Gücümüz, Birliğimiz ve Örgütlülüğümüzden Gelir! Mayıs 2010
• Birleşik ve kitlesel 1 Mayıs • Sermayenin saldırıları ve sendikal bürokrasi
62
• Kürt sorununda çözümsüzlük • Marksizmde işçi devleti • Irak seçimleri ve “barışçıl emperyalizm” • Kırgızistan’da halk ayaklanması
Birleşik ve Kitlesel 1 Mayıs S
on birkaç yıldır yaşanan tıkanma ve bölünmüşlüğün aşılmasıyla, 2010 yılı İstanbul 1 Mayıs’ı 12 Eylül faşizmi sonrasının en kitlesel ve coşkulu kutlamasına sahne oldu. 200 bin civarında bir katılımın gözlendiği Taksim mitinginde alan adeta iki kez dolup boşaldı ve son yıllardaki deneyimin aksine, ülke düzeyinde genel olarak olumlu bir psikolojik atmosfer yarattı. Böylece yıllardır dile getirdiğimiz “birleşik ve kitlesel 1 Mayıs” çağrısının anlam ve önemi kendisini açıkça ortaya koymuş oldu. İstanbul 1 Mayıs mitinginin bu birleşik ve kitlesel karakteri, Taksim talebinin de gerçek anlamını kazanması yolunda bir aşama kat edilmesini sağlamıştır. Ve 1977’de mücadeleci işçilerin talebi üzerine Kemal Türkler’in ilan ettiği adla “1 Mayıs alanı” yeniden gerçekliğini bulmaya başlamıştır. Burjuvazi ve onun devleti tarafından yıllardır sudan bahanelerle işçiye-emekçiye yasak edilen Taksim nihayet yeniden yüz binlerle gelen işçilerin ve devrimcilerin sesiyle yankılanmıştır. Bu durum aynı zamanda Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin önündeki psikolojik bariyerlerin aşılmasında ileri bir adım anlamına gelmektedir. Ayrıca yıllardır düzenin yürüttüğü “provokasyon” çığırtkanlığının gerçek yüzü de açığa çıkmıştır. Polisiyle jandarmasıyla ajanlarıyla burjuva devlet saldırmadıkça ve kışkırtmadıkça, kardeşlik ve dayanışma duygularıyla dolu nice büyük mitinglerin örgütlenebileceği bir kez daha görülmüştür. Birleşik ve kitlesel niteliğiyle 2010 1 Mayıs’ı, son yıllarda işçi-emekçi mücadelelerinin genel toplumsal algıdaki meşruiyetinin artışında da yeni bir halka olmuştur. 12 Eylül faşizminin bu alanda yarattığı olumsuz hava giderek kırılmaktadır. Bu durum genel demokratik bilinçte yaşanan olumlu gelişmelerin bir yansımasıdır. Bu kitlesel ve birleşik 1 Mayıs mitingiyle birlikte, gerçek bir toplumsal özgürlük platformunun ancak işçi sınıfı tarafından oluşturulabileceği de böylece bir kez daha görülmüş olmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı illetlerden muzdarip çok çeşitli toplum kesitleri, işçi sınıfının mücadelesinin bir ürünü olan ve onun damgasını taşıyan 1 Mayıs’ı, kendi sorunları için bir ifade zemini olarak görmüşlerdir. 1 Mayıs’ın sunduğu platformda, işçilerin yanı sıra, ezilen Kürt halkından tutun kadın örgütlenmelerine, bu topraklardaki Kafkas göçmenlerinin evlatlarından tutun çeşitli gençlik örgütlerine, acılı Ermeni halkının genç temsilcilerinden çevrecilere ve eşcinsellere, emeklilerden öğrencilere ve sanatçılara dek sayısız toplumsal kesim baş-
ka hiçbir platformda olmadığı denli bir araya gelebilmiştir. Bu işçi sınıfının gücüdür. 2010 1 Mayıs’ının bu sıraladığımız olumlulukları sınıf devrimcileri tarafından şüphesiz önümüzdeki süreçte işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün yükseltilmesinde bir moral faktör olarak etkin biçimde kullanılacaktır. Ancak her şeyi yerli yerine koymayı bilmek gerekiyor. Yıllar içinde sermaye işçi sınıfını derin ve karanlık bir çukur içine yuvarlamıştır. Bu çukurdan hâlâ tam olarak çıkılamamış olduğunu unutmayalım. Hatta ne yazık ki, bu mitingle işçi sınıfı mücadelesinin yakıcı ve temel sorunlarının çözülmesi yolunda büyük bir adım atıldığı ya da aşama kat edildiğini söylemek bile yanıltıcı olacaktır. Mitingde Tekel işçilerinin sendika bürokrasisine karşı öfkesinin militan bir ifade bulması anlamlıydı. Ancak bu durum sendika bürokrasisinin pençesinin kırılması anlamına gelmemektedir. Bu haklı öfkenin daha örgütlü ve yaygın bir nitelik kazanması için sorumluluk esas olarak sınıf devrimcilerinin üzerine düşmektedir. Bunları özellikle vurgulama ihtiyacını duyuyoruz; zira işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri olan sendika bürokrasisi, Taksim’i yere göğe sığdırılamayan bir zafermiş gibi sunma çabasında. Bu bürokratların “Taksim zaferi” söylemiyle kendi suçlarını ve ataletlerini örtbas etmeye çalıştıklarını asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Aslında sendika bürokrasisini de bir yana koyarak daha genel anlamda söyleyecek olursak, Taksim’in yeniden 1 Mayıslara açılmasının önemli bir yönü de, işçi sınıfı mücadelesinin asıl sorunları ve icaplarından kaçışın üzerini örten fiyakalı bir bahanenin ortadan kalkmasıdır. Unutmamak gerekiyor ki, kapitalist krizin işçi sınıfı cephesinde yarattığı etkiler olduğu yerde durmakta, hatta daha da ağırlaşmaktadır. Durum buyken Taksim’e fit olma lüksümüz yoktur. İşçi sınıfı örgütsüzdür ve aslında alana gelen işçiler de büyük oranda bu durumu yansıtmaktadır. 1 Mayıs birleşik ve kitlesel olmuştur olmasına, ama işçi hareketinin ağır örgütsel zaafları olduğu yerde durmaktadır. Bu anlamda bu 1 Mayıs da henüz genel düzeyde örgütlü işçi hareketinin 1 Mayıs’ı değildir. Daha önceleri de söylediğimiz gibi, Taksim’in gerçek anlamda geri alınması, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü en azından 1977’deki düzeyine çıkarmakla mümkün olacaktır. Bu görev hâlâ önümüzde durmaktadır!
1
Sermayenin Saldırıları ve Sendikal Bürokrasinin Kuşatması Oktay Baran Sınıf hareketinin verili düzeyi pek parlak olmasa da, mücadele diyalektik çelişkileri içerisinde devam ediyor. Karşımızda örgütlenmeyi bekleyen kocaman bir işçi sınıfı duruyor. Öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltme görevinin yanı sıra, sendikalaşma mücadelesini yüklenme ve sendikaları ayağa kaldırma görevi de, sendikalı işyerlerinde taban örgütlerini kurma ve geliştirme görevi de komünist işçilerin sırtına binmiş durumdadır. Bu doğrultuda tuğla üstüne tuğla koyarak sergilenecek her bilinçli çaba, işçi sınıfının hak ettiği güzel günleri bir adım daha yaklaştıracaktır.
2
K
rizin yükü işçi sınıfının sırtına bindirildikçe, sınıfın derinliklerinde öfke büyümeye ve “artık yeter” duygusu kendisini hissettirmeye başlıyor. Egemen sınıf ve onun siyasal temsilcileri de, emekçi sınıfların bağrındaki öfke mayalanmasına karşı ne tür tedbirler alınacağı hususunu gerek açıktan açığa gerekse de kapalı kapılar ardında tartışıyorlar. Bu doğrultuda işçileri aldatmaya ve uyutmaya dönük girişimler ise alışıldığı üzere devam ediyor. Başbakanın TOBB üyelerine dönük olarak “herkes bir kişiye daha iş versin” çağrısı, birçok burjuva iktisatçı tarafından bile alayla karşılandı. Kuşkusuz işçi sınıfının burjuvaziye ve onun ikiyüzlü politikacılarına alaylı bir tebessümden çok daha öte bir yanıt vermesi gerekiyor. Gel gör ki, gerek sendikaların bugünkü güçsüz durumu gerekse de sendikaların tepesinde hâkim olan uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi ve icazetçi sendikal anlayış, bu doğrultuda atılacak adımların önüne ciddi engeller olarak dikiliyor.
Sermayenin işsizliğe ve krize çözümü: işten atmak kolaylaşsın! Attığı bir dizi adımla anayasa referandumuna ve yaklaşan seçimlere hazırlık sinyalleri veren AKP hükümeti, iktidara gelmesinde büyük rol oynayan emekçi kesimler arasında azalan desteğini tekrar arttırmanın hesabını yapıyor. Büyük sermaye sahiplerini “emek sömürüsü” yapmakla suçlayarak işçi-emekçi kitlelerin gönlünü kazanmaya çalışan AKP, kapitalizmin temel bir gerçeğini dile getirirken bu sömürünün son yıllarda ulaştığı devasa boyutlarda bir burjuva partisi olarak kendisinin oynadığı rolü örtbas etmeye çalışıyor. İş yasala-
sayı: 62 • Mayıs 2010
rında yaptığı değişikliklerle işçi sınıfının kölelik koşullarını bir kat daha ağırlaştıran, temel ihtiyaç mallarına ve hizmetlerine zam üstüne zam yapmasına karşılık asgari ücreti sefalet sınırlarının bile altında tutan, sosyal haklara dönük saldırılara her gün bir yenisini ekleyen, eğitim ve sağlık hizmetlerini giderek özelleştiren, işçilerin her türlü hak arama mücadelesinin karşısına tahkim edilen polis aygıtını dikmekten geri durmayan bizzat AKP hükümetidir. Geçtiğimiz haftalarda hazırlıklarının sürdüğü açıklanan yeni istihdam paketindeki “tedbir”ler de işsizliğe kalıcı bir çare üretmekten ziyade işçileri uyutma, aldatma ve oyalama amaçlıdır. Bu pakette geçtiğimiz yıl açıklanan istihdam paketindeki düzenlemelerin 2010 yılında da devam etmesi öngörülüyor. Geçen yılki pakette 120 bin kişiye okulların bakımı, köylerin çevre düzenlemesi (!) işi verileceği söylenmişti, bu yılki pakette yine aynı kapsamda 120 bin iş yaratılacağından bahsediliyor. Bu işçiler asgari ücretle geçici olarak işe alınacaklar. AKP hükümeti, köylere park bahçe ve tuvalet yaparak bu denli derin bir kapitalist krizin etkilerini hafifleteceğini övünerek anlatıyorsa, bu onun kapitalist kriz karşısındaki çaresizliğini gösteriyor. Ama bu gayrı ciddi ve işçi sınıfını adeta alaya alan yaklaşımlar, iş burjuvazinin somut taleplerine geldiğinde yerini son derece ciddi ve hesaplı planlara bırakıyor. Yeri geldikçe kameralar karşısında emekçi dostu görüntüsüne bürünen AKP hükümetinin yetkilileri, büyük sermaye örgütlerinin konferans salonlarında işçi sınıfına dönük yeni saldırıların hazırlıklarını yürütüyorlar. AKP’nin Maliye Bakanının Dünya Bankası tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşma ile aynı gün Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK) açıkladığı “araştırma”daki öneriler neredeyse harfiyen örtüşüyor. AKP’nin İngiltere’den ithal ettiği Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, işsizliği azaltmak ve istihdamı arttırmak için, “işgücünü esnekleştirme ve part-time çalışma biçimine geçilmesi gerekliliğinden” bahsederek istihdam önündeki en büyük engelin kıdem tazminatları olduğunu buyurdu! Aynı gün TİSK araştırma servisi de “istihdamın katılığı”na dair raporunda, Türkiye’nin en katı istihdam politikaları uygulayan ülkelerin başında geldiğini, kıdem ve ihbar tazminatlarının çok yüksek olduğunu iddia ederek, istihdamı arttırmak için bu tazminatların kaldırılmasını, özel istihdam bürolarının ve geçici istihdam biçimlerinin önünün açılmasını talep etti. Sendikasızlaştırmalar, taşeronlaştırmalar, esnek üretim dayatmaları, “kölelik yasaları”, zorunlu fazla mesailer, uzayan ve sonu gelmeyen iş saatleri, bunaltıcı boğucu ve düzensiz vardiya sistemleri ve tüm bunlarla birlikte sefalet ücretleri… Kapitalist sömürücüler sınıfına tüm bunlar bile yetmiyor. Burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri, dizginsiz ve kuralsız bir kapitalist sömürü cenneti kurmayı hedefliyor. Yasalarda işçinin tam bir köle gibi çalıştırılmasını engelleyen hangi maddeler varsa, onları da kriz bahanesiy-
marksist tutum
Sendikasızlaştırmalar, taşeronlaştırmalar, esnek üretim dayatmaları, “kölelik yasaları”, zorunlu fazla mesailer ve tüm bunlarla birlikte sefalet ücretleri… Kapitalist sömürücüler sınıfına tüm bunlar bile yetmiyor. Burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri, dizginsiz ve kuralsız bir kapitalist sömürü cenneti kurmayı hedefliyor.
le ortadan kaldırmak ve işçileri köle gibi çalıştırmak istiyorlar. Krizin tüm faturasını işçi sınıfına kesmek için, işçileri hiçbir sınırlama ve kural olmaksızın çalıştırabilmeyi ve canları istediği zaman hiçbir tazminat ödemeksizin işten atabilmeyi amaçlıyorlar. Ve bunu da işsizliğe çözüm önerisi olarak dile getiriyorlar!
Sendikaların ve işçi hareketinin durumu Sendikasız, sigortasız, güvencesiz, kuralsız, 12-14 saat boyunca sefalet ücretleriyle çalışmanın bu denli yaygın hale geldiği bir dönemde sermaye ve onun temsilcilerinin daha da fazlasını isteme pervasızlığına şaşmamak gerekiyor. İşçi sınıfının bıraktık güçlü bir devrimci siyasal örgütlülüğünü, sendikal örgütlülük düzeyi bile bugün yok denilebilecek seviyelere inmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yayınladığı “Çalışma Hayatı İstatistikleri”ne bakacak olursak, işçi sınıfının yüzde 60’a yakın bir kısmı sendikalıdır! Oysa memur sıfatıyla çalışan işçileri bir tarafa bıraktığımızda, bugün sendika aidatı ödeyen ve toplu sözleşme kapsamında bulunan işçi sayısı topu topu 850 bin
3
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum grev sayısı
grevci işçi sayısı
civarındadır ve günden güne düşen bu sayı, sendikalaşma oranının gerçekte yüzde 6 civarında olduğu anlamına gelmektedir. Dahası, kimi sendikaların yaptığı araştırmalara göre, özel sektörde sendikalılık oranı son on beş yıl içerisinde yüzde 8 civarından yüzde 3’e düşmüş durumdadır. Bakanlık açıkça sahte rakamlar yayınlıyor ve sendikal bürokrasi bu yalanlar karşısında sesini çıkarmıyor. Daha da öteye geçerek bu yalanlara ortak oluyor. Peki neden? Çünkü gerçek rakamlar açıklanırsa, mevcut yasalara göre, bugün neredeyse hiçbir sendikanın yüzde 10 barajını aşmasının mümkün olmadığı ve dolayısıyla toplu sözleşme yapma hakkının bulunmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yayınladığı istatistiklere bakacak olursak, işçi sınıfının yüzde 60’a yakın bir kısmı sendikalıdır! Oysa, memur sıfatıyla çalışan işçileri bir tarafa bıraktığımızda, bugün sendika aidatı ödeyen ve toplu sözleşme kapsamında bulunan işçi sayısı topu topu 850 bin civarındadır ve günden güne düşen bu sayı, sendikalaşma oranının gerçekte yüzde 6 civarında olduğu anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, mevki ve ayrıcalıklarına sımsıkı sarılan sendika ağaları, ikbal kapılarına kilit vurmamak için bugüne dek hükümetlerle danışıklı bir dövüş, birbirinin ayıbını örtme politikası gütmüşlerdir. İşçi ücretlerinden otomatikman kesilen üye aidatlarıyla oluşan milyonlarca liralık fonların faiz ve rant gelirleri sendika ağalarının hizmetinde olduğu sürece, onların işçi sınıfının geniş kesimlerini örgütlemek gibi “riskli ve masraflı” bir gayretin içine girmelerine ne hacet! Yalanlara ve egemen sınıfın icazetine dayanan bir sendikacılık anlayışından işçi sınıfına bir hayır gelmeyeceği apaçık değil mi? Böylesi bir anlayıştan sendikal yasaları değiştirmeye ve sınıfın kitlesini örgütlemeye dönük enerjik bir seferberlik beklemek ham hayal olurdu. İşçi sınıfı devrimcileri, sınıf hareketinin durumunu soğukkanlılıkla değerlendirmek ve öncü işçileri bu temelde yetiştirip eğitmek zorundadırlar. Lenin, devrimci olan tek
4
2009
2008
2007
0 2006
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
0
5.000
2005
10
10.000
2004
20
15.000
2003
30
20.000
2002
40
25.000
2001
50
Türkiye’de son yirmi yıllık dönemde, gerek grev sayılarında gerekse de greve katılan işçi sayısında sürekli bir düşüş eğilimi söz konusudur
30.000
2000
60
şeyin somut gerçekler olduğunu söylerken bunu anlatıyordu. Sınıf hareketinin bugünkü somut gerçeği sendikal bir çöküştür. Bunu yalnızca sendikaların yüzde 6’ya kadar düşen örgütlülük düzeyinde değil, sendikal mücadelenin gerileyişinde de görmek mümkündür. Özgün tarafları olan 1995 yılını bir tarafa bırakacak olursak, 1990’dan bu yana son yirmi yıllık dönemde, gerek grev sayılarında gerekse de greve katılan işçi sayısında sürekli bir düşüş eğilimi söz konusudur. 2007, 2008 ve 2009 yıllarında yaşanan grev sayıları 15’in üzerine çıkmamıştır. Aynı yıllarda grafiklere büyük bir çıkış olarak yansıyan, ancak sendikal bürokrasinin çeşitli hesaplarının bir ürünü olan Telekom grevini bir tarafa bırakacak olursak, grevci işçi sayısı da 3 ilâ 5 bin arasında olmuştur. Bu sayılar, bıraktık 1960-80 dönemini ya da 1989 baharını, faşizmin çözülmeye başlamasıyla grevlerin tekrar önünün açıldığı 1984-88 dönemiyle karşılaştırıldığında bile devede kulak kalmaktadır. Grevde “kaybolan” işgünü açısından baktığımızda da durumun vahameti ortadadır. 198488 döneminde bile “kaybolan işgünü sayısı” yıllık ortalama 1 milyonun üzerindeyken, 2000’li yıllarda bu ortalama ancak 150 bin civarında kalmıştır. Sendikal hareketin bu dibe vurmuşluk durumu, sendikal örgütlülüğün sınıfın sendikasız kesimlerinin gözündeki itibar ve cazibesini de doğal olarak epey aşındırmıştır. Keza aynı zaman diliminde sendikasız kesimlerin gerçekleştirdikleri direniş vb. türü işçi eylemliliklerinin seyrinde de belirgin ve anlamlı bir yükseliş söz konusu değildir.
Sendikal hareket nasıl canlanır? Hal böyleyken sendikal hareketten kendi iç dinamiklerine dayanan bir canlanma beklemek mümkün mü? Reformist sol çevreler pratikte takındıkları tutumlarla aslında tam da sendikal bürokrasinin kuyrukçuluğunu yapmakta ve pek açıkça dile getiremeseler de bürokratlardan medet ummaktadırlar. Oysa sendikal bürokrasi binbir türlü bağla kaderini burjuvaziye ve onun düzeninin devamına bağlamıştır. Bu üst bürokrasi, yalnızca burjuvazinin kâhyalığını yapmanın çok ötesinde bir varlığa sahiptir.
sayı: 62 • Mayıs 2010
Açıkça burjuva siyaset sahnesindeki burjuva aktörlerden biri gibi davranmaktadır ve ondan başka türlüsü de beklenemez. İşte bu noktada burjuva siyaset sahnesindeki saflaşmalar sendikal bürokrasi içerisinde de yansımasını bulmakta ve bu bürokrasinin bir kesimi mevcut hükümetlerin karşısında yer alabilmektedir. Bu kesimin bu doğrultuda attığı adımlar ve sahtekârca kullandığı sol söylem, reformistler ve hatta küçük-burjuva devrimciliği nezdinde sempatiyle karşılanmaktadır. Bu durum hiç kuşkusuz işçi sınıfının ileri-öncü kesimleri arasındaki kafa karışıklığının daha da artmasında belli bir rol oynamaktadır. Oysa devrimci proleter bir çizginin ayırt edici yönü, bürokrasinin bu tür burjuva manevralarını ve sahte sol söylemlerle işçi kitlelerini kendi pis burjuva hesapları için kullanma girişimlerini acımasızca teşhir etmesinde yatmaktadır. Sendikal örgütlülüğün yokluk sınırlarında çırpındığı günümüz koşullarında, hele ki mevcut sendikalar kanununun yarattığı mengene içerisinde, alt kademe sendika yöneticilerinin ezici bir çoğunluğu da, kendi varlık ve kaderlerini, son tahlilde genel merkezle kurdukları pürüzsüz ilişkilere bağlamış durumdadırlar. Yüzlerini tabana değil sendika üst bürokrasisine çevirmişlerdir, enerjilerini örgütlenme ve mücadeleye değil kongre kulislerine hasretmişlerdir. Genel merkez bürokrasisiyle olası bir sürtüşme, bu alt kademe yönetimler açısından, maddi ve örgütsel ola-
Sendikalar bürokratlara değil işçilere aittir, ama bunu kuvveden fiile dönüştürmek için sabırlı ve inatçı bir komünist çaba gerekiyor.
marksist tutum
naklardan mahrum olmaktan tasfiyeye ve hatta şube kapatılmasına kadar varan şiddetli çatışmaları göze almak anlamına gelmektedir. Üye sayısı dibe doğru giden, örgütlü olduğu işyerlerini kaybeden, yeni işyerleri örgütlemek konusunda ne ciddi bir inanç ve özgüvene ne de gerekli birikim ve cesarete sahip olan bir şube yönetiminden, sendikal üst bürokrasiye karşı bir çıkış beklemek hiç de gerçekçi değildir. Son yıllarda yaşanan tüm deneyimler de bu gerçeği döne döne doğrulamaktadır. İşçi sınıfının öncüsünün devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi belli bir eşiğe ulaşmadığı sürece, bu gerçek ne yazık ki değişmeksizin kalacaktır. Bu düzey de kuşkusuz genel toplumsal-siyasal atmosferden bağımsız değildir. Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin yükseldiği 1960-80 döneminde, başta DİSK olmak üzere, sendikal hareketin kimi kesimlerinde gerek alt gerekse de üst yönetim kademelerinde, bugünküyle kıyas kabul etmez ölçüde daha mücadeleci sendikacılar bulunuyordu. Yükseliş kendi öncü işçi kuşağını da yaratıp eğitmekte ve onu devrimci siyasal örgütlülüğe doğru itmekteydi. Bir azınlık durumunda olsalar bile işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine yürekten bağlı mücadeleci sendikacıların varlığı, aslında sınıf hareketinin genel bir yükseliş içerisinde olmasına, sınıfın işyeri ve taban örgütlülüklerinin oldukça güçlü oluşuna ve hiç kuşkusuz devrimci siyasal örgütlülüğün bugünküyle kıyas kabul etmez derecede yüksek düzeyine dayanıyor ve bunlardan besleniyordu. Bugünse ne yükselen bir sınıf hareketinden, ne sağlam ve güçlü taban örgütlülüklerinden ne de güçlü bir devrimci siyasal örgütlülükten bahsetmek mümkündür. Peki bu durumda sendikalardan tümüyle yüz çevirmek mi gerekiyor? Günlük rüzgârlara haddinden fazla duyarlı, sabırsız ve rekabetçi-reklâmcı solcuların pratikteki tutumlarına bakılacak olursa, evet! Bu tutumların da katkısıyla, sendikalı işçi kitleleri uzun yıllardan beri sendika bürokratlarının ve reformistlerin insafına terk edilmiş durumdadır. Hal böyleyken devrimci lafazanlık almış başını yürümüş, sınıf hareketinin kitleselliğinin önemini vurgulamak açıkça küçümsenir hale gelmiştir. Hayır, sendikalardan yüz çevirmeyeceğiz. Sendikalar bürokratlara değil işçilere aittir, ama bunu kuvveden fiile dönüştürmek için sabırlı ve inatçı bir komünist çaba gerekiyor. Sınıf hareketinin verili düzeyi pek parlak olmasa da, mücadele diyalektik çelişkileri içerisinde devam ediyor. Karşımızda örgütlenmeyi bekleyen kocaman bir işçi sınıfı duruyor. Öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltme görevinin yanı sıra, sendikalaşma mücadelesini yüklenme ve sendikaları ayağa kaldırma görevi de, sendikalı işyerlerinde taban örgütlerini kurma ve geliştirme görevi de komünist işçilerin sırtına binmiş durumdadır. Bu doğrultuda tuğla üstüne tuğla koyarak sergilenecek her bilinçli çaba, işçi sınıfının hak ettiği güzel günleri bir adım daha yaklaştıracaktır.
5
Kürt Sorununda Çözümsüzlük Toplumu Zehirliyor Utku Kızılok
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, iki halkın düşmanlaştırılmasına zemin döşüyor ve özellikle işçi sınıfın birliğine büyük darbeler indiriyor. İşçi sınıfının devrimci bir bilinçle donanmadığı günümüz örgütsüzlük koşullarında, işçi kitlelerinin bilinci burjuva ideolojisi tarafından belirlenmektedir. Ne yazık ki, geniş Türk işçi kitleleri yükseltilen milliyetçiliğin etkisi altındadır. Şovenizmin etkisinde kalarak Kürtlere düşman kesilmeleri halinde Türk işçi kitlelerinin Kürt işçilerle sınıf temelinde bir araya gelemeyecekleri, bu durumun ise burjuvaziye yarayacağı aşikârdır. On yıllar önce İrlanda sorununu ele alan Marx, şovenizme boyun eğen ve İrlanda halkının ezilmesine sessiz kalan İngiliz işçi sınıfının, bu tutumuyla kendi boynuna da pranga geçirdiğini söylemekteydi. Bugün Türkiye’de de durum farklı değildir.
6
S
amsun’da Ahmet Türk’e atılan yumruk, darbeci güçlerin yükseltmeye çalıştığı milliyetçi saldırganlık, PKK’ye yönelik askeri operasyonlarla yeniden alevlenen çatışmalar ve artan gerilla ve asker cenazeleri Kürt sorununun yakıcı önemini bir kez daha gündeme yerleştirmiş bulunuyor. Bu gelişmelerin bir yönü, statükocu-darbeci güçlerin haksız savaşı tırmandırarak ve provokasyonları tetikleyerek ırkçılığı körüklemeye, böylece zaten dondurulmuş olan “açılım” sürecini tümüyle berhava etmeye dönüktür. Bir başka yönü ise, asker-sivil bürokrasinin mevki ve ayrıcalıklarına önemli bir darbe indirecek olan anayasa değişikliğini engellemeye, yaşanacak olağanüstü durumdan yararlanarak bu değişiklikleri boğmaya dönüktür. Ancak tüm bunların üzerinde işçi-emekçi kitlelerin görmesi gereken bir hakikat var: Kürt sorununun çözümsüzlüğü her geçen gün toplumu biraz daha fazla zehirliyor. Bu çözümsüzlük ortamında statükocu-darbeci burjuva güçler, ırkçılığı kışkırtarak Türk ve Kürt halklarını kanlı boğazlaşmaya itecek bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. İşte işçi sınıfının bu tehlikeyi fark etmesi ve bu tuzağa düşmemesi gerekiyor. Bu bakımdan Kürt sorununun gidiş seyrini değerlendirmek ve tehlikelere işaret etmek elzemdir.
“Açılım”dan bugüne Geçen senenin baharında Kürt sorununun çözümüne dönük tartışmalar yeniden alevlenmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorunu bağlamında “iyi şeyler olacak” demesiyle, aslında “açılım” sürecine de start verilmiş olunuyordu. Hiç kuşku yok ki, Gül’ün bu çıkışı plansız değildi. Nitekim devam eden günlerde Obama’nın Türkiye ziyareti gerçekleşti ve “çözüm”e dönük bazı gelişmelerin olabileceğine dair düşünce daha net bir zemin kazandı. Mayıs ayının başında Milliyet gazetesinden Hasan Cemal’in Kandil Dağı’na giderek PKK yöneticisi Murat Karayılan ile yapmış olduğu uzun röportaj ve iç siyasetteki kimi mesajlar da bu konuda bazı adımlar atılacağına dair
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
KCK operasyonlarıyla, belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu onlarca siyasetçi ellerine kelepçe vurularak tek sıraya dizildi ve Kürt halkına gözdağı verilmek istendi. Bugüne dek tutuklanan parti üyelerinin, yöneticilerinin ve belediye başkanlarının sayısı 1500’ü aşmış bulunuyor. AKP iktidarı, kadrolarını cezaevlerine doldurarak Kürt hareketini takatsiz bırakmak istiyor, ancak vurdukça aksine daha sıkı bir halk tepkisiyle karşılaşıyor. sinyaller veriyordu. Nihayetinde Başbakan Erdoğan “Kürt açılımı” sürecini başlattıklarını açıkladı. Velâkin aradan bir sene geçmeden gelinen aşamada “açılım” süreci dondurulmuş durumda. Neden? Buna gelmeden önce bir başka hususa değinerek ilerleyelim: Statükocu-devletçi güçlerin ileri sürdüğü gibi “Kürt açılımı”, tümüyle emperyalist merkezlerde pişirilmiş ve ABD tarafından Türkiye’ye dayatılmış değildir. Meselenin bu şekilde konulması bilinç bulandırmaya dönüktür. Zira mesele bu biçimde ortaya konulduğunda, bundan çıkan sonuç şudur: Aslında Kürt sorunu yoktur, dolayısıyla da çözüm için adım atmaya da gerek yoktur, sorunu yaratan ve dayatan emperyalistlerdir! Hiç kuşkusuz ABD’nin Irak’taki yönelimi doğrultusunda Türkiye’ye biçtiği rol ile Türkiye’nin bölgeye dönük ekonomik ve siyasi müdahale arzusu örtüşmektedir. ABD emperyalizmi Irak’tan çekildikten sonra, özellikle Kürtlerle Araplar arasında bir savaş yaşanmaması ve çıkarlarına halel gelmemesi için, geride hami olarak Türkiye’yi bırakmak istemektedir. Ancak bunun için, Güney’deki Kürt özerk yönetimini tanımayan, ilişki kurmayan ve kırmızıçizgi söylemini sürdüren Türkiye’nin bu tutumunu değiştirmesi gerekiyordu. Lakin içeride Kürt sorunu bir şekilde hal yoluna sokulmadan ve Güney’deki PKK varlığı bir tehdit olmaktan çıkartılıp tam kontrol altına alınmadan Irak’taki Kürt yönetimiyle sağlıklı ve kalıcı ilişkilerin geliştirilemeyeceği de açıktı. Bu meselenin bir yönüdür. Meselenin diğer yönü ise, alt-emperyalist bir güç haline gelen ve daha yukarılara tırmanmak isteyen Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük emelleridir. Unutmamak gerekiyor ki Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi tarihi sorunlar, kabına sığmayan tekelci Türk sermayesi için ayak bağı niteliğindedir. Yayılmacı sermaye kesimleri, kendi çıkarlarını baki kılacak bir formülasyonla tüm bu sorunları ayak bağı olmaktan çıkartmayı arzulamaktadırlar. Hülasa, başlatılan “açılımların” sırrı burada
yatmaktadır ve bu bağlamda Kürt sorunu da bir şekilde çözülmek istenmektedir. Ne var ki Kürt sorununun ulusal-siyasal bir sorun olarak kabul edilmek istenmemesi ve “içinde Kürtlerin yer almadığı bir çözüm” düşüncesi AKP’nin yaklaşımlarına da damgasını basmaktadır. Dolayısıyla “açılım” denen şey de esasta bu dar görüşe hapsolmuştur. Sorunun çözümüne dönük gerçekçi ve kapsamlı bir plana sahip olmayan AKP, statükocu-darbeci güçlerin milliyetçi salvoları karşısında da ne yapacağını şaşırmıştır. Bu yüzden başta “Kürt açılımı” olarak tanımlanan süreç, statükocu-ırkçı kesimlerin bindirdiği basınçla önce “demokratik açılım”a, bilahare ise “milli birlik projesi”ne evrilmiştir. Bir “açılım” süreci başlatılmış olması, ama ortada ne yapılacağına dair bir projenin olmaması, hükümetin meseleye ne denli gönülsüz yaklaştığının bir göstergesidir. AKP “açılım” sürecini çok demokrat olduğu ve gerçekten de halkların ezilmesine son vermek istediği için başlatmış değildir. AKP’nin kurucu kadrolarının ve milletvekillerin zihin dünyasının da milliyetçi bir ideolojiyle şekillendiği unutulmamalı. Diğer tüm burjuva partiler gibi AKP de esas olarak iktidarın nimetlerinden yararlanarak küpünü doldurmakta ve etrafında yeni sermaye kesimleri yaratmaktadır. Bunun yanı sıra, Kürt ya da Ermeni sorunlarında kimi adımlar atmaya çalışıyorsa, bunun nedeni AKP’nin Türkiye burjuvazisinin emperyalist programını üstlenmiş olmasıdır. Açıktır ki, itici güç, ülkeye demokrasi getirmek, hak ve özgürlükleri genişletmek ve halkların acısını dindirmek değil, söz konusu sorunları bir biçimde ayak bağı olmaktan çıkartarak sermayenin önünü açma hedefidir. Bu “bir biçimde çözme” ya da geçiştirme yaklaşımından dolayı “açılım” süreci pek yol alınmadan tıkanmıştır. Nitekim statükocu cephenin şovenizm basıncı altında kalan AKP iktidarı, Kürt halkının Habur’da, Kandil ve Mahmur Kampından gelen PKK’lileri sevinçle karşılamasına tahammül edemedi ve süreç akamete uğramaya başladı.
