Mt no 64

Page 1

Temmuz 2010

Burjuvazinin Emperyalist Politikalarına Alet Olma! İşçi Sınıfının Enternasyonalizm Bayrağını Yükselt! • Kürt sorunu çözülmüyor • Emperyalist arzular test sahasında

64

• Büyüyen yerli silah sanayii • Kapitalizm gençliği uyuşturuyor /2 • Aleviler, CHP ve statükoculuk • Haklı ve haksız savaş ayrımı


Kürt Sorunu Çözülmüyor, İki Halkın Emekçileri Ölmeye Devam Ediyor Utku Kızılok

K

ürt sorununun çözümsüzlüğü ve süren haksız savaş Türk ve Kürt emekçi gençlerinin canını almaya devam ediyor. Son iki ayda onlarca asker ve gerilla yaşamını kaybetti. Hakkâri’de 11 askerin aynı gün yaşamını kaybetmesiyle düzen cephesi savaş naraları atmaya başladı. Özellikle de faşist MHP ve geniş bir statükocu koro, hava operasyonlarıyla yetinilmemesi, ordunun Kuzey Irak’a sürülmesi, yeniden olağanüstü hal ilan edilmesi gerektiğini söyleyerek savaş tamtamları çalıyorlar. “Açılım”ı eleştiren, “açılım”ın “bölücülük” olduğundan dem vuran Kılıçdaroğlu, statükoculukta ve milliyetçilikte Baykal’ı aratmayacağını ortaya koyuyor. Emekçilerin acılarını suiistimal ederek milliyetçi saldırganlığı körüklemek ve halkları karşı karşıya getirmek istiyorlar. Tam anlamıyla riyakârca davranıyorlar. Bir taraftan Kürt sorununda çözümsüzlüğü ve savaşı dayatırken, öte taraftan ölen emekçi gençlere ağlıyor gözüküyorlar. Ama estirdikleri milliyetçilik ve şovenizm rüzgârlarıyla partilerinin yelkenlerini şişirmekten, emekçilerin acılarını oya tahvil etmek istemekten de geri durmuyorlar. AKP ve Erdoğan da milliyetçilik yarışında diğerlerinden geride kalmıyor. Erdoğan, estirilen şovenizm rüzgârlarının kendi partisindeki oyları söküp diğer burjuva partilere götürmemesi için ön alıyor. Genelkurmay Başkanını

da yanına alarak sınır boylarındaki siperlerde, ağır silahların ve askerlerin yanında bir başkomutan edasıyla poz veriyor. Yürütülen haksız savaşın ön cephesinde boy göstererek statükocu-devletçi güçlerin kendisinden ve partisinden daha savaşkan ve daha milliyetçi gözükmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Türkiye’nin emperyal çıkarlarını savunan Erdoğan’ın ezilen Filistin halkının davasına gelince İsrail’e “one minute”, Hamas’a “direniş örgütü” derken ezilen Kürt halkına karşı siperlerde başkomutan edasıyla poz kesmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Bir taraftan “açılım”dan söz edip “analar ağlamasın” derken öte taraftan cephelerde boy göstermek; bir yandan faşist MHP’yi asker cenazeleri üzerinden siyaset yapmakla ve milliyetçiliği kışkırtmakla eleştirip diğer yandan “tek devlet, tek bayrak, tek millet” nutukları atmak riyakârlıktır. Bilindiği üzere, Kürt hareketinin içine girdiği yeni yönelim ile İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırması aynı günlere denk geldi. Başta AKP olmak üzere, düzen cephesinin önemli bir kesimi PKK’yi “taşeron” olmakla suçlamaya başladı. AKP ve Erdoğan’a göre PKK, İsrail’in “taşeron”luğunu yapıyor. Bu “taşeron”luk iması AB ülkelerine ve hatta Ergenekon’a kadar uzansa da, esas hedefte İsrail var. Böylece AKP ve Erdoğan bu demagojiyle, bir taraftan kitlelerde İsrail’e karşı oluşan haklı öfkeyi oya çe-

1


marksist tutum

Temmuz 2010 • sayı: 64 Bir taraftan “açılım”dan söz edip “analar ağlamasın” derken öte taraftan cephelerde boy göstermek; bir yandan faşist MHP’yi asker cenazeleri üzerinden siyaset yapmakla ve milliyetçiliği kışkırtmakla eleştirip diğer yandan “tek devlet, tek bayrak, tek millet” nutukları atmak riyakârlıktır

virmek istemekte, öte taraftan da çatışmaların artmasıyla yükselen milliyetçi dalganın, anayasa referandumunda kendisi için yıkıcı sonuçlar doğurmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Meselenin diğer bir boyutunu ise, Kürt ulusal hareketini itibarsızlaştırarak desteğini kırmak oluşturmaktadır. Yani “açılım”dan çark eden AKP, milliyetçilik rüzgârlarıyla yelkenlerini şişirmek için o bildiğimiz Kemalist sayıklamaya geri dönmüştür. Bu demagojiye başvuran AKP, haksız savaşı, İsrail’den aldığı insansız uçaklarla ve diğer ağır silahlarla yürüttüğünü nedense unutmaktadır. Unutmayalım, burjuva siyaseti tepeden tırnağa ikiyüzlülük, sahtekârlık, çıkarcılıkla yoğrulmuştur. Onların hümanizmine de, ahlâkına da çıkarlar ya da burjuva ideologların kullanmayı pek sevdiği deyişle pragmatizm damgasını basmaktadır. Ne var ki, işçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında burjuva siyasetinin bu çürümüşlüğü, yalanı ve dolanı gerektiği ölçüde teşhir olamıyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri “bu savaş niye, kimin çıkarına, gençlerimiz neden ölüyor?” diyemiyor. “Kürt halkının demokratik talepleri neden karşılanmıyor?” diye soramıyor. Kürt sorununda çözümsüzlük sürdükçe Kürt ve Türk gençleri ölmeye, anaların, babaların, eşlerin ve çocukların yüreği dağlanmaya devam edecek. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, burjuva güçlerin milliyetçiliği kışkırtmasıyla toplumu zehirliyor, halkları karşı karşıya getiriyor. Kürt ve Türk işçilerinin birliğine giden yoldaki engeller artıyor. Oysa bu sürdürülen haksız savaştan emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur.

“Açılım”ın açmazı ve Kürt hareketinin yeni yönelimi Geçen senenin Temmuzunda AKP hükümeti bir “açılım” başlattığını ilan etmişti. İçeriği ve kapsamı açıklanmasa da, bizzat Başbakan Erdoğan tarafından sürecin adı “Kürt açılımı” olarak tanımlandı. Türkiye tarihinde bu sorunda ilk kez resmi düzeyde bir “açılım” başlatıldığının

2

ilan edilmesi ezilen Kürt kitlelerinde heyecan yarattı ve “barış” umutlarını artırdı. Ne var ki çok zaman geçmeden AKP’nin Kürt sorununu çözme konusunda son derece gönülsüz olduğu ortaya çıktı. Statükocu-devletçi güçlerin, yani faşist MHP’nin, Kemalist CHP’nin, asker-sivil bürokrasinin medyada ve akademik alandaki uzantılarının şovenist huruç harekâtının basıncı altında kalan AKP, tez zamanda çark etti ve geri adım attı. “Kürt açılımı” “milli birlik projesine” doğru gerilerken, AKP, zaten eğreti bir şekilde giriştiği “açılım”da zikzaklar çizmeye başladı. Burada, AKP’nin “açılımı” başlatırken, Kürt hareketini şu ya da bu biçimde muhatap almaktan kaçındığını, Kürt hareketiyle belirli pazarlıklara girmekten uzak durduğunu, kitlelerde böyle bir algının oluşmasını istemediğini ve kendi sınırlı “çözüm”ünü dayatmak istediğini belirtmek gerekiyor. “Açılım” kapsamında kendi “çözümünü” dayatırken, bu taktiğiyle Kürt halkında ve Kürt hareketinde bir yarılma yaratabileceğini düşünüyordu. Yani aslında “açılım”, AB reformları kapsamında bazı kültürel kırıntılar vererek meseleyi çözme düşüncesinin, bu tutmayınca Kürtleri din üzerinden AKP’ye bağlayıp sisteme entegre ederek ve bu şekilde aldatarak Kürt sorununu hal yoluna koyma hayalinin bir devamı, birazcık geliştirilmiş haliydi. Ancak geleneksel inkâr ve imha siyaseti gibi bu Şark kurnazlıklarının da işe yaramayacağı, Kürt sorununun bu şekilde çözülemeyeceği açıktı. Nitekim Kandil ve Mahmur kamplarından gelen PKK’lilerin Habur’da Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması sonrasında AKP geri adım attı. Bu geri adımın arkasında temel iki neden vardı: Birincisi, Habur’da ve Kürt illerinde katılımı milyona varan ve birkaç gün süren gösterilerle Kürt hareketi, bir şekilde kendisi muhatap alınmadan sorunun çözülemeyeceğini ortaya koydu ve AKP’nin Şark kurnazı taktiğini boşa çıkardı. İkincisi, statükocu-darbeci güçler, “vatana ihanet edildiği”, “şehitlerin kemiklerinin sızladığı” biçiminde azgın bir şovenizm dalgası başlattılar. Şovenizm dalgasının


sayı: 64 • Temmuz 2010

altında kalarak boğulabileceği korkusuna kapılan AKP, milliyetçilik ipine sarıldı. Aynı statükocu cephe gibi o da, Kürt hareketini ve halkın barış coşkusunu milliyetçi temellerde yerden yere vurmaya başladı. Böylece AKP’nin “demokratlığı” Habur’daki Kürt kitlelere çarpıp dağılırken, burjuvazi Kürt sorununun bir ulusal sorun olduğu gerçeğini ısrarla reddediyor. Geleneksel devletçi güçleri karşısına almaktan korkan AKP milliyetçiliği öne çıkartırken, Kürt sorununda sarkaç yeniden militarizme doğru kaymaya başladı. Kasımpaşalı Erdoğan, planlarını bozan “küstah” Kürtlere hadlerini bildirmeye, ne kadar cesaretli ve milliyetçi olduğunu göstermeye girişti. Kürt hareketi üzerindeki baskılar artırıldı ve dalgalar halinde KCK operasyonları başlatıldı. DTP kapatıldı ve 1500 Kürt siyasetçi cezaevlerine dolduruldu. Şu anda 300 çocuk cezaevlerindeyken, 5 bin çocuk hakkında da dava açılmış bulunuyor. Baharla birlikte askeri operasyonlar yeniden başlatıldı, ama milliyetçilik yarışına giren AKP, bu operasyonlara ve haksız savaşın tırmandırılmasına sesini çıkarmadı. Milliyetçilik bayrağını diğerlerinden daha dik tuttuğunu göstermek için, anayasa değişikliği yapılırken Kürtlerin taleplerini dikkate almadı ve BDP’yi muhatap almama tutumunu sürdürdü. “Açılım”da geriye doğru giden bu dalga, Kandil ve Mahmur’dan gelenlerin tutuklanmasıyla en üst düzeyine çıktı. Düzen cephesi bir kez daha “düz ovada” siyasetin önünü kesip Kürt sorununu savaşla bastırmaya girişince, PKK de 1 Hazirandaki açıklamalarıyla tek taraflı ateşkes sürecini fiilen sona erdirdi. Öcalan, uzun bir süredir bir taraftan muhatap alınması ve önünün açılması durumunda silahları susturabileceği çağrısını yaparken, öte taraftan da Mayıs ayının Kürt sorununda önemli bir dönemeç olacağını dile getiriyordu. Açıklamalarında Kürt hareketinin “dördüncü dönem”e girdiği vurgusu ise dikkat çekiciydi. Öcalan, Kürt hareketinin mücadele tarihini dönemlere ayırıyor; 1993’ten günümüze değin geçen süreyi “üçüncü dönem” olarak tanımlarken, 31 Mayıs 2010’dan sonra “dördüncü dönem”in başladığını ilan ediyordu. Bu “dördüncü dönemin” ana sloganı ise, “demokratik özerklik” olarak öne çıkıyordu. Öcalan’dan sonra Kandil de devreye girdi ve “dördüncü stratejik dönem”in açıldığını duyurdu. PKK’nin önde gelenlerinden Duran Kalkan, başlayan yeni süreci şöyle açıklıyor: “Şimdiye kadar siyasi, askeri, ideolojik her alandaki mücadelemizin tek hedefi, «siyasi diyalogla çözüm bulma» doğrultusundaydı. Şimdi bunu söylemeyeceğiz. Hedefimiz değişiyor. Biz kendimiz, kendi demokrasimizi inşa ederek, demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirerek kendi çözümümüzü kendi özgücümüzle sağlayacağız.” 19-20 Haziranda Diyarbakır’da bir araya gelen BDP’li belediye başkanları ve il genel meclisi üyeleri “demokratik özerklik” için mücadele kararı aldıklarını açıkladılar. Esasında “dördüncü dönem” tanımlamasının dışında “demokratik özerklik” kararı yeni alınmış değildir. Kürt hareketi

marksist tutum

uzun bir süredir bu hedefi çeşitli vesilelerle açıklamaktaydı. DTP’nin 8 Kasım 2007’de yapılan genel kongresinden önce, bu kongreye hazırlık kapsamında Diyarbakır’da bir araya gelen ve bölgesel meclis gibi çalışan Demokratik Toplum Kongresi (DTK), “demokratik özerklik” kararı almıştı. Bu karar bir hafta sonra DTP’nin kongresinde de onaylanmıştı. DTK’nın sonuç bildirgesi şöyleydi: “Bayrak ve resmi dil tüm Türkiye ulusu için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleri ile demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür. … Bu idari modelde âdemi-merkeziyetçilik işletilerek birbiriyle yoğun bir şekilde sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan illeri kapsayan ve il genel meclislerine benzer bir şekilde seçimle işbaşına gelen bölgesel bir meclis, merkezi hükümet adına dış ilişkileri, maliye ve savunma hizmetleriyle, merkezi ve bölge yönetimlerince birlikte yürütülecek, emniyet ve adalet hizmetleri hariç, eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetleri tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktır. Bu meclislere «Bölge meclisi», meclislerde görev yapacak kişilere de bölge temsilcisi denir.” İçeriği bu şekilde doldurulan “demokratik özerklik” kararı, 2009’un Aralığında, DTP’nin kapatılmasından sonra toplanan DTK tarafından bir kez daha tekrarlanmıştı. AKP, “açılımı” başlatırken, Kürt hareketini şu ya da bu biçimde muhatap almaktan kaçınmış, Kürt hareketiyle belirli pazarlıklara girmekten uzak durmuş, kitlelerde böyle bir algının oluşmasını istememiş ve kendi sınırlı “çözüm”ünü dayatmak istemiştir. Ancak öyle anlaşılıyor ki, devletin Kürt sorununa bir çözüm getireceği beklentisinden ötürü, “demokratik özerklik” kararını fiilen hayata geçirmek yönünde bir adım atılmadı ve beklendi. Nitekim 24 Haziranda yayınlanan bir mülakatında Cemil Bayık bu tespiti doğruluyor: “Kuşkusuz demokratik siyasal yöntemlerle sorunu çözüp demokratik özerkliği Türk devletiyle müzakere temelinde gerçekleştirmek istiyorduk. Ama devlet buna yanaşmadığı için demokratik özerkliği şimdi devletin dışında, kendi mücadelemizle geliştirmek ve yaşatmak istiyoruz. Kürt sorununu bu temelde çözmek istiyoruz. Eğer Türk devleti çözüme yanaşırsa, biz demokratik özerkliği Türk devletiyle gerçekleştiririz. Kürt sorununu bu temelde devletle müzakere temelinde çözmüş oluruz. Türk devleti buna gelmezse, Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde yine çözeriz. Şimdi yapmak istediğimiz de budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız.” Buradan da anlaşılacağı üzere, Kürt hareketi “demokratik özerklik” ilan edeceğini söyleyerek, normal şartlarda

3


marksist tutum

Temmuz 2010 • sayı: 64

Kandil ve Mahmur kamplarından gelen PKK’lilerin Habur’da Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması sonrasında AKP geri adım attı. Habur’da ve Kürt illerinde katılımı milyona varan ve birkaç gün süren gösterilerle Kürt hareketi, bir şekilde kendisi muhatap alınmadan sorunun çözülemeyeceğini ortaya koydu ve AKP’nin Şark kurnazı taktiğini boşa çıkardı. müzakere masasına gelmeyen, gelse bile bazı kültürel kırıntılar vermekten öteye geçmeyen devlete, söz konusu taleplerini kabul ettirmek istemektedir. İşte çatışmaların alevlenmesinin ve batıdaki kentlere kadar uzanmaya başlamasının arkasında böylesi bir süreç yatmaktadır.

Sıkışıklık süreci ve çıkışsızlık sarmalı TC’nin ve aynı zamanda AKP’nin içeride ve dışarıda sıkışıklığı giderek artıyor. Eğer Kürt sorunu çözülmezse gerek devlet gerekse de AKP önümüzdeki dönemde daha da sıkışacaktır. 1990’dan sonra başlayan sıkışıklığın giderek arttığı gerçeği bunu gözler önüne sermektedir. Zira 1990’a kadar Kürt, Ermeni, Kıbrıs ve diğer sorunlar Türkiye’yi sıkıştıracak bir düzeye gelmemişti. Kürt sorunu özelinde konuşursak, Kürt hareketi bugünkü gelişkinlik düzeyinde değildi ve uluslararası siyasal konjonktür, iki kutuplu dünya tarafından belirlenen statik bir yapıya sahipti. Türkiye, emperyalizmin uzak sınır karakolu işlevini üstlenmişti ve bu uluslararası konjonktürde iç çelişkilerini bastırabiliyordu. Kemalist rejimin sürdürdüğü inkâr ve imha siyaseti içeride bugünkü düzeyde bir sorgulamaya tâbi tutulmadığı gibi, bu çelişkiler uluslararası alanda da kaşınmıyor ve bir sıkıştırma unsuru olarak kullanılmıyordu. Ancak SSCB’nin dağılması ve iki kutuplu dünya düzenine dayalı statükonun parçalanmasıyla yepyeni bir dönem başladı. 1980 darbesinden sonra dışa açılan Türkiye’nin büyük sermayesi, başlayan bu dönemde palazlanabileceğinin hesaplarını yapıyordu. Türkiye’nin emperyal emelleri, sermayenin ve burjuva siyasetinin yöneliminde yansımasını bulmaya başlıyordu. “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne sloganı ya da Turgut Özal’ın Körfez Savaşına ABD’nin yanında katılarak “bir koyup üç alma” sloganı da bu emperyalist yönelimin ve ufkun bir tezahürüydü. İşte 1990’ların başında

4

Özal’ın Kürt sorununu çözme girişimlerinin nedeni, engelleri temizlemek, Güney’deki Kürtlerin hamiliğini üstlenerek petrol gelirlerine ortak olmak ve böylece Türkiye’nin emperyal yönelimine yol aldırmaktı. Ancak statükocudevletçi güçler Özal’ı tasfiye ederek bu planları bozdular. Zira geleneksel rolünü sürdüren, yani kendini devletin sahibi olarak gören ve siyasal alan üzerinde belirleyici olan asker-sivil Kemalist bürokrasi Kürt sorununda bir çözümden yana değildi. 70 yıllık inkâr ve imha siyaseti devam ettiriliyordu. Burada, Kürt sorununda çözümsüzlük siyasetinin, asker-sivil bürokrasinin geleneksel rolünün dayanaklarından biri olduğunu belirtmek gerekiyor. 1990’lar boyunca inkâr ve imhaya dayalı çözümsüzlük siyaseti, haksız savaşın alabildiğine tırmandırılmasıyla devam etmiştir. Binlerce Kürt köyü boşaltılmış, binlerce kişi çatışmalarda öldürülmüş, bir o kadarı da faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Fakat tüm bu yıllar boyunca Kürt sorunu, içeride ve dışarıda Türkiye’yi bugünkü gibi bir sıkışıklığın içine sürüklememiştir. Ne var ki, köylerin boşaltılması ve kentleşme, özellikle de batı kentlerine göç, ilerleyen yıllarda Kürt sorununu Türkiye’nin geneline taşımıştır. Bir tespit yapmak gerekirse, 90’ların ortalarından itibaren Kürt burjuvazisinin ulusal kurtuluş mücadelesine giderek artan ölçüde destek vermesi ve sıçramalı bir şekilde artan kentleşmeyle birlikte, Kürt halkında oluşmaya başlayan ulusal bilinç geri döndürülemez bir düzeye yükselmiştir. Kentleşme, köylerdeki yalıtıklığı ortadan kaldırmış ve Kürt ulusal uyanışının etkisini tüm kitlelere yayacak bir zemin yaratmıştır. 2000’lerden sonra bazı kentlerde milyonlara, bazı kentlerde ise yüz binlere varan, ama neredeyse tüm Kürt kentlerinde kitlesel düzeyde olan gösterilerin yapılmaya başlanması bunun bir yansımasıdır. Kürt kentlerindeki belediyelerin büyük ölçüde Kürt hareketinin denetimine girmesi de bu genel değişimin bir par-


sayı: 64 • Temmuz 2010

çasıdır. Böylece Kürt sorunu Türkiye’nin genelinin gündemine girip içeride önemli bir sıkıştırma unsuruna dönüşürken, Kemalist inkâr siyasetinin iflası da tescillenmiştir. Bu, meselenin iç boyutudur. Dış boyutu ise şudur: 2003’te ABD’nin başlattığı Irak savaşıyla birlikte Kürt sorunu uluslararası siyasette çok daha büyük bir yer tutar hale geldi. Irak federal bir yapılanma olarak şekillenirken, Kürt yönetimi de resmileşti. Böylece bir bütün olarak Kürt sorunu uluslararası siyasetin bir parçası haline geldi. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmi olarak kabul görmekte, Erbil’de konsolosluklar açılmakta ve uluslararası şirketler bu yönetimle anlaşmalar yapmaktalar. Bu durum Kürt sorununun inkâr edilemezliğine uluslararası bir zemin sunmuş ve Kürt kitlelerindeki ulusal bilinci perçinlemiştir. Yıllarca Kürtleri inkâr eden, aşağılayan ve birbirlerine kırdırmaya çalışan resmi ideolojinin uygulayıcıları, içerideki Kürt dinamiğini de güçlendiren böylesi bir Kürt yönetiminin tarih sahnesine çıkmasını hazmedemiyorlar. Ancak gerçekler ve çıkarlar değiştirici ve dönüştürücüdür. Gelinen aşamada, hazmetme süreci devam etmekte ve resmi olarak tanınmasa da Güney’deki Kürtlerle ilişkiler kurulmaktadır. Geçenlerde Mesut Barzani’nin Ankara ve İstanbul’da kabul görmesi bu hazmetme sürecinin bir ifadesidir. Büyük patronların en tepedeki sözcülerinin, sermayenin doğuya kaydığını, buraya sermaye yatırımları yapmak istediklerini söylemeleri, TÜSİAD’ın Mesut Barzani’yle görüşmesi boşuna değildir. Yayılmacı sermaye kesimleri sıkışıklığın aşılmasını ve önlerinin açılmasını istiyorlar. AKP hükümetinin Lübnan, Ürdün ve Suriye ile vizeleri kaldırmasını ve yeni ticaret ve yatırım anlaşmaları yapmasını büyük sermaye memnuniyetle izlemektedir. TÜSİAD’ın 24 Haziranda yapılan toplantısında büyük patronlar, ABD ve İsrail konusunda bazı sorunlar görseler de, Türkiye’nin emperyal politikalarından memnuniyetlerini dile getirmişlerdir.

marksist tutum

Bu nedenle, büyük sermaye kesimleri, Türkiye’nin Ortadoğu’da ilerleyebilmesi ve emperyal emellerini başarıya ulaştırması için, Kürt sorununun içeride ve dışarıda sıkıştırıcı bir unsur olmaktan çıkartılmasını istemekteler. TÜSİAD’ın bu yönde yeniden ses yükseltmeye başlaması ve hatta kapalı kapılar arkasında “çözüm aşamasında Öcalan’ın görüşmelere katılması, anayasaya «bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu» ibaresinin yazılması, bölgesel özerklik” gibi hususların bile tartışılması dikkat çekicidir. Ancak asker-sivil bürokrasinin kucağında büyüyerek serpilmiş bu sermaye çevrelerinin, dile getirdikleri konularda yeterince siyasi cesarete sahip olmadıklarını görmek gereklidir. Beri taraftan Kürt sorunu, burjuva kesimler arasında yürüyen kapışmayla ezelden beri iç içe geçmiştir. Kürt sorununa yaklaşım, aynı zamanda bu sermaye kesimlerinin birbirlerine karşı pozisyonunu ifade etmektedir. Örneğin, Kürt sorununun çözümsüzlüğü, aynı zamanda asker-sivil bürokrasinin siyasal alana müdahale dayanaklarının sürmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu, burjuva kesimler arasında süren kıran kırana kavgada, birbirlerini sıkıştırmak için kullandıkları bir unsurdur. Ergenekon davası kapsamında önemli darbeler alan ve mevzi kaybeden statükocu-devletçi güçler, “açılım” sonrasında milliyetçiliği yükselterek, korkaklığı ve cesaretsizliği nedeniyle AKP’yi sıkıştırmaya ve geriletmeye başlamışlardır. Yargıtay’ın korsanca müdahaleleriyle ve Balyoz generallerinin salıverilmesiyle sıkıştırma diğer alanlardan da devam etmektedir. AKP ise, anayasa referandumunu ve seçimleri de hesaba katarak milliyetçi zemine oynamaya çalışıyor. Ez cümle, Kürt sorununda kriz ve çıkışsızlık sarmalı devam ediyor. On yıllardır kangrene dönüşmüş olan bu sorun çözülmediği için Türk ve Kürt halklarının emekçi gençleri ölmeye devam ediyor. Emekçilerin ölümünü oya tahvil etmeye çalışan, ölümlerden çıkar uman burjuva partiler azgın bir şekilde şovenizmi yükseltiyorlar. Faşist MHP başta olmak üzere statükocu-devletçi güçler, Türk ve Kürt haklarını tahrik edecek ve iç savaşa sürükleyecek bir dil kullanıyorlar. Bugün burjuva kesimler Kürt sorunu konusunda tam bir kriz ve çıkışsızlık içindedirler. İşçi-emekçi kitleler milliyetçi-şovenist rüzgârlara teslim olmadan, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için mücadele etmelidirler. Kürt halkının demokratik talepleri kabul edilmeli, ölümler durmalı ve kardeşleşme sağlanmalıdır. Türk ve Kürt işçilerinin birliğinin önündeki engellerin ortadan kalkması ve bu topraklarda işçi sınıfının güçlü bir örgütlülük yaratması, aynı zamanda Ortadoğu işçilerinin birliğine giden yolu da açacaktır. 

5


Emperyalist Arzular Test Sahasında Levent Toprak

İ

srail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırması, gerek Türkiye’de gerek dünya ölçeğinde içinden geçmekte olduğumuz süreçleri sembolize eden ve bu süreçler hakkında önemli ipuçları veren bir gelişmedir. Bu gelişme emperyalist yeniden paylaşım sürecinde gelinen noktayı ve bu çerçevede emperyalist sistemin hiyerarşisinde ciddi dönüşüm süreçlerinin yaşanmakta olduğunu çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, Türkiye’de burjuvazinin iç çatışması bağlamında yeni ve kritik bir döneme girildiği gerçeğini de adeta tescil etmiştir. Silahsız ve sivil nitelikteki yardım gemilerine yapılan bu saldırı İsrail devletinin Filistin sorunu bağlamında ezelden beri işlediği insanlık suçlarının basit bir tekrarı değildir. En dolaysız ve açık yönüyle bu saldırı, Türkiye’nin son dönemde hız kazanan emperyalist yükseliş sürecinin, AKP elinde kavuştuğu biçime karşı ABD ve İsrail’in verdiği sert bir ihtardır. İsrail ve ABD, AKP tarafından yürütüldüğü biçimiyle Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının, bölgedeki emperyalist dengeler açısından bardağı taşırma noktasına geldiğini ve Türkiye’nin (ya da AKP’nin) ayağını denk alması gerektiğini kanlı bir mesajla ortaya koymuştur. Bu saldırının ne ifade ettiği, altında yatan gerçek nedenlerin neler olduğu gibi hususlar konusunda doğru bir bakış açısına sahip olmak hayati önemdedir. Çünkü önümüzde işçi sınıfı ve bölge halkları açısından çok ciddi sonuçlara gebe bir durum şekillenmektedir. İşçi sınıfı her ne kadar içinde bulunduğu derin örgütsüzlük koşulları nedeniyle mevcut aşamada bu siyasal süreçlere kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde belirleyici bir müdahalede bulu-

6

namasa da, önümüzdeki süreçte bunun olabilmesi için temel halkayı oluşturan sınıf öncülerinin eğitimi açısından bu husus büyük önem taşımaktadır. Sahibinin sesi burjuva medya bu olay vesilesiyle fazla mesai yaparak emekçi yığınların bilinçlerini bulandırmak ve gerçekleri gizlemek için dört bir koldan çalışıyor. Bir kesim, bu yaşananların Türkiye’nin “İslamcı bir rota”ya girerek “Batıdan kopmakta olduğunu” gösterdiğini savunarak, başta Arap halkları olmak üzere Ortadoğu ve Doğu halklarına karşı aşağılayıcı, düşmanlaştırıcı bir tutum izliyor. Diğer bir kesim ise, yaşananların Türkiye’nin gerçekten Filistin halkının acılarına son verme çabasının bir sonucu olduğu izlenimini yaratmaya çalışarak, Türkiye’nin çevresindeki ülkelere ağabeylik taslamasının ne de güzel bir şey olduğunu işlemek suretiyle aynı ulusal kibri kendi tarzında pompalıyor. İsrail’in yardım filosuna kanlı saldırısıyla sonuçlanan gelişmeler, ne Türkiye’nin mazlum Filistin halkının acılarına gerçekten derman olmak gibi, ne de Türkiye’nin “Batıdan uzaklaşmak” ve “İslamcılaşmak” gibi olmayan niyetlerinin ürünüdür. Günümüzde Türkiye, bölge liderliğine soyunan alt-emperyalist bir ülke olarak, bu sıfatıyla yeni yükselen emperyalist güçlerden birisidir ve bu eğilim onu emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşik piramidinin üst tarafında yer alan 10-15 büyük ülkeden biri konumuna getirmiştir. Bu eğilimin doğal bir parçası emperyalist bir dış politika olduğundan, bugün Türkiye’nin dış politikası da tümüyle buna uygun bir değişim geçirmektedir. Ama emperyalist dış politika, buna soyunan güçler açısından


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

İsrail’in yardım filosuna kanlı saldırısıyla sonuçlanan gelişmeler, ne Türkiye’nin mazlum Filistin halkının acılarına gerçekten derman olmak gibi, ne de Türkiye’nin “Batıdan uzaklaşmak” ve “İslamcılaşmak” gibi olmayan niyetlerinin ürünüdür. Günümüzde Türkiye, bölge liderliğine soyunan alt-emperyalist bir ülke olarak, bu sıfatıyla yeni yükselen emperyalist güçlerden birisidir. Bu eğilimin doğal bir parçası emperyalist bir dış politika olduğundan, bugün Türkiye’nin dış politikası da tümüyle buna uygun bir değişim geçirmektedir. büyük kazançlar vaat ettiği kadar, riskler ve çatışmalar da demektir. Hele de söz konusu olan emperyalist güç henüz bir alt-emperyalist güç konumundaysa. Emekçi kitleler açısındansa, bu politika, bir yandan başka ülkelerdeki işçilerin sömürüsünden düşebilecek kırıntılarla avutulma ve emperyalist günahlara suç ortağı edilme anlamına gelebileceği gibi, bir yandan da kan ve gözyaşı demektir.

