Mt no 67

Page 1


Referandum Sonuçları Üzerine 12

Eylülde yapılan Anayasa değişikliği referandumu ülke genelinde %77,5 katılım ve %58 evet oyuyla, Kürt illerinin büyük bölümünde de boykot tutumunun baskın gelmesiyle sonuçlandı. Hemen her bakımdan net mesajlar içeren bu referandum sonuçları, öncesindeki birçok tartışma ve kutuplaşma konusuna da ışık tutacak niteliktedir. Kürt hareketinin uyguladığı ve Kürt illerinde başarılı olan boykot dışında, boykotun bir hükmü olmamış, evet oyları birçoklarının oylama öncesinde telkin etmeye çalıştığı gibi kılpayı değil, açık arayla önde çıkmıştır. Bu sonuç hiçbir matematik hilesiyle değiştirilemeyecek bir gerçekliktir. Referandum sonuçlarına iki farklı düzlemden bakılabilir. Birincisi egemenler açısından, ikincisi yoksul emekçi kitleler açısından. Egemenler açısından baktığımızda referandum sonucu gayet net bir anlama sahiptir. 12 Eylül rejiminin oluşturduğu anayasal kurumların aynen muhafazasını isteyen statükocu cephe, egemenler arası mücadelede yeni bir boy ölçüşme olan bu raundu da kaybetmiş ve böylece önemli bir yenilgi almıştır. Söz konusu değişikliklerin hayata geçirilmesiyle birlikte, egemen sınıf içi siyasal güç dengelerinde statükocu güçler aleyhine bir kayma daha gerçekleşecektir. Zira kabul edilen bu değişiklikler neticesinde, militarist statükocu cephenin temel dayanaklarını oluşturan kurumsal yapıların kapalı devre bürokratik kast duvarında önemli gedikler açılmış olacaktır. Gerici statükocu cenah kritik nitelikte (anayasal düzeyde) bir yenilgi aldığı için telaş içindedir. Bir yandan, son ümit misali sarıldığı Kılıçdaroğlu’nu yenilgiden azade tutmaya, bir yandan yeni korku senaryoları yaymaya çalışmaktadır. Diğer taraftan bu cephenin ve onun belkemiği olarak ordunun işinin bittiği yolundaki kimi liberal yorumlar da abartılıdır. Bu iç kapışma devam edecektir ve önümüzdeki genel seçimler bu kapışmanın yeni bir raundu olacaktır. İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar açısından meseleye bakacak olursak bu referandum sürecinin ve sonuçla-

rının ortaya koyduğu birçok önemli husus var. Bu noktada yapılması gereken önemli tespitler, çıkarılması gereken önemli dersler bulunuyor. Referandumda çıkan sonucun açıklanması bağlamındaki hususlara geçmeden, ilk yapılması gereken tespit, geniş kitlelerin genel siyasal sorunlara ilgisinin ciddi anlamda arttığı canlı bir politizasyon sürecinin yaşanmış olduğudur. Sokaklar, mahalleler, semt merkezleri günler boyunca ve hatta geceleri canlı açık hava toplantılarına sahne olmuştur. İnsanlar haftalar boyunca işyerlerinde, komşuakraba ziyaretlerinde, kahvelerde vb. referandumu konuşmuş, tartışmışlardır. Tüm bu atmosfer toplam olarak geniş emekçi yığınlar arasında genel demokratik bilincin gelişimine katkı yapmıştır. Bir yandan demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran 12 Eylül faşist rejiminin yıllar boyunca toplumda yarattığı depolitizasyon ve diğer yandan bu ülkede demokratik bilincin tarihsel olarak zaten zayıf oluşu hesaba katılacak olursa, bu son süreçte yaşananlar işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin gelişimi açısından son derece anlam kazanmaktadır. Bu durumun yanı sıra referandumun konusu ve tartışmaların içeriği de dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır ki, geniş emekçi yığınlar genel siyasal sorunlara ilgisiz değildirler. Genel örgütsüzlük koşulları devam ettiği sürece elbette bu noktada ciddi bir zaaf varlığını sürdürecektir, ama demokrasi, özgürlükler, anayasa gibi gündelik maddiekonomik çıkarlarla doğrudan bağlantısı olmayan siyasal sorunlar, gündeme belli bir yoğunluk eşiğinin üzerinde sokulduğu ölçüde, sıradan emekçilerin bu sorunları tartışmaya son derece istekli hale gelebildiği de açıktır. Kılıçdaroğlu tüm referandum kampanyasını, anayasa paketinin içeriğini neredeyse tümüyle bir kenara bırakıp, sığ bir biçimde iş ve aş sorunlarına odakladığı halde aldığı sonuç ortadadır. Referandumu AKP’nin yoksulluk ve yolsuzluk bakımlarından sınava çekildiği bir arenaya çevirmeye çalışan sığ Kılıçdaroğlu popülizmi bekledikleri kadar iş

1


marksist tutum

görmemiştir. Halkın demokrasi ve özgürlük sorunlarına tümüyle ilgisiz olduğunu düşünenler sadece büyük bir yanlış yapmış olmuyorlar, aynı zamanda seçkinci bir tavır takınmış oluyorlar. Tam da kendilerine yaraşır biçimde, bu kesimler, çıkan sonucu “halkın cehaletiyle” açıklamaya çalışmakta ve bu temelde emekçi kitleleri aşağılamaya devam etmektedirler. O kadar ki, bu kesimlerin tipik bir sözcüsü olan Danıştay eski başsavcısı, şimdiki ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanı, Emin Çölaşan’ın karısı Tansel Çölaşan, evet oyu veren %58’lik kitlenin, “gaflet, dalalet ve ihanet içinde olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidebildi. Referandum sonuçlarına sınıfsal açıdan bakılacak olursa, evet oyu veren ve çoğunluğu oluşturan kitlenin çok büyük oranda yoksul emekçi katmanlardan oluştuğu açıkça görülür. Buna mukabil, hayır oyu veren kitlenin ise, yoksul Alevi emekçilerin çoğunluğu hariç, önemli ölçüde statükodan yana tutum alan eğitimli kesimler ve orta sınıf katmanlarından oluştuğu görülür. Sosyalistleri özellikle ilgilendirmesi gereken bir husus olarak, sanayi proletaryasının yoğunlaştığı işçi havzalarında (Pendik, Tuzla, Gebze, Dilovası, Bursa gibi) evet oyları yüksek çıkmıştır. Hayır oylarının yoğunlaştığı noktalar ise, esas olarak ülkenin batı sahil bölgelerindeki en tuzu kuru ilçeler olmuştur. Referandum sonuçlarına sınıfsal açıdan bakılacak olursa, evet oyu veren ve çoğunluğu oluşturan kitlenin çok büyük oranda yoksul emekçi katmanlardan oluştuğu açıkça görülür. Buna mukabil, hayır oyu veren kitlenin ise, yoksul Alevi emekçilerin çoğunluğu hariç, önemli ölçüde statükodan yana tutum alan eğitimli kesimler ve orta sınıf katmanlarından oluştuğu görülür. Dolayısıyla, özel bir durumu olan ve boykotun ağır bastığı Kürt illeri bir kenara bırakılacak olursa, geniş emekçi yığınlar çok belirgin ve açık bir farkla evet oyuna yönelmişken, yine özel bir durumu olan yoksul emekçi Alevi kitleler hariç, eğitimli kesimler ve geniş orta sınıf katmanları yoğun biçimde hayır oyuna yönelmiştir. Hangi sınıfsal dürtüler bu eğilimleri açıklar? Çok açıktır ki, geniş emekçi yığınlar mevcut durumdan hoşnutsuzdur ve bu durumun değişmesi gerektiğini düşünmektedir. Şüphesiz bunun tam olarak nasıl olması gerektiğine dair net bir bilinç olmasa da, bu geniş emekçi kitleler sınıfsal sezgileriyle değişimin hangi yönde olması gerektiğinin işaretini vermektedirler. Diğer taraftan, kendi durumunun sarsıldığını ve zemin kaybettiğini düşünen kesimlerle, şartlanmış bir AKP düşmanlığı temelinde davranış gösteren eğitimli kesimler, 12 Eylül anayasasında yapılacak değişikliklere karşı hayır oyuna yönelmişlerdir. Serinkanlı biçimde ve sadeleştirerek bakıldığında ortaya çıkan manzara şöyledir: Faşist cuntanın hazırlamış ol-

2

Ekim 2010 • sayı: 67

duğu gerici 12 Eylül anayasasında kısmi de olsa genel hatlarıyla olumlu yönde bir değişiklik yapılıyor ve geniş emekçi yığınlar bunu onaylıyor, Kemalizmin ideolojik etkilerine çok daha açık olan toplum kesimleri ise buna karşı çıkıyor. Sınıfsal tablo budur. Bu tabloyu pekiştiren bir boyut da, referandum dolayısıyla çatışan burjuva kampların yürüttüğü propagandanın ana içeriği ve vurgularıdır. AKP’nin başını çektiği kanat esas olarak özgürlükler ve demokrasiyi öne çıkararak, artık bu düzende ezilenlerin lehine bir değişim gerektiği fikrini işlerken, CHP ve MHP ise, değişik vurgularla da olsa, inandırıcılıktan uzak bahanelerle, eğer bu değişim yaşanırsa ülkenin karanlığa, bölünmeye vs. gideceğini işleyen korku senaryoları temelinde, mevcut durumun daha yeğ olduğu ve dolayısıyla muhafaza edilmesi gerektiği düşüncesini savundular. AKP’nin bir “aldatmaca” yapıp yapmadığından ya da “samimi” olup olmadığından bağımsız olarak, geniş yoksul emekçi yığınlar hangi yöndeki mesajlara rağbet etmişlerdir? Özgürlük ve demokrasi vurgularının, “12 Eylül’le hesaplaşma” düşüncesinin bu kitlelere daha cazip gelmiş olduğu açık değil midir? Ve bu olumlu bir şey değil midir? Bir soru daha soralım. Kendine sosyalist diyenlerin, emekçi yığınların sınıf dürtüleri, davranış eğilimleri ve bu temelde ne yöndeki mesajlara eğilim gösterdikleri bakımından, bu olguya sevinmeleri ve olumlu yaklaşmaları gerekmez mi? Ne yazık ki sosyalist hareketin geniş bölümü, özellikle de onun Kemalist-devletçi-ulusalcı eğilimleri baskın olan (ÖDP, TKP ve Halkevleri gibi) kesimi, büyük ağırlığını yoksul emekçi kitlelerin oluşturduğu %58’lik açık çoğunluğu küçümsemekte ve onları “muhafazakâr sağ oy deposu” olarak damgalamaktadırlar. “Daha çok demokrasi”, “daha çok özgürlük”, “12 Eylül’le hesaplaşma” gibi mesajlara kanan “muhafazakâr sağ” kitleler! Birçok temel siyasal kavramın olduğu gibi bu muhafazakâr kavramının da Türkiye’deki şekillenişinde ciddi sorunlar olduğu açıktır. Ancak bu konuya girmenin yeri burası değildir. Burada asıl önemli olan, söz konusu sosyalist çevrelerin referandum bağlamında aldıkları hatalı tutumların, onları, hem öncesinde sağlıklı değerlendirmeler ve öngörüler yapmaktan, hem de sonrasında sonuçları doğru değerlendirmekten alıkoyduğudur. Referandum öncesinde statükocuların hayırcı cephesine katılan sosyalist çevreler, bir yandan statükocuların anket kılığındaki manipülasyonlarına dahi kendi yayınlarında ses vermiş, bir yandan da onların akıl yoksunu kesimleri gibi, evet-hayır oylarının birbirine çok yakın olduğuna ve hatta hayır oylarının az farkla üstün gelebileceğine inanmışlardır. Geniş emekçi kitlelerden bu denli kopuk olunca ve beklentiler de bu derece yükseltilince, sonuç elbette tüm bu kesimler için ağır bir hüsran olmuştur. Bu hüsranı zoraki gizlemek için, “şaşıracak bir şey yok, bu oranlar zaten Türkiye’deki geleneksel sağ-sol oy oranlarını yansıtıyor” iddiasına sarılıyorlar. Halkoylamasına yönelik ciddiye alınabilir sınıfsal bir tahlil yapmaktan kaçınıyorlar.


sayı: 67 • Ekim 2010

Boykotçular cephesine gelince, BDP’nin boykot çağrısına Kürt illerinde büyük oranda uyulduğu doğrudur ve Kürt halkı böylece egemenlere önemli bir mesaj vermiş olmaktadır. Kürt illeri dışında boykot çağrısının emekçi halk üzerinde bir etkisinin olmadığı ise ortadadır. Ama Fırat’ın batısında boykot taktiği uygulayan solcular, buna rağmen izledikleri boykot taktiğinin “zaferinden” söz edebiliyorlar. Bazıları işi abartıp, sandığa gitmeyen %23’ün boykot cephesine ait olduğunu bile söylüyor. Kürt illeri dışında katılım oranı son yılların katılım oranlarıyla aynı düzeyde ve hatta referandumlar söz konusu olduğunda daha yüksek olmasına rağmen bunu yüzleri kızarmadan iddia edebilmektedirler. Gerek 12 Eylül’le hesaplaşma konusunda gerek Kürt sorunu konusunda gerekse de yeni anayasa tartışmaları bağlamında, demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz biçimde geliştirilmesi talebini en geniş kitleselliğe ulaştırarak yükseltmek gerekmektedir. Önemli bir politizasyon yaşanmıştır, bu sürdürülmeli, ileriye doğru taşınmalıdır. Bilindiği gibi Marksist Tutum olarak bizler, getirilen anayasa değişikliklerinin genel olarak Türkiye’deki burjuva demokratik dönüşüm sürecinde kısmi bir iyileştirme, bir adım olduğu tespitinden hareketle, mevcut somutlukta işçi sınıfı açısından en doğru tutumun evet oyu vermek olduğunu savunduk. Hayırcı sosyalistler ise, başından beri vurguladığımız üzere, iliklerine kadar küçük-burjuva karakterli oluşlarının, hem fiziken hem zihnen işçi sınıfından ve geniş yoksul emekçi katmanlardan kopukluklarının ve yanlış solculuk anlayışlarının kurbanı olmaya devam etmektedirler. Referandumda geniş emekçi kitleler tarafından onaylanan anayasa değişiklikleri, başından beri vurguladığımız gibi, genel hatlarıyla olumlu yönde kısmi değişikliklerdir. Hem despotik devlet geleneklerinin duvarında gedikler açılması, hem genel demokratik bilincin gelişimi, hem de değişikliklerin bir kısmını oluşturan ve işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren maddeler bakımından referandum sonucu olumlu yönde bir ilerlemeyi ifade etmektedir. Ancak yapılan değişiklikler işçi sınıfının acil demokratik talepleri bakımından bile son derece eksiktir. Bu çerçevede dahi çok daha fazlasına ihtiyaç var. Diğer taraftan acil demokratik adımlar atılması gereken bir sorun olarak Kürt sorunu tüm yakıcılığıyla önümüzde durmaktadır. Anayasa değişiklik paketinin Kürt sorununa ilişkin bir açılım içermemesi dolayısıyla Kürt ulusal hareketi boykot tutumu almış ve Kürt illerinde büyük oranda da başarılı olmuştur. Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin karşılanması, asla ertelenemeyecek bir zorunluluk olarak gündemde durmaktadır. 12 Eylül’le hesaplaşma ve 12 Eylülcülerin yargılanması gibi konular da yürütülmesi gereken genel demokra-

marksist tutum

si mücadelesiyle bağlantılı bir başka boyutu oluşturmaktadır. 12 Eylül’le tam ya da gerçek bir hesaplaşmanın 12 Eylülcü generallerin ve bazı diğer yüksek devlet görevlilerinin yargılanmasına indirgenemeyeceği açıktır. Ancak darbenin sembolü olmuş ve en yüksek düzeyde sorumluluk almış isimlerin yargılanması da asla önemsiz bir konu değildir. Bu isimlerin yargılanmasını ve bunun önündeki anayasal engelin kaldırılmasını sosyalistler en başından beri savunmuşlardır. Ama özellikle statükocuların eteğindeki bazı solcular şimdi adeta Kenan Evren’in avukatlığına soyunmuş durumdadırlar. Bir yandan AKP’nin bu konuda samimi olmadığını geveleyip duruyorlar, bir yandan da, bin dereden su getirip, hukukçu kılığındaki statükocudarbeci lafebelerinin teranelerine sarılarak, bunların yargılanmasının mümkün olmadığını savunuyorlar. Ve bunun devamı olarak da somut adım atmıyorlar. Doğrusu darbecilerin lehine argüman üretip, bunları yayanların sosyalist sıfatını taşıması hazin bir durumdur. Bunların argümanlarının savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Birincisi AKP’nin bu konuda samimi olup olmaması konuyla ilgisizdir. Çünkü yargılamayı yapacak (ya da yapmayacak) olan yargı kurumudur. Statükocu burjuvazinin ve onların peşine takılmış sosyalistlerin sempatiyle baktığı o yargı çevreleridir yapılan başvurulara olumlu yaklaşacak ya da resen harekete geçecek olan. Yani bu konuda esas samimiyeti sorgulanacak olanlar tam da örneğin YARSAV’cı yargı bürokrasisidir. Ama daha önemli bir husus var ki, o da sosyalistlerin bu konuda nasıl bir tutum ortaya koyacaklarıdır. Çünkü gayet iyi bilinir ki, mesele hukuki mülahazalarla karara bağlanacak bir mesele değildir. Meselenin akıbeti hangi toplumsal ve siyasal güçlerin ne yönde bastıracağına bağlıdır. Sosyalistlerin işi bu konunun en önde gelen takipçisi olmak ve bastırmak mıdır, yoksa geri durmak mıdır? Ya da 12 Eylülcülerin fiilen yargılanmasına odaklanmak mıdır, yoksa AKP’nin bu konudaki samimiyeti sorununa odaklanmak mıdır? Ne yazık ki, sosyalist hareketin büyük bölümü bu konuda geri durmakta, hep küfrettikleri liberallerin bile gerisinde kalmaktadırlar. 12 Eylülcülerin yargılanması konulu mitinglere bile bilinçli biçimde katılmamaktadırlar. Bu utanç verici bir durumdur. Toparlayacak olursak, gerek 12 Eylül’le hesaplaşma konusunda gerek Kürt sorunu konusunda gerekse de yeni anayasa tartışmaları bağlamında, demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz biçimde geliştirilmesi talebini en geniş kitleselliğe ulaştırarak yükseltmek gerekmektedir. Önemli bir politizasyon yaşanmıştır, bu sürdürülmeli, ileriye doğru taşınmalıdır. Hem geniş emekçi kitlelerin bir kez daha ifade etmiş olduğu değişim isteği dolayısıyla, hem de anayasa değişikliği ve “yeni anayasa” tartışmaları dolayısıyla oluşmuş olan yeni iklim de değerlendirilerek bu doğrultudaki talepler daha güçlü, örgütlü ve mücadeleci bir biçimde dillendirilmelidir.n www.marksist.com sitesinden alınmıştır

3


Kürt Sorunundan Kaçış Yok! Levent Toprak

R

eferandum sürecinin ardından Kürt sorunu yine tüm ağırlığıyla gündemdeki yerini almış durumda. Bir yandan Hakkâri’deki provokatif saldırı, diğer yandan Avrupa’dan gelen ve hem Kürt hareketinin temsilcileriyle hem hükümet yetkilileriyle görüşen Ahtisaari gibi bu tür sorunlardaki arabuluculuk uzmanı şahsiyetler, ateşkesin uzatılması, hatta gerillaların sınır ötesine çekilmeye başladığına dair haberler, dört bir koldan yürüyen görüşmeler, ziyaretler, vb. Kısacası baş döndürücü bir trafik yaşanıyor. Bu gelişmeler ve medyada yer alan haber ve değerlendirmeler ışığında devlet ile Kürt ulusal hareketi arasında çeşitli düzeylerde yürüyen yeni bir görüşme sürecinin başladığı ya da hız kazandığı söylenebilir. Bir yandan hükümet bakanlar düzeyinde BDP ile görüşürken, diğer yandan da İmralı’da Öcalan’la görüşmelerin sürdüğü haberi basına yansıyor. Bu görüşmelerin yanı sıra başka kanallardan da PKK ile gizli görüşmelerin yapıldığına dair bilgiler basında yer alıyor. Tüm bu gelişmelerin birbiriyle bağlantılı olduğu açıktır, aksi düşünülemez. Barındırdığı tüm çelişkilerle birlikte yeni bir sürecin başladığı anlaşılıyor. Kürt sorunu bağlamında yeni bir sürecin başlatılması beklenmedik bir gelişme değildir. Zira hem iç ve dış güç dengeleri hem de bunun temel bir parçası olarak Kürt hareketinin ulaştığı güç ve etkinlik düzeyi bunu kendiliğinden dayatmaktaydı. “Demokratik özerklik” talebinin ci-

4

simleştirilmesi yolunda Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) etkinleştirilmesi ve hızlı bir biçimde meşru bir ulusal meclis olma yolunda gelişmeye başlaması, referandumda izlenen zorlu boykot taktiğinin Kürt illerinde başarıyla sonuçlandırılması ve demokratik özerklikle bağlantılı bir eylem olarak okul boykotunun uygulanması vb., tüm bunlar Kürt hareketinin daha da güçlendiğini açıkça gösteren gelişmelerdi. Ancak referandum öncesine kadar hükümetin planının bu işi seçimler sonrasına ertelemek olduğu da görülebiliyordu. Ne var ki referandumdan kuvvetli bir “evet” sonucunun çıkması ve bunun MHP’nin referandumda tümüyle şovenist bir propaganda yürütmesine rağmen gerçekleşmesi, hem de MHP’nin geleneksel olarak baskın olduğu birçok yerde oyların “evet” yönünde çıkması, hükümet için görece elverişli bir konjonktür doğurmuştur. MHP yürüttüğü koyu şovenist propagandadan beklediği sonucu alamamış ve referandumda ciddi bir yenilgi tatmıştır. Buna, Kürt kelimesini bir kez olsun ağzına dahi almış olmamasına rağmen Kılıçdaroğlu’nun en azından şimdiye kadar Baykal tarzı bir yoğunlukla şovenist propagandaya yönelmemiş olmasını da ekleyelim. Bu durumun Kürt sorunu bağlamında bazı sonuçları olabileceğine zaten burjuva yorumcular bile işaret etmiştir. Böylece gelinen noktada, geçen yıl başlatılmış olan, ama Habur sınır kapısında yaşanan sevinç gösterileri-


sayı: 67 • Ekim 2010

nin bahane edilmesiyle akamete uğratılan “açılım” sürecinin bir biçimde yeniden ayağa kaldırılmaya çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. “Açılım” sürecinin başlatıldığının ilan edildiği günlerde konuya ilişkin yaptığımız değerlendirmede hükümetin iç ve dış konjonktürün zorlamasıyla Kürt sorununda Türkiye’de 20 yıldır ağır aksak çalışan sarkacı bir kez daha “çözüm” yönüne çevirmeye yöneldiğinden söz etmiştik. Özal’dan beri 20 yıldır fırsat bulundukça gündeme getirilmeye çalışılan bu tür girişimlerin genel özünü şu şekilde ortaya koymuştuk: “Düzen cephesi içinde en azından bir kesimin, dünyanın başka yerlerindeki ulusal/silahlı hareketler örneklerinde yaşananlara benzer bir süreç başlatma denemesi yapmak istediği açıktır. Nasıl Filistin’de FKÖ ile ve İrlanda’da da IRA ile görüşmeler yapılmak suretiyle, karşılıklı verilen hak ve ödünlerle buralardaki sorunlar yeni bir mecraya sokulmuş ve sonunda bu hareketler ehlileştirilerek yeni bir konuma gelmişlerse, Kürt sorununda da kaba hatlarıyla benzer bir şey istenmektedir.” (Kürt Sorununda “Açılım” Sancısı, MT, Eylül 2009) Ancak daha önceki safhalarda olduğu gibi bugün gelinen nokta da ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Geçen yılki “açılım” sürecinin akamete uğramasına yol açan çelişkiler temelde bugün de işlemektedir. Bir kere, burjuvazinin statükocu kanadı darbeler almış ve geçmişe göre zayıflamış olmakla birlikte, etkisizleşmiş değildir, hâlâ elinde ciddi bir güç barındırmaktadır. Gerek referandumun hemen öncesinde gerekse sonrasında gerçekleştirdikleri kanlı saldırı ve provokasyonlarla bunu bir kez daha göstermişlerdir. Diğer taraftan hükümetin kendisi hâlâ kuyruğu havada tutmakta, Kürt ulusal hareketiyle her düzeyde görüşmeler yaparken, diğer yandan her gün yeni kırmızı çizgiler ilan etmekte, “şu olmaz, bu olmaz” demekte, Kürt halkını aşağılayıcı şoven söylemden geri durmamaktadır. Ayrıca ABD ve Irak Kürdistanı yönetimiyle içeriği bi-

marksist tutum

linmeyen gizli görüşmeler yürüterek PKK’yi tasfiyeye yönelik girişimlerde bulunmaktadır. Bunlardan bir sonuç çıkıp çıkmayacağı ayrı bir konudur elbette. Öte yandan AKP hükümetiyle ABD ve İsrail arasında son dönemde ilişkilerin soğuması ve pürüzlerin çıkması nedeniyle süreç bu açıdan da karmaşık yönler barındırmaktadır. Bunların yanı sıra, her ne kadar referandum sonrası hükümet açısından görece elverişli bir ortam doğduysa da, bu ortamın sınırları olduğu da muhakkaktır. O nedenle ciddi anlamda bir adım atılacaksa bile bunun seçimlerden önce yapılması ihtimalinin zayıf olduğunu görmek gerekiyor. Hükümet her zamanki korkaklığıyla seçim sürecinde aleyhine kullanılabilir diye adım atmaktan kaçıp, bir oyalama taktiği güdebilir. Ancak diğer taraftan Kürt halkının ve Kürt hareketinin böylesi bir oyalamaya daha ne kadar tahammül göstereceği ayrı bir sorudur. Bu noktada şovenizmin tüm belirti ve görünümlerine karşı mücadele sorunu büyük bir önem taşımaktadır. Şovenizme darbe indirilmeden, yıllardır yürütülen propagandayla halkta yaratılan önyargıları kırmaya çalışmadan atılacak adımlar derme çatma adımlar olmaya mahkûmdur. Bugün daha işin başında “anadilde eğitim olmaz”, “tek resmi dil Türkçedir”, “üniter devlete dokundurmayız” gibi pespaye şoven iddialar, başta başbakan olmak üzere hükümet sözcülerinin ağzından eksik olmuyor. Oysa resmi dil (ya da tek resmi dil) ya da üniter devlet değişmez tanrı kelamı değildir. Yeryüzünde birçok ülkede, ulusal ya da yerel düzeyde geçerli birden fazla resmi dil vardır, hatta bazı ülkelerde bir resmi dil bile yoktur. Yine yeryüzünde birçok ülkede federatif yapılar söz konusudur, ya da üniter yapı söz konusu olsa bile geniş özerkliğe sahip yerel birimler mevcuttur. Başkanlık sistemi gibi çok ciddi ölçekli siyasal sistem değişikliklerini bile tartışmaya gelince pek hevesli olan ve “her şey tartışılmalı” diyen hükümet ve egemen Kürt halkının özellikle yoğunluk kazanmış “anadilde eğitim” talepleri bağlamında, enternasyonalist komünistler, hiçbir dile ayrıcalık tanınmamasını, başta Kürtçe olmak üzere, talep edilen tüm dillerin devlette, siyasette, eğitimde serbestçe kullanılmasına olanak sağlanmasını, bununla bağlantılı olarak anadilde eğitim hakkını savunurlar. Bu konuda Lenin’in sözleri temel bir yol göstericidir: “Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa, o, Marksist değildir.”