7
marksist tutum
Milliyetçi ve ırkçı cephenin son derece saldırgan tutumuna ve adeta iç savaş tamtamları çalmasına boyun eğmekle kalmayan AKP, üstelik bir de milliyetçilik yarışına girdi. Bu evreden sonra neredeyse tüm burjuva kesimlerin, Habur’daki karşılama törenlerinden “kamuoyu”nun rahatsız olduğunu ileri sürmeye başlaması manidardır. Zira milyonlara varan Kürt kitlesinin yollara ve meydanlara dökülerek barış özlemini haykırması görmezden geliniyor, Kürtler o sözü edilen “kamuoyu”nun bir parçası olarak görülmüyorlardı. “Kamuoyu” dedikleri gerçekte Türk halkı da değildi. Bu esrarengiz “kamuoyu”nun gerçekte statükocu-şovenist cephe olduğu malûmdur. Unutmamak gerekiyor ki, emekçi halk kitlelerinin birbirlerine düşman olması için bir neden yoktur. “Kamuoyu rahatsız” söylemi altında kitlelerin bilincini bulandıran ve halkları birbirine karşı kışkırtan egemen güçlerdir ve Habur’daki karşılama sonrasında da böyle olmuştur. Kürt kardeşlerine karşı kışkırtılan her işçi şunu sormalıdır: Eğer tüm araçlarıyla burjuva medya kitleleri infiale sürükleyecek bir milliyetçi saldırganlıkla yayın yapmak yerine barış ve kardeşlik vurgularıyla dolu bir yayın yapılsaydı halk kitleleri Habur’daki karşılama törenlerinden, kardeş Kürt halkının barış coşkusundan yine de rahatsız olacak mıydı? Hiç kuşkusuz ki hayır. Burada bir başka önemli noktayı vurgulamak gerekiyor. Unutulmasın ki, “Kürt açılımı”nın odağında, Kürt hareketinin siyasal temsilcilerinin muhatap alınması hususu yer almamıştır. Bundan ziyade, Güney’deki Kürt yönetimiyle ilişkiler kurmaya ve uluslararası alanda Türkiye’nin önünü açmaya dönük bir çizgi izlenmiştir. Gelinen aşamada, “açılım” kapsamında atılmak istenen kimi adımların da, esasında Kürt siyasal hareketinin tasfiyesine dönük planlamanın bir parçası olduğu iyice açığa çıkmış bulunuyor. Yani Başbakan Erdoğan’ın çok iyi bildiklerini söylediği Şark kurnazlığıyla, Kürt halkı, eline tutuşturulacak birkaç şekerle kandırılmak istendi. Ancak Kürt halkı ağzına çalınmak istenen bir parmak balı reddedince yeni bir Osmanlı oyunu sahne aldı. DTP’ye dönük “dalgalar” halinde KCK operasyonlarının başlatılması ve yüzlerce kişinin tutuklanması bu Osmanlı oyununun bir açılışıydı. Amaç DTP ile PKK arasına duvar örmek ve DTP’yi kültürel kırıntılara razı olacak bir parti haline getirmekti. Bu operasyonlar yapıldığında, düzen cephesinin stratejistleri bu müdahalenin değerinin iyi anlaşılması gerektiğini söylüyor ve söz konusu planın hayata geçeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu planın bir parçası olarak önce DTP kapatıldı ve böylece bir balans ayarı çekilmek istendi, bilahare büyük KCK operasyonu başlatıldı. Belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu onlarca siyasetçi ellerine kelepçe vurularak tek sıraya dizildi ve Kürt halkına gözdağı verilmek istendi. Bugüne dek tutuklanan parti üyelerinin, yöneticilerinin ve belediye başkanlarının sayısı 1500’ü aşmış bulunuyor. AKP iktidarı, kadrolarını cezaevlerine doldurarak Kürt hareketini ta-
8
Mayıs 2010 • sayı: 62
katsiz bırakmak istiyor, ancak vurdukça aksine daha sıkı bir halk tepkisiyle karşılaşıyor. Makarna ve cami taktiğiyle Kürt sorununu “çözme” girişiminden sonra bu Şark kurnazlığı da iflas etmiştir. Bir kez daha vurgularsak, bu iflaslar da gösteriyor ki Kürt hareketinin niteliği, derinliği, ilişkiler ağı, kitleler üzerindeki etkisi ve gücü tam olarak kavranmak istenmemekte ve küçümsenmektedir. AKP iktidarı, birkaç şeker vererek Kürt halkını aldatacağını sanmaktadır. Bu, anayasa tartışmalarında da yansımasını buldu. Bir taraftan Kürt sorununda “açılım” yaptığını ileri süren AKP hükümeti, öte taraftan gündeme getirdiği anayasa paketi içerisine bu sorunun çözümüne ilişkin tek bir madde bile almamıştır. BDP’nin, anadilde eğitimin önündeki engellerin ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasını da içeren öneri paketini ise görmezden gelmiştir. Anayasa değişikliği paketinde parti kapatmayı zorlaştıran bir maddenin –ki bu madde, asıl olarak, hakkında yeniden kapatma davası pişirilen AKP için getirilmektedir– yer alması, seçimlerde Türkçe dışında propaganda yasağının gevşetilmesi ve Öcalan’ın doğum gününün kutlanmasına izin verilmesi gibi hususlar doğrudan referandumla ilişkilidir. AKP, bir lütuf olarak gördüğü bu düzenlemelerle Kürt halkını referandumlarda kandırmayı ummaktadır. Seçimlerde Türkçe dışında propaganda yapılamaz yasağı güya kaldırılmış gözükmektedir. “Türkçeden başka dil ve yazı kullanılması yasaktır” ifadesi yerine getirilen “Türkçenin kullanılması esastır” kaydını acaba “yüce tarafsız yargı” nasıl yorumlayacaktır? Bu değişiklik son derece muğlâktır ve dillere destan tarafsız(!) yargının bu “esas”tan ne anlayacağı herkesin malûmudur. Diğer taraftan Kürt halkı için acil olan ve değiştirilmesi gereken Terörle Mücadele Kanunu’na (TMK) ise dokunulmamaktadır. Hapishanelere tıkılan BDP’liler ve bizzat İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre üç bin Kürt çocuk bu kanunla yargılanmaktadır. Yani Kürt çocukları “terörle mücadele” kanunlarıyla, ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyorlar. AKP hükümeti, çocuklara ilişkin TMK’nın bazı maddelerinde değişiklik yapacağını söylemesine rağmen, şimdiye kadar somut bir adım atmış değildir. İşte “açılım”a dair tablo budur. “Açılım” süreci de gösteriyor ki, Kürt hareketinin temsilcileri doğrudan muhatap alınmadan sorun çözülemez. Hükümetin, Güney’deki Kürt yönetimi ile ilişkileri geliştirerek PKK’nin tasfiyesini sağlama girişimleri hayalden başka bir şey değildir. Burjuvazi ve burjuva temsilciler PKK’yi tasfiye ederken acaba Kürt halkını ne yapacaklar, onu da mı tasfiye edecekler? Burjuvazinin kimi ideologları ne demek istediğimizi bakın nasıl anlatıyorlar: “Türkiye’nin temelde bir tek sorunu vardır, o da Kürt kökenli vatandaşlarımızla ilişkilerimizdir. İstediğimiz kadar PKK’yı terör gurubu olarak niteleyelim, milyonlarca insan bu örgütü benimsemekte ve farklı gözle izlemektedir. Dahası, desteklemekte ve adeta silahlı bir Toplum Örgütü olarak görmektedir. Televizyonlardan ve-
sayı: 62 • Mayıs 2010
ya gazete manşetlerinden istediğimiz kadar lanet yağdıralım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz.” (M. Ali Birand, Posta, 21 Nisan 2010) Burjuva medyanın gerçekte ne işe yaradığını gözler önüne sermesi bakımından, bu itirafın son cümleleri ayrıca manidardır. TC’nin 85 yıllık inkâr ve imha siyasetinin iflas ettiği zaten malûm. Diğer taraftan Kürt hareketini muhatap almadan Kürt sorununu çözüyormuş gibi yapma siyasetinin iflas etmesi için bir yıl bile beklemeye gerek kalmamıştır. Geri dönüşsüz bir ulusal bilince ulaşan ve Türkiye’nin büyük kentlerine göç etmek zorunda kalan Kürt halkı, Kürt sorununu bambaşka bir bağlama taşımıştır. Üstelik uluslararası bir boyut da kazanan Kürt sorununu, 1990’lardaki gibi Türkiye’nin batısından kopartarak tecrit etmek mümkün değildir. Bu nedenle bu sorun her geçen gün TC’yi biraz daha sıkıştırıyor ve çözümü dayatıyor. Bu çözümden kaçış yoktur. Eğer Türkiye işçi sınıfı şovenizm cenderesini parçalayabilirse bu çözüm daha hızlı, kapsamlı ve kalıcı olacaktır.
Tırmandırılan şovenizme ve provokasyonlara dikkat! Kürt sorununun çözüme doğru ilerletilmemesi toplumdaki yarılmayı her geçen gün daha da derinleştirmektedir. Yükseltilen şovenizm dalgası karşısında “açılım” sürecinin akamete uğraması, statükocu-Ergenekoncu cepheye kan vermiştir. Başta MHP olmak üzere, statükocu-şovenist cephe azgın bir milliyetçiliği körüklemekte, Kürt halkı aleni bir şekilde düşman olarak gösterilmekte ve Türk emekçi kitleleri infiale sürüklenmek istenmektedir. Faşist MHP mütemadiyen yüksek perdeden “vatana ihanet” edildiğinden ve ülkenin bölünmekte olduğundan dem vurmaktadır. Bu cephenin siyasal söylemi tümüyle bu kavramlar etrafında inşa edilmiştir. Ancak kuru hama-
marksist tutum
set nutuklarının kitlelerde gerekli etkiyi yaratmadığını bildiklerinden, özellikle kitlelerin duygularına seslenilmekte, milliyetçi saldırganlık “haksızlığa uğramış mağdur Türk halkı” söylemiyle beslenmektedir. Bu kesimler, “küstah” Kürtlerin zıvanadan çıktığını, durduk yere ülkeyi bölmek istediklerini, “Mehmetçiğe” haince kurşun sıktıklarını, şehirleri yakıp yıktıklarını, “terörist”leri törenle karşıladıklarını, emperyalistlerin ise Kürtleri desteklediğini ve Türkleri sevmediklerini söyleyerek kitleleri kışkırtmaya çalışıyorlar. Yani Kemalist rejimin bugüne değin başvurduğu “etrafımız düşmanlarla çevrili” paranoyak söylemine “iç düşman” olarak Kürtler de eklenmekte, sözümona bu “iç düşman”ların “dış düşman”larla işbirliği yaptığı ileri sürülmekte ve gözler “ihanet” etmekle suçlanan Kürtlerin üzerine çevrilmektedir. Üstelik bir de hükümet “vatana ihanet” anlamına gelecek ve “bölücüleri” güçlendirecek bir “açılım” yapmaktadır! Böylece statükocu-şovenist cepheye göre esas “mağdur” olan, “haksızlığa” uğrayan ve “çaresiz” kalan Türkler olmuş oluyor! Esasında bu tarz bir söylemle kitleler 20 yıldır kışkırtılıyorlar. Ancak bugünkü düzeyi ve dozajı çok yüksek ve üstelik de geçmişten farklı olarak halkları birbirine karşı kışkırtmaya daha müsait bir ortam var. 1990’lı yıllar boyunca şovenizm cephesinin kışkırtmaları, halklar arasında doğrudan bir çatışma yaratacak kıvılcıma dönüşmekten uzaktı, bunun nesnel zemini zayıftı. Zira bu dönemde Kürt halkı esas olarak taşrada ve köylerde yaşamaktaydı. Lakin haksız savaşın tırmandırılması, binlerce köyün yakılıp yıkılması sonucunda Kürt kitleler kentlerin yolunu tuttular. Milyonlarca Kürt, Türkiye’nin batı kentlerine göç etmek zorunda kaldı. Öyle ki, bugün İstanbul’dan Mersin’e, İzmir’den Ankara’ya, Çanakkale’den Edirne’ye kadar geniş bir bölgede yoğun bir Kürt nüfus söz konusudur. Diyarbakır dışında en büyük Newroz kutlamasının İstanbul’da gerçekleşiyor olması yeterince çarpıcı değil midir? Yaşanan savaştan ne Türk ne de Kürt emekçilerin bir çıkarı vardır. Aksine, Türk ve Kürt gençlerinin ölmesinin, anaların ve babaların yüreğinin dağlanmasının, acılar içinde bir yaşam sürmelerinin nedeni ezilen Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaştır. Bu haksız savaşı yürütenler kitlelerin acılarını kullanarak onları körleştirmeye ve kendi söylemlerine esir kılmaya çalışıyorlar.
9
marksist tutum
Ahmet Türk’e yumruk attıran faşist güçler, bu yumruğun Kürt kitlelere atıldığını gayet iyi bilmektedirler ve zaten amaç da bu tip provokasyonlarla emellerini hayata geçirmektir
Kentlerin varoşlarına akan Kürt kitleler Türk emekçileriyle yan yana yaşıyor ve aynı işyerlerinde çalışıyorlar. Dolayısıyla statükocu-şovenist cephenin iç savaş kışkırtıcılığı maya tutarsa geçmişten farklı olarak iki halk arasında trajik olayların yaşanma ihtimali çok daha büyüktür. Nitekim son dönemde bazı kentlerde faşistlerin öncülüğünde Türk kitleler Kürtlere karşı kışkırtılmaya çalışılmış, Ayvalık, Mersin, Çanakkale gibi yerlerde Kürtlerin evleri ve işyerleri yakılıp yıkılmış, olası pogromların provası yapılmıştır. Halkları karşı karşıya getirme, Türk ve Kürt halkları arasında derin bir yarılma yaratma provası devam etmektedir. Samsun’da Ahmet Türk’e yumruk attıran faşist güçler, bu yumruğun Kürt kitlelere atıldığını gayet iyi bilmektedirler ve zaten amaç da bu tip provokasyonlarla emellerini hayata geçirmektir. Kürt hareketinin sağduyulu davranmasıyla bu kışkırtma şimdilik boşa çıkartılmıştır. Ancak son günlerde Karadeniz hattındaki şüpheli gelişmeler, Kayseri’deki ikinci yumruk hadisesi, Sinop’ta Kürt inşaat işçilerine saldırılması, üniversitelerde meydana gelen faşist saldırılar, 24 Nisanda ölüme gönderilen Ermeni aydınların anılmasına karşı örgütlenen “derin devlet” uzantılı tepki, önümüzdeki dönemde yeni provokasyonların hazırlandığına işaret etmektedir. Unutmamak gerekiyor ki yapılan Ergenekon operasyonu, bu tip kontrgerilla örgütlenmelerinin yalnızca bir kısmını kapsamaktadır. Bu nedenle, 2005 dönemecinden sonra nasıl ki Kuvayı Milliye türü asker-sivil uzantılı faşist örgütlenmeler, tezgâhladıkları provokasyonlarla şovenizmi köpürtmeye ve halkları karşı karşıya getirmeye çalıştılarsa, önümüzdeki dönemde de benzeri karanlık tertiplere girişebilirler. Bu olasılığın emarelerini basında da görmek
10
Mayıs 2010 • sayı: 62
mümkün: Ahmet Türk’e atılan yumruğun Hürriyet gazetesi öncülüğünde statükocu basın tarafından utanmazca sahiplenilmesi bunun bir ifadesidir. Beri taraftan ordunun başlattığı askeri operasyonlar ve yeniden gelen asker cenazeleri, statükocu güçlerin ırkçı kışkırtmalarına malzeme yapılmaktadır. Oysa bu savaştan ne Türk ne de Kürt emekçilerin bir çıkarı vardır. Aksine, Türk ve Kürt gençlerinin ölmesinin, anaların ve babaların yüreğinin dağlanmasının, acılar içinde bir yaşam sürmelerinin nedeni ezilen Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaştır. Bu haksız savaşı yürütenler kitlelerin acılarını kullanarak onları körleştirmeye ve kendi söylemlerine esir kılmaya çalışıyorlar. Örneğin, 29 Mayıs 2009’da Çukurca’da mayına basan 7 askerin ölümüne, TSK’nın döşediği mayınların neden olduğu bugün kesin olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Ancak o zaman bu ölümler şoven bir medya kampanyası eşliğinde PKK’nin üstüne yıkıldı ve yükseltilen azgın milliyetçilik eşliğinde kitleler Kürt halkına karşı kışkırtıldı. Kitleler, bilinçleri esir alındığı, körleştirildikleri ve büyük ölçüde de korktukları için bu haksız savaşın anlamsızlığını sorgulayamıyorlar. Medyanın yönlendirmesiyle de, yüreklerindeki acıyla kavrulurken diğer evlatlarını da “vatan uğruna” ölüme göndermeye hazır olduklarını söylüyorlar. Bu durumda, milliyetçi kışkırtmanın da etkisinde kalarak öfkelerini yalnızca Kürt halkına yönlendiriyorlar. Bu haksız savaş sona ermeden statükocu-şovenist güçlerin halkları karşı karşıya getirme girişimleri son bulmayacaktır. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, iki halkın düşmanlaştırılmasına zemin döşüyor ve özellikle işçi sınıfın birliğine büyük darbeler indiriyor. İşçi sınıfının devrimci bir bilinçle donanmadığı günümüz örgütsüzlük koşullarında, işçi kitlelerinin bilinci burjuva ideolojisi tarafından belirlenmektedir. Ne yazık ki, geniş Türk işçi kitleleri yükseltilen milliyetçiliğin etkisi altındadır. Şovenizmin etkisinde kalarak Kürtlere düşman kesilmeleri halinde Türk işçi kitlelerinin Kürt işçilerle sınıf temelinde bir araya gelemeyecekleri, bu durumun ise burjuvaziye yarayacağı aşikârdır. On yıllar önce İrlanda sorununu ele alan Marx, şovenizme boyun eğen ve İrlanda halkının ezilmesine sessiz kalan İngiliz işçi sınıfının, bu tutumuyla kendi boynuna da pranga geçirdiğini söylemekteydi. Bugün Türkiye’de de durum farklı değildir. Oysa Türk emekçi kitlelerinin Kürt halkının ezilmesinden hiçbir çıkarı yoktur. Bunun yanı sıra, bu yakıcı sorunun Kürt halkının talepleri doğrultusunda çözülmesi halinde, bugün sınıfsal çelişkileri geriye iten, bunu görmeyen ve esas çelişki olarak ulusal ezilmişliği öne çıkartan Kürt işçiler, kendi sınıf sorunlarına sahip çıkacaklardır. Türk ve Kürt işçiler arasındaki önyargıların ortadan kalkmasıyla iki halkın işçilerinin sınıfsal birliğine giden yolun önü açılacaktır. Böylelikle iki halkın işçi sınıfları güçlerini kapitalizme karşı birleştirebileceklerdir.
Irak Seçimleri, Nükleer Zirve ve “Barışçıl Emperyalizm” Kerem Dağlı
Ü
çüncü dünya savaşının başlamış bulunduğu gerçeği, artık kimi burjuva yorumcular tarafından da dile getirilmeye başlandı. Bu emperyalist yeniden paylaşım savaşı, doğal olarak, inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Yeniden paylaşıma ve hegemonya kavgasına konu olan bölge ise sürekli olarak genişliyor. Söz konusu olan sadece Irak ve Afganistan değildir. ABD emperyalizminin hazırladığı Büyük (Genişletilmiş) Ortadoğu Projesi’nde de belirtildiği gibi; Balkanlar’la Afrika’nın kuzey ve doğu kesimlerini de içine alacak şekilde tüm Ortadoğu’yu kapsayan ve Kafkaslar üzerinden Orta Asya’dan geçen, oradan da Güney Asya’ya ve hatta Pasifik’e kadar uzanan oldukça geniş bir coğrafya söz konusudur. Tarih iyi okunduğunda, I. ve II. Dünya Savaşlarının da farklı olmadığı rahatlıkla görülecektir. Bu iki büyük savaş da, on yıllara yayılan süreçleri kapsar. Burjuva tarihçiler “Dünya Savaşı” tabirini, emperyalist güçlerin bizzat birbirleriyle ve açıktan savaşmaya başlamalarından sonra kullansalar da, gerçekte I. Dünya Savaşı denilen süreç 1800’lerin sonlarından itibaren başlamıştır. Balkan Harbi vs. hep I. Dünya Savaşı denilen sürecin safhalarıdır. II. Dünya Savaşını ise, zaten ilkinin devamı olarak görmek gerekir. Bu bağlamda, bugün devam eden III. Dünya
Savaşı da benzer süreçlerden geçmektedir. Emperyalist güçler, henüz açıktan birbirleriyle karşı karşıya gelmekten kaçınsalar da, bölgesel savaşların sayısını arttırmakta, silahlanma harcamalarını tırmandırmakta ve daha büyük savaşlara hazırlanmaktalar. Sürecin genel gidişatı bellidir ve emperyalistlerin de bunu değiştirmeye niyetleri yoktur. Fakat kuşkusuz bir yandan bölgesel düzeyde savaşlar sürerken, diğer yanda da diplomatik süreçler devam etmektedir. Dünya Savaşı denilen sürecin tepe noktasına ulaşılmadığı açıktır. Son bir yılın nispeten daha “sakin” geçmesi, burjuva ideologlara, kitlelerin gözünü boyamak için yeni bir fırsat yaratmıştır. Bu sayede, “şahin” Bush’un yerini alan “güvercin” Obama’nın güya barışçıl ve akıllı politikalarıyla tüm insanlığa özlediği huzuru getireceği, Ortadoğu’da yürüyen savaşı kısa zamanda sona erdireceği iddia edilebilmiştir. Nitekim Obama’nın başkan seçilmeden önceki pek çok konuşması da bu tür vaatlerle doluydu. Fakat beklenenden çok daha kısa bir zamanda takke düşmüş ve kel görünmüştür. “Aptal” Bush’un yerini alan “akıllı” Obama, ne ekonomik krize çare bulabilmiş ne de savaşı sona erdirebilmiştir. Aksine Amerikan ekonomisindeki kötü gidişat devam etmiş, Afganistan’a daha fazla asker gönderilmiş,
11
marksist tutum
Irak’taki durumda da ciddi bir iyileşme sağlanamamıştır. En önde giden Obamacılar bile, işlerin iyi gitmediğini söylemeye ve yaşadıkları hayal kırıklığını ifade etmeye başlamışlardır. İşte tam bu esnada, seçim vaatleri arasında yer alan genel sağlık sigortasıyla ilgili bir paketi kongreden geçirmeyi başarması, Rusya ile nükleer silahları azaltma yönünde bir anlaşma (START) imzalaması ve ardından da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) bağlamında 47 ülkenin liderlerini Washington’da toplaması, Obama’nın yıldızının yeniden parlatılmasına ve sahte barış umutları yayılmasına vesile oldu. Yaratılan illüzyonun etkisini arttırmak amacıyla, henüz tam sonuçlanmamış olan Irak seçimleri de bu tabloya eklendi ve Irak’ta demokrasinin ve özgürlüğün giderek yerleştiği iddia edilerek ABD’nin takvime uygun biçimde askerlerini çekeceği söylendi. Hatta Afganistan ve Pakistan’da bile durumun eskiye oranla daha iyiye gittiği ifade edildi. Ne Ortadoğu’da ne de dünyanın geri kalanında işlerin söylendiği gibi gitmediği, barışçıl bir dönemin gelmeyeceği bellidir. Bush’un yerini Obama’ya bırakmasının herhangi bir niteliksel değişime yol açmadığı ve açmayacağı da defalarca kanıtlanmış durumdadır. Yaşanan gelişmeler burjuva ideolojisinin tahrifatından kurtarılarak ele alındığında, gerçekliğin sunulandan farklı olduğu rahatlıkla görülecektir. Oysa ne Ortadoğu’da ne de dünyanın geri kalanında işlerin söylendiği gibi gitmediği, barışçıl bir dönemin gelmeyeceği bellidir. Bush’un yerini Obama’ya bırakmasının herhangi bir niteliksel değişime yol açmadığı ve açmayacağı da defalarca kanıtlanmış durumdadır. Yaşanan gelişmeler burjuva ideolojisinin tahrifatından kurtarılarak ele alındığında, gerçekliğin sunulandan farklı olduğu rahatlıkla görülecektir.
Irak seçimleri neyi değiştirdi? Hatırlanacak olursa, Irak işgal edilirken ABD’nin ana gerekçeleri Saddam’ın elinde kitle imha silahları bulunması ve halkı diktatörlükle yönetmesiydi. İşgal etmek suretiyle ABD emperyalizmi hem bu silahları etkisiz kılacağını, hem de Irak’ı özgürleştirerek halka demokrasi getireceğini iddia ediyordu. Kitle imha silahları iddiasının nasıl fos çıktığı zaten kısa sürede görüldü. Böylece ABD’nin elinde gerekçe olarak demokrasi ve özgürlük masalı kaldı. ABD, tam da dünyanın hegemon gücünden beklenebilecek bir pervasızlık, ikiyüzlülük ve utanmazlıkla, kitle imha silahlarını bulamadığını (!) ama Irak’a demokrasi ve özgürlük getirdiğini söylüyor. Sanki sokaktaki çocuk bile ABD’nin orayı kendi çıkarları ve planları için işgal ettiğini bilmiyormuş, bir milyondan fazla insan bu savaş sebebiyle hayatını kaybetmemiş, ekonomi felce uğramamış, işsizlik ve yok-
12
Mayıs 2010 • sayı: 62
sulluk korkunç düzeylere tırmanmamış, ülke iç savaşın eşiğine gelmemiş gibi! ABD emperyalizminin getirdiği demokrasinin ne mene bir şey olduğunu, Irak halkının nasıl “özgürleştirildiğini” acı bir şekilde gördük, görmeye de devam ediyoruz. Irak halkı cehennem hayatı yaşamaya zorlanırken, şimdi de bu demokrasi masalı son seçimler vesilesiyle tekrarlanmaktadır. Oysa Irak’ta, kelimenin burjuva anlamında bile demokrasinin varlığından söz etmek olanaksızdır. Birincisi, ABD’nin savaşın sona erdiğini ilan etmesinin üzerinden yıllar geçti, ama Irak’ta her gün ortalama 50100 kişi patlatılan bombalar yüzünden can vermeye devam ediyor. Baas artıklarının, çeşitli Sünni ve Şii grupların birbirleriyle ve ABD güçleriyle olan mücadelesi savaşın devam ettiğini göstermektedir. ABD işgalinin yarattığı kaos ve istikrarsızlık hali son bulmuş değildir, tersine kronik bir hal almıştır. ABD haricindeki güçler de (Rusya, Çin, Türkiye, İran, Suudi Arabistan vs.) boş durmamakta, ülke içindeki güçleri el altından kışkırtarak ve destekleyerek, halkın acılar içinde kıvranması pahasına kendi planlarını hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. İkincisi, ABD işgali ülkeyi tam anlamıyla toplumsal bir çöküşe sürüklemiştir. Bir milyondan fazla insanın fiziksel imhasının yanı sıra, çok daha fazlası sakat kalmış, halk derin bir sefalete mahkûm edilmiştir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olduğu halde Irak ekonomisi felç durumdadır. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin yaptıkları mali yardımlar (yatırımlar demek daha doğru olur), asıl olarak iktidardaki burjuva kliklerce paylaşılmakta, bu arada ABD de işine bakmakta ve ülke petrolü dev tekellerce hortumlanmaktadır. En önemli üç hedefine (ülkede ABD yanlısı bir rejim kurulması ve petrol kaynakları üzerindeki imtiyazların tesis edilmesi, bölgede ise nüfuzunun artması) ulaşmış olan ABD açısından halkın ve ülkenin durumu ikincil önemdedir. Bu yüzden de ABD, ülkeyi ne hale getirdiğine aldırmaksızın, geride az çok güvenebileceği bir rejimi oluşturur oluşturmaz ve fakat konumunu sağlama alacak bir askeri varlığı da ülkede bırakarak, Afganistan-Pakistan bölgesine yoğunlaşmak niyetindedir. Şimdi, bu koşullarda gerçekleşen bir seçimin, ülkeye ne kadar ve nasıl bir demokrasi getirmesi beklenebilir? Bu yüzden de, ülkede demokrasiyi nasıl da kökleştirdiği masallarını bir tarafa bırakıp Irak seçimlerinin gerçekte ne anlama geldiğine bakmak gerekiyor. Seçim sürecinin gösterdiği en önemli husus, ABD işgaliyle iyice açığa çıkan etnik, mezhepsel ve siyasi bölünmelerin, yani burjuva güçler arasındaki iktidar kavgasının tam gaz devam ettiğidir. İç savaş ve ülkenin bölünmesi olasılıkları ortadan kalkmadığı gibi, bıçak sırtında dengeler söz konusudur. Üstelik bu dengeler duruma göre sürekli değişmekte, çeşitli emperyalist güçlerin de müdahaleleriyle şekillenmektedir. İşgal sonrası yapılan ilk genel seçimler Sünnilerin ve
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum ABD emperyalizminin getirdiği demokrasinin ne mene bir şey olduğunu, Irak halkının nasıl “özgürleştirildiğini” acı bir şekilde gördük, görmeye de devam ediyoruz. Irak halkı cehennem hayatı yaşamaya zorlanırken, şimdi de bu demokrasi masalı son seçimler vesilesiyle tekrarlanmaktadır. Oysa Irak’ta, kelimenin burjuva anlamında bile demokrasinin varlığından söz etmek olanaksızdır.
BAAS’çıların boykotu eşliğinde yapılmış, yönetim Kürtler ve Şiilerin eline geçmiş, ülkedeki kaos kökleşmişti. İkinci genel seçimler öncesinde, tabloyu değiştirmek isteyen ABD’nin dümen kırması sonucu, bazı Sünni gruplar da seçimlere katılmışlar, fakat direnişçi grupların kanlı boykot eylemleriyle karşılaşmışlardı. Yani sonuç yine değişmemişti. Direniş hareketiyle iç içe geçen iktidar kavgası alabildiğine kızışarak artmış, halk, istikrarsızlığın şekillendirdiği ortamda perişan olmaya devam etmişti. Ve nihayet gerçekleşen son seçimlerin ardından da tablonun değişeceğini söylemek mümkün değildir. Seçim sonuçlarına göre, 325 sandalyeli meclise, ABD destekli eski başbakan Allavi’nin listesi 91, mevcut başbakan Maliki’nin listesi 89, radikal Şiilerin koalisyonu olan Irak Ulusal İttifakı 70, Kürt İttifakı ise 43 vekil sokmuş durumda. Bu durumda hükümeti Allavi’nin kurması gerekiyor. Ancak Maliki’nin itirazları sonucu Bağdat’ın yer aldığı seçim bölgesinde oylar tekrar sayılacak. Allavi üstünlüğünü korusa bile hükümeti kurmasının zaman alacağı kesin. ABD ve Batılı güçlerin, ayrıca Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin ve Türkiye’nin, diğerlerine göre daha ulusal birlikçi ve laik görünen Allavi’yi desteklemelerinin sebebi, Şii kesimin temsilcisi pozisyonundaki Maliki hükümetinin İran’ın nüfuzu altında kaldığını düşünmeleriydi. Bu durum, ABD’nin bölgeye ilişkin politikaları açısından başından beri varolan çelişkinin de bir yansımasıdır. Çünkü ABD, Saddam’a karşı yürüttüğü savaşta Şiilerden genel olarak destek görmüş ve işgal sonrasında da Şiiler iktidarda ağırlıklı bir konum kazanmışlardı. Fakat Irak içinde Şiileri destekleyen ABD, Ortadoğu genelinde ise Şii İran’a karşı Sünni bir cephe örme politikası güdüyordu. Irak içinde Şiileri destekleme politikasının Irak’taki Şii kesim üzerinde İran’ın nüfuzunun artma-
sına yol açtığını gören ABD, bu kez hem İran’ın etkisini hem de direnişi zayıflatmak amacıyla Sünni gruplara daha ılımlı yaklaşmakta, onlara iktidarda daha fazla rol verilmesinin önünü açmaktadır. Kendisi de eski bir BAAS’çı olan Allavi’nin laik vs. denilerek cilalanıp öne sürülmesinin nedeni budur. Bu noktada, Sünni ve direnişçi Şii grupların liderlerini bir araya getirerek mevcut rejime dâhil olmalarında önemli rol oynayan Türkiye’nin katkılarını da unutmamak gerek. Geçtiğimiz yıl AKP hükümeti, bu liderlere Ankara’da ev sahipliği yaptığında “teröristlere ev sahipliği yapıyor” veya “ABD’ye ters gelen işler yapıyor” sesleri yükselmişti. Oysa Türkiye’nin derdi ABD’ye kafa tutmak değil, Sünni Arapları Kürtlere karşı bir koz olarak kullanmaktı. Bu arada Kürtler, Türkmenler ve Araplar arasındaki bölünmüşlük hali derinleşmiştir. Bu durum, petrol zengini Kerkük’ün ne olacağı sorusuyla birleştiğinde, işlerin daha da karışacağını öngörmek zor değildir. Kürtlerin yoğun bir nüfusa sahip oldukları Kerkük üzerinde Türkmenlerin, Şii ve Sünni Arapların yanı sıra Türkiye’nin ve İran’ın da emelleri vardır. Dolayısıyla da Kerkük sorununu orta yollu çözümlerle halletmek isteyen ABD’nin bunu başarması neredeyse imkânsızdır. Kerkük, yakın gelecekte kaçınılmaz olarak yeni bir çatışmanın konusu ve alanı olacaktır. Irak özelinde ABD’yi sıkıştıran bir diğer husus da, Obama’nın söz verdiği gibi Amerikan askerlerini yıl sonuna kadar Irak’tan çekeceği (azaltacağı diye okuyalım) yönündeki açıklamasıdır. ABD’nin bu konudaki temel şartı, ülkede istikrarlı bir yönetimin kurulmasıydı. Gelinen noktada bunun sağlanamadığı ve yakın zamanda da sağlanamayacağı açıktır. Tersine ülke içindeki burjuva güçlerin mücadelesinin daha da kızışması muhtemeldir. Gözden çıkarıldığının farkında olan Maliki, seçim sonuçlarına itiraz etmiş ve gerekirse şiddete başvuracağını açıklamıştır.