Emperyalist yeniden paylaşım ve savaş süreci İsrail’in esasen Türkiye’yi hedef alan saldırısı, temelde, son 20 yıldır uluslararası siyasetin asıl belirleyicisi olan çok daha büyük ölçekli bir olgunun, yani dünya ölçeğinde yaşanmakta olan emperyalist yeniden paylaşım ve savaş sürecinin bir ürünüdür. Dünyada böylesi bir emperyalist yeniden paylaşım süreci var olduğu için, yeryüzü üzerinde çatışma potansiyeli taşıyan irili ufaklı hemen her ihtilaf bu bağlama oturmakta ve büyük bir yangını tutuşturabilecek potansiyeli taşımaktadır. Dahası, bizzat bu yeniden paylaşım dinamiklerinin işlemesi dolayısıyla, yani bu dinamiklerin kışkırtmasıyla, dünyanın değişik yerlerinde gitgide daha fazla çatışmalı ihtilaf patlak vermektedir. Daha önce yaşanan Saddam’la Kuveyt arasındaki anlaşmazlık örneğinde olduğu gibi, Filistin sorunu, Bosna-Hersek’teki anlaşmazlıklar, iki yıl önce Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasına yol açan Osetya sorunu, Kuzey Kore ile Güney Kore arasında yaşanan sürtüşmeler gibi birçok sorun, çok daha büyük yangınların ortaya çıkmasına elverişli bir zemin sunmaktadır. Geçmişteki emperyalist dünya savaşları öncesinde de bu tür sorunlar ve çatışmalar birikerek sonunda büyük yangına giden yolu döşemişlerdir. Bu nedenle dünyanın bir emperyalist yeniden paylaşım süreci içinde olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak, her fırsatta döne döne vurgulamak ve bu sürecin köşe taşlarını ortaya koymak gerekiyor. Konumuz açısından burada odaklanılması gereken,

Türkiye’nin de bir alt-emperyalist ülke konumuna gelmek suretiyle emperyalistleşmesini ve yeniden paylaşım sürecinin bir aktörü olmaya soyunmasını aydınlatmaktır. Marksist Tutum olarak Türkiye’nin bu yeni konumuna ilişkin tespit ve değerlendirmelerimiz solun geneline hâkim olan görüşe ters düştüğü için birçoklarına yadırgatıcı gelebilir. Ancak geleneksel solun bakış açısıyla gelişmeleri anlamak ve açıklamak mümkün değildir. O nedenle bu kesimler gelişmeleri anlamlandırmak ve açıklamakta büyük güçlük çekmekte, akla hayale gelmedik taklalar atmak zorunda kalmaktadırlar. Bugünkü emperyalist yeniden paylaşım süreci, aynı daha öncekiler gibi, kapitalist güçler arasındaki güç dengelerinde yaşanan değişimin sonucunda başlamıştır. Emperyalist sistem içindeki eski denge durumu II. Emperyalist Dünya Savaşı sonundaki dengelere göre oluşturulmuştu. Ama bu dengenin zemini, önce yavaş yavaş ABD’nin dünya ekonomisi içindeki göreli ağırlığının Avrupa ve Japonya karşısında azalmasıyla erozyona uğramıştı. 1990 dönemecinde Stalinist SSCB’nin çöküşüyle birlikte ise hepten sarsılmıştı. İşte esasen bu noktadan itibaren, her bakımdan istikrarsızlıkla dolu bir emperyalist yeniden paylaşım kavgası süreci başladı. Eski düzen bozulmuş olduğu için o günlerin üzerinde en çok kalem oynatılan kavramı “Yeni Dünya Düzeni” idi. SSCB’nin çöküşüyle oluşan boşluğu bir fırsat olarak gören eski düzenin efendisi ABD, uzun dönemli göreli gerilemesini telafi etmek, önüne yeni rakiplerin çıkmasını engellemek ve emperyalist hiyerarşi içinde kendi otoritesini rakipsiz bir biçimde dayatmak için var gücüyle bastırmaya koyuldu. Çok yönlü çabalarıyla ABD, 1990’lı yıllarda hem göreli ekonomik gerilemesini belli ölçülerde telafi etmeyi başardı, hem de askeri anlamda rakip tanımayacağını Irak ve Balkanlar’da güç gösterisi yaparak ortaya koydu. Ekonomik planda en büyük rakipler olarak öne çıkmış olan Avrupa ve Japonya bu 90’lı yıllarda ABD kadar bir dina-

7


marksist tutum

Temmuz 2010 • sayı: 64 Bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir.

mizm yakalayamadılar. Hatta Japonya ta bugüne kadar içinden çıkamamış olduğu uzun bir durgunluk sürecine girdi. Başlangıçta en büyük ve yakın rakip adayı olarak görünen ve esasen Alman dinamosu ekseninde birleşme yolunda ilerliyor izlenimi veren Avrupa’nın, bütünlüklü bir güç oluşturamayacağı ilerleyen yıllar içinde belirginleşti ve nihayet 2000’lerin ilk yarısında bu durum aşağı yukarı kesin bir hâl aldı. Nitekim AB bugün bırakın bir siyasi birlik teşkil etmeyi, mevcut sistem krizi altında iktisadi bir birlik anlamında bile ciddi bir bunalım geçirmektedir. Her halükârda AB bugün dünya arenasında yekpare bir siyasi güç anlamında etkisizdir. Büyük bir iktisadi güç olan Japonya da, çeşitli dezavantajlarının belirleyiciliği altında, jeopolitik ve küresel bir güç olmaya doğru etkili bir sıçrama yapamadı. Aslında geçtiğimiz günlerde hüsranla sonuçlanan bir girişim de bunu çarpıcı biçimde gösteriyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı bitiminden beri Okinawa’da bulunan Amerikan askeri üssünü kaldırma sözü vererek başbakanlık koltuğuna oturan zat, birkaç ay içinde “bunun mümkün olmadığını gördüm” diyerek istifa etti. Tüm çabalarına rağmen bugün dünya arenasında Japonya’nın siyasi ve askeri anlamda dişe dokunur bir etkisi bulunmamaktadır. Fakat asıl dikkat çekici değişimler 2000’li yıllarda ortaya çıktı. Avrupa ve Japonya tıkanıklık, göreli gerileme ve etki azalması yaşarken, kapitalizm temelinde Rusya’nın yeniden ayağa kalkışı ve esas olarak da Çin’in dev adımlarla yükselişi söz konusu oldu. Ayrıca bu güçlerin yanı sıra Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler de sahneye çıkmaya başladılar. Öyle ki, en gelişmiş büyük emperyalist ekonomileri temsil eden G7 karşısında bu yeni yükselen güçleri ifade etmek üzere dile getirilen E7 son 10 yıl içinde 4 kat daha hızlı büyümüş ve G7’nin altıda biri düzeyinden üçte biri düzeyine ulaşmıştır. Yani yeni güçler iktisadi planda açıkça güç kazanarak dünya ekonomisi içindeki paylarını arttırmakta, bunun yanı sıra özellikle jeopolitik konumlarının da uygun olması durumunda politik planda da etkilerini arttırmaktadır-

8

lar. Bu güçler dünya hakkında alınacak kararlarda daha fazla söz sahibi olmak istemekte ve bu da, henüz onları tatmin edici olmaktan uzak olsa da, belli ölçülerde gerçekleşmektedir. Örneğin bu ülkelerin bazılarının IMF’deki söz oranları az da olsa arttırılmıştır. Diğer taraftan dünyanın tepesindeki güçler olarak sembolleşen 8 ülkenin oluşturduğu G8’in yerini artık 19 ülke ve AB’den oluşan G20 almıştır. Eskinin azgelişmiş ve bağımlı kimi ülkelerinin emperyalist güçler kümesine dâhil olacak düzeye yükselmeleri, küçük-burjuva sosyalizmine gönül vermiş solcular için anlaşılmaz olsa da, Marksistler için eşitsiz ve bileşik karakterdeki kapitalist gelişmenin doğal bir sonucudur. “Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009) Bunun emperyalist hiyerarşi bağlamında görünümüne de şöyle açıklık getirir Çağlı: “Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir.” (Küreselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Gelişme, Tarih Bilinci Yay., s.46) Günümüzde yaşanan sürecin somutluğuna dönecek olursak, dikkat çekilmesi gereken bir başka önemli nokta


sayı: 64 • Temmuz 2010

daha bulunmaktadır. En büyük küresel emperyalist güç durumundaki ABD’nin izlediği politikaların ciddi bir tıkanıklığa ve tökezlemeye uğraması, bu yeni yükselen güçler açısından manevra olanaklarını arttırmıştır. Örneğin Irak’ta kısa sürede göz alıcı başarılar elde edip, aynı II. Emperyalist Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, dünyaya özgürlük, refah, demokrasi getirerek hayranlık uyandıran bir güç rolünü oynamakta başarılı olamamıştır. Bunu başarabilseydi, hiç duraksamadan başta İran olmak üzere “haydut devlet” olarak tanımladığı her ülkeye benzer biçimde saldırmasının önünde pek az engel kalacaktı. ABD’nin Irak’ta “batağa battığını”, zararlı çıktığını söylemek yanlıştır, ama istediğinden çok azını elde edebildiği de bir gerçektir. Hatta bazı noktalarda ciddi fiyaskolar olduğu açıktır. Örneğin Irak’ı örnek göstermek suretiyle İran’a yönelmek ne kelime, bizzat Irak içindeki gelişmelerde İran ciddi bir etki kazanmıştır. Bunun gibi daha başka hususlar saymak da mümkündür. Aslında kısaca ifade etmek gerekirse, Amerikan egemen sınıfının en azından bir bölümünün 1990’lı yıllarda büyük bir hevesle çizdiği ve “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri yöneliş, saptanan hedeflere ulaşmak bakımından pek başarılı olamamıştır. Zaten Obama’nın egemen sınıf çevrelerinden başkanlık için adaylık vizesi alabilmesi, söz konusu gidişatla oluşan hasarı telafi etme düşüncesinin bir eseriydi. Zira bu politikalar bütün dünyada emekçi kitlelerin nefretini kazandığı gibi, ABD’de yığınların hoşnutsuzluğunun giderek artmasının etmenlerinden biri oldu. Bu durum, zaten iktisadi planda güçlenerek görece daha bağımsız politikalar izlemenin nesnel temeline kavuşan yeni yükselen güçlerin, somutta da ellerine fırsatların geçmesi anlamına gelmiştir. Alt-emperyalist güçlerin daha bağımsız politikalar izlemelerinin doğal bir eğilim olduğunu Çağlı şöyle saptamıştı: “Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir.” (Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye) Dolayısıyla yürümekte olan emperyalist savaş süreci boyutlanmakta ve salt büyük emperyalist güçler arası bir kapışma olmaktan çıkmaktadır. SSCB’nin çöküşü sonrası oluşan yeni ortamın yarattığı manevra olanakları sayesinde yeni yükselen emperyalist güçler de bu sürecin aktif parçası olmak istemekte ve bu yolda önlerine çıkan fırsat ve riskleri değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, günümüzün özelliği, şartların geçmişe göre çok daha karmaşık, devredeki güçlerin sayısının çok daha fazla olmasıdır.

marksist tutum

Türkiye’nin yeni konumu Türkiyeli emekçilerin özellikle bilince çıkarması gereken nokta, Türkiye burjuvazisinin de, tarihsel ve coğrafi konumunun beraberinde getirdiği avantajlarla birlikte, emperyalist sistemin içinde yükselen yeni güçlerden birisi olduğudur. Türkiye, dünyanın 17. büyük ekonomisi konumuna gelmiş bir ülke olarak, hızla gelişen kapitalizminin ihtiyaçlarını ve daha fazla semirme iştahını tatmin etmek için, hanidir dünyanın dört bir köşesine koşturup yeni ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. Ve bu temelde dünyanın dört bir yanına hızla artan oranda mal ve sermaye ihraç ediyor. “Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir.” (Elif Çağlı, age) Marksist Tutum olarak Türkiye’nin bu yeni konumuna ilişkin tespit ve değerlendirmelerimiz solun geneline hâkim olan görüşe ters düştüğü için birçoklarına yadırgatıcı gelebilir. Ancak geleneksel solun bakış açısıyla gelişmeleri anlamak ve açıklamak mümkün değildir. O nedenle bu kesimler gelişmeleri anlamlandırmak ve açıklamakta büyük güçlük çekmekte, akla hayale gelmedik taklalar atmak zorunda kalmaktadırlar. Türkiye bir yandan, enerji havzalarının kesişim noktasında bulunması dolayısıyla, kendisini bir enerji yolu ve istasyonu konumuna getirmeye çalışmaktadır. Doğu’da Orta Asya ve Hazar’ın, Kuzey’de Rusya’nın ve Güney’de Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz kaynaklarının, esasen Batı pazarına geçişine köprü olmak istemekte ve bu uğurda büyük ölçekli birçok projenin içinde yer almaktadır. Diğer taraftan başta civar ülkeler olmak üzere birçok ülkeyle serbest ticaret ve ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalayarak mal ve sermaye ihracı için engelsiz bölgeler yaratmak istemekte, hatta vizeleri de kaldırarak emeğin de serbest dolaşımı anlamına gelecek girişimlerde bulunmaktadır. Tüm emperyalist güçler doğal olarak öncelikle kendi yakın çevrelerine ilgi gösterirler. ABD ta 19. yüzyılın sonlarında Monroe doktrini olarak anılan yaklaşımla tüm Amerika kıtasını resmen kendi arka bahçesi ilan etmişti. Günümüzde Almanya Avrupa’yı kendi çevresinde toplamaya ve yutmaya çalışmaktadır. Rusya, SSCB döneminden kalan çevre ülkeleri, doğal ve öncelikli nüfuz alanı

9


marksist tutum

olarak görmekte ve bunları Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) gibi yapılanmalar dâhil olmak üzere çeşitli yollarla kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Benzer şekilde Brezilya bugün Güney Amerika’nın ağabeyi konumuna yükselmeye çalışırken, Türkiye’nin de, geniş hinterlandıyla içinde bulunduğu ve zengin kaynakları olan Ortadoğu’nun lideri konumuna gelmeye çalışması son derece doğaldır. Türkiye’nin bölgesel liderlik çabaları, aynı zamanda buna paralel olarak uzun vadede küresel bir güç konumuna çıkma çabaları anlamına gelmektedir. Nitekim AB kapısında adeta süründürülen Türkiye, Ortadoğu’nun liderliğine oynamak ve diğer alanlarda etkinliğini artırmak yoluyla AB içinde güçlü bir biçimde yer almanın hesabını yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi, bugün dünya ölçeğinde yaşanan harmanlanma ve kaynaşma süreçlerinden, “geleceğin çok kutuplu dünyasında” başı çeken emperyalist güçlerinden biri olarak çıkmayı hayal etmektedir. Erdoğan’ın sık sık “cumhuriyetin yüzüncü yılında (2023) ilk 10 ülke arasına girme” hedefinden söz etmesi böylesi büyük emperyal hırslara işaret etmektedir. Son yıllarda sıkça işitilen “komşularla sıfır sorun” politikası, Türkiye’nin, bulunduğu bölgenin lider gücü olabilmesi için zorunlu olan dış politika yönelişini ifade etmektedir. Bütün komşularıyla düşmanca ilişkiler içinde olan bir devletin bölgenin lideri olamayacağı açıktır. İktisaden çevresindeki ülkelerin her birinden daha güçlü olan Türkiye’nin, karşılıklı ekonomik ilişkiler arttığında, daha kazançlı ve baskın taraf olacağı açıktır. Yapılan onca serbest ticaret anlaşması ya da deklarasyonunun, ortak para kullanımı anlaşmasının vs. anlamı budur. Böylece bir nevi Almanya’nın Avrupa’da yapmaya çalıştığına benzer bir şeyi, kendi çapında kendi bölgesinde yapmaya çalışmaktadır. Yardım gemisi vakasından sonra yaşanan tartışmalar üzerine Erdoğan’ın “Bize soruyorlar sizin Ortadoğu’da, Fi-

Temmuz 2010 • sayı: 64

listin’de ne işiniz var diye. Ben de soruyorum: Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın Irak’ta, Afganistan’da ne işi var?” demesi, gerçek niyetin yani emperyalist arzuların apaçık bir beyanıdır. Ancak dünya eski zamanların bakir dünyası değildir. Hele Ortadoğu hiç bakir değildir. Burada belli bir güç boşluğu oluşmuş olmakla birlikte burayı doldurmaya soyunmak bir bakıma hamama girmektir ve dendiği gibi, hamama giren terler! Ortadoğu yeryüzünde güç ve çıkar ilişkilerinin belki de en karmaşık, en girift olduğu bölgedir. Türkiye emperyalizminin buralara el atması kaçınılmaz olmakla beraber, bunun son derece sancılı süreçleri tetikleyeceği ve bedellerinin olacağı da açıktır. Risk almadan atılım yapmak mümkün olmuyor! Bu böyle olmakla beraber, ya da böyle olduğu için, sermayenin farklı kesimleri arasında bu noktada uyuşmazlıklar olduğu da açıktır. “Anadolu sermayesi” de denen ve AKP’nin ardındaki asıl dinamiği oluşturan yeniyetme irili ufaklı sermaye grupları bu hırslı dış politika yönelişinin ateşli taraftarı konumundayken, geleneksel laikçi büyük sermaye çevreleri genelde bu yönelişi desteklemekle birlikte, ölçünün kaçırılmaması gerektiğini, örneğin İsrail’le ve dolayısıyla büyük emperyalist güçlerle dalaşmamak, İran’ın ve Hamas gibi örgütlerin yanına fazla sokulmamak gerektiğini savunuyorlar. Bu noktada Amerikan emperyalizmiyle özel bir ilişkisi bulunan Fethullah Gülen grubunun da birçoklarını şaşırtan biçimde ikinci kesimle aynı pozisyonu aldığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla yeni politik yönelişin temposu, tarzı ve bazı somutlanışları konusunda anlaşmazlıklar bulunmaktadır. Bu anlaşmazlıkları haklı çıkarır biçimde, bir yanda İran konusunda sürekli olarak ambargolara engel olunmaya çalışıldı, diğer yanda ise Filistin’de Hamas’ın yalıtılmasına karşı duruldu. Bu politikalar ABD ve İsrail tarafından bir noktaya kadar “sineye çekildi” ve Türkiye manevra olanakYardım gemisi vakasından sonra yaşanan tartışmalar üzerine Erdoğan’ın “Bize soruyorlar sizin Ortadoğu’da, Filistin’de ne işiniz var diye. Ben de soruyorum: Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın Irak’ta, Afganistan’da ne işi var?” demesi, gerçek niyetin yani emperyalist arzuların apaçık bir beyanıdır.

10


sayı: 64 • Temmuz 2010

larını kullandı. Ancak iş, Şimon Perez’in tüm dünyanın gözü önünde azarlanması, ABD’nin Rusya ve Çin’i bile İran’a ambargoya “ikna” ettiği bir noktada, Brezilya ile birlikte “pişmiş aşa su katma”, İsrail’in nükleer silahlarının tartışma konusu edilmesi, Gazze ablukasının açıkça hedefe alınması noktasına varınca, kritik bir eşiğe gelinmiş oldu. Ama diğer taraftan Ortadoğu’da liderliğe soyunmanın Filistin davasının hamiliğine soyunma anlamına geldiği açıktır. Çürümüş işbirlikçi Arap rejimlerinin Filistin davasını boşlukta bıraktığı bir dönemde, bu davaya sahip çıkar görünmenin ve İsrail’e yönelik sert jestlerin, Arap halklarında büyük bir sempati yaratması, isabetli bir halkanın tutulduğunu gösteriyordu. Bu elbette İsrailli Siyonist egemenlerin hoşuna gitmedi. Gazze’ye yardım filosu girişimi AKP’nin Filistin-İsrail sorunu bağlamında son dönemde izlediği dış politikayla tümüyle uyumlu bir girişimdi. Bunun amacı açıkça Gazze ablukasını dünya gündemine sokmak ve İsrail’i teşhir ederek ablukanın kaldırılması yolunda İsrail üzerine basınç bindirmekti. Ve elbette bunu yapan güç olarak da, Filistin davasının hamisi rolünde arzı endam etmekti. Abluka bu yolla bir kez delinirse, arkasının geleceğini ve tüm Gazze politikasının çökeceğini hesap eden İsrail, aynı zamanda bunun bir irade savaşı olduğunun da bilincinde olarak, tamamıyla açık bir gözdağı vermek üzere davrandı. Uluslararası hukuk vs. hiçbir kuralı tanımayacağını göstermek için, hiç gerekmediği halde gemilere bilinçli olarak uluslararası sularda saldırdı. Bunun amacı “haddini bil, gerekirse yakarım dünyayı” demekti. Şimdiye kadarki gelişmelere bakılırsa üstlenilen riskin bedeli olarak belli hasarlar oluşmuşsa da, Türkiye’nin eli genel olarak güçlenmiştir. İsrail dünya halklarının gözünde açıkça teşhir ve izole olmuş, buna mukabil Türkiye’nin itibarı artmıştır. Dünyanın dört bir köşesindeki gösterilerde Türkiye bayraklarının ve Erdoğan posterlerinin taşınması bunun sadece sembolik bir ifadesidir. Diğer taraftan Gazze ablukası suçuna ortaklık eden Mısır hemen Gazze’ye sınır kapısını açmak, İsrail de ablukayı gevşetmek zorunda kalmıştır. Yine de henüz bu defterin kapanmadığı açıktır. Özellikle Amerikan medyasında o günden bu yana yoğun biçimde Türkiye’yi ele alan ve genelde yerden yere vuran bir çizgi izlenmektedir. Türkiye’de de dört bir koldan patlatılan, “Türkiye İslam dünyasına kayıyor”, “Batıdan uzaklaşıyor” yollu “eksen kayması” tartışmaları, hem bu kampanyanın hem de içeride AKP’yi götürmeye ya da burnunu sürtmeye azimli burjuva kesimlerin nicedir yürüttükleri kampanyanın parçasıdır. Bu “eksen kayması” tartışmalarını içeride asıl körükleyenler Türkiye burjuvazisinin geleneksel Batı yalakası statükocu kesimleridir. Bu ABD ve İsrail yalakası kesimler her zaman Ortadoğu’daki saflaşmalarda bölge halklarına karşı bu güçlerle şer ittifakı içinde olmuşlardır. Formüle edildiği biçimiyle bu tartışmanın hiçbir ciddiyeti yoktur.

marksist tutum

Ne Türkiye İslamcılaşmakta ne de AKP Türkiye’yi Batı dairesinden çıkarmak gibi bir amaç taşımaktadır. Aksine o, Türkiye’yi Batıda daha güçlü ve etkili bir konuma getirmek için bunları yapmaktadır. O nedenle bu tartışma fikirsel ciddiyetten uzak olsa da, emekçi yığınlar açısından son derece önemli bir yön içermektedir. Zira bu tartışmayı başlatanların amacı, devletin Ortadoğu’da geleneksel ABD ve İsrail yanlısı politikalarını gütmeye devam etmesini sağlamak ve bunun bir aracı olarak da kitleleri Müslüman Ortadoğu halklarına karşı şoven kibirle doldurmaktır. Sonuç olarak, İsrail saldırısı ve içte ve dışta depreşen eksen kayması tartışmaları, emperyalist yeniden paylaşım sürecinin en önemli arenası konumunda olan Ortadoğu’daki nüfuz ve hegemonya mücadelesinde, Türkiye’nin görece bağımsız hamlelere girişmesi ve bu hamlelerin ABDİsrail ve işbirlikçi Arap rejimlerinin İran karşısında oluşturdukları cephenin çıkarlarını zedelemede kritik bir eşiğe gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Küçük-burjuva sosyalizminin iflası İsrail’in yardım gemilerine saldırısı, bugün Türkiye’de solcu geçinen ve kendilerini “ilerici”, “anti-emperyalist” gibi sıfatlarla pazarlayan Kemalist zevatın nasıl da emperyalizmin has işbirlikçisi olduklarını göstermiş ve ipliklerinin pazara çıkmasını sağlamıştır. Bu kesimlerin nasıl Arap düşmanı ve İsrail muhibi oldukları alenen ortaya çıkmıştır. Bu İsrail muhipleri, ilk günlerin öfke dalgası atmosferinde kafalarını eğmek zorunda kalsalar da, çok değil birkaç gün içinde, derinlerdeki bağlarını ele verircesine İsrail’in tutumunu aklamaya girişmişlerdir. Daha çarpıcı olan, ABD’deki İsrail lobilerinin sözcülerinin ve İsrail’de Türkiye karşıtı gösteri yapan çeşitli grupların Mustafa Kemal’i yadetmeleridir. Kemalizmde bir tür solculuk ya da anti-emperyalizm bulanların bu gerçekler üzerine iyice düşünmeleri gerekir. Türkiye’de kendini solda sayan kesimlerin önemli bölümü ne yazık ki ilerici/sol/sosyalist/devrimci gibi sıfatlar altında ileri sürülen bozbulanık yanlış görüşlerin belirleyiciliği altındadır. Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümü Kemalizmden etkilendiğinden, onun Batı karşısındaki şizofrenik tutumunu da bünyesine taşımıştır: Bir yanda nefret ve düşmanlık diğer yanda imrenme ve aşağılık kompleksi. O kadar ki, bu sol kesimler Kemalizmin karakteristik ve en rezil özelliklerinden biri olan Arap halklarına dönük kibirli, küçümseyici yaklaşımdan bile kendilerini kurtaramamışlardır. Bir dönem Türkiye’deki en kalabalık sol hareketin liderlerinden biri şu tür satırlar yazabilmiştir: “Yani ‘Recep Bey’ lafına itiraz eden Abdül Tayyip efendinin, Araplara düzdüğü ilkel ve onları üstün ırk sayan methiyeler boşuna değil...” (Melih Pekdemir) Bu tür zihniyet kalıpları nedeniyle sosyalist hareket büyük oranda yaşananların gerçek doğasını kavramakta güç-

11


marksist tutum

lük çekiyor. Şüphesiz bunun temeldeki sebebi hareketin büyük oranda bir küçük-burjuva sosyalizmi karakteri taşımasıdır. Ama bu durumun ideolojik yansımalarını oluşturan fikir ve yaklaşımlar da iyi niyetli unsurların basiretini bağlamaktadır. Bu kesimler Türkiye’yi emperyalizmin elinde oyuncak olmuş, en küçük bir bağımsız iradesi olmayan, mazlum ve azgelişmiş bir ülkeymiş gibi görmeye çalışan yanlış bir ideolojik anlayışa sahip olduklarından, gerçek süreçleri tutarlı biçimde anlayacak fikri araçlardan yoksundurlar. Gerçekten de, bu Gazze’ye yardım filosu hadisesi çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler, kapitalizmin daha öte gelişimi karşısında her gün daha fazla gerçek dünyadan kopan köhnemiş küçük-burjuva sol anlayışların iflasını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Enternasyonalist komünistler AKP’nin izlediği Ortadoğu siyasetinin emperyalist özüne karşı çıkarlar. Bu emperyalist çıkarcı öz nedeniyle onun asla gerçekte ezilen halkların davasının destekçisi olmayacağını teşhir ederler. Bu temelde Ortadoğu’nun mazlum iki halkı olan Filistin ve Kürt halklarına özgürlük şiarını yükseltmek ve her iki halkla enternasyonalist dayanışmayı vurgulamak son derece önemlidir. Bu küçük-burjuva anlayış, Türkiye kapitalizminin sıçramalı gelişimi ve bu temelde emperyalistleşme aşamasına gelinmesi gerçeğini, içerdiği tüm anlam ve sonuçlarla birlikte, bir türlü anlamak istemiyor. “Küçük-burjuva solun, Türkiye gibi ülkelerin kapitalist gelişme düzeyini tespite yönelik Marksist çözümlemelere (bu bağlamda altemperyalizm değerlendirmesine) itirazları, aslında hiçbir bilimsel irdelemeye ya da günü kavrama çabasına dayanmıyor. Bu tür çevrelerin yaklaşımları bütünüyle ulusalcı sol anlayışlardan feyz alıyor. Ve esasen de küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında devrimci olmayan tepkisel tutumunu yansıtıyor. Genelde küçük-burjuva sol çevrelerin siyasal açılımları, kapitalizmin temel sınıfları arasındaki çelişkinin kavranışına dayanmıyor. Bunun yerine, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik durumundan türetilen çelişkilere dayandırılan bir mücadele anlayışıyla sözde bir anti-emperyalizm yaratılıyor.” (Elif Çağlı, age) Küçük-burjuva solcular Türkiye’deki hükümetleri daima “ABD’ye göbekten bağlı” olmakla, “Amerikancılık”la suçlamış ve bunu kendi siyasal çizgilerinin ana ekseni haline getirmişlerdir. Olayları ve politik gelişmeleri de otomatiğe bağlanmış bir ezberle, bu kavramlar çerçevesinde açıklamaya çalışmışlardır. Oysa son yıllarda Türkiye’nin uluslararası planda yapıp ettiklerini, geldiği durumu, konumlanışını ve eğilimlerini “Amerikancılık” ve “emperyalizme göbekten bağımlılık” türü Marksizmin bilimsel yaklaşımıyla pek bağdaşmayan çürük siyasal kavramlarla açıklamak mümkün müdür? Siyasal kavramlar, hele de söylemin temel eksenini oluşturan siyasal kavramlar, doğru çağrı-

12

Temmuz 2010 • sayı: 64

şımlar yapmak durumundadır. Şayet bunlar kitlelerde ete kemiğe bürünecekse… Peki, söz konusu kavramların çağrışımları nelerdir? Açıktır ki, bu kavramlar, Türkiye’deki egemenlerin bağımsız bir iradeye sahip olmadığını, yaptıkları her şeyin ABD tarafından kukla oynatırcasına dikte edilip yaptırıldığını ve tüm bunlardan Türkiye kapitalizminin bir çıkarının olmadığını çağrıştırır. Oysa İsrail’in Türkiye’yi hedef alan bu son saldırısı vesilesiyle bir kez daha dışavuran gerçekleri böylesi kavramlarla açıklamak mümkün olmadığı gibi, bunlara dayanarak tutarlı bir devrimci tutum almak mümkün değildir. Türkiye son dönem dış politikasıyla, özellikle yakın çevresindeki ülkelerin işçi-emekçi sınıflarının sömürüsünden daha yüksek oranda pay almak, bu sömürüyü daha da geliştirip derinleştirmek istiyor. Bu ülkeler üzerinde bir nüfuz kurmaya, buralara “ağabeylik” taslamaya çalışıyor. Ve bütün bunları yaparak, Türkiye işçi sınıfını da bu emperyalist politikalara suç ortağı yapmak istiyor. Şimdi Türkiye’deki sosyalist hareket açısından sorun, bu siyasetin gerçek içeriğini teşhir etmek, bu siyaset temelinde işçi sınıfına milliyetçi kibir ve üstünlük duygularının aşılanmasına karşı durmak, bu siyasete maruz kalan diğer ülkelerin kardeş işçi sınıflarıyla ortak enternasyonalist mücadele perspektifini geliştirmek değil midir? Tastamam öyledir. Ancak Türkiye’deki sosyalist hareketin önemli oranda odaklandığı nokta, bu siyasetin “Amerikancı” olup olmaması sorunudur. Ama amiyane tabirle soralım: “Amerikancı” olsa ne olur olmasa ne olur? Eğer sorun “anti-Amerikancı” olmaksa, İran’daki molla rejimi de anti-Amerikancıdır! Bu yaklaşımın Türkiye’deki ve çevre ülkelerdeki işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarına hizmet etmediğini görmek bu kadar zor mudur? Enternasyonalist komünistler AKP’nin izlediği Ortadoğu siyasetinin emperyalist özüne karşı çıkarlar. Bu emperyalist çıkarcı öz nedeniyle onun asla gerçekte ezilen halkların davasının destekçisi olmayacağını teşhir ederler. Bu noktada, Kürt halkına ve ulusal hareketine reva gördüğü baskıcı muamele ortadayken Filistin halkının davasına sahip çıkar görünmesinin riyakârlığını özellikle öne çıkarırlar. Bu temelde Ortadoğu’nun mazlum iki halkı olan Filistin ve Kürt halklarına özgürlük şiarını yükseltmek ve her iki halkla enternasyonalist dayanışmayı vurgulamak son derece önemlidir. Ayrıca, İran sorunuyla bağlantılı olarak, tüm Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılması talebini öne çıkardığımız gibi, bir yandan İran’a yönelik emperyalist-Siyonist tehdide karşı dururken, bir yandan da gerici molla rejimine karşı İran işçi sınıfının mücadelesini destekleriz. AKP’nin siyasetine doğru tarzda karşı çıkışın başlıca kılavuz çizgileri bunlardır. Bunun dışındaki mevcut muhalefet biçimleri özde burjuva nitelikte, “beyaz Türk” şovenizmini yansıtan ve İsrail gericiliğiyle aynı safa düşen gerici muhalefet biçimleridir.