5


marksist tutum

Ekim 2010 • sayı: 67

Kürt halkı, gerçekleştirdiği bir haftalık okul boykotuyla, anadilde eğitimin Kürt çocuklarının en temel hakkı olması gerektiğini yüksek sesle dile getirdi ve “Anadil Olmadan Yaşam Olmaz” diye haykırdı.

sınıf çevrelerinin, iş federasyon, özerklik, anadilde eğitim gibi konulara geldiğinde bunları hâlâ tabu gibi sunmaya çalışmaları kaba bir ikiyüzlülüktür. Ulusal sorun bağlamında şovenizme karşı mücadelenin olmazsa olmazı hiç şüphesiz Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ilkesini (UKKTH) kayıtsız şartsız tanımaktır. Ezilen ulusun kaderini nasıl tayin edeceğini ancak kendisinin bileceğini hazmetmeyen kişi kendisini şovenizmden kurtarmamış demektir. O nedenle devrimci işçi sınıfının ulusal sorunda savunduğu ve her fırsatta öne çıkardığı temel talep UKKTH’dir. Bu kalıcı çözümdür. Ancak genel ilke olarak UKKTH’nin yanı sıra, sorunun mevcut güncel somut boyutları bağlamında da devrimci işçi sınıfının yaklaşımlarını ve taleplerini ısrarla vurgulamak gerekiyor. Örneğin şu günlerde Kürt halkının özellikle yoğunluk kazanmış “anadilde eğitim” talepleri bağlamında, enternasyonalist komünistler, hiçbir dile ayrıcalık tanınmamasını, başta Kürtçe olmak üzere, talep edilen tüm dillerin devlette, siyasette, eğitimde serbestçe kullanılmasına olanak sağlanmasını, bununla bağlantılı olarak anadilde eğitim hakkını savunurlar. Bu konuda Lenin’in sözleri temel bir yol göstericidir: “Demokratik bir devlet, yerli dillere tam bir özgürlük tanımak ve herhangi bir dilin bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak zorundadır.” Aynı Lenin keza, “Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa, o, Marksist değildir” diyordu. Aslında bu ayrıcalık meselesiyle hem de güncel yeni anayasa tartışmaları ile doğrudan doğruya bağlantılı bir husus da “Türk milleti” ibaresidir. Şovenizmin resmi temsilcileri bu adlandırmanın etnik bir göndermesi olmadığı-

6

nı savunacak kadar pişkinlik göstermektedirler. Bir yandan anayasadaki Türklük tanımının değiştirilmesinin tartışıldığı ve Kürt hareketiyle görüşmelerin yapıldığı bugünlerde Erdoğan, “Türküm demekten kimsenin gocunmaması gerektiğini” söyleyebilmektedir. Eğer bir ülkenin adı ya da o ülke yurttaşlığının adı o ülkede yaşayan halkların birine ayrıcalık tanıyorsa ve diğer halklar bundan rencide oluyorsa, bunun demokratik açıdan savunulabilir hiçbir tarafı olamayacağı açıktır. Hatırlanacağı gibi Ekim Devrimi sonrası Çarlık topraklarında kurulan işçi devletinin adında ne etnik ne de coğrafi bir gönderme yapılmış, yalnızca devletin niteliğini (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) vurgulayan bir adlandırma seçilmişti. Bu da demokrasi ve özgürlük söz konusu olduğunda işçi sınıfının üstünlüğünü gösteren somut bir örnektir. Diğer taraftan enternasyonalist komünistler Kürt ulusal hareketini hedef alan askeri ve polisiye operasyonlara derhal son verilmesini, koruculuk sisteminin lağvedilmesini ve Kürt halkının siyasi temsilcilerinin talepleri doğrultusunda onlarla masaya oturulmasını savunmaya devam ederler. Bununla da bağlantılı olarak, tüm politik tutsaklar serbest bırakılmalı ve özgürce siyaset yapmalarının koşulları sağlanmalıdır. Yakın tarihlerdeki benzer silahlı hareketlerde (örneğin İrlanda’da IRA) de süreç böyle olmuştur. Toparlayacak olursak, bugünlerde yeniden canlandırılmaya çalışılıyor görünen “açılım” süreci fiiliyatta nasıl ilerlerse ilerlesin, devrimci işçilere düşen görev, bir yandan ısrarla ilkesel olarak UKKTH’yi ileri sürmek, bir yandan da onu somut süreçle bütünleyici biçimde demokratik talepleri ileri sürerek demokratik çözüm yolunu sonuna kadar zorlamaktır.n


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum

Zorunlu Bir Resmi Dil Gerekli midir? Lenin

L

iberaller gericilerden, en azından ilkokul için anadilinde ders hakkını tanımalarıyla ayrılıyorlar. Ama zorunlu bir resmi dilin olması gerektiği konusunda gericilerle tamamen hemfikirler. Zorunlu bir resmi dil ne demektir? Pratikte bu, Rusya nüfusunun azınlığını oluşturan Büyük Rusların dilinin, Rusya’nın tüm diğer nüfusuna dayatılması demektir. Her okulda resmi dilin öğretilmesi zorunlu tutulacaktır. Tüm resmi yazışmalar yerel halkın dilinde değil, resmi dilde yapılmak zorundadır. Zorunlu resmi dilin gerekliliği, onu savunan taraflarca nasıl haklı gösteriliyor? Kara Yüzler’in “argümanları” tabii ki kısa ve özdür. Onlar bütün Rus olmayanların, “kontrolden çıkmamaları” için demir sopayla yönetilmeleri gerektiğini söylüyorlar. Rusya bölünemezdir ve tüm halklar Büyük-Rus egemenliğine boyun eğmelidirler, çünkü Rusya’yı kuran ve birleştiren Büyük-Ruslardır. Bu yüzden egemen ulusun dili zorunlu resmi dil olmalıdır. Purişkeviçler, Rusya’daki toplam nüfusun yaklaşık yüzde 60’ı tarafından konuşuluyor olsa bile “yerel lehçeler”in bütünüyle yasaklanmasına aldırış etmemektedirler. Liberallerin tavrı çok daha “kültürlü” ve “rafine”dir. Anadile, belirli sınırlar içinde (örneğin ilkokullarda) izin verilmesinden yanadırlar. Fakat aynı zamanda bir zorunlu resmi dili savunurlar. Zorunlu resmi dilin, “kültür”ün çıkarları için, “bir” ve “bölünmez” Rusya’nın çıkarları için vs. gerekli olduğunu söylüyorlar. “Devlet olmak kültür birliğinin onayıdır… Resmi dil, devlet kültürünün temel bir bileşenini oluşturur… Devlet olmanın temelinde otorite birliği yatar ve resmi dil bu birliğin bir aracıdır. Resmi dil, devlet olmanın tüm diğer biçimleri gibi aynı zorlayıcı ve genel yükümlendirici güce sahiptir… “Rusya bir ve bölünmez kalacaksa, o zaman Rus yazı dilinin politik yararlılığı olanca kararlılıkla savunulmalıdır.” Resmi dilin zorunluluğu sorununda liberalin tipik felsefesi budur. […] Rusça büyük ve güçlü bir dildir, diyor bize liberaller. Rusya’nın sınır bölgelerinde yaşayan herkes bu büyük ve güçlü dili bilsin istemez misiniz? Rus

dilinin Rus olmayanların edebiyatını zenginleştirdiğini ve büyük kültür zenginliklerini onların yakınına getirdiğini vs. görmüyor musunuz? Bütün bunlar doğru, beyler, diye yanıtlıyoruz onları. Turgenyev’in, Tolstoy’un, Dobrolyubov’un, Çernişevski’nin dilinin büyük ve güçlü bir dil olduğunu sizden daha iyi biliyoruz. Rusya’daki istisnasız tüm ulusların ezilen sınıfları arasında mümkün en sıkı ilişkinin ve kardeşçe birliğin oluşmasını sizden daha çok istiyoruz. Ve elbette Rusya’nın her sakininin büyük Rus dilini öğrenme olanağına sahip olmasından yanayız. Bizim istemediğimiz şey cebir öğesidir. İnsanları sopayla cennete sürmek istemiyoruz; çünkü “kültür” üzerine istediğiniz kadar güzel laf edin, zorunlu resmi dil cebir içerir, sopa içerir. Büyük ve güçlü Rus dilinin, kimsenin onu düpedüz cebir yoluyla öğrenmeye zorlanmasına ihtiyacı olmadığına inanıyoruz. Rusya’da kapitalizmin gelişmesinin ve toplumsal yaşamın genel seyrinin bütün ulusları birbirine yakınlaştırma yönünde işlediği kanaatindeyiz. Yüz binlerce insan Rusya’nın bir ucundan diğerine taşınıyor, farklı milliyetten halklar birbirine karışıyor, soyutlanma ve ulusal tutuculuk ortadan kalkmak zorundadır. Yaşam ve çalışma koşullarından dolayı Rus dilini bilmesi gerekenler, cebir olmadan da onu öğreneceklerdir. Ancak zorlamanın (sopanın) tek bir sonucu olacaktır: büyük ve güçlü Rus dilinin diğer ulusal gruplara yayılmasını engelleyecek ve en önemlisi uzlaşmazlıkları keskinleştirecek, milyon tane yeni sürtüşme biçimine yol açacak, dargınlığı ve karşılıklı anlaşmazlığı artıracaktır vs. Kim böyle bir şeyi ister? Rus halkı değil, Rus demokratları değil. Onlar, “Rus kültürü ve devleti yararına” olanlar da dâhil, hiçbir türlü ulusal baskıyı kabul etmezler. Onun için Rus Marksistleri diyorlar ki, hiçbir zorunlu resmi dil olmamalıdır, öğretimin tüm yerel dillerde yürütüleceği okullar halka sağlanmalıdır, anayasaya herhangi bir ulusun tüm ayrıcalıklarını ve ulusal azınlıkların haklarının ihlal edilmesini geçersiz ilan eden temel bir yasa eklenmelidir. Proletarskaya Pravda, 18 Ocak 1914

7


Paşa’dan İtiraflar: “Kıbrıs’ta Cami Yaktık” Suphi Koray

İnternete düşen ses kayıtlarıyla, devletin, çıkarları doğrultusunda ne tür yöntemlere başvurduğu ortaya seriliyor. Bazen de bu yöntemlerin neler olduğunu bizzat üst düzey generallerin yaptıkları röportajlardan öğreniyoruz. İtiraf edilenler insanın kanını donduran türden. Kıbrıs’ta cami yaktıklarını itiraf eden Sabri Yirmibeşoğlu da bunlardan biri. Yirmibeşoğlu’nun sözleri, darbe planlarında geçen ifadeleri “Allah Allah diye hücum eden ordu cami yakar mı?” diye yalanlamaya kalkan İlker Başbuğ’u ve söz konusu darbe planlarını da akla getirdi.

İ

nternete düşen ses kayıtlarıyla, devletin, çıkarları doğrultusunda ne tür yöntemlere başvurduğu ortaya seriliyor. Bazen de bu yöntemlerin neler olduğunu bizzat üst düzey generallerin yaptıkları röportajlardan öğreniyoruz. İtiraf edilenler insanın kanını donduran türden. Ama yaptıkları pislikleri açıklarken bu düzenbaz katillerin yüzleri bile kızarmıyor. Kıbrıs’ta cami yaktıklarını itiraf eden Sabri Yirmibeşoğlu da bunlardan biri. Sabri Yirmibeşoğlu ismini 6-7 Eylül olayları ile ilgili itiraflarından biliyoruz. Özal suikastı ile bu isim yeniden gündeme geldi. Ahmet Özal bu suikastın arkasında MGK eski Genel Sekreteri Yirmibeşoğlu’nun olduğunu söyledi. Bu vesileyle eski defterler yeniden açıldı ve burjuva düzenin pislikleri de ortaya saçılmış oldu. Yirmibeşoğlu kontrgerillada önemli görevlerde bulunmuş bir omuzu kalabalık. 1988-90 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapan, 6-7 Eylül olayları sırasında Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli olan Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olayları ile ilgili olarak şunları söylemişti: “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Ancak bu sözlerini daha sonra yalanlamaya çalıştı. Geçtiğimiz günlerde ise, “ben orada garip bir üsteğmendim” diyerek kendini aklamaya çalışan Yirmibeşoğlu, sözlerinin yanlış algılandığını ifade ederek “6-7 Eylül olaylarının arkasında MİT’in imzası olabilir” diye konuştu. Ancak MİT’le Özel Harp’i böylesine keskin bir şekilde birbirinden ayırma çabası, bu generalin bir başka gerçeği ağzından kaçırmasına da yol açtı: “Eğer halkı kışkırtmak isterseniz değerlerine saldırırsınız. Özel Harp’te bu bir kural-

8

dır. Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini, bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz.” Bu konuşmanın kayıtları olduğu için bu kez “ben öyle bir şey demedim asla” yalanına başvuramasa da, “yanlış anlaşıldım; meselâ dedim” yollu kıvırtmaya gitti. Yaptığı itirafın ne anlama geldiğinin farkında olduğu için sözlerini geri alabilmek için kırk takla attı. Amma velâkin konuştukça battı! Öncelikle 6-7 Eylül olayları ile ilgili savunmasını ele alalım. “6-7 Eylül olayları 1955’te oldu. O tarihte Özel Harp Dairesi yoktu zaten. Kıbrıs için kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu vardı” diyor hazret ve olayların sorumluluğunu MİT’e yıkıyor. Nereden tutarsak tutalım elimizde kalacak bir açıklama. Birincisi isim değişikliğinin arkasına saklanma çabası gülünçtür. NATO’ya bağlı tüm ülkelerde kurulan kontrgerilla örgütlenmesi Türkiye’de önce Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulmuş, sonra adı Özel Harp Dairesi olarak değiştirilmiştir. Bugünkü adı ise Özel Kuvvetler Komutanlığıdır. Bunlara kontrgerilla demişsiniz, Gladyo demişsiniz, Ergenekon demişsiniz, fark etmez. Değişen sadece isimdir. Faaliyetler ise aynıdır: cinayetler, provokasyonlar, katliamlar, darbeler vb. 6-7 Eylül olaylarının sorumluluğunu MİT’e atmak da son tahlilde durumu değiştirmez. İster MİT olsun ister Özel Harp Dairesi olsun, bu yapılanmalar egemen sı-


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum

6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da yaşanan olaylar, Rumlara yönelik bir pogrom girişimiydi. Seferberlik Tetkik Kurulu tarafından organize edilen bir kontrgerilla faaliyeti olan bu saldırılar sonucu, Rumlara ait dükkânlar, evler tahrip edilip yağmalanmıştı. Saldırının en yoğun olduğu yer ise İstiklal Caddesiydi. nıfın ezilenleri ve sömürülenleri ezme, baskı altında tutma aygıtlarıdır. Yani aynı sınıfa aittirler ve aynı amaca hizmet ederler. Kaldı ki Yirmibeşoğlu’nun mantığıyla düşünülürse o zaman MİT de yoktu, MAH vardı! Korku insanı ne kadar da saçmalattırıyor. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun Kıbrıs için kurulduğunu söyleyerek işin içerisinden sıyrılmaya çalışmaksa başka bir saçmalık. Tersine bu bir itiraftır aynı zamanda. Çünkü Kıbrıs olayları ve 6-7 Eylül olaylarını birbirinden ayırmak mümkün değildir. 6-7 Eylül’e giden süreçte Kıbrıs meselesinin önemli bir rolü vardır. Kıbrıs meselesi üzerinden yaratılan infial 6-7 Eylül olaylarının kıvılcımını çakmıştır. Bu döneme kadar Türkiye için bir Kıbrıs sorunu mevcut değildi ve Türkiye adanın İngiltere’ye ait olduğunu kabul ediyordu. Ancak Rumların bağımsızlık mücadelesine başlamaları, adayı Türkiye’nin gündemine soktu. Hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta hazırlıklara girişildi. Kıbrıs’ta “Volkan” gibi faşist paramiliter çeteler birleştirilerek TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı), Türkiye’de ise KTC (Kıbrıs Türktür Cemiyeti) kuruldu. KTC 6-7 Eylül’e giden yolu döşemek için gerekli hazırlıkları yapacaktı. Önce Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı, sonra bu iş Rumların üstüne atılarak hazır kıta birlikler gayrimüslimlerin evlerine, işyerlerine ve ibadethanelerine saldırtıldı. Bu olaylardan sonra gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etmek zorunda kalırken, bombayı atan kişi ise emniyet genel müdürlüğü ve valilik gibi üst düzey görevlerle ödüllendirildi ilerleyen yıllarda. Sonuç olarak Özel Harp’in bu “muhteşem” örgütlenmesi amacına ulaşacak, azınlıkları tasfiye etme hedefine yönelik önemli bir adım daha atılmış olacaktı.

Kontrgerillanın Kıbrıs faaliyetleri 1950’lerde Türkiye’nin gündemine giren Kıbrıs meselesi ise devam ediyordu. Türkiye adanın Yunanistan’a bağlanmasından endişeleniyor ve kendisini adada hak sahibi olarak görüyordu. TC “Ya taksim ya ölüm” şiarıyla adadan “hakkını” almak istiyordu. Bu amaçla Türk kontrgerillası faaliyetlerine Kıbrıs topraklarında devam edecek-

ti. Adaya bankacı, doktor, memur kılığında sayısız kontrgerilla elemanı gönderildi. Dağınık halde bulunan paramiliter faşist çeteler TMT çatısı altında birleştirildi. Bizzat Genelkurmay tarafından kurulan TMT’nin tepe kadroları arasında ilerde KKTC Cumhurbaşkanı olacak Rauf Denktaş da vardı. Hem Rum tarafında hem de Türk tarafında yükselen milliyetçilik dalgası iki tarafın kanlı çatışmalarına yol açacaktı. Rum tarafında EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü), Türk tarafında ise TMT katliamlarına başladı. Emperyalizmin “böl yönet” taktiği doğrultusunda ada fiilen ikiye bölündü. Hem TMT hem de EOKA barış yanlısı emekçileri ve solcuları hangi ulustan olduklarına bakmaksızın katletti. Bu daha baştan TMT’nin tüzüğünde yer alan bir maddeydi. Tüzüğe göre, Türk tarafının çıkarları aleyhinde faaliyet yürütenler hangi milletten olurlarsa olsunlar önce bir ihtar mektubu ile uyarılacak, eğer bir düzelme olmazsa, teşkilat üyelerinden seçilen üç kişilik ekip tarafından dövülecekti. Dayakla “iflah olmayan” kişinin cezası ölüm olacaktı. Ancak acil durumlarda doğrudan üçüncü maddeye geçilebilecekti. Nitekim barış ve birliktelik yanlısı sendikalarda ortak örgütlenen Rum ve Türk işçiler tehdit edildiler, tehditler sonuç vermeyince de katledildiler. TMT de, EOKA da, hedefine ulaşmak için her türlü pisliğe başvurdu. 1960’lardan 1974 yılına kadar bu çatışmalı dönemde yüzün üzerinde cami veya mescit bombalandı ya da yakıldı. Bu camilerin bir kısmının bizzat TMT tarafından bombalandığı, barış ve kardeşlikten yana Kıbrıslı Türkler tarafından da dile getirilen bir gerçeklikti. 1962 yılında haftalık Cumhuriyet gazetesinde Bayraktar Camisini TMT’nin bombaladığını ve faillerini de bildiklerini söyleyen iki gazeteci Denktaş tarafından önce hain ilan edilmiş, ardından da TMT tarafından katledilmişti. Dönemin büyükelçisi olayın üstüne gidip Denktaş ve çetesini adadan göndermeye çalışmış, ancak Ankara hükümeti tarafından görevden alınmıştı. Bugünlerde Yirmibeşoğlu’nun yaptığı “cami yaktık” itirafı, bu gerçeklerin gayet iyi bilindiği Kıbrıs’ta Türkiye’den çok daha geniş yankı buldu ve “sadece cami mi yaktılar, ocağımızı da yaktılar” tepkisiyle karşılandı. Yirmibeşoğlu

9


marksist tutum

Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın amblemi etrafında poz veren bir grup subay

sıradan bir asker değildir, devletin pis işlerini örgütlemek üzere adaya gönderilmiştir. Yirmibeşoğlu 1950’lerde ABD’ye kontrgerilla eğitimi almaya giden subaylardan biri olan faşist Türkeş’in öğrencisidir aynı zamanda. NATO eğitimi için Gladyo’nun anavatanı İtalya’ya gitmiş, TürkRum çatışmalarının tırmandığı dönemde Kıbrıs’ta görev almış, sonrasında ise beş yıl Belçika’da Nükleer Silahlar Şubesinde çalışmıştır. 1971’de Türkiye’ye dönüşünden sonra ise ÖHD başkanlığına getirilmiş ve Kıbrıs Harekâtı sırasında kontrgerilla faaliyetlerinin mimarı olmuştur. Bu faaliyetlerin arasında cami yakmak gibi provokasyonların olduğunu kendi ağzından da duymuş olduk.

“Allah Allah” diye hücum eden ordu cami yakar mı? Yirmibeşoğlu’nun “cami yaktık” itirafı eski genelkurmay başkanı Başbuğ’un Balyoz darbe planına dair sözlerini hatırlattı. Hatırlanacak olursa açığa çıkan Balyoz darbe planına göre toplumda infial yaratmak için yapılması planlananlar şunlardı: Fatih ve Beyazıt camilerine bombalı saldırılar düzenlemek; kaotik gösteriler ve provokasyonlarla dolu bir süreci başlatmak; askeri birliklere dönük saldırılar düzenlemek, fakat “şeriatçılar” yaptı diye göstermek; Ege’de Türk ve Yunan orduları arasındaki gerginliği artırmak, eğer çatışma yaratılamıyorsa kendi savaş uçağını düşürmek ve bunu Yunan ordusu düşürmüş gibi savaş provokasyonu yapmak. İlker Başbuğ bu iddialara “şiddetle” karşı çıkarken şu sözleri sarf etmişti: “Biz askere ne dedirtiyoruz; ‘Allah Allah’ diye taarruz ettiriyoruz. Ordu nasıl Allah’ın evine bomba atmayı düşünür? Vicdansızlıktır, lanetliyorum. Ordunun Mehmetçiği, ‘Allah Allah’ sesleriyle eğitim yapıyor. Talimnamemizde var. Böyle bir ordunun kişileri çıkacak Allah’ın evlerine bomba atacak, orada ibadetini yapanlara... Lanetliyorum.” “Ordunun da sabrı vardır” diyerek masaya yumruğunu vuran Başbuğ’un tehditkâr konuşmasının yalanlarla dolu

10

Ekim 2010 • sayı: 67

olduğu, Yirmibeşoğlu’nun sözleriyle ispatlanmış oldu. Bu “savaş ağalarının” kendi ağalıklarının devam etmesinden daha önemli değerleri yoktur. Statükolarını korumak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Asimetrik psikolojik savaşın kitabını yazarlar; işçi sınıfına ve Kürtlere karşı psikolojik savaşın en ince ustalıklarını hayata geçirirler ama “Orduya karşı asimetrik psikolojik harekât düzenleniyor” diye feveran ederler. Gözünü kırpmadan insanları katleden kontrgerilla yapılanmalarının camilere bomba atmayacağına kim inanır? Özel Harp’in her türlü pisliğe başvurduğu yerlerden biri kuşkusuz Kürt coğrafyasıdır. Güçlükonak, Beşağaç, Şemdinli ilk akla gelen olaylardır. 90’lı yıllar boyunca Kürt illerinde binlerce “faili meçhul” cinayet işlenmiştir. Keza geçen ay, emekli Koramiral Atilla Kıyat, 199397 yılları arasında işlenen “faili meçhul” cinayetlerin emirkomuta zinciri içerisinde işlendiğini ve bunun bir devlet politikası olduğunu belirtmişti. Başka bir emekli korgeneral ise geçtiğimiz yıllarda Aktüel dergisine verdiği röportajda, Kürt illerinde görev yapan hâkim ve memurları hizaya getirmek için evlerine yakın yerlere bomba attırdığını açıklamıştı. Bu zat söylediklerini yalanlamak bir yana gururla sahiplenmişti: “Bunda ne var. Bunların hepsi eğitim amaçlı, harekât planlarının bir parçası. Bu bir suç değil, nitekim bunların sonucunu da aldık. Alnım ak.” Üstelik emekli askerlerin “dokunulmazlıklarına” güvenerek yaptıkları bu itiraflar buzdağının sadece görünen yüzüdür. “Savaş ağalarının” kendi ağalıklarının devam etmesinden daha önemli değerleri yoktur. Statükolarını korumak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Gözünü kırpmadan insanları katleden kontrgerilla yapılanmalarının camilere bomba atmayacağına kim inanır? Son yıllardaki kontrgerilla faaliyetlerinin bir odak noktası ise, burjuvazinin kendi iç kapışması olmuştur. Statükocu kanat kirli savaş yöntemleriyle rakip kanadın yükselişini durdurmaya çalışıyor. Ancak konjonktür bu planlarının başarılı olmasını engellemiştir. AKP ise statükocuların planlarını ifşa ederek statükocuların gardını düşürdü. Ergenekon ve Balyoz davaları hâlâ devam ediyor. Ergenekoncuların bir kısmı tasfiye edildi. Bu süreçte açığa çıkan pislikler devrimcilerin yıllardır söylediklerinin doğruluğunu gösterdi. Ancak devletin “yasadışı” örgütlenmelerinin ve faaliyetlerinin burjuvazinin herhangi bir kanadı tarafından tamamıyla tasfiye edileceğini düşünmek hamhayaldir. Daha demokratik bir ortamın oluşması, kirli savaş yöntemlerinin teşhir olması kitlelerin genel demokratik eğitimine katkıda bulunacaktır. Böylece cami yakıp Rumları suçlayanlardan, Kürt köylüleri tarayıp suçu PKK’ye atanlardan, bin bir çeşit olayın arkasında komünistleri arayanlardan hesap sorulacağı gün de gelecektir.n


Sosyalizm Postuna Bürünmüş Kemalizm Utku Kızılok

O

smanlı despotizminin mirasçısı olan, devlet kurucu düzen koruyucu misyonlarından hareketle devleti kendi mülkü gibi gören, geçmişten günümüze siyasal alanı şekillendiren Kemalizm, mevki ve ayrıcalıklarını kaybetmemek için siyasal alanın demokratikleşmesine direniyor. Ancak inişli çıkışlı bir seyir izlese de tarihsel eğri ileriye doğru yol almakta ve Kemalist resmi ideoloji zayıflamakta, güç kaybetmektedir. Haliyle bu süreç burjuva iç kapışmayı alabildiğine şiddetlendirmekte, burjuva siyasetine damgasını basmakta ve ayrıca sosyalist hareketi Kemalizm konusunda net bir tutum almaya itmektedir. Milli Mücadele, 1923’te kurulan Cumhuriyetin niteliği ve Kemalist tepeden devrimler, geçmişten günümüze sosyalist hareket nezdinde önemli bir tartışma konusudur. Konunun özü sosyalist hareketin ve devrimci işçi sınıfının Kemalizme nasıl yaklaşması gerektiğidir. Burjuva kesimler arasında yaşanan iktidar mücadelesi süregelen tartışmaları daha da alevlendirmiştir. Sosyalist hareketin büyük çoğunluğu ne yazık ki kapsamlı bir sorgulamaya girmiş, Kemalizmle hesaplaşmış ve ondan kopmuş değildir. Sosyalizmi devletçiliğe ve ulusal kalkınmacılığa indirgeyen Stalinizmin hegemonyası altında şekillenen sosyalist hareket, “devrimci”, “anti-emperyalist”, “ilerici” pozları kesen ve devletçi uygulamalara yol veren Kemalizmle aşılanmıştır. Böylece Stalinizm ve Kemalizm karışımı bir sosyalist hareket şekillenmiş ve bazı yönlerden, programatik açıdan da bir örtüşme olmuştur. SSCB’nin sahneden çekildiği, yükselen bir işçi hareketinin olmadığı ve burjuva kesimler arasında şiddetlenen iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal arenada, küçük-burjuva sosyalizminin bünyesindeki Kemalist renkler neredeyse hâkim ton haline gelmeye başladı. Bu değişimde özellikle 28 Şubat sürecini bir dönemeç noktası olarak tarihe kayıt düşmek ve AKP’nin hükümet olmasıyla Kemalist renklerin baskın tonunun Türk solunda daha fazla öne çıktığını belirtmek gere-

SSCB’nin sahneden çekildiği, yükselen bir işçi hareketinin olmadığı ve burjuva kesimler arasında şiddetlenen iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal arenada, küçük-burjuva sosyalizminin bünyesindeki Kemalist renkler neredeyse hâkim ton haline gelmeye başladı. Bu değişimde özellikle 28 Şubat sürecini bir dönemeç noktası olarak tarihe kayıt düşmek ve AKP’nin hükümet olmasıyla Kemalist renklerin baskın tonunun Türk solunda daha fazla öne çıktığını belirtmek gerekiyor. SİP-TKP, ÖDP, Halkevleri ve kısmen EMEP gibi çevrelerde bu eğilim kendisini artan bir belirginlikle ortaya koyuyor. Nitekim çeşitli sorunlar karşısında bu temelde bir ayrışma ve öbekleşme de yaşanıyor. Bu konuda SİP-TKP’nin özel bir ağırlık ve odak noktası teşkil ettiğini, devletçi-milliyetçi sosyalist kesimlere yol gösterdiğini ve Kemalizme iltihak etme yolunda geri dönülmez bir noktaya geldiğini tespit etmek gerekiyor.

11


marksist tutum

kiyor. SİP-TKP, ÖDP, Halkevleri ve kısmen EMEP gibi çevrelerde bu eğilim kendisini artan bir belirginlikle ortaya koyuyor. Nitekim çeşitli sorunlar karşısında bu temelde bir ayrışma ve öbekleşme de yaşanıyor. Bu konuda SİPTKP’nin özel bir ağırlık ve odak noktası teşkil ettiğini, devletçi-milliyetçi sosyalist kesimlere yol gösterdiğini ve Kemalizme iltihak etme yolunda geri dönülmez bir noktaya geldiğini tespit etmek gerekiyor. Uzun bir süredir, diğerlerinden farklı olarak SİP-TKP’nin, getirdiği yeni ideolojik argümanlarla Kemalizme soldan taze yaşam soluğu üflemeye çalıştığına dikkat çekiyoruz. Bugün SİP-TKP ideologlarının savunduklarıyla 1920’ler TKP’sinin merkezinden gelip Kemalizme kapağı atan Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir arasında paralellik ve bir ruh birliği vardır. SİP-TKP’nin üzerinde yürüdüğü ve geliştirdiği çizgi onların 1930’larda temelini attıkları sol Kemalist çizgidir. Bugün SİP-TKP ideologlarının savunduklarıyla 1920’ler TKP’sinin merkezinden gelip Kemalizme kapağı atan Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir arasında paralellik ve bir ruh birliği vardır. SİP-TKP’nin üzerinde yürüdüğü ve geliştirdiği çizgi onların 1930’larda temelini attıkları sol Kemalist çizgidir. Mehmet Sinan, sol Kemalist çizginin nasıl şekillendiğine şöyle dikkat çekiyor: “Stalin’in «aşamalı devrim» anlayışı uluslararası komünist harekette tek resmi teori haline gelince, TKP içinde de «milli burjuvazi» ile ilişkiler ve Kemalizme karşı tutum konusunda esaslı bir tartışma başlamıştı. Partinin en üst yönetici kadroları arasında yer alan küçük-burjuva aydınlardan bazıları, bu ayrışmada en uç noktaya kadar gittiler ve Kemalist burjuva iktidarın açık destekçileri haline geldiler. Bunlar, Türkiye’de devrimcilerin asıl görevinin, başlamış bulunan Kemalist «milli inkılâbı» ilerletmek ve yeni kurulan genç burjuva devleti (TC’yi) emperyalizm karşısında güçlü kılmak olduğunu savundular. Nitekim TKP’de bu görüşü en önde savunanlardan MK Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ile MK üyesi Şevket Süreyya Aydemir partiden de ayrılacaktılar. Bunlar, 1932 yılında CHP’lilerle birlikte çıkardıkları Kadro adlı dergide, Kemalizmi, sosyalizmden de kapitalizmden de farklı olan, milliyetçi-devrimci bir ideoloji olarak pazarlamaya başladılar.”1 Bu sol Kemalist çizgi üzerinde yürüyen ve SİP-TKP’nin başını çektiği devletçi-milliyetçi-reformist sosyalist kesimlere göre, Cumhuriyetin kazanımları ortadan kaldırılmakta ve devlet çözülmektedir. İleri sürülen tezlere baktığımızda, Cumhuriyetin kazanımları ve devletin çözülmesi formülasyonuyla sol Kemalist çizginin yeniden üretildiğini ve yeni argümanlarla güçlendirilmek istendiğini görmekteyiz. Bağımsızlıkçı, devletçi, modern, ilerici, laik, halkçı

12

Ekim 2010 • sayı: 67

değerlerin tasfiye edildiğini, dinsel gericiliğin egemen olmaya başladığını, AKP’nin sivil faşizmi temsil ettiğini ileri sürüyorlar. Örneğin, “bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır” diyen SİP-TKP’ye göre, sosyalist hareket mücadelesinin hedefine bu tasfiyeye karşı çıkmayı koymalıdır. Eğer gerçekten de burjuva demokratik çerçevede bile daha geriye bir gidiş olsaydı –meselâ, faşizmin iktidara yürümesi, cumhuriyetin ortadan kaldırılması, monarşinin getirilmesi, şeriat hükümlerinin egemen kılınması söz konusu olsaydı–, devrimci Marksistlerin görevi elbette buna karşı çıkmak olurdu. Ancak bu karşı çıkışı Kemalizme atfedilen şeyler üzerine inşa etmezlerdi. Devrimci işçi sınıfının Kemalist efsanelere ihtiyacı yoktur. Devrimci işçi sınıfı Kemalizmin kendisine yakıştırdığı “modern”, “ilerici”, “laik” gibi sıfatları doğru kabul ederek onu sahiplenmez, sahiplenemez. Burjuva siyasal arenada yaşanan kavgada Kemalizmin aldığı gerici tutumlar onun gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Sınıfların ortadan kalkmasına ve müreffeh bir toplum yaratılmasına doğru değişimi içeren gerçek ilericiliği, demokrasiyi, laikliği ancak devrimci işçi sınıfı temsil eder. Hiç şüphe yok ki, “cumhuriyetin kazanımları ortadan kaldırılıyor” ve “devlet çözülüyor” formülasyonuyla anlatılan, Kemalist asker-sivil bürokrasinin iktidardaki ağırlığını kaybetmesinden, devlet ve toplum üzerindeki ideolojik ağırlığını yitirmesinden başka bir şey değildir. Kemalizm çözülüyor diye devrimci işçi sınıfı feryat figan etmez. Çok açık ki, Kemalizmin çözülmesi karşısında efkâra boğulanlar Marksistler ve işçi sınıfı devrimcileri değil, sol Kemalist çizgide yürüyenlerdir. Bu durum aynı zamanda SİP-TKP’nin sınıfsal yönelimini de ortaya koyuyor. SİP-TKP uzun bir dönemdir Kemalist kesimleri kazanmaya dönük siyasal açılımlar yapmaktadır. Hedeflerinin Kemalist çevreleri ve kadroları kazanmak olduğunu, bunları kazanmayı önlerine koymayanların siyasal iktidar stratejisi olamayacağını yazıp çiziyorlar. Referandum sonrası yapılan değerlendirmelerde bu yönelim daha fazla öne çıkarılmakta, sol Kemalist çizgi kalınlaştırılmaktadır. Örneğin, ardı ardına yazdığı yazılarda Kemal Okuyan, “evet”çi yüzde 58’in büyük parçasını oluşturan emekçilerin, “8 yıllık AKP iktidarında yaşananların anlamını kavramayacak kadar kolay aldatılan ya da bunu benimseyecek kadar çürüyen bir kesim” olduğunu söyleyebilmektedir.2 Kendine sosyalist diyen, ama aslında sol Kemalist çizgide yürüyen SİP-TKP’ye göre geniş işçiemekçi kitleler muteber olmadığı için dikkate alınmamalı. SİP-TKP’nin Kemalizme doğru geçirdiği dönüşümün teorik temelleri yıllar önce Marksist Tutum sayfalarında eleştirilmişti.3 O gün SİP-TKP’nin ideologları sosyalist devrimin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselmediğini söylüyorlardı: “Sosyalist devrim emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselebilseydi, elbette her şey farklı olurdu.”4 Onlara göre, burjuvaziyle ve emperyalizmle mü-


sayı: 67 • Ekim 2010

cadelede soyut bir emek-sermaye çelişkisi yerine yurtseverlik geçirilmeliydi! Emek-sermaye çelişkisi tâli, yurtseverlik başat derken, “vatan hainliği” suçlamasını esas olarak solun sahiplenmesi ve kullanması gerektiği noktasına kadar varılmıştı. Marksizmin bu şekilde tahrif edilmesi, bizzat Lenin’in hedef seçilmesine kadar uzatıldı ve Lenin devlet ve devrim konusunda anarşizme açılmakla suçlandı. O günden bugüne SİP-TKP’nin sosyalist renkleri iyice soluklaşırken, Kemalist renkleri alabildiğine belirginleşmiştir. Tam da bu dönüşümün bir sonucu olarak “30 Ağustos Taarruzu” ve onun “Başkomutan”ı Mustafa Kemal artık rahat bir şekilde, utanıp sıkılmadan selamlanabilmektedir.