13
marksist tutum
Mayıs 2010 • sayı: 62
Tıpkı Irak gibi Afganistan da emperyalist güçlerin kapışma alanlarından biridir ve her türlü çıkar oyunu, Afgan halkının kanı üzerinden rahatlıkla oynanabilmektedir
Zaten seçimlerin hemen öncesinde de, çoğu önceki hükümetlerde ve mecliste yer almış, devlet içinde görev yapmış, Sünni kesimin önde gelen 500 adayına seçim yasağı koyarak rakiplerine darbe vurmaya çalışmıştı. Onun da ABD’ye karşı İran kartını kullanmasını beklemek gerekir. İşgal sonrasında ABD’nin en iyi adamı olan Ahmet Çelebi’nin bile İran’ın safına yaklaşması boşuna değildir.
“Büyük Ortadoğu”da işler daha iyiye mi gidiyor? Obama’nın sözümona barışçıl ve akıllı (!) politikalarının sonuçlarını Ortadoğu’nun bir başka kanayan yarası olan Filistin’de de görmek mümkündür. Katil İsrail devleti, 2008 Aralık ayındaki son büyük saldırısından bu yana Gazze’yi abluka altında tutuyor. Gazze halkı, özellikle de çocuklar ve yaşlılar, son derece zor durumdalar. Yiyecek sıkıntısı, içme suyu sıkıntısı, ilaç sıkıntısı had safhada. İsrail, duvarlarla birbirinden yalıtık bölgelere hapsettiği Filistin halkının en temel insani haklarını dahi pervasızca ihlal etmekle kalmıyor, her gün yenilerini eklediği yerleşim bölgelerini genişleterek, Filistin’i fiilen yok ediyor. İsrail devletinin yürüttüğü politikaların hedefi açıktır ve kurulduğundan beri de değişmemiştir: Filistin’i haritadan tamamen silmek. Bu amacına ulaşmak için katliamlara girişmekten sözde barış görüşmelerini sürdürmeye kadar her türlü yol ve yöntemi kullanmaktadır. Bu uğurda, stratejik ortağı ABD ile karşı karşıya gelmekten de çekinmemiştir. Filistin halkının yaşadığı bu trajedi olanca ağırlığıyla devam ederken İsrail, son olarak, tam da Nisan ayında yapılması planlanan görüşmelerin öncesinde, yeni yerleşim alanlarını –üstelik de Araplar ve Müslümanlar açısından manevi önem arzeden Kudüs’te– inşaya açacağı-
14
nı ilan ederek süreci baltalamıştır. Buna karşılık ABD’nin ve Ortadoğu Dörtlüsü’nün (ABD, BM, AB ve Rusya) İsrail’i kınadıklarını açıklamalarının İsrail açısından hiçbir ehemmiyeti yoktur. Aynı dörtlü, İsrail ordusu Gazze’yi bombardımana tutup 1000 kişiyi acımasızca katlettiğinde de kınamakla yetinmişti. ABD’nin ve diğer batılı güçlerin bu “kınama”larına, “sert açıklamaları”na, “fırça”larına İsrail oldukça aşinadır ve gerçekte hiçbir yaptırımla karşılaşmayacağının bal gibi farkındadır. Bu gerçeklik, uluslararası güçlerin tüm kınamalarına rağmen İsrail’in protestocu 4 genci kurşunlayarak öldürmesiyle bir kez daha perçinlenmiştir. Bu nedenle, Filistin halkının taleplerine kavuşmasının emperyalistlerin oyalama taktikleriyle değil, İsrail ve Filistin emekçilerinin ortak mücadelesiyle mümkün olacağını akıldan çıkarmamak gerekir. Afganistan’da da 8 yıllık savaştan sonra manzara içler acısıdır. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlık Irak’tan beter haldedir. Bu ülkede de savaş ağaları ve gerici Taliban arasındaki savaş, işgal karşıtı direniş hareketiyle iç içe geçmiş halde sürmektedir. Tıpkı Irak’taki gibi her gün onlarca sivil bombalı saldırıların yahut emperyalist orduların hedefi olmaktan kurtulamayarak hayatını kaybetmektedir. Sefil durumdaki halk, “kırk katır mı, kırk satır mı” misali, dolandırıcılıktan, sahtekârlıktan, esrar üretiminden elde ettiği paralarla zenginleşmiş yönetici klik ve savaş ağalarıyla, gerici Taliban güçleri arasında seçim yapmaya zorlanmaktadır. Tıpkı Irak gibi Afganistan da emperyalist güçlerin kapışma alanlarından biridir ve her türlü çıkar oyunu, Afgan halkının kanı üzerinden rahatlıkla oynanabilmektedir. Rusya ve Çin, İslamcı militanları, Çeçen ve Uygur sorunları dolayımıyla kendileri açısından tehdit olarak gördük-
sayı: 62 • Mayıs 2010
lerinden, ABD’nin Taliban’la olan mücadelesini sınırlı da olsa desteklemektedirler. İran ise, ABD’nin Afganistan’daki kargaşa üzerinden kendisine bulaşacağı haklı şüphesiyle (İran’ın doğu cenahını oluşturan Belucistan, bu açıdan “karıştırılmaya” son derece müsait bir niteliğe sahiptir), Karzai hükümetiyle ve Taliban’la iyi geçinmeye çalışmakta, hatta Karzai’yi el altından ABD’ye karşı kışkırtmaktadır. İran’ın bu çabaları, kuşkusuz genel düzlemde ABD’ye rakip olan Rusya ve Çin gibi güçlerin de işine gelmektedir. Nitekim ABD’nin desteğiyle ayakta duran kukla Karzai hükümeti, sonunda ABD’yi “Taliban’la anlaşırım” diyerek tehdit eder hale gelmiştir. Taliban’a karşı ABD’yle birlikte savaşan Pakistan’ın derdi ise Afganistan’ın kendisinin kontrolünde bir uydu devlete dönüşmesidir. Bu yüzden de Taliban kartını elinden geldiğince iyi kullanmaya çalışmaktadır. Bir yandan ABD’nin basıncıyla Taliban’a karşı savaşırken, diğer yandan Karzai hükümetine karşı el altından Taliban’ı desteklemektedir. Savaşın ve işgalin olanca yakıcılığıyla sürdüğü Ortadoğu coğrafyasını bu hale getiren ABD emperyalizmidir. Geçmişte, yanlış bir şekilde Bush’un ve yeni muhafazakârların politikalarına indirgenen bu süreç, Bush’un yerini Obama’ya bırakmasının ardından, neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmiştir. Irak’tan da Afganistan’dan da asker çekileceğinin açıklanmış olmasına rağmen, bunun gerçekleşmeyeceği açıktır. Hatta asker sayısı azalmak bir yana habire arttırılmaktadır. Savaş alanı sürekli genişlemekte, alevler çok daha fazla sayıda insanın canını yakar hale gelmektedir.
Nükleer zirve ve “barışçıl emperyalizm” hayalleri Gerçeklik buyken, Washington’da toplanan Nükleer Zirveyi ve öncesinde ABD ile Rusya arasında imzalanan savaş başlıklarını azaltma anlaşmasını, Obama’nın “barışçıl” politikalarına örnek olarak lanse etmek, burjuvazinin arsızlığına iyi bir örnektir. Bir kere, ABD’nin Rusya ile nükleer silahları azaltma yönünde bir anlaşma (START) imzalamasının, insanlığı bekleyen nükleer savaş tehlikesini azaltmak yönünde hiçbir katkısı olmadığını anlamak gerekir. ABD ve Rusya’nın, dünyayı onlarca kez yok etmeye yetecek kadar güçlü binlerce nükleer silahtan bir kısmını gözden çıkartmalarının asıl amacı, nükleer silah sahibi ülkelerin oluşturduğu kulübe yeni üyelerin girmesini engellemektir. Nitekim Nükleer Zirvede de, dünya barışı hariç her şey konuşulmuş, zirve toplantısı emperyalist güçler arasındaki bin bir türlü pazarlığa sahne olmuştur. Resmi açıklamalara göre zirvenin gündemini “eski veya yeni nükleer materyallerin teröristlerin eline geçmesinin önlenmesi ve dünyanın nükleer silahlardan arındırılması” oluşturuyordu. Bununla kastedilenin, ABD’nin “terörist devletler” olarak gördüğü İran gibi ülkelerin yahut Taliban gibi savaş
marksist tutum
halinde olduğu güçlerin eline nükleer silah geçmemesi, Kuzey Kore gibi nükleer silah sahibi ülkelerin etkisiz hale getirilmesi olduğu ise zaten belliydi. Bu yüzden de zirvede asıl konuşulan İran’a yönelik yaptırımlar oldu. Obama’nın amacı, önümüzdeki günlerde BM’nin toplayacağı ve İran’ın da taraf ülke olarak katılacağı Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın (NPT) çapının genişletilmesine yönelik konferans öncesinde, İran karşıtı bir cephe oluşturarak, konferansta İran’ı olabildiğince köşeye sıkıştırabilmekti. Bunun için de, zirve vesilesiyle bir araya gelmiş olan BM güvenlik konseyi üyeleri sıkı markaja alınarak, güvenlik konseyinin İran’a yönelik yaptırımları onaylaması garanti altına alınmaya çalışıldı. ABD’nin bu konuda önemli ilerleme kaydettiğini belirtmek gerekir. Güvenlik konseyinin daimi üyelerinden Rusya ve Çin de bu sefer yaptırımlara onay verecekmiş görüntüsü veriyor. Ancak bu, söz konusu iki ülkenin iş oylamaya geldiğinde evet oyu vereceklerinin garanti olduğu anlamına gelmiyor. Bunun yanı sıra, geçici üyelerden Türkiye ve Brezilya, yaptırımların sonuç vermeyeceği ve diplomatik yolların henüz tükenmediği gerekçesiyle, yeni diplomatik çözüm önerileri üretmeye çalışacaklarını beyan ettiler. Davutoğlu bu maksatla önce Brezilya’ya ardından da İran’a geçerek görüşmelerde bulundu. Şimdilik BM güvenlik konseyinde, İran’a yönelik yaptırımların oylanması esnasında tutumunun ne olacağını açıklamayan ve yeni diplomatik çözüm yolları peşinde koşan Türkiye’nin, mevcut konjonktür dahilinde hayır oyu vermesi elbette mümkün değildir. Burjuvazi bunun pekâlâ bilincindedir, ancak bu ayak direme sayesinde yaptırım paketinde kendi lehine tavizler koparma uğraşındadır. Ve bunda da belli ölçülerde başarı elde etmiştir. İşin ilginç yanı, Türkiye ve Brezilya’nın bu tutumlarının ardından Rusya ve Çin’in de yaptırım paketinin bazı yönlerinden rahatsızlık duyduklarını açıklamaları oldu. Rusya yaptırım paketinin İran’ın enerji sektörüne yönelik kısımlarından duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, yaptırımların İran halkına zarar vermesinin doğru olmayacağını ifade etti. Kuşkusuz Rusya’nın derdi İran halkına ne olacağı değil, İran ile arasındaki ikili projelerdi. Bu projeler kapsamında Rusya İran’da nükleer tesisler inşa ediyor ve ciddi paralar kazanıyor. Çin’in rahatsızlığı ise, petrol ihtiyacının %40’a yakın bir kısmını İran’dan temin etmesi ve petrol rafinerilerine dönük yatırımlarının varlığıydı. Tarafların rahatsızlık noktalarının farkında olan ABD, bu yüzden ikna çabalarına önemli rüşvetleri ve tavizleri eklemeyi ihmal etmemiştir. Yaptırım paketine, İran’ın petrol ve doğalgaz ihracatına halel getirmeyecek şekilde düzenlemeler eklenirken, Rusya’nın enerji sektöründeki yatırımlarının etkilenmesinin de önüne geçecek formüller getirilecektir. Zirvede, İran, Taliban veya El-Kaide gibi güçlerin nükleer silahlara sahip olmasının insanlık için ne büyük tehli-
15
marksist tutum
keler yaratacağından uzun uzun bahseden Obama’nın, İngiltere ve Fransa’nın bu anlaşmaların kurallarına neredeyse hiç uymadıklarından yahut İsrail’in bu anlaşmalara taraf dahi olmadığından bahsetmemesi ise ilginçtir. Ve aynı Fransa, İran’a karşı yaptırımlarda ABD’yle işbirliği içinde olacağını utanmazca açıklayabilmiştir. Hiç kuşku yok ki, insanlık için asıl tehlike bizzat kapitalizmin kendisidir. Olası bir nükleer savaşta insanlığın yok olma ihtimali emperyalistlerin umurunda değildir. Onlardan böylesi akılcı ve insani tutumlar beklemek beyhudedir. Bu yüzden de hiçbiri nükleer silahlarından vazgeçmeyecektir. Çabaları rakiplerinin aynı güce ulaşmasını engellemektir.
“Komşularla sıfır sorun” mu, pastadan daha fazla pay kapma kavgası mı? Türkiye’nin mevcut dış politikasının temel taktikleri, “komşularla sıfır sorun” gibi süslü lafların ardında, ABD’den biraz daha fazla tavizler koparmak, arada kendi planlarını da ABD’ye kabul ettirmek, bir yandan da bölgesinde büyük ağabey pozları takınarak nüfuzunu arttırmak üzerine kuruludur. Türkiye’nin bölgede oynamaya çalıştığı bu rol, bazı noktalarda ABD’nin işine gelmektedir, bazı noktalarda işine gelmese bile sineye çekebileceği boyutlardadır. İsrail meselesinde de benzer bir durum yaşanmaktadır. İsrail’in yeni yerleşim yerlerine ilişkin açıklamaları karşısında gösterdiği “sert” tutum, ABD’nin İsrail’e yönelik stratejisinde bir değişiklik olarak görülemezse de, Türkiye’nin İsrail karşıtı çıkışlarını ve politikasını daha da meşrulaştırmış, elini güçlendirmiştir. Bu sayede Türkiye, İsrail’i hedef alan açıklamaları ve İran’a yönelik yaptırımlara direnen tavırlarıyla Ortadoğu’da prim toplamaktadır. Türkiye’nin mevcut dış politikasının temel taktikleri, “komşularla sıfır sorun” gibi süslü lafların ardında, ABD’den biraz daha fazla tavizler koparmak, arada kendi planlarını da ABD’ye kabul ettirmek, bir yandan da bölgesinde büyük ağabey pozları takınarak nüfuzunu arttırmak üzerine kuruludur. Türkiye’nin Ortadoğu’da liderliği ele geçirme çabaları hızlanmıştır. Atılan bir dizi adım bunu doğrulamaktadır. TRT Arapça kanalının açılması, Erdoğan’ın Libya’daki Arap Birliği zirvesinde yaptığı çıkışlar, Suriye-İsrail-Filistin arasında tekrarlanan “arabuluculuk” çabaları, Afganistan ve Pakistan’da oynanan aktif rol örnek olarak verilebilir. Ancak bunların yanında, işini zorlaştıran ve aşamadığı sıkıntılar da mevcuttur. Kıbrıs meselesindeki geriye düşüş, Ermeni “açılımı”nın tıkanması, on yıllardır çözülemeyen Kürt sorunu bu zorluklara örnek teşkil etmektedir. Ayrıca “komşularla sıfır sorun” ve benzeri “barışçıl” politikaların, içinden geçtiğimiz emperyalist savaş döneminde fazla
16
Mayıs 2010 • sayı: 62
uzun ömürlü olması mümkün değildir. Bu politika önünde sonunda doğal sınırlarına gelip tıkanacak ve Türkiye de, daha açık pozisyonlar almak zorunda kalacaktır. Bölgedeki mevcut çelişkilerin, kapitalizm altında barışçıl yollarla çözülmesi olanaksızdır.
“Barışçıl emperyalizm” olmaz İşte Irak’taki ABD işgalinin üzerinden 7 yıl, Afganistan işgalinin üzerinden ise 8 yıl geçmişken ve Obama yönetimi 1 yılı geride bırakmışken, çürüyen kapitalizmin esiri olan dünyanın genel manzarası kısaca budur. Burjuva ideologları ne derse desin, Obama’nın Bush’tan farklı olmadığı ve barışçıl bir emperyalizmin ham hayal olduğu her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Obama’yla Bush dönemi arasındaki asıl fark, tam da Obamacıların gizlemeye çalıştıkları gibi, dünyanın hegemon gücü ABD’nin, rakipleri ve yükselen yeni güçler karşısında eskiye oranla daha tavizkâr politikalar izlemek zorunda olmasıdır. Kimseye sormadan Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş olan Bush’un aksine, Obama’nın İran’a yönelik yaptırım kararını çıkartabilmek için bile bu denli uğraşması boşuna değildir. ABD’nin hegemonyasındaki göreli zayıflama, yükselen güçlere daha fazla manevra alanı açmaktadır. ABD’ye rakip olan Rusya ve Çin bir tarafa, Türkiye ve Brezilya gibi ülkelerin durumları da buna örnektir. Ancak tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzene geçiliyor oluşu, dünyanın daha iyi bir yöne gittiğini göstermiyor. Aksine emperyalist hiyerarşinin yeniden kurulması için süregiden III. Dünya Savaşının dozunun giderek artacağını gösteriyor. Barışçıl ve akıllı gibi sıfatlarla parlatılmaya çalışılan Obama yönetimini, bu açıdan, II. Dünya Savaşı öncesindeki Roosevelt’e benzetmek mümkündür. Demokrat Partili bir başkan olan F.D. Roosevelt de ekonomik kriz döneminde başkan olmuş, meşhur New Deal politikalarıyla çeşitli reformlar gerçekleştirdikten sonra ülkeyi II. Dünya Savaşına sokmuştu. Tarih bize bu tür örnekleri yeterince sunmuştur. Marifet, gerekli dersleri çıkartarak boş hayallere kapılmamak, gerçekleri görmek ve üzerine düşeni yapmaktır. Daha birkaç hafta önce Irak işgalinin yıldönümünde, Washington’da yapılan savaş karşıtı gösteride, ABD yönetimini kastederek “savaş suçlularını tutuklayın” diye haykıran ve “bu bizim savaşımız değil” diyen binlerce göstericiden birisi, televizyon muhabirlerine “boş binalara yumruk sıkmaktan daha fazlasını yapmaları gerektiğini” söylüyordu. Doğrudur. İşçi sınıfı bundan fazlasını yapabilecek devrimci potansiyele sahiptir ve bu onun tarihsel görevidir. Kendi sınıfının devrimci iktidarını kurmak, işte işçi sınıfının görevi budur! Aksi takdirde, savaşın alevleri er geç kendisine seyirci kalanları da yutacaktır.
Nükleer Silahsızlanma mı? İlkay Meriç
E
mperyalist savaş devam ederken ve her gün onlarca insan korkunç bir şekilde can verirken, emperyalist güçler yarattıkları vahşet tablosunu “barışseverlik” şovlarıyla kamufle etmeye çalışıyorlar. ABD ile Rusya arasında imzalanan Nükleer Silahların İndirimi Anlaşmasının akıl almaz bir burjuva ikiyüzlülükle “barışa atılan önemli bir adım” olarak kutsanması bunun son örneği. Silah harcamalarının İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en yüksek düzeylere ulaştığı, ABD’nin savaş bütçesinin 664 milyar dolara çıktığı ve tüm dünyada konvansiyonel silahlanmanın ürkütücü boyutlara ulaştığı bu kanlı ortamda, depolarda tutulan nükleer silahların sayısının azaltılması yönündeki anlaşmalar, korkunç bir riyakârlıkla, insanlık barışına büyük katkı olarak sunulabilmektedir. Büyük emperyalist güçler, daha büyük şovlarla canavarlıklarını gizlemeye çalışırlarken, Türkiye gibi emperyalist hiyerarşinin yukarı basamaklarına doğru çıkmaya çalışan güçler de çaplarıyla orantılı şovlar sergiliyorlar. Dünyanın en büyük nükleer gücü olan ABD, nükleer silah imal etmeye çalıştığı bahanesiyle savaş oklarını İran’a yöneltirken, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer çalışmalar yürütme hakkı olduğunu sık sık vurgulayan Erdoğan, İsrail’e yüklenerek tüm bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerektiğini söylüyor. Ama bu çıkışları “One Minute” benzeri şovlarla yaparken, Türkiye’de bulunan nükleer bomba ve silahlardan hiç söz etmiyor. Benzer bir riyakârlıktan İran da muzdarip. 12-13 Nisanda Washington’da toplanan Nükleer Güvenlik Zirvesinden birkaç gün sonra Tahran da kendi “alternatif nük-
leer güvenlik zirvesi”ni topladı. Aralarında Rusya, Çin, Türkiye, Suriye, Irak, Malezya, Venezuela, Türkmenistan ve Kazakistan’ın da bulunduğu yaklaşık 60 ülkeden, genelde dışişleri ya da enerji bakanları düzeyinde temsilcilerin katıldığı bu uluslararası toplantının sloganı, “nükleer enerji herkese, nükleer silah hiç kimseye” idi. Oysa nükleer güç olan Rusya ve Çin bir yana, başta İran olmak üzere bu toplantıya katılan pek çok devletin büyük emperyalist güçler gibi nükleer silaha sahip olma arzusu içinde olduklarına hiç şüphe yoktur. Nükleer yıkım araçlarının varlığını yalnızca bir avuç büyük emperyalist gücün çılgınlığıyla açıklamak, devrimci proletaryayı, insanlığı bir bütün olarak tehdit eden dünya kapitalist sistemini doğru bir bakış açısıyla değerlendirmekten ve onunla doğru bir perspektifle mücadele etmekten de alıkoyacaktır. Şunu unutmamak gerekir ki, “Nasıl kapitalizm altında genel olarak askeri rekabet ve silahlanma son bulmazsa, bunun doğal bir sonucu olarak, günün teknolojisinin mümkün kıldığı en yüksek ölüm ve yıkım araçlarının varlığı da son bulamaz. Trajik bir gerçek olsa da nükleer silahlar işlevleri bakımından konvansiyonel silahlara göre oldukça ‘ucuz’ silahlardır. Fırsatı olan hiçbir kapitalist güç bu ‘verimli’ ölüm makinelerinden mahrum olmak istemez. Kapitalizmin gerçekliği budur” (Levent Toprak, Silahlanma, Nükleer Silahlar ve Kapitalizm, MT, Ekim 2006). Bu yüzden de, mücadele oklarını kapitalizme yöneltmeksizin, insanlığın karşı karşıya bulunduğu büyük yıkım tehdidinin bertaraf edilmesi ve barış dolu bir dünyada yaşama olanağına kavuşması mümkün değildir.
17
marksist tutum
Nükleer silahsızlanma yalanları “Nükleer silahsızlanma” şovlarının sonuncusu, dünyadaki nükleer silahların yüzde 95’inden fazlasına sahip olan ABD ve Rusya’nın, START-1 anlaşmasını 8 Nisanda yeniden imzalamaları vesilesiyle sergilendi. Bu iki ülke arasında ilk kez 1991 yılında imzalanan ve 2009 Aralığında geçerlilik süresi dolan söz konusu anlaşma, Rusya devlet başkanı Medvedev ve ABD devlet başkanı Obama tarafından Prag’da imzalanarak 10 yıllığına uzatıldı. İki ülkenin parlamentoları tarafından onaylandığı takdirde yürürlüğe girecek olan bu anlaşmada, taraflar kıtalar arası menzile sahip “stratejik” nükleer füzelerin ve savaş başlıklarının sayısını azaltmayı taahhüt ediyorlar. Buna göre ABD ve Rusya, 7 yıl içinde, bu kapsama giren savaş başlıklarının sayısını 1550’ye, balistik füze rampalarının sayısını 800’e ve balistik füzelerin sayısını 700’e düşürecekler. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsünün (SIPRI) 2009 yıllığı verilerine göre, şu anda ABD’nin operasyonel halde bulundurduğu stratejik nükleer savaş başlıklarının sayısı 2202, Rusya’nın aynı kapsamdaki savaş başlıklarının sayısıysa 2787’dir. Ancak iki ülkenin taktik ve stratejik nükleer savaş başlıklarının sayısı (ellerinde bulundurdukları yedeklerle ve daha önceki anlaşmalar kapsamında 2022 yılına kadar sökeceklerini vaat edip halen depolarda beklettikleriyle birlikte) toplam 22.600’dür. Bunlardan 13 bini Rusya’ya, 9400’ü ABD’ye aittir. Yani tüm bu indirim anlaşmalarına rağmen dünyayı defalarca yok edebilecek bir nükleer cephaneliğin varlığı söz konusudur. Hatırlanacağı gibi, Obama göreve başladıktan hemen sonra “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya” sözü vermiş, bu komedi kendisine Nobel Barış Ödülü verilmesiyle devam ettirilmişti. Burjuva liberal düş yayma merkezleri Obama’yı şimdi de START-1 vesilesiyle “barış adamı” olarak kutsuyorlar. Ancak bu merkezler, anlaşmanın kapsamına giren “stratejik” nükleer silahlar tümüyle ortadan kaldırılsa bile, “taktik” nükleer silahlar denilen silahların dünyayı onlarca kez yok etme gücüne sahip olduğu gerçeğinden hiç söz etmiyorlar. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ve yüz binlerce insanı bir anda yok eden atom bombalarının, yeni nesil “taktik” nükleer silahlar yanında oldukça masum kaldığından da bahsetmiyorlar. Tüm bunlar bir yana, 1991’de imzalandığında barış umudu olarak gösterilen START-1’in, Ortadoğu’yu yakıp kavuran ve aralarında radyoaktif silahların da bulunduğu ölüm araçlarıyla yüz binlerce insanı katleden bir emperyalist savaşı engellemediği gerçeğini hepten es geçiyorlar. Avrupa’nın ya da ABD’nin göbeğinde yaşanmadığından, Felluce benzeri nükleer katliamların bir önemi olmuyor “uygar” Batı’nın gözünde. “Seyreltilmiş” uranyuma seyreltilmiş tepkiler verilebiliyor o zaman! Dünya bu riyakârlık ve ikiyüzlülük üzerinde döndürülüyor burjuvazi tarafından. Nükleer silahlarda göstermelik indirim anlaşmalarının yapılmasından yola çıkarak, daha barışçıl bir dünyaya
18
Mayıs 2010 • sayı: 62
doğru yol alındığı fikrine kapılmak ölümcül bir yanılsamadır. Kıtalar arası menzile sahip nükleer silahlarda indirime giden Rusya ve ABD, bir jest yaparak birbirlerine “sen artık kendi topraklarımdaki füzeleri her an doğrultarak yok etmeye programladığım bir düşman değilsin” mesajı vermektedirler. Ancak her iki ülkenin de, sınırları dışındaki çeşitli üslere yerleştirilmiş daha kısa menzilli nükleer silahları her an kullanıma hazır olarak beklettikleri bir sır değildir. Üstelik dünya, imzalanan “saldırmazlık” anlaşmalarının mürekkebi kurumadan emperyalistlerin birbirlerinin boğazına sarılmalarının ve milyonlarca insanı ateşe atmalarının nice örneğine tanık oldu şimdiye dek. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin her geçen gün daha da kızıştığı bugün de, bu anlaşma, ABD ve Rusya açısından, yeni teknolojiler sayesinde “modası” geçen yıkım araçlarının imha edilmesi ve yerlerine daha “modern”, daha “pratik”, daha “etkili” son modellerinin konması anlamını taşımaktadır. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde kapitalist ve emperyalist devletler silahlanma harcamalarını akıl almaz boyutlara tırmandırmışken, gezegenimiz emperyalist savaşın sona ermesine değil aksine çok daha kanlı aşamalara sıçramasına doğru yol almaktadır.
Ya Türkiye’deki atom bombaları? Yukarıda da değindiğimiz gibi, İsrail’in nükleer silahlarını bir tehdit olarak dile getiren Erdoğan’ın, kendi ülkesinde, bir kısmı TC’nin bir kısmıysa dünyanın en saldırgan emperyalist gücü olan ABD’nin emrine amade 90 atom bombası olduğundan hiç mi hiç söz etmemesi, evrensel burjuva ikiyüzlülüğün bu topraklardaki yansımasıdır. Türkiye’deki atom bombaları, Nisan ayı başlarında ABD’nin beş ülkede (Türkiye, Belçika, İtalya, Almanya ve Hollanda) bulunan 200’e yakın B61 tipi nükleer bombayı geri çekeceğini açıklamasıyla bir kez daha gündeme geldi. Türkiye’de 90 adet atom bombası bulunduğu ve bunlardan 40’ının TSK’nın kullanımına verildiği gerçeği 2004 yılında ortaya çıkmıştı. O tarihte ABD’de yayınlanan bir dergide çıkan bu haber üzerine TBMM’ye “İncirlik üssünde ABD’nin atom bombası bulundurduğu yolundaki iddialar doğru mudur? Doğru ise silahların türü ve miktarı ne kadardır?” şeklinde bir soru önergesi verilmişti. Dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün bu soru önergesine verdiği cevap şöyleydi: “Soru önergelerine verilecek cevaplara gizlilik kaydı konulamamaktadır. Bu nedenle soru önergesindeki sorular cevaplandırılmamıştır.” Yani bakan “bu bilgi gizlidir, açıklayamam” diyor ve sessiz kalıyordu. Milli Savunma Bakanlığının bu konudaki sessizliği bugün de devam ederken, üstüne vazife olmayan konularda sıkça açıklama yapmaktan çekinmeyen Genelkurmay’ın da ağzını bıçak açmıyor. Halktan saklanan gerçekler, Batı basınında ve bir tıkla ulaşılabilecek şekilde
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
internette tüm detaylarıyla ifşa ediliyormuş ne gam! Bombaların bulunduğu üs ya da üsler konusunda da rivayet muhteliftir. Dikkatler İncirlik’e odaklansa da, bombaların bir kısmının İstanbul’da bulunabileceği bile dile getiriliyor. Üstelik üst düzey devlet görevlileri tarafından. 80’li yıllarda Milli Savunma Bakanının danışmanlığını yapmış emekli büyükelçi Taner Baytok şu açıklamayı yapıyor örneğin: “Sovyetler eğer Türkiye’ye girme planı yapmışsa, ses getirici en stratejik yer olan İstanbul Boğazı’nı tercih etmiştir. Bu nedenle silahlar sanıldığı gibi İncirlik’te değil, İstanbul Boğazı’na yakın bölgelerde. İstanbul da olur, Sinop da.” SSCB’nin en büyük düşman olarak görüldüğü Soğuk Savaş döneminde ABD-NATO’nun bu ülkeyi hedef alarak Türkiye’ye ve çeşitli Avrupa ülkelerine yerleştirdiği yüzlerce bomba, 50 yıldan uzun bir süredir halkları tehdit ediyor. Varlığı emekçilerden gizlenen bu kitlesel imha silahlarının salt caydırıcı bir unsur olarak barındırıldığını düşünmek saflıktır. Hiroşima ve Nagazaki’de yok edilen yüz binlerce ve ömürleri boyunca radyasyonun yıkıcı etkilerine maruz kalan milyonlarca insan, emperyalist güçlerin salt kendi çıkarları uğruna halkları en akıl almaz belâlarla karşı karşıya bırakabileceklerinin unutulmaz kanıtı olarak işçi sınıfının hafızasından asla silinmemelidir.