Büyüyen Yerli Silah Sanayii ve Sanayinin Militarizasyonu İlkay Meriç

İ

çinden geçtiğimiz kriz ve savaş sürecinde tüm dünyada hummalı bir silahlanma yarışı yaşanıyor. Kapitalist devletler arasında kızışan rekabet savaş makinelerine olan talebi olağanüstü ölçüde arttırırken, silah sanayii kârlı bir sektör olarak her geçen gün daha da büyüyor. Son on yılda dünya askeri harcamaları iki katına çıkarak 1,5 trilyon doları aştı.* Bu rakam dünyanın toplam gayri safi hasılasının %2,7’sine karşılık geliyor. Yani her 100 dolardan yaklaşık 3’ü savaş tekellerinin cebine giriyor. Son yıllarda emperyalist hamleleri giderek hız kazanan Türkiye de, bir yandan milyarlarca dolarlık silah alımlarıyla askeri harcamalarını tırmandırırken diğer yandan silah sanayiine büyük yatırımlar yapıyor. Dış düşman algısını sürekli canlı tutarak ve Kürt halkına karşı 30 yıldır kanlı bir savaş sürdürerek bütçeden milyarlarca dolar alan TSK’nın yanı sıra, özel sermaye de giderek artan oranlarda bu kârlı alandan nemalanıyor. Yerli silah sanayiinde özellikle son 20 yılda sıçramalı bir gelişme kaydedilirken, bugün gelinen aşamada, dünyanın çeşitli ülkelerine silah ihraç eden, NATO’nun birtakım tedariklerini ve TSK’nın silah alımlarının %45’ini yerli üretimle karşılayan dişe dokunur bir askeri-sınai kompleks yaratıldığını görüyoruz. Kuşkusuz silah sanayisi gelişmiş emperyalist ülkelere göre Türkiye bu alanda henüz oldukça geri durumda bulunmaktadır. Ancak son on yılda bu alanda önemli bir mesafe katedildiği de ortada-

dır. Savunma Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD) verilerine göre “savunma sanayii” şirketlerinin cirosu son 10 yılda yaklaşık üç katına çıkarak 2,3 milyar doları aşmıştır. Sektörün ihracatı ise beş kattan fazla artarak 669 milyon dolara ulaşmıştır. “Sivil havacılık” alanındaki ihracatla birlikte toplam 950 milyon dolara çıkan bu rakamın 2010 yılı sonu itibarıyla 1 milyar doları aşması öngörülüyor. Bunun yanı sıra, NATO birliklerinin askeri malzeme ihtiyacının karşılanmasında Türk silah sanayiinin payının da 2011 sonuna kadar yüzde 20’ye çıkarılması (2008 yılında yüzde 4’tü) planlanıyor. Türkiye’nin 2006’dan bu yana en çok silah ihracatı yaptığı ülkelerin başında Pakistan, Irak, Gürcistan, Malezya ve Birleşik Arap Emirlikleri geliyor. İhracat kalemlerinin ağırlıklı bir bölümünü zırhlı araçlar, top ve gemiler oluşturuyor. Gelinen noktada elektronikten bilgisayara, kauçuktan makineye pek çok alanda faaliyet gösteren yaklaşık 200 özel şirketin de içinde bulunduğu bir askeri-sınai kompleks yaratılmış durumdadır. Bu şirketler içinde Uzel Makine, Petlas, Mercedes-Benz Türk, MAN, Kalekalıp, Aksa Makine, İşbir, Nurol Makine, Sinter Metal, Dearsan Tersanesi, Asil Çelik, Öztiryakiler, Siemens, Çukurova grubuna bağlı BMC, Sabancı grubuna bağlı Temsa, Zorlu grubuna bağlı Vestel, Koç grubuna bağlı Otokar ve RMK Marine Tersaneleri gibi büyük bir kısmı askeri faaliyetleri pek göz önünde olmayan çok sayıda büyük şirket bulunu-

13


marksist tutum

yor. Bunların yanı sıra Bilkent, ODTÜ, İTÜ, Yıldız Teknik Üniversitesi, TÜBİTAK gibi güzide “bilim yuvaları” da savaş sanayiinin aktif unsurları olarak vazifelerini icra ediyorlar. Tüm bunlar bir yandan Türkiye’nin sadece ekonomik ve siyasi değil askeri bir güç olarak da sivrilmeye çalıştığını, öte yandan sanayinin giderek daha artan oranda militarize olduğunu gösteriyor. Bugün gelinen nokta esasında 1980’lerin ortalarından itibaren hayata geçirilmeye başlanan bir devlet politikasının ürünüdür. Nitekim “mevcut milli sanayinin savunma sanayiinin ihtiyaçlarına göre reorganize ve entegre edilmesi”, 1985 tarihli ve 3238 sayılı kanunla kurulan Savunma Sanayii Müsteşarlığının temel görevlerinden biri olarak saptanmıştır. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından Özal iktidarıyla birlikte bu alanda önemli adımlar atılarak sistemin kurumsal altyapısı döşendi. Savunma Sanayii Müsteşarlığının, Savunma Sanayii Destekleme Fonunun (SSDF) ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfının (TSKGV) kuruluşları o döneme denk gelirken, arzulanan hedef doğrultusunda ancak on yıl sonra yol alınmaya başlandı. Bilindiği gibi TSK 50 yıldır OYAK aracılığıyla mali sermayenin önemli bir unsurudur. Cuntanın ilk faaliyetlerinden biri olarak 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ardından kurulan OYAK, çimentodan otomotive, kimyadan demir-çeliğe, gıdadan inşaata, bankacılıktan sigortacılığa, ulaşımdan özel güvenliğe pek çok alanda yatırımları olan dev bir tekele dönüşmüştür. 27 Mayıs darbesi ordunun OYAK aracılığıyla aktif bir şekilde piyasaya dâhil olmasının yolunu açarken, 12 Eylül darbesi sonrasında da TSKGV aracılığıyla ekonominin militaristleştirilmesinin yolu döşenmiştir. 1987 yılında çıkarılan bir kanunla, daha önce var olan deniz, hava ve kara kuvvetlerini güçlendirme vakıflarının birleştirilmesiyle oluşturulan TSKGV’nin kuruluş amacı, TSK’nın güçlendirilmesi, ihtiyaç duyulan silah, araç ve gereçleri yurt içinde üretecek seviyede bir savunma sanayii

27 Mayıs darbesi ordunun OYAK aracılığıyla aktif bir şekilde piyasaya dâhil olmasının yolunu açarken, 12 Eylül darbesi sonrasında da TSKGV aracılığıyla ekonominin militaristleştirilmesinin yolu döşenmiştir

14

Temmuz 2010 • sayı: 64

kurularak dışa bağımlılığın asgariye indirilmesi olarak belirlenmiştir. Vakıf bugün doğrudan ve dolaylı olarak toplam 18 şirkete iştirak ediyor. Bu iştiraklerden vakıf payı doğrudan %50’nin üzerinde olanlar TAI, Aselsan, Havelsan, İşbir ve Aspilsan iken, dolaylı olarak %50’nin üzerinde olanlar STM, EHSİM ve MİKES olarak sıralanmaktadır. 2008 verilerine göre, silah sanayiindeki toplam cironun %36’sı özel, %31’i kamu, %33’ü ise TSKGV’ye bağlı şirketlere aittir. Kamuyu ve TSKGV’yi birlikte değerlendirdiğimizde ağırlığın bariz bir şekilde kamuda olduğunu görüyoruz. Gelirleri 2 milyar doları aşan Savunma Sanayii Destekleme Fonu ise bizzat savaş sanayiini fonlamak üzere oluşturulmuştur. Milli piyango, sayısal loto, kazı-kazan gibi şans oyunlarından, müşterek bahislerden elde edilen gelirlerin ve akaryakıt, tütün ürünleri ve alkollü içkilerden elde edilen vergi gelirlerinin bir bölümü bu fona gitmektedir.

Her yıl milyarlarca dolar yerli ve yabancı silah tekellerine akıtılıyor Yukarıda da değindiğimiz gibi, yerli silah sanayiinin oluşturulmasına yönelik olarak 1980’lerin ortalarında altyapıya ilişkin yasal düzenlemeler yapıldıysa da, pratikte ancak 1990’lardan itibaren ciddiye alınabilecek adımlar atılmaya başlandı. Bu süreç aslında uluslararası alanda önemli değişimlerin yaşandığı bir konjonktüre denk geliyordu. Özellikle 1990’lardan itibaren, ekonomik olarak palazlanmaya başlayan ülkelerde ulusal üretime ağırlık verme eğilimi güç kazanmıştı. Bunda kuşkusuz, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından emperyalist Batı ittifakının “sosyalist” kampa karşı oluşturduğu NATO gibi askeri paktların eski önemini yitirmesi de etkiliydi. 1952’den itibaren NATO üyesi olan Türkiye uzun yıllar boyunca ABD’ye ve NATO’ya doğrudan bağımlı bir silahlanma modeli izledi. Ancak SSCB’nin yıkılmasının yarattığı yeni koşullar, askeri alanda da Türkiye’ye daha büyük bir serbestlik alanı tanıyacaktı. “Soğuk Savaş”ın sona erdiği ve emperyalist devletlerin silahlanma harcamalarında belirgin bir düşüşün yaşandığı bu dönemde silah sanayiinde dünya ölçeğinde büyük bir merkezileşme ve tekelleşmeye de tanık olundu. Bu değişim sonucunda, onlarca şirketin birleşmesiyle oluşan ve her biri farklı bir alanda uzmanlaşmış dev tekeller doğdu. Örneğin ABD’de 50’den fazla silah şirketinin birleşmesiyle dört büyük tekel (Lockheed Martin, Northrop Grumman, Raytheon ve Boeing) meydana geldi. Avrupa’da da görülen bu artan sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme süreci, en büyük silah şirketlerinin pazar payının da hızla artmasını beraberinde getirecekti. Örneğin en büyük beş tekel 1990 yılında tüm silah satışlarının %22’sini yaparken, bu oran 2005 yılında %43’e yükselmiştir. Silah tekellerinin yöneldiği bir diğer politika ise gerektiğinde yerli şirketlerle ortaklıklar geliştirerek üretimi yurt-


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

dışına kaydırmaktı. Orta büyüklükteki kapitalist ülkelerin “ulusal savunma sanayiini geliştirme” eğilimleriyle de örtüşen bu strateji sonucunda Türkiye, Tayland, Singapur, Malezya, Arjantin gibi ülkelerde genellikle yerli firmalarla ortaklıklar biçiminde pek çok üretim tesisi açıldı. Türkiye’de “ulusal savunma sanayii”nin gözdelerinden biri olarak sunulan ve paletli ve tekerlekli zırhlı muharebe araçları ile silah sistemleri üreten FNSS de bu yönelimin bir ürünüydü. 1989 yılında Nurol Holding ile Amerikan FMC’nin oluşturduğu bir ortaklık olarak faaliyete geçen FNSS, Türkiye’de savunma sanayiine yönelik olarak kurulan ilk özel sektör kuruluşu idi. FNSS’nin %49 hissesi Nurol Holding’e, %51 hissesi FMC’ye aitti. Ancak FMC ilerleyen yıllarda başka bir şirketle birleşmiş ve daha sonra bu şirketin hisseleri de el değiştirerek BAE Systems’e geçmişti. Şu anda FNSS %51 hissesi Nurol Holding’e, %49 hissesi ise BAE Systems’e ait bir yerli-yabancı ortaklığıdır. 1990’lardan itibaren yerli sermayeli firmalar da bu kârlı alana giderek artan paylarla entegre oldular. Çukurova Holdinge bağlı BMC geçtiğimiz yıl TSK ile 1859 adet tekerlekli ve mayına karşı korumalı zırhlı araç satış anlaşması imzalarken, imza töreninde konuşan Mehmet Emin Karamehmet, BMC’nin savunma sanayii alanında büyük yatırımlar yaptığını ve Çukurova Holding olarak “ülkenin milli menfaatleri konusunda her türlü destek ve fedakârlığa hazır olduklarını” söylüyordu. 1859 araçlık bu “milli menfaat”in bedeli ise 300 milyon euroydu. Yani emekçilerin en temel ihtiyaçlarından inanılmaz kesintiler yapan devlet, 300 milyon euroyu katliam araçları üretmesi için “fedakâr” Karamehmet’in kasasına aktarmıştır. “Türkiye’nin, güçlü ordu ve güçlü savunma ihtiyaçlarının daha da belirgin hale geldiği bir dönemdeyiz” diyen Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç ise, savunma sanayiinin önemli oyuncularından biri olmak istediklerini söylemektedir. TSK’nın dünyanın en modern orduları arasında olmasının “gurur ve şans” olduğunu da sözlerine eklemektedir. Koç grubuna ait Otokar’ın sadece 2007 yılında aldığı savunma sanayii siparişlerinin toplamının 270 milyon dolar olduğunu düşünürsek, ne kadar “şanslı ve gururlu” olduklarını daha iyi kavrayabiliriz. Türkiye son sekiz yılda silah ihracatında on basamak birden atlayarak 20. sıraya yükselirken, 2003-2007 yılları arasındaki ortalama silah ithalatı sıralamasında 9. sırada

yer almıştır. 2000’lerin başında ithalat sıralamasında ilk dört içinde yer aldığı düşünülürse, son yıllarda yerli üretimin payının ne ölçüde ağırlık kazandığı daha net olarak anlaşılabilir. Şunu da belirtelim ki, ihracatın sıçramalı bir şekilde artmasının önemli bir nedeni de Savunma Sanayii Müsteşarlığının benimsediği “offset” anlaşma modelidir. Bu sektörde ihracatın %70’e yakın bir kısmı bu model sayesinde gerçekleşmektedir. Savunma Sanayii Müsteşarlığının yaptığı offset anlaşmalarda, yabancı ülkelerden silah ve askeri malzeme alınırken, Türkiye’den %50 oranında alım yapma şartı getirilmektedir. Bu sayede, yapılan her ithalatın yaklaşık yarısı kadar bir ihracat gerçekleştirilmekte, böylelikle özel şirketler devlet eliyle beslenmektedir. Türkiye bir yandan milyarlarca dolarlık silah alımlarıyla askeri harcamalarını tırmandırırken diğer yandan silah sanayiine büyük yatırımlar yapıyor. Dış düşman algısını sürekli canlı tutarak ve Kürt halkına karşı 30 yıldır kanlı bir savaş sürdürerek bütçeden milyarlarca dolar alan TSK’nın yanı sıra özel sermaye de giderek artan oranlarda bu kârlı alandan nemalanıyor. Milyarlarca dolarlık silah alımlarında yerli tekeller ihya edilirken yabancı tekeller de unutulmamaktadır. Hatta pastanın daha büyük bölümünü bu tekeller paylaşmaktadır. Türkiye’nin son on yıllık silah ithalatına baktığımızda, en çok silah alımının Almanya ve ABD’den yapıldığını görüyoruz. Bunları Fransa ve İngiltere takip etse de, son beş yılda bu iki ülkenin yerini İsrail ve Güney Kore’nin aldığı, Almanya’nın ise ABD’yi açık farkla geride bıraktığı görülüyor. Tablodan da görüldüğü üzere Almanya ve ABD’yi İsrail takip ediyor. İsrail ile Türkiye arasındaki askeri ilişkiler son dönemlerde sıkça gündeme geliyor. Baktığımızda, bu ilişkilerde 1997 yılının bir dönüm noktası oluşturduğunu ve bu dönüm noktasının mimarının da o yıl 28 Şubat darbesini gerçekleştiren ordu kurmayı olduğunu görüyoruz. O dönemde Orgeneral Çevik Bir öncülüğünde kurulan yakın ilişkiler sayesinde İsrail’le pek çok askeri anlaşma yapılmıştır. Türkiye insansız hava uçağı alımında 2004-2008 yılları arasında %19’luk payla İsrail’in en büyük ikinci alıcısı olmuştur. Son on yılda toplam 723 milyon dolarlık Heron

Türkiye’nin Çeşitli Ülkelerden Yıllara Göre Silah İthalatı (milyon $) 2000

Milyarlarca dolarlık silah alımlarında yerli tekeller ihya edilirken yabancı tekeller de unutulmamaktadır

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

2009

Toplam

21

566

300

386

299

185

2060

112

307

5

26

47

25

1984

8

8

8

574

15

15

15

15

488

6

99

97

320

723

44

44

73

73

307

Almanya

303

ABD

497

196

472

297

Fransa

171

172

193

14

İngiltere

135

120

128

15

15

15

46

94

48

10

3

29

44

İsrail Güney Kore

Kaynak: Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI)

15


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

alımlarıyla, tank modernizasyon projeleriyle, radar ihaleleriyle İsrail’le hiç olmadığı kadar yakın bir ilişki kurulmuştur. Kürt ve Filistin halklarının katili olan bu iki devlet, Ortadoğu’ya yönelik uluslararası emperyalist planlarda da bugüne dek kirli bir ortaklık içinde olmuşlardır. TC’nin büyük emperyalist güçlerle yaptığı kirli ortaklıksa herkesin malûmu.

Savaştan beslenenler statükodan yanalar Türkiye’de uzunca bir süredir burjuvazi içinde kıyasıya bir iktidar mücadelesi yürüyor ve asker-sivil bürokrasi yaşanan saflaşmada statükocu kanadın başını çekiyor. Durum buyken ve milyarlarca dolarlık bir pazarda ordu yerli ve yabancı sermaye gruplarıyla iş ortaklığı içinde kaynaşmışken, bunun siyaset sahasına yansımaması elbette beklenemez. Tam da bu çıkar ortaklığı nedeniyle, asker-sivil bürokrasiyle bir tür simbiyoz ilişki içinde olan büyük sermaye gruplarının burjuva iktidar bloku içinde yaşanan çatışmada statükocu kanatta yer aldıkları apaçık ortadadır. Üst düzey askeri bürokrasinin iş başındayken gizli olarak, emekliliklerinde alenen bu şirketlerin yönetim kurullarında yer almaları, danışmanlıklarını üstlenmeleri, hisse sahibi olmaları, çıkar birliği temelinde kurulmuş bu ilişkiyi iyice pekiştirmektedir. Asker-sivil bürokrasinin ağırlığının devamı anlamına gelen statükonun korunması, Kürt halkına yönelik savaşın kızışması, dış tehdit algısının sürekli arttırılması, yıllardır bu düzenden beslenen, savaştan ve savaş harcamalarının artmasından nemalanan bu kesimler için daha yağlı ihaleler ve daha fazla kâr anlamına gelmektedir. Kendi devletleri ve hükümetleri üzerinde son derece etkili bir güç olan emperyalist savaş tekelleri de Türkiye’de yaşanan iktidar çatışmasına çeşitli araçlarla müdahildirler. Türkiye’de onyıllardır devam eden savaştan ne ölçüde nemalandıkları, yapılan ihalelerden dışlanmaları ya da kayrılmaları, bizzat Türk generallerle bu şirketler arasındaki doğrudan ya da dolaylı ilişkiler vs, bunların seçtikleri safı da belirlemektedir. Örneğin AKP hükümeti iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açacak çıkışlarda bulunmaya başladığında, İsrail darbe çığırtkanlığı yapmaktan bile çekinmeyerek açıktan TSK’nın yanında saf tutmuştur. Almanya ve Amerika’da da gerek birtakım medya organlarının gerekse devlet aygıtlarının (istihbarat örgütleri, yargı vb.) seferber edilmesi yoluyla AKP hükümetini yıpratmayı amaçlayan ve ordunun yanında saf tutan bir girişim söz konusudur. Amerika’da bu girişimin başını silah lobisinin etkin olduğu “neo-con”ların çektiği açıkça bilinmektedir. Tüm bunların yanı sıra, bugünkü kapışmada “ulusalcılık” şampiyonluğuna soyunan generallerin büyük bir bölümü, ülke ayrımı gözetmeksizin emperyalist silah tekelleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki içindedirler. Bu savaş baronlarını ve silah şirketlerini daha da zengin etmek için emekçilerden kesilen vergilerle devasa bir “savunma”

16

Asker-sivil bürokrasiyle bir tür simbiyoz ilişki içinde olan büyük sermaye gruplarının burjuva iktidar bloku içinde yaşanan çatışmada statükocu kanatta yer aldıkları apaçık ortadadır

bütçesi oluşturulmaktadır. Ölüm makinelerine milyarlarca dolar yatırılırken, kendilerinden fedakârlık istenen emekçiler, ordunun onları düşmana karşı korumak üzere bu silahlarla donandığı yalanıyla kandırılmaktadır. Hatta bilinçleri milliyetçilik zehriyle bulanmış olanlar, ordunun silah gücüyle gurur duyacak kadar körleştirilmektedir. Oysa bu silahlar eninde sonunda, bu topraklardaki ya da başka memleketlerdeki emekçilerin tepesinde patlayacaktır. Tıpkı diğer emperyalist-kapitalist güçler gibi Türk devleti de, halkı düşmana karşı savunmak için değil, sermayenin çıkarlarını korumak ve kârını arttırmak için militarizmi tırmandırmaktadır. İşçi sınıfının düşmanı diğer ülkelerin emekçileri değil, kendisini ezen ve sömüren kapitalist sınıftır. Onun görevi kapitalistlerin emperyalist çıkarlarına alet olmak değil, ezilenlerin ve sömürülenlerin enternasyonalist dayanışmasını ve mücadelesini örmektir. Bu başarılamadığı ölçüde o silahlar sömürülenlerin canını almaya devam edecektir. ______________________ *

Dünya toplam askeri harcamasının %43’ünü tek başına ABD gerçekleştirirken, onu %6,6 ile Çin, %4,2 ile Fransa ve %3,8 ile İngiltere takip ediyor. Rakamların da gösterdiği gibi, bu alanda en yakın rakibi ile aralarında büyük bir uçurum olan ABD, geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği 661 milyar dolarlık (bu yıl bunun 720 milyar dolara çıkması bekleniyor) askeri harcamayla tam bir savaş makinesine dönüşmüş bulunuyor.


Aleviler, CHP ve Statükoculuk Oktay Baran

35

ilerici aydın ve sanatçının Sivas’ta alevler içinde can vermesinin üzerinden 17 yıl geçti. Bu katliamın gerçekleştiği 2 Temmuz 1993’te, iktidarda DYP-SHP koalisyonu bulunuyordu. Ama tıpkı 1978’de iktidarda bulunan CHP lideri Bülent Ecevit’in Maraş ve Çorum katliamlarına açıkça göz yumması ve gerçek sorumlularını açığa çıkartmak için ciddi bir girişimde bulunmaması örneğindeki gibi, Erdal İnönü’nün lideri olduğu SHP de Sivas katliamını korkakça bir sessizlikle geçiştirmiştir. Katliamı gerçekleştiren ırkçı, faşist ve dinci gericilerin birer taşeron olduğu, gerçek sorumlu ve planlayıcısının sermaye devleti ve onun karanlık örgütleri olduğu aşikârdır. Bu nedenledir ki soruşturmalar derinleştirilmemiş, “tetikçi” sanıkların yargılanma süreci bizzat yargı organlarınca defalarca sekteye uğratılmıştır. Yine Kemalist SHP’nin ve CHP’nin olayın üzerine ciddi biçimde gitmekten çekinmesi de aynı gerçekten kaynaklanır; aman Kemalist devletimize zeval gelmesin! Tarih boyunca ezilenlerin hareketini katliamlarla ilelebet ortadan kaldırmak hiçbir zaman mümkün olmamış, katliamlar eninde sonunda ters tepmiştir. Nitekim Alevi hareketi Sivas katliamının ardından daha da gelişip güçlenmiştir. Bugünse bu hareket hem Kemalistlerin hem de AKP’nin kıskacı altındadır. Yürüttüğü bir dizi Çalıştayla bir nevi devletlû Alevilik yaratmaya çabalayan AKP hükümetinin girişimleri şimdilik başarıya ulaşamadı. Onun bu çabasını şu şekilde değerlendirmiştik: “AKP hükümeti, bu çürümüş burjuva rejimin çirkin yüzünü makyajla kapatmayı, sorunları çözermiş gibi yaparak sorunu yaşayan toplum kesimlerini kendi içerisinde ayrıştırmayı, bu kesimlerin mümkün olan en geniş kısımlarını bu aldatmacayla kendi yanına çekmeyi ve geri kalanlarını da marjinal sıfatıyla yaftalamayı hedeflemektedir. … Ama AKP’nin adımlarının basit bir oy avcılığından ibaret olduğunu ileri sürmek de pek doğru değildir, çünkü sorun bunun çok daha ötesindedir. AKP, bir yandan diğer burjuva kesimle girdiği iktidar mücadelesinde kendi siyasal konumunu pekiştirme ve toplumsal destek tabanını genişletmeyi arzularken bir yandan da emperyalistleşmiş Türk sermayesinin genel çıkarlarına daha iyi hizmet etmeyi hedeflemektedir. Nitekim AKP hü-

Bugün Alevi emekçilerinin, Kemalist partilerden yavaş yavaş da olsa uzaklaşma eğilimleri önemlidir. Ancak belirginleşmekte olan ilerici eğilimin halen statükocuKemalist eğilimle yan yana olduğu gerçeği, Alevi emekçiler açısından bir geçiş durumunu ifade ediyor. CHP gibi Kemalist partilerde yaşanan gelişmeler, Alevi emekçiler içerisinde halen varlığını sürdüren özde gerici Kemalist eğilimi yeniden güçlendirmeye başlamıştır. Güçlü bir devrimci işçi hareketi ortaya çıkmadığı sürece de Kemalizmden kesin bir kopuşun yaşanması mümkün olamayacaktır. Bunun için kuşkusuz ki sosyalistlere önemli görevler düşüyor.

17


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

Osmanlı döneminde Aleviler her zaman açık devlet baskısı ve zülmü altında ve katliam tehdidiyle yaşadılar. Osmanlı’nın tebasını oluşturan Hıristiyan topluluklara uyguladığı baskı ve dışlama politikası bile, yine İslamın bir parçası olarak görmedikleri Alevilere karşı uyguladığı politikalardan daha hafif idi. Kimliklerini dışa vurmayan Alevilere dahi siyasal alan tam olarak kapatılmış, en küçük devlet memurluklarından bile dışlanmışlardı.

kümeti emperyalist dünya hiyerarşisinde daha üst basamaklara tırmanabilmek için, ülke içindeki sorunları en azından hafifletmesi gerektiğinin farkındadır.”1 Bu kaygılarla hareket eden bir burjuva hükümetin Alevi kitlelerinin taleplerini karşılaması mümkün değildi ve bu durum hızla ortaya çıkmıştır. Alevi emekçiler, AKP’nin çevirdiği dolaplara kolayca kanmayacaklarını göstermişlerdir. Kemalistlere gelince. Onlar da Alevi emekçileri kendi gerici planları için suistimal etmekten hiçbir zaman geri durmadılar ve bugünlerde bu çabalarını daha da yoğunlaştırmış durumdalar. Diğer yandan sosyalist hareketin bir bölümü de eleştiri oklarını neredeyse tümüyle AKP’nin üzerine yöneltirken, Kemalistlerin melun planları karşısında hiç de benzer bir uyanıklık ve teşhir çabasını gerekli görmüyor. AKP’yi her fırsatta “dinci gerici” şeklinde yaftalayan bu küçük-burjuva sosyalizmi, Kemalizmin de burjuva gericiliğinin bir başka versiyonu olduğunu bir türlü kabullenmek istemiyor.

CHP’nin taze lideri ve Aleviler Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesinin Aleviler açısından da “önemli bir dönüşüm” olduğunu ileri sürenler hayli fazla. Yalan söylüyorlar. Çünkü, sözkonusu olan ister köklü bir parti olsun isterse de bir devlet, tek başına liderlerin değişimiyle köklü değişimler gerçekleşmez. Kaldı ki Kılıçdaroğlu gibi çapsız ve silik bir “lider”e yönelik bu tür beklentiler abesle iştigaldir. İpleri fosilleşmiş Kemalistlerin elinde olan Kılıçdaroğlu’na dönük beklentilerin hüsranla sonuçlanacağı apaçıktır. Çıkmamış candan ümit kesilmez misali, statükocular hummalı bir kampanyayla Kılıçdaroğlu’na sarılmış durumdalar. Partinin başına paraşütle Kılıçdaroğlu’nun geçmesi, apoletli medya ve statükocu burjuvazi için bulunmaz bir fırsat yarattı. Kılıçdaroğlu, halkın çocuğuydu, dürüsttü, yoksul dostuydu, yolsuzluk düşmanıydı, ama daha

18

da önemlisi Aleviydi! Onun üzerinden büyük oy deposu olan Alevileri bir kez daha kandırmak hiç de zor olmayacaktı. Tam da böyle bir ortamda, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili olarak eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın evinin aranması, statükocular için yeni bir fırsat oldu. Statükocu cenah, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in, 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in ve Seyfi Oktay’ın Aleviliğine işaret ederek, bu operasyonlarda tutuklanan subayların da Alevi olduklarına dikkatleri odaklaştırmaya çabaladı. AKP’nin arka çıktığı bu operasyon ve davaların hedefinin Aleviler olduğu demagojisiyle, Alevilerin bir kez daha kendilerini saldırı altında hissetmesi sağlanmaya çalışılıyor. Kendilerini yoketmeye dönük her saldırı karşısında savunma konumuna geçerek Kemalizmin arkasına sığınma ve statükoyu destekleme refleksinin Alevilerin en büyük zaafı olduğunu gayet iyi biliyor statükocular. İşin aslına bakılırsa, sayıları çok fazla olmasa da, başta ordu ve yargı kurumları olmak üzere devlet aygıtı içerisindeki Alevi bürokratların, statükocu-darbeci kesimin gözbebeği haline gelmesinde şaşırtıcı bir taraf yoktur. Keza yıllardır Kemalist rejimin teminatı olarak görülen ve gösterilen Alevilerin “dinci gericilik” karşısında bir panzehir olarak “değerlendirildiği” bilinen bir gerçektir. Öte yandan başta Vakit gazetesi gibi dinci kesimlerin bu gerçeği çarpıtan ve abartan açıklamaları statükocuların işini epey kolaylaştırıyor. Bu çevrelerin, Alevilerin devlet ve Ergenekon içerisinde belirgin biçimde kadrolaştığını ileri süren ve aslında Alevilere karşı yerleşik önyargılara seslenen iddiaları tümüyle gerici mahiyettedir.

