde açılım sürecinin daha ilk adımlarında içine düştüğü aciz durum, AKP hükümetinin esas derdinin bu sorunlara “gerçek, kalıcı ve demokratik çözümler” üretmek olmadığını ve dahası bunu yapabilecek bir politik cesaret ve kararlılıktan da yoksun olduğunu gösterdi. Emperyalist savaşın alevlerinin harlanarak yayıldığı, militarizmin, antidemokratik ve faşist eğilimlerin güçlendiği bir dünyada, geniş emekçi kitleler demokratik hak mücadelesini yükseltmediği, işçi sınıfı devrimci bir seferberliğe girişmediği ve böylelikle burjuva iktidarlar üzerinde muazzam bir basınç oluşturmadığı sürece, bu denli köklü, kangrenleşmiş ve griftleşmiş sorunlara burjuvazinin şu ya da bu kesiminin samimi ve ciddi çözümler üretebileceğini düşünmek liberal bir hayaldir. Alevi çalıştayları sonucunda varılan nokta bu tespiti bir kez daha doğrulamıştır.
Çıkmaz sokak 7. Alevi Çalıştayı sonrasında hazırlanan ön rapor, her şeyden önce bir “karşılıklı uzlaşma” belgesi olduğu şeklindeki bir aldatmacayı yansıtmaktadır. AKP hükümeti,
sayı: 60 • Mart 2010
Alevi sorununu, sorunun bizzat muhataplarıyla oturup müzakere ederek bir uzlaşmaya vardığı iddiasındadır, ama çalıştaylara Alevi örgütlerinin sınırlı bir kesimi katılmıştır. Bunların da esasen Alevilerin sağ kesimlerini, Alevi burjuvazisinin ve ileri gelenlerinin önemli bir bölümünü temsil ettiği bilinmektedir. Bu kesimlerin, Aleviliği resmileştirmek ve böylece düzenin sağlayacağı olanak ve arpalıklardan daha fazla yararlanmaktan öte bir dertlerinin olmadığını biliyoruz. Oysa Alevilerin daha ziyade emekçi kesimine dayanan ve son yıllarda düzenlenen mitinglerde yüzbinlerce Alevi emekçiyi harekete geçirmeyi başaran örgütlenmelerin talepleri bu çalıştaylarda dikkate alınmamıştır. Bu örgütler, söz konusu çalıştaylarla ulaşılan noktanın “Alevilerle mutabakat sağlandı” şeklinde lanse edilmesine karşı çıkmakta ve alınan kararların kendilerini bağlamadığını dile getirmekteler. Diğerleriyle kıyaslandığında daha ileri demokratik ve laiklik yanlısı talepler dile getiren bu kesimler, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, Diyanet İşleri Başkanlığının tasfiyesini, Alevi köylerine cami yapılmasına ve imam atanmasına son verilmesini, atanan imamların geri çekilmesini, cemevlerinin yasal bir güvenceye kavuşturulmasını, toplumsal yaşamda ayrımcı uygulamalara son verilmesini ve Madımak Otelinin müzeye dönüştürülmesini istiyorlar. Alevilerin “eşit yurttaşlık ilkesi” temelinde ileri sürdüğü bu demokratik ve siyasal taleplerin çözüm alanı siyaset alanıdır ve bu noktada muhatap da devleti temsilen hükümettir. Oysa AKP hükümeti, Alevilerin karşısına Sünni ulemayı muhatap olarak çıkartarak, sorunu ilahiyat alanına transfer etmiş, sorun bir anlamda mezhepler arasında dinsel bir uzlaşma sağlama sorununa dönüştürülmüştür. Böylelikle Alevilerin talepleri Sünni ulemanın insafına ve onayına bırakılmıştır. AKP, sorunu Sünni ve Alevi kesimler arasındaki karşılıklı önyargıların ortadan kaldırılması, karşılıklı birbirini daha iyi tanıma ve geçimsizliğin sona erdirilmesi olarak takdim etmekte, adeta karı-koca geçimsizliğini gidererek onları uzlaştırmaya çalışan tarafsız hakem görüntüsü sergilemek istemektedir. Halbuki devlet ve onu temsilen hükümet, sorunun doğrudan ve tek muhatabıdır, tarafsız hakem olmadığı gibi, sorunun açıkça ezenegemen tarafıdır. Sorun, karı-koca geçimsizliği değil, bunların yasalar karşısındaki eşitsiz konumudur. Sünniliğin devletin fiilen resmi dini olarak örgütlenmiş olması ve Alevilerin hem yasal çerçevede hem de fiilen baskı ve asimilasyona tâbi tutulması sorunudur. Sorunu siyasal olmaktan ziyade teolojik bir zemine çekmeye çalışan AKP hükümeti ve Sünni ulema, el atmaya zerre kadar haklarının olmadığı bir konuyu da çalıştayların gündemine sokmuşlardır. Özellikle ilk toplantılarda Aleviliğin ne olup ne olmadığı, nasıl tanımlanması gerektiği yönünde tartışmalar yaşanmıştır. AKP hükümeti ve Sünni entelijensiya, Aleviliği İslam dini çerçevesinde ele alınması gereken farklı bir İslam yorumu olarak adlandırmakta ve bu yorumu resmi bir çerçeveye oturtmakta ısrar-
marksist tutum
cıdır. Bu yorumun doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, burada çok temel iki sorun bulunmaktadır. Birincisi, başta hükümet olmak üzere hiçbir devlet kurumunun Aleviliğin ne olduğunu tanımlamaya hakkı ve yetkisi yoktur. Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden tümüyle ayrılması demek olduğuna göre, Aleviliğin din bağlamında nereye oturtulması gerektiği hususu devlet kurumlarının tasarrufunda olan bir konu değildir. İkincisi, Aleviliğin nasıl tanımlanacağı hususu, bizzat Aleviler arasında da tartışmalı olan bir konudur: Kimileri “Alevilik İslam dışıdır” derken, kimisi “Alevilik İslamın gerçek özüdür” demekte, kimileri “Alevilik bir dindir” derken, kimisi “bir mezhep”, kimisi de “bir felsefe, kültür, yaşayış tarzıdır” demektedir. Ne var ki, bu durum Alevilik hakkında Sünni ulemanın fetva verebileceği anlamına asla gelmiyor. Bir inancın ne olup olmadığına ancak o inanca sahip olanların karar verebileceği, demokratik yaklaşımın abecesidir. Bu konuda karar hakkı Alevilerden başka kimsede değildir. Sürecin kendisi bu çok boyutlu yanlışlar zeminine oturduğundan, dağın fare doğuracağı daha baştan belliydi aslında. Ön raporda ifadesini bulan öneriler bu gerçeğin teyidi olmuş, Alevilerin demokratik-siyasal taleplerine dönük bir çözüm çıkmamıştır. Tersine ön rapor tüm bu taleplerin aslında neden olamayacağını gerekçelendirmektedir. Ön raporun çerçevesi, bugün Diyanet İşleri Başkanlığında, imam-hatip liselerinde, zorunlu din derslerinde cisimleşmiş ezen-egemen Sünni kurumlaşma tarafından belirlenmektedir. Gerek çalıştaya katılan Sünni ulema gerekse de AKP hükümeti bu egemen Sünni çerçevenin dokunulmaz olduğu noktasından hareket etmekte ve demokratik hakların sınırını da bu çerçevede görmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı sorunu Ön raporda Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) “ihtiyaç olduğu” ve zaten Alevilerin de DİB’in kaldırılmasını talep etmedikleri söyleniyor. Rapor bu noktada apaçık şekilde yalan söylemektedir. Alevilerin büyük bir kesimi DİB’in kaldırılmasını istemekte, bunu yayınladıkları bildirilerde, düzenledikleri mitinglerde açıkça dile getirmektedirler. Hükümet ve Cem Vakfı, olmayan bir uzlaşmayı varmış gibi göstererek, kapatılması gereken bir kurumu daha da büyütmenin, daha da dallandırıp budaklandırmanın zeminini hazırlamaktadır. Aleviliği bir İslam yorumu olarak tanımladıktan sonra DİB’in “İslam’ın tüm yorumlarını da içine alacak şekilde orta ve uzun vadede özerk bir yapıya kavuşması gerektiği”nden bahsedilmektedir. Böylelikle Sünniliğin kamu olanaklarıyla finanse edilmesine dönük uygulamalar Alevilere de kırıntılar verilerek aklanmaya ve böylece devamı güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Dahası, bugüne kadar DİB aracılığıyla Sünni emekçileri denetim altında tutan, onların gözlerini bağlayan burjuvazi, bundan böyle Alevi emekçiler üzerinde de daha sıkı denetim olanaklarına kavuşmayı amaçlıyor. Bu durum hem
13
marksist tutum
Cem Vakfında temsil olunan Alevi burjuvazisinin, hem Kemalist rejimin savunucusu CHP’nin, hem de bir bütün olarak Türk burjuvazisinin çıkarınadır. Çalıştayda, “Diyanetin kaldırılmasının toplumsal huzuru ve dini birliği bozacağı” endişesinin dile getirilmesinin anlamı budur. Nitekim Alevi kitleler içerisindeki sınıfsal farklılaşma giderek çok daha belirgin ve belirleyici hale gelmekte ve bu durum Alevi burjuvazisinin Alevi emekçiler üzerindeki hegemonyasını sarsmaktadır. Son yıllarda Alevi emekçi kitleler arasında, Alevi burjuvazisinden ve Kemalist CHP’den bağımsız bir yol bulmaya dönük arayışların artması bunun göstergesidir. Bu noktada DİB ucubesine ilişkin olarak tüm sorumluluğu AKP’ye yıkan görüşlere de prim verilmemesi gerektiğini hatırlatalım. DİB ucubesi, AKP hükümetinin değil Kemalist tek parti diktatörlüğünün bir mamulüdür! 3 Mart 1924’de halifelik ve şeyhülislamlık kaldırılmış ancak yerine DİB kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Kemalist devlet böylelikle din alanı üzerinde egemenlik ve denetim kurmayı, dini Kemalizmin hizmetine sunmayı hedefliyordu. Bu sistem bugün devam etmektedir ve yalnızca AKP değil, başta CHP olmak üzere tüm burjuva düzen partileri bu sistemin devamından yanadırlar. Biz Marksistlere gelince, bizler devletin din işlerinden tümüyle elini çekmesini, DİB’in ve onun müftülükler vb. gibi yerel resmi ayaklarının kaldırılmasını, imamların devlet memuru olmaktan çıkarılmasını, hutbe ve vaazların devlet tarafından belirlenmemesini, din işlerini egemenlik altına alıp düzenlemeye yarayan tüm resmi kurumların lağvedilmesini savunuyoruz. Din işleri tümüyle dini cemaatlere bırakılmalı, dini cemaatler ihtiyaç duydukları sivil dini örgütlenmeleri yerel ya da merkezi düzeyde özgürce oluşturabilmelidirler.
Zorunlu din dersi sorunu Raporda, yürütülen çalışmalarda, “din öğretimine tüm vatandaşların ihtiyacı olduğunun teyit edildiği” söyleniyor. Bu anlayış Kemalist ucube laiklik anlayışının devamıdır. Dini eğitim/öğretimin bireyin ihtiyacı olup olmadığına devlet karar veremez, bu karar yalnızca bireylere aittir. Her vatandaşın illâki bir dine bağlı olması anlamına gelen bu yaklaşım asla kabul edilemez. Nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin kaldırılmasına yönelik itirazlar ve “din vergisinin” gündeme getirilmesi bu kabul edilemez yaklaşımın bir uzantısıdır. Gerek hükümet, gerek Alevi burjuvazisi, gerekse de diğer düzen partileri ve kurumları, dünyanın her yerinde olduğu gibi bu ülkede de dini inanca sahip olmayan geniş kesimler olduğu gerçeğini görmezden geliyor, ateistlerin de demokratik hakları olduğunu unutmuş görünüyorlar.
14
Mart 2010 • sayı: 60
Ön raporda, DİB sorununda olduğu gibi bu sorunda da sorunu çözücü değil daha da ağırlaştırıcı yaklaşımlar dillendirilmiştir. Gerek AİHM’nin gerekse de ulusal yargı organlarının din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması doğrultusundaki tüm kararlarına rağmen, hükümet zorunlu din dersi uygulamasına devam etmek istemektedir. Eğitim ve öğretim kavramları arasındaki farktan yararlanarak, din dersleri kaldırılmak şöyle dursun çeşitlendirilerek arttırılmak istenmektedir. Güya yalnızca bir dini ve mezhebi öne çıkartmayan, tüm dinlerin üstünde bir dille hazırlanmış, bilgi vermeyi ve öğretimi amaçlayan bir müfredatla “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi zorunlu olmaya devam edecektir. Öte yandan belli bir dini, mezhebi ve onun ibadetlerini vb. uygulamalı olarak öğretecek bir dini eğitim dersi de seçmeli ders olarak programa eklenecektir: “Bu durumda Alevi ve Sünni vatandaşlarımız kendi inanç ve ritüellerini eğitim esaslı olarak devletten alma olanağı bulabileceklerdir”. Bu tümüyle bir aldatmacadır, çünkü zaten mevcut zorunlu din dersi, kâğıt üzerinde, dinler üstü bir bilgi vermeyi amaçlamaktadır. Oysa herkes bilmektedir ki, uygulamada durum hiç de bu değildir, din derslerinde açıkça burjuvazinin çıkarlarıyla yoğrulmuş bir Sünni İslamın propagandası ve uygulamalı eğitimi yapılmaktadır. Rapora göre, “zorunlu din dersleri, İlahiyat Fakültesi ya da Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği mezunu öğretmenlerce verilecek. Ancak Alevilerin isteğe bağlı derslerden yararlanabilmeleri için de Alevi öğretmenlerin sürece dâhil edilmeleri” sağlanacak. Bunun için İlahiyat Fakültelerinde Alevilik bölümlerinin, enstitülerinin vb. kurulması da düşünülüyor. Böylece, Alevilik de resmi bir biçime büründürülerek tek bir kalıba dökülmek istenmektedir. Devlet memuru haline getirilecek Alevilik eğitmenleri aracılığıyla Alevilik de devlet denetimine alınmış olacak, Alevi kitleler de çok daha kolayca devlet tarafından manipüle edilebilecektir. Diğer taraftan, çalıştaylarda Alevi dedelerinin “eğitimsizliğinden” ve “bilgisizliğinden” dem vurulmuş olmasının yanı sıra, rapordaki “Alevi toplumundaki rolleri bilinmekle beraber yasalar dedeliğin misyonunun sürdürülmesine izin vermemekte”dir saptaması, yalnızca Sünni önyargıları ve kendini beğenmişliği dışa vurmuyor. Bu yorumlar aynı zamanda resmi eğitim gereğine işaret ederek, Alevi dedelerinin yerine okullu ve maaşlı görevlileri geçirecek yeni bir asimilasyon sürecinin ipuçlarını veriyor. İster zorunlu olsun ister seçmeli, devlete ait eğitimöğretim kurumlarında, eğer o devlet laik bir devlet ise, din derslerine hiçbir biçim altında yer verilemez. Bu nedenle de biçim, içerik ve uygulaması nasıl olursa olsun din dersleri devlet okullarından tümüyle kaldırılmalıdır. Eğitim laik, demokratik, bilimsel ve anadilde olmalıdır. Dini yaşam üzerinde egemenlik kurmak ve dini kendi doğrudan egemenlik araçlarından biri haline getirmek isteyen sözde laik Kemalist rejim, din eğitimini de kendi tekeline almış, devlete ait kurumlar dışındaki eğitimi yasaklayarak din dersi-
sayı: 60 • Mart 2010
ni zorunlu hale getirmişti. Bugün CHP ve onun zihniyetindeki Kemalist statükocular bu uygulamayı halen savunmaktadırlar. Biz Marksistler, devlete ait öğretim kurumlarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersinin tümüyle kaldırılmasını savunuyoruz. Buna paralel olarak, imamhatip liselerinin de kapatılması gerekir. Bu liselerin birer meslek lisesi olduğu iddiası aldatmacadan ibarettir. İslam dininde kadınlar imamlık yapamadığı halde bu “meslek” liselerine kız öğrencilerin de kabul ediliyor olmasının yanı sıra bu okullarda imam olarak yetiştirilen öğrencilerin yüz binleri aşan sayısıyla Sünni cemaatin ihtiyaç duyduğu imam sayısı arasındaki devasa uçurum da bu aldatmacayı yeterince ortaya koymaktadır. Devlete kapıkulu olacak resmi imamlar yetiştirme zihniyeti tümüyle mahkûm edilmeli, imamlık devlet memurluğu olmaktan çıkartılmalıdır. Her cemaat kendisine din hizmeti verecek din adamlarını kendileri seçebilmeli, eğitebilmeli ve finanse etmelidir. Bizler Marksistler olarak, çocuklarına dini eğitim/öğretim aldırmak isteyen velilerin, bu ihtiyaçlarını, devletten tümüyle bağımsız olarak, bizzat cemaatler tarafından organize ve finanse edilen sivil kurumlarda kendi istedikleri gibi giderebilmelerini savunuruz. Tutarlı bir laiklik ve demokratlığın gereklerinden biridir bu.
Cemevlerinin durumu Alevi çalıştayları sırasında en ateşli tartışmaların yaşandığı konu başlıklarından birinin cemevlerinin ibadethane sayılıp sayılmaması olduğu anlaşılıyor. Ön raporda, ibadethanelerle ilgili kanun maddesinin, “birer inanç ve erkân merkezi olarak değerlendirilen cemevleri de kanunlarda ibadethanelere tanınan bütün imkânlardan yararlanır” veya “cemevlerine de aynı imkânlar sağlanır” şeklinde yeniden düzenlenmesi öneriliyor. Bir başka deyişle, cemevleri birer ibadethane olarak kabul edilmiyor! Ama “ibadethanelere tanınan imkânlardan” yararlanırlar şeklindeki düzenleme aracılığıyla Cem Vakfında temsil olunan Alevi burjuvazisinin gönlü hoş edilmiş, daha doğrusu onlara da devlet büt-
marksist tutum
çesinden yararlanma ve arpalıklardan faydalanma imkânı sağlanmış oluyor. Önce Alevilik İslamın farklı yorumlarından birine indirgenerek DİB çatısı altına alınıyor, ardından da bir dinin iki ayrı ibadethanesi olamaz denilerek cemevleri “inanç ve erkân merkezi” olarak adlandırılıyor! Bir mekânın ibadethane olup olmadığına, o mekânı ibadet için kullanan milyonlarca insanın değil de, devletin ve hatta o inançta olmayan din adamlarının karar verdiği yepyeni bir garabetle karşı karşıyayız. Alevi-Bektaşi Federasyonu genel başkanı Balkız, bu garabete karşı, “Cemevleriyle ilgili tanımlamada, fikri dikkate alınan taraf Aleviler değil, Alevi olmayanlardır. Yani iktidar, yani devlet, yani Sünni ulema haddini aşarak Alevilerin ibadet yeri olan cemevlerinin niteliğine karar verme hakkını kendilerinde bulmaktadırlar. Ön rapor, bir asimilasyon belgesidir. Bu belgeyi olumlu bulanlar bizden değildir” derken yerden göğe haklıdır. Kuşkusuz ki, Alevilerin “cemevleri ve Alevi dergâhlarının ibadet yeri olarak kabul edilmesi” şeklindeki talebi bunca yıldır eziyet altındaki bir topluluğun kendi ibadet merkezlerinin devlet baskıları karşısında devamlılığını ve güvence altına alınmasını ifade etmesi bağlamında yerinde ve haklı bir taleptir. Ancak, bu talep, devletin çeşitli biçimlerde camilere tanıdığı olanakların aynen cemevlerine de tanınması noktasına kadar ilerletildiğinde tutarsızlaşır. Nitekim ister cami olsun ister cemevi, bu tür ibadethanelere devletin bedava yer tahsis etmesi, elektrik-su-doğalgaz vb. gibi giderlerinin ücretsiz karşılanması, din görevlilerinin (ister imam olsun ister Alevi dedesi) devlet maaşına bağlanması gibi uygulamalar laiklikle bağdaşmazlar. Bu noktada Marksistler, Sünnilere tanınan imkân ve ayrıcalıkların Alevilere de tanınmasını değil, bu tür uygulamaların ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister Sünni olsun ister Alevi, tüm dini topluluklar için derhal ortadan kaldırılmasını savunurlar. Tekrar belirtmek gerekir ki, laik bir devlet tüm dini cemaatlere eşit mesafede bulunmalı ve tüm dini cemaatleri kendi inanışlarıyla baş başa bırakmalıdır; dini eğitimden ibadetlere, ibadethanelerin kurulmasından din görevlilerinin finansmanına kadar dini yaşamı ilgilendiren tüm hususlar her yönüyle cemaatlere bırakılmalıdır. Lenin’in Hıristiyan kilisesi bağlamında dile getirdiği şu düşünceler, konuya Marksistlerin yaklaşımını gayet güzel anlatmaktadır: “Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. (…) Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı
15
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum
demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir.” (Sosyalizm ve Din)
Entegrasyon aracılığıyla asimilasyon Toparlayacak olursak… Her şeyden önce Alevi emekçilerinin mücadelesiyle Alevi sorununun gündeme gelmesi, hükümetin bu soruna el atmak zorunda kalması ve konunun geniş bir kamuoyu tarafından tartışılması kuşkusuz önemli bir adımdır. Ama ne yazık ki bu kadarıyla kalmıştır. Bu tartışma sürecinin, yalnızca Alevi sorununun çözüldüğü değil aynı zamanda TC rejiminin laiklikle bir ilişkisi olmadığının açığa çıkartıldığı ve laikliği çiğneyen tüm uygulamaların tasfiyesine doğru ilerlendiği bir sürece evrilmesi mümkün olabilirdi. Eğer ki, AKP hükümetinin bu yönde bir isteği ve siyasi iradesi olsa idi! Ne var ki AKP hükümetinin bu soyut olasılığı hayata geçirmesini beklemek liberal hayallere kapılmak olurdu. Görülüyor ki AKP hükümeti, bu çürümüş burjuva rejimin çirkin yüzünü makyajla kapatmayı, sorunları çözermiş gibi yaparak sorunu yaşayan toplum kesimlerini kendi içerisinde ayrıştırmayı, bu kesimlerin mümkün olan en geniş kısımlarını bu aldatmacayla kendi yanına çekmeyi ve geri kalanlarını da marjinal sıfatıyla yaftalamayı hedeflemektedir. AKP, Alevi burjuvazisinin bir kesimini de yanına çekerek, başta CHP olmak üzere düzen partileriyle bağı zayıflayan Alevi emekçilere kendisini yeni bir seçenek olarak sunmak istemektedir. Alevi ileri gelenlerine sunulacak maddi manevi ayrıcalık ve rüşvetlerle bu kesimler Sünni devlet aygıtına entegre edilmek, onlar dolayımıyla Alevi emekçiler tam denetim altına alınmak ve daha yumuşak görünümlü yeni bir asimilasyon sürecinin önü açılmak istenmektedir. Ama AKP’nin adımlarının basit bir oy avcılığından ibaret olduğunu ileri sürmek de pek doğru değildir, çünkü sorun bunun çok daha ötesindedir. AKP, bir yandan diğer burjuva kesimle girdiği iktidar mücadelesinde kendi siyasal konumunu pekiştirme ve toplumsal destek tabanını genişletmeyi arzularken bir yandan da emperyalistleşmiş Türk sermayesinin genel çıkarlarına daha iyi hizmet etmeyi hedeflemektedir. Nitekim AKP hükümeti emperyalist dünya hiyerarşisinde daha üst basamaklara tırmanabilmek için, ülke içindeki sorunları en azından hafifletmesi gerektiğinin farkındadır. Bu sorunlar burjuvazi tarafından kabul edilebilir, idare edilebilir bir düzeye indirilemediği sürece, emperyalistleşen Türk sermayesinin dış dünyada ataklara girişmesi, yeni alanlara açılması pek de mümkün değildir. Kendi kalesinin güvenliğini garanti altına almadan dış seferlere çıkmanın o kaleyi de tehlikeye atacağını bilen burjuvazi, ava giderken avlanma, paylaşımdan daha fazla pay isterken paylaşılan olma riskini azaltmak için emperyalist rakiplerinin kaşıyabileceği sorunları hafifletme
16
gayretindedir. “Açılım sürecinin” dönüp dolaşıp “milli birlik projesi” olarak adlandırılmasının altında yatan burjuva kaygılar da bunlardır.
