Mt no 68

Page 1

Burjuva Kesimlerin Payandası Olma! Bağımsız Örgütlü Gücünü Yarat! Kasım 2010

• Zoraki demokratlar, statükocular ve ikiyüzlülük • Ekim Devrimi ve devrimci parti

68

• Askerlik tartışmaları • 1917 Ekim Devrimi ve işçi sovyetleri devleti • Büyüyen ekonomide işçi sınıfı • Venezuela’da Chavez’in Pirus zaferi


Zoraki Demokratlar, Statükocular ve İkiyüzlülük Kerem Dağlı

R

eferandum, yerini seçim sürecine bırakmış durumda. Dolayısıyla önümüzdeki 8 ay boyunca gündemi işgal edecek tüm konularda, burjuva partilerin tutumlarını, dozu iyice artacak olan siyasi rekabetin belirleyeceği açıktır. Burjuva kamplar arasında süregelen kapışma bu rekabeti daha da kızıştırmaktadır. Ve aralarındaki siyasi rekabet kızıştıkça burjuvazinin politik aktörlerinin gerçek yüzü daha bir görülür hale gelmektedir. Kürt sorunundan Ergenekon davasına, türban meselesinden Alevi açılımına kadar gündemi meşgul eden pek çok konuda burjuva demokrasisinin sınırlılığını ve burjuva politikacılarının çiğliğini, ikiyüzlülüğünü, korkaklığını görmek mümkündür. Örneğin referandumun hemen ardından AKP, 12 Eylül mirası olan anayasayı değiştirmek amacıyla çalışmalar başlattığını duyurmuş ve toplum nezdindeki en yakıcı sorun olan Kürt sorununda olumlu adımlar atacağı izlenimini yaratmıştı. Ama kısa sürede, AKP’nin en azından seçimlerden önce bu konularda ciddi hiçbir adım atmaya niyetinin olmadığı ve oyalama taktiği güttüğü ortaya çıktı. AKP, bu netameli konularla uğraşmak yerine, seçimlerdeki getirisini daha önceki deneyimlerinden iyi bildiği türban meselesine yoğunlaşmayı daha uygun bulmuş olacak ki, CHP’nin gündeme getirdiği bu konunun üzerine adeta balıklama atladı. Türban meselesini dini özgürlükler ve demokratik haklar bağlamında ele aldığını söyleyen AKP, sıra Alevilerin aynı kapsamdaki taleplerine gelince aynı hevesi bir türlü göstermemekte ve en ufak bir adım atmaya yanaşmamaktadır. Referandum yenilgisinin yarattığı sarsıntının etkisini henüz üzerlerinden atamamış durumdaki MHP ve CHP ise bu ve benzeri konularda statükocu-gerici tutumlarını kararlılıkla sürdürüyorlar. Bir yandan 12 Eylül anayasasına kendilerinin de karşı olduğunu söyleyip öte yandan anayasanın değiştirilmesi yönündeki en ufak bir çabanın bile önüne geçmeye çalışıyorlar. Kürt sorununda çözümün önündeki asıl engelin ken-

Burjuva kamplar arasındaki siyasi rekabet kızıştıkça burjuvazinin politik aktörlerinin gerçek yüzü daha bir görülür hale gelmektedir. Kürt sorunundan Ergenekon davasına, türban meselesinden Alevi açılımına kadar gündemi meşgul eden pek çok konuda burjuva demokrasisinin sınırlılığını ve burjuva politikacılarının çiğliğini, ikiyüzlülüğünü, korkaklığını görmek mümkündür. Kürt sorununda olduğu gibi toplumun gündemindeki tüm demokratik sorunlarda, AKP’sinden CHP’sine kadar bütün düzen partileri, son tahlilde kendilerine ve işlerine geldiği kadar demokrattırlar. Bu sorunların kalıcı ve tutarlı biçimde çözülebilmesi için işçi sınıfının bağımsız çıkarları temelinde siyaset sahnesinde yerini alması gerekmektedir. Unutmamalı ki, sonuna kadar tutarlı demokrat olan tek sınıf, devrimci işçi sınıfıdır.

1


marksist tutum

dileri ve diğer statükocu güçler olduğu bilinmezmiş gibi, AKP’yi açılımı başlatarak işi çıkmaza sokmakla suçluyor, en basit ve güdük girişimleri bile bölücülükle yaftalayıp önlemeye çalışıyorlar. Alevi emekçilerin üzerindeki baskılara karşı durmak ve onlara yönelik ayrımcı politikaları gidermek için şimdiye kadar kılını bile kıpırdatmamış olan CHP, sırf Alevilerin oylarını sömürebilmek ve onları kendine toplumsal dayanak olarak tutabilmek için, Alevilerin hamiliğine soyunuyor. Türban meselesinde de önce “biz çözeriz” diye ortaya atılan CHP, sonradan çark ederek şartlar ileri sürmeye başladı. Velhasıl, referandumdan bu yana geçen kısa sürede gündemi meşgul eden konularda burjuva kesimlerin ve partilerin aldıkları tutumlar, demokrasi mücadelesiyle ilgili tüm bu meselelere kimin nasıl baktığını anlamak ve sürecin nasıl işleyeceğini kavramak bakımından yeni veriler sunmaktadır. Kısa bir süre sonra seçim startının verileceği ve toplumdaki politizasyonun daha da artacağı göz önüne alındığında, işçi-emekçi sınıfların burjuva politik aktörlerin ne mal olduğunu iyice kavraması önemlidir.

Türban tartışmaları neyi örtüyor? Hatırlanacak olursa referandum öncesinde CHP’nin yeni “Karaoğlan”ı Kılıçdaroğlu, gerçekte öyle bir derdi olmamasına rağmen, başörtülü kızlar için bile olsa (!) eğitim özgürlüğüne inandığını söyleyerek türban meselesini tekrar ortaya attı ve “bu sorunu ancak biz çözeriz” diyerek kendisine siyasi çıkar sağlamaya çalıştı. Böylece CHP hakkında toplumun geniş kesimlerinde haklı olarak oluşmuş bulunan “elitist, uzlaşmaz, reform karşıtı, katı milliyetçi ve devletçi” algısını bir nebze olsun kırmayı amaçlıyordu. Kuşkusuz gerçekte ne bu sorunu çözmek gibi bir niyeti ne de iradesi vardı. Yani amacı CHP’nin bu niteliklerini değiştirmek değil, halka kendisini olduğundan farklı göstermekti. Erdoğan, bu blöfü derhal gördü ve eli yükselterek Kılıçdaroğlu’nu yanıtladı: “Meydanlarda ‘başörtüsü başörtüsü’ diyerek dolaştın. Bu kadar dürüst, samimiysen, talimatını ver, ben de talimatımı vereyim. Hep birlikte Türkiye’de şu başörtüsü sorununu, milyonların sorununu ortadan kaldıralım.” Referandumun ardından Kılıçdaroğlu’nun “türban açılımı”nın fosluğu ortaya çıkarken, parti içindeki farklılıkların su yüzüne çıkmasına da vesile oldu. Erdoğan’ın davetiyle bir araya gelen partilerin (AKP, CHP, MHP ve BDP) görüşmesinden, beklendiği gibi hiçbir sonuç çıkmadı. CHP, “üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını istiyoruz ama…” diyerek şartlar ileri sürmeye başladı. AKP’nin elini zayıflatan ve Kılıçdaroğlu’nu zora sokan iki provokatif eylem (ilköğretim düzeyindeki iki kız öğrencinin türbanlı olarak derslere girmesi ve Yargıtay başsavcısının partilere “çizgiyi aşmayın” yönündeki uyarısı) CHP’ye yan

2

Kasım 2010 • sayı: 68

çizmek için gereken itkiyi ve fırsatı sundu. CHP, türbanın ilk ve orta öğretimde, ayrıca kamu kuruluşlarında serbest bırakılmasına yönelik çalışılmayacağına dair AKP tarafından güvence verilmediği takdirde uzlaşmaya yanaşmayacağını duyurdu. Bununla da yetinmeyen CHP yönetimi, türban meselesinin tekil olarak ele alınamayacağını, YÖK kaldırılmadan, dokunulmazlıklar kalkmadan ve seçim barajı indirilmeden türban sorununu görüşmeyi doğru bulmadıklarını söylemeye başladı. AKP ise CHP’yi her zamanki gibi yan çizmekle, gelgitli adımlar atmakla, sululukla suçladı. CHP’nin sözde türban açılımı, tıpkı zamanında Baykal’ın yaptığı “çarşaf açılımı” gibi, tamamen siyasi çıkarlar doğrultusunda ortaya atılmış boş lafların ötesine geçemedi. Bu, CHP’nin genel siyaset yapma tarzına dair önemli bir örnektir. Eski CHP’li, yeni AKP’li kültür bakanı Günay’ın Ziya Paşa’dan aktardığı sözler, CHP’nin bu tarzını gayet güzel özetlemektedir; “Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizamet, bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde” (Onlar dünyaya lafla düzen vermeye çalışırlar, ama kendi evleri bin türlü düzensizlikle doludur). Ama mesele Kılıçdaroğlu’nun hiç de beklemediği biçimde, CHP içindeki fay hatlarının ve her fırsatta demokrat-ilerici-aydın olmakla övünen bu Kemalistlerin aslında ne kadar gerici olduklarının bir kez daha açığa çıkmasına da vesile oldu. Bir kere Yargıtay başsavcısının, kendini parlamentonun üstünde gören bir tavırla ultimatom vermesi ve parti kapatma sopasını göstermesi, statükocu-Kemalist bürokrasinin vesayetçi ve yasakçı zihniyetinin bariz bir örneğidir. Kılıçdaroğlu da, bir siyasi parti başkanı olarak, başsavcının nasıl olup da bu sözleri söyleyebildiğine dair tek kelime etmemiş, ama savcının yanlış anlaşıldığını söylemiştir. Başsavcının sözlerine benzer şekilde, “gereksiz yere türban meselesine dolandık” diyerek Kılıçdaroğlu’nu eleştiren CHP’nin “üç cadı”sı Arıtman, Serter ve Arat’ın açıklamaları da CHP’deki statükocu-gerici zihniyetin aynen devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu üçlünün Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştirileri türban açılımıyla sınırlı değildir. Kılıçdaroğlu’yla birlikte CHP içine veya üst yönetimine dahil olan yeni kadrolara karşı da aynı tutumu göstermektedirler. Birgün gazetesinde de yazıları çıkan CHP’nin yeni parti meclisi üyesi Enver Aysever’in, “milliyetçilikten uzaklaşalım, andımız okullarda okutulmasın” sözlerini örnek gösteren Necla Arat, bunun PKK söylemi olduğunu, türban açılımı yoluyla da


sayı: 68 • Kasım 2010

marksist tutum

CHP’nin laikliğinin yumuşatılıp laçkalaştırılmaya çalışıldığını söylemiştir. CHP’nin AKP’lileştirilmeye çalışıldığını ve Kılıçdaroğlu’nun da buna alet olduğunu düşünenler bu üçlüyle sınırlı değildir. Ve işin aslı CHP içindeki Kılıçdaroğlu karşıtı sesler, referandum sonrasında Baykal’ın referandum yenilgisini gerekçe göstererek kurultay çağrısı yapmasıyla yükselmeye başlamış, türban açılımıyla ve 29 Ekim resepsiyonuna katılıp katılmama tartışmasıyla devam etmiştir. Tüzük değişikliğinin hayata geçirilmesi süreciyle birlikte çatlakların daha da büyümesi olasıdır. Türban sorununun halledilmesiyle ilgili “partilerarası uzlaşma” tiyatrosunun bu perdesi böylece kapanırken, bu işten yine AKP’nin kârlı çıktığını da belirtmek gerekir. Türban sorununun çözümsüz kalarak devam etmesi ve gündemi meşgul etmesi kuşkusuz AKP’nin değirmenine su taşımaktadır. 2007 seçimlerinde bu olgu net bir şekilde görülmüştür. Dolayısıyla da AKP, bu sorunu ve demokratik hakların kullanılabilmesiyle ilgili diğer sıkıntıları kökten çözecek bir anayasa değişikliği paketini gündeme getirmek yerine salt türban sorununu gündeme almakta, bazen büründüğü “mağdur” rolünü sürdürebilmek bazen de gündemi değiştirmek amacıyla türban meselesini kullanmaktadır. Yoksa mesele sadece üniversitelerde türban serbestliği olarak ele alınırsa, bunun YÖK’ün genelgesiyle en azından şimdilik fiilen aşılmış olduğunu söylemek mümkündür.

Açılamayan Alevi açılımı ve CHP’den medet uman Alevi emekçiler AKP’nin kendine demokratlığının ters uçtan bir örneği de yerlerde sürünen Alevi açılımıdır. AKP, türban sorununu din özgürlüğü ve demokratik hakların kullanılması meselesi olarak lanse ederken, aynı temelde talepler öne süren Alevilere karşı kulaklarını tıkamaktadır. En son 9 Ekimde Alevi örgütleri tarafından zorunlu din dersinin kaldırılması amacıyla Ankara’da yapılan oturma eylemi de aynı duyarsızlıkla karşılanmıştır. Eylemi “siyasi içerikli” olduğu için eleştiren bakan Faruk Çelik, zorunlu din dersinin kaldırılmasını doğru bulmadığını, sadece ders kitaplarının müfredatında değişikliğe gitmek amacıyla çalışma yürüttüklerini söylemekle yetindi. Alevilerin diğer talepleriyle ilgili olarak da hiçbir açıklamada bulunmadı. Bu yaklaşım doğal olarak Alevilerden ve demokrat kesimlerden tepki aldı. AKP’nin kendine demokratlığı, Fethullahçı Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce tarafından bile eleştirildi: “Ben cemevi istiyorum, burada ibadet edeceğim diyene, ‘Hayır efendim, ibadet edeceksen camiye gel’ deme hakkımız yok. Böyle bir demokrasi yok. Vatandaşın cemevi mi istiyor; bunu yerine getireceksin. Ben AKP’yi en çok buradan eleştiriyorum. (…) aslında her konuda kendimize demokrat ve Müslümanlık anlayışından kurtulmamız gerek. Güzel laflar söylüyoruz ama

başkaları için demokrasi istemiyoruz. ‘Demokrasi olsun ama benim olsun’, bu samimi değil.” Alevilerin talepleri 2008 Kasımındaki mitingden beri gündemdedir. İlk kez bu kitlesel mitingle Aleviler kimliklerini açıkça ortaya koymuş ve üstelik geleneksel olarak kuyruğunda oldukları CHP’den farklı olarak laiklik ve din konusunda gerçekten ilerici talepler öne sürmüşlerdi. AKP, MHP ve CHP’nin birbiri ardına patlattığı “açılım”lar da bu mitingin ertesinde gerçekleşmişti. Ancak güya sorunu çözmek üzere öne sürdükleri açılım paketlerinde düzen partilerinin hiçbirisi, Alevilerin taleplerine denk düşen öneriler ortaya koymadılar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gibi taleplerin hepsi de göz ardı edildi. Bunların yerine AKP Alevi dedelerine maaş bağlanmasını, Kültür Bakanlığı bünyesinde Alevilerin temsil edilmesini, Madımak Otelinin utanç müzesi değil de kültür merkezi yapılmasını teklif etti. MHP ve CHP’nin tavrı da çok farklı olmamıştır. Kendisini Alevi oylarının yegâne sahibi olarak gören CHP, bir yandan AKP’yi şeriat getirmeye çalışmakla, herkese türban giydirmeye uğraşmakla, dinci gericilikle ve laiklik karşıtlığıyla suçlarken, öte yandan gerçek laikliğin en önemli ayağı sayılabilecek olan “devletin din işlerinden elini çekmesi” hususunda, yani Alevi örgütlerinin “Diyanet tasfiye edilsin” talebi karşısında tek kelime etmemektedir. Çünkü sapına kadar devletçi bir anlayışa sahip olan ve kendini

3


marksist tutum

de o devletin kurucusu ve sahibi olarak gören bir partinin başka türlü düşünmesi mümkün değildir. CHP’nin temsil ettiği statükocu-Kemalist anlayış, toplumdaki her şeyin devletin tam kontrolünde olması gerektiği inancına dayanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, devletin din işlerinden elini çekmesinin ve inanç sahiplerinin kendi cemaatlerini oluşturarak inançlarını istedikleri doğrultuda yaşamalarının önünü açacaktır. Bu da beyinleri asyatik-despotik geleneğin kalıntılarıyla ve vesayetçi anlayışla dolu olan CHP’li elitler için kabul edilmesi imkânsız bir şeydir. Güya laikliğin bir numaralı temsilcisi olan CHP, zorunlu din derslerinin kaldırılması konusunda da kılını dahi kıpırdatmamıştır. Geçtiğimiz günlerde Almanya’daki bir gezisi sırasında kendisine sorulan “zorunlu din derslerinin kaldırılmasını destekliyor musunuz” sorusuna CHP başkanı Kılıçdaroğlu, “din derslerinin kaldırılması için anayasa değişikliği ve toplumsal uzlaşma lazımdır” şeklinde bir cevap vermiştir. Zaten 2008’de parti programında yapılan değişiklikte de, “din derslerinin seçmeli olması”nı savunan madde yerine “din dersinin zorunlu olması ancak müfredatta tadilata gidilmesi” ilkesi kabul edilmiştir. Yani CHP de, AKP’nin yapacağı düzenlemeye karşı değildir. CHP’nin, Alevilerin demokratik taleplerini elde etme mücadelelerine hiçbir katkısının olmayacağı çok açıktır.

“Kürt açılımı sıfır noktasını geçemiyor” Türkiye’nin en köklü ve yakıcı sorunlarından olan Kürt meselesinde de burjuva düzenin güçleri, kalıcı bir çözümü gerçekleştirecek adımları atmaktan aciz durumdadırlar. AKP’nin Kürt açılımını başlatmasının üzerinden yaklaşık bir sene geçmiş olmasına rağmen, ciddi anlamda bir yol alınmış değildir. Her seferinde ortamın elverişli olmadığı ileri sürülmekte, seçim öncesi sorunun çözümü yönünde cesur adımlar atılmasının zorluğu dile getirilmekte, statükocu güçlerin en ufak bir hamlesinde geri adım atılmaktadır. AKP, Kürt sorununda, içeriden büyük burjuvazinin, dışarıdan da AB’nin ve ABD’nin bastırmasıyla bugüne kadar çeşitli adımlar atmış ve CHP’den çok daha demokrat olduğunu ortaya koymuştur. Ancak AKP’nin bu demokratlığı da son tahlilde zoraki bir demokratlık olduğundan, yine her fırsatta kafasının arkasındaki milliyetçimuhafazakâr ve şoven düşünceleri açığa vurmuş, her fırsatta ayakları geri geri gitmiş ve kalıcı adımlar atmakta ayak dire-

4

Kasım 2010 • sayı: 68

miştir. Referandumdan bugüne kadar geçen sürede yaşanan gelişmeler bunu bir kez daha kanıtlamıştır. Hatırlanacak olursa referandumun hemen ardından yaşanan gelişmeler, hükümetle Kürt hareketinin temsilcileri arasında (yani BDP, Öcalan ve PKK ile) yeni bir görüşme sürecinin başladığına işaret ediyordu. Gerek Kürt hareketinin ulaştığı düzey, gerekse de iç ve dış güç dengeleri bunu zorunlu kılıyordu. Ancak hızlı ve olumlu bir havada başlayan görüşmeler kısa sürede kesilerek yerini her zamanki gibi huzursuz ve gergin bir bekleyişe bıraktı. Görünen odur ki, AKP, tıpkı daha önce yaptığı gibi seçim öncesinde oy kaybederim korkusuyla adım atmaya çekinmekte ve yine daha önce defalarca yaptığı gibi Kürtleri oyalama taktiklerine başvurmaktadır. Görüşmelerin ilk turunun ardından Erdoğan’ın, partisinin Kızılcahamam toplantısında sarfettiği sözler AKP’nin bir kez daha ipe un sereceğinin adeta ilk işaretleri olmuştur. Erdoğan bu toplantıda, “Bu ülkede Tayyip Erdoğan hangi hakka sahipse, Kürt kökenli vatandaşım da aynı hakka sahip” diyerek referandum öncesinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmayla taban tabana zıt bir anlayış ortaya koymuştur. Kuşkusuz bunu sadece Erdoğan’ın karakterine bağlamak doğru olmaz. Mesele niyet meselesidir. AKP frene basma ve duraklama, hız kesme ihtiyacı hissetmiştir. Kürt sorununa nasıl bir çözüm öngördüğünü AKP daha ilk açılım sürecinde belli etmiştir. Üstelik bu çözüm planının mimarı tek başına AKP de değildir. İşin içinde ABD ve AB’nin olmadığını düşünmek saflık olur. Türkiye, ABD ve Irak’a ayrı ayrı rollerin düştüğü bu planın ana ekseninde, “demokratikleşme süreci (Kürt açılımı) devam ederken, Kürtlerin kültürel hakları konusunda daha özgür bir ortam oluşturulması ve eşzamanlı olarak da PKK’nın tasfiye edilmesi” niyeti bulunmaktadır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta PKK’nin tasfiyesi hedefidir. AKP’ye göre Kürt sorununun asıl kaynaBelirlediği çizgi doğrultusunda her türlü adımı atmaktan çekinmeyen AKP, sıra Kürtlerin taleplerine geldiğinde yan çizmektedir. “Anadilde eğitim olmaz”, “tek resmi dil Türkçedir”, “üniter devlete dokundurmayız” gibi şoven dayatmalar sürdürülmektedir. Anayasadaki Türklük tanımının değiştirilmesine yanaşılmamaktadır. KCK davasının yanı sıra askeri ve polisiye operasyonlar devam etmektedir. Seçimlerdeki %10 barajının düşürülmesine ilişkin hiçbir çalışma yoktur. BDP’yle veya Öcalan’la görüşmeler kesilmiş görünmektedir.


sayı: 68 • Kasım 2010

ğı PKK’dir. PKK tasfiye edildiğinde bazı kültürel haklar verilerek meselenin halli mümkün olacak, BDP’nin veya Kürtlerin diğer “silahsız” temsilcilerinin mevcut taleplerinden çok daha azına razı edilmesi olanaklı hale gelecektir. Açılım üzerine onca tartışma yürümesine rağmen somutta atılan adımlar da bu çizgiye uygun niteliktedir: TRT-6’nın açılması, taş atan çocuklarla ilgili yasanın meclisten geçmesi, cezaevlerinde Kürtçe konuşulmasına izin verilmesi gibi. Bunlar planın kimi kültürel-demokratik hakların tanınmasına yönelik ayağını oluşturmaktadır. Planın PKK’nin tasfiyesi kısmına yönelik olarak da ABD ve Irak Kürdistanı yönetimi, Suriye ve Almanya ile çeşitli düzeylerde açık ve gizli görüşmeler yapılmaktadır. Türkiye’nin, Irak sınırının ötesinde bir tampon bölge oluşturulması ve üs talebini resmi olarak Irak yönetimine ilettiği söylenmektedir. İran’la güvenlik koordinasyonu kurulmuş ve eşzamanlı, ortak operasyonlara girişilmiştir. ABD, İran’ın PKK’ye yönelik operasyonlar çerçevesinde Irak sınırını geçmesine ses çıkarmayacağını ilan etmiştir. Meclis, PKK’ye yönelik sınır ötesi operasyonlar için TSK’ya verdiği tezkereyi yenilemiştir. Bunlara ek olarak içişleri bakanı Atalay, partisinin Kızılcahamam toplantısında aldığı “teröre karşı manevi önlemlerin arttırılmasını” öngören karar doğrultusunda, Diyanet İşleri ve imamlar aracılığıyla Kürt illerinde “teröre karşı vaazlar” verileceğini ve ayrıca bölgedeki imam-hatip liseleriyle kuran kurslarının sayısının arttırılacağını açıklamıştır. “PKK’nin şehir yapılanması” olarak adlandırılan KCK’ya üye oldukları gerekçesiyle tutuklanan 1500’e yakın BDP’linin akıbeti ise halen belirsizdir. İlk turu Diyarbakır’da başlayan KCK davasında, tüm tahliye beklentileri boşa çıkarılmış ve sanıkların Kürtçe konuşmasavunma yapma talepleri reddedilmiştir. Davayı bizzat izleyen liberal yazarların bile ortak yorumları, bunun “tam

marksist tutum

anlamıyla siyasi bir dava” ve “şiddete bulaşmamış Kürt kanaat önderlerini yargı yoluyla terbiye etmek için düzenlenmiş bir tiyatro” olduğu yönündedir. Birçoğu seçilmiş belediye başkanı olan ve birçoğu da DTP-BDP yöneticisi olan sanıkların Kürtçe savunma yapma istemleri mahkeme tarafından “örgütsel tavır” olarak yorumlanmıştır. Tam da açılımdan bahsedilirken ve PKK’nin ateşkesi uzatmasının yarattığı olumlu havanın dağılmamasına uğraşılırken; kendisi “yargıya intikal etmiş bir meseledir, bizle alakası yoktur” dese bile bu sözlerinin hiçbir inandırıcılığı bulunmayan AKP’nin, adeta süreci baltalamak istercesine olan biten karşısında kayıtsız davranması, liberalleri bile isyan ettirmiştir. Daha yeni sona eren MGK toplantısında, konuyla ilgili olarak alınan kararlar şunlar olmuştur: Irak bölgesel Kürt yönetiminin PKK’nin bölgedeki varlığına ilişkin “aktif ” pozisyon almaya zorlanması, PKK’nin sivillere yönelik terör eylemleri yapan bir örgüt olduğu vurgusunun öne çıkarılarak müttefik ülkelere örgütün faaliyetleri konusunda tedbir almaları yönünde çağrı yapılması. Yukarıdaki kararlar ABD ve Irak Kürdistanı yönetimiyle yapılan görüşmelerle birleştirildiğinde, Türkiye’nin, ABD’nin de onayıyla Irak Kürdistanı’nın hamiliğine soyunduğunu ve fakat bunu bölgede bulunan PKK varlığının tasfiyesi şartına bağladığını söylemek çok da anlamsız olmayacaktır. Nitekim tam da bu görüşmelerin ertesinde Talabani’nin PKK’yi hedef alan sözleri gazetelerde yer almış; ABD de Irak’ta kurulmakta olan yeni hükümete şimdiden Türkiye’nin PKK’ye yönelik yapacağı sınırötesi operasyonları görmezden gelmesini ve hatta sınırötesinde gayrı resmi bir askeri varlığa göz yummasını telkin etmeye başlamıştır. Belirlediği çizgi doğrultusunda her türlü adımı atmaktan çekinmeyen AKP, sıra Kürtlerin taleplerine geldiğinde yan çizmektedir. “Anadilde eğitim olmaz”, “tek resmi dil

5


marksist tutum

Demokratlığının zoraki ve güdük niteliği sebebiyle, içeriden ve dışarıdan büyük bir basınç gelmedikçe AKP ipe un sermeye, oyalama taktiklerine geri dönmeye devam edecektir. Kuşkusuz AKP’yi ve onu güdüleyen aktörleri harekete geçiren asıl olgu, Kürt hareketinin geldiği nokta ve gittikçe güçlenmekte oluşu gerçeğidir.

Türkçedir”, “üniter devlete dokundurmayız” gibi şoven dayatmalar sürdürülmektedir. Anayasadaki Türklük tanımının değiştirilmesine yanaşılmamaktadır. KCK davasının yanı sıra askeri ve polisiye operasyonlar devam etmektedir. Seçimlerdeki %10 barajının düşürülmesine ilişkin hiçbir çalışma yoktur. BDP’yle veya Öcalan’la görüşmeler kesilmiş görünmektedir. AKP’nin bu çizgisini ve oyalama taktiğini sürdürmesi ise her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Birincisi Kürt hareketi bir kez daha aldatılmaya ve sürüncemede bırakılmaya razı olmayacağını açıkça beyan etmektedir. Süreci hepten tıkamamak, kendisine yöneltilen ve kimi Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerinin sınırlanmasına yol açan “sivilleri katleden terör örgütü” nitelemesinden kurtulmak, gerek Kürt illerindeki gerekse de İstanbul gibi büyük şehirlerdeki taban desteğini arttırmak amacıyla PKK’nin, ateşkesi bir süre daha sürdürmesi fakat “sivil itaatsizlik” eylemlerine ağırlık vermesi kuvvetle muhtemeldir. Murat Karayılan’ın İngiliz Indepedent ve Radikal gazetelerine verdiği röportajlarda söylediklerinden bu anlaşılmaktadır. KCK davasında Kürtçe savunma ile başlayan ve hayatın her alanında Kürtçe kullanma kampanyasıyla devam edeceği söylenen “sivil itaatsizlik” ey-

6

Kasım 2010 • sayı: 68

lemlerinin bir ayağını da PKK’nin Kürtleri kendi yargı sistemlerini kurmaya çağırması, demokratik özerkliği kademe kademe hayata geçirme yönündeki eylemlerin arttırılması oluşturuyor. Bu arada iç ve dış dengelerin değişmeden süreceğini öngörmek de pek akıllıca olmayacaktır. AKP’nin referandumla yakaladığı olumlu havanın değişmeden sürmesi beklenmemelidir. Seçimlere doğru yaklaşıldıkça ve ateşkesin bozulması durumunda, CHP ve MHP’nin milliyetçi-şoven propagandaya hız vermesi kaçınılmazdır. Öte yandan her daim “elverişli ortam”dan bahseden AKP de barışçıl bir ortam oluşmasını sağlayacak adımlar atmamakta, hatta bunu dinamitleyecek söylemler kullanmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin Irak Kürdistanı yönetimiyle giriştiği pazarlıklar ne olursa olsun, Kürt yönetiminin PKK’yi doğrudan karşısına alacak eylemlere girişmesini beklememek gerekir. Nitekim Kürdistan Demokrat Partisi yöneticilerinden Neçirvan Barzani, “Türkiye’nin PKK’yi devre dışı bırakarak Kürt sorununu çözmeye çalışmasının yanlış olacağını, PKK’nin sorunun çözümünden dışlanmasının Türkiye’deki siyasal sürece olumlu bir katkı yapmayacağını, aksine Kürt sorunu ve PKK sorununun çözümsüzlüğüne neden olacağını” söyleyerek pozisyonlarını ortaya koymuştur. Diğer bir gelişme de, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde 28 üyenin imzasıyla verilen bir önergeyle; Türkiye ile PKK arasında olası ateşkes ihlallerinin tespit ve rapor edilmesini teminen uluslararası bir araştırma komitesi yaratılması, Öcalan’ın “normal” siyasi faaliyetlerine imkân verecek gerekli adımların atılması, seçim kanunundaki yüzde 10 barajının düşürülmesi ve devlet okullarında Kürtçe öğretilmesine başlanması gibi taleplerin öne sürülmesidir. Demokratlığının zoraki ve güdük niteliği sebebiyle, içeriden ve dışarıdan büyük bir basınç gelmedikçe AKP ipe un sermeye, oyalama taktiklerine geri dönmeye devam edecektir. Kuşkusuz AKP’yi ve onu güdüleyen aktörleri harekete geçiren asıl olgu, Kürt hareketinin geldiği nokta ve gittikçe güçlenmekte oluşu gerçeğidir. Kürt sorununun gerçek çözümü, Kürt hareketine ve onun demokratik taleplerine sahip çıkması gereken Türkiye işçi sınıfı hareketinin gelişimine bağlıdır. İspanya’sından İrlanda’sına ve Filistin’ine kadar pek çok örnekte görülmüştür ki, devrimci işçi sınıfı mücadelesinin yokluğunda ulusal sorunun çözümü son derece uzun, inişli çıkışlı, gelgitlerle dolu ve sancılı bir süreçtir. Kürt sorununda da aynı durum ziyadesiyle söz konusudur. Kürt sorununda olduğu gibi toplumun gündemindeki tüm demokratik sorunlarda, AKP’sinden CHP’sine kadar bütün düzen partileri, son tahlilde kendilerine ve işlerine geldiği kadar demokrattırlar. Bu sorunların kalıcı ve tutarlı biçimde çözülebilmesi için işçi sınıfının bağımsız çıkarları temelinde siyaset sahnesinde yerini alması gerekmektedir. Unutmamalı ki, sonuna kadar tutarlı demokrat olan tek sınıf, devrimci işçi sınıfıdır.