Aleviler ve devlet Alevilerin devlet aygıtı içerisinde bürokratik görevler üstlenmeye başlaması, 90’lı yıllarla birlikte mümkün olmuştur. O yıllara değin, Alevilerin kimliklerini gizlemek-


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

90’larla birlikte, özellikle de 2 Temmuz 1993’teki Sivas katliamının ardından, Alevilik kimliği, Alevilerin yüzyıllar boyunca bir savunma refleksi olarak geliştirdikleri gibi, artık özenle saklanması gereken bir şey olmaktan çıkarak savunulması gereken bir kimlik haline geldi. Aleviler kendi kurumlarını yaratmaya başladılar. sizin bürokratik devlet aygıtı içerisinde kilit birtakım pozisyonları işgal etmeleri mümkün değildi. Bu tür görevleri yürüten Aleviler ise bunu ancak kimliklerini gizledikleri ölçüde sürdürebiliyorlardı, o da çok küçük bir azınlık olarak. Ne var ki, bu durum bile yıllarca Aleviler tarafından bir kazanım olarak görülebilmiştir. Zira TC’den önce Alevi olarak yaşamak çok daha büyük bir ıstıraptı. Osmanlı döneminde Aleviler her zaman açık devlet baskısı ve zülmü altında ve katliam tehdidiyle yaşadılar. Osmanlı’nın tebasını oluşturan Hıristiyan topluluklara uyguladığı baskı ve dışlama politikası bile, yine İslamın bir parçası olarak görmedikleri Alevilere karşı uyguladığı politikalardan daha hafif idi. Kimliklerini dışa vurmayan Alevilere dahi siyasal alan tam olarak kapatılmış, en küçük devlet memurluklarından bile dışlanmışlardı. Osmanlı’nın son döneminde İttihat Terakki Alevileri keşfeder. O güne dek “kızılbaş” kavramıyla anılanlara Alevi kavramını yakıştıran, bu kavramı ilk olarak ortaya atan da İttihat Terakki’dir. Anadolu’da “İslamlaşma, Türkleşme ve muasırlaşma” politikasının mimarı olan İttihat Terakki, bu amacına ulaşmak üzere, hangi toplulukların yokedileceğinin hangi topluluklarınsa nasıl asimile edileceğinin anlaşılması için bir dizi insana etnik-sosyolojik incelemelerde bulunma görevi verir. İslamlaşma hedefinin iki ayağı vardır. Birincisi, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere dönük baskı ve kırımlarla Anadolu’nun gayrimüslimlerden tümüyle arındırılması. Bu hedefe büyük oranda ulaşılır. İkincisi, Alevilerin İslama dahil edilmesi yani Sünnileştirilmesi. Aleviliğin “öz be öz Türk Müslümanlığı”olduğu düşüncesi ortaya atılır ve bu şekilde Alevilerin “İslamlaştırılarak” gerek gayrimüslümlere karşı gerekse de gerektiğinde Kürtlere karşı kullanılmasının yolları aranır, bu dönemde özellikle Bektaşilerle yakın ilişkiler kurulur. Ne var ki, o tarihlerde Anadolu nüfusunun dörtte birini oluşturan Alevilere ilişkin bu hedefe tam olarak ulaşılamaz. Benzer şekilde

Türkleştirme politikasıyla Kürtlere dair girişimler de başarısızlıkla sonuçlanır. Ancak bu politikadan vazgeçilmez. Dünya Savaşı sonrası kurulacak Kemalist rejimin izlediği politika da özünde aynı politikadır.

Kemalist rejimin teminatı mı? Bugün Alevilerin önemli bir çoğunluğunun Kemalist ideolojinin etkisi altında olduğu doğruysa da, bu her dönem böyle olmamıştır. “Milli Mücadele” döneminde ilk örgütlenme çalışmalarına Anadolu’nun doğusunda girişen Mustafa Kemal, sırtını yörenin gerçekliğine dayamaksızın tek bir adım bile atamayacağını görmüş ve bu doğrultuda bölgedeki Alevi ve Kürt aşiretlerini yanına çekebilmek için türlü vaatlerde bulunmaktan çekinmemiştir. Tüm iktidar gücünü kendi tekeline alıncaya kadar gerek etnik gerekse de dini grup ve azınlıklarla her türlü uzlaşmayı mubah sayan Kemalist önderlik, kendini güçlü hissettiği andan itibaren verdiği tüm sözlerden geri dönmüş, vaatlerini bir tarafa atmış, yaptığı gizli ya da açık anlaşmalardan caymıştır. Kemalist önderliğin kendilerine de özgürlük getireceği inancındaki bu grupların her biri tam bir hayal kırıklığına uğramış ve çok geçmeden katliamlarla karşı karşıya kalmışlardır. Aleviler de bu gruplardan biridir aslında. “Milli Mücadele” döneminde özellikle Bektaşiler ve Kürt olmayan Aleviler, Kemalist önderliğe tam destek vermişlerdi. Onun gerçekleştireceği reformlarla, Osmanlı zamanında çektikleri acılardan kurtulacakları umudundaydılar. Onlarda bu umudu doğurmak üzere Kemalist önderlik her türlü politik manevrada bulunmuştu kuşkusuz. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Aleviler ve Kürtlerle kurduğu yakın temaslardan sonra Ankara yoluna düşen M. Kemal, önce Hacı Bektaş Dergâhına uğrar ve dergâhın postnişini Cemalettin Çelebi tarafından ağırlanır. Aralarındaki “muhabbet”, “Pir Evi Protokolü” diye anılan bir

19


marksist tutum

anlaşmayla somutlanır. M. Kemal’in saltanat ve hilafeti eleştiren, halk egemenliği ve eşit yurttaşlıktan bahseden konuşmaları Alevi dedeler tarafından içtenlikle karşılanır. “Pir Hacı Bektaş don değiştirip geldi” fısıltıları ilerleyen günlerde Mustafa Kemal’in de Alevi ve hatta mehdi olduğu söylentilerine dönüşür! Benzer bir anlaşma Dersim aşiretlerinin lideri Seyit Rıza ile de yapılmıştır. Bu anlaşmaların özü, yeni kurulacak devletin cumhuriyet olması ve Alevilerin kendi örf ve adetlerine göre özgürce yaşaması, kendi görevlilerini kendilerinin seçmesi ilkelerine dayanmaktaydı. Bu anlaşmalar doğrultusunda, Cemalettin Çelebi Birinci Meclis’in Başkan Vekili yapılmış, bazı kilit mevkilere Aleviler getirilmiş, Meclis’te Alevi kimliğiyle yer alan vekillerin sayısı kimi kaynaklara göre 27’yi bulmuştu. Yıllarca Osmanlı zulmü altında inleyen ve sıradan bir devlet memuru bile olamayan Aleviler için tüm bunlar muazzam bir jest anlamına geliyordu. Aleviler ile Kemalist önderlik arasındaki bu işbirliği, Alevi-Kürt Koçgiri aşiretleri federasyonunun başını çektiği Koçgiri ayaklanmasıyla bir ölçüde zedelense de, Koçgiri ayaklanmasının temelinde Aleviliğin değil Kürt kimliğinin yatması, bu hoşnutsuzluğun büyümesini engellemiştir. Alevi Türklerin Kemalist rejimle ilişkilerinin soğumasının temelinde yatan faktör, 1925’te tekkelerin, zaviyelerin ve dergâhların kapatılması, Alevi-Bektaşi ileri gelenlerinin kullandığı sıfatların yasaklanmasıdır. Kemalist rejim, geleneksel İslamı karşısına almıştı almasına ama onun yerine gerçekten laik bir düzeni de getirmiş değildi. Kemalizm, Anadolu Sünniliğini Arap etkilerinden ve geleneksel uygulamalarından arındırarak, modernize edip Türkleştirilmiş bir din haline getirmiş, devletin mutlak denetimi altına sokmuştur. Bu haliyle devletlû Sünnilik TC rejiminin temel taşlarından birini oluşturmuştur. Yeni kurulan TC devletinin, Sünniliği devletin resmi dini olarak tanımasına rağmen bizzat devlet kurumları aracılığıyla Sünniliğin dizginlerini kendi eline alması, Alevi kitleler arasında ikircikli bir tutuma yol açmıştır. Bir taraftan, Sünniliğin dizginlenmesi Aleviler üzerindeki baskıların da hafifleyerek onlara yaşam hakkının tanınması anlamına geliyordu, ki bu durum rejime ve daha da önemlisi rejimin liderine karşı bir sempati doğuruyordu. Diğer taraftan, Alevilerin temel taleplerinin hiçbirinin karşılanmaması, rejime karşı Alevi kitleler arasındaki hoşnutsuzluğu sürekli besleyip büyütüyordu. Türk egemen sınıfı, bu ikircikli ruh halini (hoşnutsuz statükoculuk), zaman zaman gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla sürekli diri tutmayı, Alevi kitleleri ölümü göstererek sıtmaya razı etmeyi başarmıştır. 1937’de Dersim isyanıyla birlikte Kürt ve Alevi kimliği bir kez daha gündeme oturmuş ve bu isyanın da büyük bir katliamla bastırılması, Alevi kitleler arasında bu kez daha büyük bir tepkiyi doğurmuştur. Hiç kuşku yok ki, bunda, Koçgiri isyanından farklı olarak Dersim isyanında Alevi kimliğinin Kürt-Zaza kimliğinin yanı sıra önemli

20

Temmuz 2010 • sayı: 64

bir yer işgal ediyor oluşu rol oynamıştır. Diğer taraftan, artan baskılara, hoşnutsuzluğa ve hayal kırıklıklarına rağmen, gerek TC’nin kuruluş döneminde üretilen Mustafa Kemal’in Alevi olduğu vb. söylentilerin halen güçlü bir etkiye sahip olmasından gerekse de baskılara rağmen TC rejimi altında Alevilerin bir parça da olsa yaşam şansı bulmuş ve kâğıt üzerinde kalsa bile “eşit yurttaş” statüsüne kavuşmuş olmalarından kaynaklı olarak, özellikle Kürt olmayan Alevi kitleler arasında Mustafa Kemal imgesi bir ikon olarak varlığını sürdürmüştür. Aleviler bu dönemde rejimden duydukları hoşnutsuzluğu M. Kemal’i muaf tutarak, CHP’ye tepki biçiminde dışa vurmuşlardır. Keza tek parti diktatörlüğüne karşı gelişen hoşnutsuzluk sonucunda, Alevi kitleler, 1946 yılında yapılan ilk “serbest” seçimlerde Demokrat Partiye (DP) oy vermişlerdi. 1950 seçimlerinde bu destek bir nebze azalsa da, Alevi kitleler bir kez daha Demokrat Partiyi tercih etmişlerdi. Dersim, Amasya, Tokat, Erzincan, Sivas, Çorum, Yozgat ve Maraş gibi Alevi nüfusun yoğun olduğu illerde seçimi DP kazanmıştı. Ama DP iktidarının uyguladığı kimi politikaların toplumda yarattığı hoşnutsuzluğun yanı sıra, DP’nin giderek muhafazakâr eğilimler göstermesi ve Sünni grup ve tarikatlarla yakınlaşmasıyla durum değişir. Bu dönemde Kemalist CHP’nin başlattığı “karşı-devrim” söylemi ve körüklediği “şeriat gelecek” paranoyası 1957 seçimlerinde Alevi kitleleri bir kez daha CHP’nin kuyruğuna takar. 1960’lı yıllar, Türkiye’de kapitalizmin hızla serpildiği yıllardır ve toplumun diğer kesimleri gibi Alevi emekçiler de kırdan kentlere akmaya başlar. Bu gelişmeler, o güne dek içe kapalı bir yaşantı süren Alevileri de henüz sınırlı bir ölçüde bile olsa dışa açılmaya zorlar. Bunun önemli sonuçlarından biri kentli işçi sınıfı içerisinde Alevilerin artan ölçüde yer almasıdır. Böylelikle yavaş yavaş da olsa Alevilerin içerisinde de sınıfsal ayrışmalar daha belirgin hale gelir. Buna paralel olarak, siyasal tercihler daha da çeşitlenir. Nitekim, Alevilerin bir kısmı bir Alevi partisi kimliğinde kurulan Türkiye Birlik Partisine oy verip, bir kesimi hâlâ CHP’yi desteklerken, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) de Alevi işçilerden belli bir destek görmeye başlar. Böylelikle TİP şahsında Alevi kimliği sol bir söylemle buluşmuş olur. Aynı yıllarda serpilip gelişen sosyalist ve devrimci hareket içerisinde de Alevi gençler giderek artan ölçüde önemli bir yer tutmaya başlarlar. Geniş Alevi kitlelerse, bu devrimci gençlik dolayımıyla devrimci harekete sempatiyle yaklaşmalarına rağmen, 70’li yıllarda kendilerini esas olarak Bülent Ecevit’in “ortanın solu” söylemiyle dirilttiği CHP’yle özdeşleştirirler. Başta işçi sınıfı ve Aleviler olmak üzere, CHP toplumun sömürülen ve ezilen kesimlerinin gözünde bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanır. Giderek güçlenen bu yanılsama 197880 döneminde tırmanan faşist terörün Alevilere dönük katliam boyutlarına varmasına rağmen kırılmamıştır. Ale-


sayı: 64 • Temmuz 2010

vilerin hiçbir talebini karşılamayan CHP hükümeti, öncesinde uyarılmasına rağmen bu katliamlara açıkça göz yummuş, sorumlularının yargılanması hususunda kararlı adımlar atmamış ve dahası 12 Eylül faşizmine giden yolda sıkıyönetim uygulamasının yerleşip yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu yaşananlar Alevi kitlelerde hayal kırıklığı yaratsa da, muhafazakâr, dinci ve faşist partiler karşısında CHP’ye bir kez daha kötünün iyisi gözüyle bakılması sonucundan başka bir sonuç üretmemiş, Alevi kitleler üzerindeki Kemalist CHP’nin ipoteği kırılamamıştır. Diğer taraftan, CHP hakkında yanılsama içerisinde olanlar yalnızca Aleviler değildi! Gerek küçük-burjuva devrimci çevreler içerisinde, gerekse de işçi hareketi içerisindeki reformist grup ve partiler arasında da CHP’ye dönük aynı yanılsamalar belirleyici bir rol oynuyordu. Birçok küçük-burjuva hareket CHP’nin örgütlerinde “devrimci çalışma” yürütürken, faşizme karşı icat edilen türlü cephe formülasyonlarında da CHP başköşeye oturtuluyordu. Özellikle taşrada CHP’lilik ile devrimcilik arasında sınırların neredeyse silinmiş olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle, yanılsamanın temelinde Ecevit’in sahte sol söylemi ve oportünist çizgisinin yanı sıra küçük-burjuva sosyalizminin damgasını taşıyan devrimci hareketin de Kemalizm hakkındaki son derece yanlış değerlendirmeleri yatar. Küçük-burjuva sosyalizminin, Kemalizmi, ilerici, devrimci, anti-emperyalist vb. sıfatlarla onurlandırması, zaten bu yorumlara teşne olan Alevi kitleleri gerek CHP gerekse de Kemalizm hususunda körleştirip felçleştirmiş, Alevi kitlelere karşı işlediği tüm suçlara rağmen onun yine de kötünün iyisi olarak görülmesinde rol oynamıştır. Bugün ister burjuva partiler içerisinde ister çeşitli demokratik kitle örgütlerinin yönetim kademelerinde olsun, siyaset sahnesinde yer alan Alevi şahsiyetlerin önemli bir bölümünün, o yıllarda böylesi bir devrimci hareketin tedrisatından geçtiği hatırlanacak olursa, bu gerçeklik daha iyi kavranır. Bu kahredici bilinç çarpıklığının boyutlarından biri de, devrimci hareketin saflarında, Aleviliğin tarihsel bir gelenek olarak barındırdığı kimi muhalif öğelerin haddinden fazla abartılarak, neredeyse Alevilerin doğuştan devrimci olduğuna dair üretilen yanılsamalı izlenimdir.

marksist tutum

Alevi hareketinin şekillenişi 80’li yıllarda faşist cunta, işçi ve devrimci harekete ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, CIA patentli “Yeşil Kuşak” projesine hız verip, burjuva devletin olanaklarını başta imam hatipler olmak üzere her türlü dini örgütlenme faaliyetinin hizmetine sunmuştu. Bu koşullarda Alevi kitleler de edindikleri refleksle sahte sol partilerin peşinden gitmeye devam ettiler. 90’larla birlikte ise, özellikle de 2 Temmuz 1993’teki Sivas katliamının ardından, Alevilik kimliği, Alevilerin yüzyıllar boyunca bir savunma refleksi olarak geliştirdikleri gibi, artık özenle saklanması gereken bir şey olmaktan çıkarak savunulması gereken bir kimlik haline geldi. Aleviler kendi kurumlarını yaratmaya başladılar. Bunda hiç kuşku yok ki, dağılan devrimci gruplar içerisindeki Alevi kadroların, siyaset alanında kendilerini Alevi kimlikleriyle açıktan ifade etmelerinin büyük bir rolü vardır. Bu öznel durum bir başka nesnellikle de çakışmıştı. Kapitalizmin büyük bir hızla geliştiği, yeni bir kente göç dalgasının yaşandığı bu dönemde, kentlere akan Alevi kitlelerinin, eninde sonunda kendi talep ve ihtiyaçlarını öne çıkararak kimliklerini dışa vurmaları kaçınılmazdı. Bu aynı zamanda Aleviler içerisindeki sınıfsal farklılaşmanın belirginleşerek, farklı örgütlülüklerde somutlaşmasını da beraberinde getirmiştir. Bugün Alevi burjuvazisinin sözcüsü durumundaki örgütler ile emekçilere daha yakın bir söylem benimseyen örgütlülükler giderek daha net biçimde ayrışmaktadır. Bu aslında Alevi emekçilerin Kemalist gözbağlarından kurtulmasının bugün daha mümkün olduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen, daha bir sol söylem tutturan kimi Alevi örgütlülüklerinin halen Kemalizm konusundaki yanılsamayı koruduğunu ve hatta yeniden ürettiğini de unutmamamız gerekiyor. Kemalist partilerden giderek güçlenen kopma eğilimi henüz Kemalizmin bir bütün olarak sorgulanmaya başlanması noktasına ulaşmamıştır. Bunda hiç kuşku yok ki, hem bu kadroların sol Kemalist önyargıları hem de yine aynı çarpık kavrayışın ürünü olan “şeriat tehlikesi” vurgusu büyük rol oynamaktadır. şeriat tehlikesi Nitekim, yine 90’lı yıllar boyunca, burjuvazi içerisinde giderek gelişerek sertleşen hegemonya mücadelesi, statükocu burjuvazi tarafından halk kitlelerine, kimi zaman AB süreci hedef gösterilerek “ulusal egemenlik

21 2 1


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

yitiriliyor” söylemiyle, kimi zaman Kürtler hedef gösterilerek “bölüneceğiz” söylemiyle, kimi zaman da siyasal İslam hedefe oturtularak “şeriat geliyor” söylemiyle yansıtıldı. Bu propagandanın bilhassa Alevi emekçi kitleler üzerinde hayli etkili olduğu açıktır. “Şeriat tehlikesi” söylemi, solcu geçinen Alevi örgütlerinin bile diline dolanmış durumdadır. Devletin malum güçlerince körüklenen şeriat korkusu, CHP vb. Kemalist partilerden kopma eğilimi içine giren Alevi kitlelerinin, her seçimde bir kez daha gönülsüzce bu partilere oy vermesine yol açmaktadır. Örneğin 2002 seçimlerinde CHP oylarının yüzde 65’inin Alevilerin yaşadığı bölgelerden gelmesi, CHP açısından bu paranoyanın körüklenmesinin ne denli hayati bir önemi olduğunu göstermektedir. Bunun bir paranoya olduğunun, gerçeklikle hiçbir bağı olmadığının, bilinçlice oluşturulup abartılmış bir yanılsamadan ibaret olduğunun döne döne tekrarlanmasında fayda vardır. Bu gerçeklik kavranmadığı sürece, Alevi kitleler, üstelik de solculuk iddiasındaki örgütlülüklerince Kemalizmin, darbeciliğin ve hatta faşizmin peşinde sü-

22

rüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Açıkça darbe çığırtkanlığı yapılan, faşist grup ve partilerin boy gösterdiği Cumhuriyet mitinglerinin temel direğinin bu paranoyayla korkutulan Alevi kitleler olması, tehlikenin boyutlarını yeterince sergilemektedir. 2007 seçimlerine dek, “şeriat geliyor” korkusuyla Kemalistlerin peşine takılan Alevi kitleler, aynı zamanda ezilen Kürt halkının mücadelesinin karşısına da bir bariyer olarak çıkarılmak istendi, isteniyor. Aleviliğin Orta Asya ve Horasan’dan gelen göçer Türk boylarının dini inançlarını temsil ettiği, Alevilerin öz be öz Türk oldukları gibi iddialar, körüklenen Türk şovenizminin Alevi kitleler içerisine daha büyük ölçüde sızması için faşist çevreler ve akademisyenler tarafından yinelenen safsatalardır. Alevi kitlelerin şeriat korkusuyla statükocu cephenin peşine takılmasının onları bu tür faşist propagandalara daha açık hale getirdiği ortadadır. Bugün Alevi emekçilerinin, Kemalist partilerden yavaş yavaş da olsa uzaklaşma eğilimleri önemlidir. Bu eğilim giderek güçlendirilmeli ve dahası yalnızca Kemalist partilerden değil bir bütün olarak Kemalizmden de kopuş noktasına kadar ilerlemesi için çaba gösterilmelidir. Cumhuriyet mitinglerinin gerici slogan ve simgelerinden uzaklaşılıp, Alevilerin haklarını talep eden, sözde laiklik uygulamalarını teşhir edip Diyanet’in lağvedilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını vb. talep eden yüzbinlerce kişilik gösterilere doğru katedilen mesafe kuşkusuz ki anlamlıdır. Ne var ki, bugün bu belirginleşmekte olan ilerici eğilimin halen statükocu-Kemalist eğilimle yan yana olduğu gerçeği, Alevi emekçiler açısından bir geçiş durumunu ifade ediyor. CHP gibi Kemalist partilerde yaşanan gelişmeler, Alevi emekçiler içerisinde halen varlığını sürdüren özde gerici Kemalist eğilimi yeniden güçlendirmeye başlamıştır. Güçlü bir devrimci işçi hareketi ortaya çıkmadığı sürece de Kemalizmden kesin bir kopuşun yaşanması mümkün olamayacaktır. Bunun için kuşkusuz ki sosyalistlere önemli görevler düşüyor.

______________________________ 1 Oktay Baran, Alevi Çalıştayları ve Laiklik Sorunu, Marksist Tutum, Mart 2010 2

1921 yılının bahar aylarında Sivas’ın Zara ilçesinde başlayan Koçgiri ayaklanması bir katliamla bastırılmıştı. 200’den fazla Alevi Kürt köy ve mezrası, içinde yaşayan insanlarla birlikte “imha” edilmiş, kimi kaynaklara göre yaklaşık 70.000 kişi öldürülmüş ve binlerce insan da Anadolu’nun farklı bölgelerine sürgüne gönderilmişti. Kemalist önderliğin Kürtlere ve bu arada dolaylı olarak da Alevilere verdiği ilk mesajlardan biriydi bu. Arkası 1937’de Dersim’de gelecekti.


Emperyalizm Dönemi ve Haklı-Haksız Savaşlar Ayrımı Elif Çağlı

U

lusal sorun tartışmaları kapsamında, Lenin, haklı ve haksız savaşlar ayrımına da geniş bir yer vermiştir. O dönemin savaş ortamı nedeniyle bu ayrımın yapılması gerçekten de çok önemliydi ve komünistlerin savaşlar karşısında doğru bir siyasal tutum alabilmeleri bakımından zorunluydu. II. Enternasyonal’in 1912 yılında Basle özel kongresinde oybirliğiyle kabul ettiği bildiri bu açıdan özel bir önem taşır. Bildiride, emperyalistlerin yağmacı bir savaşa hazırlandıkları açıklanıyordu; işçiler savaş tehlikesiyle mücadele etmeye çağrılıyorlardı. Bu savaş ortamının, aynı zamanda bir devrim durumuna işaret etmekte olduğu görüşü benimseniyordu. Savaşın patlak vermesi halinde, II. Enternasyonal’e dahil partilerin, sosyalistlerin görevinin, sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere ekonomik ve politik bunalımdan yararlanmak olduğu belirtiliyordu. Fakat 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, Basle bildirisine imza atan sosyalistlerin çoğu, verdikleri sözleri çiğneyerek parlamentolarda savaş bütçeleri lehinde oy kullandılar ve kendi burjuva hükümetlerinin yanında yer aldılar. Bu tutumlarına siyasal gerekçeler icat etmeye çalışan II. Enternasyonal dönekleri, aslında bizzat emperyalist paylaşım savaşını çıkartan saldırgan Avrupa ülkelerinin bile “anayurt savunması” yapmaya hakları olduğu yalanına sarıldılar. Politik literatüre sosyal-şovenizm olarak geçen bu siyasal eğilimle mücadele yakıcı bir önem kazanmıştı. Dolayısıyla, haklı ve haksız savaşlar ayrımının, artık kapitalizmin emperyalist aşaması koşullarında yeniden netleştirilmesi zorunluydu. Bir savaşın niteliğini belirleyebilmek için, bir kere her şeyden önce o savaşa yol açan politikanın karakterinin açıkça ortaya konması gerekir. Çünkü genelde her savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu nedenle de, yürüyen bir savaşın nasıl değerlendirileceği, haklı mı haksız mı bulunacağı konusunda soyut bir ölçüt olamaz. Fakat örneğin, “yurtseverlik”in sosyalizm adına göklere çıkarılması konusunda sicilleri bir hayli lekeli olan Fransız sosyalistleri (meşhur

Yayılmacı maceralara yalnızca büyük emperyalist ülkeler başvurmuyor. Bugün, kendi bölgelerinde emperyalistleşmeye, bir alt emperyalist güç olmaya çabalayan kapitalist ülkelerin (örneğin Türkiye, İran, Hindistan gibi) durumu çarpıcıdır. Bu ülkelerin, kendilerine nüfuz alanı yaratabilmek amacıyla kendi bölgelerinde kışkırttıkları çatışmalar, giriştikleri gerici maceralar ve çıkarttıkları haksız savaşlar var. Bu tür savaşlar karşısında da devrimci proletaryanın tutumu, bir başka ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisiyle aynı cephede bir “ulusal” savaşın, bir “anayurt” savaşının sürdürülmesi olamaz. Günümüzün somut koşulları nedeniyle, bir zamanlar Lenin’in emperyalist ülkelerin sosyal-şovenlerini mahkûm etmek için dile getirdiği uyarılar, bugün tüm kapitalist ülkelerdeki komünistlerin kulağına küpe olmalıdır.

23


marksist tutum

Jauréscilik), bu “ün”lerini emperyalist paylaşım savaşı ortamında da sürdürdüler. Onlar, rekabet ve nüfuz alanlarının paylaşımı nedeniyle emperyalist ülkeler arasında patlak veren savaşta, “saldırıya uğrayan ülkenin savunma hakkı vardır” ölçütüne göre hareket edebiliyorlardı. Lenin bu türden şoven yaklaşımları eleştirirken tam da sorunun özüne işaret ediyor ve şöyle diyordu: “Sanki soru: Savaşın nedenleri nedir? Savaşın amaçları nedir? Savaşı hangi sınıf veriyor? değilmiş de, ilk saldıracak olan kimdir? sorusuymuş gibi.”1 Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Ancak belirli tarihsel şartlarda haklı ve ilerici nitelik taşıyan “anayurt savunusu”nun emperyalistler arası bir savaşa uygulanması, düpedüz işçileri aldatmak ve gerici burjuvazinin yanında yer almak demektir. Sosyal-şovenlerin hilekârlığını sergileyebilmek için, her şeyden önce Marx ve Engels’in 1789-1871 arasındaki ulusal kurtuluş savaşlarını neden ilerici, haklı ve desteklenebilir savaşlar olarak değerlendirdiklerini hatırlamak gerekir: “Böyle bir dönemin savaşları ile ilgili olarak «savunma» savaşının meşruluğu üzerine söz ederken sosyalistler, daima, sonu ortaçağ kurumlarına ve köleliğe karşı devrime çıkacak olan bu amaçları gözönünde bulundurmuşlardır. «Savunma» savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda «haklı» bir savaşı kastetmişlerdir. … Sadece bu anlamda sosyalistler, «anayurdun savunulması için» verilen savaşlara ya da «savunma» savaşlarına, meşru, ilerici ve

Temmuz 2010 • sayı: 64

haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar.”2 Oysa 1914’te patlak veren savaş, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla başlattıkları haksız bir savaştı. Böyle bir savaşta emperyalist ülkeler proletaryasına “yurt savunması” fikrinin empoze edilmeye çalışılması, doğrudan doğruya emperyalist güçlerin değirmenine su taşımak anlamına geliyordu. Lenin’in sözleriyle, “... bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.”3 Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında “saldıran” da “saldırıya uğrayan” da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın “anayurdun savunulması” gibi bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler. Bu siyasetin yerine “anayurt savunması” siyasetinin geçirilmesi, proleter devrim amacına açıkça ihanet etmek demektir. Çünkü, emperyalist niyetlerle savaşa tutuşan ülkelerde, proletaryanın “anayurt savunması” yanılgısına kapılarak bu savaştan yana çıkması, “kendi” burjuvazisinin zaferi uğruna diğer ülkeler proleterleriyle boğazlaşması anlamına gelir. Bu tutum, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” parolasında ifadesini bulan proletarya enternasyonalizmi 1914’te patlak veren savaş, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla başlattıkları haksız bir savaştı. Böyle bir savaşta emperyalist ülkeler proletaryasına “yurt savunması” fikrinin empoze edilmeye çalışılması, doğrudan doğruya emperyalist güçlerin değirmenine su taşımak anlamına geliyordu. Lenin’in sözleriyle, “... bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.”