Tek çıkar yol Bu ülkede yalnızca Aleviler değil, belli dönemlerle sınırlı olsa bile Sünni inanışlar da Kemalist uygulamaların gadrine uğramışlardır. Gerçekte bu baskılar, demokrasi ve onun bir alt başlığı olan laiklik mücadelesinin konusu olan sorunlardır. “Diğer taraftan kapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece, tutarlı olsun veya olmasın demokrasi ve laiklik alanlarında atılacak kimi adımların, ya da Alevi örgütlerinin şu ya da bu somut taleplerinin yerine getirilmesinin hiçbir şekilde Alevi toplumunun esenliği için gerçek bir güvence olamayacağı unutulmamalıdır. Alevi işçi ve emekçileri bunun olabilirliğine inandırmaya çalışmak sahtekârlıktır. … Türkiye’de Alevilik de her zaman burjuvazi için potansiyel bir kışkırtma konusu olmaya devam edecektir. Hiçbir burjuva demokrasisi ilkel güdüleri kışkırtmaktan ve köklü önyargıları körüklemekten geri durmamıştır ve durmayacaktır da. İlkel güdülerin ve köklü önyargıların aşılmasının temel koşulu sınıflı toplum düzeninin ve sömürünün ortadan kaldırılmasıdır.” (Levent Toprak, Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine, MT, Temmuz 2006) Böyle bir topluma giden yolu açacak olan tek güç, aynı zamanda çağımızda demokrasi mücadelesinin de yegâne tutarlı sahibi olan devrimci işçi sınıfıdır. Özgürlük ve demokrasi isteyenlerin yeri de işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Başka bir yol yoktur. Alevilere yönelik katliam dosyaları yeniden açılsın, tüm sorumlular yargılansın! Madımak Otelinin geleceğine Alevi örgütleri karar versin! Alevilerin kurumları, ibadet mekânları, kılık kıyafetleri, sıfat ve unvanları üzerindeki tüm yasaklar ve fiili engellemeler kaldırılsın! Alevi köylerine cami yapılmasına ve imam atanmasına son, atanan imamlar geri çekilsin! Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülükler kaldırılsın! Dini kurumlara bütçeden ödenek ayırmaya ve her türlü devlet yardımına son! Din işleri bireylere ve cemaatlere bırakılsın! Din görevlileri cemaat tarafından seçilip, finanse edilsin! Kapıkulu imam yetiştirmeye ve istihdamına son! İmam-hatip liseleri kapatılsın! Din eğitimi cemaatlerin organizasyon ve finansmanına bırakılsın! Ne seçmeli ne zorunlu din eğitimi! Devlet okullarında din eğitim-öğretimine son! Laik, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim! Türban yasağı her alanda ve her düzeyde kaldırılsın! Din ve inanç özgürlüğü tam olarak sağlansın, ateistler üzerindeki her türlü baskıya son!
Terör Ne, Terörist Kim? Serhat Koldaş
“Marksizm, insanların her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olduğuna dikkat çeker. Ve insanlar, herhangi bir ahlâki, dini, politik, sosyal safsatanın, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de bunların kurbanı olmaya devam edeceklerdir.” (Elif Çağlı, İdeolojinin Önemi ve Sınıf Temeline Oturmayan Devrimcilik)
B
dünyanın tüm egemen burjuva devletleri, başkaldıran ezilenleri “terörist” ilan ederek, ekonomik ve siyasal çıkarları uğruna sürdürdükleri haksız savaşları meşru göstermeye çalışıyorlar.
urjuva egemenliğine karşı yürütülen devrimci mücadelenin en temel ayaklarından birini hiç kuşkusuz ki, ideolojik mücadele oluşturmaktadır. Burjuvazi elindeki her türlü olanağı kullanarak kitlelerin bilincini dumura uğratmaya ve gerçeklik algısını kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmaya çalışmaktadır. Kelimelere kendi çıkarları doğrultusunda anlamlar yükleyen egemen sınıf, iletişimin temel aracı olan dili de sınıfsal tahakkümü altında tutuyor. Egemenlerin sıklıkla kullandığı “terör” ve “terörle mücadele” kavramları da bunun örneği durumundadır. “Terör sözcüğü en geniş anlamıyla ve bire bir kelime karşılığıyla dehşet ya da şiddet demektir. Ancak tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, siyasal mücadele ve sınıf savaşı söz konusu olduğunda kavramlar tarafsızlığını yitirir. En objektif gibi görünen sözcükler bile, egemen sınıfın azgın çıkarlarına alet edildiğinde farklı “şifre”lere dönüştürülür. Tıpkı günümüzde burjuvazinin terör kavramı eşliğinde yürüttüğü “kanlı oyun”da olduğu gibi. O nedenle sorun, gündelik yaşamda artık sıkça duyduğumuz bir kavramın basitçe ne anlama geldiği değil; hangi sınıf tarafından ne amaçla kullanıldığıdır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, MT, Ağustos 2005) Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “terör” burjuvazinin çok sıkça kullandığı ve içeriğini kendi çıkarlarına göre topluma benimsetmeye çalıştığı ideolojik bir kavram. ABD emperyalizmi “uluslararası terörle mücadele” kılıfı altında Ortadoğu’da ve Avrasya’da hegemonya mücadelesi yürütüyor. İsrail, Filistin direnişini “terör” olarak ilan ederken, Filistin halkının üzerine bombalar yağdırıyor. Rusya, Çeçenistan’ı bombalarken yine aynı gerekçelerin ardına sığınıyor. Türkiye’de de egemenler Kürt halkının ulusal başkaldırısını “terör” olarak tanımlıyor. Kısacası
Terör kavramının doğuşu Marksizm siyasal kavramların statik değil dinamik olduklarını, yani toplumsal mücadelelerin seyri içerisinde kavramların tarihsel bir evrime uğradıklarını ve farklı içerikler kazandıklarını ortaya koyar. Fransız Devrimi döneminde “dehşet”, “şiddet” gibi anlamlar taşıyan Latince kökenli “terör” kavramı siyasal bir içerik kazandı. 1789 Fransız devrimini izleyen yıllarda, Robespierre önderliğindeki Jakobenlerin iktidarı altında “terör rejimi” olarak adlandırılan bir süreç (1793-1794) yaşanmıştır. Jakobenler radikal küçük-burjuvazinin devrimci temsilcileriydiler. Konvansiyon Meclisini ele geçirip, diğer partileri ve örgütleri yasakladılar. Bütün yetkileri ellerinde toplayan Jakobenler, küçük bir grup olmalarına rağmen cumhuriyeti egemen kılmak üzere kralcı muhaliflerini şiddet yöntemleri kullanarak ezdiler. Marx, burjuva devrimine öncülük eden Jakobenlerin cumhuriyet rejimine karşı çıkan kralcıları terör rejimiyle ezme çabalarını, uygulamalarının acımasızlığıyla değil sınıflar mücadelesinin seyri içerisinde üstlendiği rol açısından değerlendirdi. Cumhuriyeti alt sınıflarla bütünleştirme, soyluların ve kralcıların tasfiyesi, genel oy hakkının kabulü, Fransız sömürgelerinde köleliğin kaldırılması gibi ilerici adımlar “terör rejimi”nin ürünüydü. Jakobenlerin iktidarı altında tarihsel olarak ilerici misyonlar üstlenen “terör rejimi” yoksul sınıfların soylulardan avamca hesap sormasının ifadesiydi. Bu yönüyle söz ko-
17
marksist tutum
nusu rejim daha sonraki dönemlerde yaşanacak olan terör rejimlerinden, ya da bugün dünya çapında egemenlerin ezilenleri yıldırmak üzere sıklıkla başvurdukları “devlet teröründen” temelden farklı bir nitelik taşıyordu.
Bireysel terörizm sorunu Troçki, “halkı tiranların egemenliğinden kurtaracak hançerlerin” tarihçesinin oldukça eskiye dayandığını vurgular. Kapitalizmin geliştiği 18. ve 19. yüzyıllarda ise silahlı mücadeleyi temel alan, devrimci siyasal akımlar varlık buldu. Babeuf, 1789 Fransız devrimi döneminde, Blanqui ise 1848 devrimi öncesinde ve sonrasında devrimci gruplar örgütleyerek komplo eylemlerine girişmişlerdi. Bu devrimci liderler henüz iktidarı alacak yetkinliğe ulaşmamış haldeki işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yerine kendi küçük disiplinli komplocu örgütlerini koyarak, kitleler adına devrim yapacaklarına inanıyorlardı. Blanqui, 500 silahlı militan ile Paris’teki hükümet sarayını 2 günlüğüne işgal etmiş ama bu girişimi başarısızlığa uğrayarak ömür boyu hapse mahkûm olmuştu. Egemenlerin, bu tür devrimci grupları, aralarına ajan yerleştirmek ve bunları en uygunsuz zamanda ve biçimde eyleme kışkırtmak gibi yöntemlere başvurarak ortadan kaldırmaları zor olmadı. Babeuf idam edildi. Blanqui, toplumsal mücadeleler tarihi içinde en uzun süre hapiste yatmış (37 yıl) isimler arasında yer aldı. Marx ve Engels, silahlı bir azınlığın disiplinli eylemine bel bağlayan Babeuf ve Blanqui gibi devrimcilerin komplocu mücadele yöntemlerini onaylamamıştı. Öte yandan Marx, 1871 Paris Komünü sırasında Blanqui’nin hapiste olmasını önemli bir kayıp olarak görmüş, kararsızlıklar içerisinde yalpalayan Komün’ün, Blanqui gibi bir “düşünen beyinden” yoksun olduğunu söylemişti. Daha sonra Fransa ve Avrupa’nın diğer bazı ülkelerinde benzer anlayışlara sahip küçük örgütlenmeler ve bunların zaman zaman ses getiren eylemleri oldu. Ancak bu mücadele yöntemi asıl olarak 19. yüzyılın son çeyreğinde yeni bir düzeye yükseldi. Bu sıçramanın gerçekleştiği ülke Rusya idi. Rusya’daki Çarlık rejimiyle mücadele etmek üzere terörizmi sistematik bir devrimci mücadele yöntemi olarak formüle eden radikal Rus aydınları Narodnaya Volya adında bir örgüt kurmuşlardı. Örgüt 1879’da dağıttığı bir bildirgede terör konusundaki tutumunu şöyle ortaya koyuyordu: “Yönetimdeki en zararlı kişileri yok etmeyi, (…) yönetimden gelen şiddet, zorbalık eylemlerinden belli başlılarını işleyenleri cezalandırmayı içeren terör eylemleri, yönetim erkinin saygınlığını sarsmayı, yönetime karşı savaşımın olanaklılığını sürekli kanıtlamayı, böylece halkın devrimci ruhunu canlandırmayı, davanın başarıya ulaşacağına güvenmesini sağlamayı, son olarak da, dövüşmeye yatkın, eğitilmiş güçleri biçimlendirip yönlendirmeyi amaçlar.” Narodnaya Volya hareketi Çarlık rejimini doğru analiz
18
Mart 2010 • sayı: 60
edemiyor, devleti, toplumsal kökleri olmayan bir siyasal aygıt olarak ele alıyordu. Devlet aygıtını, üretim ilişkilerinden ve sınıf ilişkilerinden bağımsız, “dışsal bir baskı aygıtı”na indirgeyen Narodnikler, sistematik terör eylemleriyle bu aygıtı zaafa uğratabileceklerine ve kitlelere güven duygusu verebileceklerine inanıyorlardı. Narodnaya Volya 1883’te Çarlık tarafından yok edildi, ancak Rus küçük-burjuva aydınlarını terörizme sevk eden zemin ortadan kalkmamıştı. 20. yüzyıla girilirken Rusya’da Narodnaya Volya’nın siyasi mirasını Sosyalist Devrimciler grubu sürdürüyordu. Troçki, işçi sınıfından kopuk devrimciliğin Rusya’da bu denli taban bulmasının nesnel nedenlerini şöyle ortaya koyacaktı: “Avrupa’nın daha eski burjuva toplumlarında, devrimci fikirler, liberal devrimci güçlerin gelişimiyle az çok paralel olarak gelişmişken, Rusya’da entelijensiya Batı’nın hazır kültürel ve politik fikirlerini almış ve ülkenin ekonomik gelişimi onun destek alabileceği gerçek devrimci sınıflara hayat vermeden önce, düşüncesi devrimcileşmişti. Bu koşullarda, entelijensiyaya devrimci coşkuyu nitrogliserinin patlayıcı gücüyle arttırmaktan başka bir yol kalmıyordu. (…) Sosyalist Devrimcilerin terörü de genel olarak aynı tarihsel faktörlerin ürünüdür: Bir yanda Rus devletinin «kendinden menkul» despotizmi ve diğer yanda «kendinden menkul» Rus devrimci entelijensiyası.” (Troçki, Bireysel Terörizmin İflası, www. marksist.com) 19. yüzyılın sonunda Rusya kapitalistleşme yolunda dev adımlarla yol almış, kır hızlı bir çözülme sürecine girmiş, yabancı sermaye yatırımlarının da etkisiyle bazı bölgelerde modern kapitalist işletmeler ve elbette modern sanayi proletaryası hayat bulmuştu. Ancak Sosyalist Devrimcilerin kitlelerden kopuk devrimcilik anlayışı varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Lenin, terörizmi “kitle mücadelesini reddetmeksizin hatta onu güçlendirmek üzere” savunduklarını ileri süren Sosyalist Devrimcilerin anlayışını “devrimci maceracılık” olarak nitelendiriyordu. Sosyalist Devrimcilerin gerçekte işçi sınıfını asla önemsemediklerini, kitle hareketinin gücüne inanmadıklarını vurgulayan Lenin, kitleleri ayaklanmaya hazırlamak yerine Çar’ın bakanlarına suikast tertiplemeyi devrimci görev addeden maceracı devrimcilerin ilkesiz-oportünist siyasetini acımasızca teşhir ediyordu. Bireysel kahramanlığa övgüler düzen küçük-burjuva radikalizmine karşı Lenin, örgütlü işçi kitlelerin kahramanlığını öne çıkarıyordu. Marksizmin sert eleştirileri karşısında savunmaya çekilen küçük-burjuva radikalizmi, “kitle mücadelesini güçlendirmek üzere silahlı eylemlere başvurduğunu” ileri sürer. Oysaki bireysel kahramanlığa dayalı mücadele tarzı, kitlelerin devrimci mücadelesini ilerletmez; bilâkis kitleleri pasifize eder. Silahlı eylemlere sempatiyle yaklaşanları ise “kurtarıcı kahramanların eylemine” odaklar. Böylece, kitle mücadelesinin görevlerinin geri plana itilmesine yol açar.
sayı: 60 • Mart 2010
Lenin’in Devrimci Maceracılık makalesi küçük-burjuva radikalizmiyle proleter devrimcilik arasındaki karşıtlığı çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Onun siyasal yaklaşımları günümüzde de proleter devrimcilere ışık tutmaktadır. Marx, Engels, Lenin ve Troçki, “bireysel terörizme” işçi kitlelerinin mücadelesini gerileteceği ve egemenlere, işçi sınıfına karşı olağanüstü baskı yöntemleri uygulama fırsatı yaratacağı için karşı çıkmışlardı. Öte yandan Marksist önderler, burjuva iktidarından işçi iktidarına geçişin barışçıl yöntemlerle gerçekleşebileceğine dair ham hayaller asla beslemediler. Devrimin, kitlelerin ayaklanmasıyla gerçekleşeceğini öngören Marksizm, böylesi tarihsel momentlerin devrimci partiye olağanüstü sorumluluklar ve görevler yükleyeceğini bir an bile göz ardı etmemiştir. Proleter devrimci önderler, “ezilenlerin şöleni” olarak tanımladıkları toplumsal devrimin utkusu için tüm yaşamlarını işçi sınıfını iktidara hazırlamaya hasrettiler.
Devlet terörü Devlet, sınıflı toplumlarla birlikte varlık bulmuş siyasal bir aygıttır; iktidar olarak örgütlenmiş egemen sınıftır. Hâkim sınıfın, ezilen sınıfa boyun eğdirebilmek için baskı aygıtlarına ihtiyacı vardır. Egemen sınıfın emrindeki kolluk güçleri bu ihtiyacı giderir. En gelişkin demokratik geleneklere sahip burjuva devletlerde, sınıf mücadelelerinin en alt düzeyde seyrettiği dönemlerde bile polis, ordu, istihbarat teşkilâtları ve bilumum gizli veya açık şiddet örgütü sistemin bekası için yedekte tutulur. Sınıflar var olduğu sürece devlet kurumu ve siyasal şiddet aygıtları varlıklarını sürdürecektir. “Devlet terörü” denildiğinde, öncelikle mülk sahibi sınıfın egemenlik aygıtı olan devletin, mevcut düzeni ve siyasi rejimi devam ettirmek amacıyla halka karşı uyguladığı her türlü sindirme, korkutma, yıldırma yöntemi akla gelmelidir. Devlet terörünü, devletin hukuk dışı uygulamalarıyla sınırlayan yaklaşımlar vardır. Oysa devlet terörü, burjuva hukukunda da suç sayılan işkence, suikast, cinayet, katliam gibi baskı ve şiddet yöntemleriyle sınırlı değildir. Hak arama mücadelesi veren işçilerin ya da demokra-
marksist tutum
tik talepler ileri süren ezilen ulusun devletin silahlı güçlerinin saldırılarına maruz kalması, keyfi gözaltılar, F tipi hapishaneler vb. hep kitleleri yıldırma ve düzene boyun eğdirme amaçlı siyasal şiddetin araçlarıdır. Burjuva devletler “Terörle Mücadele Kanunu” gibi adlar verdikleri yasal düzenlemelere dayanarak muhaliflerini ve genel olarak ezilenleri korkutmak ve yıldırmak üzere uyguladıkları terör yöntemlerine yasallık ve kurumsallık sağlayabilmektedirler. Örneğin Türkiye’de mevcut rejim, 15 yaşındaki çocuklara, polise taş attıkları için kanunen 13,5 yıl hapis cezası verebilmektedir. Bu tür kararlar devlet terörünün hukuki kılıfa büründürülerek olağan bir işleyiş haline getirildiğinin ifadesidir. Devlet terörü, sadece devletin gizli veya açık örgütleri eliyle uygulanmaz. Devlet, terörü farklı biçimlerde de örgütleyebilmekte, istihbarat teşkilâtları, polis, asker, jandarma, korucu gibi kolluk güçlerinin yanı sıra farklı tipte örgütlenmeleri de kullanabilmektedir. Örneğin devlet, bir terör örgütünü ajanları vasıtasıyla kısmen veya tamamen kontrolü altına alabilir. Kontrolüne aldığı örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda çeşitli terör eylemlerine yönlendirebilir. Hizbullah örgütünün, Kürt Ulusal mücadelesine karşı kullanılmak üzere devlet kontrolü altına alınarak kontrgerilla örgütlenmesine dönüştürülmesi bunun sadece bir örneğidir. Bu örgüt binlerce Kürt yurtseverini sokak ortasında infaz etmiş veya kaçırarak işkencehanelerinde katletmiştir. İşçi sınıfına ve devrimci harekete karşı kullanılmak üzere sivil faşist çeteler de yedeklenir. Burjuvazinin düğmeye basmasıyla harekete geçen faşist çeteler, gerektiğinde devlet tarafından silahlandırılır. İşçi sınıfına saldırtılan faşist çeteler devlet tarafından kollanır, görmezden gelinir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin geliştiği dönemlerde burjuvazi, işçi hareketini faşist terörle yıldırmaya çalışır. Grev çadırlarını, işçi önderlerini, kitle gösterilerini ve işçi örgütlerini hedef alan silahlı saldırılar tertiplenir. Bu saldırılar karşısında elbette işçi örgütlerinin eli armut toplamayacaktır. Faşist saldırganlara karşı işçiler, mahallelerini, fabrikalarını, grev çadırını, sınıf kardeşlerini ve sınıf örgütlerini savunacaktır. Tüm tarihi örneklerin de gösterdiği gibi, bu gibi durumlarda proletarya gerekli her türlü tedbiri almaya girişecektir.
Ezilen ulusların silahlı isyanı terörizm değildir! Sömürgeci devletler, ezilen ulusların silahlı isyanını “terörizm” ile yaftalarlar. Böylelikle sömürgeciler, uluslaşma meselesinin sosyolojik, ekonomik ve tarihsel arka planını perdelerler. İsyanı bastırmaya ve söz konusu coğrafya üzerinde egemenliklerini sürdürmeye çalışırlar. Ezen ulusun egemenlerinin ezilen ulusun isyanını “terörizm” olarak nitelendirmesi Türkiye’ye özgü değildir. Güney Afrika’da sömürgeciliğin devamı niteliğindeki ırkçı
19
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum
beyaz rejimin siyahların yürüttüğü ulusal kurtuluş hareketini; İsrail’in Filistin ulusal hareketini; İngiltere’nin Kuzey İrlanda’daki ulusal hareketi; İspanya’nın Bask ulusal hareketini “terörist” olarak damgalayıp karalaması en bilinen örneklerdir. Bugüne değin Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da yaşanan onlarca ulusal isyan, egemen güçlerce “terörist” olmakla suçlandı. Ulusal sorunların çözüme kavuştuğu yerlerde ise “terörist” suçlamaları rafa kaldırıldı. Nelson Mandela, Gerry Adams, Yaser Arafat, Xanana Gusmao gibi Nobel Barış ödülü almış liderlerin bir zamanlar egemenler tarafından “teröristbaşı” olarak nitelendirildiklerini unutmamak gerekiyor. Kürt halkı da TC’nin inkâr ve imha anlayışıyla devreye soktuğu tüm yasaklara, baskılara ve asimilasyon politikalarına isyan etmiş ve sonuçta Kürt ulusal hareketi 1970’li yıllarda güçlenmeye başlamıştır. Bu hareket 12 Eylül’ün muazzam baskı koşullarına rağmen yok edilememiş, bilâkis yaşanan acı deneyimler sonucunda, uzun vadeye yayılan ve geçmişteki isyanlara göre çok daha organize bir silahlı isyan hareketi ortaya çıkmıştır. Geçen çeyrek yüzyıl içerisinde de Kürt ulusal hareketi, Kürt coğrafyasının önemli bir kesiminde sahiplenilen bir halk hareketi haline gelmiştir. Belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan bir topluluğun, egemen devletin dayattığı kimliği reddetmesi, çoğunluk oluşturduğu toprak parçası üzerinde ayrı bir ulus-devlet olarak örgütlenmek istemesi, söz konusu topluluğun demokratik hakkıdır. Bu hakkın gasp edilmesi, ezen ulusezilen ulus pozisyonlarını ortaya çıkarır. Uluslaşması engellenen, kimliği yasaklanan, dili unutturulmaya çalışılan, siyasetçileri öldürülen veya hapse atılan, varlığı bile inkâr edilen bir halkın isyan etmesi nasıl yadırganabilir? Burjuvazi, milliyetçi demagojilerle kandırdığı yoksul işçi ve emekçileri, ezilen ulusa karşı savaş cephelerine sürmektedir. Kendi ülkelerini terörizme karşı savunduklarına inandırılan işçiler, devlet terörüne alet edilmektedir. Milliyetçilik tuzağına düşen işçi, burjuvazinin gerektiğinde kendisine karşı kullanacağı siyasal yasaklara, antidemokratik uygulamalara, özel savaş aygıtlarına bile onay verir duruma düşürülmektedir. Bu trajik durum ancak işçi sınıfının devrimci enternasyonalist mücadelesinin
20
yükseltilmesiyle ortadan kaldırılabilir.
Düzene muhalefetin adı terör! Bütün dünyanın egemenleri, çıkarları bakımından sakıncalı gördükleri siyasal eğilimleri gayrimeşru gösterebilmek için “terör” kavramıyla damgalıyor. Bu tür karalama kampanyaları kitleleri yanıltmak üzere bilinçli olarak yürütülmektedir. Türk Ceza Kanunu’ndan 141, 142 ve 163. maddeler kaldırılırken demokratikleşme masalları anlatılıyordu. “Artık siyasal suç yok, sadece şiddete başvurmak suç!” diyordu egemenler. Oysa “şiddetin” tanımı öylesine genişletildi ki, slogan attığı fotoğrafla tespit edilen(!) kişiler, terli olmasından polise taş attığı “anlaşılan” çocuklar, siyasal analizlerinde devletle aynı görüşü paylaşmayan yazarlar, işyerinin önünde grev çadırı kuran işçiler “terör suçlusu” olarak yargılanabilmektedir. Pankart asmak, duvara yazı yazmak terör suçu sayılabilmektedir. Bir keresinde üniversite bahçesinde halay çeken öğrenciler rektörlük tarafından “ideolojik halay” çekmekle suçlanarak okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılmışlardı. Dünyanın daha gelişkin kapitalist demokrasilerinde de durum iç açıcı değildir. Emperyalist paylaşım kavgalarının yoğunlaştığı ve dünya kapitalizminin krizinin derinleştiği bir tarihsel dönemden geçiyoruz. 11 Eylül’ün ardından ABD’de kabul edilen “Yurtseverlik Yasası”, şüphelilerin evlerinin izinsiz, mahkeme kararı bile olmadan aranmasını, e-postaların ve telefon görüşmelerinin izlenmesini yasal hale getirdi. Artık terör şüphesiyle gözaltına alınanlar mahkemeye çıkarılmadan aylarca gözaltında tutulabiliyor. Gözaltında tutulanların kimliği açıklanmayabiliyor. Sanık ile avukat arasındaki görüşmeler gizlice dinlenebiliyor. Avrupa’da göçmen karşıtı yasalar sertleşiyor. Fransa’da inanç özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kabul edilmesi, İsviçre’de cami minaresine yasak getirme gibi uygulamalar işçi sınıfını bölmek ve krizle birlikte biriken toplumsal tepkileri farklı kanallara yönlendirmek gibi sinsi amaçlar taşıyor. Demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandıran baskı yasaları, önümüzdeki dönem kapitalizmin derinleştirdiği çelişkilerin yaratacağı toplumsal patlamalara hazırlık niteliğindedir. Terör kavramına ilişkin algıların sınıf çıkarlarına göre şekillendiğini en başta belirtmiştik. İşçi sınıfının kitlesel başkaldırılarının burjuvaziyi dehşete düşürmesi kaçınılmazdır. Burjuvazi, devrimci işçi mücadelesini “terör” olarak damgalayacak ve işçi sınıfını ezmek için tüm olanaklarını seferber edecektir. Dehşete düşen burjuvazi, kontrgerilla örgütlerinden faşist terör çetelerine, baskı yasalarından, hapishanelerinden işkencehanelerine kadar tüm kozlarını kullanacaktır. Ancak tüm bunlarla bile, bir kez ayağa kalkan kitleleri yıldırmayı ve sindirmeyi başaramayacaktır.
