Kitlesel ve Birleşik Bir 1 Mayıs İçin Alanlara! Nisan 2010
• Statükocu cephenin sivil faşizm demagojisi • Kriz, işsizlik ve “kısa çalışma” vurgunu
61
• Anayasa paketi ve statükocu hezeyanlar • Bir oportünistin “Marksizm ve devlet” sorununa yaklaşımı /2 • Osmanlı’dan TC’ye kadın hareketi /2
Statükocu Cephenin Sivil Faşizm Demagojisi Utku Kızılok
Bugün bizzat 12 Eylül faşizminin asker-sivil yürütücüleri de, 12 Eylül anayasasını savunarak değişmesine izin vermeyen statükocu-devletçi güçler de, 12 Eylül faşizminin gazabına uğrayan sosyalist hareketin bir kesimi de “Türkiye’de faşizm var” diyor. Hiç kuşku yok ki bu bir garabet, ama aynı zamanda bilinç bulandırıcı bir durum. Elbette statükocu Kemalist cephe bilinçli bir şekilde yaratıyor bu bilinç bulanıklığını, bu malûm. Peki, işçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütlerini dağıtan, bütün verili hak ve özgürlükleri rafa kaldıran bir döneme de, parlamenter rejimin yürürlükte olduğu bir döneme de faşizm diyen sosyalist çevrelerin hiç mi kabahati yok bu bilinç bulanıklığında?
S
tatükocu-devletçi Kemalist burjuva kesimler, yürüyen iktidar kavgasında geniş kitleleri yanlarına çekmek için bir dizi yeni ideolojik argümanlar geliştirmeye çalışıyorlar. “Sivil faşizm” ya da “İslamofaşizm” gibi kavramların siyaset sahnesinde arz-ı endam etmeye başlaması, statükocu-devletçi Kemalist cenahın yeni ideolojik argüman ihtiyacının bir tezahürüdür. Bu kesimler, özellikle son 20 yıllık süreçte, iktisadi ve siyasi alandaki mevki ve ayrıcalıklarını “ilericilik” ve “laiklik” kılıfı altına sokarak savundular. Kitleleri şeriat öcüsüyle korkutup esir almaya çalıştılar. Bir dönem, Türkiye’nin İran gibi bir şeriat ülkesi yapılmak istendiği argümanı revaçtaydı. Buna inandırıcılık kazandırmak için birtakım suikastler, komplolar tezgâhlamaktan da imtina etmediler. Şeriat korkusunu canlı tutma noktasında İran örneği yetersiz kaldığında ise, Türkiye’nin “Malezyalaştığı” tartışmaları gündeme getirildi. Velâkin tüm bu argümanlar zamanla eskidi ve geniş emekçi kitleler nezdinde inandırıcılığını yitirdi. Nitekim bu ideolojik argümanın işlevini yitirmesi, Kemalist cephenin ön saflarında ideolog olarak vuruşan İlhan Selçuk’un ağzında bizzat ifadesini bulmuştur. Selçuk’a göre İslamcılar kapitalistleşmiş ve medya sahibi olmuşlardır ve artık Türkiye’de “şeriat tehlikesi” yoktur. Yıllarca “şeriat tehlikesi”ni canlı tutma merkezi olarak çalışan ve “tehlikenin farkında mısınız?” gibi dramatik kampanyalar düzenleyen Cumhuriyet gazetesinin başındaki Selçuk’un bu şekilde konuşması, laiklik-şeriat eksenli tartışmalardan sıdkı sıyrılan geniş kitlelerin eski argümanlara artık değer vermediğinin bir tezahürüdür. Bu durum, “sivil faşizm”
tartışmalarının neden gündeme getirildiğini de açıklar. Tarihsel gerileyişini asker-sivil yüksek bürokrasinin müdahaleleriyle durduramayan, üstelik bir de darbeci girişimleriyle teşhir olan bu Kemalist cephe, taktik değiştirerek “demokrasi” atına binmiştir. AKP’yi sıkıştırmak ve halk nezdinde yıpratmak amacıyla birdenbire demokrasi havarisi kesilmelerinin, “sivil faşizm” var diyerek feryat figan etmelerinin, “AKP 12 Eylül’ün sivil olanıdır” demeye başlamalarının nedeni budur. Böylece tarih sayfalarına geçecek denli kendine özgü kaba bir ironi ortaya çıkmıştır. Demokrasi şalını sırtlarına geçirmeye çalışanlar kimlerdir? Asker-sivil bürokrasinin üstünlüğünü ve parlamenter işleyişe müdahalesini savunan, bu müdahale AKP’yi iktidardan indirmeye yetmediğinde açıkça askeri darbeye çanak tutan statükocu-devletçi Kemalist cephe. Parlamenter rejimi üç kez ortadan kaldıran ve 12 Eylül faşizmiyle işçi sınıfını ezen, siyasal alanı düzenlemek amacıyla muhtıralar veren asker-sivil bürokrasinin, askeri darbeler planlayan Ergenekoncuların, CHP’nin, seçkinci yazar-çizer taifesinin ve Kemalist orta sınıfın içinde bulunduğu bu darbeciler, şimdi kalkıp AKP’yi faşistlikle suçluyorlar. Bunların “sivil faşizm” var, “AKP 12 Eylül’ün sivil olanıdır” diyerek feryat figan etmeleri ve demokrasi nutukları atmaları emekçi kitlelerle alay etmek değil de nedir? Öylesine ironik bir durum var ki, mesela faşist MHP bile “sivil faşizm”den dem vurmaktadır. Bir başka husus ise, ezelden beri yanlış bir faşizm anlayışına sahip olan sosyalist hareketin büyük bir bölümünün statükocuların “sivil faşizm” demagojisine prim vererek
1
marksist tutum
onların kurduğu tuzağa düşmeleridir. Bugün bizzat 12 Eylül faşizminin asker-sivil yürütücüleri de, 12 Eylül anayasasını savunarak değişmesine izin vermeyen statükocudevletçi güçler de, 12 Eylül faşizminin gazabına uğrayan sosyalist hareketin bir kesimi de “Türkiye’de faşizm var” diyor. Hiç kuşku yok ki bu bir garabet, ama aynı zamanda bilinç bulandırıcı bir durum. Elbette statükocu Kemalist cephe bilinçli bir şekilde yaratıyor bu bilinç bulanıklığını, bu malûm. Peki, işçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütlerini dağıtan, bütün verili hak ve özgürlükleri rafa kaldıran bir döneme de, parlamenter rejimin yürürlükte olduğu bir döneme de faşizm diyen sosyalist çevrelerin hiç mi kabahati yok bu bilinç bulanıklığında? Solun milliyetçi-devletçi-reformist kesimleri, örneğin bunlardan SİPTKP darbeci-statükocu kesimle aynı zemin üzerinde buluşmaktadır. Marksizmin ortaya koyduğu faşizm tahlilini tam anlamıyla tahrif eden SİP-TKP yazarları, AKP’nin Türkiye’yi “İslamofaşizm” yoluna soktuğunu iddia etmektedirler: “Eğer bazı tanımlar üzerinde anlaşabilirsek, doğrudur, Türkiye gerçekten de artık «İslamofaşizm» yolundadır. Bu saptamaya pek büyük bir itirazımız olamaz. Yeni bir rejime açılıyoruz. Büyük sermayenin en gerici kesimlerinin şiddet yoluyla icra ettiği dinci, liberal, sonuna kadar piyasacı, kabile milliyetçisi («her dile, her şehire bir devlet») ve emperyalizmin («demokrasinin») güdümünde bir iktidardan söz ediyoruz.”1 Ayrıca bu kesimlerde Kürt halkına karşı oluşan düşmanlığın ve şovenizmin nasıl bir hal aldığını ortaya koyması bakımından yukarıdaki satırlar önemlidir. AKP’nin “kabile milliyetçisi” olduğu eleştirisi yapılırken, parantez açıp “her dile, her şehire bir devlet” vermek istiyorlar demenin anlamı açıktır: Kürt halkı boyunduruk altında kalmaya devam etsin! Bu milliyetçi-devletçi-reformist sol kesimler, neredeyse tüm siyasal sorunlarda statükocu-devletçi Kemalist cepheyle ortaklaşma yolundadırlar.
Faşizm kimin iktidarıdır ve kimi hedef alır? Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde Elif Çağlı, burjuva olağan ve olağanüstü rejimleri tahlil ederken, bu ve diğer tüm konularda Marksizmin yaklaşımının esas alınmasının ne denli önemli olduğuna dikkat çeker. Eğer Marksizm politik kılavuz yapılmazsa ya da tahrif edilirse, işçi sınıfı bağımsız sınıf hattına çekilemez ve kapitalizm hedef tahtasına oturtulamaz. Devrimci Marksizm, burjuva olağanüstü rejimleri tanımlarken, olağan olandan hareket eder. Çağlı, “parlamenter cumhuriyet, aralarındaki çıkar çatışmalarına rağmen farklı burjuva kesimlerin siyaseten birlikte egemen olabilecekleri yegâne devlet biçimidir” diye yazar. Ama işler her zaman burjuvazinin arzu ettiği gibi yürümez. Kapitalizm, burjuvazinin sömüreceği proleter bir sınıf yaratmıştır, fakat aynı zamanda burjuvazinin mezarını kaza-
2
Nisan 2010 • sayı: 61
cak kazma ve küreği de bu sınıfın boynuna asmıştır. İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci mücadelesi büyüdüğünde düzenin alarm zilleri çalmaya başlar. Burjuvazi, sömürücü düzenini kurtarmak amacıyla olağanüstü rejim lehine olağan parlamenter rejiminden bir süreliğine vazgeçer. Bu olağanüstü rejimin işçi sınıfını ezmek, siyasal ve sendikal örgütlülüklerini dağıtmak üzere yapılmış bir karşı-devrim anlamına geldiği açıktır. Marksist siyasal literatürde olağanüstü rejimler esas olarak iki kategori altında toplanmıştır. Bunlardan ilki Bonapartizm, ikincisi ise faşizmdir. Bonapartizm, kapitalizmin gelişme döneminin olağanüstü burjuva rejimi olarak siyaset sahnesine girmiştir. Lakin kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilerlemesiyle, gayet tabii olarak Bonapartizm yeni dönemin özellikleriyle birlikte şekillenecektir. Çağlı’nın belirttiği gibi, emperyalizm çağında burjuva devletin olağanüstü biçimleri olarak ele alınan Bonapartist ve faşist rejimler, artık finans kapital egemenliği düzeyine yükselmiş bir kapitalizmin ürünüdürler. Çağlı, bu dönemin damgasını yiyen Bonapartizmi şöyle tanımlar: “Emperyalizm çağında Bonapartizm, devlet bürokrasisini siyasal açıdan toplumun üzerine çıkartarak iki temel sınıf arasında bir tür denge kurmayı amaçlayan bir olağanüstü rejimdir. Devletin sopasını sallayarak işçi sınıfını devrim yolundan caydırmayı dener ve böylece bir tür “iç barış” sağlamaya çalışır.” (age, s.97) Elbette burjuvaziyi bu olağanüstü rejime zorlayan bir işçi devrimi korkusudur. İşçi devrimi tehlikesini bertaraf ederek burjuva düzeni kurtaran Bonapartist rejim, denge görüntüsü altında sürekli işçi sınıfına vurmakta, “denge” ve “iç barış” söylemi tabii ki bir aldatmaca olarak kalmaktadır. Zaten iki uzlaşmaz sınıfın nasıl bir “iç barış”ı olabilir ki? Emperyalizm döneminde keskinleşen sınıf savaşımı ve beliren işçi devrimi tehdidi burjuvaziyi çok daha sert tedbirler almaya da itebilir. Burjuvazi, Bonapartizmi fersah fersah aşan karşı-devrimci bir rejimi, faşizmi iş başına çağırır. Çağlı, faşizmin hangi koşulların ürünü olduğunu şöyle açıklıyor: “Faşizm, kitlelerin devrimci mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve burjuvazinin yüreğine korku saldığı, devrimci güçlerle karşı-devrimci güçler arasındaki çatışmanın günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, burjuva düzenin baştan aşağı devrimci bir krizle sarsıldığı muazzam bunalımlı bir sürecin ürünüdür.” (age, s.75) Klasik örneklerinde faşizm, örneğin İtalya ve Almanya’da sivil faşist bir örgütlenmeyle gelip iktidara oturmuştur. İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler’in başında bulunduğu nasyonal sosyalist partiler, seçimlerde geniş kitlelerin desteğini almışlardır. İşte bundan dolayıdır ki, bugünün Türkiye’sinde statükocu-devletçi burjuva güçler ve onların dümen suyuna girmiş olan sözümona sosyalist çevreler, Almanya örneğini hatırlatarak, Hitler’in de seçimlerle iktidara geldiğini söyleyip AKP iktidarını “sivil faşizm”le damgalamaktalar. Mussolini ve Hitler’in nasıl
sayı: 61 • Nisan 2010
Faşizm, burjuva parlamenter rejimin ortadan kaldırıldığı bir olağanüstü karşı-devrimci reaksiyondur ve hedefi de işçi sınıfının devrimci mücadelesidir
olup da seçimlerde geniş kitlelerden destek alabildiğini geçelim –geniş bir okuma için Çağlı’nın eserine bakılabilir–, ama şunu hatırlatalım ki, faşizm, halk yığınlarının büyük desteğini alarak iktidara gelen ve hatta bu destekten ötürü bir ölçüde şımaran, kimi örneklerde otoriterleşme eğilimi gösteren bir sivil partinin iktidarı değildir. Faşizm, burjuva parlamenter rejimin ortadan kaldırıldığı bir olağanüstü karşı-devrimci reaksiyondur ve hedefi de işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Sivil ve para-militer bir örgütlenmeyle iktidara yerleştiği İtalya ve Almanya örneklerinde de, askeri bir darbeyle iktidara geldiği Şili ve Türkiye örneklerinde de görüldüğü üzere, faşizmin asıl amacı devrimci durumu ortadan kaldırmak ve burjuva düzeni selamete çıkartmaktır. Bu ülkelerde, iktidara gelen faşizm, işçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmış, yüz binlerce devrimciyi, öncü işçiyi, sendikacıyı ve aydını cezaevlerine tıkmış, işkenceden geçirmiş, katletmiştir. Toplum karşı-devrim tarafından tam anlamıyla kuşatılmış, kitleler her düzeyde baskı altına alınarak sindirilmiştir. Hiçbir zaman akıllardan çıkartılmaması gerekiyor ki, faşizm, burjuva diktatörlüğünün tüm çıplaklığıyla kendini dışa vurmaktan çekinmediği, açık baskıcı bir rejimdir. Faşizm döneminde, burjuva olağan parlamenter rejime, bu rejimin kaideleri olan kuvvetler ayrılığına son verilir. Yasama, yürütme ve yargı faşist diktatörlüğün yürütme erkinin elinde toplanır ve mutlak bir iktidar tekeli kurulur. Tüm devlet aygıtı ve yerel birimler onun hegemonyası altına alınır. Çağlı’nın deyimiyle “faşist diktatörlüğün bizzat kendisi itaat edilmesi gereken yasadır. Onun kendini, top-
marksist tutum
lumun çeşitli kesimleri tarafından onaylanmış bir yasaya, anayasaya uydurma zorunluluğu yoktur.” Bu düzeyde, faşist diktatörlüğün nasıl kurulduğunun, yani sivil bir örgütlenmeyle mi yoksa askeri bir darbeyle mi iktidara geldiğinin hiçbir önemi yoktur. Kaldı ki, İtalya ve Almanya örneklerinin de gözler önüne serdiği üzere, sivil bir örgütlenme biçiminde iktidara yükselen faşist hareketin yönetici elitleri kısa zamanda devletin çekirdeğiyle bütünleşir. Devletin çekirdeğine yerleşen faşist hareketin üst kesimleri, faşist iktidarın kurulmasıyla birlikte, çeşitli vaatlerde bulunarak üzerine basıp iktidara yükseldikleri parti tabanından ve kitlelerden kopmuş ve onların sivri unsurlarını ezip dağıtmaya girişmiştir. Peki, faşizm burjuvazinin bir kesiminin, meselâ büyük burjuvazinin en gerici kesimlerinin mi iktidarıdır? Elbette ki hayır! Böyle söyleyenler meseleyi bilerek ve isteyerek çarpıtıyorlar. Çağlı’nın dediği gibi, “finans kapital vurgusu (ya da aynı gerçekliği anlatmak bakımından kullanılan büyük sermaye, tekelci burjuvazi gibi kavramlar), onun emperyalizm çağında burjuva düzenin hegemon gücü olması bakımından önem taşır. Yoksa burjuva düzen devam ettiği sürece, burjuvazi bir bütün olarak egemen sınıf olmayı sürdürür. … Burjuva devletin olağanüstü bir biçimi olarak faşizm de, yalnızca finans kapitalin çıkarlarını değil bir bütün olarak burjuva düzenin bekasını garanti altına almaya çalışır. Stalinist faşizm anlayışının sözcülüğüne soyunan Dimitrov’ların yaptığı gibi, faşist devlet biçiminin sınıf temelini daralttıkça daraltmak ve yalnızca finans kapitalle sınırlamakla da yetinmeyip, onun içinde de “en … en … en” kesimlerine indirgemek, faşizm gerçeğini bilinçli olarak çarpıtmak anlamına gelir. Stalinist Komintern’in bundan muradının, burjuvaziyle işbirliğine dayanan Halk Cephelerine gerekçe icat etmek olduğu devrimci Marksizm cenahında yeterince açıktır” (age, s. 74-75). Böylece SİP-TKP’nin, “İslamofaşizm”in yolunu açtığını söylediği AKP iktidarını, büyük burjuvazinin en gerici kesimlerinin desteklediğini söylemesindeki muradı da açığa çıkmış oluyor. Statükocu-devletçi güçlerle bir ortak cephede buluşmanın teorik yolları bu şekilde döşenmektedir. Buradan, Türkiye’deki “sivil faşizm” tartışmasına ışık tutacak bir hususun altını da çizerek ilerleyelim: Zorunlu olmadıkça burjuvazi Bonapartizm veya faşizm gibi olağanüstü rejimlere başvurmaz. Netice itibariyle bu dönemlerde burjuvazi parlamenter rejiminden vazgeçer ve kendisini siyasi olarak mülksüzleştirir. Her iki olağanüstü rejimde de siyasal erk parlamentoda değil, iktidar tekelini elinde tutan devlet bürokrasisinde ya da onu yeniden düzenleyen faşist yürütmededir. Çağlı’nın dile getirdiği üzere bu dönemde, “düzenlerini tehlikede gören ve bu nedenle olağanüstü siyasal yönetime geçilmesini arzulayan burjuvalar, bu destek sayesinde siyaseti mülk edinmiş meslekten politikacılarını bir kenara fırlatabilmekte ve derin kriz koşullarının ön plana iteklediği milli şeflerin, generallerin önünü açmaktadırlar” (age, s.57). Şimdi soralım, bugünün Tür-
3
Nisan 2010 • sayı: 61
marksist tutum
kiye’sinde olağan parlamenter rejim ortadan kalkmış ve burjuvazi kendisini siyasi olarak mülksüzleştirmiş midir? Bu sorunun cevabı hayırdır. Zira bugün burjuvaziyi bu yola itecek bir devrimci yükseliş söz konusu değildir. İşçi sınıfının son derece örgütsüz, devrimci hareketin paramparça olduğu ve kapitalist düzeni tehdit edecek bir yükselişin olmadığı bir dönemde burjuvazi “sivil faşizmi” kime karşı örgütleyecektir? Eğer birileri çıkıp da faşizmi, burjuvazinin bir kesiminin diğer bir kesimini baskı altına almak için örgütlediğini iddia ederse –statükocu-darbeci Kemalistler son tahlilde bunu yapıyorlar–, bilinmelidir ki, hayâsızca yalan söylüyor ve bilinç bulandırıyordur. Devrimci Marksizm, işçi sınıfı saflarında bilinç bulanıklığı yaratılmasına karşı daima mücadele etmiştir. Burjuva olağan parlamenter bir rejimle, tüm hak ve özgürlüklerin berhava edildiği olağanüstü bir rejimin birbirine karıştırılması ve buradan hareketle burjuva işbirlikçi politikalar üretilmesi, işçi sınıfının devrimci mücadelesine zarar verir. Neticede tabii ki tüm bu rejimler burjuva diktatörlüklerinin biçimleridir. Ancak örgütlenme ve mücadele koşulları bakımından aralarında hiçbir fark olmadığını söylemek mümkün mü? Bilinç bulanıklığına sürüklenen ve burjuvazinin bir kesiminin peşine takılarak “sivil faşizme” karşı mücadele ettiği yanılgısına düşen işçi sınıfı ve devrimci hareket, yarın tüm burjuva düzenin demir yumruğu anlamına gelen gerçek faşizm iktidara geldiğinde afallayıp kalacaktır. Bu bakımdan, statükocu-devletçi burjuva kesimlerin yaratmaya çalıştığı siyasal bulanıklığa devrimci Marksizmin cephesinden geçit verilmemelidir. Bu nedenledir ki, burjuva kesimler arasında gerçekte neyin kavgasının verildiğini anlamak hayati önemdedir. Bilindiği üzere, Cumhuriyeti sivil burjuva kesimler değil, Osmanlı’da egemen sınıfı oluşturan devletlû bürokrasiden gelen “paşalar” kurmuştur. Daha baştan Bonapartist bir temelde şekillenen Kemalist rejim, tüm emekçileri ve ezilen halkları baskı altına almış ve koyu bir diktatörlük kurulmuştur. Osmanlı yüksek bürokrasisinden gelerek Cumhuriyeti kuran bu elit, önceki dönemin sınıfsal reflekslerini ve tavırlarını bir türlü üzerinden atamamıştır, atmak da istememiştir. Devlet kurucu ve düzen koruyucu misyonlarından hareketle devleti kendi mülkü gibi görmüştür. Gelişmiş bir burjuvazinin olmadığı koşullarda, kurulan hâkim sınıflar iktidar blokunda siyasal hegemonya askersivil bürokraside kalmış ve bu dönem tek parti diktatörlüğünde ifadesini bulmuştur. Var olan cılız sermaye sınıfının vasisi rolüne soyunan bu devlet kurucu asker-sivil bürokrasi, beri taraftan da kendi ayakları üzerinde duracak bir burjuva sınıfın gelişmesi için tüm devlet olanaklarını seferber edecektir. Ancak zamanla kapitalizmin gelişmesine ve ortaya çıkan tekelci sermayenin varlığına rağmen, asker-sivil bürokrasi, mevki ve ayrıcalıklarını garanti altına alan yapılanmadan kolayca vazgeçmek istememiştir. İşlerlik kazandırılmaya çalışılan parlamenter rejim, dönem dönem burjuvazinin orduyu iş
4
başına çağırmasıyla kesintiye uğramıştır. Askeri darbelerle kurulan olağanüstü rejimler, sonrasında olağan rejime geçildiğinde asker-sivil bürokrasinin siyasal alana müdahalesini garanti altına alan düzenlemelere hayat vermiştir. Böylece darbelerle kesintiye uğrayan bir parlamenter rejim (Mehmet Sinan’ın deyimiyle “Türk tipi demokrasi”2) ve bu rejim içinde asker-sivil bürokrasinin özel konumu söz konusu olmuştur. Bugün de olağan bir parlamenter rejime işlerlik kazandırmaya çalışan ve bu bağlamda asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki geleneksel ağırlığına son vermek isteyen burjuva kesimlerle; buna direnen, mevki ve ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen ve asker-sivil bürokrasinin başını çektiği burjuva kesimlerin bir iktidar paylaşım kavgasıdır söz konusu olan. Tarihsel kompleksinden dolayı bir türlü eski vasisine tam olarak haddini bildiremeyen korkak burjuvazi, yine de AB süreci dolayımıyla normal bir parlamenter rejime doğru kimi adımlar atmıştır, atmaktadır. Karşı taraf ise, siyaset sahnesinde görüldüğü üzere, başarıya ulaşamayan darbe girişimleriyle, muhtıralarla, provokasyonlarla, tehditlerle ve bürokratik manevralarla süreci durdurmaya çalışmaktadır. “Sivil faşizm” meselesi ise, bu karşı duruş sürecinde demokrasi şalına bürünmek isteyen statükocu Kemalist cephenin, kitleleri peşine takmak amacıyla yaptığı ideolojik bir manevradır. İşçi sınıfı, bugün birbirlerini yiyen bu burjuva kesimlerin, aynı geçmişte olduğu gibi, devrimci bir yükseliş döneminde kendisine karşı nasıl da domuz topu gibi birleşeceğini bilmeli ve bağımsız sınıf çizgisinde yürümelidir. Ancak her iki burjuva kesimin kuyruğuna takılmaması gereken işçi sınıfı, olağan parlamenter rejim ile darbeci eğilimleri aynı kefeye koyup “bana ne” diyemez. Tersine, parlamenter siyasal alana doğru uzanan asker-sivil bürokrasinin iplerinin kesilmesi, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, siyasal-sendikal yasakların kaldırılması, toplanma ve basın özgürlüğünün sağlanması için halk kitlelerinin seferber edilmesini devrimci işçi sınıfı talep eder ve bu yönde mücadele yürütür. Bu bağlamda devrimci Marksistlerin görevi, bilinç bulanıklığına karşı ideolojik savaşımı yükseltmek, işçi sınıfını bağımsız devrimci sınıf çizgisine çekmektir.
_______________________ 1
Yurdakul Er, “İslamofaşizm”, SS-SA, Hesaplaşması ve Bugün, 26 Mart, www.sol.org. Bu kapsamda, ayrıca Kemal Okuyan’ın 23 Mart tarihli Anayasa Paketinden Faşizm Çıktı yazısına ve SİP-TKP’nin kucak açtığı Merdan Yanardağ’ın 19 Mart tarihli Ahlaksız Teklif yazısını da bakılabilir.
2
Bu konuda bkz: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, www.marksist.com
Kriz, İşsizlik ve “Kısa Çalışma” Vurgunu Oktay Baran
K
apitalizmin derin ve tarihsel bir krizinden geçiyoruz. Kapitalistler krizin bitip bitmediği üzerine tartışmalar yürütüyorlar. Kapitalist ideologlar iyimser bir hava yaratmak için krizin artık bittiğini, toparlanmanın başladığını vurgulamayı görev sayıyorlar. Bu doğrultuda, doğru yanlış, abartılı ya da çarpıtılmış her türlü pozitif veriyi, sevinçle krizden çıkışın kanıtı olarak sunuyorlar. Öte yandan burjuva devletin destek paketlerinden ziyadesiyle yararlanan kimi kapitalistler de, krizin sürdüğü gerçeğini vurgulamayı kendi özel çıkarlarına daha uygun buluyorlar. Hangi görüşü savunurlarsa savunsunlar, her iki burjuva eğilim de halen, bu krizin nereden kaynaklandığı konusunda ortak bir aldatmacayı sürdürmektedir. Krizin nedenlerini, ortaya çıkış dönemini ve derinliğini doğru kavrayamayanların ya da bilinçlice çarpıtanların, ondan çıkılıp çıkılmadığı hususunda yaptıkları değerlendirmeler de birer spekülasyondan ibarettir. Gerçek şudur ki, çeşitli ülkelerde farklı derinliklerde yaşanmak üzere, kapitalist dünya ekonomisi bir bütün olarak kriz çukurunda debelenmeye devam etmektedir. Biz Marksistler bu krizin tarihsel bir kriz olduğunu vurguladık. Krizin toplumsal yıkıcılığı giderek kendisini daha ağır biçimlerde hissettiriyor. Çeşitli kapitalist ülkelerde ortaya çıkan ve giderek derinleşen siyasal krizler, tüm dünyada artan anti-demokratik uygulamalar ve militarist eğilimler bu krizin dışavurumlarıdır. Kuşkusuz ki farklı ülkeleri, farklı sektörleri olduğu gibi toplumun farklı sınıflarını da kriz farklı ölçülerde vurmaktadır. Kriz işçi sınıfı açısından çok daha belirgin ve yadsınamaz boyutlarıyla kendisini açığa vurmaktadır: artan işsizlik, derinleşen yoksulluk ve yaygınlaşan sefalet. İşsizliğin sıçramalı artışıyla,
mutlak yoksulluk ve sefalet derinleşip yaygınlaşmakta, işçi sınıfının çalışma koşulları hızla 18. ve 19. yüzyılın koşullarına doğru gerilemektedir.
Kronik işsizlik kapitalizmin hastalığıdır Şubat ayı sonunda TÜİK tarafından açıklanan son işsizlik verileri, gerçek sayılar olmasa bile, eğilim ve gidişat hakkında yeterli fikri veriyor. TÜİK’in işsizlik rakamlarının gerçeği yansıtmaktan ne denli uzak olduğunu birkaç yıl önce detaylarıyla açıklamıştık. (Bk. İşsizlik İstatistikleri: Rakamların Sahte Dili, MT, Haziran 2005). Bu hesaplamalarda, çalışma çağındaki yani 15 yaşın üstündeki 52 milyon kişiden 27,2 milyonu (ev kadınları ve aile içi çalışanları, “iş bulmaktan umudunu kesenler” ve son bir aydır iş aramayanlar, sakatlar, mevsimlik ya da part-time çalışanlar, öğrenciler ve askerlik yapanlar) çalışabilir nüfusa dâhil edilmiyor. Hal böyle olunca işsizlik oranları gerçek oranların çok altında görünmektedir. Bu gerçeği unutmadan sırf TÜİK verilerine bile baksak gördüğümüz tablo açıktır. Kapitalist ekonomi, büyüme dönemlerinde de kriz dönemlerinde de işçiler açısından işsizlik ve yoksulluk üretmektedir. Yani kapitalist sistemde ekonomik büyüme ve yeni yatırımlar, burjuva iktisatçıların önemli bir kesiminin iddia ettiği gibi, işsizlik ve yoksulluk sorununu çözme yeteneğinde değildirler. Krizler kronik bir işsizler ordusuna yığınsal ölçekte yeni ve önemli ölçüde kalıcı neferler eklerken, ekonomik büyüme ve yeni yatırımlar bu ordunun çok küçük bölümünü işsizlikten kurtarabilmektedir. TÜİK verilerinden derlenen grafikten açığa çıkan gerçek, kronik işsizlik olgusunun her bir krizde daha da pe-
5
Nisan 2010 • sayı: 61
marksist tutum iúsizlik oranÕ (yüzde) 16 14 12 10 8 6 4 2
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
1993
1992
1991
1990
0
kişmekte oluşudur. Kapitalizmin uzun dönemli gerileme eğiliminin etkisiyle, işsizlik düzeyleri, krizin derinliğine bağlı olarak, her bir krizde bir üst düzeye sıçrama yapmış görünmektedir. 90’lı yıllarda yüzde 8 civarında dalgalanan işsizlik düzeyi, 2000 kriziyle birlikte yüzde 10’luk bir düzeye sıçramış ve nihayet, son krizle birlikte yüzde 13 düzeyine demir atmıştır. İşçi sınıfının genel örgütsüzlük koşullarında kapitalist saldırılara göğüs gerememesi sonucunda, emeğin sömürü oranı sıçramalı olarak artmakta, gerek teknolojik gelişim gerekse de ağırlaşan çalışma koşulları nedeniyle, daha az sayıda işçiyle daha uzun sürelerde daha fazla üretim yapılmaktadır. Bir başka deyişle, krizler kapitalistler açısından bir fırsat, sıçramalı bir kapitalist rasyonalizasyon olanağı anlamına gelmektedir.