Kapalı kapılar ardında silah anlaşmaları Dünya askeri harcamaları 2008 yılında 1,5 trilyon dolara ulaşmış ve 2009 yılında da hızla artmaya devam etmiştir. Bunun anlamı, milyarlarca insanın temel gıda, temiz su, sağlıklı konut gibi en yaşamsal ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşadığı, eğitim ve sağlık olanağından mahrum bırakıldığı bir dünyada, emekçilerin yarattığı kaynakların burjuva devletler tarafından gözlerini kırpmadan ölüm makinelerine yatırılıyor oluşudur. Emekçilere gelince bir türlü bulunamayan kaynaklar, sıra katliam makinelerine geldiğinde oluk oluk akmaktadır. Üstelik Türkiye’de, milyarlarca dolarlık savaş araçlarına ihtiyaç olup olmadığına parlamento değil bir avuç general karar vermekte, ihaleler onların iradesiyle gerçekleştirilmektedir. Bu alanda milyonlarca dolarlık rüşvetlerin döndüğü de herkesin malûmudur. Buna rağmen, sözde daha demokratik bir ülke olma yolunda anayasa değişiklikleri tartışılırken, silah alımlarına parlamentonun karar vermesi, bu konuda sınırsız bir denetim yetkisine sahip olması ve yaptırım gücü bulunması gibi hususlar ne burjuva muhalefet partileri ne de iktidar partisi tarafından gündeme getirilmektedir. Burjuva demokrasisinin o kadarı Türkiye burjuvazisine fazla gelmektedir! İşte bu alanda işlerin nasıl döndüğünü ve kaynakların nerelere nasıl saçıldığını görmek açısından, son günlerde gündeme gelen çarpıcı bir örnek: Deniz Kuvvetleri Komutanlığının talebi üzerine, 6 adet U214 tipi denizaltı temini için Savunma Sanayi Müsteşarlığı ile Almanya’nın HDW
firması bir yıl önce anlaşmaya vardı. İki ülkenin temsilcileri tarafından onaylandığında yürürlüğe girecek anlaşmaya göre, bu 6 denizaltı Türkiye’ye 2 milyar 250 milyon euroya mal olacak. Gazete haberlerine göre, sözleşmenin Almanya başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyaretinde imzalanması planlanmıştı. Ancak Hazine Müsteşarlığının kredi anlaşmasını imzalamaya sıcak bakmaması nedeniyle sözleşme şimdilik imzalanmadı. Anlaşmanın imzalanması için canla başla çalışan Merkel’in beraberinde HDW firmasının bağlı olduğu Thyssen Krupp firmasının başkanını getirdiği de iddia ediliyor. Krizin vurduğu Thyssen Krupp için bu anlaşmanın cankurtaran vazifesi göreceği çok açık. Peki, derin bir krizle boğuşan Yunanistan’a sözde yardım eli uzatırmış görünürken el altından silah alımının dayatılmasına ne demeli? İşte Almanya ve Fransa’nın Yunanistan’a yardım koşulu: “Bizden silah alacağına söz ver, biz de sana ekonomik destek sunalım!” Bu iki ülke, Yunanistan’dan, destek karşılığında milyarlarca euroluk silah alım sözü istiyor. Almanya’nın alımını dayattığı savaş araçları, HDW firmasının yukarıda sözünü ettiğimiz denizaltıları! Fransa ise Yunanistan’dan toplam değeri 7 milyar euroyu bulan 6 adet firkateyn, 15 helikopter ve 40 savaş uçağı almasını istiyor. Bunlar sadece birer örnek. Devlet başkanları çeşitli ülkelere sözde dostluk ziyaretlerinde bulunurken, yanlarında getirdikleri silah tacirleri kapalı kapılar ardında milyarlarca dolarlık anlaşmalar yapıyorlar. Ama bunların hiçbirinden halkların haberi olmuyor. Emekçiler, çocuk öpen
19
marksist tutum
Clinton’a, “çikolata renkli” Obama’ya, gülücükler dağıtan Merkel’e, Erdoğan’ın dostu Berlusconi’ye dikkat kesilirken, devletin arka odalarında hangi silah tekeliyle ne dolaplar çevrildiğinden tümüyle habersizler. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle ciddi bir halk muhalefetinin bulunmamasıysa, burjuvazinin elini tümüyle rahatlatmış ve pervasızlığını doruğa tırmandırmış durumda. Oysa “Soğuk Savaş”ın en kızgın ortamında, 70’li yıllarda, burjuva devletlerin silahlanma yarışına karşı milyonlarca insanın katıldığı barış gösterileri örgütleniyor, emekçi kitleler sayısız örgütlenmeleri aracılığıyla kendi devletlerini alabildiğine sıkıştırabiliyordu. Bugün böylesi kitlesel eylemlere ne yazık ki rastlayamıyoruz. Sınıf örgütlerinin bu konudaki duyarlılığı arttırma çabaları da son derece zayıftır. Bununla birlikte, ekonomik kriz emekçi kitlelerin üzerinden silindir gibi geçerken burjuva devletlerin silahlanmaya milyarlarca dolar ayırmaları, sendikalardan cılız da olsa sesler yükselmesine yol açmaya başlamıştır. Bunun iki olumlu örneğine geçtiğimiz günlerde tanık olduk. İlki, Yunanistan’daki işçi sendikalarının Türkiye’deki sendikalara yaptıkları ortak çağrıydı. İkincisi ise, yıllardır birbirini düşman belleyen iki devletin, Hindistan ve Pakistan’ın işçi sendikalarının ortaklaşa yükselttikleri silahsızlanma çağrısıydı.
Silahlanmaya değil emekçiye bütçe! Bilindiği üzere, derin bir ekonomik kriz içindeki Yunanistan’da, krizin tüm yükü emekçi sınıfların sırtına yükleniyor. Ancak Yunan devleti krize rağmen silahlanma harcamalarını arttırmaya devam ediyor. Benzer bir durum Türkiye için de geçerli. Yunanistan Emek Konfederasyonu’nun (GSEE) Mart ayı ortalarında gerçekleştirilen genel kuruluna delege olarak katılan işçiler, bu gerçekten hareketle, Türkiye ve Yunanistan’ın silahlanma yarışına derhal son vermeleri doğrultusunda bir çağrı yükselttiler. Genel kurulda, Yunanistan’a el uzatır görünürken silah alımını dayatan Almanya’nın silah ihracatında en büyük müşterilerinin Yunanistan ve Türkiye olduğu vurgulandı. Genel kurul delegeleri, silahlanma harcamalarının her iki ülkenin işçi sınıfına ve ekonomilerine ağır yükler getirdiğini ifade ederek, GSEE’nin yeni yönetimine, Türkiye’deki sendikalarla ortak mücadele hattı örmesi için çağrıda bulundular. Bunun üzerine, GSEE Genel Başkanı Yannis Panagopoulos, genel kurulun ardından Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK genel başkanlarına birer mektup göndererek, genel kurullarında, barış ve askeri harcamaların kısılması konusunda oybirliğiyle karar alındığını belirtti. Panagopoulos, mektubunda, her iki ülkenin de silahlanmaya muazzam miktarlarda para harcadığını ve bundan sadece savaş spekülatörlerinin kâr ettiğini dile getiriyor. Türkiye’deki konfederasyon başkanlarına, “başlangıç niteliğindeki kararı yararlı ve üzerinde çalışılabilir buluyorlarsa, hükümetlere
20
Mayıs 2010 • sayı: 62
hitap edecek daha somut bir girişim içinde olmaktan onur ve mutluluk duyacaklarını” bildiriyor. Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in çağrıya ilişkin olarak yaptıkları ve gazetelerde yer alan ortak açıklamasında ise şunlar dile getiriliyor: “Yunanistan ve Türkiye, ABD’den sonra milli gelirine oranla silahlanmaya en fazla para harcayan ülkeler konumunda. İki ülkenin birbirlerine karşı silahlanmak zorunda olduklarını hissetmelerine gerek olmadığına ve bu psikolojiden kurtulmak gerektiğine inanıyoruz. Türk ve Yunan halkları aynı kültürü paylaşan dost ve kardeş halklardır. Yunanistan’ın girdiği ekonomik çıkmazın Ege’nin her iki tarafında barışa ve dayanışmaya katkı sağlayacak yeni adımlar atılmasına vesile olabileceğine inanmaktayız. Bu çerçevede, Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK olarak Yunanistan’da çalışan işçi kardeşlerimizle birlikte bu anlamsız yarış için harcanan fazla kaynakların yeni istihdam olanakları yaratmak amacıyla kullanılması için bir çalışma başlatmış bulunuyoruz.” Benzer bir çağrı Hindistan ve Pakistan işçi sendikaları tarafından da yükseltildi. Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasını (NPT) imzalamaya yanaşmayan Hindistan ve Pakistan hükümetlerinin söz konusu anlaşmayı derhal imzalamasını talep eden sendikalar, silahlanmaya ayrılan milyarlarca doların yoksulluğun engellenmesi ve emekçilerin refahının yükseltilmesi için harcanmasını istediklerini deklare ettiler. Bölgedeki yoksul, işsiz, açlık ve sefalet içindeki milyonlarca emekçinin nükleer silahlarla sağlandığı iddia edilen sözde “güvenlik” yerine, aşa, işe ve eğitime ihtiyacı olduğunu vurguladılar. Kuşkusuz bu tür ortak mücadele çağrılarının gerçekten anlamlı olabilmesi için, kâğıt üzerinde kalmayıp işçi sınıfını bu konuda bilinçlendirme çalışmasına dönüşmesi ve etkili eylem planlarında somutlanması gerekiyor. Sendika bürokrasisinin cenderesinde sıkışıp kalan, sınıfın tabanına ulaşamayan ve dolayısıyla pratiğe dökülmeyen nice kararın, hoş sözler çöplüğünde yerini aldığını çok iyi biliyoruz. Türkiye’de birkaç burjuva gazetede yer alan bu çağrı ve yanıtın bıraktık işyerlerine indirilmesini, konfederasyonların web sitelerinden bile duyurulmaması, olayın ne kadar ciddiye alındığı konusunda önemli bir ipucu sunuyor. Burada görev elbette sınıf bilinçli işçilere düşüyor. Kapitalist devletlerin emekçi kitleleri sefalete sürükleme pahasına gerçekleştirdikleri silahlanma yarışına dur diyebilecek tek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu bilinciyle, devrimci ve öncü işçiler, sınıf örgütlerini harekete geçirmek için çaba harcamalıdırlar. Sendika yönetimlerinin başlattıklarını söyledikleri “çalışmalar”ın ne olduğunu ısrarla sorup, gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini takip etmelidirler. Bu tür ortak çağrıların pratikte hayat bulması için sendika yönetimlerini zorlamalıdırlar. Unutmamalıdırlar ki, emperyalist ve haksız savaşlara, kapitalist silahlanmaya ve burjuvazinin insanlığın başına ördüğü felâketlere, ancak işçi sınıfının yükselteceği enternasyonalist mücadeleyle dur denebilir.
Kapitalizm Küçük Üreticileri Ezerek Tasfiye Ediyor Selim Fuat
T
arihçi Eric Hobsbawm Kısa 20. Yüzyıl adlı kitabında “80’lerin ortasında Avrupa ve Ortadoğu çevresinde yalnızca bir köylü kalesi kaldı, o da Türkiye” diyordu. Gerçekten de özellikle ikinci emperyalist savaş sonrasında Avrupa dâhil tüm dünyada kır, kapitalizmin yapısından kaynaklanan gelişmelerin ürünü olarak hızla erirken Türkiye’de bu süreç burjuvazinin inisiyatifinde deyim yerindeyse “ağır çekim” ilerliyordu. “Bunda kuşkusuz, Türkiye kapitalizminin zayıflığının ve burjuvazinin tarıma ciddi bir neşter atma cesaretsizliğinin yanı sıra, çiftçiyi garantili bir oy deposu olarak gören burjuva siyasetçilerin izledikleri ikiyüzlü politikaların da büyük bir rolü vardı. Tarımsal sübvansiyonların yüksek tutulması, kredi borçlarının silinmesi, geniş destekleme alımları, yüksek taban fiyatları gibi uygulamalar, 2000’li yıllara kadar her seçim döneminin vazgeçilmez rüşvetleri arasında yer aldı.”1 Ancak kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu Türkiye ekonomisinde de etkilerini gösterdi. 80’li yılların ortalarından itibaren hızlanan kapitalist gelişmenin, özellikle de 2000’li yıllarda adı Kemal Derviş ile anılan tarımda kotalar uygulamaya dönük yasaların ardından, Türkiye’deki köylülük kalesinin surlarında da büyük gedikler açıldı. 1980’lerin ortalarına kadar %60’ların altına inmeyen tarımsal nüfus, son 15 yıl içinde %50’lerden hızla %30’lara kadar geriledi. Ama ne pahasına?
Her 10 çiftçiden 9’u borçlu, 3’ü icra takibinde, 1’i hapiste Tarım ürünleri üzerindeki ithalat yasağının büyük ölçüde kaldırılması, sübvansiyonların sınırlanması, bunun yanında başta akaryakıt olmak üzere girdi maliyetlerinin alabildiğine artması ve kapitalizmin kriziyle beraber kredi imkânlarının azalması, küçük üreticileri büyük bir yıkıma doğru sürüklüyor. Bu yıkım burjuva gazetelerin bile görmezden gelemeyecekleri boyutlara ulaşmış durumda.2 Bu gazetelerde aktarıldığı kadarıyla bile izlenimler çok çarpıcı. Örneğin Saruhanlı, Manisa yakınlarında 75 bin nüfuslu bir ilçe. Bu ilçede 17 bin kayıtlı çiftçi yaşıyor. Çiftçilerin yıllık gelirleri 220 milyon TL iken mevcut borçları 350 milyon TL. Yani hiçbir şey yiyip içmeseler ve ellerine geçen tüm geliri borçlarına ödeseler bile, 130 milyon TL, yani yıllık gelirlerinin yarısından fazlası hâlâ borç olarak kalıyor. Bu yüzden Saruhanlı’da mahkemelerde 16 bin icralık dosya var. Aynı bölgedeki Karaağaç ya da Çanakkale’deki Batak ovasında da durum farklı değil. Çiftçilerin gelirlerinden fazla borç, icralık binlerce dosya. Yapılan söyleşide ifade ettiklerine göre Çanakkale’nin Gökçalı köyünde kim çiftçilikle uğraşıyorsa hepsinin borcu var. Borcun 6 milyon TL’yi geçtiğini, bunun yarısının
21
marksist tutum
ödenemez halde olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden köye gelen sarı taksiyi ya da jandarma aracını gören ormana kaçıyormuş. Kaçamayanların halini ise röportaj yapılan Kurtçu ailesinin durumu özetliyor. Çünkü 4 kişilik Kurtçu ailesinden 3 kişi hapiste. Anne Hanife Kurtçu hakkında da yakalama emri var, ama o firarda. Komşularına sığınmış durumda ve onların yardımı ile ayakta kalıyor. Hanife Kurtçu içine düştükleri durumu şöyle anlatıyor: “Her şey 2 yıl önce o traktörü almakla başladı. Eşim İbrahim Kurtçu (62) bana geldi ve ‘Bak traktör alacağız. Bu malı senin üstüne yapacağım. Ben ve oğlun ise kefil olacak’ dedi. Duyunca sevindim. Üzerime mal olacaktı. 36 bin TL tutacaktı ve 4 yılda ödeyecektik. Her yılın Eylül ayında 9 bin TL verecektik. İlk yıl güzelce ödedik. Bu yıl Eylül ayı gelince bizim adam ödeyemedi, çünkü ürünü para etmedi. Sonra icra memurları geldi eve. Bizim mallara, eşyalara baktılar, beğenmediler. Sonra bir kâğıt imzalattılar bizim adama. Oradan da diğer kefil bizim büyük oğlanın evine gittiler. Onun da eşyalarını beğenmediler. Ona da imzalatmışlar bir şeyler. Sonra da Ocak ayında geldiler, önce oğlumu, sonra da eşimi tutuklayıp götürdüler, koydular Çanakkale Cezaevi’ne. Geçen gün jandarma geldi. Beni de tutuklamaya gelmişler. Duyunca kaçtım evden. Sığındım komşulara. Şimdi ben ne yapayım? Bizim ana borç 9 bin TL. Ama faiz işleye işleye, avukat parasını içine yerleştire yerleştire yapmışlar bizim borcu 17 bin TL. Traktörü de bağladılar. Bir aileden sen 3 erkeği tutuklarsan bu borç nasıl ödenecek?” Koldere’de çiftçilik yapan 45 yaşındaki Nedim İndibay’ın da 100 dönüm arazisi var, 300 dönümü ise icrada. İndibay, “Her yıl kurtarmak için daha fazla ektim. Ama daha da kötü oldu. Şimdi borcum 300 bin TL’yi geçti. Her gün jandarmadan kaçıyorum. Bazen intihar etmeyi düşünüyo-
Kredi borcunu ödeyemeyen on binlerce çiftçinin tarlası, traktörü, hatta eşeği bile hacizli!
22
Mayıs 2010 • sayı: 62
rum ama çocuklarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum” diyor. Bu yüzden çiftçiler üretmemeyi üretmeye yeğler olmuşlar. Kırkağaç’tan Mustafa Sezer (68) de bu durumu ortaya koyan çarpıcı açıklamalardan birini yapıyor: “35 dönüm arazim var, babadan kalma. Burada neredeyse herkesin borcu var ama benim yok. Çünkü ben tarlamı ekmiyorum. Tarlayı işlemeye kalksam bankadan kredi almak zorundayım. 35 dönümü işlemek için en az 10 bin TL kredi çekmek zorundayım. Bunun faiziyle birlikte yıllık maliyeti 13 bin TL’yi bulur. Ama ne ekersem ekeyim bu parayı çıkartamam. Ben de tarlamı ekmiyorum.” İşte burjuvazinin küçük üreticileri tasfiye ederken ortaya çıkardığı tablo böyle. Peki şartlar böyleyken çiftçi aileleri yaşamlarını nasıl idame ettiriyorlar? Bu sorunun cevabını Kırkağaç Ziraat Odası Başkanı Süleyman Boğaz şöyle veriyor: “Devlet çiftçilere Bağ-Kur’lu olma hakkı verdi. Zaten gençler umutlarını kestiği için köyü terk ettiler. Yaşlıların Bağ-Kur maaşı var. Ayda ellerine 350-550 TL arasında emekli maaşı geçiyor. Yiyeceklerinin çoğunu da kendileri yetiştiriyor. Böyle olunca hayatlarını idame ettirebiliyorlar.” Bu duruma düşen küçük tarım üreticileri geçmişte olduğu gibi yine devletin sübvansiyonlarla kendilerine yardım etmesini bekliyorlar. Devletin IMF anlaşmalarıyla uygulamadan kaldırdığı “destekleme alımları”ndan umut kesildiği için, dile getirilen destek talepleri daha çok girdi kalemlerine ilişkin: “Devlet destekleme alımı yapmasın. Ancak bizim 4 kalem harcamamız var. Bunlar tohum, gübre, ilaç ve mazot. Bu gider kalemlerinin maliyetinin düşmesi gerekiyor. Devlet destekleme alımı yapmak yerine maliyetleri sübvanse ederse çok daha iyi olacak” diyorlar. Ne var ki, varlık sebepleri ve yaşamdaki tek dayanakları sahibi oldukları topraklar olan küçük çaplı tarım üreticilerinin, tarımın kapitalistleşmesine ve bu yüzden tarım arazilerinin giderek daha az elde toplanmasına karşı durabilmeleri mümkün değildir. Bu durumun yerel sebeplerden veya şu ya da bu hükümetin yanlış politikalarından kaynaklanmadığı, küçük üreticilerin içine sürüklendikleri kötü durumun sadece Türkiye ile sınırlı olmamasından bellidir. Belçika ve Fransa’da geçtiğimiz aylarda yaşanan süt eylemleri, yine Yunanistan’daki çiftçi eylemleri, küçük üreticilerin sıkıntılarının kapitalizmin sonucu olarak dünyanın her yerinde söz konusu olduğunu göstermektedir. Kapitalist gelişme kırdaki küçük üreticiyi her geçen gün daha fazla eritmektedir ve kapitalizmin kendisini hedef tahtasına oturtmadan bu eğilimin önünde durmaya çalışmak yararsızdır. Küçük üreticiyi koruyacağı umulan bu destekler, aslında yok olması kaçınılmaz bu emekçi kesimin can çekişme sürecinin uzamasından başka bir sonuç vermeyecektir. Şehirde kapitalist rekabet yüzünden ayakta durmak için sürekli kendinden veren zanaatkârlar ve küçük esnaf gibi, onların büyük bölümünün de koşulları giderek daha da ağırlaşacak ve varlıkları zamanla büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
Küçük üreticilerin kaderi İpotekli araziler, bankalarda eklenen faizlerle birlikte giderek artan kredi borçları ve hacizler, küçük üreticileri yaygın biçimde umutsuzluğa sürüklemektedir. Nitekim Kırkağaç Ziraat Odası Başkanının dediği gibi, özellikle gençler kırdan umudu kesmiş ve büyük bölümü köylerini terk edip aş ve iş bulma umuduyla kentlerin yolunu tutmuşlardır. Ancak bu umutlar da çoğunlukla boşa çıkmaktadır. Sanayinin ve hizmet sektörünün, sayıları hızla artan bu kitleyi içine alacak düzeye sahip olmadığı bugünkü konjonktürde, bu durum zaten yüksek seviyede olan işsizliği muazzam düzeylere yükseltmekte ve kentlere akan bu kitleyi sefalet koşullarıyla yüz yüze bırakmaktadır. Açlık ve yoksulluk, dayanışma olanaklarının da giderek azalmasıyla birlikte bu kesimleri daha fazla etkilemeye başlamıştır. Bir kesiminin kırla bağları zayıflayarak da olsa sürmektedir, ancak bu kesimin en azından temel gıda maddelerine bu kanalla ulaşmaları kırdaki üretimin azalmasından ya da ortadan kalkmasından dolayı eskiden olduğu gibi mümkün olmamaktadır. Özellikle kentlerin kenar mahallelerine yığılan ve uzun süreli işsizlikle karşı karşıya kalan bu kesimler, bu ezici koşullar altında her türlü yozlaşmaya açık biçimde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum yıkımla karşı karşıya kalan küçük çiftçilerin kaderini işçi sınıfının kaderiyle kaçınılmaz biçimde ortaklaştırıyor. Ne var ki bu sosyal koşulların bağrında yeşeren siyasal yönelimler çoğunlukla burjuvazinin gerici ideolojisi çerçevesinde ortaya çıkmakta, işçi sınıfı devrimcilerinin örgütlülüğünün henüz yeterince güçlü olmadığı koşullarda mevcut nesnellik burjuvazinin sağlı sollu partilerinin etkili olabildiği bir alan yaratmaktadır. Yaşanan sorunların dışarıdan kaynaklanan etkiler yüzünden gerçekleştiğini propaganda eden bu anlayışlar yüzünden, küçük üreticiler gerçek düşmanlarının has ideolojisi olan milliyetçiliğin kucağına düşmektedirler. Dini duyguları suiistimal edilen ve mülkiyetini kaybetme korkusu sürekli körüklenen bu kesimlerin önemli bir kısmı burjuvazinin zehirli ideolojilerine teslim olmaktadır. Bu teslimiyet, burjuvazinin neredeyse Fransız devriminden bu yana küçük üretim yapan bu tür kitleler nezdinde sosyalistlere karşı sürdürdüğü kara propagandayla sağlanmaktadır. Burjuvazi, küçük üreticilere, sosyalistlerin onların ibadetlerini yasaklayacağı ve ellerindeki toprakları alacağı yalanını propaganda etmektedir. Bu yolla, bu kesimlerin gerçek bir kader bağı içerisinde oldukları devrimci işçi sınıfından uzak durmalarını sağlamaktadır. Burjuvazinin bu propagandaları bütünüyle yalan ve ikiyüzlüdür. İşçi sınıfı devrimcileri yalnızca büyük kapitalist işletmelerin mülklerini, yalnızca başkalarının sırtından geçinenlerin mülklerini ellerinden almak, bunları tüm
emekçilerin yararına işçilerin devletinin mülkü haline getirmek isterler. Devrimci işçi sınıfının küçük üreticinin elindeki bir avuç toprağıyla bir alıp veremediği yoktur. Küçük üreticilerin mülklerini bankacılık, tefecilik, piyasa oyunları vs. ile ellerinden alan, gerçekte burjuvaziden başkası değildir. Kapitalist düzende küçük üreticilerin ellerindekiler her geçen gün daha fazla miktarda büyük sermayenin eline geçmektedir. Din konusunda da devrimci Marksizmin tutumu, burjuvazinin iddia ettiğinin aksine, hiç kimsenin dini duygularına karışmamak yönündedir. Bu yüzden küçük üreticilerin devrimci işçi sınıfıyla gerçekte hiçbir çıkar çatışması yoktur. Aksine onun çıkarlarını savunma ve koruma işini de layıkıyla ancak devrimci işçi sınıfı gerçekleştirebilir. Devrimci işçi sınıfı da elbette tüm emekçilerin yararına olacak şekilde küçük ölçekli üretimin tasfiye edilmesini ve onun yerine emekçinin özgürleşmesinin koşullarını sağlayacak büyük çaplı üretimin geçirilmesini savunur. Ancak kapitalizm altında olduğu gibi küçük üreticilerin yıkımı pahasına değil. Küçük üreticinin var olan koşullarından daha iyi imkânları onun önüne koyarak ve üretici birliklerinin içinde yer almayı özendirerek küçük çaplı üretimi tasfiye etmeye uğraşır. İşte bu nedenlerle küçük üreticilerin de yeri işçi sınıfının devrimci saflarıdır. Burjuvazinin yıkıcılığı karşısında sığınacağı tek gerçek liman bu saflardır. Türkiye gibi küçük üreticilerin ağırlığının hâlâ hatırı sayılır oranlarda olduğu bir toplumda bu politik anlayışı yaygınlaştırmak ve örgütlemek büyük önem taşıyor.
________________________ 1
İlkay Meriç, Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi, MT, Haziran 2006
2
Çanakkale, Saruhan ve Kırkağaç bölgelerinde yapılan röportajlarla oluşturulan ve 10 Nisan tarihinden itibaren üç gün boyunca Vatan gazetesinde yayınlanan yazı dizisi, küçük üreticilerin içine düştükleri duruma dair çarpıcı izlenimler ortaya koyuyor.
23
Marksizmin Tanım Bürokrasisiz S
ömürücü azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki egemenliğine dayanan burjuva devlet, bu özelliği nedeniyle, devlet işlerinin organizasyonunda pahalı ve karmaşık bir aygıtın varlığını zorunlu kılar. Burjuva devlet, kamu işlerinin yürütümünde uzmanlaşmış, uzmanlığı süreklilik arz eden ve burjuva arpalıklardan beslenen ayrıcalıklı bir bürokratlar güruhunu içerir. Kamu işlerinin yürütümü, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukardan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlara (devlet aygıtlarına) aittir. Kısacası, kapitalist toplumda devlet, bürokratik aygıtlardan oluşan bir devlettir. Oysa işçi devletinde, kamu işlerinin organizasyonu ve yürütümü kökten farklı olmak durumundadır. Bu tarihsel farklılığın en ayırt edici göstergesi, işçi devletinin bürokrasisiz bir devlet olması, yani işçi sınıfının kendisini doğrudan demokrasi olarak örgütlemesidir. Bu özellik, işçi devletinin ana karakteristiği, olmazsa olmaz koşuludur; Marx’ın Paris Komünü deneyiminden hareketle sıraladığı önlemler, yalnızca eski bürokratik-askeri devlet aygıtını yıkmaya değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir aygıtın geçirilebilmesine yöneliktir. Marx, devrimi gerçekleştiren proletaryanın kendi içinde bürokratik-hiyerarşik tarzda bir bölünmenin doğmaması ve proletaryanın bu kez de kendi içinden çıkardığı “yeni efendiler”in yönetimi altına girerek iktidarı yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemleri zorunlu görmektedir. Bir işçi devleti, işçi devleti olabilmek ve öyle kalabilmek için, bürokrasisiz, sürekli ordusuz, “daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet”, yani komün tipi bir “devlet” olmak zorundadır. Kapitalizmden devralınan sınıflı toplum yapısını, sınıfsız topluma doğru kökten toplumsal dönüşüme uğra-
24
tacak olan proletarya diktatörlüğü döneminde yönetenyönetilen sınıf ayrımı ortadan kalkmış mı olacaktır? Kuşkusuz hayır. Çünkü proleter devrimi ile işçi sınıfının iktidara gelmesi, burjuva devletin parçalanması, burjuvazinin yöneten sınıf olma konumuna son verirken, işçi sınıfını toplumsal konumlanmada “yöneten” sınıf pozisyonuna yükseltir. Geçiş dönemi, kapitalizmi dünya ölçeğinde tasfiye göreviyle yükümlü keskin bir sınıf savaşımı dönemidir. Buna bağlı olarak, proletarya diktatörlüğü tipinde bir devlete duyulan mutlak gereksinim, yöneten-yönetilen sınıf ayrımının orta-ödan kalkmadığını, fakat proletaryanın yöneten sınıf konumuna yükselmesiyle, bu ayrımın niteliksel bir değişime uğradığını nı gösterir. Öte yandan, işçi sınıfı ancak Paris aris ktiKomünü önlemlerindeki öze uygun bir iktidar yapılanmasını sağlayabilirse yönetici sınıf olma konumunu sürdürebilir. Pratikte bunun unun mümkün olabilmesinin, sadece insanların n istemine bağlı olmayan ve proleter devrimin in bir oşulladünya devrimi oluşuyla derinden bağlı koşulları vardır. Örneğin, devrimin geri ülkelerdee tecrit olmaması ve dünya kapitalist sisteminin egemenliğine esaslı darbeler indirerek ilerlemesii gerekli bir koşuldur. Aksi halde, geri bir ekonomik omik ve kültürel temel üzerinde yalnızca üretim araçlarının devletleştirilmesiyle, proletaryanın dünya burjuvazisine karşı koyabilecek bir egemen güç konumuna yükselebilmesi olanaklı değildir. İşçi devletinde de bürokrasiye duyulan gereksinimin
mladığı İşçi Devleti Bir Devlettir Elif Çağlı
devam edeceği savı, doğru bir sav mıdır? Toplumsal yaşamda kafa-kol emeği arasındaki ayrım varlığını sürdürdükçe, bu ayrım egemen sınıf içinde de zihinsel iş-maddi iş arasındaki bölünme biçiminde yansım yansımasını bulur. Fakat bu durum, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda mülk sahiplerin sahiplerini egemen bir sınıf olmaktan çıkarmaz; on onun toplumsal konumlanmada yönetici sını sınıf olma pozisyonunu değişikliğe uğratmaz. Marx ve Engels bu konuya şöyle değinir değinirler: İşbölüm egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile İşbölümü, maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde gös iki ay ayrı bireyler kategorisi olacaktır.… Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mev mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu kkarşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen ffikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayaccağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.1
Kapitalist toplumda egemen sıburjuvazinin içinde, maddi iş-zihinsel iş nıf olan bur ayrımı temelinde, dev devlet yönetimi işinde uzmanlaşmış bir üst yönetici kesim yer alır. Burjuva ideologları, politikacıları, yazarları, sivil-asker yüksek devlet yöneticileri, yüksek düzeyde uzmanlar, idareciler vb. gibi, burjuva devletinin varlığını şu ya da bu politikalarla sürdürmeye kafa yoran burjuva kesimle, bizzat kapitalist ekonomik işleyişin sür-
dürülmesini sağlayan burjuva kesim birbirinden ayırt edilebilir. Kısacası, modern kapitalist toplumda devlet işleri, burjuva sınıfının tümü tarafından ve doğrudan değil, bu alanda uzmanlaşmış pahalı ve kompleks bir bürokratik örgütlenme temelinde yürütülür. Bazı Marksistler buradan hareketle, işçi devletinin de modern çağa ilişkin bir devlet olması nedeniyle devlet işlerinin yürütümünde bürokrasiye duyulan gereksinimin devam edeceğini ve bu nedenle istense de bürokrasinin ortadan kaldırılamayacağını ileri sürüyorlar. Oysa böyle bir sav, Marksizmin işçi devleti konusundaki kavrayışıyla çelişmektedir. Bu yanlış kavrayışın kaynağında ise, bürokrasi olgusunun yanlış yorumlanması yatmaktadır. Burada, seçilmiş kamu görevlisi çalıştırma gereksinimi ile, bir örgütlenme tarzı olan bürokrasi birbirine karıştırılmaktadır. Kamu işlerinin yürütümünde memur, uzman vb. çalıştırılması ile, kamu işlerinin yürütümünün yukarıdan aşağıya hiyerarşik otoriteye dayanan piramit biçiminde örgütlenmesini anlatan bürokrasi kavramı aynı şey değildir. Marksizmin, “bürokrasinin kaldırılması”, “bürokrasisiz bir devlet” kavramıyla kastettiği şey, görevli ve uzman gereksiniminin son bulması değil, kamu işlerinin bürokratik tarzda örgütlenmesine son verilmesidir. O nedenle, sınıf ayrımı devam ettiği sürece, görevli memur, uzman gereksiniminin devam edeceği doğrudur; ama bundan, kafa-kol emeği ayrımı ortadan kaldırılıncaya dek bürokrasinin (yani bürokratik tarzda örgütlenmenin) devam edeceği sonucuna varmak, işçi sınıfının hiçbir zaman egemen olamayacağını, yönetemeyeceğini ve memurları, uzmanları kendi yönetimi altına alamayacağını, kısacası, bürokratik olmayan bir tarzda örgütlenmeyi başaramayacağını iddia etmek anlamına gelir.