Krizin Ateşi Yunanistan’ı Sararken Selim Fuat
B
aşbakan Papandreu’nun ülkenin borç batağına sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan bahsetmesiyle, Yunanistan’daki ekonomik kriz, hem etkilerinin başta İspanya, Portekiz, İtalya olmak üzere diğer ülkelere sıçramasından korkan Avrupa burjuvazisinin hem de krizin faturasını ödemeye zorlanan işçi sınıfının gündeminde önemli yer işgal etmeye başladı. Burjuvazi Yunan hükümetinin derhal borçlarını ödemeyi garanti altına alan bir ekonomik programı hayata geçirmesini sağlamaya uğraşırken, Yunanistan işçi sınıfı da 10 ve 24 Şubatta yaptığı etkili genel grevlerle burjuvazinin bu saldırılarına karşı koymaya çalıştı. Yunanistan’da yaşanmakta olanlarla birlikte, kapitalist ekonominin küresel krizinin “bitti artık” çığlıklarının aksine derinleşerek ilerlediği bir kez daha ortaya çıkıyor. Krize yönelik etkili tedbirler alındığına dair yorumların içinin ne denli boş, G-20 vb. zirvelerin sorunu çözme konusunda ne kadar etkisiz olduğu Yunanistan aynasında net bir biçimde görülüyor. Yunanistan aynasında net bir biçimde görülen bir başka gerçek de benzeri her durumda olduğu gibi kapitalistlerin krizlerinin faturasını işçi sınıfının omuzlarına yıkarak süreçten kurtulmaya çalışmalarıdır. Ancak Yunanistan işçi sınıfı da bu durum karşısında sessiz kalmayacağını, gerçekleştirdiği genel grevlerle açık biçimde ortaya koymuştur. Gelişmeler, kapitalizmin içten içe korlanan krizinin belirlediği koşullarda, kapitalistler arasındaki uluslararası rekabetin de harlamasıyla ateşi artan Yunanistan’daki ekonomik krizin ve onunla birlikte yükselen sınıf mücadelesinin kendi sınırlarını aşan etkileri olacağını gösteriyor. Bu yüzden Yunanistan’daki duruma yakından bakmakta fayda var.
Yunanistan ekonomisinin durumu ve burjuvaların tedbirleri Maliye Bakanı Papaconstaninou’nun açıklamalarına göre, Yunanistan 2008 yılında yüzde 2 oranında büyüme kaydetmesine rağmen 2009’da yüz-
Yunan işçi sınıfı burjuvazinin saldırılarına karşı diri ve etkili eylemlerle mücadele ediyor. 10 ve 24 Şubatta gerçekleştirilen genel grevler birçok eksiklikler içermelerine rağmen burjuvazinin saldırıları karşısında Yunanistan işçi sınıfının kolayca teslim olmayacağını gösterdi. Kamu çalışanlarının 10 Şubatta gerçekleştirdiği 24 saatlik uyarı grevi Yunanistan’da yaşamı gerçek anlamıyla felç etti.
21
marksist tutum
de 1,2 oranında küçülme yaşadı. Yatırımlarda yüzde 20, ihracatta yüzde 16, ithalatta ise yüzde 25 oranında daralma yaşayan Yunanistan’da resmi işsizlik oranı yüzde 9,1. Ancak yine hükümet sözcüleri, Avrupa Birliği’nin finanse ettiği işsizlerin kamu hizmetlerinde çalışmasını sağlamaya yönelik programın geçen ay sona erdirilmesiyle bu oranın yüzde 18’e çıktığını açıklıyorlar. Yunanistan bütçe açığı ve cari açıkla aynı anda boğuşuyor. Bütçe açığının gayri safi yurtiçi hâsılaya (GSYH) oranı yüzde 12,7’ye, cari açığın GSYH’ye oranı ise yüzde 12’ye ulaşmış durumdadır. Bütçe açığı oranıysa euro kullanan 16 ülkede izin verilen yüzde 3 oranının dört katından fazladır. Dünya Bankası’nın 2009 yılı üçüncü çeyrek verilerine göre, Yunanistan’ın kamu borcu 384 milyar dolara, toplam dış borcu ise 594,5 milyar dolara çıkmış bulunuyor. Bu miktar, Yunanistan’ın GSYH’sinin yüzde 113,4’ü dolayında. Yunanistan’ın borcunun üçte ikisi Alman bankalarından ve yatırımcılarından alınmış durumda. Bu borcun, burjuvaların diliyle söylersek, “sürdürülebilir” olması için yeni borçlanmaların yapılabilmesi gerekiyor. Artan risk primleriyle birlikte faizleri de otomatik olarak yükselen bu borcun ödenebilmesi içinse, daha çok vergi toplanması, kamu harcamalarının kısılması ve işçi ücretlerinin olabildiğince düşürülmesi lazım. Böyle bir tablo karşısında bulunan Papandreu başkanlığındaki PASOK hükümeti, faturayı işçi sınıfına ödetmeyi amaçlayan bir dizi acil “önlem” açıkladı. Uygulanmak istenen “önlem”ler başta Türkiye olmak üzere dünyadaki tüm işçiler için oldukça tanıdık. Alınan kararların başında kamu harcamalarının yüzde 10 kısılması geliyor. Özellikle kamuda istihdamın düşürülmesi planlanıyor. Örneğin emekli olacak her 5 kamu çalışanının yerine kamuya 1 yeni işçi alınacak. Bu, işçi sınıfının işsizlik yoluyla cezalandırılması olduğu gibi, yararlandığı kamu hizmetlerinin nicelik ve niteliğinin düşmesi yoluyla da kayba uğraması anlamına gelmektedir. Sosyal güvenlik sistemi de yeniden ele
22
Mart 2010 • sayı: 60
alınacak. Bunun anlamı da elbette emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emekli maaşlarının düşürülmesi. Sosyal güvenlik harcamalarının bütçe üzerindeki yükünün böylelikle azaltılması umuluyor. Esnek üretimin yaygınlaştırılması, ücretlerin dondurulması hatta düşürülmesi, ikramiyelerin kaldırılması, sağlık alanında “reform” adı altındaki saldırılara hız verilmesi, eğitimin iş piyasasıyla “uyumlu”laştırılması, dolaylı vergilerin arttırılması gibi tanıdık “önlemler” de bunları takip ediyor. Hükümet bu önlemlerle bütçe açığının GSYH’ye oranını 2013’te yüzde 3’e indirmeyi umuyor. Ama bu önlemler hayata geçse bile 2010 yılında kamu borcunun GSYH’nin yüzde 120,8’ine tırmanmasını önleyemeyeceğini itiraf ediyor.
İşçi sınıfının “önlem”lere tepkisi Kapitalist sistemin yapısından kaynaklanan ekonomik sorunların ortaya çıktığı her yerde çözüm olarak sunulan ve uygulandığında da işçi sınıfının yaşam koşullarını alabildiğine geriye götüren bu “önlem”lerin topluma benimsetilme yöntemleri de epeyce tanıdık. Yunan halkı da son haftalarda krizin boyutları konusunda burjuva medya tarafından tam anlamıyla bir bombardımana tutuldu. Bu propaganda bombardımanıyla amaçlanan şey, emekçiler arasında genel bir şaşkınlık ve suçluluk psikolojisi yaratmaktı. Bu yolla benimsenmesi beklenen temel düşünce ise, krizin asıl sorumlusunun hak ettiğinden daha iyi koşullarda yaşayan işçi sınıfı ve diğer emekçiler olduğuydu. Krizin gerçek sorumlusu, dolayısıyla bedelini ödemesi gereken kesim, kriz koşullarında bile büyük kârlar elde eden bankalar ve diğer sermaye sahipleri olacak değildi ya! Bu krizi “gencecik yaşta” emekli olan, iki ay fazladan ikramiye alan “rahatına düşkün” işçiler ve yüksek maaşlı “faydasız” kamu çalışanları ile “vergi kaçıran” küçük esnaf yaratmıştı, bedelini de onlar ödeyecekti artık! Avrupa’da da, Türkiye’de de burjuva medya üzerinden, “iyi niyetli ve akılcı” Avrupa Birliği’nin desteğini “çarçur eden”, “müsrif ”, “tembel”, “şımarık” Yunanistan değerlendirmeleriyle işçi sınıfının genelinin zihninde Yunanistan işçi sınıfına dair olumsuz bir imaj yaratılıyor. Ayrıca, “kemer sıkma önlemlerine ses çıkarırsanız sonumuz böyle olur” tehdidiyle gözdağı veriliyor. Böylece Yunanistanlı işçilerin mücadelesine uluslararası desteğin ve sempatinin azaltılması da umuluyor. Ancak her şeye rağmen Yunanistanlı işçiler burjuvazinin bu saldırılarına karşı diri ve etkili eylemlerle
sayı: 60 • Mart 2010
marksist tutum
nıfı tarafından kolayca kabul edilmeyeceğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Ancak işçi sınıfına ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışan başbakan Papandreu (aynı zamanda Sosyalist Enternasyonal’in de başkanı), bu grevler karşısında, “Ülkemiz yoğun bakımda. Geçmiş hükümet savaş alanını mücadele etmeden terk etmiş olabilir, ancak biz geri adım atmamaya kararlıyız” sözleriyle burjuvazinin de kararlı olduğunu açıkça ifade etti. Dolayısıyla işçi sınıfını zorlu bir mücadele süreci bekliyor.
Yunanistan işçi sınıfının mücadelesi uluslararası dayanışmayla büyümeli! mücadele ediyorlar. Nitekim 10 ve 24 Şubatta gerçekleştirilen genel grevler birçok eksiklikler içermelerine rağmen burjuvazinin saldırıları karşısında Yunanistan işçi sınıfının kolayca teslim olmayacağını gösterdi. Kamu çalışanlarının 10 Şubatta gerçekleştirdiği 24 saatlik uyarı grevi Yunanistan’da yaşamı gerçek anlamıyla felç etti. Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) ve Yunanistan Komünist Partisinin (KKE) işçi kolu olan Tüm İşçilerin Militan Cephesinin (PAME) çağrısıyla yapılan greve, vergi daireleri, sigorta, belediye, valilik, adliye, arkeolojik alan, müze, hava ve deniz yolu taşımacılığı çalışanları, doktorlar ile öğretmenler katıldı. Grev nedeniyle devlet dairelerinde müşteri hizmetlerinde aksaklıklar yaşanırken, okullarda da dersler yapılmadı. Mahkemelerde duruşmalar ertelendi, hastanelerde yalnızca acil durum ve güvenlik personeli görev yaptı. Müzelerle arkeolojik alanlar da açılmadı. Havaalanı kontrol kulesi çalışanlarının da greve katılmaları nedeniyle gece yarısından itibaren tüm uçuşlar iptal edildi. Deniz yolu çalışanları da greve etkili biçimde katıldı ve yolcu gemileri hareket etmedi, bu yüzden ana kara ile adalar arasındaki bağlantı koptu. Demiryolu çalışanları ise gün içinde yaptıkları iş durdurma eylemleriyle greve destek verdiler. Bu arada başkent Atina’da kent merkezinde gösteriler ve yürüyüşler yapıldı. ADEDY’nin Klathmonos, PAME’nin ise Sindagma meydanında miting yapması nedeniyle kent merkezi uzun süre ulaşıma kapatıldı. 10 Şubatta yapılan grev çağrısına, “alınan önlemlerin somutlaşmasından sonra işçiler üzerindeki etkilerinin ne olacağını beklemek gerektiği” gerekçesiyle olumlu yanıt vermeyen PASOK yanlısı Yunanistan Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu (GSEE) ise tabandaki basınç nedeniyle 24 Şubatta grev kararı almak zorunda kaldı. Bu karara ADEDY de destek verince 10 Şubata göre daha yaygın, özel işletmeleri de içine alan bir grev gerçekleşti. Yunanistan’da çalışan yaklaşık 5 milyon işçinin yarıya yakın bir kesimini temsil eden ADEDY ve GSEE konfederasyonlarının 24 Şubattaki grevinde de yaşam tam anlamıyla durdu. Bu durum burjuvazinin çözüm reçetesinin işçi sı-
Bütçe açığı ve borç batağı sadece Yunanistan için geçerli değil. Portekiz, İspanya ve İngiltere de aynı sorunlarla yüz yüze ve zor durumda. Ancak Avrupa Birliği’nin başat ekonomisi Almanya bu yükü üstlenmeye yanaşmıyor. Bu yüzden Yunanistan’daki iflas durumu, Portekiz, İspanya, İtalya ve İngiltere üzerinden tüm Avrupa’ya yayılma ihtimalini kuvvetli bir biçimde bünyesinde taşıyor. Bu durum da, on yıllar içerisinde sınıf mücadelesi ile kazanılmış olan haklara yönelik olarak burjuvazinin topluca ve ağır bir taarruza geçeceğine işaret ediyor. Geçtiğimiz yıllar içerisinde burjuvazinin Avrupa çapında yükselttiği ancak henüz istediği düzeyde ilerlemeler sağlayamadığı saldırıların artması gündemdedir. İşçi sınıfı da bu noktadan hareketle kendi mücadelesini örgütleme sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Yunanistan işçi sınıfının gerçekleştirdiği grevlerle ortaya koyduğu irade, İspanya işçi sınıfının yükseltmeye başladığı eylemlerle de genişleme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Sendikalar İspanya’da da emeklilik yaşının yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesi ve işten atmalarla karakterize olan “önlem”leri reddetmişlerdir. İspanya’nın birçok kentinde 23 Şubat gecesi binlerce işçi, hükümetin kamu harcamalarında yapmayı planladığı kesintileri protesto eden gösteriler düzenlemiştir. Gelişmeler, ulusal ölçekteki bu tür eylemlerin yanı sıra tüm Avrupa işçilerinin ortak inisiyatifler ve eylemlilikler geliştirmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu dayanışmanın örülmesi ve örgütlenmesi, sermayenin yarattığı krizin bedelini işçilerin daha fazla ödememeleri için zorunludur. Çünkü burjuvazi tüm ülkelerde aynı öze sahip politikalarla işçi sınıfına saldırmaktadır ve bu politikaların yaşama geçmesi için uluslararası örgütlerini tüm imkânlarıyla kullanmaktadır. Bu yüzden işçi sınıfı da burjuvazinin saldırılarını ancak eş düzeyde bir örgütlülük ve dayanışmayla göğüsleyebilir. Tüm bu gelişmeler, yani sonuna gelindiği söylenen küresel ekonomik krizin Yunanistan’ı da içerisine alarak derinleşmeye devam etmesi, işçi sınıfı öncülerinin sorumluluklarını yerine getirme ihtiyacının yakıcılaştığını bir kez daha gösteriyor.
23
Bir Oportünistin “M Sorununa Y M
arksist harekette oportünizm nitelemesi, ilkeli bir devrimci siyasetin yerine fırsatçı bir politik çizgiyi ikame edenler için kullanılıyor. İşçi hareketinde oportünizm, işçi-emekçi kitlelerin temel tarihsel çıkarlarını, kesimsel faydacılık ve kolay yoldan siyasal başarı kazanmak uğruna feda etmek anlamına geliyor. Sınıf mücadelesinde önemli karar anları geldiğinde, zor görünen devrimci yolu tutmayı göze alamayıp, düzen içi siyasal çözümler üretmeye çalışmak oportünizmin temel özelliğini oluşturuyor. Oportünizm bir eğik düzleme benziyor, bir kez bu yola girildiğinde dur durak olmuyor. Bu nedenle fırsatçı siyasetin Marksist harekete uzanan izdüşümleri de, zamanla derinleşen bir oportünizm üretiyor ve oportünist siyasetçiler giderek ince ve sinsi bir oportünizmde ustalaşıyorlar. İster kaba ister ince çeşitlemelerinden olsun, oportünizm söz konusu olduğunda değişmeyen bir gerçeklik vardır. Oportünizm, gerek ulusal gerek enternasyonal düzeyde her zaman işçi hareketini devrimci yoldan saptırmış ve güçsüz düşürmüştür. Marksist harekette dünden bugüne çeşitli örneklerine tanık olduğumuz oportünist siyasetler incelendiğinde, tümünün ortak özelliğinin devrimci eleştiriye kulak asmamak olduğu görülecektir. Oportünistler kimi zaman köşeye sıkıştıklarında genel devrimci doğruları kabul edermiş gibi görünseler de, fiiliyatta siyasetlerini yine bildikleri oportünist tarzda yürütmeye devam etmektedirler. O yüzden de oportünizm genelde önlenemez yükselişler sergileyen bir niteliğe sahiptir. Oportünizm konusunda son derece kısa bir özet biçiminde sıralamaya
24
çalıştığımız bu özellikleri daha anlaşılır kılacak olan, kuşkusuz bazı somut örneklerin verilebilmesidir. İşte bu bakımdan çarpıcı bir örnek olarak, oportünizmin Alan Woods liderliğindeki IMT (International Marxist Tendency: Enternasyonal Marksist Eğilim) özelinde tanık olduğumuz yükselişini ele alabiliriz. Geçmiş tarihlere uzanan kökleri bir yana bırakılacak olursa, IMT, 80’li yıllarda İngiltere’de maden işçilerinin ünlü grevleri sırasında yürüttüğü çalışmalarla tanınan Troçkist Militant grubunun içinden çıkmış bir çevredir. Militant grubu 90’larda bir iç bölünme neticesinde iki parçaya ayrılmıştır; Ted Grant ve Alan Woods liderliğinde yapılanan parçası bugün enternasyonal düzeyde IMT adı altında varlık sürdürmektedir. Açık ki 2004 yılı IMT açısından, devrimci siyasetle bağdaşmayan eğilimlerin açılıp saçılarak dışa vurmaya başladığı esaslı bir dönüm noktası niteliği taşır. Bu yıl içinde Alan Woods’un, bilhassa Venezuela’da yaşanan gelişmelere, Chavez’e ve Chavezci rejime yaklaşım vesilesiyle sergilediği oportünizm ve reformizm artık gizlenemez biçimde açığa çıkmıştır. Militant grubunun tarihi kurucusu olan Ted Grant’ın 2006 yılında ölümüyle birlikte de, Alan Woods, Chavez’le dostluğu en başa alan ve Küba gibi bürokratik rejimlere de artık dostluk elini uzatan bir siyasetin liderlik koltuğuna gömülüvermiştir. Bu noktada hemen en başta vurgulamamız gereken bir husus var. Biz bu konuya, uzun yıllar boyunca Troçkist hareket içinde yapılanmış olan çevrelerin artık bıktırırcasına yineleyip durdukları birtakım suçlamaların tekrarı te-
Marksizm ve Devlet” Yaklaşımı /1 Elif Çağlı
melinde yaklaşmıyoruz. Zira Marksist Tutum örneğinde olduğu üzere, gerek Stalinizm gerekse Troçkizm bağlamında geçmiş dönemlerde yaşanan deneyimlerin teorik ve pratik derslerinden köklenen ve kendini yeni bir tarihsel dönemde daha en baştan devrimci Marksizmin doğruları üzerinde inşa etmeye çalışan bir çevre açısından bu tür suçlamalar belirleyici bir önem taşımıyor. Çeşitli vesilelerle vurgulamaya çalıştığımız gibi, bizce Troçki’nin devrimci varlığı ile onun ölümünden sonra biçimlenen Troçkist hareket siyasi ve yapısal özellikleriyle birbirinden farklı bir nitelik içeriyor. Bu farklılık, günümüzde devrimci proleter temellerde gerçekleşecek siyasal yapılanma sorununu da doğrudan etkilemektedir. Çok açıktır ki, kimi hatalı yaklaşımlarına karşın, Troçki Rus devrim sürecinde ve enternasyonal düzeyde önemli bir devrimci rol oynamış tarihsel liderlerden biridir. Ne var ki konu Troçkist hareket olduğunda durum biraz farklıdır ve bizce bu konuya titiz bir devrimci irdeleme temelinde yaklaşmak gereklidir. Zira Troçki’nin ölümünden sonra Troçkist hareket onun sahip çıktığı Leninist-Bolşevik çizgiden uzaklaşmış, kendi içinde küçük-burjuvaca çekişmeler temelinde parçalanmış ve neticede devrimci Marksizmin enternasyonal düzeyde temsilcisi olabilecek bir gelenek yaratamamıştır. İşte bu açıdan, günümüzde devrimci Marksizm temelinde yapılanmak isteyen siyasal çevrelerin, kendilerini Troçkist olarak nitelemesi ya da mevcut Troçkist geleneği olduğu gibi sahiplenerek onun parçalarından biri olması devrimci bir zorunlulukmuş gibi ortaya konamaz.
Bu gerçeklik, günümüzde yeni bir enternasyonalin inşa çabasının nitelik ve tarzını da doğrudan etkileyecek önemli bir faktördür. Ayrıca, Stalinist rejimlerin çöküşü hiç de Troçkistlerin iddia ettikleri gibi Troçkizmin tarihsel yükselişine yol açmamış, tersine Troçkistlerin zaaflarını büsbütün açığa vurmuştur. Bunu kabule yanaşmayan Troçkist çevrelerin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kendi hatalı yönleriyle yüzleşip hesaplaşmaktan kaçınmaları ise, işçi sınıfının devrimci enternasyonal mücadelesi bakımından büyük bir olumsuzluktur. Bu noktada zorunlu devrimci görevlerden kaçış, günümüzde enternasyonal düzeyde yeni ve sağlıklı siyasal sentezlerin oluşumunu da engelleyen başlıca etkenlerden birini oluşturuyor. Böylece çeşitli Troçkist çevrelerin pratikteki tutumları, Troçkist hareketten gelmeyen fakat devrimci Marksizm temellerinde yeni sentezleri savunan çevreler açısından tamamen hayal kırıcı olmaktadır. Bizim tanık olduğumuz ölçüde, özellikle 2004 yılından itibaren pratikteki siyasal tutumlarıyla oportünizme demir atmakta kararlı olduğunu kanıtlayan IMT liderliği de bu duruma somut bir örnektir. IMT özelinde bizi esas ilgilendiren, gündemimize girdiği andan itibaren doğrudan sıkı bir eleştiriye tâbi tuttuğumuz, onay vermediğimiz ve neticede bizim tamamen dışımızda gelişen bu oportünizmdir. Bunun ötesinde, ister IMT ister bir başka Troçkist çevre söz konusu olsun, uzun yıllar boyunca Troçkist hareket içinde farklı çevreler arasında yürümüş olan çekişme ve suçlamalar bizi doğrudan siyasal bir taraf olma bağlamında hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
25
marksist tutum
Aşikâr olan bir gerçeklik var. Günümüz sosyalist siyaset kulvarında ulusal ve enternasyonal düzeyde çeşitli çevre ve örgütlerin açılım ve yorumlarının niteliği, devlet ve devrim gibi belirleyici konularda Marksist doğruların çarpıtılmadan ele alınıp alınmadığının test edilmesiyle belli oluyor. IMT liderliğinin ve Alan Woods’un bu sınavdan geçebildiğini söylemek ise kesinlikle mümkün değil. Tam tersine, Chavez gibi liderlere destek sunma ve onların takdirini toplama (!) sevdası yükseldikçe, oportünizm de kaçınılmaz bir yükseliş kaydediyor ve bu gidişat Woods’u Marksizmin temel ekseninden uzaklaştırdıkça uzaklaştırıyor.