Ekim Devrimi ve Devrimci Parti Levent Toprak

D

evrimler nadir olaylar olmakla beraber, kapitalizmin tarih sahnesine çıkış süreciyle birlikte, özellikle de 20. yüzyılın başlamasıyla hızlanmış olan tarih, birçok devrime sahne olmuştur. Bu devrimler arasında, şimdi 93. yılını kutladığımız Ekim Devriminin ayrı bir yeri bulunuyor. Ancak 72 gün yaşayabilmiş Paris Komünü bir yana bırakılacak olursa, tarihte ilk kez ezilen ve sömürülen kitleler, sömürücü sınıflardan herhangi birisinin peşine takılmaksızın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket ediyor ve ilk kez kendi sınıf iktidarlarını kuruyorlardı. Tarihte daha önceki devrim süreçlerine katılan emekçi kitleler mutlaka egemen sınıfların belli bir kesiminin diğerlerine karşı güttüğü hedeflerin gerçekleşmesine yardımcı olma rolüne mahkûm oluyorlardı. Keza Ekim Devriminden sonra da yeryüzünde sayısız devrimler yaşanmış, ama ya bu olgu özgün biçimler altında tekrarlanmış ya da devrim süreçleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu nedenle abartma olmaksızın diyebiliriz ki, Ekim Devrimi tarihin şimdiye kadar gördüğü en köklü toplumsal devrimdir ve hâlâ aşılamamıştır. Marx 1848 Martından sonra Alman devriminin kendisini ispatlayan güdüklüğü karşısında acımasız eleştirilerini yöneltirken, onu İngiliz ve Fransız devrimleriyle karşılaş-

tırmış ve bu devrimlerin kendi çağlarını karakterize eden evrensel niteliğini vurgulamıştı. Bu evrensel karakter hiç şüphesiz Ekim Devrimi için çok daha fazlasıyla geçerlidir. Ekim Devrimi, kapitalizmin çürüme çağında, insanlığın önüne tarih tarafından konmuş temel sorunların çözümü yolunda yapılmış emsalsiz bir atılımdı. Bu müstesna niteliğine rağmen Ekim Devriminin günümüzde yeterli ilgiye mahzar olmuyor gibi görünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Bu tümüyle sınıf mücadelesinin ve sınıflar arası güç dengesinin mevcut durumunun bir yansımasıdır. Burjuvazinin uzun yıllardır süren pervasız karşı-devrimci saldırıları, Ekim Devriminin güncel önemine ilişkin yaygın bir bilincin oluşumuna darbe vurmuştur. Ancak bu asla kalıcı bir durum değildir. İşçi sınıfı mücadele ettiği ölçüde tarihsel hafızasına kavuşmaktadır. Gerçekte Ekim Devrimini ortaya çıkaran temel itkiler işçilerin derinlerde yatan sınıf güdülerinde yaşamaya devam etmektedir. Bunun içindir ki düzen ideologları, yıllar boyunca devrim düşüncesinin defterini dürdükleri yolundaki zafer naralarına rağmen rahata erememişlerdir. Nitekim 2000’li yıllar boyunca özellikle Latin Amerika ülkelerinde yaşananlar da buna işaret etmekte ve devrim ejderhasının toprağın altında kıpırdamaya başladığını gös-

7


marksist tutum

Kasım 2010 • sayı: 68

termektedir. Dünya kapitalist düzeninin uzun yıllardır onu ve temsil ettiği değerleri hedef alan ağır ideolojik saldırılarına rağmen, Ekim Devriminin idealleri ve hatırası insanlığın derin hafızasından silinememiştir. Sadece kapitalist düzenin saldırıları mı? Sovyetler Birliği’nde ve benzer rejime sahip ülkelerde egemen olan Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci mirasına ne demeli? Gerçek şu ki, egemen Stalinist bürokrasi, işçi sınıfının kurtuluşu davasına ve sınıfsız toplum özlemine burjuvazinin hiçbir saldırısının veremeyeceği zararı vermiştir. Burjuvazi Ekim Devriminin açıktan düşmanıydı, ama Stalinist bürokrasi kendisini onun sahibiymiş gibi gösteren, onun ideallerinin taşıyıcısıymış gibi gösteren çok daha zararlı ve sinsi bir düşmandı.

Devrimci parti İnsanlık tarihinin en heyecan verici hadiselerinden biri olan Ekim Devrimi engin deneyimlerle doludur. Bu bakımdan onu pek çok yönden ele alıp incelemek mümkündür. Toplumsal, siyasal, tarihsel bakımlardan sözü edilebilecek sayısız yönlerden tutun da, sanat üzerindeki etkisine kadar tüm bu zenginliği layıkıyla kucaklamak zordur. Ancak bugün tüm insanlığın yaşadığı yakıcı, can alıcı sorunlar bağlamında özellikle odaklanılması gereken nokta Ekim Devriminin farkını doğuran halkayı belirginleştirmektir. Bu nokta Ekim Devrimiyle bağlantılı tüm temel siyasal sorunların gelip düğümlendiği noktadır ki, o da, açıklamaya çalışacağımız üzere, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesi yani devrimci partisi sorunudur. Örneğin Rus Devriminin son tahlilde Rusya’nın geriliği ve devrimin izole olması sonucu yenilgiye uğradığı tespiti doğru bir tespittir. Ama iş bununla bitmemektedir. Meseleyi sadece bu yönden koymak fazla yol aldırmaz. Meselenin düğüm noktasına bizi götürecek daha kritik bir soru şudur: Rus Devrimi neden izole oldu? Neden başta Almanya olmak üzere Avrupa’da devrimler başarılı olamadı ve dolayısıyla Rus Devriminin imdadına yetişemedi? İşte bu gibi sorulara yanıt aradığımızda dönüp dolaşıp varacağımız nokta devrimci önderlik, devrimci parti sorunu olmaktadır. Eğer Ekim Devrimi başarısız bir devrim olsaydı, bugün çok az insanın hatırlayıp sözünü ettiği 1918 Alman devrimi gibi bir şey olurdu muhtemelen. O halde onun belirleyici yönü, açıktır ki, başarılı olması ve işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurabilmesiydi. Bu farkı yaratan şeyse, işçi sınıfının Bolşevik Parti gibi bir öncü devrimci partisinin olmasıydı. Olayların tüm gelişim süreci en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir ki, Lenin ve onun inşa ettiği Bolşevik Parti olmasaydı Ekim Devrimi gerçekleşemez, işçi sınıfı kendi iktidarını kuramazdı. Dolayısıyla Ekim Devriminin sırrını çözmek isteyenlerin en çok üzerinde durması gereken konu, tastamam devrimci önderlik, devrimci parti sorunudur.

8

Bu yalnızca bugün yıldönümü dolayısıyla andığımız Ekim Devrimini anlamak için değil, aynı zamanda ve şüphesiz çok daha yakıcı olarak, günümüzün sorunlarına çözüm bulmak bakımından da büyük bir zorunluluktur. Diğer bir ifadeyle, buradaki mesele sadece tarihsel bir mesele değil, güncel bir meseledir. Örneğin 2000’li yılların başından bu yana Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrimci durumlar oluşmasına kadar varan kitle seferberlikleri ve sert sınıf mücadeleleri olduğu halde, bu mücadeleler işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanmamıştır. Böylece işçi kitleleri harekete geçiren sorunlar temelde çözümsüz olarak kalmaya devam etmekte ve bu da kitlelerde kayıtsızlaşmaya, moral bozukluğuna yol açabilmektedir. Ekim Devrimi bugünkü takvime göre aslında Kasım ayında gerçekleşmişti. 1917 Kasımından tam bir yıl sonra 1918 Kasımında bu kez Almanya’da işçiler Rusya’daki sınıf kardeşleri gibi göğü fethe çıktılar. Dövüşkenlik ve beceri açısından Rusya’daki kardeşlerinden eksikleri yoktu. Ama Lenin sadece birkaç hafta önce şu uyarıda bulunmuştu: “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır. Scheidemannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa’da. Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama


sayı: 68 • Kasım 2010

marksist tutum

bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.” Lenin’in uyarısı haklı çıktı ve ne yazık ki Alman işçilerinin devrimci atılımı başarıya ulaşamadı. Böylece iki Kasım arasındaki fark da açıkça ortaya çıkmış oldu. İlk bakışta bu, sorunu basite indirgemek gibi görünebilir. Ancak konu tüm karmaşıklığı içinde düşünüldüğünde, çok sayıda nedensel ilmiğin dönüp dolaşıp devrimci parti sorununda düğümlendiği görülür. Devrimci parti sorunu tüm karmaşıklığı içinde ve doğru biçimde kavrandığında varılacak sonuç budur.

Nasıl bir parti? Bu da bizi nasıl bir parti sorusuna getirmektedir. Modern sosyalizmin 150 yılı aşkın mücadele tarihinin teorik ve pratik birikimleri bu soruya net bir yanıt vermek için fazlasıyla yeterlidir. Ve tüm bu birikim bize bu sorunun yanıtının Lenin’in bundan yaklaşık yüz yıl önce temellerini atmaya başladığı Leninist parti anlayışında yattığını göstermektedir. Bugün Leninist parti dendiğinde kendine sosyalist diyenlerin bile çoğunun yüzünü buruşturduğu biliniyor. Son zamanlarda oluşturulmuş olan genel kanı Leninist parti anlayışının artık tarihte kalmış demode bir anlayış olduğudur. Buna göre, dünya çok değişmiştir ve bu anlayış günümüz dünyasının gerçekliklerine uygun düşmemektedir. Hatta internet gibi iletişimi ve etkileşimi kolaylaştıran yeni teknolojik imkânlar sayesinde merkezi bir örgütlülüğün bile önemini yitirdiği ve bıraktık Leninist partiyi, genel olarak parti örgütlenmesinin bile gereksiz hale geldiği yolunda düşünceler giderek daha yaygın dillendirilebilmektedir. Bu düşüncelere zemin döşeyen temel bir olgu, şüphesiz Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki Sovyetler Birliği’nin (ve diğer benzeri rejimlerin) çöküşünün, Leninist parti anlayışının da güya yanlışlığının ispatı gibi gösterilmeye çalışılması olmuştur. Stalinizmin Lenin’in temsil ettiği proleter devrimci mirasın bir olumsuzlaması olduğu gerçeğini, dolayısıyla ikisi arasında bir süreklilik değil, aksine gerici yönde bir kopuş olduğunu burada anlatma gereği duymuyoruz. Bu konuda diğer birçok yazı bir yana, temel eser olarak Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabına bakılabilir. Leninist parti anlayışı hakkındaki bu olumsuz yaklaşımlar ve aynı yöndeki daha birçok düşünce, politik pratiğin ve teorik keşfin ürünü olmaktan çok, dünya ölçeğinde ağır bir gericilik döneminin yarattığı basıncın ifadesidir. İşçi sınıfına ve Marksizmin bilimsel müktesebatına kendisini dayandırmayan küçük-burjuva anlayışlar sözüm ona çağa uygun mucizevî çareler aramaya koyulmuşlardır. Burjuva ideolojisinin korkunç ağırlığına direnerek Leninist bir yol tutturmak son derece zorlu bir süreç olduğundan, bu tarih kesitinde sesi daha çok çıkan söz konusu

kesimler, kolay çözümler, kestirme yollar aramakta, kendi siyasi varlıklarını bir biçimde sürdürmeye çalışmaktadırlar. Sosyalistlerin büyük bölümü Ekim Devrimine hararetle sahip çıktığı halde, bunların çoğu Ekim Devrimi deneyimini derinlemesine irdelemekten ve onu Ekim Devrimi yapan kilit unsuru teşhis etmekten ısrarla kaçmaktadır. Bu yaygın bir durumdur. Çünkü Ekim Devrimi hakkında konuşmak kolay, ama onun gereklerini yerine getirmek zordur. Ve devrimi gerçekten isteyen onun aracını da istemek zorundadır. Bu bakımdan Leninist parti anlayışının gerçekte ne olup ne olmadığına açıklık getirmek bir gerekliliktir. Burada bunu en azından bazı temel çizgiler itibarıyla yapmaya çalışacağız.

Doğru teori, sağlam örgüt, proleter sınıf temeli Rusya’da işçi sınıfının burjuvaziyi alaşağı edip kendi iktidarını kurabilmesinde sonucu tayin eden şey, ona doğru bir yol göstericilik yapabilen Bolşevik Parti’ydi. Bolşevik Parti’nin bunu başarabilmesinin üç temel nedeni bulunuyordu. Birincisi, “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” ilkesinin Bolşevik Parti’de hayat bulmasıydı. Buradaki fikri şöyle de ifade edebiliriz: istediğiniz kadar becerikli ve kapasiteli bir örgüte sahip olun, doğru fikirleriniz, doğru bir yönelişiniz ve taktik kavrayışınız yoksa, başarıya ulaşmak mümkün değildir. İkincisi, Bolşeviklerin, devrimci fikirleri sindirmiş, yıllar içinde ter akıtılarak, taş üstüne taş konarak inşa edilmiş bir devrimci örgüte sahip olmalarıydı. Bu olmadan, istediğiniz kadar doğru ve güzel fikirlere sahip olun, bunların hayata geçmesi, kitlelerde ete kemiğe bürünmesi söz konusu olamaz. Ve üçüncüsü, Bolşeviklerin tümüyle işçi sınıfının içine kök salmış olması, işçi sınıfının organik bir parçası olmalarıydı. Leninist parti sorunu basitçe bir “örgütlenme tekniği”

9


marksist tutum

Kasım 2010 • sayı: 68 Kitlelerin gerçek özlemlerini ve devrimci potansiyellerini harekete geçirebilmek için onları ileriye çekebilecek, geri bilinç biçimlerine, ortalamaya teslim olmayacak bir irade gereklidir. Bu, bilinç düzeyi olarak kitlenin üstünde kalmayı başarabilen bir örgütlülüğün işi olabilir. Bu da öncü parti demektir.

sorunu değildir. Bu sorun her şeyden önce proleter devrimin doğası sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. Proleter devrim, tanımı gereği yeni bir sömürücü sınıf egemenliği yaratma uğruna değil, tüm sınıfların ve devletin ortadan kalktığı bir düzene geçiş sürecini başlatmak üzere gerçekleştirilecek büyük bir tarihsel eylemdir. Böylesi bir eylem dar bir azınlığın “kurtarıcı” eylemi olamaz, o emekçi kitlelerin kendi eseri olmak zorundadır. Emekçi yığınların aktif katılımı olmaksızın ve bunu ifade eden bilinç sıçramaları olmaksızın proleter devrimler gerçekleşemez. Nitekim başarılı ve başarısız tüm proleter devrim deneyimlerinde geniş emekçi yığınların etkin bir katılımına ve hayranlık uyandırıcı işler başaran öz-örgütlülüklerin pıtrak gibi çoğalıp yaygınlaşmasına tanık oluruz. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır sözünün anlamı budur. Bu bağlamda ikinci önemli nokta, bu tarihsel eylemin asıl taşıyıcı ve önder gücünün işçi sınıfı olmasıdır. Yani esas olarak köylülüğe ya da kentli ara emekçi katmanlara dayanan kitle seferberlikleri sınıfsız topluma giden yolu açamazlar. Dolayısıyla Leninist parti ya da örgütlenme herhangi bir sınıf içinde hayat bulabilecek, işçi sınıfından bağımsız bir “örgütsel biçim” değildir. Leninist örgütlenme anlayışının kesin bir proleter sınıfsal içeriği vardır ve bundan arındırılamaz. Aynı şekilde büyük oranda öğrencilerden ve küçük-burjuva aydınlardan oluşan yapılanmaların da, söylemleri ne olursa olsun, Leninist anlayışa uygun olmaları mümkün değildir. Bu son nokta özellikle önem taşımaktadır, çünkü Leninist parti anlayışına ilişkin yanlış algılamalara ve karalamalara zemin oluşturan birçok pratik bu alanda üremiştir. Uzun yıllar boyunca dünyanın dört bir yanında (çoğunlukla ara katmanların büyük yer kapladığı azgelişmiş ülkelerde) proleter sınıf temeline oturmayan küçük-burjuva devrimci yapılanmalar ortaya çıkmış ve bunlar Lenin’in

10

yolundan gittiklerini iddia etmişlerdir. Lenin’in partisinde asla söz konusu olamayacak bir varoluş sergileyen bu küçük-burjuva örgütlenmeler, aslında kökleri ta Blanqui’ye uzanan ve Rusya’da da küçük-burjuva Narodnik devrimcilerin temsil ettiği bir geleneğe dayanıyorlardı. Lenin’in geliştirdiği öncü parti ve “dışardan bilinç” gibi kavramların yanlış yorumu ve çarpıtılması üzerine kendisini temellendiren bu tür oluşumların kendilerini Leninizm kılığında sunması geniş emekçi kitlelerde yanlış algılamaların oluşmasına yol açmıştır. Söylemleri ne olursa olsun, proletarya sosyalizminin değil, fakat küçük-burjuva sosyalizminin bir ifadesi olan bu tür oluşumların genel ve temel bir özelliği, kendilerine kerameti kendinden menkul bir öncülük/önderlik vasfını yüklemeleri ve bu inançla emekçi kitlelere karşı lafazan, ultimatomcu, hotzotçu tutumlar benimsemeye eğilimli olmalarıdır. Küçük-burjuva devrimciliğinin bu çeşidinin eğilimi, kitlelere yol göstermeye çalışmak, onların bilinç ve örgütlülüğünün gelişmesini sağlamak değil, onlara buyurmaktır. Bu anlayış, sosyalist devrimin asıl olarak kendi eylemleriyle, özellikle de askeri eylemleriyle gerçekleşebileceğini düşünür. Yani kitlelere güvenmez. Bunun değişik versiyonları ortaya çıkmıştır. Meselâ Çin’de ortaya çıkan Maocu komünist parti örgütlenmesi böyledir. Çin devrimi kuşkusuz kitlelerin desteğine dayanmıştı. Ancak bu destek işçi sınıfından ziyade köylü yığınların desteğiydi. Bu destek bir ölçüde geniş bir yoksul köylü yığınının ordu içinde askeri örgütlenmesi biçiminde, bir ölçüde de pasif destek biçimde olmuştur. Örneğin büyük kentlerde işçilerin grev yapmaları bizzat Maocu KP tarafından engellenmiştir. Sonuç olarak işçi devrimlerinde görülen konsey tipi özörgütlülüklerin oluşumu ve işçi sınıfının aktif ve bağımsız eylemi söz konusu değildir. Ve bunun sonucunda ortaya çıkan rejim de işçi demokrasisinden eser taşımayan bir bürokratik diktatörlük rejimi olmuştur. İşçilerin, devletin sahibi olan bürokrasi tarafından kolektif olarak sömürüldüğü bir diktatörlük. Aslında işçilere bu güvenmeme ve onların devrim-


sayı: 68 • Kasım 2010

ci inisiyatifini engelleme niteliği sadece bu tür yapılarda değil, sanki bunun tam aksini savunuyormuş gibi bir duruş içinde olan sosyal-demokrat/sosyalist partilerde de söz konusudur. Özü gereği parlamentarist olan bu sosyaldemokrat anlayış da geniş emekçi yığınlara, “sizin kendi öz-örgütlülüklerinizi yaratmanıza, bu yapılar aracılığıyla inisiyatif göstermenize, karar süreçlerinde bulunmanıza gerek yok” der. Bunun yerine “siz bana seçimlerde oy verin, ben parlamentoda sizi temsilen, sizin hayrınıza olacak düzenlemeler için uğraş veririm” diye vaatte bulunur. Bu anlayış parti üyeliğini mümkün olduğunca geniş tutarak, en geri bilinçli işçilerin de partiye üye yapılmasını sağlayarak, ortalama bilinç düzeyinin düşük kalmasını garantiye almaya çalışır ve böylece tepedeki bürokratik kastın manevra alanını genişletir. Tabanda bilinç ne kadar düşükse, yaratıcı, verimli ve gerçek anlamda demokratik bir tartışmanın olma imkânının da o kadar düşük olacağı ve olduğu açıktır. Ezkaza bu partilerin içinde işçileri daha devrimci, mücadeleci bir yöne doğru çekmeye çalışanlar çıkarsa da, o cicili bicili demokratik/özgürlükçü maskeler fırlatılıp atılır ve bürokratik sıkıyönetimle bu tür unsurlar temizlenir. Diğer taraftan herhangi bir vesileyle işçilerin daha mücadeleci bir yola meyletmeleri halinde bu partilerin bütün uğraşı, işçilerin inisiyatifini, eylem coşkusunu boğmak, enerjiyi pörsütüp boşa çıkarmak, oluşan yeni bilinç kıvılcımlarını doğar doğmaz yok etmeye çalışmak oluverir. Peki işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı temel ilkesi, onun bir devrimci partiye ihtiyaç duymadığı anlamına gelir mi? Hayır gelmez. Birincisi, eğer adına layık bir partiden bahsediyorsak, bu parti işçi sınıfının dışında bir örgüt değil, bilakis onun kendisine ait ve onun içinde bir örgüt demektir. İkincisi, devrimci partinin belirleyici olmaması anlamında işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin kurtuluşa yetmemesi gerçeğidir. Yani işçi sınıfının kendiliğinden eylemiyle ulaşabileceği bilincin sınırları vardır ve bir devrimci parti ihtiyacı da esasen buradan kaynaklanır. Tüm tarihsel deneyimin açıkça gösterdiği gibi proleter devrim kitlelerin kendiliğinden eylemiyle ve bu eylemin bilinç sınırları içinde başarılamaz. Devrimin gerçekleşmesi için başarılması gereken zorlu ve kapsamlı görevler kitlelerin kendiliğinden hareketinin otomatik bir ürünü olarak çözüme kavuşturulamaz. O nedenle, bilinç unsurunun öneminin ve bunun sürekliliğinin sağlanması için kendiliğindenliğin gelgitlerine bağımlı olmayan bir örgütlenmenin zorunluluğunun kavranması şarttır. Yukarıda bahsettiğimiz küçük-burjuva devrimciliği anlayışı kendini proletaryanın yerine koyma sonucunu verirken, kendiliğindenliğe tapınma da bilinçli örgütün görevlerinin küçümsenmesine, örgütsüzleşmeye ve proletaryanın yenilgisine yol açar. Lenin’in ünlü “proletaryanın iktidar mücadelesinde örgütten başka silahı yoktur” sözü bu gerçekliğin özlü bir anlatımından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu şey, ne ken-

marksist tutum

dini işçi sınıfının yerine koyan ve esasen ondan kopuk dar ikameci bir örgütsel anlayıştır ne de kendiliğindenliğe bel bağlayan örgütsüzleştirici bir anlayış. İşçi sınıfı kendi bağrından çıkan ya da kesin sınıfsal intiharını yaparak onun mücadele saflarına katılmış diğer sınıfsal kökenlerden gelen, deneyimle sınanmış, güvendiği komünist öncülerinin örgütlü yol göstericiliğine ihtiyaç duyar. Ancak böylesi bir yol göstericilik onun bağrında taşıdığı engin potansiyelin tüm boyutlarıyla açığa çıkmasını sağlar. Ancak böylelikle proleter devrim başarıya ulaşır, sınıfsız topluma giden yol açılır. Böylesi bir rolü ancak öncü bir parti oynayabilir. Bu nedenle Leninist parti anlayışı kesinlikle bir öncü parti anlayışıdır.

Leninist parti öncü partidir Öncü parti kavramının küçük-burjuva devrimciliği tarafından yanlış yorumlanması ve çarpıtılması ile ilgili soruna yukarıda değindiğimiz için konunun o yönüne burada girmeyeceğiz. Öncü parti anlayışının karşısında ise kitle partisi anlayışı yer alır. Kitle partisi anlayışı kulağa daha sempatik gelebilirse de, yukarıda örneğini verdiğimiz sosyal-demokrat partilerin niteliği ve tarihsel sicili ortadadır. Milyonları kucaklayan Alman Sosyal Demokrat Partisi bugün 92. yıldönümü olan 1918 Alman Devriminde ve Alman işçi sınıfının takip eden birkaç yıl içindeki tüm devrimci kalkışmalarında sınıfa ihanet ederek karşıdevrimci rolünü oynamıştır. Bu durum, sonrasında faşizmin zaferine giden yolu da döşeyerek milyonlarca emekçinin canına mal olmuştur. Bir başka örnek, bizzat Rus Devrimi deneyiminden verilebilir. Menşevikler tam da Lenin’e karşı “kitle partisi” anlayışını savunuyorlardı ve Bolşevik/Menşevik ayrışması asıl olarak bu temelde gerçekleşmişti. Hemen her aşamada Bolşeviklerden çok daha geniş bir üye kitlesine sahip olmakla beraber, Menşevikler devrim anı gelip çattığında devrimi burjuvazinin kucağına oturtmak için uğraşmışlardır. Uzun yıllar aynı partinin iki kanadını oluşturan bu iki eğilimin vardığı noktalar böylesine farklıdır. Gerçeklik bu olduğu halde, bugün Lenin’in mirasını sürdürme savında olan nice sosyalist çevre, kitle partisi sözünü ağzından düşürmemektedir. Bu çevreler ya Lenin’in savunduğu öncü parti anlayışının devrinin geçtiğini söylüyorlar, ya da allem edip kallem edip kendi Menşevik anlayışlarını Lenin ile uyum içindeymiş gibi göstermeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının devrimci çıkarları açısından her iki yol da yanlış ve sakattır. Kitlelerin gerçek özlemlerini ve devrimci potansiyellerini harekete geçirebilmek için onları ileriye çekebilecek, geri bilinç biçimlerine, ortalamaya teslim olmayacak bir irade gereklidir. Bu, bilinç düzeyi olarak kitlenin üstünde kalmayı başarabilen bir örgütlülüğün işi olabilir. Bu da öncü parti demektir. Kitle partisi demek ise, bilincin su-

11


marksist tutum

landırılması, ortalama bilinç düzeyinin düşüklüğü demektir, ortalama bilince boyun eğmektir. Böylesi bir örgütlülüğün ileriye çekme gibi bir işlevi olamaz. Leninist parti ya da örgütlenme herhangi bir sınıf içinde hayat bulabilecek, işçi sınıfından bağımsız bir “örgütsel biçim” değildir. Leninist örgütlenme anlayışının kesin bir proleter sınıfsal içeriği vardır ve bundan arındırılamaz. Çünkü bilinç sınıfın geniş kitlesi içinde dağınık ve eşitsizdir. Bir sınıfa ait olduğunun dahi farkında olmayan sayısız işçiden tutun, devrimci komünist bilinçli işçilere kadar geniş ve çok çeşitli bilinç düzeylerini içeren bir yelpaze söz konusudur ve bu düzey farklılıklarını oluşturan sayısız etmen vardır. Birbirinden çok farklı bilinç düzeylerine, büyük bilinç eşitsizliğine dayanarak etkin ve yönlendirici bir politik irade birliği oluşturmak mümkün değildir. Böylesi bir çeşitlilik ve eşitsizliği tek bir siyasal partide kucaklamaya kalkışan bir partinin devrimci bir rol oynaması söz konusu olamaz. Şüphesiz işçi sınıfının içine gömülmüş bir parti olarak devrimci partinin, nihai devrimci rolünü oynayabilmek için, sınıfın bütünü ile etkileşim içinde olmasına ve ona fiilen yol gösterebilmesine yetecek kadar geniş bir kitlesi olmak zorundadır. Ve bunun bir avuç insan olmayacağı açıktır. Bolşevik Partinin tarihine baktığımızda devrimci yükseliş dönemlerinde, tam da genel sınıf bilincinin kitlesel düzeyde ve sıçramalı yükselişi nedeniyle, partinin üye sayısının çarpıcı biçimde artarak on binlere ve giderek yüz binlere vardığını görürüz. Ama bu durum, tam da, ölçünün nicelikten ziyade bilinç düzeyi olduğunu ortaya koyar. İşçi sınıfı hareketinin önündeki çok yönlü sorunlara devrimci çözümler üreterek yol gösterebilmek için gerekli tartışma da, ancak bilinç düzeyi yüksek bir partide cereyan edebilir. Çünkü gerçek anlamda demokratik ve nitelikli bir tartışmanın şartı bilinçtir. Diğer taraftan bu sürecin ikinci ayağı da, yine ancak Leninist parti anlayışı tarafından hayata geçirilebilecek niteliktedir. Lenin’in de vaktiyle belirttiği gibi “devrimci teori son şeklini ancak pratik içinde alabilir”. İşçi sınıfının derinliklerine kök salmamış, onun gerçek anlamda bir parçası olmamış bir örgütlenmenin, teorisini pratiğe geçirme, test etme ve tüm bu sürecin sonunda düzeltme olanağı yoktur. İşçi sınıfının dışında olanların, ona uzak bir hayat sürenlerin böylesi süreçleri var etmeleri düşünülemez. Bu ancak buna yetenekli, yetişmiş proleter devrimci kadrolarla mümkün olabilir. Leninist anlamda parti, teori ile pratiğin birliğini temsil eder, bu birliği cisimleştirir. Teorinin pratiğe geçmesi aynı zamanda yüksek bir irade birliğini ve disiplin anlayışını gerektirir. Gevşek, laçka yapılanmaların sınıf mücadelesinin zorlu görevleriyle baş etmeleri beklenemez. Bu disiplin kişiye dışarıdan zorla da-

12

Kasım 2010 • sayı: 68

yatılan bir disiplin değildir. Leninist parti anlayışına dair bu noktaya kadar açıklamaya çalıştığımız boyutların içinden gelip süzülen doğal bir disiplindir. Bu bağlam çerçevesinde Lenin baştan bu yana tüm anlattıklarımızı özetlercesine şunları söylüyor: “Proletaryanın devrimci partisinin disiplini nasıl korunmaktadır? Nasıl denetlenmektedir? Nasıl güçlendirilmektedir? Önce, proletarya öncüsünün sınıf bilinciyle ve onun kendini devrime adamasıyla, onun sağlamlığı, özverisi ve kahramanlığıyla. İkincisi, çalışan insanların en geniş yığınlarıyla, başta proletarya ile, ama aynı zamanda çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla belirli ölçüde bağ kurma, en yakın ilişkiler sürdürme, ve –eğer dilerseniz– onların içinde erime yeteneğiyle. Üçüncüsü, bu öncü tarafından uygulanan siyasal önderliğin doğruluğuyla, geniş yığınların, doğru olduklarını kendi öz deneyimleriyle görmeleri kaydıyla, siyasal strateji ve taktiklerinin doğruluğuyla. Bu koşullar olmaksızın, görevi burjuvaziyi devirmek ve toplumun tümünü değiştirmek olan gerçekten ileri sınıfın partisi olma yeteneğindeki bir partide, disiplin sağlanamaz. Bu koşullar olmaksızın, disiplini yerleştirmek için yapılan bütün girişimler, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğrar ve laf ebeliği ve soytarılıkla sonuçlanır. Öte yandan, bu koşullar birden ortaya çıkmaz. Bunlar ancak uzun çaba ve çetin deneyimlerle yaratılırlar. Bunların yaratılması, bir dogma olmayan, ancak son biçimini gerçek yığın hareketinin ve gerçek devrimci bir hareketin pratik eylemiyle yakın ilişkisi içinde alan, doğru devrimci teoriyle kolaylaştırılır.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı) Teorinin pratiğe geçmesi aynı zamanda yüksek bir irade birliğini ve disiplin anlayışını gerektirir. Gevşek, laçka yapılanmaların sınıf mücadelesinin zorlu görevleriyle baş etmeleri beklenemez. Bu sözlerin son bölümü bugünün güncelliğine mükemmelen bağlanmaktadır. “Bunlar ancak uzun çaba ve çetin deneyimlerle yaratılırlar” diyor Lenin. Ne yazık ki sosyalistlerin büyük bölümü, bugün çok daha çetin olan bu çabalardan uzak durmakta, ter akıtmaktan kaçınmaktadırlar. Bu kesimler işçi sınıfı içinde iğneyle kuyu kazarcasına devrimci çalışma yapmak, ağır tahrifata uğramış teorik mirası yeniden canlandırmak, adanmış kadrolar yetiştirmek gibi görevlerden kaçıyorlar ve bunun yerine “kitle partisi”, “çok kanatlı parti”, “çatı partisi” gibi değişik adlarla gündeme getirilen türlü türlü “proje”leriyle kolay başarı yolu arıyorlar. Ama uzun yıllardır sürdürülen bu çabalar sosyalist mücadeleyi ilerletmek bir yana, çok daha gerilere savurmuştur. Dünya işçi sınıfının değişik bölgelerde yeniden hareketlenmeye başladığı 2000’li yılların taze deneyimi de Leninist parti anlayışına uygun devrimci önderlikler olmadıkça yeni Ekim Devrimlerinin başarılmasının mümkün olmadığını tekrar tekrar göstermektedir. Öyleyse görev zorlu yoldan gitmek, ter akıtmaktır.