24


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

Kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek “ulusal sorun”lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. hedefinin açıkça ayaklar altında çiğnenmesidir. Tıpkı Lenin’in belirttiği gibi: “Her kim ki, Marx’ın, gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken «işçilerin anayurtları yoktur» sözünü unutarak burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marx’ın tutumuna atıfta bulunursa, Marx’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur.”4 Ne var ki “anayurt savunması” siyasetine karşı olmak, her türlü ulusal savaşı reddetmeyi ya da olanaksız görmeyi, bu kez de böyle bir uç noktaya savrulmayı haklı kılmıyor. Emperyalist bir savaş içinde paylaşıma konu olan sömürgeler ve ezilen uluslar açısından durum farklıdır. Çünkü bu ülkelerde “anayurt savunması”, gecikmiş bir tarihsel sorunun, yani ulusal bağımsızlık sorununun çözümünü içerir. Ve bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarını, komünistler haklı ve ilerici savaşlar olarak değerlendirmeyi sürdürürler. “Ata toprakları ve ulus”un tarihsel kategoriler olduğunu belirten Lenin; “Ben, demokrasiyi savunmak ya da ulusal baskıya karşı durmak amacıyla verilen savaşlara hiçbir biçimde karşı değilim; bu savaşlar ya da başkaldırılar söz konusu olduğu zaman da «ata topraklarının savunulması» sözünden korkmam” der.5 Gerçekten de, sosyalistler her zaman zulüm görenin yanında yer alırlar ve kapitalist baskılara karşı yürütülen demokratik ya da sosyalist içerikli savaşlara karşı çıkmazlar. Emperyalizm döneminde bir ulusal savaşın haklı kabul edilebilmesi için her şeyden önce, yürüyen savaşın özü ortaya konulmalıdır. “Peki, bir savaşın «özü»nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş

emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”6 Sömürge ülkelerde ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşlarının haklı savaşlar olduğu hususu yeterince açıktır. Asıl tartışılması gereken sorun, siyasal bağımsızlığa sahip ve zaten burjuvazinin egemen olduğu bir kapitalist ülkenin emperyalist paylaşım savaşına konu olması, topraklarının işgal edilmesi durumudur. Böyle bir durumda da, yine haklı bir ulusal savaştan söz edebilir miyiz? Komünistler, sosyal-şovenizme bulaşmama gerekçesiyle, böylesi koşullarda “yurt savunması” için ayağa kalkan emekçi kitlelere ve onların mücadelesine kayıtsız mı kalmalıdırlar? Bir kere her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, egemen olan bir ulus-devletin topraklarının işgale uğraması ya da ilhak edilmesi durumunda komünist yaklaşım açısından temel sorun, üzerinde yaşanan toprakların savunulup savunulmayacağı sorunu değildir. Sorun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin, yaşadıkları topraklara yönelik bir saldırı ve ilhak karşısında neyi, nasıl, kime karşı, hangi temelde vb. savunacakları sorularının yanıtındadır. Lenin’in tutumunda örneklendiği gibi, komünistlerin karşı çıktığı “anayurt savunusu”, proletaryanın savaş bahanesiyle kendi ülkesindeki burjuva iktidarını savunur ve destekler bir duruma düşürülmesidir. Peki doğru tutum ne olmalıdır? Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” kapsamında bir ön deneyim olarak geçen Paris Komünü, bu konuda da bir ön örnek oluşturmaktadır. Marx’ın deyimiyle “göğü fethe çıkan komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası siyasal deneyim açısından henüz çok gençti. Emekçi kitlelerin desteğini

25


marksist tutum

henüz kazanmamıştı, yalnızdı. Ne yapması gerektiği konusunda bilgisizdi, çeşitli yanılgıları oldu ve sonunda yenildi. Fakat her şeye rağmen, yine de işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi. Siyasal deneyim açısından çocukluk dönemini yaşayan Paris proletaryası, daha sonraları işçi sınıfının bilincini aşamalara bölüp duran kartlaşmış Stalinist “önder”lerin stratejileriyle (önce burjuvaziyle birlikte dış düşmana karşı mücadele, sonra içte burjuvaziyle hesaplaşmaya sıranın gelmesi; yani gelmemesi!) kirlenmemişti. Fakat yine de bu örnek yalnızca bir ön deneyimdi; eksikleri, hataları görmezden gelinemezdi. Bu nedenle Lenin, Paris Komününün hatalarından alınması gereken derslere dikkat çekti. Paris işçilerinin bir bölümünün “ulusal ideolojiye” saplanıp kalmalarının, bu tür küçük-burjuva zayıflıkların affedilmez yanılgılara örnek oluşturduğunu belirtti. Bir başka örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı içinde Almanya tarafından işgal edilen Belçika’da ortaya çıkan “ulusal sorun”un sömürge ülkelerden farklılığı hatırlanabilir. Lenin, eğer Almanya Belçika topraklarını ilhak ederse böyle bir kapitalist ülkede de bir ulusal savaşın gündeme gelip gelmeyeceğini ve şayet gündeme gelirse komünistler tarafından haklı bulunup bulunmayacağını tartışıyordu. O, böylesi durumlarda da toprak ilhaklarına karşı çıkılması ve ulusların kaderini tayin hakkının kabul edilmesinden yanaydı. Çünkü Lenin, zorla gerçekleşen toprak ilhaklarını bir “oldu-bitti” olarak kabul eden ve bu tür sınır değişikliklerini sosyalizmi hazırlayan bir siyasal-iktisadi merkezileşme adına kayıtsızlıkla karşılayan mantaliteye karşıydı. Bu nedenle, “Avrupa’da yeni sınır taşlarının dikilmesine, emperyalizmin yıktıklarının yeniden konmasına kesin olarak karşıyız” diyen Polonyalı Marksistleri eleştirdi. İlhakların bu temelde haklı gösterilmesini Marksizmin yozlaştırılması olarak değerlendirdi. Ulusların kaynaşmasının ancak gönüllülük temelinde gerçekleşebileceğini savunan Lenin, bir halkın arzusu dışında zorla gerçekleştirilen toprak ilhaklarına karşı çıkılması gerektiği fikrinden ödün vermedi. Ulusal bağımsızlık sorununun çok önceden çözülmüş olduğu bir kapitalist Avrupa ülkesinde bile –Belçika örneğinde olduğu gibi– ulusların kaderini tayin hakkını savunmanın yeniden gündeme gelebileceğini hatırlattı. Konuyu netleştirmek için birkaç önemli noktayı vurgulayalım. Belçika’daki bir “ulusal savaş”ın, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarıyla özdeşleştirilebilecek bir tarihsel boyutu yoktu. Belçika, sömürge ülkelerdeki gecikmeli tarihsel koşulların tamamen uzağındaydı. Bir işgal ya da toprak ilhakı gerçekleşti diye, Belçika gibi bir ülkede, onca yıldır proletaryanın düşmanı olan burjuvazi gerici bir sınıf olmaktan çıkıp görece “ilerici” bir konum kazanacak değildi. Bu nedenle, kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden “ulusal sorun”lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris

26

Temmuz 2010 • sayı: 64

Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. Yani proletarya, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten böyle bir ortamdan yararlanabilmeli, “yurt savunması” diyerek ayağa kalkan kitlelerin önderliğini ele geçirebilmeli ve böylece onları toplumsal devrime yöneltmelidir. Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan “ezen ve ezilen ulus” sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında “ezen ve ezilen sınıf ” sorunu almıştır. Fakat yine de, çeşitli emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki re-


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

Komünistler ulusların kaderini tayin hakkını savunurlar, emperyalist ülkelerin askeri müdahalelerine ve toprak ilhaklarına karşı çıkarlar. Ezilen ulusların siyasal bağımsızlık mücadelelerini haklı bulur ve desteklerler. Fakat tüm kapitalist ülkelerde, komünistler, savaşın yarattığı devrimci durumdan proleter devrimin gerçekleşmesi için yararlanmayı başa alırlar. kabet ve hegemonya mücadelesinde, herhangi bir nüfuz alanını yeniden paylaşmak amacıyla çıkarttıkları ve çıkartacakları savaşlar karşısında doğru bir tutum alma gereği devam ediyor. Örneğin, bugün iyice saldırganlaşan ABD’nin bütün dünyanın gözü önünde açıkça hücuma hazırlandığı7 Irak sorununda tarafsız kalmak mümkün müdür? Irak’ta Saddam rejiminin desteklenebilecek hiçbir yönü olmasa da, dünya ölçeğinde proletaryanın emperyalist savaş karşıtı bir mücadeleyi yürütmesi gerekiyor. Amerikan emperyalizminin artık haksızlığı ayan beyan ortada olan zalim savaş hazırlığına açıkça karşı çıkmaksızın, işçi sınıfının ne Irak’ta ne de bir başka ülkede emekçi kitleleri kendi devrim hedefine kazanması mümkün değildir. Emperyalist savaş tehditlerine ve emperyalist savaşlara karşı tutum almamak büyük bir suç olur. Olası bir savaş ve ABD’nin Irak topraklarını işgali durumunda ise, Irak halkının Amerikan emperyalizmine karşı yürüteceği savaş elbette ki haklı bir ulusal kurtuluş savaşı olacaktır. Ya da yine Ortadoğu’da Filistin halkına kan kusturan İsrail’in yürüttüğü haksız savaş karşısında Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin haklılığını tartışmaya gerek bile yoktur. Evet, komünistler ulusların kaderini tayin hakkını savunurlar, emperyalist ülkelerin askeri müdahalelerine ve toprak ilhaklarına karşı çıkarlar. Ezilen ulusların siyasal bağımsızlık mücadelelerini haklı bulur ve desteklerler. Fakat tüm kapitalist ülkelerde, komünistler, savaşın yarattığı devrimci durumdan proleter devrimin gerçekleşmesi için yararlanmayı başa alırlar. Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle “ulusal birlik”i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva “ulusal ideoloji”nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. Irak örneğinin açıkça sergilediği gibi,

emperyalist güçlerin haksız ve zalim askeri müdahalelerinden kurtuluşun yolu; “mazlum” rolünü oynayan gaddar burjuva iktidarların desteklenmesinden ve neticede bu iktidarların sürekli kılınmasından geçmiyor. Haksız bir emperyalist saldırı karşısında, saldırıya uğrayan ülkenin kendi kaderini tayin hakkı doğuyorsa da, devrimci proletaryanın görevi asla bu hakkın kabulü noktasında bitmemektedir. Tam tersine, asıl görev tam da bu noktada başlamaktadır. Çünkü, ulusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitlelerin, elde silah cephelerde ölümlere koşup ülkeyi işgalden kurtarmaya çalıştığı haklı savunma savaşlarında bile, burjuvazinin tek bir amacı vardır. Yalnız ve yalnızca kendi burjuva düzeninin korunması ve güçlendirilmesi! Egemen burjuvazinin, ulusun kaderini tayin hakkından anladığı budur, asla daha ötesi değil! O halde böylesi koşullarda mücadele yürüten devrimci proletaryanın görevi, ulusun öncüsü olabilmek ve emekçi kitlelerin gerçekten de kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin yolunu açmaktır. Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar. Tam da bu noktada bir tartışma hususunu daha öne çıkarmamız gerekiyor; o da şudur: Büyük bir emperyalist devletin, görece zayıf, küçük bir kapitalist devlete saldırması durumunda (örneğin ABD’nin Irak’a saldırdığı Körfez Savaşında), küçük kapitalist devletin savaşı kazanmasının (Saddam’ın kazanması diye de okuyabilirsiniz!) emperyalizme indirilmiş bir darbe olacağı söylenir. Bu yaklaşıma göre, büyük kapitalist devletin aldığı yenilgi nedeniyle durumu sarsılacak ve bu da proletaryanın mücadelesi açısından önemli olanaklar yaratacaktır. Bu doğrultudaki değerlendirmeler, emperyalist güçlerin manevra olanaklarını hafife alan ve proletaryanın enternasyonal örgütlülüğünün ve mücadelesinin zorunluluğunu atlayan spekülatif tutumlardır. Aslında bu gibi tutumlar da çarpıtılmış bir anti-emperyalizm anlayışının uzantılarıdır.

27


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

Şu ya da bu emperyalist ülkenin küçük bir ülkede giriştiği maceranın yenilgiyle sonuçlanması, dünya genelinde işçi ve emekçi kitlelerin moralini yükseltse de, muhakeme tek boyutlu yürütülmemeli ya da böyle bir olasılık asla abartılmamalıdır. Enternasyonal düzeyde devrimci öncü ve örgütlülük olmaksızın, söz konusu durumların işçi sınıfının mücadelesinde kendiliğinden büyük fırsatlar yaratacağını ummak büyük bir hata olur. Aslında, büyük-küçük devlet muhasebesinde atlanan önemli bir nokta var. Büyük emperyalist güçler, kışkırttıkları bölgesel savaşlarda ya da nüfuz alanlarına yönelik askeri operasyonlarda, kendi çıkarlarına ters düşecek durumların içinden sıyrılabilmek, yenilgili bir durumu bir “zafer” olarak sunabilmek bakımından gerçekten de büyük bir manevra gücüne sahipler. Oysaki, aslında askeri bir müdahaleye konu olan küçük kapitalist ülkenin burjuva iktidarı aldığı bir yenilgi karşısında gerçekten de sarsıntı geçirebilmektedir. Kısacası, günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttığı bölgesel savaşlarda “burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim” diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler. Ve zaten tüm emperyalist devletlerin esas korkusu da, küçük bir kapitalist devletin büyüğüne kafa tutması değil; küçük büyük herhangi bir kapitalist ülkede proleter devrimin patlak vermesidir. Konuyu biraz da değişik bir açıdan ele alarak tartışmayı sonuçlandıralım. Lenin dönemindeki sömürge ve yarısömürge ülkelerin ezici çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarını kazandılar, kendi ulus-devletlerini kurarak kapitalist devletler kervanına katıldılar. Hatta Türkiye, Hindistan vb. örneklerde olduğu gibi, bu ülkelerin bir kısmı diğerlerine oranla ekonomik açıdan bir hayli mesafe katettiler. Bunlar emperyalist hiyerarşide alt basamaklarda yer alıyor olsalar da, palazlandıkları ölçüde bölgesel bir güç olmaya soyunmakta ve kendi çıkarları doğrultusunda sağa-sola sataşmaktadırlar. Bu nedenle günümüzde savaşlar karşısında doğru bir tutum takınabilmek için, içinde yaşadığımız

dünyanın somut koşullarından hareket etmek, düne oranla değişen yönleri hesaba katmak zorunludur. Unutmamalıyız ki, yayılmacı maceralara yalnızca büyük emperyalist ülkeler başvurmuyor. Bugün, kendi bölgelerinde emperyalistleşmeye, bir alt emperyalist güç olmaya çabalayan kapitalist ülkelerin (örneğin Türkiye, İran, Hindistan gibi) durumu çarpıcıdır. Bu ülkelerin, kendilerine nüfuz alanı yaratabilmek amacıyla kendi bölgelerinde kışkırttıkları çatışmalar, giriştikleri gerici maceralar ve çıkarttıkları haksız savaşlar var. Bu tür savaşlar karşısında da devrimci proletaryanın tutumu, bir başka ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisiyle aynı cephede bir “ulusal” savaşın, bir “anayurt” savaşının sürdürülmesi olamaz. Günümüzün somut koşulları nedeniyle, bir zamanlar Lenin’in emperyalist ülkelerin sosyal-şovenlerini mahkûm etmek için dile getirdiği uyarılar, bugün tüm kapitalist ülkelerdeki komünistlerin kulağına küpe olmalıdır. Yayılmacı maceralarla kendi uluslarını haksız savaşların içine sürükleyen burjuva iktidarların hegemonyası altında, onların ordularını güçlendirmek üzere savaşa katılmayı, “yurt savunması” bahanesine sığınarak haklı göstermek düpedüz milliyetçiliktir, sosyal-şovenizmdir. (Elif Çağlı’nın “Kolonyalizmden Emperyalizme” adlı kitabından alınmıştır)

_______________________ 1

Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., 1979, s.294

2

Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 1975, s.13

3

Lenin, age, s.13-14

4

Lenin, age, s.22

5

Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.290

6

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., 1991, s.29

7

Ağustos 2002 tarihli bu satırlar ABD’nin Irak’a saldırmasından önce yazılmıştır.

KOLONYALİZMDEN EMPERYALİZME Elif Çağlı Emperyalizm kavramı yirminci yüzyılın başlarından bu yana sol hareketin gündeminde belirleyici bir yer tutmuştur ve bu belirleyicilik yersiz de değildir. Ne var ki, solun hemen tamamı için kavram kilit bir önem taşıdığı halde, iş kavrama yüklenen içeriğe geldiğinde büyük bir zihin bulanıklığının hakim olduğunu görmemek mümkün değildir. Bu çalışmanın temel hedeflerinden birisi, bu bulanıklığın giderilmesine katkıda bulunmak ve kavramın işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve Marksizm açısından ne ifade etmesi gerektiğini açıklığa kavuşturmaktır. Ayrıca, özellikle Komintern’in devrimci döneminde anti-emperyalizm konusuna nasıl yaklaşıldığı ayrıntılı bir şekilde ortaya konarak, genelde ulusal sorunda Marksist tutumun ne olması gerektiği açıklanmakta ve net bir devrimci perspektif çizilmektedir.

28


“20. yüzyılın başlangıcından bu yana çeşitli düzeylerde emperyalist birlikler oluşmuştur ve bu tür birliklerin oluşması bugün de pekâlâ mümkündür. Ancak, kapitalist sistemin kaçıp kurtulamayacağı büyük krizler nedeniyle, bu tür birlikler her an parçalanma riskini içinde taşıyan birlikler olarak kalacaklardır.” (Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum)

Y

eni yüzyıla adım atarken liberal burjuva ideologlar “Birleşik Avrupa” düşünü yeniden gündeme sokmuşlardı. Avrupa Birliği, kapitalizm altında ulus-devletin aşılabileceğinin alameti olarak sunuluyor; Avrupa’nın, pazar birliğinden siyasal birliğe doğru tarihsel bir gelişim gösterdiği ileri sürülüyordu. Avrupa Parlamentosu, ortak para birimi gibi oluşumlar ve Avrupa anayasası girişimleri “Birleşik Avrupa” düşlerini besliyordu. Hatta AB üyesi ülkelerde ders kitapları bile “Birleşik Avrupa” temasını işlemeye başlamıştı. 2002 yılı sonlarında kurulan yeni AKP hükümeti AB’ye uyum yasalarını çıkarmaya hız vermiş, Türkiye’deki liberal ideologların “Birleşik Avrupa”nın parçası olma umutları güçlenmişti. Türkiye Avrupa’nın bütünleşme sürecine dâhil olacak, ulusdevletin deli gömleği çöpe atılacak, demokratik cumhuriyete, ekonomik refaha ve sosyal adalete kavuşulacaktı! Liberal düşlerin, pembe sis bulutlarının ortalığı sardığı bir dönemde Elif Çağlı, “Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum” broşürünü kaleme aldı. Nisan 2003 tarihli bu broşür AB’nin ulus-devletleri ortadan kaldıramayacağını, AB’nin nihayetinde ekonomik bir birlik olduğunu ve “emperyalist birliklerin kalıcı olamayacağını” vurguluyordu. Çağlı, Marksizmin kapitalizme ve ulus-devlete ilişkin çözümlemelerini hatırlatıyor, kapitalizmin

Avrupa Birliği, Liberal Düşler ve Marksizm Serhat Koldaş 29


marksist tutum

kaçıp kurtulamayacağı ekonomik krizlerin AB türü emperyalist birliklerde çelişkileri şiddetlendireceğine işaret ediyordu. Türkiye’nin AB’ye kabul edilip edilmeyeceği bir yana, birliğin geleceğinin de belirsiz olduğu açıklanıyordu broşürde. Marksizm, bir düşüncenin gücünü ve geçerliliğini pratik yaşam içerisinde kanıtlaması gerektiğini ileri sürer. 2008 yılı sonlarında patlak veren ve iki yıldır devam eden kapitalizmin küresel krizinin AB’ye etkilerini ele alırken, Elif Çağlı’nın 2003 yılında yazdıklarını hatırlamamak mümkün değil. “AB Sorununda Marksist Tutum” broşürü gerçekliği kavrayabilme ve geleceği öngörebilme yetisiyle devrimci teorinin gücünü ortaya koyuyor.

2008’den bugüne Dünya ekonomik krizinin mali sektördeki çöküşlerle belirginleştiği 2008 yılı sonlarında devletin ekonomiye müdahalesi ile ilgili tartışmalar gündemi kaplamıştı. 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca neo-liberal ekonomi politikaları revaçtaydı. Tüm bu yıllar boyunca burjuvazi, devletin ekonomiden elini çekmesi gerektiğini savundu. Ne var ki krizin derinleşmesiyle birlikte burjuvazi devleti canhıraş göreve çağırıyordu. Burjuvaziye göre devlet, tekellere yardım elini uzatmalı, batan bankaları kurtarmalı, piyasayı canlandıracak kamu harcamaları yapmalıydı. Sosyalizmle devletçiliği özdeşleştiren bazı sol çevreler de devletin ekonomiye daha fazla müdahale etmesini destekliyor, “devletçiliğin zaferi”ni ilan ediyordu. Aynı dönemde Marksist Tutum sayfalarında ise kapitalist devletin ekonomiyi kurtarma operasyonlarının işçi sınıfının hiç de hayrına olmayacağı yazılıyordu. Devletin zor durumdaki şirketlerin hisselerini satın alması, batan bankaların devletleştirilmesi, krizin etkilerini hafifletmek üzere kamu harcamalarının arttırılması gibi önlemlerin işçi sınıfına faydasının olmayacağı açıklanıyordu. İşten çıkarmalar artarak devam edecek, ücretler düşürülecek, çalışma koşulları ağırlaşacak, kapitalistler işçi sınıfını daha fazla sömürerek kâr oranlarını yükseltmeye çalışacaktı. Üstelik devletin kapitalistleri kurtarma operasyonları ve diğer kamu harcamaları bütçe açığını arttıracak, bütçe açıklarının acısı da yine işçi ve emekçi kitlelerden çıkarılacaktı. Avrupa ve dünya ekonomisinde yaklaşık 2 yıldır yaşanan gelişmeler ve AB’nin bugün vardığı durum, krizin patlak verdiği ilk günlerden itibaren Marksist Tutum sayfalarında dile getirilen tüm açıklamaları doğrulamaktadır.

AB ülkeleri işçi sınıfına kemer sıktıracak! Tüm dünyada kapitalist devletler bankaları kurtarmak üzere trilyonlarca dolar akıttılar. 2008 yılı sonlarında İzlanda iflas bayrağını çekti. Ülkenin en büyük üçüncü bankasını devletleştiren İzlanda, batan bankanın yükü altında ezilecekti. Avrupa’daki merkez bankaları koordineli

30

Temmuz 2010 • sayı: 64

bir operasyonla ticari bankalara trilyonlarca euro aktardı. Başta otomotiv sektörü olmak üzere büyük tekellere vergi muafiyetleri ve teşvikler bahşedildi. Yine de 2009 yılında euro bölgesinde ekonominin %4 daralması önlenemedi. Avrupa’da işsizlik artıyor. Resmi rakamlarla işsizlik İspanya’da %20’ye dayanırken, Fransa, Portekiz, Slovakya ve Yunanistan’da %10’un üzerinde. Almanya, İngiltere, İtalya ve Belçika’da ise %7 ilâ %9 arasında seyrediyor. Önümüzdeki dönemde işsizlik oranlarının gerilemeyeceği de aşikâr. AB ülkeleri kemer sıkma politikaları ile artan bütçe açıklarının acısını işçilerden çıkartmaya kararlı. Tüm AB ülkelerinde kamuda çalışan işçi sayısının azaltılması planlandı. Örneğin Fransa 2013 yılına kadar 100 bin, Almanya ise 2014 yılına kadar 450 bin kamu işçisini işten atacağını, sosyal yardımları da azaltacağını ilan etti. İngiltere Maliye Bakanlığı ise ücretleri dondurup işçilerden alınan vergileri arttıracağını açıklıyor.

Kriz çatlakları derinleştiriyor AB içerisinde ulusalcı eğilimler de giderek güçleniyor. Kriz öncesinde Almanya’daki burjuva liderler “bağımsız bir politikalarının olmadığını, AB’nin genel çıkarlarını gözeten bir politika izlediklerini” söylüyorlardı. Ama Yunanistan krizi AB içerisindeki çelişkileri iyice su yüzüne çıkardı. Önceleri AB’nin en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya AB’nin yükünü üstlenirken şimdi bu tutumundan çark ediyor. Almanya, 300 milyar euroluk borç batağında debelenen Yunanistan’a yardım paketini bir süre önce nihayet onayladı. Almanya’nın şartı Yunanistan’ın Almanya’dan milyarlarca euroluk silah almayı kabul etmesiydi. Yunanistan’ı sert tasarruf tedbirleri almaya zorlayan Almanya, İtalya, İngiltere, Hollanda ve Fransa aynı zamanda kendi pahalı savaş uçakları ve gemilerini bu ülkeye satmak için rekabet ediyorlar. Bütçe açıkları ve Avrupa ekonomisindeki sallantı euronun yılbaşından bu yana dolar karşısında %20 değer kaybetmesine sebep oldu. Euronun değerinin düşürülmesi euro bölgesindeki ihracatçı şirketlerin dünya piyasasında rekabet gücünü şüphesiz artırmakta. Öte yandan euro, dünya piyasalarında dolara alternatif rezerv para olarak


sayı: 64 • Temmuz 2010

güvenilirliğini kaybediyor. Almanya Başbakanı Merkel “euro çökerse Avrupa projesi çöker” diyerek tüm AB üyesi ülkeleri bütçe disiplini sağlamaları konusunda uyarıyor. Euronun değerinin azalması, euro bölgesinde çalışan işçilerin satın alma güçlerinin de azalmasına yol açmakta. Almanya ve Fransa, bütçe açıklarını kapatacak politikalar izleyemeyen AB üyesi ülkelere, “euro bölgesinden çıkarmak”, hatta “AB bünyesinde oy haklarını ellerinden almak” gibi yaptırımlar uygulamak üzere Mayıs ayında mutabakata vardılar. Nitekim AB liderlerinin geçtiğimiz haftalarda Brüksel’de gerçekleştirdikleri zirve sonrasında da Almanya Başbakanı, AB’nin ekonomi kriterlerine uymayan üye ülkelere yaptırım uygulanması konusunda uzlaşıldığını açıkladı. AB içerisinde bütçe disiplini sağlamak üzere getirilen öneriler arasında “AB’ye üye ülkelerin bütçelerinin ulusal meclislerden önce AB bünyesinde denetlenmesi” önerisi de vardı. İngiltere bu öneriye karşı çıkıyor. İngiltere Brüksel zirvesinde de “kendi ulusal çıkarlarına öncelik vereceğini” vurguladı.

AB ve “kalıcı demokrasi” düşü “Emperyalizmin özsel niteliklerini kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir zihniyetin ürünü olan ideal ve kalıcı bir «Avrupa demokrasisi» düşü, geçmiş dönem boyunca epeyce prim yapmış olsa da bugünün yakıcı gerçeklerine dayanabilmesi mümkün görünmüyor. (…) son yıllarda ekonomideki tökezlemeyle birlikte, Avrupa’da da ilk saldırıya uğrayan hedefler işçi sınıfının kazanılmış demokratik ve sosyal hakları olmuştur. (…) İçine girdiğimiz bu yeni dönemde, egemen burjuvalar, «Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü» cilasını zedelemek pahasına burjuva demokratik çerçeveyi daha da daraltma girişimlerinde bulunacaklardır.” (E.Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum) Mevcut kapitalist kriz, Avrupa burjuvazisinin işçi sınıfına topyekûn saldırısını zorunlu kılıyor. Batan şirketleri kurtarmak ve ekonomiyi canlandırmak üzere devlet bütçesinden milyarlarca euro harcayan Avrupalı devletler, şimdi kamu açıklarını kapatmak üzere işçi sınıfına kemer sıktırmak istiyorlar. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu Genel Sekreteri John Monks, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile yaptıkları görüşme sırasında Barroso’nun “borç batağına saplanan üç ülkenin kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda askeri darbelere kurban gidebilecekleri” uyarısında bulunduğunu aktarıyor. Eski Portekiz Başbakanı Barroso’nun Monks’a söyledikleri AB’nin yönetiminde söz sahibi olan üst düzey burjuva yöneticilerin “tüm ihtimalleri” hesapladıklarını gösteriyor. Öte yandan bu aslında açıktan bir tehdittir. Burjuvazi sendika bürokrasisine aba altından sopa göstererek, işçi sınıfının tepkisinin devrimci kanallara akmasının önüne geçmesini istemektedir.

marksist tutum

Bir ülkede burjuva demokrasisinin çerçevesi tarihsel gelişim içerisinde yaşanmış siyasal mücadelelerle çizilir. Ancak son tahlilde demokrasinin sınırları ekonomik durumla da doğrudan ilintilidir. Avrupa emperyalist zincirinin zayıf halkaları durumundaki Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de işçi sınıfına ödetilmek istenen kriz faturası diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha katlanılmaz boyutlarda. Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de burjuvazi, işçi sınıfını âdeta zorla kavgaya çağırıyor. Bu üç ülkede güçlü bir enternasyonalist-komünist önderlik yok, ancak bu ülkeler devrim, karşı-devrim ve faşizm deneyimleri yaşamış, militan geleneklere sahip ülkeler. Halihazırda kitlesel işçi örgütleri de mevcut. Özellikle yakın dönemde Yunanistan işçi sınıfı ve gençliği, krizin korkunç faturasını ödemeyi reddedeceğini genel grevlerle, sokak gösterileriyle ve militan isyanlarıyla gösterdi. AB’li egemenler bu 3 ülkede krizin olağanüstü yüklü faturasını işçi sınıfına olağan bir rejim altında ödetemeyebileceklerini hesaplıyorlar. Dolayısıyla egemenler, askeri darbefaşizm gibi seçeneklerin de (“Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü” cilasını zedelemek pahasına) devreye sokulabileceğini düşünüyorlar. Burjuvazi, işçi sınıfını ezmek için gerektiğinde liberalizmin pembe düşlerini tedavülden kaldırıp faşizmin kanlı sopasını eline almakta tereddüt etmeyecektir. Burjuva demokrasisinin özünde egemen sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimi olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Avrupa’daki işçi sınıfı örgütleri AB’nin demokrasisine güvenmemelidir. Olağanüstü kriz dönemleri olağanüstü burjuva rejimleri gündeme getirebilir. Türkiye’deki liberal sol çevrelerin Avrupa demokrasisine ilişkin yanılsamalarına karşı uyanıklığı elden bırakmamak gerekiyor. Elif Çağlı’ya bir kez daha kulak verelim: “Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. Avrupa ülkelerinde ise bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşanıyor. AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor. AB’ye katılırsa Türkiye’nin bir demokrasi cennetine döneceği konusunda liberal masallar uydurmak hiçbir gerçek Marksiste yakışmaz. (…) Türkiye işçi sınıfının, Avrupa ülkelerine bakıp daha geniş bir demokratik işleyişin özlemini çekmesi ve daha ileri talepler için mücadeleye atılması, genel bir atalet durumuna oranla hiç de olumsuz bir devinim değil. Ama bir husus asla unutulmamalı! İleri talepler, burjuvaların AB gibi örgütlerine bel bağlamakla değil, kendi örgütlü özgücüne dayanarak, yalnızca ona güvenerek kazanılabilir ve korunabilir.” 