“Kısa çalışma” ödeneği: avantaj mı vurgun mu? Hal böyleyken, işçi sınıfı hareketinde ciddi bir toparlanma ve yükseliş olmadığı sürece, işsizliğin önümüzdeki dönemde belirgin biçimde azalacağını düşünmek gerçekçi olmaz. Tersine, yaşanan gelişmeler, önümüzdeki dönemde işsizliğin yeni bir işten atma dalgasıyla daha da artacağına işaret etmektedir. Nitekim Türkiye özelinde bu dalganın öncü sarsıntıları işçi sınıfını vurmaya başlamıştır bile. Gündeme alınan yeni özelleştirmelerden ve “kısa çalışma” ödeneği uygulamasından bahsediyoruz. Bilindiği gibi, neo-liberal kapitalist saldırı programının bir parçası olarak 2003 Haziranında iş yasalarında ciddi değişiklikler olmuş ve 4857 sayılı İş Yasası ile işçi sınıfı önemli kayıplara uğramıştı. “Kısa Çalışma Ödeneği” uygulaması da aynı yasayla yürürlüğe girmişti. Daha sonra yapılan kimi düzenlemelerle, özü aynı kalmakla birlikte kapsamı genişletilip süresi uzatıldı. Bu uygulamanın esas olarak krizle birlikte hayata geçirildiğine şahit oluyoruz. Nedir “kısa çalışma” denilen şey? “En fazla üç ay süreyle [bakanlar kurulu kararıyla altı ay olarak uygulanıyor], işyerinde uygulanan çalışma süresinin geçici olarak en az üçte bir oranında azaltılması veya en az 4 hafta süreyle işyerindeki faaliyetin tamamen veya kısmen durdurulması.” Bir işyerinin bu statüye girebilmesi için, resmi bildi-
6
rimlerde bulunarak “zor durumda” olduğunu belgelemesi ve bu durumun Çalışma Bakanlığınca onaylanması gerekiyor. Bu onayla birlikte, burjuva hükümetin ideolojik propagandasının diliyle konuşacak olursak, işyerleri kapanmak zorunda kalmayacak, üretim düşse bile devam edecek, işçiler işsiz kalmayacak ve ekmeklerini kazanmaya devam edeceklerdir! “İş dünyasına” seslenen ekonomi dergi ve gazeteleri, TV’lerdeki ekonomi programları vb. ise çok daha açık konuşarak, bu uygulamayı “krizi fırsata çevirme” başlıklarıyla duyurmayı ve uygulamadan daha geniş ölçüde yararlanmayı teşvik için kampanyalar düzenlemeyi kendilerine görev edinmişlerdir. Ne var ki, bu uygulama yalnızca sermaye tarafından göklere çıkarılmakla kalmıyor. İşçi sınıfının sendikal örgütlerinin tepesine çöreklenmiş sendika bürokratları ve onların burjuva akademisyenlerden oluşan danışmaları da bu uygulamadan pek memnunlar. Türk-İş Araştırma Müdür Yardımcısı sıfatıyla konuyu “irdeleyen” bir makale kaleme alan Namık Tan, bu uygulamanın “istihdamı korumada etkin bir araç olarak değerlendirilmesi” gerektiğini söyleyerek, uygulamayı “İşsizlik Sigortasının işçi işinde çalışırken sağladığı bir avantaj” olarak değerlendiriyor (Türkİş dergisi, no: 384). Hak-İş’in bu konuya yaklaşımı ise tam bir hükümet şakşakçılığı biçimindedir. Krize ilişkin olarak burjuva hükümetin aldığı tedbirlere, sermaye kesiminin sözcüleriyle emek cephesinin “temsilcilerinin” aynı şekilde yaklaşması şaşırtıcı değil mi? Bu durumu açıklamak için iki seçenek bulunuyor. Ya burjuva AKP hükümeti, üstelik de kriz gibi sarsıntılı bir dönemde, emek ve sermaye cephesinin her ikisinin birden çıkarlarını aynı anda koruyabilecek sihirli bir formül bulmuştur; ya da bu iki cepheden birinin temsilcileri kendi sınıflarına ihanet etmektedirler. Uygulamaya biraz daha yakından baktığımızda ikinci seçeneğin geçerli olduğunu, kendi sınıflarına ihanet edenlerin de burjuvazinin temsilcileri değil, işçi sınıfının sözde temsilcileri olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. “Kısa çalışma” uygulaması, krizin faturasını işçilere bindirmenin yöntemlerinden biridir. Böylelikle kapitalistler işçinin birikmiş fonlarının desteğiyle kriz dönemini atlatmaya çalışmakta, ama sanki işçilere büyük bir lütuf bahşetmiş pozlarına girerek, işçi sınıfının krize karşı öfkesini yatıştırmaya, onu oyalamaya çabalamaktadırlar. Önce yasanın sermayeye sağladığı muazzam avantaja bakalım. Bilindiği gibi, işveren, istihdam ettiği işçilerin önüne, ister yapacakları bir iş koysun ister koyamasın, işçinin ücretini kesintisiz ve tam olarak ödemek, gerekli sigorta primlerini vb. tam olarak yatırmak zorundadır. “Kısa çalışma” ödeneğinden yararlanmaya hak kazanan işyerlerinde ise, işveren, işçiye, iş sözleşmesiyle kararlaştırılan ücretin tamamını ödeme yükümlülüğünden kurtarıl-
sayı: 61 • Nisan 2010
maktadır. Bu uygulamayla, işveren, işçiye, onu fiilen çalıştırdığı süre kadar ücret ödeyeceği (işi tamamen durdurursa hiçbir ücret ödemeyeceği), haftalık çalışma süresinin geri kalan kısmı için herhangi bir ücret ödemeyeceği gibi, bu geri kalan süre için işçinin sigorta primlerini yatırma yükümlülüğünden de muaf olacaktır. “Kısa çalışma” başvurusu kabul edilen işveren gelir vergisi de vermeyecektir. Önemli bir başka avantajı da işe iade davalarına ilişkin olarak kazanmaktadır: İşyerinin krizde olduğu resmen tescillenmiş olacağından, işçileri kapı dışarı ettiğinde işe iade davalarında büyük bir avantaj kazanmış olacaktır! Dahası da var. İşyerinin bu “imkân”dan faydalanabilmesi için, işçilerin işsizlik sigortasına hak kazanmış olması gerekiyor. Bu hususta getirilen koşullara çoğunlukla ancak büyük işyerlerinde çalışan işçilerin durumunun uygun olduğu düşünülürse, bu “kriz fırsatı”ndan çoğunlukla büyük kapitalistlerin faydalanabileceği ve böylelikle tekelleşme sürecinin hızlanacağı da açıktır. AKP hükümetinin tekelci sermayeye hizmetlerinin yeni bir örneği daha! Burjuvazinin saldırılarına göğüs gerebilmek için besbelli ki, sendika bürokratlarına karşı mücadeleyi daha da yükseltmek gerekiyor. Bunun yolunun işyerlerinde taban örgütlerini kurup geliştirmekten ve güçlendirmekten geçtiği apaçıktır. Bu sağlandığı ölçüde, işten atma saldırılarına grevle, işgalle ve direnişle başarıyla karşı koymak mümkün olacaktır. Bu doğrultuda, görev, işçi sınıfı devrimcilerini, enternasyonalist komünistleri bekliyor! Peki yasa işçiye ne sağlıyor? Sadece ve sadece altı ay daha işten atılmamayı. Kısaltılmış haftalık çalışma saatleri boyunca, kapitalistin işçileri eskisine göre çok daha hızlı bir tempoda çalışmaya zorlayacağı açık olduğuna göre, sömürü oranı artacak demektir. Buna rağmen işçinin eline geçen para ciddi ölçüde düşecek, haftalık çalışma süresinin fiilen çalıştırılmadığı geri kalan kısmı için işsizlik ödeneğine mahkûm olacaktır. Nitekim yasa gereğince bu zaman dilimi için, işçinin alacağı, asgari ücretin yüzde 60’ı ile yüzde 120’si arasında bir ücret olacaktır (son yapılan düzenlemeden önce bu oranlar yüzde 40 ile yüzde 80 idi). Tüm bunların anlamı, krizin faturasını kapitalistin ödememesidir. Başta işten atmalar olmak üzere krizin faturasını işçilere bindiren uygulamalara karşı mücadeleyi örgütlemek şöyle dursun böylesi bir mücadelenin önüne engel olarak dikilen sendika bürokratları, tam da bu noktada ortalama bir işçinin geri bilincine seslenerek, işten atılmaktansa daha düşük ücretlerle çalışmak yeğdir şeklinde konuşuyorlar. Oysa bu, gerçekliği çarpıtan ve teslimiyetçiliğin üstünü örten bir akıl yürütmedir. Çünkü “kısa çalışma” ödeneği, sadece işçi işsizlik ödeneği almayı zaten hak etmişse geçerli olacaktır, kapitalist ya da onun devleti tarafından değil bizzat İşsizlik Sigortası Fonu tarafından ödenecektir ve üstelik belli durumlarda işçinin alacağı bu
marksist tutum
ödeneğin miktarı ve süresi işten atıldığında alacağı işsizlik sigortası ödeneğinden düşülecektir. Dahası da var, kapitalistin ödemekten muaf tutulduğu sağlık sigortası vb. primleri de yine bu Fonun sırtına yıkılmaktadır! Peki bu Fon kimindir, kime aittir, kimin parasıyla oluşturulmuştur? İşçinin! Yani kısa çalışma ödeneği diye işçiye verilen para işçinin zaten kendi parasıdır, onun önceden birikmiş emeğidir! Özetle bu uygulamayla krizin faturası tümüyle işçi sınıfının sırtına bindirilmektedir.
Sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükseltelim! “Kısa çalışma” uygulaması, krizin faturasını işçilere bindirmenin yöntemlerinden biridir. Böylelikle kapitalistler işçinin birikmiş fonlarının desteğiyle kriz dönemini atlatmaya çalışmakta, ama sanki işçilere büyük bir lütuf bahşetmiş pozlarına girerek, işçi sınıfının krize karşı öfkesini yatıştırmaya, onu oyalamaya çabalamaktadırlar. Bu uygulamayla, hükümetin açıklamasına göre 2009 başından bu yana 203 bin işçiye kısa çalışma ödeneği ödenmiştir. Bu yılın ilk aylarıyla birlikte, geçen yıl kısa çalışma yağmasından yararlanan işyerleri ardı ardına işçi çıkarmaya başlamıştır. Öyle görünüyor ki bu işten çıkarma saldırısı hızlanarak devam edecektir. Daha şimdiden bazı fabrikalarda (Tariş, Akkardan vb.) yaşanan direnişler bu kapsamda ortaya çıkmıştır ve belli ki bu saldırının arkası gelecektir. Buna yeni özelleştirme paketleriyle işten atılacak on binlerce işçiyi de ekleyelim. Yüz binlerce sanayi işçisinin işten atılma saldırısıyla karşı karşıya kalmasıdır sözkonusu olan. Peki sendikalar bu gelişen ve büyüyecek olan saldırıya karşı koymak için hazırlık yapıyorlar mı? Ne yazık ki hayır! Sendika bürokratları, bıraktık yeni saldırılara karşı hazırlık yürütmeyi, varolan mücadele ve direnişleri bile sahiplenmekten uzak duruyorlar. Onlar kendilerini, burjuvazinin iki kanadı arasındaki çatışmada nereye konumlandıracaklarının, hangi konumun kendi koltukları için daha avantajlı olacağının hesabını yapmakla meşguller. Statükocu burjuvazinin peşine takılan sendika bürokratları, yeni bir mücadele yolu keşfettiler: yüksek yargı organlarına dilekçe vermek! Sınıf mücadelesinin, alanları doldurmanın, işyerlerinde şalterleri indirmenin yerine yeni moda “mücadele”nin yolu adliye koridorlarından geçiyor. Burjuvazinin bu saldırılarına göğüs gerebilmek için besbelli ki, sendika bürokratlarına karşı mücadeleyi daha da yükseltmek gerekiyor. Bunun yolunun işyerlerinde taban örgütlerini kurup geliştirmekten ve güçlendirmekten geçtiği apaçıktır. Bu sağlandığı ölçüde, işten atma saldırılarına grevle, işgalle ve direnişle başarıyla karşı koymak mümkün olacaktır. Bu doğrultuda, görev, işçi sınıfı devrimcilerini, enternasyonalist komünistleri bekliyor!
7
Tekel Direnişi ve İşçi Sınıfı Temelinden Yoksun Devrimcilik Selim Fuat
İşçilerin kendiliğinden hareketleri bile tüm sınırlarına rağmen muazzam etkiler yaratma potansiyelini içinde barındırır. Bu yüzden işçi sınıfının burjuvazinin saldırıları karşısında göstereceği mücadeleci tutumlar, toplumun ruh halini kısa sürede dönüştürme gücüne sahiptir. İşçi sınıfından başka hiçbir toplumsal kesimin sahip olmadığı bu kudret, Tekel direnişi sırasında da kendini hissettirmiş, işçilerin mücadelesinin yarattığı sarsıntılar solu bir bütün olarak kendi eksenine çekmiştir. Solun işçi sınıfının toplumsal etkisini hatırlaması, onun mücadelesine katılması elbette önemli ve olumludur. Ne var ki bu hatırlama, ya da genç devrimciler için sınıfı keşfetme, solun önemli ağırlığının küçük-burjuva doğası yüzünden işçi sınıfı devrimciliğine yönelimle beraber ilerlememiştir. Bu yüzden bu olumlu temasın kalıcı etkileri olacağından söz etmek zordur.
8
H
ükümet tarafından, çalıştıkları işyerlerinin özelleştirilmesi sırasında ve sonrasında “korkmayın hakkınızı vereceğiz, sizi mağdur etmeyeceğiz” sözleriyle uyutulan, ancak verilecek “hak”kın kıdem tazminatları ve 4/C statüsünden öte bir şey olmadığını anlayan Tekel işçileri, 15 Aralıkta yüzlerce otobüsle Ankara’ya gelmişlerdi. O gün AKP genel merkezi önünde başlayan, ardından işçilerin Abdi İpekçi Parkına sürülmesi ve orada da alabildiğine sert bir polis müdahalesine maruz kalmasıyla devam eden süreç, kısa sürede ülkenin en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Hükümet, işçilerin talepleri karşısında verdiği tavizsiz görüntü ve Tekel işçilerine reva gördüğü muamele üzerinden mesajını net biçimde ortaya koyuyordu. Açıkça, kamuda çalışan işçilerin de yeri işçi sınıfının büyük çoğunluğunun, güvencesiz, düşük ücretli, örgütsüz çalışanların yanıdır diyordu. Bu net tavır ve açık saldırı karşısında önce dağılan, ardından mücadeleci işçilerin iradesiyle Türk-İş genel merkezi önünde toplanan Tekel İşçileri de buna karşı direnme yolunu seçiyordu. Tekel işçilerinin Türk-İş genel merkezi önünde 78 gün sürecek bu direnişinin işçi sınıfı üzerinde olduğu gibi özel olarak sol üzerinde de önemli etkileri oldu. İşçi sınıfının devrimci potansiyelini neredeyse yok sayan, onun gücüne inanmayan ve sınıf temeline dayanmayan alternatif politikalar geliştirmeye meyleden küçük-burjuva sol, işçi sınıfının dönüştürücü kapasitesini bu direniş vesilesiyle bir kez daha hatırladı. İşçi sınıfının içinde yaşadığı nesnel koşulların ürünü olan mücadeleye atılma, sınıf kardeşleriyle dayanışma gibi potansiyel olumlu özelliklerin açığa çıkması, küçük-burjuva solu da Tekel işçilerine desteğe ve yapa-
sayı: 61 • Nisan 2010
bildiği ölçüde birlikte mücadele etmeye yöneltti. İşçilerin kendiliğinden hareketleri bile tüm sınırlarına rağmen muazzam etkiler yaratma potansiyelini içinde barındırır. Bu yüzden işçi sınıfının burjuvazinin saldırıları karşısında göstereceği mücadeleci tutumlar, toplumun ruh halini kısa sürede dönüştürme gücüne sahiptir. İşçi sınıfından başka hiçbir toplumsal kesimin sahip olmadığı bu kudret, Tekel direnişi sırasında da kendini hissettirmiş, işçilerin mücadelesinin yarattığı sarsıntılar solu bir bütün olarak kendi eksenine çekmiştir. Tekel direnişi sayesinde işçi sınıfının devrimci, dönüştürücü potansiyelinin ve sınıfın eyleminin toplumsal atmosferi değiştirme gücünün bir kez daha açığa çıkmasıyla, reformistinden küçükburjuva radikaline pek çok değişik çizgiden sol örgütün militanı, aktivisti, direniş boyunca Tekel işçileri ile birlikte olmuş, deyim yerindeyse onlarla yatıp, onlarla kalkmıştır. Solun işçi sınıfının toplumsal etkisini hatırlaması, onun mücadelesine katılması elbette önemli ve olumludur. Sol örgütlerin genç militanlarının çoğunluğu mücadele eden işçi sınıfıyla ilk defa bu ölçüde yan yana gelmiştir. Ne var ki bu hatırlama, ya da genç devrimciler için sınıfı keşfetme, solun önemli ağırlığının küçük-burjuva doğası yüzünden işçi sınıfı devrimciliğine yönelimle beraber ilerlememiştir. Bu yüzden bu olumlu temasın kalıcı etkileri olacağından söz etmek zordur. Nitekim Danıştay’ın kararını bahane ederek işçileri evlerine güle oynaya göndermeyi beceren sendika bürokrasisinin marifetiyle tavsayan direnişin dağılma eğilimlerinin kuvvetlenmesiyle birlikte, hatırlananlar aynı süratle unutulmaya başlanmıştır. Sınıfla sadece Sakarya Caddesinde buluşanların büyük çoğunluğu kendi yaşamlarına, işçilerse kendi koşullarına dönmüştür. İşçi sınıfı temelinden yoksun biçimde mücadelelerini sürdürenler için geride yıllarca anlatılacak hoş anılardan başka bir şey kalmamıştır. Türkiye’deki solun büyük bölümünün işçi sınıfının devrimci potansiyelini ve tarihsel rolünü unutmuşluğu ve Tekel direnişi sırasında bunları eğreti ve geçici biçimde hatırlaması, bu kesimlerin yol aldığı mecranın ne denli sorunlu olduğunu net bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Küçük-burjuva solun sınıfa yabancılığı İşçi sınıfının öncü unsurlarını örgütlemek, bunların politik ve örgütsel gelişimlerini sağlamak için işçi bölgelerinde, fabrikalarda çalışmalar yürütmek yönünde mesai harcamayanların, sınıf mücadelesindeki hareketlenmelere de ciddi bir katkı sunmaları elbette beklenmemeli. Nitekim işçi sınıfı temelinden ve sınıfın bağımsız siyasetinden uzak anlayışlar, Tekel direnişi somutunda da işçi sınıfına yabancılıklarını yol yordam bilmezlikleriyle defalarca göstermişlerdir. Evlerini açtıkları işçilere, başka konu kalmamış gibi, ısrarla evrim teorisini anlatma, yersiz ateizm propagandası yapma gibi pek çok sorunlu tutum ne yazık ki istisna olmamıştır. Bu aslında sınıf terbiyesinden
marksist tutum
geçmemiş tipik bir öğrenci tavrıdır. İşçilere dışarıdan bilinç taşımayı karikatürleştiren bu tavırlar, elbette işçiler nezdinde itibar görmemiş, çoğunlukla suskunlukla karşılansa da genelde işçilerin bu tavırları gösterenlerden uzaklaşmalarıyla sonuçlanmıştır. Sınıf temelinden uzak küçük-burjuva solun militanlarının işçilere dönük konuşmalarında bol bol altından kalkamayacakları, arkasında duramayacakları, çoğunlukla da sınıfın mücadele geleneğinden uzak içeriklere sahip planlar üretmeleri, akıllar vermeleri, öğütlerde bulunmaları da Tekel direnişinde ne yazık ki yaygın rastlanan bir durum olmuştur. Gerçek anlamda sınıf mücadelesinin somut deneyimlerine tanık olmamış ve bu mücadelelerde yapılacak yanlış yönlendirmelerin acı sonuçlarının farkında olmayanların akıllarına gelenleri çocuksu bir özgüvenle pervasızca ortaya dökebilmeleri, olgunlaşmamanın açık göstergesidir. Amatörlükten ya da küçük-burjuvaca bir sorumsuzluk duygusundan kaynaklanan bu tutumlar pek çok başka işçi direnişinde olduğu gibi Tekel direnişinde de, işçilerin sosyalistlerin propagandalarına ilgisini ve bu propagandalara verdiği değeri azaltmıştır. Bu tutumun tam tersi tavırlar da, yani işçilerin mücadelesine güzellemeler düzmenin ötesine geçmeyen, işçi boş, zaten direnişte olan işçilere dönük “mücadele etmek lazım” gibi anlamsız apolitik söylemler de işçileri zamanla bu tutumlara karşı kayıtsız kalmaya yöneltmiştir. Türkiye’deki solun büyük bölümünün işçi sınıfının devrimci potansiyelini ve tarihsel rolünü unutmuşluğu ve Tekel direnişi sırasında bunları eğreti ve geçici biçimde hatırlaması, bu kesimlerin yol aldığı mecranın ne denli sorunlu olduğunu net bir biçimde gözler önüne sermektedir. İşçileri öğrenmeye alabildiğine açık hale getiren direnişin sıcak atmosferinde sınıf mücadelesinin temel unsurlarını kavramalarını sağlamaları için çalışmalar yürütmek, kendi durumlarını tüm yönleriyle tartışmalarını sağlayarak bu doğrultuda adımlar attırmak da ne yazık ki küçükburjuva solun ilgi alanının dışında kalmıştır. Çünkü söylemi ne olursa olsun bu kesimler böylesi bir perspektifte sahip olmaktan çok uzaktır. Bunun yerine işçilerin sorunlarından hareket ediyormuş gibi görünse de daha çok solun kendi sekter gündemine yaslanan, işçilerin dilinden konuşmayan ve dertlerini kavrayamayan içeriklerle dolu pek çok etkinlik düzenlenmiştir. Sınıfa yabancı böylesi çevrelerin üstelik reklâmcı bir rekabet anlayışıyla yürüttükleri bu faaliyetlerden sıdkı sıyrılan işçiler, böylesi çalışmalara genellikle uzak durmuş, zamanla da büyük oranda kayıtsız kalmışlardır. Sınıfa yabancı, gelişmelerin seyrini yorumlamaktan uzak anlayışların Tekel direnişine yönelik tavırlarına sinen
9
Nisan 2010 • sayı: 61
marksist tutum
bir başka sorunlu yön de sürece ilişkin abartılı yaklaşımları olmuştur. Tekel direnişini 15-16 Haziran genel direnişi ile eş düzeyde bir sınıf hareketi olarak görecek kadar gerçeklikten kopabilenlerin Tekel işçilerinin mücadelesine yönelik gösterdikleri abartılı kavrayışlar, en hafif tabirle çocuksuluktan başka bir şey değildir. “Kahraman Tekel işçileri” edebiyatıyla işçilerin bu kendiliğinden eylemine bünyesinde barındırdığı önemli eksiklikleri göz ardı ederek boyundan büyük anlamlar yükleyen ve ondan çok şey bekleyenlerin hayal kırıklıkları da haliyle beklentileri gibi büyük olacaktır. İşçilerin kapitalist düzenin doğurduğu herhangi bir soruna karşı kendiliğinden gösterdikleri tepkiler ve bu doğrultuda yürüttükleri mücadelelerin önemi açıktır. İşçilerin düzene karşı birlikte mücadelenin önemini hissetmeye başladıklarını bu gayretler ortaya koyar. Devrimci bilinç ve örgütlülük de ancak bu nesnellikte yaygın ölçüde kök salmaya başlayabilir. Sınıfın mücadeledeki böylesi adımlarına bu yüzden işçi sınıfı devrimcileri kayıtsız kalamazlar. Ancak devrimcilerin görevinin başladığı yer de tam burasıdır. Sınıfın kendiliğinden eylemlerini yeterli gören ve sınıf devrimcilerinin dönüştürücü çabası olmadan sonuç alınabileceğini düşünenler, devrimci görevlerini daha henüz kavrayamamış olanlardır. Devrimcilerin örgütlü müdahalesi olmadan kendiliğinden eylemlerin kalıcı kazanımlar elde etmesi mümkün olmamıştır. Tekel direnişinde de sınıf mücadelesinin bu temel kuralı değişmemiştir. Üstelik sağduyu ile bakıldığında da görülecektir ki, Tekel direnişi 15-16 Haziran gibi yükselen bir sınıf hareketinin zirvesi olarak gerçekleşen ve bir bütün olarak burjuvaziye korku salan bir kendiliğinden hareketin çok uzağındadır. Devrimcilerin örgütlü müdahalesi olmadan kendiliğinden eylemlerin kalıcı kazanımlar elde etmesi mümkün olmamıştır. Tekel direnişinde de sınıf mücadelesinin bu temel kuralı değişmemiştir. Üstelik sağduyu ile bakıldığında da görülecektir ki, Tekel direnişi 15-16 Haziran gibi yükselen bir sınıf hareketinin zirvesi olarak gerçekleşen ve bir bütün olarak burjuvaziye korku salan bir kendiliğinden hareketin çok uzağındadır. Tekel direnişine abartılı bir önem atfedenlerin direnişteki işçilere yönelik söylemleri de bu tavırlarıyla tutarlı olarak alabildiğine pohpohlayıcı ve yüzeysel bir övgüyle dolu olmuştur. İşçilere, sürecin başından beri sergilenen eksiklikler, direniş sırasında gerek sendika bürokratlarına gerek burjuva parti temsilcilerine karşı takınılan yanlış tutumlar uygun bir dille anlatılacağına, işçilerin moralini bozmamak bahanesiyle çoğunlukla bu öğretici açıklıktan kaçınılmıştır. İşçilerin moralini şarkılar, halaylar, sloganlarla yükseltmek yetmez; bunun için asıl olarak bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmek gerekir. Birlik duygusunun yüksel-
10
mesi, amaçlarını gerçekleştirmeleri için gerçekten katkılar sağlayan dayanışmanın örgütlenmesi ve mücadelenin temel unsurlarının tartışılması ve öğrenilmesi ile perçinlenecek moralin sağlayacağı ilerlemenin yerini başka hiçbir şey alamaz. İşçi sınıfı temelinde mücadele eden devrimcilere de normal olarak bu görevleri yerine getirmek düşer. Ne var ki direniş boyunca ve eylemin kritik dönemeçlerinde solun büyük çoğunluğu bu sorumluluğu yerine getirememiş, işin kolayına kaçmıştır. Sendikaların Türkiye genelinden işyeri temsilcilerini Tekel işçileri ile dayanışmak için Ankara’ya getirdiği 20 Şubatta, Tekel işçileri kaderlerinin Danıştay kararına kaldığını düşünüp karamsarlığa kapılırken, sendika bürokratları işyeri temsilcilerini barlarda abluka altına almaktaydı. Küçük-burjuva solsa zafer havası estiriyordu.
Küçük-burjuva solun işçi sınıfı siyasetinden uzaklığı Tekel direnişinin çizgisini ve kaderini belirleyen temel unsurlar, sendika bürokrasisi ve onunla kol kola işçilerin çevrelerini saran reformist sol örgütlenmeler oldu. Burjuvazinin işçi sınıfı örgütleri içindeki ajanları pozisyonundaki sendika bürokratlarının oynadıkları rol bir yana, reformist sol da direnişin burjuvazinin çizdiği sınırlara hapsolmasına, enerjisinin ve gücünün zayıflamasına, bürokratlarla kol kola hizmet etmiştir. TKP’sinden Halkevleri’ne reformist örgütler sendika bürokratlarının bir kesimine güzellemeler düzmüş, onların işçiler nezdinde itibar kaybetmelerinin önüne geçmiş, devrimcileri ise burjuva bir ağızla “marjinaller” diye nitelendirmekte bir beis görmemişlerdir. Mustafa Türkel’in statükocu burjuva kesimlerin desteğini alarak yürüttüğü Türk-İş Başkanlığı yarışı neticesinde kendilerine düşeceğini umdukları ikbalin hevesiyle, var güçleriyle Tek Gıda-İş bürokrasisinin değirmenine su taşımışlardır. Halkevleri örgütlenme sekreterinin web sitelerinde yazdığı yazıdaki ifadeler, bürokrasi kuyrukçuluğunu ayan beyan gözler önüne sermektedir: “Bulunduğumuz çadırı Tek Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel’in «işçiler buradan eğitim alıyorlar siz buranın adını üniversite koyun» önerisi üzerine çadırımızı Tekel-Halk Üniversitesi ilan ettik ve üniversite hocalarına ders verdirdik… Başkanların Tek Gıda-İş’i ziyaretinde Türkel, «Konfederasyonlar Halkevleri’nin onda birini yapsaydı bu direniş başarıya ulaşırdı» diye eleştirdi… Bu arada Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel’in, Genel Başkanı AKP’li Türk-İş başta olmak üzere, solu ve diğer dinamikleri direnişin destek kuvveti olarak değerlendirmesindeki başarısı da vurgulanmalı. Bu tutumu solun direnişle ilişki kurmasını, dolayısıyla iç rahatlığıyla desteklemesini olanaklı kılmış ya da kolaylaştırmıştır.” İşçi sınıfı siyasetinden uzak reformist küçük-burjuva siyaset yürütenler çeşitli telkinlerle işçileri sendika bürokrasisinin peşinden gitmeye teşvik ederken, yine Tek Gıda-İş
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Tekel direnişi vesilesiyle bir kez daha görülmüştür ki, işçi sınıfı mücadele etmeye yatkın ve hazırdır. Ne var ki, işçi sınıfı temelinde devrimci çalışma yürüten devrimcilerin örgütlülüğünün henüz yeterince güçlü olmadığı koşullarda, işçilerin ileri atılımları sendika bürokratlarının, reformist ve küçük-burjuva temelli siyaset yapan grupların elinde heder olmaya mahkûmdur. Tekel örneğinde bu gerçek bir kez daha yaşanmıştır. bürokratları nezdinde itibar gören TKP de tümüyle AKP karşıtlığına yaslanan çizgide siyaset yapıp, işçilerin zihnini statükocu burjuva kesimlerin ideolojisi ile yoğuruyordu. İşçileri sendika bürokrasisinin çizgisinden kopmamaya çağıran bildiriler dağıtan TKP, işçilerin Türk-İş yönetimine olan haklı öfkesinin Tek Gıda-İş yönetimiyle ilgisini silikleştirerek zaten var olan AKP’ye karşı öfkeyle birleştirmekle yetiniyor ve işçilerin bakışını bu çerçeveye hapsetmeye uğraşıyordu. İşçilerin başlarına gelen sorunların bütün kaynağını AKP’de gören, diğer burjuva partileri ise kendilerinin destekleyicisiymiş gibi algılayan yanlış bilinci perçinleyen bu propagandada TKP’nin başarılı olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Nitekim dar AKP karşıtlığı temelinde politika yapan grupların içerisinde en büyüğü olan TKP, direnişi sürükleyen temel dinamik olan Kürt işçiler dışında kalan işçilerin bir bölümü nezdinde itibar görmüş durumda. Devrimci proleter bir çerçeveye oturmayan ABD ve “gericilik” karşıtlığı, devletçilik savunusu üzerinden geliştirilen politik dil ile işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarından çok uzak bir siyasi çizgi izleyen TKP, Kemalizmin ve “cumhuriyetin kazanımları” savunusu ile İzmir, Adana gibi illerden gelen kimi işçiler üzerinde etki kurabilirken, Kürt işçilerinse tepkisini çekmiştir. Yani burjuvazinin statükocu kesiminin çıkarlarıyla uyumlu bu tarz-ı siyaset de Tekel işçilerinin bölünmesine, sendika bürokrasisinin hâkimiyetinin artmasına ve direnişin tavsamasına hizmet etmiştir.
Bağımsız militan sınıf çizgisini güçlendirmek için ileri! Tekel direnişinin yarattığı sarsıntının etkileri bir süre daha devam edecek olsa da, işçi sınıfının mücadele potansiyelini ve bunun toplumun ruh halini değiştirme gücünü tüm açıklığıyla ortaya koyan bu direniş, sendika bürokra-
sisi ve reformistlerin elbirliğiyle kendi olanaklarını büyük ölçüde tüketmiş, gerilemiştir. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü yeterli güce ulaşmadığı sürece de bu durum mukadderdir. Tekel direnişi vesilesiyle bir kez daha görülmüştür ki, işçi sınıfı mücadele etmeye yatkın ve hazırdır. Ne var ki, işçi sınıfı temelinde devrimci çalışma yürüten devrimcilerin örgütlülüğünün henüz yeterince güçlü olmadığı koşullarda, işçilerin ileri atılımları sendika bürokratlarının, reformist ve küçük-burjuva temelli siyaset yapan grupların elinde heder olmaya mahkûmdur. Tekel örneğinde bu gerçek bir kez daha yaşanmıştır. İşçilerin yarattığı sarsıntıyla solun geniş kesimlerinin işçi sınıfını hatırlaması ve her türlü yanlışına rağmen işçilerin direnişine katılması olumludur. Ancak bu durumun çoğunluk için geçici bir heves olacağı ve işçi sınıfını gündemlerine aldıkları hızla gündemlerinden düşüreceklerini unutmamak gerekir. Bu kesimlerin dürüst ve henüz örselenmemiş genç militanlarına hatırlatmamız gereken şey, önemli olanın Tekel ve benzeri direnişlere geçici heyecanlarla yaklaşmak değil, devrimci sınıf bilinciyle işçi sınıfı içerisinde sürekli ve uzun soluklu bir çalışmayı gerçekleştirmek olduğudur. İşçi sınıfı içerisinde yani işyerlerinde, işçi bölgelerinde örgütlenmek, işçileri harekete geçirecek ve mücadele içerisinde gelişmelerini sağlayacak çok boyutlu çalışmaları sürdürmek aslolandır. İşçi sınıfının gerçek anlamda ileri atılımı bu çabaların ürünü olacaktır. Bu yüzden küçük-burjuva sol Tekel direnişinin ardından işçi sınıfına ilgisini kaybedip farklı rüzgârların etkisine kapılacak olsa da, işçi sınıfı devrimcileri inatla bu yöndeki çabalarını yoğunlaştıracak ve bu çabalara taze soluklar ekleyecektir. Kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmenin ve kazanmanın başka bir yolu yoktur.
11
Anayasa Paketi ve Statükocu Hezeyanlar Levent Toprak
Marksistler anayasa paketine burjuva düzen cephesindeki kapışmanın çerçevesi içinden değil, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları perspektifinden bakarlar. Bu pakette işçi sınıfının ve ezilen toplum kesimlerinin konumunu kötüleştiren bir düzenleme yoktur. Aksine demokratik hak ve özgürlükler bakımından sınırlı da olsa bir iyileşme vardır. Yargı ile ilgili değişiklikler ise esasen egemen sınıf içi çatışma ve dengelerle ilgilidir. İşçi sınıfı açısından burjuva yargının sınıfsal bir tarafsızlığı ya da bağımsızlığı söz konusu olmadığından, burada yapılan değişiklikler herhangi bir kötüleşme anlamına gelmemektedir. Bu yargının sınıfsal meşrebi ve sicili malûmdur. Yargı erki üzerinde şimdiye dek burjuvazinin belli bir kesiminin etkisi hâkimken, şimdi yapılmak istenen aslında burjuvazinin farklı kesimlerinin de bu etkiye ortak olmak istemesidir. Bunu sözde “yargı bağımsızlığı”nın ortadan kaldırılması ya da “faşizm geliyor” gibi demagojilerle pazarlamak solun işi olamaz.
12
H
ükümetin yeni anayasa değişikliği paketini gündeme getirmesiyle birlikte egemen sınıf içi çatışma bir kez daha kriz noktasına gelmiş durumda. Hükümetin geri adım atmaması halinde 2007’deki gerilimli seçim ve referandum sürecine benzer bir durumun oluşacağını tahmin etmek zor değil. AKP’nin yüksek yargıya ilişkin öngörülen düzenlemelerde geri adım atmaması halinde, aşağı yukarı tüm olasılıkların ülkenin bir seçim düzlemine girmesi anlamına geldiğini de görmek gerekiyor. Dolayısıyla politizasyonun artacağı bir sürece girildiği aşikâr. İster sadece referandumla sınırlı kalsın, ister onu takiben bir erken seçim de buna eklensin, bu sürece ilişkin sağlıklı bir sınıf perspektifi ortaya koymak kaçınılmaz bir gereklilik. Meseleye birkaç yönden yaklaşmak netlik bakımından yararlı olacaktır. Birincisi, gündeme getirilen bu anayasa değişikliğinin ardındaki gerçek motivasyonların ve bu temelde alevlenen tartışmanın karşılıklı taraflarının ileri sürdüğü iddiaların içyüzünün ortaya konmasıdır. İkincisi, bu tartışmada havada uçuşan ve hikmetinden sual olunmazmış gibi sunulan birtakım kavramlara Marksizmin yaklaşımıdır. Üçüncüsü ise, bugünkü somutlukta söz konusu anayasa paketi sorununda işçi sınıfının genel demokratik çıkarları bakımından nasıl bir yaklaşım benimsenmeli sorunudur.
