Mt no 69

Page 1


NATO Zirvesi ve Füze Kalkanı Projesi Kerem Dağlı

K

asım ayında Lizbon’da gerçekleşen NATO zirvesinden çıkarılabilecek en temel sonuç şudur; Amerikan emperyalizmi, tüm NATO ülkelerini kendi politikalarının ve planlarının bir parçası haline getirmek yolunda ciddi bir adım daha atmıştır. NATO üyesi 28 ülke tarafından oybirliğiyle kabul edilen yeni stratejik konsept, ABD’nin hegemonyasını pekiştirmek ve sağlamlaştırmak için izlediği politikaların NATO’ya uyarlanmış bir özeti mahiyetindedir. ABD, füze kalkanı projesi denilen devasa militarist projeyle hem rakiplerinden (özellikle de Çin ve Rusya) gelecek tehditleri önlemek ve bu sayede de hegemonya yarışında ve emperyalist savaşta kendisine avantaj sağlamak, hem de yanında ve kontrol altında tutmak istediği güçleri kendi şemsiyesi (yani hegemonyası) altında bulundurmayı hedeflemektedir. ABD’nin bu çabası, küresel düzeyde giderek artan kamplaşmayı/kutuplaşmayı körükleyecek bir içeriğe sahiptir ve zaten niyeti de budur. Kamplaşma sürecini hızlandırarak, rakipleri henüz kendisini alaşağı edecek güçte değilken, başını çektiği cepheyi genişletmeye ve yaymaya çalışmaktadır. Böylece sürece kendisi kadar hazırlıklı giremedikleri için sürekli tereddüt geçiren AB ülkeleri veya Türkiye gibi güçleri de netleştirerek yoluna devam etmek istemektedir. Bu bakımdan, yüz milyarlarca dolar maliyete sahip olan füze kalkanı projesi, emperyalist güç ilişkilerinin ABD çıkarları lehine yeniden düzenlenmesinin bir aracı olma özelliğini taşımaktadır. İki günlük zirve gayet açık göstermiştir ki, Obama yönetimi, kendisi hakkında sarfedilen “yumuşak güç” nitelemelerine karşın, Bush dönemini hatırlatan bir hırsla,

NATO üyesi tüm ülkeleri planlarını desteklemeye zorlamaktadır. Kuşkusuz bunu yaparken Bush döneminin aksine, diğer emperyalist-kapitalist güçlere kimi tavizler vermeyi de ihmal etmemektedir. Selefinden farklı olarak, burnunun dikine gitmek yerine –çünkü artık kendini bu denli güçlü hissetmemektedir– kendi planlarını diğerlerinin planları haline getirerek, onları da planlarına ortak ederek ve bunu yaparken de kimi tavizler vererek, rötuşlar yapmayı göze alarak hareket etmektedir. Ama son tahlilde hayata geçen, ABD’nin planları olmaktadır. Zirve öncesindeki süreçte (Güney Kore’deki G-20 toplantısından başlayarak ve hatta füze kalkanı projesinin gündeme geldiği 2004 yılından bu yana), gerek AB ülkeleri ve gerekse de Türkiye, çıkar farklılıklarından oluşan çekinceleri yüzünden ayak diremiş olsalar da, neticede ABD’nin basıncına boyun eğmişler ve NATO zirvesinin gündemini oluşturan yeni stratejik konsepte ve füze kalkanı projesine onay vermişlerdir. Bu onay, projenin detaylarını (sistemin nerelere konuşlandırılacağı, komuta kademesinde kimlerin etkin olacağı vb.) kapsamamaktadır, yani önümüzdeki süreçte detaylar üzerinden pek çok konuda çeşitli pazarlıklar söz konusu olacaktır, ama genel hatlarıyla rota belli olmuştur. NATO yeni stratejik konseptle birlikte, emperyalist savaş sürecinin ihtiyaçlarına daha da uyarlanmış olarak, önümüzdeki 15-20 yıllık dönemde ABD’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir hale getirilmiştir. Bu konseptin kendisine sunduğu serbestlik sayesinde, düşman kavramının belirsizliğinin verdiği esneklikten de faydalanarak ve füze kalkanı sisteminin yaratacağı “yenilmez güç” imajına da-

1


marksist tutum

yanarak ABD, Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafyadaki halkları sindirmek, çıkarlarını dünyaya dayatmak açısından önemli bir avantaj elde etmiş olmaktadır. Bu durum, dünya çapında yeniden alevlenmiş olan silahlanma yarışını, yani militarizmi de iyice körükleyecektir. Daha şimdiden Suudi Arabistan, Mısır gibi Ortadoğu ülkeleri dahi on milyarlarca dolarlık füze sistemi siparişlerini vermiş durumdadırlar. Başta ABD’li silah tekelleri olmak üzere, Rusya, Çin ve çeşitli AB ülkeleri de silah satışlarından elde edecekleri kârların heyecanı içindedirler. Öyle ki, ABD’li tekeller, içinde bulunulan ekonomik krizden çıkışta bu silah satışlarını ciddi bir umut kapısı olarak görmektedirler. Nicedir alt-emperyalist bir aşamaya gelmiş bulunan Türkiye’nin tutumu da diğer emperyalist güçlerden farklı olmamıştır. Her ne kadar İran’la arasının bozulmaması ve “komşularla sıfır sorun” politikası sayesinde bölgede edindiği imajının zarar görmemesi için, zirve sonucu yayınlanan bildiride bazı rötuşlar yapılmasında ısrarcı olmuşsalar da, Türkiye egemenleri de füze kalkanı projesine ve NATO’nun yeni işlevine karşı değillerdir. Aksine oluşmakta olan yeni konsept içerisinde çıkarlarına uygun roller kapmak peşindedirler. Türkiye burjuvazisi, “biz zaten füze sistemi kuracaktık, dolayısıyla bu işin NATO projesi haline gelmesi maliyeti de düşürmüş oldu” diyecek kadar pervasızdır. Türkiye, bu proje çerçevesinde bizzat kendisi de bazı askeri malzemeleri ihraç etme niyetindedir. Ayrıca bu projeye dâhil olmasının bölgesel düzeyde gücünü arttıracağını da bal gibi bildiğinden, imajına zarar vermeyecek biçimsel birkaç küçük değişiklikle onaylama yoluna gitmiştir. Türkiyeli egemenler, lafta bölgesel güç olmanın yolu olarak “barışçıl bir dış politika” izlemek gerektiğinden dem vursalar da, kimi liberal hayalperestlerin aksine, çok iyi bilmektedirler ki ekonomik güçle desteklenen yüksek askeri güç, bölgedeki siyasi nüfuzlarını kat be kat arttıracaktır. Emperyalist sistemin güce dayalı orman kanunlarının işlediği dünyasında “barışçıl” söylemler, olsa olsa avını ürkütmeden yuvasından çıkarmak isteyen bir yılanın “tatlı dili” kadar barışçıldır.

“Yeni stratejik konsept” işçi-emekçi halklar açısından ne anlama geliyor? Adı “yeni” olsa da, NATO zirvesinde kabul edilen konseptin bazı açılardan çok yeni olduğu söylenemez. SSCB’nin çöküşüyle birlikte “soğuk savaş” döneminin sona ermesinden bu yana NATO birkaç kez konsept değiştirmiştir. Ama bunların hepsi, ABD emperyalizminin dünyaya vermek istediği yeni düzenin gereklerine göre oluşturulmuştur. Bu bağlamda, mali-askeri-siyasi açıdan patronu ABD olan NATO’nun temel görevi değişmiş değildir. NATO, kuruluşundan bu yana emperyalizmin vurucu gücü olmak niteliğini korumuştur. Konsept değişik-

2

Aralık 2010 • sayı: 69

likleri, NATO’nun bu temel görevini değil, ama bu amaca nasıl hizmet edeceğine dair işlevlerindeki değişimleri kapsamaktadır. “Soğuk savaş” döneminde NATO üyesi ülkelerin baş düşmanı “komünizm” idi. Dolayısıyla da NATO, bir yandan SSCB ve diğer bürokratik diktatörlüklerden gelecek askeri tehditlere karşı bir savunma oluşturmak, diğer yandan da dünya çapında “komünizmin yayılmasını önlemek” amacıyla faaliyet yürütüyordu. Bu amaçla, bünyesindeki ülkelerin topraklarında sayısız askeri üsler kurmuş, buralarda nükleer silahlar konuşlandırmış, pek çok durumda temsil ettiği emperyalist güçler adına savaşlara katılmış, bunlarla da yetinmeyerek “Gladio” tipi kontrgerilla örgütlenmeleriyle “komünizmle mücadele” adı altında işçi-emekçi sınıfların, halkların her türlü mücadelesini ezmeye çalışmıştır. Yani “emperyalizmin vurucu gücü” sıfatını fazlasıyla hak eden eli kanlı bir örgüt olmuştur. Ancak SSCB’nin ve beraberinde temsil ettiği sistemin yıkılmasıyla birlikte dünya güç dengeleri değişmiş, ABD’nin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni” çerçevesinde NATO da yeni işlevler üstlenmeye başlamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması eşliğinde Avrupa’nın göbeğinde yaşanan kanlı savaşlarda bu yeni konseptin içeriği de belli olmuştur. Emperyalist güçlerin değişen planlarına uygun olarak “komünizm öcüsü”nün yerini önce ne olduğu belirsiz bir “uluslararası terörizm” kavramı almış ve bu kavram etrafında oluşturulmaya başlanan yeni konsept, nihayet Lizbon zirvesinde son halini bulmuştur. Lizbon zirvesinde kabul edildiği haliyle yeni konseptin özünü 17 başlık altında sıralanan tehditler listesi oluşturuyor. Bu tehditler, NATO’nun hangi hallerde üyelerinin güvenliğini (siz bunu başı çeken emperyalist güçlerin çıkarları diye okuyun) sağlamak amacıyla askeri operasyonlara girişebileceğini belirliyor. Bu tehditler arasında neler yoktur ki: köktendincilik, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, kitle imha silahları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, etnik ve mezhep çatışmaları, ittifak dışı nükleer güce sahip ülkeler, enerji yollarına dönük tehditler, yüksek silah teknolojisinin yayılması, uluslararası sabotaj ve organize suçlar, kontrol edilemeyen kitlesel göçler, serbest piyasa ekonomisine dayanan uluslararası politik düzenin iflası, başarısız reformlar, merkezi devletlerin çökmesi, uluslararası terörizm, teröristler ve aşırı gruplardan kaynaklanan siber saldırılar, yaygın insan hakları ihlalleri, kara veya arazi parçalarına ait anlaşmazlıklar, uyuşturucu ve silah kaçakçılığının yayılması vs. Bu uzun listeden de anlaşılacağı gibi amaç, ihtiyaç duyulan her durumda, dünyanın herhangi bir bölgesinde, herhangi bir anda ve herhangi bir uygun araçla gerekli askeri operasyonun yapılabilmesidir. Bu sayede geçmişte sadece komünizmle sınırlı bir düşman algılaması, yerini ne idüğü belirsiz bir hayalete bırakmıştır. Bu listenin kapsamına girmeyecek bir sorun bulmak zordur. Yeni konsept sayesinde NATO, Batılı emperyalist güçlerin her türlü