Kemalist ilericiliğin, devrimciliğin sınırları Sosyalist hareketin Kemalizmin rolünü gereğinden fazla abarttığına, onda özünde olmayan şeyler vehmettiğine ve bundan dolayı da bilinç çarpılmasına yol açtığına hep dikkat çekiyoruz. Burada iki noktaya, Kemalizmin ilericiliğinin sınırlarına ve onun emperyalizm karşısındaki tutumuna değinmek istiyoruz. Kemal Okuyan, “30 Ağustos Zafer Bayramı” vesilesiyle yazdığı yazılarda şöyle diyor: “Bu nedenle bir bütün olarak 1919-1923 arasında Anadolu’daki mücadelenin ilerici ve devrimci olduğunu söylüyor, bu mücadelenin insanlarını saygıyla anıyor, Mustafa Kemal’e de bu mücadelenin lideri bir burjuva devrimcisi olarak değer veriyoruz.”5 Aynı bağlamda, bir sonraki gün ise şunları söylüyor: “Şuna bakılmalıdır: Burjuvazinin işçi sınıfına, devrimcilere karşı tutumu, tarihsel anlamda oynadığı devrimci rolü -ki bu rol eşyanın doğası gereği geçicidir- ortadan kaldırmış mıdır? … Biz ise daha farklı bir şey deniyoruz. Bakın diyoruz, 1920’lerde ilerici, devrimci bir değer var.”6 Savaştan yenik çıkan ve işgal edilen Osmanlı toprak-

marksist tutum

ları üzerinde, Kemalist liderlik öncülüğünde verilen Milli Mücadele sonucunda bir ulus-devlet kurulmuş ve demokratik olmayan bir cumhuriyet ilan edilmiştir. Devamında ise hilafet kaldırılmış ve kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla kimi ekonomik adımlar atılmıştır. Monarşiye son verilmesi, cumhuriyet ilan edilmiş olması ve yukarıda sayılan unsurların hayata geçirilmesi noktasında Kemalizm tarihsel açıdan ileri bir rol oynamıştır. Ancak Kemalizmin ilericiliğinin de devrimciliğinin de sınırları buraya kadardır. Üstelik de bu tepeden gelme bir cüce devrimdir: “Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.”7 Acilen çözülmeyi bekleyen hemen hiçbir demokratik sorun çözülmemiş, toplum demokratik dönüşüme uğramamış, Osmanlı’dan alınan despotik devlet yapısı parçalanıp atılmamış, tersine, cumhuriyet yağına bulanarak yetkinleştirilmiştir. “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı «Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme» söylemlerinin ardına saklanarak Cumhuriyeti kuran Kemalist liderlik Osmanlı bürokrasisinden gelmektedir ki, o bürokrasi devletlû despotik bir sınıftır. Gelişmiş bir sermaye sınıfının olmadığı koşullarda siyasal liderlik Osmanlı’dan gelen Kemalist bürokrasiye kalmış, zaten despotizmin bir parçası olan bu liderlik, halk kitlelerini sürecin dışına iterek ve baskı altına alarak burjuvazi için bir devlet yaratmış ve onun ihtiyaçları için tepeden dönüşümleri dayatmıştır.

13


marksist tutum

her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.”8 Hilafetin ve Şeyhülislamlığın kaldırılması, ama yerine diyanet başkanlığının kurulması, bir mezhebin resmi devlet dini haline getirilmesi, üstelik de bunun laiklik olarak sunulması, tepeden cebir yoluyla çarşafın, fesin ve sarığın yasaklanması ve buna “kılık kıyafet devrimi” denilmesi veya “musiki inkılâbı” adına halkın dinlediği müziğin yasaklanmasının neresi devrimcilik, ilericiliktir!9 Cumhuriyeti kuran Kemalist liderlik Osmanlı bürokrasisinden gelmektedir ki, o bürokrasi devletlû despotik bir sınıftır. Gelişmiş bir sermaye sınıfının olmadığı koşullarda siyasal liderlik Osmanlı’dan gelen Kemalist bürokrasiye kalmış, zaten despotizmin bir parçası olan bu liderlik, halk kitlelerini sürecin dışına iterek ve baskı altına alarak burjuvazi için bir devlet yaratmış ve onun ihtiyaçları için tepeden dönüşümleri dayatmıştır. Bu nedenle Kemalizm, olağanüstü rejim altında tepeden cebir yoluyla burjuva dönüşümleri dayatan Bismarkçılığın bir türüdür. Bu tür tepeden devrimler ve bunların önderlikleri konusunda Marksizmin tutumu gayet nettir. Lenin’in şu sözleri, bu konuda verilebilecek onlarca örnekten sadece biridir: “Bismarck, kendi junker tarzıyla, ilerici ve tarihsel bir görevi yerine getirdi, ama bu gerekçeyle sosyalistlerin Bismarck’ı desteklemesini haklı göstermeyi düşünen birisi, gerçekten ne âlâ bir ‘Marksist’ olurdu!”10 Kendine sosyalist diyen, ama gerçekte sol Kemalist olanlar, siyasal arenada yaşanan kavganın da basıncıyla her geçen gün daha fazla gerçek renklerine doğru bir dönüşüm geçiriyorlar. O halde bundan sonra hak ettikleri gibi adlandırılmalı, sol Kemalizm sosyalist hareketin dışına itilmelidir. Bunların tarihsel rollerine ilişkin Elif Çağlı şunları yazıyor: “M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez.”11 Tam da bundan dolayı, bu yılların “ilerici-devrimci yıllar” olarak adlandırılmasına karşı çıkan Mehmet Sinan, şunları söylemektedir: “Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi «Batılılaşma, modernleşme» özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca.” Dolayısıyla Kemalizm, burjuva düzeni iktisaden ilerleten kısmi rolünü gerçekleştirmiş ve tüketmiştir. SİP-TKP yazarı Kemalist rejimin kıyıcılığını gözlerden uzak tutmaya çalışarak şunları yazıyor: “İşçi sınıfının,

14

Ekim 2010 • sayı: 67

solun baskılanmasınaysa tek başına «sınıf kini» ile bakamayız. Açık söylemek gerekirse, Kurtuluş Savaşı denince aklına Mustafa Suphilerin katlinden başka bir şey gelmeyenlerin çok kararlı ve ilkeli olmak bir yana komünist bile olabileceklerini düşünmüyorum.” SİP-TKP ideologlarının tarihsel hakikatleri bildikleri ama oportünist bir tutumla bunu görmezlikten geldikleri çok açık. Mustafa Suphilerin katledilmesinden sonra köylü mücadelesi olarak şekillenen Yeşil Ordu’nun bastırılması, Koçgiri isyanında Kürtlerin boğazlanması, bu sol Kemalistler için önemsiz olabilmektedir. Türk kimliğine dayalı bir ulusdevlet kurmak amacıyla tüm ulusal ve kültürel çeşitlilik baskı altına alınmış ve asimilasyona tâi tutulmaya çalışılmıştır. Rumlar tehcir edilmiş, geride kalan gayrimüslim halklar, Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen Müslüman halklar baskı altına alınmış, Kürtlere karşı inkâr ve imha politikası uygulanmış ne gam! Tüm bunlar önemli değildir SİP-TKP’ye göre. Zaten işçi sınıfına ve komünistlere dönük baskılara da “sınıf kini”yle bakılmamalıdır! Ama unuttukları bir gerçek var: “Sınıf kinini” kaybedenler komünist olamaz, bu kadar basit! Konunun ikinci boyutunu Kemalizmin emperyalizm karşısındaki tutumu oluşturmaktadır. Kemal Okuyan bu konuda şunları yazıyor: “Anadolu’daki mücadele bir bütün olarak emperyalist planları bozmuş, onların kuvveden fiile geçen paylaşım girişimini durdurmuş, başka ulusların emperyalizme karşı mücadelesine umut aşılamış, genç Sovyet iktidarını rahatlatmış, dahası Kafkasların İngilizlerden ve İngilizcilerden arındırılıp sovyetikleştirilmesine doğrudan yardımcı olmuş, Türkiye’de burjuva devriminin önünü açmıştır.” Yapılan tam anlamıyla tarihsel gerçekleri tahrif etmek ve buradan hareketle de Kemalizm hakkında yanılsama yaratmaktır! Birincisi, aslında emperyalizmin planlarını bozan, Anadolu halkları tarafından sempatiyle bakılan Rusya’daki işçi iktidarının iç savaşı kazanarak sağlamlaşmasıdır. Ayrıca dört yıllık emperyalist savaş yıkımından büyük bir öfke ve hoşnutsuzlukla çıkan Avrupa proletaryası, Ekim devriminin de etkisiyle yeni emperyalist maceralara heveslenen bütün hükümetler için ciddi bir tehdit oluşturmuş ve İngilizler de dahil olmak üzere tüm emperyalist güçler bu nedenle fazla ileri gidememişlerdir. İkincisi, Kemalist liderliğin emperyalizme karşı verdiği mücadelenin ezilen uluslara umut olması tam bir efsanedir ve bu efsanenin oluşmasında sol Kemalizmin önemli bir rolü vardır. “Osmanlı despotik geleneğinin içinden gelen M. Kemal önderliğinin yegâne amacı, Misak-ı Milli sınırları içinde kapitalist bir ulus-devlet kurmaktı ve bu uğurda her yola başvurmuştur. Emperyalistlere gözdağı vermek, ama aynı zamanda destek bulabilmek amacıyla M. Kemal önderliği kendini Sovyetler Birliği’ne adeta «komünist» gösterme gayreti içine girmiştir. Meselâ, M. Kemal 29 Kasım 1920’de Moskova’ya çektiği bir telgrafta, «burjuva iktidarına son vermek için Asya ve Afrikalı halklar ile Batı


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum

proletaryasının işbirliğinden» dem vurmaktadır. Ama bu atraksiyonlar tümüyle emperyalistlerle pazarlık zemini yaratmaya dönüktür. Zira bu «komünist» pozlara girmenin sebebini 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e çektiği telgrafta M. Kemal açıkça ortaya koymaktadır. M. Kemal, işgalcileri püskürtmek için Bolşeviklerden yararlanmak, ama beri taraftan da İngiltere ve diğer güçleri «sizin yüzünüzden Bolşevikler vatanımızı istila edecek» diyerek korkutmak gerektiğini söylemektedir. Milli Mücadele’nin ilk dönemlerinde bu tip şantajları pek takmayan emperyalist güçler, yıkılmasını umutla bekledikleri Rusya’daki işçi iktidarının burjuva güçleri iç savaşta yenerek konumunu sağlamlaştırmasıyla Kemalist önderliğe karşı tutumlarını değiştireceklerdir.” “Nitekim Sovyet iktidarına karşı emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde kurulmasına yeşil ışık yakan emperyalist güçler, Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını ilan ettiler ve akabinde de İtalya ve Fransa işgal ettikleri bölgelerden çekildiler. 1923’te, Lozan Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından ise İngilizler İstanbul’u terk ettiler. Dolayısıyla Kemalizmin iddia ettiği ve onun kanını damarlarında taşıyan sol çevrelerin savunduğunun aksine, emperyalizme karşı ne anlı şanlı bir savaş ne de anti-emperyalist bir mücadele söz konusudur. Kaldı ki anti-emperyalist mücadele, anti-kapitalist mücadele anlamına gelir. Yani kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesini ve emperyalist sistemden kopmayı ifade eder. Oysa Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sistem içinde kapitalist bir ulus-devlet olarak yerini almıştır.”12 Mesele bu kadar açık ve nettir. Herkes kendi yoluna! Ayrışma ve netleşme her alanda yaşanmalıdır. Kendine sosyalist diyen, ama gerçekte sol Kemalist olanlar, siyasal arenada yaşanan kavganın da ba-

sıncıyla her geçen gün daha fazla gerçek renklerine doğru bir dönüşüm geçiriyorlar. O halde bundan sonra hak ettikleri gibi adlandırılmalı, sol Kemalizm sosyalist hareketin dışına itilmelidir. Sosyalist hareketin bu temelde bir dönüşüme uğraması ve enternasyonalist komünizmin belirleyici hale gelmesi için, bir taraftan ideolojik savaşım sürdürülmeli, ama öte taraftan da işçi sınıfı içinde kök salma çabası derinleştirilmelidir.n

________________________ 1

Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk, MT, no:53

2

Kemal Okuyan, “Evet”i Yüzde 58’i Nasıl Bilirdiniz?, www.sol. org.tr Akın Erensoy, Enternasyonalizm mi, Milliyetçilik mi?, www. marksist.com

3

4

A. Güler, Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik, Gelenek, Haziran 2001, s.18

5

Kemal Okuyan, 30 Ağustos, www.sol.org.tr

6

Kemal Okuyan, Türkiye Solunun Kurtuluş Savaşı Sorunu, www. sol.org. tr Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.22-23

7 8

Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no:35

9

Bu konuda bkz: Levent Toprak, Marksizm Açısından İlericilik, MT, no:59 Lenin, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Sol Y., 1992, s.112 -düzeltilmiş çev.

10

Elif Çağlı, age, s.206

11

Utku Kızılok, Kemalizm Çözülürken Sol Neden Figan Ediyor?, MT, no:55

12

BONAPARTİZMDEN FAŞİZME Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili

Elif Çağlı bu kitapta Fransa’da Marx döneminde yaşanan Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire deneyiminden Almanya’daki Bismarck dönemine, İtalyan ve Alman faşizminden İspanya ve Portekiz’e, Yunanistan’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş deneyimleri göz önünde bulundurarak, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinin biçimlerini ve evrimlerini, bu rejimlere ilişkin değerlendirmenin hangi teorik-politik temellere dayanması gerektiğini ortaya koyuyor. Çağlı, Türkiye’deki burjuva rejimin kuruluş süreci ve sonraki evrimini, yaşanan darbeler ve bunların doğurduğu rejimin karakteri sorununu tartışarak, modern Türkiye tarihine ilişkin Marksist bir perspektif ortaya koyuyor.

15


Kapitalizmin Derin Krizi Devam Ediyor İlkay Meriç

B

urjuva ideologların krizin artık geride kaldığı yolundaki manipülatif yorumları, ABD ve Japonya’ya ilişkin yeni verilerin açıklanmasıyla birlikte yerini gerçeklerin zorunlu itirafına bırakmış bulunuyor. Zira, uzun bir süredir sürünme modunda ilerleyen büyüme oranlarına, özellikle ABD’de yeniden artışa geçen işsizlik rakamları eşlik ediyor. Elif Çağlı, 2008 Martında kaleme aldığı bir yazısında, ekonomik göstergelerin burjuva iktisatçıları her geçen gün daha ciddi endişelere sürükleyeceğini belirterek şöyle diyordu: “Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir. Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum bu tespitlerimizin doğruluğunu ayan beyan gözler önüne seriyor. Ekonomik göstergeler, burjuva iktisatçıları küresel durgunluk ve küresel kriz konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürükleyecek nitelikte.”* Nitekim geçtiğimiz yıl, burjuva iktisatçıların büyük bir bölümü “krizden çıkıyoruz” söylemine sarılırken ve “U şeklinde mi, V şeklinde mi çıkacağız”ı tartışırken, şimdilerde “ikinci dip” beklentileri çok daha geniş bir kesim tarafından dillendiriliyor. Eylül ayı başında gerçekleştirilen ve devlet başkanlarının, büyük sermayenin ve iktisatçıların katıldığı Ambrosetti Ekonomi Forumunda da

16

ABD, Japonya ve pek çok Avrupa ülkesinin belirgin bir ikinci dip riski ile karşı karşıya olduğunun altı çizildi. Trilyonlarca dolarlık teşvik ve kurtarma paketlerinin sona ermesi, bu paketlerin yarattığı devasa borç yükü ve bütçe açıkları, Çin’in ve gelişmekte olan ülkelerin ihracata olan aşırı bağımlılığı, dolar karşısında aşırı değerlenen euro nedeniyle AB ülkelerinin rekabet gücünü kaybetmesi, gelişmiş ülkelerde doruğa tırmanan işsizlik gibi unsurların büyük bir tehdit oluşturduğuna da dikkat çekildi. Forumun bu yılki toplantılarına katılan ve “ekonomi kurmaylarının elindeki silahların artık tükenmeye başladığını” söyleyen Nouriel Roubini de, maliye politikasının borç sorunu nedeniyle köşeye sıkıştığını vurguluyordu. Mevcut küresel krizi tahmin edip uyarıda bulunduğu için “kâhin” lakabıyla anılan profesör Roubini, ABD ve Avrupa ekonomilerinin ikinci bir dipten kurtulmaya çalışmak için atacakları tüm adımlara rağmen durgunluğun süreceğini ve ABD’de 400’den fazla daha bankanın batacağını da dillendirmekteydi. Türkiye’de burjuva iktisatçıların ve hükümetin yüzü Eylül ortasında açıklanan 2. çeyrek büyüme oranlarıyla güledursun, Türkiye’nin de bu sarsıntılı sürecin dışında kalması düşünülemez elbette. Nitekim devlet bakanı Ali Babacan, bu rakamlar açıklanmadan bir iki hafta önce, küresel krizde ikinci dalganın muhtemel olabileceğini söyleyerek uyarılarda bulunmuştu. “2009’da yaşadığımız kriz İkinci Dünya Savaşının maliyetinden daha yüksek ve bu kadar yüksek maliyetin oluşturduğu borç yükünün temiz-


sayı: 67 • Ekim 2010

lenmesi de çok uzun zaman alacak” diyen Babacan, “dışarıda olacak depremlerin artçıları mutlaka bizi de etkiler” demek zorunda kalmıştı. Sermaye sınıfı bugünlerde Türkiye’nin büyüme oranıyla övünüyor. Ancak bu büyümenin, işgününün fiilen 12 saate çıkartılarak, ücretler düşürülerek, iki hatta üç işçinin yapacağı iş bir işçiye yaptırılarak, dolayısıyla işçi sınıfını korkunç sömürü koşulları altında çalışmaya mahkûm ederek sağlandığından hiç söz etmiyorlar. Aynı şekilde, AKP hükümeti işsizlikteki %2,5’lik düşüşü allayıp pullayıp emekçi kitlelerin gözüne sokuyor ama 2,8 milyon işçinin işsizlik girdabında boğulmaya devam ettiğini gözlerden saklıyor.

Kriz değil “resesyon”muş! 1929’daki büyük krizi çağrıştırmamak için kriz sözcüğünü kullanmaktan köşe bucak kaçan burjuvazi, 2007’den bu yana yaşanan krizi de “Büyük Resesyon” olarak adlandırarak kitleleri aldatmaya çalışıyor. Burjuvaziye göre, üç yıldan bu yana kriz değil, resesyon yani durgunluk yaşanıyor; ama “büyük”çe bir resesyon! ILO ve IMF’nin 13 Eylülde Oslo’da düzenledikleri ortak konferans öncesinde yayınladıkları raporda da, yaşanan küresel ekonomik krizden ısrarla “Büyük Resesyon” olarak söz ediliyor. Konferansta, 2007’den bu yana 34 milyon kişinin işsiz kaldığı, işsiz sayısının dünya ölçeğinde 210 milyona yükseldiği, işsizlikteki artışın büyük bir bölümünün gelişmiş ülkelerde yaşandığı, örneğin ABD’de 2007’den bu yana 7,5 milyon işçinin işsiz kaldığı dile getiriliyor. 15-24 yaş arası genç nüfusta işsizliğin ileri yaş grubuna göre 2,5 kat yüksek olduğu ve bunun daha önceki “resesyon”lardan daha yüksek bir oran olduğu saptanıyor. 6 aydan fazla işsiz kalanların oranı her kriz döneminde artarken, bu krizde bu oranın çok daha yüksek seyrettiğine ve alarm zillerinin çaldığına dikkat çekiliyor. Örneğin ABD’de her iki işsizden birinin 6 ay ya da daha fazla işsiz kaldığı belirtiliyor. Yapılan araştırmaların, kısa süreli işsizliğin kalp krizi ve strese bağlı diğer hastalıklardan ölüm oranlarını arttırdığını, uzun süreli işsizliğin ise ortalama yaşam süresini 1 ilâ 1,5 yıl azalttığını tespit ettiği de raporda dile getirilen olgular arasında yer alıyor. Mevcut krizde, ücretlerin düştüğünü, kuralsız çalıştırmanın ve geçici işçiliğin yaygınlaştığını, sosyal hak kayıplarının katlamalı bir şekilde arttığını, yüz milyonlarca işçi zaten yaşarak görüyor. Gerek ücretlerin düşmesi gerekse yay-

marksist tutum

gın işsizlik, geniş emekçi yığınlara artan yoksulluk olarak yansımakta. Örneğin “rüyalar ülkesi” ABD’de, resmi veriler, bir önceki yıl %13,2 olan yoksulluk oranının 2009 yılında %14,3’e çıktığını ve ülkedeki her 7 kişiden birinin yoksul haline geldiğini gösteriyor. ABD Nüfus Bürosu, yoksul sayısının 39,8 milyondan 43,7 milyona yükseldiğine ve bunun son 51 yıldır en yüksek yoksulluk rakamı olduğuna işaret ediyor. Büro, sağlık sigortası olmayan Amerikan vatandaşlarının oranının %16,7’ye yükseldiğine ve 2008’de 46,3 milyon olan sağlık sigortası bulunmayanların sayısının geçen yıl 50,7 milyona çıktığına da dikkat çekiyor. Ağustos ayında 95 binden fazla konutun bankalar tarafından haczedilmesi de, krizin yol açtığı işsizliğin ve yoksullaşmanın önemli göstergelerinden biri. Kredi borçlarını ödeyemeyen işçiler, evlerine bankalar tarafından el konulması nedeniyle sokağa atılıyorlar. Bu yıl 1,2 milyon evin bankaların mülkiyetine geçeceği tahmin ediliyor. Bu sayının 2005 yılında 100 bin olduğu dikkate alınırsa, krizin bitmekte mi yoksa daha da derinleşmekte mi olduğu net bir şekilde görülebilir. En gelişmiş kapitalist ülkede durum buyken, dünyanın geri kalanını tahmin etmek güç değil. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütünün açıkladığı rapora göre, dünyada 925 milyon insan kronik açlık çekiyor. Gıdasızlık yüzünden her 6 saniyede bir çocuk yaşamını yitiriyor. 1,2 milyar insan ise yoksulluk sınırının altında kalan bir gelirle yaşam mücadelesi veriyor. Sanayileşmiş ülkelerin üçte ikisinde yoksulluk oranı önlenemez bir artış gösteriyor. Burjuvazi yıllardır izlediği neo-liberal politikalarla sömürü koşullarını daha da ağırlaştırırken, kriz bahanesiyle işçi sınıfını limon gibi ezmektedir. Taşeronlaşma, geçici sözleşmeler, sendikasızlaştırma, esnek çalıştırma adı altında kuralsız çalışmanın dizginsiz boyutlara ulaşması, aynı zamanda sosyal güvencenin ve sosyal hakların gasp edilmesini, çalışma saatlerinin alabildiğine uzamasını ve bü-

17


Ekim 2010 • sayı: 67

marksist tutum

yük işçi kitlelerinin patronların istediği anda kapı önüne konmasını da beraberinde getirmektedir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik her geçen yıl daha da bozulurken, burjuvazi daha da zenginleşmekte, işçi sınıfıysa bir kat daha yoksullaşmaktadır. ABD’de en zengin %1’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay 1976’da %9 iken, 2007’ye gelindiğinde bu oranın %23,5’e çıkmış olması bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Krizle birlikte tüm dünyada bu uçurum iyice derinleşmiştir.

İşçi sınıfı sessiz kalmıyor Tüm veriler küresel krizin aslında sona ermediğini ve bunun gelgeç değil tarihsel bir kriz olduğunu doğrulamaya devam ederken, burjuvazinin yeni saldırı paketleri bir bir sıraya dizilmiş durumda. Türkiye’de bu bütçe yılında da emekçilerin sırtına bindirilecek yeni vergiler yoldayken, burjuvazi ve sermaye hükümetleri tüm ülkelerde krizin yükünü işçi sınıfının omuzlarına yüklemeye devam ediyorlar. Ancak Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, milyonlarca işçi, kitlesel genel grevlerle bu saldırılara sessizce boyun eğmeyeceklerini gösteriyor. İngiltere’de 2011 bütçesiyle kamu harcamalarında kesintilerin daha da arttırılması ve 150 bin kamu işçisinin işten atılması planı karşısında, işçiler bu saldırı dalgasına çeşitli sektörlerde grevlerle karşılık veriyorlar. Son olarak belediyenin işten çıkarma planları karşısında 10 bin metro işçisi 6 Eylülde iş bırakarak Londra’da ulaşımı felç etti. Romanya hükümeti de krizin faturasını işçi sınıfına yıkmaya çalışan burjuva hükümetlerden biri. Dış borçların ödenmesi için kamu çalışanlarının ücretlerinde %25 kesintiye gidileceğini açıklayan hükümetin saldırı planları karşısında on binlerce kamu işçisi bir kez daha greve gitti. Hükümetin yeni bütçe yılında kamu harcamalarını daha da kısma ve kamu çalışanlarının ücretlerini düşürme planları karşısında 40 bin kamu çalışanının grev dediği bir diğer Doğu Avrupa ülkesi ise Çek Cumhuriyeti. Borç sarmalı altında iflasın eşiğine gelen Yunanistan’da,

hükümetin krizin faturasını yıkmaya çalıştığı işçiler kitlesel genel grevlerle seslerini yükseltmeye devam ediyorlar. Yüz binlerce işçinin sokaklara döküldüğü bir ülke de, hükümetin tam kapsamlı emeklilik yaşını 65’ten 67’ye, asgari kapsamlı emeklilik yaşını ise 60’tan 62’ye yükseltme planlarını hayata sokmaya çalıştığı Fransa. 7 Eylülde gerçekleştirilen 24 saatlik genel greve 2,5 milyon işçi katılırken, aynı kalabalık kitle 23 Eylülde de bir gün iş bırakarak ülke çapında gösteriler düzenledi. Hindistan’da 7 Eylülde kamu ve özel sektörden 100 milyon işçinin katıldığı genel grev hayatı felç ederken, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki 1,3 milyon kamu işçisi de günler süren militan grevlerle burjuva hükümete, saldırılar karşısında sessiz kalmayacağı mesajını verdi. İşçi sınıfının sesini en geniş kitlelerle yükseltmesi büyük önem taşıyor. Bu açıdan 29 Eylülde Avrupa çapında örgütlenen bir günlük genel grev de son dönemin en önemli eylemi oldu. 30 Avrupa ülkesinde grev ve gösteriler gerçekleşti. Merkezî eylem ise AB’nin başkenti konumundaki Brüksel’de 100 bini aşkın işçinin katılımıyla gerçekleşen yürüyüş ve miting oldu. Bu çerçevede uzun yıllar sonra ilk kez bir genel grevin gerçekleştirildiği İspanya’da, greve 10 milyon dolayında işçi katıldı. İşçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları korkunç bir saldırı altındayken, milyonlarca işçinin öfkesi giderek daha patlamalı hale geliyor. Ancak bu tepki, burjuvaziyle el ele veren sendika bürokrasisi ve reformist partiler tarafından sürekli olarak sönümlendirici kanallara akıtılarak pasifize ediliyor. İşçi sınıfının yükselen öfkesi, bu hain önderlikler tarafından şu ya da bu hükümete yöneltiliyor, sosyal-demokrat partiler allanıp pullanıyor, seçimlerde işçi sınıfının oyları onlara akıtılıyor. Oysa iktidara geldiklerinde, onlar da burjuvazinin saldırı planlarını kaldığı yerden devam ettiriyorlar. Üstelik çoğu zaman çok daha sert saldırılarla. Yunanistan bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Sosyalist denilerek iktidara getirilen PASOK hükümeti, Yunan işçi sınıfının şimdiye dek gördüğü en ağır saldırı planını hayata geçirmeye koyulmuştur. Dolayısıyla çürümüş sosyal-demokrat partiler ölümcül rollerini oynamaya devam etmektedirler. Elif Çağlı’nın vurguladığı üzere, “kapitalizm nasıl derin krizlerine rağmen kendiliğinden çökmezse, işçi sınıfının haklı mücadelesi açısından doğacak fırsatlar da hayatı asla kendiliğinden dönüştürmeyecek”tir. Eksikliği her geçen gün daha da yakıcı şekilde hissedilen şey, bu fırsatları değerlendirip işçi sınıfına kapitalizme nihai darbeyi indirme yolunda önderlik edecek devrimci bir işçi partisidir. n

__________________________ Elif Çağlı, “Kapitalizmin Hal ve Gidişatı”, Çürüyen Kapitalizm, Tarih Bilinci Yayınları, s.28

*

18


Avrupa’da Romanların Sınırdışı Edilmesi ve Yükselen Irkçılık Kerem Dağlı

O

nları en çok sokaklarda çiçek satarken veya çaldıkları oynak havalarla ve her daim neşeli halleriyle hatırlarız. Hayatın zorluklarına, çilelerine ve dayattığı zorunluluklara boşvermiş gibidirler. Yüzleri güleçtir, ağız dolusu küfürlerle kavga etmeyi ve bir de bağıra çağıra konuşmayı severler. Kentlerdeki çoğunluk gibi beton yığını apartmanlarda oturmaya alışık değillerdir, daha çok derme çatma barakalarında, çadırlarında yaşarlar. Özgürlüklerine düşkündürler ve belki de bu yüzden seyahat etmeyi biraz severler. Eskiden Çingene denilirdi onlara, şimdiyse Roman. Çünkü yerleşik yaşam ve kültür kalıplarına sığmayan tarzlarıyla hep aşağılama ve küçümseme konusu olmuştur adları. Yani bir yandan sevilir bir yandan da tuhaf bir korku duyulur onlardan. Tuhaflık olarak görünen farklılıkları yüzünden ve bir türlü “uygarlaşamadıkları” iddiasıyla tarihin hemen her döneminde baskılara, aşağılamalara ve ırkçı yaklaşımlara maruz kalmışlardır. Ortaçağda şehirlere alınmazlardı, 20. yüzyılın başlarında pogromlara uğratıldılar, II. Dünya Savaşı yıllarında ise Yahudilerden çok daha önce toplama kamplarına kapatılıp katledildiler, şimdi de Avrupa’nın medeni ve sözümona insan hakları şampiyonu ülkeleri tarafından oradan oraya sürülüp duruyorlar. Gazeteler, Fransa’da uçaklara doldurulup sınırdışı edilişlerinin haberleriyle doluydu birkaç gün öncesine kadar.

İşleri ve aşları olmadığı için, fakat ceplerinde AB vatandaşı olduklarını gösteren pasaportlar olduğu halde, yoksulluklarına ev sahipliği yapan Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerden kalkarak İtalya ve Fransa gibi yaşam koşullarının görece daha iyi olduğu ülkelere göç etmişlerdi. Tabii ki umduklarını bulamadılar, tıpkı çürüyen kapitalizmin göçe mahkûm ettiği tüm diğer ezilenler ve sömürülenler gibi… Nazi dönemini hatırlatan toplama kamplarına tıkıldılar. Hiçbir konfora sahip olmayan çadırlarda ve barakalarda tutuldular. Avrupa’nın göbeğinde, doğru dürüst suyu ve elektriği bile olmayan, altyapısı bulunmayan, sağlık sorunlarını bile tam anlamıyla gideremedikleri kamplara hapsedildiler. İçlerinden şanslı olan küçük bir azınlık, en kötü ve ağır koşullarda çalışmaya razı gelmeleri kaydıyla şehirlere yerleşme şansı bulabildi. Çünkü 3 ay işsiz kalmaları durumunda, taşıdıkları AB pasaportuna bakılmaksızın, sınırdışı edilme durumları söz konusuydu. Üstelik bunların hiçbiri yeni değildi. Fransa hükümeti, Romanların hapsedildiği bu kampları birbiri ardına kapatarak 2009’da 10 bin, 2010’da da 8 binden fazla Romanı Romanya ve Bulgaristan’a geri göndermişti. Bugün Fransa’nın sürdürdüğü bu akıma öncülük eden ise İtalya’ydı. İtalya’nın şoven başbakanı Berlusconi, 2008 yılında, ülkede yaşayan 150 bin Roman vatandaşın parmak izleri alınarak fişlenmesi talimatını vermişti. Bunu

19


marksist tutum

Romanların yaşadıkları kamplara yönelik polis baskınları ve faşist çetelerin saldırıları izlediğinde, hükümette bakanlık eden burjuva politikacılar, “halk siyasetçilerin yapamadığını yapıyor” diyerek yapılan saldırılara sahip çıkmışlardı. Irkçı uygulamalar bunlarla da sınırlı kalmamış, kuzey İtalya’daki bir belediye Romanlara ayrı otobüsler tahsis ederek, İtalyanlarla aynı araçlarda seyahat etmelerini engellemişti. Ardından da kampların kapatılması ve sınırdışı etmeler gelmişti. Şimdilerde Sarkozy’yi eleştiren AB politikacıları ise, tüm bunlar olup biterken alçak perdeden eleştiriler getirmekle yetineceklerdi, çünkü benzer uygulamalar kendi ülkelerinde de yapılıyordu.