Paketin sebebi ve çatışmanın doğası AKP’nin bu paketi “ülkedeki demokratik standartları yükseltmek için” getirdiğini propaganda ettiği malûm. Oysa ne getirip ne götürdüğünden bağımsız olarak, paketin iki temel motivasyonla gündeme getirildiği aşikârdır. Birincisi AKP hakkında pişirilmekte olan yeni bir kapatma davasının önünü kesmek, ikincisi de Ergenekon davaları aracılığıyla yürütülmekte olan tasfiye sürecini tıkayan statükocu-Kemalist yargı bariyerlerini kırmak. Paketin burjuva düzen cephesi açısından özünü bu hususlardaki düzenlemeler oluşturmaktadır. Zaten burjuva çevrelerde ve medyada yürüyen hararetli tartışmaların da bu hususlara
sayı: 61 • Nisan 2010
odaklanmış olması bunu açıkça göstermektedir. Getirilen pakete bütünsel olarak bakıldığında, öngörülen düzenlemelerin kabaca iki gruba ayrılabileceği görülüyor. Birinci grupta esasen yargı alanına ilişkin değişiklikler ile parti kapatmaya ilişkin değişiklikler yer alırken, ikinci grupta ise esasen yurttaş hak ve özgürlükleri alanına ilişkin bazı düzenlemeler yer alıyor. Biraz daha somutlayacak olursak, birinci grup maddeler Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) üye sayısı, bileşimi ve seçim usullerine ilişkin düzenlemeleri, Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılmasını, ordu komuta kademesinin Yüce Divan’da yargılanabilir hale getirilmesini, askeri mahkemelerin yargılama yetkilerini kısıtlayan düzenlemeleri, parti kapatmanın zorlaştırılmasını ve siyasi yasakların azaltılmasını içermekte. İkinci grupta yer alan değişiklikler ise, önemli bazı grev yasaklarının (siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev gibi) kalkması, memurlara ve emeklilere “toplu sözleşme” hakkının tanınması, yurt dışına çıkış kısıtlamasının daraltılması, kadınlar ve yaşlı, çocuk ve engelliler için getirilebilecek pozitif ayrımcı uygulamalara anayasal zemin sağlanması gibi bazı hak ve özgürlükleri bir ölçüde genişleten düzenlemeleri içeriyor. Bunların dışında kaldığını söyleyebileceğimiz ve “sürpriz” diye sunulan bir maddeyi ise, Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılması suretiyle, faşist 12 Eylül darbecilerine yargılama yolunun açılmasını sağlayan düzenleme oluşturuyor. Hiç kuşkusuz, AKP için ikinci gruba giren düzenlemeler ile 12 Eylülcülere ilişkin düzenleme, düzen muhalefetinin salvolarını etkisizleştirmek ve paketin toplumda kabul edilebilirliğini arttırmak için eklenmiş çeşnilerden ibarettir. İşçi sınıfı için en dikkate değer olabilecek memurlara ilişkin düzenlemenin bile aldatmaca niteliğinde olması, yani grevsiz bir toplu sözleşmenin getirilmesi, AKP’nin demokrasi sevdasının boyutlarını göstermeye fazlasıyla yeter. Bu bahiste, pek çok sendikal kısıtlamalara, söz, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü bağlamındaki yasak ve kısıtlamalara, seçim barajı gibi temel demokratikleşme başlıklarına el bile atılmamış olmasını saymaya bile gerek yok. Aynı şekilde, temel demokratik sorunlardan biri olan Kürt sorununun çözümüne yönelik demokratik düzenlemelerin getirilmemesi de öyle. Asıl olan AKP için bir beka sorunu anlamı kazanmış olan birinci grup düzenlemelerdir. Bu kapsamdaki, parti kapatmanın zorlaştırılması ve bu davalara bakan Anayasa Mahkemesine ilişkin düzenlemeler izah gerektirmiyor. Bu şüphesiz AKP’nin kendi kapatılma endişesinden kaynaklanan, ama son tahlilde olumlu bir adım olmuştur. Ancak AKP’nin, bu tür durumlarda hep yaptığı gibi, işi yine topal, güdük bir şekle sokmaktan geri durmadığını belirtmeden geçmemek gerekiyor. Düzenleme, parti kapatma davası açma gerekçelerini içerik yönünden ortadan kaldırmak ya da ciddi anlamda daraltmak yerine, yalnızca hukuksal prosedürü teknik bakımdan zorlaştırmakla yetin-
marksist tutum
mektedir. Diğer düzenlemeler ise yine AKP için bir beka sorunu anlamına gelen Ergenekon davaları bağlamındadır. AKP’yi hedef alan darbeci teşebbüs ve yapılanmalara yönelik Ergenekon süreci henüz bir sonuca vardırılamamıştır ve statükocu-darbeci güçlerin bu süreci baltalamada bir tür ana üs olarak kullandıkları kurumlar, HSYK başta olmak üzere yüksek yargı organlarıdır. Ergenekon sürecinin akamete uğraması AKP (ve Fethullah Gülenciler) için neresinden bakılırsa bakılsın ciddi bir risktir. O nedenle hükümet hiç de demokratik saiklerle değil, savunma refleksiyle, bu tür başlarına buyruk kapalı devre kast yapılarını hedef alan bir hamleye soyunmuştur. Dolayısıyla, yeri gelmişken belirtelim ki, AKP’nin tüm bunları “işsizlik ve yoksulluk gibi memleketin onca sorunu varken gündem saptırmak için” ortaya getirdiği iddialarının bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu vesileyle gündemin buraya odaklandığı ve AKP’nin bu yönden bir fayda sağladığı muhakkaktır, ama konuyu bunun için gündeme getirdiğini söylemek demagojik bir hedef şaşırtmadır. Bu iddiaları ortaya süren statükocu partilerin ve medyanın işsizlik ve yoksulluk gibi sorunları dert edinmenin uzağından yakınından geçmeyen riyakârlar olduğu açıktır. AKP’nin anayasa değişikliğine soyunması ve bunu referanduma götürmesi olasılığı karşısında ciddi bir paniğe kapılan statükocu burjuva cephenin savları ise ayrı bir yalan ve aldatmaca yumağı oluşturuyor. Bu kesim büyük bir paniğe kapılmış durumdadır. Ayrıcalıklarının ve düzen
13
marksist tutum
çerçevesi içinde sahip oldukları ağırlığın azalması anlamına gelen bu değişikliklere ölümüne karşı çıkıyor ve yaygarayı koparıyorlar. Ağızlarına doladıkları argümanlar ise “yargının siyasallaştırılması”, “yargı bağımsızlığını yok etme girişimi”, “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” gibi hususlardan oluşmakta. Paket dolayısıyla yaşanan tartışmalara bakıldığında hükümet karşısında geniş bir cephenin oluştuğu ve hükümetin siyasal düzlemde önemli oranda tek başına kaldığı görülüyor. Hükümet karşıtı cephe esas olarak birinci grup düzenlemeler ve yukarıda belirtilen savlar temelinde oluşmuş durumda. Daha referandum savaşları aşamasına bile gelinmeden, yargı kastının tepelerinden son perdeden felâket tellâllığı yapılmaya başlandı. Meselâ HSYK başkanvekili zat, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığının sözde zedelenmesi dolayısıyla “devletin temeli, çatısı çöküyor” diye feryat ediyor. Bu jüristokrat kastın kendi kapalı devre sistemlerinin sarsılmasını “devletin çöküşü” olarak sunmaları tabii gülünç ve zavallıca. Devletin direğinin, ne yazık ki, yıkıldığı filan yok. Ama eğer söz konusu anayasa değişiklikleri gerçekleşirse, gerici statükocu kesimin önemli dayanaklarından birinin hasar alacağı kesin. Bırakalım bunun için açık ve gizli Kemalistler dövünsünler. İşçilerin, emekçilerin, proleter devrimcilerin üzülecekleri çok bir şey bulunmuyor. Bu yargı işçilerin, devrimcilerin, Kürtlerin, gayrimüslim azınlıkların, kadınların, her türden düzen muhalifinin ve aykırı yaşam sahibinin tescilli bir düşmanıdır. Ciddi hiçbir hukuki dayanakları olmadan Denizleri, Erdal Erenleri idam ettiren bu yargıdır. Sınıf mücadelesinde şehit verilen nice insanımızı katledenlerin davalarını zaman aşımına uğratan, suçluları gözden saklayan, cezalandırmayan ya da göstermelik cezalarla aklayan yargı bu yargıdır. Kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı gibi kavramlara gelecek olursak, bu kavramlar statükocu burjuva odakların ideolojik kampanyalarında son dönem ağırlık verdikleri bir ana tema olarak “sivil faşizm” söylemiyle de sıkı sıkıya bağlantılı olduğu için özellikle dikkat çekicidir. Ancak bu kavramlar Marksistler açısından hikmetinden sual olunmaz kavramlar değildirler. Aksine birazdan göstermeye çalışacağımız gibi Marksizm bu kavramların ifade ettiği anti-demokratik yönleri ve ideolojik aldatmacayı açığa vurur. Önce, pek soylu bir direniş havası içindeki ve pek yüceltilen bu “bağımsız yargı”nın ne mene bir şey olduğu hakkında kısa bir değinme yapalım. Bu yargı işçilerin, devrimcilerin, Kürtlerin, gayrimüslim azınlıkların, kadınların, her türden düzen muhalifinin ve aykırı yaşam sahibinin tescilli bir düşmanıdır. Ciddi hiçbir hukuki dayanakları olmadan Denizleri, Erdal Erenleri idam ettiren bu yargıdır. Sınıf mücadelesinde şehit verilen nice insanımızı
14
Nisan 2010 • sayı: 61
katledenlerin davalarını zaman aşımına uğratan, suçluları gözden saklayan, cezalandırmayan ya da göstermelik cezalarla aklayan yargı bu yargıdır. Ordudan, MİT’ten vs. emir ve telkin alarak işini yürüten bu yargıdır. Yargıtay başkanının faşist çete reisi Alaattin Çakıcı dosyası vesilesiyle MİT ile içli dışlı ilişkilerinin gün yüzüne çıkmasının üzerinden ne kadar zaman geçti? Fakire, mazluma karşı ezelden beri zenginin güçlünün yanında olan bu yargıdır. Eskilerden kalma bir deyiş bunu ne güzel anlatır: Davacı zengin, davalı fakir ise, Davacının olur, nizalı [kavgalı] arsa. Davacı fakir, davalı zengin ise, Davalıda kalır nizalı arsa. Davacı da davalı da zengin ise, Aradan çekilir, özür diler yargıç. Davacı da davalı da fakir ise, İşte o zaman yerini bulur hak. Sınıflı toplumda ve hele de onun en yüksek aşaması olan kapitalist toplumda bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz etmek hiç de nazik olmayan sıfatları hak eder. Burjuva yargının genelde bağımsız ya da tarafsız olmaması bir yana Türkiye’deki yargının ayrıca olağanüstü biçimde keyfi olduğu, tartışılması bile abes olan bir gerçekliktir. Ve çok iyi bilinir ki, keyfilik despotizmin bir karakteristiğidir. Bu anlamda bugün Türkiye’deki yargının elinde son derece denetim dışı despotik bir güç olduğu açıktır. Öyle ki, HSYK, Yargıtay ve Danıştay, yani toplamı iki elin parmakları kadar insan, aşağı yukarı tamamen birbirlerinin üyelerini karşılıklı olarak seçiyorlar. Yani aslında tam bir kooptasyon söz konusu. Bugünkü bütün feryat figan, “yargı bağımsızlığı” teraneleri, işte bu mahreme çomak sokulmasından kaynaklanıyor. HSYK bıraktık yürütmenin karışmasını, aşağıdaki kıdemli hâkimlerin bile kendi üyelerinden bir kısmını seçmesini kabul etmiyor. Statükocu burjuva kesimlerin “yargı siyasallaştırılmak isteniyor” yaygarası da demagoji yumağının ayrı ipliğini oluşturuyor. Sanki yargı, hele de üst yargı siyasal ve ideolojik değilmiş gibi! Onların bu demagojisinin hakikatler dünyasına tercümesi şöyledir: yargıda ve özellikle de üst yargıda bizim statükocu Kemalist siyasetimizin ve ideolojimizin tekelci hegemonyasına dokunulmasın! Bu kesimlerin genel yaygarasının fikren en küçük bir tutarlılık ve dayanağının olmadığını da bilhassa vurgulamak gerekiyor. Bugün AKP’nin getirmek istediği düzenlemelerin, “yargı bağımsızlığı” ve “kuvvetler ayrılığı” denen ilkelerin somut ve evrensel norm niteliğindeki uygulamalarına aykırı hiçbir yönü bulunmamaktadır. Aksine, getirilmek istenen düzenlemeler, bu ilkelere dayandığı varsayılan burjuva demokrasisinin en gelişmiş ve köklü olduğu ülkelerde mevcut olan uygulamalar. Yani yüksek yargı organlarının üyeleri şu ya da bu derecede parlamento ve/veya yürütme tarafından belirleniyor. Statükocular ve sözcüleri bu hususu kararlı bir sessizlikle geçiştiriyorlar. Hiçbiri
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Jüristokrat kastın kendi kapalı devre sistemlerinin sarsılmasını “devletin çöküşü” olarak sunmaları gülünç ve zavallıcadır. Devletin direğinin, ne yazık ki, yıkıldığı filan yok. Ama eğer söz konusu anayasa değişiklikleri gerçekleşirse, gerici statükocu kesimin önemli dayanaklarından birinin hasar alacağı kesindir. kalkıp da bu ülkelerde yargı bağımsızlığı yok, kuvvetler ayrılığı yok demiyor, diyemiyor. Kaldı ki yüksek yargı üyelerinin şu anki seçilme yöntemleri şunun şurasında 1982 Anayasası’ndan beri yürürlüktedir. Bundan önce Türkiye’de meselâ “kuvvetler ayrılığı” ve “yargı bağımsızlığı” yok muydu? Onların çok sevdiği 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği ve yaklaşık 20 yıl yürürlükte kalan uygulamada bal gibi bunlar mevcuttu. Bunu da geçtik, bugün statükocu koronun parçası olan birçok kesim ve örgütün yaklaşık son 20 yıllık dönem içinde yaptığı yeni anayasa önerilerinde ya da ileri sürdükleri hukuk görüşlerinde bu tür değişikliklerin yer aldığı da biliniyor. Yani sözün kısası ortada tam bir riyâkarlık bulunmaktadır!
Marksizmin kuvvetler ayrılığına bakışı Kuvvetler ayrılığı nedir? İşçi sınıfının tarihsel mücadelesinin perspektifinde nereye oturur? Marksist bakış açısıyla kuvvetler ayrılığı ilkesi toplumsal gelişmenin belirli bir evresinde ilerici rol oynamış burjuva bir politik ilkedir. Ve tarihsel olarak kuvveden fiile geçtiği andan itibaren burjuva devlet düzeninin evrensel bir normu konumuna doğru bir yükseliş göstermiştir. Bugün bu ilke burjuva düzen açısından tam bir evrensel geçerlilik taşımakta ve referans oluşturmaktadır. Burjuva devrimlerin erken döneminde kavramı ilk ortaya atanların kaygısı o zamanlar hâkim olan mutlakıyeti sınırlamaktı. Bunun için güç tek elde toplanmamalı, mümkün olduğunca birbirinden bağımsız bölümlere ayrılmalıydı. Böylece bu ayrıştırılmış bölümler birbirini denetleyebilir ve despotizmi önleyebilirdi. Bu fikir feodal devirlerin kalıntısı olan aristokratik ayrıcalıklara ve bunları güncel şartlarda sürdüren mutlak monarşi rejimlerine karşı mücadelenin ilham kaynaklarından birini
oluşturması dolayısıyla ilerici bir rol oynamıştı. Marx’ın Alman İdeolojisi’nde özet bir ifadeyle dikkat çektiği gibi kuvvetler ayrılığı fikri tam da çağın bir yansımasıydı: “Örneğin kraliyet iktidarının, aristokrasinin ve burjuvazinin egemenlik için mücadele ettiği ve bu nedenle egemenliğin paylaşıldığı bir çağda ve bir ülkede kuvvetler ayrılığı doktrini hâkim fikir olur ve «ebedi yasa» olarak ifade edilir.” Halk tipi burjuva devrimlerin hemen tamamı aristokrasiye karşı bir mücadele olduğu kadar aynı zamanda burjuvazinin emekçi sınıflara karşı bir mücadelesi de olmuştur. Burjuva cephesinden bu mücadelenin özünü emekçi sınıfların mümkün olduğu ölçüde iktidardan uzak tutulması oluşturuyordu. Bunun somutlandığı başlıca konular ise hükümet şekilleri, seçim ilkesinin kapsam ve usulleri ile genel olarak devlet yapılanması gibi konulardı. Burjuvazi bu noktalarda mümkün olduğunca kendi sınıfsal çıkarlarını emekçi kitleler karşısında güvenceye alacak düzenlemeler yapmaya çalıştı. İşte kuvvetler ayrılığı (ya da “erkler ayrılığı”) da seçimle gelen temsilcilerin gücünü sınırlama işleviyle, özellikle halk tipi burjuva devrimlerinde tabandan gelen emekçi basıncına karşı bir önlem niteliğini kazandı. Daha önceki bir yazımızda bu konuya şöyle değinmiştik: “Anayasa tartışmalarında sık sık geçen «kuvvetler ayrılığı» kavramı da halka yabancı bürokratik mekanizmaların temel bir formülünü oluşturur. Bir kurtlar sofrası düzeni olan burjuva düzende hem halkı hem de farklı burjuva kesimleri kontrolde tutmak için, özde bir olan devlet iktidarı biçimsel olarak parçalara ayrılıp yasama, yürütme ve yargı olarak değişik kurumlara dağıtılır. Genel olarak halka sadece yasama meclisindeki «temsilcileri» seçme hakkı tanınırken, bürokratik devlet yapısının diğer iki alanı halkın elinin erişemeyeceği bir konumda tutulur. İşin özünü değiştirmeyen başkanlık sistemlerini bir kenara bırakacak olursak,
15
marksist tutum
halkın memurları seçmesi ve denetlemesi mümkün değildir. Burjuvazi her nasılsa seçimlerden çıkıp hükümete gelen ve ama diyelim pek hoşuna gitmeyen bir partiyi işte bu tür mekanizmalarla denetim altında tutmaya çalışır. Türkiye’de Refah Partisinin ve devamında AKP’nin yaşadığı anayasa mahkemesi süreçleri ve cumhurbaşkanı vetoları bunun canlı bir somutlanışıdır.” (Anayasa Sorununa Sınıfsal Bakış, MT, Eylül 2007) Burjuvazi siyasal rejim alanında emekçi kitlelerin mümkün olduğunca etkisiz kalmasını sağlamak için genel tarihsel eğilim olarak seçmen kapsamını sınırlı tutmaya, seçime tâbi görevlerin kapsamını sınırlamaya, seçilenlerin bir kez seçildikten sonra seçmenler tarafından görevden alınmasını engellemeye, seçilmemişlerin seçilmişler karşısındaki gücünü mümkün olduğunca arttırmaya vb. çalışmıştır. Ancak emekçi sınıflar da sınıf mücadeleleriyle mümkün olduğunca bu kısıtlamaları kırmaya, demokrasinin kapsamını genişletmeye çalışmışlardır. Ve nerede bu mücadele daha derin olmuşsa orada görece daha demokratik gelenekler, kurumlar ve anayasalar ortaya çıkmıştır. “Bugün hâlâ Amerika’da bazı eyalet ve bölgelerde yargıçların, savcıların, polis şeflerinin ve başka devlet görevlilerinin seçimle gelmesinin, bazı durumlarda görevden alma mekanizmasının mevcut olmasının, mahkemelerdeki halk jürisi uygulamasının kökeni hep o günlerin [devrim günlerinin] radikal demokrasi eğilimlerinin artık kabuk haline gelmiş kalıntılarıdır. Bu eğilimler karşısında büyük burjuvalar, ta o devrim günlerinden itibaren bu tür talepleri etkisizleştiren ya da dengeleyen düzenlemeler yapmışlardır. Örneğin güçler ayrılığı mekanizması ve demokrasinin doğrudan ya da temsili olması tam da Amerikan Devrimi sırasında bir tartışma konusuydu ve burjuvalar güçler ayrılığını ve temsiliyeti dayattılar. Devrimin kimi sözcüleri temsili demokrasinin demokrasi değil bir aldatmaca olduğunu açık yüreklilikle söyleyecek kadar dürüsttüler.” (Levent Toprak, Burjuvazinin Demokrasi Oyunu, MT, Şubat 2006) Benzer eğilimler elbette Fransız Devriminde de mevcuttu ve devrim günlerinden gelen halkçı “aşırılıkların” geri devşirebilmesi için bugüne kadar burjuvaziye tam beş cumhuriyet gerekmiştir. Sonuç olarak kuvvetler ayrılığı zaman içinde daha belirgin olmak üzere iktidarın emekçi sınıfların basıncı ve etkisinden mümkün olduğunca uzak tutulması işlevini gören bir araç olmuştur. Sınıfsız bir toplum yolunda işçi sınıfının devrimci iktidarı için mücadele eden Marksizm bu gerçekliğin bilicinde olarak prensipte yasama ve yürütme gücünün sahte ayrımlarla bölünmesine karşı çıkmış ve yönetim iş-
16
Nisan 2010 • sayı: 61
levlerinin tamamının en geniş kapsamlı seçim ilkesine dayanmasını temel alan bir “kuvvetler birliğini” savunmuştur. Örneğin Marx ve Lenin, tarihte ilk işçi devleti deneyimi olan Paris Komünü deneyiminde ortaya çıkan bu durumu da tespit etmiş ve vurgulamışlardı. Komünün parlamenter bir organ değil, yasama ve yürütmeyi bağrında birleştiren hareketli bir organ olduğunu ortaya koymuşlardı. Yargıya ilişkin olarak da, Komünün adaletin üzerindeki bağımsızlık ve tarafsızlık peçesini yırtıp attığını ve yargıçların doğrudan emekçi halk tarafından seçilip, istendiğinde görevden alınma ilkesini getirerek bunu yaptığını vurguladılar.
Mevcut pakete ilişkin somut sınıf perspektifi AKP tarafından getirilen anayasa değişikliği paketine dönecek olursak, tekrar tekrar belirtmek gerekir ki, Marksistler bu pakete burjuva düzen cephesindeki kapışmanın çerçevesi içinden değil işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları perspektifinden bakarlar. Öncelikle sorulması gereken somut soru bu pakette işçi sınıfının, ezilenlerin zararına düzenlemeler var mı sorusudur. Yani işçi sınıfı ve tüm ezilen toplum kesimleri açısından mevcut durumdan daha kötüye, geriye götürücü düzenlemeler mi söz konusudur? İkincisi, eğer bu paket işçi sınıfı ve ezilenler açısından eskisinden daha kötü bir duruma götürmüyorsa, kayda değer anlamda daha iyi bir duruma mı götürüyor, yoksa anlamlı bir değişiklik getirmiyor mu? Ve bunların cevaplarına bağlı olarak işçi sınıfının mücadelesi bakımından somutta ne gibi güncel hususlar öne çıkarılmalıdır? Bu pakette işçi sınıfının ve ezilen toplum kesimlerinin konumunu özel olarak kötüleştiren herhangi bir düzenleme yoktur. Ne parlamenter rejim ve seçimler ortadan kaldırılmakta ya da daraltılmaktadır, ne de işçi sınıfı ve ezilenlerin hak ve özgürlüklerinde bir geriye gidiş söz konusudur. Yani özetle ilk sorunun cevabı hayırdır. Yargı ile ilgili değişikliklerin ise esasen egemen sınıf içi çatışma ve dengelerle ilgili değişiklikler olduğunda net olunmalıdır. İşçi sınıfı açısından burjuva yargının sınıfsal bir tarafsızlığı ya da bağımsızlığı söz konusu olmadığından, burada yapılan değişiklikler herhangi bir kötüleşme anlamına gelmemektedir. Bu yargının sınıfsal meşrebine ve siciline yukarıda değinmiştik. Yargı erki üzerinde şimdiye dek burjuvazinin belli bir kesiminin etkisi hâkimken, şimdi yapılmak istenen aslında burjuvazinin farklı ke-
sayı: 61 • Nisan 2010
simlerinin de bu etkiye ortak olmak istemesidir. Bu hiçbir surette sözde yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması olarak sunulamaz. Marksistler sorunlara teknik ya da idari biçimsel ölçülerle değil, hayatın gerçekliğini en doğru biçimde gösteren sınıfsal perspektifle bakarlar. Devrimci işçi sınıfı ilkesel olarak tüm yargıçların emekçi kitlelerin seçimiyle göreve gelmesini ve yine bu kitleler tarafından istenildiği an görevden alınabilir olmalarını savunur. Öncü işçilerin eğitimi açısından bu talebin propagandası son derece önemlidir. Ancak, somut duruma gelecek olursak, bir devrimci durumun gündemde olmadığı şartlarda, seçilmişler karşısında seçilmemişleri kollayan ve üstün tutan tutumları, ya da başka bir anlatımla, burjuvazinin bir parçası olan yüksek memurlar kastını, onun parlamenterlerinden daha üstün tutan bir anlayışın, kimi örneklerde görüldüğü üzere solculuk olarak pazarlanması bir garabettir. Bunun devrimcilikle ilgisi olamaz. Geleneksel olarak ayrıcalıklı bir konumda olan statükocu yüksek bürokrasinin seçilmişlerin her türlü denetimine kapalı dokunulmaz organlarının üyelerinin belirlenmesinde parlamento ve yürütmeye belli ölçüde rol veren düzenlemeler hiçbir biçimde mevcut durumdan daha kötü olarak nitelenemez. Hele tarihsel olarak despotizmin toprağı olan bu ülkede, bunu “faşizm geliyor” gibi demagojilerle pazarlamak tam ters yöne kurşun sıkmak anlamına gelir. Hal böyleyken statükocu ayrıcalıkların korunmasından başka hiçbir anlamı olmayan kategorik bir “hayır” tutumu kesinlikle işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmaz, onun eğitimine katkıda bulunmaz. Peki bu pakette iyileştirme var mıdır? Getirilen düzenlemeler yukarıda da değindiğimiz gibi bazı olumlu adımlar içermektedir. Bunlar geniş kapsamlı şeyler midir? Hayır, son haliyle bazı önemli grev yasaklarının kalkması haricinde bunlar küçük bazı adımlardır ve dolayısıyla işçiemekçi kitlelerin beklentileri açısından son derece eksik bir paket söz konusudur. Gerçekten de bu düzenlemeler Türkiye’nin tarihsel demokrasi sorunu açısından son derece yetersiz düzenlemelerdir. İşçi sınıfı açısından bugünün Türkiye’sinde en acil sorun örgütlenme ve eylem haklarının güdüklüğü sorunudur. Memur diye sınıflandırılan çok geniş bir işçi sınıfı kesimi grev hakkı gibi temel bir haktan mahrumdur. Grev hakkına sahip diğer işçi sınıfı kesimleri ise bu hakka kısıtlı bir biçimde sahiptir. Diğer yandan, başta ülke ve işyeri barajları ile işkolu kısıtlaması olmak üzere sendikal örgütlenme üzerinde temel nitelikte kısıtlamalar bulunmaktadır. Bu hususlar muhakkak ki somut talepler olarak öne çıkarılması gereken hususlardır. Bu sendikal sorunların yanı sıra, siyasal planda sınırsız ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve emsali görülmemiş yükseklikteki seçim barajının kaldırılması gibi başlıklarla, şu an ülkenin en yakıcı sorunlarının başında gelen Kürt sorunu bağlamında temel anayasal ve yasal düzenlemeler de şüphesiz öne çıkarılacak siyasal hususlar olarak önem taşımaktadır.
marksist tutum
Bu anayasa değişikliği paketi büyük olasılıkla bir referanduma gideceğinden, bu referandumun yöntemi bağlamında da bir hususu belirtmek gerekiyor. Her ne kadar gerici statükocular da sırf referandum sürecini baltalamak için ikiyüzlüce bu hususu dillendiriyor olsalar da, genel olarak referanduma konu hususların topu için tek bir yanıta mahkûm edici oylama yöntemine karşı çıkılmalıdır. Yani her madde için tek tek oy verebilmeye olanak tanınmalı ve bu tüm referandumlar için genel bir kural haline getirilmelidir. Geleneksel olarak ayrıcalıklı bir konumda olan statükocu yüksek bürokrasinin seçilmişlerin her türlü denetimine kapalı dokunulmaz organlarının üyelerinin belirlenmesinde parlamento ve yürütmeye belli ölçüde rol veren düzenlemeler hiçbir biçimde mevcut durumdan daha kötü olarak nitelenemez. Hele tarihsel olarak despotizmin toprağı olan bu ülkede, bunu “faşizm geliyor” gibi demagojilerle pazarlamak tam ters yöne kurşun sıkmak anlamına gelir. Sonuç olarak, gündemdeki anayasa değişiklik paketinin işçi sınıfı ve ezilen diğer toplum kesimleri açısından somut bilânçosu ana çizgileriyle böyledir. Demokrasi sorununun işçi sınıfı açısından nihai çözümü onun kendi devrimci iktidarını yani işçi demokrasisini kurmasıdır şüphesiz. Bu demokrasi burjuva demokrasisinden milyon kez daha üstün bir demokrasidir. İşçi sınıfı mücadelesinin her büyük devrimci yükselişinde bu sorun, yani işçi sınıfının iktidarı sorunu kendisini açık biçimde ortaya koyar. Ancak işçi sınıfı hareketinin bu noktaya gelmesinde, Lenin’in döne döne vurguladığı gibi onun demokratik bilincinin gelişimini sağlayan, “demokrasisi okulunda” verdiği mücadeleler hayati niteliktedir. İşçi sınıfının siyasal sorunlara ilgisiz kaldığı, özgürlükler konusunda tüm toplumu ileri götürecek mücadelelere öncü bir biçimde katılmadığı durumda, bir işçi demokrasisinin gökten zembille inmesi mümkün değildir. Bu bakımdan genel olarak demokrasi sorunları bağlamında daha önce yazmış olduğumuz şu satırlar da geçerliliklerini korumaktadır: “… demokrasi sorununun temel çözümü proleter sosyalist devrimin konsey tipi örgütsel mekanizmalarında olmakla birlikte, işçi sınıfı birtakım demokratik reformlar için mücadeleyi elden bırakmaz. Özellikle işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren, sınırsız grev, gösteri, eylem, örgütlenme özgürlüğü ve sosyalist basın için özgürlük gibi temel noktalarda, düzen çerçevesinde elde edilebilecekler konusunda yanılsamalara kapılmaksızın var gücüyle mücadele eder. Bu mücadele Lenin’in de hep belirttiği gibi işçi sınıfının demokrasi okulundaki eğitimini oluşturur. (…) Burada önemli olan, bu tür taleplerin, doğrudan demokrasiyi ifade eden taleplerle bütünlenmesi ve gerçek demokrasinin ancak bir işçi demokrasisi olarak cisimleşebileceğinin her fırsatta vurgulanmasıdır.” (age)
17
Emperyalist İkiyüzlülük ve İnkârcı Zihniyet Kerem Dağlı
N
isan ayı, baharı, doğanın uyanışını, canlanışını simgelediği için hep sevinçle, umutla karşılanan, beklenen bir ay olmuştur. Yenilenmenin, bereketin, coşkunun ayıdır çünkü Nisan. Hep iyi, olumlu ve güzel şeylerle nitelenmiştir. Oysa Ermeni halkı için Nisan ayının anlamı çok başkadır. Her Nisan ayında, bir karabasan gelir çöreklenir yüreklerine. Ağırlığı, acısı dayanılmazdır. Toplumsal hafızalarına kazınmış olan ve her fırsatta kendini hatırlatan, tarihsel bir kırımın, katliamın, kaybolan benliklerin, yitip giden hayatların anılarıdır bunlar. Her Nisan ayında sanki bir daha kırılır Ermeni halkı, her şeyini bırakıp yollara düşer, açlığın ve susuzluğun pençesine terk edilir. Tecavüzlere uğrar, yağmalanır, kurşuna dizilir, süngülenir çocuklarının bedenleri, ruhu tarumar edilir. 95 yıl önce Anadolu’nun bağrında yaşanmıştır bu kırım. Osmanlı’nın İttihatçı paşalarınca bilinçli biçimde planlanmış, uygulanmış ve “başarıya ulaştı” kaydıyla tarihe geçmiş bir katliamdır bu. Anadolu’nun kadim halklarından birisinin bu topraklardan kökünün kazınışıdır. Yüzlerce yıl bir arada ve iç içe yaşamış halkların canice birbirinden koparılmasıdır. Ermeni halkının bilincinde yarattığı travma kadar, geride kalanların geleceğini de rehin almış, tıpkı, yapılan büyük bir kötülüğü için için bilenlerin sürekli vicdan azabı çekmesi gibi ruhları sakatlamıştır. Yüzlerce yıl Ermenilerle kardeşçe yaşayan Türk, Kürt ve bilumum diğer Anadolu halkları, kendi sınıfsal çıkarlarından başka düşüncesi olmayan zalim egemenlerin, İttihatçı zihniyetin kurbanı olmuştur. İşte bir de bu gerçeklerin ve Ermeni halkının 95 yıldır çektiği acının penceresinden bakmak gerek Nisan ayına. Vicdan sahibi herkes bu pencereden bakmalıdır meseleye,
18
bilhassa da, yapılan katliamdan hiçbir çıkarı olmayan işçi ve emekçiler bu pencereden bakmalıdır. Bu gözle bakılırsa gerçekler görülebilir ve İttihatçı paşaların zihniyetinin devamı olan inkârcı, ikiyüzlü, çıkarcı yaklaşımın etkisinden kurtulabilinir. AKP’sinden CHP ve MHP’sine kadar tüm burjuva partilerin sürdürdüğü milliyetçi, şoven, ırkçı propagandanın karşısında durulabilir. 95 yıl önceki büyük kırıma seyirci kaldıkları halde bugün timsah gözyaşları döken emperyalist güçlerin de gerçek niyetleri anlaşılabilir.
Emperyalistlerin sahte gözyaşları Zamanda geriye gitmek ve Ermeni Kırımının yaşanmasını engellemek mümkün değildir. Yüzlerce yıl Osmanlı’nın boyunduruğu altında inleyip sonra da biraz özgürlük istedi diye İstanbul’un orta yerinde asılan yüzlerce Ermeni aydınını geri getiremeyiz. Adana’da evleri yakılarak katledilen, Karadeniz’de kayıklara doldurulup denize bırakılan, Doğuda köyleri basılarak mallarına, ırzlarına ve canlarına kastedilen Ermenileri de geri getiremeyiz. Yok edilen, soykırıma uğrayan, yerinden yurdundan edilen, ezilen, horlanan, aşağılanan bir halkın çektiği acıyı dindirmek kolay değildir. Ama İttihatçı egemenlerin işlediği insanlık suçunu açıkça dile getirmek tarihi bir görevdir. Tarihi bir suçun üzerini örtmeye çalışanlara, hatta yüzsüzce daha ileri giderek asıl suçu Ermeni halkına yıkmaya çalışanlara, geride kalmış ve “güvercin tedirginliği”yle yaşayan bir avuç Ermeni’ye karşı yağdırılan tehditlere engel olmak bir zorunluluktur. Bugün Ermeni halkının acısını paylaşmak, halkların yeniden kardeşleşmesini sağlamak için mücadele yürütülmesi gerekir. Bu yolda çaba gösteril-
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
eşliğinde yürütülüyor. Amerikan burjuvazisinin bir parçası olan, yoksulluk ve işsizlik içinde kıvranan Ermenistan halkının acılarıyla alakası olmayan (Ermeni) diaspora burjuvazisi soykırım kararı için bastırırken, yüklü silah alımları yapacağı için TC devletini destekleyen Amerikan silah tekelleri ve onların hizmetindeki büyük medya kuruluşları (Washington Post, New York Times gibi) soykırım tasarısının gündeme gelmesinin ABD çıkarlarına aykırı olduğundan bahsediyorlar. Yahudi lobisi ise, her yıl soykırım tasarısına karşı çıkarken bu sefer sessiz kalmakta ve hatta el altından tasarıyı desteklemektedir. Çünkü Türkiye, İsrail’in çıkarlarına ters politikalar izlemektedir. Bu arada TC devleti de, lobi faaliyetleri yürütmeleri için bir dolu tarihçiye, avukata, medya uzmanına milyonlarca dolar para akıtmaktadır. Yani neresinden bakarsak bakalım, soykırım tasarısı üzerinde dönen oyunların amacı tarafların kendi siyasi çıkarlarını hayata geçirmekten ibarettir. 1 milyona yakın insanın katledildiği bir olay, emperyalist planların aracına dönüştürülmek istenmektedir. Nitekim Obama’sından Clinton’una kadar birçok burjuva politikacının, “gerçekte soykırım olduğuna inanıyoruz” demelerine rağmen, “reel politika”nın bir gereği olarak tasarıyı engelleyeceklerini ifade etmeleri de bu yüzdendir. Her şey bir yana, kendi geçmişi nice katliamlarla dolu bir emperyalist devletin, hem de Irak ve Afganistan’da yaşananlar ortadayken, bir başka halkın acılarına duyarlı olması nasıl beklenebilir? Diğer emperyalist veya kapitalist devletler için de durum farklı değildir. İngiltere, Fransa veya Almanya gibi güçlerin hepsinin de elleri kanlıdır. Her burjuva devletin Ermeni Kırımıyla aynı düzeyde büyük katliamlar yaptığı söylenemez elbet, ama elleri mazlum halkların, insanların kanına bulaşmamış bir burjuvaziden de bahsedilemez. Bu, burjuvazinin adeta doğarken sahip olduğu bir günah gibidir. Bu yüzden siyasi çıkarlar ve planlar uğruna soykırım kararları parlamentolardan geçmekte, sahte gözyaşları dökülmekte, fakat halkların kardeşleşmesini sağlayacak gerçek adımlar atılmamaktadır. Güya Ermeni halkının acısını paylaştığını söyleyen ve soykırımdan bahseden burjuva devletlerin, hükümetlerin bu tutumları, aslında Ermeni halkının kahrını ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Dedeleri, nineleri, akrabaları, yakınları zalimce katledilmiş olan insanların duygularıyla adeta dalga geçiliyor. Mesele burjuva hukukunun gayri insani kalıplarına indirgenmeye, sanki tüm dava bu kırıma ne ad verileceğinden ibaretmiş gibi, “soykırım denebilir mi denemez mi” tartışmasına hapsedilmeye çalışılıyor. Yahut sayılar üzerinden ahlaksızca pazarlık ediliyor, “ölenlerin sayısı 300 bin miydi yoksa 1,5 milyon mu?”