sayı: 69 • Aralık 2010

ihtiyacını karşılamaya dönük olarak dünyanın tamamını emperyalist savaşın alanı sayan bir anlayışa kavuşmuştur. Listedeki tehdit sıralamasını oluşturan kavramlara biraz daha yakından göz attığımızda, yeni konseptin ideolojik arka planını da görebiliriz. İlk sırada köktendinciliğin yer alması boşuna değildir. Emperyalist paylaşım kavgasının öncelikli alanları olan Ortadoğu ve Orta Asya’da, hatta güneydoğu Asya’da ABD’nin ve peşine taktığı diğer Batılı emperyalistlerin çıkarlarının bir numaralı düşmanı İran’dır, Suriye’dir, El-Kaide ve benzeri “İslamcı” örgütler ve siyasi güçlerdir. İsteklerine boyun eğmeyen bu güçleri dize getirmek veya yok etmek için her türlü yöntemi mubah sayan ABD, bu saldırganlığına kılıf olarak “radikal İslamcı güçlerin terörist eylemleri”ni öne sürmektedir. Listede yer alan “uluslararası terörizm” vb. diğer kavramlar da bununla ilişkilidir. ABD’ye göre, örneğin İran’daki insan hakları ihlallerini bolca gerçekleştiren “köktendinci” rejim, geliştirdiği “yüksek silah teknolojisi”ne sahip “kitle imha silahları ve uzun menzilli füzeler”le, “nükleer silahlar”la, ayrıca diğer bölge ülkelerinde desteklediği yine “köktendinci terörist” yapılarla, hem siyasi hem de ekonomik istikrarsızlık kaynağı olmakta, Irak’ta olduğu gibi etnik ve mezhep çatışmalarını körüklemekte, gerektiğinde başka ülkelerde sabotajlar düzenlemekte ve bu haliyle üzerinde bulunduğu enerji yollarına dönük tehdit oluşturmakta, bölgede oluşturulmaya çalışılan “demokrasi”yi ve serbest piyasa düzenini tehdit etmektedir! Eh, bu koşullarda da katli vacip olmakta, NATO’nun hedef tahtasına oturtulmaktadır! İşin bir ilginç boyutu da, askeri tehditlerin yanı sıra, ekonomik, siyasi ve sosyal düzeydeki bazı sorunların da NATO’nun müdahalesi açısından kapsama alanına sokulmasıdır. Örneğin Haiti’deki gıda ayaklanmalarından tutun da, Avrupa’ya aşırı göç veren bir Afrika ülkesine kadar pek çok yere NATO müdahalesinin önü açılmaktadır. Daha da önemlisi, son dönemde Orta Asya ülkelerinde örneklerini gördüğümüz çeşitli renkteki “devrimler” emsal gösterilerek, devrimci ayaklanmaların ve durumların bastırılmasında da NATO’nun devreye girebilmesinin sağlanmasıdır. Bu bağlamda NATO’nun karşı-devrimci misyonu, “soğuk savaş” döneminde kontr-gerilla yapılanmaları üzerinden giriştiği faaliyetleri artık açıktan yapabilecek biçimde meşrulaştırılmaktadır. Önümüzdeki süreçte üyelerinin güvenliğini sağlamak adına, Filistin’de veya Irak’ta direniş hareketini bastırmak üzere NATO’nun devreye girmesi de olasılık dâhilindedir.

marksist tutum

Afganistan’da durum zaten budur. Venezuela, Bolivya gibi Latin Amerika ülkelerinde ABD karşıtı rejimleri devirmek için NATO güçlerinin operasyonlara girişmesi de muhtemel hale gelmiştir. İran ve Suriye zaten hedef tahtasındadır. Burjuva medyanın yaratmaya çalıştığı yanılsamanın aksine, sürekli olarak ABD ve Güney Kore ordusu tarafından kışkırtılan Kuzey Kore’nin hizaya getirilmesi için de NATO orduları harekete geçirilebilir. Kısacası NATO’nun “yeni” konspeti, tam anlamıyla bir emperyalist savaş konseptidir ve patron durumundaki ABD’nin çıkarlarının korunması ve planlarının uygulanması “eski” görevi de devam etmektedir.

“Füze kalkanı projesi”nin işlevi nedir? Mimarlığını ABD’nin yaptığı bu yeni konseptin hayata geçirilmesinde ve NATO üyesi ülkelerin bu doğrultuda ve belirli bir işbölümü çerçevesinde hareket etmesinde temel araç ise füze kalkanı projesi olmuştur. Füze kalkanı projesi, kabaca, “düşman” ülkelerden (İran’ın, Kuzey Kore’nin ve adı açıkça anılmasa da Çin ve Rusya’nın da dâhil olduğu ülkeler) atılacak kısa, orta veya uzun menzilli balistik füzelerin (muhtemelen nükleer başlıklı) önce gelişmiş radar sistemleriyle tespit edilmesi ve sonra da karadan veya denizden ateşlenecek füzelerle hedefine varmadan havada imha edilmesi esasına dayanıyor. Ancak projenin göreceği işlev, bu tanımlamanın çok ötesindedir. Şu anda gündemde olan proje, daha “soğuk savaş” döneminin sonlarında ABD başkanı Reagan tarafından ortaya konan “yıldız savaşları projesi”nden esinlenilerek üretilmiştir. Orijinal haliyle “yıldız savaşları projesi”, uygulanması bugünün teknolojisiyle bile imkânsız olan hayali bir projeydi. Bu açıdan da projenin ideolojik savaşın bir parçası ve propaganda aracı olma özelliği daha öne çıkıyordu. Bu sayede ABD, hegemonya yarışında SSCB’nin önüne altından kalkamayacağı maliyette bir proje koymuş oluyor ve NATO ülkelerini de kendi şemsiyesi altına girmeye mecbur bırakıyordu. Amaç aynıydı, SSCB’den gelecek nükleer başlıklı balistik füzelerin atmosfer dışında vurularak imha edilmesi. SSCB’nin çökmesiyle birlikte bu proje rafa kalktı, ancak ABD kendi topraklarını koruyacak bir füze kalkanı sistemini ilerleyen yıllarda tamamladı. Bush döneminde ABD, füze kalkanı sistemini AB ülkelerinde kurmak yönünde adımlar atmış, Çekya ve Polonya’ya kurulması gündeme gelen sistem, Rusya’nın şiddetli itirazları ve karşı hamleleri sonucu askıya alınmıştı. Lizbon zirvesinde kabul edilen füze kalkanı projesi çerçevesinde ise çeşitli AB ülkelerinde ve Türkiye’de radar sistemleri ve füze bataryaları kurulması karara bağlanmış oldu. Açıklamalara göre sistemin özelde Avrupa ve genelde tüm NATO ülkelerini kapsaması öngörülüyor. Başlangıçta sadece Avrupa ülkelerini kapsayacak şekilde tasarlanmış olan sistem, Türkiye’nin itirazları üzerine