Avrupalı politikacıların ikiyüzlü tepkisi Hoşgörülü olmakla, insan haklarına önem vermekle ve demokrasileriyle övünen Avrupalı politikacılar tüm bu yaşananlar karşısında birbirlerine eleştiriler getirmekten ve suç atmaktan öte bir şey yapmıyorlar. Sarkozy Romanları sınırdışı ettiği için Nazi işbirlikçisi Vichy hükümetine benzetildi. Birkaç sene önce de Berlusconi, Mussolini’ye benzetilmişti. Ama “tencere dibin kara seninki benden kara” misali, suçlamayı getirenler de en az suçladıkları kadar kabahatli olduklarından, fazla ileri gitmeden özür dilediler, daha yumuşak eleştiriler yapmaya koyuldular. Neticede, göçmenlere yönelik bu ırkçı yaklaşımlara kapı aralayan da bizzat AB’nin yasaları ve düzenlemeleridir. Birçok AB ülkesinde “hızlandırılmış sınırdışı prosedürleri” yasa haline getirilmektedir. Bu sayede daha bir avukatla görüşemeden veya korumaya tam olarak erişemeden mülteciler, gece yarısı yatağından alınarak veya daha havaalanındayken jet hızıyla sınırdışı edilebiliyor. AB yasaları gereği çeşitli ülkeler, göç aldıkları ülkelere “yeniden uyum sağlama merkezleri” veya “geri kabul merkezle-

20

Ekim 2010 • sayı: 67

ri” açarak bu sınırdışı işlemlerini arttırmayı planlıyorlar. Örneğin İngiltere’nin Afganistan’da açtığı bu merkez sayesinde, İngiltere’ye iltica etmiş Afganlar ülkelerine geri gönderilerek güya önce bu merkezlerde uyum sağlar hale getirilecek ve sonra da iltica başvuruları tekrar değerlendirilecek. AB’nin ortak iltica yasasına göre mülteciler, AB’ye ilk adım attığı ülkeye veya AB’nin güvenli kabul ettiği ülkelere başvurmak zorunda. Bunun anlamı Yunanistan, Fransa ve İtalya gibi ülkelere yönelik bir yığılma olmasıdır. Dolayısıyla göçmenlerle en çok sorun yaşayan ülkeler bunlar olmakta ve göçmenlere yönelik ırkçı uygulamalar da en çok bu ülkelerde görülmektedir. Oysa özellikle bu üç ülkede mülteciler berbat koşullarla boğuşmak zorundadır. İltica başvuruları düzenli olarak alınmamaktadır, mülteciler yasal ve sosyal korunmadan uzaktır. İltica başvuruları kabul edilmediği sürece ülke içinde çalışma ve barınma hakkı alamamaktadırlar. Kısacası, derdi göçmenleri kendi içine sokmadan sınırlarında tutmak ve sadece ihtiyaç duyduğu kadarını almak olan AB, topu göçü ilk alan ülkeye atmakta ve gerisine de karışmamaktadır. Bugün için sadece Romanlara yönelik uygulamalar gündeme gelse de, mesele ne iki ülkeyle ve ne de Romanlarla sınırlıdır. İngiltere’den Almanya’ya, Yunanistan’dan Hollanda’ya kadar pek çok Avrupa ülkesinde benzer ırkçı uygulamalar sürmektedir. Vatandaşlık hakkı elde etmek isteyen göçmenlere “kan bağı” şartı getirilmesi, göçmen erkeklerin hırsız, kadınların ise fahişe diye damgalanması, şehre giriş-çıkışlarının yahut yerleşimlerinin yasaklanması, dini ve kültürel değerlerinin aşağılanması gibi en âlâ ırkçıfaşist uygulamalar bile sıradan hale gelmiştir. Hollanda’da, Belçika’da ve hatta İsveç’te aşırı sağ oylarda görülen belirgin artış, yine Fransa’da yakın zaman önce yürürlüğe giren “peçe yasağı”, Belçika hükümetinin de aynı yasak doğrultusunda adımlar atması, İsviçre’de referanduma sunulan ve kazanan “minare yasağı”; Alman merkez bankası yöneticisi ve Sosyal Demokrat Parti üyesi Sarrazin’in “Türklerin ve Arapların, Almanların zekâ ortalamasını düşürdükleri”, “Müslüman göçmenlerin dini inanışları yüzünden topluma uyum sağlayamadıkları”, “genleri yüzünden uygarlığa ve Avrupalı değerlere uyum sağlayamadıkları” yönündeki açıklamaları; Avrupa’da giderek hâkim hale gelen ırkçı atmosferin göstergeleridirler. Hal böyle olunca Berlusconi veya Sarkozy gibi şoven politikacılar da kendilerine yöneltilen eleştirileri fazla ciddiye almamakta ve hatta yavuz hırsız rolüne soyunarak “çok istiyorsanız Romanları sizin ülkenize gönderelim” diyip ırkçı politikalara gaz verebilmektedirler.


sayı: 67 • Ekim 2010

Avrupa’yı saran gerici atmosfer ve sebepleri Başlarda neo-Nazi gruplarının söylemleri ve eylemleriyle sınırlı olduğu ve kalacağı düşünülen ırkçı yaklaşımlar, bugünün Avrupa’sında sanılandan çok daha yaygın ve egemen haldedir. Sağ partilerin başkanlarının, üst düzey bürokratların, politikacıların ve devlet başkanlarının açıklamaları ve hayata geçirdikleri politikalar, tehlikenin çok daha büyük ve yakın olduğunu göstermektedir. İşin en vahim yanı, bu tehlikenin tam olarak kavranamaması ve gerekli karşı mücadelenin yeterince örgütlenememesidir. Çünkü gerici burjuva politikacılar, yaptıklarının ırkçılık olduğunu reddetmekte ve “hoş olmasa da” birtakım zaruretlerin sonucu olduğunu iddia etmekte, siyasal bilinçten yoksun ve örgütsüz durumdaki işçi emekçi halkın önemli bir kesimi de buna inanmaktadır. Sağcı politikacılar, göçmenlerin topluma uyum sağlayamadıklarını ve hatta buna direndiklerini, tembel ve suça meyilli olduklarını, toplumda çürümeye yol açtıklarını, işsizlik parası veya çocuk yardımı üzerinden devleti ve bu yolla da toplumun çalışan kesimini sömürdüklerini, bu yüzden devlet bütçesinde ciddi açıklara sebebiyet verdiklerini, “gerçek vatandaşların” işlerini çalarak işsizliğe sebep olduklarını söylemektedirler. Ekonomik krizin devam ettiği ve buna bağlı olarak işsizliğin, işçi sınıfının sosyal haklarına yönelik saldırıların giderek arttığı koşullarda, burjuvazinin bu söylemi kendine önemli bir taban bulabilmektedir. İşsizliğin sebebi bal gibi kapitalizmin kendisi olduğu halde bilinçsiz işçiler, “işlerini çalan” göçmenlere veya “yabancı”lara karşı öfke duymaya başlamaktadırlar. Asıl sebep burjuvazinin saldırı politikaları olduğu halde, işsizlik parası ve çocuk yardımı gibi sosyal haklarının gittikçe kesintiye uğramasının sebebinin de göçmenlerin tembel tembel oturup çalışmadan bu sosyal yardımlarla geçinmesi olduğuna inanmaktadırlar. Burjuva hükümetler, işçi sınıfından topladıkları vergileri ve kesintileri, krizi gerekçe göstererek ve kurtarma operasyonu adı altında sermaye sahiplerinin cebine aktarmakta ve böylece krizin faturasını işçi sınıfına kesmekte, sonra da “bu yabancılar yüzünden devletin kasası boşalıyor” diyerek suçu göçmenlere atmaktadır. İşçi sınıfının geri bilinçli ve örgütsüz geniş kesimleri de bu yalanlara kanabilmekte ve hükümetlerin uygulamaya soktuğu ırkçı politikalara onay verebilmektedirler. Oysa AB’ye göç veren ülkeler, ya geçmişin sömürgeleri ya da bugün emperyalist savaşın cehenneme çevirdiği bölgelerdir. Bugün bu ülkelerdeki emekçilerin çektiği açlık, sefalet ve yoksullukta Avrupalı emperyalist güçlerin çok büyük payı vardır. Bunun yanı sıra, bu emperyalist güçlerin paylaşım kavgası yüzünden kendi topraklarında yaşayamaz hale gelen insanlardır söz konusu olan göçmenler. Çoğu zaman hayatlarını riske atarak AB ülkelerine göç etmelerinin sebebi, bir parça daha iyi yaşama umududur. Çok azı bir AB ülkesine ulaşabilmekte ve ulaşanların da

marksist tutum

çok azı ülkeye kabul edilmektedir. Avrupa çapında yükselen ve göçmenleri hedef alan ırkçılığın temelini kapitalizmin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik konjonktür oluşturmaktadır. Kriz dönemlerinde burjuva hükümetlerin bu türden ırkçı politikalara meylettikleri bilinen bir olgudur. Ekonomik krizin daha da arttırdığı işsizlik ve yoksulluğun kaynağı olarak göçmenlerin yani “yabancı”ların gösterilmesi, hatta daha da ileri gidilerek toplumdaki her türlü kötülüğün, yozlaşmanın, çürümenin suçunun bu göçmenlere yüklenmesi, burjuva hükümetler için en kolay ve etkili çarelerden biridir. Krizin sonuçlarından kaynaklı olarak işçi sınıfında biriken öfkenin boşaltılabileceği bir hedef de tayin edilmekte, milliyetçi, şovenist ve ırkçı fikirlerin propagandası yoluyla işçi sınıfının bu hedefe doğru kışkırtılması mümkün olmaktadır. Burjuva hükümetler böylece kendilerini hedef olmaktan kurtarmakta ve olumsuzlukların asıl failinin kapitalizm olduğu gerçeğini de gizleyebilmektedirler. 11 Eylül’den sonra kızışan hegemonya kavgası ve emperyalist savaş süreci ise meselenin diğer boyutunu oluşturmaktadır. Bu açıdan baktığımızda, Avrupa’da yükselen ırkçı politikaların başlıca konusunun, göçmen nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Müslüman kesim olması da boşuna değildir. Bu seçicilik, AB’yi peşinden sürükleyen Amerikan emperyalizminin planlarına da uygundur. SSCB’nin çöküşüyle birlikte komünizm öcüsünün yerini alan “uluslararası terörizm” kavramının radikal İslamcı hareketlerle ve hatta Müslümanlıkla özdeşleştirilmesi, “Medeniyetler Savaşı” perspektifinin bir gereğidir. ABD bu sayede Afganistan ve Irak işgallerini kitlelerin gözünde meşrulaştırabilmiş veya en azından kitleleri pasifize edebilmiştir. Avrupa da dâhil olmak üzere Batı toplumlarının hemen hepsinde yaratılan İslamofobi de bu planların sonucudur. Batı’nın emperyalist metropollerinde estirilen bu İslamofobi rüzgârı, en bilindik ırkçı argümanlarla bezenmiş durumdadır. Avrupa’ya göç etmiş Türklerin, Arapların ve her türden Müslüman kesimin, sahip oldukları dini değerler ve kültürleri yüzünden bir türlü modern toplumun değerlerine uyum sağlayamadıkları, terörizme ve şiddete yatkın oldukları gibi iddialar İslamofobi denilen ideolojik saldırının temel argümanlarıdır. Bu argümanlar, Türklerin, Arapların veya genel olarak Doğulu halkların genlerinde bir problem olduğu yönündeki klasik ırkçı tezlerle de birleştirilmekte ve İslamofobi iyice ırkçı bir nitelik kazanmaktadır. Sağcı-gerici burjuva hükümetler tarafından bilinçli olarak yaratılan İslamofobi sonucu, toplumda MüslümanArap-Doğulu insanlara, göçmenlere karşı bir korku ve tepki oluşturulmaktadır. Geriye dönük kısa bir tarih hatırlatması İslamofobinin nasıl da bilinçli bir biçimde tırmandırıldığını açık biçimde göz önüne serecektir. Önce Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın başörtüsünü Fransız okullarında yasaklama kararı gelmişti.

21


marksist tutum

Ardından 11 Eylül olayı patlak verdi ve İslamofobi adeta sıçrama yaptı. Karalama kampanyaları patlak verdi; bir Danimarka gazetesinde yayınlanan karikatürler aracılığıyla Müslümanların peygamberi Muhammed’e hakaret edildi. Tabii karşılığında Müslüman dünyada ciddi tepkiler oluştu. Bu süreçte, İslam’a saldırmak Batı’da normal bir durum haline geldi. Papa 16. Benediktus İslam’ı kötüledi. Ardından buna Hollandalı bir milletvekilinin yüzsüzlüğü katıldı. İslam’a ve Kuran’a hakaret kampanyasına liderlik eden bu vekil Avrupa’daki aşırı sağ muhalefetin lideri haline geldi. Sonrasında İsviçre’de minare, Belçika ve Fransa’da da peçe yasakları başgösterdi. Son olarak New York’ta bir İslam merkezi inşa edilmesiyle ilgili bir kriz yaşandı ve buna 11 Eylül’ün yıldönümünde Kuran’ın yakılmasını amaçlayan bir kampanya eşlik etti. Açıktır ki, İslamofobi rüzgârları giderek daha sert ve kalıcı hale gelmektedir ve kapitalizmin tarihsel bunalımı derinleştikçe ve bununla bağlantılı olarak Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaş kızıştıkça bu rüzgârın şiddetlenmesi de kaçınılmazdır. Geçmişin Yahudi karşıtlığının yerini şimdi İslamofobi almıştır.

Kapitalizmi ehlileştirme hayalleri İslamofobi ve göçmenlere karşı yürütülen bu ırkçı politikalar, burjuva hükümetler tarafından bilinçli biçimde yükseltildiği halde, kimileri bunu önlemenin yolu olarak kapitalizmi ehlileştirmeye dönük liberal hayalleri öne sürüyorlar. Avrupalı reformistler ve liberal solcular, göçmenlere yapılan ırkçı saldırılara ve uygulamalara karşı çıkmakla birlikte, burjuva devletlerin göçmenleri sınırdışı etme hakkının korunması gerektiğini ve (AB pasaportu taşısalar dahi) seyahat özgürlüğüne belirli kısıtlamalar getirilmesinin normal olduğunu savunuyorlar. Öte yandan, nüfusu giderek yaşlanan ve azalan Avrupa’nın göçmen işgücüne ihtiyacı olduğundan dem vurarak, burjuva hükümetleri göçmen politikaları konusunda daha insaflı ve “akılcı” davranmaya çağırıyorlar. AB anlayışının temelinde dinsel, dilsel ve etnik çeşitliliğin, farklılıklara karşı hoşgörünün olduğunu iddia eden bu mantık, Avrupa ekonomisinin ihtiyaç duyduğu göçmen işgücünün neden sınırdışı edildiğini ve neden gittikçe daha katı göçmen yasalarının hayata geçirildiğini de bir türlü anlayamıyor. Onlara göre AB’nin göç politikasını insancıl bir rotaya çekmek ve göçmenlerin lehine politikalar üretilmesini sağlamak o kadar da zor değildir. Bunun için burjuva hükümetlere doğru yolu göstermek ve AB genelinde birtakım yasal düzenlemeleri hazırlamak yeterlidir. Bunlar, burjuva hükümetleri göç veren ülkelere yatırımlar yapmaya, bu ülkelerdeki sosyal ve ekonomik hayatı desteklemeye çağırıyorlar. Ve bu arada da “göçmenlerin barınma ve çalışma taleplerinin karşılanması bir lütuf değil, haklarının yerine getirilmesidir” yollu açıklamalarla politikacıların kulağını çekmeyi ihmal etmiyorlar. Ardından ise

22

Ekim 2010 • sayı: 67

burjuva hükümetleri çok fazla zorlamanın yanlış olduğunu, göçmenlerin kültürel farklılıklar ve gerilikler nedeniyle topluma uyum sağlamalarının zor olduğunu, göçmenlere verilen sosyal yardımların işe yaramadığını, onun yerine göçmen çocuklarının eğitimine daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini ekliyorlar. Oysa AB anlayışının temelini oluşturan kavramlar bu kesimlerin iddia ettiği gibi insanlığın evrensel değerleri değil, burjuva sınıfın ekonomik ve siyasi çıkarlarıdır. Bu yüzden de burjuva hükümetlerin göçmenlere karşı uyguladığı politikalar insani değerlere göre değil, bu çıkarlara göre ayarlanmaktadır. Burjuva hükümetlerden insancıl göçmen politikaları beklemek ham hayaldir. AB nezdinde yasalara geçirilecek göçmen lehindeki maddelerin de bir faydası olmayacaktır, çünkü halihazırdaki maddelere kimsenin uyduğu yoktur. Fransa, AB pasaportuna sahip oldukları halde Romanları sınırdışı etmektedir. Avrupa ülkeleri, göç veren ülkelere zaten çeşitli düzeylerde sermaye yatırımları yapmaktadırlar, ama bu yatırımların o ülkedeki işçi-emekçi halkın daha fazla yoksullaşmasını engellemesi mümkün değildir ve olmayacaktır. Çünkü kapitalizmin böyle bir işlevi hiçbir zaman olmamıştır. Görüldüğü üzere AB ülkeleri, göçmenleri geldikleri ülkelere geri postalamak ya da ihtiyaç duydukları kadarını içeri alarak posası çıkana dek sömürmekten başka hiçbir şey yapmamaktadırlar. Afrika’dan Ortadoğu’ya, Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın çok geniş bir coğrafyasında yaşayan emekçi halkların sefaletin pençesinde yaşamasının temel sebebi kapitalizmdir, onun eşitsiz gelişmesidir. Bu sistemin kaymağını yiyenler de bu göçmenleri sınırdışı eden emperyalist ülkelerdir. Bugün Batılı değerlere uyum sağlayamamakla suçlanan ve aforoz edilen göçmenler, günde 16 saat, haftada 7 gün, asgari ücretin bile altında, çoğunlukla da kaçak işçi olarak çalıştırılmaktadırlar. İnsanlık dışı koşullarda toplama kamplarında yaşamaya mahkûm edilmiş emekçilerin, iş, aş ve gelecek umudundan yoksun bir biçimde yaşadıkları düşünülürse, neden bir türlü o çok övülen Batılı değerlere uyum sağlayamadıkları daha iyi anlaşılacaktır. Kaldı ki, burjuva hükümetler göçmenlerin uyum sorunlarını gidermek için hiçbir zaman yeterli ve samimi bir çaba göstermemişlerdir. Ayrıca göçmenlere verilen sosyal yardımların, kriz gerekçesiyle burjuvaziye aktarılan paraların yanında devede kulak kaldığı da açıktır. Asimilasyon politikalarıyla, yasaklamalarla, baskıcı uygulamalarla insanların kültürlerinin geliştiği, insanlığın evrensel değerlerine daha fazla sahip çıktıkları görülmüş değildir. Reformist bakış açısıyla meseleye çözüm getirilemeyeceği açıktır. Ancak burjuva hükümetlerin, sınırlarını kapatarak veya içeri girmişleri sınırdışı ederek bu göçmen akınından kurtulamayacakları da açıktır. Afrika’dan Ortadoğu’ya, Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum

nın da mücadelesidir. Bu yüzden işçi sınıfı, serbest dolaşım hakkını ve isteyenin istediği ülkede çalışma ve inançları ve kültürleri doğrultusunda yaşama hakkına sahip olması gerektiğini yüksek sesle savunmalıdır. Elbette daha geri ülkelerden ileri ülkelere doğru yaşanan göç, bu yoksul ve sefil durumdaki işçi-emekçi halklar için gerçek ve kalıcı çözüm değildir. Gerçek çözüm bu sorunlara yol açan kapitalizmin yıkılmasıdır. Böylece işçi sınıfının iktidarı altında uluslar arasındaki eşitsizlik ortadan kalkacak ve sosyalist bir dünya kurulabilecektir. İşçi sınıfı, burjuva hükümetlerin ve partilerin yaydığı milliyetçi, şoven zehre karşı uyanık olmalıdır. Sorun sadece marFransa’da, “Hoşgörüsüzlüğe Karşı Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” jinal faşist çetelerden, yahut aşırı sağcı parsloganıyla düzenlenen protesto gösterilerinin, burjuva tilerden ibaret değildir. Milliyetçi propahükümetlere verilen kuru öğütlerden çok daha etkili olduğu gandanın dozunun artmasına paralel olakesindir rak, ırkçı fikirler de toplumun daha geniş kesimlerine yayılmakta, bilhassa göçmenlere yönelik ırkçok geniş bir coğrafyasında yaşayan emekçi halkların sefaçı uygulamalar kabul görmektedir. Oysa tarih, bugün göçletin pençesinde yaşamasının temel sebebi kapitalizmdir, menlerin, “yabancıların”, Romanların başına gelenlere kaonun eşitsiz gelişmesidir. Bu sistemin kaymağını yiyenyıtsız kalmanın bedelinin ağır olacağını, sıranın hızla söz ler de bu göçmenleri sınırdışı eden emperyalist ülkelerdir. konusu ülkelerin işçi sınıfına geleceğini acı derslerle gösDolayısıyla tüm bu yapısal özellikleriyle kapitalizm devam termektedir. ettiği sürece bu akın durmayacaktır. Kapitalizmin içine girmiş olduğu ekonomik kriz ve yürüyen emperyalist savaş, burjuva hükümetleri giderek olaİşçi sınıfı ırkçılığa karşı mücadele ğanüstü rejimlere has tedbirleri almaya itmekte, milliyetetmek zorundadır çiliğin, şovenizmin, ırkçılığın dozu giderek artmaktadır. Bu durumda Avrupa işçi sınıfına düşen, göçmen veya “yaBatılı ülkelerde yükselen ırkçılığa, ırkçı göçmen polibancı” denilerek dışlanmaya çalışılan işçilere de sahip çıtikalarına ve İslamofobiye karşı işçi sınıfının kendi bakarak, onları da kendi saflarında örgütleyerek, burjuvaziye ğımsız hattında, örgütlü mücadelesini yükseltmesi şarttır. yani ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmektir. İşçi Fransa’da, sol partilerin ve sendikaların öncülük ettiği ve sınıfının enternasyonal örgütlülüğüne, mücadele birliğine “Hoşgörüsüzlüğe Karşı Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” slogüç katmaktır. Afrika’nın, Ortadoğu’nun ve Asya’nın eziganıyla 130 şehir ve kasabada düzenlenen protesto gösterilen halklarının, işçi-emekçi sınıflarının sorunlarına da salerinin, burjuva hükümetlere verilen kuru öğütlerden çok hip çıkmak, onlar için ve onlarla beraber mücadeleyi ördaha etkili olduğu kesindir. Sarkozy gibi ırkçı burjuvalagütleyebilmektir. Bataklığı kurutmanın tek gerçek çözüm ra geri adım attıracak olan da budur. Protestocuların açtıolduğunu bilerek, emperyalizme ve kapitalizme karşı müğı, “Irkçılığa Son, Sarkozy’nin İnsanlık Dışı Politikalarına cadeleyi yükseltmektir. Hayır” pankartının arkasında, Romanların ve çeşitli milliAksi takdirde, yükselen ırkçılığa, İslamofobiye, ırkçı yetlerden işçilerin yan yana yürümesi, enternasyonal dayagöçmen politikalarına karşı mücadele verilmezse, işçi sınınışmanın güzel bir örneğidir. fını nasıl bir belânın beklediğini görmek için, II. Dünya İşçiler, insanların “Çingene” veya “Müslüman-ArapSavaşı yıllarına bakmak yeterlidir. Yetmiyorsa çok daha yaDoğulu” olduğu için aşağılanmasına asla prim vermemelikın zamanda Balkanlar’da yaşanan kan banyosu hatırlandirler. Aşağılanan ve işçi sınıfının başındaki belâların kaymalıdır. Faşizmin bir daha gelmeyeceğini düşünmek ahnağı olarak düşmanlaştırılmaya çalışılan göçmenler uluslamaklıktır. Bugünkü ırkçılığın, 6 milyon Yahudiyi fırınlarrarası işçi sınıfının bir parçasıdır. Burjuvazinin söylemlerida yakan, gaz odalarında boğan Nazizmden özde farklı olne kanmak, sınıfın birliğinin ve gücünün bölünmesine ramadığını görmek gerekir. Irkçılığa ve onu temsil eden fazı gelmektir. Bugün devletler arasındaki sınırların varlığışist partilere karşı tek geçerli mücadele, işçi sınıfının ennı sürdürmesinde de işçi sınıfının bir çıkarı yoktur. İşçi sıternasyonalist ve devrimci anlayışıyla verilecek olandır. nıfının sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum kurmak yolundaÇünkü faşizmi ancak işçiler ezer! n ki sosyalizm mücadelesi, bu sınırların toptan kaldırılması-

23


Kemalist Bürokrasi ve On

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne egemenlerin geleneksel iktidar dansı Tek parti (CHP) diktatörlüğü altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi (1923-46), Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin hiç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt halkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karşılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır. İşin ilginç yanı, gerek Türk işçi ve emekçi kitlelerin, gerekse Kürt halkının her türlü demokratik çıkışının genelde statükocu bir tepkiyle karşılandığı ya da şiddetli bir saldırganlıkla bastırıldığı bu yılların, gerçeklerle adeta alay edercesine, resmi tarihin sayfalarına “ilerici-devrimci yıllar” olarak kaydedilmiş olmasıdır. Oysa ne yönetici kadroların eylemleri, ne de yapılan işlerin niteliği bakımından bu yılları “ilerici-devrimci yıllar” olarak nitelemek mümkündür. Bu ülkede Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetle devam eden “çağdaşlaşma-Batılılaşma-modernleşme” projesinin “mimarlığını” ve fiili uygulayıcılığını yapan kadroların, despotik-devletçi geleneği çok güçlü bir kaynaktan, yani Osmanlı askeri bürokrasisinden geldiği bir sır değildir. Milli Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan bu burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır. Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi “Batılılaşma, modernleşme” özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Dolayısıyla bunlar, Osmanlı’dan miras kalan kurum ve yapıları köklü bir halk

24

Tek parti (CHP) diktatörlüğü altında geçen bur 46), Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin hi kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt ha ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karş gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır. İşin il gerekse Kürt halkının her türlü demokratik çıkış ya da şiddetli bir saldırganlıkla bastırıldığı bu y tarihin sayfalarına “ilerici-devrimci yıllar” ola kadroların eylemleri, ne de yapılan işlerin niteliğ olarak niteleme devrimiyle ortadan kaldırmak yerine, bu yapıların pek çoğunu yeni kurulan cumhuriyet rejimine uyarlayarak muhafaza etme yolunu tutmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyeti kuran ve “devrimci” olduğunu iddia eden bu “öncü” kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı “Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme” söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.


nun Vesayet Cumhuriyeti Mehmet Sinan

rjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi (1923iç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde alkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, şılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine lginç yanı, gerek Türk işçi ve emekçi kitlelerin, şının genelde statükocu bir tepkiyle karşılandığı yılların, gerçeklerle adeta alay edercesine, resmi arak kaydedilmiş olmasıdır. Oysa ne yönetici ği bakımından bu yılları “ilerici-devrimci yıllar” ek mümkündür. Emperyalist işgal güçlerine karşı kazanılan askeri zaferin ardından kurulan yeni devletin (TC’nin) merkezi çekirdeğini oluşturan askeri ve siyasi kadrolar (Kemalistler), bir yandan kendilerini daha yeni gelişmekte olan Müslüman-Türk burjuvaziye dayandırmaya çalışırken, diğer yandan da bizzat kendileri devlet olanaklarından yararlanarak burjuvalaşmaya çalışıyorlardı. Ama öte yandan bu kadrolar, Osmanlı’nın geleneksel “devlet” anlayışı içinde yetişmiş olmalarından kaynaklı olarak, kendilerini hâlâ “devletlû” bir sınıf gibi görme ve devletin “aslî sahibi” sayma eğilimindeydiler. Cumhuriyet rejimini yöneten siyasal kadronun bu öznel eğilimi, Milli Mücadele sürecinde kurulan “kent burjuvazisi-eşraf-bürokrasi” ittifakı içinde giderek esaslı bir çelişki yaratacaktı. Çünkü Kemalist bürokrasi kendini her ne kadar Osmanlı’daki gibi “devletlû” bir sınıf olarak hissetse de, artık ne devlet o eski Osmanlı devletiydi, ne de toplum o eski tebaa toplumu. Kapitalizm yönünde gelişen yeni toplum, esasen bir burjuva toplumu olma yolunda ilerliyordu ve bunun da burjuvazi ile “kurucu” bürokrasi arasında bir çelişkiye yol açması kaçınılmazdı.

Nitekim yeni kurulan cumhuriyet rejiminde kentli büyük burjuvazi iktisaden gelişip güçlendikçe, bu sınıfın devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olma isteği de giderek artacaktı. Bu durumda, iktisaden güçlenen mülk sahibi burjuvazi ile devlet yönetimini tekelinde tutan Kemalist bürokrasi arasında giderek bir zıtlaşmanın doğması da kaçınılmaz olacaktı. İşte Kemalist bürokrasi ile mülk sahibi burjuvazi arasında Milli Mücadele yıllarında kurulan siyasal birlikteliğin (iktidar bloğu), yıllar ilerledikçe “çelişkili ve çatışmalı” bir birlikteliğe dönüşmesinin gerçek nedeni budur. Bu ülkede askeri bürokrasinin tutumu, cumhuriyetin ilanından başlayarak, burjuva düzenin gelişim evrelerini derinden etkilemiştir. Cumhuriyetin ilanından sekiz ay önce (17 Şubat 1923’de), yeni yönetimin izleyeceği iktisat politikalarını belirlemek amacıyla İzmir’de bir İktisat Kongresi toplanmıştı. Bu kongre, siyasal iktidarı fiilen elinde tutan milliyetçi askeri bürokrasiyi, İstanbul ve İzmir’in MüslümanTürk burjuva çevrelerini, Anadolu eşrafını ve büyük toprak sahiplerini bir araya getiren bir organizasyondu. M. Kemal’in önderliğindeki milliyetçi askeri bürokrasi ile Müslüman-Türk burjuvazisinin birlikte oluşturdukları yeni iktisat politikasının ana hedefi bu kongrede açıkça belirtilmişti: Devlet aracılığıyla ve devlet imkânlarıyla, kapitalist temeller üzerinde ulusal bir ekonomi inşa etmek! Kongre ayrıca, Osmanlı Devleti’nden devralınan liberal iktisat politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutum konusunda köklü bir değişiklik yapılmayacağına dair de Batılı emperyalist güçlere güvence veriyordu. Siyasal iktidarı fiilen elinde bulunduran Milli Mücadele’nin askeri ve siyasi önder kadrosu, bu kongrede, kapitalist üretim biçimine mümkün olduğu kadar hızlı bir geçişi sağlamak amacıyla sermaye birikimini yerli burjuvazi-

25


Ekim 2010 • sayı: 67

marksist tutum

nin yararına hızlandırmayı taahhüt ediyordu. Kemalist iktidar, elinde bulundurduğu yasama ve yürütme gücünü bu hedefe ulaşmak üzere kullanacak ve özel bir vergilendirme yoluyla emekçi halkın sırtından çekip alacağı birikimleri burjuvaziye aktaracaktı. Böylelikle devlet, Kemalist bürokrasinin yönetimi altında, “milli” kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla “milli” burjuvazinin hizmetine koşulmuş oluyordu. Tabii, Kemalist bürokrasi uygulayacağı bu “milli” iktisat politikasını, “cumhuriyetçilik”, “milliyetçilik”, “halkçılık”, “devrimcilik”, “anti-emperyalistlik” vb. olarak lanse edecekti halka! Dolayısıyla, 1923’den 1930’a kadar süren bu dönem, “milli iktisat politikası” adı altında yerli burjuvaziye devlet aracılığıyla sermaye birikimi sağlamaya çalışmaktan öteye geçmeyen bir dönem olmuştur. Sözümona bu yolla, kapitalist sanayileşme hamlesi başarılacak ve ulusal kalkınma sağlanacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, “kapitalist sanayileşme” yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı. Bu dönemde ne “milli” burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine “milli” burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayri Müslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı. Yerli burjuvazi, 1923-30 yıllarının ekonomik yalıtılmışlık koşulları içinde kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalmış ve elindeki imkânlar ve araçlar dahilinde, ülke içinde yaratılan artı-değeri (en başta da tarım ürünlerinin ihracı yoluyla köylülerin artı-değerini) sömürerek palazlanmaya çalışmıştır. “Milli” burjuvazi, bu sömürü mekanizmasının organize edilmesinde en büyük yardımı tabii ki Kemalist devletten görmüştür. Bu dönemde devlet gücünü elinde bulunduran ve bir anlamda “milli” burjuvazinin de hamiliğini yapan Kemalist bürokrasi, ülkeye yabancı sermaye girişinden umudunu tamamen kesmiş olduğundan, kapitalist birikimin ancak ülke içi kaynakların hızlanan bir sömürülmesiyle sağlanabileceğini ve bunun vazgeçilmez aracının da devlet olduğunu görmüş bulunuyordu. O nedenle Kemalist bürokrasi, devleti hem servetlerin oluşturucusu hem de dağıtımcısı konumuna getiren bir ekonomik politikayı gecikmeksizin uygulamaya koydu. Uygulanan bu ekonomi politikası sonucunda, yüksek mevki sahibi Kemalist bürokratlar (bürokratik elit) kısa zamanda toplumsal ve siyasal

26

yaşamın en etkili figürleri haline geldiler. Çünkü bir grup insanı (yeni yetme burjuvaziyi) zengin edecek siyasi kararları alan ya da bu kararların alınmasında etkin bir rol oynayan onlardı. İşte uzun yıllar Kemalist bürokratik eliti yerli burjuvazinin gözünde vazgeçilmez kılan ve onu bir “hami” konumuna yükselten, aslında Türkiye’nin mevcut koşullarından başkası değildi.