Askerlik Tartışmaları ve Militarizme Karşı Mücadele İlkay Meriç

G

enelkurmay tarafından gündeme getirilen tek tip askerlik projesi, burjuva medyanın yakın ilgi gösterdiği bedelli askerlik konusu ve tüm bunların yanı sıra profesyonel ordu tartışmaları, uzun bir süredir gündemde önemli bir yer işgal ediyor. Türkiye çeyrek asırdır on binlerce gencin yaşamını yitirdiği bir savaş cehenneminden geçiyor olunca, bu alandaki tartışmalar haliyle çok geniş kitleleri yakından ilgilendirir hale geliyor. Bununla birlikte, askerlik çağındaki milyonlarca genç kısa vadede en azından bu zorunlu yükümlülüğün süresinin kısaltılması beklentisi içindeyken, sermaye hükümeti ve medyası, yine tuzukuruları kurtarmak üzere bedelli askerlik derdine düşmüş durumda. AKP hükümeti, burjuva medyayla elbirliği halinde bu konuyu sürekli gündemde tutmaya ve meseleye sıcak bakmıyor gözüken Genelkurmay’a bu şekilde basınç bindirmeye çalışıyor. Üniversite mezunlarının ilköğretim ve lise mezunlarıyla eşit süre ve koşullarda (“tek tip”) askerlik yapmaması için de mekik diplomasisini sürdürüyor. Bilindiği gibi, “tek tip” askerlik meselesi Eylül ayında yeniden gündeme geldiğinde AKP Merkez Yürütme Kurulu toplanmış ve parti kadroları, üniversite mezun-

larıyla ilkokul mezunlarının eşit statüde ve eşit süreli askerlik yapmalarına karşı olduklarını belirtmişlerdi. Üstelik gerekçe olarak da bunun “hakkaniyete aykırı” olduğunu öne sürmüşlerdi. AKP bugün de bu görüşte ısrarcı. Yani işlerine gelince “halkçı” pozlar kesen AKP kurmayları, kendi çocukları ve yakınları söz konusu olduğunda, “dağdaki çoban”la üniversite mezununun eşit muameleye tâbi tutulmasını hakkaniyete ve adalete aykırı bulmaktadırlar! Parayı bastırıp askerlikten muaf tutulmaksa pek “adil”, pek “hakkaniyetli”dir onlar için! Türkiye’de mevcut uygulamaya göre, askerlik çağına gelen ilköğretim ve lise mezunu erkekler er olarak 15 ay askerlik yaparken, üniversite mezunları bu yükümlülüklerini 12 ay yedek subaylık ya da 6 ay kısa dönem erlik olarak yerine getiriyorlar. Üç yılı aşkın süredir yurtdışında çalışıyor görünenler ise para ödeyerek 21 günlük temel eğitimle askerliklerini tamamlıyorlar. Şimdiye dek “istisna” denerek üç kez uygulanan bedelli askerlikte de, belirlenen “bedel”i ödeyenler 1 aylık temel eğitimle askerlik görevlerini tamamlamış sayılmışlardır. TSK İç Hizmet Kanununda askerlik, “Türk vatanını, istiklali ve cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak

13


marksist tutum

mükellefiyeti” olarak tanımlanmakta ve bu mükellefiyet askerlik çağına gelen TC vatandaşı tüm erkekler için zorunlu tutulmaktadır. Bunun da ötesinde, Milli Güvenlik Dersi kitaplarında, yukarıdaki askerlik tanımının hemen devamında şu cümleler gelmektedir: “En yüce, bir yurt ve millet hizmeti olan askerlik, gençleri gerçek yaşam şartlarına alıştırır ve yetiştirir. Askerlik yapmayan kişi kendisine, ailesine ve yurduna faydalı olamaz.” Peki bu mantık içinde bedelli askerlik nereye oturmaktadır? Bu açıkça, bazılarının, “en yüce, bir yurt ve millet hizmeti” olduğu iddia edilen bu “kutsal” hizmetten parayla azade olabilecekleri anlamına gelmektedir. Demek ki, “gerçek yaşam şartları” olarak addedilen savaş haline hazır ve nazır olması gerekenler, yoksul emekçi çocuklarıdır. Egemenler birkaç bin dolar verip “kendisine, ailesine ve yurduna faydalı” olurken, emekçiler cephelerde ölerek ve öldürerek bu faydayı sağlamaktadırlar! Bununla birlikte, bedelli askerliğin adalet ilkelerine ters düştüğünü söyleyen Genelkurmay da tam bir ikiyüzlülük sergilemektedir. Çünkü eşitsizlik ve adaletsizlik bedelli askerlikle sınırlı değildir. Bir yandan büyük burjuvazinin, asker-sivil yüksek bürokratların ya da burjuva politikacıların çocukları, bu “kutsal” hizmeti “vatan”ın en güzide yerlerinde tatil yaparcasına tamamlamaktayken, öte yandan on binlerce er, subaylara ve onların ailelerine hizmet etmek üzere askerlikle ilgisi olmayan işlere koşulmaktadır. Yani “asker açığımız var”, “savaşıyoruz ve bu yüzden büyük bir orduya ihtiyacımız var” gibi argümanların inandırıcılığı bulunmamaktadır. Bugün sadece ordu evleri ve sosyal tesislerde 65 bin erin kullanıldığı söylenmektedir. İşte bir emekli subayın ağzından, angarya işlere koşulan askerlerin sayısı ve TSK’nın on binlerce eri nasıl köle olarak kullandığı: “Türkiye’de yaklaşık 185 bin er, tamamen posta, kuaför, berber, görevli gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet veriyor. Ayrıca 32 bin asker de koruma adı altında yine kişilere hizmet veriyor. 14

14

Kasım 2010 • sayı: 68

bin asker de lojmanlara hizmet veriyor. TSK’nın kendini milletin bağrında gibi gösterip, milletten uzakta, sivillerden tam bağımsız kendi lojmanı, kendi mahkemesi, kendi hastanesi ve kendi hegemonyası içinde bulunması ve bütün bunları disiplin gerekçesiyle kamufle etmeye çalışması gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür.”1 Genelkurmay ya da Milli Savunma Bakanlığı resmi bir açıklama yapmadığı için gerçek sayı kesin olarak bilinmese de, 200 bine yakın erin (yani aslında koca bir ordunun) askerî bürokrasiye hizmet etmek için askerlikle ilgisi olmayan işlerle iştigal eden bir angarya ordusunun eri yapıldığı ortadadır. Almanya’nın 247 bin, İtalya’nın 195 bin, İngiltere’nin 173 bin kişilik bir orduya sahip olduğunu dikkate aldığımızda, TSK’nın “angarya” ordusu bile AB ülkelerinin pek çoğunun ordularından daha büyüktür. Bunun yanı sıra, pek çok kanun ya da genelgeyle toplumsal olaylara müdahale yetkisini elinde bulunduran ordu, normalde “dış güvenlik” aygıtı olarak şekillenmesi gerekirken, “iç güvenlik” aygıtı olan polisin görevlerini de üstlenmiştir. Türkiye yüzölçümünün %92’si halen jandarmanın sorumluluk alanındadır ve bu geniş alanda “emniyet ve asayişi sağlama” görevi görünürde İçişleri Bakanlığına, gerçekte ise TSK’ya bağlı olan jandarmaya aittir. Yani ordunun önemli bir bölümüne bu bakımdan da gerçekte askerlikle ilgili olmayan bir alanda iş gördürülmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, TSK zorunlu askerliğin amacını “harp sanatını öğrenmek ve uygulamak” olarak koymaktadır. Peki bu “sanatı” öğrenmek için 12-15 ay gibi uzun süreli bir askerlik zaruri midir? Bunun yanıtını diğer ülkelerde aramak yerine bizzat TSK’da aramak daha anlamlıdır aslında. Zira gerçek savaş ortamında erler ve yedek subaylar 2-4 aylık bir temel eğitimden sonra cepheye sürülebildiğine göre, demek ki “harp sanatı” aslında bu süre içinde pekâlâ öğretilip öğrenilebilmektedir! Bunun da ötesinde, zorunlu askerliğin tüm dünyada terk edilmekte olduğu da bir vakıadır. Zorunlu askerlik bugün sadece altı AB ülkesinde varlığını sürdürüyor ve son ikisini bir tarafa bırakacak olursak, süreler 4 ilâ 9 ay arasında değişiyor: Almanya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan ve Kıbrıs. SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından, kapitalist dünyada tehdit algısındaki değişikliğe paralel olarak bu algıyla biçimlendirilen ordu modellerinin de değiştirilmeye başlandığını görüyoruz. Emperyalist ittifakın komünizm tehdidine karşı savaş örgütlenmesi olarak ortaya çıkan NATO da bu tehdit ortadan kalktığında yeni bir konsept benimsemiştir: vurucu gücü yüksek, profesyonel ordular! Bunun doğal sonucuysa, olağanüstü dönemlerde


sayı: 68 • Kasım 2010

gerektiğinde devreye sokmak üzere, zorunlu askerliğin ortadan kalkmasıdır. Bu değişikliğin bir diğer nedeniyse kamu harcamalarında her alanda kesintiye giden burjuva devletlerin, iyi eğitilmemiş milyonlarca genci bir ilâ iki yıl arasında kışlada tutmanın maliyetinden kaçmalarıdır. Dolayısıyla ordular asker sayısı olarak küçülmekte, ancak yıkım araçları bakımından eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yetkinleştirilmektedir.

marksist tutum 1870 Fransız-Alman Savaşı

Ekonomik önkoşullar ordular için de temel belirleyici unsurdur Kapitalizmin tarihine bakıldığında, savaşların yürütülme biçimlerinin ve orduların şekillenişinin, savaş araçlarındaki teknik ilerlemeyle doğrudan ilişkili olduğu görülmektedir. Engels’in Anti-Dühring’de2 vurguladığı gibi, ekonomik önkoşullar, yani verili üretim aşaması, ulaşım ve iletişim olanakları, orduların silah donanımını da, bileşimini de, örgütlenme, taktik ve stratejisini de belirlemektedir. Engels, 14. yüzyılda barutun Avrupa’ya gelmesiyle birlikte tüm savaş sanatının yanı sıra siyasi egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin de altüst olduğunu belirtir. Barut ve ateşli silahlar elde etmek için sanayi ve para gereklidir ve bunların her ikisi de kentlerdeki burjuvalarda vardır. Soylu şatolarının o güne değin ele geçirilemez surları, burjuvaların toplarına yenik düşmüş, burjuva filintalarının mermileri şövalyelerin zırhlarını delmiştir. 18. yüzyılın başında mızrak ve kılıcın yerini ilkel tüfeklerin alması ise savaş taktiklerinde bir diğer büyük değişime yol açmıştır. O zamana dek prenslerin emrindeki savaşçılar, genellikle toplumun en bozulmuş unsurlarından oluşan paralı askerler ve savaş esirleriydi. Askerler oldukça hantal bir saf düzeninde savaşıyor ve geniş açık alanlara ihtiyaç duyuyordu. Amerikan bağımsızlık savaşı bu bakımdan yeni bir dönemeç noktası olacaktı. Engels’in belirttiği gibi, talimsiz olmalarına rağmen yivli karabinalarıyla daha iyi ateş edebilen birlikler, saf halinde örgütlenen İngilizlerin karşısına bambaşka bir taktikle çıktılar. Kendi öz çıkarları için savaşan bu gönüllü birlikler, paralı askerler gibi savaştan kaçmıyor ve düşmanın karşısına ormanlarda Amerikan Bağımsızlık Savaşı

kamufle olan dağınık ve hareketli avcı grupları biçiminde çıkıyorlardı. Amerikan devriminde başlamış bulunan şeyi, Fransız devrimi tamamladı. İyi eğitilmiş paralı orduların karşısına, devrim, seferberlik halindeki tüm ulusun silah altına alınması sayesinde, kötü talim görmüş olsa da kalabalık bir güç çıkaracaktı. Aynı zamanda saf düzeni ve basit avcı savaşının yerini “kol” düzeni alacaktı. Ve bundan böyle ordular tümenler ve kolordular şeklinde örgütlenecekti. Kuşkusuz tüm bunlar, hafif topların ve hedef alarak ateş etmeyi mümkün kılan tüfeklerin geliştirilmesini sağlayan teknik ilerleme sayesinde mümkün olmuştu. Engels, tüm halkı silahlandırma devrimci sisteminin yerini kısa süre sonra zorunlu askerliğe (bu zorunluluk kuralını zenginler bedel ödeyerek yerlerine başkalarını göndererek deliyorlardı) bıraktığını ve bunun hızla Avrupa’daki büyük devletlerin çoğu tarafından benimsendiğini belirtir. Prusya’nın zorunlu askerlikle daimi orduyu birleştirmesiyse yepyeni bir gelişme olacaktır. 1870 Fransız-Alman savaşında Fransız gönüllü askerlik sisteminin Prusya yedeklik (Landwehr) sistemi karşısında yenik düştüğüne işaret eden Engels, bu savaşın da başlı başına bir dönüm noktası olduğunu söyler ve iki hususa dikkat çeker: “Birincisi, silahlar öyle yetkinleşti ki, herhangi bir altüst edici etkiye sahip ilerleme artık mümkün değil. Elde gözün seçebildiği uzaklıkta bir taburu vurabilecek toplar ve tek kişiyi hedef alarak aynı şeyi yapan ve doldurulmaları nişan almaktan daha az zaman gerektiren tüfekler olunca, diğer tüm ilerlemeler meydan savaşı açısından az çok önemsizdir. Bu nedenle, gelişme çağı, bu yana doğru esas olarak kapalıdır. İkinci olarak ise bu savaş, kıtadaki tüm büyük devletleri Prusya Landwehr sistemini daha sıkı bir biçimde uygulamaya başlamaya ve bununla birlikte onları birkaç yıl içinde zorunlu olarak yıkıma götürecek askerî bir yük altına girmeye zorladı. Ordu, devletin ana amacı, kendi başına bir amaç haline geldi; halklar artık yalnızca asker vermek ve beslemek için varlar.” (age, s.234) Engels’in değerlendirmeleri, savaşın biçiminin ve orduların örgütlenme tarzının verili tekniğe ve maddi koşullara

15


marksist tutum

nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. O yılların verili gelişmişlik düzeyi zorunlu askerliğe dayalı kalabalık orduları dayatırken, meydan savaşının sınırlarına gelip dayanmasını da koşullandırmıştır. Bunun yanı sıra, kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçramasının bu ön günlerinde, militarizm tüm Avrupa’ya hükmeder hale gelmiştir, ancak çöküşünün tohumlarını da kendi içinde yeşerterek: “Tek tek devletlerin birbiri arasındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, top vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gittikçe hızlandırmaya; diğer yandan zorunlu askerlik hizmetini gittikçe daha ciddiye almaya ve en sonunda, tüm halkı silah kullanmaya alıştırmaya; yani belli bir anda halkı kumandayı elinde tutan askeri saltanata karşı iradesini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an, halk kitlesi –kır ve kentin işçileri ve köylüleri– bir irade sahibi olur olmaz ortaya çıkar. Bu noktada, prenslerin ordusu halk ordusuna dönüşür; makine görev yapmayı reddeder, militarizm kendi gelişme diyalektiğinin sonucu çöker. Tam da burjuva olduğu ve proleter olmadığı için 1848 burjuva demokrasisinin gerçekleştiremediği şeyi, –yani çalışan kitlelere kendi sınıf konumlarının içeriğine denk düşen bir irade vermeyi– sosyalizm muhakkak gerçekleştirecektir. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte tüm daimi orduların içten parçalanması anlamına gelecektir.” (age, s.234-35) Nitekim geniş emekçi yığınların iktidarı almak üzere ayağa kalktıkları Paris Komünü’nde, burjuva devletin polis ve ordusunun yerine kendi silahlı güçlerini geçirerek halk milisi şeklinde örgütlenen emekçiler bunun ilk örneğini sergilemişlerdir. Fransız proletaryasının Komün döneminde eksik bıraktıklarını ise, azgın bir emperyalist savaş sürecinde Çarlık ordusunu içten parçalayarak iktidarı ele geçiren Rus proletaryası Ekim Devrimiyle tamamlamıştır. Birinci emperyalist paylaşım savaşı bu muhteşem devrimle son bulurken, bombardıman uçakları da dahil olmak üzere o zamana dek görülmemiş ölçüde yetkinleşmiş silahların yaygın olarak kullanıldığı ikincisi, 50 milyondan fazla emekçinin katledilmesi ve dünyanın yakılıp yıkılması pahasına, uluslararası alanda yeni bir güç dengesinin tesis edilmesiyle son bulmuştur. Ancak ABD’nin savaşın son evresinde Hiroşima ve Nagazaki’ye atarak bir anda 300 bin insanı katlettiği atom bombası, yepyeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. İkinci emperyalist savaşın ardından kurulan devletlerarası güç dengeleri, SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun tarihe karıştığı 1990’ların başında tümüyle altüst olmuştur. O zamana dek komünizm tehdidine göre şekillenmiş ittifaklar bu çöküşün ardından bir bir dağılırken, bu tehdit algısıyla biçimlenen ordu düzenleri de değiştirilmeye başlanmıştır. Aslında maddi önkoşulların çoktandır dayattığı bu değişiklikler siyasi engellerin ortadan kalkmasıyla hayata geçirilebilir hale gelmiştir. Teknikteki muazzam gelişmeler sonucunda son derece yetkinleştirilmiş ve tümü bilgisayar-

16

Kasım 2010 • sayı: 68

larla donanmış savaş uçakları, helikopterler, füzeler, uçak gemileri, nükleer silahlar, gece görüş sistemleri ve uydu sistemleri devreye girerken, bu durum savaş yöntemlerinde olduğu kadar söz konusu araçlarla donanmış orduların örgütlenme modelinde de yansımasını bulmuştur. İnsansız hava araçlarının topladığı dijital bilgilerin binlerce kilometre uzaktaki karargâhlara anında aktarıldığı, binlerce kilometre uzaktaki füzelerin bir tek düğmeyle harekete geçirilip istenilen yerin vurulabildiği bir teknolojik donanım, kalabalık askerî birliklerin siperlerde karşı karşıya geldiği savaşları da tarihe gömmüştür. Tüm bu gelişmelere paralel olarak, ihtiyaç duyulan savaşçıların niteliği de tümüyle değişmiştir. Ellerinde toplar ve tüfeklerle birbirini yok etmek üzere tüm erkek nüfusun eğitimden geçirildiği askerlik sistemi, hem yüksek teknolojiyle donanmış savaş araçlarının kullanılması bakımından yetersiz, hem de son derece pahalı hale gelmiştir. Dolayısıyla zorunlu askerliğe dayalı kalabalık ordular, yerini, teknik donanımı ve vurucu gücü yüksek profesyonel ordulara bırakmaktadır.

Profesyonel orduya direnme eğilimindeki TSK Bugün Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti hariç NATO ülkelerinin tümü tam ya da kısmen profesyonel orduya geçmiştir. Bunun yanı sıra uzun bir süreden beri profesyonel ordu NATO’ya üye olmak isteyen ülkeler için önkoşuldur ve bir NATO üyesi olarak TC’nin de gündemindedir. Ancak bu doğrultuda birtakım adımlar atıldıysa da, Genelkurmay zorunlu askerlik modelinde ve büyük ordu yapısında ayak diremektedir. TSK, 600 bini aşkın asker sayısıyla dünyanın beşinci, NATO’nunsa ikinci büyük ordusu konumunda bulunuyor. Ne var ki bu büyüklük zorunluluktan değil, askerî bürokrasinin kendi egemenliğini sürdürmek üzere ısrar ettiği siyasi-ideolojik bir tercihten kaynaklanıyor. Askerî bürokrasi cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “dış ve iç düşmanlarla çevrili bir ülkeyiz” algısını resmi ideolo-


sayı: 68 • Kasım 2010

marksist tutum Teknikteki muazzam gelişmeler sonucunda, kalabalık askerî birliklerin siperlerde karşı karşıya geldiği savaşlar tarihe gömülürken, ihtiyaç duyulan savaşçıların niteliği de tümüyle değişmiştir. Ellerinde toplar ve tüfeklerle birbirini yok etmek üzere tüm erkek nüfusun eğitimden geçirildiği askerlik sistemi, hem yüksek teknolojiyle donanmış savaş araçlarının kullanılması bakımından yetersiz, hem de son derece pahalı hale gelmiştir. Dolayısıyla zorunlu askerliğe dayalı kalabalık ordular, yerini, teknik donanımı ve vurucu gücü yüksek profesyonel ordulara bırakmaktadır.

jinin önemli bir unsuru haline getirmiş, bu düşmanlarla baş edecek büyük bir ordunun zorunluluğu da sorgulanamaz bir gerçek olarak sunulmuştur. Milli Güvenlik Bilgisi derslerinde okutulan ve Genelkurmay tarafından hazırlanan kitaptaki şu satırlar, bugün de genç beyinlerin aynı anlayışla şekillendirilmeye çalışıldığını gösteriyor: “Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, düşmanlarının her türlü arzu ve çabasına rağmen toprak bütünlüğünü sürdürebiliyorsa ve Cumhuriyet’in kuruluşundan beri genel bir savaşın içerisine girmemişse bu tamamen Silahlı Kuvvetlerin gücünden ve caydırıcı etkisinden kaynaklanmaktadır.” Resmi ideoloji bir yandan eğitim sistemiyle, öte yandan zorunlu ve uzun süreli askerlik modeliyle tüm topluma enjekte edilirken, askerî bürokrasinin hükümranlığı da bu vesileyle sürekli pekiştiriliyor. Halka güvenmeyen ve onu tepeden sopayla “modernleştirmeyi” savunan Kemalizmin en güçlü sopası orduyken, bu kurum, verilen emirleri sorgulamaksızın uygulayan, itaatkâr, sadık ve milliyetçilikle donanmış bireylerin burjuva devlete kayıtsız şartsız teslim olmasını sağlamanın da en önemli araçlarından biri olmuştur. Bütün bu hedeflere, 2-3 aylık bir temel eğitim sistemiyle ulaşılamayacağı, askerlik süresi ne kadar uzun olursa gençleri tüm varlıklarıyla ve ruhlarıyla teslim alma şansının da o ölçüde arttığı aşikârdır. Dolayısıyla toplumu militarist temellerde şekillendirme ve tektipleştirme aracı olarak kullanılan böylesi bir modelden kolayına vazgeçilmek istenmemektedir. Ancak öte yandan geçmişin içe kapalı köylü toplumundan çoktan çıkılıp kentleşme oranı hızla yükseldikçe, insanların eğitim seviyesi arttıkça, algıları hiç olmadığı kadar dışa açık hale geldikçe, TSK bir yandan yeni kuşaklar üzerindeki etkisini yitirmemek için cendereyi sıkma ihtiyacı duymakta, öte yandansa eski yapının sürdürülmesinin olanaksız hale geldiği gerçeğine çarpmaktadır. Bu bir paradokstur ve TSK ve TC bugün işte bu paradoksla boğuşmaktadır. Diyalektiğin meşhur kuralıdır: Her şey kendi zıddıyla

birlikte vardır. Toplumun üstüne onca milliyetçilik boca etmelere, “her Türk asker doğar” tekerlemelerine rağmen, Türkiye’de tecil yoluyla ya da yoklama kaçağı ve bakaya durumuna düşerek askere gitmeme yolunu tutanların sayısı 1 milyona yakındır. Tüm hamasi nutuklara rağmen, askerlik, milyonlarca genç için, hayatlarının en verimli çağında 12-15 ay boyunca bir kışlaya kapatılma cezasından başka bir şey ifade etmemektedir. Bu hizmeti zamanında yapmayı düşünenlerin kafasında tek bir şey vardır: Ömür boyu karşılaşılacak bu engelden bir an önce kurtulmak. Olabildiğince ertelemeyi tercih edenlerse, sıkça, açık öğretim, yüksek lisans, doktora gibi tecil yollarına başvurmaktadırlar. Türkiye’nin 1990’larda tanıştığı diğer bir olgu ise, bireyin ahlâki değerleri, dini inançları ya da politik görüşleri nedeniyle zorunlu askerliği reddetmesi olarak tanımlanan “vicdani ret”dir. İlk başlarda tekil örnekler olarak görülen vicdani retçilerin sayısı, her türlü yıldırma çabasına, aşağılanmaya ve eziyete rağmen bugün 150’ye yaklaşmıştır. Ne var ki zorunlu askerlik uygulamasını devam ettirenler de dahil olmak üzere, Avrupa’da vicdani ret nedeniyle askerlik yapmak istemeyenlere bu yükümlülüğü sosyal hizmetlerde görevlendirilerek yerine getirme hakkı tanımayan hiçbir ülke bulunmamasına rağmen Türkiye bu hakkı halen tanımış değildir.

Militarizme karşı mücadele ve Marksizm Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki, Marksizmin proletaryanın silah kullanmayı ve savaşmayı öğrenmesi gereğinden yola çıkarak savunduğu askerlik eğitimiyle, böylesine uzun süreli ve beyinleri zehirlemek amacıyla kurgulanmış bir zorunlu askerliğin en ufak bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bugün, militarizmin kol gezdiği, erkek çocukların daha bebekken ellerine tutuşturulan silahlarla oyun çağına gözlerini açtıkları, bilgisayar başında veya sokaklarda gerçeğe yakın silahlarla savaş oyunları oynadıkla-

17


marksist tutum

Kasım 2010 • sayı: 68

rı bir dünyada yaşıyoruz. Poligonlar, silahlı oyun alanları ‘kahraman’ların içinde bulundukları hareket için coşkunalabildiğine yaygınlaşmış bulunuyor. Ve karşımızda disipluk ve yakınlık uyandırdıkları, bunları taklit etme isteği line sokulacak geçmişin eğitimsiz köylüleri yerine fabrikauyandırdığı ilkesinden hareket ederler.” Bugün anarşist ve ların disipline soktuğu işçi kitleleri bulunuyor. Dolayısıyla pasifist küçük-burjuvaların vicdani ret hareketine abartılı emekçi kitlelerin uzun bir zaman dilimi boyunca, yaşambir ilgi göstermelerinin ve önemsemelerinin sebebi de budan kopartılarak kışlaya hapsedildikleri bir zorunlu askerdur. Oysa askerlik örgütsüz yoksul emekçi yığınların karşılik hizmetinin savunulabilir bir tarafı yoktur. Marksistlerin sına, iş bulup çalışmak ve hayatını idame ettirebilmek için bu soruna ilişkin tarihsel talebi özü itibarıyla bugün de geen kısa sürede çözülmesi gereken somut bir sorun olarak çerlidir: Belli bir yaşın üzerindeki tüm erkek ve kadınların çıkarken, soyut “askere gitmeyin” çağrıları, onlar için değil istedikleri takdirde temel askerî eğitimden geçirilmesi ve olsa olsa tuzukurular için bir şey ifade edebilir. Marksistler tüm halkın milis şeklinde örgütlenmesi! bu tür eylemleri, kitleselleştikleri ölçüde ve kitle hareketiMilitarizme karşı mücadele Marksistler için her daim nin bir işareti olarak elbette önemserler, ancak onlara busınıf mücadelesinin en önemli ayaklarından birini oluşturnun ötesinde bir değer atfetmezler. muştur ve bugün geçmiştekinden de büyük bir önem taşıBugün kapitalist ordular dişlerine kadar silahlanırmaktadır. Ancak Marksizmin militarizme karşı mücadele larken ve kanlı bir emperyalist savaş süreci çoktan başlaanlayışı, bu mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden mışken, militarizme ve emperyalist savaşlara karşı örgütbağımsız olarak ve bireysel temellerde lü mücadele her zamankinden büyük yürütülebileceğini düşünen ve buna bir önem kazanmış bulunuyor. Bu Marksizmin proletaryanın uygun tutumlar takınan anarşistlerden mücadelenin bireysel tepkilerle ve eysilah kullanmayı ve savaşmayı ve küçük-burjuva pasifistlerden tümüylemle zafere ulaşması olanaksızdır. öğrenmesi gereğinden yola le farklıdır. Ekonomik ve toplumsal Zafer ancak proletaryanın örgütlü ve çıkarak savunduğu askerlik gelişme yasalarının bilincinde olarak bilinçli temelde militan karşı koyueğitimiyle, böylesine uzun ve buradan hareketle militarizmi kapişuyla gelecektir. Son olarak sözü yine süreli ve beyinleri zehirlemek talizme içsel bir özellik olarak ele alan amacıyla kurgulanmış bir zorunlu Liebknecht’e bırakalım: Marksizmden farklı olarak, anarşizm, “[Bilinçli proletarya] yapılan her askerliğin en ufak bir ilişkisi soruna gerçeklerden kopuk ve ütopik bulunmamaktadır. Marksistlerin savaşta, savaşa katılan halkların üstüne bir yaklaşım içerisindedir. İşçi sınıfının bir kabalık ve hayvanilik çamurunun bu soruna ilişkin tarihsel talebi komünist önderlerinden Liebknecht’in özü itibarıyla bugün de geçerlidir: boşaldığını ve uygarlığın uzun yıllar belirttiği gibi, anarşizm, militarizmi için geriletildiğini bilir. Uğrunda saBelli bir yaşın üzerindeki tüm egemen sınıflar tarafından keyfi ve rastvaşmak zorunda bırakıldığı vatanın erkek ve kadınların istedikleri lantısal olarak yaratılan bağımsız bir kendi vatanı olmadığını ve her ülkenin takdirde temel askerî eğitimden olgu olarak görmektedir. Bunun sonuproletaryası için tek bir gerçek düşman geçirilmesi ve tüm halkın milis cu olarak da, genel olarak kapitalizmi olduğunu (kendisini ezen ve sömüren şeklinde örgütlenmesi! olduğu gibi militarizmi de, bireysel kapitalist sınıf ); her ülkenin proletariradeleri tümüyle keyfi bir biçimde uyararak, yani bireyyasının kendi çıkarı aracılığıyla öteki ülkelerin proletaryasel yollardan yok etmeye çalışmaktadır. Oysa Marksizm, sına sıkı sıkıya bağlı olduğunu; uluslararası proletaryanın “militarizmin özüne ilişkin anlayışına uygun olarak, tek ortak çıkarlarına oranla, bütün ulusal çıkarların geri plana başına militarizmin eksiksiz biçimde ortadan kaldırılmasıatıldığını ve ezenler ve sömürenlerin uluslararası işbirliğinın imkânsız olduğunu düşünür: Militarizm ancak kapitane karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin uluslararası işbirli3 ğini çıkarmak gerektiğini bilir. Savaşta kullanıldığı ölçüde, lizmle, son sınıflı toplumla birlikte ortadan kaldırılabilir.” Marksizmin militarizme karşı propagandası, anarşizmbunun kendi kardeşlerine ve sınıf yoldaşlarına karşı, doladen ve küçük-burjuva pasifizminden farklı olarak, sınıf yısıyla kendi çıkarlarına karşı kavga vermeye yol açtığını mücadelesinin propagandasıdır. Militarizmi en çarpıcı bibilir. İşte bu nedenle bilinçli proletarya, kapitalist yayılma çimde teşhir ederken onun amacı, “eğitilmemiş proletersiyasetinin tümüne olduğu gibi, ordunun bu uluslararası lerin gözlerinin açılmasını kolaylaştırmak, bu sayede sınıf görevine karşı yalnızca ilgisizlik değil açık bir düşmanca bilincinin ışığının beyinlerine sızmasını sağlayabilmek ve tavır koyar. Başlıca görevi, militarizme karşı yalın kılıç bir eylem coşkusunu yükseltebilmek”tir. mücadele sürdürmektir…”4 Anarşistler, “askerlik hizmetinin, silah altına girmenin bireysel olarak reddedilmesine, bireysel karşı çıkışa _______________________ 1 büyük bir önem verirler. Anarşist basın bu türden bütün Akt. Oral Çalışlar, Radikal, 03/09/2010 2 olayları büyük bir özenle ve zafer dolu bir edayla belirtir. Engels, Anti-Dühring, İnter Yay., s.229-238 3 Böyle yaparken, iki amaca yönelmektedir: (…) militarizKarl Liebknecht, Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi, Belge Yay., s.96-97 me karşı eylem ve eylem yoluyla anti-militarizm lehine bir 4 Karl Liebknecht, age, s.89-90 tür propaganda. Bu kahramanca örneklerin, söz konusu

18


Büyüyen Ekonomide İşçi Sınıfının Durumu Selim Fuat

B

aşbakan Erdoğan, partisinin meclis grup toplantısında, son on yılda Türkiye ekonomisinin dünyada 26. sıradan 17. sıraya yükselmiş olmasındaki paylarından gururla bahsediyor, “inşallah 2023 yılında Türkiye’yi dünyanın en büyük on ekonomisinin içine sokacağız” diyordu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yaptığı tahmini değerlendirmeye göre de, Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hâsılası 2010’da 828,5 milyar dolara, 2011’de 874,3 milyar dolara, 2012’de 920,7 milyar dolara ve 2013 yılında ise 968,2 milyar dolara çıkacak. Yani ekonomideki mevcut eğilim devam ederse, 2014’e gelindiğinde Türkiye artık trilyon dolarlık bir ekonomi olarak dünya sahnesindeki yerini alacak. Bu tablo elbette onların çıkarları adına hizmet gören hükümetle birlikte patronlar sınıfını da ziyadesiyle bahtiyar ediyor. Kapitalizmin son büyük krizinden çıkılmakta olduğu umuduyla ve dünya ekonomisinin yeniden inşasının şantiyelerinden birinin Türkiye’de yükseleceği inancıyla, hükümetin ekonominin daha da büyümesi doğrultusundaki politikalarını onlar da var güçleriyle destekliyorlar. Kapitalistler ve onların hükümetleri, tümüyle kendi çıkarları dâhilinde gerçekleşen ekonomik büyümeden işçi

sınıfının da mutlu olması gerektiğini vaaz etmekten de geri durmuyorlar. Başbakan konuşmasında trafikte dolaşan otomobil sayısının bile bu büyümenin sağladığı iyileşmenin topluma yansımasını gösterdiğini anlatıyor. Çünkü onlara göre bu büyüme sayesinde memleket kalkınıyor ve dolayısıyla da alım gücü artıyor. Üstelik bu büyümeyle birlikte bugün olmasa da yarın işsizlik de hem sayısal hem de oransal olarak azalacak. Ne var ki veriler, ekonomi büyürken istihdamın beklendiği gibi artmadığını, hâlâ milyonlarca insanın işsiz olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra kapitalist ekonominin büyümesinin işçi sınıfının yıkımı, yaşam koşullarının daha da ağırlaşması pahasına sürdüğünü ortaya koyuyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri için ekonominin büyümesi, işsizlik tehdidi altında daha uzun saatler boyunca daha yoğun çalışmak, buna rağmen gelirinin de nispi olarak azalması anlamına geliyor.