3


marksist tutum

NATO ülkelerinin tamamını kapsamına alacak şekilde genişletilecek. Sistemi NATO adına ABD inşa edecek. Böylece ABD’nin yıllanmış projesi, Türkiye’nin itirazlarının da etkisiyle NATO projesi olarak ve maliyeti de NATO’ya yıkılarak hayata geçirilecek. Türkiye açısından büyük başarı! Projedeki detaylar ve medyadaki tartışmalarda yer alan bazı sorular, sistemin asıl işlevinin ne olacağı konusunda da ipuçları veriyor. Örneğin sistemin bir parçası olan ve Türkiye’nin doğu sınırına kurulacağı söylenen radarların menzili yaklaşık 3000 kilometre. İsmi geçmese de, kalkanın asıl olarak İran’dan gelecek füzelere karşı kurulduğu iddiası da böylece çökmüş oluyor. Çünkü bu mesafe, aşağı yukarı, Türkiye’nin doğu sınırıyla Çin’in batı sınırı arasındaki mesafeye denktir. Yani Çin’den veya daha yakında olan Rusya’dan atılacak füzelerin bu radarlarla tespiti mümkündür. Böylesine pahalı bir projenin, sırf ABD tarafından sürekli şişirilen “İran’dan gelecek nükleer tehdit” karşılığı hayata geçirileceğine inanmak zaten mümkün değilken, radarların menzili bile asıl tehdit olarak kimlerin görüldüğünü yeterince ele vermektedir. Açıktır ki, füze kalkanının asıl hedefi Rusya ve/veya Çin’dir. İkinci bir husus ise, sadece savunma amaçlı olduğu söylenmesine rağmen (böylece kamuoyundan gelecek tepkiler minimize edilmeye çalışılmaktadır) füze kalkanının saldırı amacıyla da kullanılabilecek oluşudur. Sisteme yerleştirilecek füzeler, radarların tespit ettiği bir balistik füzeyi imha amaçlı kullanılabileceği gibi, saldırı amacıyla bir noktaya veya hedefe ateşlenebilme özelliğine de sahiptirler. Bu özellikleri çok öne çıkmasa bile, “neden füze kalkanına ihtiyaç duyuluyor” sorusunun cevabı, meselenin masumane bir savunma ihtiyacından kaynaklanmadığını ortaya koymaktadır. Füze kalkanına ihtiyaç duyulmasının başlıca sebebi, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin elinde bulunan ve dünyayı birkaç kez yok edecek denli yıkıcı bir güce ulaşmış bulunan nükleer başlıklı füzelerdir. ABD ve diğer Batılı emperyalist güçler, bir yandan kendileri nükleer silahlar üretmekte ve bulundurmakta, diğer yandan da rakiplerinin elindeki nükleer silahları etkisiz kılmaya dönük bu gibi projelerle üstünlüğü ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla füze kalkanı sisteminin savunma amaçlı olduğu koca bir yalandan ibarettir. Bu sistemi, mevcut nükleer silah cephaneliğiyle birlikte düşünmek gerekir ki bunun anlamı da, “ben seni yok edebilirim, ama sen bana bir şey yapamazsın”dır. Böyle bir zihniyetin savunma amacı taşıdığından yahut barışçıl niyetler doğuracağından bahsetmek için aptal olmak gerekir. İşin bir diğer boyutunu da projenin son derece yüksek maliyeti ve gerektirdiği ileri teknoloji oluşturmaktadır. NATO üyesi ülkeler ele alındığında, ABD hariç hiçbir ülkenin –hele ki mevcut kriz koşullarında– böyle bir projenin altından tek başına kalkması mümkün değildir. Dolayısıyla bir kez projenin oluşturulmasına onay verildiğinde, tüm NATO ülkelerinin ABD’nin kuracağı, komu-

4

Aralık 2010 • sayı: 69

ta ve kontrol edeceği bir sistemin parçası haline gelmeleri kaçınılmazdır. Kim ne derse desin, biçimsel olarak komuta kademesinde çeşitli NATO ülkeleri olsa dahi, ABD’nin nihai karar verme hakkını yani “düğmeye basma” hakkını bir başka ülkeye bırakması olanaklı değildir. Bu da projenin asıl işlevini ortaya koymaktadır; ABD füze kalkanı projesi sayesinde, sarsılan hegemonyasını yeniden tahkim etme çabası içindedir. Son bir husus da, böylesi bir sistemin getireceği askeri avantaj sayesinde (kendisinin vurulmaz olup, rakiplerini vurabilme kabiliyeti) ABD’nin, kendi çıkarlarını çok daha rahatlıkla hem rakip güçlere hem de kimi AB ülkeleri ve Türkiye gibi güçlere dayatabilecek olmasıdır. Kapitalizmin küresel krizinin devam ettiği ve burjuva iktisatçılarının bile krizin daha da derinleşme eğiliminden bahsettiği koşullarda, ekonomik açıdan sürekli güç kaybeden ABD’nin, hegemonyasını devam ettirmek ve pekiştirmek açısından füze kalkanı projesinin önemli bir işlev göreceği muhakkaktır. Her şey bir yana, bu proje kapsamında ABD’li ve AB’li silah tekelleri milyarlarca dolarlık silah satış anlaşması yapacaktır. Örneğin Suudi Arabistan, kendi füze kalkanını kurmak için şimdiden ABD’li tekellerle 60 milyar dolarlık bir anlaşma imzalamıştır. Kısacası bu proje, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin çıkarlarına kalkan olacaktır.

Burjuvazinin yalanlarına kanma, emperyalizme kalkan olma! 58 yıldır NATO üyesi olan Türkiye hem “yeni” konsepti hem de füze kalkanı projesini onaylamıştır. Böylece ABD emperyalizminin uzun vadeli planlarının ve stratejisinin ortağı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Ancak bu sürecin sancısız geçtiği de düşünülmemelidir. Bölgesel bir emperyalist güç haline gelmiş olan Türkiye’nin, Ortadoğu’daki birçok konuda ABD ile ters düşen çıkarları söz konusudur: Filistin meselesindeki İsrail karşıtı tutumu, İran meselesinde bir türlü ABD planlarına cevaz vermeyişi, Kıbrıs sorununda AB ile anlaşamaması, Kürt sorununda farklı yaklaşımlara sahip olması gibi… Ve bu meselelerin hepsi de belirli oranlarda NATO zirvesine yansımıştır.


sayı: 69 • Aralık 2010

Örneğin Türkiye, kendi topraklarında kurulacak radar sistemi sayesinde elde edilecek verilerin İsrail ile paylaşılmamasını talep etmiştir. Açıktır ki bu talep, iç politika alanında oluşmuş bulunan ve AKP aleyhinde kullanılan “füze kalkanı İsrail’i korumak için kurulacak” söylemine karşı bir koruma sağlamak amacını gütmektedir. Yoksa füze kalkanının ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu durumunda bulunan İsrail’i korumaması düşünülemez bir şeydir. Kıbrıs sorununda ise Türkiye güney Kıbrıs’ın NATO üyeliğini, güney Kıbrıs da Türkiye’nin Avrupa güvenlik sistemine dahlini veto ettiğinden, bu durum, NATO-AB ilişkilerinde bir çelişkiye yol açmaktadır. Ama en önemlisi, son dönemde İran meselesinde sürekli olarak ABD’nin planlarına direnen Türkiye’nin ilk kez bu proje ile tutumundan taviz vermesi olmuştur. Sonuç bildirgesinde İran’ın adının geçmemesinin bu açıdan bir önemi yoktur, çünkü İran’ın hedef ülke konumu herkesçe gayet iyi bilinmektedir. Yine de bu durumun Türkiye-İran ilişkilerini çok fazla etkileyeceğini düşünmemek gerekir. Ne de olsa projenin görünürdeki veya kısa vadedeki hedefi İran olsa da, yukarıda da belirttiğimiz gibi asıl hedefin Rusya ve/veya Çin olduğu açıktır. Gerçekten de “kediye kedi diyeceksek”, bunu belirtmek gerekmektedir. ABD’nin bu projeye onay vermek noktasında Türkiye’ye ciddi baskı uyguladığı bilinmektedir. Açıkçası ABD, biraz son dönemdeki tavırlarından ötürü burnunu sürtmek, biraz da hangi safta yer aldığını artık net olarak belirlemesi gerektiğini ortaya koymak için füze kalkanı projesini Türkiye’ye karşı kullanmıştır. İstediğini daha NATO zirvesi öncesinde elde ettiğinden ötürü de, zevahiri kurtarmak için gerekli rötuşları yapmış ve karar bildirgesine İran veya Suriye’nin adının konmasını engellemiştir. Oysa gayet iyi bilinmelidir ki bu proje ve yeni konseptiyle NATO, tüm Ortadoğu halklarını, bilhassa da İran halkını hedef alan bir savaş örgütüdür. NATO üyesi Türkiye, ABD ve diğer emperyalist güçlerin planları ve çıkarları doğrultusunda yeni emperyalist savaş projelerine dâhil edilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda Türkiye burjuvazisinin niyetleri de hiç masumane değildir. Bunun en önemli kanıtı da, Türkiye’nin kendi füze savunma sistemini kurma isteğidir. Türkiye, NATO gündemiyle gelen proje haricinde ve öncesinde kendi füze sistemini kurmak için ihale açmış durumdadır. Bu sistemin maliyetinin 4 milyar dolar civarında olduğu ifade edilmektedir. Bu para işçi ve emekçi halktan kesilen vergilerle ödenecektir. Türkiye’nin niyeti, kendi füze sistemiyle NATO projesini birleştirmek ve harcayacağı paradan bir miktar tasarruf etmektir. Bunun mümkün olabilmesi için de, Türkiye’nin kuracağı füze sisteminin NATO sistemiyle entegre olabilir özellikte bulunması gerekmekte, bu durumda da Türkiye’nin açtığı ihaleye girmiş olan Rus ve Çinli firmaların şansı kalmamaktadır. Rusya’nın

marksist tutum

“BARIŞA EVET, NATO’YA HAYIR!”