Devlet sorununda sergilenen oportünizm Marksist harekette oportünist kayışlar dün de bugün de kendini en çarpıcı biçimde devlet sorununa yaklaşımda ele vermektedir. Alan Woods’un “Marksizm ve Devlet” adıyla IDOM’da (In Defence Of Marxism sitesi) üç bölüm halinde yayınlanan Aralık 2008 tarihli yazısı da işte bu açıdan ele alınmayı hak ediyor. Bu yazıda açıkça gözler önüne serildiği üzere, önce Marksizmin bazı genel doğruları kabul edilir görünmekte, ancak daha sonra çeşitli bahanelerle, ama-fakat-lâkinlerle bu doğruların altı oyulmaktadır. Woods’un yazısından aktaracağımız bazı satırlar eşliğinde bu durumu örneklemeye çalışacağız. Önce çok kısaca Marksizmin dünden bugüne uzanan bazı temel doğrularından söz edelim. Bilindiği üzere, Marksizm devlet sorununu kapsamlı biçimde ve bilimsel temellerde açıklığa kavuşturmuştur. Devlet nihayetinde eli silahlı adamlardan oluşur ve devlet mekanizması egemen sınıfın diğer sınıfları ezme aracıdır. Burjuva egemenliği ancak işçi sınıfı tarafından yıkılabilir; çünkü işçi sınıfı, ekonomik varoluş koşulları nedeniyle bu tarihsel görevi başarma olanağına ve gücüne sahip yegâne sınıftır. Sınıflı toplumlar tarihinin ortaya koyduğu gibi, zor yeni topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Yazısında Marksizmin devlet konusundaki bu tür genel doğrularından hareket ettiği izlenimi veren Woods, “işçi sınıfının toplumu dönüştürmek için harekete geçtiğinde, kaçınılmaz olarak mülk sahibi sınıfların direnciyle karşılaşacağını ya da bu direncin belli koşullar altında bir iç savaşa neden olacağını asla hiçbir zaman inkâr etmedik” der. İş bu kadarıyla kalsa ortada bir sorun olmayacaktır. Ancak iş bununla bitmemekte, tam tersine “asıl iş” ve oportünizmin hüneri işte bu noktadan sonra başlamaktadır. Woods bu meyanda bir hüner sergilemeye girişirken, önce kendisine yine Marksizmin işaret ettiği genel bir doğruyu siper edinecektir. İlkin okuyucunun dikkati, itiraz etmeye gerek olmayacak bir hususa çekilir: “Ücretle geçinen sınıf yalnızca sayı olarak büyümemiştir, aynı zamanda mücadele etme potansiyeli olarak da büyümüştür. Modern koşullarda düzgünce örgütlenen bir genel grev, özellikle de dünyanın ekonomik olarak daha gelişmiş bölgelerinde yer
26
Mart 2010 • sayı: 60
alan bir ülkenin ekonomisini tamamen durma noktasına getirir. Sorunun bam teli örgütsel ve politik olarak işçi sınıfının hazırlık düzeyi ve onun önderliğidir.” İyi de, buradan hareketle Woods’un varmak istediği yer neresidir? İşte asıl sorun budur! Zaten Woods da, “yukarıda anlattıklarımızdan ne tür genel sonuçlar çıkarabiliriz?” diyerek, okuyucuyu Marksizmden uzaklaştıracak bir yolculuğa çıkartacaktır. Woods bu noktada okuyucunun gözünü boyayabilecek iki gerekçe ileri sürer. Bunlardan birincisi, zamanla kentleşme düzeyinin artması ve endüstride ileri tekniklerin daha fazla kullanılmasıyla birlikte, devrimin başlangıcında işçi sınıfının kendini geçmişe oranla daha uygun bir pozisyonda bulacağı savıdır. Woods’un ikinci savı ise, güçlü bir devrimci partinin kendi programına işçi sınıfının desteğini ve silahlı kuvvetlerin tabanının sempatisini kazanmadaki başarısı arttıkça, egemen sınıf direncinin de daha çabuk kırılacağı ve daha az şiddet, daha az can kaybı olacağıdır. Böylece Woods, okuyucuyu ulaştırmak istediği noktaya taşır. Woods’un bu seyahatten muradı, günümüzde sosyalizme barışçıl geçişin, bir başka ifadeyle devrimin barışçıl yoldan ilerlemesinin geçmişe oranla daha mümkün olduğu görüşünü zihinlere nakşedebilmektir. Woods nesnel bir hakikatten, yani işçi sınıfının büyümesinden tamamen keyfi ve spekülatif bir sonuç türetmekte ve günümüzde barışçıl geçiş olanağının arttığını iddia etmektedir. Oysa bu konu daha yıllar önce “Devlet ve Devrim”de Lenin tarafından ele alınmış, bambaşka ve elbet bilimsel ve devrimci bir tarzda yorumlanmıştır. Bu yüzden, “Marksizm ve Devlet” başlıklı bir yazıyı Woods ağırlıklı olarak toplumun barışçıl yoldan dönüşümü konusuna hasretmiştir. Özellikle de İngiltere başta olmak üzere (ne tesadüf değil mi?!), çeşitli kapitalist ülkelerde işçilerin siyasal iktidarı barışçıl bir yoldan (siz parlamenter yoldan diye okuyun!) fethedebileceği düşüncesi sinsi bir biçimde empoze edilmeye çalışılır. Emperyalizm çağı öncesinde İngiltere ve Amerika’nın özgün koşullarından hareketle, Marx’ın sosyalizme “barışçıl geçiş” konusuna değindiği doğrudur. Fakat Woods bu konuyu, artık o koşulların ortadan kalkmış bulunduğu ve tamamen farklı özelliklere sahip günümüz dünyasına taşımaktadır. İnandırıcı olabilmesi için de, bugünün koşullarında geçerli görünen kimi gerekçeler ileri sürmeye ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle yazısının kurgusunu, işçi sınıfının ve onun örgütlerinin büyüyen gücü üzerine oturtacaktır. Woods’a göre, özellikle 1945’ten sonra üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte hemen her yerde işçi sınıfı devasa güçlenmiş ve sınıfsal denge nesnel olarak proletarya lehine dönmüştür. Marx’ın zamanında işçi sınıfı yalnızca Britanya’da toplumun çoğunluğunu oluştururken, günümüzde proletarya tüm ileri kapitalist ülkelerde toplumun belirleyici çoğun-
sayı: 60 • Mart 2010
luğu haline gelmiştir. Keza vaktiyle toplumsal gericiliğin rezervuar kitlesini oluşturan köylülük, neredeyse yok olmuştur. Lenin’in belirttiği üzere, devrimci zora dayanan devrim olmaksızın burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek tamamen olanaksızdır. Marx’ın Fransa’da iç savaş deneyiminin çözümlenmesinden yola çıkarak ifade ettiği gibi, işçi devriminden önceki bütün devrimler devlet makinesini olduğu gibi alarak yetkinleştirmişler ve güçlendirmişlerdir, oysaki onu kırmak ve parçalamak gerekir. Woods nesnel bir hakikatten, yani işçi sınıfının büyümesinden tamamen keyfi ve spekülatif bir sonuç türetmekte ve günümüzde barışçıl geçiş olanağının arttığını iddia etmektedir. Oysa bu konu daha yıllar önce “Devlet ve Devrim”de Lenin tarafından ele alınmış, bambaşka ve elbet bilimsel ve devrimci bir tarzda yorumlanmıştır. Marx’ın, örneğin 1852 yılında burjuva devlet aygıtının parçalanması gereğini ifade etmesinin üzerinden uzun yıllar geçmiştir ve bu zaman zarfında proletarya alabildiğine büyümüştür. Peki, bu gerçeklikten Lenin’in çıkarttığı devrimci sonuç ne olmuştur? Hiç kuşku yok ki, dünya tarihinin proleter devrimini 1852’de olduğundan çok daha geniş bir ölçüde devlet makinesinin yıkılması ereğiyle tüm güçlerini toplamaya götürdüğünü vurgular Lenin. Woods ise, zaman içinde gerçekleşen değişimin ileri kapitalist ülkelerde iktidarın barışçıl yoldan ele geçirilmesini (parlamenter geçişi!) mümkün kılan bir nesnel temel
marksist tutum
döşediğine inanmamızı arzular. Bir zamanların büyük oportünisti Kautsky’nin ruhuna rahmet okutmak istercesine, günümüzde işçi devriminin, devrimci zora başvurmayı gerektirmeden sosyalizme ilerleyebileceği yanılsamasını yerleştirmeye çalışır. Böylece devrim devrim olmaktan çıkartılıp parlamenter yoldan bir “işçi hükümeti” kurulmasına indirgenirken, işçi sınıfının en önemli devrimci görevi (eski devlet aygıtının kırılıp parçalanması) gündemden düşürülür. Şimdi gel de, bu önemli konudaki uyarılarıyla yıllar öncesinden bugüne seslenen Lenin’i bir kez daha hatırlama! Lenin yine “Devlet ve Devrim”de önemli bir hususa işaret etmiştir. Sınıf mücadelesinin yerine sınıf uzlaşmasını geçiren sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü de sömürücü sınıf egemenliğinin alaşağı edilmesi biçiminde algılamamakta ve o tarzda savunmamaktadırlar. Onlar bu dönüşümü, egemen azınlığın, görevlerinin bilincine sahip çoğunluğa barışçıl bir boyun eğmesi biçiminde tasarlamaktadırlar. Oysa Lenin’in de vurguladığı gibi, 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da ve diğer bazı ülkelerde burjuva hükümetlere “sosyalist” katılma deneyi, her zaman emekçi sınıfların çıkarlarına ihanet sonucunu doğurmuştur. Ne var ki, anlaşılan bu tür tarihi deneyimlerin verdiği dersleri ve de Lenin’in uyarılarını unutmak Woods’un işine gelmektedir! Lenin “Devlet ve Devrim”de, işçi sınıfının devrimci iktidarının kurulabilmesi için üstesinden gelinmesi gereken olmazsa olmaz bir göreve, vaktiyle Marx ve Engels’in açıklığa kavuşturmuş olduğu tarihi bir göreve de dikkat çeker. Belirttiği üzere, devrimci zora dayanan devrim olmaksızın burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek tamamen olanaksızdır. Marx’ın Fransa’da iç savaş deneyiminin çözümlenmesinden yola çıkarak ifade ettiği gibi, işçi devriminden önceki bütün devrimler devlet makinesini olduğu gibi alarak yetkinleştirmişler ve güçlendirmişlerdir, oysaki onu kırmak ve parçalamak gerekir. İşte geçmişteki ve günümüzdeki bilumum oportünistlerin unutmaya ya da açıkça yok sayamadıklarında çarpıtmaya yeminli oldukları tarihsel ders budur. Woods’a göre, Fransa ve diğer ülkelerde köylülüğün yok olması, geçmişte Bonapartist ve faşist gericiliğin rezervuarı kitlenin zayıflaması bakımından son derece önemlidir. Tek başına bu gerçekliğin gericiliğin gündemden düşmesi sonucunu getiremeyeceğini belirterek, haklı eleştirilere karşı önlemini
27
marksist tutum
alır Woods. Ama diğer yandan ise, uzun bir süredir çeşitli çözümlemelerine serpiştirdiği üzere Avrupa’da faşizm yolunun kapalı olduğunu vurgulamaya pek meraklıdır. Günümüzdeki durumun iki dünya savaşı arasındaki dönemden tamamen farklı olduğunu söyler: “O dönem faşistler, öğrenciler de dâhil olmak üzere köylülükte ve küçükburjuvazide kitlesel rezervlere sahiptiler. Bütün bunlar şimdi değişmiştir. Köylülüğün yok olmasıyla ve beyaz yakalıların – öğretmenler, memurlar, banka çalışanları vb.– büyük bir kesiminin proletaryaya daha yakın olmasıyla işçi sınıfı bin kat daha güçlüdür. Bu şartlar altında burjuvazi açık bir diktatörlük için hamle yapmadan önce iki kere düşünmek zorundadır. Eğer emek hareketi gerçek sosyalist politikalarla donanırsa bu tür bir hamle burjuva egemenliğinin tamamen yıkılmasına neden olabilir.” Belli ki, oportünizmin yaratmaya çalıştığı dünyada nesnel hakikatlerle kasıtlı öznel yorumlar iç içe geçirilmiştir. Bir yandan gerçekçi analizler yapıldığı izlenimi verilirken, diğer yandan işçi sınıfının bilinci, sınıfın büyümüş olması nedeniyle neredeyse kendiliğinden gerçekleşecek bir “kolay devrim” vaadiyle bulandırılmaktadır.
Kendi eksiğini başkasının suçuyla örtme Woods’a göre bu “kolay” ya da “barışçı” devrimin olasılıktan gerçekliğe dönüşememesinin nedeni, işçi hareketini tamamen güçsüz düşüren siyasetlerin tutumudur. Bu yüzden şöyle der: “Sendika ve reformist liderler ellerindeki devasa gücü toplumu değiştirmek için kullanmaya hazır olsalar toplumun barışçıl bir yoldan dönüşümü tamamen mümkün olurdu. İşçi liderleri bunu yapmazlarsa kan gövdeyi götürebilir ve bu da tamamen reformist liderlerin sorumluluğundadır. … Sendika liderlerinin, Stalinistlerin ve reformistlerin desteği olmadan kapitalist sistemin bir an bile yaşama şansı yoktur.” Sendika bürokratlarının, Stalinistlerin, reformistlerin işçi sınıfı mücadelesine büyük zararlar verdiklerini işçiler nezdinde sergilemek ve bu can yakıcı gerçekler konusunda işçileri bilinçlendirmek kuşkusuz devrimci bir görevdir. Kapitalist sistemin sadece açık baskı ve eli silahlı adamlar sayesinde ayakta durmadığı, işçi sınıfının bilincini bulandıran bürokratların, reformistlerin kapitalist düzene yaşam olanağı sağladığı son derece aşikârdır. İşte Woods kendi siyasi tarzına damgasını basan sinsi oportünizmini bu gibi genel doğruların ardına saklamaktadır. Evet, işçi sınıfı kapitalizmin tarihi boyunca sendika bürokratlarının ve reformist liderlerin ihanetlerinin bedelini nice can ve kan kaybıyla ödemiştir. Ne var ki, bu gerçekliğin ifadesi günümüzde barışçıl geçişin daha güçlü bir olasılık olduğu yolunda hiçbir nesnel dayanak oluşturamaz. Bu tür yaklaşımlar yalnızca malûmun ilanından ibaret kalırlar. İşçi hareketini devrimci yolundan saptıran sendika bürokratlarının veya sözde sosyalist liderlerin tarihsel rollerini, kapitalist düzenin işçi hareketini ezmesine yar-
28
Mart 2010 • sayı: 60
dımcı olma yönünde oynayacakları çok açıktır. O nedenle, bu düzen yanlısı güruhun başka yönde davranabilecekleri kurgusuyla, okuyucunun beynine barışçıl geçiş düşü zerk etmek asla masumane bir tutum olarak kabul edilemez. İşçi hareketini devrimci yolundan saptıran sendika bürokratlarının veya sözde sosyalist liderlerin tarihsel rollerini, kapitalist düzenin işçi hareketini ezmesine yardımcı olma yönünde oynayacakları çok açıktır. O nedenle, bu düzen yanlısı güruhun başka yönde davranabilecekleri kurgusuyla, okuyucunun beynine barışçıl geçiş düşü zerk etmek asla masumane bir tutum olarak kabul edilemez. Aslında bu tutum, Alan Woods ya da aynı siyasal kulvarda hareket eden benzeri sosyalist liderlerin yıllardır zihinlere yerleştirdikleri sakat bir yaklaşım tarzının tezahürüdür. Bu tarz-ı siyasetin başlıca yamukluğu, işin gerçeğinde ancak ve ancak devrimci bir önderliğin üstlenebileceği görevleri hep bir başkasından beklemektir. Fırsatçı siyasetçiler, işçi sınıfını başarısızlıklara ve nice kayıplara sürükleyeceği daha baştan belli olan kişi ya da çevreleri suçlamakla yetinip, devrimci görevlerin yükünden kurtulmaya çalışırlar. İşlerine geldiğinde mangalda kül bırakmayıp, nasıl anlı şanlı bir gelenek ya da enternasyonal örgütlülük yarattıklarıyla böbürlenenler, sıra günümüzün temel devrimci görevlerini gerçekleştirmeye geldiğinde suçu hep başkalarında aramaktadırlar. Bu zihniyet Woods’un satırlarında şu şekilde dile gelir: “İşin doğrusu, bu görevi başaracak bir devrimci parti olsaydı son 70 yıl boyunca Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya ve Fransa’da işçiler iktidarı birçok kez alabilirlerdi. Birçok devrimci fırsat reformizm ve Stalinizmin ihanetleri sonucu kaçırılmıştır. Önderliğin bu suçlarını işçi sınıfı kanıyla ödemek zorunda kalabilir.” Günümüzde barışçıl geçişin geçmişe oranla daha mümkün olduğu yolundaki görüşün bir diğer problemli yönü ise, kapitalist gelişmenin yarattığı sonuçların mekanik determinist tarzda yorumlanmasıdır. Evet, zaman içinde işçi sınıfı büyümüş ve mücadele potansiyeli artmıştır. Fakat potansiyel ile realiteyi karıştırmak devrimci mücadelede yıkıcı sonuçlar doğuracak bir siyasal körlük anlamına gelir. Zira mücadele potansiyeli, ancak sağlam bir örgütlülük, doğru bir önderlik ve devrimci taktikler sayesinde kuvveden fiile çıkartılabilir. Oysa günümüzün temel sorunu, zaten bu bağlamda henüz üstesinden gelinememiş olan kahredici zafiyettir. Bunun yanı sıra, dünden bugüne geçen zaman içinde burjuvazi boş durmamış ve kapitalist devletin baskı aygıtlarını fazlasıyla tahkim etmiştir. Öte yandan burjuvazi, ideolojik alanda da işçi sınıfının bilincini karartacak ve böylece onu mücadeleden alıkoyacak nice ince yöntem ve araç geliştirmiştir. Çürüyen kapitalizmin giderek kitleleri genel bir akıl tutulmasına maruz bıraktığı açık değil midir? Kapitalist devletlerin, işçi sınıfı ve emek-
sayı: 60 • Mart 2010
çiler üzerinde geçmişe oranla çok daha acımasız bir baskı aygıtı oluşturduğu inkâr edilebilir mi? Gerçek durum buyken, Woods, “devrimci bir programın silahlı kuvvetler tabanında daha çok destek bulacağı” gerekçesini öne çıkartarak, okuyucuya Venezuela örneğini kendi yorumladığı tarzda hatırlatmak istemektedir. Bu siyaset, burjuva ordunun içinden çıkan ve küçük subaylar nezdinde önemli desteğe sahip bulunan Chavez liderliğindeki Venezuela’da, devrimin Chavez’le birlikte ve eski devlet aygıtı kırılıp parçalanmaksızın ilerleyebileceği düşünü yaratmıştır. Woods ve IMT liderliğinin Venezuela’daki devrimci sürece yaklaşımında açıkça örneklendiği üzere, devlet aygıtını yıkacak Marksist devrim anlayışı bulandırılmış ve yerine “devletin kötü bürokratlardan temizlenmesi” gibi tamamen oportünist ve reformist bir anlayış ikame edilmiştir. Devlet sorununa Marksist tarzda yaklaşılmadığını gözler önüne seren bu örnek, IMT çevresinin genelde devlet ve sosyalizm ilişkisi konusunda öteden beri sorunlu yönlere sahip bulunduğunu hatırlatıyor. Alan Woods, Venezuela’da kitlelerin Chavez’i desteklediği bahanesinin ardına sığınarak, Chavez’i giderek daha da fazla öne çıkartan ve ona “tarih yapan kişi” olarak övgüler yağdıran bir siyasal çizgi inşa etti. Oysa Venezuela’da ciddi bir devrimci durum mevcuttu ve Chavez devrimci mücadele içindeki işçiemekçi kitlelerin siyasal iktidarı fethetmek üzere ilerleyebilmelerinin önüne dikilmiş bir engeldi. Daha önce çeşitli kereler dile getirmeye ve vurgulamaya çalıştığımız bir husus var. Devlet sorununun Marksist kavranışının bulandırılması konusunda (örneğin devletçilikle sosyalizmin birbirine karıştırılması) sabıkalı olan yalnızca Stalinist çevreler değildir; kimi Troçkist çevrelerin de bu konudaki yaklaşımları tamamen sakattır. Unutulmamalı ki, sınıfsız toplumun ilk basamağı olan sosyalizm aslında devletsiz bir toplumsal düzeni ifade eder. Bu Marksist kavrayışın dışına taşıp, güçlü bir devletle bürokratik bir planlamayı çiftleştirerek icat edilen “sosyalizm” anlayışları ise eninde sonunda Stalinizm benzeri ulusal kalkınmacı-devletçi bürokratik rejimleri savunmaya varır. Nitekim vaktiyle Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist bürokratik rejimi haklı temellerde eleştiren Troçki’nin mirasçısı olduğunu iddia eden Woods’un, bugün Küba’daki bürokratik rejimi savunuyor olması yeterince düşündürücü değil midir? Bu noktada sözü tek bir yazı kapsamında fazlaca uzatmak mümkün olmadığından, burada IMT’nin bu tür oportünist yaklaşsımlarına çeşitli vesilelerle eleştiriler yöneltmiş olduğumuzu hatırlatmakla yetinelim. Diğer konulardaki eleştiri ve görüş farklılıklarımız bir yana, IMT liderliğinin Venezuela siyasetine ilişkin eleştirilerimiz 2003 yılından itibaren, yani henüz yolun başındayken açık ve net biçimde ifade edildi. Chavez’in siyasal rolünün
marksist tutum
abartılması ve Venezuela’daki proleter devrimci unsurların Bolivarcı hareket içinde eritilmek istenmesi gibi noktalarda gereken erken uyarılar yapıldı. Fakat IMT liderliği bu tür eleştirilere rağmen bildiği yolda ilerlemeyi sürdürdü. Alan Woods, Venezuela’da kitlelerin Chavez’i desteklediği bahanesinin ardına sığınarak, Chavez’i giderek daha da fazla öne çıkartan ve ona “tarih yapan kişi” olarak övgüler yağdıran bir siyasal çizgi inşa etti. Oysa Venezuela’da ciddi bir devrimci durum mevcuttu ve Chavez devrimci mücadele içindeki işçi-emekçi kitlelerin siyasal iktidarı fethetmek üzere ilerleyebilmelerinin önüne dikilmiş bir engeldi. Gerçeklik buyken, IMT liderliği neredeyse bütünüyle devlet başkanı Chavez’in propagandasına endeksli bir “Hands off Venezuela” kampanyası başlattı. Gerçekte Venezuela’da yaşanan henüz “devrimci bir durum” iken, Alan Woods’un yazılarında bu, gerçekleşmiş bir “devrim” olarak yansıtılıyordu. Woods’a göre Chavez “tarih yapan kişi”, Venezuela’da yaşanan ise “Venezuela devrimi” idi! Asla doğru bulmadığımız ve bize yabancı bu siyasi çizgi, oportünizmin ve reformizmin günün can yakıcı gerçeklerinden kaçışının hem vesilesi hem de açık bir ifadesidir. Bugün Venezuela’da ve diğer Latin Amerika ülkelerinde toplumu devrimci dönüşüme uğratabilecek yegâne unsur, devrimci işçi sınıfının örgütlü hareketidir. Günümüzün somut koşullarında Venezuela’da (ya da benzer devrimci durumların yaşandığı diğer Latin Amerika ülkelerinde) işçi sınıfı henüz bu önderlik konumundan uzak bulunuyor ve kitleler Chavez’i destekliyorlarsa, devrimci bir örgütlülük Chavez’in övülmesiyle değil, yetersizliğinin gösterilmesiyle ilerletilebilir ancak! Çok açık ki, Chavez kitleler tarafından bir El Libertador (kurtarıcı) olarak görüldüğü ölçüde, devrimin ilerlemesinin önünü tıkayan bir faktör olmayı sürdürecektir. Latin Amerika ülkelerindeki devrimci durumlar kuşkusuz önemlidir, ama bu süreçlerden devrimci işçi iktidarının kurulması maksadıyla yararlanabilecek siyasal tutumlar geliştirilmelidir. Üstelik Latin Amerika bir başka gezegende değildir, içinde yaşadığımız kapitalist dünya cangılının bir parçasıdır. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’yu kana buladığı bu dönem yalnızca bölge açısından değil, dünya açısından derin bir sistem krizi ve yeni bir emperyalist paylaşım dönemidir. Dünyanın kanlı paylaşım savaşlarının içine çekildiği böyle bir dönemde, komünistler dünyada sanki tatlı reform rüzgârları esiyormuş gibi bir rehavet içinde olamazlar. Ne var ki, Woods önderliğindeki IMT liderliğinin bir kez daha kanıtladığı üzere, reformistlerin ve oportünistlerin siyasi meşrebi başkadır. Onlar, işçi sınıfının mücadele tarihinin geçmiş dönemlerinde olduğu gibi bugün de gerçekleri ve Marksizmin yaşayan doğrularını kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktan geri durmayacaklar! (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
29
Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları İlkay Meriç
Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçmeseçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor.
30
G
eçmişin inkârı temelinde inşa edilen Kemalist rejim, Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan aydınlanma çabalarını, bu doğrultuda atılan adımları, bu uğurda verilen tarihsel mücadeleleri yok sayarak, cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen reformları “ulu önder”in bir lütfuymuş gibi göstermiş ve bugüne dek bunu temel bir propaganda unsuru olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Vitrin süsü yapılmaya pek müsait olan kadın hakları meselesi de aynı anlayışla Kemalist propaganda aygıtının malzemesi haline getirilmiştir. Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor. Nitekim, despotlukta sürekliliği koruyup, işine gelen konularda her türlü manipülasyona başvurarak tarihsel bir kopuş yaşanmış izlenimi yaratmakta mahir olan Kemalist rejimin, tarihin tozlu rafları arasına gömerek on yıllar boyunca unutturduğu konulardan biri de Osmanlı’da yükselmeye başlayan ve devleti kadın hakları konusunda ciddi adımlar atmak zorunda bırakan bir kadın hareketi olduğu gerçeğidir. Bu unutturma operasyonunun böylesine kolay bir şekilde başarılabilmesinin nedenlerinden biri, kadın hareketinin 1930’lardan itibaren Kemalist tek parti rejimine tümüyle entegre edilerek ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir nedense, Latin alfabesine geçişle birlikte, yeni kuşaklar içinde Osmanlı döneminden kalma arşivleri ve materyalleri inceleyecek Osmanlıca bilen in-
sayı: 60 • Mart 2010
sanların sayısının son derece az olmasıdır. Osmanlı döneminde kadın hareketine ve elde ettiği kazanımlara ilişkin gerçekler, ne yazık ki ancak feminist hareketin yeni bir yükseliş dönemi yaşadığı 80’li ve 90’lı yıllarda bazı feminist sosyolog kadınların Osmanlıca kaynakları araştırıp incelemeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.1 TC’nin kuruluş döneminde, tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş bir burjuva feminist hareket söz konusu olmasına rağmen Kemalist rejimin tahammülsüzlüğünün Osmanlı’yı aratmaması, hatta Osmanlı dönemindeki radikal kadın hareketinin cumhuriyet rejimi tarafından tümüyle yok edilmesi diğer bir dikkat çekici husustur. Kemalist rejimin çizdiği sınırları zorlamaya kalkan her türlü hareketin yok edildiği tek parti döneminde, en ileri talep olarak seçme ve seçilme hakkını yükselten kadın hakları savunucuları bile dışlanmış, engellenmiş ve baskıyla yıldırılmaya çalışılmıştır. Bugün kadınların ortaçağ karanlığına geri döndürülmek istendiğini savunan Kemalist ulusalcılar, asr-ı saadet olarak gördükleri tek parti döneminde erkeklerle eşit haklara sahip olmak isteyen kadınlara karşı uygulanan baskılardan ya bihaberdirler ya da bilinçli olarak üstünü örtmektedirler. Şimdi, Osmanlı döneminde başlayan, cumhuriyetin ilanının ardından yaklaşık on yıl boyunca varlığını koruyan ve ironik biçimde, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı 1934 sonrasında yok edilen feminist hareketin bu topraklarda nasıl şekillendiğine bakalım.