Kemalist bürokrasi ve onun vesayet cumhuriyeti Geçmişte sömürge ya da yarı-sömürge konumunda olup, sonradan kapitalist ülkeler arasında yerini alan ülkelerin siyasal tarihine baktığımızda, bunlardan pek çoğunun ulus-devlet kurma aşamasında benzer gelişmeler sergilediğini görmekteyiz. Bu ülkelerde ulus-devletin kurulması aşamasında kendilerini anti-emperyalist, halkçı, devrimci vb. olarak lanse eden iktidarların pek çoğunun, gerçekte örgütlü halk güçlerine dayanmadığı ve gerçek bir halk iktidarını temsil etmediği, yaşanarak kanıtlanmış bir gerçekliktir. Genel kabul görmüş bir adlandırmayla, “ulusal devrimci” olarak kategorize edilen bu iktidarların pek çoğu, aslında bir halk hareketinin sonucunda kurulan iktidarlar olmayıp, milliyetçi bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulan tepeden inmeci iktidarlardır. Bu bürokratik seçkinci iktidarlar, gerçek sınıf doğalarını, yani burjuva karakterlerini halktan gizleyebilmek için, iktidarları süresince genellikle demagojiye başvurmuşlardır. Milli Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır. Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi “Batılılaşma, modernleşme” özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Bu tip iktidarların devrimciliği ve halkçılığı, genellikle söylem düzeyinde kalmış ve gerçek yaşamda hiçbir zaman eyleme dönüşmemiştir. Dolayısıyla bu iktidarların egemenlik sürdürdüğü ülkelerin ekonomik ve sosyal yaşamında, halk kitlelerinin örgütlü devrimci eylemine dayanan gerçek anlamda devrimci dönüşümler yaşanmamıştır. Fakat öte yandan, bu ülkelerde iktidar tekelini uzun yıllar elinde bulunduran bürokratik seçkinci iktidarlar, kapitalizm açısından yapılması zaten zorunlu hale gelmiş reformları yaptıklarında da, bu uygulamalarını sanki bir “devrim” gerçekleştiriyorlarmış gibi sunmuşlardır toplumlarına. Tarihteki “ulusal devrimci” iktidarlardan biri olan Kemalist bürokrasinin tepeden inmeci iktidarı da aynen böyle davranmıştır kendi toplumunda. Daha baştan emekçi


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmayı, yani Batı’daki gibi kapitalist bir toplum kurmayı amaçlamış olan Kemalist bürokrasi, bir yandan “milli” bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışırken, diğer yandan da emekçi sınıflar üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmayı hiç ihmal etmemiştir

halk sınıfları (işçi, küçük ve yoksul köylü, küçük esnaf vb.) üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmuş olan bu bürokrat-burjuva iktidar, bu niteliğini halktan gizleyebilmek için, kendini “halkçı, devrimci” modern bir cumhuriyet rejimi olarak takdim etmiştir topluma. Resmi tarihin de yıllar boyunca “anti-emperyalist, halkçı, devrimci” bir iktidar olarak kategorize ettiği Kemalist bürokrasinin iktidarı, gerçekte bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulmuş azgelişmiş ülke burjuva diktatörlüklerinin ilk örneklerinden biriydi aslında. Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmayı, yani Batı’daki gibi kapitalist bir toplum kurmayı amaçlamış olan Kemalist bürokrasi, siyasal rejimi de daha baştan bu amaca uygun bir biçimde yapılandırmaya çalışmıştır. Nitekim iktidarda kaldığı sürece, bir yandan “milli” bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışırken, diğer yandan da emekçi sınıflar üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmayı hiç ihmal etmemiştir. Fakat buna rağmen Kemalist bürokrasi, gene de kendi sınıf doğasını ve tarihsel misyonunu halktan gizleyebilmek için, her türlü demagojiye başvurmaktan geri durmamış ve yıllar boyunca kendini kitlelere “anti-emperyalist, devrimci, halkçı” olarak empoze etmeye çalışmıştır hep. Hatta bu rejimin önderi konumunda olan M. Kemal bu konuda daha da ileri gitmiş ve kendi iktidarları altında artık Türkiye’de sınıfların var olmadığını ve Türk milletinin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluşturduğunu ilan etmiştir cümle âleme! Oysa Kemalist bürokrasinin 1923 yılında kuruluşunu ilan ettiği bu “halkçı” ve de “devrimci” cumhuriyet rejimi, aslında etnik bir grubun burjuvazisinin, yani “milli” diye tanımladığı Türk burjuvazinin (tüccar-eşraf-bürokrasi) çıkarlarını koruyup kollamayı esas alan ve kendini bütünüyle bu amaca uyarlamış olan halisinden bir milliyetçi burjuva sınıf diktatörlüğü idi. Nitekim bu dönemde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altında kurulmuş bü-

tün cumhuriyet hükümetleri, daha önce büyük tüccar, eşraf ve bürokrasi ittifakının İzmir İktisat Kongresinde almış olduğu kararlar doğrultusunda hareket edecek ve tüm çabalarını, devlet eliyle bir “milli” burjuva sınıfı yaratmakta yoğunlaştıracaklardı. Üstelik bu konuda öncülüğü de bizzat Cumhurbaşkanı M. Kemal’in kendisi yapacaktı. Örneğin, bu dönemde, onun koyduğu 250 bin lira ödenmiş sermayeyle Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu gerçekleştirilecekti. İş Bankası’nın yönetim kurulunda, İstanbul, Ankara ve İzmir’in büyük tüccarları ve Anadolu eşrafından gelen kimselerin yanı sıra, yüksek bürokrasiden (Milli Mücadelenin askerî, idarî ve siyasî kadrolarından) gelen kimseler de yer alacaktı. Milli Mücadele önderlerinin ve cumhuriyet dönemi bürokrasisinin kapitalizm karşısındaki tutumunu, M. Kemal’in bu konudaki “teorik” ve “pratik” yönelimi en açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 1923’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız…”1 Nitekim M. Kemal, Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp TC kurulunca, kapitalist girişimcilik konusunda da ilk örneği kendisi oluşturacak ve yaptığı yatırımlarla “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu herkese kanıtlayacaktı. Ölümünden bir süre önce hazineye bağışladığı şahsi malvarlığının dökümü, onun sağlığında gerçekten de “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu göstermektedir. M. Kemal’in malvarlığının dökümü özetle şöyleydi: Toplam 154.720 dönüm tarım arazisi ve mera, 51adet bina, bira fabrikası, malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, iki süt fabrikası, şarap imalathanesi, elektrikle işleyen değirmen, İstanbul’da bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, ayrıca Ankara ve Yalova’da tavuk çiftlikleri, peynir ve yağ üretmeye elverişli iki imalathane, 16 adet traktör, 13

27


marksist tutum

adet harman ve biçerdöver, deniz motoru, 5 adet kamyon ve kamyonet, 2 adet otomobil, çiftliklerin genel servislerinde çalıştırılan 19 adet binek ve yük arabası, ayrıca canlı demirbaş olarak: 13.000 baş koyun, 433 baş sığır, 69 at, 2450 tavuk vb.2 M. Kemal’in sahip olduğu bu varlıkların toplam değeri, o dönemin koşullarında ancak büyük bir kapitalistin sahip olabileceği bir sermaye büyüklüğüne işaret etmektedir hiç kuşkusuz! Ama o dönemde bürokrasiden “kapitalist müteşebbis”liğe terfi eden yalnızca M. Kemal değildir. Milli Mücadeleye katılmış ve yeni rejimde de askerî, idarî ve siyasî görevler üstlenmiş pek çok üst düzey bürokrat ve milletvekili de çok geçmeden kapitalist müteşebbisler arasında yerini alacaktı. Yeni rejimin zenginleşme çabasındaki yönetici kadrolarının pek çoğu, Ankara’da arsa spekülasyonu yaparak büyük paralar kazanmışlardı. Milli Mücadelenin bu nüfuzlu kişileri, Ankara’nın bir başkent olarak imarı döneminde spekülasyon amacıyla Ankara Belediyesinden pek çok arsa satın almışlardı. Belediyeden bu arsaları zamanında metrekaresi bir liradan satın alan bu nüfuzlu kişiler, daha sonra aynı arsaları devlete metrekaresi yüz liradan satacaklardı. Devlet eliyle zengin olmanın, ya da “milli” burjuvalığa terfi etmenin yollarından yalnızca biriydi bu arsa spekülatörlüğü. Pek çoğu bürokrat kökenden gelen bu arsa spekülatörleri, elde ettikleri paralarla gene devlet ihalelerine katılarak ve devletin müteahhitlik işlerini üstlenerek kısa zamanda daha da zenginleştiler. Ankara, devlet katındaki pozis-

28

Ekim 2010 • sayı: 67

yonlarını ve siyasal nüfuzlarını özel çıkarları için kullanarak kısa zamanda zenginleşen bu “iş bilir” faydacı insanların (aferistler) mekânı olacaktı. Bu dönemde İş Bankası ile Sanayi ve Maden Bankası, devlet eliyle birey zengin etmenin öncülüğünü yapan başlıca kuruluşlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de bankalar etrafında çıkar grupları oluşmuş ve bunlar bankanın adıyla anılır olmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyet devleti bu dönemde, tıpkı Osmanlı devletinin yaptığı gibi birtakım imtiyazlar ve tekeller oluşturup, bunların işletme hakkını milletvekilleri ve işadamlarının ortaklaşa kurdukları şirketlere devrediyordu. Örneğin, İstanbul ve İzmir limanlarını işletme imtiyazı, kibrit tekeli, şeker ithalatı, petrol-benzin ithalatı tekeli, alkollü içki ve ispirto üretim tekeli vb., Kemalist devletin özel sektörü beslemek için oluşturduğu tekellerden bazılarıdır. Devletin bu türden destekleri sayesinde, hem bürokrat kökenli işadamları hem de Ankara’yla yakın ilişkiler içinde olan tüccar ve eşraftan kimseler zenginleştikçe zenginleşeceklerdi. Fakat bu dönemde, gerek bürokrat kökenli yeni zenginlerin elinde biriken servetler gerekse de büyük kent tüccarlarının elindeki sermayeler hiçbir biçimde sanayi üretimine yönelmeyecektir. Çünkü kapitalist bir sınai işletmenin hemen kâra geçemeyeceğinin bilincinde olan bu zenginler, bu nedenle sanayi alanında yatırım yapmaya hiç hevesli değillerdi. Kendilerine “milli” ya da “Türk” işadamı denmesinden pek hoşlanan bu yeni yetme burjuvalar, genellikle kolay ve kısa yoldan tatlı paralar kazanmaya alışık olduklarından, daha çok iç ve dış ticarete ilgi duymakta veya yabancı firmaların ülke içinde temsilciliğini üstlenmeye ve daha önce bu alanda faaliyet gösteren gayrimüslim azınlıkların yerini almaya hevesliydiler. Nitekim “milli” burjuvazinin yabancı şirketlerle ortaklık kurma arzusu, Türkiye’de faaliyetini durdurmuş olan yabancı sermayeli firmaları da yeniden harekete geçirecekti. Faaliyetlerini tekrar başlatmak isteyen yabancı sermayeli firmalar, bunun için Müslüman Türk iş adamlarını ya firmalarına ortak etmeye ya da temsilci olarak atamaya başlamışlardı. Yani, sermayenin “milli”si ile “gayrimilli”si pek güzel anlaşabildiklerini böylece ortaya koymuş oluyorlardı. Bir ulusal kurtuluş savaşıyla ülkeden kovulduğu iddia edilen emperyalist sermayedarlar (yabancı firmalar), bu kez “milli” sermayedarlarımızın arzusu ve milli devletin himmetiyle, Türkiye’de faaliyetlerine yeniden başlamak üzere harekete geçiyorlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında dış ticaret servet yapmanın esas yolu olarak benimsenince, ihraç ve ithal ürünlerinin ticareti de önem kazanmaya başlayacaktı doğal olarak. Türkiye’nin o dönemde ihraç edebileceği ürünler ise, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tarım ürünleri ve hammaddeden başkası değildi. 1929 yılında Türkiye’nin genel ihracatının %88’ini tarım ürünleri ve hammaddeler oluştururken, ithalatının %85’ini mamul maddeler (tüketim eşyası ve besin maddeleri) oluşturacaktı. Aslında bu oranlar,


sayı: 67 • Ekim 2010

Osmanlı’nın 1914 yılındaki ihracat ve ithalat oranlarıyla hemen hemen aynıydı. Yani aradan geçen 15 yıla rağmen, yeni rejimin iktisadî gelişmişlik düzeyi de hâlâ aynı yerde sayıyordu. Çünkü devletin dolaylı vergiler yoluyla emekçi halktan alıp “milli” burjuvaziye aktardığı kaynaklar, sanayi ve tarım alanında üretken yatırıma değil, bütünüyle tüketime dayalı dış ticarete ve burjuvazinin özel harcamalarına gidiyordu. Bu durumda dış ticaret açığı her geçen gün daha da büyüyecekti. Örneğin, Türkiye’nin 1923’de 60 milyon TL olan dış ticaret açığı, 1929 yılında 101 milyon TL’ye yükselecekti. Özetle söylersek, yerli burjuvazinin çeşitli imtiyazlarla beslenip palazlandırıldığı 1923-30 yılları, işçi ve emekçi kesimler için tam bir yoksulluk ve yoksunluk yılları olmuştur. Bu yıllarda her açıdan baskı altında tutulan emekçi halk sınıfları (işçi, yoksul köylü, küçük esnaf ), siyasal, ekonomik, demokratik haklarından tamamen mahrum bırakılmış, ağır vergiler altında bunaltılmış, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılmışlardır. Oysa bu dönemdeki devlet uygulamalarından ne kentli burjuvazi, ne toprak ağaları ne de Anadolu eşrafı fazla bir rahatsızlık duymuştur. Tersine, Kemalist devletin koruyucu kanatları altında kendilerini pek güvende hisseden bu egemen sınıf kesimleri, kendisine burjuva parlamentarizmi süsü vermiş olan otoriter-bürokratik rejimden pek şikâyetçi olmamışlardır. Devleti, burjuvaziyi zenginleştirmenin ve kapitalist sermaye birikiminin bir aracı olarak kullanan Kemalist bürokrasi, öte yandan siyasal iktidarın ve devlet mekanizmasının yürütümünü tümüyle kendi tekeline almış bulunuyordu. Cumhuriyetin bu ilk evresinde, mülk sahibi burjuvazinin devleti doğrudan kendisinin yönetmesi bir yana, iktidar mekanizması içinde etkin bir siyasal rol oynaması bile söz konusu değildi. Bu dönemde burjuvazi iktisadi aktör rolünü üstlenirken, bürokratik elit de siyasal

marksist tutum

aktör rolünü üstlenecekti. Bunun anlamı ise şuydu: Kemalist cumhuriyet rejiminin bu ilk evresinde, burjuva demokrasisinin temel koşulu olan siyasal liberalizm ve siyasal demokrasi hiçbir biçimde işlemeyecektir. Bu dönemde İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin burjuvazisi, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, doğrudan kendi siyasal partilerine sahip olmayacaklar ve siyasal faaliyetlerini Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içinde yürüteceklerdi. CHF aslında Milli Mücadeleyi yürüten ve cumhuriyeti kuran askersivil bürokrasinin partisiydi. Ama bu parti aynı zamanda, “kurucu” bürokrasi ile kent büyük burjuvazisi ve eşrafın siyasal ittifakını simgeleyen bir örgüt konumundaydı. O dönemin koşulları içersinde, mülk sahibi burjuvazinin bürokrasiden bağımsızlaşarak ayrı bir siyasal parti kurması ve siyasal iktidara doğrudan talip olması gibi bir durum zaten söz konusu değildi ve olamazdı da. Dolayısıyla, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, burjuvaların “demokratlığının” ve “liberalliğinin” sınırlarını ve uygulanacak burjuva demokrasisinin içeriğini, esas olarak burjuvazinin o anki sınıfsal ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar temelinde bürokrasiyle kurduğu ittifakın düzeyi belirleyecekti. Cumhuriyetin bu ilk yıllarında, sermaye birikimi açısından henüz emekleme aşamasında olduğunun ve gelişimini ancak devlet desteğiyle, yani iktidardaki Kemalist bürokrasinin himmetiyle sağlayabileceğinin bilincinde olan cılız “milli” burjuvazi, Kemalist bürokrasinin koruyucu kanatları altına sığınacaktı. Bu koşullar altında “milli” burjuvazinin Kemalist bürokrasinin iktidarına karşı çıkması ve bir siyasal iktidar alternatifi oluşturması söz konusu bile olamazdı. Dolayısıyla, bu dönemde Kemalist bürokrasi ile mülklü egemen sınıflar (büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, eşraf ) arasında ciddi bir zıtlaşma ya da siyasal krize neden olabilecek ciddi bir politik çatışma yaşanmayacaktı. Daha sonra da değineceğimiz üzere, bu dönemde sözü edilebilecek tek bir iktidar kavgası, daha ziyade Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yaşanan ve M. Kemal’in siyasal gücünün pekişmesiyle sonuçlanacak olan kavgadır.

Devleti kendi mülkü olarak gören bürokrat seçkinlerin ideolojisi: Kemalizm Türkiye’de 1923 ile 1930 yılları arasındaki dönem, “milli iktisat politikası” adı altında bir ekonomik liberalizmin uygulandığı dönemdir. Yeni rejimin tek hâkim ve yönlendirici gücü olan Kemalist bürokrasi bu dönemde devletin tüm imkânlarını kullanarak, bir “milli” bur-

29


Ekim 2010 • sayı: 67

marksist tutum

juva sınıfı yaratmaya çalışmıştır. Fakat tüm devlet desteğine ve uygulanan ekonomik liberalizm politikasına karşın, ne gerçek anlamda modern bir “milli” burjuva sınıfı yaratılabilmiş, ne de sanayide ve tarımda modern bir kapitalist gelişme sağlanabilmiştir. Dolayısıyla resmi tarihin iddialarının aksine bu dönem, köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin gerçekleşmediği başarısız bir dönem olmuştur. Kemalist bürokrasi, besleme ve asalak bir burjuva sınıf yaratmanın dışında köklü ekonomik ve toplumsal dönüşümler gerçekleştiremedi. Yoksul emekçi halk sınıflarının yaşamında dişe dokunur bir iyileştirme de sağlayamadı. İşte bu bürokrasi, giderek artan toplumsal hoşnutsuzluk karşısında kendi iktidarını sağlamlaştırıcı önlemler almaya yönelecekti. Daha önce de değindiğimiz üzere liderliğini M. Kemal’in yaptığı yönetici kadrolar, bu dönemde çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanununun kendilerine sağladığı olağanüstü yetkilerden yararlanarak, meclis içindeki ve meclis dışındaki muhaliflerini ezmiş ve devlet iktidarını itiraz kabul etmez bir biçimde kendi tekellerine almışlardı. M. Kemal ve ekibi, geçmişte emperyalist işgal güçlerine karşı birlikte savaştıkları silah arkadaşlarını (Milli Mücadele’nin önder kadrosunun bir bölümünü) ve eski müttefiklerini (Milli Mücadele’yi desteklemiş olan kimi İslamcı kesimleri, komünistleri, Kürtleri, eski İttihatçıları vb.), şimdi vatan hainliğiyle, ihanetle, irticacılıkla suçluyorlardı. Bu suçlamaların ardından ise tasfiyeler gelecekti. M. Kemal’in direktifiyle başlatılan bu tasfiye harekâtı, tüm muhalif unsurların ezilmesi ve siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasıyla 1926 yılının sonlarında tamamlandı. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra yaşanan bu olaylar, aslında M. Kemal’in iktidarını kimseyle paylaşmaya niyetli olmadığını ve olmayacağını çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Kendisine muhalefet eden tüm hareketleri tasfiye edip, iktidarını sağlama aldıktan sonra M. Kemal’in yaptığı ilk icraat, yeni rejimin (TC’nin) Osmanlı’nın bir devamı olmadığına, tam tersine bu rejimin Osmanlı’yı tümüyle reddeden ve “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükselmeyi” amaçlayan ilerici, modern bir rejim olduğuna Batı dünyasını “ikna etmek” olacaktı. Ama bunu yapabilmesi için Kemalist iktidarın kendi kurumlarını biçimsel de olsa Batı’nın (Batı Avrupa’nın) kurumlarına benzetmesi, yani birtakım biçimsel reformlar yaparak yeni rejimin “vitrinini” Batı tarzında düzenlemesi gerekiyordu. İşte Kemalist bürokrasinin 1927 yılından başlayarak otokratik bir tarzda uyguladığı ve sonradan resmi tarihin “Atatürk Devrimleri” diye övüp göklere çıkardığı ve bir “milli ideoloji” haline getirdiği bu reformlar, aslında Batı tarzında bir “vitrin” düzenleme operasyonundan öte bir şey değildi. Gerçekte Osmanlı’nın despotik-bürokratik devlet anlayışını hiç de terk etmemiş olan Kemalist bürokrasinin, alelacele bu reformları yapmaktaki amacı, demokrasiyle uzak yakın bir ilgisi bulunmayan kendi otoriter-bürokratik iktidarını Batı dünyasına “çağdaş ve modern” bir ambalaj içinde sunmak-

30

tı. Böyle yaparak, Batılı devletler nezdinde kalıcı bir prestij ve meşruiyet kazanmaktı. Bu “modernleşme/Batılılaşma” projesini bizzat M. Kemal yönetiyor, uygulamasını ise CHP örgütleri yapıyordu. Ne var ki, altyapısal düzeyde köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin yaşanmadığı ve gerçek anlamda bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmediği bir ortamda, tepeden buyruklarla ve bürokratik bir tarzda uygulamaya sokulan bu üstyapısal reformlara halk ilgisiz kalacak, hatta yer yer tepkisini dile getirecekti. Açıkçası, Kemalist bürokrasinin otokratik tarzda uyguladığı bu üstyapısal reformlar, Batı’ya özenen ve Batılı gibi yaşama özlemi içinde olan yeni rejimin imtiyazlı elitleri (bürokratik seçkinler ile büyük kent burjuvazisi) dışında kimsenin ilgisini çekmeyecekti. Fakat halk kitlelerinin biçimsel Batılılaşmaya duyduğu bu ilgisizlik ve yer yer tepki, iktidar sahiplerinin de pek umurunda olmayacaktı. Çünkü halk kitlelerinin yaşam koşullarını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi öncelikli bir niyetleri ve amaçları olmayan bürokrat/burjuvaların, halk kitlelerinin eğilimlerini dikkate almak gibi bir dertleri de olamazdı tabii ki. Fesi atıp şapka giyerek Batılılaştıklarını sanan bu bürokrat/burjuvaların asıl derdi, kendilerinin ne kadar “modern”, “çağdaş” ve de “Batılı” olduklarına, bir kendilerini bir de Batı’yı inandırmaktı kuşkusuz! Eğer o dönemde Kemalist bürokrasi ile yeni yetme burjuvazi, halkın yaşamını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi devrimci bir niyet taşısaydılar, öncelikle kılık ve kıyafetle değil halkın yaşamını geri düzeyde tutan nedenlerle, yani sosyo-ekonomik yapıdaki gerilik ve ilkelliklerin nasıl ortadan kaldırılacağıyla ilgilenir ve bu konuda devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirmeye yönelirlerdi. Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyo-ekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir “Batılılaşma” ile ilgilenen ve bu konuda “totaliter bir kararlılık” sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme” idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de “cumhuriyet” projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, “kurtarıcı bir önder”in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.n

(Mehmet Sinan’ın “Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar” adlı yazı dizisinden derlenmiştir) _____________________________ akt. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yay., Temmuz 1979, s. 262

1

2

age, s.266


K

üba’da kapitalist restorasyon rüzgârları gittikçe güçleniyor. SSCB’nin yıkılmasının ardından, o güne dek SSCB’nin sağladığı ekonomik destek sayesinde ayakta kalmayı başarabilmiş Küba ciddi sıkıntılarla boğuşmaya başladı. 90’lı yılların ilk yarısında yüzde 40’ı aşan bir ekonomik küçülme giderek artan bir yoksullaşmayı da beraberinde getirdi. Yiyecek dağıtımı sınırlandı, temel gıda ve ihtiyaç maddeleri piyasadan kaybolarak karaborsa faaliyetleri arttı, hammadde ve yakıt sıkıntısı had safhaya çıktı. Emperyalizmin uyguladığı düşmanca ambargo bu durumu her geçen gün daha da katlanılmaz kıldı. Ardından içine girilen sıkıntılardan kurtulmak için Küba yavaş yavaş kapitalizme doğru açılmaya başladı. Küba’nın bürokratik egemen sınıfı bu gidişatın kapitalizme doğru olduğunu baştan beri ısrarlı bir biçimde reddediyor olsa da gerçek budur. Son on yıllık dönemde yaşananlar, SSCB’nin çöküşe doğru hızlı adımlarla sürüklendiği Gorbaçov döneminde yaşananların ağır çekim bir tekrarını andırıyor. Küba işçi sınıfı, bürokratları başından def edip, tüm ekonominin, toplumun ve siyasal iktidarın yönetimini bizzat kendi ellerine almadıkça ve başta Latin Amerika işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının enternasyonalist dayanışma eliyle buluşmadıkça, sürecin akıbetinin SSCB’ninkiyle aynı olacağına kuşku yok. Küba hakkında dünya sosyalist hareketinde yaygın olan yanılsamalar düşünüldüğünde, bu yıkımın, yeni bir moral bozukluğu dalgasıyla, yeni tasfiyeci rüzgârlarla sonuçlanacağını da şimdiden öngörebiliriz. Yaşanan sürecin adını ko-

Küba’da Kapitalist Restorasyon Hızlanıyor Oktay Baran

31


marksist tutum

yabilmek, gelmekte olanı soğukkanlılıkla öngörebilmek ve bu temelde işçi sınıfının öncüsünü eğitebilmek bu açıdan önem taşıyor.

Hızlanan restorasyon süreci Dört yıl önce ağabeyi Fidel Castro’dan iktidarı devralan Raul Castro’nun, 1 Ağustosta yaptığı konuşma, sosyalist harekette belli bir yankı uyandırdı. Raul Castro, devlete ait işletmelerde çalışanların sayısının beşte bir oranında azaltılarak 1 milyon kişinin işten çıkartılacağını, küçük işletmelerin ve serbest mesleklerin önünün açılıp destekleneceğini, yabancı sermayeye yatırım yapması için 99 yıllığına toprak kiralayacaklarını, insanların oturdukları evleri satın alabileceklerini ve çocuklarına miras bırakabileceklerini, kendi evlerini inşa edebileceklerini açıklamış ve artık işçi çalıştırmanın da serbest olacağını eklemişti. Ekonomi Bakanı Marino Murillo, “Küba ekonomik modelinin sosyalist ekonomik prensiplerin ön planda olduğu bir güncellemesi üzerinde çalışıyoruz” dese de, bunların boş laf olduğunu, hem Marksizm hem de tarihsel deneyim yeterince ortaya koyuyor. Tüm bu önlemler, özel mülkiyetin daha da yaygınlaştırılması ve ölçeğinin büyütülmesi, kapitalist pazar mekanizmalarının güçlendirilmesi ve teşviki anlamına gelmektedir. Sosyalist hareket içerisindeki Küba hayranlarının bir kısmı, kardeş Castro’yu, kapitalist restorasyon sürecinin şampiyonu, Küba’nın Gorbaçov’u ilan etmeye hazırlanırken, “yoldaş Fidel” onları ters köşeye yatırıverdi. Sosyalizmin yılmaz savunucusu payesiyle taltif edilen Fidel Castro’nun bir röportajda kendisine yöneltilen “Küba devrim ihracı fikrinden vaz mı geçti” mealindeki bir soruya, “Küba modeli artık bizim bile işimize yaramıyor” şeklinde yanıt vermesi Küba ve Castro hayranlarında soğuk duş etkisi yarattı. Bu yanıtla Fidel Castro, hükümetin kapitalist reformlarına destek verdiğini göstermiş oldu. Castro’yu “kapitalist restorasyon önündeki engel” olarak değerlendirenler onun bu yanıtını mazur göstermeye çabaladılar. Castro ilerleyen günlerde, yanlış yorumlandığını ve sosyalizmden vazgeçmediğini söylese bile, gerçek şu ki, Küba’da yalnızca “ekonomik reformlar” yapılmıyor, aynı zamanda “ideolojik bir dönüşüm” de gerçekleşiyordu. “Piyasa sosyalizmi” tartışmalarını çağrıştıracak şekilde, devlet mülkiyetinin olumsuzluklarından dem vurulması, emeğin verimliliğini arttırmak adına iş güvencesine ve sosyal haklara karşı saldırı kampanyasının başlatılması, çalışmanın teşvik edilmesi adına ücretler arasında büyük uçurumların önünün açılması vb. gibi olgular, Küba egemen sınıfı içerisinde kapitalizm hayranlığının giderek güçlendiğini kanıtlıyor.