NATO tarafından kibarca reddedilen, “gelin füze kalkanı sistemlerimizi ortaklaştıralım” teklifinin arka planında yatan sebeplerden biri de budur. Diğer taraftan proje Türkiye’ye radar yerleştirilmesiyle sınırlı da kalmayacaktır. Akdeniz ve Karadeniz’de, Türkiye karasuları dâhilinde, üzerlerine füze rampaları monte edilmiş NATO’ya (ve çoğunlukla da ABD’ye) ait savaş gemileri dolaşmaya başlayacak; radar üsleri ve füze rampalarının bulunacağı mevkilere NATO (ve dolayısıyla ABD) askerleri yerleşecek; füzelerin kullanılması durumunda da bizzat Türkiye hedef haline gelecektir. Ayrıca, “düşman” tarafından atılan ve nükleer başlığa sahip bir balistik füze büyük olasılıkla Türkiye üzerinde imha edileceğinden, patlamadan dolayı oluşan nükleer serpinti de Türkiye üzerinde gerçekleşecektir. Tüm teranelere rağmen ve komuta kademesinde Türkiye yer alacak olsa bile, nihayetinde sistemin düğmesi ABD’nin parmağının altında olacağından, Türkiye’nin istemediği durumlara ve hatta savaşa sokulması mümkün hale gelebilecektir. Çok açıktır ki füze kalkanı projesi hem Türkiye hem de Ortadoğu halklarına daha fazla belâdan başka bir şey getiremez. Zaten emperyalizmin vurucu gücü olarak karşı çıkılması gereken NATO da, yeni savaş konseptiyle birlikte, işçi ve emekçi halklar açısından daha tehlikeli hale gelmiştir. NATO’nun lağvedilmesi ve silahlanmaya dur demek için, NATO üyesi ülkelerin işçilerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Türkiye işçi sınıfı da, Türkiye’nin NATO’dan çekilmesi, tüm NATO üslerinin kapatılması ve NATO’nun lağvedilmesi için mücadele vermelidir; Türkiye’nin kendi projesi de dâhil olmak üzere tüm füze sistemlerine karşı çıkmalıdır. Kapitalizmin tarihinin gördüğü en büyük ekonomik krizden çıkmak ve gittikçe sarsılan hegemonyasını pekiştirmek için her türlü caniliği ve çılgınlığı göze alabilecek duruma gelmiş olan ABD emperyalizminin planlarına alet olunmamalıdır. Füze kalkanı projesiyle daha da kızışacak olan emperyalist savaş sürecinde, Türkiye burjuvazisinin kendi ve emperyalizmin genel çıkarları uğruna ülkeyi maceraya sokmasına asla izin verilmemelidir. n

5


Sermayenin Yeni Popülist Alternatifleri İlkay Meriç

Ö

nümüzdeki Haziran ayında yapılacak olan seçimlere yedi aydan kısa bir sürenin kaldığı bugünlerde, AKP’nin son sekiz yıldır alternatifsiz bir şekilde iktidarını korumasından ve üçüncü iktidar dönemine de bu şekilde girmesinden fazlasıyla rahatsız hale gelen sermaye kesimlerinin yeni seçenekler yaratma arayışları ve bu doğrultudaki çabaları iyiden iyiye hız kazanmış bulunuyor. Referandum öncesinde MHP-CHP koalisyonu hayalleri kuran ve referandumu bu modelin ön yoklamasına ve AKP’ye güvensizlik oylamasına dönüştürmeye çalışan burjuva kesimler için sonuç her iki açıdan da tam bir fiyasko olmuştu. Referandum bir yandan Kürt düşmanlığına dayanan şovenist bir söylemle oylarını arttırmayı planlayan MHP’nin oy kaybına uğradığını ortaya koyarken, bir yandan da CHP’nin lafazanlıktan öteye gitmeyen bir yoksulluk ve yolsuzluk söylemi tutturarak oyunu arttırma şansının bulunmadığını kanıtlamıştı. Dolayısıyla CHP-MHP koalisyonu hayallerinin ömrü pek kısa oldu ve MHP’li hesaplar en azından şimdilik rafa kaldırıldı. Buna karşılık CHP’ye yönelik “yenileştirme” operasyonu referandumdan bu yana daha da derinleştirildi ve vitrindeki bir değişime bile tahammülü olmayan Önder Sav ekibinin tasfiyesiyle, Kılıçdaroğlu süvariliğindeki CHP’ye ikinci bir itki daha verilmiş oldu. Saadet Partisinden ayrılan Numan Kurtuluş önderliğindeki kadrolar tarafından kurulan Halkın Sesi Partisiyle ise burjuvazi yeni bir seçeneği daha piyasaya sundu. Seçimler yaklaşırken, burjuvazi, elindeki tüm medya olanaklarını seferber ederek, gazete ve televizyon söyleşileri, tartışma programları ve haber bültenleri aracılığıyla, popülist bir söylem tutturan bu iki partiyi parlatma telâşına düşmüş bulunuyor. Egemen sınıfın AKP’ye alternatif olabilecek güçlü bir parti yaratma arzusu ve bu yöndeki çabaları elbette yeni

6

değildir. Ancak tiridi çıkmış tabansız partileri tepeden müdahaleyle güçlendirme girişimleri her seferinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Nihayetinde AKP üçüncü iktidar döneminin arifesinde olduğu bugün de yüzde 40’ı aşkın oy potansiyeliyle halen en güçlü burjuva partisi konumundadır. Onu açık farkla geriden takip eden CHP’nin oy oranı ise Kılıçdaroğlu çıkışına rağmen yüzde 25’ler civarında dolanmaktadır. Bu tablonun TÜSİAD burjuvazisi açısından sorunlu ve alışılmadık bir durum arz ettiği ortadadır. Zira, özellikle içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz koşullarında, iktidarda böylesine uzun dönemli kalma başarısına sahip burjuva partilerin örneğine sıkça rastlamak mümkün değildir. Devrimci durumları bir yana bırakacak olursak, olağan dönemlerde genelde karşılaşılan durum, burjuvazinin sınırsız saldırıları altında inleyen örgütsüz ve dağınık emekçi kitlelerin, bir ya da iki dönem boyunca denedikleri düzen partisinden yüz çevirmeleri ve umudu bir diğer burjuva partide aramalarıdır. Avrupa ülkelerindeki manzara bunun tipik bir örneğidir. Emekçi kitlelerin son yirmi yıldır neredeyse kesintisiz uygulanan neoliberal ekonomik politikalarla yoğun bir saldırı altında bulunduğu bu ülkelerde, geleneksel burjuva sağ ve sol (sosyal demokrat) partilerin dönüşümlü olarak iktidara geldikleri bir tahterevalli oyunu oynanmaktadır. Peki yaşadığımız topraklardaki emekçiler aynı politikalardan ve çok daha büyük bir yoksulluktan muzdarip oldukları halde, AKP neden 8 yıllık kesintisiz iktidarın ardından böylesi yüksek bir oy oranını koruyabilmektedir? Açıktır ki, her türlü hoşnutsuzluklarına rağmen işçi ve emekçi kitleler, bu sekiz yıl zarfında, karşılarında bıraktık devrimci bir alternatifi, AKP’den daha olumlu bir burjuva alternatif bile görememişlerdir. Kitlelerin gözünde, bir tarafta, değişim vaadiyle gelen, AB’ye giriş süreci doğrultu-


sayı: 69 • Aralık 2010

sunda demokratik dönüşümlere girişen, başta Kürt sorunu olmak üzere temel siyasal sorunlarda resmi ideolojiye ters düşen ılımlı politikaları dillendiren, kendisini devletin ve milletin efendisi olarak gören asker-sivil bürokrasiye kafa tutma cesareti gösteren bir AKP bulunmaktadır. Diğer tarafta ise ağzından kan damlayan şoven MHP ile Türkiye’yi daha ileri taşımak ne kelime 10. yıl marşlarıyla yatıp kalkan ve tek parti diktatörlüğü döneminin özlemiyle yanıp tutuşan bir CHP durmaktadır. Dolayısıyla, bu iki partinin ekonomi politikaları açısından da daha olumlu olmadığının bilincinde olan emekçi kitlelerde AKP’yi her şeye rağmen diğerlerine yeğ tutma anlayışı yaygınlığını şimdiye dek korumuştur. Ne var ki AKP, yaptıkları her hamlede kendi elini güçlendiren siyasal rakiplerinin çapsızlığı sayesinde ve statükocu asker-sivil devletlûların gadrine uğramış mağdur pozisyonunu öne çıkararak şimdiye dek oy oranını muhafaza etmeyi başarsa da bunun ilelebet sürmeyeceği ortadadır. Nitekim AKP ekonomik krizin faturasının tüm yüküyle işçi sınıfının sırtına bindirildiği ve işsizliğin doruğa tırmandığı bir döneme denk gelen 2009 Martındaki yerel seçimlerde belirgin bir oy kaybı yaşamış ve işçi semtlerinin bir bölümünü kaybetmiştir. Bu gelişme, AKP’den rahatsız burjuva kesimleri, yeni parti alternatifleri yaratma yönünde cesaretlendirmiştir. Eski işleyişten nemalanan statükocu kesimlerin AKP’den rahatsızlıklarının nedeni bellidir. Ancak AKP’nin ipini çekme ya da en azından sıkma arzusu duyan burjuva

marksist tutum

kesimler bunlarla sınırlı değildir. TÜSİAD çevresinde öbeklenen büyük sermaye de, ekonomik politikalarından büyük oranda memnun olmasına rağmen, kendisine rakip sermaye gruplarını alabildiğine palazlandıran ve dizginlerini tam olarak elinde tutamadığı bir AKP’nin tek başına ve alternatifsiz bir şekilde daha fazla iktidarda kalmasından rahatsız hale gelmiştir. Bunun yanı sıra, her bakımdan çalkantılı bir dönemden geçen bugünkü dünya koşullarında, kitleleri AKP’yle sonsuza dek dizginleyemeyeceğinin de farkındadır. AKP’den rahatsız olanlar sadece Türkiye içindeki sermaye kesimleri de değildir. AKP hükümetinin, Türkiye’nin hızla büyüyen bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmesinin doğal bir sonucu olarak daha etkin emperyalist politikalar izlemesi, özellikle de İsrail ve İran’a karşı tutumlarında ABD çizgisinin dışına çıkması, ABD’yi ve İsrail’i fazlasıyla kızdırmaktadır. Bu yüzden de hem içerdeki hem uluslararası alandaki tüm bu güçler, bu seçime yetişmese bile bir sonraki olağan ya da erken seçime ellerinin altında iktidar adayı olabilecek yedek partilerin bulunması ve zamanı geldiğinde emekçilerin başına bunlarla yeni çoraplar örmek için cansiperane çalışmaktadırlar.