Yüzlerce yıl Osmanlı’nın boyunduruğu altın nda inl nley eyen en birr hal alka ka mensup olan ve biraz özgürlük istedi diy ye İs İsta tanb nbul ul’u ’un n or o ta yeriind nde e as asıl ı an a Ermenii ayd ydın ın nla larr
mez ve mücadele verilmezse, işlenen insanlık suçunun vebali, ses çıkarmayanların, göz yumanların da boynunda ağır bir pranga olarak taşınmaya devam edecek, özgürleşmenin önünde bir engel olacaktır. Halkların kardeşliğini sağlayarak gerçek ve kalıcı bir barışın temelini oluşturacak yegâne şey, işçi ve emekçilerin vereceği mücadeledir. Burjuva parlamentolarından geçmiş veya geçecek olan soykırım kararlarına bel bağlamak saflıktır. Elbette böylesi bir tarihi gerçekliğin tüm uluslarca kabul edilmesi ve gereğinin yapılması gerekir. Ancak tam da bu noktada, yani gereğini yapmak noktasında, burjuvaların maskesi düşmektedir. Başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletlerin asıl derdi, soykırım meselesini bir koz olarak kullanarak siyasi arenada Türkiye burjuvazisini köşeye sıkıştırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda tavizler koparmaktır. Ermeni halkının yaşadıklarıyla yahut bunun telafisiyle ilgilendikleri yoktur. Daha 1878’de Berlin’de, Ermeni halkının temsilcileri yüzyıllardır Osmanlı’nın boyunduruğu altında inlediklerini ve artık özgürleşmek istediklerini haykırdıklarında, İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi emperyalist güçler bu talepleri kabul etmemişlerdi. Çünkü o zamanki çıkarları bunu gerektiriyordu. Bu tarihten itibaren İstanbul’dan Van’a kadar Anadolu’nun her yerinde bizzat devlet tarafından organize edilen sistemli katliamlar yapılmaya başlandığında da göz yummaya devam ettiler. 1915 yılına gelinip büyük kırım başladığında ve bizzat kendi büyükelçileri, memurları, gözlemcileri yürek burkan bu dramı rapor ettiklerinde, müdahale edilmesini istediklerinde de kıllarını kıpırdatmadılar. Yaşanan insanlık suçuna göz yumarak, aslında suça ortak oldular. Emperyalistlerin başı ABD, geçmişte bu kırıma göz yumanlardan biri de kendisi değilmiş gibi şimdi soykırım kavramını tartışıyor. Üstelik tartışmalar da, vicdan sahibi herkesi çileden çıkaracak denli bayağı bir ikiyüzlülükle ve sahte bir hümanizmle, kapı arkalarında bin bir pazarlıklar
19
marksist tutum
İnkârcı zihniyet devam ediyor Hal böyle olunca da, bu büyük kırımın bugünkü muhatabı olan Türkiye burjuvazisi, hem suçlu hem güçlü misali, inkâr politikasını devam ettirmekte bir beis görmüyor. Bu inkârcı çizgi, ta 1870’lerde hayata geçirilmeye başlanan imha politikasının ve katliamı yapanların zihniyetinin uzantısıdır. Öyle inatçı bir inkârdır ki bu, Osmanlı arşivleri bu kırımın kayıtları ve belgeleriyle dolu olduğu halde, bizzat İttihatçı paşaların itirafları ve zamanın yabancı elçilerinin raporları mevcut olduğu halde, kırımı yaşayanların tanıklıkları, anıları, binlerce araştırma, bilgi, belge ortada durduğu halde, hatta kabul etmeyenler dahi bal gibi gerçeği bildikleri halde, sırf politik çıkarlar uğruna inkârcı çizgi devam ettirilmektedir. Bu inkârcı yaklaşıma göre, yaşanan kırıma “soykırım” demek yasaktır. Sebep “soykırım” kavramının uluslararası hukukta taşıdığı anlamdır. Yani inkârcı burjuva devletin asıl derdi, yüz binlerce insanın katledilmiş olması ve bir o kadarının da tarifsiz acılara boğulmuş olması değil, bu gerçeğin ortaya çıkması durumunda ödeyebileceği tazminatlar ve düşeceği siyasi durumdur. Daha da önemlisi, TC devletinin kuruluşundan bugüne kadar hâkim olan tüm resmi ideolojisi bu ve benzeri inkârlara dayandığı için, duvarda açılacak tek bir gediğin bile tüm duvarın yıkılmasına sebep olacağı korkusu burjuvazinin zihnini kilitlemektedir. Türkiye burjuvazisi, bıraktık Ermeni halkından özür dilemeyi, gerçekleri kabul etmeye bile yanaşmayıp tersyüz etmeye çalışmaktadır. Kavram ve sayı pazarlıklarından başlayıp, işi, “asıl kan dökenler Ermenilerdi”ye vardırmak utanmazlığın dik âlâsıdır. Burjuvazinin bu inkârcı argümanlarının içi o kadar boştur ki, kendileri bile bunları savunmakta zorluk çekmekteler. Tabii bunlar da birbirinin tekrarı zırvalıklardan başka şeyler değildirler. Örneğin Çanakkale Savaşıyla ilgili düzenlenen anma etkinlikleri vesilesiyle, burjuva hükümetin bakanları ardı ardına demeçler vermeyi ihmal etmediler: “Bir dünya savaşının içindeydik, herkes ölen Ermenilerden bahsediyor, ama kimse Çanakkale Savaşında şehit olan Türklerden bahsetmiyor!” Bu ifade, örtük bir itiraftan başka nedir ki? Osmanlı cephelerinde yaşamını yitiren Türk ve Müslüman nüfusun çokluğunun öne sürülmesi ve buradan hareketle, “e ne ya-
Nisan 2010 • sayı: 61
palım savaştaydık, bizden de çok insan öldü” denmesi bir bahane oluşturamaz. Kuşkusuz emperyalist güçlerin çıkardığı bu haksız savaşlar da insanlık suçlarıdır ve milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Ama bir halkın toptan kıyıma uğratılarak kökünün kazınmak istenmesi, yani kırıma uğratılması çok daha vahim bir durumdur. Savaşı bahane etmekle yahut işlenen suçun üzerini beceriksizce örtmeye çalışmakla gerçeklerden kaçılamaz. Nitekim kaçılamıyor da… Üzerinden 95 yıl geçmesine rağmen gerçekler gelip Türk egemen sınıfının yakasına yine yapışıyor. TC devletinin yıllardır bozuk plak gibi tekrarladığı ve aslında kendisinin bile inanmadığı bu çürük tezler, artık cevaplanmayı bile hak etmiyor. Ancak başbakan Erdoğan’ın yaptığı çıkış, inkârcı zihniyetin hâlâ devam ettiğini göstermesi bakımından üzerinde durulmayı hak ediyor. Erdoğan BBC’ye verdiği bir demeçte şöyle demişti: “Ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşım. Ama 100 binini biz şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine hadi siz de memleketinize diyeceğim. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” Bu ifadeler tam da İttihatçıların kıyıcı zihniyetinin dışavurumudur. Büyük acılar yaşattığınız bir halkı, şimdi de aynı “tehcir” yaklaşımıyla tehdit etmenin anlamı başka ne olabilir? Kıyıcılıkta, gaddarlıkta, zalimlikte ne kadar mahir olduğunu her fırsatta ortaya koyan Türkiye burjuvazisi, şimdi de Ermenistan halkını tehdit etmektedir. Bu tutumlar, burjuvaziye ve onların demokrasisine bel bağlayanlara da ders olmalıdır. Ne kadar demokratik gözükürse gözüksün, burjuva sonuçta burjuvadır! Kendi çıkarları uğruna yapamayacağı kıyım, tehcir yoktur. Erdoğan’ın, sarf ettiği sözlerden dolayı eleştirilmeye başlandığında, “canım biz sadece kaçak olarak bulunan Ermenileri kastetmiştik” demesi de ayrı bir pervasızlıktır. Şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söylermiş misali, Erdoğan da suçunu kabul etmekte ve hatta üste çıkmaya çalışmaktadır. Hızını alamayan Erdoğan, aynı demeçte devamla şöyle buyuruyor: “Savaş dönemlerinde bile Türk milletinin gösterdiği, insani, sağduyulu, şefkat dolu tavrı, başka hiçbir milletin tarihinde kolay kolay göremezsiniz. Medeniyetimizde öldürmek, katletmek, soykırıma uğratmak yoktur.” El insaf! Azıcık vicdanı ve tarih bilgisi olanların bile Türkiye burjuvazisi, bıraktık Ermeni halkından özür dilemeyi, gerçekleri kabul etmeye bile yanaşmayıp tersyüz etmeye çalışmaktadır. Kavram ve sayı pazarlıklarından başlayıp, işi, “asıl kan dökenler Ermenilerdi”ye vardırmak utanmazlığın dik âlâsıdır. Burjuvazinin bu inkârcı argümanlarının içi o kadar boştur ki, kendileri bile bunları savunmakta zorluk çekmekteler.
20
sayı: 61 • Nisan 2010
insaf diyecekleri bir açıklamadır bu. Bizzat başbakanın kendisinin kabul ettiği Dersim katliamı ile ilgili tartışmalar henüz hatırlardayken, Kürt halkına on yıllardır yapılan baskılar ve yürütülen haksız savaş hâlâ devam ediyorken, gayrimüslim halklara yapılmış onca zulüm ortadayken bunları söylemek, az bulunur bir pişkinliktir. Burjuvaların yalanlarla halkı kandırmaya çalıştığını biliriz, ama insanların gözünün içine baka baka bu kadar açıktan yalan söylemek kolay olmasa gerek. Yeri geldiğinde Müslümanlığın faziletlerinden dem vurarak haktan, adaletten, vicdan sahibi olmaktan, mazlumun yanında yer almaktan bahseden, Filistin halkına yaptıklarından dolayı İsrail’e demediğini bırakmayan Erdoğan’ın ikiyüzlü tutumu, bu değerlere samimi olarak inanan işçi ve emekçileri de bir kez daha düşünmeye sevk etmelidir. Sermayenin ve burjuvazinin dini de imanı da paradır, çıkardır, kârdır. Artık emperyalist ülkelerle aynı kategoride yer alan Türkiye’nin başbakanı olan Erdoğan da, doğal olarak kendi sınıfının ve devletinin siyasi çıkarlarına göre hareket etmektedir. Ortadoğu’daki nüfuzunu genişletmek için Filistin sorununa sahip çıkar gözükmekte, Kafkaslar’daki etkisini arttırmak için Ermenistan’la “normalleşme” sürecini başlatabilmektedir. Kendisi emperyalist emellerini hayata geçirmek için her yolu deneyip, “barış elçisi” pozlarında her kılığa girerken, kalkıp diğer emperyalistleri eleştirmeye hakkı yoktur. Her fırsatta sahip çıktıkları Osmanlı’nın, I. Dünya Savaşında taraf olduğunu es geçerek, “Dünya savaşlarında milyonlarca insanın ölümüne neden olanlar önce kendi eylemlerine bakmalı” demesi ikiyüzlülüğün bir diğer göstergesidir. Öte yandan, sırf AKP’yi sıkıştırmak için, “100 bin Ermeni’yi sınır dışı ederiz” sözünden dolayı Erdoğan’a yüklenen CHP’nin durumu daha beterdir. Osmanlı’dan bu yana bu topraklardaki egemenlerin yaptığı tüm katliamları sahiplenen ve savunan bir partinin, şimdi AKP’ye laf etmesi sahtekârlıktır. Kaçak çalışan Ermenileri sınır dışı etme tehdidini bir koz olarak kullanma fikrini ilk dillendirenler, CHP’nin faşistlerinden Canan Arıtman ve Onur Öymen’dir. Onlar bu “dâhiyane” fikirlerini açıkladıklarında CHP’den hiçbir karşıt ses çıkmamışken, şimdi Baykal’ın kalkıp Erdoğan’ı eleştirmesi tiksinti vericidir. CHP’liler bu fikri ortaya attıklarında, “olur mu öyle şey, hangi çağda yaşıyoruz” diyen AKP’li bakanların, aynı şeyi Erdoğan söylediğinde sessiz kalmaları da gözden kaçmamalıdır. Faşist MHP’nin tavrı ise öteden beri bellidir. Tüm bunlar, burjuva politikacıların meseleye salt siyasi çıkarlar penceresinden baktığının ve çıkarları gerektirdiğinde hangi çağda yaşadığımıza bakmaksızın her türlü kıyıcılığı tekrarlayabileceklerinin kanıtlarıdırlar. Erdoğan’ın sözlerinden dolayı sıkışan AKP’yi kurtarmak için ortaya atılan “seçim psikolojisiyle söylenmiştir” gerekçesi de yeterli değildir. Seçim psikolojisinin tüm burjuva partileri etkisi altına almaya başladığı doğrudur. Bu psikoloji altındaki AKP’nin, çeşitli durumlarda milliyetçi
marksist tutum
ve şoven söyleminin dozunu arttırmaya başladığı da doğrudur. Ama Ermeni meselesinde izlenen tutumları, Erdoğan’ın anlık gafları olarak açıklamak yanlıştır. Benzer açıklamalar Davos zirvesindeki çıkışının ardından da yapılmış, fakat bu çıkışların aslında Türkiye’nin emperyalist hamlelerinin gereği olduğu kısa zamanda anlaşılmıştır. Ermenileri sınır dışı etme tehdidi salt seçime endeksli bir ani çıkış değildir. AKP’nin bir seçenek olarak bu tehdit üzerine epeydir kafa yorduğu, medyada yürüyen tartışmaların satır aralarında yer almaktadır. Daha da önemlisi, Erdoğan’ın şahsında dile gelen bu zihniyet TC devletinin milli politikasıdır ve AKP de Ermeni sorununda bu geleneksel politikanın dışına çok fazla çıkamamaktadır. Erdoğan bu sözlerinin içeriğinden bağımsız olarak, Kafkaslar’da son dönemde Batı emperyalizmiyle birlikte yürütülen politikaları zora sokabileceği mesajını vermiş ve İngiltere sözcüsü de tasarının kendi parlamentolarından geçmesinin mümkün olmadığına dair garanti vermiştir. İsveç’in telafi edici özürleri de buna eklenebilir. Erdoğan’ın bu tür çıkışları, anlık olsalar bile, asıl olarak emperyalist bir ülkenin kendisine sataşıldığında verdiği pervasız tepkiler olarak yorumlanmalıdır.
Barış ve kardeşliğe giden yol enternasyonalizmden geçer Demek ki, ne emperyalist güçlerin döktükleri timsah gözyaşları ne de inkârcı TC’nin “normalleşme” hamleleri Ermeni halkının acılarını dindirebilir. Hiçbir burjuva politika veya çözüm, diplomasi yahut güç oyunu, Ermenistan ve Türkiye halkları arasında kalıcı bir barışı ve kardeşliği sağlayamaz. Bunların getirebileceği tek şey daha fazla düşmanlık ve acıdır. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engelin bizzat kapitalizmin kendisi olduğunu görmek gerekir. Bunu sağlayacak olan asıl olarak Türkiye işçi sınıfının enternasyonalist bir bilinçle vereceği mücadeledir. Soykırım kararını parlamentolarından geçiren veya gündeme alan burjuva hükümetlerin niyeti bozuk diye, TC’nin inkârcı yaklaşımına ödün verecek pozisyonlara düşmekten kaçınmak gerekir. Bu zihniyetin ürünü olan milliyetçi, şovenist ve ırkçı propagandaya geçit verilmemelidir. Unutulmamalı ki, milliyetçi zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. “Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.” (Deniz Moralı, Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir, MT, no:2)
21
Spora Yansıyan Irkçılık Adil Aksu
K
ürtlere yönelik ırkçılık Turkcell Süper Ligine de yansıdı. Siyasette, sanatta, sokakta Kürtlere yönelik tutuklamalar, yasaklamalar, baskıcı uygulamalar ve linç girişimleri hüküm sürerken, ırkçı saldırılar spor alanına da sıçramış bulunuyor. Siyasette belediye başkanlarından Kürt milletvekillerine, sanatta Ahmet Kaya’dan Rojin’e, sokakta Kürt inşaat işçilerinden mevsimlik tarım işçilerine kadar geniş bir alana yayılan ırkçı saldırılar, bir süredir sporda yeşil-kırmızılı Diyarbakırspor’a ve taraftarlarına yöneldi. Kürt halkının mücadelesini bölücülükle damgalamaya çalışan faşist çevreler, sıradan bir futbol karşılaşmasını bile Kürt düşmanlığının aracına dönüştürebiliyorlar. İsimlerdeki “w” harfi, afişlerdeki herhangi bir “siluet”, Kürt çocuğunun “ağzı açık” fotoğrafı veyahut bir “futbol takımı”… Saldırılar bahanede sınır tanımıyor. Futbolu ikiyüzlü bir biçimde “barış, kardeşlik ve dostluk” oyunu olarak tanımlayanlar, gerçekte kendi politik çıkarlarından başka bir hesap yapmamaktadırlar. Diyarbakırspor yıllarca Kürt gençlerin tıpkı Türk gençler gibi, apolitik birer fanatik haline gelmesi için desteklenen takımlardan biriydi. Devlet Kürt gençlerinin siyasal mücadeleye atılmak yerine ünlü birer futbolcu olmaya heves etmelerini istiyordu. Fakat bu oyun bir türlü tutmadı ve burjuva devletin asimilasyon siyasetinin dikişleri bu noktada da patladı. Bu durum şovenistlerin tahammülsüzlüğünü iyice arttırdı. Diyarbakırspor’un Bursaspor ile oynadığı iki karşılaşma, faşist çevrelerin Kürtlere yönelik saldırılarına sahne oldu. 6 ay önce Bursa’da patlak veren olaylar, sıradan bir futbol maçının neden olduğu taraftar tepkisi olmanın çok ötesindeydi. Futbol tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yıllar yılı kitleleri uyuşturmanın aracı oldu. 1980’de gerçekleştirilen faşist askeri darbe de, gençleri futbolun esiri haline getirecek uygulamalardan geri durmadı. Futbol milliyetçiliğin, şovenizmin ana üslerinden biri haline getirildi. 15 ilâ 60 bin kapasitelere sahip statlar her hafta gençlerin katıldığı bir tür miting alanına dönüştürülüyordu. Futbol, iktidarlar için çok amaçlı bir araç haline gelince, Bursa gibi birçok kentte de genç kuşakların ilgileri statlara çekildi. 1990’lı yıllardan itibaren, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şey daha yürürlüğe sokuldu bu topraklarda. Her maç
22
İstiklal Marşı’nın okunmasıyla oynanmaya başlanır oldu. Statların tansiyonu ise egemen çevrelerin siyasal gündemlerine göre ayarlanıyordu. Küfrederek rahatlama, yerini, Kürt ve Ermeni düşmanlığına, bu doğrultuda edilen küfürlere ve şovenizme bırakmıştı. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından milliyetçi ve ırkçı çevreler yeterince tatmin olmamış olmalı ki, statlarda “kara kafalarına” beyaz bereler takarak “Hepimiz Türküz” naraları attılar. “Kerkük Türktür Türk Kalacak” pankartı da statların demirbaşı haline getirildi. Abdullah Çatlı’yı, Oral Çelik’i, Mehmet Ağar’ı, Korkut Eken’i şeref tribünlerinde ağırlayan, Özel Harekâtçılar için turnuvalar düzenleyen futbol kulüpleri, yaşananlardan oldukça hoşnuttular. Çünkü futbol, insanca bir oyun, sportif bir faaliyet, paylaşıma dayalı bir eğlence olmaktan çıkarak, rekabetin, milyon dolarların, hırsın ve reklâmın büyük sektörlerinden biri olmuştu. Kulüp başkanları da kara para aklamaktan silah ticaretine kadar futbol dışında ne varsa yaparak “saygın” iş adamlığına terfi etmişlerdi. Diyarbakırspor futbolcularının sahada, Kürt taraftarların tribünlerde uğradığı taciz, küfür ve hakaretlerin arka planında böylesine yükselen bir şovenist ve faşist antrenman vardı. 29 Eylül 2009 tarihinde Bursa’da oynanan maçta Diyarbakırspor taraftarlarına yapılmadık saldırı bırakılmadı.
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
düşmesini sağlayarak gençlerin futbol izlemek yerine taş ve molotof atmasını istemekle suçlandılar. Diğer yandan Türk ırkçısı holiganların tribünlerdeki saldırgan tutumları hiçbir zaman ciddi anlamda tartışma konusu edilmedi. Fakat top ayaktan bir kez çıkmış ve sular henüz durulmamıştı. Gergin atmosfer bir hafta sonra Diyarbakırspor ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında oynanacak karşılaşmaya da yansıdı. Karşılaşmanın 87. dakikasında Diyarbakırspor taraftarları tepkilerini sahaya girerek gösterdiler. PFDK bu fırsatı da kaçırmadı ve Diyarbakırspor’a kendi sahasında oynayacağı 3 maçı daha seyircisiz oynama cezası verdi. Maç 1-0 Diyarbakırspor aleyhine sonuçlandı. 29 Eylül 2009 tarihinde Bursa’da oynanan maçta Böylece Diyarbakır Futbol Kulübü kalan maçDiyarbakırspor taraftarlarına yapılmadık saldırı bırakılmadı. larının hiçbirini kendi seyircisi ile oynayamayaMaç boyunca Diyarbakırspor’a yönelik “PKK dışarı” cak hale getirildi. Diyarbakırspor’un PFDK’nın sloganları atıldı. Tribünlerde Diyarbakırspor taraftarlarına cezalarıyla küme düşmesi Kürt kitlelerini hiç dönük sözlü hakaretlerin yanı sıra taşlı, sopalı, bıçaklı şüphe yok ki öfkelendirecekti. Bunu göze alasaldırılar da gerçekleştirildi. mayan Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, MHP, CHP ve Başbakan aniden yeşil-kırmızılı takımın savunucusu kesildiler! Diyarbakırspor’a yapılanlaMaç boyunca Diyarbakırspor’a yönelik “PKK dışarı” slorın haksızlık olduğunu belirterek, kulübün mutlaka ligde ganları atıldı. Tribünlerde Diyarbakırspor taraftarlarına kalmasını buyurdular. Böylece PFDK daha fazla ileriye dönük sözlü hakaretlerin yanı sıra taşlı, sopalı, bıçaklı salgitmeye cesaret edemeyerek, ligin ortasında kulübe küme dırılar da gerçekleştirildi. Yapılan saldırıların hazırlıklı oldüşürecek cezai bir yaptırımda bulunamadı. duğu besbelliydi. Statta alınan güvenlik önlemleri saldırDiyarbakırspor’un ligde kalmasını isteyenler, Kürt veganları özenle korumaya yönelikti. Maçtan sonra Futbol killerin parlamentoda kalmasını istemiyorlar. DTP kapatıFederasyonu, Bursaspor takımına hiçbir cezai yaptırım uylırken gıkları çıkmadı. Faşist çevreler her alanda Kürtlere gulamadı. Böylece yapılan saldırılar meşrulaştırılmış oldu. yönelik ırkçı saldırılarda bulunurlarken AKP’nin cüce açıDiyarbakırlı sporseverlerin beklediği centilmence bir özür lımlarının esen şoven-milliyetçi rüzgârı dindirmeye yetmedahi dilenmedi. Oysa yapılan açıkça Kürt düşmanlığıydı. Bursa’da çalışan ve ikamet eden Kürtler zaman zaman madiği, yetmeyeceği zaten açıktır. Mahalle aralarında, halı sahalarda Kürt ve Türk gençlehallelerinde ırkçı saldırılara maruz kalıyorlardı, şimdi bu rin birlikte oynadıkları futbol, statlarda ırkçılığın körüksaldırılar tribünlere taşınmıştı. lenmesinin aracı haline dönüşüyor. Bildik derin güçlerin Ligin ikinci yarısında, 6 Mart günü iki kulüp yeniden karşılaştı. Diyarbakır’da gerçekleştirilen bu ikinci Diyarbahazırladığı atmosferde futbolu izlemeye gelen emekçiler, bir anda Kürt veya Ermeni düşmanı olma tuzağına düşekırspor-Bursaspor karşılaşmasında hemen herkes yaşanabiliyorlar. Binlerce yıl öncesinin Roma arenalarında “ölbilecek olayları tahmin ediyordu. Futbol Federasyonu oladür, öldür” nidalarıyla gladyatörlere nasıl seslenildiyse, sı tehlikeye rağmen gerilimi düşürecek hiçbir adım atmaşimdilerde de statlarda bir anda Kürt düşmanı kesilenler yarak maçı başlattı. Bursa’da yaşanan ırkçı saldırıya öfke “Kürtler dışarı, Ermeniler dışarı” çığlıklarının esiri olabiliduyan Diyarbakırspor taraftarlarının haklı tepkisi neticeyorlar. “Fair play” yani oyunda rakibine saygı göstererek sinde maç beklenildiği gibi tatil edildi. Diyarbakırspor’un oynamak, centilmence davranmak ikiyüzlü bir yalandan kaderi böylece Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’nun ibaret. Futbolda geçerli olan kuralları egemen güçler belir(PFDK) eline bırakılmış oldu. Fenerbahçe, Trabzonspor ve Konyaspor maçlarında yeterince yıpratılan Diyarbakırliyor. Kürt sorununda belirleyici olan, şovenizm, inkâr ve imha politikaları oldukça, centilmenlik, halkların barış ve spor, Bursa maçının ardından yeniden idam sehpasına çıkardeşliği bu düzenin mecralarında ceza almaya ve küme kartıldı. Tatil edilen maçta hükmen yenik sayıldı ve 3 maç düşmeye devam edecektir. Ancak örgütlenen, doğru siyasi tarafsız sahada ve seyircisiz oynama cezası aldı. Oysa Burfikirlerle tanışan futbolsever gençler, futbolda milliyetçi sa’daki ilk maçta çok daha vahim şekilde yapılan saldırılara aynı duyarlılık gösterilmemişti. tuzaklara düşmeyeceklerdir. Sporda ve hayatın her alanınMedya ve burjuva siyasetçiler bir kez daha hiç utanmada örgütlenen gençler 90. dakikaya gelindiğinde skora “Kahrolsun Irkçılık, Yaşasın Halkların Kardeşliği”ni hep dan yaşananlardan Kürtleri sorumlu tutmaya başladılar. beraber yazacaklardır. Kürt siyasi çevreleri gündemde kalmak, kulübün küme
23
Bir Oportünistin “M Sorununa Y Marksizmin çarpıtılması Marksist zeminde hareket ettiklerini iddia eden oportünistler, bu iddialarını inandırıcı kılabilmek için devrimci mücadelenin bazı temel doğrularını kendi siyaset kapılarından içeri alırmış gibi yapıyorlar. İşin aslında ise bunları bir hayli hünerli biçimde bacalarından kovalıyorlar. Alan Woods da “Marksizm ve Devlet” başlıklı yazısında bir yandan sınıf mücadelesinin sert doğasını, örneğin iç savaş gerçeğini göze alırmış gibi görünürken, diğer yandan bir bütün olarak kendi “barışçıl geçiş” düşünü empoze eden bir kurgu eşliğinde yol alıyor. Nitekim şöyle diyor Woods: “İşçileri daima iç savaş ve şiddet hayaletiyle korkutmaya çalışan burjuvaların ve reformistlerin ve ‘kanlı devrim’ heveslerini ilan etmekte hiç fırsat kaçırmayan, böyle yapmakla da burjuvalara ve reformistlere büyük bir hizmet sunan sektlerin aksine, bizler toplumun barışçıl bir dönüşümünü savunmakta ve şiddetin bütün suçunu egemen sınıfın ve reformist liderlerin sırtına yüklemekte ısrar ediyoruz.” Woods yazısında buna benzer çeşitli gerekçeler ileri sürerek, aslında işçilerin çoğunun şiddet ve kan olasılığından fena halde korktuğunu hafızalara nakşetmeye çalışmaktadır. Böylece o, ezilen kitlelerin bıçak kemiğe dayandığında tarih boyunca korkusuzca isyan ettikleri gerçeğinin üzerinden atlamakta ve tamamen kendi aydınca hafifliği ve korkuları üzerinden siyaset yapmaktadır. Onun devrimci ayaklanma konusunda kitlelerin ürkekliği bahanesini onca öne çıkarmaktan muradı, işçi sınıfının ve yoksul insanların kurtuluşu uğrunda her türlü zorluğu ve devrimci zoru göze alan gerçek Marksistleri “aşırı-sol” unsurlar olarak gösterebilmektir. Gerçekten de Woods, hemen her önemli siyasal sorunda kendi meşrebince iyice sağdan vurabilmek için önce “aşırı-sollar” diye niteleyip durduğu bir saldırı hedefi yara-
24
tır. Fakat bu gibi nitelemelerle somutta hangi siyasi çevrelerin kastedildiği, gerçekte kimin ne dediği gibi konular tam anlamıyla muğlâk bırakılır. Böylece Woods gibi bir siyasetçinin gözüne “ultra-sol” görünen tüm çevreler, kuşkusuz öncelikle de devrimci Marksizmi savunmaktan başka “günahı” olmayan komünistler oportünizmin saldırısına maruz kalmış olurlar. İşte bu oportünizmin sinsi saldırı yöntemidir. Nitekim Woods, Latin Amerika’daki devrimci süreçlere IMT liderliğinin reformist yaklaşımını eleştiren tüm sol çevreleri aynı çuvala sokmuş ve günümüzde gerçek bir proleter devrimin gereklerini savunan devrimci Marksist yaklaşımları “aşırı-sol” gösterebilecek tarzda açılım ve yorumlar geliştirmiştir. Hiçbir yanlış anlamaya fırsat vermemek için altını belirtik biçimde çizmek gerekirse, kuşkusuz ki Marksizm ölümü değil yaşamı, insanlığın kurtuluşunu, özgürlüğü savunan ve burjuva hümanizminden fersah fersah daha üstün ve derin biçimde insan sevgisi içeren bir dünya görüşüdür. Bu bakımdan enternasyonalist komünistler asla durduk yere şiddeti, kan dökmeyi vb. savunmayacaklardır. Burjuvazinin karalamalarına aldanılmamalıdır, Marksizm şiddete tapan bir dünya görüşü değildir. Egemen sınıflar şiddete başvurmadıkça şiddete başvurmamak elbette Marksizmin temel bir yaklaşımıdır. Ne var ki Marksist dünya görüşü boş bir ütopya olmayıp her açıdan kapitalizmin gerçekler dünyasından hareket ettiğine göre, kapitalist devletlerin acımasız baskı güçleri karşısında enternasyonalist komünistler işçi sınıfını “barışçıl geçiş” düşleriyle aldatmazlar! Kapitalist sömürü düzeninin devrimci zora gerek kalmaksızın kolay biçimde yıkılabilmesi için küçük-burjuvaca iç geçiren Bay Dühring’e Engels’in yönelttiği eleştiri hatırlanmalıdır. Engels bu temelde “Anti-Dühring”te, zorun tarihte oynadığı devrimci rolün göz ardı edilemeyeceğini belirtir. Keza Lenin
Marksizm ve Devlet” Yaklaşımı /2 Elif Çağlı
de, Marx ve Engels’in açtığı devrimci yoldan ilerleyerek, sömürüsüz bir dünya kurabilmek için devrimci zora dayanan devrim fikrinin işçi-emekçi kitlelere benimsetilmesi gerekliliğine değinir. Lenin bu gibi noktalarda, örneğin kurulacak bir “Halk Bankası” aracılığıyla işçilere karşılıksız kredi vererek sınıf mücadelesinin barışçı biçimde hallolacağını sanan Proudhon gibi küçük-burjuva sosyalistlere Marx’ın yöneltmiş olduğu sert eleştirileri hatırlatır. Görüldüğü üzere Marksist önderler bir işçi devriminin başarılabilmesi için devrimci zorun gerekliliği konusunda yalnızca devrimci kadroların eğitimini yeterli görmemekte, işçi-emekçi-kitlelerin de bu doğrultuda bilinçlendirilmesi görevinden açıkça söz etmektedirler. Woods ise, devrimci Marksist önderlerin devrimci zor konusundaki açık ifadeleri karşısında köşeye sıkıştığında, böyle şeylerin ancak kadroların eğitimi amacıyla söylenebileceğini belirterek kaçmaya çalışacaktır. Fakat sıra kadroların devrimci eğitimine geldiğinde de bu kez başka bahanelerle dümeni yine kendi barışçıl geçiş kurgularına kırıverecektir. Ayrıca Alan Woods’un göstermek istediğinin aksine, Marksizmin kurucularının devrimin barışçıl gelişiminden söz ettikleri bir durum aslında son derece istisnaidir ve o da emperyalizm öncesi döneme ilişkindir. Bu konuyu burada tekrar ve biraz daha etraflıca hatırlatmak gerekirse, Marx, kendi yaşadığı dönemin İngiltere’sinin (ve bir ölçüde de Amerika’nın) sahip olduğu bazı değişik özellikler nedeniyle bu iki ülkede sosyalizme barışçıl geçiş ihtimalinden söz etmiştir. Daha sonra Lenin’in de “Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında değineceği üzere, “katıksız bir kapitalist ülke modeli” olan İngiltere özelinde Marx’ı barışçıl geçiş olasılığı üzerinde düşünmeye sevk eden nesnel nedenler mevcuttu. O tarihlerde İngiltere, özgün tarihsel koşullara sahip ilginç bir ülkeydi. İngiltere büyük bir ordu bulundurmak
yerine, Avrupa üzerindeki egemenliğini bir “ada gücü” olarak deniz gücüne ve “böl ve yönet” politikasına dayanarak sürdürebilmekteydi. Bu nedenle Kara Avrupa’sı ülkelerine oranla İngiltere’de militarizm daha zayıf, bürokrasisi daha cılızdı. Ayrıca İngiltere, ülkenin geleneksel siyasi özgürlüğünün bir sonucu olarak, yine Kara Avrupa’sına nazaran kültür düzeyi yüksek ve nüfusun içinde yoğun bir ağırlığı olan, üstelik sendikalarda iyi örgütlenmiş bir işçi sınıfına sahipti. İşte bu özgün durum nedeniyle, İngiltere’de proleter devrim kapitalist devlet mekanizmasını yok etme görevinin üstesinden belki de devrimci zora gerek kalmaksızın daha kolay biçimde gelebilecekti. Kuşkusuz Marx ve Engels’in İngiltere’de barışçıl geçiş olasılığına dair tüm bu değerlendirmeleri geçmiş tarihlerdeki nesnel durumu yansıtan koşullu bir niteliğe sahiptirler. Yılların ilerleyişi içinde nesnel koşulların değişmesiyle birlikte bu tür değerlendirmeler de geçerliliklerini yitirmişlerdir. Nitekim zamanla tüm kapitalist ülkelerde kapitalist devlet mekanizması ve devlet bürokrasisi çeşitli yönlerden tahkim edilirken, emperyalizm çağında militarizmin yükselişine paralel olarak askeri kast da güçlenmiştir. Bu gidişat İngiltere açısından da geçerlidir. Zaten Lenin de “Devlet ve Devrim”de, emperyalizm çağında koşulların değiştiğini, İngiltere ve Amerika’da da militarizmin ve bürokrasinin artık Kara Avrupa’sı ülkelerinden pek bir farkının kalmadığını belirtmiştir. O nedenle diğer ülkelerde olduğu gibi bu iki ülkede de proleter devrimin temel şartı, gerektiği noktada devrimci zor kullanarak kapitalist devlet mekanizmasının kırılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması haline gelmiştir. Ne var ki Woods gibilerin tarzı bellidir. Önce yine Marksizmin bazı genel doğrularından söz edilecektir. Fakat hemen ardından, Marksizmin bu genel doğruların tekrarından ibaret olamayacağı belirtilerek oportünist bir
25
marksist tutum
yoldan yürünecektir. Woods’un bu tarzının çarpıcı örneklerinden birini de, eski devlet aygıtının parçalanması yolundaki devrimci görevlerle kendisi gibi sosyalistlerin icadı olan “barışçıl geçiş” düşünün art arda sıralanması sayesinde yaratılan kafa karışıklığı oluşturur. Bu meyanda önce şöyle der Woods: “Marx’ın açıkladığı üzere işçi sınıfı kendini basitçe var olan devlet iktidarı üzerine dayandıramaz, aksine onu yıkmak ve parçalamak zorundadır. Bu bir Marksist için ABC’dir.” Doğru ve gayet güzel; ne var ki işin arkası hiç de güzel gelmeyecektir. Woods kendi yazılarında sıkça örneklediği üzere, “fakat alfabede ABC’den sonra gelen harfler vardır” diyerek yine bir oportünistin sanatını icra etmeye koyulur. Neticede, vaktiyle Engels’in “Komünizmin İlkeleri”nde ifade etmiş olduğu bir değerlendirme okuyucuya, Woods’un oportünist siyasetini güya haklı çıkartacak yorumlar eşliğinde sunulur. Engels soru-cevap tarzında kaleme aldığı bu yazısında, “özel mülkiyetin kaldırılmasını barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmek olanaklı olacak mıdır?” sorusunu sormuş ve şu yanıtı vermiştir: “Bunun olabilmesi istenilen bir şeydir ve buna karşı direnecek en son kişiler elbette komünistler olurdu. Komünistler komplonun hiçbir türlüsünün, hiçbir yarar sağlamadığı gibi, hatta zararlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları olduklarını çok iyi biliyorlar.” Kendi “barışçıl geçiş” kurgusuna Engels’in bu satırlarını dayanak göstermek isteyen Woods, işçi sınıfının zamansız ve hazırlıksız bir ayaklanmaya kalkışması durumunda sürükleneceği tehlike konusunda yapılan haklı uyarının ardına gizlenir. Bu tür atraksiyonlarla okuyucunun gözü boyanmaya çalışılırken, devrimci ayaklanma görevi el çabukluğuyla yok ediliverilir! Engels’in “Komünizmin İlkeleri” adlı yazısında bir bütün olarak okuyucuya vermek istediği mesaj, Woods’un sihirbazlığı neticesinde bir oportünistin barışçı geçiş hayallerini destekleyen kısır bir boyuta indirgenmiştir. Şöyle der Woods: “Daha en başından itibaren, yalnızca proletaryanın olgunlaşmamış ayaklanmalara ve maceralara çekilme tehlikesini değil, aynı zamanda bu sorunun beceriksizce ortaya konmasının Komünizmin düşmanlarına hediye edilmiş bir propaganda aracı olacağını da düşünen bilimsel sosyalizmin kurucuları, şiddet sorununa nasıl yaklaşacakları konusunda çok dikkatli olmuşlardır.” Ancak devrimci Marksizmi lâyıkıyla öğrenmek isteyen biri, Woods’un “Komünizmin İlkeleri”ni kendi meşrebince yorumlayış tarzına değil, takip eden satırlarda Engels’in söylediklerine dikkat kesilmelidir: “Ama” der Engels, komünistler “proletaryanın gelişmesinin, hemen her uygar ülkede zorla bastırıldığını ve komünistlerin muhaliflerinin, böylece, bütün güçleriyle, bir devrimi hazırlamakta olduklarını görüyorlar. Ezilen proletarya, sonuçta bir devrime zorlanacak olursa, biz komünistler, nasıl şimdi sözle yapıyorsak, o zaman fiilen de
26
Nisan 2010 • sayı: 61
proleterlerin davasını savunacağız”. Oportünistlerin Marksizmin açılımlarını kendi niyetleri doğrultusunda kırparak veya çarpıtarak sunmaları yıllardır bilinen siyasal gerçekleri değiştiremez. Proletaryanın öncüsünü, mücadele kaçkını sinik ve pasifist eğilimlere karşı bağışık kılacak devrimci tarzda eğitme konusunda Marx ve Engels’in göstermiş oldukları hassasiyet aşikârdır. Otorite konusunda yaşamdan kopuk biçimde gevezelik eden ve bu küçük-burjuvaca hafifliği bir siyasal tarz haline getiren “otorite-karşıtları”nı eleştirirken Engels şöyle der: “Bu baylar hiç devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” Gerçek bir Marksist “Marksizm ve Devlet” sorununu ele alan bir yazıda, işçi devriminin asla savsaklanamayacak en temel görevinin kapitalist devlet mekanizmasını kırıp parçalamak olduğunu ve bu yüzden de örgütlü proletaryanın devrimci zorun gerekliliği düşüncesiyle beslenmesi gerektiğini hiçbir kuşku uyandırmayacak biçimde ifade eder. İşte bir devrimci Marksist, tarihsel-sosyal-siyasal gerçekleri açıklarken böyle konuşur. İşçi hareketine uzanan oportünist aydın ise, hem işine geldiğinde kendini devrimci göstermekten vazgeçmeyecek hem de devrimin katı yasaları karşısında kapıldığı korkuyu gözlerden gizlemek için bu zaafını kitlelere mal edecektir. Bu tür bir sosyalist, kapitalist düzenin yoksul emekçi kitlelere hayatın hemen her kesitinde zaten zorbalık, gözyaşı ve acı sunmakta olduğu gerçeğini görmezden gelecek ve onlara gerçek bir devrimci siyaset yerine kendi aydın dünyasına özgü “barışçı düşler” önerecektir. İşçileri devrimci mücadelenin zor ama zorunlu yönleri temelinde eğitmekten köşe bucak kaçacak ve bunun yerine onları nazenin bebeler gibi reformist-oportünist lapalarla beslemeye yeltenecektir. Gerçek bir Marksist “Marksizm ve Devlet” sorununu ele alan bir yazıda, işçi devriminin asla savsaklanamayacak en temel görevinin kapitalist devlet mekanizmasını kırıp parçalamak olduğunu ve bu yüzden de örgütlü proletaryanın devrimci zorun gerekliliği düşüncesiyle beslenmesi gerektiğini hiçbir kuşku uyandırmayacak biçimde ifade eder. Kapitalist devlet mekanizması, hele ki günümüz dünyasında işçi-emekçi kitleler açısından geçmişe oranla misliyle dayanılmaz bir zor ve baskı aygıtına dönüşmüştür. Dolayısıyla böyle bir aygıtı tarihin çöplüğüne gönderecek olan
sayı: 61 • Nisan 2010
proleter devrimin nasıl da egemen sınıfın şiddetiyle yüz yüze geleceği ve bu nedenle örgütlü işçilerin de o şiddeti püskürtecek tarzda devrimci zor uygulamak zorunda kalacağı aşikârdır. Gerçeklik buyken Woods yazısında okuyucunun dikkatini döne dolaşa “barışçıl geçiş” mevzuuna çekip durmaktadır. Bu bağlamda sıra yine buna gelmiştir ve konu elbet İngiltere’de geçmektedir! Önce şu sözlerle peşrevini çeker Woods: “Marx ve Engels, belli koşullar altında, ki zamanında bu koşulların sadece İngiltere’de mevcut olduğuna inanmalarına rağmen, iktidarın proletaryaya barışçıl yollarla geçmesi olasılığını göz ardı etmediler.” Ve takiben Woods, Engels’in 1886’da Kapital’e yazdığı Önsöz’den bazı satırları aktarır. Engels bu yazısında Marx’ın teorisiyle ilgili şöyle demektedir: “Kuşkusuz, teorisinin tümü, İngiltere’nin ekonomik tarihinin ve koşullarının bir ömür boyu incelenmesinin sonucu olan ve bu çalışmasıyla, hiç değilse Avrupa’da, İngiltere’nin barışçı ve yasal yollarla kaçınılmaz toplumsal devrimin tümüyle etkilenebileceği biricik ülke olacağı sonucuna varan bir adamın sesine, böyle bir anda, kulak vermek gerekir.” Böylece tüm entelektüel enerjisini kullanarak, aslında Marx ve Engels’in özellikle İngiltere için barışçıl geçiş olasılığına nasıl da ağırlık vermiş olduklarını (!) kanıtlamaya çalışmaktadır Woods. O bu bağlamda kendi Lenin’ini de yaratacak ve emperyalizm çağında barışçıl geçiş fikrinin artık bir düşten ibaret olacağını sık sık vurgulamış olan Lenin’i bakın okuyucuya nasıl bambaşka şekilde sunacaktır: “Lenin 1920’de, İngiltere’de proletarya ve onun örgütlerinin muazzam gücü nedeniyle, sendikaların ve İşçi Partisinin Marksistler tarafından idare edilmesi şartıyla, sosyalist dönüşümün barışçıl bir şekilde gerçekleştirilmesinin, hem de parlamento yoluyla, tümüyle mümkün olduğunu ileri sürebiliyordu.” Woods bu suretle Lenin’in diyalektik yaklaşımını örneklediğini iddia ederken, aslında kendi “barış ve huzur içinde yaşam” düşlerine Lenin’i alet edivermiştir. Devrimci Lenin, parlamenter yoldan dönüşümü savunan Woods’un destekçisi düzeyine indirgenmiştir!