31


Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor /2 Kerem Dağlı “Üretici değil satıcıyız” ve “köprü ülke Türkiye” masalı Uyuşturucu belâsını insanlığın başına saran ve ondan her yolla faydalanmaya çalışan burjuvazinin, bir yandan da sözde “uyuşturucuyla mücadele” kampanyaları düzenlemesi boşuna değildir. Bu sayede hem kendi pisliğinin üzerini örtmekte, hem de güya bu tür yasadışı işlerle uğraşan mafyatik ve “terörist” örgütlenmelere karşı mücadele adına en bariz polis devleti uygulamalarını hayata geçirmektedir. Sahte argümanlarla yürütülen ideolojik propagandanın bu noktada önemli bir işlevi vardır. Bu işlerde en az ABD kadar deneyimli ve maharetli olan TC devletinin icraatları ve yalanları bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Gazeteler her fırsatta Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde transit hattı oluşturduğunu, Avrupa’da en çok uyuşturucunun Türk polisi tarafından yakalandığını yazarlar. İşte yalanlar dizisi buradan başlamaktadır. Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde sadece “köprü ülke” olduğu apaçık bir yalandır. Bu yalanla burjuvazi, uyuşturucu müptelâlarının klasik lafı olan “satıcı değil kullanıcıyım” misali, esas suçun uyuşturucuyu üreten ülkelerde olduğunu ima ederek kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Bu zehri üretmekle satmak arasında ne gibi bir günah farkı olduğu tartışmaya bile değmez bir konudur. Ama daha önemlisi, Türkiye’nin dünyanın sayılı uyuşturucu üreticilerinden biri olduğu gerçeğinin gizlenmesidir. Zamanında Osmanlı devleti dünyanın bir numaralı afyon üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı ve en kaliteli af-

32

yon da (morfin oranı en yüksek anlamında) Anadolu topraklarında yetişiyordu. Osmanlı’nın daimi müşterileri İngiltere ve Almanya, hammadde niteliğindeki afyonu Osmanlı’dan alıp işliyor ve satıyorlardı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Türkiye, bu konudaki dünya liderliğini korumaya devam etti. Yaklaşık 40 vilayette afyon üretimi yapılıyor ve dönemin toplam yıllık üretimi olan 800 tonluk miktarın yaklaşık 550 tonu Türkiye’den dünyaya ihraç ediliyordu.1 Üstelik bu miktarın tıbbi amaçlarla kullanılan kısmı 400 tonu geçmiyordu. Afyonun, morfinin ve eroinin üretimi ve satışı, o yıllarda halen yasal olduğu için tam anlamıyla anarşik bir üretim söz konusuydu. Bu durum fiyatların da düşük seyretmesine yol açıyor, bu da kullanıcı sayısının hızlı biçimde artmasını sağlıyordu. 20’li yılların sonlarına doğru, asıl kârın eroin üretimi ve satışında olduğunu gören Türkiye, Avrupa ve ABD’de yasaklamaların başlamasını da fırsat bilerek İstanbul’da birbiri ardına eroin fabrikalarının açılmasına izin verdi. Fabrikalar o kadar iyi para kazanıyordu ki, yabancı yatırımcılar bile ruhsat almak için sıraya girmeye başlamışlardı. Sadece ilk etapta kurulan 4 fabrikanın yıllık cirosu bile, bugünün rakamlarıyla 90 milyon lirayı buluyordu. 30’lu yıllara gelindiğinde, Milletler Cemiyeti’nin hazırladığı ve uyuşturucu madde üretimini ve ticaretini yasaklayan/ sınırlayan anlaşmayı imzalamayan tek ülke Türkiye idi. Eroin ticaretinden elde edilen kârlar, Türkiye’nin büyük bunalım yıllarını atlatmasında önemli bir rol oynamıştı. Bu yüzden de İstanbul tüm dünyanın uyuşturucu merkezi haline gelmişti. Türkiye dünyanın morfin ve eroin ihtiyacının %65’ini tek başına karşılıyordu. Nüfusu 1 mil-


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

yon civarında olan İstanbul’da uyuşturucu bariya Kürşat da İsviçre sınırında paçayı ele vereğımlılarının sayısı 100 bini geçmişti. Eczanelerin cekti. MHP’nin Avrupa örgütlenmesinden soyanı sıra bakkallardan kahvelere kadar her yerde rumlu olan Lokman Kondakçı, 1978 yılında eroini rahatlıkla bulmak mümkündü. Hastaneler içişleri bakanlığına verdiği ifadesinde eroin kaeroin bağımlılarıyla dolup taşıyordu ama ne çakçılığını organize biçimde yaptıklarını, gam, burjuvazi tatlı ve kolay yoldan gelen MHP Bakırköy ilçe teşkilatının başkanının paraların tadını çıkartıyordu. O kadar ki, işleri yürüttüğünü, partinin de yardımcı oldönemin CHP’sinin önemli isimleri, bakanduğunu anlattı. Eroinden elde edilen parayla lar, meclis başkanları ve kimi gazete patronfaşist çeteler besleniyor, silah alınıyor ve devları bile (dönemin meclis başkanı Hasan rimci güçlere yönelik kanlı eylemler tezgâhSaka, önce içişleri sonra dışişleri bakanı olan lanıyordu. Tabii tüm bu işler devletin ilgisi Şükrü Kaya, Cumhuriyet gazetesi sahibi ve bilgisi dâhilinde yürüyordu. MİT ajanları Yunus Nadi, başbakan Celal Bayar vb.) işin işin içinde, hatta çoğu durumda başındaydı. içindeydiler. Ya fabrikalara ortaktılar yahut Abuzer Uğurlu gibi mafya babaları hem işin ticaret kısmıyla ilgileniyorlardı. Bu yüzMİT adına çalışıyor ve böylece piyasanın den de artan uluslararası baskıya rağmen, kontrolünü sağlıyor, hem kendi işlerini görüuyuşturucu üretimi ve satışıyla ilgili ulusyor, hem de kontr-gerilla faaliyetlerini finanse lararası anlaşmalar bir türlü imzalanmıyor, ediyorlardı. 12 Eylül’ün MGK üyesi Tahsin denetleyici tedbirler hayata geçirilmiyordu. Şahinkaya’nın bile bu kişilerle ciddi bağlantıAmerika’da içki yasağının tam gaz sürdüğü 20’li yılların sonlarına ları vardı ve tarihe de dünyanın en zengin doğru, asıl kârın dönemde Amerikan mafyasıyla işbirliği içinhava kuvvetleri komutanı olarak geçti. eroin üretimi ve deki İstanbul, tüm dünyayı eroine boğuyorsatışında olduğunu du. TC’nin İstanbul merkezli bu faaliyetleri Ülkücü mafya ve MİT elele gören Türkiye, 30’lu yılların sonuna kadar sürdü ve nihayeAvrupa ve ABD’de tinde uluslararası baskıya dayanamayan dev80’li yıllar ise uyuşturucu ticareti başta yasaklamaların let, afyon üretimi ve satışını tekeline almayı başlamasını da fırsat olmak üzere her türlü kaçakçılığın sıçrama bilerek İstanbul’da kabul etti ve eroin fabrikalarını kapattı. Tabii yaptığı bir dönem oldu. 12 Eylül’ün faşist birbiri ardına eroin el altından kaçak üretimi ve satışı organize cuntası devrimcileri, ilerici ve demokratları, fabrikalarının etmeyi de ihmal etmeyerek. Öyle ki, BM isişçi önderlerini idam sehpasına yollayıp, haaçılmasına izin verdi. tatistiklerine göre tüm dünyada 1945-51 yılpislerde, işkence tezgâhlarında ezerken; mafFabrikalar o kadar iyi ları arasında basılan 17 yasadışı laboratuvarya babaları göstermelik olarak alınıp kısa süpara kazanıyordu ki, dan 7’si Türkiye’deydi. rede serbest bırakıldılar. 24 Ocak kararlarıyyabancı yatırımcılar İlerleyen yıllarda Türkiye’nin afyon üretila yaratılan liberal ortam, kara para akışını bile ruhsat almak mi azalarak devam etti, hatta 12 Mart döneve kaçakçılığın finansmanını da kolaylaştıriçin sıraya girmeye minde ABD’nin basıncına dayanamayan dı. Dönemin gündemi haline gelen hayali başlamışlardı. Nihat Erim hükümeti tarafından kısa bir süihracat teşvikinden mafya patronları da reliğine tamamen yasaklandı. Fakat ardından gelen Ecevit önemli ölçüde yararlandılar ve pıtrak gibi çoğalan bankerhükümeti üretimi tekrar başlattı. Morfin ve eroin imalatı lerle ciddi ilişkiler geliştirdiler. Mafyanın büyümesi, fiise kaçak yollardan devam ediyordu. 30’lu yılların eroin nansman sıkıntısının aşılması için hisseli işleri de berabefabrikalarında çalışmış kalifiye işçiler, şimdi yeraltına çekirinde getirdi. Hayali ihracatçılar, altın kaçakçıları, döviz lerek kaçak imalathanelerde üretimi devam ettiriyorlardı. ve silah kaçakçıları, hammadde ve elektronik eşya kaçak60’lı ve 70’li yıllarda, ABD’nin izinden giden TC, uyuştuçıları artık ortaktılar. Mafya patronları bu işlerden elde etrucu ticaretini istihbarat birimlerinin kontrolüne soktu. tikleri büyük paralarla yasal işlere girişiyorlar ve böylece Bu amaçla, faşist çetelerden teşekkül eden Ülkücü mafya hem parayı aklıyor hem de sisteme dâhil oluyorlardı. bizzat devlet eliyle derlendi ve uyuşturucu piyasasında bu Sanayi ve finans kesiminin önde gelen patronları ve yönekesim hâkim kılındı. Bu döneme ilişkin, devlet ve Ülkücü ticileri ile yasadışı işlerin patronları arasında güçlü ilişkiler mafya işbirliğini gösteren pek çok örnek vermek mümkuruluyordu. Türkiye’nin ekonomik gücü arttıkça, Türk kündür. mafyası da dünyada önemli bir güç haline geliyordu. 1972 yılında MHP Niğde senatörü Kudret Bayhan, Bu arada devlet de, istihbarat örgütleri ve kontr-gerilla Fransa-İtalya sınırında yakalandı ve aracından 146 kilo örgütlenmeleri aracılığıyla Türk mafyasının önünü açıyorbaz morfin çıktı. Başlayan soruşturmada işin içinde yine du. Uyuşturucu kaçakçıları içindeki Ermeni, Rum, MHP’li vekil Sami Binicioğlu’nun ismine ulaşıldı. Aynı Yahudi veya yabancı kökenliler özellikle afişe edilerek ve yıllarda MSP Diyarbakır vekili Halit Kahraman da Albunların Türk düşmanı oldukları lanse edilerek bir yanmanya’da uyuşturucu taşırken yakalandı. AP’li vekil Zekedan uyuşturucu kaçakçılığının “dış kaynaklı bir komplo”

33


marksist tutum

olduğu propaganda ediliyor, öte yandan da Kürt mafyasının safdışı edilmesine yönelik hazırlıklar yapılıyordu. Faşist cuntaya göre, 1980 öncesinde “terörün”, yani devrimci hareketin yükselmesinin sebebi de yabancı silah kaçakçılarının tezgâhıydı. Özellikle güneydoğudaki Ermenilerin silah, uyuşturucu ve altın kaçakçılığını ASALA ile birlikte organize ettikleri ve “Kürt ayrılıkçı hareketini” de finanse ettikleri tezi işleniyordu. Cuntaya göre ’80 öncesinde silahlı hareketlerle amaçlarına ulaşamayan şer odakları, şimdi de gençliği uyuşturucu vasıtasıyla ele geçirmeye çalışıyor ve böylece de terörü canlandırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül faşizminin popüler adamlarından İstanbul emniyet müdürü Şükrü Balcı, mafya babalarıyla yakın ilişki içerisinde hem trafiği kontrol ediyor hem de kaçakçıları haraca kesiyordu. Bu şahıs, aynı zamanda, polis içinde rüşvet mekanizmasını kurumsallaştıran ve bir sisteme bağlayan kişi olarak da biliniyordu. Rüşvetler bir havuzda toplanıyor ve rütbelerine göre polislere dağıtılıyordu. Balcı, ABD’de uluslararası polis akademisini bitirmiş, kontrgerilla eğitimi almış, 12 Mart döneminde de solculara yapılan ağır işkenceleri organize etmişti. Kendisinden sonra adamları bu ekolü emniyet teşkilâtı içinde devam ettirdiler, örneğin Ünal Erkan ve Mehmet Ağar da kendisinin yetiştirdiği “güzide” devlet adamlarındandı. Nitekim 90’lı yıllarla birlikte, Kürt özgürlük hareketindeki yükselişe de paralel olarak, hızlı bir operasyona girişildi ve Kürt babalar birbiri ardına öldürülerek “ortalık temizlendi”. Bu operasyona zemin sağlamak amacıyla medyada, Türkiye’deki uyuşturucu ticaretini PKK’nin yaptığına dair haberlerde olağanüstü bir artış yaşandı. Operasyona paralel olarak yoğun bir karalama kampanyası da yükseltilmişti. İktidarı ANAP’tan devralan ÇillerAğar hükümeti döneminde MGK’nın stratejisi, Kürt hareketine karşı kontr-gerilla faaliyetlerini yükseltmek ve bunu da uyuşturucu parasıyla finanse etmekti. Bu iş için, başını İbrahim Şahin, Korkut Eken gibi kontracıların çektiği özel birimler oluşturuldu. Cem Ersever gibi JİTEM’ciler bizzat bu ticareti yönetiyordu. JİTEM elemanları, dokunulmazlıklarını da kullanarak bizzat resmi plakalı araçlarla uyuşturucu taşıyorlardı. Bir yandan Kürtlere yönelik seri

34

Temmuz 2010 • sayı: 64

cinayetler işleniyor diğer yandan da JİTEM kontrolünde gerçekleştirilen uyuşturucu sevkiyatı PKK’nin üzerine yıkılmaya çalışılıyordu. Koruculuk sistemi de bu işler için sıklıkla kullanılıyordu. Tüm bu çabaların en doğrudan sonucu, 90’lı yıllardan itibaren uyuşturucu kullanan gençlerin sayısındaki hızlı artış oldu. Devlet, her ne kadar sorunun kaynağını “yozlaşmış Batı kültürü”, “yozlaşmış gençlik”, “terörist suç örgütleri” olarak göstermeye çalışsa da, durum apaçık ortadaydı. Egemen güçler, bir yandan gençlik içinde uyuşturucu madde kullanımının önünü açıyor, diğer yandan da bunun sonucu olan insanlık dramlarını afişe ederek, kendi polis devleti uygulamalarına gerekçe haline getiriyorlardı.

Düzen güçlerinin hedefi muhalif gençliktir! Gelinen noktada burjuva devletin bu bilinçli politikaları sonuç vermiş, uyuşturucu madde kullanımı önemli boyutlara ulaşmıştı. 80’ öncesinde gençliğin yaygın biçimde politik hareketler içinde örgütlü olması ve devrimci kültürün uyuşturucu madde kullanımı ve benzeri yoz alışkanlıklara geçit vermemesi uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasının önünde önemli bir engeldi. Sonrasında ise uyuşturucular gençliğin içindeki muhalif damarı bastırmak için özellikle kullanıldı. Devlet uyuşturucu satıcılarına hem göz yumuyor hem de önlerini açıyordu. Mafya zaten Ülkücü hareketle ve polis-devlet aygıtıyla iç içe geçmiş olduğundan bir taşla iki kuş vurulmuş olunuyor, hem gençliğin muhalif hareketlere kanalize olmasının önüne geçilmiş olunuyor hem de ciddi paralar kazanılıyordu.2 Özellikle 17-25 yaş kuşağı içinde ve üniversiteli gençlik, işsizler ve genç işçiler içinde uyuşturucu kullanım oranı hızla artmaya başlamıştı. 1985 yılından itibaren hedef daha da genişletilerek liseli gençliğe de el atıldı. Uyuşturucu kullananların yaklaşık %40’ını 15-19 yaş arası gençler oluşturuyordu. Bugünkü veriler gençliğin %3’ünün herhangi türde bir uyuşturucu maddeyi kullanır hale geldiğini göstermektedir. Bu oran, gelir grubunun alt sıralarına inildikçe, işsizlikle paralel olarak artmaktadır. Toplumun dışlanmış ve lümpen kesimlerinde ise %57’ye kadar çıkmaktadır. Polisin elindeki verilere göre uyuşturucu kullanma yaşı 11’e kadar düşmüş, ilkokul çağındaki çocuklar bile okul tuvaletlerinde esrar çeker hale gelmiştir. Örneğin işçi semtlerinden Zeytinburnu’ndaki bir ilköğretim okulunda yapılan araştırmada sigara kullanma oranı %87, alkol kullanma oranı %72, esrar kullanma oranı ise %32 çıkmıştır. Yeşilay’ın 40 ilde yaptığı anket çalışması da sigara kullanma yaşının 10’a, alkole başlama yaşının 11’e, uyuşturucuyla tanışma yaşının da 12’ye indiğini gösteriyor. Çeşitli araştırmalar İstanbul’daki liselerde uyuşturucu kullanan öğrenci sayısının son 3 yılda %300 arttığını, eroin kullanımının da %100 arttığını göstermektedir. Hemen her okulun yakınında ve çevresinde uyuşturucu satılmakta


sayı: 64 • Temmuz 2010

ve kullanımı teşvik eden yerler bulunmaktadır. Uyuşturucular arasında insanı en hızlı tüketen ve genellikle kesin bir ölüme götüren eroinden kaynaklı ölüm vakalarında da ciddi bir artış sözkonusudur. Ölüm olaylarının en fazla olduğu İstanbul, Gaziantep, Van, Elazığ ve Antalya, aynı zamanda bu zehrin en çok üretildiği yahut ticaretinin yapıldığı bölgelerdir. Ayrıca 2009 yılı istatistiklerine dayanılarak hazırlanan bir rapora göre uyuşturucu kullananların %73’ünü 16-30 yaş grubu, yani genç kesim oluşturmaktadır. Bu rapor uyuşturucu belâsının asıl olarak 11-17 yaş grubunu hedef aldığını da açıkça göstermektedir. Bir diğer dikkat çekici unsur ise, kullanıcıların sınıfsal konumlarıdır. Yaygın kanının aksine, çocukları uyuşturucu kullanan ailelerin yarısından fazlası düşük gelirli aileler, yani emekçi aileleridir. Bu tablo tastamam 12 Eylül faşizminin ürünüdür ve asıl hedefin işçi sınıfından gençler olduğu apaçık ortadadır. Çeşitli araştırma raporlarını biraz daha derinlemesine incelediğimizde bu olgu daha da güçlenmektedir. Örneğin İstanbul’da uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu semtlerin başında Gazi Mahallesi gelmekte ve onu, Küçükçekmece, Tarlabaşı, Zeytinburnu, Mustafa Kemal (eski adıyla 1 Mayıs) Mahallesi, Gülsuyu, Tuzla, Ümraniye gibi semtler takip etmektedir. Gazi Mahallesinin başı çekmesi, işin özünü net biçimde deşifre etmektedir. Amaç topluma muhalif olan kesimlerden ve sınıflardan gençleri uyuşturucuya alıştırmak ve böylece pasifize etmektir. Sol ve devrimci düşüncelere potansiyel olarak yatkın olduğu düşünülen işçi gençliği, Alevi kesim, Kürtler vb. hedef tahtasındadır. Düzenin egemen güçlerinin yegâne amacı gençliğin devrimci mücadeleye veya muhalif hareketlere kaymasını engellemektir. Bu uğurda sönen hayatların, genç yaşta düşen fidanların hiçbir önemi yoktur.

İşçi gençliğin yeri devrimci mücadelenin saflarıdır! İşsizliğin ve yoksulluğun hızlı artışı, milyonlarca genç için hayatı her gün daha da katlanılmaz hale getirmekte ve geleceğe dair en küçük bir umudu kalmayan bu gençler, çareyi uyuşturucu maddelerin verdiği geçici avuntularda arayabilmektedirler. Gittikçe çürüyen ve çürüdükçe toplumu yozlaştıran kapitalizm, hayatla yeni tanışmaya başlayan genç bedenler ve zihinler üzerinde dayanılması gerçekten güç acılar ve gerilimler yaratmaktadır. Bireyciliğin, bencilliğin ve acımasız bir rekabetin hâkim olduğu kapitalist toplumda yaşayan genç, kolaylıkla umutsuzluğa ve çıkışsızlığa düşebilmekte, üzerindeki baskının yarattığı iç sıkıntısıyla ya intihara sürüklenmekte ya da geçici bir rahatlama ve mutluluk sağlayan uyuşturucunun tuzağına düşmektedir. Örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için gerçek çıkış yolunu göremeyen, büyük kentlere savrulmuş Kürt gençlerinin yahut varoşlara sıkışmış hayatlar yaşayan işçi gençlerin çok

marksist tutum

fazla seçeneği yoktur. En iyi ihtimalle fabrikalarda uzun çalışma saatlerinde ömürlerini tüketecek, kötü ihtimalle ise onu bile yapamayarak sefaletin pençesine düşeceklerdir. Üstelik buna bir de polis ve devlet terörünü, baskıcı uygulamaları eklemek gerekir. İşte gençlerin tam da kendilerini yalnız ve boşlukta hissettikleri bu koşullarda devreye burjuva devletin bilinçli politikaları girmektedir. İçinde yaşadıkları bu bozuk düzene isyan edebilme potansiyelini taşıyan işçi gençlerin devrimci mücadeleye kanalize olmasından korkan devlet, gençliği pasifize etmenin bir aracı olarak uyuşturucu zehrini devreye sokar. Her okulun, her kahvenin ve sokağın köşe başında kolaylıkla bulunabilecek uyuşturucu satıcıları, bizzat polis eliyle işçi gençlerin yaşadıkları semtlere sokulur ve himaye edilirler. Başlangıçta bedava mal verilerek tuzağa düşürülen gençlerin bu bataktan kurtulması oldukça zordur. Uyuşturucu kullanan kişi ne politikayla ne de çevresiyle ilgilenir. Varını yoğunu bir sonraki “krizi” atlatmak için tüketir. Erkekler satıcı olur, kızlar fuhuşa sürüklenir. Bu da yetmez, Kürt illerinde sıkça yaşandığı gibi, ajanlaştırılmaya çalışılırlar. İşçi gençliğin başına bu belâyı saran bizzat kapitalist düzen olduğundan, kurtulmanın yolu da düzene karşı mücadele veren devrimci hareketin saflarına katılmaktır. Örgütlü bir biçimde devrimci mücadeleye katılan genç, bilinçlendikçe içinde yaşadığı düzenin çelişkilerini ve bu düzenin yıkılması zorunluluğunu fark edecektir. Yaşadığı sıkıntıların asıl kaynağının kapitalist sistem olduğunu görecek ve bu sisteme karşı mücadele vermedikçe gerçek kurutuluşun olmayacağını kavrayacaktır. Ve bu mücadele, onun kendi benliğini bulmasını sağlayacak, aslında devasa bir sınıfın üyesi olduğunu, dolayısıyla da yalnız olmadığını fark etmesine vesile olacaktır. Mücadelenin kolektif karakteri içerisinde yalnızlığını unutan ve kendisi gibi kardeşleri tarafından sarıp sarmalanan gençler, umudun tükenmediğini, başka bir dünyanın pekâlâ mümkün olduğunu da yaşayarak anlayacaklardır. Tüm insanlığın kurtuluşu uğruna fedakârca kavga vermek, hayatlarının boşa akıp gitmemesini, aksine dolu dolu ve olabilecek en anlamlı biçimde geçmesini sağlayacaktır. Demek ki, işçi sınıfının gençlerinin önünde gerçekte tek bir seçenek vardır; devrimci mücadelenin saflarına katılmak ve her türlü pisliğin kaynağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmek için bir an önce harekete geçmek!  __________________________ 1

Fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse, bir bağımlının günlük tüketimi ortalama 50 miligramdır. 800 ton afyon demek, yaklaşık 160 ton eroin demektir. Bu da yaklaşık olarak 8 milyon kullanıcının yıllık eroin kullanımına denk bir miktardır ve bu rakam, bahsi geçen dönemdeki kullanıcı sayısına göre bakıldığında çok yüksek bir değerdir.

2

Türkiye’de uyuşturucu kaçakçılığından ve onunla bağlantılı yer altı ekonomisinin toplam yıllık cirosu 100 milyar dolar civarında seyretmektedir. Bu cironun yarıya yakını da uyuşturucu ticaretinden sağlanmaktadır.

35


Emperyalist Kavganın Kore Cephesinde Gerginlik Tırmanıyor Selim Fuat

İ

kinci Emperyalist Paylaşım Savaşının sonrasında başlayan “Soğuk Savaş” döneminde dahi sıcak çatışmanın yaşandığı, SSCB’nin dağılma sürecinden bu yana da gerginliğin eksik olmadığı bir bölge olan Kore yarımadasında gerilim yine had safhaya yükseldi. 26 Martta ABD ile birlikte gerçekleştirilen ortak bir askeri eğitim sırasında bir Güney Kore gemisinin Kuzey Kore tarafından torpillenerek batırıldığının yaklaşık iki ay sonra “keşfedilmesinin” ardından bölgede gerginlik kontrollü biçimde yeniden arttırıldı. Oysa pek çok Güney Koreli uzman bile geminin bir “kaza” sonucu ABD denizaltısı tarafından batırıldığı hususunda hemfikirdi. Bu “keşfin” ardından Güney Kore bir önceki başbakanın Kuzey Kore’ye karşı “günışığı” siyaseti diye tanımladığı “ılımlı” siyasetini rafa kaldırdı ve Kuzey Kore’yi sert biçimde itham ederek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu konuda yaptırım uygulanmasına dair karar almasını talep etti. Kuzey Kore ise suçlamaları kabul etmedi ve şayet bu yönde bir karar çıkarsa nükleer tesislerinin uluslararası izlenmesi ile ilgili işbirliğini artık kabul etmeyeceğini açıkladı. Böylece ipler kopma noktasına geldi ve bu iki ülke ilişkilerini bütünüyle kesti. Emperyalist savaş sürecinin başlıca gerilim alanlarından biri olan Kore yarımadasında tırmanan bu gerginlik tüm dünyada yankısını buldu ve emperyalist savaşın soğuk rüzgârlarını bir kez daha hissettirdi. ABD’nin, İran’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uranyum zen-

36

ginleştirme faaliyetini durdurmasına ilişkin kararına uymadığına istinaden, konseyden İran’a daha fazla yaptırım uygulanması için bir karar çıkarma çabası içerisinde olduğu bir dönemde yaşanan bu gelişme, emperyalist kavganın birçok cephede birlikte yükseldiğini gözler önüne seriyor. Ortadoğu’da, Afganistan-Pakistan bölgesinde yaşanan sıcak çatışmaların emperyalistler tarafından hızlı biçimde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılabileceğini bir kez daha gösteriyor.

“Şer ekseni”nin Pasifik’teki ucu: Kuzey Kore Çin, Rusya ve Japonya tarafından çevrelenen Kore yarımadasının kuzey yarısında yer alan Kuzey Kore, Güney Kore ile birlikte yüz yıldan fazla süredir bu büyük siyasi ve ekonomik güçlerin rekabetinin bir parçası olmuş ve bu durumun yarattığı etkilere fazlasıyla maruz kalmıştır. 1905 Rus-Japon savaşından 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının bitimine kadar Japonya’nın işgali altında kalan Kore toprakları, savaşın sonunda Japonya’nın teslim olmasının ardından güya kurtarıcı olarak gelen Sovyetler Birliği ve ABD orduları tarafından işgal edilmiştir. Ülkenin ikiye bölünmesinin hemen ardından 1950 yazında başlayan ve üç yıl süren savaşta ise, dünyanın çeşitli devletlerinin yanı sıra Türkiye de ABD emperyalizminin yanında saf tutmuş ve Kore’ye asker göndererek katliama ortak olmuştur. Sonuçta da Kore, bugüne kadar bir barış anlaşması yap-


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum 26 Martta ABD ile birlikte gerçekleştirilen ortak askeri eğitim sırasında bir Güney Kore gemisinin Kuzey Kore tarafından torpillenerek batırıldığı iddiasının ardından bölgede gerginlik yeniden tırmandı

mamış yani uluslararası hukuk açısından halen savaş halinde olan iki ülkeye bölünmüştür. ABD ve SSCB’nin ve sonrasında da Çin’in nüfuz alanları olarak paylaşılan Kore, bu yıllardan sonra da tepişen fillerin altında ezilmekten kurtulamamış ve sürekli olarak onların rekabetinin belirlediği koşullara maruz kalmıştır. Güney Kore on binlerce ABD askerinin (bugün 28 bin 500) sürekli olarak üslendiği kapitalist dünyanın bir parçası olarak varlığını sürdürürken, Kuzey Kore ise SSCB ve Çin arasındaki gerilimin sağladığı durumu kullanarak iki ülkeye de belirli mesafede durabilen, ancak ikisinin de himayesinden yararlanan bürokrasinin diktatörlüğünde bir ülke olarak ayakta durmuştur. Bu durum Kuzey Kore’nin dünyanın en kalabalık dördüncü büyük ordusunu kurmasını ve kaynaklarının büyük bölümünü, rejimini ayakta tutmak için, bu ordunun ihtiyaçlarına akıtmasını da beraberinde getirmiştir. SSCB’nin ve beraberinde diğer bürokratik diktatörlüklerin çözüldüğü yıllarda bu sürecin dışında kalan Kuzey Kore’nin, sonrasında da bu durumunda bir değişiklik olmamış, bürokrasinin ayakta kalma mücadelesi askeri harcamaların daha da fazla artmasına yol açmıştır. Özellikle SSCB’nin ve ona bağlı dünya düzeninin ortadan kalkmasıyla birlikte ABD’nin uygulamaya koyacağı politik hat da Kuzey Kore bürokrasisinin güçlü bir askeri varlık yaratma konusundaki tutumunu perçinleyecek, varlığını sürdürmesinin tek yolu olarak gördüğü nükleer silah sahibi olma çabasını arttırmasına neden olacaktı. SSCB’nin dağılmasının ardından ABD’nin emperyalist rekabette nasıl bir yol tutturacağı, 1992 yılında hazırlanan “Savunma Planlama Rehberi” başlıklı bir raporla ortaya konmuştu. Bu raporda, yeni dönemde en önemli hedefin “ABD’ye rakip olabilecek bir süper gücün doğuşunu engellemek” olduğu belirtiliyor ve “Batı Avrupa, Ortadoğu, Doğu Asya ve dağılan SSCB olarak belirlenen dört coğrafi alanda, ABD çıkarlarını tehdit edecek küresel güçlerin oluşmasına müsaade edilmeyeceği” ifade ediliyordu. Nitekim bu yönelim 2000’li yılların başında başkan George W. Bush tarafından ete kemiğe büründürüldü ve ABD, kendisi ile birlikte davranan irili ufaklı emperyalist güçlerle birlikte, dünyanın geri kalanını hizaya çekmeye

girişti. Bush bu amaçla 2002’de “şer ekseni” olarak adlandırdığı Irak, İran ve Kuzey Kore’yi hedef tahtasına oturttu. Bu belirlemeyle birlikte emperyalist savaşın öne çıkan gerilim alanlarından biri olan Kuzey Kore’ye uygulanan basınç, yer yer geri adımlar atılsa da, genel olarak hep arttı. Kuzey Kore bürokrasisi de bu basınca nükleer silah edinme gayretlerini yoğunlaştırarak cevap verdi. Nitekim Kuzey Kore, ABD’nin Irak’ı işgale hazırlandığı 2003 başında, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (NPT) çekilme kararı aldı. ABD’nin Irak cephesine yoğunlaşmasından istifade ederek nükleer silah çalışmalarını ilerleten Kuzey Kore, 5 Temmuz 2006’da Japonya’yı vurma kapasitesine sahip uzun menzilli bir füze denemesi gerçekleştirdi. Bunun üzerine Japonya Kuzey Kore’ye savaş açabileceği tehdidinde bulundu. ABD yönetimi ise saldırı tehdidini zaten sürdürüyordu. Ancak o sırada ikinci bir cephe açma durumunda olmayan ABD’nin ve ondan askeri olarak bağımsız hareket etme kapasitesine sahip olmayan Japonya’nın bu tehditlerine Kuzey Kore yönetimi kulak asmadı ve 9 Ekim 2006’da ilk yeraltı nükleer bomba denemesini gerçekleştirdi. Bu gelişmede elbette, son süreçte ABD’yle yakınlaşan Hindistan’ın 9 Temmuz 2006’da gerçekleştirdiği ve Çin’i menzili içine alan uzun menzilli nükleer başlıklı füze deneme atışları karşısında bir şeyler yapma ihtiyacı hisseden Çin’in de katkıları vardı. Böylece Kuzey Kore dünyanın nükleer silaha sahip dokuzuncu ülkesi haline geldi ve bürokrasi kendisini koruyacağını umduğu büyük bir güce kavuşmuş oldu. Bunun üzerine ABD, koşulların bir kısmını değiştirinceye kadar kendisine zaman yaratmak için geri adım atmak ve Kuzey Kore yönetimi ile diplomasi masasına oturmak zorunda kaldı. ABD ve Kuzey Kore’nin yanı sıra Güney Kore, Çin, Japonya ve Rusya’nın katılımıyla gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 13 Şubat 2007’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “nükleersizleştirme hareket planı” olarak adlandırdığı ortak bir bildiri yayınladı. Bu bildiriyle açıklanan anlaşmaya göre, Kuzey Kore uluslararası gözlemciler denetiminde nükleer silahlarından arınıp nükleer faaliyetlerini durduracak, bunun karşılığında da ABD Kuzey Kore’yi terörizmi destekleyen devletler listesinden çıkaracak, dolayı-

37


marksist tutum

sıyla yaptırımlar sona erecek ve Kuzey Kore’ye enerji alanında destek verilecek, aynı zamanda ekonomik yardım yapılacaktı. Ne var ki ilerleyen süreçte ABD, anlaşmada yer almayan ek denetim talepleri gündeme getirip yardım taahhüdünü yerine getirmeyerek anlaşmayı büyük ölçüde boşa çıkardı. Bush’un ardından başkan seçilen Obama yönetimi de anlaşmayı yeniden ayağa kaldırmaya çalışmadı. Tersine, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Birleşmiş Milletler’de uydu roketi denemesi gerçekleştiren Kuzey Kore’ye karşı bir kınama yayınlattı ve yeni ekonomik yaptırımlar yapılmasını istedi. Böylece anlaşma çöpe atılmış oldu. Kuzey Kore görüşmelerden çekildi ve nükleer programına kaldığı yerden devam etti. Böylece kimi dönemlerde geri adımlar atılıyormuş gibi gözükse de, “şahin” başkanların yerine “barışçı” başkanlar geçse de, emperyalist savaşın kendi mecrasında geri dönüşsüz biçimde ilerlediği ve dünyanın dört bir köşesini içine alarak genişleme eğiliminde olduğu da bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Kore yarımadasındaki gelişmeler de sürecin bu yönde ilerlediğinin kuvvetli göstergeleri sayılmalı.