CHP’yi sol bir parti olarak parlatma çabaları Darbe girişimleri de dahil her türlü yola başvurarak AKP’yi iktidardan uzaklaştırma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanan burjuva kesimler, amaçlarına CHP’yi imaj değişikliğinden geçirme yoluyla ulaşmak için ilk adımda Baykal’ı derin bir darbeyle tasfiye etmişlerdi. Ne var ki, kendisine biçilen yeni role uygun olarak “halkçı” bir söylem tutturma gayretindeki Kılıçdaroğlu ilk başlarda CHP’nin uzun yıllardır takılıp kaldığı oy bandının üzerine çıkarak yüzde 30’u aşmayı başarsa da, çok geçmeden tökezlemeye başladı. Referandum süreci, “şeriat geliyor” öcüsüne dayanan laiklik takıntılı eski politik söylemin bir kenara bırakılmasının yeterli olacağını düşünen ve geri kalan tüm sorunlarda eski statükocu mantığı koruyarak sığ bir biçimde işsizliği ve yoksulluğu öne çıkarmakla yetinen bir popülist söylemin iş yapmadığını gözler önüne serdi. Bu yüzden de operasyonun ikinci adımı devreye konuldu. Yargıtay’ın tüzük değişikliğine ilişkin kararını fırsat bilen “dönüşüm” mühendislerinin referandum sonrası ilk işleri, ihtiyaç duyulan politika değişikliği konusunda hiçbir esneklik payı bulunmayan Önder Sav ekibini tasfiye etmek oldu. Böylelikle Kılıçdaroğlu’nun Sav’ın gölgesinden kurtularak rüştünü ispat etmesinin önü açıldı. Bunun ardından sıra sosyalist sola ve Kürtlere boncuk dağıtmaya geldi. Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümünde yapılan anma törenine katılan Kılıçdaroğlu orada bulunanlara “Yoldaşlarım” diye seslenerek solcuların gözlerini yaşarttı! Aynı günlerde Paris’te katıldığı Sosyalist Enternasyonal toplantısında, Baykal’ın bir zamanlar aynı salonda bile bulunmaktan ka-

7


marksist tutum

çındığı Talabani’yle görüştü ve Ahmet Kaya’nın ve Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etti. Kılıçdaroğlu’nun bir sonraki adımı Diyarbakır ve Urfa ziyaretleri oldu. Burada sarf ettiği sözler bildik gevelemelerin ötesine gitmese de, tüm bu adımlarla Kürtlerle “sıcak temasa” geçileceği mesajı verilmiş oluyordu. Bir Kürt demokrat olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı Diyarbakır Temsilcisi ve eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun CHP’ye davet edilmesi de, yeni yönetimin Kürt halkının saygı duyduğu isimler üzerinden bölgede güç kazanmak istediğinin bir başka göstergesidir. Daha önceki çeşitli yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, başını TÜSİAD’ın çektiği büyük sermaye, ihtiyaç duyduğu dönüşümleri gerçekleştirmek ve gerektiğinde kitlelerin tepkisini yatıştırmak için yıllardır Avrupa tarzında bir sosyal demokrat partinin özlemini duymaktadır. Görünen odur ki, bu proje, bu kez daha büyük bir istekle ve CHP’yi dönüştürme planı çerçevesinde devreye sokulmuştur. Ancak parti içindeki katı statükocu kesimin kilit sorunlardaki uzlaşmaz yaklaşımları halen devam etmektedir ve atılan her adım bu kesimin baltalayıcı girişimleriyle karşılaşmaktadır. Fakat daha da önemlisi, CHP’nin Kürtlere ve dindar kesimlere düşman gözüyle bakar hale getirdiği fanatik tabanını bu “yeni” politikaya ikna etmesinin, Kürtleri ve AKP tabanını kendisine çekmesinden daha zor oluşudur. Böylesi bir politika değişimi sonucunda CHP’nin bu tabanın önemlice bir bölümünü MHP’ye kaptırma gibi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağı açıktır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu ekibinin sürekli yalpalamasının ve tereddüt geçirmesinin bir nedeni de budur. Üstelik bu yeni ekip de homojen değildir; Kürt sorununda daha ılımlı bir yaklaşım benimseyebilecek unsurlarla, genel sekreterlik koltuğuna oturtulan Süheyl Batum gibi statükocular yönetim kademesinde yan yana durmaktadır (parti üyeliğiyle Parti Meclisi’ne girişi eş zamanlı olan o Süheyl Batum ki, Ergenekoncular tarafından Demokrat Partinin başına getirilmek istenmiş, ancak bu projenin tutmayacağı anlaşılınca CHP’ye ışınlanmış bir Ergenekoncudur). Nitekim Kılıçdaroğlu’nun türban çıkışının ve son günlerde BDP’yle işbirliği söylentilerinin ardından parti içinden yükselen sesler, CHP gibi bir devlet partisini burjuvazinin reel ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmenin hiç de kolay olmadığını bir kez daha göstermiştir. Geri çekilmiş görünen Baykal’ın Önder Sav’ın genel sekreterlikten uzaklaştırılmasının ardından yeniden sahneye çıkması ve Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarıyla çelişen beyanatlarını sıklaştırması, parti içi direnişin ve kemikleşmiş Kemalist tabanın hezeyanının bir ifadesidir. BDP heyetiyle bayramlaşma esnasında Süheyl Batum’un BDP’yle işbirliğine dair sorulan bir soruya konuklarına nezaketen ılımlı bir yanıt vermesi bile bu kesimin büyük tepkisini çekmiştir. Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ve Urfa’da bulunduğu günlerde Karadeniz turuna çıkan Baykal’ın bu tepkiyi körük-

8

Aralık 2010 • sayı: 69

leyen açıklamalarıysa bir yandan “ben hâlâ buradayım” mesajını içerirken, diğer yandan statükonun sesi olarak yeni yönetime gözdağı vermeye yöneliktir: “CHP’nin fikriyatı çok önemlidir. Bu iktidarda olsa da önemlidir, muhalefette olsa da önemlidir. «O fikriyattan vazgeç sen iktidara gelirsin, o fikriyatı bırak seni iktidara uçururuz» diyenlere kulak asmayın. Bunu söyleyenler sana doğruyu söylemiyorlar. (…) Parti elbette yenilenecek, elbette ileri gidecektir, gelecekte de olacaktır, yeni isimler gelecektir, yeni insanlar gelmelidir. Ama sakın ha CHP’nin Türkiye için, dünya için büyük önemi olan fikriyatının ortadan kaldırılması doğrultusunda bir arayışa kimse teşebbüs etmesin. (…) «Canım bunu atalım, bundan kurtulalım, bizi kimse tutamaz», bu yanlışlıklara sürüklenmeyelim. İlkelerimizden şikayet edersek sanmayın ki güçleniriz. Başkalarının ilkelerinin peşinden gidersek, bu bizi hiçbir yere götürmez. Türkiye buralara geldiyse CHP’nin ilkeleri ile geldi. Atatürk’ün ilkeleri ile geldi.” Sosyalist hareketin büyük bir kesimine damgasını basan CHP’lileşme eğilimi, ister şu görünümde olsun ister bu, giderek daha da derinleşiyor. Sonuçta burjuvazinin soldan destekçileri konumundaki bu kesimler, CHP’nin AKP’den daha az tehlikeli olduğu yanılsamasını besleyerek, emekçilere karşı kurulan tuzağa yeni avlar çekiyorlar. CHP’nin “yeni” politikaları karşısında köpürenler, parti içindeki statükocularla sınırlı değildir. Gözünü CHP’nin tutucu Kemalist tabanına diken TKP de, “cumhuriyetin kazanımları yok edildi, Kılıçdaroğlu CHP’si AKP’lileşti” çığırtkanlığıyla bu koroya destek vermektedir: “Bugün Türkiye’de bir cepheye gereksinim vardır ve bu cephenin zaafları örtmeye değil atağa geçmeye yönelmesi, ayıp üretmeye değil ufuk açmaya hizmet etmesi pekala mümkündür. (…) Bir ayrım çizgisi «AKP karşıtlığı» diyebileceğimiz bir kavramlaştırmadan geçer. İhtiyacı duyulan cephe, yalnızca AKP’yi durdurmaya, ne pahasına olursa olsun ve ne tür bir yolu beslerse beslesin AKP’ye alternatif aramaya odaklanacaksa, aslında fazla uğraşmaya da gerek kalmaz. Çıplak gözle bakıldığında, AKP adını taşıyan örgütlenmenin somut, güncel alternatifinin CHP olduğu açıktır! Peki ya CHP, aslında AKP’nin mimarı olduğu yeni bir rejimin ortağı olmaktan öteye gitmiyorsa ne olacak? Bugün durum budur ve dar anlamda AKP’nin alternatifi olan CHP, daha geniş ve tarihsel anlamda bir alternatif sayılamaz. Kılıçdaroğlu CHP’sinin laiklik ve bağımsızlık gibi Cumhuriyetin temel tezlerini bir kenara bırakmayı kabul ettiği bir gerçektir.” (Aydemir Güler, sol. org.tr, 24/11/2010) TKP bu çıkışlarıyla CHP tabanına vuruş yapıp koparabileceğini düşündüğü unsurlara kâr gözüyle bakarken, ÖDP ve Halkevleri cephesinin, “AKP’nin somut, güncel alternatifi” olarak gördükleri CHP’yi desteklemesi


sayı: 69 • Aralık 2010

marksist tutum

muhtemel görünüyor. Son dönemde bu cepheye yanaşan EMEP’in de en azından tabanı itibarıyla benzer bir tavır içine girmesi şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla, sosyalist hareketin büyük bir kesimine damgasını basan CHP’lileşme eğilimi, ister şu görünümde olsun ister bu, giderek daha da derinleşiyor. Sonuçta burjuvazinin soldan destekçileri konumundaki bu kesimler, CHP’nin AKP’den daha az tehlikeli olduğu yanılsamasını besleyerek, emekçilere karşı kurulan tuzağa yeni avlar çekiyorlar.