Derin uykudan uyanışa… “Biz Osmanlı kadınları şimdiye kadar derin bir uykuda idik. O uykuda müthiş, muzlim, korkunç rüyalar görerek muztarib oluyor idik. Bu uykumuz senelerden beri devam ediyordu. Fakat edemezdi. Nihayet başımıza gelen felâketler, nur-u marifetin gözümüzü yakarcasına şiddeti bizi uyandırdı. Bu uyanmamız pek tabiidir. Kanun-u tabiat iktizasıdır.” (Kadınlar Dünyası, 3 Ekim 1913) Osmanlı, dinin devlet eliyle hukuksal ve toplumsal yaşamı şekillendirdiği ve bireyin özgürlüklerinin devlet eliyle gasp edildiği bir Doğu toplumu idi. Bu toplumda kadınların özgürlüğü, din faktörünün de etkisiyle, Batılı hemcinslerine göre bile misliyle kısıtlanmıştı. Kadınlar istedikleri yere gidemezler, istedikleri camide ibadet edemezler, her yerden alış-veriş yapamazlar, ulaşım araçlarının ancak kendilerine ayrılan özel bölümlerinde yolculuk yapabilirlerdi. Erkek “boş ol” dediğinde kendini kapının önünde bulan kadın, çocuklar üzerinde de hiçbir hakka sahip değildi. Tanzimat’la birlikte aydınlanma çabalarının hız kazandığı Osmanlı’da, buna rağmen kadınlar sadece kız okullarına gidebilirlerdi. Ne var ki kız rüşdiyelerinin (ortaokul)
marksist tutum
sayısı son derece sınırlıydı ve neredeyse tümü İstanbul’daydı. 1911 yılından itibaren kurulmaya başlanan kız liseleri de İstanbul’daki birkaç okuldan ibaretti. 1914’te İnas (Kızlar) Darülfünunu kuruluncaya dek kadınların gidebilecekleri bir üniversite de yoktu. Osmanlı kadınlarının istedikleri mesleğe sahip olmaları onlar için bir hayal olduğu gibi, çalışacakları alanlar da son derece sınırlıydı. Kadınların devlet dairelerinde, demiryolu şirketlerinde, posta ya da telefon idaresi gibi işletmelerde çalışmaları yasakken, sanayinin gelişmemişliği iş alanlarını alabildiğine kısıtlıyordu. Bu durum giderek özellikle egemen sınıfın eğitimli kadınları için yüksek sesle dillendirilen bir sıkıntı kaynağı haline gelmişti. Bunlar daha liberal görüşlere sahip asker-sivil bürokratların eşleri, kızları vb. idi. TC’nin kuruluş döneminde, tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş bir burjuva feminist hareket söz konusu olmasına rağmen Kemalist rejimin tahammülsüzlüğünün Osmanlı’yı aratmaması, hatta Osmanlı dönemindeki radikal kadın hareketinin cumhuriyet rejimi tarafından tümüyle yok edilmesi diğer bir dikkat çekici husustur. Özel öğretmenler tarafından eğitilen, birkaç dil bilen bu kadınlar, 1870’lerden itibaren çeşitli kadın gazeteleri ve dergileri çıkarmaya başladılar. Bunların ağırlıklı bir kısmı, ev işleri, çocuk terbiyesi, eğitim, sağlık, moda gibi konuları işleyen ve böylelikle sistemin kadına biçtiği iyi bir eş ve anne olma rolünü pekiştirmeye hizmet eden yayınlardı. Yazılarda, kadınlara, süs püs için israfa kaçan harcamalarda bulunmamak tavsiye ediliyordu. Aslında bu bile çoğunun kadın dendiğinde kendi dar çevresindeki aristokrat kadından başkasını tasavvur etmediğini göstermekteydi. Eğitimin önemi sürekli vurgulanıyor, ancak bu sık sık “vatana millete hayırlı kuşaklar yetiştirme” göreviyle ilişkilendiriliyordu. İlerleyen dönemlerde bunlara aslında Avrupa’daki feminist hareketten çeşitli düzeylerde etkilenen ancak bunu farklı tonlarda yansıtan yayınlar eklenecekti. Yazarların sınıfsal zemini de orta katmanlara doğru genişleyecekti. Kadınlar giderek daha fazla seslerini yükseltiyorlar ve “biz buradayız” diyorlardı. Buna paralel olarak, yönetimi ve yazarları tümüyle kadınlardan oluşan gazete ve dergilerin sayısı da artmaktaydı. 1886’da yayınlanmaya başlayan Şükûfezar bunlardan ilkiydi. Onu, 1895’te yayınlanmaya başlayan ve 1908’e dek toplam 604 sayı olarak yayınlanacak olan Hanımlara Mahsus Gazete izleyecekti. Derginin ilk sayısında, “terbiyeli çocuklar yetiştirmeleri” için kadınların eğitimli olmalarının önemli olduğu vurgulanıyor ve yayın amaçlarından birinin bu olduğu ifade ediliyordu. Diğer bir amaçsa kadınları Osmanlı’da ve dünyada kadın-
31
marksist tutum
lara ilişkin olaylar ve gelişmeler hakkında bilgilendirmekti. Yazı kadrosunu Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigâr gibi entelektüel kadınlar oluşturuyordu ve bunların tümü devletlû sınıfa mensuptu. Burjuva feminizmin tohumları her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da doğal olarak egemen sınıfın kadınları arasında boy veriyordu. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kadın dergilerinin sayısı patlamalı bir şekilde arttı. Bunlar arasında birkaç sayı yayınlanıp yayın hayatı son bulanlar da olacaktı. Ancak çok sayıda derginin olması kadınların erkek işi olarak görülen bir alana girme cesaretini göstermeleri açısından önemliydi. Bu dönemde yayınlanan kadın dergilerinin yavaş yavaş siyasi konulara da el atmalarıysa çok daha önemli bir gelişmenin işaretiydi. Kadın hareketi artık bir dönemeç noktasına geliyordu ve açık açık “feminist” olduklarını söyleyen kadınlar yazın hayatında boy göstermeye başlıyordu. Oysa o zamana dek feminizm kavramına oldukça mesafeli durulmuştu. Osmanlı’nın sosyal ve siyasal koşulları dikkate alındığında, yeşeren bu feminist hareket oldukça ilerici bir rol oynayacaktı. Kendisini “kadınlara mahsus ilmi, siyasi mecmua” olarak tanımlayan ilk dergi Demet adını taşıyordu. Yazı kadrosunda Mehmet Akif, Mehmet Emin, Selim Sırrı gibi ünlü erkek yazarların yanı sıra Halide Salih (Edip), İsmet
Kadınlar Dünyası dergisi, erkeklerin İkinci Meşrutiyet’le kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiğini, bunun için gerekirse zor kullanılmasını savunuyordu: “Kadınlar, kadınlar!... Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar cebren aldılar. ‘Hukuk verilmez alınır’ diyorlar. Biz kadınlar da hukuk-ı tabiiye ve medeniyetimizi isteyelim, vermezlerse biz de cebren alalım. Yaşasın hürriyet!”
32
Mart 2010 • sayı: 60
Hakkı gibi ünlü kadın yazarlar da yer almaktaydı. Örneğin İsmet Hakkı, kendisinin kahir ekseriyetin tersine anti-feminist olmadığını vurgulayan, kız okullarına fen dersleri konmasını savunan, eğitimde eşitlik isteyen, daha çok kadın yazarın olması gerektiğini söyleyen bir yazardı. Kadınlar Dünyası ise daha radikal görüşlerin savunulduğu feminist bir dergiydi. Yazarlarının ve yönetim kadrosunun tamamı kadınlardan oluşuyordu. Derginin Temmuz 1913 tarihli nüshasında, erkeklerin İkinci Meşrutiyet’le kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiği söyleniyor ve bunun için gerekirse zor kullanılması salık veriliyordu: “Kadınlar, kadınlar!... Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar cebren aldılar. ‘Hukuk verilmez alınır’ diyorlar. Biz kadınlar da hukuk-ı tabiiye ve medeniyetimizi isteyelim, vermezlerse biz de cebren alalım. Yaşasın hürriyet!” Yazı kadrosunda Ulviye Mevlan, Mükerrem Belkıs, Nimet Cemil, Nebile Akif, Yaşar Nezihe gibi yazarların bulunduğu Kadınlar Dünyası’nın okur kitlesi Müslüman kadınlarla sınırlı değildi. Osmanlı’nın Rum ve Ermeni kadınları da dergiyi ilgiyle takip ediyorlar, mektuplar yazıyorlardı. Bir süre günlük, daha sonra haftalık çıkan 16 sayfalık bu derginin tirajının bugünün koşullarında bile azımsanamayacak ölçekte olması dikkat çekicidir. Olağan tirajına dair bir bilgi olmamakla birlikte, 165. sayısının kâğıt sıkıntısı nedeniyle 3000 adetle sınırlı basılabileceğinin duyurulması, normal koşullarda çok daha yüksek sayıda basıldığını göstermektedir. Dergi yazarları, kadınların erkeklerin zevk aracı olarak görülmesinden, aşağılanmasından, insan yerine konmamasından şikâyetlerini dile getiriyorlardı: “Türk erkeklerinin felsefesince, kadınlar dünyaya erkeklerin rahatını temin için gelmiştir… Bu memlekette kadınlığın hayat hakkı yoktur. Kadınlar erkekler için yaşarlar, hürriyetleri yoktur. Erkeklerin esiridirler.” Fatma Zerrin adlı bu yazar, erkeklerin kadınları, “salon kadınları”, “orta halliler”, “hali vakti yerinde olmayanlar” olarak üçe ayırdıklarını; salon kadınlarını “tatlı bir meyve”, orta hallileri “hizmetçi”, hali vakti olmayanları “esir” olarak gördüklerini söylüyordu.2 Feminizmi de sosyalizm gibi ezilen kesimlerin ideolojisi olarak tanımlayan Mükerrem Belkıs ise radikal bir politik yaklaşıma sahipti. Osmanlı’da feminizm cereyanının sosyalizmi geçtiğini söyleyen Belkıs, “Bizim memlekette sosyalizm henüz inkişaf edemediği halde feminizm oldukça yaygındır” diyordu. Fransız Devriminin hürriyet kanatlarıyla insanlığın bütün eskileri çiğnediğini, bu kanatların insanlığı daha özgür âlemlere uçurduğunu söylüyordu. Ancak insanların mutluluğa tam anlamıyla ulaşamadıklarını, oraya uçmak için daha ilmi, daha büyük kanatlara gerek duyulduğunu, bu iki kanattan birinin sosyalizm, diğerinin feminizm olduğunu ifade ediyordu (age, s.120). Kadınlar Dünyası, sadece bir dergi olarak kalmayacak, örgütlenme ihtiyacı ve talebi kendini dayatınca, yayın hayatına başladıktan kısa bir süre sonra dergi yönetimindeki
sayı: 60 • Mart 2010 Kadınlar Dünyası’nın yazar ve çalışanları
Ulviye Mevlan öncülüğünde bir de dernek kurulacaktı: Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Cemiyeti). 1913 Mayısında kurulan bu dernek, kadınların örgütlendiği çeşitli yardım cemiyetlerinden farklı olarak feminist niteliğiyle öne çıkacaktı. Kadını boğan geleneklere, kadın-erkek eşitsizliğine ve eğitimsizliğe bayrak açan dernek, kadınların sanayide, ticarette, devlet idaresinde ve siyasette yer almamalarının nedeninin onların yeteneksizliği değil toplumsal koşullar olduğunu söyleyerek bir “toplumsal inkılâba” ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyordu. Üç temel amaç belirlenmişti: Dış kıyafetlerin ıslahı, işçilik hayatının iyileştirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması. İlköğretimin zorunlu olması, kız liselerinin tüm yurda yayılması ve kızlara yüksek öğrenim hakkının verilmesi, derneğin programında yer alan talepler arasındaydı. Dernek, çok eşliliğin yasaklanmasını, kadına boşanma hakkının tanınmasını istiyor, eşlerin görücü usulüyle değil birbirleriyle görüşüp tanışarak evlenmesini savunuyordu. Savunduğu bu radikal fikirlerle paşa kızlarının ve eşlerinin ağırlıkta olduğu kadın hakları savunucularının bile oklarını üzerine çeken ve aşırılıkla suçlanan Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, aslında burjuva feminizminden çok küçük-burjuva feminizmine yakındı. Nitekim destekleyicileri de egemen sınıfın kadınlarından ziyade “daha orta halli halk kadınları” idi (age, s.64). Dernek ve çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi, kadının sesinin her şekilde kısıldığı bir toplumda, ilerici bir rol oynayarak, etkisi hiç de küçümsenmeyecek bir kadın hareketi yaratmayı başaracaktı. Kadınların çalışma yaşamına katılması için çeşitli çalışmalar yürüten dernek, 1913’te Müslüman Osmanlı kadınlarının ilk kez bir kamu kuruluşuna girmesini sağlayarak önemli bir kazanım elde etti. Bir Fransız şirketinin yönetiminde olan telefon şirketine başvuran kadınlardan yedisi, derneğin mücadelesi ve yılmaz çabaları sonucunda İstanbul Telefon İdaresine kabul edildiler. Alınan memurelerden Bedra Hanım aynı zamanda iş müfettişi olarak tayin
marksist tutum
Kadınlar Dünyası, sadece bir dergi olarak kalmayacaktı. 1913 Mayısında, bu dergi çevresindeki kadınlar tarafından kurulan Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, kadınların örgütlendiği çeşitli yardım cemiyetlerinden farklı olarak feminist niteliğiyle öne çıkacaktı. Dernek, kadınların mevcut durumunun sorumlusunun onların yeteneksizliği değil toplumsal koşullar olduğunu söyleyerek bir “toplumsal inkılâba” ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyordu. edilecekti. O zamana dek 200’ü aşkın Müslüman kadın başvuru yapmasına rağmen, şirket Fransızca ve Rumca bilmedikleri bahanesiyle başvuruları reddetmişti. Kadınlar Dünyası, Fransızcayı ancak yüksek tabakadan ailelere mensup kadınların bildiğini, onların da böyle şirketlere başvurmak gibi bir dertlerinin olmadığını, işe, işçiliğe muhtaç olan kadınlarınsa Türkçeden başka bir dil bilmediklerini belirterek, şirketin tavrının kabul edilemez olduğunu yazıyordu. Şirket sonunda bu mücadele karşısında pes etmek zorunda kalmıştı. Aynı yıl, imparatorluğun tek kadın öğretmen okulu olan ve 9’u taşradan gelecek öğrencilere ait olmak üzere toplam 28 kişilik kontenjanı bulunan Darülmuallimat’a 300’ün üzerinde kız öğrenci başvurdu. Bu arada Kadınlar Dünyası kızlara üniversitede okuma hakkının verilmesi için ısrarlı bir mücadele yürütüyordu. Şöyle diyordu yazarlarından biri olan Mükerrem Belkıs: “Şimdi biz bir inkılâp yapacağız, terakki edeceğiz. Bunun için kaptanlara ihtiyacımız var. Hiç şüphe yok ki büyük dimağları, rehberleri bize Darülfünun yetiştirecektir.” Kadınların yürüttüğü kararlı mücadele sonucunda, önce bu hak sınırlı bir şekilde tanınarak 1914’te, ilk “kızlar üniversitesi” olan İnas Darülfünunu açıldı. 1921 yılında ise yükseköğretim karma hale getirildi. Ancak bunun pratiğe geçmesi o kadar da kolay olmayacak ve kadınlar bu noktada da dirençle karşılaşacaklardı. Maarif Nazırının (eğitim bakanı) karma eğitime geçilmesi yönündeki emri karşısında İstanbul Üniversitesi Rektörü Babanzade Ahmet Naim Bey şunları söyleyerek emre karşı çıkıyordu: “Ben bunu tatbik edemem, kız ve erkek çocukların diz dize oturmalarına razı olamam, bu benim dinime muhaliftir.” Ne var ki kız ve erkek öğrenciler bu durumu sessizlikle karşılamamışlardı. Türk Ocağı’nda toplanan öğrenciler okula toplu halde girmişler, rektörün polis çağırması karşısında geri adım atmamışlar ve sonunda rektörü karma eğitime geçmeyi kabul etmeye mecbur etmişlerdi. 1921 yılı, kadınların seçme ve seçilme hakkı mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Osmanlı
33
marksist tutum
Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti sekiz yıl önce kurulurken bu talep “henüz zamanı gelmediği” düşüncesiyle programa dahil edilmezken, 1921’de programa eklenecekti. Bunda, yakından takip edilen Avrupa feminist hareketinin elde ettiği oy hakkı başarılarının da payı olsa gerek. Zira 1921 Şubatında Arnavutluk’ta kadınlara oy hakkının tanınması, Kadınlar Dünyası’nın sayfalarında sevinç nidalarıyla yer almıştı: “Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık, hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler.” Kadınlar Dünyası mütareke yıllarının İstanbul’unun zorlu koşulları ve maddi sorunlar karşısında dayanamayıp 1921 yılında kapandı. Ancak mücadele yaşamın her alanında meyvelerini vermeye başlamıştı bir kez. Kadınlar daha önce geri çevrildikleri işlere artık daha rahat kabul ediliyorlardı. 1921’de İstanbul Postanesinde çalışan kadınların sayısı 85’i Müslüman olmak üzere 90’a çıkmıştı. Kadınlar postanenin havale, telgraf ve muhasebe bölümlerinde görevliydiler. Ancak ücretleri son derece düşüktü ve erkeklerle aralarında ücret eşitsizliği söz konusuydu.
Kadın işçilerin ayrı dünyaları, ayrı sorunları Egemen sınıfın kadınları “süs eşyası” olarak görülmekten ve bir köşede oturup modayla ilgilenmekten sıkılıp, dikkate alınmanın ve sınıfsal mevkilerine uygun işler aracılığıyla toplumsal yaşama katılmanın mücadelesini verirken, emekçi sınıfın kadınlarının bambaşka sorunları vardı. Gerek kentte, gerekse kırdaki emekçi kadının süs eşyası olarak bir köşede oturma “lüksü” hiçbir zaman olmamıştı. Burjuva kadın hareketini, kadınların saygın işlerde çalışmalarının önünün açılması, seçme ve seçilme hakkının tanınması, eğitim haklarının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler belirlerken, işçi sınıfının kadınları için esas olan, daha yaygın iş olanağı, daha insani çalışma koşulları ve daha yüksek ücretlerdi. Kırda kadınlar erkekle aynı işi yapıp, hatta işin daha büyük bir kısmını üstlenirken, kentlerde dokumacılık, gıda sanayi, dikimhaneler kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları sektörlerdi. Örneğin sadece Şark Halı Şirketinin tezgâhlarında 15 bin kadın ve çocuk işçi çalışmaktaydı. Ne var ki kadınlar aynı işi yapan erkeklere göre çok daha düşük ücretler almaktaydı. Vasıflı bir kadın işçinin ücreti, erkek işçinin ücretinin yarısı ya da üçte biri kadardı. Kadın tarım işçilerinin durumu da aynıydı. Çok daha düşük ücret almalarına rağmen kadın işçilerin çalışma süreleri erkek işçilerle aynıydı. 1920 yılında İstanbul’daki fabrikalarda ortalama çalışma süresi 9-10 saatti. İşçiler resmi tatiller dışında ücretli izin hakkı olmaksızın 6 ya da 6,5 gün çalışıyordu. Üstelik bu, çalışma sürelerinin 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan yaygın grevler sonrasında nispeten iyileşmiş haliydi. Egemen sınıfın kadınları yazıp çizerek kadınlık bilinci-
34
Mart 2010 • sayı: 60
ni yaymaya çalışırlarken, işçi kadınlar grevlerde erkek işçilerle birlikte hak arama mücadelesi peşindeydiler. 18721907 yılları arasında gerçekleşen 50 grevin 9’u kadınların çalıştığı işkollarında gerçekleşmişti. Örneğin 1876 Ağustosunda Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Babıali’ye yürüyüp, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesi talebiyle Sadrazam’a dilekçe vermişlerdi. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben her yerde büyük bir grev dalgası patlak verecek, kadınlar da erkekler gibi bu grevlerde yer alacaklar, işçi eşleri ve kızları grevcileri yalnız bırakmayacaklardı. Sonrasında “İlân-ı Hürriyet” grevleri olarak anılacak olan bu hareket öylesine güçlüydü ki, meşrutiyetin ilanını izleyen üç aylık dönemde on binlerce işçi birbiri peşi sıra greve gitmişti. O günkü nüfus ve sınai gelişme dikkate alındığında bu muazzam bir rakamdı. Bu yüzdendir ki, hükümet işçilerin isyanının önünü 1909’da çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile almaya çalışacaktı. Egemen sınıfın kadınları “süs eşyası” olarak görülmekten ve bir köşede oturup modayla ilgilenmekten sıkılıp, dikkate alınmanın ve sınıfsal mevkilerine uygun işler aracılığıyla toplumsal yaşama katılmanın mücadelesini verirken, emekçi sınıfın kadınlarının bambaşka sorunları vardı. Gerek kentte, gerekse kırdaki emekçi kadının süs eşyası olarak bir köşede oturma “lüksü” hiçbir zaman olmamıştı. “Tatil-i eşgal” iş bırakma anlamına geliyordu ve kanun iş bırakma eylemlerine yönelik düzenlemeleri içeriyordu. Kanun, demiryolu, tramvay, liman, aydınlatma kuruluşları gibi “kamuya yönelik hizmet veren” kuruluşlardaki işçileri kapsıyordu. Bunlar işçi sınıfının sayıca yoğunlaştığı ve sermayelerinin büyük bir bölümü yabancı şirketlere ait olan kuruluşlardı. Kanun, bu kuruluşlarda çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasaklıyor ve aksi davranış gösterenlerin cezalandırılmasını öngörüyordu. İşçilerle işveren arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların devletin de dahil olduğu bir uyuşmazlık kurulunca görüşülüp sonuca bağlanamaması durumunda işçiye grev hakkı tanınıyordu. Ancak, “çalışma özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve gösteriler” yasaklanıyor, “cebir ve şiddet kullanma” gibi durumlar ceza nedeni olarak sıralanıyordu. “Kamu hizmetlerinde istikrarı sağlama” adı altında gerekli durumlarda “kamu güçlerini kullanma” yetkisinin verilmesi ise grevi fiilen olanaksız kılacak bir madde olarak devletin eline büyük bir koz veriyordu. Savaş ve savaş tehlikesi halleri de hükümetin işçi taleplerini incelemeyi ertelemesi ya da tümüyle reddetmesine bahane teşkil edecek olağanüstü durumlar olarak sıralanıyordu.3 Buna rağmen hükümet grevleri engellemekte zorluk çekecekti. Kanun kapsamına girmeyen sektörlerde de kitlesel grevler yaşanacak ve bu grevlerde kadınlar da erkek işçiler gibi kararlı bir duruş sergileyeceklerdi. Örneğin
sayı: 60 • Mart 2010
1910 yılında Bursa’da greve giden 30 bin işçiden çoğu kadındı. Bilecik’te de 1000’in üzerinde kadın ipek işçisi greve gitmişti.