25
marksist tutum
Proletarya diktatörlüğü döneminde, kaynağını kafakol emeği arasındaki ayrımın devam etmesinden alan ve işçi sınıfı içinde maddi iş-zihinsel iş ayrımı biçiminde vücut bulan bir durum henüz nesnel olarak varlığını sürdürüyor olsa da, önemli olan bu durum nedeniyle işçi sınıfının egemenliğini yitirmeyeceği tipten bir devletin var edilebilmesidir. Burada kilit sorun zaten devlet sorunudur. Çünkü özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumda, egemen sınıf içindeki maddi iş-zihinsel iş ayrımı, aynı sınıf içindeki iki ayrı kesim arasında çatışmalara yol açsa da, son tahlilde egemen olan kesim, üretim araçlarının mülkiyetini tekelinde tutan, yani ekonomik açıdan egemen olan kesimdir. Bu nedenle de, kapitalist toplumda burjuva devletin, devlet işlerinin yürütümünde ihtisaslaşmış bürokrasiye, bürokratik bir aygıta dayanması, burjuvazinin egemen ve yönetici sınıf konumunu değişikliğe uğratmaz. Proletarya diktatörlüğü döneminde devlet, bir yarıdevlet, bürokrasisiz bir devlet olmak zorundadır. Eğer ki, pratikte bu zorunluluk yerine getirilememiş ve ortaya bürokrasili bir devlet çıkmış ise, bu koşul altında mülkiyet devlete, devlet de bürokrasiye ait olacaktır. Böylece, devlet mülkiyeti üzerinde tasarruf hakkını elinde tutan bürokrasi, tüm üretimin yönetimini de eline alacağı için, iktisaden de egemen konumda olacaktır. O takdirde işçi sınıfı egemenliğini yitirecek, bürokrasi ise egemen sınıf, yönetici sınıf konumuna yükselecektir. Oysaki devlet mülkiyetine dayanan proletarya diktatörlüğü döneminde devlet, bir yarı-devlet, bürokrasisiz bir devlet olmak zorundadır. Eğer ki, pratikte bu zorunluluk yerine getirilememiş ve ortaya bürokrasili bir devlet çıkmış ise, bu koşul altında mülkiyet devlete, devlet de bürokrasiye ait olacaktır. Böylece, devlet mülkiyeti üzerinde tasarruf hakkını elinde tutan bürokrasi, tüm üretimin yönetimini de eline alacağı için, iktisaden de egemen konumda olacaktır. O takdirde işçi sınıfı egemenliğini yitirecek, bürokrasi ise egemen sınıf, yönetici sınıf konumuna yükselecektir. O halde, proletarya diktatörlüğü döneminde de bürokrasiye gereksinimin devam edeceğini iddia etmek, işçi devletinin burjuva devletinden farklı tipte örgütlenmiş bir devlet olması gereğinden hiçbir şey anlamamak demektir. Modern toplumsal yaşamın örgütlendirilmesinde devletten söz ettiğimiz sürece, bürokrasinin varlığını da kabul etmek zorunda olacağımız savı, devrimci Marksizmin işçi devleti konusundaki perspektifinin “hoş bir hayal”den ibaret olduğunu söylemekle aynı kapıya çıkar. Bu tarz bir mantalite son tahlilde, Marksizmin öngördüğü tipte bir işçi devletinin olanaksızlığı, devrimlerin eninde sonunda bürokratik bir diktatörlüğün kurulması ile sonuçlanacağı şeklindeki bir düşünceye varır. Proletarya diktatörlüğünün, yani geçiş döneminin
26
Mayıs 2010 • sayı: 62
özelliği, proletaryanın hem üreten hem de yöneten bir sınıf olarak bu iki kategori arasındaki ayrımı ortadan kaldırmasıdır. Bunun başarılması, toplumda kafa-kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kaldırılacağı koşulların yaratılmasına doğru atılmış tarihsel bir adım demektir. Çünkü tarihte bu ayrım temelinde gerçekleşen toplumsal işbölümü, üreten sınıf-yöneten sınıf ayrışmasının nedeni olmuştu. Öte yandan, üreten-yöneten sınıf ayrımının son bulması ile, kafa-kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalkması arasında tarihsel hareket açısından bir bağıntı olsa da, bunlar özdeş sorunlar değildir. Bu nedenle de farklı tarihsel dönemler itibarıyla çözümlenebilirler. Kısaca belirtmek gerekirse, üreten sınıf-yöneten sınıf ayrımına son verilmesi, proletarya diktatörlüğünün, yani kapitalizmden komünizme geçiş döneminin sorunudur. Kafa-kol emeği arasındaki işlevsel ayrımın tamamen ortadan kalkması ise, özgür üreticilerin işbölümüne kölece bağımlılıktan kendilerini bütünüyle kurtarabilecekleri bir tarihsel dönemin, yani komünist toplumun sorunudur. İşçi devletinin yapılanması, devletin burjuva toplumundaki örgütlenişini kökten değiştirmeye, kamu işlerinin olabildiğince yerel sovyetlere devredilip, mümkün olan en ucuz ve en sıradan işlere dönüştürülmesi prensibine dayanır. Bunun yanı sıra, yine de uzmanlık gerektiren bazı işler varlığını sürdürecektir. Ancak, işçi iktidarının esprisi, bu işlerin hiçbir ayrıcalık ve işçi sınıfı üzerinde “efendilik” yaratmaksızın, işçi seçmenlere karşı sıkı sıkıya sorumlu, her an azledilebilir, değiştirilebilir görevliler tarafından yürütümüne dayanır. Eğer proleter devrimin geri bir ülkeye hapsolması durumunda bu hedefleri yaşama geçirebilecek yeterli ekonomik ve kültürel birikimin olmadığından söz ediliyorsa, o takdirde zaten işçi devletinin yaşayabileceği koşulların henüz gerçekleşmediği ifade ediliyor demektir. Modern çağda bazı işlerin yürütümü için kuşkusuz belirli bir bilgi birikimi, uzmanlaşma gerekiyor. Basitleştirilmesi olanaklı tüm devlet işlerinin sıradan ve her işçinin yapabileceği biçimde dağıtılması prensip olmakla birlikte, yine de bir çırpıda her işin sıradan bir işçiye gördürülebileceğini düşünmek olanaklı değil. Bunun mümkün olabilmesi, toplumun ekonomik ve kültürel düzeyinin yükseltilmesine, iş saatlerinin kısaltılmasına vb. bağlı olarak uzun yılları kapsayacak bir sorundur. Bu açıdan düşündüğümüzde, proleter devrimin geri ülkelere sıkışıp kalmasının, nesnel olarak, işçi devletinin varlığını tehdit eden bir durum yaratacağını unutmamamız gerekiyor. Fakat burada, işçi devletini yıkıma sürükleyen nesnel koşullar altında, yine de bir işçi devletinin nasıl yaşatılacağı biçiminde spekülatif bir mantık yürütmüyoruz. Olması gerekeni tanımlayarak, pratikte yaşananlardan ne gibi sonuçlar çıkarılması gerektiğinin mihenk taşı olacak bir genel perspektif elde etmek istiyoruz. Bu nedenle, tartıştığımız sorun, dünya devriminin ilerleyişi içinde iktidara gelen proletaryanın, yıktığı burjuva devletin yerine bürokrasisiz bir dev-
sayı: 62 • Mayıs 2010
leti geçirmek zorunda olduğu ve geçirebileceği gerçeğidir. İşçi devleti açısından sorunun püf noktası, uzmanlaşma gereğinin ortadan kalkmış olup olmaması değil, ihtiyaç duyulan uzmanların nasıl çalıştırılması gerektiği, kamu işlerinin organizasyonunda yönetim ve denetimin kimin elinde olacağıdır. Belirli işler için belirli bir bilgi birikiminin, kamu işlerinin yürütümünde bürokratik uzmanlaşmaya, ayrıcalıklı konumlara yol açması, burjuva toplumunun yapısına uygun bir sonuçtur. İşçi devletinin içeriği ise, bu bilgi birikiminin, bürokratik uzmanlaşmaya ve ayrıcalıklara gerek olmaksızın egemen proletaryanın hizmetine sunulmasını sağlayacak bir örgütlenmeye dayanır. Lenin’in 1917 Şubat devriminin ilerleyişi içinde işaret ettiği hedef, aslında proletarya devriminin ulaşmak zorunda olduğu genel bir hedeftir: Memurculuğu birdenbire, her yerde ve tamamen ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama, giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeksizin kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen kırmak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilemez, ivedi görevinin ta kendisidir. Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını (elbette her tür ve her düzeydeki uzmanları yerinde tutacak), direktiflerimizin basit uygulayıcıları rolüne, sorumlu, geri alınması olanaklı ve mütevazı bir para alan “sürveyan ve muhasebeciler” durumuna indirgeyeceğiz: İşte bizim proleterce görevimiz budur; işte proleter devrimini yaparken kendisinden başlanması olanaklı ve kendisinden başlanması gereken şey budur. Büyük üretim temeline dayanan bu ilk önlemler, kendiliğinden, tüm memurculuğun giderek “yok olması”na; gitgide basitleşen sürveyans (gözetim) ve muhasebe görevlerinin, zamanla bir alışkanlık durumuna gelerek, ve en sonu özel bir kategorideki bireylerin özel görevleri olarak ortadan kalkmak üzere, bunların sırayla herkes tarafından yapılacağı bir düzenin, tırnak içinde olmayan ve ücretli köleliğe hiç benzemeyen bir düzenin giderek kurulmasına götürecektir.2
Kısacası, işçi devleti burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse o işçi devleti olamaz. Diğer yandan, egemen proletaryanın kendi işlerinin yürütümü için “kapitalist bir işveren gibi” uzman ve memur çalıştırması, bunları denetlemesi mümkün olduğu sürece ayrıcalıklı bir bürokrasinin ya da yönetici bir elitin doğmasına neden olamaz. İşçi devletindeki demokratik merkeziyetçiliğin ayırt edici yönü, bürokratik bir örgütlenmeye karşıt oluşudur. Lenin’in belirttiği gibi: Burjuvazi feodal+mutlak monarşiden “bürokratik-askeri” devlet mekanizmasını devraldı ve onu geliştirdi. Oportünistler (özellikle 1914-1917 arasında) onunla bütünleştiler (gelişmiş ülkelerde bir çığır olarak emperyalizm, genellikle bu mekanizmayı olağanüstü derecede güçlendirdi). Proletarya ihtilalinin görevi: bu mekanizmayı “parçalamak”, kırmak ve
marksist tutum onu mahalli bölgelerde en kusursuz özerk idareler ile, merkezde ise, silahlanmış proletaryanın doğrudan iktidarı (proletarya diktatörlüğü) ile değiştirmektir. Mahalli idareler nasıl birleşecek, birbirine bağlanacaklardır? Hiçbir şekilde diyor anarşistler. Bürokrat ve asker zümre vasıtasıyla diyor (ve yapıyor da) burjuvazi. Silahlı işçilerin birliği ve örgütlenmesi ile (“İşçi vekilleri sovyetleri”!) diyor Marksizm.3
Demek ki modern devlette merkeziyetçiliğin zorunluluğu noktasından hareketle, işçi devletinin de bürokrasisiz edemeyeceği biçiminde bir sonuca çıkmak, Marksizmin işçi devleti konusundaki temel perspektifiyle çelişiyor. Fakat kökü Stalinist ideolojiye dayanan düşünce çeşitlemeleri, bürokratik diktatörlükleri aklamak için Marksizmi çarpıtıyorlar. Özetle, “elbette bürokrasi olacaktır, olmalıdır” demeye getiriyorlar. Bunların sözümona bürokratizm eleştirisi diye ileri sürdüğü fikirler de yine bürokrasinin gerekliliği noktasından hareket etmekte ve “iyi bürokrasi”, “kötü bürokrasi” gibisinden idealist kategorilerle sorunu hafife indirgeyip, netice olarak genelde bürokrasinin varlığını aklamaktadır. Öte yandan, bürokratik diktatörlüklerin işçi sınıfının mücadelesiyle yıkılması gereğini kabul eder görünmekle birlikte Stalinizmin egemenliği altındaki Sovyetler Birliği’ni ya da benzerlerini veri kabul edip “yine de bürokrasi olacaktır” görüşünü savunanlar da var. Ama bu tür bir düşünce tarzı, aslında kendini kısır bir döngüye hapsetmek anlamına gelmez mi? Burada, işçi devletinde bürokrasinin gerekliliğini savunan “Marksistler”le Lenin’in yürüttüğü polemikten bazı önemli kesitleri hatırlamak yararlı olacak. Proletaryanın, devrimden sonra bürokratik bir örgütlenmeden vazgeçemeyeceğini iddia eden Kautsky’yi şöyle eleştiriyordu Lenin:4 Kuşku yok ki, sosyalist toplumda, işçi temsilcilerinden kurulu “bir tür parlamento” “çalışma rejimini düzenleyecek ve aygıtın işleyişini denetleyecektir”; ama, işte bu aygıt, “bürokratik” olmayacaktır. İşçiler, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski bürokratik aygıtı parçalayacak, temellerine dek yıkacak, onda taş üstünde taş bırakmayacak ve onu işçi ve görevlileri kapsayan yeni bir aygıtla değiştireceklerdir. Bu işçi ve görevlilerin bürokrat durumuna gelmelerini engellemek için, Marx ve Engels tarafından enine boyuna incelenmiş olan önlemler hemen alınacaktır: 1) Her işe seçimle gelme, ama her an görevden geri alınabilme; 2) İşçinin aldığından yüksek olmayan bir ücret; 3) Herkesin denetim ve gözetim işlerini yapabilmesi, yani herkesin bir zaman için “bürokrat” durumuna gelmesi ve bu yüzden kimsenin “bürokrat” olamaması için gerekli önlemlerin hemen alınması.5
Lenin, Kautsky’nin burjuva parlamentarizmi ile proleter demokratizmi arasındaki temel ayrımı hiç anlamadığını belirtir. Bürokrasinin ortadan kaldırılmasını istemenin çocukça bir düşünce olacağını iddia eden Kautsky, “memurlarıyla birlikte ortadan kaldırılabilecek bakanlık han-
27
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum
gisidir?” diye sormaktadır. Lenin’in Kautsky’ye yanıtı şudur: Proletarya, “yönetim aygıtı”nı ve tüm devlet aygıtını parçalar ve onun yerine silahlı işçiler tarafından oluşturulan bir yenisini koyar. Kautsky, “bakanlıklar” için “dindarca bir saygı” gösteriyor; ama, işçi ve köylü temsilcilerinin egemen ve son derece güçlü Sovyetlerinin yanında ve bu Sovyetlere bağlı, uzmanlardan kurulu komisyonlar, neden bu bakanlıklar yerine geçmesinler?6
Öte yandan Lenin, kamu görevlilerinin burjuva devletin bürokratik mekanizması altında kaçınılmaz olarak bürokratlaşmasıyla, bürokrasisiz işçi devleti altında değişen konumları arasındaki farklılığa dikkat çekmektedir: Kautsky, kısacası şöyle der: mademki, seçilmiş kamu görevlileri olacak, öyleyse sosyalist rejimde de memurlar ve bir bürokrasi olacaktır! İşte yanlış olan da budur. Marx, Komün örneğiyle göstermiştir ki, kamu görevlileri, sosyalist rejimde, seçimle işbaşına gelmeleri bir yana, ayrıca her an görevden geri alınabildikleri, aylıkları ortalama işçi ücretleri düzeyine indirildiği, ve üstelik, parlamenter kuruluşlar yerine “hareketli”, “aynı zamanda hem yürütücü hem de yasamacı” topluluklar geçtiği ölçüde, “bürokrat” olmaktan, “memur” olmaktan çıkarlar.7
*
*
*
Marx Paris Komünü için, “ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş siyasal biçim” demişti. Komün tipi devlet, işçi devletinin ayırt edici özüdür. Ulusal düzeyde farklı konseyleşme biçimleri olsa da, bunlar değişik isimler taşısa da, işçi devleti bir komünler ya da 1917 Ekim Devrimi ile bulunmuş son şekli ile ifade edecek olursak, sovyetler demokrasisidir. O, mülksüz yığınlar açısından artık baskı ve dayatmanın değil, gerçek bir demokrasinin olmasıyla ayırt edilebilir. Burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasındaki ayrım asıl olarak şu özde beliriyor: Burjuva devlet yani burjuvazinin diktatörlüğü, en demokratik biçim altında bile, ekonomik özü itibarıyla ancak sömürücü azınlık için demokratik, sömürülen çoğunluk açısından diktatoryal bir devlettir. Proletarya devleti yani proletarya diktatörlüğü ise, sınıf savaşımının çetin koşulları nedeniyle burjuva güçlere yönelik açık baskıya başvurmak zorunda kaldığında bile (iç savaş dönemi vb.), sömürücü azınlık için diktatoryal, emekçi çoğunluk için demokratik bir devlet olmak zorundadır. Bu nedenle, işçi demokrasisinin “mazur görülebilir nedenlerle uygulanamadığı” bir işçi devleti kategorisi icat etmek, işçi devleti hedefinden verilmiş bağışlanmaz bir ödün olacaktır. İç savaş, dış tehdit vb. nedeniyle demokratik özü boşaltılmış biçimde de olsa, proletarya diktatörlüğünün yine de yaşamaya devam edebileceğini ileri süren bir anlayış, proletarya diktatörlüğü ereği yerine, bürokratik diktatörlük gerçeğini ikame eder. Sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın, hare-
28
ketli bir temsil sistemini de içeren doğrudan demokrasisi, işçi devletinin olmazsa olmaz koşuludur. İşçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, ta kendisidir. Bu noktada burjuva devlet yapılanmasından benzetmeler yaparak sonuçlara varmak çok yanlış olur. Sömürücü bir azınlığa dayanan burjuva diktatörlüğünde, burjuva demokrasisi, diktatörlüğün sömürülen kitleler üzerindeki biçimlerinden yalnızca birisidir; burjuvazi iktidarını, parlamenter demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan çıplak diktatörlük ile de yönetebilir. Fakat proletaryanın iktidarda olduğu durumda, işçi sınıfı ve mülksüzler açısından (biçime bağlı olmaksızın) özü itibarıyla gerçek bir demokrasi dönemi açılmıştır; artık onların tepelerine binecek sömürücü, baskıcı diktatoryal bir egemenlik odağı kalmamıştır. İşte proletarya devrimi, demokrasi ve diktatörlük ilişkisinde bu niteliksel değişimi yaratır. Eğer pratikte bazı tarihsel koşullar, olması gerekene oranla muazzam çarpıklıkları ortaya çıkartmışsa, bu durum proletarya diktatörlüğünün biçimine ilişkin bir sorun değil, öze ilişkin bir sorundur. Böyle bir durum, bazı zorunluluklar nedeniyle, proletarya diktatörlüğünün belirli bir tarihsel kesitte işçi demokrasisi olmadan da yaşayabileceğinin değil, tam tersine, bu çarpıklıkları yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça proletarya diktatörlüğünün yaşayamayacağının işaretidir. Proletarya diktatörlüğü, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçiler açısından, devletin kapsamındaki bir daralma (devletten devletsizliğe geçiş devleti, bu anlamda artık bir yarı devlet) ile demokrasinin kapsamındaki muazzam bir genişlemenin (hemen hemen tam demokrasi) diyalektik bütünlüğüdür. Bu bütünlüğün demokrasi yönünü çekip aldınız mı –insan düşüncesinde böyle bir tasarım mümkün görünse bile– geriye kalan, bir yönü aksayan, eksik-topal bir proletarya diktatörlüğü olamaz. Bu durumda ortaya, aslında proletarya diktatörlüğü olmayan, bürokratik diktatörlük niteliğindeki bir toplumsal fenomen çıkar. Elif Çağlı’nın “Marksizm Işığında” adlı kitabından alınmıştır ____________________________ 1
Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., 1976, s.55-56
2
Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1976, s.56 ve 57
3
Lenin, Marksizm Devlet Üzerine, Öncü Yay., 1975, s.22
4
Lenin, burada ve takip eden birkaç alıntıda “sosyalist toplum” kavramını biraz özensizce kullanmıştır. Gerçekte proletarya diktatörlüğü dönemi kastedilmektedir.
5
Lenin, Devlet ve İhtilal, s.122
6
Lenin, age, s.128
7
Lenin, age, s.129
Kırgızistan’da Halk Ayaklanması Levent Toprak
G
eçtiğimiz haftalarda (6-8 Nisan) Kırgızistan’da gerçekleşen kitlesel protestolar hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan bir halk ayaklanmasına dönüştü. Hükümetin birkaç gün içinde hızla gelişen protesto gösterilerini kanla bastırmaya kalkışması, bir yandan 100 kadar kişinin ölmesine ve 1000 kadar kişinin de yaralanmasına yol açarken, diğer yandan kitle hareketini kamçılayarak hükümetin yıkılışını ve devlet binalarının kitlelerce işgalini beraberinde getirdi. Devlet başkanı Kurmanbek Bakiyev ayaklanmayla birlikte gizlice başkentten kaçıp, kendisi için daha güvenli bulduğu ülkenin güneyinde tekrar ortaya çıksa da, sonraki günlerde ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bakiyev’in başkent Bişkek’ten sıvışması ve hükümetin çökmesiyle birlikte bir-iki gün içinde burjuva muhalefet bir geçici hükümet kurulduğunu ilan etti. Geçici hükümetin ilk icraatları son aylarda elektrik, doğalgaz ve suya yapılan fahiş zamları geri almak ve özelleştirme yoluyla üç paraya Bakiyev’in efradına peşkeş çekilen büyük işletmeleri yeniden devletleştirmek oldu.
Kırgızistan’da yaşananlar doğal olarak akla hemen 5 yıl önce yaşanan “Lale Devrimi”ni ve genel olarak “renkli devrimler”i getirdi. Bu yaşanan da bir “renkli devrim” miydi? Ya da kimilerinin dillendirdiği gibi yaşananlar sahici bir devrim miydi? Protestolar sahici bir kitle hareketini mi ifade ediyor, yoksa küçük ve manipülatif grupların eylemleri midir? Ve dolayısıyla aslında yaşanan bir saray darbesi midir? Bu sorulara yanıt verebilmek için sürecin arka planına ve gelişimine kısaca göz atmakta yarar var. Öncelikle Kırgızistan’ın ve Kırgız halkının durumu hakkında bazı temel bilgileri ortaya koymak gerekli. Kırgızistan, içinde yer aldığı Orta Asya bölgesinin genel niteliği olan yoksulluk ve mahrumiyet koşullarını fazlasıyla barındıran bir ülke. Hatta diğer bölge ülkelerinde belli bir avantaj yaratan petrol ve doğalgaz türü yeraltı kaynakları açısından da ülkenin pek zengin olmaması bu durumu daha da ağırlaştırıyor. Bu olumsuzlukların yanı sıra ülke Rusya ve Çin gibi iki büyük gücün arasında sıkışmış, nüfusu 5 milyon dolayında küçük bir ülke. Bu nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında, yüzde 22’si
29
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum
Kurmanbek Bakiyev
de günde 1 doların altında gelire sahip. Kırgızistan, bağımsızlığını formel olarak ilan ettiği 1991 yılından 2005 yılına kadar Askar Akayev’in başkanlığında yönetildi. Hatta 2005’te yapılan seçimlerde yeni bir 5 yıl için seçilen Akayev eğer muradına erebilseydi bugüne kadar iktidarda kalmış olacaktı. Demokrasi kılığı altında ülkeyi yaklaşık 15 yıl yöneten ve bir 5 yıl için daha vizesini alan Akayev, 2005’teki bir ayaklanmayla iktidardan alaşağı edildi. Batı medyası bu ayaklanmaya “Lale Devrimi” adını takacaktı. Bir yandan Rusya, ABD, Avrupa ve Çin arasında kıvrak manevralar yapan, diğer yandan içerideki hoşnutsuzları idare eden Akayev’in oldukça başarılı bir manevracı olduğu anlaşılıyor. Tabii bu manevra kariyerinin hem motivasyonu hem de meyvesi, bol kişisel ve ailesel kazanç, çevresinin ve yeni yetme burjuvazinin belli bir kesiminin de ihyası idi. Ancak kaynaklar kıt ve buna mukabil iştahlar büyük olunca, belli bir noktadan sonra, bir yanda yoksul kitleler isyan noktasına gelirken bir yanda da yiyiciler cephesinde dışlananlar ya da payını tatmin edici bulmayanların kızgınlığı artar. Nitekim “Lale Devrimi” denilen hadise, egemenler içinde Akayev muhalifi durumuna gelmiş olanların halkın tepkisini kullanarak Akayev’i iktidardan alaşağı etmesiydi. Yoksul kitlelerin öfkesini Akayev’e karşı yönlendirenlerin önemli bölümü gerçekte daha önce Akayev’le birlikte çalışmış olanlardı. Örneğin şu andaki geçici hükümetin başında bulunan Roza Otunbayeva 2005’teki “Lale Devrimi”nin de başını çekenler arasındaydı ve Akayev’in bir dönem dışişleri bakanlığını ve ABD ve İngiltere gibi önemli emperyalist merkezlerdeki büyükelçiliğini yapmıştı. Ancak o dönem Akayev’e muhalefet eden egemenler arasından sivrilen Kurmanbek Bakiyev oldu ve başkanlık koltuğuna o oturdu. Diğer muhalefet liderlerine yönelik bir tasfiye süreci yürüten ve nihayetinde bunu başaran Bakiyev, buna paralel olarak etkili makamlara kendi ailesi
30
ve yakın çevresini yerleştirmeye koyuldu. Stalinist bürokrasiden bozma bu yeniyetme yoz burjuva çevre de kısa sürede özelleştirmeler, ihaleler, dış yardım ve anlaşmalar gibi yollarla sefih bir talan süreci yürüttü. Gemi azıya almış iştah, sonunda işi halkın kullandığı elektrik, su ve doğalgaz fiyatlarına bir çırpıda 4 kata varan zam yapılması noktasına kadar vardırdı. Ancak bu yılbaşında yürürlüğe sokulan zamlar yoksul halkta büyük bir tepkiye yol açtı. Ne var ki Bakiyev’e yönelik hoşnutsuzluk ve hareketlenmenin tek dinamiği bu değildi. Bunun yanı sıra süreçte rol oynayan iki etmen daha bulunuyordu. Birincisi 2005’teki iktidar değişiminden sonra tasfiye edilen unsurların artan hoşnutsuzlukları ve çabalarının belli bir olgunluğa ulaşmasıdır. İkincisi ise aynı Akayev gibi, emperyalist güçler arasında manevralar yapan Bakiyev ve şurekasının bir noktada kırmızı çizgiyi geçerek Rusya’ya büyük bir kazık atması ve Rus egemenlerin hedef tahtası haline gelmesidir. Sonuç olarak aynı döngü, bir bakıma bu kez daha hızlandırılmış biçimde tekrar yaşandı. Böylece Akayev’in 15 yıllık saltanatına karşılık Bakiyev’inki ancak 5 yıl sürebildi. Bakiyev ve ekibi “Lale Devrimi”nde halka vaat ettiklerinden hiçbirini yerine getirmedi. Bu tayfanın yönetimden dışladığı unsurlar burjuva muhalefete geçtiler. Bakiyev’in halk kitlelerini ve muhalefeti oyalama amacıyla yaptığı manevralar ancak 5 yıl sürebildi. Hem kitleler hem de burjuva muhalefet eskiye göre daha idmanlıydı. Henüz yeterince oturmamış, istikrar kazanmamış bir devlet aygıtının varlığı da elbette işleri kolaylaştırıyordu.
Ayaklanmaya doğru Sonuç olarak tüm bu etmenler birbiriyle iç içe geçerek yaklaşık olarak son bir yılı içeren süreç içinde Bakiyev ve yakın şurekasının gidişini hazırlamıştır. Geçen yılın Mart ayında Rusya’ya giderek orada bir anlaşma imzalayan ve
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
dünyaya ülkedeki Amerikan askeri üssünün kapatılacağını Özetle belirtmek gerekirse sürecin asıl dinamiği, yolduyuran Bakiyev, ABD ve Türkiye’nin bastırmalarıyla suzluklar ve talan nedeniyle hoşnutsuzluk ve öfkesi art(2009 Mayısında Abdullah Gül Kırgızistan’a ziyarette bumakta olan kitlelerin son zamlarla çileden çıkması olmuşlundu) karardan dönünce bu süreç bir anlamda başlamış tur. Özellikle kuzey ve orta bölümleri olmak üzere, ülkeoldu. Bakiyev’in dönüşü elbette sadece bastırma ve ricayla nin büyük bölümüne yayılan ve yoksul emekçi kitlelerin olmadı. ABD üs için verdiği kirayı astronomik biçimde geniş ölçüde katıldığı bir kitle ayaklanması yaşanmıştır. arttırmaya razı olmuştu. Sonuç olarak Rusya, ABD üssüDolayısıyla bu, Amerikancı “renkli devrimler” benzeri sınün kaldırılması koşuluyla hibe ettiği paranın iç edilmesi nırlı bir kitle hareketliliğiyle gerçekleştirilen saray darbesi ve söylenenin tam tersinin yapılması karşısında Bakiyev’e değil, bir halk ayaklanmasıydı. “Renkli devrim” süreçlericephe aldı ve pek muhtemelen ülke içindeki burjuva munin belirgin bir özelliği, sokaklara dökülen kesimlerin gehalefetle de el altından işbirliği yapmaya başladı. Temmuznellikle öğrenciler olması, daha ziyade başkentlerle sınırlı da yapılan seçimler muhalefet açısından sonuç vermeyip kalması ve şiddet boyutunun daha sınırlı olmasıdır. Oysa Bakiyev hile ve baskı yoluyla yüzde 90’lar düzeyinde bir yukarıda kabaca anlattığımız gibi, burada yaşananlar geniş oyla yeniden başkan seçilince, muhalefetin “Lale Devrimi” yoksul kitlelerin katıldığı, ülkenin önemli bölümünde kabenzeri yöntemlere yönelme eğilimine girdiği tahmin edirakolların basıldığı, devlet binalarının işgal edildiği, 100 lebilir. Ancak seçim süreci dahil olmak üzere burjuva mukişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin de yaralandığı bir halk halefetle Bakiyev arasındaki birçok sert çarpışmada tüm ayaklanması durumunu yansıtmaktadır. Büyük olasılıkla çabalara rağmen kitleler bu yola girmemişti. Birçok gösteburjuva muhalefet, kitle hareketinin yer yer silahlı bir niri pek zorlanmadan bastırılmış, muhalefet liderleri de detelik kazanan bir halk ayaklanması noktasına varmasını ğişik defalar hapse atılmışlardı. Bu arada Rusya da ekonobeklemiyordu. İşin 2005’teki “Lale Devrimi” gibi daha mik yaptırımlara başlamış ve ucuza sattığı benzinin fiyatıyumuşak biçimde hallolabileceğini düşündüler. Fakat aranı yükseltmişti. dan geçen yıllar boyunca sıdkı sıyrılmış yoksul emekçi Ama asıl dönemeç noktası Bakiyev çetesinin bu yılbahalkın öfkesi burjuva muhalefetin koymak istediği uslu sışında elektrik, doğalgaz ve suya yaptığı fahiş zamlar oldu. nırları aştı. Zaten tam da bu nedenle, geçici hükümeti İlk zamlı faturalar Şubat ayında gelmeye başlayınca öfke oluşturan burjuva muhalefet liderleri öfkeli kalabalıkları de kabarmaya başladı. Durumun tehlikeli olabileceğini sezapturapt altına almakta büyük güçlük çekmekte, her fırzinleyen Bakiyev, Mart ayında geleneksel bir kurum olan satta ısrarla sükûnet çağrısı yapmaktadırlar. Aynı nedenKurultayı toplamayı gündeme getirdi. Sözde halkın ileri lerle, yapılan zamlar ve tepki çeken büyük özelleştirmeler gelenleriyle devlet yönetiminin bir araya gelerek sorunları hemen geri alınmıştır. Yine de yoksulların devlet binalarıkonuştuğu ve halkın kendi sorunlarını devlete anlattığı bir na ve mağazalara yönelik saldırıları ve el koymalar birkaç kurum olan Kurultay elbette bir düzmeceydi. hafta boyunca sürmüştür. Buna karşılık burjuva muhalefet kendi alternatif KuDiğer taraftan, Amerika’yla askeri üs anlaşmasını yenirultay’ını topladı ve asıl Kurultay’ın da bu olduğunu ilan leyip süreyi uzatan ve Rusya’ya “madik atan” bir liderliğin etti. Birkaç bin kişinin katıldığı bu Kurultay’da yoksul haldevrilmesinin bir Amerikan işi olduğu söylenemez. Nitekın öfkesi yansımasını bulmaya başlıyor ve sonuçta zamların ve özelleştirmelerin geri alınması, anayasanın değiştirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, politik tutsakların serbest bırakılması gibi talepler ortaya çıkıyordu. İlk olarak ülkenin kuzeyindeki Talas şehrinde patlak veren geniş protesto gösterileri işte bu kurultay sürecinin bir devamı olarak ortaya çıkmış oldu. Ertesi gün başkent Bişkek’e sıçrayan gösteriler daha da şiddetlenince, Bakiyev hem kitleler üzerine ateş açılmasını emretti hem de muhalefet liderlerini tutuklattı. Ancak beklenenin aksine bu hamleler kitlelerde bir kırbaç etkisi yarattı ve gösteriler hem ülkenin büyük bölümüne yayıldı hem de bir ayaklanmaya dönüştü. Böylece iki Bakiyev’i deviren öfkeli kitleler karakolları bastılar ve ele gün içinde Bakiyev makamını bırakıp geçirdikleri polisleri rehin aldılar Bişkek’ten kaçmak zorunda kaldı.
31
marksist tutum
kim Rusya kurulan geçici hükümeti derhal tanımış ve her türlü yardıma hazır olduğunu ilan etmişken, ABD hükümeti tanımamış ve “endişelerini” bildirmiştir. Elbette bundan sonra şekillenecek yeni burjuva yönetimlerin ABD ile ilişkileri için şimdiden kesin bir şey söylenemez. Büyük olasılıkla gelecek yeni yönetimler de eskiler gibi ABD, Rusya ve Çin arasında manevralar yapmaya, birini diğerine karşı koz olarak kullanarak kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışacaktır. Yine de şu aşamada Rusya’nın bir hamle üstünlüğü kazandığı açıktır. Fakat ülkede yaşanan süreci Amerikancı “renkli devrimlere” karşı Rusya’nın tezgâhladığı simetrik bir “karşı-renkli devrim” gibi nitelendirmek de doğru değildir. Rusya’nın ülke içindeki burjuva muhalefetle belli bir işbirliği içine girdiği tahmin edilebilirse de, yukarıda açıklanan nedenlerle yaşananları herhangi bir yabancı devlet komplosuna indirgemek mümkün değildir. Kaldı ki, nasıl “Lale Devrimi” pürü pak Amerikancı bir rejimle sonuçlanmamış, aksine belirgin Amerikancılar Bakiyev tarafından süreç içinde tasfiye edilmiş ve son bir yıla kadar Bakiyev genelde Rusya’ya yakın durmuşsa, şimdi gelen ve gelecek burjuva iktidarların da mutlak Rusçu olacağı söylenemez. Öte yandan bu gelişmeleri bir devrimmiş gibi değerlendirmek de bir başka yanlıştır. Yaşanan şey, hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan bir halk ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma ne toplumsal düzeni ne de siyasal rejimi değiştirmiştir. Şu anda geçici iktidar koalisyonunu oluşturan ve sosyal demokrat adını taşıyan birden fazla partiyi de barındıran muhalefet cephesi içinde burjuva ufkun ötesine uzanan hiçbir unsur bulunmamaktadır. Bu tür unsurların ve örgütlülüklerin yokluğu koşullarında, doğal olarak tepkiler esasen zamlara, yolsuzluğa ve çürümeye karşı öfkeyle sınırlı kalmakta, daha öteye uzanan bütünleyici toplumsal ve programatik talepler ortaya çıkmamaktadır. Bu durum da yönelimsizliğe ve kısa süre sonra da umutsuzluk ve çaresizlik içinde bir bitkinliğe yol açmaktadır.