“Allah, ekmek, özgürlük!” CHP’yi “halkçı” bir parti olarak pazarlama çabaları devam ederken, burjuva mönüde, dini hassasiyetleri güçlü olan ve Kemalist CHP’ye sıcak bakmayan emekçi kesimler için de bir seçenek bulunmaktadır: Halkın Sesi Partisi ya da namı diğer HAS Parti. Saadet Partisinin bölünmesi sonucu oluşturulan bu parti de, tıpkı “yeni” CHP gibi “halkçı” bir söylemle burjuva siyaset arenasında arzı endam etmektedir. Saadet Partisinin son iki yıldır genel başkanlığını yapan Numan Kurtulmuş’un ve demokrat tutumlarıyla tanınan Mehmet Bekâroğlu’nun yönetiminde yer aldığı bu parti, ilginç* bir şekilde sosyalist Zeki Kılıçaslan ve “yoldaşları”na da ev sahipliği yaptığı için, burjuva medyada “Müslüman sol” sıfatıyla anılıyor. HAS Parti bu bileşimiyle alışılagelmişin dışında bir yapı teşkil ederken, “anti-emperyalizm, özgürlükçülük, sosyal demokratlık, halkçılık” gibi vurguları özellikle ön plana çıkarıyor ve burjuva basının fazlasıyla ilgisine mazhar oluyor. Zeki Kılıçaslan, Numan Kurtulmuş’un kendisini davet ederken bu yeni partiyi “emperyalizme, neo-liberal politikalara, vahşi sömürü politikalarına karşı, din temelini esas almayan, muhafazakâr olmayan halk partisi” olarak tanımladığını belirtiyor. Ona göre, söz konusu olan “ileri bir sosyal demokrat program”a sahip, “sosyal adaletçi, halkçı bir çizgide”, “anti-kapitalist” bir parti. (Vatan, 02/11/2010) Benzer şekilde, Mehmet Bekâroğlu da, partinin “daha sol ve anti-emperyalist bir duruşa ve İslamcı özgürlük anlayışına” sahip olacağını söylüyor. “Uç noktada biraz abartarak söylüyorum, din zenginin oyuncağı, eğlencesi haline geldi. Medyaya çıkan VIP umreleri, yok efendim kafayı dağıtmak için haftasonu umreleri... Oysa bütün dinler, büyük öğretiler, fakirin öfkesi olarak gelmiştir. Biz «fakirin, mazlumun, sömürülenin, zayıf bırakılmış olanın sesi, öfkesi, çığlığı olması gerek» diyoruz. AKP’yi ise birinci kategoriye koyuyorum” diyen Bekaroğlu, yeni partiyi şu özelliklerle tanımlıyor: “Değerler söz konusu olduğunda muhafazakâr, özgürlükler söz konusu olduğunda liberal, ekonomi, paylaşım söz konusu olduğunda sol.” Kendisiyle yapılan söyleşide, “adalet ve özgürlük vurgusunu her şeyin önüne koyuyoruz” diyen Bekâroğlu, “ekmek” ve “özgürlük” meselesini iç içe gördüğünü de şu

sloganla ifade ediyor: “HAS Parti’nin dışında Mehmet Bekâroğlu olarak söylüyorum: Allah, ekmek, özgürlük!” (Radikal 2, 07/11/2010) Bu slogan HAS Parti’nin yoksul emekçileri aldatmak üzere başvuracağı popülist söylemin özet ifadesidir. Ancak güneşin altında yeni olan bir şey yoktur. Zira antiemperyalist, hatta anti-kapitalist söylem, Saadet de dahil olmak üzere Milli Görüşçü partilerin de dilinden eksik olmamıştır. Burjuvazi türlü çeşitli tuzaklar kurma uğraşındayken, işçi sınıfı alabildiğine uyanık olabilmeli ve kendisini iliğine dek sömürerek sermayelerine sermaye katanların sözcüleri durumundaki burjuva partilerin yalanlarına kanmamalıdır. Amaçları sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist sömürü sistemini baki kılmak olan AKP’nin de, CHP’nin de, MHP’nin de, HAS Partinin de birbirlerinden özde hiçbir farkları yoktur, hepsi aynı düzenin partileridir. Bu sömürü düzeni var oldukça emekçiler ne bu dünyada ne de “öte dünyada” kurtuluş yüzü göreceklerdir. Kurtuluşun yolu, emekçilerin alınteriyle ürettiklerine el koyarak saltanat sürenleri iktidardan alaşağı etmek ve insanlığın binlerce yıllık hayali olan cenneti bu dünyaya indirmek için yükselteceğimiz sosyalizm mücadelesinden geçiyor! n _____________________ *

İlginç diyoruz, çünkü Kılıçaslan son derece küçük bir parti olsa da sosyalist çizgideki Türkiye Birleşik İşçi Partisinin genel başkanıydı ve bu konumdayken partisinden ayrılıp HAS Parti’ye geçti. Öyle görünüyor ki, sendikacılarla işçi partisi yaratma girişimleri fos çıkan Kılıçaslan ve ekibi, şimdi işçi sınıfına HAS Parti aracılığıyla ulaşma sevdasına kapılmıştır.

9


Türban Tartışmasının Açığa Çıkarttığı Gerçekler Oktay Baran

A

nayasa referandumuna giden süreçte CHP’nin çıkışlarıyla türban ya da başörtüsü sorunu bir kez daha gündemin ilk sıralarına yerleşmişti. Burjuva partiler bu meselenin artık çözülmesi gerektiği üzerine bir tartışma başlatmışlardı ki, süreç her zamanki gibi, burjuva partilerin ikiyüzlülüğü, Kemalist bürokrasinin sopa göstermesi ve malûm güçlerin giriştiği provokasyonlarla sekteye uğradı. “Türban sorununu da biz çözeriz” diye ortaya çıkan CHP daha sonra süreci tıkadı. Ortaya çıkan çözümsüzlük AKP’nin de işine geliyor. Her ne kadar YÖK’ün yayınladığı genelgeyle üniversitelere başörtüsüyle girişin yolu açılmış olsa da, başörtüsüne “kamusal alan”da uygulanan yasak ve sınırlamaların devam ediyor oluşu, AKP’nin önümüzdeki seçimlerde bu sorunu büyük bir ikiyüzlülükle suiistimal etme girişimlerinin yine prim yapacağı anlamına geliyor. Referandumdan istediğini elde etmiş olmanın verdiği moral üstünlüğe ve mecliste dayandığı mutlak çoğunluğa rağmen AKP’nin yasal düzenleme doğrultusunda adım atmaktan geri durması, onun ikiyüzlülüğünün apaçık kanıtıdır. Bu konuda adım atması durumunda Kemalist bürokrasinin gazabını üzerine çekeceği yolundaki gerekçelendirmeler ise, sorunun muhataplarını oyalamaya dönüktür. Bir taraftan oy kaygısıyla sorunu sürekli gündeme taşıyıp, diğer taraftan yasal düzenlemelerden kaçınmak korkaklık ve ikiyüzlülüktür. Türban yasağı hakkında tartışmalar CHP’nin despotik zihniyetini, AKP’nin ikiyüzlülük ve korkaklığını olduğu kadar, sosyalist saflarda hüküm süren kafa karışıklığını da bir kez daha açığa çıkardı. Bu konuda en çarpıcı örneği,

10

CHP’den daha Kemalist kesilerek konunun gündeme gelmesini bile “cumhuriyetin elden gitmesi” minvalinde değerlendiren ve “devletlû sosyalizm” anlayışının şahı TKP oluşturuyor. 28 Şubat hükümet darbesinde ordunun ve Kemalist bürokrasinin alkışçılığına soyunan TKP, o dönemde yürürlüğe sokup ardından hasıraltı ettiği “Türban Neyi Örtüyor” broşürüyle yeniden arz-ı endam ederek uğursuz bir rol oynuyor. TKP, CHP’de süren çatlaklardan yararlanarak kentli “orta sınıfı” kendisinin daha Kemalist olduğuna ikna edip yanına çekmeye çalışıyor. Hiç kuşku yok ki, sosyalist hareketin geri kalan bileşenlerinin içerisinde genel olarak inanç özgürlüğü hususunda özel olarak da başörtüsü sorununda doğru bir tutum benimseyenler de mevcuttur. Ne var ki, sosyalist hareketin çoğunluğunda hâkim olan eğilim Kemalizmin halktan kopuk, elitist bakış açısıyla damgalanmıştır. Bu noktada, sosyalist hareketin önemlice bir kesimi, CHP ve TKP’nin devletçi tutumunu eleştirip kendisini ondan ayrıştırmaya çalışır gözükmesine rağmen, tutumlarını benzer argümanlara ve aynı akıl yürütmeye dayandırmaktadır. Bir başka deyişle, bu tür çevrelerin tutumunu, Kemalist zihniyetin utangaç ve daha ihtiyatlı bir savunusu olarak değerlendirmek mümkündür.