Emperyalist savaş derinleşiyor ve genişliyor! Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olması önü alınamaz biçimde çevresindeki ülkelerden, en başta da Japonya’dan başlayarak, Güney Kore’yi hatta belki de Tayvan’ı içine alarak genişleyecek bir nükleer silah sahibi olma eğilimi yaratacak gibi görünüyor. Bu da artık nükleer silahların gölgesinde yaşayacak, gerilimlerin daha da yükseldiği bir Kuzeydoğu Asya demektir. Bu gelişme aslında

38

Temmuz 2010 • sayı: 64

ABD, Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere hiçbir önemli gücün tam olarak hazır olmadıkları bir durumdur. Bölgede İkinci Dünya Savaşından bu yana süren statükonun artık yürümediği ve bozulacağı kesindir. Ancak kendi lehine yeni bir statüko kurabilecek baskın bir güç bölgede henüz netleşmemiştir. Bu yüzden süreç hiçbir emperyalist gücün belirleyiciliğinde ve tek başına çizdiği rotada ilerlememektedir. Gelişmeler, örtülü ya da açık çatışmalar içerisinde, çelişkili eğilimler ve politikalarla birlikte yol almaktadır. Emperyalist boğazlaşmanın şiddetini giderek arttıracağı da açıktır. Irak’ta işini büyük ölçüde bitiren ABD emperyalizmi bir an önce emperyalist savaşın ağırlık merkezini Afganistan-Pakistan hattına kaydırmak isteğindedir. Ancak emperyalist savaşın bu fay hattı, beraberinde Kuzeydoğu Asya’daki faylara da büyük yük bindirmekte, orada da büyük depremleri tetikleme potansiyelini bünyesinde taşımaktadır. Üstelik artık bu bölgede nükleer silahlara sahip bir Kuzey Kore gerçeği de vardır. ABD, kontrol altına almak istediği büyük ve bölgesel güçlerin karşısına, onları da doğrudan ya da olası sonuçları ile tehdit eden unsurlar çıkarmaktadır. Böylece bu güçleri kendi yanında davranmaya ya da en azından nötralize etmeye çalışmaktadır. Afganistan ve Pakistan’daki “İslamcı örgütlerin” büyük bir tehdit olarak sunulması, İran ya da Kuzey Kore’nin “terörist devletler” olarak nitelendirilmesi bu amaca hizmet etmektedir. Kuzey Kore’nin nükleer silahlarının varlığı bahanesiyle bölgeye daha büyük bir askeri güçle yerleşmek de bu taktikten umulan faydadır. Ne var ki, oyunu kurmakta olan ABD emperyalizmi, oyunun istediği yönde gelişmesi konusunda eskiden olduğu gibi güçlü ve bol olanaklara sahip pozisyonda değildir. Bu yüzden diğer büyük emperyalist ve alt-emperyalistler güçler de bu emperyalist kavgaya giderek daha fazla etkide bulunmaya çalışmaktadırlar ve zaman ilerledikçe gelişmeler üzerindeki etkileri de giderek daha fazla olacaktır. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya ve yeniden paylaşım kavgası, Marksist Tutum sayfalarında defalarca altını çizdiğimiz gibi, derinleşerek ve genişleyerek yayılmasını sürdürecektir. Kore yarımadasında son günlerde ısınan sular da bu tespitin doğruluğuna dair bir işarettir. Bütün kapitalist güçler hazırlıklarını bu doğrultuda yapmakta ve bu gidişatta kendi çıkarlarına en uygun pozisyonu almaya çalışmaktadırlar. Lenin’in altını belirgince çizdiği gibi emperyalizm çağı, savaşlar, karşı-devrimler ve aynı zamanda devrimler çağıdır. Dünya işçi sınıfı da kendi çıkarlarına en uygun olan yolu, yani işçi devrimleri için mücadele yolunu tutmalıdır. Bu da ancak işçi sınıfı devrimcilerinin örgütlüğünün sınıf içerisinde güçlendirilmesi ve bir dünya partisi haline getirilmesi ile mümkündür. Dünyadaki bütün politik gelişmeler bizlere bu ihtiyacın karşılanmasının yakıcılığını ve aciliyetini göstermektedir.


Filistin Sorununun Tarihsel Arka Planı Suphi Koray

İ

srail’in Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan filoya yaptığı saldırı Filistin sorununu yeniden gündeme taşıdı. Tarihsel bir ironi olsa gerek, geçmişte Nazilerden kaçan Yahudilerin bindiği gemiler kendilerini kabul edecek liman bulamıyordu; Yahudiler ölüme terk ediliyor, hatta gemileri batırılıyordu. Bugünse benzer bir zulmü İsrail burjuvazisi Filistin halkına uyguluyor. Filistin sorunu sadece Filistin’le sınırlı değil, tüm Ortadoğu’yu etkileyen karmaşık bir sorundur. Doğru bir değerlendirme yapabilmek için Filistin sorununun tarihsel arka planını yeniden hatırlamak gerekiyor. Filistin sorununun bir ucu da Yahudi sorununa çıktığı için, İsrail devletinin kuruluş sürecini de bilmek gerekiyor. Yahudiler tarihin farklı dönemlerinde uğradıkları baskılar sonucu yerlerinden göç etmek zorunda kalmışlar ve dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. 19. yüzyıldan itibaren pogromların artış göstermesi Yahudilerin tek devlet altında birleşmeleri fikrinin daha fazla taraftar bulmasına yol açtı. Bu devletin kurulacağı yer ise bugünkü Filistin topraklarıydı. İlk Siyonist kongreden sonra Filistin topraklarına göç eden Yahudi sayısı arttı. Birinci Dünya Savaşında Fransa ve İngiltere gizli anlaşmalarla Arap topraklarını paylaştılar. 1917 yılında ise İngiltere Balfour Deklarasyonuyla bir Yahudi devletinin kurulmasından bahsediyordu. İngiltere geleneksel böl-yönet politikasını burada da devreye sokarak, Araplarla Yahudileri birbirlerine karşı

kullanıyordu. Savaştan sonra bu bölge kendi egemenliğine girince İngiltere politikasını değiştirerek Yahudi devleti kurulmasını engellemeye çalıştı. 1921 ve 1929’da Yahudi karşıtı ayaklanmalar kışkırtıldı ve Yahudi göçüne ve toprak alımına sınırlama getirildi. Ancak yine de Filistinliler üzerindeki baskılar ve Yahudilerin toprak alımları devam ediyordu. Filistinliler 1936’da İngiliz yönetimine karşı bir ayaklanma başlattılar. Üç yıl süren bu ayaklanmada silahlı mücadelenin yanı sıra genel grev yapıldı, vergi ödenmedi. İngiliz hükümeti Yahudi polis gücü oluşturarak ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı. Böylece Araplarla Yahudiler arasındaki düşmanlık daha da arttırıldı. Fakat yine de ayaklanmayı bastıramayan İngilizler, kendilerine bağlı bir Arap devletinin zeminini hazırlamak için 1939’da bir rapor yayınladılar. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Nazilerin yaptığı soykırım sonucu 6 milyon Yahudi katledilmiş, sağ kalanlar ise toplama kamplarında ölümden beter koşullara maruz bırakılmışlardı. Tüm bunlar Siyonizmin güçlenmesine yol açtı ve Filistin topraklarındaki Yahudiler 1945’te İngilizlere karşı silahlı mücadele başlattılar. İngiliz yönetiminin BM’ye başvurması sonucu, BM’den toprakların Araplar ve Yahudiler arasında bölünmesi yönünde bir karar çıktı. Nüfusun %70’ini oluşturan ve toprakların %92’sine sahip olan Araplara ülkenin %47’si verilecekti. Toprakların di-

39


marksist tutum

ğer parçasıysa Yahudilere bırakılıyordu. Bu doğrultuda 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruldu. Bunu kabul etmeyen Araplarla Yahudiler arasında savaş çıktı. Ancak diğer Arap devletlerinin ve İngilizlerin desteğine rağmen Araplar yenilgiye uğradılar. Başlangıçta İsrail’i desteklemeyen İngiliz ve ABD emperyalizmi bölgedeki çıkarları gereği politikalarını değiştirdiler ve İsrail’e tam destek vermeye başladılar. Yahudi burjuvazisi İsrail devletini kurabilmek için Nazilerin uyguladığı soykırıma göz yummuş, sadece genç ve sağlıklıları Filistin’e göndermek istemiş, Yahudilerin Avrupa ve ABD’ye göç etmelerini kolaylaştıran yasalara karşı çıkmıştır. Hatta İsrail devletinin kurulması koşuluyla kendi halkını katleden Alman burjuvazisi ile savaşta birlikte hareket etmeyi dahi düşünmüştür. İsrail devleti, kurulduktan sonra sınırlarını genişletmek için gözünü diğer ülkelerin topraklarına dikmiştir. Nitekim 1956’da patlak veren Süveyş krizi sırasında İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a saldırarak yayılmacı emellerini dışa vurmuştur. Filistin’in bağımsızlığı için 1958’de Arafat önderliğinde silahlı mücadeleyi benimseyen El Fetih kuruldu. Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletleri ise, El Fetih önderliğinde yükselen halk hareketini kontrol altına almak için 1964’te FKÖ’yü kurdular. 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşında yenildikten sonra Filistinli örgütler FKÖ çatısı altında bir araya geldiler ve başkanlığına Arafat getirildi. Bundan sonra FKÖ daha mücadeleci bir politika izlemeye başladı. İsrail, 1967 İsrail-Arap savaşından sonra Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerini işgal etti. 1982’de Sina’dan çekildikten hemen sonra Beyrut’u işgal etti ve Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştirdi. 1987’de Filistinliler birinci intifadayı başlattılar. FKÖ 1988’de Batı Şeria ve Gazze’den oluşan bir “mini devlet” ilan etti. 1993’te Oslo’da ABD aracılığıyla barış görüşmeleri başladı. Burada varılan mutabakat sonucu İsrail Filistin “devletini” tanıyacak ve işgal ettiği topraklardan çekilecekti. Ancak İsrail ne işgal ettiği yerlerden geri çekildi ne de katliamlarına son verdi. Oslo süreci de tıkanınca 2000’de yeni bir intifada patlak verdi. Bu ayaklanma boyunca 3 binden fazla Filistinli öldürüldü. 2003’te ABD, BM, AB ve Rusya tarafından hazırlanan “Yol Haritası” adı verilen “yeni” bir plan İsrail ve Filistin Yönetimi tarafından imzalandı. Buna göre İsrail ikinci intifadadan bu yana işgal ettiği topraklardan çekilecek, Filistin bölgelerine 2001 Martından sonra yaptığı yerleşimleri boşaltacak ve geçici sınırlarla bir Filistin devleti kurulacaktı. Ancak bu da İsrail’i durdurmamıştır. İsrail katliamlarına, yeni işgallere devam etmiştir. Son 20 yıl içinde sayısız plan, harita, girişim açıkladı emperyalistler, ama hepsi kâğıt üstünde kaldı. İsrailli yöneticiler bu “yol haritalarına” imza atarken, İsrail savaş makineleri Filistin halkının üstüne bomba yağdırıyordu. 2005 başında imzalanan ateşkesin akıbeti de aynı oldu.

40

Temmuz 2010 • sayı: 64

Ateşkesin ertesi günü İsrailli askerler bir Filistinliyi vurdular. Tüm görüşmelerde, yol haritalarında hep Filistin’den daha fazla taviz beklendi, “terörist” örgütlerin kontrol altına alınması, Filistinlilerin her şeye boyun eğmesi istendi. Ama hâlâ ortada bir Filistin devleti yok. Filistin adeta bir açık hava hapishanesine çevrildi. Filistin toprakları birbirinden kopuk adacıklar haline getirildi. 1 milyon 300 bin kişinin yaşadığı Gazze abluka altına alındı, yiyecek, ilaç gibi temel ihtiyaç maddelerinin girişi yasaklandı. Bu da yetmedi İsrail tanklarıyla operasyonlar düzenledi. 2004 sonunda Arafat’ın ölümünden sonra yeni bir döneme girildi. Emperyalist güçler ve Filistin burjuvazisi Mahmut Abbas’ı destekleyerek halk hareketini kontrol altına almak istediler. Ancak FKÖ’nün uzlaşmacı tavrı ve artan saldırı ve baskılar İslami Cihad ve Hamas gibi radikal dinci örgütlerin güç kazanmasına yol açtı. Nitekim 2006 yılında yapılan seçimleri Hamas kazandı. Ancak emperyalist güçler seçimlerden önce “demokrasi” deyip durmalarına rağmen, Hamas’ın seçilmesini hazmedemediler ve tanımadılar. Hamas önce tek başına bir hükümet kurduysa da, bu yürümedi ve daha sonra El Fetih ile birlikte “Birlik Hükümeti” kuruldu. Hamas’ı muhatap kabul etmeyen emperyalistler ve İsrail, siyasal ve ekonomik ambargo ile Filistinlilerin üzerindeki baskıyı daha da arttırdılar. Bu dönemeçte Arap devletlerinin hazırladığı Arap Barış Planı da çözüm üretmeyince, ABD’nin kışkırtmaları sonucu “Birlik Hükümeti” de çatırdadı. Hamas ve El Fetih arasında kanlı çatışmalar yaşandı. Gazze’nin kontrolü Hamas’a, Batı Şeria’nın kontrolü ise El Fetih’e geçti. Zaten kendi topraklarında iki parçaya bölünmüş olan Filistin, siyaseten de ikiye bölünmüş oldu. 2008 sonunda İsrail Gazze’yi adeta kana buladı. 22 gün içerisinde 1300’ün üzerinde insanı çoluk çocuk demeden katletti. Hayatta kalanları ise sakat, susuz ve ilaçsız bıraktı. Gazze’nin yetersiz altyapısı İsrail’in saldırısıyla tarumar oldu. Batılı emperyalistler ise İsrail’in meşru müdafaa yaptığını söyleyerek ona arka çıktılar. Arap devletleri de işbirlikçi bir tutumla Hamas’ı suçlamışlardı. Gazze saldırısından sonra kesilen “barış görüşmeleri” geçtiğimiz Mayıs ayında Amerikalı elçi üzerinden FKÖ ile İsrail arasında yeniden başlamıştı. Hamas ise İsrail ile müzakerede bulunmayı kabul etmemişti. Ortadoğu Dörtlüsü’nün sayısız sözde barış girişimi oldu. İsrail ise sayısız kere kabul ettiği şartlara uymadı. Doğu Kudüs’e yeni yerleşim birimleri inşa etmeye devam etti, Gazze’yi sayısız kere bombaladı, “terörist” oldukları gerekçesiyle sayısız sivili katletti, yardım gemilerine baskın yapıp katliam gerçekleştirdi. Emperyalist devletler ve kurumlar İsrail’i kınamakla yetinirken, İsrail devleti katliamlarına devam etmektedir. İşçi sınıfı mazlum Filistin halkıyla enternasyonalist dayanışmasını yükseltmeli ve Filistin halkının haklı davasına sahip çıkmalıdır. Unutulmamalı ki, ezilen halklara uygulanan zulme sessiz kalan işçi sınıfı, egemen sınıfın işlediği suça ortak olmaktadır.


Kapitalizmin Elinde Çarpıtılan Bilim Berdan Güney

İ

sviçre ile Fransa sınırları arasında kalan alanda, 100 metre derinlikte, 27 km uzunluğunda dairesel bir tünel. Bu tünelin beş farklı noktasında her biri binlerce ton ağırlığında ve onlarca dev mıknatıstan oluşan birer detektöre sahip, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN). Milyarlarca dolar maliyetle inşa edilen bu dev laboratuvarda gerçekleştirilmesi beklenen deney 2008 yılında teknik arızalardan dolayı ertelenmişti; deneye 2010 Nisanında yeniden başlandı. Daha küçük hızlandırıcılara sahip birçok ülkede gerçekleşen deneylerde bugüne kadar ulaşılan en büyük enerji değeri 2 TeV idi. CERN’de bulunan dev hızlandırıcıda, iki proton demeti, zıt yönlerde, ışık hızına çok yakın bir değere kadar hızlandırılacak. Her biri 7 TeV (trilyon elektron volt) enerji değerine ulaştıklarında kafa kafaya çarpıştırılacak. Böylece toplam 14 TeV enerji altında gerçekleşecek çarpışmada protonlar daha küçük parçacıklara ayrışacaklar. Saniyenin çok küçük bir kesitinde gerçekleşecek bu çarpışmada güneşin sıcaklığının 100 bin katı bir sıcaklığa ulaşılacak. Ortaya çıkacak parçacıkların davranışı izlenerek maddenin yapısına dair daha ayrıntılı bilgilere ulaşılacağı tahmin ediliyor.

Kapitalist toplumda mistisizm bilimin peşini bırakmaz CERN deneyi başlamadan çok önce birçok spekülatif vesvese ortalığa saçıldı. 2008 yılının Ağustos ayında başlanacak deneyler, teknik arızalar nedeniyle birkaç defa ertelendi. Fakat yine de bu deneyin kara delikler oluşturup dünyanın ve evrenin sonunu getireceği, depremlere yol açacağı gibi zırvalıklar heyecansever burjuva medyada bolca yer buldu, taraftar da edindi, o sırada İran’da gerçekleşen depremi deneye bağlayan da oldu. Spekülasyon yayanlar arasında, bizzat CERN deneylerine katılan iki fizikçinin iddiası daha ilginç. Biri Danimarkalı diğeri Japon olan bu iki fizikçi, yayınladıkları

Egemen sınıflar mistik görüşleri toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmenin bir aracı olarak kullandılar. Fakat sanayi devrimiyle birlikte gelişen olanaklarla bu tür soruların yanıtları aralanmaya başlandıkça, egemenler mistik görüşleri bu gelişmelerin arasına sıkıştırmayı denediler. Kendi çıkarlarıyla yoğurdukları mistik görüşleri, bilimin ışığında elde edilen sonuçlarla uzlaştırmaya çabaladılar. Her çığır açıcı yenilik, bir taraftan insanoğlunun önüne yeni olanaklar çıkartıp bir dizi mistik yorumun çanına ot tıkasa da, burjuvazi ve onun sadık hizmetkârı durumundaki kimi şarlatanlar her seferinde yeni bilgilere dayandırılmaya çalışılan yeni mistik görüşleri sistematik biçimde yaygınlaştırmaya çalıştılar. Bugün de aynı çabanın içindedirler.

41


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

CERN deneyi başlamadan çok önce birçok spekülatif vesvese ortalığa saçıldı. 2008 yılının Ağustos ayında başlanacak deneyler, teknik arızalar nedeniyle birkaç defa ertelendi. Fakat yine de bu deneyin kara delikler oluşturup dünyanın ve evrenin sonunu getireceği, depremlere yol açacağı gibi zırvalıklar heyecansever burjuva medyada bolca yer buldu, taraftar da edindi.

bir makalede, araştırmaların “gelecekteki” güçler tarafından engellendiğini iddia ettiler! Bu deneyle maddenin yapısına dair daha çok bilgi elde edilmesi umuluyor. Çağlar boyunca insanoğlu doğayı ve maddeyi açıklamaya çalıştı. Kısıtlı bilgiyle doğa güçlerine dair çeşitli görüşler geliştirdi. Felâketler karşısında gazaba uğradığını düşündü, dünyayı öküzün başındaki bir tepsi olarak tasvir etti, depremleri de bu öküzün kızdırılmasına bağladı, kötülüklerden korunmak için güneşe, aya, denize, kayaya kurban kesti vb… Sanayi devriminin gerçekleştiği iki buçuk asır öncesinden itibaren, üretici güçlerde sağlanan hızlı gelişme, insanın doğaya bakışını da etkiledi. Maddenin ve evrenin yapısına dair mistik açıklamalar yetmemeye başladı, daha da derinlere inmek istedi. Egemen sınıflar bu mistik görüşleri toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmenin bir aracı olarak kullandılar. Fakat sanayi devrimiyle birlikte gelişen olanaklarla bu tür soruların yanıtları aralanmaya başlandıkça, egemenler mistik görüşleri bu gelişmelerin arasına sıkıştırmayı denediler. Kendi çıkarlarıyla yoğurdukları mistik görüşleri, bilimin ışığında elde edilen sonuçlarla uzlaştırmaya çabaladılar. Her çığır açıcı yenilik, bir taraftan insanoğlunun önüne yeni olanaklar çıkartıp bir dizi mistik yorumun çanına ot tıkasa da, burjuvazi ve onun sadık hizmetkârı durumundaki kimi şarlatanlar (ki bilimadamı denilenlerin içinde de böyleleri çoktur) her seferinde yeni bilgilere dayandırılmaya çalışılan yeni mistik görüşleri sistematik biçimde yaygınlaştırmaya çalıştılar. Bugün de aynı çabanın içindedirler. Madde ve zamanın sonsuzluğu düşüncesini reddedip, evrene dair bir başlangıç olduğunu savunan görüşler, egemen sınıfların çıkarlarını gözeten bilim şarlatanları tarafından topluma kabul ettirilmeye çalışıldı. İki asır öncesine kadar, sonlu evren düşüncesi evrenin ancak 6-7 bin yıllık bir geçmişe sahip olabileceğini söylüyordu. Ancak bir süre sonra bilimde kaydedilen gelişmeler, bu yaşı, milyar-

42

larca yıl geriye götürmüş durumda. Bugün dünyanın, içinde bulunduğu Güneş Sistemiyle birlikte yaklaşık 5 milyar yaşında olduğu artık biliniyor. Evrene yaş belirlemeye dönük nafile çabalarınsa arkası kesilmiyor. Ne var ki, bilim kültürünün belli bir noktaya geldiği günümüzde, artık evrenin “yaşı”nın kutsal kitaplardan yola çıkan tahminlere değil, en azından görünüşte bilimsel dayanaklara ihtiyaç duyduğu açık.

Hortlak teoriler Maddenin yapısını kendince açıklamaya çalışan Standart Model tam da böyle bir görüşe hizmet ediyor. Evrenin 13,4 milyar yaşında olduğunu söyleyen bu model, ortaya atıldığı 1960’tan bu yana binbir yamayla desteklendi. Teorinin ortaya çıkan açıkları egemenlerin istekleri doğrultusunda hareket eden fizikçilerin telâşlı işbirliğiyle sürekli kapatılmaya çalışıldı. Ortaya atılan iddialar kanıtlanamamış olmasına rağmen, alternatif modeller burjuvazi tarafından hiçbir zaman finanse edilmedi, yeterince araştırılmasının ve yaygınlaşmasının önüne geçildi. Bu durum sözkonusu modelin ömrünü yapay olarak uzatmıştır. Standart Model, evrenin yani zamanın ve mekânın, “Big Bang” denilen büyük bir patlamayla başladığını iddia ediyor. İddia ettiklerine göre o “kutsal an”da her şey iç içe. Kuvvetler, boyutlar vs… Madde ve karşıt madde de simetrik olarak eşit miktarda bulunuyormuş. Sonra bu simetri bozuluyor, karşıt maddenin miktarı azalıyor. Derken maddenin daha karmaşık formlarına doğru yol alınmaya başlanıyor. Büyük patlamayı anlatmaya böyle başlıyor bu teorinin savunucusu “bilim” insanları. Patlamanın ilk anını açıklayamadıklarını söyleyip hemen patlama sonrasına geçiş yaparak, saçılan şeylerin nasıl parçacıklara dönüştüğü ve bir süre sonra da nasıl yıldız sistemleri ve gezegenleriyle evreni oluşturduğunu anlatmaya koyuluyorlar. Ama bir


sayı: 64 • Temmuz 2010

başlangıcı ve sınırları olan bir evrende, iddia ettikleri madde miktarı, kendi hesaplamalarının gerektirdiği madde miktarının çok gerisinde çıkıyor! Teori tam bu noktada açık verecekken “karanlık madde” ve “karanlık enerji” yardımlarına koşuyor. Bu ikilinin ne olduğu epey “karanlık”! Varlığına dair hiçbir somut emarenin bulunmadığı “karanlık enerji” evrenin yüzde 73’ünü, “karanlık madde” ise yüzde 23’ünü oluşturuyormuş! Görünen madde ise koca evrenin sadece yüzde 4’ünü oluşturuyormuş! Olmayan karanlık maddeyi “karanlık”ta bırakıp Big Bang’in hikâyesine dönelim. Hikâyeye göre, patlama anından hemen sonra ortaya çıkan küçük parçacıklar, yüksek sıcaklık altında atomun yapısını oluşturacak daha büyük parçacıkları oluşturmaya başlar. Hızla boşluğa doğru yayılan parçacıklar, birbirleriyle etkileşime girer, gerçekleşen nükleer tepkimeler sonucu çeşitli elementler, sonra da yıldız sistemleri ve gezegenler çıkar meydane. Nihayet evren bugünkü haline gelir. Standart Model aynı standartta bilim dışı açıklamalarına devam eder. Ama saniyeden çok daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşen patlamanın bu ilk anında “maddenin nasıl olup da kütle kazandığını” bir türlü kanıtıyla birlikte ortaya koyamaz. Standart Model’in ve dolayısıyla Büyük Patlama teorisinin varlığı, savunucularına göre, “maddenin kütleye kavuşmasını” açıklayabilmesine bağlı. Maddenin kütle kazanmasının açıklanması konusunda Peter Higgs adlı bir fizikçi Standart Model için 1964’te bir yama hazırladı. Birtakım varsayımlar ve keyfi katsayılardan teşkil ettiği denklemlerle, modelde ekstra bir parçacığın olması gerektiğini iddia etti. Yaratıcısı ya da uydurucusunun adıyla anılan bu parçacığın adı Higgs bozonu oldu. Ama kuşkusuz böylesi bir nihai parçacığın varlığının kanıtlanması gerekiyor. İşte CERN’de planlanan deneyle elde edilmesi umulan sonuçlardan biri bu. Bulunamazsa keten helva yanacak, Standart Model teorisi çökecek.