Kadın hareketinin savaş karşısındaki tutumu Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşına, ganimete ortak olmak isteyen bir imparatorluk olarak katılan Osmanlı da, erkek nüfusun savaş cephelerine gönderilmesiyle doğan işgücü ihtiyacını kadın işçilerle karşılama kararı almıştır. Daha önce kadınların çalışmasına bin bir zorluk çıkaran despotik devlet, 1915’te kadınlar için “zorunlu hizmet kanunu” çıkarmış ve hemen ardından Adana ve civarında kadın amale taburları oluşturulmuştur. 1916’da ise İttihat ve Terakki, Enver Paşa’nın girişimiyle Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi adı altında bir dernek kurup kadınları işçiliğe teşvik etmeye girişmiştir. Yönetimini devletlû erkeklerin oluşturduğu bu dernek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde sadece kadınların çalıştığı dokuma ve konfeksiyon fabrikaları açmıştır. Kendi bünyesi dışındaki fabrikalarla da anlaşma yapan dernek oralara da kadın işçiler yerleştiriyordu. “Fabrikalara ilgi büyük olmuş, ilk haftada on bir bin kadın iş başvurusunda bulunmuştu. Sadece bu fabrikaların temizliği için 300 kadın işe alınmıştı. Dernek aracılığıyla kadınlar gönüllü olarak askere de alınmıştı. Geri hizmette çalıştırılmak üzere oluşturulan ‘kadın işçi taburları’na girmenin koşulu, 18-30 yaş arasında, güçlü kuvvetli ve Osmanlı uyruklu olmaktı. Bir diğer koşul kadının ehl-i namus ve iffetli olduğunun mahalli mercilerce belgelenmesi, kucakta taşınan çocuğunun olmamasıdır.” (Serpil Çakır, age, s.51) Dikimevlerinde ve dokumahanelerde daha ziyade asker çamaşırları üretiliyordu ve bu işi organize eden tek dernek İttihat Terakki’nin kurduğu cemiyet değildi. Kadınların örgütlediği çeşitli dernekler de savaşta egemenlerin yanında saf tutup cansiperane çalışacaklardı. Erkeklerle eşit olduklarını ispatlamanın yollarından birini de “biz de askerlik yaparız” diyerek gösteren bu burjuva feministler, tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi bu topraklarda da haksız ve emperyalist savaşlarda sömürücü erkekleriyle ve devletleriyle el ele vereceklerdi. Barış dönemlerinde savaşın nedeni erkeklerin barbarlığıdır diye basbas bağıran burjuva feministler, savaş patlak verdiğinde apoletlilerin ve devletlûların karşısında hazrola geçmekten geri durmayacaklardı. Nitekim pek çok kadın derneği ve dergisi, savaşta sultanlarının ve Osmanlı hükümetinin emrine amade oldu. Milliyetçilikte erkeklerle yarışıldı, hatta “vatanın bu hallere düşmesi” erkeklerin yeterince milliyetçi olmamalarına bağlandı! Sadece burjuva feministler değil küçük-burjuva olanlar da aynı yolun yolcusuydu. Kadınlar Dünyası’nın
marksist tutum
pek çok yazarı savaşta gönüllü hemşirelik vb. yapmak üzere “kadınlık davası”nı ve dergiyi dört yıl boyunca askıya aldılar. O sırada işçi sınıfının kadınlarıysa, erkekleri savaş cephelerinde katledilirken, çocuklarının ve kendilerinin karınlarını doyurmak için en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalıştırılacak da olsalar bir iş bulabilme derdindeydiler. Savaştan önce 60 bin olan dul sayısı savaş nedeniyle 800 bine fırlamıştı ve ezilen sınıftan aileler için korkunç bir sefalet baş göstermişti. Dolayısıyla fabrika ve işliklerde çalışan kadın sayısı katlamalı olarak artmaktaydı. Burjuva feminizmini savunan bazı kadın yazarlara göre bu bir “kadın inkılâbı”ydı! 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşına, ganimete ortak olmak isteyen bir imparatorluk olarak katılan Osmanlı, erkek nüfusun savaş cephelerine gönderilmesiyle doğan işgücü ihtiyacını kadın işçilerle karşılama kararı almıştır. Daha önce kadınların çalışmasına bin bir zorluk çıkaran despotik devlet, 1915’te kadınlar için “zorunlu hizmet kanunu” çıkarmış ve hemen ardından Adana ve civarında kadın amale taburları oluşturulmuştur. Bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde körüklenen milliyetçilik Balkan Savaşlarının ardından tırmanışa geçmişken, bunun üstüne patlak veren dünya savaşı ırkçılığı iyice azgın hale getirmişti. İttihat Terakki önderliğinde yükseltilen gayrimüslimlerden alış-veriş yapmama kampanyasının (Müslüman Boykotajı) hararetli savunucularından biri de Nezihe Muhiddin’di. Kendisi, ceza hâkimi olan bir babanın “hususi öğretmenlerle” yetiştirilmiş kızıydı. Çeşitli gazetelerde yazarlığın yanı sıra kız okullarında öğretmenlik yapıyordu. Savaş henüz patlak vermeden önce bile yazıları buram buram gayrimüslim ve Avrupa düşmanlığıyla bezeli bir şovenizm kokuyordu. Hatta bu nedenle Kadınlar Dünyası dergisindeki çeşitli yazarlar tarafından eleştirilmekteydi. Daha sonra Türkiye’nin ilk ve son kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkasının da kurucusu olarak Nezihe Muhiddin, erken cumhuriyet döneminde feminist hareketin önemli bir şahsiyeti olacaktır. Ancak, yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız üzere, rejime bağlılığı ve milliyetçiliği, onu Kemalist diktatörlüğün gadrine uğramaktan kurtaramayacaktır. (Devam edecek)
_________________________ 1
Bu yazıda çalışmalarından yararlandığımız Serpil Çakır ve Yaprak Zihnioğlu da bunlar arasında yer alıyor.
2
Akt. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Y., s.107
3
Bkz. Ahmet Makal, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, İmge Y.
35
Devletin “Derin” İşleri Suphi Koray
Talimnameler, belgeler, kontrgerilla yapılanmaları ve kurdukları çeteler burjuvazi tarafından tüm detaylarıyla bilinmektedir. Tepede yürüyen çatışma sayesinde pis işlerin bir kısmının ne şekilde ve kimler tarafından organize edildiğini öğrenebiliyoruz. Özellikle Ergenekon davası sürecinde “faili meçhul” cinayetler, kayıplar, bombalamalar vb. eylemlerin ardındaki sırlar belli ölçüde ortaya çıkmıştır. Ancak burjuvazinin hiçbir kesimi asıl failleri açıklamamaktadır, açıklayamaz. Ancak bir işçi devrimiyle arşivler açıldığında burjuvazinin yaptığı kanlı eylemleri tamamıyla öğrenebileceğiz. İşte o zaman katledilen binlerce devrimcinin, işçi önderinin ve sendikacının hesabını da soracağız.
36
M
ehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılmasıyla birlikte İpekçi suikastı yeniden gündeme geldi. Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’ta Maçka’daki evinin yakınlarında öldürülmüştü. Cinayeti işleyen Ağca ise birkaç ay sonra yakalanmıştı. Sorgusu tamamlanmadan İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından polisin elinden alınan Ağca, konulduğu askeri cezaevinden kaçırıldı. Yurtdışına kaçırılan Ağca, Papa’ya suikast girişiminde bulundu ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. 2000 yılında ise affedilerek Türkiye’ye iade edildi. Kendisine cinayet ve gasp suçlarına rağmen sadece 10 yıllık hapis cezası verildi. Üstelik 2006’da, cezası dolmadan “yanlışlıkla” tahliye edildi. Nihayetinde Ocak 2010’da ise davul zurnalı karşılamalar eşliğinde tutuklu kaldığı cezaevinden yeni meskeni beş yıldızlı otel odasının yolunu tuttu. Tahliyenin gerçekleştiği dönem aynı zamanda Hrant Dink suikastının da 3. yıldönümüydü. Dink davasında da süreç benzerlikler gösteriyor. Yaşananlar 31 yıldır “aydınlanamayan” İpekçi suikastı gibi, bu suikastın asıl faillerinin de hasıraltı edileceğine işaret ediyor. Devletin kurumlarının üç maymunu oynaması veya çok sıkıştığında topu taca atması, burjuva düzene aşağıdan bir baskı olmadığı sürece bu tip davaların tavsatılacağının ve zaman aşımına uğrayacağının kanıtıdır. Gerek güvenlik birimlerinin raporları, gerekse de dava sürecinde yaşanan trajikomik olaylar bu tip cinayetlerin neden “faili meçhul” olarak kaldığını gösteriyor. Örneğin son olarak Hrant Dink suikastı duruşmasında polis mahkemeye getirmeyi “unuttuğu” için gizli tanık dinlenemedi. Sonrasında ise “çevirmen bulunamadığı için tanığın getirilmediği” söylendi, oysa tanık savcıya ifadesini Türkçe vermişti. 30 senedir aydınlatılmayan Kemal Türkler davasında da geçen yıl benzer gelişmeler yaşanmıştı. Sanık “personel, araç ve ödenek yokluğu” bahanesiyle duruşmaya getirilmemiş, sonrasında ise üçüncü kez beraat kararı çıkmıştı. Türkler’in katili yokluk yüzünden duruşmaya getirilemiyorken, Dink’in katillerinden Erhan Tuncel jandarma eşliğinde gardiyanlık başvurusuna götürüldü! Devletin
sayı: 60 • Mart 2010
marksist tutum
Ağca’nın tahliye olmasıyla yaratılan akıllara zarar manzarayı münferit veya sıradan bir vaka olarak değerlendirmek, burjuvazinin bu eli silahlı köpeklerinin meşum rollerini gözden kaçırmamıza yol açar. Medyanın derdi sadece reyting veya tiraj değildir. Bundan daha da önemli olan ideolojik kaygıdır. Katillerin “kahraman” sayılmasıdır amaç. ve adaletin kimler için olduğunun güzel bir kanıtı daha! Ağca’nın tahliye olmasıyla yaratılan akıllara zarar manzarayı münferit veya sıradan bir vaka olarak değerlendirmek, burjuvazinin bu eli silahlı köpeklerinin meşum rollerini gözden kaçırmamıza yol açar. Normal koşullar altında zihni kapitalizm tarafından dumura uğratılmamış ortalama bir birey bu rezalete sunturlu bir küfür savurur. Ne yazık ki başta medya olmak üzere tüm kurumlarını kendi ideolojisinin tahakkümü için seferber eden burjuvazi, ortalama bireyin algılayışını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmektedir. Böylece insan sıfatını bile hak etmeyen eli kanlı bir kontrgerilla tetikçisi bir kahraman olarak görülebiliyor. Bunda en büyük pay ise medyaya aittir. Kimi burjuva kalemşorların Ağca’nın bu kadar medyatik yapılmaması gerektiğini söylemeleri, burjuva medyanın ayıbının ve niyetinin üstünü örtemez. Bir taraftan günlerce bir katilin görüntülerini ekranlara taşıyacaksınız, film teklifi aldığından bahsedeceksiniz, televizyon programlarında jüri üyeliği teklifi yapacaksınız, anılarını kitaplaştırması için milyon dolarlar teklif edeceksiniz, diğer taraftan da “gündem yapıp popülerleştirmeyelim” diyeceksiniz. Bu ikiyüzlülüğün dikâlâsıdır. Amaç yeni Ağcalar, yeni Çatlılar yaratmak değildir de nedir? Samast ağabeyi Ağca’nın yolundan ilerlemiyor mu? Milliyetçi-ırkçı görüşlerle yoğrulan, Kurtlar Vadisi ile büyüyen bugünün ve yarının gençleri kimi örnek alacaklar? Hem yaptıkları katliamlardan dolayı ceza almayacaklar, hem de ünlü birer “kahraman” olacaklar! Ya da en iyi ihtimalle bu adamların yaptıkları pis işleri sıradan olaylar olarak değerlendirecekler. Medyanın derdi sadece reyting veya tiraj değildir. Bundan daha da önemli olan ideolojik kaygıdır. Katillerin “kahraman” sayılmasıdır amaç. Devletin medarı iftiharlarından Emin Çölaşan’ın isimsiz bir “kahraman” dediği, fakat aslında bu düzenin pis işlerini yürüten bir maşadan başka bir şey olmayan başka bir tetikçinin söylediklerini hatırlayalım: “Tam üç ay sabah 4’te kalktım, fırından simit aldım ve binanın çevresinde sattım. Böylece geleni gi-
deni iyice öğrendik. İş geldi bombaları yerleştirmeye. Bir gece sabaha karşı dükkânların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik. Bina yok oldu. İçerideki yirmi sekiz kişi de aynı akıbete uğradı.” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 11 Haziran 2006) Bunun gibi gerçekleştirdiği sayısız katliamda sayısız devrimciyi ve Kürdü öldüren katiller Çölaşan gibilerin gözünde “aslan gibi çocuklar” mertebesine çıkıyorlar. Bu köşelerden yayılan milliyetçilik, gayrimüslim düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, anti-komünizm, milyonlarca genç dimağın zehirlenmesine sebep oluyor. Böylece Ağca türevi katiller kahraman, işledikleri cürümler ise bir nevi kahramanlık olarak görülüyor.
“Faili meçhul” mü? Türkiye’nin “faili meçhul” dosyası oldukça kabarık. Sınıf mücadelesinin yükselişte olduğu 70’li yıllar ile Kürt hareketinin ivmelendiği 90’lı yıllar “faili meçhul” cinayet sayısının arttığı yıllar. Aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu binlerce kişi bu cinayetlere kurban gitti. Bugün bunlardan en çok öne çıkarılanlar Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç gibi isimler. Oysa “faili meçhul” cinayetler sonucu ölenler sadece bunlarla sınırlı değildir. Tersine kurbanların büyük çoğunluğu devrimciler, işçi önderleri ve Kürtlerdir. İşçi önderi Kemal Türkler, Kürtlerin Ape Musa’sı Musa Anter ve devrimci genç Taylan Özgür gibi bilindik isimlerin yanı sıra, adı bilinmeyen binlerce solcu, devrimci ve öncü işçi, düzenin katillerinin kurşunlarına hedef olmuştur. Azmettiriciler bulunamadığı gibi, tetikçiler de çoğunlukla cezalandırılmamışlardır bile. Örneğin Türkler’in davasında üç kez beraat kararı çıktı. Aslında bu cinayetlerin failleri bellidir. Görünen köy kılavuz istemez. Düzen, bekası için gerektiğinde kendi gazetecilerini dahi öldürebilecek bir niteliğe sahiptir. Özellikle kritik dönemeç noktalarında daha meşhur isimlerin bu tip cinayetlere kurban gitmeleri büyük ses getirir. Toplum
37
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum Kemal Türkler’in katilleri hâlâ korunuyor
derin bir infial içine sürüklenir. 70’li yıllardaki “sağ-sol çatışması” olarak adlandırılan süreç devletin kontrgerilla eylemlerinin had safhaya çıktığı bir dönemeçtir aslında. Paramiliter çeteler aracılığıyla her gün gerçekleştirilen cinayetler herkesi bir “kurtarıcı” bekleyen ruh haline sokmuştur. Bu sözde kurtarıcı da askeri cunta rejimi olacaktır. Adım adım 12 Eylül’e giden yol böyle döşenmiştir. İpekçi suikastı da bu tip cinayetlerden biridir sadece. Ağca’nın tahliyesi vesilesiyle yapılan tartışmalarda bu cinayetin 12 Eylül’e giden yolda atılan adımlardan biri olduğu dönemin devlet adamları tarafından da dillendirilmiştir. O zamanki İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ve İstanbul Emniyet Müdürü Hayri Kozakçıoğlu, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından izin verilmediği için yeterince sorgulama yapılamadığını söylediler. Üstelik Kozakçıoğlu “Devletin içinde bir çekirdek olabilir. Devletin içindeki bazı görevliler bu olaya karışmış olabilirler ama ben bir devlet eylemi demiyorum da devletlilerin eylemi...” diyerek ağzındaki baklayı çıkarmış oldu. Hasan Fehmi Güneş ise buna istinaden “Devletliler dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı’nda” dedi. Onlar bugün suçu birbirlerine atarak ya da bazı kişilerin üstüne yıkarak devletin adını temize çıkarmak için bu tip tartışmalara girseler de, bu cinayetlerin faillerinin meçhul olmadığı, bütün yolların devlete çıktığı bal gibi ortadadır. Onlar da bunu gayet iyi bilmektedirler! Düzenin kontrgerilla örgütlenmelerinin tezgâhladığı olaylar sadece bir iki kişinin öldüğü cinayetlerle sınırlı değildir. Daha derin korkular yaratabilmek için bu yapılanmalar tarafından toplu katliamlar tertiplenmiştir. Çorum, Malatya ve Maraş’ta 100’ü aşkın kişi öldürülmüştür. Bu tip kanlı provokasyonların tezgâhlayıcısının kim olduğu Bülent Ecevit’e gönderilen resmi rapordan da anlaşılmaktadır: “… büyük olayların (Malatya, Sivas ve Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber veril-
38
mediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa, olayın yaratılmasında en etkin rolü oynamışlardır. Nitekim yeni vuku bulan Kahramanmaraş olayı, başta Türkeş, Kahraman Maraş milletvekili M.Y.Ö. olmak üzere, MİT’ten Ş.H., A.K., Av. M.E. ve N.K.’nin müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. … Eğer MİT olayın içinde olmasaydı, muayyen merakları olan Kahraman Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve bu olayın zuhur etmesine meydan vermezdi.” (Rıdvan Akar-Can Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi, İmge Kitabevi, s.239240). Bu bilgiler ancak olaylardan 30 yıl geçtikten sonra açıklanabilmiştir. Üstelik devlet içerisinde karanlık güçler olduğundan bahsedilerek burjuva devletin asıl yüzünün saklanması amacıyla bu arşivler açılmıştır. Verilmek istenen mesaj şudur: “Suçlu devlet değil, devletin içindeki karanlık güçlerdir, yoksa devlet kesinlikle böyle pis işlere bulaşmaz, tersine böyle şeylere karşıdır, bakın şimdi devleti bu pisliklerden temizliyoruz.” Sadece 12 Eylül öncesinde değil, sonrasında da benzer pis işler organize edilmeye devam edilmiştir. Son 30 yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaşta binlerce Kürt “faili meçhul” cinayet sonucu öldürülmüştür. Asit kuyularına atıldıkları için kimilerinin cesetleri dahi bulunamamıştır. JİTEM elemanı Aygan, itiraflarında, çalıştığı süre boyunca 600-700 cinayetin gerçekleştiğini söyledikten sonra, insanın kanını donduran detaylarıyla infazları nasıl gerçekleştirdiklerini anlatıyor: “Üç sendikacıyı DGM beraat ettirdi. Sevine sevine yürüyorlardı ki, mahkeme önünden onları JİTEM’e aldık. Albay Kırca gençlere diz çöktürdü, enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı.” JİTEM cellâdı Aygan daha önce de Özgür Gündem gazetesinde Vedat Aydın, Musa Anter gibi Kürt politikacı ve aydınlarının katledilmesini ayrıntılı olarak anlatmıştı.* Bu itiraflar sonucu yapılan kazılarda bazı kayıpların cesetleri yıllar sonra bulunabildi.
Sahra Talimnameleri Ulusalcı kafalar “faili meçhul” cinayetlerin ardında CIA, MOSSAD gibi istihbarat servislerinin olduğunu söyleyerek, TC’yi sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermek istiyorlar. Her şeyin ardında “dış mihrakları” aramakla malûl bu zihniyet, MİT’inden JİTEM’ine, Özel Harp Dairesinden Özel Kuvvetler Komutanlığına, TC’nin gizli veya açık yapılanmalarını görmezden geliyor. CIA’in dün-
sayı: 60 • Mart 2010
yanın dört bir yanındaki suikastlarda, darbelerde veya rejim değişikliklerinde parmağı olduğu doğrudur. ABD kendi çıkarları doğrultusunda dünyanın siyasal yapısını şekillendirmek için her türlü pis işi yapabilecek pervasızlığa ve olanaklara sahiptir. Fakat bunları yerel burjuvaziye rağmen yaptığını düşünmek en iyi ihtimalle saflık olur. Ulusalcı sol TC’nin de bir burjuva devlet olduğunu, hatta diğer ülkelerde karışıklık yaratmak için karanlık işler tezgâhladığını görmezden gelerek işçi sınıfının bilincini bulandırmaktadır. Türkiye ile ABD’nin çıkarları zaman zaman çatışsa da genel anlamıyla ortaktır. Kaldı ki, Türkiye’de kontrgerilla yapılanmaları bizzat CIA’in desteğiyle kuruldu. Teknik ekipmanlar CIA tarafından sağlandı, personelin büyük çoğunluğu CIA tarafından eğitildi. Hatta birçok karargâh bizzat CIA tarafından inşa edildi. Sadece Türkiye ve ABD’nin değil, diğer ülkelerin gizli servisleri de uluslararası çapta işbirliği yürütürler. Belli çıkarlar doğrultusunda karşılıklı istihbarat alışverişi yapar, teknik destek sağlar veya eğitim verirler. Yeri geldiğinde uluslararası ölçekte eylemleri ortaklaşa yaparlar. Ocak ayında bir HAMAS liderinin MOSSAD tarafından Dubai’de öldürülmesi bunun son örneğidir. MOSSAD’ın katilleri İngiliz, Alman ve İrlanda pasaportlarıyla ülkeye giriş yaparak suikastı gerçekleştirmişlerdi. ABD’nin her türlü desteğiyle kurulan kontrgerillanın talimnameleri dahi ABD’nin talimnamelerinin kopyasıdır. ABD’nin FM 31-15 adlı talimnamesi ST 31-15 (Sahra Talimnamesi) olarak Türkçeye çevrilmiştir. ST 31-15’te gayrinizamî harp taktikleri madde madde anlatılmaktadır. İlk kez 1964’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı emriyle yürürlüğe giren bu talimnamede, “gerekli” görüldüğünde her türlü pis işin yapılabileceği açıkça yazılmaktadır: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık, şantaj…” Söz konusu talimnamede kontrgerilla faaliyetlerinin organizasyonu en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor. Örgütlenme modelinin nasıl olacağı, etnik aidiyet, propaganda, kanun karşısında korunma gibi birçok husus yer almaktadır. Talimname bugüne kadar aydınlanmamış birçok vakanın üzerindeki sis perdesini de kaldırıyor. Örneğin kontrgerillayı finanse etmek için silahlı soygunlardan bahsediliyor. Son yıllarda kar maskeli, silahlı kişiler tarafından oldukça profesyonel biçimde birçok banka ve kuyumcu soygunu gerçekleştirildi. Bu olaylarla ilgili yakalanan bazı şahısların Özel Kuvvetler Komutanlığı ile ilişkili oldukları ortaya çıkmıştı. Ancak bunların başıbozuk kişiler olduğu iddia edilerek mesele geçiştirilmişti. Talimname bu işlerin tepeden örgütlendiğini açıkça gösteriyor. Keza faaliyetlerin yürütülmesinde asker emeklilerin kullanılmasından ve sivil-asker örgütlerin kurulmasından da söz ediliyor. Atabeyler, Sauna Çetesi, pıtrak gibi her yerde türeyen “vatan-
marksist tutum
sever kuvvetler”, talimnamenin hayata geçirilmesinin somut örnekleridir. Ayrıca köylere kadar örgütlenmesi düşünülen bu tip örgütlerin şeması dahi veriliyor. 9. maddede ise “Bir gayrinizamî kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak yasal statüye sahip değildirler” ifadesi yer alıyor. Birçok “faili meçhul” cinayetin neden aydınlatılamadığı veya failler bulunsa bile yargılanamaması gibi durumlar bu maddeden anlaşılıyor. Örneğin yargının kontrgerilla üzerine gitmesinin ilk örneği olan Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz 1978 yılında bir suikastla öldürülmüş ve sonrasında her nasılsa failler ele geçirilmişti. Ama yargılama süreci tam bir skandaldı. Başlıca fail olan İbrahim Çiftçi’ye Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi 4 kez oy birliğiyle idam cezası verdi. Çiftçi’nin tüm bu mahkeme sürecindeki savunması ise durumunun “özel” olduğu ve bu nedenle özel olarak ele alınması gerektiğiydi. İdam kararı 4 kez Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Sonunda yerel mahkeme, “Çiftçi’nin savcı Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabittir, ancak hukuki zorunluluk nedeniyle Çiftçi’nin beraatına” şeklinde karar vermek zorunda kaldı. Nitekim talimnamenin 22. maddesinde, “tutuklama politikası” verilmekte ve kimlerin tutuklanacağı, kimlerin salıverileceği ve kimlerin ne kadar tutuklu kalacağı açıklanmaktadır. Kontrgerilla tetikçilerinin neden kısa sürede salıverildiklerini böylece anlamış oluyoruz. Bugüne kadar açığa çıkmış olan resmi belgeler ve yaşanan olaylar, burjuva devletlerin kapitalizmin bekası adına yapmayacakları şeyin olmadığını gösteriyor. Üstelik ifşa olunmuş belgelerle açığa çıkmış olan sırlar buzdağının görünen ucudur sadece. Örneğin, NATO’ya bağlı tüm ülkelerde Gladyo denilen kontrgerilla örgütlenmeleri bulunmaktadır. Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında kurulan bu yapılanma daha sonra Özel Harp Dairesi adını almıştır. Bugünkü adı ise Özel Kuvvetler Komutanlığıdır. İsimler değişse de bu yapılanmalar nice katliamların, cinayetlerin, provokasyonların ve darbelerin failidir. Benzer talimnameler, belgeler, kontrgerilla yapılanmaları ve kurdukları çeteler burjuvazi tarafından tüm detaylarıyla bilinmektedir. Tepede yürüyen çatışma sayesinde bu pis işlerin bir kısmının ne şekilde ve kimler tarafından organize edildiğini öğrenebiliyoruz. Özellikle Ergenekon davası sürecinde “faili meçhul” cinayetler, kayıplar, bombalamalar vb. eylemlerin ardındaki sırlar belli ölçüde ortaya çıkmıştır. Ancak burjuvazinin hiçbir kesimi asıl failleri açıklamamaktadır, açıklayamaz. Ancak bir işçi devrimiyle arşivler açıldığında burjuvazinin yaptığı kanlı eylemleri tamamıyla öğrenebileceğiz. İşte o zaman katledilen binlerce devrimcinin, işçi önderinin ve sendikacının hesabını da soracağız. _______________________ *
Detaylı okuma için bkz. Uğur Balık, Timur Şahan, İtirafçı: Bir JİTEM’ci Anlattı…, Aram Yay.