Türban ve kadın sorunu Üniversitelerde olsun “kamusal alan”da olsun türban ya da başörtüsü konusunda yasaklamaların kaldırılması hususundaki tartışmanın çeşitli sosyalist çevreler tarafından hiç olmadık yerlere götürüldüğüne şahit oluyoruz.


sayı: 69 • Aralık 2010

Türban yasağı konusunda kaleme alınan yazılarda, sayfalar boyunca, başörtüsünün “dinci gericiliğin elindeki bir araç, gerici bir simge” olduğunu, “dine karşı savaşım zorunluluğu”nu dillendirmek, bu sorunu kadın sorunuyla iç içe geçirmek ve en sonda da kendini güya devletin despotik uygulamalarından ayrı tutmak için “ama biz devlet zoruna karşıyız” demenin nasıl bir oportünizm olduğu açık değil midir? Türban yasağı meselesini, kadın sorunuyla ya da din sorunuyla iç içe geçirerek tartışmak tümüyle yanlış bir noktadan hareket etmek anlamına gelir. Hiç kuşku yok ki, kadın, kapitalist toplum da dahil olmak üzere sınıflı toplumlar tarihi boyunca ezilen bir cins olmaktan ve ikinci sınıf insan muamelesine tâbi tutulmaktan kurtulamamıştır. Ve yine hiç kuşku yok ki, tüm dinler, içinde doğdukları erkek egemen toplumun derin izlerini taşırlar ve kadının erkeğe köle konumunun sürmesi açısından önemli bir misyon üstlenirler. Ne var ki, bu kadarını söylemek kimseyi Marksist yapmaz. Bu kadarını dini kurumlara karşı savaşımında burjuva aydınlanmacılığı da dile getirmiştir. Burjuva aydınlanmacılığının ve kaba materyalizmin propaganda ettiğinin ve sosyalizm hakkında yarım yamalak bilgilerle ahkâm kesenlerin zannettiklerinin tersine, tek tanrılı kitabi dinlerin tümü, içinde doğdukları toplumda tıpkı ezilen emekçilerin olduğu gibi kadının da durumunu aslında göreli olarak iyileştirmiştir. İster İslamı, ister Hırıstiyanlığı, ister Yahudiliği ele alalım, hepsi de ezilenlerin mülk sahibi efendilere karşı tepkisinin bir ürünü olarak doğup yaygınlaşmış, en azından kendini bu tepkiye dayandırmak zorunda kalmıştır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kesimlere dayanmadan hiçbir dinin gelişip yaygınlaşması mümkün olmamıştır. Bu açıdan bakıldığında bu dinlerin doğuşu eğer bir devrim değilse, en azından radikal toplumsal reformlar anlamına gelirler. Ama ister radikal reformcu olsun ister devrimci, hiçbir toplumsal hareket, içinde doğduğu çağın kendisine tanıdığı nesnel olanak ve koşulların ötesine geçme kudretinde değildir. Tam da bu yüzden, tüm bu dinler, genelde ezilenlerin ve özelde kadınların durumunu göreli olarak iyileştirmesine rağmen, son tahlilde her ikisinin de mevcut egemenlik ilişkilerinin içerisinde kalmasının bir aracı olarak

marksist tutum

işlev görmüşlerdir. Sözkonusu dinler kurumsallaşıp egemen mülk sahibi sınıfların bir aracına dönüştüğündeyse, artık mevcut statükonun, yani ezilen emekçilerin mülksüzlüğünün ve kadın cinsinin erkeğe köleliğinin meşrulaştırılmasının bir aracı olarak ideolojik bir işlev görmeye başlamışlardır. Kadını, ister baba ister koca kimliğindeki erkeğe tâbi ve köle kılarak örtünmek zorunda bırakmak, tüm bu dinlerin içinde doğdukları toplumdan yumuşatarak da olsa devralarak sürdürdükleri bir toplumsal pratiktir. Ne var ki, kadını köleleştiren din değil, içinde yaşadığı sınıflı toplumdur. Marksistler, hiçbir şekilde kadınların örtünmesinin devlet zoruyla yasaklanmasını ya da kadınların devlet zoruyla başlarını açmak zorunda bırakılmasını yahut da örtülü kadınların “kamusal alan”dan dışlanmasını savunamazlar. Savunmak şöyle dursun, bu tür uygulamalara karşı çıkmadan değil Marksist sıfatını hak etmek, demokrat bile sayılmak mümkün değildir. Stalinist geleneğin en temel özürlerinden biri ilericilik adına demokratik hakların küçümsenmesidir: “… kadınların tesettürden kurtuluşunun, onların toplumsal yaşamdan, eğitim olanaklarından uzaklaştırılması yoluyla olamayacağı çok açıktır. Bıraktık olumlu yönde doğru politikaları izlemeyi, kapitalist toplumun doğal gelişimi içinde bile sönümlenme eğilimi gösteren örtünme, anti-demokratik ve özgürlük düşmanı yasaklamalarla normalde olabileceğinden daha yavaş sönümlenmekte, direnç artmaktadır. İlericilik adına gerici bir sonuç! Kaldı ki, örtünün kendisinden daha önemli olan, bu kadınların büyük kentlere gelmiş, işçileşmiş ve evden çıkarak toplumsal hayata karışmış olmalarıdır. Eğer Marksist isek, asıl toplumsal ilerlemenin örtünün çıkarılmasından ziyade burada olduğunu görmemiz gerekir. Zira temel olan budur. … İşte bu noktalardaki yanlış tutumlar ve politikalar ne yazık ki, solu, doğal ve gerçek tabanı olması gereken bu kitlelere yabancılaştırmaktadır.” (Levent Toprak, Marksizm Açısından İlericilik, MT, Şubat 2010) Kadın sorununa atıfta bulunarak örtünme yasaklarını savunmak tiksindirici bir oportünizmden başka bir şey olmadığı gibi, son tahlilde burjuva gericiliğinin devamına hizmet etmek anlamına gelmektedir. Bu tutumu savunanlar, Fransa ve kimi Avrupa ülkelerinde, ırkçılığın Türban tartışmaları sosyalist saflarda hüküm süren kafa karışıklığını da bir kez daha açığa çıkardı. Bu konuda en çarpıcı örneği, CHP’den daha Kemalist kesilerek konunun gündeme gelmesini bile “cumhuriyetin elden gitmesi” minvalinde değerlendiren ve “devletlû sosyalizm” anlayışının şahı TKP oluşturuyor. TKP, 28 Şubat döneminde yürürlüğe sokup ardından hasıraltı ettiği “Türban Neyi Örtüyor” broşürüyle yeniden arz-ı endam ederek uğursuz bir rol oynuyor.

11


marksist tutum

Aralık 2010 • sayı: 69 Marksistler, hiçbir şekilde kadınların örtünmesinin devlet zoruyla yasaklanmasını ya da kadınların devlet zoruyla başlarını açmak zorunda bırakılmasını yahut da örtülü kadınların “kamusal alan”dan dışlanmasını savunamazlar. Savunmak şöyle dursun, bu tür uygulamalara karşı çıkmadan değil Marksist sıfatını hak etmek, demokrat bile sayılmak mümkün değildir.

ve islamofobinin üzerine kızıl bir cilâ çekmekle kalmamış, Müslüman emekçileri sosyalist sınıf mücadelesinden soğutmuşlardır. Aynı tutumu bu topraklarda savunan sözümona sosyalistler de aslında Kemalist zihniyetlerinin üzerini kızıl bir şalla örtmeye çalışmaktadırlar. İster örtülü olsun ister örtüsüz, kadının kapitalist toplum çerçevesinde özgürlüğe kavuşması mümkün değildir. Güya onun esaretini hafifletme adına, örtülü kadınları dışlayan, onları hor görüp aşağılayan tutumlar sınıf hareketine büyük zarar vermektedir.

Kapitalizme karşı savaşım mı, “dine karşı savaşım” mı? Stalinist çevrelerin önemlice bir kısmı, türbanın “dini bir sembol” olmasından hareketle, konuyu “dine karşı savaşım zorunluluğu”na getirmekte ve aslında böylelikle türban yasağına üstü örtülü bir destek vermektedirler. Kemalist modernizmden kendini kurtaramamış bu gibilerine bakılırsa, Marksist olmanın önkoşullarından biri “dine karşı savaşım” vermektir. Tüm bağlamından kopartılarak cımbızlanmadığı sürece, Marx, Engels ve Lenin’in hiçbir eserinde, “dine karşı mücadele” fikrinin bıraktık komünistliğin önkoşulu olarak sayılmasını, başat bir yer tuttuğu bile söylenemez. Marksizmin önderleri, dinin kendisiyle değil, ezilen kitlelerin dine ihtiyaç duymasını ve ona sarılmasını gündelik hayat içerisinde her gün yeniden üreten koşullarla, yani kapitalist sömürüyle savaşımı başa almışlardır. Marx, içinden çıktığı yeni-Hegelci ekolü de, kaba materyalist Feuerbach’ı da salt dine karşı beyhude savaşımlarından ötürü eleştirmiştir. “Din afyondur” şeklindeki veciz ifadeyi dile getirdiği satırlarda da, dini, Stalinizmin çarpıttığı gibi, mülk sahibi sınıfların ezilen emekçilere zorla dayattığı bir komplo ya da ezilenleri kandırıp uyutmaktan ibaret bir araç olarak ele almaz: “Din karşıtı eleştirinin temeli şudur: Din insanı değil, insan dini yaratır. Din, esasta ya kendisine henüz ulaşmayı başaramamış ya da kendisini çoktan yeniden kaybetmiş