Orta Asya ülkeleri ve emperyalist rekabet Küçük Baltık cumhuriyetleri (Litvanya, Letonya ve Estonya) hariç tutulursa, hemen bütün Sovyet sonrası bağımsızlık kazanan ülkelerde egemenler genel olarak ikili bir konumda olageldiler. Çöküş döneminden bu yana bu egemenlerin bir yüzleri Rusya’ya diğer yüzleri Batı emperyalizmine, yani esas olarak ABD emperyalizmine bakmıştır. Onlar küresel emperyalist güç oyunundan kendilerine bir iktidar devşirebilmek için kendi olanak ve yetenekleri dairesinde bu oyunun küçük oyuncuları olarak devrede yer aldılar ve bu esas itibariyle halen de böyledir. Bu genel çerçevenin söz konusu ülkelerdeki önemli siyasal değişimleri anlamak için gerekli temeli oluşturduğu unutulmamalıdır. Bu çerçeve dahilinde buralardaki egemenler arasında küresel emperyalist güç dengelerinin akışına ve değişimlerine göre farklılaşan tutum ve ayrışmalar olmuştur.
32
Mayıs 2010 • sayı: 62
Bu ülkelerin, coğrafi konumları ve tarihsel kökleri gereği Rusya’dan bıçakla kesilmiş gibi ayrılmalarının ve ona tümüyle sırtlarını dönmelerinin oldukça zor olduğu açıktır. Belki buna yeteneği olduğu söylenebilecek Ukrayna gibi Avrupa sınırında ve iri bir ülkenin bile bunu hâlihazırda başaramaması yeterince önemli bir kanıt niteliğindedir. Zira son dönemde Ukrayna’da yaşananlar Rusya’nın bu ülkeyi yeniden kendi yörüngesine alma konusunda önemli aşamalar kaydettiğini göstermektedir. SSCB’nin çöküşünü takip eden yaklaşık 15 yıllık sürede Rusya’nın yaşadığı zayıflama ve sorunlar bu ayrılan cumhuriyetlerin egemenlerinin Amerikan ve Batı emperyalizmine doğru meyillerini güçlendiren bir etmen oldu. Ancak hem Amerikan emperyalizminin genel gerilemesi hem de bu arada Rusya’da rejimin gitgide kendini güçlendirip tahkim etmesi, dengelerde önemli değişimlere yol açmaktadır. Şüphesiz ne “boşluk” döneminde Rusya’nın mutlak bir kaybı ve ABD emperyalizminin mutlak kazanımı vardı ne de sonrasında tam tersi. Burada göreli dengelerden ve genel tablodan söz etmekteyiz. Tek tek her bir ülke için somut durumlar ve iç dengeler de ayrıca farklılıklar göstermektedir. Bu gelişmeleri bir devrimmiş gibi değerlendirmek yanlıştır. Yaşanan şey, hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan bir halk ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma ne toplumsal düzeni ne de siyasal rejimi değiştirmiştir. Şu anda geçici iktidar koalisyonunu oluşturan ve sosyal demokrat adını taşıyan birden fazla partiyi de barındıran muhalefet cephesi içinde burjuva ufkun ötesine uzanan hiçbir unsur bulunmamaktadır. ABD emperyalizmi SSCB’nin çöküşü sonrası kazandığı mevzileri daha belirleyici biçimde pekiştirmek ve ileri götürmek için uzun zamandır çalışmalarını yürüttüğü ve sonradan “renkli devrimler” olarak adlandırılan süreçlerle bir dizi ülkede iktidara doğru “bitirici” hamleler yaptı. 2000-2005 yılları arasında gerçekleşen bu süreçlerin sonucunda Sırbistan’dan Ukrayna’ya, Gürcistan’a kadar birçok ülkede Amerikancı liderlikler iktidara geldiler. Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nde de Amerikancıların dahli bulunmakla beraber burada diğerlerindeki türde Amerikancı bir iktidar çıkmadı. Ancak özellikle 2000’lerle birlikte toparlanması hız kazanan Rusya son beş yıl içinde bu ülkelerin büyük bölümünde konumunu bir biçimde güçlendirerek “renkli devrimleri” bir anlamda geri devşirmeye başladı. Aynı şekilde Çin’in de küresel düzeyde dev adımlarla güçlenmesi ve buna paralel olarak ABD (ve Avrupa) emperyalizminin küresel düzeyde genel bir gerileme yaşıyor olması da bu sürece katkıda bulunuyordu. Bugün genel anlamda bu eğilimler sürmektedir ve esasen Kırgızistan’da Rusya’nın elde ettiği avantaj da bu genel sürecin bir parçasını oluşturmaktadır. ABD Orta Asya bölgesinde tesis etmeyi başardığı askeri üslerden Özbekistan’dakini bu süre-
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum Bişkek’in hemen dışındaki Manas askeri üssü her ne kadar ABD’nin Afganistan’daki operasyonları için lojistik destek üssü olarak lanse edilse de, üssün bunun yanı sıra ve kuşkusuz çok daha önemli olarak Rusya ve Çin’e karşı gözetleme-dinleme gibi faaliyetler için kullanıldığına şüphe yoktur.
cin bir parçası olarak kaybetmiş ve yukarıda anlattığımız gibi Kırgızistan’dakini de kaybetme noktasına gelmişti. Eğer Rusya ve Çin’in ağırlığı son yıllardaki gidişata uyumlu olarak artmaya devam ederse, Kırgızistan’daki üssün de kapatılması pekâlâ gündeme gelebilir. Bişkek’in hemen dışındaki bu üs her ne kadar ABD’nin Afganistan’daki operasyonları için lojistik destek üssü olarak lanse edilse de, üssün bunun yanı sıra ve kuşkusuz çok daha önemli olarak Rusya ve Çin’e karşı gözetlemedinleme gibi faaliyetler için kullanıldığına şüphe yoktur. Kırgızistan’ın buradaki özgünlüğü yeryüzünde hem Amerikan hem de Rus askeri üssü bulunduran tek ülke olmasıdır. Kırgızistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üyesi olduğunu ve ekonomik olarak daha ziyade Rusya ve Çin’le ilişki içinde olduğunu hatırlayacak olursak, küçük ve kaynakları kıt bir ülke için bu ikili durumun sürdürülmesinin zor olacağı açıktır. Sonuç olarak, Orta Asya ülkelerinin bürokrattan bozma yeniyetme burjuva egemenlerinin bir yandan bu güç oyununu oynamak bir yandan da Rusya’dan asla tümüyle kopamamak şeklindeki konumları bir nesnelliği ifade etmektedir. Genel olarak yoksul olan bu ülkelerde emekçi kitleler sefaletin ve baskıcı diktatörlüklerin yükü altında onulmaz acılar çekiyorlar. Bu ülkelerin hepsinde nüfusun ciddi bir bölümü iş bulmak için Rusya’ya gidiyor ve aileleri Rusya’dan gönderilen paralarla güç belâ geçimlerini sağlayabiliyorlar. Bu ülkelerin egemenleri de eğitimlerini Rusya’da almış, Rusça konuşan egemenler. Dahası, ta SSCB döneminde yerleştirilen ekonomik yapılanma, bu ülkelerle Rusya arasında ciddi ekonomik bağımlılık ilişkileri anlamına geliyor. Elbette zamanla buralar bu bağımlılığı azaltma yönünde çaba harcadılar, ancak özgün kökleri olan bu karşılıklı bağımlılığın nesnel zemini ortadan kalkmış değildir. Kırgızistan ve eski Sovyet cumhuriyetleri ara-
sındaki ekonomik ilişki ve bağımlılık konusunda önemli bir nokta da, Kırgızistan’ın bölgedeki 5 ülke için son derece önemli olan su kaynaklarına sahip olmasıdır. Ülkedeki hummalı baraj çalışmalarının temel güdüsü de bu kaynağı bir koz olarak kullanma isteğidir. Bunun başka çatışmalı ilişkiler için bir zemin döşediğini belirtmeye gerek yoktur. Nitekim bu çevre ülkeler çoktandır bu barajlar konusunda seslerini yükseltmekte ve su üzerinde söz hakkı istemektedirler. *
*
*
Yoksul emekçi kitlelerin örgütsüz kalkışmasının nice örneklerinden biri yaşanmıştır Kırgızistan’da. Ve bu tür kalkışmalarda hep olduğu gibi bir kez daha egemenler bundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmışlar ve kitleler yine eski düzenin temellerine dokunmayan bazı küçük düzenlemelerle idare etmeye mahkûm kılınmışlardır. Sınıf bilinçli işçilerin buradan bir kez daha hatırlamaları gereken ders, şüphesiz örgütlülüğün önemi ve bu düzen var oldukça ayaklanmaların ve devrimlerin devrinin asla geçmediğidir. Bu dersin bir uzantısı da, kuşkusuz egemenlerin ancak kitlelerden korktukları zaman reformlar yapabildikleri, tavizler verdikleridir. Kırgızistan’da yaşanan süreçler dolayısıyla hatırlanması gereken önemli bir nokta, sosyalistlerin çoğunun göz ardı ettiği, hatta aksini savunduğu bir noktadır. Bugün Kırgızistan ve diğer SSCB artığı ülkelerin çoğundaki yozlaşmanın, çürümenin, zorbalığın, mafyatizmin, soysuzlaşmanın kökleri önceki dönemde yatmaktadır. Bu sefil tablo, uzun yıllar boyunca kitlelere sosyalizm diye yutturulan Stalinist bürokratik diktatörlüklerin yarattığı kirli miras ile çağımızın çürümüş kapitalizminin en iğrenç yönlerinin bir bileşimidir. Bugün kendini açıkça ömür boyu şef ilan edenler de, aile hanedanlıkları kuranlar da, ülke zenginliklerini hiçbir kural tanımaksızın yağmalayanlar da, her türlü Bizans entrikalarını çevirenler de, mafyatik zorbalığı kural haline getirenler de, çiğ bir sefahat içinde yuvarlananlar da eskinin “sosyalist” liderleriydi. Geçmişin bürokratik egemen sınıfı burjuvaya dönüştüğünde ortaya çıkan kapitalizm böyle bir şeydir işte!
33
Futbol, Bahis, Şike ve Kapitalizm Suphi Koray
G
eçtiğimiz günlerde aralarında ünlü isimlerin de olduğu yaklaşık 50 futbolcu şike yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı ve bazıları tutuklandı. Bu gözaltı furyası oldukça yankı uyandırdı, ancak şike meselesi aslında ilk kez gündeme gelmiyor. Geçmiş yıllarda da gerek Türkiye’de gerekse başka ülkelerde şike skandalları ortaya çıkmıştı. Her ne kadar medyada münferit bir skandalmış gibi lanse edilse de şikenin futbolla iç içe geçtiği herkesçe bilinen bir gerçek. 2005 yılındaki Akçaabat Sebat-Kayseri maçı bunlardan sadece biri. Bu maçta kalecinin kendisine teklif edilen 200 bin avroluk şikeyi ihbar etmesi üzerine şike skandalı patlak vermişti. Şikeyi engelleyen kulüp başkanı Veli Sezgin vurulmuş, kaleci ise aylarca kendisine kulüp bulamamıştı. Olaylar üzerine Mecliste bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonun hazırladığı raporda “Türkiye’de şike ve teşvik priminin varlığı şüphesizdir” deniliyordu. Aynı raporda Türk milli takımının da şike yaptığı yer alıyordu. Keza İtalya’da 2006 yılında ortaya çıkan şike vakasında kulüplerin hakemleri satın almaya çalıştıkları tespit edilmişti. İtalya’nın dünyaca ünlü büyük kulüpleri ağır cezalar almış, Juventus küme düşürülmüştü. Olaya karışan kişilere para ve hapis cezaları verilmişti. Geçtiğimiz günlerde yeni ses kayıtlarının ortaya çıktığı bu şike davası hâlâ devam ediyor. Geçtiğimiz senenin sonunda ise Almanya’da uluslararası bir şike soruşturması başlatıldı. Bu soruşturmada Türkiye’de de bazı maçlarda şike yapıldığı bilgisi yer alıyordu. Nitekim Türkiye’deki şike skandalı da bu soruş-
34
turmanın hemen ardından patlak verdi. Geçmişteki diğer vakaları da düşündüğümüzde şikenin profesyonel futbolla yaşıt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üstelik ortaya çıkan şike skandalları buzdağının sadece görünen yüzü! Kapitalizmin doğası gereği futbolun profesyonelleşmesi şikeyi de beraberinde getirmiş, futbol pazarı büyüdükçe şikenin niteliği ve niceliği de değişmiştir. Bahis sektörünün devasa boyutlara ulaşmasıyla şike ile büyük vurgunlar elde etmek mümkün oldu. Bire beş veren bir maçta 200 bin lirayla bir milyon lira kazanılabilir. Bunun için kaleci veya hakemlere şantaj ve tehdide kadar çeşitli yol ve yöntemlerle şike yaptırılıyor. Tüm bunlar futbolla mafyanın sıkı bir ilişkiye girmesine de yol açmıştır. Hatırlanacak olursa yakalanmadan önce yurtdışına kaçan Alaattin Çakıcı’ya vize Beşiktaş kulübü tarafından ayarlanmıştı. Futbolun masum ve eğlenceli bir oyundan uzaklaşıp kelimenin kötü manasıyla profesyonelleşmesi kapitalizmin eseridir. Çayırlarda mütevazı bir eğlence olarak başlayan futbol, bugün milyarlarca insanın izlediği milyarlarca dolarlık pazara sahip bir oyun haline geldi. Çayırların yerini görkemli futbol stadyumları, amatör takımların yerini artık birer şirkete dönüşen futbol kulüpleri, seyircilerin yerini ise müşteriler aldı. Kısacası kapitalizm futbolu da küreselleştirip muazzam bir kâr aracı haline getirdi. Bugün futbolun 500 milyar dolarlık pazar hacmiyle devasa bir endüstriye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Reklâm gelirleri, sponsorluk anlaşmaları, yayın ihaleleri ve bahis
sayı: 62 • Mayıs 2010
oyunlarıyla bu devasa sektörün pazar hacmi her geçen gün artıyor. Bazı futbol kulüplerinin bütçeleri yoksul ülkelerin bütçelerini bile aşıyor. En zengin 20 futbol kulübü 2009 yılında 3,9 milyar avroluk gelir elde etti. Listenin üst sıralarında yer alan Real Madrid, Barcelona, Manchester United gibi kulüplerin yıllık gelirleri 400 milyon avro civarında. Emperyalist piramidin üst basamaklarındaki ülkelerin takımları en zenginler listesinde de başı çekiyorlar.
Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Futbol kulüplerinin en önemli gelir kaynağını yayın haklarından elde ettikleri paralar oluşturuyor. En zengin 20 kulübün yayın haklarından elde ettiği gelir 1,6 milyar avroya yaklaştı. Türkiye’de ise bu sene başında yapılan ihaleyi 321 milyon TL ile yine Digiturk kazandı. Havuz sistemi uygulamasına göre her sene olduğu gibi buradan aslan payını yine dört büyükler alacak. Yayıncı kuruluş ihaleyi bu kadar yüksek bir bedelle aldığına göre dekoder satışlarından ve reklam gelirlerinden büyük kârlar elde edecek. Derbi maçında geçen bir reklâm bandının bedelinin 2009’da 65 bin TL olduğunu düşünürsek, medya şirketlerinin naklen yayın ihalelerine neden bu kadar büyük meblağlarda sermaye yatırdıklarını daha kolay anlarız. Öyle ya, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez! Milyarlarca kişinin izlediği dünya kupası maçlarında çok daha büyük paralar dönüyor. 2006 dünya kupasında yayın haklarından 1 milyar avro gelir elde edildi, bu rakamın bu sene 1,2 milyara çıkması bekleniyor. Bir ay gibi kısa bir sürede sadece TV yayınlarından bu kadar gelir elde edilmesi futbolun bacasız sanayi sıfatını yeterince hak ettiğini gösteriyor. Medya tekellerinin yanı sıra spor giyim tekellerinin de gözü futbol maçlarında ve futbolcularda. Kendi reklâmlarını yapmaları için yıldız oyunculara milyonlarca dolar verebiliyorlar veya sponsor olabilmek için kesenin ağzını sonuna kadar açıyorlar. Ama ürünlerini üreten işçilere karşı hiç de cömert değiller. Uzun çalışma saatleri karşılığında işçilerin payına düşen düşük ücret ve yoksulluk oluyor. Yıldız futbolcu sahada 90 dakika terleyip milyonlar kazanıyorken, saatlerce çalışıp ay sonunu getiremeyen yoksul işçi onu televizyonda izlerken yorgunluktan uyuyakalıyor. Yoksul emekçi ailelerden gelen yıldız futbolcuların sınıfsal kökenleri ön plana çıkartılıp pazarlanır. Dünyanın bir numaralı futbolcusu Messi’nin babası fabrikada işçi, annesi gündelikçidir. Zidane bir göçmen çocuğudur, Beckham ise İngiltere’nin bir varoş semtinde dünya gelmiştir. Böylece işçilere şu mesaj verilir: “Siz de yapabilirsiniz! Siz de milyonlarla oynayabilirsiniz.” Hem taraftarlarla futbolcular arasında sınıfsal bir bağ kurulur, hem de sınıf atlama hayalleri pekiştirilerek milyarlarca taraftar kapitalizmin gönüllü savunucuları haline getirilir. Yıldız futbolcular ilâh mertebesine çıkartılır. Onlar ilâhlaştıkça, işçiler köleleşir. Kulüplerin diğer önemli gelir kaynağını ise maç hâsı-
marksist tutum
latları oluşturuyor. On binlerce kişilik stadyumları dolduran taraftarlar, tuttukları takımın kasasına milyonlarca lira akıtıyorlar. Örneğin Avrupa’nın en zengin 20 kulübü 2008-2009 sezonunda bilet satışlarını %3,5 artırarak 1 milyar avroluk gelir elde etti. Krize rağmen taraftarların statları doldurmaları futbolun hem ekonomik açıdan hem de ideolojik açıdan burjuvazi için ne kadar etkili bir araç olduğunu gösteriyor. Taraftarlar sadece bilet değil, takımlarının formalarını, kaşkollerini, şapkalarını da satın alarak kulüplerin büyük kazanç elde etmelerini sağlıyorlar. Türkiye’deki üç büyük takım, fiyatı 100 TL’yi bulan formalardan yüz binlerce satabiliyor. Adı dünyanın dört bir yanında bilinen takımların ve star oyuncularının formaları ise çok daha büyük gelir getiriyor. Örneğin, geçen sene Ronaldo’yu 94 milyon avroya transfer eden Real Madrid, 85 avrodan sattığı 1 milyon 200 bin formadan 102 milyon avro kazanmıştı. Baş döndürücü rakamların döndüğü transfer borsası ve şapka, kaşkol, forma vs. ürünlerin gelirleri, futbolun başlı başına bir endüstri haline geldiğinin başka bir kanıtıdır. Kulüpler birer şirket haline geldikleri için borsadaki yerlerini de almış bulunuyorlar.
Şike kaçınılmaz Pasta büyüdükçe pastayı yiyenlerin tamahkârlığı da doğal olarak artıyor. TV gelirleri, reklam gelirleri, maç hâsılatları onların gözünü doyurmak bilmiyor. Futbol endüstrisinin patronları milyarlarca insanın tutkusu ve bağımlılığı haline gelen bir oyundan nasıl daha fazla kâr elde edebileceklerinin derdindeler. Bunun kaçınılmaz sonucu bahis sektörünün alabildiğine büyümesi ve yaygınlaşması oldu. Bahis bütün spor dallarında oynanıyor. At yarışı, horoz dövüşü, tazı yarışı gibi sadece bahis odaklı etkinlikler de düzenleniyor. Hatta Nobel ödüllerinden seçim sonuçlarına kadar akla gelebilecek her türlü konuda bahis düzenlenebiliyor. Fakat hiçbirisi futbolunki kadar çok insana ulaşmıyor ve hiçbirisinin pazar hacmi futbolunki kadar büyük değil. Futbol endüstrisinin yan sanayisi gibi çalışan bahis sektörü bu yüzden burjuvazinin iştahını kabartıyor. Tahmini rakamlara göre bahis sektörünün büyüklüğü 1 trilyon doların üzerinde. Bunun yaklaşık dörtte birini 227 milyar dolarla futbol maçları üzerine oynanan bahisler oluşturuyor. Bunun önemli bir kısmı illegal bahis olduğu için sağlıklı rakamlara ulaşmak mümkün değil. Türkiye’de yasadışı yollarla oynanan bahis miktarının bir milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Devlet bu pazarı kendi kontrolü altına alabilmek için gerekli yasal değişiklikleri 2004’te yaptı ve internet üzerinden yurtdışına giden paranın bir kısmının “İddaa” üzerinden kendi kasasına akmasını sağladı. İddaa, internetin gelişimi ve bayi sayısının her geçen gün artmasıyla çok daha kolay biçimde oynanabilir hale geldi. Her caddede bir İddaa bayii bulmak mümkün. Bayilik için sırada bekleyen binlerce ki-
35
marksist tutum
şi var. İddaa oynayan kişi sayısı arttıkça gelir de arttı. Gelir artıkça da bayi ve oynayan sayısı arttı. Hazine ve futbol kulüplerinin kasaları doldu. Pastanın büyük dilimi devlete ve sanal bayi hakkı elde eden holdinglere gidiyor. Futbol kulüplerine de gelirin yaklaşık %10’u düşüyor. Son beş yılda İddaa’dan 10,2 milyar gelir elde edildi; bunun 670 milyonu futbol kulüplerine verildi. Kulüplerin bahisten kazançları sadece bununla da sınırlı değil. İddaa’nın sanal bayi hakkını alan firmalar bazı futbol kulüpleri ile sponsorluk anlaşması imzalıyorlar. Kulüpler buradan da ekstra kazanç elde ediyorlar. Bahis sektörü ile futbol bu kadar iç içe geçince ve mevzubahis milyarlarca liralık bir pazar olunca şike kaçınılmaz oluyor. Şike yapanların amacı artık takımlarının kazanması değil, gerekiyorsa sahada kaybetmek ama bahiste kazanmak! Spor-toto, sayısal loto, milli piyango, İddaa gibi yasal şans oyunlarına genel bir ilgi artışı söz konusu. Yasal şans oyunlarının 2007 yılında yaklaşık 5,2 milyar lira olan toplam hâsılatı %20 artarak 2008’de 6,2 milyar liraya yükseldi. En büyük ilgi ise İddaa’ya. Kurulduğu 2004 yılından bu yana meraklısı her gün artıyor ve bugünün rakamları İddaa’nın nasıl bir çılgınlık boyutuna ulaştığını gösteriyor. İddaa’da elde edilen toplam hâsılat 10 milyarı geçmiş bulunuyor. Üstelik bunun 3 milyara yakın kısmı ise 2009 yılında elde edilmiş. Başlangıçta yüz binlerle sınırlı olan oynayan sayısı bugün 3,5 milyona ulaşmıştır. İnternetteki sanal bayilerin yanı sıra Türkiye genelinde 5 bin civarında bayi mevcuttur. Bununla da yetinmeyen devlet alışveriş merkezlerine, stadyumlara kuracağı seyyar bayilerle bahis gelirini arttırmayı hedefliyor.
Kurtuluşu şansa bırakma! Kriz döneminde şans oyunlarına artan ilgiyle burjuvazi bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Hem çok ciddi bir ekonomik kazanç sağlanıyor, hem de krizin belini büktüğü emekçilerin çareyi mücadelede değil şans oyunlarında aramalarına yol açarak kapitalist sistem için bir emniyet supabı oluyor. Her hafta milyonlarca kişi vaktini ve parasını şans oyunlarında harcamaktadır. 2008’de İddaa’ya 2,3 milyar, at yarışına 2,1 milyar, Milli Piyango’ya ise 1,8 milyar TL harcanmış. Haftada 10 ilâ 20 milyon arasında İddaa kuponu oynanıyor. Sanal bayilerin üye sayısı 1,5 milyonu geçti ve bu sayı giderek artıyor. Bu milyonlarca insanın vaktini bahis oynamakla geçirmesi anlamına geliyor. Herhangi bir bayide ellerindeki kuponları dolduran onlarca genci görebilirsiniz. Oynayanların önemli bir kısmı yoksul gençler. Cumhurbaşkanlığının yaptığı araştırmaya göre halkın yüzde 9’u şans oyunlarına ayda 150 lira ve üzerinde para harcıyor. Üstelik umudunu şans oyunlarında arayan bu grubun yüzde 35,6’sı açlık sınırında bulunuyor. İddaa’nın Milli Piyango’dan önemli bir farkı var. Piyango bileti alacak kişi biletini alır ve çekilişin sonucunda
36
Mayıs 2010 • sayı: 62
kazanıp kazanmadığına bakar. İddaa oynayan ise dolduracağı kupon için saatlerini harcar. İddaa konusu futbol olunca zaten sınırlı olan boş vakitler gönül rızasıyla boşa harcanmış olur. İnternetten, radyodan veya televizyondan maçlar saatlerce takip edilerek bahis kuponunun tutup tutmayacağı heyecanla beklenir. Maç sonucunu tahmin etmek için önceki maç sonuçları araştırılır, futbol maçları düzenli olarak takip edilir, gazetelerin verdiği İddaa ekleri satır satır okunur. Bir minibüste işçi bülteni okuyan birisini görmeniz düşük olasılıktır, oysa İddaa gazetesi okuyan bir işçiyi her yerde görebilirsiniz. Tekel, TARİŞ ya da Akkardan işçilerinin haklı mücadelesini duymamıştır, ama geçen haftanın maç skorlarını, golleri kimin attığını ve başka her türlü detayı size söyleyebilir. İşte at yarışı, İddaa gibi şans oyunlarının işçi sınıfını felç eden yönü budur! Umutlar bir ata ya da maça bağlanır; dertler, sorunlar unutulur; kısa yoldan köşeyi dönme hesapları yapılır. Kapitalist düzen reklâmlarıyla bunu körükledikçe körükler. Uzun çalışma saatlerine, düşük ücretlere karşı mücadele yerine hangi takımın şampiyon olacağı, İdaaa’da hangi maça oynanması gerektiği konuşulur. Endüstriyel futbol devasa bir pazar olmasının yanı sıra burjuva ideolojisinin hâkimiyetine katkıda bulunan güçlü bir araçtır aynı zamanda. Endüstriyel kapitalist futbol kitlelerin afyonudur. Bahis oyunlarının yaygınlaşması futbolun bu uyuşturucu etkisini daha da artırmıştır. İşçiler, sınırlı boş vakitlerini endüstriyel futbola ayırırken, kapitalizmin iğrenç çarkları dönmeye devam eder. Zihinlerin uyuşturulup esir alınması sayesinde kapitalizm pisliklerini her yere bulaştırır. Hem bahiste, hem sahada kazanan burjuvazi olur. Nazım Usta’nın dediği gibi “kabahat senin demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim”!
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
Çarpık Eğitim Sisteminin Sonuçları K
apitalizm canavarı her gün binlerce insanı yutuyor. Kimilerini savaşlarda, kimilerini “doğal afetlerde”, kimilerini iş kazalarında, kimilerini psikolojik travmalarla intihara sürükleyerek… Bunların her birine tanık oluyor ya da bizzat yaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Muğla’da daha 18 yaşında gencecik bir öğrencinin intihar ettiğini öğrendik televizyonlardan, gazetelerden. “18 yaşında gencecik bir insan nasıl olur da intihar eder, hayatına son verir?” diye düşünüyoruz; daha önünde dolu dolu yaşayabileceği onca yıl varken! Neydi peki bu intiharın sebebi? Tüm ailelerin çocuklarına “güvenli bir gelecek” hazırlama kaygısıyla hareket ettiği gibi Soner Sipahi’nin ailesi de iki çocuklarını sınava hazırlanmaları için dershaneye yazdırıyor. Ancak şoförlük yapan baba, dershane taksitlerini ödeyemeyince bankadan kredi çekiyor. Ama 1000 liralık borç, faiziyle 5000 lira oluyor. Senetlerde imzası bulunan anne borcun ödenememesi üzerine iki ay önce tutuklanıp Muğla cezaevine gönderiliyor. Baba borcu ödeyip eşinin cezaevinden çıkarılması için her yola başvuruyor, evini dahi satmaya çalışıyor. Ama ev satılmak üzereyken alıcı son anda vazgeçmiş. Bu durumu öğrenen Soner evsiz kalacaklarını sanıyor. Annesinin de hapiste oluşu intihara sürüklüyor Soner’i. Arkasında şu notu bırakıyor: “Bu duruma daha fazla dayanamayacağım.” Olayın medyaya yansımasından sonra ise Fethiye İlçe Milli Eğitim Müdürü, dershane yönetimiyle görüşerek, borcun Kaymakamlık ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ödeneceği taahhüdünde bulunmuş. Görüşmeler üzerine anne Emine Sipahi iki ay cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Milli Eğitim Müdürü “Aile, bugüne kadar ne Kaymakamlığa ne de bize yardım talebinde bulunmuş. Daha önce gelselerdi bu duruma engel olabilirdik” diyor. Oysa benzer olaylar ülkenin dört bir tarafında her gün yaşanmıyor mu? Her yaşanan olaydan sonra “Haberimiz yoktu, olsaydı yardım ederdik” deniliyor. Sorumluluğu kendi üzerlerinden atmak için bunu yapıyorlar. Oysa ne medya, ne de devlet, sorunun kaynağında eşitsiz, paralı
kapitalist eğitim sisteminin olduğunu söylüyor. Bir taraftan devasa şekilde büyüyen bir dershane sektörü varken bunun nedeni sorgulanmıyor. Dershane sayısı 1970’li yıllarda 150 civarında iken 1993 yılında 952’ye, 2000 yılında 1864’e ve 2008 yılında 4270’e ulaşmıştır. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de sadece üniversite sınavına hazırlık için dershanelere ödenen para 3,2 milyar doları buluyor. 1994 yılından bu yana dershane sayısı yüzde 285, öğrenci sayısı da yüzde 270 arttı. Üniversiteye giriş sistemi yapboz tahtası gibi sürekli değiştiriliyor. Bu sene ÖSS’nin yerini YGS (Yükseköğretim Geçiş Sınavı) ve LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı) aldı. Bugün okullardaki müfredat ile bu sınavların müfredatı birbirinden farklı. Okullarda klasik sınavlar yapılırken, YGS ve LYS’de teste tâbi tutuluyor öğrenciler. Öğrenciler sürekli daha kısa sürede daha fazla soru çözme, daha fazla net çıkarma derdine düşüyorlar. Bunu öğrenebilecekleri yer olarak da dershanelere yönlendiriliyorlar. Yani dershaneler olmazsa olmaz hale geliyor. Bugün dershanelere başlama yaşı 10’a düşmüş durumda. Öğrencilerin okul dışında kalan tüm vakitleri, hafta sonu tatilleri dershanelerde geçiyor. Oyun yaşındaki çocuklar çocukluklarını yaşayamadan daha o yaşta rekabetin içine sürükleniyorlar. Neden? Çünkü öğrenciler ilköğretim 6. sınıftan itibaren her yıl sınava (SBS) giriyorlar. Daha iyi bir liseye girebilmeleri bu sınavların sonuçlarına bağlı kılınıyor, iyi bir lisenin ise üniversite kapılarını açacağı düşünülüyor. Bu yüzden de öğrencilerin neredeyse yüzde 70’i dershanelere gidilmeden sınavların kazanılacağına inanmıyor. Bu yıl 1 milyon 512 bin 450 öğrenci YGS’ye girdi. Her yıl nerdeyse 2 milyon öğrencinin hazırlandığı bu sınav Türkiye’nin her yerinde aynı saatte, aynı sorularla yapılıyor diye eşit sayılamaz. Daha hazırlık kısmında bir eşitsizlik ve adaletsizlik var. Kimi işçi çocukları parasızlıktan dolayı okulu bırakmak zorunda kalırken, kimi işçi aileleri Soner Sipahi’nin ailesi gibi çocuklarını dişinden tırnağından arttırdıklarıyla zor belâ dershaneye yazdırıyor. Ama diğer tarafta, ne böyle okula gidebilecek miyim kaygısı olan, ne de sınav stresleri yaşayan, kolejlerin, özel üniversitelerin kapılarının sonuna kadar açık olduğu patron çocukları var. Şimdi eğitim sistemi daha baştan eşitsiz değil de nedir? Peki, bu eşitsizlik kader midir? Onlar patron çocuğu olarak doğuyor, bizse işçi çocuğu olarak doğuyoruz. “Kaderimiz böyle yazılmış elden ne gelir?” mi diyeceğiz? Yoksa hakkımız olan bilimsel, parasız, gerçekten eşit bir eğitim sistemi için ellerimizi birleştirip “Bu bizim kaderimiz değildir” mi diyeceğiz? Güvenli bir geleceği, sınav cenderelerinde debelenip dururken elde edemeyiz. Bizleri kalıplara hapseden, düşünmemizi, sorgulamamızı engelleyen ezberci eğitim sistemine son verirsek ancak güvenli bir geleceği kendi ellerimizle kurabiliriz, yeteneğimize göre ve istediğimiz, sevdiğimiz işi yapabiliriz. İşte iki seçenekli bir soru: ya Soner Sipahi gibi kapitalizm cellâdına kurban edeceğiz kendimizi, ya da biz kapitalizmi yok edeceğiz.
G.D.