32

Ekim 2010 • sayı: 67

“Ekonomik verimsizlik yüzünden …” Raul Castro’nun konuşmasında öne çıkan tema “ekonomideki yapısal ve düşünsel değişiklikler” idi. Kapitalist reformları aklamak için öne çıkartılan ve üzerinde durulan temel husus, “devlet sektöründeki verimsizlik ve istihdam şişmesi” idi. Böylelikle geçmişte bürokratik diktatörlüklerin hepsinde yaşanan sorunun Küba’da da yaşandığı itiraf edilmiş oldu: işçilerin üretime karşı ilgisizliği! Bu durum biz Marksistler için hiç de yadırganacak yeni bir durum değildir. Nitekim Marksizm, işçi demokrasisinin olmadığı, işçilerin ekonominin denetimi ve yönetiminde söz ve karar hakkının bulunmadığı bir toplumda, üreticilerin üretime yabancılaşmasının, ilgisizleşmesinin ve genel bir vurdumduymazlığın gelişmesinin kaçınılmaz olduğunu teorik olarak ortaya koymuş ve bu düşünce tarihsel deneyimle de kanıtlanmıştır. Bir işçi demokrasisinin değil bürokratik bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Küba’da, egemen bürokrasi, olgunun temelini bu şekilde açıklayamayacağı için, sorunu, “devlet sektöründe şişirilmiş bir istihdam” olarak ya da işçilerin “çalışmaksızın ve üretmeksizin devletten maaş alması” olarak koyabilmektedir. 13 Eylülde Küba Merkezi İşçi Sendikasının (CTC) yayınladığı bildiride de buna benzer ifadeler geçmektedir. CTC, yayınladığı bildiriyle, alınacak yeni önlemleri ve bu önlemlerin “neden zorunlu olduğunu” işçilere duyurmuş oldu. Gerek bu bildiriye gerekse de Kübalı bürokratların açıklamalarına hâkim olan dil ve üslubun, neo-liberal dil ve üslup ile birebir örtüşmekte oluşu yeterince anlamlıdır. Türkiye de dahil olmak üzere kapitalist ülkelerde burjuva ideologlar neo-liberal saldırıları, özelleştirmeleri ve hak gasplarını savunurken hangi noktalardan hareket ediyor ve hangi argümanları savunuyorlarsa, Kübalı bürokratlar da aynı şeyi yapıyorlar: devlet mülkiyetinin hantallığı, aşırı ve gereksiz istihdam, disiplinsizlik, verimsizlik, sorumsuzluk, bedavadan para alma, aşırı sosyal harcamalar, aşırı hibe ve destekler, erken emekliliğin kötülüğü, iş ve ücret garantisinin yanlışlığı, parça başı ücret vb … Özetle şunlar söyleniyor bildiride: “Küba … üretkenlik potansiyelini geliştirme ve üretkenliği artırma, disiplin ve verimliliği iyileştirme


sayı: 67 • Ekim 2010

aciliyetiyle karşı karşıyadır. … Kübalıların görevi çalışmak ve bunu ciddiyet ve sorumlulukla yapmak[tır]. … Devlet işletmelerinde ve bütçeden ödenek alan kuruluşlarda istihdam fazlasının bir milyon kişiyi aştığı bilinmektedir. Devletimiz … ekonomiyi hantallaştıran, ona çelme takan, kötü alışkanlıklar yaratan ve işçilerin davranışlarında deformasyona yol açan kayıpları sürdüremez ve sürdürmemelidir de. Üretim arttırılmalı ve hizmet kalitesi yükseltilmeli, aşırı sosyal harcamalar kısılmalı ve uygun olmayan hibeler, aşırı teşvikler, eğitimin bir istihdam kaynağı olarak görülmesi ve erken emeklilik ortadan kaldırılmalıdır. … Bütün bu süreç yeni temeller ve kurallar çerçevesinde uygulanacak ve … mevcut iş ve ücret uygulamaları değiştirilecektir; böylece işçilerin ücretlerinin süresiz olarak korunması veya sübvanse edilmesi formülünün uygulanması artık mümkün olmayacaktır. … Büyük önem taşıyan bir konu da ücret konusudur. Herkese yapılan işin nicelik ve niteliğine göre ödeme yapılması … gerekmektedir. Bu şekilde belirlenen bir ödeme sistemi, personeli daha iyi uyum gösteren merkezlerde, üretkenliği ve bu sayede işçi gelirlerini artırmanın yolu olacaktır.” Bunu okuyanın bir sendika bildirisini mi yoksa devlet bildirisini mi okuyorum tereddüdüne düşmemesi güç doğrusu. Görülüyor ki, CTC, Küba işçi sınıfının çıkarlarını savunan bir işçi örgütü değil, Küba bürokrasisinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin araçlarından biridir.

Stalinist devletleştirme Bugün küçük-üretimi teşvik eden bir söylemle toplumu kapitalizme alıştırmaya girişen Küba bürokrasisi, geçmişte küçük-üreticiliği düşman ilan etmişti. SSCB’nin dağılmasının ardından girdiği kriz dönemine değin, Küba’da uygulanan devletçilik modeli, Stalinizmin tam bir küçük kopyasıydı ve halen de öyledir. Marksistlerin hedefledikleri işçi devleti, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altına alındığı, dış ticaretin devlet tekelinde bulunduğu ve ekonominin işçi örgütleri tarafından aşağıdan yukarıya işleyen merkezi bir planlamaya dayandığı bir zemine oturur. Devletleştirmeden anlaşılması gereken şey, genel olarak özel mülkiyetin değil, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu, her şeyin, en küçüğüne varıncaya kadar tüm üretim birimlerinin devletleştirileceği anlamına gelmez. İşçi devletinin atacağı devletleştirme adımının hedefi küçük işletmeler değil, ekonominin bütünü üzerinde belirleyici olan büyük işletmeler, orta ve büyük ölçekli fab-

marksist tutum 1 Mayıs 2009, Havana. İşçilerin pankartında, üretkenlik ve verimliliği arttırma çağrısı!

rikalar, büyük toprak sahipliği, ulaşım araçları, madenler ve bankalardır. Küçük işletmeler ve küçük meta üretimi sorunu, proleter devrim sonrasında her ülkenin şu ya da bu ölçüde karşılaşacağı bir sorundur. Bu sorunun çözümünün, onları da zorla devletleştirmekten geçmediğini Engels yıllar önce teorik olarak açıklamıştı. Bu tür işletmeleri teşvikler yoluyla kolektif üretime, kooperatifleşmeye vb. yönlendirmek işçi devletinin temel yöntemidir. Burada kavranılması gereken temel nokta, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin, geçmişten geleceğe ilerleyen hareketli bir süreç olduğu ve tam da bu nedenle kendi içinde geçmişten gelen öğelerle geleceğe dair öğelerin çelişkili bir birliğini ifade ettiğidir. Geleceğin temeli olan büyük ölçekli kolektif üretimle, geçmişin uzantısı olan küçük meta üretiminin yan yana ve birlikte varoluşunun yarattığı bu çelişkinin, ekonomi dışı zor aracılığıyla değil, ekonomik yaşamın doğal akışı içerisinde kolektif büyük üretim lehine kendiliğinden çözülmesi hedeflenir. Ekonominin köşe taşları devletin elinde olduğu ve devlet de işçi sınıfının elinde bulunduğu sürece, bu çelişki, sosyalizme doğru ilerleyişin önünde bir engel oluşturmaz. Bir işçi devleti değil, bürokratik bir diktatörlük olan Küba’da ise, 1968’de ilan edilen “Devrimci Saldırı” kampanyasıyla birlikte, en küçüğünden orta ve büyük işletmelere kadar her şey devletleştirilmiş ve bir anda yüz binlerce insan “devlet memuru” haline gelmişti. Bunlar arasında, sayıları 60 bini bulan, berberler, dondurmacılar, ayakkabı tamircileri, taksiciler vs. de bulunuyordu. Böylece en küçük dükkânlar bile devlete ait bir işletme statüsüne dönüştürülerek, bir taraftan akla ziyan bir bürokratizmin önü açılmış, diğer taraftan emekçi kesimlerin bir bölümü bu uygulamalara duydukları tepkiyle anti-komünist bir yönelim içerisine girmişlerdi. Bugün Kübalı bürokratlar bu karikatürü ortadan kaldırmaya başladılar, ancak emekçiler için bir trajedi doğurarak. Bir taraftan “serbest meslekler” kategorisine sokulan bu tür işler artık serbest bırakılacakken, diğer taraftan da gerçek (şimdilik yabancı) kapitalist işletmelerin önündeki engeller kaldırılacak. Devlet sektöründe çalışan 500

33


marksist tutum

bin işçiye, işten atıldıktan sonra buralarda iş bulabilecekleri söyleniyor. Görülüyor ki Küba egemen sınıfı, “istihdam politikası”nda köklü bir değişikliğe gitmektedir. Ama açık ki, bu kadar büyük bir kitlenin kendi hesabına çalışan küçük esnafa dönüşerek hayatlarını devam ettirebilmeleri mümkün değildir. Küçük işletmelerin teşvik edilmesi, kendi hesabına çalışmanın ve birden fazla işte çalışmanın önünün açılması, özel sektörün ekonomi içinde tuttuğu payın artması anlamına gelmektedir. Burada yeni olan kilit hususlardan biri, ister hizmet sektöründe, ister tarım sektöründe isterse de küçük imalat sektöründe olsun, artık bu tür işletmelere ücretli işçi çalıştırma izninin verilmesidir. Henüz bu sayı için bir sınır da getirilmiş değildir. Bu işletmeler, çalıştırdıkları işçilerin sigorta primlerini yatıracaklar, satışlar ve gelirlerinden vergi ödeyecekler. İkili bir prim ve vergi sistemini doğuracak olan bu düzenlemelerin her şeyden önce, ülke ekonomisinin en büyük payını oluşturan tarımsal üretim alanında etkisini göstereceği ve zaten son yıllarda önü giderek açılan özel tarım işletmelerinin hızla yaygınlaşıp büyüyeceğini tahmin etmek zor değil. İşçi sınıfını güvencesiz çalışmayla, açlık ve sefalet tehdidiyle, yani kısacası özel sektörle terbiye etmeye dönük bu düzenlemeler, bir taraftan kaçınılmaz olarak kapitalist nitelikte hukuksal düzenlemeleri (mülkiyet ve miras haklarının hukuksal ifadelerini bulması, yeni bir borçlar kanunu, yeni ticaret yasaları, yeni iş yasası vb.) beraberinde getirecek, diğer taraftan da ihtiyaçları karşılamak için daha fazla çalışmanın, daha fazla kazanmanın ve daha fazla tüketmenin özendirildiği yeni (kapitalist) bir toplumsal zihniyet oluşturulacaktır. Tüm bunların varolan toplumsal eşitsizlikleri daha da arttıracağına kuşku yok.

Sorun devlet mülkiyetinin varlığı değil, işçi demokrasisinin yokluğudur! Kübalı bürokratlar işçileri, tembellikle, disiplinsizlikle, sorumsuzlukla ve verimsizlikle suçluyorlar. Ekonomik faaliyetin yüzde 95’ine yakın bir bölümünün devlet tarafından gerçekleştirildiği Küba’da, işçilerin ortalama ücreti aylık 20 dolar civarında. Ama işçinin eğitim, sağlık, ulaşım ve konut ihtiyacı devlet tarafından ücretsiz olarak karşılanıyor, herkes eğer bulabilirse temel gıda maddelerinin asgarisini karne karşılığı ücretsiz alma hakkına sahip. Kübalı bürokratlar, kapitalist ideologlarla aynı ağızdan konuşarak, işçilerin verimsizliğinin ve çalışma isteksizliğinin bu garantilerden ve mevcut “ücret politikasından” kaynaklandığını söylüyorlar. Bu durumu ortadan kaldırmak ve işçileri çalışmaya teşvik etmek üzere maddi özendiricileri devreye sokmak, kaçınılmaz olarak kapitalist tüketim kültürünü ve kapitalist ahlâkı canlandırmak anlamına geliyor. Kübalı bürokratların ve diğer ülkelerdeki burjuva iktisatçıların devlet sektöründe çalışan işçileri benzer argümanlar ve akıl yürüt-

34

Ekim 2010 • sayı: 67

melerle eleştirmesi tesadüf değildir. İşçilerin çalışma isteksizliğinin kırılabilmesi ve verimliliğin arttırılması için, iş ve ücret garantilerinin ortadan kaldırılması, rekabetçi bir ücretlendirme sisteminin devreye sokulması gibi “önlemler” hem Kübalı bürokratlarca hem de kapitalist ideologlarca savunulabiliyor. Bu durum bir taraftan, Kübalı bürokratların kapitalist ideolojiye selam durması anlamına geliyor, diğer taraftan da Kübalı işçilerin, üretim araçları karşısındaki konumunun, herhangi bir kapitalist ülkedeki işçilerin konumuyla özde bir farkı olmadığını gösteriyor. Her ikisinde de işçi sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden mahrumdur ve ekonomi üzerinde hiçbir söz ve karar hakkı yoktur. Peki gerçekten de sözkonusu edilen “davranış bozuklukları”na devlet mülkiyeti mi yol açıyor? Hayır! Mesele üretim araçlarının devlet mülkiyetinde oluşu değil, devlet iktidarının işçilerin elinde olmayışıdır! İnsanlık çalışmanın bir zevk haline geldiği bir toplumsal düzende yaşamıyor; çalışmak bugünkü toplumda, hayatta kalabilmek için katlanılması gereken bir zorunluluktur. Bu toplumda, çalışmanın kendisi insana yabancı bir unsur, bir eziyet olarak görünür. Çünkü işçi, ne çalışmanın kendisi hakkında bir söz ve karar hakkına sahiptir ne onun sonuçlarını kendi denetimi altına alma hakkına. Bu koşullarda, işçi işine ve ürettiği ürüne alabildiğine yabancılaşırken, “ilgisizlik”, “vurdumduymazlık”, “motivasyon eksikliği” gibi olgular da kendiliğinden üremektedir. İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak örgütlenmedikçe, yani devletin, toplumun ve ekonominin yönetimini kendi demokratik öz-örgütlülükleri aracılığıyla kendi eline almadıkça, bu yabancılaşma olgusunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. İşçi sınıfı bir proleter devrimle siyasal iktidarı ele geçirip kendisini egemen sınıf olarak örgütlediğinde, toplumda


sayı: 67 • Ekim 2010

o güne dek hüküm süren üreten-yöneten ayrımı ortadan kalkar. Üretenlerin yöneten haline gelmesi, ya da aynı anlama gelmek üzere işçi demokrasisi, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, üretimin ve üretici güçlerin gelişiminin hem kilit öğesidir hem de temel motivasyon kaynağı. Üreticiler, üretimi kendileri planladıklarında, neyin ne kadar ve nerede üretileceğine kendileri karar verdiğinde ve böylelikle üretim üzerinde bir bütün olarak denetim ve yönetim yetkisini kendi ellerine aldıklarında, emeğin yabancılaşması denilen olgu ortadan kalkmaya başlar. Bu süreç, emekçilerin en geniş demokratik hak ve özgürlükleriyle beslenen canlı bir siyasal-toplumsal yaşam ve ona eşlik eden bir kültürel devrim süreciyle ilerler. Tüm tarihsel deneyimin de doğruladığı gibi, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin olmazsa olmaz koşulu işçi demokrasisidir. Böylesi bir demokrasi sözkonusu değilse, üretim araçlarının, bankaların, ulaşım araçlarının vb. devlet mülkiyetinde olmasının işçi sınıfının kurtuluşu davası açısından özel bir değeri yoktur. Devlet mülkiyeti ancak ve ancak işçi sınıfının egemenliği söz konusuysa bir anlam ifade eder.

Çözüm işçi iktidarında! Kimi sosyalistler, Küba’nın karşılaştığı sorunların çözümünün kapitalist reformlardan değil, mevcut hükümetin “sosyalist çalışma seferberliği” ilan etmesinden geçtiğini ileri sürüyorlar. Sorunların, “sosyalist ahlâk ilkelerini”, fedakârlığı, toplumsal çıkarları vb. vurgulayacak bir çalışma kampanyasıyla çözülebileceğine dair bu öneriler özde idealist bir bakış açısına dayanmaktadır. Bu tür kampanyalar eski bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi Küba’da da defalarca denenmiş ama sorunun çözümüne köklü ve kalıcı bir katkı sağlamamıştır. Çalışanları, üzerinde hiçbir denetim ve yönetim hakkına sahip olmadıkları bir ekonominin genel çıkarları için daha fazla çalışmaya ideolojik olarak teşvik etmenin beyhudeliği tarihsel deneyimle sabittir. Emekçilerin büyük özverilerle ve bir karşılık beklemeksizin daha fazla çalışmasının önkoşulu, kendilerini toplumun, ekonominin ve devletin sahibi ve efendisi olarak görmeleri, yani gerçekten de kendi kolektif çıkarları için bu fedakârlıkları yaptıklarını hissetmeleridir. Ne var ki bu hissiyatın oluşabilmesi için her şeyden önce devlet iktidarının kendi ellerinde olması, bu iktidarı kendi özörgütlülükleriyle kullanabiliyor olmaları gerekir. Küba’da durumun bu olmadığı açıktır. Kaldı ki, gerçek ve sağlıklı bir işçi devletinde bile, emek verimliliğini arttırmanın yolu, son tahlilde, insanların daha fedakârca çalışmasından değil, esas olarak üretici güçlerin geliştirilmesinden geçmektedir. Ama kapitalist bir dünyanın baskısı altında, tek bir ülkenin ya da birkaç geri ülkenin kaynaklarıyla, sosyalizm yolunda ilerlemek için gerekli üretici güçler düzeyini yakalamanın imkânsız olduğu da çok açıktır. Küba’da yaşananlar, “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinin gerici bir ütopya olduğunu ve eninde sonunda çök-

marksist tutum

mek zorunda bulunduğunu, bir kez daha kanıtlıyor. “Tek ülkede sosyalizm” yani aslında tek ülkede bürokratik diktatörlük çöküşe doğru giderken, egemen bürokratik sınıf, kapitalizme hangi hızla ve nasıl bir tempoyla geçilmesi gerektiğini tartışıyor. Hiç kuşku yok ki, Küba egemen sınıfı içerisinde mevcut statükonun aynı şekilde korunmasını arzulayan bir kesim vardır ve olacaktır. Ne var ki, bu egemen bürokrasi içerisinde Küba’yı gerçek bir toplumsal kurtuluşa, yani dünya devriminin bir parçası olarak proleter bir devrime götürmeyi arzu eden bir kesimin de bulunduğunu iddia etmek kendini kandırmaktan öteye geçemez. Çöküşe doğru ilerleyen bürokratik diktatörlüklerde parçalanmaya başlayan bürokrasinin içerisinde ilericidevrimci kanat keşfetme çabaları, SSCB’nin yıkılışı döneminde pek bir revaçtaydı. Bu keşif çabalarının ne denli beyhude olduğunu Elif Çağlı Marksizmin Işığında adlı kitabında ta o zamanlar ortaya koymuştu ve yaşananlar bu tespitleri fazlasıyla doğrulamıştı. Bu gerçek bugün Küba bürokrasisi için de aynı şekilde geçerlidir. Bürokrasi içinde devrimci bir kanadın olabileceği iddiası, Stalinist bürokrasinin doğasını kavrayamayanların naif ve idealist bir hayali olarak kalmaya mahkûmdur. Küba işçi sınıfının çıkarlarının bugün yelkenleri şişirilen kapitalist restorasyon sürecinden geçmediği açıktır. Hiç kuşku yok ki, Küba işçi sınıfı bu kapitalist reformlara karşı mücadele etmelidir. Ne var ki bu mücadelenin hedefi ve perspektifi asla bugünkü bürokratik yapılanmayı muhafaza etmeye dönük olamaz. Küba proletaryası, mevcut düzeni alaşağı edecek bir proleter devrim perspektifiyle hareket etmek zorundadır. Ama biliyoruz ki, Küba gibi son derece kıt kaynaklara ve geri bir ekonomiye sahip bir toplumun kurtuluşu asla kendi içinde tamamlanabilecek bir süreç olarak düşünülemez. Küba proletaryasının kurtuluşu genelde dünya proletaryasının ve özelde de Latin Amerika proletaryasının kurtuluşundan bağımsız değildir. Kübalı işçiler, bir ilk adım olarak, kaderlerini Latin Amerika proletaryasına bağlamalı ve onunla devrimci işbirliğine girmelidirler. Bunun nesnel koşullarının mevcut olduğu, böylesi bir devrimci atılımın Latin Amerika’da büyük bir devrimci fırtınaya yol açacağı kendiliğinden açıktır. Son on yıldır Latin Amerika’da esen devrimci rüzgârlar sol görünümlü burjuva ve küçük-burjuva önderlikler tarafından kapitalist düzen sınırlarına hapsedilmiştir. Küba’da esecek proleter bir devrimci fırtınanın Latin Amerika proletaryasının giderek geri çekilen devrimci enerji ve seferberliğine büyük bir katkı yaparak yeni bir canlanmaya yol açacağı açıktır. Latin Amerika proletaryasının burjuva sol önderlikleri bir tarafa fırlatıp atarak kendi bağımsız devrimci çizgisinde ileri atılması, Küba proletaryasının kurtuluşunun da anahtarı olacaktır. Kübalı ve Latin Amerikalı proleter devrimcilerin önünde duran temel görev, böylesi bir devrimci atılıma önderlik edecek Bolşevik örgütlülüğü inşa edip güçlendirmektir.n

35


Sınavlar Cumhuriyetinde KPSS Rezaleti Selim Fuat

A

rtık iyiden iyiye bir sınav cehennemine dönüşmüş olan Türkiye’de, bu yıl yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavında soruların sızdırıldığına dair haberlerin ortaya dökülmesiyle birlikte, sınav yolsuzlukları ÖSYM üzerinden günlerce tartışıldı. Soruların Fettullah Gülen cemaatine mensup kişilere sızdırıldığına dair kuvvetli emarelere de rastlanınca, özellikle burjuva medyanın kimi kesimleri tarafından referandumun hemen öncesine denk gelen süreçte yolsuzluğun üzerine daha da bir şevkle gidildi. Ve biraz yüklenmeyle anlaşıldı ki, sınav yolsuzluğu sadece bu yılki KPSS sınavı ile sınırlı ve sadece cemaatle ilgili değilmiş. Sınavlarda “casusluk teknolojisinin” son ürünlerini kullanan birçok çete varmış ve bunlar YGS’sinden ALES’ine pek çok sınavda müşterilerine hatırı sayılır meblağlar karşılığında hizmet vermişler. Çanak çömlek patlayıp kirli çamaşırlar ortalığa saçılınca da, karar mercileri, birkaç kelle alıp yeni “icatlar”a yöneldi. ÖSYM’nin yeniden yapılandırılacağı, öğretmenler için de KPSS’nin yerini bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığının her branş için ayrı ayrı yapacağı sınavlara bırakacağı açıklaması yapıldı. Sorunu sınav güvenliğinden ibaret gören ve bu durumun da ÖSYM’nin yetersiz yapısından kaynaklandığını düşünen anlayışın çözümü de böyle sınırlı olurdu elbette. Oysa olağanüstü bir düzeye ulaşmış yoğun işsizliğin (bu mesele bağlamında özellikle diplomalı işsizliğin) yaşandığı ve dolayısıyla da bu sınavlara giren insan sayısının çok fazla olduğu yerde eninde sonunda böylesi bir yolsuzluğun

36

patlak vereceği açıktı. Kapitalist rekabetçi anlayışın iliklere kadar işlediği, her koyunun kendi bacağından asılacağı anlayışının alabildiğine kanıksandığı bu toplumsal düzende, hele de emekle çabayla bir şeyler elde etmenin küçümsendiği, onun yerine “kısa yollar” keşfedenlerin aferin aldığı Türkiye’de, bu durumun oluşması kaçınılmazdı. Ne var ki KPSS sınavındaki yolsuzluğu özellikle burjuva medyada ele alanların çoğunluğu da bu gerçekliğin üzerinden düşünmek yerine konuyu asayiş boyutuyla değerlendirmeyi, suçluyu bu boyutta aramayı tercih ettiler. Hâlbuki sorunun kaynağını, en temelde yoğun işsizlik ve özellikle özel sektördeki katlanılmaz çalışma koşulları karşısında kurtuluşun devlet kapısında aranmasıyla meydana gelen aşırı yığılma oluşturuyor. Kapitalist devletlerin tüm dünyada yaygın olarak yaptıkları gibi Türkiye’de de kamuya dönük hizmet harcamalarının kısılması sonucu kamu personeli sayısını azaltması da bu yığılmayı devasa boyutlara ulaştırıyor. Nitekim 2010 yılında KPSS’ye başvuran kişi sayısı 2,5 milyondan fazla. Bu sayının önemli ağırlığını da 650 bin kişi ile öğretmen adayları oluşturuyor.

KPSS ile öğretmen atama garabeti KPSS ile yapılan atamalar konusunda sistemin nasıl bir işlev gördüğünü ve yarattığı aksaklıkları belki de en çarpıcı biçimde öğretmen atamalarında ortaya çıkan tablo gösteriyor. Türkiye’de her yıl eğitim ve fen-edebiyat fakülte-


sayı: 67 • Ekim 2010

lerinden on binlerce öğretmen mezun oluyor. Çeşitli yaklaşımlara göre değişse de, yaygın kanı şu anda Türkiye’de 280 bin civarında öğretmen açığı olduğu yönünde. Buna karşın KPSS sonucuna göre yapılan öğretmen atamaları ise son derece sınırlı sayıda. Örneğin görece en fazla öğretmen atamasının yapılacağı söylenen 2010 yaz atamalarında 30 bin civarında öğretmenin göreve başlaması bekleniyordu. Yani 22 adaydan sadece 1’i atanabilir durumda. Üstelik sınavın da öyle bir yapısı var ki, bazı branşlarda açılan kadro sayısının azlığı yüzünden çok yüksek puan alsa bile öğretmenler atanamayabiliyor. Örneğin önceki yıl Türkiye birincisi olan ODTÜ Fizik bölümü mezunu bir genç, kendi alanında kadro açılmadığı için öğretmen olarak atanamadı. Başbakan, Milli Eğitim Bakanı ve bakanlık bürokratları, KPSS sınavının öğretmenlerin yeterliliğini ölçmek için zorunlu olduğunu söylüyorlar, ama KPSS’nin yeterlilik sınavı olarak değerlendirilmesi yanlış. Siyasiler ve bürokratlar ise yüzsüzce yalan söylüyorlar. Örneğin taban puan bir branş için 95, bir başka branş içinse 65 olarak belirlenebiliyor. Eğitim bilimleri alanında 120 sorudan 105 net yapan bir aday atanamayabilirken, 80 net yapan başka bir aday yerleşebiliyor. Daha çarpıcı biçimde bunu ortaya koyan durumsa, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, sınavda gerekli puanı alamaması yüzünden yeterliliğe ulaşamadığı gerekçesiyle kadro vermediği adayları öğretmen açığından dolayı yine aynı okullarda ücretli öğretmen olarak çalıştırması. Buradaki çelişki gün gibi ortada: öğretmen olabilmek için sınav ölçütse eğer, sınavı geçemeyenlerin ücretli öğretmenlik yapmaları da engellenmeli. Yok, eğer sınavı geçemeyenler de öğretmenlik yapabiliyorsa, o zaman sınav niçin yapılıyor? Bu durumdan da açığa çıkıyor ki, öğretmen atamalarında temel kıstas hiçbir biçimde “yeterlilik” değil. Asıl yaklaşım kadrolu atama yapmak yerine öğretmenlerin büyük çoğunluğunu sözleşmeli, daha da kötüsü ücretli olarak çalıştırmak. Yani onları iş güvencesinden yoksun bırakmak, düşük ücretlere, daha zor koşullar altında çalışmaya razı etmek. Kapitalist devlet bir yandan sınıflardaki öğrenci sayısını artırarak öğretmen ihtiyacını azaltmış görünürken, diğer yandan da bu sınıflarda geçici, düşük ücretli öğretmenleri görevlendirmektedir. Bu tablo da bize kapitalist devletin ne işçi çocuklarının gittikleri kamu okullarına yatırım yapıp derslik sayısını ve fiziki koşulları geliştirmeyi düşündüğünü ne de bu okullarda çalışacak öğretmenlere olumlu koşullar yaratmayı umursadığını bir kez daha göstermektedir. Oysa işçi sınıfının, ürettiği değe-

marksist tutum

rin bir bölümünü vergiler vs. yoluyla toplayan kapitalist devletten kendisi ve çocukları için nitelikli ve ücretsiz bir eğitim istemesi en doğal hakkıdır. Aynı şekilde öğretmenlik vasfını kazanmış işçilerin bu vasıflarını insanca koşullarda hayata geçirmeyi talep etmeleri de bir haktır. Bu iki hakkın sağlanmasında büyük bir toplumsal fayda vardır. Ancak kapitalist sistemin toplumsal çıkarların her zaman önünü kesen yapısal özellikleri, bu toplumsal faydanın gerçekleşmesinin de önüne dikilmektedir. Eğitim, sağlık gibi alanlardaki kamusal harcamaların kesintiye uğratılması ve buraya harcanması beklenen kamu fonlarının kapitalistlere aktarılması bu gibi sorunların nereden kaynaklandığını açık biçimde göstermektedir.

Sınav endüstrisi ÖSYM her yıl, şifre gibi isimleri olan 41 tane sınav yapıyor. Gençler daha ergenliğe bile girmeden ağır sınav temposuna girmeye başlıyorlar. 6. sınıfta iyi bir liseye girme hevesiyle başlayan sınav maratonunun sonu bir türlü gelmiyor. Bu durum gençleri yıllarını içerisinde geçireceği bir sınav cenderesine sokarken aynı zamanda kapitalistlerin bir bölümünün iştahını kabartan milyarlarca dolarlık iş hacmine sahip bir “sınav endüstrisi”nin oluşmasını sağlıyor. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odasının (İSMMMO) yayınladığı “Hayatımız Sınav” raporuna göre, 2010’da sadece ÖSYM’nin yapacağı sınavlara 5 milyon adayın girmesi beklenirken; Milli Eğitim Bakanlığı’nın yapacağı sınavlara 4,7 milyon, İçişleri Bakanlığı’nın yapacağı özel güvenlik sınavına ise 200 bin kişinin gireceği öngörülüyor. Böylece 2010 yılında, Türkiye’de yaşayan her 7 kişiden en az biri bu sınavlara girmiş olacak. Elbette sınavlara giren aday sayısı arttıkça da Türkiye’deki sınav ekonomisi de büyüyor. İSMMMO raporuna göre, YGS-LYS (eski ÖSS), KPSS, SBS, ehliyet, özel güvenlik sınavları için

37


marksist tutum

Türkiye’de yılda 4,9 milyar TL harcanıyor. 2000 yılından bu yana gerçekleştirilen KPSS sınavı da bu ekonomik büyüklüğün oluşmasında pay sahibi artık. Türkiye genelinde KPSS’ye dönük hazırlık kursu veren dershane sayısı 450’ye ulaşmış durumda. Bu dershanelerde 260 saatlik bir kursun ücreti yaklaşık 1300-1500 TL. Adayların henüz yüzde 5’inin bu kurslara gittiği düşünülürse daha da büyümeye hazır bir pazar söz konusu. Özel dershane, özel ders, sınav ücretleri gibi kalemlerden oluşan bu ekonomiye, yayınlara ve kırtasiyeye ödenen ücretleri de eklediğimizde boyutlar daha da artıyor. Üstelik elemeye dayalı bu sınav ve kurs sisteminin, adaylara hemen hemen hiç kullanmayacakları bilgiler temelinde test teknikleri edindirmekten başka bir şeye yaradığından bahsetmek de mümkün değil. Kapitalizmin temel mantığı gereği pek çok başka ekonomik faaliyette olduğu gibi, sadece yeterli kâr elde edildiği için süren, toplumsal hiçbir faydası olmayan bir faaliyet. Sınav endüstrisi terimi de bu sınavlara giren milyonlarca kişinin hayallerinin, umudunun ticaretinin yapıldığı bir sektörü anlatıyor. Bu endüstrinin en temel ayağı olan büyük çaplı dershanelerde patronlar muazzam kazançlar elde ederken, işçilerin büyük çoğunluğu açısından koşullar tam anlamıyla felâket. Dershanelerde büyük oranda sezonluk işçi olarak çalışan öğretmenler, düşük ücretlere, keyfi işten çıkarmalara, iş yasasında belirtilen çalışma saatlerinin çok üstünde işgününe, türlü angaryalara ve örgütsüzlüğe razı gelmek zorunda kalıyorlar. Zaten bu çalışma koşulları da bu işletmelerde çalışan öğretmenlerin KPSS kapısının önüne yığılmasında başlıca etken.