Kapitalist ekonominin büyümesi ne demek? Ekonomik büyüme oranı, o yıl üretilmiş olan gayri safi yurtiçi hâsılanın (GSYH) bir önceki döneme kıyasla yüzde olarak ifade edilen artış miktarıdır. Örneğin Haziran

19


Kasım 2010 • sayı: 68

marksist tutum

ayı sonunda 100 TL olan GSYH Aralık ayı sonunda 110 TL’ye yükselmişse, yılın son altı ayında ekonomi yüzde 10 büyümüş denir. Türkiye ekonomisi milli gelirde yüzde 9’a yaklaşan küçülmenin yaşandığı 2001 krizinin ardından, dünyanın diğer ekonomilerine nazaran önemli sayılan oranlarda büyüdü. Ekonomideki bu görece yüksek büyüme oranlarının sağlanmasında etkili olan başlıca faktör, dışarıdan Türkiye ekonomisine önemli ölçüde sermaye çekilmesiydi. Kriz döneminde, kapitalizmin gelişmiş büyük ekonomilerinden “gelişmekte olan” diye tabir edilen ülkelere yönelen önemli sayılacak miktarlarda sermayenin duraklarından biri de Türkiye oldu. Bu sermaye akışı sayesinde Türkiye’de bu dönemde sermaye/teknoloji yoğun denilen sektörlerdeki büyüme oranı çok yüksek gerçekleşti. Buna karşın emek yoğun sektörlerdeki büyüme oranı düşük kaldı, hatta kimi emek yoğun sektörlerde küçülme ile karşı karşıya kalındı. Bu büyüme oranları, yabancı sermayenin giderek daha fazla miktarda Türkiye ekonomisine çekilmesinin yanı sıra, sosyal harcamalarda kesintiye gidilmesini (“mali disiplin”) ve daralan iç pazar yerine, yeni dış pazar arayışları temelinde ihracata yönelik üretimin arttırılmasını öngören büyüme stratejisi ile yakalandı. Ne var ki, patronlar sınıfı için olumlu gelişen bu seyir, kimilerinin iddia ettikleri gibi işçi sınıfı için aynı olumlulukları içermedi. Çünkü kapitalistlerin ekonomik büyüme stratejisinin temelini oluşturan bu iki yönelim de işsizlik oranlarının yükselmesine yol açtı. Kamu harcamalarında “mali disiplin sağlanması”

20

kamuda istihdam edilen personel sayısının azaltılması anlamına gelirken, ihracata yönelik üretim ise rekabet edebilmek için işçilik maliyetlerinin azaltılmasını gündeme getirdi. Yani işçi sınıfı daha düşük ücretlerle, daha kötü ve ağır çalışma koşullarıyla karşı karşıya kaldı. Böylece o uzlaşmaz karşıtlık bir kez daha kendini su yüzüne çıkardı: patronların çıkarına olan, işçilerin zararınadır!

Türkiye ekonomisi büyürken işçilerin payına ne düştü? Türkiye ekonomisinin büyüme süreci patronlar açısından sermayelerinin büyümesi ile karakterize oldu. İşçi sınıfı üzerindeki etkilerini ise tüm sonuçlarıyla birlikte işsizliğin devasa boyutlara ulaşması ile gösterdi. Sosyalİş sendikasının Mart ayında yayınladığı bir rapora göre, kadınların işsizlik oranı 1999’da yüzde 7,6 iken 2009’a gelindiğinde yüzde 14,3’e kadar yükseldi. Yani kadın işsizliği son 10 yılda oransal olarak yüzde 100’den fazla arttı. Erkeklerde ise işsizlik oranı 1999’da yüzde 7,7 iken, 2009’da yüzde 13,9 olarak gerçekleşti. Erkeklerde de son on yılda işsizlik oranındaki artış neredeyse yüzde 100. Veriler çok çarpıcı olsa da elbette işçilerin işsizlik cehenneminde yaşadıklarını anlatmaya kudretleri yetmez. Üstelik bu verilerin gerçek işsizliğin üstünü kalın örtülerle örten bir bakış açısıyla törpülenerek elde edildikleri hatırlanırsa durumun vahameti daha açık biçimde gözler önüne serilir. Son on yılda Türkiye ekonomisinin büyümesine pa-


sayı: 68 • Kasım 2010

ralel olarak artan işsizlik oranları, kayıt dışı olarak çalışmayı kabul etmek zorunda kalan geniş bir işçi kitlesini de beraberinde getirmektedir. Kayıtlı sektörde iş bulamayan işgücü normal olarak kayıt dışı istihdama yönelmektedir. Tespit edilmesi elbette mümkün değildir ama Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde 55’inin kayıt dışı çalıştığı tahmin edilmektedir. Kayıt dışı çalışmanın ise beraberinde düşük ücret, sosyal güvenlikten yararlanamama ve netice olarak yoksulluğu getirdiği açıktır. Ücretlerin düşüklüğü sadece kayıt dışı çalışanlar için söz konusu değildir elbette. Aynı durum sigortalı çalışanlar için de geçerlidir. TÜİK verilerine göre Türkiye’de gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırının altında yaşayanlar nüfusun yüzde 20’sini oluşturmaktadır. Yani 14 milyon 681 bin kişi ulusal yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu veriler aynı zamanda gelir dağılımındaki uçurumun derinliğine işaret etmektedir. Bir yanda dünyada dolar milyarderi arasına giren 30 kişi, diğer yanda ise günlük 2 dolardan az gelirleriyle en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun milyonlarca insan. Türkiye ekonomisinin büyümesinin temelini oluşturan etkenlerden birinin de işçilik maliyetlerinin düşürülmesi olduğunu söylemiştik. Bu sürecin patronların çıkarları temelinde ilerleyebilmesi için zaten diplerde seyreden sendikal mücadelenin de baskılanması gerektiği aşikârdır. Nitekim sendikalaşma oranlarına dair eldeki veriler de

marksist tutum

patronlar sınıfı tarafından bunun başarıldığını göstermektedir. Tabii ki burada Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine kulak asmamak gerekir. Çünkü Türkiye’de resmi sendikalaşma istatistikleri gerçeğin olsa olsa bir karikatürüdür: Bakanlığın 2009 Ocak ayı verilerine göre işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 58,98’dir. Oysa Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı ve toplam ücret ya da yevmiye karşılığı çalışan nüfus esas alınarak yapılan bir çalışmaya göre 2007 itibariyle Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 6,1’dir. Bu oran 2000 yılında yüzde 7,2 iken, son 10 yılda düzenli olarak gerilemeye devam etmiştir. Özel sektörde çalışanların sendikalaşma oranı 1995’te yüzde 7,8 iken, 2007 yılı itibariyle yüzde 3,4’e düşmüştür. Sendikalaşma oranlarının bu düzeylerde olduğu koşullar, doğaldır ki, haftalık çalışma saatlerinin ortalama 52 saate yükselmesine, fazla mesai ücretlerinin alınamamasına ve izinlerin kullanılamamasına kolaylıkla meydan vermektedir.

Biz de mücadelemizi büyütelim! İşte başbakanın övündüğü ve bilinçsiz işçilerin gözünü boyamaya çalıştığı ekonomik büyüme tablosunun işçi sınıfı açısından karşılığı budur. Trafikteki araç sayısı belki çoğalmıştır. Ancak işçi sınıfının geniş kesimlerine, balık istifi bindikleri toplu taşım araçlarında o arabaları seyretmek ve egzoz gazlarını yutmak düşmektedir. İşçilerden o araçların bir kısmının içine oturabilenlerin çoğu ise birikimleriyle değil geleceklerini ipotek ettikleri kredilerle şimdilik sağlayabilmişlerdir bu imkânı. Başbakan ve diğer burjuvalar, sınıf bilincinden yoksun işçilere anlattıkları büyüme masallarıyla onları şimdi olmasa da çok çalışarak bir gün rahata ereceklerine inandırmaya çalışmaktadır. Oysa gerçekler acımasız ve görebilen gözler için çıplaktır. Son on yılda ekonomide sağlanan büyüme işçilere işsizlik kırbacı altında fazla çalışma, ücretlerin reel ve nispi gerilemesi ve örgütsüzlük koşullarının derinleşmesi olarak geri dönmüştür. Patronlar sınıfı ise işçilerin yarattığı zenginliklerin gaspı sayesinde daha da semirmiş, bunlar arasından bir grup daha dünya ölçeğinde boy gösteren sermayedarlar arasına katılmıştır. Kapitalizmin ömrü yettiği sürece de bu durum değişmeyecek, derinleşerek sürecektir. İşçi sınıfı ekonomik büyümenin kendisini refaha ulaştıracağı yalanına bu yüzden kanmamalıdır. İşçi sınıfını patronların yıkımından koruyacak, onu güçlendirecek ve nihayet refaha eriştirecek olan tek şey kendi öz gücüne dayanan mücadelesidir. İşçi sınıfının örgütlülüğü sayesinde yürüyüp güçlenecek mücadelesi dışında onu kurtaracak bir yol yoktur. Bu yüzden zaman burjuvaların hoş görünen yalanlarına kanma zamanı değil, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü güçlendirmek için mücadeleye atılma zamanıdır.

21


Hukukun Üstünlüğü Yalanı! Utku Kızılok

T

ürkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin hazırladığı rapora göre, cezaevlerinde bulunan tutukluların sayısı hükümlülerin sayısını geçmek üzere. Cezaevlerine doldurulan 120 bin kişiden yaklaşık 57 bini tutuklu, 63 bini ise hükümlü. Bunun anlamı şu: Cezaları kesinleşmemesine ve hüküm giymemelerine rağmen, 57 bin insan cezaevlerinde bulunuyor. Peki, bu durum yeni mi oluştu? Elbette değil. Başta devrimciler ve Kürtler olmak üzere on binlerce insan, bir kısmı hakkında iddianame bile hazırlanmadığı ve neyle suçlandıklarını bilmedikleri halde, yıllardır hapiste yatıyor. Dört-beş sene, hüküm giymeden cezaevinde esir tutulan ve sonra da “pardon” denilerek serbest bırakılan insanların sayısı hiç de az değil. Ama bu durum bugüne değin burjuva medyada ve siyaset arenasında gündeme gelmedi, getirilmedi. Şimdilerde konunun gündeme getirilmesinin nedeni ise Ergenekon tutuklularıdır. Statükocu burjuva güçler ve onların yazar-çizerleri, Ergenekon tutuklamaları sonrasında hukuk sever, demokrasi ve özgürlük aşığı kesildiler. Hüküm giymeden cezaevinde tutulan Ergenekoncuları hatırlatıyor, “hukuk devleti”nden söz ediyorlar, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması gerektiğini dillendirmeyi pek seviyorlar. Söz konusu olan senelerce tutuklu kalan devrimciler, Kürtler ve emekçiler olunca “hukukun üstünlüğü” tecelli ediyor diyen burjuva güçler, sıra kendi sınıflarından kimselere gelince, şu işe bakın ki “hukuk ayaklar altına alınıyor” diye feveran ediyorlar. Bu ikiyüzlülük bizi şaşırtmıyor, zira burjuva riyakârlığının sınırı yoktur. TC anayasasında “Türkiye bir hukuk devletidir” diye yazar. Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, hukuk normları içinde hareket ettiğini dillerinden düşürmeyen egemenler, Kürtlere karşı yürütülen savaşın doruğunda bile “devlet cinayet işlemez” diyorlardı, halen de diyorlar. Fakat şu ironiye bakın ki, devrimcilere dönük saldı-

22

rılar, en kanlı kıyımlar, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, faili meçhul cinayetler “hukuk devleti” şalı altında yapıldı, yapılmaya da devam ediyor. Dolayısıyla “hukukun üstünlüğü” ilkesi ve devletin herkese eşit duran hukuk normları çerçevesinde hareket ettiği savı su katılmamış bir yalandır. Dünyanın her köşesinde “hukuk” ve “hukukun üstünlüğü” büyülü kavramlar olarak burjuvazi tarafından sahneye sürülür; emekçi kitleler, devletin daima hukuk normları içinde hareket ettiği yalanıyla aldatılmaya çalışılır. Böylece devlet, sınıfların üstünde yer alan, toplumun genel çıkarlarını koruyan bir örgütlenme olarak sunulurken; mülkiyet ve üretim ilişkilerinden, sınıflardan ve sınıf çatışmalarından muaf, en tepede duran, tarafsız ve saf, kendiliğinden var olan bir hukuk algısı yaratılmaya çalışılır. Toplum farklı sınıflar ve farklı çıkarlar temelinde bölünmüş olmasına rağmen, siyasal iktidarı elinde tutan egemenler, koydukları yazılı kurallarla, tüm toplumsal ilişkileri kendi sınıf çıkarları temelinde belirler. Bu nedenle hukuk, siyasal ve sınıfsal çıkarların, sınıfsal güç dengelerinin yasalar düzeyinde kendini dışa vurmasından öte bir anlam ifade etmez. Marx’ın da değindiği üzere, hukuk, verili üretim ilişkilerinin, yani kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin bir tezahüründen başka bir şey değildir. Dolayısıyla sınıfsal çelişkilerin üstünde olan, tüm sınıflara ve kesimlere eşit duran bir hukuk yoktur. Kapitalist bir devlette, burjuvaziden bağımsız, tarafsız bir hukuktanyargıdan söz etmek abesle iştigaldir. Bu gerçeği, düzenin, işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı yürüttüğü baskı ve teröre bakarak da, ama aynı zamanda burjuva kesimlerin arasında yaşanan iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal ortama bakarak da görmek mümkündür. İktidar kavgasına tutuşan burjuva kesimler, karşılıklı olarak “hukukun üstünlüğü”ne, “hukuk devleti”ne vurgu yapıyorlar. Fakat


sayı: 68 • Kasım 2010

aslında hukuk vurgusu burada çıkarların üzerini örten bir şaldan başka bir şey değildir. Her kesim, kendi çıkarlarını egemen kılmak istemekte, buna hukuk kılıfı geçirmeye çalışmakta ve yasaları da kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamaktadır. Bu bakımdan, hangi tarafın üstün geleceğini belirleyen “hukuk” değil, bu kesimlerin ne kadar güçlü olduklarıdır, yani güçler dengesidir. Örneğin, parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesinin engellenmeye çalışılması ya da türban yasağını ortadan kaldıran yasanın iptal edilmesi, aynı şekilde Ergenekon operasyonu, güçler dengesinin somut siyasal alandaki tezahürüdür. Aynı yasaları farklı hâkimlerin ve savcıların farklı yorumlaması, Ergenekon kapsamında gözaltına alınan generallerin bir tutuklanıp bir serbest bırakılması… Bunlar, “hukukun üstünlüğü” ilkesi hayat bulamadığı için olmuyor, “hukukun üstünlüğü”nün kapitalist toplumdaki gerçek karşılığı bu olduğu ve hukuku güçler ilişkisi belirlediği için oluyor. Ergenekon’un “paşaları” hastalık numaralarıyla dışarıda keyif çatarken, binlerce devrimci ve Kürt tutsak hapishanelerde çürütülüyor. Burjuva devlet güçleri Kürt köylerini yakıp yıkarken, polis devrimcileri ve emekçileri sokak ortasında öldürürken ortada gözükmeyen “hukukun üstünlüğü”, söz konusu Ergenekon darbecileri ve provokasyoncuları olunca sahneye iniyor, indiriliyor. Şimdilerde hukuk sever oluveren, hukukun üstünlüğünden dem vuran “özgürlük âşıkları”, her nedense KCK davası kapsamında cezaevlerine doldurulan Kürt belediye başkanlarının ve siyasetçilerinin durumlarını pek ağızlarına almıyorlar. Demek ki, bu “hukukun üstünlüğü” yalnızca ve yalnızca egemenleri kapsamaktadır! Ama tüm bunlara rağmen, burjuvazi emekçilere “hukukun üstünlüğü” yalanını propaganda etmeye devam etmektedir. Bu “hukukun üstünlüğü” yalanı, aslında soyut “eşitlik” ve “özgürlük” yalanının kardeşidir. Burjuvazi, işçileri ve emekçileri kapitalist toplumda herkesin eşit ve özgür olduğuna inandırmaya çalışır. Toplumda herkes eşittir, özgürdür ve hukukun üstünlüğü ve tarafsızlığı vardır, ama aynı toplum karşıt sınıflara bölünmüştür; bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler vardır! “Hukukun üstünlüğü” vardır, ama aç kaldığı için simit çalan bir çocuk on yıldan fazla hapis yatar, bankaların içini boşaltan kapitalistler, katil generaller ve polisler ellerini kollarını sallayarak dolaşırlar! Dolayısıyla soyut haklar bakımından eşit olan insanlar, somut-gerçek yaşamda hiç de eşit değillerdir. Soyut düzeyde “eşitlik” ve “özgürlük” gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proletarya! Bu temel çelişki üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir. Böyle bir toplumda hukuk nasıl tarafsız ve üstün olabilir ki?

marksist tutum

İşçi-emekçi kitleler, burjuva toplumda tarafsız ve bağımsız olduğu söylenen yargıya hiçbir şekilde müdahale edemiyorlar. Çünkü burjuva demokrasisi, kitleleri hiçbir şekilde yönetime katmama ve pasifleştirme üzerine kurulmuştur. Yargı-mahkemeler, işçi-emekçi kitlelere parlamento kadar bile yakın değildir. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve diğer mahkemelerin başkanları ve heyetleri kitlelerin seçimleriyle işbaşına gelmemektedirler. Esasında aynı şey diğer devlet kurumları için de geçerlidir. Tüm bu kurumların yöneticileri halkın oyuyla değil, tepeden, bürokratik atama yoluyla göreve gelmekteler. Yani tüm devlet örgütlenmesi yığınların denetiminden uzaktır. Burjuva parlamenter demokrasi, halk yığınlarının her düzeyde siyasal yaşama katılmasına ve aşağıdan yukarıya devletin demokratik bir tarzda örgütlenmesine izin vermez. Ve gelişen her türlü demokratik kitle hareketini boğar. Mülkiyet, üretim ve sınıfsal ilişkileri düzenleyen hukuk, burjuva toplumda farklı, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirdiği bir toplumda ise farklı şekillenir. Gerçek budur! Emekçiler burjuva toplumda yargıya müdahale edemezken, işçi iktidarında yargıyı ve hukuku doğrudan belirleyeceklerdir. İşçi-emekçi kitleler yargı görevlilerini seçebilecek, denetleyebilecek ve gerektiğinde görevlerinden alabileceklerdir. Hukuk ve yargıya yapılan sınıfsal müdahale tümüyle çıplaktır, gözler önündedir. İşçi sınıfı “hukukun üstünlüğü” riyakârlığına başvurmaz, buna ihtiyaç duymaz. Çünkü geniş işçi-emekçi kitlelerin müdahalesine açık olan yargı, kapitalist düzende olduğundan binlerce kez daha demokratik bir işleyişe sahip olacaktır. Bir sınıf organı olarak yargı kurumları, toplumun çoğunluğu tarafından belirlendiği için kapitalist düzendekinden binlerce kez daha meşrudur. Gerek Paris Komünü ve gerekse Ekim Devrimi deneyimleri bu gerçeği gözler önüne sermişlerdir. İktidara gelen işçi sınıfı, burjuva yargı kurumlarını lağvetmiş, demokratik ve devrimci bir hukuk sistemi yaratmaya çalışmıştır. Soyut “eşitlik”, “özgürlük” ve “hukukun üstünlüğü” yalanlarına işçi sınıfı kitlelerinin karnı tok olmalıdır. İşçi sınıfı bu soyut genellemelere kanmamalıdır. İşçi sınıfı açısından ölçüt, bu soyut genellemelerin anayasada yer alması değil, hak ve özgürlüklerin pratikte ne kadar geniş olduğudur. Hak ve özgürlükler soyut değil somuttur. İşçi sınıfının önüne konan siyasal ve sendikal yasaklar kaldırılmalı, sınırsız grev, toplanma ve basın özgürlüğü sağlanmalı, Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmalı, devrimcilerin, Kürt tutsakların ve on binlerce emekçinin hapishanelerde tutulmasına son verilmelidir. Ancak işçi sınıfı bu talepler uğruna mücadele vermediği müddetçe burjuvazi soyut genellemeleri tekrarlayıp duracak, “hukukun üstünlüğü”nden dem vurmaya devam edecektir. Hak ve özgürlüklerin somutluk kazanmasını sağlayacak olan işçi sınıfının mücadelesidir. Ve bu mücadele hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi çizgisinde durmamalı, işçi demokrasisinin kurulması hedefiyle sürdürülmelidir. 

23


1917 Ekim Devrimiyle İşçi So P

roletarya diktatörlüğü, sovyetler, konseyler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. Fakat proletaryanın egemenliği elinde tutabilmesi ve onun gereklerini yerine getirebilmesi kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç değildir. Bu bakımdan proletarya diktatörlüğü döneminde de, proletaryanın, yol gösterici bir siyasal güce, sınıfın organik bir parçası olan ve parti olarak örgütlenmiş öncü gücüne gereksinimi devam eder. Ancak sovyet egemenliği, partinin egemenliğine indirgenemez. Sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü olarak kavramak, sovyetlerin tarihsel işlevini ve gerekliliğini hiç kavramamış olmak anlamına gelmektedir. Lenin gerek Ekim Devrimi öncesinde gerekse sonrasında, sovyetlerin proleter devrimindeki tarihsel rolü konusunda Bolşevikleri eğitmeye çalıştı. Bilindiği gibi, sovyetler biçiminde örgütlenmenin öneminin Bolşevikler tarafından yeterince kavranamamasından doğan sorunlar, 1905 devrimi döneminde pek çok tartışmaya neden olmuştu. Bir süre sonra, sovyetlerin devrimci bir iktidarın embriyonu olduğunu kavrayan Lenin, emekçi kitlelerin devrimci uyanışının ürünü olarak doğan bu özyönetim organlarına karşı Bolşeviklerin sergilediği kuşkucu yaklaşımları eleştirmişti. Lenin’in ne denli haklı olduğu 12 yıl sonra anlaşılacaktı. 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın sömürücü egemen güçleri iktidardan alaşağı edildi. Rusya gibi geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrim, taşıdığı tüm eksikliklerine karşın sovyetlerde örgütlü işçi-yoksul köylü yığınlarına dayanan devrimci bir işçi iktidarının doğumunu müjdeledi. Henüz köylülüğün ağır bastığı 1917’ler Rusya’sı tarihsel, ekonomik ve kültürel bakımlardan geçmişle ge-

24

leceğin muazzam bir çatışma içinde olduğu bir çelişkiler yumağıydı. Genelde gerici ve tutucu ögelerin varlığı çok büyük ölçüde kendisini hissettirirken, öte yandan modern işletmelerde biraraya gelen işçi kitleleri dev bir uyanışın ve kültürel değişimin sancılarını çekmekteydiler. Uzun yıllar boyunca baskılar altında ezilmiş ve eğitimsiz bırakılmış bu kitlelerin bağrından kopup gelen bir öğrenme arzusu devrimci iktidarın ilk dönemine damgasını basıyordu. O günlere tanıklık eden John Reed, ilk altı ay boyunca, Smolni Enstitüsünden kamyonlar dolusu kitap ve yayının dışarıya taşındığına, ülkenin kitaba doyduğuna dikkat çeker: Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din, ya da insanları dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar sosyal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy’un, Gogol’ün ve Gorki’nin eserleriydi… Tiyatrolarda, sirklerde, okullarda, kulüplerde, sovyet toplantı salonlarında, sendika binalarında, garnizonlarda, … cephelerdeki siperlerde, köy meydanlarında, fabrikalarda mitingler … Putilovski Zavod’un (Putilov fabrikası) kırk bin işçisinin, Sosyal-demokratları, Sosyalist devrimcileri, Anarşistleri, söylesin de ne olursa olsun söylesin diye dinlemeye koştuklarını görmek korkunç bir şeydi! Petrograd’da olsun, bütün Rusya’da olsun, her sokak başı aylarca birer halk kürsüsü oldu. Trenlerde, tramvaylarda her zaman kendiliğinden bir tartışma ortaya çıkıveriyordu …1

Ocak 1918 başında Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet tarihinin ilk temel anayasal bildirgesi mahiyetinde olan Emekçi ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi, Rusya’nın, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti olduğunu ve tüm merkezi ve yerel iktidarın bu Sovyetlere ait bulunduğunu ilân ediyordu. Diğer yan-


ovyetleri Devletinin Doğuşu Elif Çağlı

dan, daha önce gündemde olması nedeniyle Kasım ayında Kurucu Meclis seçimleri yapılmıştı, fakat iktidarın artık Sovyetlerde olduğu koşullarda Kurucu Meclis daha baştan ölü doğmuş gibiydi; dağıtılmasına karar verildi ve böylece 5 (18) Ocak 1918’de toplanan meclisin ömrü bir günlük oldu. O günlerde burjuva kamp ve gericilik öylesine felç olmuş vaziyetteydi ki, Kurucu Meclisin dağıtılması kararı hiçbir zorlukla karşılaşılmadan yerine getirilmişti. Ama gericilik kendini toparlar toparlamaz, Kurucu Meclis sloganı altında biraraya gelmeye başlayacaktı. Böylece iç savaş yılları boyunca, toprak sahipleri ve kapitalistler, yasallığını emekçi kitlelerin katılımı ve desteğinden alan Sovyetlerin egemenliğine karşı kendi kanlı ve gerici diktatörlük emellerini, sözümona yasal gibi görünen “Kurucu Meclis” paravanının ardına gizleyeceklerdi. Proletarya diktatörlüğü, sovyetler, konseyler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. Fakat proletarya diktatörlüğü döneminde de, proletaryanın, yol gösterici bir siyasal güce, sınıfın organik bir parçası olan ve parti olarak örgütlenmiş öncü gücüne gereksinimi devam eder. Ancak sovyet egemenliği, partinin egemenliğine indirgenemez. Devrimi takiben ekonomik yaşamın düzenlenmesi bağlamında atılmaya çalışılan adımlar arasında sanayide devletleştirmeler, tarımda ise büyük çiftliklerin örgütlenmesi gündeme getirildi. Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, Ekim Devrimini takiben gerçekleştirilen devletleştirmelerin dayanağını oluşturdu. Çünkü bildirge, tüm fabrikaların, madenlerin ve ulaştırmanın devlet

mülkiyetine geçirilmesi ilkesini ilân ediyordu. Bu ilkenin yaşama geçirilmesi, kuşkusuz ki ilerleyen süreç içinde alınacak somut kararlara bağlı olarak gerçekleşecekti. Unutulmaması gereken kural ise, ekonomik bir çöküntüye yol açılmaması için, devletleştirmelerin, işçi devletinin kontrol edebileceği düzeyde ve bir plan dahilinde yürütülmesiydi. İlk dönemlerde pek çok işletme, yerel sovyetlerin, bölge sovyetlerinin kararlarına dayanılarak bizzat işçiler tarafından devletleştirildi. Merkezi karar gereğince, bir sektörün topluca devletleştirilmesine de tanık olundu. Örneğin, önce tek bir birim halinde örgütlenen ve Ocak 1918’de devletleştirilen ticaret filosu; 1918 Mayısında şeker sanayiinin devletleştirilmesi; Haziran 1918’de petrol sanayiinin devletleştirilmesi vb. gibi. Kırsal kesimde büyük ölçekli kolektif üretimin düzenlenmesi doğrultusunda yol alınabilmesi için, “kolhoz”lar (kolektif çiftlik; ortaklaşa çalışma ve yaşama prensibine dayanan tarım komünü) ve “sovhoz”lar (Sovyet iktidarının kontrolü altında işçi çalıştırılan sovyet çiftlikleri) kuruldu. RKP(B)’nin 6-8 Mart 1918’de toplanan 7. Olağanüstü Kongresine sunduğu Merkez Komite politik raporunda Lenin, devrimin başarısında sovyetlerin ikame edilemez nitelikte olan rolünü gözler önüne sermekteydi: Eğer, Rus devriminde, 1905 yılının büyük deneyiminden geçmiş durumdaki halkın yaratıcı gücü ta 1917 Şubatında sovyetleri var etmiş olmasaydı, onlar, Ekimdeki iktidarı hiçbir şekilde alamazlardı, çünkü başarı milyonları kucaklayan bir hareketin önceden-hazır örgütlenme biçimlerinin varlığına bağlıydı yalnızca. ... politik alanda geleceğin o sahip olduğumuz parlak başarılarını, o süre giden zafer yürüyüşünü bize sağlamasının ne-

25


marksist tutum deni budur; çünkü yeni politik iktidar biçimi önceden hazırdı ve bize yalnızca birkaç kararname yayınlamak ve Sovyetler iktidarını devrimin ilk aylarındaki embriyon halinden, Rus devleti içersinde yasaca tanınmış biçime –yani Rusya Sovyet Cumhuriyeti haline– dönüştürmek kalıyordu. Cumhuriyet bir vuruşta doğdu çünkü 1917 Şubatında yığınlar, herhangi bir parti daha bu belgiyi atmayı bile başaramadan sovyetleri yaratmışlardı.2

Sosyalist devrimin ilk adımında başarmak zorunda olduğu tarihsel eylemi gerçekleştiren, eski devlet mekanizmasını kırıp, yerine bürokrasisiz yeni tipten bir devlet aygıtı geçirmeye koyulan Rus proletaryasının başarısını ise Lenin 1918’de şu sözlerle dile getiriyordu: Rusya’da bürokratik mekanizma tamamen yıkılmış, yerle bir edilmiştir. Eski yargıçların hepsi uzaklaştırılmış, burjuva parlamento dağıtılmış, işçi ve köylülere daha kolay temsil etme hakkı verilmiştir. Onların Sovyetleri, bürokratların yerini almış ve yargıç seçme hakkı Sovyetlere verilmiştir.3