Evrenin Büyük Patlama sonucu meydana geldiğini iddia eden Standart Model benzeri birçok teori var. CERN’de yapılacak deneyde bunlar da ele alınacak. Baktılar ki Standart Model’in dayanağı kalmadı, hemen yerine başkasını koymaları kuvvetle muhtemel.

marksist tutum

Geçerken, bu deneye Vatikan’ın büyük bir hevesle destek verdiğini belirtelim. Ne de olsa bu deneyde, en azından deneye katılan bilimcilerin büyük bir çoğunluğu (neredeyse tüm dinlerin vaaz ettiği üzere) evrenin bir başlangıcı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Higgs parçacığına “Tanrı parçacığı” denilmesi de bundandır. Evrenin Büyük Patlama sonucu meydana geldiğini iddia eden Standart Model benzeri birçok teori var. CERN’de yapılacak deneyde bunlar da ele alınacak. Baktılar ki Standart Model’in dayanağı kalmadı, hemen yerine başkasını koymaları kuvvetle muhtemel. CERN’deki deney sonucunda muhtemelen önce aradıklarını bulduklarını söyleyecekler, kısa süre sonra da buldukları parçacıkların da daha alt parçacıkları olduğunu kabullenmek zorunda kalacaklar. Yamalı teoriler, yamalarından bir kez daha patlayacak. Diyalektiğin yasaları her defasında kendini dayatacak: Evren, yani madde ve zaman, başsız ve sonsuzdur, o bir değişim sürecidir, harekettir. Büyük Patlama üniversite kürsülerinde genel olarak kabul görüyor. Böylesi bir patlamanın varlığını başından itibaren reddeden, evreni sürekli değişen ve sonsuz bir evren olarak tarif eden Plazma Evren Modeli, ısrarla görmezden gelinmeye devam ediliyor Türkiye ve dünyadaki bilim eşrafınca. Soruları sessizce geçiştirmeyi tercih ediyorlar. CERN deneyinde elde edilecek veriler Plazma Evren teorisini güçlendirecek veriler sağlar mı bilinmez, ama Standart Model’in varsaydığı “nihai parçacığı” ortaya çıkarmayacağı kesin. Deneylerin yeniden başladığı Nisan ayı başında gerçekleştirilen 7 TeV’lik çarpışmada elde edilen sonuçların analiz edilmesi haftalar, aylar alacak. Daha da yüksek enerji düzeyine ulaşıldığında ve bunun sonuçları toparlanmaya başlandığında yepyeni alt parçacıklar bulacaklarını şimdiden söylemek mümkün. Muhtemelen önce aradıklarını bulduklarını söyleyecekler, kısa süre sonra da buldukları parçacıkların da daha alt parçacıkları olduğunu kabullenmek zorunda kalacaklar. Yamalı teoriler, yamalarından bir kez daha patlayacak. Diyalektiğin yasaları her defasında kendini dayatacak: Evren, yani madde ve zaman, başsız ve sonsuzdur, o bir değişim sürecidir, harekettir. Her mistik teori, diyalektiğin duvarlarına çarparak tuzla buz olmaya mahkûmdur. Çünkü “Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir.” (Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine, Marksist Tutum, Şubat 2007)

43


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

Emekçinin Gözünden Kılıçdaroğlu ve CHP İ

şçilerin sosyal ve siyasal olaylara bakış açıları farklılıklar taşır. Yarattığı çemberin içine istediği düşünceleri alır, istemediğini çemberin dışına atıverir. Kendisini ait hissettiği sınıfın sorunlarına, sosyal ve siyasal olaylara bazen pürdikkat kesilir, tahlil eder ve doğru ya da yanlış birtakım sonuçlar çıkarır. Bunu kendi bilinç düzeyinin sınırları içinde gerçekleştirir elbette. Çoğu kez de burjuvazinin yarattığı bilinç bulanıklığı egemen olur düşüncelere. Son dönemlerde yaşanan gelişmelerin boyalı basın tarafından gündeme taşınmasıyla birlikte çığırtkanlık kulakları sağır edici bir hal almaya başladı. Türkiye’nin sermaye partilerinden AKP ve CHP’de yaşanan ağız dalaşları ve saçılan pislikler her gün yeni bir renge bürünerek sunuluyor bizlere. En son yaşanan ibretlik olay ise CHP eski genel başkanı Deniz Baykal’ın kaset skandalı oldu. Bu olay AKP’nin bir komplosu sayıldı ve emekçiler bu it dalaşının içine çekilmeye başlandı. Kaset kim tarafından nasıl ifşa edildi bilinmez ama bizler çok iyi biliyoruz ki düzen partilerinin içinden insanı sersemleten pis kokular sürekli yayılır.

işçisi İsmail abi... Döndü ablamızda Kılıçdaroğlu “dürüst, temiz, halk dostu” izlemini bırakmıştı. Annem için “beş para etmez biri” olan Kılıçdaroğlu, ablam için “CHP’ye çalışırsam” bana ekmek kapısıydı! Sincan’da çalışan genç bir işçiye göre, Kılıçdaroğlu diğer hırsız siyasetçiler gibiydi, beş para etmezdi! Tüm anlatılanlara bakılırsa en doğru kararı annem ve Sincanlı işçi kardeşim vermiş. Bu gelişmeler karşısında işçi kardeşlerimizin, dostlarımızın ve ailemizin görüşleri bu şekilde. Toplum nezdinde yaratılmak istenen atmosfer CHP’nin makyaj tazeleme biçimlerinden biridir sadece. Diğer sermaye partileri gibi Kılıçdaroğlu ve CHP de emekçiler ve Kürt halkı için tehlikelidir. Gerçekte bu tip partiler çeşitli rötuşlarla kendilerini yenileyerek kurulu düzenin isteklerine göre hareket eden partilerdir. Burjuvaziye hizmet eden CHP gibi partilerin bıraktık emekçilerin taleplerini yerine getirmeyi, bunu dillendirmeye bile nefesleri yetmez. İşçiler bunu bilmeli ve burjuvazinin tuzağına düşüp sermaye partilerinin peşinden gitmeye devam etmemelidirler. Ankara Tuzluçayır’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

Makyaja Bakmayın CHP Aynı

K

Özellikle CHP’nin oy deposu olarak gördüğü Alevilerin bazıları bu duruma çok üzülmüş bazıları da Baykal’ın artık emekliye ayrılma zamanının geldiği düşüncesine varmıştı. CHP’nin tazecik genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hatırı sayılır bir kitle tarafından sevgiyle karşılanmıştı. CHP yıllardır özlemini çektiği o eski kudretine erişmişti adeta! Bu son gelişmeler bizim çevremizde de çeşitli bakış ve yorumlarla yerini almaya başladı. Özellikle yaşadığımız bölgede karşılaştığımız bu tür yorumlar ve yaptığımız sohbetler sayesinde emekçilerin bilinçlerinin nasıl bulandırıldığını bir kez daha görmüş olduk. Deniz Baykal’ın istifası üzerine bir emekçi gözyaşını tutamıyor, aile bireyleri ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun umut verici olduğunu söylüyordu. “Kemal artık AKP’nin pimini çekecek” diyordu bir temizlik işçisi dostumuz. Bulunduğumuz bölge yoğunluklu olarak Alevi emekçilerden oluştuğundan, karşılaştığımız manzara aynı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni bir “Karaoğlan ruhu ve umudun simgesi” olduğu düşüncesi yaygınlık kazanmış görünüyor. Önümüzdeki seçimlerde CHP’nin iktidara yürüyeceğini ve “emekçilerin dostu” olduğunu kanıtlayacağını söylüyor Mamak belediyesinde taşeron çalışan temizlik

44

emal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı seçilmesi yoksul halk için gerçekten bir umut mu? CHP kış uykusundan uyandı da emekçileri mi fark etti? Kemal Kılıçdaroğlu halkın yanında olduğunu söylüyor ve halkın sorunlarıyla ilgilenecekmiş pozları takınıyor. Fakat bizler biliyoruz ki istedikleri makamdan söylesinler hiçbir zaman bu sözler gerçekleşmez. Çünkü onlar emekçilerin değil sermayenin temsilcileri. Kemal Kılıçdaroğlu her ne kadar “işsizliğe çözüm bulacağız, emeklinin yanında olacağız, emekten yana bir parti olacağız” dese de, sonuçta hizmet edecekleri hep burjuvazi olacak. Kılıçdaroğlu yeni bir yüz, bir umut olarak pompalansa da, biliyoruz ki bu tip insanlar geçmişte de bu söylemlerle gelmiş ve sonuçta gerçek yüzleri kitleler nezdinde bir süre sonra açığa çıkmıştır. Zaten burjuvazi de işini böyle sürdürmekte. Bu kapitalist sistemde iktidar sermayenin elindedir, bu nedenle kurtuluşumuz ancak burjuvaziyi alaşağı ederek, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak mümkündür. İşçi sınıfı olarak bizler birlik ve beraberlikle sorunlarımızı çözebiliriz. Ne Kemal Kılıçdaroğlu ne Tayyip Erdoğan ne de başka bir sermaye temsilcisi bizlerin sorunlarına çözüm olabilir. Çözüm ellerimizdedir. Hangi makyajı yaparlarsa yapsınlar işçi sınıfı bunların gerçek niyetlerini eninde sonunda hissedecektir. Zamanı geldiğinde de vazifesini yapacaktır. Biz de o zamana kadar iyi hazırlanmalıyız. Gebze’den bir işçi


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

Ya Sizin Yaptıklarınız?

F

ilistin için yardım götüren gemilerden biri olan Mavi Marmara’ya İsrail donanmasının saldırması ve dokuz kişiyi öldürmesi sonrasında hangi televizyon kanalını açsam hangi haber bültenini izlesem hep aynı görüntüler vardı. Meclis kürsüsünden haykıran sesler “savaşlarda bile çocuklara, kadınlara dokunulmaz, bu vahşettir, katliamdır” diyordu. “İnsan hakları ihlal edilmiştir, uluslararası hukuk ayaklar altına alınmıştır, bu bir insanlık suçudur, İsrail devleti eli kanlı bir devlettir” diyordu aynı sesler. Elbette bunlar doğrudur, yaşanan gerçekten bir vahşet, katliam, ortada insanlık suçu da var elbette ve İsrail devleti gerçekten de eli kanlı bir devlet. Ama söylenenleri kimin söylediğine bakınca bu işte bir terslik olduğunu anlıyor insan. Tüm bunları kimler mi söylüyor? TC burjuvazisi, sermayesi, hükümeti, muhalefeti ve medyası tabii ki. Ama düşünmemek elde değil, savaşlarda dahi dokunulmayacak olan kadın ve çocukları TC burjuvazisi de yıllardır katletmiyor mu? Uğur Kaymazlar, Ceylan Önkollar ve daha onlarca Kürt çocuğu katledilmedi mi? Binlercesi işkencelerden geçmedi mi, geçmiyor mu? Küçücük çocuklar polise taş attığı için yaşlarından fazla ceza almıyor mu? Nice devrimci insanımız devlet terörüyle katledilmedi mi? Burjuvazinin cezaevlerinde devrimci tutsaklar ölüme terk edilmedi mi? Peki ya her gün iş cinayetlerinde yitirdiğimiz işçi kardeşlerimiz? Onların ölümü, üstelik kârlarına daha fazla kâr katmak isteyen patronlar sınıfının hesabına çalışıp yaşamını yitiren onlarca işçi kardeşimizin iş cinayetlerine kurban edilmesi insanlık suçu olmuyor mu? Katliam olmuyor mu? Hele de ölümlerini “kader, mukadderat” diyerek aymaz bir şekilde normalleştirmeye çalışan zihniyet en büyük insanlık suçunu işlemiyor mu? Tüm bu soruların cevabı gayet açık aslında. Türkiye burjuvazisi ve onun eli kanlı devleti, kendi safında yer almayanları, Kürtleri, devrimcileri, işçi-emekçileri katletmekten geri durmamıştır, durmayacaktır. Yaşanan bu saldırı sonucu sermaye sınıfının temsilcilerinin ağzından dökülen ikiyüzlüce sözler bizleri yanıltmamalıdır. Tüm lanet okuduklarını bu topraklarda yıllardır bilfiil yaşama geçirenler bugün gemi saldırısı nedeniyle büyük burjuva güçlere kafa tutmaktadır. Bu olayın bir başka yansıması da TC burjuvazisinin Ortadoğu coğrafyasında giderek sözü geçen bir güç olma yolunda attığı adımlardır. İsrail’in yaptığı saldırının Birleşmiş Milletlerce kınanması için elinden geleni yapan Türkiye bunu başardı, pek çok ülke de aynı şekilde bu kınamaya katıldı, dünyanın pek çok yerinde saldırı protesto edildi ve Türkiye’ye destek çıkıldı. Ve Türkiye Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı “büyük ağabey” kimliğine bir adım daha yaklaştı. Evet, bir yanda yaşanan bir saldırı ve bu saldırıda yaşamını yitirenler, diğer tarafta ise dünyanın büyük güçlerine kafa tutmaya çalışan alt-emperyalist Türkiye’nin ikiyüzlü burjuva temsilcileri. Bilmeliyiz ki gemi saldırısında ölenler için gözyaşı dökenler, kürsülerden tehditler savuranlar, kendi katliamlarını, vahşetlerini örtbas etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bizler uyanık olmalı ve bu ikiyüzlülük karşısında TC burjuvazisine kendi katliamlarının hesabını sormalıyız. Ama bunu yapabilmenin tek yolu işçi sınıfının örgütlü bir güç olmasıdır. Ancak örgütlü bir işçi sınıfı yaşananların hesabını burjuvaziden sorabilir.

Kendileri Yönetseler Bütün Halklar Bir Olur!

K

apitalist sistemin kanlı yüzü, her gün artan sefalet, bölgesel savaşlar ve katliamlarla kendini gösterirken, bunlara Siyonist İsrail devleti tarafından bir yenisi eklenmiş oldu. İsrail’in bu saldırısına birçok devletten çeşitli tonlarda tepkiler geldi. Avrupa devletleri de saldırıyı kınadıklarını belirttiler, içlerinden en çok tepki gösteren devlet ise İngiltere oldu. Bir yıl önceki saldırıda sınır kapılarını açmayan Mısır ise bu kez sınır kapılarını açmakla kalmadı, büyükelçisini bile geri çağırdı. TC devleti ise saldırıyı kınamış ve hatta dünya kamuoyuna sert mesajlar göndererek önceki yıllarda süren gerginliği daha üst perdeden dile getirir olmuştu. Bu da bölge halkının gözünde Erdoğan ve TC devletinin tahtını iyice sağlamlaştırmıştı. Ama televizyonlardaki açıklamalardan öğreniyoruz ki, birkaç yıldır süren gerginliğe rağmen askeri tatbikatlar, aradaki ihaleler devam etmiş. Ve sonrasında çıkıp yetkililer İsrail ile ilişkilerin eskisi gibi olmayacağını, ama belirli düzeyde devam edileceğini, bu ihale ve anlaşmaların da süreceğini ifade ediyorlar. Bütün bunlar kapitalistlerin ilişkilerini gözler önüne sermiştir. Aslında nasıl gırtlak gırtlağa iken el altından ilişkilerin sürdüğünü görüyoruz. Bizler biliyoruz ki bölgedeki ve dünyadaki işçi ve emekçilerin yine kendileri gibi işçi ve emekçilerden başka dostu yoktur. Bölge halklarının dostluğunun garantisi kapitalist devlet adamlarının sözleri ya da tutumları değil, halkların birlikte ve örgütlü şekilde ortak düşmana karşı savaşımlarıdır. Ankara Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Ankara’dan bir işçi

45


Temmuz 2010 • sayı: 64

marksist tutum

Kapitalizm Ortadan Kalkmadan Çocuk Sömürüsü de Ortadan Kalkmaz

D

olmuşa binip eve gidiyordum. Gece saat 11 gibi. Camdan sarkan küçük çocuğa bağırdı arabadakiler. Tabii onu savunan küçük biri daha vardı. Çok yorgun bedeni ile kızmaya başladı: “Ne yapıyorsunuz, çocuğu itip kakmasanıza. Bırakın da kendi karar versin, sen ona karışamazsın. Oğlum kendini ezdirmeyeceksin. Bak bana…” diyordu. Dolmuş boşalınca hemen onun yanına oturdum. Elleri dikkatimi çekti. Yaşıtları gibi değildi elleri. “Çalışıyor musun? Belki de öğrencisindir” dedim ve o kendini anlatmaya başladı. “Ben 11 yaşındayım. Evet çalışıyorum. Okumayı tercih etmedim. Çünkü okuyanların da halini görüyorum. Büyük bir çoğunluğu işsiz. Biraz boşuna okuyorlar gibi geliyor. Ben de şimdi çalışıyorum. Çok az para alıyorum, haftalık 80TL, yemek ve yol da buna dâhil. Yaşım küçük olduğu için sigorta yapmıyorlar. Sabah 8’de işbaşı yapıyorum, akşam da 10:30 gibi paydos. Bilgisayarcıda çalışıyorum. Ellerime baktın, siyah, çünkü kartuş değiştiriyorum” dedi. Sonra da inip koşa koşa evine gitti. Ona baktığımda kendi çocukluğum geldi aklıma. Porselen fabrikasında başlamıştım işe. Daha 13 yaşındaydım. Çalışmak zorundaydık. Babamızın maaşı bize yetmiyordu. Ama tek farkımız vardı, ben okumak için çalışmak zorundaydım her yaz. Bu hep devam etti, her yaz çalışıyordum artık çok az paraya. Tekstil, metal, kalem fabrikası… Aslında şimdiki yaşıma bakılırsa çok da büyük sayılmam, 23 yaşındayım. Burjuva çocukları gibi her yaz tatillere gitmedik. Bizim yazlığımız fabrikamız oldu. Ve bizim hep hayallerimiz oldu. Okuyup büyük adam olmak. Şimdi okuyoruz ve işsiz kalacağımızı bile bile okuyoruz… Aslında baktığımızda kayıt dışı çalıştırılan binlerce çocuk var. Sözde çocuk çalıştırmak yasak. Ama pervasızca Türkiye’de 1999’da çocukların çalışma oranı %10,3 iken 2006’da %5,9’a indiğini söylüyorlar. Çelişkiye bakar mısınız! Verdikleri bu oran yaklaşık 1 milyon çocuğa denk geli-

46

yor. Tabii verdikleri bu veriler hiçbir zaman doğru olmamıştır. Bu durum diğer ülkelerde de hiç farklı değil. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de çocuk işçiliğine rastlanıyor. Çünkü sermaye her yerde aynı. Kapitalistlerin

tek dertleri sermayelerine sermaye katmak. Onlar için çocuk olması önemli değil. Dünyadaki 283 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün işlerde çalışıyor. Bu çocukların %61’i Asya, %32’si Afrika ve %7’si Latin Amerika ülkelerinde yaşıyor. Bu verilen oranlar her geçen gün artıyor. Her ne kadar yasalarda çocuk çalıştırmak yasaktır deseler de gerçekten bunu ortadan kaldırma gibi bir dertleri yok. Bizler çok iyi biliyoruz ki kapitalizm ortadan kalkmadan çocuk sömürüsü de ortadan kalkmaz! İşçi sınıfının çocuklarını sömürü çarkından kurtaracak olan da işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz çocuklar! Ankara’dan bir üniversite öğrencisi

Umut Öncesidir Bak şimdi yağmur öncesidir Toprak buram buram kokmaya başladı Yağmuru karşılamaya hazır Şemsiyesiz ve çıplaktır coğrafyamız bilirsin İnsanlar ansızın telaşlandı burada Kuşlar çoktan yuvalarına konmuş Birazdan yağmur yağacak herkes biliyor Yağmur mertçe yağar bilirsin Yakalan yağmur öncesine Hafif bir rüzgâr okşasın saçlarını Bir fidanın bedenini titrerken gör Yağmur öncesi korkusuzdur havalar bilirsin Birazdan bulutlar serpiştirecek tohumlarını Kimi toprağa kimi denize kimi fidana Ne çok ne az tam kıvamında Ben seni hep umutla düşünürüm bilirsin Yağmurun usul usul yağmasını beklerken Ve yarına dair umutlarımız aklımdayken olacak bunlar Hem yerden ve hem gökten Tüm umutlarımız devrimlerden devrimlere sel olup akar bilirsin Marksist Tutum okuru bir işçi


sayı: 64 • Temmuz 2010

marksist tutum

Kriz Bahane, İşçi Sınıfının Haklarına Saldırı Şahane! K

apitalist sistemin çarkları arasında sıkışıp kalan biz işçiler çoğu zaman kendimize bir çıkış yolu bulamayız. Hele ki ekonomik kriz dönemlerinde çıkışsızlık bizleri daha da boğacak hale gelir. Patronlar sınıfı ve onların temsilcileri krizden etkilenmemenin yolunu bulmuş durumdalar. İlk yaptıkları şey çalışan işçileri çeşitli gerekçeler ileri sürerek işsizliğe, yoksulluğa, açlığa mahkûm etmek oldu. Bugün çalışma yaşamının dışında kalan milyonlarca işçi işsizler ordusunun birer unsuru haline geldi. Ekonomik krize çözüm olarak kamu alanında ve özel sektörde uygulanan kemer sıkma politikalarının uygulandığı tüm ülkelerde krizin faturası işçi-emekçilere kesiliyor. Çalışanların ücretleri donduruluyor, taşeron sistemi dayatılıyor, sendikalaşmanın önü kesiliyor, sigortasız çalışma dayatılıyor, ödenmesi gereken ücretler ödenmiyor, kazanılmış birçok sosyal hak gasp ediliyor. İnsanın hayatını idame ettirmesi için gereken en temel ihtiyaç maddelerine zam üstüne zam yapılıyor, adını sanını yeni duyduğumuz çeşitli vergilerle karşı karşıya kalıyoruz. En önemlisi de krize çözüm diye işsizliği dayatıyorlar. İşsizlik oranlarının tavan yaptığı şu günlerde hükümet işsizlik oranlarını düşürmenin hesabını da yapmış. Önümüzdeki yaz döneminde istihdamı arttıracaklarından ve işsizlik oranını %10’un altına düşüreceklerinden bahsediyorlar. Nasıl mı yapacaklar dersiniz? Yaz mevsimiyle birlikte turizm ve tarım alanında istihdam sağlayacaklarmış. Yani mevsimlik işçilikle işsizliğin önüne geçmeyi hedefliyorlar. Ya sonrası? Sanayi alanındaki istihdamı arttırmak yerine güvencesiz çalışmayı önümüze sürerek sizlere iş veriyoruz diyorlar. Yasalarda var olan birçok hakkımız krizle birlikte tamamen yok sayılmaya başlandı. Çalışma saatleri fazla mesailerle 10-12 saatin üstüne çıkarken çalışılan süreler için sigortaya bildirim dahi yapılmıyor. Yasalarda 8 saatlik işgününden bahsediliyor fakat bizler bıraktık 8 saat çalışmayı bugün 10 saattin altında çalışan işçi yok denecek kadar az. Sigorta primleri ya hiç yatırılmıyor ya da asgari ücret üzerinden yatırılıyor ve böylece işveren vergi kaçırıyor. Resmi tatillerde çalışılması halinde çalışana fazla mesai ücreti ödenmesi gerekirken artık resmi tatiller normal çalışma günü olarak gösteriliyor. İşveren çalışan işçilerin birçoğunu işçiye bildirmeksizin işten atıyor ve işten çıkarılma durumunda işçiye ödemesi gereken kıdem ve ihbar tazminatlarını ödememek için kırk dereden su getiriyor. İşçinin haklarını gasp etmek ve işsizlik ödeneğinde birikmiş olan fonları yağmalamak için, çalışan işçileri kısa çalışma ödeneğine razı ediyor. Kapitalist üretim sistemi insanlığın yaşamına girdiği günden bugüne kadar birçok kez krize girdi. Her defasında da patronlar kendi geleceklerini sağlama almak için krizin faturasını biz işçi-emekçilerin omuzlarına yıkmak istediler. Bugün de aynı durumla karşı karşıyayız.

İster çalışan bir işçi olalım isterse işsiz bir işçi olalım, yaşanan ekonomik krizin sonuçları bizlerin yaşamını altüst etmekte. Yazılı ve görsel basını takip etme şansımız varsa eğer haberlerde duyduğumuz cinayetler, intiharlar, boşanmalar vs. her gün artmakta. Ekonomik yoksunluk insanları uçurumun kenarına getirmiş durumda. Bunun sorumlusu kapitalist sistemin anarşik doğasıdır. İnsana değer vermeyen, her şeyi para, mülk olarak gören bu sistem özellikle kriz dönemlerinde daha da saldırganlaşmakta ve üretim alanında, sosyal alanda, siyasal ve ekonomik alanda yaşamı biz işçiler için yaşanmaz hale getirmektedir. İşçilerin örgütsüz olduğu her yerde patronlar sınıfı yasal ve yasadışı yöntemler uygulayarak krizin faturasını bizlere kesmekte. Patronların örgütsüz olan işçileri baskı altına alması o kadar kolay ki. Biz işçiler ancak örgütlü olduğumuzda patronlar sınıfının ve onların düzenlerinin saldırılarını geri püskürtebiliriz. İçinden geçtiğimiz kriz döneminde yaşananlara karşı dur diyemediysek örgütsüz olmamızdandır. Örgütlü olsaydık patronlar bu kadar rahat davranabilirler miydi? Bugün dünyanın her yerinde işçi sınıfı benzer saldırılarla karşı karşıya. En gelişmiş ülkelerde bile işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırılar devam ediyor, her gün işsizler ordusuna yenileri katılıyor. Her yerde kemer sıkma politikaları dayatılıyor. Kemeri sıkılan maalesef biz işçiler ve emekçiler. Patronların kemerlerinin nedense deliği yok! Bütün kredi muslukları onlara akıyor fakat üreten bizler olmamıza rağmen açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, iş cinayetleriyle vs. karşı karşıya kalan yine bizleriz. Örgütsüz oluşumuzdan dolayı kimimiz yaşananlar karşısında, “böyle gelmiş böyle gider” ya da “kader” diyerek sessiz kalmayı, midye gibi kabuğumuza kapanmayı tercih eder hale gelmişiz. Oysa ne bu sistem böyle gelmiş böyle gider, ne de bizlerin yaşamış olduğu şey “kader”. Aslında örgütsüz oluşumuzun sonuçları bunlar. Mücadeleden kaçtığımızın göstergesi bu yaşadıklarımız. Kırıntı halinde de olsa var olan sosyal haklarımız bizden önceki işçi kardeşlerimizin mücadeleleriyle biz işçi sınıfına miras bırakılmış haklardır. Bugün bu haklarımıza sahip çıkabilmemiz için bile örgütlü olmamız gerekmektedir. Uluslararası boyutta yürütülen saldırılara karşı işçi sınıfı olarak uluslararası örgütlülüğe ihtiyacımız var. İnsanca bir yaşam istiyorsak, bizden sonraki kuşaklara daha iyi bir dünya bırakmak istiyorsak, patronlar sınıfına karşı mücadele etmeli ve örgütlenmeliyiz. Patronlar sınıfı uluslararası bir sınıf olduğuna göre biz işçiler de enternasyonal düzeyde örgütlenmeli ve mücadele bayrağını daha yukarılara taşımalıyız. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! İşsiz bir metal işçisi

47


marksist tutum

Temmuz 2010 • sayı: 64

Sendikal Bürokrasiye Karşı Mücadeleye!

1

5-16 Haziran direnişinin üzerinden tam 40 yıl geçti. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen daha temel sorunlarımızda bile biz işçiler bir araya gelemiyoruz. 40. yıl dolayısıyla ülke genelinde DİSK öncülüğünde çeşitli etkinlikler düzenlendi. Bunlardan birisi de Kartal Meydanı’nda DİSK tarafından gerçekleştirildi. 15-16 Haziran direnişini düşününce, yapılacak etkinlikte alanın hınca hınç dolmasını beklerdim. Sendikalı işçi oranlarının gitgide düştüğü, örgütsüzlüğün, hak gasplarının gitgide büyüdüğü bir ortamdan geçiyoruz. Son süreçte birçok fabrikada, işyerinde işçi arkadaşlarımız grev ve direnişler gerçekleştiriyorlar. Bu süreçte o alanın hınca hınç dolabileceğini düşünüyordum. Fakat sendikalar bunun çalışmasını yapmadığı, örgütlü olduğu fabrikalardaki işçileri bile o alana taşımadığı için katılım düşüktü. Etkinlik için kurulan ses sistemi meydanı ve çevresini yerinden oynatıyordu, ama alanı dolduranların sloganları çok cılız kalıyordu. Sendikalaşma mücadelesi verdiği için işten atılan ve mücadele eden birçok

işçi arkadaşımız kürsüye çıkarak duygularını bizlerle paylaştılar. Evet, bu kısımlar gerçekten de oldukça iyiydi. Grup Bandista şarkılarıyla işçileri coşturdu. Daha sonra sözü Süleyman Çelebi aldı. Fakat Süleyman Çelebi, öncelikle orada bulunan ve işten atılan işçileri selamlamak yerine, CHP’ye çeşitli iltifatlarda bulundu. Sendika bürokrasisi bugün işçilerin mücadeleleri ve örgütlenmeleri için dişe dokunur bir çalışma yürütmezken, kendi koltuk sevdaları için çeşitli burjuva siyasetçileri ve partileriyle içli dışlı oluyorlar. Bugün diğerleri gibi DİSK yönetiminin durumu budur. Çelebi CHP’nin ağzıyla konuşuyor, Kılıçdaroğlu’nun jargonunu tekrarlıyor. 15-16 Haziran 1970’de işçi kardeşlerimiz sendikalarını ve haklarını sonuna kadar savunmuşlar ve bize böylesi bir miras bırakmışlardır. Bugün bizler de sendikalarımıza ve haklarımıza sahip çıkarak sendikal bürokrasiye ve sermayeye karşı mücadelemizi sonuna kadar yükseltmeliyiz. Tuzla’dan bir metal işçisi

Klima Üreten Biz, Sıcaktan Bayılan Yine Biz B en klima ve kombi parçaları üreten ve Türkiye genelinde binlerce çalışanı olan bir fabrikada asgari ücretle çalışıyorum. Biliyorum ki, sadece ben değil benim gibi binlercesi bu koşullarda çalışıyor. Aldığımız ücretin yetersizliğinden kaynaklı mesaiye kalmak zorunda kalıyoruz, bu da patronların işine geliyor. Her gün binlerce klima ve kombi parçası üretiyoruz. Fakat o kadar üretim yapmamıza rağmen çalıştığımız işyerlerinde ne klimanın serinliğinden, ne de kombinin sıcaklığından bahsedebiliyoruz. Kışın soğuktan tir tir titrerken, yazın sıcağında da baygınlık geçiriyoruz. Geçtiğimiz günlerde hava sıcaklığının artmasıyla birlikte fabrikada 4 tane işçi arkadaşımız baygınlık geçirdi. Sıcakların etkisiyle birlikte hepimiz hayattan bıkmış gibi çalışıyoruz. Üstüne yetmezmiş gibi mesaileri de bizlere dayatıyorlar. Cumartesi pazar demeden, hafta içi de 14 saate varan iş koşullarında çalıştırılıyoruz. Uzun çalışma saatleri ve sıcakların etkisi adeta iş kazalarına davetiye çıkartıyor. Kaynakta çalışan arkadaşlarımız ellerini veya kollarını yakıyorlar. Havşa makinelerinde birçok işçi arkadaşımız parmak uçlarını kaybediyor. Fakat ne yazık ki, bunlar işçi arkadaşlarımıza artık olağan bir şey gibi geliyor. 14 saat bu sıcağın ortasında çalışan biz işçilerin dikkatini toplaması mümkün mü? Bizler bu koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda değiliz. Ancak bu koşulların sorumlusu da aslında bizleriz. Hani Nazım Ustanın bir şiirinde söylediği gibi “kabahatin çoğu senin demeye dilim varmıyor ama kaba-

48

hatin çoğu senin canım kardeşim”. Madende, tersanede ve birçok fabrikada işçi kardeşlerimiz iş cinayetlerine kurban gidiyor. Kriz denilen olgudan kaynaklı birçok işçi kardeşimiz işsizlik ordusuna katılmış durumda. Bu koşullar biz işçilerin örgütlü olmamasından kaynaklanıyor. Fabrikada bizleri Kürt, Türk diye bölüyorlar, bizleri memleket ayrımı yapmaya zorluyorlar. Bizler uyanık olup bu ayrımlara kanmadan bir araya gelmeli ve patronlardan haklarımızı almalıyız. Artık durmanın zamanı değil, ölmek ya da bu koşullarda sürünmek istemiyorsak, üretimden gelen gücümüzü kullanmak için bir araya gelerek örgütlenmeliyiz. Aydınlı’dan bir metal işçisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.