Gençliğin geleceği düzenin sınav makinelerinde öğütülüyor! Sınavların toplumsal yaşamda tuttuğu yerin oldukça önemli olduğu bir ülke Türkiye. Niteliksiz bir eğitim sisteminin ürettiği bireylerin bir eleme sistemi içerisinde öğütüldüğü ve düzenin büyük ölçüde bu yolla gençliği ıslah ettiği ve pasifleştirdiği bir mekanizmaya sahip. Bu mekanizma burjuvazi açısından hem ideolojik bir işlev görüyor hem de ona milyarlarca dolarlık bir ekonomik sektör yaratıyor. Bu sınavlar zincirinin genelde son durağı olan KPSS ve benzeri sınavlar ise ayrıca kapitalist sistemde burjuvazinin çıkarları gereğince oluşan aksaklıklar ve kapitalizmin istihdam konusundaki yapısal çözümsüzlüğü için örtü iş-

38

Ekim 2010 • sayı: 67

levi görüyor. İş bulmaya giden yolun böylesine çetrefilli ve karmaşık mekanizmalardan oluşturulması, insanların sorunun gerçek kaynağını görmelerinin önünde kalın bir perde oluşturuyor. Böyle olunca insanların ilgisi ve dikkati bu mekanizmalara odaklanıyor. Sınavda başarısız olanlar yetersiz olarak yaftalanıyor. Böylece bu sınava girenlerden bazılarının (yani büyük çoğunluğun) bu yetersizliklerinin doğal sonucu olarak işsiz kalmaları gerektiği düşüncesi normalleştiriliyor. Çözümsüzlük bir çözüm gibi algılatılıyor. Sınav sistemi, kapitalist sistemde işsizler arasında var olan rekabeti daha da rafine hale getirir. Kapitalistlerin işçilerin bir sınıf olarak mücadelesinin önüne geçmek için yaymaya çalıştıkları ideolojik argüman da en çok bu durumu yaratmak için kullanılır: her koyun kendi bacağından asılır! Oysa işçiler koyun değildir ve bir arada durup ortak çıkarları temelinde mücadele ederlerse kendilerini asmaya yeltenen patronlara paçalarını kaptırmazlar. İşçiler kendilerini ya da çocuklarını kurtarmak adına düzenin dev sınav makinelerine paçalarını kaptırmamalıdır. İşçiler için kurtuluşun tek mümkün yolu örgütlü mücadeledir. İşsizliği ve onun sonuçlarını yaratan patronların düzenidir. O düzen yıkılmadıkça da emeğiyle geçinenleri ezen işsizlik belâsı ortadan kalkmayacaktır. Bu yüzden işçiler öfkelerini doğru kanallara akıtmalıdır. KPSS vb. sınavların daha düzgün, daha hakkaniyetli biçimlerde gerçekleşmesini istemek anlaşılırdır. Ancak bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Her bir hücresi eşitsizlikle yoğrulmuş bir sistemde kimse eşit koşullarda yarışamaz. Bu yüzden kapitalizmdeki hiçbir yarışmanın sonucu adil olmayacaktır. Gerçek eşitliği ve adaleti sağlayacak koşullar ise işçilerin mücadelesi ile yaratılacaktır. Bunun için işçi sınıfının patronların bugün onları rekabete sürükleyen çözüm önerilerine itibar etmemesi, kendi mücadele yolunda yürümeyi sürdürmesi gereklidir.n


sayı: 67 • Ekim 2010

marksist tutum

Virüsler mi Daha Tehlikeli, Kapitalizm mi? K

apitalist sistem çürüdükçe etrafa sürekli pis kokular yaymaya devam ediyor. Sağlık alanı da kapitalistler için çok kârlı bir sektör haline gelmiş durumda. Neredeyse her yıl, çeşitli virüslerin neden olduğu enfeksiyonların tüm insanlığı etkileyeceği ve salgına dönüşeceği yolunda bir korku atmosferi yaratırlar. Ardından hastalığa karşı ya ilaç üretilir ya da aşı! Her yıl neredeyse benzer haberlerle kitleler manipüle edilir ve tekeller voleyi vurur. Geçtiğimiz yıllarda kuşlar grip olmuştu ve bu virüsün (H1N5) göçmen kuşlarla taşındığı ifade edilmişti. Birçok ülkede kuş gribi virüsü vakalarına rastlanmış ve ölümler meydana gelmişti. Önlem olarak vakaların görüldüğü bölgelerde kanatlı hayvanların toplu itlafı yapılmış, kanatlı hayvan eti ve yumurta tüketimi azalmıştı. Gribe yakalananların tedavisi için Tamiflu adlı ilaç bulunamaz hale gelmiş ve karaborsaya düşmüştü. Sonuç ne mi oldu dersiniz? İlacı üreten firma daha fazla ilaç üretmiş, hastalığın görüldüğü ülkelere sağlık bakanlıkları aracılığıyla satışlar yapmış ve kârını yükseltmişti. Ayrıca kırmızı etin fiyatı yükselmiş ve asgari ücretle çalışanların sofrasına kırmızı et artık hiç giremez olmuştu. Bu arada küçük tavuk üretim çiftlikleri iflas etmiş ve daha büyük çiftlikler oluşmaya başlamıştı. Aynı dönemde, pastörize yumurta üretimi yapan maliye bakanının oğlunun fabrikası da kâr oranını kat be kat arttırmıştı. Daha sonraki yıllarda kuş gribi unutulmaya başlamıştı ki bu sefer domuzlar grip olmaya başladı. Dünya Sağlık Örgütü devreye girdi ve bunun çok büyük bir salgın olduğunu ve tüm dünyayı ve insanlığı etkileyeceğini bildirdi. Domuz virüsünün insana bulaşmasıyla ve normal mevsimsel virüsle birleşip değişikliğe uğramasıyla dünyada toplu ölümlerin olabileceği söylenirken, televizyonlardan ve gazetelerden Türkiye’de de domuz gribi vakalarında ve ölümlerinde büyük bir artışın yaşandığını duymaya başladık. Bu arada ilaç firmaları da boş durmadılar ve insanlığı salgından ve toplu ölümlerden kurtaracak olan aşıyı buldular! Bütün ülkeler ilaç firmalarından yüklü miktarda para karşılığında aşı siparişi yapıp herkesi aşı olmaya zorladılar. Türkiye’de başbakan ve sağlık bakanlığı aşı konusunda farklı tutum alınca sipariş edilen aşıların çoğu bakanlığın elinde kaldı. Sonra ne mi oldu? Dünya Sağlık Örgütü içinde çatlak sesler çıkmaya başladı ve domuz gribi vakalarıyla normal grip vakalarının hepsinin insanlara domuz gribi diye aktarıldığı, aslında domuz gribinin bu kadar yaygın olmadığı, ölümlerin birçoğunun farklı nedenlerden olduğu, Dünya Sağlık Örgütünün yetkililerinin ilaç firmalarıyla ortak hareket edip insanları

kandırdıkları oraya çıktı. Kapitalist krizin derinleştiği bir dönemde ilaç firmaları üretip sattıkları aşılardan korkunç derecede kârlar elde ettiler. Bugünlerde yeni bir virüs keşfedilmiş ve vakalara özellikle Balkan ülkelerinde rastlanıyormuş. Basında çıkan haberlere göre bu hastalık Yunanistan’da salgın haline gelmiş ve 18 kişinin ölümüne neden olmuş. Adına Batı Nil Virüsü denilen virüs sivrisineklerle insana taşınıyor ve hastalık yapıyormuş. Bu virüse Türkiye’de de rastlanmış ve 3 kişi bu hastalıktan ölmüş. İşin ilginç yanı bu virüse karşı henüz üretilmiş ne bir aşı ne de ilaç var. Düşününce geçmişte yaşananlar geliyor insanın aklına ve “acaba” diye sormaktan kendini alamıyor. Yine bir salgın, yine ölümler: Bu sefer hangi ilaç firması güya insanlık adına aşı üretecek ve bu kârlı pazarı yutacak? İnsan sağlığı kapitalistleri ne kadar ilgilendiriyor ki? Onları ilgilendiren tek şey sermayelerine sermaye katmak. Kârlı olmayan ilaçları üretmeyen ilaç firmaları, insanlığın sağlık sorunlarının çözümü için değil kendi sermayelerini arttırmak için üretim yapıyorlar. Tedavisi mümkün olan birçok hastalık nedeniyle hâlâ ölümler yaşanıyorsa, insanlar parası olmadığı ve ilaç alamadığı için hastalıkların pençesinden kurtulamıyorsa, bilimsel çalışmalar insanlık için değil de patronlar sınıfının kârı için yapılıyorsa, bu sağlığın kapitalistleşmesindendir. Salgın hastalık yapan virüsler mi yoksa tüm insanlığı salgın hastalıkların pençesine iten kapitalistler mi daha tehlikeli? Yüzyıllardır biz emekçileri zor koşullarda çalışmaya zorlayan, işçileri sömüren, milyonlarca insanı açlığın, sefaletin, yoksulluğun pençesine iten, her yıl milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, insanı değil parayı kutsal olarak gören bu içinde yaşadığımız sistem daha tehlikeli değil mi? Kapitalizm insanlığı her gün biraz daha yok oluşa sürüklerken, her yıl milyonlarca insanın çeşitli nedenlerle ölümüne sebep olurken, kârlı bulduğu her alanda çalışanları sinekten yağ çıkarırcasına sömürü çarklarında ezerken, bu sistemin insanlık için virüslerden daha tehlikeli olduğu ortada değil mi? Nasıl ki virüslere karşı “bilimsel çalışmalar” yapılıyorsa, kapitalizmi ortadan kaldırmak ve insanın insanca yaşayacağı bir yaşam için de bilimsel çalışmalar yapılmış durumda. Kapitalist sistemi ve onun insanlığa yaşattıklarını ortadan kaldırmak için, insanın insanı sömürmesinin ortadan kalktığı bir dünya için, örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Kapitalizm insanlığı yok etmeden biz onu yok edelim. Esenler’den bir Marksist Tutum okuru

39


Ekim 2010 • sayı: 67

marksist tutum

Bir Mektup, Bir Yanıt Bir okurumuzun dergimize gönderdiği mektubu ve dergimizin ona yanıtını aşağıda sunuyoruz. Merhaba; Referandum sürecinde halkoyuna sunulan pakete Marksist Tutum dergisi olarak evet dediniz. Bu, cesur ve anlaşılabilir bir tavırdı. Cesurdu; çünkü solun tamamına yakını hayır demişken ve sola yakın kitlelerin tamamı histerik bir AKP-fobi ile hayır demişken siz gündemi soğukkanlı bir şekilde analiz etmeye çalıştınız. Solun genelinin yanılgı içinde olduğunu söylediniz. Solun geneli tarafından yöneltilecek “liberallik, kuyrukçuluk”’ gibi suçlamaları göze aldınız. Anlaşılabilirdi, çünkü paket yüksek yargı ve askeri bürokrasi karşısında parlamentonun etkinliğini arttırıyordu. Ve parlamento –burjuva anlamda da olsa– demokrasinin motor gücü, halk iradesinin somutlaşmış hali idi. Burjuva demokrasisini fersah fersah aşacak olan işçi demokrasisini inşa edebilecek kitlesellikten uzak olduğumuz günümüzde de bu tarz demokratik adımların desteklenmesi anlaşılabilir bir durumdu. Fakat kafama takılan bazı konular var. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, AKP bir burjuva partisi. Kemalist bürokrasiye karşı da demokratikleşmeyi savunmasının yegâne sebebi gücünü parlamentodan alıyor olması. Yoksa geride bıraktığımız son 8 yıl, AKP’nin demokrasiden ne anladığını net bir şekilde ortaya koydu. Kürt Hareketi ile yürütülen kirli savaştan emekçi kitleler üzerindeki baskılara kadar AKP, çıkarları tehdit edildiğinde Kemalist bürokrasiden aşağı kalmayacak kadar despotlaşabileceğini kanıtladı. (Siz de derginizde şu an hatırlayamadığım bir yazıda AKP’nin otoriterleşme eğilimlerinin varlığını kabul etmiştiniz.) Örneğin AKP, daha referandumda kullanılan oyların mürekkebi kurumadan başkanlık sistemini dile getirdi. Başkanlık sisteminin yürütmeyi yasama karşısında güçlendirdiğini, başkanın görev süresi dolana kadar görevden alınma korkusu olmadan rahatça hareket ettiğini siz de bilirsiniz. Daha düne kadar askeri ve sivil bürokrasi karşısında yasamayı güçlendirmeye çalışanlar, bugün yasamanın da ayak bağı olmasından kurtulmaya çalışıyorlar. Ve bu sadece bir örnek. Devamının gelmesi kuvvetle muhtemel. (AKP’nin otoriterleşme eğiimlerinden korkup asker-sivil bürokrasinin eteğine sığınmanın ne kadar komik bir tavır olduğunu asgari düzeyde vicdana sahip herkes itiraf edecektir zaten.) Kısaca şunu sormak istiyorum: Bugüne kadar AKP, Kemalist bürokrasi ile yürüttüğü mücadele gereği parlamentoyu, ve dolaysısı ile demokratikleşmeyi savundu. Artık bu mücadelenin bittiğini, büyük oranda AKP’nin zaferi ile sonuçlandığını söyleyebiliriz. AKP, varlığından şüphe edemeyeceğimiz otoriterleşme eğilimlerini daha rahat dile getirecektir bundan sonra. Sahip olduğu muazzam kitle desteği sayesinde, işine gelmeyen konularda muhalefete karşı daha da sertleşecektir. (Tekrar pahasına söylüyorum: AKP, son sekiz yılda Kürt Hareketine ve işçi mücadelelerine karşı takındığı tavırla şartlar onu mecbur etmediği sürece demokrasi kavramını hatırlamayacağını kanıtlamıştır.) Peki bu süreçte Marksistlerin tavrı ne olmalıdır sizce? Daha özelde, AKP’nin yasamaya karşı yürütmeyi güçlendirme çabaları sivilleşme olarak mı adlandırılmalıdır, eleştirilmeli midir, yoksa “‘işçi sınıfını ilgilendirmez”’ mi denilmelidir? Eğer kısa da olsa cevap yazarsanız sevinirim. O.Ç.

Sevgili O., Referanduma ilişkin tavrımızı “cesur ve anlaşılabilir” olarak görmen bizleri sevindirdi. Bizler gerçekten de, sosyalist solun geleneksel (Kemalist ve Stalinist) önyargılarına, küçük-burjuva reflekslerine ve gayrı-ciddi ya da lafazan tutumlarına karşı kararlı bir ideolojik mücadele yürütüyoruz. Bu mücadeleyi de sınıf temelinde azimli bir çalışma sürdürerek yürütmenin tek devrimci yöntem olduğunu düşünüyoruz. Yazdıklarından, referanduma ilişkin tavrımızın genel çerçevesini kavradığını ve benimsediğini görmek bizleri ay-

40

rıca mutlu etti. Genel çerçevesini diyoruz, çünkü sorduğun sorudan anladığımız kadarıyla birkaç noktanın altını kalınca çizmemiz gerekiyor. 1) Bu referandumla, TC rejiminin tümüyle demokratikleşeceğini asla söylemedik. Zaten bu büyük bir yalan olurdu. Son derece yetersiz ve sınırlı olmasına rağmen bu paketi, burjuva demokratik çerçevenin bir nebze daha genişletilmesi doğrultusunda bir adım olarak gördük. Bizim söylediğimizin özünü şu üç noktayla özetlemek mümkün: (a) Anayasa paketinde yer alan değişiklikler işçi sınıfı açısından bir HAK KAYBINA YOL AÇMAMAKTA,


sayı: 67 • Ekim 2010

bu nedenle de reddedilmesi için bir gerekçe bulunmamaktadır; (b) Yapılan düzenlemeyle asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki belirleyici ağırlığı tümüyle ortadan kaldırılmasa bile ZAYIFLAYACAK ve dolayısıyla burjuva demokrasisinin çerçevesi bir nebze daha genişleyecektir; (c) Yapılan düzenlemelerin kabul edilmesi halinde 12 Eylül faşist cuntasıyla ve onun anayasasıyla hesaplaşmanın ÖNÜ AÇILACAK ve bunlar da dahil olmak üzere yeni bir anayasa konusu toplumun gündemine daha yaygın olarak girecektir. 2) Bizim gözümüzde AKP tıpkı diğerleri gibi bir burjuva düzen partisidir. Onun verili konjoktürde “demokratikleşme” doğrultusunda attığı adımların hangi dinamikten kaynaklandığını, ne denli sınırlı olduğunu vb. çeşitli yazılarımızda sürekli olarak işlemiş bulunmaktayız. AKP ancak mevcut burjuva düzen partileriyle (CHP, MHP gibi) karşılaştırıldığında statüko yanlısı olmayan ve kendi meşruiyeti için belirli ölçüde demokratik dönüşüm isteyen bir parti olarak görülebilir. Koyunun olmadığı yerdeki keçi hikayesi! AKP bu değişiklikleri demokratik bir zihniyeti içselleştirmiş olduğu için değil, asker-sivil bürokrasinin belirleyici rolünü kırmak için yapmaktadır, çünkü bu durumun sürmesi onun siyasal varlığını sürekli bir tehit altına sokmaktadır (darbe plan ve girişimleri, kapatma davaları vb.). Tekelci sermayenin AB’ye katılım doğrultusundaki tercihleri, emperyalistleşen Türkiye’nin kendi iç sorunlarını mümkün olduğunca çözmenin ya da hafifletmenin gerekleri vb. de onu bu doğrultuda adım atmak ZORUNDA BIRAKMAKTADIR. Öte yandan, AKP’nin Kürt sorunu ve işçi hareketi karşısındaki tutumları, onun demokratlığının sınırlarını gerçekten de yeterince açıklıkla göstermektedir. Ancak böylesi iki temel sorun konusunda, hele de işçi hareketi sözkonusu olduğunda, hangi burjuva partisinden tutarlı bir demokratlık beklenebilir ki! Bu yüzden AKP’nin demokrasi istemindeki sınırları ile darbeci-faşist zihniyeti birbirine eş koşmak da önemli bir politik hata olurdu. 3) AKP’nin yürüttüğü mücadelenin “bittiğini ve büyük oranda onun zaferiyle sonuçlandığını” söylemek için ise henüz çok erken. Kanımızca AKP liderliği de böyle düşünmüyordur. Ne var ki, onlar ne düşünürlerse düşünsünler, Türkiye’nin temel demokratik sorunları halen olanca ağırlığıyla önümüzde durmaktadır. Asker-sivil bürokrasi halen efendi konumundan burjuvazinin sıradan bir hizmetkârı konumuna geçmiş değildir. Kürt sorunu tüm yakıcılığıyla ortadadır. 12 Eylül Anayasası yürürlüktedir. Darbelerin ürünleri olan kurumların (Anayasa Mahkemesi, MGK, YÖK vb.) hepsi kısmen yıpranmış bile olsa ayaktadır. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren İş Yasası, Grev ve Toplu Sözleşme Yasası, Sendikalar Kanunu gibi yasaların anti-demokratik ve işçi düşmanı zihniyeti bariz biçimde sürmektedir. Üniversitelerin durumu ortadadır; eğitim sisteminin bilimsel, demokratik, laik bir içeriğe kavuşturulması görevi ortadadır. Aleviler ve gayrı-müslimler üzerindeki ayrımcılık ve baskı devam etmektedir. Hatta Müslümanların dini hayatı üzerindeki anti-laik devlet denetim ve yönetimi, baskılar vb. hâlâ

marksist tutum

yürürlüktedir vb. İşte asıl mesele buradadır; AKP tüm bu noktalarda kalıcı, tutarlı ve demokratik bir çözüm yaratabilecek midir? Bizce hele ki, şu ülke ve dünya konjonktüründe hayır! 4) Sorun tam da bu noktadadır. Bizler devrimci Marksistiz. Bu sorunların çözümünü burjuva düzen partilerine ya da burjuvazinin şu ya da bu kesimine havale edemeyiz. Bizler bu sorunların tam ve tutarlı bir çözümüne ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseltilmesiyle ulaşılabileceğini savunuyoruz. Bu sorunların çözümü için AKP’ye ya da TÜSİAD’a vb. bel bağlamak ve bunun propagandasını yapmak biz Marksistlere değil, sol liberallere yakışan bir tutumdur. Liberallerin bu beklentilerinin ne denli büyük yanılgı ve hayalden ibaret olduğunu, Elif Çağlı çeşitli yazılarında dile getirmişti. İşte bu yüzden, bizim EVET’imiz ile sol liberallerin EVETi asla aynı kefeye konamaz. Bu nedenle biz, demokrasinin kaderinin işçi sınıfına bağlı olduğunu vurguluyoruz. 5) Başkanlık sistemi hakkındaki soruna gelince. Bu husustaki görüşlerimiz daha önce dergimizde dile getirilmiş ve onun parlamenter rejime kıyasla gerici doğası deşifre edilmişti: “Burjuva demokrasisinin tarihsel gelişimine baktığımızda, bazı biçimsel adımlar atılmış gibi görünse de özde halk temsilinin sürekli olarak daha etkisiz hale geldiği ve geniş halk yığınlarının seçimlere giderek artan ölçüde ilgilerini yitirmekte olduğunu görüyoruz. Bu, seçimlerle bir şeyin değişmediğine dair yerleşen kanının bir ifadesidir. Burjuva demokrasisi halkın demokratik özlemlerine çare olamadığı gibi, onların artan ölçüde boğulması anlamına gelmiştir. Diğer taraftan bu tarihsel gelişim içinde temsili kısıtlayıcı biçimlerin daha fazla yaygınlık kazandığını da gözlemekteyiz. Meselâ parlamenter biçime karşı başkanlık sistemi uygulamaları yayılmaktadır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte kurulan, başta Rusya olmak üzere yeni kapitalist ülkelerin hemen tamamında da başkanlık sistemi yürürlüğe konmuştur. Son yıllarda Türkiye’de de sıkça başkanlık sistemi tartışmalarının açılması ve seçim sistemi değişikliği önerisi de bu genel eğilimlerin bir uzantısından başka bir şey değil aslında. Biçimsel olarak bakıldığında sanki halkın seçme hakkı geliştiriliyormuş gibi bir düzenleme (“yürütmeyi [başkan] de halk seçiyor!” ya da “barajlar kalkıyor!”), ama gerçekte halk açısından iktidarı kontrol ve etkileme olanaklarından daha fazla uzaklaşma ve siyasal aygıtın sermayenin çok daha doğrudan kontrolüne alınması. İşte burjuva demokrasisi oyununun günümüz koşullarındaki somut eğilimleri bunlardır.” (Burjuvazinin Demokrasi Oyunu, MT, Şubat 2006) Başkanlık sistemi parlamenter rejim ile Bonapartist eğilimlerin bir sentezi olarak yorumlanabileceği için Marksistlerin bu sistemi savunması da, işçileri ilgilendirmez demesi de mümkün değildir. Umarız, kafana takılan hususlarda yardımcı olabilmişizdir. Devrimci sevgi ve selamlarımızla. Marksist Tutum

41


Okurlarımızdan

Başbakana Sömürülecek Çocuk Lazım B

aşbakan Erdoğan, Kanaltürk’te katıldığı bir programda, “2037’de genç bir nüfus olarak yolumuza devam edeceksek, şu anda her ailenin üç çocuk sahibi olması lazım. Yapabileceğin kadar değil bakabileceğin kadar yap diyorlar. Böyle saçmalık olur mu?” şeklinde bir beyanat vermişti. Yani başbakan bizden çocuk istiyor, istiyor da çocuk yapmak sırayla değil parayla. Pek muhterem başbakan bizle maytap geçiyor açıkça. Asgari ücretin 600 lira, ev kirasının da 500 lira olduğu bir yerde 100 liraya çocuk yapılmıyor. Hem çocuk yapmak için bir de zaman lazım. İyi de bizim o zamanımız da kalmıyor ki. Günde 14 saat çalışıp sonra nasıl üç çocuk yapalım? Başbakanın çocuk bezinin, çocuk mamasının kaç para olduğundan haberi yok galiba. Bir çocuğun aylık gideri neredeyse asgari ücret kadar. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak için geriye para kalmıyor. Şimdi 600 lirayı nasıl çocuğa yatıralım? Hem üç çocuk demek üç kat fazla masraf demek. Ayrıca bu çocuk büyüdü mü okulu vs. maliyeti daha da artıyor. Bir de üniversite var; ÖSS sınavına girecek, dershaneye gidecek, iş bulamayacak, depresyona girecek, depresyondan çıkmak için psikologa gidecek. Sonra evlenecek, parasızlıktan boşanacak, işten atılacak, mahkemeye gidecek, hâkim onu haksız patronunu haklı

bulacak. Sonracığıma, hakkını meydanlarda arayıp polis copu yiyecek filan. Ama başbakan şartlarımızı kabul ederse rahat rahat çocuk yapabiliriz. Meselâ; asgari ücreti işçiler belirlesin, herkes sendikalı olsun, işsizlik olmasın, günde 6 saat çalışalım, kreş, eğitim, sağlık, ulaşım parasız olsun, demokrasi olsun, kimse hakkını aradığı için dayak yemesin, bak o zaman söz üç çocuk yaparız. Değil 2037’ye genç girmek, 2137’ye bile genç gireriz. Eğer başbakan bunları kabul etmiyorsa ona verelim 600 lira, isterse on çocuk yapsın. Ne iyi başbakanımız var değil mi, herkesin çoluk çocuğa kavuşmasını, bir de ülkece genç olmamızı istiyor. Neden acaba? Çünkü başbakan çalışacak, sömürülecek nüfus istiyor. İşçiler günde 14 saat çalışıp kısa sürede çöküyor ve yaşlanıyorlar. Yani yeterince uzun süre sömürülemiyorlar. Oysa genç ve ucuz işgücü gerekli “ülkenin”, patronların, asalakların kalkınması için. Yıllardır örgütsüz olan biz işçileri iliklerimize kadar sömürdüler. 12 Eylül faşist askeri darbesiyle işçi sınıfının örgütlülüğü dağıtıldı. Sendikaları ve siyasi partileri kapatıldı, binlerce genç işkence tezgâhlarından geçirildi ve katledildi. Yıllardır genç ve örgütsüz işçileri dizginsizce sömüren bu asalaklar ve temsilcileri şimdi de sanki bizim genç kalmamızı istiyorlarmış

gibi konuşuyorlar. Ama bir yandan da istihdam yasaları adı altında yasalar çıkarıp, 30 yaş üzeri işçileri işten atıp, yerine sigortasız sendikasız genç işçileri alıyorlar. Bu da herhalde biz genç işçileri ne kadar düşündüklerini gösteriyor. Biz genç işçiler olarak başbakanın dediği gibi genç kalmak istiyoruz da nasıl kalacağız? Her gün mercimek çorbasıyla genç kalınmıyor ki! Yahu biz değil miyiz her türlü yiyeceği, giyeceği, her şeyi üreten, o zaman bu ürettiklerimiz bizim olsa da biz de rahat yaşayıp genç kalsak ne iyi olur değil mi? Hem başbakanımız da bu durumdan ziyadesi ile memnun kalır! Ama başbakanın derdi başka. O, gelecek 5 yıl içinde Türkiye’nin dünyanın en gelişmiş 10 ülkesinden biri olmasını istiyor. Onun için de sömürülecek genç nüfus lazım. Sonra dolar milyarderlerimiz nasıl artacak? Bakın Türk sermayesi 30 yıl önce Türkiye sınırlarından dışarı adımını atamazdı, şimdi dünyanın her yerinde cirit atıyor. Yani palazlandılar, bitleri kanlandı, vampirlikleri azdı. İyi de bunlar nasıl büyüdü? Kendileri mi çalıştılar? Hayır! Tam da söz ettikleri genç nüfusu sömürerek büyüdüler, şimdi daha fazla büyümek için bizden çocuk istiyorlar. Başbakanın asıl derdi Türkiye’nin emperyalist piramitte üstlere tırmanmasıdır. Lakin bunu genç nüfus söyleminin altına gizliyor. Genç olmak için, insani koşullarda, sömürülmeden yaşamak gerekir. Ama biz işçiler için bu şartlar başbakan ve onun temsil ettiği sermaye düzeninde mevcut değildir. Bu sömürü düzeninde bizler için mevcut olan, açlık, yoksulluk, savaş, katliamdır. Her şeye rağmen genç kalmak için direnmek, savaşmak, mücadele etmek gerekir. Mücadelenin yaşı yoktur. İşçilerin kurtuluşu üç çocukta değil mücadele etmektedir. Bizler mücadele edip, örgütlenip, bilinçlendikçe bakın o zaman kimler neler doğuruyor? Sefaköy’den bir işçi

42


Okurlarımızdan

Sermaye Partilerine Kanmayalım, Çözüm İşçi İktidarında! U

zun bir süre boyunca tüm gündemimizi referandum işgal etti. Tam olarak ne anlama geldiğini bilmesek de sürekli bu konuyu konuşmaya başladık. Toplum olarak yabancısı olduğumuz referandum, geniş kesimler için AKP-CHP meselesine döndü. “Ben politikadan anlamam, siyasetten nefret ederim” diyenler bile ciddi ciddi tartışmaya başladılar. Evlerde, otobüslerde, işyerlerinde, sokaklarda, her yerde politika konuşulur hale geldi. Öyle ya da böyle bu referandum ve politikacılar halkı politikleştirdi. Bu arada toplum da, aileler de ikiye bölündü. Bir tarafta “tabiî ki hayır” diyenler, diğer tarafta “evet” diyenler. Genel olarak sancısını çektiğimiz apolitik toplum, bu vesileyle konuşmaya başladı. İşçiler, öğrenciler, ev kadınları… Bu durumu genel olarak sevinçle karşılamama rağmen bir diğer mesele de toplumda ciddi anlamda bilinç bulanıklığı olduğudur. Hayırcıların durumu ise daha da vahimdir. Gerçek anlamda savunabilecekleri bir dayanakları bile yok. Bir yığın insanı peşlerinden sürükleyerek milliyetçiliği, darbeyi ve darbecileri iyi bir şey gibi göstermeye ikna etmeye çalışıyorlar. Ben genelde hayırcılarla karşılaşıyorum ve neden hayır diye sorduğumda da, “adam yasamayı, yargıyı ele geçiriyor, her yere kendi adamını koyacak, her şey daha kötü olacak” tarzında cevaplar alıyorum. Maddeleri biliyor musun, neler değişiyor dediğimde ise maddeler üzerinden pek konuşan yok. “Evet çıkarsa vay halimize, adamlar bu sefer şeriatı gerçekten getirirler, yargı da zaten elden gidiyor” diyorlardı “hayır”cılar hep. Hayır çıktığında ne olur diye sorduğumda ise pek bir yorum getiremiyorlardı. Oysa maddelerin içeriklerine baktığımızda aslında denildiği gibi bizden alınan bir şeyin olmadığı ve gerici bir durum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada bir başka şey de, “hayır”cıların gerçek anlamda bir şey bilmedikleri, tepkilerinin bu değişiklikleri AKP yapıyor olmasından kaynaklı olduğudur. Bugüne kadar AKP gerici ve şeriatçı olarak içselleştirildiği için, özellikle de Alevi toplumunda maddelerin ne anlama geldiği çok da önemli olmuyor. Bu nedenle referandum maddelerin oylanmasından öte genel seçim havasına dönüştü. Birçok insan da böyle bakıyordu. Herkes çıkacak olan “evet” ya da “hayır”a bel bağlamıştı. Bu referandumdan öğrendiğim çok şey oldu. Bizi yönetenlerin kendi çıkarları için her şeyi yaptıklarını gördüm. Çıkarları uğruna küçük de olsa haklar vermekten çekinmiyorlar. Bizim davamıza sahip çıkar gibi yapacak kadar ileriye gidebiliyorlar. Timsah gözyaşları akıtabiliyorlar. Türkiye işçi sınıfına karabasan gibi çöken 12 Eylül’ün hesabını soracakmış gibi ileriye atılabiliyorlar. Bugün toplumun bir bölümü AKP hükümetini düşman ilan ediyor, diğer bir kesimi ise bir burjuva partisinden medet umanlar, ondan beklentisi olanlar oluşturuyor. Oysa AKP bir sermaye partisidir ve ken-

di sisteminin ve kendi alanının genişletilmesi için çalışır. Biz işçilerin çıkarlarını savunmak gibi bir derdi yoktur ve bu onun işi de değildir. Çünkü o da tıpkı diğer sermaye partileri gibi işçi düşmanıdır. İşçi sınıfının çıkarlarını savunacak olan yine işçi sınıfının kendisidir. Biz işçiler açısından gerçek demokrasi ve özgürlük için işçi sınıfının iktidara yürümesi gerekir. Öncelikli olarak işçilerin büyük çoğunluğunun olaylara gerçek anlamda bir sınıf bakış açısıyla bakamadığı ortada. Var olan partilerin peşinden gitmeye devam etmekteler. Biz işçilerin duygusal değil akıl yolunu tutturmamızın zamanı gelmiştir. Bizler asıl yol göstericimiz olan Marksizmi öğrenmek üzere adım atmak zorundayız. Marksizmin kurucularının da tespit ettiği gibi, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır! Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi

Referandum ve Seçim R

eferandumda siyasi yelpaze oldukça genişti ve herkes kendi tavrını açıkladı. Ben de mücadeleci bir işçi olarak “Evet” oyu verdim. Amacım, anayasada, işçilerin sendikal haklarına yönelik yapılan kısmi değişiklikleri ve demokratik değişiklikleri olumlamaktı. Yapılan bu değişiklikler hem bir burjuva anayasasında hem de burjuva partilerinden biri eliyle yapıldıkları için pek çok insanda bir tereddüt doğurdu. Peki acaba bu devrimci mücadeleye bir zarar verir miydi? Hayır. Çünkü bu değişiklikler işçilerin herhangi bir hakkını elinden almıyor, kısmi birtakım olumluluklar da içeriyordu. Ama boş düşler de kurmuyorum. Değişiklikleri yapan AKP hükümeti, işçi düşmanı bir hükümet olma özelliğini yitirmiş değil. Bugün gündemde bir işçi iktidarı ve onun anayasası yok. Ondan geriye bir adım atmış olmadım dolayısıyla. Bu durumda, yapılan kısmi reformlara karşı olmadan, sınıf içinde mücadeleye ve örgütlenme çalışmasına devam ediyorum. Şimdi dokuz ay sonra yapılacak seçimlere ilişkin kimi sorular soralım kendimize. Bu parlamento seçimlerinde acaba bir devrimci işçinin tavrı ne olmalıdır? İşte burada burjuva düzen partilerinden birine oy vermeye çağrı yapacak her türlü düşünceden özellikle uzak durmak gerekiyor. Çünkü iş artık demokratik haklar meselesi değildir. Siyaset üzerinde kimin söz sahibi olacağının belirleneceği bir seçimle karşı karşıyayız. O nedenle CHP veya AKP benzeri partilere oy vermeyi savunmak bilinçli işçilerin işi olamaz. Biz içimizden çıkan, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin, Kürt halkının haklarını savunan adayları destekleyebiliriz ancak. Dolayısıyla biz her olayda kendi bağımsız sınıf çıkarlarımızın gereğini yapmalıyız. Sınıf örgütlülüğümüzü güçlendirmeyi de her zaman en başta gelen görevimiz olarak görmeliyiz. Kartal’dan bir işçi

43


Okurlarımızdan

Sarıgazi Festivalinde “Marksist Tutum” Standımızı Açtık 1

7-19 Eylül tarihleri arasında, Sarıgazi Mahallesinde beşincisi gerçekleştirilen Sarıgazi Kültür ve Sanat Festivaline Marksist Tutum dergisi olarak biz de katıldık. Festival alanında standımızı açarak dergimizi ve Tarih Bilinci Yayınlarından çıkan kitapları tanıttık. Festivale birçok işçi dostu sanatçı türküleri ve şiirleriyle katıldı. Standımızı ziyaret eden emekçilerle hem tanıştık hem de işçilerin gündemine oturan referandum süreci hakkında sohbet ettik. Marksist Tutum’un referandum sürecine ilişkin fikirlerini anlattığımızda koyu bir tartışma içerisine girdik. Türkiye’nin gündemine oturan anayasa değişikliği tartışmaları “evetçi misin, hayırcı mısın?” ekseninde yürürken, konunun özünün kaçırıldığını vurguladık. Birçok işçi arkadaşımız anayasa maddelerini bilmiyordu. Anayasa değişikliği ile gelecek değişikliklerin gerek 12 Eylül askeri darbesi ile hesaplaşılması ve darbenin izlerinin kırılması, gerekse demokratikleşme açısından bir ön adım olduğunu vurguladık. Ancak

burjuvaziye bel bağlamamak gerektiğini ve fabrikalarda, mahallelerde devrimci mücadelenin örgütlenmesiyle taleplerimizin karşılık bulacağını dile getirdik. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle hesaplaşmak ancak devrimci sınıf mücadelesinin yükselmesiyle gerçek anlamını kazanacaktır. Sarıgazi Mahallesi mücadeleci işçilerin yoğun olarak yaşadıkları bir işçi mahallesi olarak bilinmektedir. Ancak sınıf mücadelesinin geriye düştüğü bu dönemlerde Sarıgazi Mahallesi de ne yazık ki bu durumdan etkilenmiştir. İşçi sınıfının örgütlülüğünün bu denli geri olduğu bir dönemde, böyle etkinliklerde yer alıp sınıfımızın siyasetini mahalleli işçilerle paylaşmak bizlerin görevidir. Bu yüzden Tarih Bilinci yayınlarından çıkan kitapları ve dergimiz Marksist Tutum’u işçi arkadaşlarımıza ulaştırdık. Tanışabildiğimiz arkadaşlarla tekrar sohbet etmek üzere sözleşerek görüşmek üzere vedalaştık. Sarıgazi’den Marksist Tutum okuru işçiler

Hesap Soracağız

İ

şçiler olarak, anayasada yapılmak istenen değişikliklerin işimize yarayıp yaramayacağını tartıştığımız bir referandum sürecini, evet, hayır veya boykot diyerek geride bıraktık. Elbette ki bizlerin ihtiyaçları çerçevesindeki demokratik bir anayasayı, patronları savunan iktidar partilerinden bekleyemeyiz. Bu süreçte patronların partileri nasıl da it dalaşına tutuşmuşlardı “halk için en iyisini biz yaparız” diyerekten. Daha düne kadar bizlerin açlığını, işsizliğini, yaşadığımız hayat koşullarını görmezden gelenler onlar değil miydi peki? Şu andan itibaren seçim çalışmaları başlayacak ve bizler bu sermaye partileri tarafından yine figüran olarak kullanılmak isteneceğiz. İktidara gelen patronların partilerinin hangisi bizim için hayat koşullarımızın iyiliğini istemiştir? Hiçbiri! Ne kadar demokrat kesilirlerse kesilsinler onların istediği şey kendi hanelerine bir oy fazla yazılmasıdır. Onlar ancak sermayeye demokrattırlar.

44

Bugünlerde 12 Eylülcülerden hesap sormak da moda! Ama bizim adımıza kimse hesap soramaz, sorulacak bir hesap varsa bu hesabı soracağımız sadece cuntacılar değil, asıl olarak bu işin çıbanbaşı olan büyük sermayedir. Ezilen, emeğiyle geçinenler olarak, 12 Eylül’de biz öldük biz dirildik işkencehanelerde, kimimizin dayısı, kimimizin babası, kimimizin annesi, teyzesi, halası, kimimizin akrabası… Bunların hepsi yüreğimiz değil mi? 12 Eylül’de yüreğimize kezzap döktü insanca yaşamak için var olan örgütlülüğümüzü dağıtmak için sermaye. Bugün bunları organize edenlerin yaltakçıları yüreğimizdeki yangıyı dindirebilir mi? Eğer bu yangıyı söndürmek istiyorsak, o zamanlardaki gibi örgütlülüğümüzü yükseltmek ve bize bu yangıyı yaşatanlardan hesabını sormak zorundayız. Gazi Mahallesinden Marksist Tutum okuru bir işçi


Okurlarımızdan 12 Eylül’ün Hesabını İşçi Sınıfı Soracak! B

Dünyada Yılda 1 Milyon İnsan İntihar Ediyor Ç

Esenler’den bir işçi

Gazi Mahallesinden bir işçi

irçoğumuz bilmezdik, çünkü ne yaşamıştık o dönemi fiili olarak, ne anlatmıştı büyüklerimiz, ne de televizyonlarda sıkça bahsedilmişti. Oysa nice insanımız o karanlık dönemde işkencelerden geçirilmiş, darağaçlarında asılmış, sendikaların kapısına kilit vurulmuş, yayın organları kapatılmış ve nice insanın yaşamı yarım bıraktırılmış. O gün doğan çocuklar bugün 30 yaşındalar. Dile kolay 30 yıl! Evet, dostlar! 30 yıl önce burjuvazi kendi sınıfsal geleceği için işçi sınıfını, emekçi halkı ve devrimcileri ezmek için Kenan Evren ve şürekâsını göreve çağırdı. O yıllar işçi sınıfının tüm örgütlülükleri dağıtılmış, öncü işçiler tutuklanmış, kara listeler oluşturulup işçilerin birçoğu yıllarca iş bulamamış ve işçi sınıfının üzerine serpilen ölü toprağı nedeniyle darbe öncesine ait sınıf tarihi yeni işçi kuşaklarına aktarılamamıştır. Ve bugünün biz işçileri kendi sınıf tarihinden yoksun büyüdüğümüz için burjuvazinin ve onun temsilcilerinin karşısında hakkımızı aramaktan bile aciziz neredeyse. Biz işçi-emekçiler için karanlık olan yılların hesabını soramadığımız için hâlâ o günleri yaratanlar ellerini kollarını sallayarak gezebiliyorlar, hesap soramadığımız için patronlar sınıfı ve onların temsilcileri biz çalışanların sosyal haklarına pervasızca saldırabiliyorlar. Darbe işçi sınıfının üzerinden öyle bir geçti ki, 70’li yılların deneyimleri yeni kuşaklara aktarılamadığı için, birbirine güvenmeyen, sormayan, sorgulamayan, günübirlik yaşayan, benmerkezci bireyler yetişti. Genel olarak baktığımızda işçi sınıfı muazzam ölçüde büyüdü, fakat sayıca büyümeye karşın sınıf bilincinden yoksun, örgütsüz bir kitle. Sınıfsal ve siyasal bilinçten yoksun, örgütsüz olan işçi sınıfı, 30 yıldır 12 Eylül darbesinin hesabının soramadı. 19 Eylül günü 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine karşı yapılan miting aslında işçi sınıfının ne kadar örgütlü olduğunu, geçmiş karanlık yılların hesabını sormak için ne kadar sınıf bilinciyle hareket ettiğini de gösterdi. Hâlâ darbe yıllarının yaratmış olduğu korku işçi-emekçilerin belleklerinden silinip yerine sınıf kini yerleşmiş değil. Evet, katılım çok azdı. Sınıfa öncülük iddiasında bulunanlar bile meydana gelmemişlerdi. Oysaki patronlar sınıfının biz işçilere reva gördüğü faşist darbelerin ve uygulamaların hesabını ancak örgütlü işçi sınıfı sorabilir. Bir daha faşizm gelmez diye bir şey yok. O nedenle bir daha faşizm yaşanmaması için işçi sınıfı olarak tarihimizden ders çıkarmalı, örgütlenmeli ve örgütlü mücadele etmeliyiz.

ok şaşırtıcı bir rakam değil mi? Bir gazetede okudum bu haberi. Geçtiğimiz günlerde Türkiye Psikiyatri Derneği Türkiye’de intihar edenlerin sayısının her geçen gün arttığını belirterek, son 10 yılda intihar edenlerin sayısının 25 bin olduğunu açıkladı. Yani her yıl ortalama 2500 insan intihar ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre ise dünyada her yıl yaklaşık 1 milyon insan intihar ederek hayatına son veriyor. İntihar vakalarının tüm dünyada en çok görüldüğü yaş grubunun 15 ilâ 24 arası olması ise dikkat çekici. Bu rakamlar sadece kayıtlara geçmiş rakamlar. Bir de kayıt dışı intihar vakalarını düşünecek olursak bu sayının daha da artmış olma ihtimali yüksek. Yaşamak güzel bir şeyken nasıl kıyar insan kendi canına? Bu soruya cevap vermek çok zor değil aslında. İçinde yaşadığımız dünyaya bir bakın, haksızlıklarla dolu ve yaşamın güzellikleri birilerinin tekelinde. Öyle bir düzende yaşıyoruz ki, neredeyse kimse kimseyi anlamıyor, bütün insani duygularımız alınıp satılan bir meta haline gelmiş ve her şeyin değeri parayla ölçülüyor. Egemenler öyle bir toplum yarattılar ki neredeyse herkes bunalımda. Koskoca dünyada insan kendisini yapayalnız hisseder mi hiç! Ama hissediyor işte. İntihar vakaları da, sorunların içinde tek başına boğuşmaktan yorulmuş ve artık başka bir çıkışın mümkün olmadığını, tek çözümün ölmek olduğunu düşünen bireyler tarafından gerçekleştiriliyor. Oysa tüm sorunlarımızın muhakkak bir çözümü var. Yeter ki sorunlarımızın kaynağını doğru tespit edelim. Yukarıdaki rakamlar bizlere bir şeyler anlatıyor. Bu düzenin ne kadar çürüdüğünü ve bizi de kendisiyle birlikte çürüttüğünü. Bir insan kendi eliyle kendisine nasıl bu haksızlığı yapar? Yaşamak öylesine güzel şeydir ki, tadına doyum olmaz. Güneşin ilk ışıklarıyla uyanan insan, yeni bir güne başlamanın heyecanıyla, üzerinden karanlığın yorganını usulca kenara bırakarak kalkar yatağından. Yeni gün yeni umutlar taşırken yüreklere, belirir yüzlerde en asi tebessümler ve insan inatla sarılır yaşamın tüm renklerine. Ne kadar acımasız olursa olsun yaşamın kendisi yine de nefes alabilmek, yine de sevdalanmak, yarınları umutla beklemek güzel şeydir dostlar. Tarif etmek zor yaşamanın güzelliğini üç beş satırla. Hele de tutuşmuşsa yüreklerimiz, insanlığın kurtuluş kavgasında yanan o ateşle, işte yaşamak o zaman daha büyük bir anlam ifade eder onu değiştirmek isteyenler için. Gelin hep birlikte değiştirelim bu insanlık dışı düzeni. Nasıl ki yaşamımızda kullandığımız araç ve gereçler eskiyince ya da kullanılamaz hale geldiğinde kaldırıp bir kenara atıyoruz. İşte kapitalist sistem de artık insanlık için kullanılamaz durumdadır ve çöpe atılma zamanı gelmiştir. Yapmamız gereken tek şey ise tek tek değil güçlerimizi birleştirerek hep birlikte mücadele etmektir. Aksi halde yukarıdaki rakamlar her geçen gün daha da artacaktır.

45


Okurlarımızdan

KPSS, ÖSS, SBS… Çileye Devam! G

ünlerdir KPSS sınavında yaşanan skandal tartışılıyor. KPSS sınav soruları sızdırıldığı için, sınavı kazanan ve ataması yapılacakların ataması durdurulmuş durumda. YÖK, ÖSYM, Devlet Planlama Teşkilatı ve de MİT güya soruşturma başlatmış, suçluyu bulacaklarmış. Hadi soruları sızdıranlar bulundu diyelim, o zaman sorun bitecek mi? Asıl sorun burjuva düzen ve onun kurumları olan ÖSYM ve YÖK’tür. Bugün milyonlarca öğrenci üniversiteye gelene kadar milyarlarca para harcıyor. Öğrencilerin çilesi daha ilköğretim sıralarında başlıyor. Anadolu liselerine yerleşmek için her yıl SBS’ye giriyorlar. Ancak sınavı kazanmak için dershaneye gitmek gerekiyor. Dolayısıyla bir öğrenci üç yıl SBS için, dört yıl da ÖSS için dershaneye gitmek zorunda kalıyor. Yani eğitim 90’lı yıllardan itibaren bilfiil paralı hale getirilmiş durumda. Üstelik de eğitim kapitalistler için çok kârlı ve yeni bir pazar durumunda. Bugün sınavlara hazırlanan öğrencilerin sırtından 4,9 milyar TL’lik bir pazar kurulmuş bulunuyor. Ayrıca ÖSYM’nin bütçesine baktığımızda sınava katılan öğrenci sayısı artıkça ÖSYM de paraya para demiyor. ÖSYM 2007 yılında 163 milyon TL gelir elde ederken, 2008 yılında sınava giren aday sayısının artmasıyla 245 milyon TL gelir elde etti. Bir de eğitimin parasız olduğunu söylüyorlar utanmadan! Bugün bu eğitim sistemi yüzünden milyonlarca genç hem kandırılıyor hem de hayatları karartılıyor. Her öğrenciye sistemin yalan makinesi “oku, yüksel, kendi işini kur, şu işi yönet, bu işi yönet” diye fısıldıyor. Oysa üniversiteye gelmek için çırpınan gençlerden sadece küçük bir azınlık okuyabiliyor. Üniversiteye hazırlanmak adeta ömür törpülüyor. Bir taraftan kurulan hayaller, diğer taraftan ailenin beklentileri. Gençler testten başka bir şey bilemez oluyorlar. Hayattan kopuk, asosyal oluverip çıkıyorlar. Ardından depresyon, psikolojik travma gibi hastalıklarla uğraşıyorlar. İş bulmak için üniversiteyi bitirmek de yetmiyor. Bu defa da KPSS çilesi başlıyor. Tekrar dershaneye gitmek, paralar harcamak, testler çözmek, hayattan kopmak gerekiyor. Yani milyonlarca insan kurtuluşu bu çileli yolda arıyor. Milyonların ne bildiği, ne çektiği, nasıl eğitim aldığı egemenleri ilgilen-

dirmiyor. Üniversiteler kapitalist sistemde bilim yuvaları değil burjuvaların ihtiyacını karşılayan bir fabrika olmaktan öteye gitmiyor. Oysa eğitim insanların en doğal hakkı değil mi, neden parayla eğitim alıyoruz? Çünkü kapitalist sistemde her şey parayla yapılıyor. KPSS’de de ÖSS’de de mağdur olan çocuklar işçi emekçi insanların çocuklarıdır. Burjuva çocuklarının ise KPSS diye, iş bulma diye bir dertleri yoktur. Bugün KPSS’de yaşanan sorun ne ilk ne de sonuncu. Birkaç kişinin günah keçisi ilan edilip cezalandırılması sorunu çözmüyor. Sorunun çözümü çok açıktır. Eğitimin parasız ve bilimsel olması, YÖK gibi kurumların kaldırılması! Bu da başta eğitim emekçileri olmak üzere işçi sınıfının örgütlenmesi ile olacaktır. Kurtuluş kapitalistlerin sınavında değil işçi sınıfın devrimci mücadelesindedir. Biz gençler unutmamalıyız ki güçlü bir sınıf hareketi ortada yokken burjuvazi bizleri boş hayallerin peşinde oradan oraya sürükleyecektir. Tek yol işçi sınıfının devrimci yoludur. Gücümüzü ve enerjimizi bu yolda harcayalım. Avcılar’dan bir işçi

Geleceğe Yürüyoruz Sıra sıra dizildik Kol kola yürüyoruz Acılarla dolu bir geçmişin Ağır bedelini taşıyoruz Bugünlere yolu açanlar bizlere Bir avuç azimli insandı Tarihin durdurulamaz akışını Sabırla bizlerle buluşturanlardı Yürüyoruz şimdi hep birden Tarihin kara sayfalarını yırtarak Ellerimizde kardeşlerimizden kalan Umudun sıcaklığını taşıyarak Yürüyenlerimizin yürekleri ateşten kor Dilleri kılıçtan keskin Her adımda parça parça Sermayenin saltanatını yıkıyoruz Dünden bugüne bugünden yarınlara İnsanlığın tertemiz düşlerini taşıyarak Kol kola sırt sırta Devrim saflarında yürüyoruz İstanbul’dan bir işçi

46


Okurlarımızdan

Nedir Doğal Olan? K

apitalist sistem biz işçileri öyle bir hale getirdi ki, doğal olmayan olay ve olgular da bizler açısından artık doğal karşılanmakta. Deprem, sel, yıldırım düşmesi gibi birçok doğa olayı gerçekten doğal olarak yaşayabileceğimiz olaylar; fakat gelişen teknolojiyi dikkate aldığımızda, onlarca, binlerce insanın ölmesi doğal değil. Kapitalist sistemde artık yaşanan her şey insanlar açısından doğal karşılanmaya başlandı. Oysa biz emekgücüyle yaşamını sürdürenler açısından baktığımızda birçok şey doğal değil. İçinde yaşadığımız sistemin işleyiş çarkları açısından doğal olarak görülen ne varsa bizler için korkunç derecede sömürü, açlık, yoksulluk ve ölüm demek. Bugün iş saatleri bir işçinin yasal olarak çalışması gereken süreden daha fazla. Yasal olarak haftalık çalışma süresi 45 saat olması gerekirken, özellikle özel sektörde günde 10-12 saat biz işçiler için normal hale gelmiş durumda. Fazla çalışma yıllık 270 saati geçemez diyor iş yasası, fakat birçok sektörde yılın birkaç ayında bu süre dolmakta. Uzun çalışma saatleri biz işçiler için normal hale gelmiş ve doğal görüyoruz. İşverenin işçiye ödemesi gereken sosyal haklarını ödememesi birçok işyerinde normal kabul edilir hale gelmiş durumda. Yaşanan iş kazaları ve iş cinayetleri “kader” olarak görülmekte işçi tarafından. Nasıl ki işveren ya da işveren temsilcileri yaşanan iş cinayetleri için “işin doğasında var” diyerek işçi ölümlerini normal görüyorsa biz işçilerin de normal görmelerini istiyorlar. Bugün milyonlarca işçi işsizliğin pençesinde kıvranıyor. Milyonlarca insan açlıkla boğuşuyor. On binlerce insan ya açlıktan, ya tedavi göremediği için veya iş cinayetleri nedeniyle ölüyor. Ya da egemen sınıfların çıkarları nedeniyle savaşlarda hiç uğruna yaşamı sonlanıyor binlercesinin. Daha o kadar çok örnek var ki saymakla bitmez, doğal olmayan fakat yaşamımız içinde doğal olarak kabullendiğimiz, kabullendirildiğimiz.

Kapitalist sistem çeşitli ideolojik aygıtları aracılığıyla bizlerin düşüncelerimizi şekillendiriyor. Egemen sınıfların normal ve doğal dediği şeyler aslında biz emekçiler için anormal ve doğal değilken, sınıfsal çıkarlarımız açısından bakamadığımız zaman doğal gelebilmekte bizlere. İnsanın kendi doğasına aykırı olan kapitalist sistem her gün biz işçilerin yaşamlarını biraz daha kötüleştirmekte. Tamamen kâra dayalı bir üretim biçimi olan bu sömürü sistemi emekçileri kendine öyle bir bağlamış ki, yıllar öncesinde mücadelelerle işçi kardeşlerimiz tarafından elde edilen ve bugünün işçilerine miras bırakılan haklarımızı koruyamadığımız için patronların iki dudağının arasından çıkan her şey normal ve doğal geliyor bizlere. 12 saat çalışmak doğal mıdır? Açlık sınırının altında bir ücretle bir ayın sonunu getirmek için hastalanmayı ya da okula gitmesi gereken küçücük çocuklarımızı fabrikalara göndermeyi göze almak doğal mıdır? Maden ocaklarında, tersanelerde, fabrikalarda her gün bir işçi kardeşimizin iş cinayetine kurban gitmesi doğal mıdır? İş kanununa göre sana verilmiş bir hakkını kullanmak istediğinde patron tarafından işsizler ordusuna katılmak mı doğal olan? Dünyada ne varsa her şeyi bizler üretirken açlıktan ölmek, her geçen gün biraz daha yoksullaşmamız mı doğal? Kendi ellerimizle dünyayı bizler yaratırken, bir avuç insan olan kapitalistlerin daha da zenginleşmesi mi doğal? Bizler için doğal karşılananlar patronlar için neden doğal değil? Oysa onlar bir avuç insan, bizlerse milyarlarcayız. Doğal olan, insanın insanı sömürmediği, sınıfların olmadığı, üretimin kâr amaçlı değil tüm insanlık için yapıldığı bir dünya değil mi? Böyle bir dünyayı kuracak olan da biz işçileriz. Kapitalist dünya sistemi yerine insanın insanca yaşayacağı bir dünya kurmak için biz işçiler kendi sınıfımızın ve insanlığın geleceği için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Çünkü yaşanabilir bir dünya işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle kurulacaktır. Sefaköy’den bir işçi

Sesimizi Çıkarmalıyız, Çünkü Bu Sorunları Hepimiz Yaşıyoruz

İ

şyerlerinde çalışma koşullarımızın daha da ağırlaştırılması, sudan sebeplerle işimizden olmamız, aldığımız zammın fiyat artışlarına oranla devede kulak kalması… Beraber çalıştığımız işçi kardeşlerimize yabancılaşmamız, her koyun kendi bacağından asılır deyip yalnızlaşmamız… Yaz geldi geçiyor, hakkımız olmasına rağmen senelik iznimizi vermedikleri için kafamızı bile dinleyemememiz… İşyerinde yediğimiz yemeklerin giderek daha yenilmez hale gelmesi… Çalıştığımız yerde aşağılanmamız… Servissiz bir işyerinde çalışıyorsak sabah akşam hayvanlar gibi tıka basa dolu otobüslerde kimi zaman saatlerce yolculuk etmemiz… Eve giderken çocuğumuza alamadığımız bir parça kekin ya da çikolatanın içimizde yarattığı hüzün… Ailemizle birlikte geçiremediğimiz günlerin kimi zaman aile içi problemler yaratması… Ve tüm bunlara sessiz kalmamız… Çalıştığımız işyerlerinden başlayarak bize yapılan haksızlıklara kaşı sessizliğimizin hiç de olumlu sonuçlar doğurmadığı ortada. Bugün çalıştığımız işyerlerinde patron-

lar yüzümüze karşı hiç utanmadan şu kadar büyüdük derken, başka ülkelerde yeni bir fabrika açarken veya iç piyasadan veya dış piyasadan muazzam kârlar yapacak işler alırken, bunların bizim çalıştığımız iş koşulları veya yaşadığımız hayat koşullarına pek de olumlu yansıdığını görmeyiz. Patronun da umurunda değildir sessiz kaldığımız müddetçe. Yine bugün devlet, şu kadar ihracat yaptık, Çin’den sonra 2. sıradayız, ekonomi olarak şu kadar büyüdük deyip övünürken, iş işçiye memura zamma geldiği zaman, sosyal hakların iyileştirilmesine geldiği zaman, bütçeye ek maliyet getirir demelerine ne demeli? Kardeşler, yaşadığımız koşullara sessizliğimiz veya nasıl sesimizi çıkaracağımızı bilmeyişimiz, yaşadığımız hayatı çekilmeyecek hale getiriyor. “Benim sorunum yok, hakkım yenmiyor” deyip kendimizi kandırmayalım. Birlik olup örgütlenerek sesimizi çıkarmalıyız, çünkü bu sorunları hepimiz yaşıyoruz.

Kâğıthane’den bir işçi

47


Okurlarımızdan Etimizle Kemiğimizle Bu Kavgaya Aidiz!

B

en bir tekstil işçisiyim. Geçenlerde çalıştığım fabrikada ilginç bir olay yaşadım. Ustalardan biri yanıma gelip, başka bir bölümde işlerin sıkışık olduğunu, oraya geçip yardım etmem gerektiğini söyledi. İtaat ettim tabii! Orada yoğun bir tempoda bir saatten fazla çalıştıktan sonra, daha önce çalıştığım bölümün ustası geldi ve bana eski yerime geçmemi söyledi. Ben daha ağzımı açamadan iki usta tartışmaya başladı. Birisi: “Ben bunu (bu dediği ben oluyorum) saat 16’ya kadar aldım. Sorumlusuyla konuştum. O saatten sonra al ne yaparsan yap!” Diğeri sinirlenip: “Bana sormadan alamazsın. Ben bugün geldiğimde söylemiştim sorumlusuna mesai bitimine kadar bana çalışacağını.” Bir süre böyle devam etti tartışmaları. Ben bir köşede durup olan biteni izliyordum. Kafamda bir sürü soru dönüp duruyordu. Neydim ben onların gözünde. Bir eşya, belirli sürelerle kiralayabilecekleri bir makine, elden ele devredilebilecek bir iş aleti, ya da ismimi bile zikretme gereği duymadıkları için insandan başka her şey… Benim bir sorumlum vardı, nereye gideceğime, ne işi yapacağıma, kaç saatliğine başkasına devredileceğime, su içmeme, tuvalete gitmeme, kısacası benimle ilgili her şeye karar verme yetkisi olan kişi. O ne derse o olabilirdi. Ben dilsiz, fikirsiz, tepkisiz, ipimi çektikleri yere giderdim ne de olsa. Kafamda dönen bu soruların yarattığı karmakarışık hisler içimi huzursuz etti fena halde. Öfkeleniyordum, tahammülüm zorlanıyordu ve daha fazla dayanamadım: “Neyin pazarlığını yapıyorsunuz siz? Bir insana dair konuştuğunuzu unuttunuz sanırım. Kukla değilim ben, makine değilim. İnsanım ben, insan!” Şöyle bir baktılar suratıma, anlam veremediler bu tepkime. Öyle ya o fabrikaya girdiğim andan itibaren bir kukladan, bir makineden farksızdım artık. Beni kullanma yetkileri oluyordu artık. “Eti senin kemiği benim” diye lütfediyorlardı birbirlerine. Tıpkı sizlere yaptıkları gibi işçi kardeşlerim. Tıpkı sizleri sömürdükleri gibi, tıpkı sizleri insanlığınızdan çıkardıkları gibi, tıpkı sizi birer makine parçası yaptıkları gibi… Hepimize aynı yaşamı reva görüyorlar. Biz milyarlarca kişi hep birlikte insan olduğumuzu onlara hatırlatıncaya kadar, bu zulüm yeter artık diyene kadar değişen hiçbir şey olmayacak. İşçi sınıfının onurlu, yüce, güçlü üyeleriyiz biz. Onurumuzu onlara çiğnetmeyeceğiz. Etimizi de kemiğimizi de yalnızca onurumuz, sınıfımız, ekmeğimiz için verdiğimiz bu kavgaya feda edeceğiz. Gebze’den bir kadın tekstil işçisi

48

“Amerikalılar Çıldırmış Olmalı”

M

erhaba dostlar. Ben bir lise öğrencisiyim. Hepinizin de bildiği gibi kapitalist sistemin krizde olduğu bir dönemdeyiz. Ve tarihte birçok kez olduğu gibi kapitalistler bu krizi atlatmak için emperyalist bir paylaşım savaşı sürecine girmiş bulunuyorlar. Diğer yanda ise işçiler işten atılıyor, daha fazla çalıştırılıyor ve onların emperyalist çıkarları uğruna ölüyoruz. Aslında emperyalist savaşlar konusunu açma nedenim, geçenlerde okuduğum bir gazete haberi. Haber işçiler adına hiç de olumlu değil. Emperyalist savaşın en büyük güçlerinden biri hepimizin de bildiği gibi ABD. Ve bu haberde ABD’nin yeni geliştirdiği silahlar yer alıyor. Şimdi bu silahların neler olduğuna bir göz atalım. ABD bu silah serisi için tam 58 milyar dolarlık bir bütçe ayırmış bulunuyor. Bu rakam atom bombasının keşfedilmesi için ayrılan paranın iki katı büyüklüğünde. ABD’nin amacı ise dünyanın dilediği yerinde, dilediği kişiyi yok etmek. Silahlardan biri Pentagon’un gizlice geliştirmiş olduğu RQ-170 uçağı. Bu uçağın üzerinde bomba bulunmuyor ancak en zor radar sistemlerini bile fark ettirmeden delebilme özelliğine sahip.

Bu silahın Çin ve Rusya gibi komplike düşmanlar için geliştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başka teknoloji ise akıllı tozlar. Oregon’daki Voxtel şirketi yalnızca gece görme gözlükleriyle görülebilen nanokristaller üretmiş. Bunlar cam temizleyiciden benzine kadar her şeyin içine saklanabiliyor. Havalandıkları zaman herhangi bir insan ya da araca tutunabilen elektromekanik akıllı tozlar, tutundukları kişi ya da araçların kolaylıkla takip edilmesini sağlıyor. ABD, dünyanın istediği yerini 1 saatten daha az sürede yok etmeye hazır. Tabii Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerin de buna karşılık vermek istedikleri kesin. Evet dostlar, sizlere başlığı “Amerikalılar Çıldırmış Olmalı” şeklindeki bu haberi kısaca anlattım. Aslında haberin başlığı gerçekten de güzel. Evet, kapitalizm kriz dönemlerinde iyice çıldırıyor ve emperyalist savaşlara başvuruyor. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren emperyalistlerin hedefinin daha büyük olduğu ortada. Hedef, işçi sınıfının kanını daha fazla içmek. İnsanlar Pakistan’da, Afrika’da vb. açlık ve sefalet içinde yaşarken, emperyalistler milyarlarca doları silah üretmek için kullanıyorlar. Peki biz bu çürüyen kapitalizmin, bu asalak egemenlerine daha fazla silah üretip bizleri öldürmeleri için izin mi vereceğiz? Hayır dostlar! Bizler, bütün ülkelerin işçileri olarak ve bu emperyalist savaşı durdurabilecek tek güç olarak birleşip, bu asalaklardan hesap sormalıyız. Emperyalist Savaşlara Karşı İşçi Sınıfının Devrimci Mücadelesini Yükseltelim!

Ankara’dan bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.