Lenin’i savunur görünerek inkâr etmek İşin gerçeğini hatırlayalım. Lenin, gerek “Dönek Kautsky”de gerekse 1920’lerde kaleme aldığı yazılarında, devrimci zor gereğini olur olmaz bahanelerle göz ardı etmeye çalışan Kautsky tarzı “barışçıl dönüşüm” siyasetini açıkça eleştirmiştir. Kautsky diktatörlük olgusunu tanımlarken, bu kavramın egemen özelliğini, yani devrimci zor gerçeğini tüm gücüyle okurdan saklamaya çalışır. Bu noktada tartışılması gereken temel sorunun, barışçıl devrim ile zora dayanan devrim arasındaki karşıtlık olduğuna dikkat çeker Lenin ve kendi görüşünü açıkça ifade eder: “Gerici zor ile devrimci zoru ayırt eden koşulları çözümlemeksizin, genel olarak ‘zor’dan söz etmek, devrimden vazgeçen bir hamkafa olarak ortaya çıkmak ya da yalnızca kendini ve başkalarını yanıltmacalarla aldatmak demek-
marksist tutum
tir.” Lenin’in ne dediği gayet açıktır, ama bu devrimci doğruları hatırlamak kuşkusuz Woods gibilerin işine gelmeyecektir. Alan Woods, Lenin’in açılımlarını ya da Rus devrim sürecinin Marksist analizini kendi oportünist siyasetini parlatma gayesiyle tahrif etmekle meşguldür. Venezuela’da Chavez’in devrimci edalarla iktidar koltuğuna kurulması neticesinde kesintiye uğrayan devrimci süreci, Woods, 1917 Şubatından Ekimine ilerleyen Rus devrim sürecine benzetmektedir. Woods’un bu yersiz ve yakışıksız benzetmeyle amaçladığı, Venezuela devriminin hâlâ ilerlemekte olduğu ve devletin kötü bürokratlardan temizlenmesi durumunda da başarıya ulaşacağı yanılsamasını yaratmaktır. Bu yanılsamanın temellerini döşemek maksadıyla, “Rusya’da Ekim Devrimi birçoklarının düşündüğünün aksine barışçıl bir olaydır” diyerek konuya giriş yapar. Woods’un bu bağlamda başvuracağı hile, Çarlık rejimini yıkarak mevcut devlet mekanizmasını parçalayan 1917 Şubat devriminden sonra gelişen ve bu arada iktidarın barışçı biçimde sovyetlere geçme olasılığını da içeren süreci sanki bütünüyle “barışçıl bir olay”mış gibi göstermesi olacaktır. İşin aslı hatırlanacak olursa, 1917 Rus devrim süreci içinde Şubat devrimi neticesinde burjuva nitelikli geçici bir hükümet kurulmuştur. Fakat burjuvazi henüz iktidar olabilmiş ve kendi bürokratik devlet aygıtını yaratabilmiş değildir. Bunun yanı sıra muazzam bir kitle gücüne dayanan ve gerçek bir iktidar potansiyeli taşıyan işçi, köylü ve asker sovyetleri mevcuttur. Devrim çeşitli gelgitleriyle sıcağı sıcağına yaşanmaktadır ve 1917 Ekimine ilerleyen süreçte iktidarın sovyetler tarafından barışçı biçimde ele geçirilmesi imkânı doğmaktadır. Ne var ki henüz Bolşevik temsilciler sovyetlerde çoğunluk sağlayamadığından bu imkân gerçekliğe dönüşememektedir. Kısacası o tarihlerde Rusya’da bir ikili iktidar (bir başka deyişle ikili iktidarsızlık) durumu yaşanmaktadır. Devrimin Lenin ve Troçki gibi önde gelen liderleri, iktidarın sovyetlere geçmesi için işçi-emekçi kitleleri seferber etme amacını “bütün iktidar sovyetlere” sloganıyla somutlarlar. Bu süreçte iktidarın barışçıl biçimde sovyetlere geçme şansı değerlendirilememiş ve Eylül ayında koşullar olgunlaştığında Lenin artık devrimci ayaklanmanın zamanının gelmiş olduğunu son derece net biçimde açıklamıştır. Ayaklanmanın organize edilmesini sağlayacak Bolşevik Parti taktikleri, sovyetlerde örgütlü işçi-emekçi kitlelere benimsetilmeye çalışılır. Neticede, eski devlet aygıtı zaten Şubat devrimiyle parçalanmış olduğundan, burjuvazi henüz iktidar olacak güce kavuşamadığından ve de Bolşeviklerin devrimci siyaseti sovyetlerde çoğunluğu sağladığından Ekim devrimi ayaklanması çok fazla kan dökmeden başarıya ulaştırılır. İşte Woods’un “barışçıl bir olay” diyerek kendi reformist düşlerine dayanak yapmaya çalıştığı Ekim Devriminin içyüzü budur. Rusya’da söz konusu koşullar nedeniyle iktidarın sovyetler tarafından barışçı biçimde ele geçiril-
27
marksist tutum
mesi konusuyla, günümüzde Venezuela’da yaşanan süreci bir tutmak ve ikincisinin mevcut devlet aygıtını kırıp parçalama görevini “barışçı devrim olasılığı” bahanesiyle yok etmeye çalışmak tamamen kötü niyetli bir sihirbazlıktır! Ne var ki Alan Woods, devrimci kadrolar yetiştirmeye çalışan bir siyasal lider gibi değil de sanki etrafına topladığı çoluk-çocuğu kandırmaya çalışan biri gibi konuşmaktadır. Ve kendisini haklı gösterebilmek amacıyla da, düpedüz kendi icadı olan hileleri geçmişte yaşanmış kimi olaylara benzetmeye teşebbüs etmektedir. Bu yüzden Woods, “yeterli güçteki bir kitle hareketinin belli koşullar altında iç savaşsız iktidarı devralacağı değerlendirmesi IMT’nin icadı değildir” diyecek ve vaktiyle Troçki’nin Dewey Komisyonuna verdiği ifadede geçen bazı yanıtları kendi emellerine alet edecektir. Oysa konu o kadar farklıdır ki! Troçki, Stalinist egemen bürokrasinin iktidarı altında artık bir işçi devleti olmaktan tamamen çıkmış Sovyetler Birliği’nin sınıf karakteri hakkında hatalı değerlendirmelere sahiptir. O nedenle de SSCB’de tüm iktisadi ve siyasal gücün tekrar işçi sınıfının eline geçebilmesi için politik bir devrimi yeterli görmekte ve bu noktalardan hareketle Dewey Komisyonunun bir sorusuna, Sovyet bürokrasisinin şiddete başvurmadan yıkılabileceği yolunda yanıt vermektedir. Alan Woods’un, kendisine kulak verenleri kandırmak üzere Troçki’nin sözlerini istismar ettiği yeterince açık değil midir? Rusya’da söz konusu koşullar nedeniyle iktidarın sovyetler tarafından barışçı biçimde ele geçirilmesi konusuyla, günümüzde Venezuela’da yaşanan süreci bir tutmak ve ikincisinin mevcut devlet aygıtını kırıp parçalama görevini “barışçı devrim olasılığı” bahanesiyle yok etmeye çalışmak tamamen kötü niyetli bir sihirbazlıktır! Şayet Woods’un örneklediği oportünizmin önlenemez yükselişi konusunda daha fazla kanıt gerekiyorsa, onun “Lenin ve devrimci bozgunculuk” konusunu yine kendi emelleri doğrultusunda mıncıklamasına da bakılabilir. Önce 1914 yılındaki durum hakkında Lenin’in değerlendirmelerinden hatırlatmalar yapar Woods. Dediği gibi, II. Enternasyonal’de yaşanan ayrışma tamamen yeni koşullar yaratmıştır. Sosyal Demokrasinin eşi benzeri görülmemiş ihanetinin verdiği dersler ışığında, Marksizmin küçük ve yalıtık güçlerini uluslararası alanda yeniden eğitmek ve yeniden toparlamak şart hale gelmiştir. İşte böyle bir dönemde bu devasa görevin üstesinden gelebilmek ve uluslararası planda devrimci kadrolar yetiştirebilmek amacıyla, Lenin devrimci enternasyonalizmin temel ilkelerine yoğun bir vurgu yapmaktadır. Yürüyen emperyalist savaş koşullarında devrimci proletaryanın yeni bir enternasyonal örgütünün yaratılabilmesi için kadroların “devrimci bozgunculuk” taktikleri temelinde eğitilmesi şarttır. Oportünistler ve sosyal-şovenler ma-
28
Nisan 2010 • sayı: 61
rifetiyle yurtseverliğin her türlüsü işçi sınıfını zehirleyecek milliyetçiliğe dönüştürülmektedir. Çeşitli ülkelerden işçiler ortak bir mücadelede kardeşleştirilecek yerde, “kendi” burjuvalarının çıkarları doğrultusunda birbirlerine boğazlatılmaktadırlar. Bu yüzden emperyalist savaş alevlerinin içinden Almanya’da Karl Liebknecht’in yükseltmiş olduğu, “esas düşman içeridedir, silahını kendi burjuvana çevir” haykırışı işçi-emekçi kitleleri uyanmaya davet eden son derece önemli ve doğru bir çağrıdır. Lenin bu devrimci yaklaşıma önem vermiş ve bunu enternasyonal mücadele arenasında egemen kılmaya çalışmıştır. Onun birbiriyle savaşan emperyalist ülkeler nezdinde savunduğu “devrimci bozgunculuk” taktiği, kitleleri devrimci bir iktidar kurabilmek üzere “emperyalist savaşı iç savaşa çevirmeye” ve “kendi burjuvazisinin yenilgisini istemeye” çağırır. Günümüzde de devrimci proletarya emperyalist savaşa tutuşmuş ülkelerde bu devrimci taktikleri uygulamayı öğrenmeli ve kuşkusuz devrimci siyasal liderler de ulusal ve enternasyonal düzeyde bu devrimci taktikleri özümsemiş kadrolar yetiştirmelidir. Ne var ki, Woods’un “Marksizm ve Devlet” yazısında bu konuya değinmesinin nedeni bu tür devrimci görevleri vurgulama ihtiyacı değildir; onun niyeti tamamen farklıdır. 1914 yılı civarında yer alan kimi önemli olaylar eşliğinde Lenin’in yaklaşımlarından hatırlatmalar yapan Woods, lafını dönüp dolaştırıp Lenin’in devrimci değerlendirmelerini gözden düşürecek bir noktaya getirecektir. Lenin’i kastederek, “onun ara sıra abartmış olduğu tartışılabilir” diyecek ve böylece dilinin altında sakladığı baklasını ağzından çıkartacaktır. Woods Lenin’in “devrimci bozgunculuk” siyasetini savunmuş olmasını, “çubuğu düzeltebilmek için diğer yöne doğru fazlaca eğmesine” bağlar. Lenin’in sadece ne yazdığını değil, aynı zamanda ne için yazdığını anlamaksızın kafamızın karışacağı “uyarısını” yapar ve böylece emperyalist savaş karşısında savunulması gereken “devrimci bozgunculuk” taktiğini, çubuğu düzelteyim derken biraz öteki uca savrulma olarak gösterir. İşte Woods’un “Marksizm” temelinde “kadro” yetiştirme tarzı böyledir! Woods amacına ulaşabilirse, onun başında olduğu enternasyonal örgütün kadroları ve çevre unsurları Lenin’i öyle bir “güzel” anlayacaklardır ki(!), devrimci taktikler artık onlara tamamen aşırı-sol görünecektir. Ve onlar Woods’un öğrettiği üzere, devrim adına pespaye bir reformculuğu savunmayı içlerine sindireceklerdir. Bununla da kalmayacak, Venezuela devlet başkanı Chavez ile dostluğunun ilerlemesiyle başını alıp giden Woods oportünist liderlik basamaklarında şahikaya ulaşırken, onun çömezleri bu Chavez yandaşlığında hiçbir kusur bulamayacaklardır. Ve de Woods’un Venezuela yaklaşımını eleştiren devrimcileri “ultra-sol” olmakla suçlayacaklardır. Woods oportünizmde kıvraklaşmış kalemini, Chavez gibi devlet adamlarıyla dostluğun verdiği keyifle oynatırken yazısı şu türden “veciz” yaklaşımlarla süslenecektir: “Ultra sol ve sekter gruplar bir satırını anlamaksızın Le-
sayı: 61 • Nisan 2010
nin’in kelimelerini sürekli tekrarlar. … Şovenizmle savaşmak, Sosyal Demokrasi ve özellikle de onun sol kanadı ile (Kautsky ve ‘merkez’) hiçbir uzlaşmanın mümkün olmadığına vurgu yapmak için Lenin kuşku götürmez bir biçimde abartılı bazı formüller kullandı. Bu tür abartmalar, onun örneğin Troçki’nin tutumunu tamamen yanlış biçimde ‘merkezcilik’ olarak nitelemesine yol açtı. Lenin’in bu dönemdeki tutumunun tek taraflı yorumlanmasından sonu gelmez kafa karışıklıkları doğdu.” Lenin’in savunduğu “devrimci bozgunculuk” taktiği, kitleleri devrimci bir iktidar kurabilmek üzere “emperyalist savaşı iç savaşa çevirmeye” ve “kendi burjuvazisinin yenilgisini istemeye” çağırır. Günümüzde de devrimci proletarya emperyalist savaşa tutuşmuş ülkelerde bu devrimci taktikleri uygulamayı öğrenmeli ve kuşkusuz devrimci siyasal liderler de ulusal ve enternasyonal düzeyde bu devrimci taktikleri özümsemiş kadrolar yetiştirmelidir. Lenin’in “devrimci bozgunculuk” açılımını devrimci mücadelenin gerekli taktikleri bağlamında değil de, yalnızca kadroların bazı çarpılmış yaklaşımlarını düzeltebilmek amacıyla abartılı biçimde ortaya koyduğunu iddia eder Woods. Onun bu sayede elde etmek istediği iki sonuç vardır. Birincisi, bir dönem II. Enternasyonal’in oportünist “merkez”i ile işbirliği yapan Troçki’nin tutumunu aklamak ve Lenin’in bu konuda ona yönelttiği eleştiriyi haksız göstermektir. İkincisi ise, “devrimci bozgunculuk” taktiğinin bir abartmadan ibaret olduğuna ve zaten Lenin’in de 1917 Martından sonra bundan vazgeçtiğine okuyucuyu inandırabilmektir. “Lenin 1917 Martından sonra Rusya’ya döndüğünde kendi tutumunu temelden değiştirdi” der Alan Woods. Devamla, “1917 Mart sonrası Lenin’in pozisyonu daha önce öne sürmüş olduğu sloganlarla çok az benzerlik taşımaktaydı” diye buyurur ve böylece sadede gelir. Onun satırlarından öğrendiğimize göre, “aslında ‘devrimci bozgunculuk’ sloganlarının kitleleri Ekim devrimine hazırlamakta hiçbir rolü olmamıştır”! Woods, bu noktada yine bir el çabukluğu marifet sayesinde konuyu çarpıtır ve devrimci taktiklerin kitlelere sabırla, onların anlayacağı bir dille ve onları mücadeleye çekebilecek sözcüklerle propaganda edilmesi gereğinin ardına sığınarak mevzi alır. Bu pozisyonu aldıktan sonra da devrimci kadroların iç savaş olasılığını, devrimci zorun rolünü ve ayaklanma sanatını öğrenecek şekilde eğitimi ve devrimci taktiklerin yine aynı doğrultuda en eksiksiz biçimde formüle edilmesi görevini çöpe atıverir. Bu tutum Woods’un başkalarını eleştirirken pek beğenip yazılarında sıkça yinelediği tabirle, bebeği yıkarken yıkama suyuyla birlikte bebeği de fırlatıp atmaya benzemektedir. Yani Woods açısından tam bir “ele verir talkımı kendi yutar salkımı” durumu! Kuşkusuz devrimci taktik ve sloganların kitlelere sabır-
marksist tutum
sız, zamansız ve özensiz biçimde, kısacası devrimci lafazanlığa, sekterliğe varacak tarzda sunulması tamamen yanlıştır. Kitle çalışması sabırlı ve özenli olmayı gerektiren bir siyasal sanattır. Bu bakımdan, Komintern’in temellerinin atıldığı dönemde Lenin genç Komünist Partileri sekterlik tuzağına düşmekten kurtarmak için az uğraşmamıştır. Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonal’in, kitlelerin kazanılması amacıyla birleşik cephe, sendikalarda ve çeşitli kitle örgütlerinde çalışma, burjuva parlamentolarına katılma gibi taktikleri gündeme getirmesi de boşuna değildir. İşte Woods yazısında bu Marksist yaklaşımları sözde kabul eder görünür, ama öte yandan yine inceden inceye bildiğini okur. “Kitleyi kazanmak” gibi reddedilemeyecek bir genel doğrunun ardına sığınarak, devrimci kadro eğitimi ve devrimci taktik üretimi bağlamında Lenin’in savunmuş olduğu sloganları ve açılımları (bu devrimci mirası) “kurnazca” inkâra koyulur. Woods’un bu noktada sergilediği “kurnazlık”, kitleleri kazanmaya çalışma taktiğini devrimci özünden yoksun kılınmış biçimde gündeme taşımak ve onu diğer devrimci taktiklerle oportünist tarzda karşı karşıya getirmektir. Bu yüzden, Komintern’de yürümüş önemli tartışmalar içinde Lenin sanki tek boyutlu olarak “kitlelere” vurgusunu yapıp duran bir siyasi lidermiş gibi gösterilir. Lenin tarafından gündeme getirilen ve koşullar olgunlaştığında savunulan “devrimci hücum” taktiği Woods tarafından neredeyse bütünüyle “aşırı- sol” bir taktikmiş gibi sunulur. Woods “kitleyi kazanma” konusuna içeriğinden bağımsız olarak öyle “sihirli” bir güç yükler ki, böylece Venezuela gibi devrimci durumların yaşandığı ülkelerde kitle kuyrukçusu reformist çizgi mübah gösterilir! Oysa altını çizerek belirtmek gerekirse, “kitleyi kazanma” hedefi asla içeriğinin ne olduğundan bağımsız şekilde bir anlam ifade edemez. Unutulmamalı ki, reformist ve oportünist siyasetler de kitleyi kendi hedefleri doğrultusunda kazanmaya çalışırlar. Kısacası kitle çalışmasında asıl önemli olan, kitleleri hangi düşünceler ve kapitalizme karşı ne tip bir mücadele anlayışı temelinde kazandığındır. İşte Venezuela ya da günümüzde yaygınlaşan emperyalist savaş örnekleri temelinde IMT liderliğinin oportünist ve reformist yaklaşımını devrimci tarzda eleştirenlerin, Woods’un “sekter”, “ultra-sol” gibi suçlamalarına maruz kalmalarının ardında yatan gerçekler özetle böyledir. Son söz olarak vurgulamak gerekirse, IMT liderliğinin oportünizmi Alan Woods öncülüğünde önlenemez yükselişini sürdürürken, olan bu enternasyonal örgütlenmeyi devrimci sanarak inanan genç kadrolara oluyor. Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz üzere, oportünizm dur durak bilmiyor ve IMT her gün biraz daha umutsuz bir biçimde oportünizmin ve reformizmin o uğursuz bataklığına gömülmeyi sürdürüyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
29
Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları /2 İlkay Meriç
Osmanlı’dan burjuva cumhuriyete: yıkılan umutlar Tarihi çarpıtarak yeniden kurgulayan Kemalist resmi tarih tezlerinin aksine, “Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur”.1 Benzer şekilde, kadın hakları konusundaki ilerlemeler de tarihsel süreklilik içinde verilen mücadelenin bir sonucudur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Osmanlı’da yükselen feminist hareket, kadınlar açısından pek çok kazanımın yolunu açmıştı. Kız okullarının yaygınlaşması, kadın öğretmenlerin yetişmeye başlaması, üniversitede karma eğitimle kadınlara yükseköğrenimin yolunun açılması, kamu kurumlarına kadın işçilerin alınması, tüm sektörlerde kadın işçi sayısının hızla artması ve nihayet kadınlara seçme ve seçilme hakkının tartışılmaya başlanması ve bu talebin bir feminist örgütün programına dahil edilmesi. İşte yeni cumhuriyete kadın hareketi böylesine hararetli bir süreçten sonra giriyordu. Aydınlanma, modernleşme söylemleri eşliğinde yeni bir ulus-devlete yöneliş, yıllardır mücadelenin içinde olan feminist kadınlar için de büyük bir umut ışığı olmuştu. Cumhuriyetin ilanı, kadın-erkek eşitliğine yönelik yasal düzenlemelerin hızla hayata geçirileceği yönünde haklı bir beklenti doğurmuştu. Ama öyle olmadı. Burası hâlâ “Osmanlı”ydı! Devlet neyi ne zaman yapacağına kendi karar verirdi, her isteyene istediği hak verilemezdi! Toplum hazır
30
değildi, şartlar olgunlaşmamıştı vs.! Yani bugünün de bildik söylemi. Cumhuriyet ilan edilmeden birkaç ay önce, Nisan 1923’te, seçim kararı alındı ve seçim yasası değiştirildi. Buna göre 18 yaşını geçen her Türk erkeği seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olacaktı. Kadınlara oy hakkı tanınmamasının bahanesi hazırdı: Onlar henüz oy verecek olgunluğa erişmemişlerdi, ama aile reisi olan erkekleri aracılığıyla zaten oy kullanmış oluyorlardı! Mecliste kadınları savunarak buna itiraz etme gafletinde bulunan Tunalı Hilmi Bey’in konuşması, mebusların sıra kapaklarına vurarak yükselttikleri protesto nedeniyle tamamlanamadan kesilecekti. Bu gündemsiz çıkış dışında, kadın hakları konusu 1934’e dek Mecliste bir gündem maddesi olarak asla ele alınmayacaktı. Oysa seçim kararının alınmasının hemen ardından Ahmet Emin Yalman’ın Vakit gazetesinde başlattığı kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması konusundaki ankete katılanların çoğu olumlu yanıt vermişti. Yani toplumun hazır olmaması, kadınların olgunlaşmamışlığı, seçkinci erkek egemen devletlûların manipülatif yalanlarından ibaretti. Gerçekte ise kadın hareketi bazı önemli gelişmeler kaydediyordu. Nitekim Nezihe Muhiddin önderliğindeki bir grup kadın, Mayıs sonunda siyasi haklar uğruna mücadeleye giriştiklerini duyuracaktı.2 Bu amaçla 15 Haziranda bir kadınlar şurası toplayıp Kadınlar Halk Fırkasını kuracaklarını ilan eden kadın aktivistler, Mustafa Kemal’in açıkladığı “dokuz umde”ye bağlı olduklarını ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiyle (bu cemiyet kı-
sayı: 61 • Nisan 2010
sa bir süre sonra kurulacak olan Cumhuriyet Halk Fırkasının çekirdeğiydi) birlikte çalışmak istediklerini dile getiriyorlardı. Daha önceki feminist kadın dernekleriyle bir ilgilerinin olmadığını da duyuruyorlardı. Bütün bunlar, ister bilinçli yapılsın ister bilinçsizce, “Paşa Hazretleri”nin gadrine uğramamak için alınan önlemlerdi aslında. Aydınlanma, modernleşme söylemleri eşliğinde yeni bir ulus-devlete yöneliş, yıllardır mücadelenin içinde olan feminist kadınlar için de büyük bir umut ışığı olmuştu. Cumhuriyetin ilanı, kadın-erkek eşitliğine yönelik yasal düzenlemelerin hızla hayata geçirileceği yönünde haklı bir beklenti doğurmuştu. Ama öyle olmadı. Burası hâlâ “Osmanlı”ydı! Devlet neyi ne zaman yapacağına kendi karar verirdi, her isteyene istediği hak verilemezdi! Kadınlar Halk Fırkasının (KHF) tüzüğünün birinci maddesi, partinin kadınları dokuz umde (ilke) etrafında sadece fikren değil bilfiil toplayacağını belirtiyordu. İkinci madde, kadınlar ülkenin siyasal, toplumsal ve iktisadi meselelerinde “etkin olarak kendilerini kanıtladıktan sonra” tüzüğe siyasi haklar konusunda bir ilke ekleneceğini ifade ediyordu. Yani seçme ve seçilme hakkı talebi tüzüğe “şimdilik” eklenmeyecekti. Ancak, üçüncü maddeyle, kadınların belediye seçimlerine katılmaları konusunda çalışılacağı duyuruluyordu. Tüzükte, aile ve evlilik konusunda kadınlar lehine yasal düzenlemeler talebine ilişkin maddeler de yer alıyordu. Savaş durumunda kadınların askerlik yapabileceklerine ilişkin ifadelerle ise, bir yandan kadınların “vatanperverlikleri” vurgulanıyor, öte yandan “biz de erkeklerle aynı sorumlulukları üstlenmeye hazırız, dolayısıyla bizim de eşit haklara sahip olmamız gerekir” mesajı veriliyordu. Partinin kuruluş başvurusu 17 Haziran 1923’te yapıldı ve onay beklenmeye başlandı. Bu arada bir kadınlar partisinin kurulduğuna dair haberler, devlet güdümlü basında, “tek gayeleri mebus olmak” şeklindeki saldırgan başlıklarla yer almaya başlamıştı. Aylar geçmesine rağmen başvuruya yanıt gelmezken, yeni bir medeni kanunun hazırlanacağı haberleri üzerine KHF de bir dizi çalışma başlatmıştı. Kız çocukların evlenmesine yaş sınırının konması, talâkın (boşanmanın erkeğin boş ol demesiyle gerçekleşmiş sayılması) ve çok eşliliğin yasaklanması yükseltilen talepler arasındaydı. Başvurudan sekiz ay sonra beklenen yanıt geldi. “Bazı düşünceler” nedeniyle parti hükümetten onay alamamıştı. Hükümet, bu “düşünceler”in ne olduğunu açıklama zahmetine bile katlanmamıştı. Mustafa Kemal önderliği, tam da yeni partinin (Cumhuriyet Halk Fırkası) kuruluş aşamasında, kendi çizdiği sınırların dışına çıkan bir grup “bölücü” kadının kendinden önce davranmasına izin vermemişti. Bu yanıt üzerine parti kurucuları tüzüğü tümüyle de-
marksist tutum
ğiştirerek bir kadınlar birliği kurmaya karar verdiler. Tüzüğünde ve programında daha önce savunulan pek çok talepten vazgeçmek durumunda kalan bu birliğin adı Türk Kadınlar Birliği olacaktı. 7 Şubat 1924’te kurulan TKB’nin üye sayısı ilk üç ayda 400’e çıkacaktı. TKB tüzüğüne göre erkekler de birliğe üye olabilirlerdi, toplantılara yönetim kurulunun davetlisi olarak katılabilirlerdi ama yetkili organlara seçilme ve oy kullanma hakları yoktu. Kadınlar, partileşme çalışmaları başladığında, seçme hakkından önce seçilme hakkını almalarının daha kolay olacağını düşünüyorlardı. 1923 yılındaki hedefleri, iki yıl sonra yapılacak milletvekili seçimlerine katılmaktı. Seçimlerde “münevver kadınların” aday olmalarının, “olgunlaşmamışlık” bahanesinin önünü tıkayacağını düşünüyorlardı belli ki. Ama “çağdaş” cumhuriyetimizin “münevver” erkekleri her zaman olduğu gibi bu “fütursuz” girişimi de püskürtmeyi başaracaklardı. Gazeteler TKB’nin 1925 Şubatında Halide Edip ve Nezihe Muhiddin’in mebus adaylığı için başvuruda bulunduğunu yazdılar. İpleri hükümetin elinde olan basının salvo atışları başlar başlamaz Halide Edip kendisinin böyle bir başvurudan haberi olmadığını söyleyerek anında çark etti. Saldırıların başını çeken gazete, alışıldık ikiyüzlülüğüyle Cumhuriyet’ti. Gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden (aynı zamanda mebustu) “kadınlığın hukukuna yerden göğe kadar hak veririz” diye nutuklar atarken, gazetedeki imzasız yazılarında siyasal hakları uğruna mücadele eden kadınları alaya alıyordu. Kadınlara mebus olmak yerine Himaye-i Etfal’de çalışmayı salık veriyordu.3 Gazetede yayınlanan imzasız karikatürlerde kadınlar aşağılanıyor, süslenmekten başka hiçbir şeyi akıl edemeyen, tek sorunları bu olan yaratıklar olarak resmediliyordu. Bugün sözde “irtica” karşısında kadınları harekete geçirmek için medeniyet ve kadın hakları nutukları atan Cumhuriyet’in cemaziyelevveli işte buydu! Saldırıların başını çeken gazete, alışıldık ikiyüzlülüğüyle Cumhuriyet’ti. Gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden “kadınlığın hukukuna yerden göğe kadar hak veririz” diye nutuklar atarken, gazetedeki imzasız yazılarında siyasal hakları uğruna mücadele eden kadınları alaya alıyordu. Kadınlara mebus olmak yerine Himaye-i Etfal’de çalışmayı salık veriyordu. Ne var ki, Osmanlı’nın erkek egemen anlayışını olduğu gibi devralan Kemalist burjuva devlet, hakları uğruna mücadelede eden kadınları istediği kadar yok saymaya ve aşağılamaya çalışsın, tıpkı Osmanlı gibi o da kadınların taleplerini geciktirerek de olsa dikkate almak zorunda kalacaktı. Nitekim 1926 Şubatında kabul edilen Medeni Kanunla çok eşlilik ve talâk kaldırıldı ve kadınlara da boşanma hakkı getirildi. Aynı yıl, kadınların ulaşım araçlarında haremlik-selamlık yolculuk etmek zorunda bırakıl-
31
marksist tutum
dıkları özel bölme uygulamasına da son verildi. Böylece kadınların yarım asırdır sürdürdükleri mücadelenin çok önemli birtakım talepleri karşılanmış oluyordu. Ancak aynı Medeni Kanun, evin reisinin “koca” olduğunu ilan ederek, kadının evlendiği erkeğin soyadını taşımasını zorunlu kılarak ve kadının çalışmasını kocasının iznine bağlı kılarak erkek egemenliği yasal hale getirmiş oluyordu. Bu kanunun söz konusu maddeleri, 1980 sonrasında yükselişe geçen kadın hareketinin ısrarlı mücadelesi sonucunda, ancak 2001 yılında yapılan yasal düzenlemeyle değiştirilecekti.