Lenin’in 30 Ekim 1919 tarihli Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika başlıklı makalesinde, Ekim Devriminin attığı ilk adımlar sıralanmaktaydı: Genel olarak hemen başarılabilecek her şeyi, bir devrimci darbede, hemen başardık; örneğin, proletarya diktatörlüğünün ilk gününde, 26 Ekim (8 Kasım) 1917’de toprağın özel mülkiyeti büyük toprak sahiplerine tazminat ödenmeksizin kaldırıldı; büyük toprak sahipleri mülksüzleştirildi. Birkaç aylık bir zaman içinde, hemen hemen bütün büyük kapitalistler, fabrika, anonim şirket, banka, demiryolu vb. sahipleri de tazminat ödenmeksizin mülksüzleştirildi. Sanayide büyük üretimin devletçe örgütlenmesi ve fabrikaların ve demiryollarının “işçilerce denetimi”nden, “işçilerce yönetimi”ne geçiş bu da, genellikle daha şimdiden başarılmıştır; ama, tarımla ilgili olarak daha yeni başlamaktadır (“devlet çiftlikleri”, yani devlet malı topraklar üzerinde işçiler tarafından örgütlenen büyük çiftlikler). Gene bunun gibi, küçük meta tarımından komünist tarıma bir geçiş olarak, küçük çiftçilerinin kooperatif topluluklarının çeşitli biçimlerde örgütlenmesine de daha yeni başladık. Özel ticaret yerine ürünlerin devletçe örgütlenmiş dağıtımı, yani tahılın devletçe sağlanarak kent-

1917, İkinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresi

26

Kasım 2010 • sayı: 68 lere ve sanayi ürünlerinin kırlara gönderilmesi için de aynı şey söylenmelidir.4

Her ne kadar Lenin, sanayide işçi denetiminden işçi yönetimine geçildiğini belirtiyorsa da, gerçekte bunun başarılması yine son tahlilde üretici güçlerin gelişmesine, yani büyük sanayi yatırımlarının ve işçi sınıfının düzeyinin yükseltilmesine bağlıydı. O nedenle de Lenin’in vurguladığı türden bir gelişim aslında tam manasıyla yaşama geçirilemedi. Bir başka deyişle, gerçek durum, ulaşılması arzulanan hedeflerin, ilân edilen kararnamelerin gerisinde kaldı. Bu konuda oldukça gitgelli bir süreç yaşandı. Örneğin, devrimi takiben fabrika komitelerine denetim yetkisi verildi; fakat fiiliyatta bu komiteler salt kendi işyerleriyle sınırlı bir bakış açısıyla yönetimi üstlenmeye başladılar ve bu da Sovyet iktidarını, ekonomiyi bütünsel değerlendirme olanağından yoksun bıraktı. Sanayide dağınıklığa ve karışıklığa yol açan bu durumun önlenebilmesi amacıyla Yüksek Ekonomi Konseyi kuruldu ve sanayide daha bütünsel bir işçi denetiminin, sendikalara daha fazla yetki verilerek çözülmesi yoluna gidildi. Fabrika komiteleri alt birimler olarak sendikalara bağlandı ve ekonominin yönetimi ise daha merkezileştirilerek Yüksek Ekonomi Konseyine verildi. Çözmek zorunda olduğu sorunlar açısından muazzam tarihsel görevleri sırtlanmış olan Ekim sosyalist devrimini, devrimin ilk günlerindeki kararnamelerle yoluna koyulabilen bir eylem düzeyine indirgeme tehlikesinden korunabilmek için, burada önemli bir noktayı hatırlamak gerekiyor: Ekim Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü, Marksizmin kurucularının yıllar önce işaret ettikleri, o ilk büyük görevi yerine getirmekte, büyük ölçekli üretim araçlarını işçi devletinin mülkiyetine geçirme yolunda ilerlemekteydi. Fakat Rusya gibi geri bir ülkede sorun, salt mülkiyetteki hukuksal değişikliklerle çözümlenemezdi. Yoksulluğu ortadan kaldırabilmek, ekonomik ve kültürel geriliğe son verebilmek için devlet mülkiyetindeki büyük üretim araçları temelinden hareketle, hızlı bir sanayileşme Sovyetler biçiminde örgütlenmenin öneminin Bolşevikler tarafından yeterince kavranamamasından doğan sorunlar, 1905 devrimi döneminde pek çok tartışmaya neden olmuştu. Bir süre sonra, sovyetlerin devrimci bir iktidarın embriyonu olduğunu kavrayan Lenin, emekçi kitlelerin devrimci uyanışının ürünü olarak doğan bu özyönetim organlarına karşı Bolşeviklerin sergilediği kuşkucu yaklaşımları eleştirmişti. Lenin’in ne denli haklı olduğu 12 yıl sonra anlaşılacaktı.


sayı: 68 • Kasım 2010

hamlesinin gerçekleştirilmesi zorunluydu. Bu ise, devrimci bir iktidarın salt devrimci enerjiyi açığa çıkartarak çözümleyemeyeceği kadar zor ve başarılması için ileri ülkeler üretici güçlerinin eşliğini, yani dünya devriminin ilerleyişini gerektiren devasa bir tarihsel sorundu. Bu nedenle Lenin, her ne kadar devrimin ilk günlerinde, devrimci siyasal iktidarı güçlendirebilmek amacıyla siyasi iradeye aşırı bir yük bindirmişse de, ilerleyen süreçte, nesnel zorluklardan kaçıp kurtulmanın imkânsızlığına dikkat çekmeye koyulmuştur. Öte yandan, köylülüğün ağır bastığı Rusya gibi bir ülkede proletaryanın öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi, çözmek zorunda kaldığı görevlerin kapsamı bakımından kırsal kesim için henüz bir burjuva devrimi niteliğindeydi. Nitekim bu gerçek Lenin’in satırlarında dile getirilmekteydi: Bizim için zafer çok kolay oldu, çünkü Ekim 1917’de biz, köylülük ile, tüm köylülük ile birlikte hareket ettik. Bu anlamda, devrimimiz o zaman burjuva devrimi idi. Bizim proleter hükümetimizin ilk adımı, 26 Ekim (eski takvim) 1917 günü yayımlanan yasada, daha devrimin ertesi günü, tüm köylülüğün, Kerenski hükümeti döneminde köylü sovyet ve meclisleri tarafından formüle edilmiş bulunan eski istemlerini kabul etmek oldu. Bizim gücümüzü oluşturan şey buydu ve biz ezici bir çoğunluğu bu nedenle öylesine kolay bir biçimde kazandık. Kırlar için devrimimiz hâlâ burjuva devrim olmakta devam ediyordu; biz, ancak daha sonra, altı ay geçtikten sonra, devlet örgütü çerçevesinde, kırlarda sınıflar savaşımına girişme, her köyde yoksul köylüler, yarı-proleterler komiteleri kurma ve kırsal burjuvaziye karşı sistemli bir savaşım verme zorunda kaldık. Bizde, Rusya’nın geri niteliği nedeniyle, kaçınılmazdı bu. Batı Avrupa’da, bu işler başka türlü olup bitecektir…5

İnanılmaz zorluklarla dolu bir dönem daha yeni başlıyordu. Lenin’in Ocak 1918’deki Üçüncü Sovyetler Kongresinde söylediği gibi, yeni bir toplumun inşası pek çok güçlük, özveri ve hata içerecekti; bu, yeni, tarihte eşi görülmemiş olan bir şeydi ve kitaplardan öğrenilemezdi. Bu, şimdiye kadar tarihte görülmüş olan en büyük ve en güç geçişti. İktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesini izleyen dönemde karşılaşılan sorunların en başında, Sovyetler Rusya’sının içinde bulunduğu güç durum nedeniyle, emperyalist güçlerin dayatmasıyla imzalanan Brest-Litovsk barış anlaşması yer aldı. Ekim Devrimini takiben, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu temsilcileriyle 9 (22) Aralıkta Brest-Litovsk’ta başlatılan barış görüşmele-

marksist tutum

ri, Rusya’nın içinde bulunduğu güç koşullar, savaşacak bir ordusunun bulunmaması gibi nedenlerle eşitsiz koşullar altında gerçekleşti. Bu sorun, Bolşevik Partisi içinde tartışmalara, farklı çözüm önerileri temelinde saflaşmalara neden oldu. Örneğin, o dönemde parti içinde bu sorun etrafında oluşan ve Sol Komünistler olarak adlandırılan muhalefetin temsilcisi Buharin derhal devrimci bir savaşa girişilmesi taktiğini savunurken, Troçki zaman kazanmanın gerekli olduğu düşüncesiyle “ne savaş, ne barış” taktiğini uygun buluyordu. Lenin ise, somut koşulların, kendi istemlerinden bağımsız olarak zaten “derhal barış” taktiğini dayatmış olduğunu düşünüyordu. Ve bu nedenle de vakit kaybetmeksizin barış anlaşmasının imzalanması gerektiği yolunda diğerlerini ikna etmeye çalışıyordu. Bu arada, Lenin’i destekleyen fakat sorunu sağlıklı bir enternasyonalizm anlayışı temelinde ele almayan Zinovyev ve Stalin’in, barış yapılması fikrini, “Batı’daki hareketi zayıflatsa bile yine de barış” anlamına gelecek tarzda savunmaları Lenin’i öfkelendirmişti. Çünkü Lenin barış taktiğini uluslararası devrimin çıkarları temelinde savunuyordu. 11 (24) Ocak 1918 tarihli Merkez Komitesi oturumunun tutanağına geçtiği üzere, barış yapılmasının işçi hareketini zayıflatacağı görüşünde Zinovyev’le hemfikir değildi. Tepkisini şu sözlerle dile getirecekti Lenin: Alman hareketinin, barış görüşmelerinin kesilmesi halinde derhal gelişebileceğine inanırsak, o taktirde kendimizi feda etmemiz gerekir, çünkü Alman devrimi bizimkinden çok daha büyük bir güce sahip olacaktır.6

Başlangıçta yalnız kalan ve yoğun eleştiriler alan Lenin, 18 Şubat günü Alman askeri harekâtının yeniden başlaması ve hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Ukrayna’ya doğru ilerlemesi üzerine Merkez Komitesindeki oylamada çoğunluğu sağlayabildi. Fakat bu arada zaman yitiril-

27


Kasım 2010 • sayı: 68

marksist tutum

lizminin silahlı saldırısına karşı direnecek durumda olmayan … Sovyet hükümeti, devrimci Rusya’yı kurtarabilmek için barış koşullarını kabul etmeye zorlanmaktadır.8

Kızıl Ordu’nun kurucusu Lev Troçki

miş ve Almanlar elde ettikleri üstünlük nedeniyle daha da ağır bir barış önerisi dayatmışlardı. Partide yaşanan kriz yine kızıştı. Lenin, başını Buharin’in çektiği yaklaşımın, yani Rusya’daki Sovyet iktidarını feda ederek Alman devrimine yardımcı olma doğrultusundaki sloganların, devrimci duygulardan kaynaklanıyor olsa bile mevcut nesnel koşulları hesaba katmadığı için ne yazık ki içi boş sözlere, devrimci retoriğe dönüştüğünü belirtti. 23 Şubat günü Merkez Komitesi Almanların barış koşullarını tartışmaya başladı. Buna göre Rusya, Baltık topraklarının tümünü ve Beyaz Rusya’nın bir bölümünü kaybedecek; ordusunu derhal terhis edecek; Finlandiya ve Ukrayna’dan çekilecek; Kars, Ardahan, Batum’u Türkiye’ye bırakacaktı. Troçki, parti bölünmüşken devrimci bir savaş yürütülemeyeceğini, Lenin’in argümanları kendisini tam ikna etmiş olmasa da mevcut koşullar nedeniyle artık bir uzlaşmayı tercih ettiğini açıkladı.7 Sonuçta Lenin’in önerisi kabul edildi ve 3 Martta anlaşma imzalandı. Rus delegasyonu anlaşmayı imzalamadan önce somut koşulları bir bildiriyle kamuoyuna ilân etmekteydi: Mevcut koşullar altında Rusya bir tercihte bulunma özgürlüğüne sahip değildir… Alman proletaryası, henüz (Alman emperyalizminden gelen) saldırıyı durduracak kadar güçlü değildir. Emperyalizmin ve militarizmin uluslararası proleter devrim karşısında kazandığı zaferin kısa ömürlü ve geçici olduğundan kuşku duymuyoruz. Bu aşamada, Alman emperya-

Brest-Litovsk sorunu, Sovyetler içinde de sert tartışmalara neden olmuş ve anlaşma metni 15 Mart 1918 tarihinde toplanan Dördüncü Sovyetler Kongresinde onaylanabilmişti. Bu durum anayasa hazırlıklarını geciktirmiş ve ancak 1 Nisan 1918’de, anayasayı hazırlayacak bir komisyonun oluşturulmasına karar verilmişti. Anayasa taslağı üç ay içinde hazırlandı; parti merkez komitesine ve Beşinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresine sunulmak üzere 3 Temmuz 1918’de yayınlandı.9 Anayasanın belirttiği sovyet yapısının, zaten fiilen oluşmuş sovyetler biçimindeki örgütlenmeye dayandığı vurgulanmaktaydı. Kırda köy topluluğunu, kentte ise fabrikadaki tüm işçileri kapsayan yerel sovyetlerin, sovyet iktidarının kaynağı olduğu kabul ediliyordu. Bu en küçük sovyetlerin, doğrudan demokrasinin örneğini oluşturması hedeflenmekteydi. Daha büyük sovyetler ise, vatandaşların ya da işçilerin kendilerini temsil etmeleri için seçtikleri delegelerden oluşuyorlardı. Sovyet iktidarının ilk dönemlerinde, yerel sovyetlerden ayırt edebilmek amacıyla bunları delegeler Sovyeti diye adlandırdılar. Anayasaya göre “en yüce otorite”, Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi idi. Kongreye, şehirlerde her 25.000 seçmen bir delege, kırsal bölgelerde ise her 125.000 seçmen bir delege gönderiyordu.10 Kongre, kendisinin toplanmadığı zamanlar kongre adına hareket edecek olan 200 kişilik Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesini seçiyordu. Yürütme Komitesi ise, RSFSC’nin işlerinin genel yönetimini sağlamakla yükümlü olan, bu amaçla kararnameler yayınlayan, günlük emirler ve direktifler veren, Halk Komiserleri Konseyini seçmekteydi. Anayasa gereğince oy hakkı sadece “hayatını üretken ya da sosyal bakımdan yararlı bir emek harcayarak kazananlara” ve askerlere, sakatlara tanınmaktaydı. Ücretli işçi kullananlar, rantiyeler, kendi başına ticaret yapanlar, keşişler, papazlar, bürokratlar ve eski polis ajanları bu haktan yoksun bırakılmıştı. Böylece, Paris Komünü’nün ilkelerinden olan genel oy hakkı Marx’ın ele aldığı içeriğe uygun olarak, komünlerde (ya da sovyetlerde) örgütlü emekçi kitleleri kapsayacak tarzda düzenlenmekteydi.

Halk Komiserleri Konseyinin Ocak 1918 Toplantısı

28


sayı: 68 • Kasım 2010

İlk Sovyet Anayasası, o dönemde Bolşeviklerin doğru kavrayışını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Örneğin, anayasanın düzenlenişinde gerek işçi devletinin geçiciliği hususu, gerekse de ilerde varılması hedeflenen komünizmin alt aşaması olan sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal durum olduğu belirtilmekteydi. RSFSC’yi, Dünya Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonunun yalnızca ilk unsuru olarak kabul eden bu anayasa, aslında işçi demokrasisinin ruhuna uygun genel bir yaklaşımın ürünü oldu. Fakat ne yazık ki somut koşullar, bu demokrasiyi desteklemek bir yana tam da köstekleyecek tarzda gelişmeye başladı. Örneğin, iç savaş döneminin olağanüstü koşulları nedeniyle, hükümete sovyetlerin üstünde yetki verildi. Bunun için Anayasadaki olağanüstü maddeye başvuruldu; yerel sovyetler gücünü yitirdi vb. Nisan 1918’de Japonların Vladivostok’a çıkartma yapmalarıyla başlayan bir dış müdahale, içerde yeni rejimin düşmanlarını umutlandırmış ve toparlanmalarına vesile olmuştu. Öte yandan, koalisyon hükümetinin ikinci ortağı olan Sol Sosyal Devrimciler, gerek ekonomik gerekse siyasal anlamda zorlaşan koşullar nedeniyle Bolşeviklerin sertleşen uygulamaları karşısında hükümeti terk etmeye hazırlanmaktaydılar. Kısacası, Lenin’in Brest-Litovsk anlaşmasının ardından “artık bir iç savaşın sonuna gelindiğini” ummasına, Sovyet rejiminin bir soluklanma fırsatı elde etmesini arzulamasına karşın, ne yazık ki sonuçları itibarıyla işçi iktidarını perişan duruma sürükleyecek şiddetli bir iç savaş patlak veriyordu. Sol Sosyal Devrimciler Brest-Litovsk anlaşmasının imzalanmasını protesto etmek üzere 19 Mart 1918’de hükümetten çekildiler. İlerleyen günler içinde karışıklık artmaya ve suikastlar birbirini izlemeye başladı. Alman elçisi Mirbach’ın iki Sol Sosyal Devrimci tarafından 6 Temmuz 1918’de öldürülmesi olayların tırmanmasında bir dönüm noktası oldu. Bu arada Petrograd’da Bolşevik Volodarski ve Uritski öldürüldü; Moskova’da Lenin’e suikast düzenlendi ve ağır yaralandı. Bu atmosfer siyasal yaşamda Çeka’nın ağırlığının artmasına neden oldu.11 Ekim Devrimini takip eden günlerde, henüz yaşama gözlerini açan proletarya iktidarının başarılarından söz eden Lenin, birkaç yıl sonra eksikliklere, hatalara (örneğin, kontrol edebildiklerinden daha fazla üretim aracının devletleştirilmesi gibi) dikkat çekmeye başladı. Kaynakları yeterli verimlilikte kullanamadıklarını, henüz üstesinden gelmeyi başaramadıkları ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulabilmek için çok uzun yıllara gereksinim olduğunu ısrarla gündeme getirdi. Öte yandan, Ekim Devriminin hemen sonrasında, eski bürokratik mekanizmanın tamamen yıkıldığından, yerle bir edildiğinden söz eden Lenin’in, çok kısa bir süre sonra işçi sovyetleri devletinin bürokratlaşması tehlikesine dikkatleri çektiği de bilinir. Şurası bir gerçek ki, işçi sovyetleri iktidarı, içinde doğduğu nesnel koşulların bir ürünü olarak, üstesinden kolay kolay gelemeyeceği zayıflıklarla dünyaya gözlerini açmıştı.

marksist tutum

Dolayısıyla, Ekim Devrimi deneyiminden ders çıkarabilmek için, Sovyet işçi devletine ilişkin övgü dolu sözlerden çok, kısa bir süre sonra onu içten yemeye, çürütmeye koyulan nedenlere dikkat çeken çözümlemelere ihtiyaç vardır. [Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabından alınmıştır]

__________________________ 1

John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Ağaoğlu Yay., Aralık 1968, s.35

2

Lenin, Devrimci Lafazanlık, Temel Yay., 1977, s.96-97

3

Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969, s.119

4

Lenin, “Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Haziran 1977, s.206-207

5

Lenin, “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s.164-165

6

Lenin, “Devrimci Lafazanlık Üzerine”, Devrimci Lafazanlık içinde, s.24

7

Troçki, 3 Ekim 1918’de Sovyetlerin üst örgütlerinin olağanüstü genel kurulunda şu değerlendirmeyi yapacaktı: “Bu büyük yetkili toplantıda söylemeyi ödev sayarım ki, birçoklarımızın, ve bu arada benim Brest-Litovsk’da barış imzalansın mı, imzalanmasın mı diye kararsızlık içinde bocaladığımız günlerde, bir tek Lenin yoldaş, eşsiz bir kavrayış ve güvenle, ve dünya çapında proletarya devrimine geçmeyi kuran birçoklarımızın görüşüne karşı çıkarak, evet imzalansın, demiştir. Ve işte şimdi de açıkça söylemek zorundayız ki haklı olan biz değildik, oydu.” (Troçki, Hayatım, c.2, Köz Yay., Mayıs 1970, s.463)

8

akt: T. Cliff, Lenin, c.3, Z Yay., Nisan 1996, s.68

9

Beşinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresine sunulan anayasa tasarısı, 10 Temmuz 1918’de oybirliği ile kabul edilmiş ve 19 Temmuz 1918’de İzvestiya’da yayınlanarak yürürlüğe girmişti. Buna göre yeni kurulan cumhuriyetin adı, Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) idi. Ancak daha sonra 1923 Anayasası ile cumhuriyetin yapısı yeniden düzenlendi. Önce, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın birleşmesiyle “Transkafkasya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti” oluşturuldu. 1922 Aralık ayında ise, RSFSC, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Trankafkasya cumhuriyetlerinin kongreleri ayrı ayrı toplanarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak birleşme kararını aldılar. Bu dört cumhuriyetin delegelerinin toplanmasıyla SSCB’nin ilk Sovyetler Kongresi toplandı, Temmuz 1923’te yeni anayasa taslağı hazırlandı ve ikinci SSCB Sovyetler Kongresi tarafından Ocak 1924’te onaylandı.

10

Lenin, bu sayıların eşit olmamasının nedenini şöyle açıklamaktaydı: “Evet, işçilerle köylüler arasındaki eşitliği bozduk… Bir işçinin oyu birkaç köylünün oyuna eşit. Bu bir haksızlık mı? Hayır, sermayenin başımızdan defedilmesinin zorunlu olduğu bir dönemde, bu tamamen haklı bir uygulama.” [Lenin, “First All-Russia Congress On Adult Education”, Collected Works, Vol. 29, s.359-369]

11

ÇEKA, Ekim Devrimi sonrasında kurulan Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonudur. Daha sonra RSFSC Anayasası ile GPU (Devlet Siyasal Yönetimi), 1923 Anayasasıyla ise OGPU (Birleşik Devlet Siyasal Yönetimi) adını alacaktır.

29


Venezuela’da Chavez’in Pirus Zaferi Oktay Baran

L

atin Amerika’da yaşanan son gelişmeler, küçük-burjuva sosyalistleri, reformistleri, oportünistleri fena halde kaygılandırıyor. Küba’da yaşanan gelişmeleri mazur gösterme çabaları devam ederken, şimdi de kızıl gömlekli Chavez’in 26 Eylül seçimlerinden bir pirus zaferiyle çıkmasına “devrimci izahat” bulma göreviyle karşı karşıyalar. “Bolivarcı Devrimin” geleceği hakkında derin kaygılara kapılan küçük-burjuva sosyalistler, “devrimci süreçte sıçrama yaratma zorunluluğundan” bahsediyorlar. Devrimi zaten muazzam bir sıçrama olarak değil de reformların birikiminden oluşan bir evrim süreci olarak algılıyor olmalılar ki sıçrama zorunluluğundan bahsediyorlar.

Seçim sonuçları 2011 Ocağında görevi devralacak yeni meclis için 26 Eylülde yapılan seçimlerde, PSUV (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) ile PCV (Venezuela Komünist Partisi) koalisyonu 98 sandalye kazanırken, Demokratik Birlik koalisyonu (MUD) adı altındaki sağcı muhalefet 65 sandalye kazandı. Bu durum Chavez hükümetinin seçimlerden galibiyetle çıktığı görüntüsü yaratmasına rağmen, hükümet meclisteki üçte iki çoğunluğunu kaybetmiş oldu. Bolivarcı PSUV-PCV koalisyonu 5 milyon 422 bin oy alırken, muhalefet 5 milyon 320 bin oy almayı başarmış gözüküyor. Bu sayılara her iki bloğa da dahil olmayan küçük partilerin aldığı 520 bin oyu da eklediğimizde Bolivarcı bloğun yüzde 50’nin biraz altında kaldığını söyleyebiliriz. Bu yüzde 50-50 durumunun meclise büyük bir

30

fark oluşturarak yansıması ise, Chavez hükümetinin asıl desteği daha ziyade kırsal kesim ve taşradan aldığını gösteriyor. Nitekim Chavez’in galip çıktığı 18 eyaletin çoğu nüfus bakımından diğerlerinden daha küçük eyaletler. Seçimlerle ilgili bir başka önemli veri de yüzde 66 düzeyindeki katılım oranı. Aslında düşük bir düzey anlamına gelen bu oran, Venezuela için normal hatta normalin üstü olarak değerlendiriliyor. Ne var ki, başlı başına bu oran bile, devrim olduğu, devrimci sürecin ilerlediği vb. iddia edilen bir ülkede, emekçilerin siyasete ilgisinin sınırlarını göstermektedir. İster Chavez karşıtı olsun ister hayranı, neredeyse tüm siyasal analizlerin, yeni oluşan mecliste Chavez’in üçte iki çoğunluğu kaybetmesine özel bir önem atfettiğini görüyoruz. Nedir bu üçte ikinin önemi? Böylesi bir çoğunluğun varlığı durumunda, Başkan Chavez, kanun hükmünde kararnameler aracılığıyla yasal düzenleme yetkisine sahip oluyor. Muhalefet, bu durumun “diktatörlüğe doğru bir gidiş” olduğunu savunurken, Chavez hayranı sosyalistler, bu yetki aracılığıyla barışçıl bir şekilde sosyalizme geçmenin hayallerini kuruyorlar.

Sonuçları nasıl okumalı? Ülke genelinde seçimlerden kıl payı farkla birinci çıkmasına ve mecliste üçte ikinin altında kalsa bile hatırı sayılır bir çoğunluk elde etmesine rağmen Chavez hükümetini önümüzdeki dönemde zor günler bekliyor. 2005 yılındaki seçimlere hem kendi içindeki parçalanmışlık hem de ka-


sayı: 68 • Kasım 2010

zanma şansının bulunmayışından ötürü katılmayan sağcı muhalefet, bu kez büyük bir moralle ve önemli bir sayıyla meclise girmiş oldu. Bir başka deyişle şu an Chavez gerilemekte, sağcı muhalefet ise gelişmektedir. Önümüzdeki dönemde sağcı muhalefetin, meclis çalışmalarını kilitleyeceği, Chavez’in kararnamelere dayalı uygulamalarını bloke edeceği ve onu kendisiyle uzlaşmalara zorlayacağı, hükümetin yeni adımlar atmasını zorlaştırarak emekçi kitleler nezdinde daha da itibar yitirmesine çabalayacağı açıktır. Böylelikle sağcı muhalefet, burjuva reformcu Chavez yönetimini 2012 başkanlık seçimlerinde devirmenin hesabını yapıyor. Kimileri 2012’de yapılacak başkanlık seçimleri açısından bu parlamento seçimlerinin esaslı bir gösterge olmadığını, Chavez’in kişi olarak yıpranmadığını ama hükümetinin giderek gözden düştüğünü söylüyorlar. Nitekim bu seçimlerde Chavez hükümetinin bakanlarına, valilerine, belediye başkanlarına ve onların bulaştıkları yolsuzluklara karşı ciddi bir tepkinin dışa vurduğunu biliyoruz. Bolivarcı hareketin çok güçlü olduğu kimi bölgelerde bile seçim yenilgisi tatması, kimi yorumcularca, emekçilerin Bolivarcı hareketten yüz çevirmesi olarak değil onu uyarmak istemesi olarak değerlendiriliyor. Kimi bölgeler için doğru olduğu anlaşılan bu tür yorumları temel almak ise abartılı bir iyimserlik olacaktır. Bu tür abartılı yorumlara göre, Chavez’in karşısına sağcı bir aday çıktığı sürece, Chavez yeniden başkanlık seçimlerini rahat bir şekilde kazanacaktır. Oysa Chavez yanlısı iyimser yorumların tersine gerçek şu ki, Chavez 1998’den bu yana yapılan neredeyse tüm seçim ve referandumları kazanmış olsa bile gerek kendisi gerekse de hükümeti aslında bir gerileme içerisindedir. Bunun belirgin işaretlerinden biri 2007 yılında yapılan anayasa referandumunda Chavez’in yenilmesiydi. Son seçim Chavez açısından bu negatif eğilimin giderek güçlendiğini gösteriyor. 2006 yılındaki Başkanlık seçimlerinde aldığı 7 milyon 300 bin oyun yaklaşık 2 milyonunu (üstelik de büyük kentlerde) kaybetmiş olması, emekçi halkın gözünde Chavez’in giderek itibar kaybettiğini belgeliyor. Üstelik unutmamak gerekir ki, son tahlilde karizmatik kişiliklerin oynayabilecekleri tarihsel rolün sınırları o kişilik etrafında seferber olan kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyiyle belirlenir. Sağlam unsurlardan oluşan bir kadro aracılığıyla kitlelerle doğrudan bağ kurup onları bilinçsiz bir yığın olmaktan çıkararak örgütlü ve bilinçli bir kitle haline getiremediği sürece, hiçbir kişilik, ilanihaye sürecek sorgusuz bir halk desteğine sahip olmamıştır ve olamaz da. Yaratılan tüm şaşalı görüntüye rağmen bugün Venezuela emekçileri örgütsüz durumdadırlar. Komite, halk inisiyatifi vb. adı altında var olan yüzlerce örgütlülük işlevsiz durumdadır. 6 milyondan fazla olduğu söylenen PSUV’un üye sayısı bile gerçekte bir örgütsüzlüğe işaret etmektedir. Nitekim PSUV’un seçimlerde aldığı oy sayısı kendi üye sayısından daha azdır. PSUV içindeki birçok

marksist tutum

devrimci unsurun, partinin bir “seçim partisi” durumunda olmasından, yönetiminin bürokratizminden, işçilerin söz sahibi olmamasından, karar süreçlerine katılamamasından yakınması boşuna değildir.