39
Yasalar Herkese Eşit mi Uygulanır? Soner Güven
T
arih bundan iki yıl önce. Yer, Metris cezaevinin önü. Ergenekon davası kapsamında iki “paşa” tutuklanmış ve Metris cezaevinde tek kişilik hücrelere konmuş. “Paşa”ların avukatı cezaevinin önünden bir TV kanalına konuşuyor: “Siz bu ülkeye yıllarca hizmet etmiş bu generali alıp cezaevine atıyorsunuz. Bu generaller evinde oturur, siz yargılamanızı yaparsınız. Bu nasıl bir şey! Ben bir avukat olarak bu durumu anlamakta zorlanıyorum.” Aynı avukat birkaç dakika sonra, az önce söylediğini unutmuş gibi, “yasalar herkese eşit uygulanır” demişti. Bir gün sonra TV kanalları tek elden çıkmışçasına birbirinin aynı haberleri vermeye başladılar: “Paşalar sabah kahvaltıda şunları yedi, içti. Öğlen yemeğinde şunları yedi. Paşaların 24 saati çok güzel geçti. Moralleri çok iyi…” Gelelim bugünkü habere. Ergenekon kapsamında emeklisiyle muvazzafıyla 50’ye yakın farklı rütbelerden subay gözaltına alınmış. Avukatları açıklamalar yapıyorlar: “Paşaya yeni takım elbise götürdüm. Paşa üç gündür bir çekyatın üzerinde yattığını söyledi. Eşiyle görüştü. Eşinin getirdiği börekleri yedi…” Üç gün sonra “paşalar” mahkemeye götürülürken kameralar çekim yapıyor. “Paşalar” sinekkaydı tıraşlı, ellerini kollarını sallayarak yürüyorlar. Bir-iki ay önce Kürt kentlerinde elleri sıkı sıkıya kelepçelenmiş ve asker gibi tek sıraya sokulmuş, yüze yakın DTP’li belediye başkanı, meclis üyesi ve parti çalışanına yapılan uygulamayı hepimiz televizyonlardan izlemiştik. Gözaltına alınan Kürtlerin aileleri veya avukatları bıraktık elbise ve börek götürmeyi, günlerce yakınlarından haber
40
bile alamamışlardı. Yaşları 12 ilâ 15 arasında değişen yüzlerce Kürt çocuk ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyor. Üstelik her biri için 15-20 senelik hapis cezası veriliyor. Davaları sona ermediği halde yıllar boyunca cezaevlerinde tutulan yüzlerce siyasi tutuklu var. Ama hiçbiri tutuksuz yargılanmıyor. Sıra egemen sınıftan birilerine geldiğindeyse “adil ve tarafsız” mahkemeler “yasa ne diyorsa” onu yapıyor. Hani “yasalar karşısında herkes eşit”ti! Hani “yasalar herkese eşit uygulanır”dı! Eğer eşitse neden “paşalara”, elitlere, faşist mafya liderlerine uygulanan yasalar devrimcilere, Kürtlere, mücadeleci işçilere uygulanmıyor? Uygulanmaz, uygulanamaz! Neden mi? Çünkü bu yasalar egemen sınıfın yasaları. Aklıma Mardinli bir Kürt köylüsü olan Abdulvahap amcanın anlattıkları geldi. Abdulvahap amca 1990 yılında 60 yaşındayken gözaltına alınıp işkence tezgâhlarından geçirildikten sonra cezaevine atılmış. Tam 12,5 yıl hiç mahkemeye çıkarılmadan cezaevinde tutulduktan sonra salıverilmiş. “Bana elektrik verdiler. Sen hep halay çekecek değilsin ya, biraz da dans et diyorlardı. Hiçbir şey bilmiyordum. Hiç konuşmadım. Ama canımı çok yaktılar. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Bana günlerce ne ekmek ne de su verdiler. Tuvalete bile götürmediler. Açlıktan ve susuzluktan bayılmışım. Öldüğümü sanıyordum. Gözümü açtığımda cezaevindeydim.” Cezaevi müdürü, “beni 12,5 sene hapiste tuttunuz. Şimdi bırakıyorsunuz. Peki, bana, beni neden hiç mahkemeye çıkarmadan 12,5 sene hapiste tuttuğunuza dair bir kâğıt vermeyecek misiniz” diye soran Abdulvahap amca-
sayı: 60 • Mart 2010
ya, “ne yapacaksın kâğıdı, seni bıraktık ya, çek git, yoksa bir 12,5 sene daha yatarsın, nasılsa burada olduğunu bizden başka bilen yok” demiş. Abdulvahap amca, “ya müdür beg, niye, burası teneke cumhuriyeti mi? Ben cezaevine getirildiğimde 60 yaşındaydım. Şimdi 73 yaşıma girdim. Bunun hesabını kim verecek?” demiş bunun üzerine. Evet, Abdulvahap amca bir kere bile mahkemeye çıkarılmadan cezaevinde tutulmuş. Cezaevinden çıktığında köyüne gitmiş. Ama köyünde bir tek insanın kalmadığını ve köydeki evlerin çoğunun yıkılmış olduğunu görmüş. Sormuş soruşturmuş, ailesinin İzmir’e gittiğini öğrenmiş. Düşmüş İzmir yoluna. İzmir’e gidip ailesini zor da olsa bulmuş. Eşi, “Abdulvahap ölmedin mi? Biz seni her yerde aradık, bulamadık” demiş onu gördüğünde şaşırarak. Abdulvahap amca başından geçenleri, eşine, çocuklarına ve torunlarına bir bir anlatmış. Eşi, “polisler her gün gelip seni soruyor. Biz de Abdulvahap biz köydeyken öldü diyorduk. Biz senin öldüğünü sanıyorduk. Şimdi ne yapacağız?» demiş. Abdulvahap amca, “ben yattım çıktım, üstelik bir kâğıt bile verilmedi” demiş. Sonra karakola gitmiş. Gitmesine gitmiş ama geri dönmesi 2 yıl 9 ay sürmüş. Çünkü Diyarbakır cezaevinde 12,5 sene kalmasının hiçbir kaydı yokmuş ama cezaevi çıkışında söylediklerinden dolayı hakkında “örgüt propagandası ve örgüte yardım ve yataklık”tan 3 yıl 9 ay hapis cezası verilmiş. Abdulvahap amca 76 yaşında cezaevinden çıkmıştı. Diyarbakır cezaevinde okuma-yazmayı öğrendiğini, 2 yıl
marksist tutum
9 ay kaldığı Torbalı cezaevinde de birçok kitap okuduğunu söylüyordu. Abdulvahap amca cezaevinden çıktıktan 5-6 ay sonra ölmüştü. O sırf Kürt olduğu için ömrünün son 15 senesini cezaevinde geçirmişti. Aklıma ve gözümün önüne Nazım geliyor. Nazım da kendi deyimiyle bir “paşa torunu”ydu. Ama Nazım kendi sınıfına ihanet ederek işçi sınıfının saflarına geçmişti. Bu yüzden gözaltında ve cezaevlerinde Nazım’a paşa torunu muamelesi asla yapılmadı, bir komünist olarak düzenin bütün öfkesini, nefretini ve gazabını üzerine çektiğinden en zor koşullarda tutuldu. Nazım Bursa kalesinde yatarken, kendi sesinden o meşhur şiiri okuyor, “O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız” diye meydan okuyordu. Nazım 15 yıla “mahkûm” edilmişti. Fakat o işçi sınıfının komünist ozanıydı. “Diyelim ki, hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla yani, duvarın arkasındaki dışarıyla” diyordu. Gözaltında ve cezaevlerinde devrimcilere, komünistlere, Kürt halkına nasıl davranıldığını herkes biliyor. Diyarbakır zindanlarında devrimci tutsaklara dışkı yedirilmesi, Mamak’tan Metris’e, Sağmacılar’dan Buca kalesine, tüm zindanlarda yapılan hadsiz hesapsız işkenceler hiç de sır değil. F Tipi cezaevlerinde ciddi sağlık sorunu olan devrimcilere Adli Tıp “sağlam” raporu veriyor. Ama aynı Adli Tıp sıra kendi sınıflarından olan Ergenekonculara, devletlûlara, burjuvalara gelince hemen “sağlık sorunları” nedeniyle tutuksuz yargılanmaları yönünde karar verebiliyor. Son iki yılda egemen sınıfın içindeki it dalaşı kıran kırana sürüyor. TC’nin kuruluşundan beri duymadığımız, görmediğimiz, tanık olmadığımız bir süreç yaşanıyor. Dokunulmayanlara dokunuluyor. “Paşalar” gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, kimisi cezaevine atılıyor. Egemenlerin arasındaki bu hesaplaşma ne kadar sürer, nasıl sonuçlanır şimdiden bilemeyiz. Ancak bu it dalaşı sonunda aralarından bazılarını kurban vererek bir noktada anlaşacakları aşikâr. Sıra egemen sınıf ile işçi sınıfının arasındaki kavgaya geldiğinde ise, sermaye sınıfının nasıl domuz topu gibi birleştiğini biliyoruz. Bir örnek verecek olursak, 2008 yılında Harb-İş Sendikası ile TSK arasında toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde TSK ve büyük sermayenin temsilcisi AKP, işçilerin haklarını ellerinden almak için aralarındaki dalaşı hemen bir kenara bırakmıştı. İşçi sınıfı gücünün farkına varıp ayağa kalktığında, egemen sınıflar kendi aralarındaki dalaşı bırakıp hep birlikte işçi sınıfına karşı birleşmişlerdir. Burjuvazinin yasalarının herkese eşit uygulanmasını beklemek hayal görmek olur. İşçi sınıfı ne kadar örgütlü olursa burjuva yasalar o kadar demokratikleşir, ama burjuvazinin egemenliği sürdüğü müddetçe hiçbir zaman yasalar herkese eşit uygulanamaz. Dünyada ve Türkiye’de sömürücülerin iktidarını yerle bir edip herkese eşit uygulanacak yasaları hayata geçirecek olan örgütlü işçi sınıfıdır.
41
Madende Ne Yaşam Adil Ne Ölüm! Adil Aksu
M
aden ocakları, içinde yaşadığımız dünyayı resmediyor adeta. Madende iki ayrı dünya oluşmuş. Kimisi yerin yedi kat dibinde, kimisi yerin yedi kat üstünde. Yerin dibinde olanlar, yerin üstündekiler iyi yaşasın diye çalışmaya mecbur edilir. Yerin altı üretmezse yerin üstü donar, aç kalır, kısaca yaşam olmaz. Bu nedenle yerin altındakilerin birleşmeleri, örgütlenmeleri, insanca yaşamaları yasak edilir. Madenler, en dipteki işçi sınıfına ölüm kusuyorken, en üstteki patronlara beylik, güzellik, sağlık akıtıyor. Madende çalışan işçiler zar zor geçiniyorken, maden sahipleri servetine servet katıyor. Madenlerde işçiler toplu halde yanıklarla, vücutları parça parça hale gelerek ölüyorken, patronlar sıcak yataklarında, güller içinde ölüyorlar. Madende ne yaşam adil ne ölüm! Maden patronları pervasız mı pervasızdır. Onlara göre işçiler ya kötü kaderden ya da hatalı çalışmaktan bile bile ölüyor. Sözde kendileri önlemler almış, hatta devlet yetkilileri gelip denetimler yapmıştı. Örnek bir işyeri kurmuşlardı! Aç ve fukaraya iş, aş veriyorlardı! Madeni sevap için kurmuşlardı. Fabrikanın dışına koca harflerle “önce insan” yazmışlardı! Dünya âleme ilan ediyorlardı ki, maden sahibi patron, gece gündüz sadece işçilerini düşünerek yaşıyordu! Dedik ya pervasız mı pervasızlar. Yalan üstüne yalan söylüyorlar. Tek dertleri göz boyamak. Sonra işçinin sırtına kırbacı vurup, “daha çok çalışın, daha çok kömür çıkarın” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Balıkesir’de ölen işçilerden birinin yine aynı madenden sağ kur-
42
tulan kardeşi, “bize hep daha çok çalışın diyorlardı, önlem alın dediğimizde de önce üretim derlerdi” diyor. İşçi kardeşimiz tam da doğrusunu söylüyor. Madenler işçilerin sırtından kâr elde etmek için kuruldu. İşçilerin çok çalışması, ölümü göze alması ve sessiz sedasız bu dünyadan göçüp gitmesi için dönüyor madende çarklar. Madenlerdeki tek gerçek, maden sahiplerinin işçilerin kanıyla beslendiği gerçeğidir. 13 işçinin katledildiği, 18’ininse katliamdan yaralı olarak kurtulduğu Şentaş Madencilik’e ait madende, işçileri gaz sızıntısı olduğunu bile bile çalıştırdılar. Şöyle diyor ağabeyi ölen ve kendisi kurtulan işçi: “Kömür yanıyordu. Pazartesi günü saat 08.00’e kadar çalıştılar. İşçiler zehirlendi. Ama bize inanmadılar. Orada bizi çalıştırmaya devam ettiler. İçerde kimi kusuyor, kimi bayılıyordu. Hâlâ bizden iş bekliyorlardı. 2,5 saat bu şekilde çalıştık. Aşırı derecede duman ve koku vardı. Oradan çıktık ama bizi başka yere verdiler. Dumanın etkisiyle bayılmak üzereydik. Kömür aşırı değil ama kendi kendine yanıyordu.
sayı: 60 • Mart 2010
Özgür bey diye bir mühendis vardı. Bunu kendisine söyledik. Bizi göndermediler.” Sonuç, maden sahibi “taş” gibiydi ve “şen”di, işçilerse patlamada paramparça olmuşlardı! Yaşamını yitiren işçilerden birinin babası “orada çalışmaya hiç niyeti yoktu, ama mecburdu, borcumuz vardı” diyor. Maden kimini borca harca, kimini de paraya, servete boğuyor. Bu kural hiç değişmiyor. İçinde yaşadığımız sistem önce bizi borçlandırıyor. Sonrasında her türlü riski almaya, gözümüzü kapamaya mecbur ediyor. Bir kısım madenci bitmez tükenmez borçları için öldü. Borç dediysek öyle yatlar, katlar, büyük yatırımlar değil elbet. İşçinin borç dediği ya bir hastane masrafı, ya bir okul masrafı ya bir düğün masrafı, en ilerisi kafasını sokacağı bir dam masrafı. O borç bir kez yapıştı mı insana, ömür boyu yakasını bırakmaz artık. Kredi kartı borçları herkesi adeta ayağından prangalamış. Evet, borcumuz var ve maden sahipleri bunun karşılığında canımızı almaya niyetliler. Oysa borç hariç bütün her şeyi biz üretiyoruz. Madenciler son borçlarını parçalanmış, yanmış bedenleriyle ödüyorlar. Canlarının yandığını söyleyen devlet bürokrasisine ne demeli peki? Ölen işçiler için “acısını paylaşıyoruz” diyorlar. Bazen gelip hayatını kaybeden bir işçinin tabutuna el atıyorlar. O esnada kameralar bol bol çekim yapıyor. Kameralar önünde “işçi kardeşlerimizin acısını paylaşıyoruz, ailesine baş sağlığı diliyoruz, devlet büyüktür” diyorlar. Sonra kendi ceplerinden çıkmış gibi 10 bin lira yardım
marksist tutum
yapacağız sözü veriyorlar. Gözleri paradan başka bir şey görmüyor. Kimisi “patronlar adam öldürmez” diyor, kimisi “örnek bir maden” diyerek patronun arkasında olduklarını ilan ediyor. Madem devlet büyük, neden işçiler aynı madende tekrar tekrar ölüyor? Madem devlet büyük, neden işçilerin naaşları taksi bagajlarında taşınıyor? Madem devlet büyük, neden eli kanlı maden sahipleri elini kolunu sallayarak dışarıda dolanıp işçi kanı içmeye devam ediyor? Sık sık devlet büyük diyorlar, acaba işçilerin güvenini mi kazanmak istiyorlar yoksa işçilerin gözünü mü korkutmak istiyorlar? Devlet büyük, patronlar büyük, oluk oluk akan sermaye büyük! Kabul, bir avuçtunuz, işçilerin kanıyla büyüdükçe büyüdünüz. Ama bizim de size olan kinimiz büyük ve büyüdükçe büyümeye devam edecek. Biz işçiler yeter artık, yeter diyoruz. Siz bilcümle egemen sınıf büyüdükçe biz işçilerin acısı da büyüyor. Ölen işçi kardeşlerimizin sayısını artık aklımızda tutamaz olduk. Bu kara düzeni değiştirmek, eşit ve özgür bir yaşam sürmek için yeter diyoruz. Yaşamdan çok ölüme, öldürmeye alışmışsınız. Sizlerin anladığı tek dil savaş ve ölüm. Doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde, her yerde insanlara ölümü dayatıyorsunuz. Ve biz dört bir yandan “yeter artık” diyoruz. Açlığı ve karanlığı madenden söküp atmak için tek çare örgütlenmekten geçiyor. Yerin dibinde de olsa örgütleneceğiz. Gözümüzdeki en ufak bir ışıktan dahi cesaret alarak örgütleneceğiz. Bu karanlık ancak işçilerin örgütlü gücüyle aydınlatılacak. Ölmemek ve yeni bir dünya kurmak için örgütleneceğiz.
İnsan Hayatı mı, Kâr mı Daha Önemli! İşçilerin meslek hastalıklarına en çok yakalandıkları sektörlerden birisidir madencilik. Maden şirketleri, maden ocaklarında meslek hastalıklarını önlemek için yeterli düzeyde önlem almaktan kaçınırken, meslek hastalıklarına yakalanmış madencilere ödedikleri tazminatların “fazlalığından”, “şirketlerini zarara uğrattığından” yakınıyorlar. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) da emekli olan maden işçilerine ödediği tazminatların yüksek olmasından yakınan şirketlerden birisi. Şirketin Genel Müdürü Burhan İnan’ın yaptığı açıklamaya göre; TTK 2009 yılında zarar etmiş ve bu zararın büyük bir çoğunluğunu 20042009 yılları arasında emekli olup meslek hastalığı tazminatı kazanan işçilere ödediği 96 milyon 353 bin lira oluşturuyormuş. Oysa şirket 2009 yılında zarar etmek bir yana diğer yıllara oranla kazancını arttırarak 264 milyon lira kâr etti. TTK, maden işçilerini yıllarca yeraltında gece gündüz demeden ölümüne çalıştırarak trilyonlar kazanırken bir sorun yok, ama sıra işçilere ödenen tazminatlara gelince şirket “zarar” ediyor! İşte patronlar sınıfının zihniyeti! Maden işçileri yıllarca sağlıksız ortamlarda çalıştıklarından dolayı, solunum yolları, akciğer, mide kanseri ve di-
ğer akciğer rahatsızlıkları gibi meslek hastalıklarına yakalanıyorlar. Bu hastalıklar çoğunlukla işçiler çalışırken değil yıllar sonra, hatta işçiler emekli olduktan sonra da ortaya çıkabiliyor. Meslek hastalığı teşhis edilen maden işçileri emekli olduktan sonra da işyerlerine tazminat için dava açabiliyorlar. Ama maden şirketleri işçilerin haklarını aramalarını ve geriye dönük tazminat almalarını “zarar ettikleri” bahanesiyle hiç mi hiç istemiyorlar. Üstelik binlerce maden işçisi bıraktık mesleki hastalıkları için dava açıp tazminat almayı, hayatlarını maden ocaklarında yaşanan grizu patlamalarında ve kazalarda kaybediyor. Yeterli düzeyde alınmayan sağlık ve güvenlik önlemleri nedeniyle madenler işçiler için mezar olurken patronlar için kâr ocağı oluyor! Patronlar sınıfının kârları biz işçilerin hayatları üzerinden yükseliyor. Onlar için bizim hayatlarımız değil onların kazanacakları para önemli. Biz işyerinde ölmüşüz, meslek hastalığına yakalanmışız onların umurunda bile değil. Bu yüzden de bizi yok sayan ve yok eden patronlara karşı el ele verip mücadele etmeli, bizi yok oluşa sürükleyen kapitalizmi ortadan kaldırmalıyız! Bostancı’dan bir işçi
43
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum
Ölüme Neden Olan Sel mi? H
er kış olduğu gibi bu kış da sel felâketleri yaşanmaya başlandı. Yaşanan sel felâketlerinde ölümler ve insanların hayatlarını tarumar eden hasarlar hayatımızın bir parçası haline geldi. Bir başka deyişle gözlerimiz bu görüntülere o kadar aşina ki, artık olanları normal karşılıyor ve hayatın bir parçası sayabiliyoruz. Selde boğulan insanlar, kapağı olmadığından üzeri açık kalmış logarlardan sonsuzluğa sürüklenen çocuklar, evleri sel suları altında kalanlar, yollardan sürüklenip denizlerin içinden toplanan arabalar, fabrikalardan ve evlerden çıkamayarak mahsur kalanlar... Bunların hepsi de görmeye alışık olduğumuz türden görüntüler. Peki, bu felâketlerin sorumlusu doğa mıdır gerçekten, yoksa kâr etmekten başkaca hiçbir şeyi hesaba katmayan ve doğa olaylarını katilimiz haline getiren patronların düzeni kapitalizm mi? Felâketlerin sorumlusu kapitalizmdir, burjuvazinin kâra dayalı şehircilik anlayışıdır. Suyu tasfiye etmekten çok uzak olan altyapı sistemleri, taşan ve can alan küçüklü büyüklü akarsu yataklarının ıslah edilmemesi kaderimiz midir? Derelerin ıslah edilmesi ve şehirlerin yaşanılır hale getirilmesi teknolojinin bu denli ilerlediği bir noktada sağlanamıyorsa ne zaman sağlanabilir? Kesinlikle bu soruların cevapları üzerine daha ayrıntılı düşünmek zorundayız. Antalya’da yaşanan son olay, bunun başka bir boyutunu yeniden gözler önüne serdi. Gördük ki, bu felâketleri önlemeye yönelik olarak şehirleri planlamak bir yana, her sene yaşanan ve tekrar eden olaylar için bile gerekli dersler alınmamış ve hiçbir hazırlık yapılmamıştır. Her sene insanlar sellere kapılıp yaşamlarını yitirirken, şehir yöneticileri gerekli önlemleri alarak kent halkına yardım edemiyorlarsa ne yapıyorlar? Bu sorunların üstesinden gelmek onların sorumluluk alanında değil mi? Antalya’da yaşanan son selde iki in-
san sele kapılıp iki yüz metre ilerdeki ağacın dalına tutunarak yedi saat boyunca kurtarılmayı bekledi. Kameralar yardım isteyen insanları çekti. Aradan saatler geçmesine rağmen, başta valilik olmak üzere, sivil savunma, polis, itfaiye ve daha birçok sorumlu kurum zahmet edip de yardıma gelmedi. Bir kişi tutunduğu dalı bırakmak zorunda kalarak sel sularına kapılıp can verdi. Diğer bir kişi ise yakınlarının çabasıyla 40 kilometre uzaktan bot temin edilerek kurtarıldı. Gerekli teçhizata sahip olan kuruluşların sokaktaki insanı kurtarmamasının tek nedeni var: İnsan hayatı bu sistemde ucuzdur. Kapitalist düzenin genel kanunlarına aykırı bir durum değil tabii bu. Kapitalizm üreten ve emeğini satan insana hizmet etmek şöyle dursun, onların yaşamlarını zindana çevirmekten öte bir işleve sahip değildir, olamaz da… Teknolojinin insan hayatını bu denli kolaylaştırabilecek imkânları geliştirdiği bir dünyada, insanlar bot bulunamadığı ya da arızalı olduğu için yedi saat bekleyip ölüme sürüklenebiliyorlar. Antalyalı yetkililerin ellerindeki botun denizde kullanılmaya elverişli ama çamurlu sularda kullanılmaya elverişli olmadığını açıklaması insanın kanını donduruyor. Acaba Antalya’da gerçekleşen ilk sel felaketi midir bu? İlk kez mi yollar sel nedeniyle kapanıyor, akarsular taşıyor ve insanları ölüme sürüklüyor? Bu açıklamayı bir insan nasıl oluyor da umursamazca yapabiliyor, anlamak mümkün değil. İşçi sınıfı ürettiği değerden, ölmeyip de sömürülmeye devam edecek payın dışında bir pay alamıyor, hatta ölümden kurtarılacak kadar bile değer görmüyor. Yatları, tekneleri ve kurtarma botlarını biz üretirken, ölümden kurtulmak için bile kullanamıyoruz. İşçi ve emekçilerin ölümü de yaşamı gibi değersiz. Kimseden ses çıkmıyor. Kimse hesap vermiyor. İhmali bulunan insanlar kaçamak açıklamalarla kendilerini kurtarmaya bakıyor ve kimse onlardan hesap sormuyor. Bu noktada sormak gerekiyor, insanların bu şekilde ölmelerini kader olarak adlandıran bir zihniyet, yöneticilik noktasında hangi vasıflarıyla bulunabiliyor? İnsan hayatının bu kadar değersiz olmadığını, herkese yeniden ve yeniden hatırlatmak zorundayız. Yüksek sesle haykırmalıyız: Bu insanlık dışı düzeni yıkmak ve yeni bir düzen kurmak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Düzenin değiştirilmesi için bir sel gibi yola düşmenin vakti çoktan geldi de geçiyor bile. Antalya’dan bir otel işçisi
44
sayı: 60 • Mart 2010
marksist tutum
Dünyanın Parlayan Yıldızı Nedir?