“Çağdaş” Kemalist devlete TKB de fazla geliyor 25 Mart 1927’de yapılan TKB kongresinde, gündem maddelerinden biri de tüzüğün 2. maddesinde yapılması önerilen değişiklikti. Değişiklik önerisi, Birliğin kadınların toplumsal ve siyasal haklarını kazanmaları için çalışmasını öngörüyordu. Kongrede büyük bir tartışma yaşandı. Bu değişikliğe itiraz eden üyeler oldu. Ve sonunda 2. maddenin ilgili bölümü şu şekilde değiştirildi: “Kadınlar Birliği, Türk kadınının toplumsal ve siyasal haklar karşısında her türlü mesuliyet ve alâka-i vatanniyesini ispat edecek seviyeye erişmesine çalışacaktır.” Yani “hakları almak”tan, “kadınları bu hakka layık hale getirme”ye doğru atılan bir geri adım söz konusuydu. Kongreden bir gün sonra, bazı üyeler basına, yönetim kurulunun seçiminde ve hesaplarda usulsüzlük yapıldığı için kongrenin geçersiz sayılması gerektiği yönünde bir açıklama yaptılar. Yapılan resmi incelemede yolsuzluk iddialarının reddine karar verildi ve yeni tüzük onaylandı. Yine de bu kongre Nezihe Muhiddin ve kadın hakları savunucusu bir dernek olarak TKB için sonun başlangıcı olacaktı. Haziran ayına gelindiğinde, TKB, o yıl yapılacak seçimlerde kadın aday gösterilmesi konusunun tartışıldığı bir toplantı yaptı. Tartışılan düşünce, Cumhuriyet Halk Fırkasından kadın aday göstermekti. Kadınlar şunu diyorlardı: “Seçime biz de katılacağız. Gayemiz gayet sarihtir: Erkekler gibi rey sahibi olmak ve mebus seçilmek.” CHF’den buna yanıt gecikmeyecekti: Kadınların seçime katılmaları meselesi henüz olgunlaşmamıştı ve anayasada öngörülen seçilme için gerekli şartlar (Türk ve erkek olmak) açıktı! Meclis başkanı Kazım Karabekir de bunu hatırlatıyor ve kadınlara seçilme hakkından önce seçme hakkını almaya çalışmalarını tavsiye ediyordu. Üstelik bu, devlet ve hükümet sözcülerinden gelen en ılımlı ifadeydi ve en azından umut dolu olduğu için kadınlar tarafından memnuniyetle karşılanacaktı. Önlerine anayasa engeli çıkarılan kadınlar, anayasa değişikliğini görüşmek üzere Mustafa Kemal’i ziyaret etmeye karar verdiler. Bu arada kadın aday göstermekten vazgeçip “kadın haklarını savunan bir erkek aday” gösterme fikrini
32
Nisan 2010 • sayı: 61
benimsediler. Ayrıca, belediye kanununda değişiklik yapılarak kadınların başkanlığa ve belediye meclisi üyeliğine seçilmelerinin önündeki engelin kaldırılması için Meclise başvuruda bulunmayı da kararlaştırdılar. Bir başka dikkat çekici husus da, bu çalışmalar sürerken TKB’nin ilk kez bu kadar yoğun ve açık bir şekilde “feminist” tanımını kullanıyor oluşuydu (age, s.211). Basında tüm bu gelişmeler geniş yankı bulurken ve malûm tepkilerle karşılanırken, çeşitli “münevver” kadınlardan da eleştiriler yükseliyordu. Tayyare Cemiyeti’nin ve Türk Ocağı’nın yöneticilerinden olan Muallim Nakiye Hanım, TKB’nin çıkışlarını doğru bulmadığını, kadınların siyasal haklarını desteklediğini ama zamanı gelince bunların “hükümet tarafından verileceğini” söylüyordu. Ona göre, “Zaten dünyanın hiçbir yerinde kadınlar bu hakları yerinde kullanamamışlardı. Türkiye’de de kullanamayacakları kesindi. Kadın kuruluşları arasında benimsediği, iftihar ettiği bir dernek göremiyordu. Siyasi haklar kampanyası ise beş on kadının ünlü olmak için yaptığı işlerdi” (age, s.213). Kemalist kadının kraldan çok kralcılığı demek ki bugünlere o günlerden yadigâr kalmış! Cumhuriyet gazetesinde ise yine aşağılayıcı yazılar kaleme alınıyordu: “… hanımların mebusluğu hiç de fena olmaz. Meclis’te sık sık moda etrafında münakaşalar cereyan eder. … Hanımların balolarda smokin mi, yoksa dekolte tuvalet mi giymelerinin daha muvafık [uygun] olacağına dair meselâ İstanbul mebusesi ile İzmir mebusesi arasındaki hararetli mücadeleyi bütün erkek mebusların merak ve tebessümle dinleyeceklerine şüphe yoktur.” Kemalist rejim altında da, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, “kadın kutsaldır, ama evinde oturup vatana asker yetiştireni ve hayır işleriyle uğraşanı” anlayışıyla, kadınlara geleneksel rollerinin dışına çıkmamaları dayatılıyordu. Nitekim, Nezihe Muhiddin sudan bahanelerle yargılanıp TKB’den uzaklaştırıldıktan sonra TKB bir hayır cemiyetine dönüştürüldü. Saldırılar böylesine ağırken, TKB’nin mebus adayı olarak göstereceğini açıkladığı Kenan Bey (ki aynı zamanda birliğin 300 erkek üyesinden birisiydi) 9 Temmuzda, dernek üyeliğinden istifa ettiğini ve adaylıktan çekildiğini açıkladı. Bu arada Mustafa Kemal 1919’dan beri ilk kez İstanbul’a gelmişti ve TKB’den bir grup kadın, daha sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri ziyaret için randevu almak üzere Dolmabahçe Sarayına gittiler. Ancak beklemedikleri bir şekilde huzura çağrıldılar. Böylece asıl görüşme de fiilen iptal edilmiş oluyordu. TKB’nin başına çorap örme süreci de kadınlardan habersiz hızlandırılmıştı. Temmuz ayı içinde, o sırada Mustafa Kemal ile birlikte İstanbul’da olan hükümet TKB’ye çeki düzen verilmesi ve Nezihe Muhiddin’in yargılanması doğrultusunda düğmeye bastı. Derneğin seçim kampan-
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan kanun 5 Aralık 1934 günü Meclis’ten geçtikten sonra, “dünyada kadınlara o tarihte seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biriyiz” diye bunu bir övünç kaynağı olarak sunan Kemalist rejim, bu konuda da gerçeklerle bağdaşmayan bir efsane yaratmıştır. Türkiye’de kadınlar bu hakkı elde ettiklerinde, Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Avustralya’ya tüm kıtalardan yaklaşık 40 ülkenin kadınları bu hakka çoktandır sahiptiler. yası dolayısıyla son derece aktif olduğu, “feminizm” söylemini ön plana çıkardığı, Anadolu’da şubeler açtığı ve üye sayısının 800’e yaklaştığı bir dönemde alınan bu karar, çok açık ki, hükümete kafa tuttukları düşünülen feminist kadınlara bir haddini bildirme operasyonuydu. Çok geçmeden Eylül ayında TKB merkezi polis baskınına uğradı. Arama devam ederken, Valilik, Nezihe Muhiddin’in zimmetine para geçirdiğini ve birlik binasını kendisi ve ailesi için kullandığını ileri sürdü. Nezihe Muhiddin için ferman yazılmıştı artık. Aramanın ardından birlikten istifalar başladı ve Nezihe Muhiddin’e yönelik karalama kampanyasına, bazı birlik üyelerinin de desteğiyle hız verildi. 19 Eylülde TKB geçici olarak kapatılıp defterlerine el kondu. Daha önce onaylanan yeni tüzük de feshedildi. 26 Eylülde Valilik emriyle yapılan olağanüstü kongrede, TKB Nezihe Muhiddin’i üyelikten ihraç etti. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı “Çok Şükür Kurtulduk” başlıklı yazısında Yunus Nadi, “Oh, diyoruz, aman kurtulduk! Artık her gün kusma eğilimi içinde bunalmaktan kurtulduk!”diyecek kadar bayağılaşabiliyordu. “Kongre Kadınlar Birliğini tamamen ilga etmiş olsaydı daha ziyade memnun olurduk” diyerek de gerçek yüzünü maskelerden arındırıp çırılçıplak gösteriyordu. (age, s.243) Olağanüstü kongrede Sadiye Hanım yeni başkan olarak seçilmiş, fakat birkaç ay sonra işlerinin yoğunluğunu gerekçe göstererek istifa ettiğinde yerine Latife Bekir başkanlığa seçilmişti. Latife Bekir, Ocak 1928’de yaptığı ilk basın açıklamasında, kendisinin öteden beri Muhiddin’in icraatına karşı olduğunu belirtecek ve siyasi haklar konulu bir soruya şöyle yanıt verecekti: “Biz Nezihe Hanım gibi hayaller peşinde koşacak değiliz. Belki bunun da zamanı gelir. Fakat bizim bundan evvel yapacağımız işler vardır.” Onun yönetiminde, siyasal haklar mücadelesi son bulacak ve rejime ve Ata’ya tapınma dönemi başlayacaktı. Yeni söylem, kadınların mücadele ederek elde ettikleri hakları
öne çıkarmak ve mücadeleyi ilerletmeleri değil, onlara “tanıdığı haklar” nedeniyle Mustafa Kemal’e şükran duymak ve bunu sık sık ifade etmek üzerine temellendirilecekti. Görüldüğü gibi, Kemalist rejim altında da, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, “kadın kutsaldır, ama evinde oturup vatana asker yetiştireni ve hayır işleriyle uğraşanı” anlayışıyla, kadınlara geleneksel rollerinin dışına çıkmamaları dayatılıyordu. Nitekim, Nezihe Muhiddin sudan bahanelerle yargılanıp TKB’den uzaklaştırıldıktan sonra TKB bir hayır cemiyetine dönüştürüldü. Kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı 1930 yılında tanındı. Aynı günlerde kadınların muhtar olup olamayacakları da tartışmaya açıldı ve devletimiz olamayacaklarını duyurdu. Cumhuriyet gazetesinin yine imzasız yazılarından birinde şöyle deniyordu: “Hanımlarımız siyasi, içtimai haklar almak için çalışsınlar, uğraşsınlar, buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Fakat bütün dünyada en ziyade kadınların meşgul bulundukları hayır müesseselerini ihmal ederek siyasi haklar peşinde koşmaları da hoş görülemez.” (age, s.252) Kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan kanun 5 Aralık 1934 günü Meclis’ten geçtikten sonra, “dünyada kadınlara o tarihte seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biriyiz” diye bunu bir övünç kaynağı olarak sunan Kemalist rejim, bu konuda da gerçeklerle bağdaşmayan bir efsane yaratmıştır. Türkiye’de kadınlar bu hakkı elde ettiklerinde, Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Avustralya’ya tüm kıtalardan yaklaşık 40 ülkenin kadınları bu hakka çoktandır sahiptiler. Örneğin Yeni Zelanda’da 41 yıl önce, Avustralya’da 30 yıl önce, Finlandiya’da 28 yıl önce, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kanada ve İzlanda’da yaklaşık 20 yıl önce, Rusya’da ise 1917 Ekim Devrimiyle seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı. Keza, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Moğolistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Ekvador, Brezilya, Uruguay, Şili, Güney Afrika, İspan-
33
Nisan 2010 • sayı: 61
marksist tutum
ya, Portekiz, Tayland gibi ülkelerde de öyle. Bu hakkın tanınmasının ardından 1935 Mayısında TKB’nin kendini feshetmesi ise tek parti diktatörlüğünün tek lider, tek parti, tek tip toplum anlayışında somutlanan faşizan ruhunun çarpıcı bir sonucudur. Tüm derneklerin kapatıldığı ve herkesin CHP’ye ve onun güdümündeki Halkevlerine girmeye zorlandığı bu dönemde, Latife Bekir, basına bu kararı “Birliği sevinç içinde kapatıyoruz” sözleriyle açıklamıştır. TKB 1949’da yeniden kurulmuş ve seçkinci Kemalist kadınlar örgütü olarak bugüne dek varlığını sürdürmüştür.
Kadın hakları: tepeden bir burjuva devrimde ve bir işçi devriminde Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devrimi, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrimdir: “Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kesimlerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar.”4 Yazımız boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, Kemalist rejim kadın hakları konusunda da bu anlayışla hareket etmiştir. Bu yüzden de her alanda olduğu gibi bu konuda da son derece güdük kalan reformlar söz konusudur. Bu topraklarda 1923 burjuva devrimi halk kitlelerinin yanı sıra kadın hareketini de dışlayıp bastırırken, Rusya’da kadın işçilerin 8 Marttaki isyanıyla kıvılcımı çakılan 1917 Ekim Devrimi, kadın hakları konusunda muazzam bir atılım gerçekleştirmiştir. Birincisi, kapsamı son derece dar, yavaş ilerleyen ve sancılı bir değişim süreciyle yol alırken, ikincisinde bir proleter devrimle iktidarı ve inisiyatifi ele alan işçi sınıfı, radikal ve alabildiğine geniş kapsamlı bir değişim sürecini keskin adımlarla ilerletmiştir. Atılan adımların sınırlılığı ve yavaşlığı dile getirildiğinde Kemalistler sıkça “o dönemin koşulları ve toplumsal geriliği” bahanesinin arkasına sığınmaktadırlar. Oysa yine geri bir ülkede, üstelik de o günün Türkiye’siyle karşılaştırıldığında devasa bir nüfusa ve uçsuz bucaksız topraklara sahip olan bir köylü ülkesinde, buradakinden altı yıl önce gerçekleştirilen bir devrim bambaşka sonuçlar doğurmuştur. Bu topraklarda 1923 burjuva devrimi halk kitlelerinin yanı sıra kadın hareketini de dışlayıp bastırırken, Rusya’da kadın işçilerin 8 Marttaki isyanıyla kıvılcımı çakılan 1917 Ekim Devrimi, kadın hakları konusunda muazzam bir atılım gerçekleştirmiştir. Birincisi, kapsamı son derece dar, yavaş ilerleyen ve sancılı bir değişim süreciyle yol alırken, ikincisinde bir proleter devrimle iktidarı ve inisiyatifi ele
34
alan işçi sınıfı, radikal ve alabildiğine geniş kapsamlı bir değişim sürecini keskin adımlarla ilerletmiştir. Daha önceki bir yazımızda5 da dile getirdiğimiz gibi, Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalamıştır. Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açmıştır. Oluşturulan ortak yemekhanelerle, çamaşırhanelerle, kreşlerle, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engeller yıkılmıştır. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştır ki, bu reformu çağdaşlığıyla övünen TC ancak 2000’li yıllarda gerçekleştirebilmiştir. Resmi ve gayri resmi evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahip kılınmıştır. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu aşılmış, yükseköğrenim gören kadınların oranı kısa süre içinde gelişmiş Batı ülkelerinin çok üstüne çıkmıştır. O zamana dek hiçbir toplum, kadın sorununun çözümü için böylesine kısa sürede bu denli radikal adımları atamamış ve böylesine çarpıcı sonuçlara ulaşamamıştır. Hiç şüphe yok ki, bu başarı, Stalinizm gibi bir garabete rağmen devrimci ruhunu yitirmeyen bir Bolşevik kadınlar ve erkekler kuşağının eseridir. Rusya’da bütün bunlar olurken, Kemalist cumhuriyet, kadın sorununun çözümünü esas olarak eğitim düzeyinin yükselmesine indirgemiştir. Böylelikle, bir yandan kadın sorununun sınıfsal yönü karartılırken, öte yandan kapitalist sistemin erkek egemen doğası gözlerden gizlenmiştir. Oysa kadın sorunu hem sınıfsal bir sorundur, hem de erkek egemen sınıflı-sömürülü toplumların bir ürünüdür. İşte tam da bu yüzden, o ancak sömürünün ortadan kaldırıldığı ve işçi emekçi kitlelerin iktidarı kendi ellerine aldıkları proleter devrimlerle çözüm rotasına girebilecek bir sorundur. Binlerce yıllık erkek egemenliğinin ve onun yarattığı geleneklerin, düşünce tarzının, davranış biçimlerinin kökten yıkılmasını, ancak böylesi radikal bir devrim sağlayabilir. Küçük-burjuva ve burjuva feminizmin görmezden geldiği gerçek de budur. ___________________________ 1
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.220
2
Erken cumhuriyet dönemi feminist hareketi ve Nezihe Muhiddin konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, Metis Y.
3
Yaprak Zihnioğlu, age, s.158-159
4
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.222
5
İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, MT, Ekim 2005
Burjuva Medyada Saf Değiştirenlerden İbretlik İfşaatlar Serhat Koldaş antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, (…) bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. (Nazım Hikmet)
G
eçtiğimiz haftalarda Taraf gazetesinde Neşe Düzel’in Dinç Bilgin ve Ergun Babahan’la yaptığı iki röportaj yayınlandı. Söz konusu röportajlar, burjuva medyanın kirli çamaşırlarının bir kez daha ortalığa saçılmasına vesile oldu. Röportajlardaki ifşaatlara geçmeden önce medya sektörünün yapısına ve son yıllardaki değişime kısaca göz atmak gerekiyor. Diğer pek çok sektör gibi medya sektörü de, Türkiye kapitalizminin gelişim sürecine paralel bir evrim geçirmiştir. 1980’li ve 90’lı yıllarda, geçmişten bu yana gazeteciliğe yatırım yapmış aileler sektörden tasfiye oldu. Tekelci sermayenin sektörün neredeyse tamamını ele geçirmesiyle birlikte, gazetecilik, televizyonculuk, radyoculuk, dergicilik ve internet yayıncılığını bünyesinde toplayan dev medya grupları ortaya çıktı. Bu medya gruplarının patronları aynı zamanda sanayi, iletişim, ulaştırma, inşaat ve bankacılık gibi sektörlerin de dev patronları durumunda. Büyük sermayenin medya sektörüne yatırım yapmasının temel sebebi, medyanın patronuna önemli bir siyasi güç sağlaması. Korkmaz Yiğit, vaktiyle Kanal E’yi satın aldığında “niye” sorusuna şöyle cevap vermiş: “Elimin altında güçlü bir silah olmasını istiyorum. Kullanmak şart değil. Amerika’nın elinde atom bombası var ama kullanması ge-
rekmiyor. Atom bombasının varlığı, olabilecek tehditleri ortadan kaldırıyor.” Medya her zaman sahibinin sesi olmuştur. Sınıf ilişkilerinden ve çıkarlarından bağımsız bir medyanın olamayacağı malûmumuzdur. İfşaatlarda bulunan eski medya patronu Dinç Bilgin, bir zamanlar esasen gazetecilik sektörüne yatırım yapmış bir aileden geliyor. 80’li ve 90’lı yıllarda mali sermayenin devleri medya sektörüne adım atarken, Dinç Bilgin, elindeki medya gücüne dayanarak bankacılığa adım atmıştı. Özelleştirme furyasında Etibank’ı satın aldı. 2000 krizi ve Etibank’ın tasfiye sürecini takip eden yıllarda Bilgin’in sahip olduğu Sabah medya grubuna önce Turgay Ciner ortak olmuştu. Ardından TMSF’ye geçen grup, 2007 yılında, AKP’ye yakınlığıyla bilinen Çalık Holding’in eline geçti. Egemen sınıf içerisinde yıllardır süren çatışma, Susurluk’tan Ergenekon soruşturmasına uzanan süreçte devletin derinliklerinde tezgâhlanan pisliklerin bir kısmının ortalığa saçılmasına nasıl zemin yaratıyorsa, medya alanında da benzer bir duruma yol açıyor. Bilgin ve Babahan’ın 28 Şubat dönemine ve medya-ordu-hükümet ilişkilerine dair ifşaatları, bugün halen devam eden mücadelenin medyadaki yansımalarına dair veriler sunuyor.
35
marksist tutum
Hatırlanacağı gibi 90’lı yılların ikinci yarısı Türkiye’de koalisyon hükümetleri dönemiydi. Burjuva partilerin kıran kırana pazarlıkları ve gönülsüz ortaklıkları ile kurulabilen zoraki hükümetler kolayca dağılabiliyordu. Koalisyonlar döneminde burjuva medya grupları, hükümetlerin zayıflığından ötürü olağanüstü bir güç elde etmişti. Medya patronları hükümet pazarlıklarına dâhil oluyor, gazetelerinde koalisyon formülleri yayınlıyordu. Hükümetler ise medyanın desteğini almaya özen gösteriyordu. Koalisyonlar döneminde burjuvazinin, tek partinin meclis çoğunluğuna dayalı “güçlü hükümet” özlemlerini dillendiren bazı burjuva medya çevreleri, şimdi o koalisyonlar dönemini mumla arıyorlar. Bu dönem sona erip de 2002’de AKP ile tek parti hükümetleri oluşmaya başladıktan sonra, AKP hem kendi destekçisi sermaye gruplarının eliyle kendi medya organlarını oluşturdu, hem de diğer muhafazakâr medya gruplarının desteğini aldı. AKP’nin 2002 seçimlerini kazanmasını izleyen yıllarda medyanın sermaye yapısında da değişiklikler yaşandı. Uzan Holding’in tasfiye edilmesiyle beraber Uzan medyası dağıtıldı. Star gazetesini AKP yanlısı Ethem Sancak satın aldı. Sabah Grubu yine AKP ile yakınlığıyla bilinen Çalık Holding’in eline geçti. Statükocu kanadın destekçisi Tuncay Özkan’ın Kanal Türk televizyonunu Gülen cemaatine mensup Akın İpek satın aldı. Kendi medyasını adım adım güçlendiren AKP’nin, diğer medya gruplarının desteğine eskisi kadar ihtiyacı kalmadı. Bu nedenle de bu gruplar üzerinde daha rahat bir şekilde baskı uygulayabilmeye başladı. Maliye Bakanlığının, statükocu kanatta saf tutan Doğan grubuna Türkiye tarihinin en ağır vergi cezasını (3,76 milyar) kesmesi de bu rahatlığın sonuçlarından biridir. Liberallerin 2007 yılında yayınlamaya başladığı Taraf gazetesi de ifşa ettiği darbe belgeleriyle kısa zamanda önemli bir etki alanı yarattı. Gazete AKP’ye eleştirel destek sunuyor. Kısacası, egemen sınıf içi iktidar kavgasında statükocu kanat mevzi yitirirken, statükocu kanatta saf tutan medya grupları da mevzi yitirdi. AKP ise medya alanında yeni mevziler tahkim etti.
Bilgin’in ve Babahan’ın 28 Şubat ifşaatları 90’lı yıllar Genelkurmay’ın koyu gölgesinin siyaset üzerine çöktüğü yıllardı. TC’nin geleneksel iktidar odağı askeri bürokrasi, 12 Eylül darbesiyle kendi anayasasını dayatmış, MGK ile hükümetler üzerindeki gücünü kurumsallaştırmış, Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın vurucu gücü sıfatıyla iktidar gücünden ve hikmetinden sual olunmaz bir konuma yerleşmişti. 90’lı yıllarda tekelci sermaye medyası, çıkarları gereği hükümetleri eleştirebiliyor veya destekleyebiliyordu. Ancak Dinç Bilgin’in deyimiyle “devlete” yani “askere” asla karşı gel(e)miyordu. Medya grupları ordu bürokrasisi ve yargı ile kirli bir it-
36
Nisan 2010 • sayı: 61
tifak oluşturarak iktidara ortak olmuşlardı. 28 Şubat sürecinde medya patronları sık sık Genelkurmay’a çağırılıyordu. Generaller, “nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadıklarını söylüyorlar” hatta hoşlarına gitmeyen köşe yazılarını işaretleyip patronların önüne koyuyorlardı. Yayın yönetmenleri paşaları rahatsız edecek yazıları yayınlamıyordu. Babahan o dönemde her gün köşe yazılarını okuyup, askeri eleştiren veya Refah-Yol hükümetini öven yazıları tek tek sansürlediğini itiraf ediyor. Babahan’ın verdiği röportajda, ordu istihbaratının gazetelerin yazı işlerine nasıl müdahale ettiğini de ibretle okuyoruz. Birgün yazı işleri toplantısında “derin devlet” kastedilerek, “De-de Rahatsız” diye bir manşet atılması fikri ortaya atılır, ancak başlarına belâ geleceği düşüncesiyle bundan vazgeçilir. 5 dakika sonra Genelkurmaya yakınlığı ile bilinen gazeteci Fatih Çekirge Ankara’dan telefon eder. “Derin Devlet manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” der. Yani haber anında uçacağı yere uçmuş ve gerekli uyarı gelmiştir. 28 Şubat generallerinden Erol Özkasnak’ın, Mehmet Altan için, “onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” dediği de Babahan’ın ifşaatları arasında yer alıyor. O dönemde istihbarat kurumları gazeteci ajanlarına “şu adamı yıpratın” diyorlar, onlar da yalan veya çarpıtma haberlerle emri yerine getiriyorlar. Şemdin Sakık yakalandıktan sonra bazı gazeteciler hakkında “PKK’den para alıp yazıyorlar” diye ifade vermeye zorlanıyor. Sakık bu ifadeyi imzalamıyor ama Genelkurmay medyaya “Sakık’tan İtiraflar” haberini servis ediyor. Cengiz Çandar, M. Ali Birand, Altan kardeşler ve Akın Birdal PKK’dan para alıp yazmakla suçlanıyor. Birand gazeteden kovuluyor, Çandar’ın yazılarına ara veriliyor. Birkaç gün sonra Akın Birdal bürosunda uğradığı suikasttan şans eseri ağır yaralı kurtulacaktır. Dinç Bilgin de, 28 Şubat sürecinde gazetelerin ortak başlıklarla çıktığını, çünkü haberlerin Genelkurmay’dan servis edildiğini itiraf ediyor. Örneğin halkın “şeriat geliyor” tehdidine inandırılması mı lazım? Hemen Aczmendi tarikatı, Hürriyet, Milliyet, Sabah, ATV, Star gibi yayın organlarında gündem ediliyor. (Aynı dönemde Aczmendi tarikatı çok kısa bir dönem içerisinde pek çok şehirde şube açtı! Sonra bu tarikat aynı hızla ortadan yok oldu!) Askeri bürokrasinin güdümündeki medyaya göre “asker politik hayatın gerçeğidir”. Asıl işi istihbaratçılık olan bazı kişiler gazeteci kılığında, gazetelerin genellikle Ankara bürolarında görev icra ediyorlar. Medya patronları da bu şahıslardan faydalanmaya çalışıyorlar. Ordunun talimatları gazetelere Ankara büroları üzerinden geliyor. Örneğin Sabah’ın Ankara temsilcisi Fatih Çekirge yazı işleri müdürü Ergun Babahan’ı arar, “şu paşayla konuştum” diyerek paşasının arzusunu iletir. Uzan grubu askeri darbe olacağına inanınca, Fatih Çekirge’yi 1,5 milyon dolara transfer eder. Yine bu “içeriden” anlatımlarda Ertuğrul Özkök’ün askere yakınlığı ve Hürriyet’in devletin (yani ordunun) gazetesi olduğu da yer alıyor.
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Burjuvaların, çıkarları nerede ise Kâbeleri de o taraftadır.
Burjuva medya nereye gidiyor?
Babahan, 28 Şubat darbesinin ABD ayağını eski ABD Büyükelçisi Abramowitz’in kurduğunu, Abramowitz’in medyayla da bizzat ilgilendiğini, yönlendirmeye çalıştığını söylüyor. ABD adına Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi için orduya ve medyaya gaz verdiğini de belirtiyor. Medya grupları ile hükümetler al gülüm ver gülüm ilişkilere de giriyorlar, büyük devlet ihaleleri, medya patronlarına paylaştırılıyor, her medya grubu bir devlet bankası satın alıyor. Banka satın alınca Maliye Bakanlığı ve Hazine ile arayı iyi tutmak gerekiyor. Medya patronu nükleer santral ihalesine mi girecek? O medya grubunda çalışan gazeteciler nükleer enerjiyi savunan yazılar döşeniyor, aleyhte yazanların başına iyi şeyler gelmiyor. Maliye’de işi olan başbakana gidiyor, işini hallediyor. Bütün bunlarıysa bizzat Dinç Bilgin söylüyor. Burjuvazinin ve burjuva medyanın darbe dönemi günahları saymakla bitmez. Dinç Bilgin, “Kürtlere karşı da çok ayıplar yaptıklarını”, Alevileri eskiden tanımadığını, Ermeni sorununu da eskiden bilmediğini söylüyor. Tabii bu arada paşaların önünde hazırola geçmelerinin sorumluluğunu üzerinden atmaya da çalışıyor. 28 Şubat döneminin koşullarını, kendi bilgi eksikliğini ve gazeteci ekibinin ulusalcı-devletçi çizgisini öne sürerek kendi sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor ifşaatlarında. Ergun Babahan da öncelikle dönem koşullarını ileri sürüyor, ancak bir adım daha ileri giderek gazetecilerin siyasal konjonktüre nasıl uyum sağladıklarının, olan biteni nasıl sindirebildiklerinin sırrını açıklıyor: “Ben dâhil bazılarımız çok laikçi davranıyorduk. Bazıları da ‘aman bu düzen değişmesin, fıstık gibi hayatım bozulmasın, işim bitmesin’ diyerek o günkü sürece sahip çıkıyordu. Çünkü profesyonel olarak çok iyi paralar alınıyordu, sınıf atlanmıştı, yeni hayatın getirdiği zenginlik sürdürülmek isteniyordu.” Bilgin ve Babahan statükocu kanat ile AKP etrafında kümelenen sermaye grupları arasındaki kayıkçı dövüşünde saf değiştirenler arasında. Yarın öbür gün güçler dengesi değiştiğinde kimlerin hangi güçlerin ardında saf tutacaklarını şimdiden bilemeyiz elbette. Bildiğimiz bir şey var:
28 Şubat’ın üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti. Askeri bürokrasi ve genel olarak statükocu kanat o günlerden bugüne mevzi kayıpları yaşadı. Ergenekon soruşturması ile başlayan süreçte statükocu darbe planları teşhir edildi. Genel olarak bu kanadın yanında duran Doğan grubu medyası yakın zamana değin deşifre edilen darbe planlarını bile açıkça inkâr ediyordu. Balyoz darbe planının ve Dursun Çiçek’in ıslak imzasının askeri Yargıtay tarafından kabulü sonrasında bile yeminli inkârcılar cephesi, özeleştiri vermek gibi bir ahlâki adım atmaya yeltenmedi. Askeri bürokrasi kendi bünyesinde kısmi bir tasfiyeyi kabullenmek zorunda kalmakla birlikte, Genelkurmay en tepedeki silah arkadaşlarını tasfiye sürecinin dışında tutmaya çalışıyor. Buna paralel olarak statükocu medyada da “hata yapanlar olabilir, bunların yargılanmasına elbette karşı değiliz” biçiminde ağız değiştirildi. Ergenekon soruşturması artık tümden reddedilmiyor, “davanın sürdürülme biçimindeki hatalara” vurgu yapılarak daha geride bir savunma hattı oluşturuluyor. “Şeriat geliyor”, “ülke bölünüyor” demagojileri de giderek itibar kaybediyor. Statükocu medya şimdilerde “sivil darbe-faşizm” tehlikesine vurgu yapıyor. AKP’nin mini anayasa değişikliği paketinin samimiyetsizliğini teşhir ederek muhalefetlerine meşru bir zemin oluşturmaya çalışıyor. Liberalinden muhafazakârına, paşasına selam çakanından MİT ajanlığı yapanına kadar tekmil burjuva medya cenahı sahibinin borusunu üfürüyor. 28 Şubat’tan bu yana sivilleşme yönünde kat edilen mesafe de fazla abartılmamalıdır. Burjuvaziden de onun medyasından da tutarlı bir demokrat çizgi izlemesi beklenemez. Sınıf çıkarlarından ve siyasi güç ilişkilerinden bağımsız bir medyanın olamayacağını en başta belirtmiştik. Bugün statükocu medya, salt olağanüstü dönemlerde yaşadığı Genelkurmay korkusu yüzünden değil, sahiplerinin çıkarları bunu gerektirdiği için paşasının düdüğünü çalıyor. Öte yanda AKP cephesinde saf tutan medya grupları da var. Statükocu güçler karşısında “aslan demokrat” pozlarında kükrüyorlar. Aynı yayın organları, Kürt ulusal başkaldırısı veya işçi sınıfının grev ve eylemleri söz konusu olduğunda ise demokrat pozlarından sıyrılıp aslına rücu ediyor; Kürt halkının siyasi iradesini inkâr ediyor; işçi düşmanlığından asla vazgeçmiyorlar. Burjuva medya, sahibinin borazanı olarak uğursuz rolünü oynamaya devam edecektir. Varsın onlar sahiplerinin, yani egemen burjuva güçlerin sesi olsunlar. Sosyalist basın da, işçi sınıfının ve ezilenlerin sesi olacaktır. Ve sosyalist basını sahiplendiği ölçüde işçi sınıfının sesi daha gür çıkacaktır.