Arayana bahane bol! Chavez’i devrimci bir lider olarak görenlerin bir kısmı, seçim sonuçlarının aslında bir yenilgi olduğunu kabul etmekle birlikte, burjuva siyasetin çok bildik pespaye bahanelerinin ardına sığınabiliyorlar. Kimileri işi kuraklığı mazeret olarak ileri sürme noktasına kadar götürebiliyor: Yağmur yağmadı, barajlar boş kaldı, elektrikler kesildi, halk tepki gösterdi! Daha ciddi bahanelerin başında ise ABD emperyalizminin sağcı muhalefeti para yardımına boğması geliyor: ABD’li vakıflar sağcı muhalefete “sadece son bir yılda 50 milyon dolar yardım” yapmış! Devrim olduğu ve on yıldır devrimci bir sürecin yaşandığı iddia edilen bir ülkede altı milyon üyeli bir iktidar partisinin seçimlerden kıl payı galip çıkmasının nedeni 50 milyon dolar ise, vay olsun o devrimin haline. Bu parayla bıraktık devrimci bir iktidarı devirmeyi, iddialı bir futbol takımı kurmak bile mümkün değildir! ABD emperyalizminin bu miktardan çok daha fazla bir yardım yaptığından en küçük bir kuşkumuz bile yoktur. Ancak devrimlerin kaderi emperyalistlerin karşı propaganda için ayırdıkları bütçenin büyüklüğüne bağlı olsaydı, emperyalistlerin muazzam finansal kaynaklarını hesaba katarak proleter devrimin bir hayal olduğu iddiasını kabul etmekten başka bir seçeneğimiz olmazdı. Devrimci bir iktidarın temel ve esas gücü ya da güçsüzlüğü, finansal kaynaklarla değil, emekçi kitlelerin özörgütlülüğüne dayanıp dayanmamasıyla, onların taleplerini hayata geçirip geçirmemesiyle, burjuvaziyi toptan mülksüzleştirmeye girişip girişmemesiyle, yani özetle devrimci program, ilke ve yöntemlere ne denli sadık olduğuyla ölçülür. Bahaneler dünyasından gerçekler dünyasına adım atan ama yetersiz kalan tespitlerin başında ise, özellikle kapitalist dünya kriziyle bağlantılı olarak son yıllarda ekonomik sıkıntıların artması, petrol fiyatlarının düşmesi, enflasyonun tırmanması, reel ücretlerin gerilemesi, gıda fiyatlarının artması, karaborsanın yaygınlaşması ve tüm bunlarla birlikte suç oranlarının tırmanması gelmektedir. Yalnızca geçen yıl Venezuela ekonomisi yüzde 3,3’lük bir küçülme yaşamıştır. Tüm bunlara ek olarak, hükümetin üst düzey görevlilerinin, yani bakanlardan valilere, belediye başkanlarından uzmanlara ve PSUV yöneticilerine kadar birçok unsurun emekçi kitlelere sırtını dönmüş bürokratlardan, burjuvalardan, dolandırıcılardan, hortumculardan vb. oluştuğu tespiti de son derece önemlidir. Bu tür unsurların, emekçilerin taleplerine kulaklarını tıkayarak her seferinde burjuvaziden yana tavır koyması ve büyük boyutlara ulaşan yolsuzluklara karışmaları, hiç kuşku yok ki emekçilerde hükümete karşı artan bir hayal kırıklığı ve öfke ya-

31


marksist tutum

ratmaktadır. Burada tuhaf olan şey, bir ülkede bunlar yaşandığı halde, nasıl olup da o ülkenin “sosyalizm yolunda ilerlediği”nin, “sosyalizmin inşasını derinleştirdiği”nin vb. söylenebildiğidir. İşin ekonomi boyutuna bakacak olursak, Venezuela dünya kapitalizminin organik bir parçasıdır; üretim araçları ve bankalar hâlâ burjuvazinin özel mülkiyetindedir; dış ticaret üzerinde devlet tekeli bulunmamaktadır; üretimde hüküm süren kapitalist anarşidir. Kopartılan tüm yaygaraya rağmen, petrol sanayii hariç bırakıldığında, Chavez hükümetinin son beş yılda yaptığı devletleştirmelerin oranı çok düşüktür. Venezuela’daki devlet sektörünün ekonomi içindeki payı, Fransa gibi önde gelen bir emperyalist ülkenin sahip olduğundan daha geridedir. Kararnameler aracılığıyla sağlanan devletleştirmeler yoluyla sosyalizme ilerleneceğini söyleyen sözümona sosyalistlerin yalanını gerçekler apaçık ortaya koymaktadır. Venezuela’da milli gelirin yüzde 70’inden fazlası halen özel sektörde üretilmektedir. Bir başka deyişle, büyük toprak sahipleri köylüyü ezip sömürmeye, kapitalistler bankaları ve tüm kredi sistemini ellerinde bulundurmaya ve işçi sınıfını iliklerine kadar sömürmeye, emperyalist tekeller serbest ticaret araçlarıyla her türlü spekülasyonlara devam ediyorlar. Aynı soruyu “burjuvaziye hizmet eden bürokratlar” hususunda da tekrarlamak mümkündür. Chavez’in baş destekçilerinden Eva Golinger, “ABD’nin sadık temsilcilerinin hepsi şu an ülke bürokrasisinde bazı kilit noktaları tutuyorlar” diyor. Doğru ama eksik! Asıl sorun şu ki, sözkonusu bürokrasi, başında Chavez’in bulunduğu kapitalist bir devletin bürokrasisidir. Tüm kapitalist devletlerde olduğu gibi Venezuela’daki bürokrasi de burjuvaziye, kapitalizme ve emperyalist tekellere hizmet etmektedir, başka türlüsü de zaten mümkün değildir.

Sebep = Gerçekler Chavez’in gittikçe itibar kaybetmesinin temelde tek bir gerçek nedeni vardır: İktidarını koca bir sosyalizm yalanına dayandırması! Venezuela’da bir devrim olduğu, devrimci sürecin ilerlediği, sosyalizme doğru yol alındığı vb. gibi iddiaların gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. On iki yıl boyunca Chavez, kapitalizme lafta meydan okumakta ve sosyalizme övgüler düzmekte eşi görülmedik bir performans sergilemiştir. Ne var ki, gerçekte bu doğrultuda atılmış hiçbir ciddi adım mevcut değildir. Chavez elbette ki birçok alanda birçok reform yapmıştır, fakat kapitalizmi ıslah etmeye dönük bu burjuva reformları sosyalizm yolunda atılmış adımlar olarak adlandırmak, bunları “devrim” olarak görüp göstermek oportünizmden, reformizmden başka bir şey değildir. Ne de olsa reformistlere reformlar daima devrim olarak gözükür! Kapitalizm, bıraktık Chavez gibi burjuva sol bir önderliği, en saf proleter devrimci bir önderlik tarafından bile, tepeden reformlarla, yasal düzen-

32

Kasım 2010 • sayı: 68

lemelerle ve barışçıl yöntemlerle sosyalizme dönüştürülemez. Kapitalizm dönüştürülmez, proleter bir ayaklanmayla devrimci tarzda yıkılmak zorundadır. Milenyum dönemecinde Latin Amerika’nın genelinde yükselen devrimci kabarma Venezuela’ya da yansımış ve Chavez bu kabarışı kullanarak iktidar koltuğuna yerleşmiştir. Dahası, maruz kaldığı bir darbeyle yitirdiği iktidarını bu devrimci kabarış sayesinde kurtarabilmiştir. Korkunç bir sefaletin, faşizan baskıların, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksunluğun, inanılmaz boyutlardaki yolsuzlukların ve bariz bir emperyalist yağmanın hüküm sürdüğü Venezuela’da Chavez iktidarı, kitlelere nefes aldıracak reformlara girişmiş ve bu kadarcık reform bile onun büyük bir halk desteğini arkasına almasına yetmişti. Buradan Chavez’in ne denli devrimci olduğu değil, olsa olsa Venezuela’da kitlelerin bir yudum hayat suyuna ne denli ihtiyaç duyar bir halde oldukları gerçeği çıkar. Chavez’in sosyalizm söylemine sarılması, onun bu doğrultudaki niyetlerini değil, kitlelerin yükselen hareketinin düzen için oluşturduğu devrimci tehdidin büyüklüğünü gösteriyordu. Kızıl gömlekler giymenin hiçbir burjuvayı komünist yaptığı görülmemiştir, ama kitleleri bir süreliğine oyalayıp uyutmakta epey işe yaradığı da bilinmektedir. Bugün Venezuela’da komün, konsey ve işyeri komiteleri gibi örgütlenmelerin büyük bir bölümü, kitle hareketinin yükselişinin bir ürünü olarak değil, tersine hareketin gerilediği bir dönemde, Bolivarcı hükümetin kararnamelerinin sonucu olarak oluşmuştur. Üstelik sözkonusu örgütlülüklerin ürettiği projeler ve dillendirdiği öneriler, tıpkı şikâyet dilekçeleri gibi göz ardı edilmekte, burjuva devletin tozlu raflarında çürümeye bırakılmakta, bu örgütlülükler pratikte etkisiz hale getirilmeye, kadükleştirilmeye çalışılmaktadır. Son sözü söyleme ve karar verme hakkı olmadığı sürece, hele de gerçek proleter devrimcilerin yönlendirmesi altında değilse, işçilerin bu tür örgütlülüklerinin her derde deva bir sihirli formül olmadığı açıktır. Bıraktık Venezuela’yı, 1917 Rusya’sında gerçek bir devrimin organı ve aynı zamanda da ürünü olarak ortaya çıkan işçi sovyetlerinin, Menşeviklerin ve SR’lerin elinde nasıl burjuva iktidarın payandası haline getirilebildiğini biliyoruz. 1918’den itibaren Almanya ve Avusturya’da ortaya çıkan işçi sovyetlerinin sosyal-demokratların elinde nasıl bir oyuncak haline getirildiğini, bu kurumlar aracılığıyla devrimin pörsütülerek yenilgiye uğratıldığını ve arkasından da kanlı bir karşı-devrim süreciyle faşizme kapıların nasıl açıldığını unutmamalıyız. Sosyalizme ancak proleter devrim aracılığıyla kurulan bir işçi devleti sayesinde geçilebileceğini, böylesi bir devletin işçilerin özörgütlülüklerine dayanan ve bürokrasisiz bir devlet olması gerektiğini oportünistler hatırlamaya hiç mi hiç yanaşmıyorlar. Burjuva devletin ve bürokrasinin tasfiyesini hiç dillerine almıyorlar. Yalnızca kötü bürokratların değiştirilmesinden ve devletin dönüştürülmesinden dem vuruyorlar! “Bolivarcı devrimin ilerleyişinin


sayı: 68 • Kasım 2010

yavaşlığı”ndan yakınırken ve son seçimin ortaya çıkardığı gerçekleri yorumlarken, ister Troçkist geçinsin ister Stalinist, tüm oportünist ve reformistlerin, Chavez’e toz kondurmayarak, onun “danışmanları”nı, bürokrasiyi ya da “reformlara ayak direten devlet aygıtı”nı hedef olarak göstermesi ilginçtir. Bakanlarından valilerine ve bürokratlarına, danışmanlarından parti yöneticilerine kadar dayandığı ve tepesinde bulunduğu tüm ekibi kişisel kariyer ve zenginleşme peşindeki “sonradan görme kalın bir tabaka” olarak adlandırarak, Chavez’i bu burjuva kariyeristler ordusu içindeki yalnız ve mağrur devrimci general olarak pohpohlamak mide bulandırıcı bir oportünizmdir. Yargı ve ordu da dahil olmak üzere bürokrasideki tüm kilit noktalara istediği ismi atama ve eğitim, sağlık, yerel yönetimler ve maliye alanlarında istediği değişiklikleri kolayca yapabilme yetkisine sahip olmasına rağmen, Chavez de aynı bahanelerin ardına sığınmakta ve sürekli olarak bürokrasiden şikâyetçi olmaktadır. Emekçi kitlelerin tepkilerini manipüle etmenin en iyi bilinen yollarından biridir bu. Bürokratik hiyerarşinin egemen sınıfın hizmetine sunduğu yeri doldurulmaz olanaklardan biri: Sorumluluğu ve suçu bir alt kattakilerin sırtına yükle, kitlelerin önüne linç edecekleri birkaç günah keçisi fırlat, kitleler yatışsın, sen aklan. Bu tür gerekçelendirmelerle suiistimal edilen şey, işyerinde yaşadığı tüm sorunların kaynağında patronu değil de müdürü ve şefleri gören bilinçsiz işçinin ruh halidir. Geri ve bilinçsiz kitleleri bu şekilde yatıştırmanın kapitalizme has olmadığını da ekleyelim. Kitleler kazan kaldırdığında onların önüne, “padişahım çok yaşa” nidaları eşliğinde, vezirlerinin ya da bilmemnecibaşının kellesini atarak paçayı kurtarmanın pek makbul bir yöntem olduğunun tüm despotlar farkındaydı. Daha ileri gidelim. Stalinist diktatörlüklerdeki despot yöneticilerin de, Stalinist örgütlerdeki bürokratik liderliklerin de tabanın hoşnutsuzluğu karşısında en güvendikleri can simidiydi bu. Chavez, kapitalist sistemi tahkim etmeye, burjuva devleti güçlendirmeye ve Venezuela’yı bölgesel bir güç haline

marksist tutum

getirmeye çalışan Bonapart özentisi bir burjuva liderdir. Onun reformları burjuvaziyi ve kapitalist sistemi yıkmayı değil, kapitalizmi emekçiler nezdinde biraz daha katlanılır kılarak düzenin devamını garanti altına almaya hizmet etmektedir. İster özel sektörde olsun ister devlet sektöründe, işçi sınıfının iktisadi sömürüsünün tüm hızıyla sürdüğü, Bolivarcı burjuvazinin (“boliburjuva”) giderek daha da semirdiği, yolsuzlukların arkasının kesilmediği, enflasyonun tırmandığı, kitlelerin devrimci taleplerinin hayata geçirilmediği bir ortamda, sahte sol bir söylemle emekçi kitlelerin ilelebet uyutulmasının mümkün olmadığı açıktır. Son yıllarda muazzam ölçülerde artan petrol fiyatları sayesinde finanse edilen sosyal reformlar bugün artık tıkanma noktasına gelmiş, kapitalist dünya krizinin etkileri çok güçlü bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Aslında bu durum, son seçim kampanyasında gericiAmerikancı muhalefet koalisyonunun (MUD) söylemine de yansımış, bu gerici blok Chavez karşıtlığına indirgenmiş bir söylem yerine, Bolivarcı hareketin pek çok hedefini de (yaşam hakkı, özgürlük, gerçek eşitlik, sağlık ve eğitim hakkı, konut hakkı, sosyal güvenlik, insanca bir ücretle çalışma hakkı vb.) kendi propagandasına dahil ederek emekçi kitleler nezdinde kendisini bir alternatif gibi gösterme gayretine girişmiştir. Görülüyor ki, bu gayretinde maalesef belli sonuçlar da almıştır. Bu koşullarda, yalanlara, oyalamaya ve petrol gelirlerinden nemalanan bir göz boyamaya dayanan Chavez ve hükümetinin giderek itibar kaybetmesi kaçınılmazdı, bugün yaşanan da budur. Sözlerimizi, bir önceki referandum yenilgisinin ardından dikkatleri çektiğimiz temel hususla bitirelim: “Peki, burjuva devlet aygıtının tümüyle parçalanarak siyasal iktidarın işçi konseylerinin eline geçtiği, tüm ekonominin bu konseyler aracılığıyla yönetildiği, yoksulluğun değil zenginliğin paylaşıldığı, demokratik temellere dayanan bir işçi devleti, Chavez’in kuyruğuna takılarak inşa edilebilir mi? Bu soruya devrimci Marksistlerin verdiği yanıt, hiç tereddütsüz hayırdır. Tersini düşünen reformistler, işçi ve emekçileri oyalamak, devrimci enerjilerini söndürerek yok etmek ve onları bir Bonapart’ın esiri haline getirmek dışında hiçbir şey yapmamakta, son tahlilde, kitlelerin proleter devrimci bir yola girmelerine engel olmak suretiyle devrimci davaya ihanet etmektedirler. Bugün devrimci Marksistlerin önünde duran yakıcı görev, Chavez’e yönelik ölümcül yanılsamaya bir son vermek ve kitlelere gerçek devrimci alternatifin yolunu göstermek için kararlı ve sabırlı bir çalışma yürütmektir. Aksi halde neler olacağını görmek için tarihteki sayısız örneğe bakmak yeterlidir.” (İlkay Meriç, Chavez’in Referandum Yenilgisi, MT, Ocak 2008)

33


12 Eylül Kalıntısı YÖK Kaldırılmalıdır Suphi Koray

1

2 Eylül rejimi sona ermiş olsa da, 12 Eylül’ün yarattığı temel kurumlar hâlâ ayakta duruyor. Faşist darbenin tescilli kurumlarından YÖK bunlardan biri. YÖK, 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül darbesinin ertesinde, yükseköğretim kurumlarını rejimin istediği biçimde şekillendirmek amacıyla kuruldu. 2547 nolu Yükseköğretim Kanunu’nda bugüne kadar yaklaşık iki yüz değişiklik yapılmış olsa da, YÖK yükseköğretimin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor hâlâ. Yasa değişiklikleri sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapıldığı için üniversitelerdeki abluka dağıtılmış değil! Bilindiği üzere, 12 Eylül darbesi toplumun üstünden silindir gibi geçmiş ve düzenin tüm kurumlarını yukarıdan aşağı yeniden organize etmişti. Düzenin bekası için tehlikeli görülen partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı. Valiliklerden kaymakamlıklara, okullardan devlet dairelerine, hatta muhtarlıklardan apartman yöneticilerine kadar faşist cunta ördüğü ağla tüm toplumu denetim altına aldı. Cuntanın siyasi ve fiziki kıyıma başladığı yerlerden biri üniversitelerdi. Çünkü üniversiteler burjuvazinin gözünde “anarşi” yuvasıydı. Üniversitelerde düzeni tesis etmek için çıkarılan Yükseköğretim Kanunu’nun amacı ilk maddede deklare ediliyordu: “Yükseköğretimle ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yükseköğretim kurumlarının ve üst kuruluşlarının teşkilatlanma, işleyiş, görev, yetki ve sorumlulukları ile eğitim-öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer personel ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlemek.” Biz bunu, üniversiteleri her yönüyle kontrol altına almak; milliyetçi, şoven, bilimsel olmayan, antidemokratik bir eğitimi yerleştirmek; öğrenciler ve eğitim emekçileri için tam bir cendere yaratmak şeklinde okuyabiliriz. Bunun gerçekleştirilmesi için bir

34

araca ihtiyaç vardı. Gücünü 12 Eylül’den alan YÖK bu yasayla kuruluyordu: “Yükseköğretim Kurulu, tüm yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, bir kuruluştur.” YÖK üniversitelerde ne kadar ilerici, devrimci, sosyalist öğrenci veya eğitim emekçisi varsa bunları üniversitelerden uzaklaştırmakla işe başladı. Bu yetkiyi de yine doğrudan Yükseköğretim Kanunu’ndan alıyordu. YÖK’ün görevleri arasında “Rektörlerin disiplin işlemlerini kovuşturmak ve karara bağlamak, öğretim elemanlarından bu Kanunda öngörülen görevleri yerine getirmekte yetersizliği görülenler ile bu Kanunla belirlenen yükseköğretimin amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette bulunanları rektörün önerisi üzerine veya doğrudan, normal usulüne göre, yükseköğretim kurumları ile ilişkilerini kesmek veya denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna atamak” da vardı. 1402 nolu sıkıyönetim kanunuyla gerekçe dahi gösterilmeden çok sayıda öğretim görevlisinin işine son verilmişti. 12 Eylül rejimi, ideolojisine uygun görmediği kamu görevlilerini hemen görevlerinden alıyordu. Bunun için sıkıyönetim komutanlığından bir yazı gelmesi yeterliydi. Böylece toplum her taraftan kuşatılıyor, tektipleştiriliyor, korkutuluyor, sindiriliyordu. Sadece eğitim emekçileri değil öğrenciler de YÖK cenderesinin kurbanıydılar. “Yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan, kurumların sükûn, huzur ve çalışma düzenini bozan, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılan, bunları teşvik ve tahrik eden, yükseköğretim mensupları-


sayı: 68 • Kasım 2010

nın şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz eden veya saygı dışı davranışlarda bulunan ve anarşik veya ideolojik olaylara katılan veya bu olayları tahrik ve teşvik eden öğrencilere” okuldan uzaklaştırma veya atma cezası veriliyordu. YÖK’ün asıl amacı, üniversitelerde öğrenci ve emekçilerin devrimci mücadelesinin gelişmesini engellemek ve öğrencilere burjuva ideolojisini empoze etmekti. 1980 öncesinde yükselen işçi hareketi burjuva düzeni tehdit ediyordu. Yükselen işçi hareketi tüm toplumda bir etki yaratmış ve üniversitelerde de kapitalizme karşı işçi sınıfıyla birlikte örgütlenip mücadele eden siyasal bir öğrenci hareketi başlamıştı. Öğrenciler sadece eğitim sorunlarıyla ilgilenmiyorlardı, işçilerin direnişlerine ve grevlerine destek veriyor, toplumsal sorunlara ve olaylara karşı sessiz kalmıyor, tepkilerini ortaya koyuyorlardı. Öğrencilerin devrimci mücadeleyle bağlarını kesmek için burjuvazinin tam da YÖK gibi bir kuruma ihtiyacı vardı. Maalesef YÖK’ün amacına ulaştığını söylemek yanlış olmaz. YÖK’ün hedefinde, resmi ideolojiyi sorgulamayan, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” bir kuşak yaratmak vardı. ‘80 sonrası kuşağa baktığımızda tam da hedeflendiği gibi sorgulamaktan uzak, duyarsız ve bireyci bir kuşağın yetiştirildiğini görüyoruz. Evle okul arasında mekik dokuyan ve toplumsal gerçekliğe yabancılaşmış gençlik burjuvazi için biçilmiş kaftandı. Dayanışma, paylaşma, yardımlaşma gibi olumlu değerler tukaka ilan edildi. Bireycilik, bencillik ve rekabet yüceltildi. Eskinin toplumsal düşünen kuşağı yerine, sınıf atlama hayalleriyle yanıp tutuşan kayıp bir kuşak yetiştirildi.

marksist tutum

verilmişti. YÖK, uygulamalarıyla toplumun farklı kesimlerinin tepkisini topladığı için, burjuva partiler YÖK’ü kapatacakları vaadinde bulundular seçim dönemlerinde. Ancak iktidara gelen hiçbir parti bu konuda adım atmadı. YÖK’ü kaldırmak AKP’nin de iktidara gelmeden önceki vaatlerinden biriydi. İktidara geldikten birkaç ay sonra da dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından yeni bir YÖK tasarısı açıklandı. Ancak gelen tepkiler üzerine bu tasarı rafa kaldırıldı. Daha sonra ise yeni bir tasarı gündeme geldi. Bu tasarıya göre ise YÖK’ün yerine YEK’in (Yükseköğrenim Eşgüdüm Kurulu) veya ÜAK’ın (Üniversiteler Arası Kurul) geçirilmesi planlanıyordu. Temelde üniversitelerde yaşanan sorunların özüne dokunmayan ama yapılan birtakım biçimsel değişikliklerle YÖK karşıtı kesimlerin desteğini almak istiyordu AKP. Tekkelerini kaybetmek istemeyen YÖK’ün laikçi öğretim görevlileri ise bu değişikliğe şiddetle karşı çıkıyordu. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki kapışmayı YÖK üzerinde koparılan fırtınada da görüyoruz. Üniversite yönetimleri uzun süredir, mevcut yasa ve onun uzantısı YÖK sayesinde statükocu bürokrasinin hegemonyası altındaydılar. Bu hegemonya YÖK’ün el değiştirmesiyle önemli ölçüde kırıldı. Ancak burada AKP’nin temel güdüsü, üniversitelere demokrasi ve özgürlük getirmek değil kendi siyasal çıkarlarıdır. Dolayısıyla burjuvazinin tüm kesimleri, üniversiteleri kendi denetimlerinde tutmak ve kendi çıkarları doğrultunda yönlendirip kullanmak üzere, adı şu ya da bu olsun YÖK benzeri bir anti-demokratik kurumun mevcudiyetini korumasından yanalar. AKP’nin YÖK yasası tasarılarında öne çıkan değişikliklerden biri YÖK başkanının cumhurbaşkanı tarafın-

Baskıcı uygulamalar devam ediyor 12 Eylül rejimi tepeden kontrollü bir şekilde çözülmüş olsa da YÖK’ün baskıcı, yasakçı uygulamaları devam etmiştir. Örneğin, İstanbul Üniversitesinde 2004 yılında “ideolojik halay çekme, kamu malına zarar verme potansiyeli taşıma” gibi sudan gerekçelerle yüzlerce öğrenciye soruşturma açıldı. YÖK’ün “anarşi yuvalarından bilim yuvalarına” çevirdiği üniversitelerin hukuk anlayışına göre ceza vermek için suç işlenmesi şart değil, suç işleme potansiyeli taşımak yeterli. Bununla da sınırlı değil soruşturma ve cezalandırma örnekleri. “Kürtçe seçmeli ders olsun” talebi için dilekçe veren yüzlerce öğrenci hakkında soruşturma açıldı, bunlardan bir kısmı okuldan uzaklaştırıldı veya atıldı. Bir öğrenci hakkında karnını şüpheli bir biçimde tutarak okuldan çıktı diye soruşturma açılmış ve sonrasında da siyaset yaptığı gerekçesiyle okuldan atılmıştı. Yine İstanbul Üniversitesinde iki araştırma görevlisine, polisin okula biber gazı sıkmasını protesto amacıyla basın açıklaması yaptıkları için, üç yıl kademe yükseltmeme cezası

35


marksist tutum

dan atanmasının değiştirilmesiydi. Tasarıya göre başkanın kurul üyeleri tarafından seçilmesi öngörülüyordu. Bu değişikliğin sebebi AKP’nin demokratlığı değildi elbette. O dönemde statükocuların sözcüsü gibi çalışan Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyordu. Bu da AKP’nin işine gelmiyordu. Nitekim YÖK yasa tasarısının bazı maddelerini veto etmişti Ahmet Necdet Sezer. AKP de yasayı köşke geri dahi göndermeyip askıya almıştı. Sonrasında cumhurbaşkanlığı mevzisinin Gül tarafından fethedilmesiyle AKP, YÖK başkanını kurul üyelerinin seçmesi talebinden vazgeçti. Sözünü de etmedi bundan sonra. 2007 yılında AKP yanlısı Yusuf Ziya Özcan’ın Cumhurbaşkanı Gül tarafından YÖK başkanlığına atanmasıyla işin rengi iyice değişti. YÖK’te egemenliğini kuran AKP bundan sonra YÖK’ün anti-demokratikliğinden, lağvedilmesinden hiç söz etmemeye başladı ve burjuva ikiyüzlülüğünü göstermiş oldu. Yıllardır statükoculuğun kalesi olan YÖK’ü kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladı. Bugün, YÖK kaldırılmadığı gibi üniversitelerde antidemokratik uygulamalar devam ediyor. Ekim ayında gerçekleştirilen “Özgür ve Güvenli Üniversite” toplantısında üniversitelerden sivil polis için yer tahsis edilmesi, parmak izi gibi elektronik tedbirler alınması, kamera sistemlerinin yaygınlaştırılması, öğrenci adreslerinin tespit edilmesi istendi. Üniversitelerin “özgürleşmesi” için bu tür polisiye önlemlerin alınması ve kampüslerin adeta karakola çevrilmesi tam da YÖK’ün şanına yakışır bir uygulama!

Nasıl bir üniversite? Baştan söylemek gerekir ki hem öğrenciler hem de eğitim emekçileri için özgür ve demokratik bir üniversite ortamının oluşabilmesi yolunda 12 Eylül’ün kalıntısı olan YÖK’ün lağvedilmesi şarttır. Ancak YÖK garabetinin yerine başka bir kurumu koymakla ya da biçimsel birtakım değişikliklerle üniversite yönetimleri gerici ve baskıcı karakterinden kurtarılamaz. Üniversiteler burjuvazinin hizmetinde olduğu sürece onun gerici ve baskıcı ideolojisinin

36

Kasım 2010 • sayı: 68

gölgesi de üzerinden eksik olmayacaktır. Başka bir deyişle kapitalizm altında demokratik üniversitenin sınırları vardır. Ancak bu sınırları sonuna kadar zorlamak ve aşmak da devrimci gençliğin görevidir. Emekçi gençlik, demokratik, bilimsel, parasız, eşit ve anadilde eğitim için mücadele vermelidir. Öğrenciler ve eğitim emekçileri üniversite yönetiminde söz hakkına sahip olmalıdır. Ayrıca üniversite bileşenlerinin siyaset yapmasının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Mevcut yasaya göre “Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ve öğrenciler, yükseköğretim kurumları içinde parti faaliyetinde bulunamaz ve parti propagandası yapamazlar”. Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ise “Yükseköğretim Kurulu ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyesi, rektör, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürü ve bölüm başkanı olamazlar, onların yardımcılıklarına seçilemezler”. YÖK’ün kendisi gerici ve baskıcı politikaların üreticisi ve yürütücüsü iken, öğrencilere ve üniversite emekçilerine siyaset yapma hakkı tanımamaktadır. Burjuvazi üniversitelerde sadece kendi siyasetinin yapılmasını istemektedir. Her türlü muhalif görüş ve siyaset ise yasaklanmalı, cezalandırılmalıdır burjuvaziye göre. Anadilde eğitim hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Eğitim ve öğretimin milliyetçi ve şoven içeriği değiştirilmeli, herkese en doğal hak olan anadiliyle eğitim alma hakkı tanınmalıdır. Ayrıca kılık kıyafet ile ilgili kanun ve yönetmelikler de kaldırılmalıdır. Siyasi simge olsun ya da olmasın, kıyafeti yüzünden hiç kimsenin eğitim hakkı elinden alınamaz. Maalesef sosyalist solun kimi kesimlerinin de bu konuya bakışında ciddi sakatlıklar bulunmaktadır. Hatta türban karşıtı eylemler yapan sözümona “komünistler” vardır üniversitelerde. “Türban neyi örtüyor” diyenler statükocu cenahın sözcülüğünü ve bekçiliğini yapmaya devam etmektedirler. Sosyalist öğrencilerin Kemalist seçkinci anlayıştan kendilerini arındırmaları mutlak bir ihtiyaçtır. Eğitim salt teoriyle sınırlandırılmamalı ve hayattan kopuk olmamalıdır. Mevcut eğitim sisteminde mezun olan bir öğrenci sudan çıkmış balığa dönmekte, pembe hayaller dünyasından çıkıp kapitalizmin kalın duvarlarına toslamaktadır. Diplomalı işsizler yetiştiren üniversite eğitimi yerine bilimsel bir eğitim anlayışı hayata geçirilmelidir. Parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim talepleri kapitalizm altında ancak sınırlı ölçüde bir karşılık bulabilir. Sorun tek başına YÖK sorunu değildir, sorun kapitalizm sorunudur. Bu yüzden üniversitelerde yükseltilecek devrimci mücadelenin işçi hareketiyle bağının kurulması gerekiyor. ‘68 hareketi olarak tarihe damgasını vuran öğrenci hareketi son tahlilde işçi hareketinin yükselişinin bir yansımasıydı. Sınıftan kopuk bir öğrenci hareketinin başarıya ulaşamayacağı açıktır. Devrimci öğrenciler sınıfını bilip işçi sınıfının mücadele saflarına katılmalıdırlar! 


Fransa’daki İşçi Mücadelelerinin Düşündürdükleri Serhat Koldaş

K

apitalist düzenin küresel krizini atlatmak üzere izleyeceği yol ve yöntemler, bunu takiben sürecin nasıl ilerleyeceğine dair değerlendirmeler Marksist Tutum sayfalarında daha önce de yer almıştı. Bu değerlendirmelerde, burjuvazinin ilk etapta işçi sınıfına işten çıkarmaları, daha ağır çalışma koşullarını ve daha düşük ücretleri dayatacağı; devlet harcamalarını arttırarak piyasayı canlandırmaya çalışacağı, batmakta olan işletmelerin devletleştirilmesinin ya da kurtarılmasının faturasını toplumsallaştıracağı, bu yöntemlerle büyük sermayeyi ayakta tutmanın ve kâr oranlarını yükseltmenin yolunu arayacağı açıklanmıştı. İlerleyen süreçte ise artan devlet borçlarını kapatmak üzere işçi sınıfına ikinci bir faturanın daha çıkarılacağı öngörülmüştü. İşçi sınıfına dönük genel saldırının başlangıçta AB emperyalizminin zayıf halkalarında (İzlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya) sınıf çatışmalarını keskinleştireceği, süreç içerisinde sınıf çatışmasının sermayenin daha güçlü olduğu AB ülkelerinde de keskinleşeceği açıklanmıştı. Nitekim son aylarda İtalya ve Fransa’da yükselen sınıf çatışmaları kapitalist krizin beklenen seyrini yansıtıyor. Fransa’da Sarkozy hükümetinin hazırladığı yeni emeklilik yasasıyla, burjuva devlet, işçi sınıfının emeklilik fonundan her yıl milyarlarca euroyu gasp etmeyi hedefliyor.