37
marksist tutum
Mayıs 2010 • sayı: 62
Mobbing: İşyerinde Psikolojik Baskı M
obbing, işyerlerinde psikolojik şiddet, baskı, taciz, rahatsız etme yöntemlerine verilen genel bir isim. Gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasına “mobbing” deniliyor. Son dönemde Türkiye’de de özellikle büyük sermaye çevrelerine hizmet veren akademisyenler “mobbing” sorununa eğilmeye başladılar. Bu sorun büyük holdinglerin insan kaynakları yöneticileri ve ilgili iş çevrelerinde giderek daha fazla gündem haline geliyor. 13 Martta Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nde “Mobbing Türkiye Zirvesi” toplandı. Yapılan bir dizi toplantıda burjuva akademisyenler, holdinglerin üst düzey yöneticilerini ve insan kaynakları müdürlerini “Mobbing” konusunda eğittiler. Kapitalizmin bu en ateşli savunucuları nasıl olur da işyerinde çalışanlara yönelik psikolojik şiddeti dert edinirler? Dünya tersine mi döndü? Yanlış anlaşılmasın; patronlar ve işçi sınıfına tepeden bakan üst düzey yöneticiler, personel müdürleri, burjuva akademisyenler takımı insafa gelmiş veya işçi sınıfının safına geçmiş falan değiller. Patronların ve genel olarak kapitalist düzenin işçilere yönelttiği psikolojik terör onları zerre kadar ilgilendirmiyor. Burjuva sınıfın saflarında mevzilenmiş bu yönetici ve akademisyen beyefendilerin ve hanımefendilerin derdi şu: Dev şirketlerde, holdinglerde, büyük fabrikalarda, okumuşlardan oluşan geniş bir yönetim kadrosu bulunuyor. Bunlar yükselebilmek, şirket içerisinde daha iyi pozisyonlara gelebilmek için çalışma arkadaşları ile kıran kırana rekabete giriyorlar. Buraya kadar burjuvazi açısından sorun yok. Ancak bu yükselme hırsıyla yanıp tutuşan güruh, rakip gördükleri iş arkadaşlarının ayağını kaydırmak, işyerinde yükselmesinin veya kendi konumuna alternatif olmasının önünü kesmek için dalaverelere giriştiklerinde bundan patronlar da zarar görebiliyor. Yöneticiler veya çevresindeki çıkar grubu, “rakiplerini” psikolojik olarak yıldırmak üzere taciz etmek, yalnızlaştırmak, iftira ve haksız eleştirilerle ezmek üzere oyunlar oynamaya başladığı noktada “iş verimi” olumsuz yönde etkileniyor. Şirketin işine yarayacak kişilerin harcanmasına yol açıyor. Bu durum şirketin çalışma düzenini bozuyor, kârlılığı azaltıyor. İşte tam da bu sebeple holding patronları duruma el koyuyorlar. Emirlerindeki psikologlar, sosyologlar, hukukçular ve bilumum burjuva akademisyenler seferber ediliyor; insan kaynaklarının “profesyonelleri” mobbing konusunda eğitilmeye çalışılıyor. 13 Marttaki sempozyumun duyurusunda insan kaynakları (İK) yöneticilerine ve patronlara sesleniliyor ve “mobbing” eğitiminin faydaları açıklanıyor. Bu me-
38
tindeki ifadeler, söz konusu çalışmanın sınıfsal özünü de ele veriyor: “(…) kurumda dile getirilmekten kaçınılan mobbing vakalarının ifade edilmesini sağlayacak güvenli zemini oluşturmak şirket yönetiminin ve özellikle İK yöneticisinin sorumluluğundadır. İfade bulan ve taciz olarak yaşanan durumların nasıl yönetileceği ve eğer mobbing söz konusu ise nasıl çözüm üretileceği de İK’nın alanına girer. Aksi takdirde, kurum çalışanlarının motivasyonu kırılır, kuruma bağlılığı ve güveni sarsılır ve kurum, yeteneklerini kaybetmeye başlar.” “(…) Yöneticiler olarak Mobbing Zirvesi’nde, konu ile ilgili çok boyutlu bilgi sahibi olma imkânı bulacaksınız. Günün sonunda, Zirvenin size kattıklarını değerlendirip, şirketinizin İK uygulamalarına nasıl yansıtacağınızla ilgili bir grup koçluğu oturumu düzenleyeceğiz. Bu atölye çalışmasında, mobbing konusunda edindiğiniz bilgiyi kişisel felsefenizle harmanlayabileceksiniz. Bu sayede, kişisel felsefenizi şirketinizin İK politikalarına yansıtarak, mobbinge karşı nasıl bir kurumsal kültür oluşturabileceğinizi araştırmaya imkân bulacaksınız.” “Mobbing” konusunu ele alan akademisyenler sorunun özünü ortaya koymuyorlar. Sorun bireyler arasında yaşanan bir sorun olarak ele alınıyor ve tümüyle birey odaklı çözümler sunuluyor. “Mobbing” uygulayan yöneticilere dair psikolojik çözümlemeler yapıyorlar. Bunların kötü kişilikli, benmerkezci, çocukluğunda travma yaşamış, insanları ezmekten zevk alan, korkak ve zorba kişiler olduğu söyleniyor. Çözüm diye sıraladıkları öneriler de bir o kadar sorunun özünü kavramaktan uzak. “Mobbing”e maruz kalan bir çalışana şu önerdiklerine bir bakın: “Yeni bir iş arama”, “psikolojik yardım alma”, “özgüvenini geliştirme”, “psikolojik savunma yöntemleri geliştir-
sayı: 62 • Mayıs 2010
me”, “yasal işlem yapma”, “yaralarını sarmaya çalışma”… Kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizlik, işçinin ekonomik zora dayalı ücretli köleliği, düzenin patronlara bahşettiği güç, iktidar ve yasal haklar; bunların hiçbiri burjuva akademisyenlerin tartışma gündemlerinde yok. Zaten olmasını da beklememek gerekiyor. “Mobbing” yüzünden intihara sürüklenen insanlar, işçilerin patron ve müdürlerin baskısına boyun eğmek zorunda kalışları, işten atılma tehditleriyle dayatılan ağır çalışma koşulları, burjuvazinin düzenlediği “mobbing” toplantılarının konusu değil elbette. İşsizlik kırbacının hem işçileri hem de işsizleri nasıl baskı altına aldığı, işten atılma baskısı altında işçinin iliklerine kadar sömürülmesi “mobbing” psikologlarının ele aldığı sorunlar değil. Zorba yöneticilerin var olma sebebi psikologların iddia ettikleri gibi “çocukluk travmaları” vb. değildir. Kapitalizm rekabet temelinde insanları birbirlerine düşürür. Düzenin yükselme hırsı içerisine sürüklediği insanlar ahlâki çöküntü yaşar, insani değerlerini yitirir, soysuzlaşır, alçaklaşır. Kapitalist düzen patronlara ve yöneticilerine insanlara hoyratça davranma yetkisi verir. Onlar da daha fazla kariyer için tüm olanaklarını kullanırlar. Kapitalizm yıkılana dek toplumsal eşitsizlik, rekabet ve yozlaşma üretecek. Ruhunu düzene teslim etmiş pek çok insan kariyer hırsıyla, patronlara daha çok hizmet etmeye, kârı daha da yükseltmeye çalışacak. Bu arada da altındakileri acımasızca ezecek. Kapitalizmin yozlaştırdığı bu insanlar patronlarının lütfedeceği payelerle tatmin olmaya çalışıyorlar. Rekabet ve hırs sarmalında kişiliğini yitiren, kendilerinin ve diğer insanların hayatlarını karartarak yükselen bir insan nasıl mutlu olabiliyor? Yaşamak bu mudur? Rekabet ve yükselme hırsıyla kapitalizmin bataklığında çırpınan, çırpındıkça daha da pisliğe bulanan patron yalakalarının ve yöneticilerin durumu, tüm onurlu emekçilere ibret olsun. Kapitalist çalışma düzeni, işçiler üzerinde psikolojik terör estirilmesine zemin oluşturur. Sermayenin kâr güdüsüne odaklı bir sistemin işçiler üzerinde baskı kurmaması düşünülemez. İşyeri içerisinde sürgün, verilen işin sürekli değiştirilmesi, ağır iş yükü altında ezme, işçiye başarısız ve işe yaramaz olduğunu hissettirme sıklıkla uygulanan baskılar arasındadır. “Mobbing” çok çeşitli yöntemlerle uygulanabilmektedir. İşçinin sözü kesilir ya da söz hakkı tanınmaz, terslenir. Yaptığı işe kulp takılır, üzerinde baskı hissettirilir, kişi endişeye sürüklenir. İşyerindeki diğer çalışanlarla iletişim kurması engellenir, kişi yalnızlaştırılır. Kişi hiçe sayılır, orada değilmiş gibi davranılır, kişi ile ilgili asılsız söylentiler çıkarılır. Bu yöntemlerden birine ya da birkaçına belirli bir süre boyunca sistematik biçimde maruz kalan işçi, kendisine yönelen bu psikolojik şiddet yöntemlerini bilince çıkarmamışsa bunalıma sürüklenir, kendine saygısını ve güvenini yitirir. “Mobbing”, fiziksel şiddet tehdidini ve cinsel tacizi de içerebilmektedir. İşten çıkarılma korkusu, mev-
marksist tutum
cut işsizlik koşullarında işçiyi iyice yıldırır. İşyeri içerisinde ve dışarısında örgütsüz oluşu, dayanışabileceği kimsenin olmayışı işçiyi tümüyle güvencesiz ve kendine güvensiz kılar, işçi ağır bunalımlara sürüklenebilir. Örneğin İsveç’te yapılan araştırmalarda, intiharların %15’inin işyerindeki “mobbing”den kaynaklandığını gösteriyor. ABD’de 9 bin kamu çalışanı üzerinde yapılan araştırmada ise, son iki yılda kadın çalışanların %42’sinin, erkek çalışanların ise %15’inin zorbalığa uğradığı belirtiliyor. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de milyonlarca işçi patronların, müdürlerin ve şeflerin baskı, taciz ve yıldırma içerikli davranışlarına sıklıkla maruz kalıyor. Patronlar işçiyi daha yoğun çalıştırmak, işten çıkarmak istedikleri işçiye tazminat ödememek ya da istifa etmeye zorlamak için, baskı yöntemlerini devreye sokuyorlar. İşçi ise bu sorunla nasıl baş edeceğini bilmiyor ve ya işi bırakıp gidiyor ya da işten çıkarıldığında “kurtuldum” diye düşünerek işini sahiplenme yönünde hareket etmiyor. İş yasaları da “mobbing”e karşı işçiyi korumuyor. Taciz veya hakarete uğrayan işçi tazminatını alarak işten ayrılma yani işsiz kalma “hakkına” sahip. Şimdiye kadar sadece birkaç iş davasında “mobbing” konusu gündem edilmiş. Patron veya patron temsilcilerinin baskı ve yıldırma yöntemleri karşısında işçilerin psikolojik değil politik savunma yöntemlerine ihtiyaçları var. İşçilerin baskı ve aşağılanmalara karşı koymasının yolu bellidir: Örgütlenmek, işyerinde diğer işçilerle dayanışma içerisinde olmak, patronların ve temsilcilerinin oyunlarını alt edecek bilinçle donanıp sınıf mücadelesinde kendi sınıfının saflarında yer almak. Örgütsüz işçinin onuruna ve kişiliğine bireysel çabalarla sahip çıkması mümkün değildir. Kapitalist bataklığın boğucu havası, işçi mücadelesinin temiz rüzgârlarıyla dağılır. Sınıf dayanışmasını yükseltmek, işçi kardeşliğini yeşertmek, çürüyen kapitalizmin topluma zerk ettiği zehrin biricik panzehiridir. İşçi ve emekçilerin onurlu bir yaşam sürdürebilmesi için tek yol, kapitalizmin pompaladığı bireyciliği reddederek örgütlü bir yaşamı seçmektir.
Z.A.
39
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum
700 Lira “Nimet” mi? G
eçtiğimiz aylarda Bursa’da patronun aşırı kâr hırsı yüzünden bir maden ocağında meydana gelen patlama sonucu maden 19 işçi kardeşimize mezar olmuştu. Maden ocağının yetkilileri hakkında dava açılmıştı. Davanın ilk duruşması geçenlerde görüldü. Duruşmaya patronun katlettiği 19 işçinin aileleri ve avukatları katıldı. Madenin patronu ise beş avukatıyla birlikte duruşmaya geldi. Bursa’da 19 maden işçisi yerin yüzlerce metre altında hayatını kaybetmişti. Maden işçileri gibi, bugüne kadar birçok içi kardeşimiz iş cinayetine kurban gitti. Tersanelerde yaşamını yitiren 133 tersane işçisi, Bursa’da ipek dokurken cayır cayır yanarak ölen 8 kadın işçi, servis yerine kumaş gibi kapalı aracın kasasında taşınırken sele kapılarak ölen tekstil işçisi kadınlar ve Davutpaşa’da patlama sonucu ölen işçiler buna örnektir. Fakat işçiler göz göre göre ölüme gönderilmesine rağmen, ailelerinin açtıkları davalarda hiçbir ilerleme yok. Daha bunlara benzer binlerce olay var. Bu saydığım iş kazalarının hiçbirinde ölen bir tek patron bile yoktur. Ölenlerin hepsi işçidir. İşçileri ölüme gönderen patronların büyük bir çoğunluğu şimdiye kadar sorumlusu oldukları bu iş cinayetlerinden mahkûm olmadılar, olanlarsa küçük bir cezayla kurtuldular. Bu göstermelik yargılamalar sonrasında, yaşamını yitiren işçilerin ailelerine üç-beş ku-
ruş tazminat ödemenin dışında hiçbir yaptırımla karşılaşmadı patronlar. Ölen işçilerin listesine her gün yenileri eklendi. Üstüne üstlük patronlar ve onların temsilcileri utanmadan yaşamını yitiren işçileri suçladılar. Bu ikiyüzlülük ve alçaklığın sonuncusu 19 maden işçisinin duruşması sırasında bir kez daha yaşandı. 19 işçinin katili patronun avukatlarından biri, eşlerini, çocuklarını kaybeden ailelerin gözünün içine baka baka şunları söylüyordu: “Ölen işçilere hizmet içi eğitim verilmiştir. Antigrizulu malzeme olduğu halde işçilerin bunları istememeleri ve kullanmamaları, onların kusurlu olduğu, raporda belirtilmiştir. Ülkemizde 3,5 milyon işsizin bulunduğu göz önüne alındığında aylık 700 lira ile iş imkânı sunulması, sigorta primleri ve vergilerinin ödeniyor olması işçiler için bir nimettir.” Patronun çanak yalayıcı avukatı “ölenleri zorla mı soktuk oraya” diyebiliyor utanmadan. Duruşmada, katledilen işçilerin yakınanlarının avukatları yaşananın bir kaza olmadığını bilirkişi raporlarıyla açıkladılar. İşçilerin ihmallerden kaynaklı öldüğü belirtirken, ocakta bu şekilde işçi çalıştıran herkesin bundan sorumlu olduğunu ifade ettiler. Ölen işçi yakınlarının avukatı Mehmet Çetin, bilirkişi raporlarına dayanarak, maden ocağındaki havalandırmanın 40 santimetrelik borularla yapılması gerekirken “12 santimlik bahçe hortumuyla” yapıldığını
açıkladı. 19 işçi ailesinin avukatı Çetin, şunları söyledi: “Ocak, 10 yıldır denetlenmesine rağmen bilirkişi raporuna göre 12 temel eksiklik tespit edildi. Bunlar ölümcül eksikliklerdir. Bu eksiklikler giderilmemesine rağmen ocağın çalışması ve olayın meydana gelmesi bir kaza değil ağır kusur ve ihmaldir. İşçilerin tamamı havasızlıktan ölmüştür. Ocağın girişi var, çıkışı yok. Kurtarma ekibi bulunmuyor. 100 kişi çalışıyor olsaydı hepsi ölecekti. Ocakta bantla gelişigüzel sarılmış kablolar, evde kullanılmayan ampuller var. Bütün bu ihmalleri göz ardı edip buna kaza diyemeyiz. Bütün ihmallere rağmen ocakta işçi çalıştıran davalıların tamamı bu işten sorumludur.” Çetin, olaydan sonra ölen işçilerin aileleriyle görüşen firma yetkililerinin “Ölenleri zorla mı soktuk oraya” dediğini ifade ederek, “Tabii ki zorla sokulmadı ama çalışma şartları böyle olmamalıydı. Ölen işçilerin aileleri hâlâ psikolojik tedavi görüyor” dedi. Avukat ifade etmemiş, ben söyleyeyim, tabii ki zorla soktunuz. İşçinin işgücünden başka satacak neyi var, üstelik de istediği şartlarda ve istediği kişiye satma hakkı ve olanağı da yok. Bu durumda işçilerin, aç kalmamak için en kötü şartlarda ve düşük ücretlere çalışmaktan başka şansı kalıyor mu? Ne madenlerde ne tersanelerde ne de diğer işyerlerinde yaşananların hiçbiri iş kazası değil. Her biri birer cinayettir. Patronlar sınıfının denetimsiz, kuralsız bir şekilde işçileri bile bile ölüme göndermesinin ve sakat bırakmasının tek nedeni var: daha fazla kâr elde etme tutkusu. Yerin yüzlerce metre altında da, yerin üstünde de dünyayı doyuran, ısıtan biz işçileriz. Ellerimizle yarattığımız bu dünyadan patronları söküp atmalıyız. Bunu yapabilmek için işçiler bir sınıfın üyeleri olduklarını bilerek örgütlü mücadeleye katılmalıdırlar. Ya patronlar bizi birer köle gibi çalıştırıp sinek gibi öldürecek ya da örgütlenip mücadele ederek onların sömürü düzenine son vereceğiz. Başka bir çıkar yolumuz yok! Marksist Tutum okuru bir işçi
40
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
Sizi Unutmayacağız! G
eçtiğimiz aylarda televizyonda “Bu Kalp Seni Unutur mu” adlı bir dizi yayınlanmıştı. 12 Eylül faşizmini liberal bir gözle de olsa yansıtan bu dizi, önce TSK tarafından “rahatsız edici” bulunmuş, ardından da “rating” alamadığı gerekçesiyle yayından kaldırılmıştı. Şimdi ise Diyarbakır Cezaevi’nde 1980-82’de müdürlük yapan işkenceci Esat Oktay Yıldıran’ın oğulları, “Bu Kalp Seni Unutur mu?” dizisinden şikâyetçi olunca soruşturma açıldı. Diyarbakır Cezaevi’nde 1980-1982 yıllarında iç güvenlik komutanı olarak görev yapan Esat Oktay Yıldıran’ın İzmir’de yaşayan iki oğlu, işkence sahneleri üzerine, “kişinin hatırasına hakaret” iddiasıyla şikâyette bulundu. Soruşturma kapsamında dizinin senaristi Nilgün Öneş, yapımcısı Bahadır Atay ve Tomris Giritlioğlu ile yönetmen Aydın Bulut’un talimat yoluyla İstanbul Adliyesi’nde ifadeleri alınacak. Yıldıran komutasında mahkûmların hücrelere tıkıştırıldığı, üzerlerine lağım suları döküldüğü, kimi mahkûmlara fare ve insan dışkısı yedirildiği biliniyor. Dizinin dördüncü bölümünde de Esat Oktay Yıldıran’ın adı geçiyor, onun komutasında yapılan işkenceler açıkça anlatılıyordu. Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül faşizminin en vahşi, en
iğrenç imha araçlarından biri idi. Yıllar boyunca on bini aşkın insan bu zindanda dünyada eşi benzeri az görülmüş işkencelerden geçirildi. 53 kişi katledildi. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların travmatik etkileri bugün bile sürmekte. TSK’nın rahatsız olması, gerçekleştirdikleri faşist darbeyi savunması, yaptıklarının yeni nesillerce bilinmemesini istemesi, kısaca düzenlerinin bozulmamasını istemesi oldukça normal karşılanabilir. Ancak babalarının sorumlu olduğu işkence ve uygulamaları utanmazca “kişinin hatırası” olarak savunmaya kalkan çocuklarının yaptığı anlaşılır gibi değil. Böyle kara bir lekeyi ailelerinin üzerinde taşıyan çocuklarının, değil dava açmak, bu isimden kurtulmanın yolunu bulmaları gerekirdi. Bugün birileri hâlâ utanmazca yapılan işkenceleri, darbeleri savunabiliyorsa bunda biz işçilerin darbecilerden ve düzenlerinden henüz hesap soramamış olmasının payı var. İşçi sınıfı örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikildiğinde, değil birilerinin eski düzenlerini savunmaya kalkmaları, “kişisel hatıraları” bile akıllarından uçup gidecek. Marksist Tutum okuru bir basın işçisi
Yedi Askeri Öldüren Kirli Yüzler Açığa Çıkıyor!
Ç
ukurca’da 27 Mayıs 2009 günü arama-tarama faaliyetinde bulunan bir grup asker mayına basmış, olayda yedi asker hayatını kaybetmişti. Genelkurmay Başkanlığı bu olayın ardından mayınların PKK’ye ait olduğunu duyurmuştu. Ama hemen sonrasında bölgedeki ordu komutanlarının internete düşen ses kayıtlarından, aslında patlayan mayınların TSK’ya ait olduğu anlaşılıyordu. Olayı araştıran Van Başsavcılığı da geçtiğimiz günlerde mayınların TSK’ya ait olduğunu belgeledi. Bu gelişme üzerine ölen askerlerin aileleri, suç duyurusunda bulunarak sorumluların cezalandırılmasını talep ettiler. Aileler TSK’ya manevi ve maddi tazminat davaları açarak bu olayların arkasını bırakmayacaklarını gösterdiler. Bunun gibi birçok olayın örtbas edildiği, PKK’nin üzerine yıkıldığı, “eğitim zayiatı” veya “intihar” olarak gösterildiği, bugün birçok vaka tarafından doğrulanmış bulunuyor. Yıllardan beri Kürt illerinde yürütülen haksız savaşta binlerce insan katledildi. Köyler basılarak insanları zorla göçe sürüklediler. Binlerce Kürt emekçisini işken-
celerden geçirdiler. Binlerce insan faili meçhullere karıştı ve hâlâ haber alınamıyor. Bölgede yürütülen savaşa “terörle mücadele” deniyor. Neyin terörü? Ölen Kürtlerin terörü mü, yoksa sermaye düzeninin ve devletinin terörü mü? Vatan savunusu adı altında milyonlarca genci silah altına alıp göz göre göre ölüme sürüklüyorlar. Bizi milliyetçilik zehriyle zehirlemeye ve Kürt kardeşlerimizle karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Ölen de öldürülen de bizim gibi işçi ve emekçiler oluyor. Oysa biz işçilerin Türkü de Kürdü de Ermenisi de kardeştir! Patronlar biz işçileri bölmek için cins, ırk, din, dil ayrımlarnı çok rahat kullanıyor. Yıllardır Kürtlere karşı yürütülen bu haksız savaş ne zaman sona erecek? Kaç gencin daha ölmesi, kaç ananın daha gözü yaşlı kalması gerekiyor? Biz işçiler ne zaman ki bir araya gelip örgütleniriz, işte o zaman yaşanan bu haksız savaşlara da son veririz. Ve o zaman analar ağlamayacak, yüreklerine taş basmayacaklar! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Çağlayan’dan bir inşaat işçisi
41
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum
Çin’deki Çalışma Koşulları: Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek! Y
oğun emek sömürüsünün ve örgütsüzlüğün yaşandığı sektörlerden biri de bilişim sektörü. Patronlarına yüksek kârlar kazandıran ve geleceğin sektörü olarak tanımlanan bilişim alanında milyonlarca işçi ağır koşullarda çalışıyor. Yoğun emek sömürüsünde gemi azıya almış ülkelerden Çin ve bilişim tekelleri bir araya geldiğinde ise ortaya vahşi bir tablo çıkıyor. Çin’in güney eyaleti Guangdong’daki KYE isimli fabrika Microsoft, Hewlett-Packard, Best Buy, Samsung, Foxconn, Acer, Logitech ve Asus gibi bilişim tekelleri için üretim yapıyor. ABD’de bulunan Ulusal Emek Komitesi Örgütünün fabrikaya ilişkin raporunda hak ihlalleri listesi oldukça uzun. Günde 15 saat çalışan çocuk işçiler, askeri kışlalara taş çıkartacak ceza uygulamaları, kirli ve sağlıksız ortamda sağlıklarını kaybeden işçiler... Liste uzayıp gidiyor. Fabrika, “stajyer öğrenci” adı altında 16-17 yaşlarında yüzlerce genci, günde 52 cent karşılığı haftanın 6 veya 7 günü, günde 15 saat çalıştırıyor. İşçilerden bazıları 14 veya 15 yaşında. Ortalama çalışma saatleri sabah 7:45 ve akşam 22:55 arası. Bazı stajyer işçiler üç ay çalışırken, kimileri çok daha fazla çalışıyor. Öğrencilerle birlikte KYE işletmesi “disiplini ve kontrolü kolay olduğu” gerekçesiyle 18-25 yaş arası kadınları çalıştırmayı tercih ediyor. İşçilerin bir saatlik ücreti 0.65 dolar, günlük ücreti ise 4.46 dolar. Askerdeymiş gibi çalıştırılan işçiler, iş hayatlarının her saniyesinde baskı ve kontrole maruz kalıyorlar. Uzun yaz çalışma saatleri boyunca fabrikadaki sıcaklıklar 86 dereceyi bulabiliyor. Fabrikada çalışan genç kadınlar fabrikanın güvenlik görevlilerinin tacizlerine uğruyorlar. İşçilerin çalışma saatleri içerisinde konuşması, müzik dinlemesi yasak. İşçiler 10 dakikalık molalar dışında su içemiyor ya da tuvalete gidemiyor. Dinlenme zamanları çok kısıtlı ve sadece belirtilen saatlerde fabrika dışına çıkabiliyorlar.
42
Bütün bunları yazdım, ama aslında Çin’deki sömürü koşullarından bahsetmeyeceğim. Bu bilgileri gazetelerden okuduk. Sanki ülkemizde emek sömürüsü yok gibi, sürekli Çin’deki sömürü koşullarını haber yapıyor burjuva basın. Sanki şükredin halinize der gibi, ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı istiyorlar. Oysa çocuk işçilik, seri iş cinayetleri, kamyon ya da traktör kasalarına istiflenmiş işçiler, tacizler, dayak, tuvalet yasakları, sigortasız çalıştırma,
sağlıksız çalışma koşulları ve daha nice vahşi uygulama Türkiye’de de yıllardır uygulamadadır. Yani birçok uygulama benzer. Birçoğumuz benzerlerine ya maruz kalıyor ya da şahit oluyor. Anlayacağınız sömürü uluslararası ve ortak. Bu ortaklığı bozacak olan ise tüm sektörlerde ve tüm ülkelerdeki işçilerin hallerine şükretmemeleri, yeni bir ortaklığı inşa etmeleri ve mücadele etmeleridir. Digiturk’ten bir medya işçisi
Kabahat Kimin? “Üreten Susarsa Türkiye Susar” adlı bir reklâm filmi izledim geçtiğimiz haftalarda. Buna burjuvazinin “saflığı mı”, psikolojik bir oyunu mu, yoksa işçi sınıfının bilinicini bulandırma operasyonu mu diyeyim? Aslında hepsi ve fazlası... Reklâm birçok sektörden işçilerin kendi üretim sahalarındayken iş durdurmalarını gösteriyor. Tekstil işçisinin kumaş dikmediği, dokumacının halı dokumadığı, kaynakçının kaynak yapmadığı, iletişimin ve ulaşımın durduğu bir manzara gösteriliyor. Yani hepimiz çalıştığımız sektörlerde üretimi durdurursak ortaya nasıl bir sonuç çıkar o anlatılıyor. Patronlar, çalışılmazsa her şey durur ve çok kötü olur mesajı veriyorlar kendilerince. Peki, kabahat bunları bize burjuvazinin kendi medyasıyla göstermesinde mi sadece? Aslında biraz da bizde! Nasıl mı? Çünkü bugün içinden belimizi büke büke geçtiğimiz kriz sürecinde elektriğe, suya, doğalgaza yapılan sağanak zamlar durdurulsun ya da geri alınsın diye üretimi susturmuyoruz. Milyonlar işten çıkartılıyor, kalanlarımız da uzun saatler boyunca çalışıyoruz ama buna bir DUR demek için üretimi susturmuyoruz. Patronlar bizi keyiflerine göre izne çıkarıyor. Paramızı almadan, ne zaman çalışacağımızı bilmeden bekletiliyoruz kimi zaman. Bilsek bile kimse iş güvencesi veremiyor. Ev kirasını ödeyemediği için on binlerce aile kapının önüne konulduğunda yine susup sıranın bize gelmesini bekliyoruz. SSGSS yasası geçti, hastanelerde, eczanelerde adım başı para veriyoruz. Üniversitelere gidemiyor, gitsek de harç paralarını ödeyemiyor ya da eğitimi bırakmak zorunda kalıyoruz. Evle işin arasındaki yoldan başka bir yere gidemiyoruz çünkü yol parası günlük yevmiyemiz kadar. Bir evimiz olsun diye uğraşıyoruz ama eve başımızı sokmadan kentsel yıkım projesinin altında kalıyoruz. Bunları ve çok daha fazlasını yaşıyoruz biz. Neler yaşadığımızı bilelim diye yazmıyorum zaten. Şu çelişkiyi göstermeye çalışıyorum. Bize krizin faturasını yükleyip yukarıdaki cümleleri yaşatanlar da patronlar, reklâmlarda buna karşı ne yapacağımızın ipucunu verenler de aynı patronlar ve onların medyası. Ne kadar komik ve acı! Ve bu kadar sıkıntıyı yaşarken hâlâ Türkiye’yi susturamıyorsak, Nazım ustanın da dediği gibi, kabahat bizim demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu bizim canım kardeşlerim! Tuzla’dan bir deri işçisi
sayı: 62 • Mayıs 2010
H
marksist tutum
Oyuna Gelme, Uyanık Ol!
er geçen gün insanlara zenginlik vaat eden yeni para tuzakları ortaya çıkıyor. Şimdilerde ise quest.net diye bir internet sitesi zenginlik hayalleriyle özellikle gençlik üzerinde bir çekim merkezi haline gelmiş durumda. Bugünün koşullarında iyi yaşayabilmek için çok paranın olması gerekiyor ama maalesef biz işçi ve emekçi sınıfların çok parayı kazanmak için sadece çalışmaları yetmiyor. Çünkü biz işçilerin aldığı ücretler iyi yaşamak şöyle dursun en temel ihtiyacımız olan besin maddelerini bile yeterli derecede tüketmemize yetmiyor. Hal böyle olunca şans oyunları ve kolay para kazanma yöntemleri bir hayli çekici geliyor. Bu durumu fırsat bilen simsarlar ise işçi ve emekçileri çeşitli yalanlarla kandırarak ceplerindeki son kuruşları da kendi ceplerine akıtıyorlar. quest.net Hong Kong merkezli bir şirket. Özellikle işsizliğin ve yoksulluğun en yoğun yaşandığı ülkelerde faaliyet yürütüyor. Türkiye’deki üye sayısının 600.000 olduğu söyleniyor. Sistemin adı “marketing sistem”. Bu bir tür “saadet zinciri”, yani dolandırıcılığın dikâlâsı. Sisteme girmek çok kolay. Yaklaşık 800 dolardan başlayan ve 3500 dolara kadar yükselen ürün fiyatları var. Çeşitli paketlerden bir tanesini satın almanız halinde hemen üye olabiliyorsunuz. Almanya’da hediyelik eşya ve çeşitli ürünler üreten bir fabrikadan sipariş edilen ürünler şirket aracılığı ile üye olacak adaylara sunuluyor. Aslında bu ürünlerin hiçbir piyasa değeri yok. Bu yöntemle her üyeye güya ödedikleri paranın karşılığında ürün satıp onları verdikleri paranın boşa gitmediğine ikna etmiş oluyorlar. Sisteme girecek adaylar önceden ayarlanıyor ve önceden hazırlanmış toplantı odalarında görüşmeye çağrılıyor. Hemen hemen bütün detaylar düşünülmüş. Masada çiçek, su, not almak için ajanda ve kalem hazırlanmış durumda. Gayet ciddi ve resmi bir kişi giriyor içeriye, tokalaştıktan sonra kendine güvenen ve ikna kabiliyeti yüksek bir ses tonuyla başlıyor anlatmaya. Elinde bir katalogla, sistemin ne kadar güvenilir olduğu ve hesap edilemeyecek kadar para kazandırdığı masalı anlatılıyor. Tanıtım bittikten sonra ne iş yaptığınız ve ne kadar para kazandığınız soruluyor. Bu durumu kullanarak, hiç çalışmadan bu paranın çok daha fazlasını kazanabilme fırsatının olduğu üstüne basa basa tekrarlanıyor. Yani sizi ikna edebilmek için kırk dereden su getiriyorlar.