D
ünyanın parlayan yıldızı Türkiye’nin parlak geleceğinin ne olduğunu biliyor muydunuz? Bu şaşalı sorunun yanıtını bir süredir televizyonlarda bolca gösterilen reklâm filminde bulabilirsiniz. Akşamları yorgunluktan ne televizyon izliyorum ne de parasızlıktan reklâmlara dikkat ediyorum diyorsanız o halde bu sorunun cevabını biz verelim. Tıkır tıkır reklâmından sonra, televizyonlarda çeşitli sanayi sektörlerinin reklâmını yapan yeni bir reklâm daha gösterime girdi. Yeni reklâm filmi, Otomotiv Endüstrisi Tanıtım Komitesi (OETK) tarafından hazırlandı. Reklâm filmi, insanların bilinçaltına milliyetçilik pompalayıp kapitalistlerin ürünlerini öne çıkartıyor: “Cennet vatanımız için ne yapsak az” cümlesiyle açılışı yapılan reklâmda, bir yandan harıl harıl çalışan işçiler, diğer yandaysa üretilmiş son model otomobiller görüntüye geliyor. Reklâm metninde ise, “biz ülkemize iş, aş ve refah üretmek için var gücümüzle çalışıyoruz” deniyor. Söylenenleri duyan da otomotiv patronlarının tezgâh başında alınteri döküp işsizlere iş, işçilere refah içinde yaşayacak bir ücret vermek için çabaladıklarını sanır. Reklâmın devamında otomotiv sektörünün ne denli büyüdüğü anlatılıyor bizlere. Sektör büyümüş, ihracatta rekorlar kırılmaya başlanmış bile. Söylenene göre, üretim 1 milyonu, ihracatsa 20 milyar doları geçmiş. Üretimin yüzde 80’ini çoktan dünyaya ihraç eder hale gelmişiz! Reklâm filmi, “Türkiye bize güvensin” çağrısıyla sona ermeden önce, hepimizi cahil yerine koyarak, “Biliyor muydunuz?” diye soru soruluyor. Biliyoruz, çok iyi biliyoruz sayın palavracılar. Biliyoruz, siz otomotiv patronlarının ihracatını, kırdığınız üretim rekorlarını ve ettiğiniz muazzam kârları biliyoruz. Peki, sizler biliyor muydunuz: Bursa’da, Gebze’de, İzmit’te, İstanbul’da kaç işçinin hayatını söndürdüğünüzü? Kaç işçinin iş kazasında öldüğünü veya sakat kaldığını? Kaç işçinin ayın sonunu getirmek için ne fedakârlıklar yaptığını, ne zorluklara katlandığını? Kaç işçiyi krizde işten attınız? Sektör büyüyor, patron-
lar kazanıyor, kazandıkça kendilerine güvenleri artıyor. Sektör büyüyor, ama işçilerin hakları küçülüyor, ücretleri düşüyor ve işsizliğin önü alınamıyor. Bu mudur sizin televizyon reklâmında defalarca “iş, aş ve refah üretiyoruz” dediğiniz? En son Gebze’de 108 Akkardan işçisinin işine sizler son vermediniz mi? Kriz gerekçesiyle hiç gözlerinin yaşına dahi bakmadan attığınız işçiler değil miydi otomotiv parçalarını üretenler? Otomotiv parçası üreten Akkardan patronu da kâr üstüne kâr ediyor. Patron kâr elde ederek yeni fabrikalar almasına rağmen, faturayı işçilerin üzerine yıktı. Bir gecede 108 işçi işten atıldı. Sırada daha kaç işçi var kim bilir?
Reklâmda utanmadan bir de “bize güvenin” diyorsunuz. Otomotiv işçileri için en kötü şey, siz patronlara ufak da olsa bir güven beslemeleridir. Başımıza ne geldiyse, sizlere güvenmemizden geldi. Patronlara güvendik, daha çok çalıştırılmaya başlandık. Sesimizi çıkarmayıp vaatlerinizi yerine getirmenizi bekledik, ama nafile… Sizlere güvenmemizin faturası sömürü, işsizlik ve açlığın daha çok artması oldu. Artık bizler çok iyi biliyoruz ki, işçiler patronlara asla güvenmemelidir. Emeğimizin ayaklar altına alındığı sizin düzeninizde, milyonlarca otomotiv işçisi için insanca bir yaşam söz konusu olmayacak. Siz kan emici otomotiv patronları, Türkiye’nin veya dünyanın parlayan yıldızı oldukça, biz işçilerin yıldızları bir bir sönüyor! Biz işçilerin yıldızı, örgütlendiğimizde ve mücadele ettiğimizde parlamaya başlayacak. Tıpkı Tekel işçileri gibi, tıpkı Sinter Metal işçileri gibi, tıpkı Akkardan işçileri gibi, her zorluğu göze alıp direnişi seçerek bütün direksiyonları mücadeleye doğru kıracağız. Bizim için başka türlü iş, aş ve refah gelmeyecek, bunu biliyoruz. Marksist Tutum okuru bir işçi
45
Mart 2010 • sayı: 60
marksist tutum
Eşitlik mi? Külahıma Anlat!
G
eorge Orwell, Sovyetler Birliği’ndeki adı “sosyalizm” kendisi bürokratik diktatörlük olan hilkat garibesi sistemi hicvettiği “Hayvanlar Çiftliği” adlı kitabında, oluşan sınıfsal farklılaşmayı ezilen sınıf açısından kabul edilebilir kılmak için kurallar dizisinin geçirdiği evrimi güzel bir şekilde anlatır. Önce “bütün hayvanlar eşittir”, bu Sovyetler Birliği’nin ilk kuruluş dönemine, yani işçi devletine tekabül eder; sonra “bazı hayvanlar daha eşittir” kuralı hâkim olur, bu da bürokratik diktatörlüğe tekabül eder. Aslında burjuva Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşananları kavramak açısından da defalarca okunması gerekli olan bir eserdir “Hayvanlar Çiftliği”. Yargıda yaşanan son gelişmeler biz sınıf bilinçli işçilere bir kere daha “bazı hayvanların daha eşit” olduğu gerçeğini gösteriyor. Oysa Anayasanın 10. maddesi şöyle buyurmaktadır: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa ayrıcalık tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” Bu devlet organlarından biri olan HSYK (Hâkimler Savcılar Yüksel Kurulu) Erzincan Cumhuriyet Baş Savcısının Erzurum özel yetkili savcıları tarafından sorgulanıp hâkim karşısına çıkarıldıktan sonra tutuklanması üzerine derhal harekete geçerek özel yetkili savcıların yetkisini kaldırdı. Bu özel yetkili savcılar bir zamanların
Mücadeleye İnanalım ve Örgütlenelim Düşünmenin, sorgulamanın yasak olduğu bir ülkede eğitimin nasıl olduğunu görüyoruz. Hepimiz okuldaki öğretmenlerimiz derslerde ne derlerse onlara “hı, hı” deyip geçiyoruz. Sanki onlardan farklı düşünmek söz konusu değilmiş gibi. Örneğin alınan harçların bu kadar fazla olmasına rağmen neden balık gibi yan yana 100 öğrenci istiflenmiş bir şekilde ders dinlemeye çalışıyoruz? Bir öğretim görevlisi daha getirip bu sayıyı 50’ye indirebileceklerini söylediğimizde öğretmenlerimiz, “bu konulara girmeyelim, bu siyasete girer, sizin açınızdan iyi olmaz” diyerek bizi tehdit ediyorlar. Ezbere dayalı eğitim sistemini sorgulama! Sınavları eleştirme! Sistem seni bir yerden alıp nereye koyarsa orda dur ve sakın düşünme! İrdeleme! Kantinlerimiz okey takımları, tavla zarları, bilardo masalarıyla süslü. Küçük bir köşeye kitaplık yapılabilir oysa. Ama düzen o kadar iyi işliyor ki, öğrenciler artık internetten, televizyondan başını kaldırıp “Ülke nereye gidiyor, bizler bu düzenin bir parçası olmak, ona hizmet etmek için mi okuyoruz?” sorusunu sormuyorlar bile. Yarın biz de işçi olacağız. Fakat sömürüsüz bir yarın için ne yapmalıyız diye dü-
46
DGM savcılarından başka bir şey değildir. Bu savcılar dün olduğu gibi bugün de devrimcilere ve Kürt halkına, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısına yapılan uygulamanın misliyle fazlasını uygulamaktadırlar. Ama bir kere bile olsun HSYK devreye girip DGM savcılarının ya da özel yetkili savcıların yetkisini bu yüzden kaldırmamıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, “bazı hayvanlar daha eşittir”! Anayasanın 10. maddesinde yazılan eşitlik ilkesinin burjuva eşitlik ilkesi olduğu bir kere de daha kanıtlanmıştır. Burjuva eşitlikten anlamamız gereken basittir. İktidar kavgasına girmiş olan statükocu kesimden biri diğer tarafın gazabına uğrarsa, devlet organları eşitlik ilkesi adına devreye girer. Sıra devrimcilere, Kürtlere ve hatta hakkını arayan sıradan bir işçiye geldiğinde ise burjuva eşitliğin eşitsizlik tarafı uygulanır. Sınıflar ortadan kaldırılmadığı sürece eşitliğin varlığından bahsetmek sadece burjuvazinin eşitlik anlayışından bahsetmek demektir. Dolayısıyla kim burjuva düzen sürdükçe eşitlik olduğundan bahsediyorsa bunu sınıf bilinçli işçilerin külahına anlatması gerekir. Ancak mücadele eden işçiler eşitliğin gerçekten ne demek olduğunu kavrayabilir. Mücadele ettikçe de eşitliğin en iyi uygulayıcıları onlar olabilir. Gerçekten eşit davranmak ve davranılmak istiyorsak işçi sınıfının mücadele saflarına katılmamız gerekiyor. Mücadele eden eşitlik seviyesine ulaşır! Marksist Tutum okuru bir kamu emekçisi
şünemiyoruz. Çünkü düzen bizi tamamen hapsetmiş. Oysa hiçbir şey göründüğü gibi değil. Büyüyen işsizlikle beraber okumanın da işe yaramadığı bir dönemde yaşıyoruz. Ülkemizde binlerce üniversite mezunu işsiz. Her geçen gün işten atılmalarla işsizlerin sayısı artıyor. Mezun olanların büyük bir bölümü de işsizler ordusuna katılıyor. Kapitalizmin hayatın her alanına girerek yarattığı travma büyüyor. Bu düzen işçi sınıfını sağlıksız ve yoksul bir hayata mahkûm ediyor. Çocuğunu okutamayan, muayene ettiremeyen, evine ekmek götüremeyen emekçilere kulaklarını kapayan egemen burjuvazi, her zamanki gibi kör, sağır, dilsizi oynamaya devam ediyor. Ve yine patronların krizi bahane ederek işyerlerini kapatmaları, ücretlerin yarıya indirilmesi, işten atılmalar işçi sınıfının belini büküyor. Oysa örgütlü olsak patronların bize ödetmeye çalıştıkları faturaları ödemek zorunda kalmayız. Kendi hakkımızı birlik olursak söke söke alırız. Bütün iş örgütlü olabilmekte. Mücadeleye inanmalıyız ve örgütlenmeliyiz. Daha iyi eğitim, eşit sağlık hakkı, daha güvenli bir ortamda çalışmak buradan geçiyor. Burjuvazinin bize dayattığı şartlara karşı örgütlü olmak tek çözümdür. Bir üniversite öğrencisi
Okurlarımızdan Bizim Kadınlarımız “Korkunç ve Mübarek Elleriyle, Bizim Kadınlarımız” “Eşimin mücadelesini sonuna kadar destekleyeceğim” dedi biri. “Ateş düştüğü yeri yakar, ocağımıza düştü ateş” dedi öbürü. “Biz artık öğrendik, direnmek gerek” dedi bir diğeri. Direnişçi işçilerin eşleriydi onlar. Bir fabrika önünde, yıllarca çalıştıktan sonra bir çırpıda işten atılmalarına sessiz kalmayan, direnişe geçen mücadeleci işçilerin eşleriydi onlar. Onlar ana, onlar eş, onlar kardeş ve artık yoldaştılar. Direnmenin inancı ve gücü yansıyordu artık sözlerine. Ve çocuklar “Şeker almasan da olur, sen yine benim babamsın” diyecek kadar güzel yürekli, “Babama bunu yapanlara hesap soracağım” diyecek kadar cesur. Çocukluğum geldi aklıma onları görünce. İşçi babamın işten atıldığında eve gelişi, başını iki elinin arasına alıp derin düşüncelere dalışı hafızamda tazelendi, içim burkuldu. Erkeklerimiz yaşar elbette işsizliğin sefaletin acısını en ağırından. Ama kadın daha bir derin hisseder. Tencereyi ateşe koyandır, tuzu aşa katandır ne de olsa. Kocaman ışıklı gözleriyle bakınca evlâdı, “yok” demek en acısıdır onun için. Çocuktur en nihayetinde o. Yine çocukça yaşar bugünleri de. Ama büyüdüğünde görecektir babası işten atılan işçi çocuklarını, tazelenecektir hafızası, burkulacaktır içi. İşçi sınıfı kadını, ailesi, mücadelenin en temel unsurlarındandır. Büyük madenci yürüyüşü, Tekel direnişi, Akkardan direnişi ve daha nicesi bunu öğretti bana. Madenci yürüyüşünde “Biz erkeklerimizin yanında değil, önünde gidiyorduk. Acıkmıyorduk, yorulmuyorduk, çocuklarımızı özlemiyorduk. Çünkü geleceğimiz için yürüyorduk” diyen kadınlar; Tekel direnişinde “Ekmeğimizin mücadelesi-
Patronların Unut Dediklerini Unutmayacağız! Patronlar sınıfı bugün ve geçmişte biz işçilerin mücadelesine ait ne varsa her şeyi işçilerin gündeminden uzaklaştırıyorlar. Tarihte işçi sınıfının mücadelesine dair tüm yaşananları hasıraltı ediyorlar. Patronlar bunu kendi çıkarları için yapıyorlar. Peki biz işçiler kendi sınıf çıkarlarımız için mücadele etmeye ne zaman başlayacağız? Ne zaman onların unut dedikleri şeyi öğrenmeyi önümüze hedef olarak koyacağız? İşçileri tek tek ele aldığımızda patronlara göre onlar bir böcek kadar değeri olmayan yaratıklardır. Ama işçiler gerçekten birleşip örgütlendiğinde patronların böcek kadar değer vermediği işçi, mücadelesi sayesinde insan olarak ciddiye alınmaya başlanır. Çünkü fabrikada tek başına süklüm püklüm olan işçi, örgütlendiğinde öfkesi gürbüz bir işçi önderi olarak karşımıza çıkabiliyor. İşte o zaman patronların uykuları kaçıyor. Kendi fabrikalarına gelirken bile korkuyorlar. İşçi sınıfı kendi tarihini bilmiyor. Patronlar işçi sınıfının mücadele tarihini kasıtlı olarak unutturmaya, çarpıtmaya çalışıyor. Ama patronlar sınıfı bilsin ki onların unut dedikleri şeyi biz işçiler unutmayacağız. 1871 Martında işçiler Paris’te ilk kez iktidarı ele geçirdiler. 72 gün, patronlar olmadan, işçiler kendi kendilerini yönettiler. Kentin tüm ihtiyaçlarını işçi komiteleri karşılıyordu. İşçi sınıfının kendi kendilerini patronlar sınıfı olmadan da yönetebildiğini tarihimiz bizlere gösteriyor. Bu bilgi patronlar sınıfı için o kadar tehlikeli ki, bunu öğrenen her işçi-
ni veriyoruz ve sonuna kadar direneceğiz” diyen işçi kadınlar; Akkardan direnişinde “Bize reva görülen yaşam bu. Buna sessiz kalmayalım. Fabrikalar bizimdir, çekip gitmeyeceğiz. Hep birlikte mücadele edip kazanacağız” diyen bir direnişçi eşi öğretti bana bunu. Direnişin içinde olmak, yıllarca bastırılan, boyun eğen, kanaatkâr yanlarını alıp götürür kadınların. Yumruklarındaki ve yüreklerindeki gücü keşfederler. O havayı solumak ve direnişin bir parçası olmak mücadeledeki rollerini gösterir onlara. En önde ve en hınçlı… Bir mücadelenin içinde kadın yoksa o mücadelenin tam anlamıyla başarıya ulaşması güçtür. Çifte sömürüye maruz kalan, işten atılırken ilk önce seçilen, düşük ücretle ağır iş koşullarında çalışanlar bizleriz. Her ne kadar bu sistem bize ikinci sınıf olmayı reva görse de güçlüyüz, yürekliyiz. Mücadele ederek özgürleşecek, mücadele ederek güçleneceğiz. Erkeğimizle, kadınımızla, çocuğumuzla, kardeşimizle, anamız babamızla dünyayı var eden koca bir sınıfız. Ve mücadelemiz bizi zafere er geç ulaştıracaktır. Ve Nazım’ın dizeleriyle bitirmek isterim sözlerimi: Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir. Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir. Kimi der ki hamur yoğuran. Kimi der ki çocuk doğuran Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal. O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır. Gebze’den işsiz bir kadın metal işçisi
yi patronlar bölücü, terörist olarak suçluyorlar. Çünkü bu bilgi bize gösteriyor ki, onlar olmadan da işçi sınıfı fabrikalarda üretimi gerçekleştirebilir ve hayatı daha yaşanabilir bir düzeye getirebilir. İşte tüm bunlar patronlar sınıfının ölüm fermanı niteliğindeki bilgiler. 1917’de Rusya’da işçiler despotik Çarlığa ve Rus patronlarına karşı ayaklandılar. O zamana kadar ayak takımı olarak görülen Rus işçileri, patronlara ve efendilere karşı, asıl efendinin kimler olduğunu gösterdiler. Patronların unut dediği bu büyük tarihsel ayaklanmayı da unutmayacağız. Evet, 1917 işçi devriminde ayaklar baş olmuş ve iktidarı ele geçirmişti. İşçilerin yazdığı tarih berrak bir biçimde bize şunu gösteriyor ki, patronlar sınıfının yapma dediği birçok şeyi işçi sınıfı kendi çıkarları için yapmalıdır. İşçi sınıfı patronların kara dediğinin ak, ak dediğinin kara olduğunu bilerek kendi yolunu aydınlatabilir ancak. Evet, tarihte işçiler kendi sorunlarını bir kentte bir ülkede ortaya koydular. Ama sorunun çözümü ne bir kentle sınırlı ne de bir ülke ile sınırlı kalabilirdi. Şimdi sıra tüm dünyada işçi sınıfının birleşip iktidarı ele geçirmesindedir. Patronların bize unutturmaya çalıştığı şey Nazım Ustanın dediği gibi, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” koskoca bir dünyanın işçi sınıfının yönetimine geçmesidir. Bunu sağlayacak olan işçi sınıfının uluslararası mücadelesidir. Her Şeyi Öğreneceğiz Ama Hiçbir Şeyi Unutmayacağız! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! Esenler’den işsiz bir işçi
47
Okurlarımızdan Paran Varsa Hastane Beş Yıldızlı Otel, Ama Orada İşçiysen Beş Yıldızlı Cezaevi Merhaba arkadaşlar. Ben özel bir hastanede taşeron şirkette çalışan bir temizlik işçisiyim. Yazının başlığından da anlaşıldığı üzere çalıştığım hastane görünümüyle bir otel havasında. Öyle ki müşteriler diyorum çünkü müdürümüz onlara hasta gözü ile değil, müşteri gözü ile bakmamızı istiyor, önemli olan onların memnuniyetiymiş. Sanki hastane değil orası. İnsanlar otele geliyorlar, biz de onları güzel ağırlamalıyız! Bir bakıma da öyle. Bir sürü bavulla geliyorlar tatile gelir gibi, çünkü gelen kişiler gelir düzeyleri yüksek, paralı kişiler. Durum böyle olunca bizim gibi işçilerin alışık olmadığı görüntüler ortaya çıkıyor. Kaldıkları odalar oldukça lüks, isteğe göre süit dedikleri geniş odalarda ailecek kalabiliyorlar. Her şey ayaklarına geliyor. Her sabah odalarının temizliği yapılıyor. Bitmiyor, öğle, akşam ve hatta ge-
Kardan Adam Geçtiğimiz günlerde hepimizin bildiği gibi yoğun bir kar yağışı yaşandı. Bazılarımız bu duruma sevinse de, kar kıt kanaat geçinen işçiler için zor günleri de beraberinde getirdi. Öyle ya kar demek soğuk demekti. Soğuk demek ısınmak için daha fazla odun, kömür ya da yüksek doğalgaz faturası demekti. Kar demek palto, çizme, daha pek çok ihtiyaç demekti. Her yeri beyaza bürüyen kar bin bir zorlukla boğuşan işçi mahallelerinde yaşayan bizleri kara kara düşündürdü. Karın yağması, dünyanın nasıl bir şey olduğunun ve zorluklarının farkında olmayan çocukları çok sevindirdi. Okulların da tatile girmesiyle birlikte, gönüllerince düşe kalka oynadılar. Pek çoğu kardan adam yapmayı ihmal etmedi tabii ki. Ben de bir gün tesadüfen balkondan dışarıya bakarken bir kardan adan gördüm. Bu kardan adam diğerlerinden farklıydı. Biz küçükken kardan adam yaptığımızda kollarının arasına ya süpürgeye benzer bir şey ya da çalı çırpı koyardık. Fakat bu kardan adamı farklı kılan şey kollarının arasında Türk bayrağı olmasıydı. Bir an şaşırdım, sonra neden şaşıyorum ki diye sordum kendime. Bu minicik yüreklere bile daha beş altı yaşlarındayken milliyetçilik zehri damla damla aşılanıyor. Küçücük yürekler daha bu yaşlarda başlıyor Yunanlıları, Ermenileri, Kürtleri düşman olarak görmeye. Burjuvazinin işçi sınıfını bölmek için kullandığı milliyetçilik zehri, TV programlarından, gazetelerden, filmlerden, kısacası her yerden sinsice hayatımızın her alanına sızıyor. Bu durum genciyle yaşlısıyla her yaştan işçiden tutun da, beş altı yaşındaki küçücük çocukları bile etkisi altına alıyor. Bizler işçiler olarak bu karanlığı söküp atmadığımız sürece, egemenlerin ilk olarak zehirleyecekleri bu tazecik beyinler olacaktır. Hayatımıza yavaş yavaş sinsice sızan, biz işçileri ve onların çocuklarını kör eden bu zehre karşı mücadele edelim. İşçilerin bütün dünyada kardeş olduğunu bilelim. Gebze’den bir kadın işçi
48
ce de devam ediyor. Biz işçilerin hastalandığımızda gittiğimiz hastanelerden farklı değil mi? Biz hastane işçileriyse sabah 8’den akşam 6’ya kadar dur durak bilmeden, hatta çay paydosu yapmadan, “müşteri” memnuniyeti diyerek çalışıyoruz. Peki, bizim memnuniyetimiz? Deyim yerindeyse biz de tok hastanenin aç kedileriyiz. Çalışma koşullarından memnun değiliz. Ücretimizden memnun değiliz. Gece vardiyasında servis yok. Evet, arkadaşlar durum böyle. Patronumuz hep ileriye gidip geleceğini teminat altına alırken, bir hastane yetmez bir tane daha derken, bir de bakıyoruz ki biz ayın sonunu getiremiyoruz. Çocuklarımız hasta oluyor, onları hastaneye götürecek ne paramız ne fırsatımız oluyor. Biz bu koşulları hak etmiyoruz. Çalıştığımız yerleri ayakta tutan, büyüten bizim emeğimiz. Aslında ödenmemiş emeklerimiz. Onların saltanatlarına saltanat katan bizim sessizliğimiz. Sizce bu sessizliği bozup sesimize bir sürü sesler ekleyip çığlık olmanın zamanı gelmedi mi? Kadıköy’den bir hastane işçisi
Ben okulda yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum sizlere. Ben 7. sınıf öğrencisiyim. Sosyal Bilgiler dersimizde öğretmenimizin yakasına takmış olduğu, üzerinde “4-B ve 4-Cye Hayır, Tekel İşçilerinin Talepleri Kabul Edilsin” yazan kart sınıfımızın gündem konusu oldu. Bu kartı görür görmez sınıftan, “hocam 4-B ne?” “4-C ne” gibi sorular yükselmeye başladı. Öğretmenimiz açıklamasını yaptıktan sonra ise bu sefer sınıftan, “4-B’ye hayır, 4-C’ye hayır!” diye sesler yükselmeye başladı. Ve bu sesleri bastırmak öğretmenimiz için çok zor oldu. Tekel işçilerinin mücadelesi tüm toplumun gündeminde. Bugün okullarda bile bu mücadele hangi yolla olursa olsun dilleniyor. Demek ki Tekel işçileri tarafından haklı bir mücadele veriliyor. Umarım ilerde daha çok böyle direnişler ve grevler olur da okulda her gün bugün yaşadığımız gibi bir olay yaşarız. Esenler’den bir öğrenci
Selam güzel dostlar… Biz her zaman birlik olunması gerektiğini söylüyoruz. Oysa birlik olmak söz konusu olunca buna yanaşmıyoruz. Örneğin, bizim bir hakkımıza saldırı olduğunda mitinge gidiyoruz, tepkimizi göstermek için. Oysa birçok işçi arkadaşımız gelmemek için çeşitli bahaneler üretiyor. Fazla mesai yapmaya gelince işimiz olmuyor ama hakkınızı aramaya gelince hep işimiz oluyor. Oysa bu hak arama konuları önemsiz değil ki, bunu biz hiç önemsemiyoruz, önemsemeliyiz. Önemsemezsek hep kaybederiz. Bizlerin bir arada olup birbirimize sahip çıkması gerekiyor ama biz bunu yapamıyoruz. Bu yüzden de kaybediyoruz. Biz işçilerin birlik olup gerçeği öğrenmemiz lazım, öğrendiklerimizi de bilmeyenlere öğretmemiz lazım, ne kadar çok işçi bilinçlenirse o kadar iyidir. Bizler öğrenip birlik oldukça kazanacağız. Kıraç’tan bir işçi