37
TARİŞ İşçileri Direniyor Suphi Koray
Mart ayının başında Tekel işçileri çadırlarını sökerken, TARİŞ iplik fabrikasının işçileri yeni bir direniş başlattılar.TARİŞ işçilerinin haklarını tamamıyla alabilmelerinin yolu örgütlü ve kararlı bir mücadeleden geçiyor. TARİŞ işçileri 30 yıl önce canları pahasına mücadele ederek bugüne önemli bir direniş örneğini miras bıraktılar. Bu mirasa sahip çıkmak, yaşanan deneyimden dersler çıkarmak sadece bugün direnişte olan TARİŞ işçilerinin değil tüm işçi sınıfının ihtiyacı ve görevidir. Mücadele bayrağını daha yukarılara taşımak için tarihsel hafızayı her daim taze tutmalıyız. Sadece bir fabrikada değil, her yerde burjuvaziyi alt edebilmenin yolu geçmişten çıkarılan derslerle yürütülecek örgütlü mücadeleden geçiyor.
38
M
art ayının başında Tekel işçileri çadırlarını sökerken, TARİŞ iplik fabrikasının işçileri yeni bir direniş başlattılar. Fabrika geçen yıl üretime ara vermiş ve kısa çalışma ödeneğinden faydalanmıştı. Kısa çalışma ödeneği süresinin dolmasından sonra işçiler 1 Mart 2010’da işbaşı yapmak için fabrikalarının yolunu tuttular. Ancak kapı önüne geldiklerinde polisle karşılaşan işçiler fabrikanın tasfiye edildiğini öğrendiler. Kapıda hazır bekleyen polis işçilerin fabrikaya girmesine izin vermedi. İşçiler fabrikaya girmekte diretince konferans salonuna girmelerine izin verildi. Burada yaptıkları toplantıda hakları için mücadele etme kararı aldılar. TARİŞ Pamuk Birliği Başkanı ile görüşen işçiler, toplamda 16 milyon lirayı bulan kıdem ve ihbar tazminatlarını talep ettiler. Fakat başkandan boş laftan başka bir şey duymadılar. “Söke fabrikasında da işçiler 8 aydır maaş alamıyorlar”, “Namus sözü veriyorum, kasaya ilk giren para sizin” gibi patronların her zamanki teranelerini dinlediler. Ancak 560 işçiyi kapının önüne koyacak kadar namuslu olan başkanın “namus sözüne” güvenmeyen işçiler kürsüye yürüdüler ve haklarının takipçisi olacaklarını gösterdiler. Birlik Şubat 2009’da şu açıklamayı yapmıştı: “TARİŞ iplik fabrikamıza zararına üretim yaptırmaktansa üzülerek üretime 6 ay ara verme kararı aldık. Tamamen kapanma veya satış söz konusu değildir. Fabrikamızda çalışan yaklaşık 600 işçimiz de kesinlikle işten çıkarılmayacaktır. Ancak, işten ayrılmak isteyen işçilerimize yasal her türlü hakkı kuruşu kuruşuna verilecektir. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanmak amacıyla Türkiye İş Kurumu’na başvurulmuştur.” Olaylar ise TARİŞ’in açıkladığının tam tersi yönde gelişti. Fabrika kapatıldı, işçiler işten çıkarıldı, hiç kimseye yasal hakları ödenmedi. Bugün TARİŞ işçileri işleri ve ödenmeyen hakları için TARİŞ binası önündeki mücadelelerini sürdürüyorlar. TARİŞ işçilerinin haklarını tamamıyla alabilmelerinin yolu örgütlü ve kararlı bir mücadeleden geçiyor. Sendikal bürokrasinin ayak oyunlarını aşamayan ve mücadeleyi yasal çerçeveyle sınırlayan bir anlayış başarısızlığa mahkûmdur. TEKEL direnişi bu gerçeği olumlu ve
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
olumsuz yönlerden bir kez daha göstermiştir. TEKEL işçileri bütün kara çalmalara, bütün tehditlere rağmen mücadeleyi sürdürme kararlılığını gösterdiler ve sendikal bürokrasiyi de zorla mücadelenin içine çekmeyi başardılar. TEKEL direnişi hükümeti de 4/C konusunda taviz vermek zorunda bıraktı. Bugün TARİŞ’te yaşananlar sadece TARİŞ işçilerini ilgilendiren bir mesele değildir. Kriz sebebiyle patronlar bugüne kadar iliğine kadar sömürdükleri işçileri, şimdi adeta bir kâğıt mendil gibi sokağa atıyorlar. Kâr ettikleri dönemde işçilere zırnık koklatmayan patronlar, kriz kapıyı çaldığında ise işçileri kapitalizmin tanrılarına kurban ediyorlar. Hükümet kısa çalışma ödeneğini altı aya uzatarak, kimin emrinde olduğunu göstermişti. Bu yasaya göre, ödenekten yararlanan patronların işçilere ödemesi gereken ücretlerin bir kısmı işçilerin işsizlik fonundan karşılanıyor. Böylece sözüm Çadırlarını söküp Ankara’dan ayrılan İzmir TEKEL işçilerinin ona işsizlik engelleniyor. Ancak kısa çalışma ilk işi TARİŞ’te direnişe geçen sınıf kardeşlerini ziyaret ödeneğinin sona ermesiyle birlikte birçok işyeetmek oldu rinde işçiler kendilerini kapı önünde buluyorlar. Akkardan ve ISUZU işçileri tıpkı TARİŞ’te çalışan sının yaşaması için girişimde bulunulması istenecek. Bu annıf kardeşleri gibi kısa çalışma ödeneği süresinden sonra layış TARİŞ işçilerinin mücadelesini olumsuz yönde etkikendilerini kapının önünde buldular. Kısa çalışma dönelemektedir. İşçi sınıfının kendi gücünü kullanmak yerine mi sona ereceği için önümüzdeki aylarda birçok patron burjuva siyasetçilerinden ve ideologlarından medet umbunu bahane ederek işçi çıkaracak. İşçi sınıfı burjuvazinin manın mücadeleyi gerileteceği açıktır. Fakat sendika bübu saldırılarına karşı koyabilecek nitelikte örgütlü bir mürokratları bunu bilinçsizlikten veya saflıktan dolayı değil, cadele yükseltemezse binlerce işçi işinden, aşından olacak! sahip oldukları koltukları kaybetmemek için yapıyorlar. TARİŞ’e bağlı Ege’deki başka fabrikalarda da kısa çalışYoksa sendika bürokratları sınıf mücadelesinin yöntemlema ödeneği uygulanıyor ve bu uygulama önümüzdeki ayrinin ne olduğunu domuzuna bilmektedirler. Belirleyici larda sona erecek. Onlar da iplik fabrikası işçileriyle aynı olan işçilerin bu durumu kavramasıdır. Bunun için de işçi kaderi paylaşacaklar. İşçiler sendika bürokrasisinin oyalasınıfının öncülerine bağımsız sınıf siyasetini yürütme gömalarına razı olabilmekte ve pasif bir bekleyiş içerisine sürevi düşmektedir. rüklenebilmekteler. Maalesef örgütsüzlüğün hâkim olduBugün yaşanan hemen hemen tüm direniş ve grevlerğu şartlarda işsizlik korkusu en zorlu koşulların bile kabul deki eksiklik, gerekli hazırlıkların önceden yapılamaması, edilmesini mümkün kılabiliyor. Tabii buna uzlaşmacı seniç örgütlülüğün sağlanamaması ve bilinç düzeyinin yükdikal anlayış tuz biber ekiyor. İşçilerin ikna edilip mücaseltilememesidir. TARİŞ’te bir sene beklemek yerine gedeleden uzak tutulmasında sendikal bürokrasinin meşum rekli hazırlıklar önceden yapılabilseydi mücadelenin seyri rolü sınıf mücadelesi tarihinde defalarca kanıtlanmıştır. bugünkünden çok farklı olurdu. Cumhurbaşkanından bir Tabandan gelen bir işçi basıncı olmadığı zaman sendikal dakikalık randevu talebi veya milletvekillerine mektuplar bürokrasi çölü vaha olarak resmedebilecek bir yeteneğe sayerine daha etkili mücadele yöntemleri tercih edilirdi. hiptir. Bu yeteneğini sergilemekten de hiçbir zaman geri durmamıştır. Şanlı TARİŞ direnişi TEKEL’den sonra TARİŞ’te de sendikal bürokrasi işçilerin mücadelesini savunuyor ve destekliyor gibi gözükeBurjuvazi geçmişte kazandığı deneyimlerden faydalanrek işçileri pasifize etmeye çalışıyor. Türk-İş 3. Bölge makta oldukça başarılı. İşçi sınıfının hafızası ise örgütsüzTemsilciliği, iplik fabrikasının tasfiye edilmemesi için mülükten dolayı yeterince güçlü değil. Oysa TARİŞ işçilericadele başlatacaklarını duyurdu. Yapılması planlanan eynin 1980 yılında ortaya koydukları mücadele, tüm işçi sılemler ise tamamen göstermelik ve militan bir sınıf sendinıfının dersler çıkarması gereken önemli bir direniş örnekacılığından uzak! Yapılan açıklamaya göre “İzmir’de milğidir. Ne yazık ki araya giren 12 Eylül faşist darbesi bu tip letvekillerinden rektörlere, siyasi partilerden sendikalara mücadele deneyimlerinin sonraki kuşaklara aktarılmasını pek çok kurum ve kanaat önderi ziyaret edilerek” fabrikaengelledi. Bu yüzden bu direnişin hangi koşullarda başla-
39
marksist tutum
Nisan 2010 • sayı: 61
best bırakılması istemi kabul edildi. İşçiler bunlara rağmen direnişi sürdürünce önce üretime ara verildiği duyuruldu, hemen ardından 3000 kişi işten atıldı. TARİŞ yönetimi bugün de benzer taktikler uyguluyor. Ancak o zamanki işçiler bugünden daha örgütlüydüler. Bu sayede buna karşı sessiz kalmadılar. Fabrikalara, mahallelere barikatlar kurdular, giriş çıkışları kapattılar; yeri geldiğinde polisle çatıştılar. Çünkü işçi sınıfının mücadelesi meşruiyetini burjuva yasalardan TARİŞ işçileri fabrikalarını sınıf düşmanlarına karşı canları almaz. TARİŞ işçileri ve bölge emekçileri bu pahasına korumaları gerektiğinin farkındaydılar. 22 Ocak bilinçle mücadele ediyorlardı. 1980’de yapılan saldırıya TARİŞ işçileri direnişle cevap “7 Şubatta ordu desteğindeki polisin salverdiler. dırısıyla binlerce işçi gözaltına alındı ve karakollar yetmeyince Alsancak Stadyumu dığını ve nasıl bir mücadele yürütüldüğünü hatırlamak devreye sokuldu. İşçi1erin direnişinin önüne geçmeye çagerekiyor. lışan devlet, saldırılarını direnişe destek veren işçi mahalle70’li yıllar işçi sınıfının hem siyasal hem de ekonomik lerine yoğunlaştırdı. Evler tek tek basıldı ve insanlara evlemücadelesinin yükselişte olduğu yıllardı. Bunun kaynarinde işkence yapıldı. 14 Şubatta, bu defa büyük bir saldığında işçi sınıfının örgütlülüğü vardı. Bu örgütlülük nederıya girişen devlet güçleri, 10 bin jandarma komandosu ve niyle burjuvazi atmak istediği adımları kolayına atamıyor, panzerlerle kapıları kırarak fabrika bahçesine girdiler. … karşısında hakkını arayan, mücadele eden işçi sınıfını buDİSK yönetimi uzlaşmacı tavrını sürdürerek, ayak oyunluyordu. Ekonomik olarak giderek güçlenen burjuvazi dalarıyla direnişin 15 Şubatta bitmesini sağladı. Ancak saldıha da semirmek için yapısal değişikliklere ihtiyaç duyuyorrılar direnişin bitmesiyle sonlanmamış, 17 Şubatta direnidu. Amma velâkin işçi sınıfı bunun önündeki en büyük şe destek veren semtlerden Çimentepe’ye yönelmişti. engeldi. Bu yüzden işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak Çıkan çatışmalarda üç polis öldü, yüze yakın kişi de yaraburjuvazi için zaruri bir ihtiyaç haline gelmişti. Bu amaçla landı.” (Cem Keskin, TARİŞ Direnişi, www.marksist.com) hazırlanan senaryo uygulanmaya başlandı. İlk sahnede sıCHP 30 sene önce TARİŞ işçilerini burjuva yasalarına nıf bilinçli işçileri sendikal ve siyasal örgütlülüğün olduğu hapsetmeye çalışıyordu. Bugün gelinen siyasal konjonkişyerlerinden uzaklaştırmak vardı. türde ise düzen partileri sınıf mücadelesini kendi politikaİzmir’deki TARİŞ fabrikası da sahip olduğu örgütlülük larına payanda etmek istiyorlar. TEKEL ve TARİŞ örnenedeniyle burjuvazi için öncü işçilerin bir an önce tasfiye ğinde olduğu gibi, kendilerine prim toplamak için “işçileedilmesi gereken yerlerden biriydi. Burjuva devlet burada ri destekliyormuş” pozları veriyorlar. CHP’nin ve çalışan öncü işçilerin yerine faşistleri sokmak istiyordu. Bu MHP’nin TEKEL’den kendi değirmenlerine su taşımak faşist kadrolaşmanın bütün saldırılara kapıyı açmak anlaiçin neler yaptıklarını gördük. TARİŞ işçilerinin mücademına geleceğinin farkında olan işçiler direnişe geçtiler. lesinde de benzer vakalar oluyor. TARİŞ işçilerini ziyaret Devlet 22 Ocak 1980’de “arama” bahanesiyle tüm kolluk eden DP başkanı Cindoruk suçlu olarak AKP’yi gösterdi. kuvvetleriyle büyük bir saldırı başlattı. 50 işçinin yaralanHâlbuki TARİŞ işçilerine “beni de solcu yaptınız” diyen dığı bu saldırı sonucunda, 600 işçi de gözaltına alındı. Cindoruk TARİŞ’i bu hale getiren adamların başında geliFakat bu saldırı işçilerin haklı mücadelesini engelleyeyor. 30 sene önceki TARİŞ direnişçileri bu gibi politikacımedi. İşçiler fabrikalarını sınıf düşmanlarına karşı canları ları nasıl karşılayacaklarını gayet iyi biliyorlardı! pahasına korumaları gerektiğinin farkındaydılar. 22 Yenilgiyle sona ermiş olsa da TARİŞ işçileri 30 yıl önce Ocakta yapılan saldırıya TARİŞ işçileri direnişle cevap vercanları pahasına mücadele ederek bugüne önemli bir dirediler. Talepleri iş ve can güvenliğinin sağlanması, gözaltına niş örneğini miras bıraktılar. Yenilgiyle sona ermiş bile olalınan işçilerin serbest bırakılması, işletmelerdeki hasardan sa, eğer gerekli dersler çıkarılmışsa, o yenilgi zafere giden polisin sorumlu olduğunun açıklanmasıydı. Direniş sadeyolda bir kazanım haline getirilebilir. Bu mirasa sahip çıkce fabrikalarla sınırlı kalmadı, çevre bölgeleri de etkisi altımak, yaşanan deneyimden dersler çıkarmak sadece bugün na aldı. Barikatlar fabrikaların yanı sıra bazı işçi semtlerindirenişte olan TARİŞ işçilerinin değil tüm işçi sınıfının ihde de yükseliyordu. Keza devrimci öğrenciler de üniversitiyacı ve görevidir. Mücadele bayrağını daha yukarılara tatede yaptıkları boykotla direnişe destek veriyorlardı. şımak için tarihsel hafızayı her daim taze tutmalıyız. 31 Ocağa gelindiğinde DİSK, “kanlı olaylar” çıkacağı Sadece bir fabrikada değil, her yerde burjuvaziyi alt edegerekçesiyle direnişin sonlandırılmasına karar verdi. bilmenin yolu geçmişten çıkarılan derslerle yürütülecek İşçilerin taleplerinden sadece gözaltına alınan işçilerin serörgütlü mücadeleden geçiyor.
40
Çamur Kurabiyesinden Ölü File: Açlık Kol Geziyor Ezgi Şanlı
Z
imbabwe. Kara Kıta’nın kara derili, kara bahtlı insanlarının açlıkla boğuştuğu ülkelerden biri. Bu öyle bir açlık ki, yirmi birinci yüzyılın “modern” dünyasının ar damarının nasıl çatladığını birkaç fotoğraf karesinden haykırıyor. Fotoğraf kareleri haykırıyor: kapitalizm çürüyor. Kapitalizm çürütüyor. Ey insanlık, kapitalizm seni de, dünyanı da çürütüyor! Dünyanın efendileri… Patronlar, siyasetçiler, silah ve savaş tacirleri, medya efendileri… Dünyanın bir avuç çakalı… Birkaç saat bile açlık çekmediler, çekmezler. Onlar yer içer sömürürler. Yer içer yönetirler. Yer içer savaş kışkırtırlar. Yer içer kan emerler. Onlar kurtlar sofrasında şenlikteler. Onlar dünyanın zirvesindeler. Bakarlar yarattıkları cehenneme ve içine attıkları insanlığı daha da yakarlar ateşleri harlayarak. Açlığın fotoğraflarına bir bakalım. Yer Zimbabwe. 70 yaşında bir filin cesedi. Bu ceset etrafında, ellerinde bıçaklarla, palalarla, teneke parçalarıyla kara derili insanlar var. Bu insanlar ölü fili parçalayarak evlerine ve ailelerine et götürmeye çalışıyorlar. 1 saat 47 dakika içinde filden geriye sadece yerdeki kan izleri kalıyor. Açlık o boyutta ki, ölü filden kopardığı bir parça eti çiğ çiğ yemeye çalışanlar var. 6 tonluk ölü fil bir mucize olarak algılanıyor. Filin parçalanmasının ardından bu “mucize” iki gün boyunca kutlanıyor. Zimbabwe halkı için ölü fil eti yemenin bile neden bir mucize olduğunu anlamak için bu ülkeye daha yakından bakmak gerekir. Aslında ülkenin kaderi diğer Afrika ülkelerinin kaderi ile neredeyse aynı. Binyıllardır o coğrafyada yaşayan kabileler 15. yüzyılın sonlarına doğru “beyaz adamın” madenler ve her türlü zenginlik için topraklarına akın ettiğine şahit oldular. 16. yüzyılın daha başında Portekiz, bu bölgeye bir üs kurarak yerleşmişti bile. 1830’lu yıllarda bugünkü Zambiya ve Zimbabwe’yi kapsayan bölge güneyden gelen kavimler tarafından istila edildi. Daha sonraki yıllarda İngiltere’nin bölgeye atadığı sömürge vali-
si John Cecile Rhodes’un kurduğu maden şirketi bu kavimlerden en önemlisinin şefiyle bir imtiyaz anlaşması yaptı. Böylelikle Güney Afrika Madencilik Şirketi, sömürge valisinin adına ithafen Rodezya olarak adlandırılan bu bölgede 1888 ile 1923 yılları arasında siyasi ve ekonomik kontrolü elinde tuttu. 1923 yılında şimdiki adı Zimbabwe olan Güney Rodezya, İngilizler tarafından ilhak edildi ve yönetim beyaz azınlığın eline verildi. Bölgedeki İngiliz ilhakı derin siyasi çalkantılar, kısa ömürlü federasyonlar, bağımsızlık ilanları ve uluslararası ambargolarla devam etti. Mart 1970’te cumhuriyet ilan edildikten 2 yıl sonra siyahlar beyaz yönetime karşı bir gerilla savaşı başlatsalar da sonuç yenilgiydi ve 6 bin kişi ölmüştü. İngiltere, başbakan Thatcher döneminde bölgeyle ilişkileri normale döndürme çabası içine girer ve en nihayet, 18 Nisan 1980’de Zimbabwe bağımsızlığına kavuşur. 1880 yılında başlayan İngiliz sömürgeciliği, 1980’de, yüzüncü yılında son bulmuş olur. Zimbabwe halkı sömürge valisinden kalan Rodezya ismini reddeder ve yaşadıkları toprakların adı kendi dillerinde “taştan ev” anlamına gelen “Zimbabwe” olur. Ne var ki, ülkedeki siyasi ve ekonomik çalkantılar durulmak bir tarafa giderek şiddetlenir. Emperyalist ülkelerin müdahaleleri iç çatışmalara neden olur. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, diğer yandan siyasi baskılar, öğrenci isyanlarını, sendikacıların ve işçilerin eylemlerini, grevlerini tetiklemiştir. Yoksul çiftçiler toprak reformu talebini yükseltirler. Afrika kıtasının tahıl ambarı olarak görülen ülkede en verimli topraklardan oluşan en büyük çiftlikler çok küçük bir beyaz azınlığın (yaklaşık 300 beyaz ailenin) elindedir. Siyah ve yoksul çoğunluk toprak reformu talebini yükselttikçe, 1980’den beri iktidarda olan Mugabe hükümeti bu talebi bir yandan seçim payandası haline getirmek isterken bir yandan da uluslararası bir pazarlık konusu olarak kullanır. Yoksul halkın toprak talebi karşılan-
41
marksist tutum
madığı gibi, çiftliklerdeki üretim de neredeyse durur. Özellikle 2000 senesinden sonra açlık çok ciddi boyutlara ulaşır. Emperyalist devletlerin Afrika kıtası ile ilgili planlarından muzdarip olan ve 30 yıldır aynı kişi tarafından yönetilen Zimbabwe 2004 yılından beridir daha da yoksul daha da aç. Zimbabwe’de son 10 yıl içinde ortalama insan ömrü yarıya düşmüş durumda. Ortalama yaşam süresi erkeklerde 64’ten 37’ye, kadınlarda 34’e düşmüş. Bunun en büyük nedeni açlık, salgın hastalıklar ve AIDS. Ülkede her üç kişiden biri aç. Bu, 12 milyon nüfuslu ülkede 4 milyon aç olduğu anlamına geliyor. Zaten Birleşmiş Milletler’in verilerine göre 5 milyon kişi gıda yardımına muhtaç yaşıyor. Nüfusun dörtte biri AIDS hastası ve çok büyük bir kısmı hastalığının farkında bile değil. Diğer istatistik veriler de insanın kanını donduruyor. Zimbabwe’de doğan her 1000 bebekten 63’ü ölüyor. Yalnızca başkent Harare’de haftada 15 tane mezar çocuklar için açılıyor. Yetişkinler içinse 150 mezar. Dünya Sağlık Örgütü bölgede birkaç ay içinde koleradan ölen insan sayısının 3 bin olduğunu açıkladı. Kolera gibi salgın hastalıkların yayılmasına neden olduğundan, insanlar yağmur yağmaması için dua ediyorlar. Yağmur onlar için çamur ve hastalıktan başka bir şey değil. Ülke nüfusunun resmi rakamlara göre yarısı işsiz. Enflasyon yüzde 158 milyar civarında. Yani senenin başında 1 Zimbabwe dolarına aldığınız bir şeyi, sene sonunda ancak 158 milyar dolara alabiliyorsunuz. Ülkenin 1 günlük enflasyonu bazı ülkelerin yıllık enflasyonunu bile geçiyor. Diyelim ki bu enflasyona rağmen ekmek alabilecek parayı buldunuz. Fırına gidip bir ekmek almak için bir el arabası bulmanız ve tıka basa parayla yüklemeniz lazım ki 1 ekmek alacak parayı fırına götürebilesiniz. İşte bu nedenlerle tarım ve ticaret yapılamıyor. Karaborsa giderek daha da yaygınlaşıyor. Ne petrol, ne kitap, ne ekmek, ne de makine parçası bulmak mümkün. Bu manzara Zimbabwe Halkının neden doğa parkında ölen bir fili “mucize” olarak gördüğünü anlatmaya yetiyor. Zimbabwe’nin açlığının fotoğraflarını çeken gazeteci, kutlamaların iki gece sürdüğünü anlatırken insanlığın sarılamayan yaraları daha da şiddetle kanıyor. İnsanlık bu manzaraya ilk defa şahitlik etmiyor. Yıllardır Zimbabwe halkının açlık nedeniyle sıçan ve bir çeşit zehirli kök olan makuri yediği biliniyordu. Bu köklerin hiçbir besleyici özelliği olmaması bir tarafa şiddetli karın ağrıları, zehirlenme ve ölümlere neden olduğu da biliniyordu. Geçtiğimiz aylarda şiddetli bir depremle sarsılan ve yüz binlerce insanın öldüğü Haiti’de insanların çamurdan kurabiyeler yiyerek hayata tutunmaya çalıştıkları da biliniyordu. Afrika’dan en gelişmiş ülkelerin sokaklarına kadar, dünyanın her yerinde açlar var. Açlık ordusu dünyanın her yanında hızla büyümeye devam ediyor. Dünya nüfusunun çoğunluğunun giderek daha fazla açlığa ve sefalete sürüklenmesinin nedenini kapitalizmin
42
Nisan 2010 • sayı: 61
dışında arayanlar, bir de insanları duyarlı olmaya çağırıyorlar. Sözde yardım kampanyaları düzenliyorlar. Gıda ve tıbbi malzeme konvoylarıyla dünyayı bir uçtan bir uca geziyorlar. Ancak açlık ve sefaletin bir kutupta, dünyanın tüm zenginliklerinin diğer kutupta yoğunlaşmasını engelleyemiyorlar. Kimseye açlığın olmadığı bir gelecek vaat edemiyorlar. Zaten amaçları da böyle bir gelecek yaratmak değil, tersine kapitalizmi geleceksiz kılabilecek kitleleri uyutmaktır. Bu gerçek özellikle kapitalizmin tarihsel bir yapısal kriz içinde olduğu şu günlerde iyice açığa çıkmıştır. İnsan soyu iki kutba bölüneli binyıllar geçti. Ancak bu kutuplaşma hiçbir zaman günümüzdeki kadar keskin olmamıştı. Bu kutuplaşma giderek keskinleşiyor, daha da keskinleşecek. Bir kutupta açlık, yoksulluk ve işsizliğiyle işçi sınıfı ve ezilenler; diğer tarafta sefahat, zenginlik, sömürü ve kâr hırsıyla patronlar sınıfı ve yardakçıları. Bir tarafta çamur kurabiyelerinden ölü file açlık, diğer tarafta sınırsız servetler. Kan ter içinde çalışmak, işsiz kalmak, aç kalmak, depremde ölmek, iş kazasında ölmek işçilerin payına düşüyor. Kuş sütü eksik sofralar, bir damla ter dökmeden servetler edinmek, dünyayı gezmek, bir hafta sonunu karlı dağlarda kayak yaparak geçirmek, ertesi hafta sonu güneyde bir sahilde yüzmek, mehtaplı geceler, kaliteli şaraplar, boyunlarda pırlantalar patronlar için. Devasa servetler için doğmak ve bembeyaz çarşaflar ve yumuşacık yastıklar arasında ölmek onlar için. Bu iki kutup arasında tek bir ortak nokta yoktur. Bir küçücük ortak nokta bile. Onlar bizden değil. Biz onlardan değiliz. İşte iki düşman sınıf olarak patronların ve işçilerin sürekli bir savaş halinde olmasının nedeni budur. Bu sınıf savaşımında nasıl saf tutmak gerektiğini işçi sınıfı öğreniyor. İşçi sınıfı açlığı ve sefaletiyle ordulaşarak ilerlemeyi öğreniyor. Kapitalizmin krizinin şiddetlendirdiği sorunları kapitalizmi yıkarak çözmek üzere işçi sınıfının ileriye atılımı yakındır. Latin Amerika’dan Yunanistan’a, Fransa’dan Türkiye’ye açlık ordusu ellerini toprağa basıp doğrulmaya hazırlanıyor. İşçi sınıfı ayağındaki sömürü prangalarını kırmak istiyor. Her yerde ölü toprağını üstünden atmak, örgütlenmek ve mücadele etmek istiyor. Bahar gelirken eriyen karlar incecik sızıntılar halinde ama her yerde akmaya başlarlar. O sızıntılar denize ulaştıklarında devasa akıntılara dönüşmüş olurlar. Önlerine çıkan her şeyi yıkan dev dalgalar, sellerdir artık onlar. İşte işçi sınıfının orada veya burada vereceği mücadeleler bu sızıntıları andırır. Sızıntıları nehirlerle, nehirleri denizlerle birleştirmekse işçi sınıfı devrimcilerinin görevidir. İşte o zaman açlık ordusu gerçek mucizenin ölü bir fil bulmakta değil, kendi ellerinde gerçekleştiğini görecek. O mucizenin adı sosyalizmdir. Tüm dünya işçilerinin emekleriyle ve umutlarıyla var edilecek gerçek mucize sosyalist bir dünyadır. Açlığın fotoğrafları haykırıyor bir kez daha: Ya Barbarlık Ya Sosyalizm!
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Gazi Katliamının Sorumlusu Sermaye Devletidir!