Yasanın gündeme gelmesinden bu yana Fransa’da milyonlarca işçi defalarca sokağa döküldü. İlki 7 Eylülde olmak üzere son iki ay içerisinde 7 defa “ulusal eylem günü” ilan edildi. Sonuncusu 28 Ekimde hayata geçirilen eylem günlerinde ülke çapında milyonlarca işçi sokak gösterilerine katıldı. 1995 yılındaki grevlerden bu yana Fransa’da en kapsamlı işçi mücadeleleri yaşanıyor. Değişik sektörlerde patlak veren grevlerin bazıları halen devam ediyor. 2 aydır protesto yürüyüşlerinin ardı arkası kesilmiyor; işçiler anayolları kesiyor; kamyon şoförleri yol kapama eylemleri örgütlüyor. Grev ve eylemler, demiryollarında ve havayollarında ulaşımı önemli ölçüde aksatıyor. Rafineri işçileri 12 petrol rafinerisinde barikatlar kurdu. Fransa’daki benzin istasyonlarının yaklaşık yarısında benzin tükendi. Şimdiye kadar 800 kadar liseden yüz binlerce öğrenci boykotlarla işçi grevlerine destek verdi, yüz binlerce liseli ve üniversiteli genç, işçilerle birlikte protesto yürüyüşlerinde yer aldı. 12 Ekimdeki eylem gününde 3,5 milyon insan Fransa sokaklarında yürüdü. Pek çok sektörde yaşanan grev ve eylemler işçi sınıfının kendi gücünü görmesini sağladı. Kamuoyu yoklamaları halkın yaklaşık %70’inin eylemleri desteklediğini ortaya çıkardı. Ancak farklı sektör-

37


marksist tutum

lerde patlak veren kısa süreli grevler genel greve dönüşmedi. Sendika liderleri eylemlere yönelik toplumsal desteğe rağmen ekonomiyi tamamen durduracak bir “genel grev çağrısı” yapmaktan kaçındılar. Hükümet geçen hafta yasayı meclisten geçirdi ve senatoya onaylattı, bu arada sendikalar 6 kez tekrarlandığı halde hükümetin saldırısını durduramayan “eylem günleri”nden iki tane daha ilan ettiler. Fransa’daki en büyük Sendika Konfederasyonları CGT ve CGIL 28 Ekim ve 6 Kasımı eylem günü olarak belirledi. Ancak sendika konfederasyonları, grevlere ve eylemlere katılmayan işyerlerini mücadeleye katmak üzere parmaklarını bile kımıldatmıyorlar. Hükümet yeni emeklilik yasasını onaylatırken işçi sınıfının çoğunluğunun eylemlere katılmadığını ileri sürdü. Yasanın onaylanmasının hemen ardından ise “artık yasa onaylandı, eylemler hem gereksiz hem de yasadışı” demeye başladı. Hükümet, grevlerin sonuçsuz kaldığını, eylemlerin artık sona ermekte olduğunu ilan ediyor. Gerçekten de yasanın onaylanması, işçi sınıfının mücadelesinde bir gevşemeye ve moral bozukluğuna yol açtı. Yer yer grev ve eylemler devam ediyor; ancak barikatlarla bloke edilen rafinerilerin bir kısmında eylem kırıldı, bazı belediyelerin işçileri de greve son verme kararı aldı. 19 Ekim eylem gününde ülke çapında gösterilere 3,5 milyon işçi katılmıştı. 28 Ekim eylem gününde ise yürüyüşlere katılanların sayısı 2 milyon kişiyle sınırlı kaldı. Yapılan röportajlar, mücadeleci işçilerin, mücadeleyi savsaklayan ve yasanın onaylanmasına göz yuman sendika konfederasyonlarına ateş püskürdüğünü gösteriyor.

İşte burjuva demokrasisi Avrupa demokrasisinin gelişkinliği üzerine düzülen methiyelerin sahteliği, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir çatışma durumunda çıplak bir biçimde açığa çıkıyor. Sınıf çelişkilerinin yoğunlaştığı kriz dönemlerinde burjuva düzenin üzerini örten demokrasi yaldızları dökülüyor; burju-

38

Kasım 2010 • sayı: 68

va diktatörlüğü çirkin yüzünü kitlelere gösteriyor. Yapılan tüm kamuoyu yoklamaları, Fransa toplumunun büyük çoğunluğunun emeklilik yasasındaki değişikliğe karşı olduğunu ortaya koydu. Ancak halkı temsil ettiği iddia edilen parlamento halka rağmen yasayı onayladı. Burjuva meclis, kendisine oy veren seçmenlerin değil büyük sermayenin çıkarlarını kolladı. Kitle mücadelesinin yükselişi ile birlikte Fransız burjuva diktatörlüğü derhal, ayaklanmaları bastırmak için uzmanlaşmış özel polis güçlerini devreye soktu. Ayaklanmaları ve protesto eylemlerini bastırmak üzere örgütlenen çevik kuvvet polisini işçilere saldırttı. Rafinerilerdeki direnişi kırmak için işçilere karşı polis operasyonları düzenlendi. Kitle gösterilerine göz yaşartıcı bombalarla ve plastik mermilerle saldıran devlet, bir gencin gözünü kaybetmesine, onlarca işçinin yaralanmasına yol açtı. Onlarca kişi gözaltına alındı. Fransız burjuva devleti ajan-provakatörlerini de devreye soktu. 300 kadar polis-ajan, üzerlerinde CGT konfederasyonuna ait amblemler ve yüzlerinde maskelerle, kitle gösterilerinde “görev” icra etti. İşçi mücadelesini karalamak, işçileri tutuklamak üzere suç unsuru oluşturmak gibi niyetlerle çalışan bu ajanların bankaların camını kırarken ve yaşlı bir adamı tekmelerken çekilmiş videoları açığa çıktı. Aynı ajanlar, polis merkezi önünde üzerlerinde CGT amblemli giysileri ve yüzlerini kapatmak üzere hazırladıkları maskeleriyle görüntülendi. Bu sefer burjuvazinin maskesi düştü, burjuva diktatörlüğünün ahlâksız yüzü göründü. Burjuva devletler, işçi mücadelelerini karalamak için dünyanın her yerinde benzer tezgâhlar kuruyorlar. Ne AB kriterleri ne de demokratik gelenekler, burjuva demokrasisinin burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yakın zamanda Yunanistan’da ve İtalya’da burjuva devletin kitlelere acımasızca saldırdığını nasıl unutabiliriz! İster Fransa’daki gibi sağcı Sarkozy hükümeti iktidarda olsun, ister Yunanistan’-


sayı: 68 • Kasım 2010

daki gibi sosyal demokrat PASOK hükümeti… Kapitalist devletin sınıf doğası her yerde aynı! Avrupa nezdinde gördüğümüz tabloyu dünya ölçeğinde de görüyoruz. ABD’de Obama, savaşa son verme, yoksullar için sağlık ve sosyal güvence sağlama vaatleriyle işçi ve emekçilerin desteğini alarak başkanlık seçimlerini kazanmıştı. Obama başa geçer geçmez militarizmin liderliğine ve ABD finans-kapitalinin hizmetkârlığına soyundu. On milyonlarca Amerikalı halen iş ve sağlık güvencesinden yoksun yaşıyor. Trilyonlarca dolar ABD bankalarına, silah ve petrol tekellerine akıtılıyor. Obama’nın başa geçmesiyle beraber dünyada yeni bir dönemin başlayacağına dair burjuva basında pompalanan hayallere ne oldu? İngiltere’deki son seçimlerde işçi sınıfı, çürümüş İşçi Partisi’ni yenilgiye uğratmıştı. Seçimler sonucunda, muhafazakârlarla liberallerin koalisyon hükümeti kurulmuştu. Şimdi işten çıkarmaları yeni hükümet yürütüyor. Havayolu işçileri ve BBC çalışanları grev kararı aldı, ancak sendikacılar grevlerin gerçekleşmesini engellediler. Seçimler yapılıyor, hükümetler değişiyor ama işçi sınıfı için değişen bir şey olmuyor. Dünyanın her yerinde sağlı sollu tüm düzen partileri büyük sermayenin düdüğünü çalıyor. İşçi sınıfına işsizlik, ağır çalışma koşulları, sosyal haklarda kesinti ve yoksullaşma dayatılıyor. Burjuva parlamentarizminin yaldızları dökülüyor, kapitalist düzen kitleler nezdinde giderek daha açık bir biçimde teşhir oluyor. İşçi sınıfı ise burjuvazinin saldırılarına boyun eğmek istemediğinin, mücadele etme arzusu taşıdığının sinyallerini veriyor. Çin’de hareketlenmeye başlayan genç işçiler, İrlanda’da, İspanya’da ve Portekiz’de kitle gösterileri ve 1 günlük genel grevler, Hindistan’da ve İran’da otomotiv sektöründe yaşanan işçi mücadeleleri, Romanya’daki grev dalgası; sermayenin küresel saldırısına işçi sınıfının direneceğini gösteriyor. İşçi kitlelerinin politik bilincinin eylem içerisinde dönüşeceği, kitlelerin pratik içerisinde öğreneceği Marksizmin abecesidir. İşçi sınıfının devrimci örgütü, sınıfın

marksist tutum

önderliğini burjuvazinin seçim sandıklarında değil, mücadelenin ateşi içerisinde, kitle mücadelesini ileriye taşıyacak politikalar geliştirerek kazanacaktır.

Önderlik krizi Gelişen sınıf mücadeleleri, işçi sınıfının saflarındaki zaafları da açığa çıkartıyor. İşçi sınıfının önderlik krizi kahredici düzeydedir. Sendika konfederasyonlarının mücadeleyi savsaklaması sürpriz değildir; konfederasyonların tepesine çöreklenmiş bürokratların uğursuz rollerini oynayacakları başından beri biliniyordu. Sorun, devrimcilik iddiasındaki örgütlerin işçi kitleleri içerisinde sağlam bir temele sahip olmamasıdır. Fransa’da, çok uzun yıllar önce işçi sınıfının devrimci önderliğini inşa etmek üzere yola çıkmış, enternasyonal düzeyde iddia taşıdığını ilan eden politik örgütler mevcut. Ne var ki, doğru bir politikörgütsel perspektife ve tarza sahip olmadıkları ve bunun sonucunda işçi sınıfı içinde anlamlı bir güce ulaşamadıkları için, ortaya çıkan sınıf hareketini ilerletmeleri söz konusu olamazdı, olmamıştır. “Heyecanını yitirmiş, yıllardır kendini aynı minval üzre tekrar eden, hiçbir yanlışını sorgulamayan siyasal çevreler belki rutinizm temelinde varlıklarını sürdürebilirler ama böylelerinin ihtiyaç duyulan yeni bir atılımı başlatabildikleri görülmüş müdür?” (Elif Çağlı, Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık, MT, no:1) İşçi sınıfının devrimci önderlik krizi tüm yakıcılığıyla ortada duruyor. Sınıf çatışmaları şiddetlendikçe sorunun çözümü daha da acil bir biçimde kendini dayatıyor. Tarihsel sorunları çözüme kavuşturacak kestirme yollar yok elbette! Ancak umutsuz olmak için hiçbir neden yok. İşçi mücadeleleri öncü işçi potansiyelini açığa çıkaracak; doğru fikirler ve tarz, militan işçilerle mutlaka buluşacaktır. Doğru fikirlerle ve mücadele anlayışıyla kuşanmış devrimci işçi örgütleri, sadece gündelik mücadelelerin seyrini değil, tarihin akışını değiştirecektir.

39


Fatmagül’ün Suçu Ne? Aylin Dinç

K

apitalizm, bir bataklık gibi giderek daha fazla çürüyor ve etrafa ürettiği pisliklerin kokusunu salmaya devam ediyor. Yarattığı hiçbir pisliğini gizleyemiyor, bunların çığ gibi büyümesine yol açıyor, seyirci kalanları da mıknatısın çekim alanından kurtulamayan demir tozları misali içine çekip yutuyor. Patronlar sınıfının sömürü çarkının girdabında debelenen insanlık, insanca yaşayacağı, insanca düşüneceği, insanca hissedeceği ahlâk ve kültürden giderek yoksunlaşıyor. Cinsler arasındaki eşitsizlik, kadınlar üzerindeki baskı, işkence, taciz ve tecavüzler bunun önemli bir göstergesi. Geçen ay gösterime giren bir dizinin reytingini arttırmak için yapılanlar, toplum olarak nasıl bir çürümüşlük noktasına geldiğimizi gösterdi. İşçileri evde geçirdikleri kısıtlı zamanlarında düzenin daha fazla kölesi haline getirmeye çalışan, onu sanal eğlence âleminde kaybolarak gerçeklikten daha fazla uzaklaştıran, yalan haberlerle, sahte dünyalarla meşgul eden düzenin ideolojik aygıtı olan medya kültürel olarak da yozlaşmaya ne kadar hizmet ettiğini bir kere daha gösterdi. Yıllar önce Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı, orijinal adı “Umutsuz Şafaklar” olan “Fatmagül’ün Suçu Ne” adlı film, ilk kez 1986 yılında çekildi. Aynı senaryo geçen ay dizi film olarak gösterime girdi. Dizide burjuvaların ikiyüzlülüklerini, kendi rahatları ve eğlenceleri için kimseyi harcamaktan çekinmediklerini, dünyalarında dostlukların, arkadaşlıkların hiçbir değerinin olmadığını, tek değerlerinin para olduğunu görüyoruz. Fatmagül’ün ise hayalleri var, saf ve naif abisinin ondan, onun sağlığından başka bir düşüncesi yok. Birbirlerine saf sevgilerle kenetlenmiş insanların yaşamı var bu tarafta. Ta ki, Fatmagül burjuva piçlerinin bir gecelik eğlencelerine meze olana kadar. Gösterime girmeden günlerce önce dizinin tanıtımı tecavüz sahnesiyle yapıldı. İlgili bölüm gösterildikten sonra da hem medyada tecavüz görüntüleri eğlence pazarına hizmet etmeye devam etti, hem de internet bu tecavüz sahnelerini gösteren binlerce sayfayla doldu. Gelen başlıklar, dizinin konusunu anlatmaktan öte bu dizide ve daha önceki filmde oynayan karakterlerden hangisinin daha iyi tecavüz sahnesini oynadığı, kime daha iyi tecavüz edildiği yönünde idi. Haberlerde kullanılan dil, tarz ve fotoğraflara baktığımızda tecavüzün insanlık dışı olduğuna

40

dair bir izlenim elde etmemiz mümkün değil. 3’ü burjuva olan 4 sarhoş ve uyuşturucu kullanmış genç birçok hayali olan yoksul bir kıza tecavüz ediyor ama olay “bütün Türkiye ekran başına kilitlendi”, “işte o sahne”, “internette rekor kırdı”, “tecavüz ekrana kilitledi” başlıklarıyla veriliyor. “İşte Beren’li tecavüz sahnesi” ve “İşte Hülya’lı tecavüz sahnesi” diye karşılaştırma yapılarak izleyiciye alternatif bile sunuluyor. Medya, filmde burjuva dünyanın çirkinliklerini gözler önüne seren kesitlerinin üstünü örtme telâşında sanki! Dizi, toplumsal bir gerçeği de karşımıza dikiyor. Burjuvazinin, yoksul emekçilere karşı nasıl sınıf refleksiyle hareket ettiğini, kendi sınıfından olmayanları nasıl kullandığını, harcadığını, her işlediği suçta utanma duymadan, vicdan muhasebesi yaşamadan, arsızca ve kâr hesabıyla yaşamına devam ettiğini, her türlü ahlâksızlığı kendine hak gördüğünü sergiliyor. Tüm olumlu yönlerine rağmen dizinin tecavüz sahnesinin gölgesinde kalması, tecavüz sahnesinin reyting rekorları kırması ise temel bir soruna işaret ediyor: Toplum artık bir kadının başına gelebilecek en korkunç durumlar karşısında bile gizli bir haz duyacak şekilde çürümeye başlamış durumda. Filmde Fatmagül’ün başına gelenler dünya üzerinde her gün binlerce kadının başına geliyor. Kadına yönelik cinsel şiddet, tecavüz olayları ve bu olaylardan sonra katledilen kadınların, çocukların ve bebeklerin sayısı da giderek artıyor. Tecavüz yalnızca kadının bedenine dönük bir saldırı değil, onun kişiliğine ve ruhuna dönük bir saldırıdır. Telafisi çok güç olan bir travma yaşar saldırıya uğrayan kadın. Yıllar boyu süren bir korku yaşar, hem kendi bedeninden hem erkeklerden tiksinir. Kendini aşağılanmış hisseder. Ciddi bir güvensizlik duygusuna kapılır ve o anı yıllarca kâbuslarında yaşamaya devam eder. Bu bir insanın hissedebileceği en kötü duygulardan biridir. Çoğu kadın başına gelenleri en güvendiği yakınlarına bile anlatamaz. Olay duyulduğunda zaten kendini de suçlu hisseden kadının toplum tarafından suçlu ilan edilme riski vardır: Eğer düzgün giyinse, gecenin o saatinde o ıssız yerde olmasa, cazibeli görünmeye çalışmasa bunlar gelmezdi başına anlayışı oldukça yaygındır zira. Halk arasında söylenen “dişi it kuyruğunu sallamazsa, erkek peşinden gitmez” sözünün anlamı herkesçe malûmdur.


sayı: 68 • Kasım 2010

Türkiye’de yakın zamana kadar erkeği bu suçta koruyup, kollayan, onu nerdeyse suça teşvik eden yasalarda değişiklikler oldu. 1990 yılına kadar tecavüz mağdurunun hayat kadını olması durumunda ceza indirimi söz konusu idi. Yine yakın bir zamana kadar tecavüz ettiği kadınla evlenen tecavüzcü beş yıl boyunca mağdur ettiği kadınla evli kalırsa suçundan kurtulmuş oluyordu. Dolayısıyla bu beş yıl boyunca mağdur kadına tecavüz edilmeye devam ediliyordu. Yasalarda değişiklik olmasına rağmen fiiliyatta halen tecavüzcüler suçlarının cezasını yasalar gereğince bile çekmiyorlar. Çünkü o yasaları yorumlayanlar da yapanlar gibi erkek egemen bir zihniyete sahipler! Yasalar hâlâ erkeği korurken ve bu suçun devamına onay verirken, bilim adamları boş durmuyor. Her sorunun kaynağını kapitalist toplumun çürümüşlüğünde değil de insan doğasında arayan burjuva “bilim” burada da imdada yetişiyor. Amerikalı biyolog Randy Thornhill ile antropolog Craig Palmer tecavüzün atalarımızdan bize kalan biyolojik bir miras olduğunu iddia ediyorlar. Kur yapmada başarısız olan erkekler, üreme şansını kaybetmemek için saldırganlaşıyorlarmış! Yani bu işin suçlusu erkeğin doğası! Toplumsal değerler, toplumun insanı insan yapacak gelişmişlik düzeyi, insanı bir başka insanın acısını, kederini düşünemeyecek bir duyarsızlığın içine iten yaşadığı koşullar değil de her şeyden soyut bir insan doğasıymış asıl suçlu olan! Tecavüz edilenin de tecavüz edenin de giderek yaşının küçüldüğü çürümüşlük düzeyinin duyularımızı daha fazla köreltmesine izin vermemeliyiz. İnsani değerlerin ayaklar altına alındığı, her şeyin alınır satılır olup, getirdiği kâr kadar değerli olduğu bu insanlık dışı sistemi ortadan kaldırmamız gerekiyor. Daha eğitimli erkeklerde durum değişiyor mu? Sıklıkla bu soruna eğitimsizlik ve gelişmemişlik yönünden yaklaşılıyor. Oysa kadına yönelik şiddet olsun, cinsel taciz ve tecavüz olsun hangi birine bakarsak bakalım, hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde sorunun boyutu çok fazla değişmiyor. Yapılan bir araştırmaya göre genel olarak şiddet eğilimi üniversite mezunu olanlarda %19,96 iken üniversite düzeyinin altındaki okur-yazar olmayanlarda %11,9’dur. Okur-yazarlık oranlarının giderek arttığı günümüzde suç oranlarında, cinsel şiddet olaylarında bir düşüş yaşanmıyor. Genel kanı kadına yönelik her türlü şiddetin kırsal alanda daha yoğun olduğudur. Oysa gerçekte durum çok daha başkadır. Hem eğitim hem ekonomik düzeyin daha yüksek olduğu bölgelerdeki suç oranıyla kırsal bölgelerdeki suç oranı nerdeyse eşit durumdadır. Burjuva medya, taciz ve tecavüz olaylarında mal bulmuş mağribi gibi olayların üzerine gidiyor. Bu tür olayları Kürtlerin ve o bölgede yaşayan insanların cahilliğine bağlama konusunda tüm maharetini ortaya koyarak buradaki asıl sorumlu

marksist tutum

olarak icat ettiği “feodal” düzeni gösteriyor. Bu sorunun hem eğitim sorunu hem de Kürtlere özgü bir sorun olduğunun altını çizmeye çalışıyor. Elbette ki, Kürt illerinde bu yönde yaşanan her olay da yaşadığımız düzenin çürümüşlüğünün işaretidir. Bu bölge de cinslerin eşitliği anlamında kadının kendini güvende hissedeceği, mutlu ve huzurlu bir kadınlık yaşayacağı bir bölge değil. Tıpkı metropollerde olduğu gibi. Gece vardiyadan dönen kadın ıssız bir sokaktan içi titreyerek evine vardığında “bu gece de paçayı kurtardım” diye düşünüyor. Evine giden en güvenli yol için kilometrelerce yürümeyi tercih etmek zorunda kalıyor. Tecavüze uğramasa da, bir toplu ulaşım aracında, dar bir yolda, bir üst geçitte taciz edilmekten kendini kurtaramıyor. Sadece Türkiye’de değil çok daha gelişmiş Avrupa’da ve ABD’de de kadın, erkek egemen toplumun onu mahkûm ettiği kaderden kaçamıyor. Cinsel şiddete dair aşağıdaki istatistikler yüzlerce istatistikten yalnızca birkaçı ve durumun ciddiyetinin ne boyutta olduğunu gösteriyor:  ABD’de her 90 saniyede 1 kadın tecavüze uğruyor.  Fransa’da her yıl 25.000 kadın tecavüze uğruyor.  Dünyada her 5 kadından 1’i hayatında en az bir kere tecavüz ve tecavüze teşebbüs kurbanı oluyor.  Tecavüz kurbanlarının %70’i tecavüzcüyü tanıyor: Ya kocası, ya akrabası, ya arkadaşı.  Kadınların %54’ü bunu 18 yaşına gelmeden yaşıyor.  Türkiye’de her 4 saatte 1 tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu işleniyor  Türkiye’de kadınların en az %16,3’ü sık sık aile içi tecavüze uğruyor. Tüm sınıflı toplumlarda kadın toplumsal yaşamda hep ikinci plana atıldı. İkinci sınıf cins ilan edildi, değersizleştirildi, aşağılandı, babası, erkek kardeşi sonra kocası tarafından istismar edildi. Erkek bunda hakkı olduğunu, kadın da bunun tanrı yazgısı bir kader olduğunu kabul etti. Kadına bu kaderi kabul etmesi gerektiği öğretildi. Erkek, kadını kendine hizmet etmek için yaratılmış bir varlık olarak gördü; bu yüzden o, kendini doyurmalı, giydirmeli, neslini devam ettirmeli, cinsel ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmeliydi. Kocalık hakkı ona sahip olma hakkıydı. Tecavüz edilenin de tecavüz edenin de giderek yaşının küçüldüğü çürümüşlük düzeyinin duyularımızı daha fazla köreltmesine izin vermemeliyiz. İnsani değerlerin ayaklar altına alındığı, her şeyin alınır satılır olup, getirdiği kâr kadar değerli olduğu bu insanlık dışı sistemi ortadan kaldırmamız gerekiyor. Zenginliğin bir avuç asalağın elinde toplanmayıp tüm toplumun ortak kullanımına sunulduğu bir düzende, insanlar birbirini içten ve karşılıksız sevecekler. Maddi ilişkilerin yerini her türlü yüce insani duyguların aldığı bir dünyada eşler birbirini bulmakta, birbirini seçmekte bugünkü gibi zorluk yaşamayacaklar. Böyle bir dünyayı kurmak mümkün, yeter ki bugün içinde yaşadığımız bataklığı kurutmak için mücadele edelim.

41


Kasım 2010 • sayı: 68

marksist tutum

Burjuva Adalet ve Bağımsız Yargı Burjuva adalet kime? “Hukukun üstünlüğü”, “Türkiye bir hukuk devletidir” diye döne döne tekrarlıyorlar. Hangi hukukun üstünlüğü, kimin hukuku? Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in katili faşist Ogün Samast çocuk mahkemesinde yargılanacak. Bu katilin çocuk mahkemesinde yargılanıyor olması burjuvazinin nasıl bir adalet anlayışının olduğunu yeterince göstermiyor mu? Öldüren belli, azmettiren, tezgâhlayan belli, ama mahkeme duruşmalar sürekli ertelenerek devam ediyor. Bu nasıl adalet? Kemal Türkler’in katledilmesinin üzerinden 30 yıl geçti ama katil elini kolunu sallayıp dolaşıyor. Çünkü “yüce” adalet bu katili ve onun hizmet ettiği gücü görmüyor. Neden acaba, gözleri mi kör bu adaletin? Bu adalet aç kaldığı için baklava çalmak zorunda kalan çocukları görüyor, hakkını arayan işçileri, öğrencileri, devrimcileri, komünistleri, Kürtleri görüyor. Onları hapse tıkıp aklınca kamu düzenini sağlıyor. Adalet arayanları daracık koridorlarda süründürüp perişan ediyor. Ama örneğin Kemal Türkler davasında katil mahkemeye ödenek yokluğu nedeniyle getirilmiyor! Yani “yüce” adaletimizin katili mahkemeye kadar getirecek parası bile yok! Oysa iş devrimcilere geldi mi yüce adalet servetler harcıyor. Kemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan mahkemede babasının katilinin Osman Ağaoğlu olduğunu, katili kendi gözleriyle gördüğünü ve bunu seneler öncesinden teşhir ettiğini söylemesine rağmen, “yüce” adalet delil yetersizliğinden katili defalarca serbest bırakıyor. “Yüce” adalet hariç, katilin Osman Ağaoğlu ve onun uşaklık ettiği sermaye sınıfı olduğunu bilmeyen var mı? Güler Zere F tipi cezaevinde kansere yakalandı, Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi, 16 Ekim tarihli raporunda, “hastalığın gerileme göstermediği, tekrarladığı, geri dönülmez aşamaya girdiğinin anlaşıldığını” belirtti. Türk Tabipler Birliği’nin son olarak Zere ile ilgili olarak hastalığın tıbben geri dönülemez noktada olduğunu açıklamasına, toplumsal baskıya ve onca girişime rağmen, “yüce” yargı Zere’yi son ana kadar tahliye etmemişti. Ama Ergenekon davasında tutuklu generalleri tansiyonları çıktığı için (!) tahliye ettiler. Bu nasıl adalet?

Yargı bağımsız olabilir mi? “Yargının bağımsızlığı”, “hukukun üstünlüğü” diye orasını burasını yırtanlar bu gerçekleri görmüyor mu? Yani ortada ba-

42

ğımsız bir yargı yok, olamaz da. Bu mahkemeler burjuva mahkemeler, hele ki bağımsız yargı organları denilen Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) hepsi 12 Eylül faşizminin kurumlarıdır. Bu kurumlar binlerce devrimciyi, işçiyi idama, müebbet hapse mahkûm ettiler ve 12 Eylül faşizminin emrinde çalıştılar, generallerin karşısında el pençe divan durdular. Böyle bir yargı bağımsız olabilir mi? Kapitalist sömürü düzeni sınıflara dayanır. Yasaları da sınıf mücadelesi belirler. Dünyanın hiçbir ülkesinde bağımsız yargıdan söz edilemez, çünkü kapitalizmde yargı kurumları burjuva egemenliğinin bir aracıdır. Bundan 124 yıl önce Amerika Birleşik Devletlerinde August Spies, Albert Parsons ve yoldaşları Amerikan burjuva yargısının kurbanı olmuştu. Mahkeme başkanı yıllar sonra gerçeği itiraf etmiş, mahkemenin bir düzmeceden ibaret olduğunu açıklamıştı. Zaten işçi önderlerine yaptığı bu komplodan dolayı ödüllendirilmiş ve Amerikan çelik tekellerinin başına getirilmişti. İşte burjuva adaletin ikiyüzlülüğü!

Adaleti nerede aramalı? Kapitalist toplumda her şeyi sınıflar mücadelesi belirler. Bunun başında yasalar gelir. Yani demokrasinin sınırlarını, adaletin terazisini belirleyen işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesidir. Sınıf hareketinin güçlü olduğu bir dönemde burjuvazi yasalarını istediği gibi uygulayamaz. İşçiler demokratik hakları için mücadele ettiğinde burjuvazi yasaları değiştirmek zorunda kalır, yani taleplerimiz yasalaşır. Bugün sahip olduğumuz birçok hak burjuvazinin babasının hayrına verdiği haklar değildir. Hepsi işçi sınıfının mücadele verip, kanı, canı pahasına aldığı haklardır. Bugün örgütsüz olduğumuz bu şartlarda burjuvazi yasaları daralttıkça, daraltıyor. Bu durumda onun yargısı da mahkemesi de istediği gibi davranabiliyor. Yani mevcut yasaları bile uygulama gereği duymuyor. Ne var ki sınıf hareketinin güçlü olduğu 1980 öncesinde, işçilere, devrimcilere karşı terör estirmek üzere kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) işçi sınıfının başlattığı grev ve direniş dalgasına dayanamayıp kapatıldı. Bizler örgütlü ve güçlü olduğumuzda adaletin terazisi hizaya belli ölçülerde geliyor, burjuvazi her istediğini yapamıyor. Ancak bu yargının, mahkemelerin


sayı: 68 • Kasım 2010

bağımsız olduğunu göstermiyor. Onlar herkese karşı eşit olduklarını söyleseler de yalanları yatsıya bile kalmıyor. Bugün Ergenekon davası vesilesiyle burjuva devletin pislikleri ortalığa sızıyor, ne var ki “derin devlet”in bu pislikleri işçi sınıfının müdahalesi olmadan asla tam olarak ortaya çıkmayacaktır. İşçi sınıfı demokratik haklar için mücadele etmelidir. Ancak işçi sınıfının mücadelesi kendi iktidarını kurana dek, sınıfsız bir toplum yaratana dek sürecektir. İşçi sınıfı mücadele ettikçe demokratik haklar genişleyecektir, ancak mücadele nihai

marksist tutum

hedefe ulaşmadığı ölçüde burjuvazi yasalarını bizlere bir kez daha dayatacaktır. Adalet devrimci mücadelede aranmalıdır. Bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfı burjuva devletin işlediği cinayetlerin hesabını soracaktır. Kemal Türkler’den Albert Parsons’a kadar nice işçi önderlerinin kanı yerde kalmayacaktır. Kapitalist sömürü düzeni yerle bir edildiğinde, işte o zaman adil ve eşit bir dünyamız olacaktır. Bunun için de sınıf devrimcileri olarak burjuvazinin sinsi ideolojisine karşı uyanık olmalı ve Marksizme sımsıkı sarılmalıyız.

H.S.

TÜSİAD ile MÜSİAD İlk Kez Bir Araya Geldiler

İ

çinde yaşadığımız sömürü düzeni rekabete dayanır. Kapitalistler daha fazla kâr elde etmek için birbirleriyle kıyasıya yarışırlar. Kendi aralarında sürekli bir kapışma vardır. Ancak aralarında ne kadar kapışsalar da sonuçta aynı sınıftandırlar. Ne zaman işçi sınıfı hareketi yükselip sömürü düzenini tehdit etse, patronlar domuz topu gibi birleşirler. Birbirini yiyen bu asalaklar bir anda sarmaş dolaş oluverirler. Patron örgütleri olan TÜSİAD ile MÜSİAD da 20 yıl sonra ilk kez geçtiğimiz Mayıs ayında bir araya geldiler. Bir tarafta patronlar kulübü TÜSİAD, diğer tarafta “İslamcı sermaye” diye adlandırılan MÜSİAD. Bu sermaye gruplarına ne ad verilirse verilsin, sonuçta sermaye sermayedir. TÜSİAD’ın temsil ettiği burjuvalar yıllarca devlet olanaklarından yararlanarak palazlandılar. Bu sermaye gruplarına Türkiye pazarı yetmez olmuştu. Artık dünya sermayesiyle bütünleşmek istiyorlardı. Ancak önlerinde örgütlü devrimci işçi sınıfı vardı. 1980 askeri faşist darbesiyle işçi sınıfının örgütlülüğü dağıtıldı ve bu sermaye grupları amansız bir sömürüyle 20 yıl-

da dünya piyasalarında cirit atar hale geldiler. Bugün Romanya’dan Orta Asya’ya, Afrika’ya kadar sermaye ihraç ediyorlar. Diğer taraftan da kendilerini “Anadolu kaplanları” olarak adlandıran, “dini bütün” sermaye grupları kısa zamanda palazlanarak TÜSİAD’a rakip oldular. 1990’ların başında 12 firma ile kurulan MÜSİAD bugün 15 bine yaklaşan firma sayısı, 35 milyar dolarlık üretim hacmi, 10 milyar dolarlık ihracatı ve 750 bin kişilik bir işçi kapasitesiyle hatırı sayılır büyüklükte bir sermaye ittifakı haline geldi. Bu iki sermaye grubu da işçi sınıfının sırtından edindikleri sermaye ile bölgesel güç haline geldiler. Bunlar yıllarca birbirlerinden çok farklıymış gibi gösterildiler. Ancak işçi sınıfını daha fazla sömürmek ve kendi yaratmış oldukları krizin faturasını işçilere ödetmek için tereddütsüz bir araya geldiler. Başlıca gündemleri de emeğin esnekleştirilmesi ve kıdem tazminatının gasp edilmesiydi. Demek ki patronlar arasında bazı görüş farklılıklarının hiç önemi yoktur. Onların tek düşündüğü daha fazla kârdır. Birinin kendine “laikçi”, diğerinin “İslamcı” demesi onların farklı olduğu anlamına gelmez. Çünkü sermayenin dini, dili, mezhebi yoktur. Patronlarla aynı dine inanmamızın veya aynı dili konuşmamızın biz işçilere bir faydası yoktur. Bu yüzden onları şu beyaz sermaye, bu yeşil sermaye diye ayırmak bizler açısından anlamsızdır. Ama biz işçiler din, dil, mezhep gibi yapay ayrılmalarla bölünüyoruz. Böylece patronlar bizlerin örgütlenmesini engellemiş oluyorlar. Milliyetçilik zehri ile bizleri zehirliyorlar. Bütün işçilerin ortak düşmanı sermayedir. Bu sermaye yalnız Türk sermayesi değil dünya sermayesinin tamamıdır. Bizim için TÜSİAD ile MÜSİAD aynıdır. Kendilerine ne ad verirlerse versinler her ikisi de işçi sınıfının düşmanlarıdır. Aralarında rekabet olsa da onlar işçi sınıfına karşı domuz topu gibi birleşmektedirler. Ancak biz örgütlenip mücadeleyi yükselttiğimiz zaman domuz topu olmaları bir işe yaramayacaktır.