Toplantıda size anlatılanları kimseye anlatmamanızın sözü alınıyor. Bunun ardından size bir ürün satıyorlar. Ancak sisteme girdiğinizde meselenin hiç de kolay olmadığı ortaya çıkıyor. İki üye yaptıktan sonra size 250 dolar prim veriliyor, daha sonra kademeli olarak bu miktar yükseliyor. Ama daha şimdiye kadar ben kazanan birini görmedim. Tam tersine bu sisteme girip de umduklarını bulamayan insanlarla karşılaştım hep. Herkes kazanmak için en yakınından başlayarak arkadaşını, eşini, dostunu kazıklamaya çalışıyor. Boş vaatlerle kandırılmış birçok insan şu an birbirleriyle konuşmuyor. Öyle ki evlilikleri bitme aşamasına gelmiş mağdur aileler bile var. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’da faaliyet yürüten yapılanma, özellikle kenar mahallelerde gençleri hedefliyor. İstanbul’da Esenyurt, Sefaköy, Yenibosna, Şirinevler, Bağcılar ve Esenler başta olmak üzere birçok semtte işyeri ve evleri ofis olarak kullanıyorlar. Kolay para kazanmayı vaat eden bu sistem öylesine yaygınlaşmış durumda ki, hemen hemen her tanıdığınız 10 kişiden biri size bu hikâyeleri anlatmaya kalkıyor. Biz işçiler bu boş vaatlere kanmamalı ve arkadaşlarımızı da uyarmalıyız. Hiç kimse bize bol bol para kazandırmak için uğraşmaz. Olsa olsa bizi enayi yerine koyarak kendi ceplerini doldururlar. İşyerlerinde sabahtan akşama kadar çalışmamıza karşılık aldığımız ücretler ortada. Canımızı dişimize takıp çalıştığımız ve patronlarımızın kasalarını tıka basa doldurduğumuz halde adam yerine konulmuyoruz. Nerde kalmış ki birileri bize havadan milyon dolarlar verecek. Biz işçiler ve emekçiler şunu çok iyi bilmeliyiz ki, bizim geleceğimiz ne şans oyunlarına bağlı olabilir ne de kolay yoldan arkadaşını satarak para kazanma tuzaklarına. İşçi kardeş, bizim kurtuluşumuz kendi ellerimizdedir. Ellerimizdeki güç ise üretimden gelir. Biz ne zaman çalıştığımız işyerlerinde yapılan haksızlıklara karşı örgütlü bir şekilde karşı gelmeye başlarız, işte o zaman bir şeyler değişmeye başlar. Yok biz tüm haksızlıklar karşısında boyun eğersek, şu durumdan daha kötü koşullar altında çalışarak yaşamımızı daha da cehenneme çeviririz. Gerçekler maalesef bu kadar acıdır. Oyuna gelme uyanık ol! Esenyurt’tan bir işçi
43
Mayıs 2010 • sayı: 62
marksist tutum
Erkek Kılığına Girmiş Kadın İşçi? N
asıl yani diyeceksiniz ama çalıştığım fabrikadaki bir kadın işçi, tam 2,5 yıl boyunca, 15:30-23:30 vardiyasının çıkışında, erkek paltosu, şapkası ve cebinde bıçakla otobanın kenarından 35 dakika yürüyerek evine gitmeye çalışmış. Korunmaya ve o gece yarısında kadın olduğunu belli etmemeye uğraşmış. Kimi zaman alay konusu olup “oo yine erkek gibi olmuşsun” sözlerinin yanı sıra, onu asıl düşündüren “evime sağ salim gidebilir” miyim sorusu olmuş. Düşünün, bir kadın olarak gece yarısı otoban kenarındasınız, hava zifiri karanlık ve sesinizi duyacak kimse yok. Öylesine zorluklar yaşıyoruz ki, fabrikada sömürülmek yetmezmiş gibi bir de gecenin bir yarısında bizi evlerimize götürmesi gereken servis, tasarruf önlemi denerek, bizleri 35 dakika yürüme mesafesinde karanlığa terk ediyor. Bıraktığı yer şehir içinde bir yer olsa neyse, otoban kenarında bırakıyor. Bu arkadaşımız otoban kenarındaki çitlerden atlayarak kimsenin kendisini göremeyeceği çimenlerin olduğu bölgeden yürüyormuş. Hatta bazı geceler çimenler kurumasın diye fıskiyeler ile sulanırken oradan geçmek zorunda kalan bizim işçi arkadaşımız da bu sudan nasibini alıyor ve eve ıslanmış halde gidiyormuş. Bu böyle devam ediyorken, 2,5 yılın sonunda, sadece gece vardiya çıkışlarında servis evine daha yakın bir mesafede bırakmaya başlamış. Bu bir yıllık süreçte “erkek kılık kıyafetinden” kurtulmuş kadın arkadaşımız. Ta ki geçen hafta yönetim bizi toplantıya çağırana kadar. Toplantıda kriz gerekçesiyle servislerden tasarruf etmeleri gerektiğinden bahsettiler. Dertleri ise servisleri birleştirmek, servis araç sayısını azaltmak idi. Servisleri birleştirirken de doğal olarak güzergâh da değişiyordu. Artık bizler 20 dakika geç gidecektik evimize. Diğer sorun da artık geceleri 35 dakika yürüyen arkadaşımız evine bırakılmayacaktı. Kadın arkadaşımız ağlamaya başladı. “Ben o yolu nasıl yürüyeceğim, en azından beni geceleri bırakın” dedi. Patronun temsilcisi, “Sana o dönem bir iyilik yaptık, oraya servis güzergâhı yok, iyiliğimizi suiistimal ediyorsun” dedi pişkin, pişkin. Tabii bu duruma sessiz kalmadık. Erkek arkadaşlarımızdan biri, “ben erkek olduğum halde o yolu yürüyemem, biz kadın arkadaşımızı gecenin o saatinde nasıl olur da otobanın kenarına bırakabiliriz” dedi. Kadın arkadaşlar da destek çıkarak “bizler en fazla 10 dakika yürüyoruz. Ama yine de tedirgin oluyoruz. 35 dakika gece yarısı yürümek ne demek biliyor musunuz? Sizin eşiniz gecenin bir vakti yürüse o kadar yolu ne yapardınız?” dediler. Bir arkadaşımız da, “tasarruf hep bizden yapılmak isteniyor, tuvaletteki kâğıttan, yemekten ve servislerden” diyerek öfkesini dile getirdi. Bizlerin bu şekilde karşı duruşunu gören patronun temsilcisi ise geri adım atarak “madem arkadaşınızı evine bırakmamızı istiyorsunuz bırakırız” dedi. Bir de toplantı esnasında hiç sesini çıkarmadan olayları izleyen biri vardı, “sendika temsilcimiz”.
44
Toplantı çıkışı hepimizin söyleyeceği çok şey oldu temsilcimize. Bizler binlerce işçinin çalıştığı bir fabrikada işçiyiz. Fabrikamızda bulunan panolara baktığımızda her gün binlerce kişinin hayatını kurtardığımıza dair yazılar övünülerek gösterilip yaptığımız işin önemi anlatılıyor. Şimdi siz söyleyin dostlar. Evet, bizim ellerimiz hayat kurtarıyor, bu bir gerçek. Ya patronlar, onların derdi hayat kurtarmak mı? Hayır değil. Onların derdi bizlerin sırtından sermayelerini büyütmek. Bir kadın işçinin gece yarısında o yollarda nelerle karşılaşabileceğini zerre kadar önemsemiyorlar. Şunu anlamak zorundayız, biz işçiler her yapılana boyun eğersek, ses çıkartmazsak, var olan çalışma koşulları daha da kötüye gidecek. Bizler ancak mücadele ederek kazanabiliriz. Sizce de öyle değil mi? İşçiler Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey! Gebze’den bir kadın metal işçisi
Bu Ne Ola ki? Geçenlerde çok büyük bir markette kasada sıranın bana gelmesini bekliyordum. Market, artık her yerde görmeye alışık olduğumuz nitelikte bir market. İki katlı, üst katında mutfak eşyası, elektronik eşya, kıyafet vs., alt katında da yiyecek maddeleri ve temizlik ürünleri var. Neredeyse her ihtiyacın bulunabileceği, bu ihtiyaçları karşılamak için alışverişe başlanıldığında alışverişin en az bir saatte biteceği büyüklükte bir market. Önümdeki kadın alışveriş arabasına çok çeşitli ürünleri koymuş ve araba neredeyse tepeleme dolu. Ürünleri kasadan geçiren kadın işçi, eline aldığı bazı ürünleri inceleyerek işlem yapıyordu. Bu incelemenin amacı elinin altından geçen ürünün ne işe yaradığını anlamaktı. Haftanın altı günü, günün on iki saati o kasada oturuyor, elinin altından binlerce ürün geçiyor ve o sattığı ürüne yabancı kalıyor. Çünkü onun ne o büyük marketi gezecek zamanı ne de yabancı kaldığı ürünleri alabilecek parası var. Günlük 12 saatlik çalışma bittikten sonra düşüneceği tek şey evine gidip dinlenmek olacaktır. Çünkü ne o marketi gezecek gücü ne de zamanı kalmıştır. Hepimiz böyle değil miyiz peki? Çalıştığımız fabrikalarda, işyerlerinde kendi ellerimizle ürettiğimize yabancı değil miyiz? Onlardan temel ihtiyaçlarımız olanlarını dahi aylarca para biriktirerek ya da krediyle alabiliyoruz. Peki böyle mi olmalı? Hayır dostlar! İhtiyaçlarımıza kolayca ulaşmamıza yetecek ücret ve zaman hakkımız olmalıdır. Her yanı yemiş dolu dünyada o yemişlerden faydalanmak bizlerin de hakkıdır. Ankara’dan bir işçi
sayı: 62 • Mayıs 2010
marksist tutum
İstanbul Trafiğinin Suçlusu Kim? B
en bir kamu emekçisiyim. Haftanın beş günü çalışan şanslı emekçilerden biriyim. Üstelik haftanın beş günü çalıştığım gibi günlük çalışma saatim 8 saat. Yani, birçok işçinin özlem duyduğu çalışma koşullarına sahibim. Lakin iş bununla bitmiyor. Geçenlerde hafta boyunca ne yaptığımın bir muhasebesini yapmak istedim. Karşılaştığım tablo içler acısı bir durumu ortaya çıkardı ve düşünmeye başladım suçlu kim diye? Sizlerle de bunu paylaşmak istiyorum. Çalışma günlerinde saat 8’de işe gidebilmem için 6’ya 10 kala kalkıyorum. Akşamsa eve saat 6’da geliyorum. Yani iş için ayırdığım zaman, gün içinde 12 saatten fazla. Üstelik bu durumun bana özel olmadığını biliyorum. Benim gibi sizlerin de işe ulaşma ve işten eve gelme sürelerini hesapladığınızda bu kadar saati iş için ayırdığınızı göreceğinizi biliyorum. Sorun nerede peki? İstanbul trafiğinde! “İşyerine yakın bir yere taşın!” sözlerinizi duyar gibi oluyorum. Fakat bu ne kadar mümkün! İşyerlerine yakın bir yerde oturmak çoğu zaman bütçeden kiraya ayırdığımız payın artması anlamına geliyor. Dolayısıyla işçi mahallelerinde oturmak bir ekonomik zorunluluk. O zaman şu İstanbul trafiğinde suç kimin? İşe giderken yollarda birçok arabanın tek kişi olduğunu görüyorum. Suçlu onlar diyorum. Fakat düşününce suçlu onlar değil! Arabaya binmese, toplu taşıtları kullansalar zaten istif halinde bindiğimiz toplu taşıtlarda adım atacak yer yokken nefes alacak yer kalmayacak! Tek çözüm var, toplu taşıt sayısını arttırmak! Dahası toplu taşıtları çeşitlendirmek lazım! Otobüs ve vapur sayısını artırmak, metrolar yapmak lazım! Özel arabalarıyla gidenleri buna özendirmek ve toplu taşımacılığı ücretsiz yapmak lazım! Öylesine düşünüyorum, bu şehir çok kalabalıklaştı, bu yüzden trafik yoğun oluyor, diye. Şu iş bulmaya gelenlerin bir kısmını tekrar kendi memleketlerine göndermenin bir yolu yok mu? Bir yolu olsa trafik yoğunluğu azalacak. “İyi de bunlar memleketlerinde iş bulamadıkları için gelmemişler miydi?” diyorum. Yani geri dönerlerse yine işsiz kalacaklar. Yok, bu da çözüm değil. Onlara memleketlerinde iş bulacakları işyerleri açmak lazım! Öylesine düşünmeye devam ediyorum, yeni yollar açılsa bu sorun çözülecek diyorum. Fakat geçmişi düşününce, bir sürü yeni yol açılmıştı, ne oldu, kısa
zamanda trafik sorunu o yolları da boğdu. Bu da geçici bir çözüm. Yarını da düşünmek lazım! Daha çok yol, daha çok araba, otomotiv tekellerinin daha fazla kârından başka bir şey değil! Düşündükçe lazımların sayısı o kadar çok artıyor ki, insanın başı dönüyor. O zaman suçlu kim? Bu lazımları yapmayanlar diyorum. Ben asla suçlu değilim ki, diyorum. Fakat eksik bir şeyler var. Bu lazımları yapmayanları seçen ve tercih eden kim? Ben değil miyim? Onları denetlemeyen ve bu denetim mekanizmalarını oluşturmayan ben değil miyim? Hadi ben namusumu kurtarıp bu sahtekârlara oy vermiyorum da, oy verenler de benim gibi emekçiler değil mi? Lazımları yapamayanlara “çekil oradan ben ve benim gibi düşünenler bu lazımları yapacaktır” demeyen ya da henüz diyemeyen benim gibi emekçiler değil mi? O zaman John Donne’un şu ünlü şiiri geliyor aklıma; sizlerle de paylaşmak istiyorum. Hiçbir insan bir ada, kendi başına bir bütün değildir; her insan kıtanın bir parçası, bütünün bir bölümüdür; bir toprak parçasını deniz alıp götürse dünya küçülür, bir yarımada yok olmuşçasına, arkadaşlarının ya da senin toprağın, evin kaybolmuşçasına; herhangi bir insanın da ölümü beni eksiltir, çünkü ben insanlığın bir parçasıyım; işte bu yüzden asla sorma çanların kimin için çaldığını, çanlar senin için çalıyor.
İstanbul trafiğinin suçlusu kim demeyelim. Suçlusu biziz emekçi kardeşlerim. Bir an önce birlik olalım ve kendimize, birbirimize güvenelim de şu lazım olanların nasıl yapılacağını bir gösterelim! Marksist Tutum okuru bir işçi
45
Okurlarımızdan Bir Taş Atmanın Cezası 12,5 Yıl Hapis! Bu topraklarda Kürt halkına yaşatılan zulüm ve işkenceyi hepimiz biliyoruz sanırım. Bir asırı aşkın bir süredir yaşadıkları acılar, inkâr ve imha politikalarının onların yüreklerinde açtığı yaralar, ülkenin her bölgesinde yapılan ırkçılığa varan ayrımcılık vs. Daha birçok şey eklenebilir aslında bunlara. Bunlar günümüzde de yaşanmaya devam eden gerçeklerdir. Yani düzenin bekçileri Kürt halkına halen azgınca saldırmaya devam ediyor her alanda. Yanılmıyorsam 12 Nisan tarihli Taraf gazetesinde bir haber okudum. Kürt illerinin birinde, bir kişi, polise sapanla taş attığı için 5 yıla, üyesi olmadığı örgütün “propagandasını yapmak”tan 7,5 yıla, yani toplamda 12,5 yıla mahkûm edilmiş. Üstelik bu kararı bu kişinin katıldığı miting görüntülerine dayanarak vermişler. Aklıma hemen faşist BBP’nin lideri olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün birinci yıldönümünde polisle BBP’lilerin kavgası geldi. BBP’li faşistler bırakın taş atmayı polise yumruklar atıp tekme sallıyorlardı. Fakat 10 yıllara varan hapis cezasını bir tarafa bıraktık, dava bile açılmadı. Ne de olsa devlet baba kendi eliyle beslediği evlatlarını cezalandırmaz. Bizzat devlet eliyle beslenen bu ve benzeri faşist güruhlar, bırakın bu olay yüzünden, daha önceki yıllarda yaptıkları ve açığa çıkan birçok katliamlardan bile yargılanmadılar, hep kollandılar. İş Kürtlere geldiğinde ise o
Çocuklarımızın Denizlerin Gerçek Sahibi Olmaları İçin! İstanbul’da işçi mahallelerinde yaşayan işçi çocuklarının büyük bir bölümü dört bir tarafı değilse de epey bir tarafı denizle çevrilmiş bir kentte yaşamalarına rağmen deniz nedir bilmiyorlar. Asgari ücret bu seviyede oldukça, çalışma saatleri bu kadar uzun oldukça, aileleri onlara ne denizi gösterebilecekler ne de deniz tatili yaptırabilecekler. Hele bir de işçiler resmi tatillerde bile zorunlu mesai yapmaya devam ettikçe, denizi görebilen işçi çocukları mutlu küçük bir azınlık olarak kalacaklardır. Sizler denizi ne zaman gördünüz bilmiyorum ama ben deniz kenarında olmayan küçük bir kentte büyüdüm ve denizi de lise yıllarında gördüm. İlkokuldan itibaren, kitaplarda kumsalda top oynayan çocuk resimleri, denizde tatil yapan çocuk hikâyeleri, yüzmeyle ilgili fıkralar biz emekçi çocuklarının hayatına bir şekilde girerler. Benim gibi ailesi işgücünü satmaktan başka bir geçim kaynağı olmayanlar için bu tatil, yüzme, denizde top oynama nasıl bir merak konusudur anlatamam. Bütün bunlar nereden mi aklıma geldi? 23 Nisan sabahı, TRT-1 ekranlarında, çocuk bayramı nedeniyle, İstanbul’da yaşayan ve denizi görmemiş olan işçi-emekçi çocuklarına düzenlenen deniz turuyla ilgili görüntüler vardı. Dolayısıyla benim de ilgimi çekti bu görüntüler ve izlemeye devam ettim. Bu görüntülerde benim asıl merakımı çeken
46
pek kıymetli yasalarımız hiç sekmeden işliyor ve “adalet” yerini derhal buluyor! Tabii ki sınıf bilinçli bir insanın bunu bilip de öfke duymaması mümkün değil. Ben de gazeteyi okuduğumda küfür etmeden duramadım. Ve hislerimi yazıp işçi arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Dünkü haberi internetten araştırırken ise buna benzer birden çok haberle karşılaştım. Yaşları daha çok küçük olan birçok Kürt, yaşlarından neredeyse iki kat fazla cezalar almışlar ve cezaevlerine tıkılmışlar. Onlarca çocuk ve genç taş attıkları gerekçesiyle 5, 10 ve 20 yıl arasında cezalara mahkûm edilmişler. Pislikleri ayyuka çıkmış olan bu düzen, adeta kudurmuş bir köpek gibi önüne gelen her Kürt gencine ya da devrimciye saldırıyor. Kürt halkına yönelik baskıya, şiddete ve insanlık dışı uygulamalara karşı işçi sınıfının ezilen Kürt halkının yanında olması gerekiyor. Bugün Kürt halkına ve devrimcilere yapılan saldırılar ancak örgütlü bir mücadele ile püskürtülebilir. O yüzden her alanda halkların kardeşliğini ve işçilerin birliğini haykırmalıyız. Bu duvarı tuğla tuğla örmek bizlere düşen en önemli görevlerden biridir. Her işçi arkadaşımı bu mücadele duvarını örmek için çaba harcamaya davet ediyorum. Gün mücadele günüdür. Kürtlere Özgürlük! Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! Gebze’den bir kadın işçi
konu ise deniz turunda yetkili olan bir kişiye mikrofon uzatıldığında söyledikleriydi. “Bu çocuklar ileride, işadamı olacak, cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili olacaklar. Onlar bizim geleceğimiz” diyordu bu kişi. Ben de yetenekli işçi çocuklarından biriydim. Beni de ailem, akrabalarım, komşularım severken “reis-i cumhur olacak, paşa olacak” diye severlerdi. Kimse beni ileride “mücadeleci bir işçi, hakkını yedirtmeyen bir emekçi ya da örgütçü bir işçi” olacak diye sevmedi. Eminim birçoğumuz da çocuklarımızı bu şekilde sevmiyoruz. Oysa çocuklarımızın denizi görebilmeleri için, deniz tatili yapabilmeleri için öncelikle bizlerin mücadeleci birer işçi olması şart. Aksi takdirde asgari ücretin sefalet ücreti olmasına, uzun çalışma saatlerine katlanmaya devam edeceğiz. Bu durumda çocuklarımıza da denizi, deniz tatilini televizyon ekranlarından izlemekten başka bir seçenek kalmayacak. Elbette bizim çocuklarımız da cumhurbaşkanı, milletvekili, başbakan olacaklar. Ama bunlar ancak işçiler iktidara geldiğinde mümkün olacaktır. Nasıl şu an üreten bizler isek, mücadele etmeye başladıkça yönetenin de bizler olmasının yolları açılacaktır. Bu yüzden çocuklarımıza nasihat verirken “baban ya da annen gibi mücadeleci işçi ol!” demenin zamanı gelmiştir. Bizler mücadeleci işçiler oldukça ve çocuklarımızı da bu mücadeleye kattıkça sadece onların denizi görmesini değil denizlerin gerçek sahibi olmasını da sağlayacağız! İstanbul’dan bir kamu emekçisi
Okurlarımızdan Biz İşçilerin Yüreğine Cemre Ne Zaman Düşecek? Kapitalist sistem çürüdükçe yaşamın her alanında pis kokular yaymaya devam ediyor. Patronların kâr hırsı nedeniyle tüm insanlık ve doğa geri dönüşümsüz felâketlerle karşı karşıya. Üretim sistemine bağlı olarak dünyada küresel ısınmayla birlikte tüm dengeler bozulmaya devam ediyor. Buzulların erimesi, yaz ortasında sel felâketlerinin yaşanması, kar yağmayan bölgelere kar yağmaya başlaması vs. Artık mevsimler de normal seyrinde ilerlemiyor. Kış ortasında çiçek açan meyve ağaçları baharın geldiğini sanıyor. Geçtiğimiz günlerde işyerinde arkadaşlarla sohbet ederken, cemre düştü mü, diye soranlar olmuştu. Genç işçi arkadaşlar cemrenin ne olduğunu bilmiyorlardı. Yaşça büyük olan bir işçi arkadaş anlattı: “Cemre düşmesi baharın gelmesiyle ilgilidir. Havaya, suya ve toprağa olmak üzere üç kere cemre düşer. Cemrenin düşmesi havanın ısınması, ağaçlara suyun yürümesi ve toprağın bereketli ürünler vermek için gevşemesidir. Aslında baharın gelmesidir…” Soğuk kış günlerini geride bırakıp biraz ısınmak isteyen işçilerin baharın gelmesini nasıl beklediklerini anlatmalarıyla sürdü sohbet. Bir arkadaş küresel ısınmayla birlikte artık dört mevsimin yaşanmayacağını, mevsimlerin düzensizleştiğini, cemrenin düşmesinin bile artık sadece anılarda kalacağından bahsetti. Buzulların erimesiyle dünyanın sular altında kalacağından, yaşam alanlarının daralmasından ve küresel ısınmanın önüne geçilemezse insanlığın, doğanın yok olacağından bahsetti. Küresel ısınmayla birlikte havaların ne zaman soğuyacağını, ne zaman ısınacağını eski takvim hesabına göre yapmak giderek zorlaşacaktı.
Peki küresel ısınma patronları ne kadar ilgilendiriyor? Patronları ilgilendiren, ne dünyanın küresel ısınma sonucunda yok oluşa sürüklenmesi ne de insanlığın ve de doğanın geri dönüşümü olmayan sorunlarla boğuşmasıdır. Onların tek düşüncesi, bütün her şeye rağmen sermayelerini büyütmektir. Yaşanan ekonomik kriz sürecini ve öncesini düşündüm. Yaşadığımız koşulları, patronların bizlere dayattıkları çalışma biçimlerini, yaşanan grev ve direnişleri, diğer fabrikalardaki işçilerin durumunu ve doğayı düşündüm. Hele son krizle birlikte işçilerin nasıl kendi içlerine kapandıklarını, sorunlarını hiç açık biçimde konuşmadıklarını gördüm. Nazım Ustanın dediği gibi, “midye gibi kapalı” olduklarını düşündüm. Krizle birlikte işsizlik korkusu, açlık korkusu biz işçileri midye gibi kapalı hale getirmiş durumda. Tüm bu yaşanılan insanlık dışı koşulları değiştirmek için biz işçilerin yüreğine cemre ne zaman düşecek? İnsan sadece kendini düşündüğünde midye gibi kapalı hale gelir. Fakat yaşadığımız koşulların düzelmesi için tek tek işçiler olarak bir şey yapamayız patronlar karşısında. Onlar bir sınıf olarak hareket ediyorlar, tek tek patron olarak değil. Örgütlü olan patronlar sınıfının karşısına biz işçiler de örgütlü bir sınıf olarak çıkmalıyız. Örgütlü gücün karşısına örgütlü çıktığımızda bir şeylerin değişmesini sağlayabiliriz. Yaşanan krizin, açlığın, yoksulluğun, işsizliğin, doğanın tahribatının, küresel ısınmanın vb. sorumlusu patronlar sınıfı ve onların düzenidir. Patronların düzeni olan kapitalist sömürü sistemi dünyayı ve insanlığı yok etmeden biz işçi sınıfı olarak onu yok edelim. Gelecek güzel günler için patronlar sınıfına karşı örgütlü mücadeleye! İkitelli’den bir metal işçisi
“Benim Babam Helâl Olsun Ustası”
Krizle birlikte işten atılan işçi kardeşlerimizin sayısı gün geçtikçe artıyor. Kimi işyerlerinde buna karşı direniş sergileniyor, kimi yerlerde grev. Kimi yerlerde de ne yapılacağı bilinmediği için işyeri umutsuzca ve sessizce terk ediliyor. Biz işli veya işsiz işçiler, patronlara karşı, direnen kardeşlerimizle, greve çıkmış kardeşlerimizle veya umutsuzluk içinde işyerlerini terk eden kardeşlerimizle bir araya gelip örgütlenmiyoruz. Hâlâ “bana ne, benim işim var” diye mi düşünüyoruz? Oysa yarın işimizin olacağının garantisi yok. İşimiz olsa da aldığımız para ortada zaten. Biz altta kalanlar olarak birbirimize güvenmeye, birliğe ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Aksi takdirde olanları zaten görüyoruz çevremizde.
Bir süredir televizyonlarda yayınlanan bir boya reklamı dikkatimi çekiyor. Eminim sizlerin de dikkatini çekmiştir. Reklam filmi, sınıfta öğretmenin öğrencisine babasının mesleğini sormasıyla başlıyor ve öğrenci ayağa kalkarak benim babam “helâl olsun ustası” diyor. Film, boya yapan usta işçinin, işini bitirdikten sonra herkesin sırtına dokunarak “helâl olsun usta” demesiyle bitiyor. Reklam daha sonra, 50 yıldır piyasada olan bir boya firmasının nasıl “1 numara” olduğunu anlatıyor. Nasıl mı “1 numara” oluyor? Boya fabrikalarında çalışan işçi kardeşlerimizin 12 saat boyunca ve sağlıksız çalışma koşullarında sözleşmeli çalışmasıyla. Boya kokusundan zehirlenmeleri ve yakalanılan meslek hastalıkları pahasına. Yoğun bir şekilde işçilerin sömürüsü pahasına… Dünyada her şeyi karın tokluğuna işçiler üretiyorken, hayata rengi işçiler veriyorken, neden yakın zamanda kriz gerekçesiyle boya fabrikalarında işten atılan işçilerden ve aç kalan çocuklarından bahsetmiyorlar? Gösterilen reklâm filminde güya hakkını alan usta imajıyla gözlerimizi boyamaya çalışıyorlar. Biz işçiler olarak hakkımızı helâl etmiyoruz. Bize yapılan haksızlıklara karşı örgütlenmeli ve mücadelemizi büyütmeliyiz.
Bir inşaat işçisi
Gebze’den bir marangoz işçisi
47
Okurlarımızdan Kapitalist “İletişim” İnsanları Yalnızlaştırır! Nisan ayında cep telefonlarında kontör uygulaması son buldu. Artık kuruş ve TL olarak ne kadar iletişim kurduğumuzu bileceğiz. Kontör uygulaması yüzünden bir görüşmenin kaç liraya mal olduğu doğrudan bilinemiyordu. Sağ olsun kapitalistler, görüşmelerin bedelinin TL olarak doğrudan bilinmesini sağladılar! İnsanlar arasında birebir iletişimde yaygın olarak kullanılan cep telefonu artık gündelik hayatın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. İletişim tekelleri bir yandan çalıştırdıkları işçileri sömürürken diğer yandan da uyguladıkları fahiş tarife fiyatlarıyla emekçi kitleleri sömürüyorlar. Üstelik bunu da öyle ikiyüzlü bir biçimde yapmaktadırlar ki, farkına varmak imkânsızlaşmaktadır. “Sevdikleriniz size birkaç tuş kadar yakın” gibi reklâmlar birer örnektir. Hangi insan sevdiklerine yakın olmak istemez? Aslında soru şöyle sorulduğunda ikiyüzlülük daha net kavranabilir: Sevdiklerime mi yakın oluyorum, yoksa tekellerin sofrasına meze mi oluyorum? Cep telefonu, internet gibi kapitalizmin son icatları insanlık için bir dev adımdır kuşkusuz. Ama kapitalizm, bu dev adımı, sermaye sınıfı için bizzat insanlığın çiğ çiğ yenildiği bir ziyafet sofrasına çevirmiştir. İnsanlar yüz yüze iletişim kurarken kelimeleri, cümleleri kullanırlar. Ama bu cümleler iletişimin aslında bir kısmını oluşturmaktadır. İletişim sırasında mimiklerini, coşkularını, kızgınlıklarını, sevinçlerini karşı tarafa aktarır ya da karşı taraftan alırlar. Birbirlerinin gözlerinin içine bakarlar. Birbirlerinin gözlerinden karşı tarafın da insan olduğunu bir kere daha anlarlar. Kısaca insan olduklarını karşı tarafa bildirirler, karşı taraftan insanlık beyanını talep ederler. Gözle iletişim birçok şarkıya, deyişe de konu olmuştur. Dil yalan söyler, ama gözler asla gibi. Ne var ki insan olmanın en gü-
Sermayenin Saldırılarına Karşı Örgütlenelim! Ekonomik krizin ortaya çıktığı günden bu yana Türkiye’de 1,5 milyondan fazla işçi işsiz kaldı. Sermaye sınıfı işçilerin kazanılmış haklarına azgınca saldırırken işçilerin özörgütleri olan sendikaların bu saldırılara karşı hiçbir şey yapmaması, patronlar sınıfını daha da cesaretlendirdi. Bugün sendikalı işyerlerinde işçileri sendikalarından vazgeçirmek için türlü oyunlar tezgâhlayan sermaye sınıfı, karşısında gerçekten örgütlü bir direniş görmediği sürece bu saldırılarına her geçen gün bir yenisini ekleyerek devam edecek. Biz işçiler yaşadığımız sorunlar karşısında kendimizi çaresiz hissediyoruz. Patronlar nasıl yönetilmemizi istiyorlarsa öyle yönetiliyoruz. Ama şu gerçeği asla unutmamamız gerekiyor, patronları zengin eden ve bizi daha fazla sömürmesine izin veren bizleriz. Sermaye partilerinin seçim dönemlerinde vaatlerine kanarak onları tepemize getiren, onların yaşamımızı daha da zorlaştırmasına izin veren kim? Biziz işçi kardeşlerim biz! Ne yaman çelişkidir ki hemen hemen hiçbirimiz, yaşam koşullarımızdan memnun değiliz. Ama bunun sorumlularının o ya da şu parti olduğunu savunur
48
zel yanlarından biri olan bu göz göze yakın temas artık cep telefonları sayesinde unutulmak üzere. Artık gençler bir araya gelmiyor, cep telefonlarıyla mesajlaşıyorlar veya dakikalarca muhabbet ediyorlar. Bir araya gelme denen olgu yerini mesajlaşmaya bırakıyor. İnsan toplumsal bir varlık olmaktan çıkartılmaya, cep iletişimli bir varlığa dönüştürülmeye çalışılıyor. Eski kuşaklara öğretilen “telefon muhabbet aracı değildir, haberleşme aracıdır” ilkesi de terk edilmiştir. Cep telefonu operatörlerinden birinin faturasız hat için kullandığı “muhabbet kart” ismi de bunun bir göstergesidir. Evet! Cep telefonu muhabbet aracına dönüşmüştür. İşçi sınıfının mücadelesine katılan ve katılmak isteyen genç kuşaklar bu iletişim aracının etkisinde kalmıyor mu? Kuşkusuz kalıyor. Cep telefonu bir yandan haberleşmede kolaylık sağlıyor. Örneğin küreselleşme karşıtlarının çeşitli ülkelerde Dünya Ticaret Örgütüne yönelik protestolarda bir araya gelmeleri internet, cep telefonu gibi iletişim araçları sayesinde mümkün olmuştu. Ancak teknoloji kimi zaman tembellik, görev savuşturup vicdan rahatlatma gibi mücadeleyle bağdaşmayacak alışkanlıkları da besliyor. Eylemlerden, etkinliklerden vb. haberdar edilmesi gereken kişilere ulaşması gerekenler, yüz yüze görüşmek yerine telefona sarılıp sonra da “telefona cevap vermedi” ya da “mesajıma dönmedi” kolaycılığına kaçabilmektedirler. Kapitalizm insanların bilincini binbir mekanizmayla dumura uğratmaya çalışıyor. Cep telefonları ve diğer teknolojik yenilikler de buna araç kılınıyor. İnsanlar “muhabbet dolu” bir dünyada yaşadıkları yanılsamasıyla gerçekte yalnızlaşıyorlar. Buna karşı bilinçli bir duruş sergilemenin yolu da kolektif mücadeleden geçiyor. Kapitalizme teslim olmamak, onu ortadan kaldırmak için! Bir kamu emekçisi
dururuz. Sanki başka bir sermaye partisi bizi yönetse bu sorunlar çözülecekmiş gibi düşünürüz. Bunu şöyle örnekleyelim. AKP iktidarı işçi sınıfının önemli bir çoğunluğu için ilk başlarda bir umut ifade ediyordu. Ama ona oy veren işçiler ve emekçiler yanıldıklarını anlamakta fazla geç kalmadılar. İktidara gelen AKP ilk elden emeklilik yaşını yükseltti. Sağlıkta reform adı altında katılım paylarını yükseltti. En temel tüketim maddelerine zam üstüne zam yaparak hayatımızı daha da zorlaştırdı. Peki CHP, MHP ya da diğer sermaye partileri ondan farklı mı? Hayır, hiçbir farkları yok işçi kardeşler, hiç. Peki ne yapmalıyız o zaman? Yaşadığımız sorunlar karşısında çaresiz değiliz. Elimizde büyük bir güç var ama bu gücü kullanamıyoruz. Sermayenin saldırılarına karşı durmak için örgütlenmeliyiz. Sınıf örgütlerimiz olan sendikaları harekete geçirmeliyiz. Eğer biz işçiler üretimden gelen gücümüzü kullanabilirsek, çalıştığımız işyerlerinde, mahallelerimizde örgütlenebilirsek, işçi sınıfının iktidarını kurabiliriz. Bu bir hayal değil, biz istersek olur. Sermaye partilerine bel bağlama! Tek kurtuluş yolu işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde. Esenyurt’tan bir işçi