1
2 Mart 1995’te Gazi Mahallesinde üç kahvehanenin taranmasıyla başlayan olaylar daha sonra devletin kolluk kuvvetlerinin saldırılarıyla devam etmişti. Bu vahşi saldırı sonucunda 17’si Gazi Mahallesinde, 5’i de 1 Mayıs Mahallesinde olmak üzere toplam 22 kişi katledilmişti. Bugün 12 Mart 2010 ve katliamın 15. yılı. Bizler hâlâ hesap sorulmasını bekliyoruz. Üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen bu katliamın sorumluları cezalandırılmadı. Katliamın tetikçilerinden iki polis ise aldıkları komik cezalarla daha sonra serbest bırakıldı. Katiller her zaman olduğu gibi yine korundu. 1995 yılında yaşananlar hâlâ hafızalarımızda capcanlı duruyor. 12 Mart 1995 Pazar günü, akşam saatlerinde Alevilerin yoğun olarak gittikleri üç kahvehane, eli kanlı katiller tarafından uzun namlulu silahlarla tarandı. Yapılan bu alçak saldırı sonucu bir Alevi dedesi hayatını kaybetti. Bu olay Gazi emekçilerinin öfkelerini büyük bir güçle dışa vurmasına yol açtı. Yapılan bu aşağılık saldırının haberi bir anda İstanbul’un birçok semtinde duyuldu. Haberi alan duyarlı insanlar Gazi Mahallesine yöneldiler. Gazi’nin sokaklarına büyük bir öfke hâkimdi ve bu öfkeyi yatıştırmak için bölgeye binlerce polis ve asker yığıldı. Sokaktaki halkı dağıtmak için saldırıya geçen kolluk kuvvetleri, barikatlar kurarak saldırıyı geri püskürtmek isteyen devrimcilerin, demokratların ve Gazi halkının üzerine uzun namlulu silahlarla ve tabancalarla hedef gözeterek ateş etmeye başladı. Bu çatışmalarda içinde devrimcilerin de bulunduğu 15 kişi hayatını kaybetti. Burjuva medya ise bu haberi şöyle verdi: “Güvenlik güçleri olayları yatıştırmak ve kalabalığı dağıtmak için havaya uyarı ateşi açtı!” Peki 15 kişi havada mı geziyordu da vurulmuştu? TRT1 bu haberi görüntüleriyle birlikte sunarken, görüntüdeki polislerin havaya değil tam tersine nişan alarak kitlenin üzerine ateş ettikleri gayet açık bir şekilde ortadaydı. Ama burjuva
medya her zamanki rolünü oynayarak kitlelerin bilincini çarpıtmaya çalışıyordu. Gazi katliamının üstünden 15 yıl geçmesine rağmen bugün de burjuva medya aynı uğursuz rolü oynamaya devam ediyor. Kimi işin özünü geçiştirip duygusal bir atmosferle olayları yarım yamalak aktarırken, kimi de katliamın devletten bağımsız bir çeteymiş gibi gösterilen Ergenekoncuların işi olduğunu söyleyerek bir yandan devleti aklıyor, öte yandan it dalaşında puan kazanmak istiyor. Burada dikkat etmemiz gereken iki husus var. Birincisi bu düzenin katliamcı geleneğini asla unutmamak gerekir; ikincisi ise bu gibi tarihsel olayları devletten bağımsızmış gibi göstererek tek başına Ergenekon gibi kontrgerilla örgütleriyle sınırlama çabalarına karşı uyanık olmak gerekir. Şunu çok iyi bilmeliyiz, Ergenekon bir devlet örgütlenmesidir. Bugün devlet yeni bir yapılanma içindedir. Sermayenin ihtiyaçlarının değişmesiyle birlikte devlet de kendini buna göre şekillendirecek, ancak aynı misyona sahip yeni örgütlenmeler yaratarak devrimcilere, işçilere, emekçilere ve diğer ezilen toplum kesimlerine dönük katliamlara devam edecektir. Yani işçi düşmanı zihniyet aynı zihniyettir. Biz işçiler ve emekçiler daima uyanık olmalıyız. Gazi katliamının sorumluları düne kadar Ergenekon’la anılmazken ne oldu da bugün Ergenekon bağlantısı olduğu ileri sürülüyor? Evet bu iddianın gerçeklik payı çok yüksektir. Çünkü tüm pislikler ortalığa saçıldı. Sermaye düzeninin gerçek yüzü ortaya çıktı. Fakat aman dikkat burada yanılmamalıyız. Ergenekon’un üzerine gidenler sanki devlet tüm pisliklerinden arınıyormuş gibi bir tablo çiziyorlar. İşte burjuva medyanın rolü burada devreye giriyor. Geçtiğimiz yıllardaki anmalar haber değeri bile taşımazken bugün ne oldu da durum birdenbire değişti? Birçok televizyon kanalı eylem yeriyle canlı bağlantılar kurdu. Biz sınıf devrimcilerinin görevi, medyanın bu ikiyüzlülüğünü her defasında bıkmadan usanmadan işçilere ve emekçilere deşifre etmektir. Bizler bu düzenin katliamcı geleneğini Dersim’den, Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan ve Kürt halkına karşı giriştiği katliamlardan çok iyi biliyoruz. Kokuşmuş düzenlerini ayakta tutmak için egemenler çeşitli katliamlara daima ihtiyaç duymuştur. Ama şunu iyi biliyoruz ki, işçi sınıfı tüm katliamların ve darbelerin hesabını bir gün soracak! Gazi Mahallesinden bir işçi
43
Nisan 2010 • sayı: 61
marksist tutum
İhsan Doğramacı Öldü! “YÖK’ün kurucu başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı hayatını kaybetti. Tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Hastanesinde yaşamını yitiren Doğramacı, 3 Nisan 1915’te Erbil’in varlıklı bir ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi…” diye anlatıyor haber spikeri. Kolay değil, bu kadar çok iş yapmış, bu kadar çok “yararı dokunmuş” birinin kaybı elbette ki üç beş cümleyle anlatılamazdı! Onu anlatmaya dakikalar, saatler gerekliydi! Hayatına giren, kendisini yakından tanıyan insanlar anlatmalıydı onu. Onlar anlattıkça ekran başındaki insanlar ne kadar da önemli bir insanı kaybettiklerini düşünmeliydiler böylece. Öyle de yapıldı. Ancak gerçekler hiç de ekranda anlatıldığı gibi değildir. Yaşamı boyunca attığı her adımın aslında işçi sınıfını ezen o koca demir ökçenin bir parçasını oluşturmuş olmasıdır unutulmaması gereken. 9 Kasımdan itibaren Hacettepe Üniversitesi Hastanesinde bakım altına alınan Doğramacı, öldüğü 25 Şubat gecesine kadar aylarca özel bakım altındaydı. Hacettepe Hastanesinde çalışanlar iyi bilirler; hastanede VİP hastalarının tedavi edildiği bölümün içinde bir de çok daha özel bir oda vardır. Ona suit demek daha doğru olur. Yaklaşık 100 metrekare alanında, lüks bir evi aratmayacak özelliklerdedir. Her bir odasında yatak, buzdolabı, banyo vardır ve hastaya refakat edecek kişinin rahatı da düşünülmüştür. Ayrıca salonda yani hastanın kaldığı odada, oturma grubu, TV vb., lüks bir evde ne varsa mevcuttur. Bu oda “üst düzey insanlar” için her zaman hazır bekletilir. Dönemin Maliye Bakanı, Cumhurbaşkanı da bu odanın tadına bakmıştır. İşte üç aydan fazla bir süredir bu odayı zapteden
44
Doğramacı, yattığı süre boyunca özel ilgiyle karşılandı. Bir zamanlar hemşire yetersizliği yüzünden hasta odası kapatan Hacettepe Hastanesi, her vardiyada Doğramacı’ya bir, bazen iki hemşire verdi. Onun hasta bakıcısı da ayrıydı. Doktorları odadan ayrılmadı. Oluşabilecek acil durumlar için gözlerini bile kırpmadılar. Bu arada gelebilecek her türlü tehdide karşı odanın kapısında 24 saat güvenlik de eksik olmadı. Öyle diğer hastalar gibi Doğramacı gerektiğinde radyoloji bölümüne falan gidemezdi. Radyoloji onun ayağına getirildi. Suitinde gerekli olabilecek ne varsa hepsi mevcuttu: MR makinesi, röntgen makinesi, EEG cihazı, ultrason cihazı… Burada anlaşılmaz bir durum var! Nasıl oluyor da beyin kanaması şüphesi ile başka bir serviste yatan sıradan bir hasta MR’a randevu alamıyor? Randevu verilmediği gibi oluşabilecek bir boşlukta hastaya çağrılacağı söyleniyor. Ve nasıl oluyor da o suitte zadece Doğramacı’ya ait koskoca bir MR makinesi duruyor? Aslında her şey ortada. Yeter ki işçi sınıfı cephesinden bakmayı öğrenelim. Sermaye sınıfı kendisine çok şey katmış Doğramacı’ya vefa borcunu ödüyor. Kalbi defalarca durmasına karşın bin bir ilaç ve uygulamayla yeniden hayata döndürülüyor. Hacettepe Üniversitesinin kurucusu olmasından dolayıymış bunca gayret. Ne de olsa sermaye sınıfı ve onun devleti, bu “yüce insana” çok şey borçludur. Ancak Doğramacı’nın meziyetleri bununla bitmiyor. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ardından kurulan YÖK’ün başkanı olmuş ve darbenin üniversitelere taşınmasında bir manivela görevi üstlenmiştir. Üniversitelerde yükselen devrimci hareket onu da korkutmuş, faşist devletin her alanda
yaptığı saldırılar üniversitelerde onun eliyle yayılmıştır. YÖK’ün kurulması düzen yanlısı siyasetçiler tarafından “anarşi ortamında düzenin sağlanması” şeklinde yorumlanmıştır. Çocuk hastalıkları uzmanı olmasından dolayıdır ki UNICEF milli komitesinde başkanlık yapmıştır. Ve “çocukları sevmesindendir” ki UNICEF gibi düzenin açıklarını kapayan bir kurum ile el ele olmuştur. Ve çocukları çok sevmesindendir ki, kurduğu hastane dâhil hastane kapılarında sigortası ve parası olmadığı için ölen çocukları görmezden gelmiştir! Doğramacı öldü. Ve ardında bir sürü yalan bıraktı. Dün ve bugün bizi yalanlarıyla beslemeye devam ediyorlar. Bu yalanlara karşı gelebilmenin tek yolu örgütlü sınıf mücadelesinden geçiyor. İşçi sınıfı örgütlü olursa ancak o zaman bizim olan hastaneleri insana yaraşır bir şekilde kullanabiliriz. Ve işçi sınıfı örgütlü olursa ancak o zaman üniversiteler gerçek birer eğitim kurumu olurlar. Herkese Eşit, Kaliteli, Parasız Sağlık ve Eğitim! Hacettepe Üniversitesi Hastanesinden bir hemşire
sayı: 61 • Nisan 2010
marksist tutum
Burjuvazinin “Fırsat Eşitliği” Yalanı
B
urjuvazi ve onun temsilcileri “tüm vatandaşlar fırsatlardan eşit bir biçimde yararlanabilirler” diyorlar. Peki, gerçekten herkes için geçerli midir bu “fırsat eşitliği”? Yani, düzenli bir eğitim alamayan bir işçi çocuğuyla ya da köylerine öğretmen verilmediği için okula dahi gidemeyen bir Kürt çocuğuyla bir patron çocuğu fırsatlardan eşit mi faydalanıyor? Aslında biz işçilerin ve Kürt yoksul emekçilerinin çocukları açısından bu sorunun yanıtı çok açıktır. Geçenlerde bir Kürt arkadaşımın anlattıkları nasıl bir “fırsat eşitliği”nden yararlandığımızı çok iyi anlatıyor. Kendisi 18 yaşında, 8 yaşından beri çalışıyor ve hiç okula gidememiş. “Neden okula gidememiş?” diye soracaksınız. Çünkü 1990’dan 2002’ye kadar köylerinde bulunan okula öğretmen verilmemiş. Neden öğretmen vermemişler okula biliyor musunuz? TC’nin köydekilere koruculuğu dayatması üzerine köyün tamamı koruculuğa karşı çıkıyor. TC de Kürt köylülerini öğretmensizlikle cezalandırıyor. Köyden metropollere göç etmek zorunda kalan Kürt çocukları bu sefer de ekmek kavgasının derdine düşüp eğitim hakkından faydalanamıyorlar. Tıpkı yukarda bahsettiğim arkadaş gibi. İstanbul’a geldiğinde henüz 8 yaşındayken, eve katkı sunabilmek için ayakkabı boyacılığıyla başlıyor işçilik hayatına. Küçücük elleri biraz büyümeye başlayınca da metal atölyeleri, tekstil atölyeleri, lokantalar onu bekliyor. İş bulabildiği sürece de çalışıyor. Kısaca anlatmaya çalıştım genç arkadaşın yaşadıklarını. Peki, şimdi baktığımızda bu arkadaşa gerçekten fırsat eşitliği sağlanmış mı? Tabii ki, HAYIR! Ya okula gidebilen işçi çocukları? İşçi mahallelerinde, öğretmeni olan ama 60 kişilik sınıflarda eğitim almaya çalışan, diğer taraftan okuldan çıkar çıkmaz işe gidip çalışmak zorunda kalan işçi çocukları fırsatlardan eşit mi yararlanıyor? Tabii ki, HAYIR! Görüyoruz ki gerek yoksul Kürt çocukları için, gerekse işçi sınıfının çocukları için “fırsat eşitliği” burjuvazinin bizleri kandırmak için kullandığı bir yalandan, safsatadan başka bir şey değil. İşçi ve emekçi çocuklarının kafasında bir taraftan geçim kaygısı var. Liseye kadar gelebilenlerin birçoğu okulu bırakıp çalışmak zorunda kalıyor. Liseyi bitirenler ise ÖSS bataklığında debelenip duruyorlar. Tüm hayaller, umutlar sınavlara bağlanıyor. Yani baban patron değilse işin zor. Niye mi? Patronların çocukları daha ilkokul sıralarında özel okullarda, evlerinde özel öğretmenlerle “fırsat eşitliği”nden yararlanırken ve gelecekte hangi bölümde okumak istediği, yurtiçinde mi yoksa yurtdışında mı eğitim alacağı planlanmışken, biz işçi çocuklarının eğitim hakkı şansa kalmıştır. Biraz şansın yaver gitmiş ve üniversiteye girebilmişsen
bir taraftan çalışır, bir taraftan da okulunu bitirmeye uğraşırsın. Mezun olunca da “büyük adam” olursun, işsiz kalmak hürriyetiyle! Düşünüyorum da her şey tüm çıplaklığıyla ortadayken bizler neden hâlâ burjuvazinin yalanlarına inanıyoruz? Neden eğitim, sağlık gibi en insani ihtiyaçlarımızı burjuvazinin ellerine, şansa bırakmışız? Emekçi çocuklarının da herkes gibi çocukluklarını yaşamaya, daha 10 yaşlarında boyacılık yapmak, torna atölyelerinde çalışmak yerine oyun oynamaya, insanca yaşamaya, okula gitmeye hakları yok mu? “Evet, var!” dediğinizi duyuyorum. Evet, bu her dalı yemiş dolu dünyanın yemişlerinden faydalanmaya bizim de hakkımız var. Ama bu, öyle hakkımız var diyerek olmuyor. Biliyoruz ki, hak verilmez alınır! Biraz çalışmamız gerek; ama bu sefer sadece sınavları geçmek için değil, hak ettiğimiz insanca yaşam için, güzel günler için! Marmara Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Çocuk İşçi Cenneti
B
ilişim alanının büyük tekellerinden biri olan, çoğu Uzakdoğu’da olmak üzere çeşitli ülkelerde 102 fabrikası bulunan Apple şirketi, bazı fabrikalarında çocuk işçi çalıştırıldığını tespit ettiğini açıkladı. Apple, kendi fabrikalarında çocuk işçilerin çalışmasıyla ilgili rapor hazırlatmış. Raporda “Şirketimiz, asgari çalışma yaşının 16 olduğu ülkelerdeki 3 fabrikada 15 yaşındaki çocukların çalıştırıldığını öğrenmiş ve uygulama sonlandırılmıştır” deniyor. İkiyüzlü kapitalistler, biz çocuk işçi çalıştırmıyoruz diyerek ne kadar insancıl olduklarını kanıtlamak istiyorlar. Peki ya işten atılan o çocukların durumu? Onların durumunda bir değişiklik olacak mı? Apple’dan atılan çocukları okul sıraları mı bekliyor? Elbette hayır. Ve bunun tek suçlusu kapitalizmdir. Çocuk işçilerin işlerini kaybetmesi, ailelerinin geçinmekte daha da zorlanacağı anlamına geliyor. Asgari ücretin sefalet ücreti olduğu ülkelerde asgari ücretle geçinmeye çalışan işçi ailelerinin çocukları da çalışmak zorunda kalıyor. Kanunlar yasak demesine rağmen çalışıyorlar. Bu çocukların çalışmamasını gerçekten istemek asgari ücretin yaşanabilir bir seviyeye yükseltilmesinden geçiyor. Kanun ne derse desin açlık kanun tanımaz ve çocuklar çalışmak zorunda kalırlar. Türkiye’de de kanunlara göre 15 yaşın altındaki çocukları çalıştırmak yasak. Fakat tekstil atölyelerinden tutun da oto tamirhanelerine kadar birçok işyeri adeta çocuk işçi cennetidir. Üstelik ustasının dayağını yemeyen çocuk işçi neredeyse yok denecek kadar azdır. Eğer çocuklarımızı küçücükken sömürülmeye başlamaktan kurtarmak ve ücretsiz bir eğitim almasını gerçekten istiyorsak taleplerimizi daha yüksek sesle haykırmalıyız. Asgari ücret vergi dışı bırakılsın, vergiler patronlardan kesilsin! Emekçilere parasız sağlık, eğitim, konut ve ulaşım! İstanbul’dan bir kamu emekçisi
45
Okurlarımızdan Newroz’da Diyarbakır’da Bir “Türk”! Türkiye’de burjuvazi, nedense, kendisini sıkıntıya sokan iki önemli güne de “Bahar Bayramı” diyor. Ancak hem 1 Mayıs hem de Newroz, birer bayramdan çok, egemenlere karşı mücadele azminin ve birliğin ortaya konduğu günler olarak gerçekleşiyor. Bu yıl Newroz’u, Ankara’daki direnişleri boyunca birlikte olduğumuz ve Diyarbakır’da bir kez daha kucaklaştığımız, bizleri evlerinde misafir eden Tekel işçileri ile birlikte geçirdik. Ve bir kez daha gördük ki, Newroz bugün de, zalim Dehak’a karşı Demirci Kawa’nın önderliğinde ayaklanan bir halkın mücadele kararlılığını ortaya koyduğu bir gündür. Diyarbakır’da coşkuyla ve yüz binlerle gerçekleştirilen Newroz’da bu durum açıkça görünüyordu. Bugüne kadar TC’nin imha ve inkâr politikaları altında zulüm çekmiş Kürt halkı, hep bir ağızdan, artık dökülen kanların sona ermesi, Kürt halkının varlığının kabul edilmesi ve bölgeye barışın gelmesi talebini haykırdılar. Bu olağanüstü günde, boynumda fotoğraf makinesiyle alanda gezerken yaşadığım bir olay beni hem etkiledi hem de düşündürdü. Üç beş çocuk beni turist sanıp etra-
Bir Büyük Deprem de Biz İşçiler Yaratalım Dünya her gün bir depremle sarsılıyor. En son Haiti ve Şili’de büyük depremler meydana geldi. Deprem yaşanan bölgelerden gelen haberlerde öncelikle kaç şiddetinde olduğundan, kaç kişinin öldüğünden ve maddi hasarlardan bahsedilir. İlerleyen günlerde ekranlara yansıyanlarsa daha çok yağma haberleri olmaktadır. Marketlerin, yardım malzemelerinin yağmalanması ya da dramatik müzikler ve yıkıntı görüntüleri eşliğinde çeşitli ülkelerin yapmış olduğu “insani” yardımlar gösterilir ekranlardan. Şili’de meydana gelen 8,8 büyüklüğündeki depremin ardından yeni bilgiler de edinmeye başladık. NASA’nın yaptığı açıklamada dikkatimi çeken bir nokta oldu. Depremler sonucu meydana gelen değişikliklerden birisi de, dünyanın eksenindeki kayma sebebiyle günlerin kısalmış olmasıymış. Evet, Şili depremi sonucunda dünyamızda günler 1,26 mikrosaniye kısalmış! Patronlar sınıfı ve onların temsilcilerinin zamanı ne için hesap ettikleri biz işçiler açısından çok açık. Onlar için önemli olan zaman, biz işçilerin hiç durmaksızın çalışması ve sürekli üretim yapması demektir. Geçtiğimiz günlerde çalıştığım işyerinde patron bizlerle bir toplantı yaptı. Son dört aydaki devamsızlık ve izinli olduğumuz günleri hesaplamış ve bizlerle paylaşmak istemiş. En sonunda şunu dedi: “Arkadaşlar! Bu hesaba göre son dört ayda çalışmadığınız günleri hesapladığımda, bir ayda iki arkadaşa hiç çalışmadığı halde cebimden ödeme yaptığım ortaya çıkıyor. Bu böyle olmaz. İşe zamanında geleceksiniz. İzin istediğinizde zaten veriyoruz. Üretimi düşünmek zorundayız. Tamam, bugüne kadar yapılanlara bir şey demiyorum. Bundan sonraki de-
46
fımı sardı. Konuşmaya başladık. Turist olmadığımı söyledim ve çocuk bana “Türk müsün?” diye sorunca bir an duraksadım, acaba ne cevap vermeliyim diye… Sınıf mücadelesiyle tanıştıktan sonra, ırk, dil, cinsiyet gibi konular, işçi sınıfı içinde ayrım yarattığını düşündüğüm için, benim için önemsizleşmişti. Ancak o an bir kez daha utandım bu sorunun kastettiği şeylerden. Sonra çocuğa dilimin döndüğünce, aslında bir araya gelip konuşsalar halkların tüm sorunlarını kendilerinin çözebileceklerini, egemenlerin yarattığı düşmanlığı bitirebileceğimizi, bunu iki halkın emekçilerinin yapabileceğini anlattım. Ardından çocuk bana anlattı, babasının gözleri önünde askerler tarafından nasıl tartaklanıp dövüldüğünü. Çocuğun her söylediği söz sanki beni suçlayan sözlermiş gibi geldi, utanması gereken başkaları olması gerekirken. Bize yansıtıldığı gibi değil o bölgede yaşananlar. Gerçekleri capcanlı görebiliyorsunuz ve bir kez daha diyebiliyorsunuz: Bu insanlar haklı, bu insanlar onurları ve hakları için mücadele veriyorlar. Bize de düşen görev her türlü ezen ulus milliyetçiliğine ve ırkçılığa karşı mücadele vermektir. Bulunduğumuz her yerde; okulda, evde, fabrikada, sokakta! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci
vamsızlıklar için farklı uygulama yapacağım. Ayrıca yetiştirmemiz gereken siparişler var. Bu haftalık akşamları mesaiye kalınacak.” Evet, patronlar ve onların temsilcileri zamanı kendileri açısından hesaplıyorlar. İşe birkaç dakika geç başlasan kıyameti koparırlar. Çünkü onlar bıraktık dakikaları hesap etmeyi saniyeleri bile hesaplıyorlar. Eminim ki depremler sonucu oluşan zaman kısalmalarını da üretimleri açısından hesap edeceklerdir! Zaten kısalacak olan bizlerin çalışma saatleri değil ki! Bizler her gün aynı saatte işbaşı yapıp aynı saatte paydos edeceğiz. Kimimiz dokuz, kimimiz on iki, kimimiz daha fazla süre çalışmaya devam edeceğiz. Kısalan bizim dinlenme saatimiz, uykumuz olacaktır. Peki, biz işçiler olarak zamanı nasıl hesaplayacağız? Hep patronların hesabına göre mi yaşayacağız? Mademki depremler günü kısaltıyor neden biz işçiler de deprem yaratmayalım? Nasıl ki doğada meydana gelen depremler her yeri yıkıyor, biz işçiler de öyle bir deprem yaratalım ki patronlar sınıfını ve onların düzenini yerle bir edelim. Nasıl ki bu düzende her şey onlara göre düzenlenmişse yeni düzen de biz işçilere göre düzenlensin. Ne kadar çalışacağımıza biz karar verelim. Her şey tüm toplum için olsun. Bunlar kimine göre hayal olabilir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki yaşadığımız bu sömürü düzeni nasıl gerçekse onun yıkılıp yerine insanca bir yaşamın kurulacağı da bir gerçek. Yeter ki bu gerçekleri kavrayalım, yeter ki bu gerçekler için birleşelim, yeter ki kendimizin geleceği için mücadele edelim, yeter ki patronlar sınıfını ve onların sistemini yok etmek için örgütlenelim. Örgütlü güç olan işçi sınıfının yaratacağı depremin şiddetini patronlar sınıfına hesap ettirelim! Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
Okurlarımızdan Biz İşçilere Hayvan Muamelesi Yapılıyor Şantiyelerde çalışan bir inşaat işçisiyim. Birçok sorunumuz var ama ben burada yemek sorunundan bahsetmek istiyorum. Şu ana kadar 7-8 şantiyede çalıştım. Havaalanı şantiyesinde çalışırken yediğimiz yemekler mide bulantısı ve karın ağrısı yapardı. Yemek yediğimiz ortam da ahırdan farklı olmayıp bir de sıra beklerdik o yemeği yemek için. Üstelik o ahıra gitmek için 15 dakikalık bir yol yürüyorduk. Kötü yemeklerden dolayı 500 kişi isyan edip yemekleri protesto etmek için şirket merkezine yürüyüşler yapmıştık. Bu örgütsüz ve kendiliğinden gelişen durum karşısında şirket biraz olsun korkmuş, en azından birkaç gün biraz daha iyi bir yemek yiyebilmiştik. Ama daha sonra yemekler yine aynı çıkmaya başlamıştı. O zaman düşünmüştüm, örgütsüzken bile korkutmuştuk patronları ya örgütlü olsaydık neler olurdu? Havaalanındaki işimiz bitti ve bir hastane şantiyesinde işe başladık. Hastane olmasına rağmen orada da durum aynıydı. Derken bir bankanın tadilatını yapmaya başladık. İlk işgünü, girişte suçluların üzerleri aranırmışçasına yoğun bir üst aramaya maruz kaldık. Öğle yemeklerini bankanın yemekhanesinde yiyorduk ama önce biz yiyorduk yemeği personel bizi görmesin diye, e biz inşaat işçisiyiz tabii, üzerimiz pislik içinde. İlk öğle yemeğine indiğimizde yemekler mükemmeldi, yemekhane tertemizdi, çalıştığımız diğer yerlerden farklı olduğu çok
açıktı. Evde bile böyle yemekler yiyemiyorduk. Ama ilginç bir durum vardı, böyle bir ortam karşısında arkadaşlarımın hali! Utana sıkıla yiyorlardı yemekleri, bazen bayanlar geliyordu ve durum daha da ezici oluyordu onlar için. Arkadaşlardan birisi, burası nasıl bir yer, burada yemek yenir mi demişti. Ben de biz bunları hak ediyoruz hem de daha iyisini, bol bol yiyin, utanıp sıkılmanın anlamı yok, nasıl olsa bir süre sonra kokuşmuş yemeklerin olduğu ahırdan bozma yemekhanelere geri döneriz, demiştim. Şu sisteme bakın, biz işçilere hayvan muamelesi yapılıyor ve bu bize o kadar kanıksatılıyor ki, şans eseri insanca koşullarla karşılaştığımızda bunu yadırgıyor ve kendimize yakıştıramıyoruz. Evet kardeşler, bize köpeğin yemeyeceğini yediriyorlar ama iş istemeye gelince çok çalışmamızı istiyorlar. İyi de kardeşler bunca çalışıp çabalamamıza ve patronlarımıza kazandırdığımız kârlara rağmen iyi olanı hak etmiyor muyuz? Duyuyorum birçok işyerinde yemeklerin durumu gerçekten berbatmış, ne yapacağız da iyi şeyler yiyip, iyi şeyler giyip, iyi bir hayatımız olacak? Bana şöyle demişlerdi UİD-DER’li arkadaşlarım: “Hiçbir zaman patronlar biz işçiler bir şey istemeden kendiliklerinden vermezler, onun için isteyeceğiz ve istemesini de almasını da öğreneceğiz.” İşte bu yüzden her şey birlik ve beraberlik içinde örgütlülükten geçiyor patronlara karşı. Bir araya gelmeli, sorunlarımızı ortaya koyarak çözümlerini aramalıyız. Sefaköy’den bir inşaat işçisi
“Bu Dünya Hepimize Yeter”
Çanakkale Katliamı
Merhaba dostlar. Ben Bursa’da okuyan bir tarih bölümü öğrencisiyim. Bölümün adına aldanıp aaa ne güzel bir bölümde okuyorsun demeyin sakın. Çünkü burada öğretilen şeyler palavradan başka bir şey değil. Yok efendim biz tarihin en eski medeniyetiymişiz de, gittiğimiz her yere medeniyet götürmüşüz de… O götürdüğümüz medeniyetten kendimiz niye nasiplenmemişiz diye soran yok tabii! Hele iş egemenlerin Anadolu’nun gayrimüslim halklarına karşı yaptığı katliamlara gelince, resmi tarihe göre biz hep mazlumuzdur, onlar ise suçlu! Lakin mazlum olduğumuz halde topraklarını terk etmek zorunda kalanlar her nedense onlar olmuştur! Türkiye’de egemen sınıfın günahları saymakla bitmez. Bunların bir tanesi de Ermeni kırımı ile başlayan, diğer azınlıklara yapılan zulümle devam eden süreçtir. Geçen hafta sahafları dolaşırken bulup aldığım “Bu Dünya Hepimize Yeter” adlı kitap tam da bu süreci anlatıyor. Geçtiğimiz aylarda hayata veda eden ünlü Ermeni komünist Sarkis Çerkezyan’ın kendi hayat hikâyesini anlattığı bu kitapta, TC burjuvazisinin Anadolu’da yaşayan halkları nasıl birbirine karşı kışkırttığı, bugünkü sermaye birikimini hangi kanlı yollarla elde ettiği, Ermeni halkının zulme karşı direnişi, burjuvazinin kışkırtmalarına rağmen halkların dostluklarını nasıl koruyabildikleri ve Kemalist diktatörlük şartlarında komünist militanların sürdürdükleri mücadelenin öyküsü yalın bir dille anlatılıyor. Resmi tarihin sunduğu zırvalardan kurtulmak isteyenler için ideal bir kitap.
1915 Martında on binlerce insanın cephede öldüğü Çanakkale Savaşı bize Kurtuluş Savaşının bir parçası gibi anlatılır. Oysa durumun “kurtuluş”la hiç ilgisi yoktur. Bu dönemde Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa katıldı. Bu savaşın bir parçası olarak Çanakkale cephesinde 200 bine yakın insanın birbirine boğazlatılmasıyla yaşanan katliama “zafer” diyorlar. Fakat bu kimin zaferidir? I. Dünya Savaşında milyonlarca kişinin ölmesinin sorumluları kimlerdir? Bu savaşı işçi ve emekçiler başlatmadı. Sorumluların onlar olmadığı da kesindir. Savaşlarda işçi ve emekçiler ölürler, savaşı başlatanlar ve sürdürenler ölmezler. Sermaye sınıfı, masada birbiriyle anlaşma yolları tıkandığında bizi cephelere sürer, her şeyi yerle bir eder. Savaş bitince birbirleriyle ticarete başlayıp, yıktıklarını yeniden inşa etmek için birbiriyle rekabete koyulurlar. Kapitalist devletler sermayedarların yürütme organından başka bir şey değildir. Onların çıkarı için savaş kararları alırlar. Bu kâr sisteminde “barış” ise ancak ve ancak iki savaşın arasındaki geçici süredir. Savaştan önce bir dış düşman yaratırlar. “Vatan ve milletin çıkarları” için savaşa girildiğini söylerler. Savaştan sonra da ona uygun kahramanlık efsaneleri uydururlar. Çanakkale Savaşı üzerinden yaratılan efsaneler bunun örneğidir. Emperyalistlerin paylaşım savaşlarına karşı uyanık olalım, işçi arkadaşlarımızı uyandıralım ve emperyalist savaşlara karşı işçi cephesini örelim. İşçiler şalterleri indirdiğinde dünya durur. Yollar, limanlar felç olur. Gücümüz buradan ileri gelir. Ancak bunu sadece örgütlü olduğumuzda başarabiliriz. Savaşları durduracak tek güç işçi sınıfının uluslararası birliğidir. Düşmanımız uzak memleketlerdeki işçi kardeşlerimiz değil, daha da zenginleşmek için devletlere savaş kararı verdirten sermayedarların ta kendisidir. Bu lanet olası kokuşmuş sistemi örgütlü bir sel olup tarihe gömmeliyiz.
Bursa’dan bir Marksist Tutum okuru
Bir sağlık işçisi
47
Okurlarımızdan Muhbirler
İşçilere Verilen Değer
Muhbirlik çok eski çağlardan gelir. Dünya değiştikçe muhbirliğin alanları da değişiyor. Örneğin polis muhbirleri, patron muhbirleri… Bu kapitalist düzende bir patron için en önemlisi işçilerin arasındaki muhbirleridir. Patronlar işçilerin kendileri hakkında neler düşündüklerini, neler yaptıklarını öğrendikten sonra işçiler üzerinde her tür baskıyı uygulamaya başlarlar. Ama bu uygulamalardan bazen muhbirleri bile paylarını alırlar. Çünkü patron kendi muhbirlerine de fazla güvenmez. Çünkü arkadaşlarını satanın yarın bir gün kendisini de satacağını bilir ve ona göre hareket eder. Muhbirler patrondan neler bekler? Örneğin bir ustabaşılık veya maaşının öteki arkadaşlarına göre daha fazla olması. Ama bilmez ki ne kadar arkadaşlarını satsa da gene dönüp dolaşacağı yer işçi sınıfıdır. Patron için muhbir bir tasmalı köpektir. Ama işçiye göre muhbir bir bukalemundur. Zora düştüğü zaman renkten renge girer canını kurtarmak için. Canları kıymetlidir. Muhbirler de işçilerle aynı şeyi düşlerler; iyi bir gelecek, iyi bir maaş. Ancak bu düşüncelerine işçi sınıfını katmazlar, sadece kendi paçalarını kurtarmaya bakarlar. Kapitalizmin uşaklığını yapan kişilerin aramızda yeri yoktur.
Geçen gün internetten haberlere bakıyordum, bir haber ilişti gözüme. Bir iş kazasını anlatıyordu bu haber ve insana yok artık, bu kadarı da olmaz dedirtecek cinstendi. Bir işçi kanalizasyon çukuru kazılırken göçük altında kalmıştı. Tabiî ki böyle durumlarda yapılması gereken ilk şey bir sağlık ekibinin olay yerine çağrılmasıdır. Öyle de yapılmıştı. Fakat insana bu kadar da olmaz dedirten kısmı, bu sağlık ekibinin iş kazasının yaşandığı yere gelmesinden sonra başlıyordu. Göçük altından çıkarılan işçi tam sedyeye yatırılıyordu ki, sağlık ekibinden biri müdahale ederek, işçiyi ambulanstaki refakatçi koltuğuna oturttu. Gerekçe ise işçinin sedyeyi kirletmesi idi. Haberi okuduğumda öfkeden deliye döndüm. Bu nasıl bir insanlık, nasıl bir vicdansızlıktı. Tonlarca toprağın altında kalmış bir insanı sedyeyi kirleteceği gerekçesi ile sedyeye yatırmamak, kendinde olmayan bir insanı koltuğa oturtarak hastaneye götürmek. Sayısız küfür savurdum o an içimden. Evet, işte kapitalist sistemde biz işçilere verilen değer tam da buydu. Bir eşya kadar bile değerimiz yok bu sistemde. Kimi zaman bir madende, kimi zaman tersanede, kimi zaman da bir fabrikada kolumuzu, bacağımızı ya da canımızı kaptırıyoruz kapitalist sistemin dişlilerinin arasına. Kimi zaman yaralı bir işçiye kan bulaşır diye çok görür patron arabasını ve kimi zaman da iş kazasını saklamak, işçiyi susturmak, işçilerin kanı, canı, alınteri üzerinden kazandığı servetini kaybetmemek için seferber eder özel araçlarını. Dünyadaki bütün güzellikleri yaratanlar biz işçileriz ama ne tuhaftır ki yarattığımız güzellikler bizlerin hayatından daha değerli olabiliyor. Kapitalist sistem var olduğu sürece bunlar yaşanmaya, biz işçiler patronların kârı için ölmeye, sakat kalmaya devam edeceğiz. Bizlere bir eşya kadar, makinenin bir parçası kadar bile değer vermeyen patronları ve onların kapitalist sistemini tarihin çöp sepetine yollamanın zamanı çoktan geldi. Kapitalist sistem son bulduğu takdirde insana hak ettiği değer verilecek. Ve biz işçiler eğer dünyadaki tüm güzelliği yaratacak kudrete sahipsek, kendimiz için daha güzel, yaşanası bir dünya yaratacak kudrete de sahibiz demektir! Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerimizdedir!
Sincan’dan bir işçi
Gebze’den bir kadın işçi
Başka Bir Dünya Mümkün! Yaşadığımız düzen o kadar çürümüş, o kadar kokuşmuş ki, insanları insanlıktan çıkarmış. Para için yapamayacakları hiçbir şey kalmamış insanların. İçinde bulunduğumuz sistem bugünlerde tüm zamanların “en büyük ve en derin krizini” yaşıyor. Patronların sözcüleri bunu açıkladı. Oysa 1929 yılındaki krizden sonra “başka kriz yaşanmayacak, kapitalist sistem daha iyi olacak” gibi vaatlerde bulunmuşlardı. Şimdi de 2008 yılında başlayan ve 2009 yılında etkisi artan bir krizden bahsediliyor. Başbakan “kriz teğet geçti” dedi, ama binlerce kişi işsiz kaldı, işsizlik oranları en yüksek seviyelere çıktı. Hani kriz teğet geçmişti? Neden işsizlerin sayısı çoğaldı, o zaman? Bu krizi biz yaratmadık ama faturasını bize ödetiyorlar. Biz neden yaratmadığımız bir krizin faturasını ödeyelim ki? Mantıken düşündüğümüzde bu kahrolası sistemin çürümüşlüğünü anlarız. Ya o biz işçileri, işçi çocuklarını içine çekip bazen yavaş yavaş bazen de büyük savaşlarla bir anda yok edecek, ya da biz onu yok edecek ve insanca yaşayabileceğimiz, insanın insanı sömürmediği bir düzen kuracağız. Okulda coğrafya hocamız tarihsel dönemleri anlatırken, ilkçağdaki gibi insanların beraber çalışıp beraber paylaştıkları bir sistemin bugün artık mümkün olamayacağını söyledi. Neden mümkün değil böyle bir sistem? Sadece ihtiyaç için üretim ya-
48
pılsa, bütün işsizler işe alınıp çalışma saatleri kısaltılsa, işçilerin sosyal yaşamlarına daha çok zaman kalmaz mı? Sadece birkaç dakika düşünmeliyiz. Böyle bir sistem mümkün, hayatta işçiler birleştikleri zaman yapamayacakları hiçbir şey yok. Bunun örnekleri tarihimizde var. En basiti ilk çağda insanlar toplu halde büyük bir mamudu avlıyorlardı. O zaman kendisinden çok daha güçlü bir hayvanı ancak hep beraber davrandıklarında avlayabiliyorlardı. Sonunda da hep beraber paylaşıyorlardı. Eğer biz bu sistemi kaldırmazsak o bizi ortadan kaldıracak. 3. Dünya Savaşı başladı bile. Ben kendi kendime düşündüğümde “Aman Allahım, işçileri işçiler katledecek, çok sayıda insan ölecek, belki ben de öleceğim, bir şeyler yapmalıyım” diyorum. Evet, bir şeyler yapmalı ama ne? Bunun cevabı açık ve net: BİRLEŞMELİ, ÖRGÜTLENMELİ VE MÜCADELE ETMELİYİZ. Biz örgütlü olursak yapamayacağımız hiçbir şey yok. İşçiler geçmişte birtakım haklar elde etmiş ve sonra mücadele söndürülmüş. Şu anda elde edilen haklar bir bir geri alınıyor. Patronların yaptıklarını onların yanına kâr bırakmayalım. Kapitalist sömürü sistemini yıkalım, sınıfsız sömürüsüz bir dünya kuralım. Paradan çok insanlığın ön planda olduğu bir dünya! Öğren, Öğret, Örgütle! Esenler’den bir lise öğrencisi