Bir büro işçisi

43


marksist tutum

Kasım 2010 • sayı: 68

İşçi-Memur Ayrımı Kalksın, Tüm Çalışanlara İş Güvencesi! İ

şçi ve memur statülerini “çalışan” kavramında birleştirmeyi içeren bir kanun değişikliğinin önümüzdeki aylarda meclis gündemine gelmesi bekleniyor. Aslında bu konu 2003 yılında da gündeme getirilmiş ancak belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Hükümet bu yılın Mart ayında memur statüsünü kaldırmayı anayasa değişiklik paketine dâhil etmeyi düşünüyordu. Ne var ki, HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili çekişmeler daha ön planda olduğu için konuyu referandum sonrasına bıraktı. Referandumdan güçlenerek çıkmayı hesaplayan hükümet, yıllardır ertelediği düzenlemeleri kendisi açısından daha elverişli gördüğü bir dönemde gündeme getirmeyi planlıyordu. Referandumun hemen öncesinde de bunun sinyalleri verildi. 23 Ağustosta Siyaset Meydanı programına çıkan Başbakan Erdoğan, işçi-memur ayrımını kaldırmaya hazırlandıklarını, birkaç yasa değişikliği ile bunun gerçekleşebileceğini, altyapı çalışmalarını tamamladıklarını, hatta bazı sendika liderleriyle de bu mesele üzerinde konuştuklarını ilan etti. Önümüzdeki dönemde işçi sınıfı cephesinde büyük tartışmalara yol açacak sözler sarf eden Erdoğan, “sendikalara söyledim ama yanaşmıyorlar, çünkü hiçbirisi koltuğunu kaptırmak istemiyor. Bütünleştiği zaman ister istemez sendikalar azalacak. O da kendileri için ayrı bir mevzi, bu mevzilerin kaptırılmaması lazım diye düşünüyorlar. Onlar istediği kadar kaptırmasın, biz burada sendika ağalığına son vermek istiyor muyuz? Hadi gelin beraber son verelim” diyerek muhalefet partilerinden de destek istedi. Erdoğan, “Sadece memurlara grevi konuşmayalım, çünkü grevi konuştuğumuz zaman lokavt da gelir bunun arkasından” diyerek aba altından sopa gösterdi. Ardından Ali Kırca’ya, “sizin gazetenizde herkes sendikalı mı” diye soran Erdoğan, değiliz yanıtını alınca, “gördünüz mü sıkıntı burada işte. Niye değil? Ben bunu başka yerde söyle-

44

diğim zaman hemen üzerime saldırıyorlar. Ben biliyorum ki, şu anda bize bu şekilde saldıran medyanın içerisinde sendikalı olmayan binlerce mensubu var. Peki, patronlar bu işe ne der acaba?” dedi. Erdoğan’ın tuzaklarla dolu sözleri üzerine dikkatlice düşünmek gerekiyor. Erdoğan’ın işçi ve sendika düşmanlığı bizim için aşikârdır. İşçi sınıfı bu beyanların şifresini doğru çözmeli ve yeni bir saldırı karşısında tutumunu netleştirmelidir. Hükümet çevrelerinden ve memur sendikalarından yapılan açıklamalara göre, işçi ve memur kavramlarının kaldırılması, yerine “çalışan” kavramının getirilmesi, memur ve işçiler için ayrı ayrı düzenlenen çalışma yasalarının yenilenerek tek çatı altında birleştirilmesi düşünülüyor. Devlet memurluğunu düzenleyen 657 sayılı yasanın tümüyle kaldırılması, 4857 sayılı iş yasasının değişmesi, sendikalar yasasının yeniden düzenlenmesi, memur sendikalarının işçi sendikaları ile birleşmesi, dolayısıyla memur sendikalarının ortadan kalkması ve işçi sendikalarının yönetimlerinin yeniden oluşması gibi emek cephesinde taşları yerinden oynatacak kapsamdaki böylesi bir paket, kuşkusuz sadece memur statüsündeki 2,5 milyon kamu emekçisini değil tüm işçi sınıfını ilgilendirmektedir.

İşçi-memur ayrımı yapay bir ayrımdır Burjuva devletin bürokratlarını ve üst düzey yöneticilerini bir kenara bırakacak olursak, kamu çalışanlarının büyük bir kesimi de işçidir. Çünkü kapitalist sistemde işgücünü ücret karşılığı satarak yaşamını sürdürenler işçi sınıfının kapsamı içindedirler. Türkiye’deki “memur” statüsünün tarihsel kökleri Osmanlı’ya uzanır. Osmanlı’nın Asyatik-despotik yapısı içerisinde memurlar özel bir konuma sahipti. Çıraklıktan yetişir, kadro verilirse “kâtip” olur, saraydan torpili varsa terfi edip “hacegan”lığa (bugünkü bürokrat) yükseltilirdi. II. Mahmut döneminde devlet memuru yetiştirmek için eğitim okulları (mekteb-i maarif) açıldı ancak torpil-terfi sistemi değişmedi. Despotik devlet geleneğini Osmanlı’dan devralan ve cumhuriyet rejimi altında bunu yeniden üreten Kemalist bürokrasi de, tıpkı Osmanlı’daki gibi “memurluk” kurumunu devlet aygıtı bünyesinde kendilerine güçlü bir zemin oluşturmak üzere düzenledi. Bu konu daha önce değişik vesilelerle Marksist Tutum sayfalarında işlenmişti. Memurluk statüsünü düzenleyen 657 sayılı yasa 1965 yılında çıkarıldı. Bu yasa zaman içerisinde değişikliklere uğramakla birlikte, kamu emekçilerini işçi sınıfından suni bir biçimde ayrıştıran özü değişmedi. Bu yasaya göre memur, kadro edindikten sonra 1 ay içerisinde “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine,


sayı: 68 • Kasım 2010 Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağına” dair yemin eder. Aynı yasaya göre memurlar “hiçbir şekilde siyasi ve ideolojik amaçlı beyanda ve eylemde bulunamazlar ve bu eylemlere katılamazlar”. Yani devlet memurunun devletin resmi ideolojisine bağlılığı yasal zorunluluk olarak belirlenmiştir. Marksistlerin kamu çalışanlarına düzene bağlılık yemini ettiren, siyaset yapmalarını, siyasi eylemlere katılmalarını yasaklayan bu yasayı savunmaları elbette söz konusu bile olamaz. Suni bir “memur” tanımı içerisinde kamu çalışanlarının işçi sınıfından ayrıştırılması elbette işçi sınıfının çıkarına değildir. Memur-işçi ayrıştırması sadece kamu sektörüyle de sınırlı değildir. Özel sektörde de patronların, tümü 4857 sayılı iş yasasına tâbi işçiler olmasına karşın büroda çalışan işçileri “memur” diye tanımlayıp diğerlerinden ayrıştırmakta ve bu ayrıma işçileri bölmek için başvurmaktadırlar. Bu ayrımın işçilerin bilinçlerini bulandırdığı da ortadadır.

İşçi-memur ayrımı kalksın, tüm çalışanlara iş güvencesi! AKP hükümetinin memur statüsünü kaldırma isteği ile bizim işçi-memur ayrımının kalkmasını istememiz tamamen ayrı niyetler içeriyor. AKP hükümeti memur statüsündeki kamu işçilerinin iş güvencesini yok etmeyi, kamuda örgütlenmiş muhalif sendikaların varlığını sona erdirmeyi, işten atma tehdidi altında kamu emekçilerini denetim altına almayı hedefliyor. Erdoğan’ın “sendika ağalığını” diline dolaması da sah-

marksist tutum tekârlıktır. Sendikal yasaları sendika yönetimini işçi tabanına yabancılaştıracak biçimde düzenleyen, mücadeleci işçi önderlerini bertaraf etmek için elinden geleni yapan, sendika ağalarının önünü açan, onları besleyip büyüten, işçi sınıfı içerisindeki ajanları olarak kullanan bizzat burjuvazidir. İşi bittiğinde o ağaları harcamaktan çekinmeyen de odur. İşçi sınıfı kendisine yönelik bir saldırıya sendikal örgütleriyle karşı koyduğunda burjuva medyada sendika ağalarının işçilerin parasıyla nasıl saltanat kurduğu ifşa edilmeye başlanır. Böylelikle işçilerin sendikalarına güveni yıpratılır, işçinin mücadele direnci zayıflatılır. Erdoğan’ın niyeti elbette işçi sınıfının yararına değildir, ancak işçi sınıfı mücadelesini niyet okuyarak ilerletemeyiz. Önümüzdeki dönemde yaklaşık 2,5 milyon kamu çalışanı, 657 sayılı yasaya dayanan iş güvencesini kaybedecek. O halde kamu çalışanları “Tüm Çalışanlara İş Güvencesi!” talebi etrafında mücadeleye girişebilir. Bu mücadele sadece memur statüsündeki 2,5 milyon işçinin iş güvencesini savunmasıyla kalmayacaktır. Hali hazırda 4857 sayılı yasa kapsamında çalışan 15 milyondan fazla işçi için kapsamlı bir iş güvencesi elde etmek hayatî önemdedir. Ancak böyle bir talep işçileri ve memur statüsündeki işçileri birleştirebilir ve burjuvazi karşısında ortak bir cephenin ardında mücadeleye sevk edebilir. Memurluğu “ayrıcalık” olarak savunan hiçbir mücadele perspektifi sınıfın birliğini sağlayamaz. Bilakis memur ayrıcalığını savunmaya yönelik bir söylem, diğer işçilerin ilgisizliği ile karşılanacak, hatta burjuvazi işçileri memurlara karşı kışkırtma imkânı bulacaktır.

Z.A.

Siz Bu Haberi Duydunuz mu Çocuklar?

F

ransız bir çikolata imalatçısı, çikolatadan ve şekerden yaptığı 3,5 metre uzunluktaki yelkenliyi denize indirdi. İskeleti şekerden, diğer bölümleri çikolatadan yapılan yelkenlinin ağırlığı 1,2 ton. Evet kardeşlerim, bizlerin çok sevdiği çikolata ve şekerlerden gemiler yapıp denize indiriyorlar. Düşünsenize, çikolatadan yelkenli gemiler! Hiroşima’da kâğıt misali yanan kardeşlerim siz de duydunuz mu şekerden bir yelkenli? Sadece 1 yıl içerisinde ölen 11 milyon çocuk, peki siz söyleyin, çikolatadan bir yelkenli bırakmışlar limana, gördünüz mü? Benimki de soru olsa. Nereden göreceksiniz? Siz boğazınızdan bir lokma ekmek geçmediği için ölmüştünüz. Siz öldünüz kardeşlerim. Çünkü kapitalist denilen bir avuç asalak sınıfı kârına

kâr katmak için sizleri katletti ve etmekte. Siz tüm zenginlikleri üretenlerin, bizim sınıfımızın, işçi sınıfının çocukları! Ürettiklerimizi yiyemediğimiz için ölüyoruz. Oysaki tüm dünyaya yetecek kadar üretiyoruz. İşte işin garipliği tam da burada! Tonlarca süt sokaklara dökülürken, gıda maddeleri denizlere atılırken, meyve ağaçları köklerinden sökülüp kurutulurken, öldü milyonlarca insan açlıktan ve ölüyor her gün 24 bini daha. Şimdi, sınıfının farkında olsun olmasın tüm işçilere sesleniyorum! Birileri egolarını tatmin etmek için çikolatalardan gemiler yaparken, canları sıkıldığında dünya turlarına çıkarken, kısacası, bizim sırtımızdan geçinip lüks içinde yaşarken, biz işçiler ve işçi çocukları her gün ölmeye devam mı edeceğiz? Yani bizim çocuklarımız, insanlarımız açlıktan acılar içinde kıvranırken, tüm bunları bilerek ve yaşayarak elimiz kolumuz bağlı oturabilecek miyiz? Yapamayız dostlarım yapamayız. Görmüyor muyuz? Patronlar bizleri çoktan kavgaya davet etti. Davetlerini geri çevirmek gibi bir durumumuz yok. İnandığımızda ve birleştiğimizde, patronların sınıfını alt edecek bir gücümüz var bizim. Eğer bu kavgadan korkması gereken bir sınıf varsa o da patronlar sınıfıdır. Çünkü çok iyi bildiğimiz bir şey var: Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok bizim! Yaşasın işçi sınıfının örgütlü mücadelesi! Gebze’den bir öğrenci

45


Okurlarımızdan

112 Acil Servisinde İşçilerin Yaşadığı Sorunlar

M

erhaba işçi kardeşlerim. Ben 112 acil servisinde 4/B’li olarak çalışan bir sağlık işçisiyim. 112 acil servisi hem çalışma koşulları hem de acil sağlık hizmetleri verilmesi bakımından diğer sağlık kurumlarından çeşitli farklılıklar gösterir. Çalışma usulü “24 saat mesai, 72 saat dinlenme” şekline dayanır. İstanbul bazında her ilçenin nüfusu göz önünde bulundurularak belli sayılarda ambulans istasyonları konumlandırılmıştır. Her istasyonda 4 ekip, her ekipte ise 3’er kişi bulunur. Bu istasyonlar Anadolu yakasında Anadolu Komuta Kontrol Merkezinden, Avrupa yakasında da aynı zamanda genel merkez olan Avrupa Komuta Merkezinden yönlendirilirler. Komuta Kontrol Merkezinin çeşitli bölümlerinde çok sayıda işçi çalışmaktadır. İstanbul genelinde 112 acil servisinde yaklaşık 3000 işçi çalışıyor.

Acil sağlık hizmeti olması nedeniyle sürekli dışarıda ve trafikteyiz. Bundan kaynaklı olarak da birçok tehlikeyle yüz yüzeyiz. Aslında biz çeşitli sektörlerde çalışan işçilerin sorunları hemen hemen aynı. Bugün 112 acil servisi var olan yasalara uyularak yöneltilse bazı sorunlarımız ortadan kalkabilir. Ama idareciler var olan yasaları bizim örgütsüzlüğümüzden de faydalanarak çiğniyorlar. Birçok hakkımız gasp ediliyor. Yemek, giyim, ulaşım, mesleki risk ödeneği, fazla mesai ücretleri ödenmiyor. Erkek sağlık emekçilerine sürücülük deneyimlerinin olmamasına rağmen kendi istekleri dışında sürücü olmaları dayatıldı. Böyle bir madde iş sözleşmesinde olmamasına rağmen bir günde ek madde ilave ettiler. Gördüğünüz gibi yasada biz işçiler için var olan haklarımız verilmezken, söz konusu kendi çıkarları olduğu zaman bir günde yasa çıkartabiliyorlar. Bu değişiklik yapılırken bize de prim ödeneceği sözü verilmişti. Tabii sözlerini unutmaları çok sürmedi. Sorunlar saymakla bitmiyor. Ambulans istasyonlarımız fiziki donanım olarak yetersiz, birçok istasyon da sağlıksız koşullara terk edilmiş. Gördüğünüz gibi sistem sağlık hizmeti verenlere ıstırap verdiği gibi sağlık hizmeti alanlara da yetmiyor ya da hizmet eksik ve eşitsiz veriliyor. İstasyon sayısı yetersiz. Acil durumlarda ambulans hizmeti yeterli ve zamanında verilemiyor. Sonra o her şeyi bilen

46

medya “Ambulans yine geç kaldı!” diyor. Sormak lazım neden acaba? Bütün bu olumsuz koşulların iyileştirilmesi gerekiyorken, sağlık bakanlığı, “çözüm” adı altında yeni sorunlar doğurmaya devam ediyor. Şimdi de “24 saat iş, 72 saat dinlenme” olan çalışma sistemini, “12 saat iş, 36 saat dinlenme” olarak değiştirmek istiyorlar. Kuşkusuz sağlık çalışanlarının 24 saat kesintisiz çalışması, hem hasta sağlığı açısından hem de çalışanların sağlığı açısından son derece olumsuz koşullar doğuran bir uygulamadır. 24 saat çalışıp 72 saat çalışmamak, bir bilinç çarpılması sonucunda pek çok işçiye cazip geliyor olsa da, söz konusu olan özellikle insan sağlığı olduğunda, bu büyük risklerle dolu bir çalışma sistemidir. Ama gerekli altyapı düzenlemeleri yapılmadıkça çalışma sistemini “12 saat iş, 36 saat dinlenme” olarak değiştirmek de yeterli bir çözüm olmayacak, yeni sorunlar doğuracaktır. Yeterli elemanın olmaması, en büyük sorunlardan biridir. Çalışan arkadaşlarımızın üçte ikisinin kadın olduğu ve ulaşım sorunu olan bölgeler düşünüldüğünde, gece vardiyalarında işe giderken servislerimizin olmayışı da sıkıntıları arttıracaktır. Ayrıca, mesai saatlerinin 12 saat olarak değiştirilmesi durumunda nöbet değişimleri akşam 20.00’de olmak zorunda. Bu saatler ise vakaların en yoğun yaşandığı saatler. Diyelim ki 19:50’de acil bir vaka ihbarı geldi. O ekibin olay yerine gitmesi ve oradaki yaralıları ya da hastayı en yakın en uygun hastaneye nakletmesi ve tekrar görev yerine gelmesi bulunduğu ilçeye göre 2 ilâ 4 saat sürebilmektedir. Zaten çok çalışarak fazla mesai ücretlerimizi alamazken böylelikle alamadığımız fazla mesai ücretleri daha da artacaktır. Üstelik, sağlık çalışanlarının dikkat eksikliğinin ve yorgunluğunun hastalar açısından ölümcül sonuçları olan hatalara yol açabildiği düşünüldüğünde, konusu insan sağlığı olan bir alanda, 12 saatlik çalışma da çok uzundur. Bizim talebimiz, en fazla 8 saat ve hatta çok daha kısa çalışma saatleri, yeterli sayıda sağlık çalışanının işe alınması ve ambulans, cihaz gibi teknik donanımların ihtiyacı karşılayacak şekilde arttırılması olmalıdır. 112 acilde yaşanan bu sorun üzerine, bu işkolunda yetkili sendika olan Sağlık-Sen, Bakırköy Başhekimlik önünde basın açıklaması yapma kararı aldı. Sendika üyesi olan sağlık işçileri yakınlarıyla birlikte eylemde yerini almıştı. Ancak büyük heyecan ve beklentiyle toplanan işçiler ve yakınlarına sendika bürokratları 4-5 dakikalık bir basın metniyle yanıt verdiler. Sendika bürokratları işçilerin taleplerini sözde savunur gözükürlerken, “siz sesinizi çıkartmayın, taşkınlık yapmayın, biz hallederiz, bu sorunu çözeriz” dediler. İşçileri pasifize ettikleri çok açık. Dostlar, sendikaları sendika bürokratlarına terk etmemeliyiz ve onları sürekli denetleyip hesap sormalıyız! Peki tüm bu saldırılar karşısında susacak mıyız? Emeğimizin karşılığını alamadığımız gün gibi ortadayken boynumuzu bükmeye devam mı edeceğiz! Tüm bu haklarımızı birleşerek ve örgütlü mücadele vererek alabilecekken neden hâlâ dağınık duruyoruz? Küçükçekmece’den bir sağlık işçisi


Okurlarımızdan Bakan Yüzsüz, Gerçekler Acı! D evlet Bakanı Ömer Dinçer Şili’deki madencilerin kurtarılması sonrasında “Büyütecek bir şey yok. Bizde olsa 3 günde çıkarırız” demişti. Ne var ki bakan Zonguldak’ta 17 Mayıstan bu yana cesetleri çıkarılamayan iki madenciden hiç söz etmiyor. Zaten 30 madencinin göçük altında ölmesine “bu işin kaderinde ölüm var” diyerek bir densizlik etmişti. Şimdi ise cesetleri 155 gündür göçük altında bulunan işçileri unutarak, utanmadan ahkâm kesiyor. İki işçinin cesedinin çıkarılması için açılan ihaleyi Çinli bir firma kazandı. Yapılan açıklamaya göre işçilerin çıkarılması için 45 ile 150 gün beklenmesi gerekiyor. Bu durumda iki işçinin çıkarılması 300 günü bulmuş olacak. Bakalım o zaman bakan bu açıklamalarına devam edecek mi? Oysa Türkiye, iş kazalarının en çok yaşandığı ülkelerden biri durumunda. Özellikle taşeronluk sisteminin yaygınlaşması iş kazalarının sık sık yaşanmasına neden oluyor. Her gün onlarca işçi iş kazalarından dolayı ölüyor. Son bir yılda hem Bursa’da hem de Zonguldak’ta 60 işçi hayatını kaybetti. Tuzla tersanelerinde olarca işçi öldü, hatta işçiler kum torbası yerine kullanılıp öldürüldü. Bütün bunlar herkesin gözü önünde oldu, o zaman bakan neredeydi? O zaman densizlik sırası başbakandaydı, olaya el atıp “işçiler eğitimli olmadıkları için ölüyorlar” demişti. İşçiler ölüyor, onlar dalga geçiyor. Çünkü işçi sınıfı örgütsüz ve saldırılara karşılık veremiyor. Bugün Türkiye’de sendikalı işçi sayısı 500 bin civarında, milyonlarca işçi çalıştığı halde örgütsüz durumda, toplu sözleşme yapabilecek işçi sayısı yalnızca 500 bin. Bu biz işçiler için acı bir durum. Çünkü bu sayı 1875

İngiltere’sinin sendikalı işçi sayısına eşit durumda. Bugün Fransa’da işçiler, hükümetin emeklilik yaşını ileri çekeceği yasaya karşı meydanları doldurmuş durumda. İtalya’da hak gasplarına karşı işçiler meydanlarda, Belçika’da yüz bin işçi krizi protesto etti. İspanya’da on milyon işçi greve gitti. Türkiye’de ise yıllarca işçi sınıfına ağır bir darbe indiren, Kürt halkına karşı amansızca saldıran 12 Eylül faşizminden hesap sorulamadı. Böyle olunca bakan da rahat rahat konuşuyor. Ne de olsa bu örgütsüzlük şartlarında lafın nereye gideceği önemli değil diyor. Peki, neden böyle? İşçi sınıfının meydanları zapt ettiği, grev ve direnişlerle hayatı durduğu 80 öncesinde başbakan veya bakan çıkıp da böyle konuşabilir miydi? Mevcut gerçekler bunlar. Bizler şimdi bu durumu nasıl değiştirebiliriz? Elbette bakana küfretmek meseleyi çözmüyor. Önümüzde hesabı sorulması gereken bir 12 Eylül faşizmi var. Bu hesabı sermaye ve onun uşaklarından sormalıyız. Onun için de bu gerçeklerle bilenerek mücadeleye atılmalıyız. Bizler örgütlenmedikçe, sendikalarımızı ve işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü güçlendirmedikçe bu yüzsüzlerle karşılaşmaya devam edeceğiz. Bakana ve burjuvaziye kızıyorsak mücadeleye daha da sıkı sarılalım. Yanımıza bir kişi daha kazanalım. Bu mücadele, Marksizmin aydınlattığı yolda enternasyonal bir mücadele olmalıdır. Yeter ki bizler sabrı elden bırakmadan mücadele edelim. O takdirde bakan ve onun uşaklığını yaptığı sermayenin üç günlük ömrü kalmış demektir. Sefaköy’den bir Marksist Tutum okuru

Haiti’de Depremden Sonra Şimdi de Kolera Öldürüyor H aiti’de 250’den fazla insanın koleradan öldüğünü bildiriyor haber bültenleri. Hastalığa yakalanan yoksul Haitililerin sayısının 3 binden fazla olduğu tahmin ediliyor. Ülkenin kuzeyinde ortaya çıkan salgının, başkent Port-au-Prince’e de hızla yayılmasından korkuluyor. Haiti’de geçtiğimiz Ocak ayında yaşanan depremden sonra doğan kolera riski bugün bir salgına dönüşmüştür. 7 şiddetindeki depremde 200 binden fazla Haitili hayatını kaybetmiş, 1,5 milyon kişiyse evsiz kalmıştı. Hastane ve okulların yerle bir olduğu deprem sonrasında halk dünyadan günlerce gıda malzemesi, ilaç ve içme suyu bekledi. Türkiye’nin de dâhil olduğu kapitalist-emperyalist ülkeler Haiti’ye sözde yardıma koştular. Ancak bu yardımseverlik emperyalistlerin güç gösterisinden başka bir şey değildi. Türkiye’de de başbakan uzun zaman boyunca Haiti’ye yapılan yardımlarla övünüp durdu. Hıristiyan-Müslüman ayrımı yapmadıklarını, yoksulların yardımına koştuklarını söyledi. Bu söylemi diğerleri de her fırsatta tekrarladı. Peki bütün ülkelerin başkanları böylesine yardımseverlerse nasıl

oluyordu da aradan geçen 10 aya rağmen Haitili yoksullar kolera salgınına yakalanıyor ve hayatlarını kaybediyorlar? İlaçlar, içme suları, gıda malzemeleri neden yeniden yollanmıyor? Kolera salgınına karşı basit tedavi yöntemleri olduğunu herkes biliyor. Neden bu ilaçlar ve temiz içme suyu yoksul Haitililere sağlanmıyor? Yoksulların koleraya yakalanması emperyalist haydutların umurunda değildir. Deprem sonrasında, başında ABD’nin olduğu askeri güç Haiti’ye inmiş, politik boşluk kontrol altına alınmış, aç ve susuz yoksulların zenginlerin tekelindeki mallara el koymalarının önüne geçilmişti. Onların asıl derdi de buydu. Haitili emekçileri yoksulluğa ve koleraya mahkûm eden eller, emperyalist-kapitalist düzenin kirli ellerinden başkası değildir. Toprağını, insanını, suyunu kirletenler, yardım yalanlarıyla Haiti’yi bölüşen sömürücülerdir. Haitili yoksulların önünde hem kolera ile hem de kapitalizmle mücadele zorunluluğu duruyor. İnsanlığın başına belâ olan bu sistemi yok etmeden önümüzdeki engellerin aşılması olanaksızdır. Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi

47


Okurlarımızdan Y

Talebimiz Ücretsiz Eğitim Olmalı

eni eğitim yılının başlamasıyla veliler okullara çağırılmaya başlandı. Ben tek başıma çalışıp, çocuk okutan bir anneyim. Okulların açılmasıyla birlikte masraflar da artmaya başladı. Önce formaydı, kitaptı derken şimdi de eğitime katkı payı adı altında okul aidatları istiyorlar. Bir de akıllı tahta varmış, çocuğu başarıya götürecek, öğretmeni ve öğrenciyi tembellikten kurtaracak, derslerinin daha başarılı olmasını sağlayacakmış. Geçtiğimiz günlerde okulda veli toplantısı olduğunu söyleyip hepimizi okula topladılar. Ben de orada öğrendim. Toplantıyı Cumartesi günü yaptılar, çalıştığımız için hafta içi yapmamışlar. Sizlerle toplantıda yaşananları paylaşmak istiyorum. Okul müdürleri, öğretmenler hepsi ordaydı. Günlerce bunun için hazırlanıldığı her hallerinden belliydi. Bizleri oturttular, karşımızda bir tane tahta vardı. Sürekli oraya dikkatimizi çekip, bu tahtanın özellikleri ve çocuklarımıza katacağı başarılar üzerine güzelce konuşup bizi ikna ettiklerinden emin olduktan sonra dertlerinin ne olduğunu söylediler. Akıllı tahtayı almak için öğrenci başına bilgisayarsız sınıflardan 45 TL, bilgisayarlı sınıflardan 20 TL istediler. 45 dakikalık akıllı tahta övgüsünden sonra zaten bütün veliler onların istediğini yapmaya ikna olmuştu. Yine de formalite icabı olsa gerek, “söylemek istediğiniz, sormak istediğiniz bir şey var mı” diyerek bizlere söz verdiler. Birkaç

kişi konuştu. “Bu okulda birkaç tane çocuğumuz birden okuyor. Ödemeleri nasıl yapacağız, ne zaman başlayacak” diye sordular. Müdür de “Söğütlüçeşme bölgesini iyi tanıyorum. Ben de Kanarya’da oturuyorum. Biliyorum hepiniz asgari ücretle çalışıyorsunuz, kira ödüyorsunuz. Ama çocuğunuz için, çocuğunuzun geleceği için bu parayı ödemek zorundasınız. Ödemelerde yardımcı olacağız” dedi. Konuşanlar arasında ben de vardım. Öncelikle müdüre okulun özel okul mu, yoksa devlet okulu mu olduğunu sordum. Bir anda herkesin dikkati bana çekilmişti. Önce müdür sonra veliler susturmaya çalıştı beni. İnsan çocuğunu severse her şeye katlanırmış! Ben susmayarak sözlerime devam ettim: “Ben çocuğumu çok seviyorum. Onun için yapamayacağım hiçbir şey yok. Yıllardır tek başıma okutuyorum ama durumum da belli. Tek başıma yaşamaya çalışan bir insanım. Olmayınca nasıl vereceğim? Hem neden bunları devlet karşılamıyor? Neden hep velilerin üstüne geliyorsunuz. Mademki burası devlet okulu, toplayın velileri, biraz da devlete baskı yapın.” Müdür, “devlet sadece su, elektrik, doğalgaz masraflarını karşılıyor” dedi. Ben de “o zaman buraya devlet okulu demeyin, niye devlet okulu diyorsunuz? Benim param olsa çocuğumu 45-50 kişilik sınıfta okutmak yerine özel okulda 10-20 kişilik sınıflarda okuturum” dedim. Bunun üzerine müdür olanlardan fazla toplayıp halledeceğini söyledi. Ben müdürle karşılıklı konuşurken diğer veliler beni susturmaya çalışıyor, çocuğumu seviyorsam bu parayı vermem gerektiğini söylüyorlardı. Ben de bu parayı hem olmadığı için, hem de bunu vermesi gereken devlet olduğu için vermeyeceğimi söyledim. Müdür benim daha fazla konuşmamam için halledeceğini söyleyerek, “senin vermene gerek yok” dedi. Aynı gün üç defa aynı toplantıyı yaptılar. Ben ilkine yanlışlıkla girmişim. Müdüre aynı şeylerin mi söyleneceğini sordum. Evet deyince çıkmak istedim, kalmamım iyi olacağını söyledi. Ben buna rağmen gidiyordum ki, öğretmelerden bir tanesi yolumu çevirdi. “Siz farklı konulara değiniyorsunuz” dedi. 8. sınıflar için yapılan ikinci toplantıya da girdim. Burada da yine aynı şeyler söylendi. Beni kızımın öğretmeni yanına çağırdı. Bir şey ödemeyeceğimi söyledi. Ben de “versem gücüm yetmiyor, vermesem okul yönetimi tarafından çocuğa daha farklı davranılıyor” dedim. Hiçbir anne-baba çocuğunu sevmemezlik yapmaz. Çocuklarımıza olan sevgimizi okullardan istenilen paraları ödeyerek, onlara birkaç eşya alarak gösteremeyiz. Ben çocuğunu seven bir anne-babanın mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımızın sadece bugününü değil, geleceğini de düşünmek zorundayız. Çocuklarımızın daha iyi okumasını ve yaşamasını sağlamak için mücadele etmek gerek. Talebimiz taksitli ödemeler değil, ücretsiz eğitim olmalıdır! Söğütlüçeşme’den bir anne

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.