12

insanın öz bilinci ve izzetinefsidir. Ama insan dünyanın dışında pinekleyen soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet ve bu toplum, bu dünyanın tepetaklak bilinci olan dini üretir, zira devlet ve toplum tepetaklak dünyanın kendisidir. Din, bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın diline tercüme edilmiş mantığı, ruhani nişanı, coşkunluğu, ahlâki onayı, yegâne tamamlayıcısı, teselli ve mazur gösterilişinin evrensel temelidir. İnsanî özün hakiki bir gerçeklik edinememesinden ötürü, din, insanî özün hayalî gerçekleşmesidir. O halde dine karşı mücadele, dolaylı olarak, ruhanî aroması din olan dünyaya karşı mücadeledir. Dinsel ısdırap, hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, mazlum varlığın feryadı, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din, halkın afyonudur.” (Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Giriş) İnsanların acı içinde feryat ettikleri kalpsiz bir kapitalist dünyada, çektikleri acıları bir nebze de olsa hafifletmek için başvurmak zorunda kaldıkları bir çare, bir ilaç, bir ağrı kesici, bir tesellidir din. Bu yüzden de Marksizmin kurucuları, dine karşı ateizm propagandasını değil, emekçi kitlelerin kapitalist sefaletten kaynaklanan sıkıntılarını gidermek üzere sığındığı dini inançları sömüren ve suiistimal eden din adamlarının ve burjuva siyasetçilerinin teşhirini öğütlemişlerdir. Bu yüzdendir ki, Bolşevik Partinin programına ateizmin propagandasını eklemek isteyenleri Lenin eleştirmiştir: “Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, idealist bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk «entelektüel» bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskıya dayanan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne


sayı: 69 • Aralık 2010

kadar söz söylenirse söylensin, proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan, ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.” (Lenin, Sosyalizm ve Din, abç).

Sorun “özgürlükler sorunu” değil mi? Başörtüsüne dair yasakların kaldırılması talebinin bir demokratik hak ve özgürlükler sorunu olduğunu kimi sosyalist çevreler reddediyorlar. Sorunu böyle koymanın bir demagoji (Alınteri), bir “liberal savrulma” (Kızıl Bayrak), “devrimcilere bile zerk edilmiş bir liberal efsane” (Devrimci Proletarya) olduğunu söylüyorlar. Bu akıl yürütmenin Marksizmle hiçbir ilişkisi yoktur ve tümüyle despotik bir zihniyetin dışa vurumudur. Burjuva devletin, başkalarının yaşam tarzına müdahalede bulunmadığı sürece bir dini inancı ya da o inancı benimseyenlerin yaşam tarzını, giyim kuşamını vb. yasaklamasına veya baskı altına almasına karşı çıkmak ne zamandan beri liberalizmden sayılmaktadır? Marksistler siyasi liberalizmi, demokratik hak ve özgürlükleri savunduğu için değil, bunları yeterince kapsamlı ve tutarlı olarak savunamadığı için, savunduğu hakların gerçek toplumsal koşullarının da yaratılması gerektiğini göz ardı ettiği için eleştirirler. Yani liberalleri yetersiz kalmakla suçlarlar. Marksizm hiçbir zaman bireysel özgürlüklere karşı çıkmamış ve bu tür özgürlükler için mücadele etmekten geri durulmasını savunmamıştır. Komünizmin toplumsal özgürlük hedefi, bireysel özgürlüklerin yerine ikame edilen, ona alternatif bir yaklaşım değildir. Toplumsal özgürlük bireysel özgürlüğü tamamlar, onu kâğıt üzerinde kalmaktan kurtararak hayatın içinde gerçekleşmesini sağlar, ona can verir. Bireysel özgürlükleri barındırmayan bir toplumsal özgürlük söylemi despotizmden başka bir şey üretmemiştir ve üretemez de. Bu yüzdendir ki Marksistler tüm demokratik hak ve özgürlüklerin en sınırsız gelişimi için mücadele eder ve bu mücadeleyi toplumsal kurtuluş davasının bir parçası olarak yürütürler. Bu tür sorunlar karşısında, “canım bu da sorun mu, çok daha kapsamlı sorunlar var, aslolan toplumsal özgürlüktür” şeklindeki söylemler, aslında Kemalist (bu mevzuda Stalinist de diyebiliriz) zihniyete kılıf yaratma gayretiyle girişilmiş demagojiden başka bir şey değildir.

AKP ve “dinci gericilik” Özellikle İran devriminden sonra nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu az ya da orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde siyasal İslamın hızlı bir gelişimine şahit olduk. Bu hızlı gelişme ve yaygınlaşma siyasal İslam hareketinin içinde de gerek sınıfsal gerekse de siyasal olarak farklılaşma eğilimini güçlendirmiştir. Bugün

marksist tutum

Cezayir’den Endonezya’ya, Avrupa ülkelerinden Doğu Türkistan’a, Türkiye’den İran’a, Lübnan ve Filistin’den Çeçenistan’a kadar çok geniş bir coğrafyada, siyasal propagandasında şu ya da bu ölçüde dini motiflerin ağır bastığı hareketleri görüyoruz. Kimileri birer ulusal kurtuluş örgütü kimliğindedirler, kimisi ülkedeki rejimi devirmek için silahlı mücadele yürütmektedir, kimileri emperyalist güçlerin açıkça taşeronu ve kuklası durumundadırlar, kimileri emperyalist güçlerle sıcak savaş içindedirler, kimileri iktidar ve paraya sahip olur olmaz muhafazakâr bir düzen partisine dönüşmekte, kimileri ise devleti dini esaslara dayalı bir şeriat devleti olarak örgütlemektedir. Çoğu açıkça burjuvazinin destekçisi, kimileri bazı sermaye kesimlerinin sözcüsü, kimileri egemen sınıfın sopası, bir kısmı ise küçük-burjuva radikalizminin temsilcisi durumundadırlar. Bu siyasi oluşumların hepsini aynı torbanın içine doluşturarak üzerine dinci gericilik damgası basmanın mümkün olmadığı açık değil midir? Bizim açımızdan AKP’nin, tıpkı diğer sermaye ve düzen partileri gibi, işçi sınıfı karşısında tarihsel-toplumsal açıdan gericiliğin, yani miadını doldurmuş kapitalist düzenin temsilcisi olduğu açıktır. Tekrar edelim, tıpkı diğer burjuva partileri gibi! Bunun ötesinde, örneğin Kemalist CHP’ye gerici demekten özenle kaçınırken (hatta bu gibilerin onu açıkça ilerici olarak gördüğü sır değildir), AKP’yi her seferinde gerici sıfatıyla anmanın hiçbir geçerli sebebi olamaz. Siyasal planda gericilik nitelemesi, genellikle olağan burjuva devlet biçimlerinin yerine olağanüstü burjuva devlet biçimlerini (Bonapartizm, faşizm vb.) savunan partiler için kullanılır. AKP’nin bugün için daha faşizan, daha baskıcı, daha otoriter bir devlet biçimini savunmadığı açıktır. Bu açıdan bakıldığında, siyasal gericilik nitelemesi bugün için AKP’ye değil de başta CHP olmak üzere statükocu-şoven partilere çok daha uygun düşmüyor mu? Durum buyken, sırf siyasal propagandasında –üstelik de giderek azalan ölçüde– dini motiflere de yer verdiği için, başta TKP olmak üzere, sosyalist hareketin önemlice bir bölümünün AKP’yi her andıklarında onun önüne bir şekilde faşist, dinci, gerici, İslamcı vb. sıfatları eklemeyi kendilerine vazife edinmiş olmalarının anlamı nedir? Sakın “dincilik” ve “gericilik” karşısındaki ikiyüzlü orta sınıf hassasiyetleri pek güçlü olan CHP tabanına göz kırpmak olmasın? Emperyalist savaşın kızıştığı, kapitalizmin tarihsel önemde bir kriz döneminden geçtiği günümüzde, faşizan, militarist, muhafazakâr ve dini eğilimlerin tüm dünyada yaygınlaştığı açıktır. Kapitalizmin çöküş, kriz ve savaş döneminin zorunlu semptomlarıdır bunlar. Bunu kavrayarak kapitalizme karşı topyekûn bir savaşa girişmek yerine, belli ve tek bir burjuva partisine tüm sorumluluğu yıkmak, kapitalizmi aklamaktan başka bir anlama gelmez. Çok açıktır ki, sosyalist hareket Stalinizmden kopmadıkça ve Kemalizmin etkilerinden arınmadıkça, topluma statükoculuğun gözlüklerinden bakmaktan kurtulamayacaktır. n

13


Sosyalist Harekette Ayrışma ve Tarihsel Kökleri Levent Toprak

F

aşist 12 Eylül darbesi, Türkiye işçi sınıfı hareketi için olduğu gibi, sosyalist hareket için de çok ağır bir yenilgi olmuştu. Faşist diktatörlüğün darbeleri altında ezilen sosyalist hareket, bundan yaklaşık 10 yıl sonra SSCB’nin çöküşüyle ikinci bir darbe daha yedi. 12 Eylül’ün üzerinden 30 yıl, SSCB’nin çöküşünün üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, sosyalist hareket bugün hâlâ toparlanabilmiş ve sınıf mücadelesinde etkisini güçlü bir biçimde hissettiren siyasal bir varlık haline gelebilmiş değildir. Bunda kuşkusuz, Türkiye sosyalist hareketinin geçmişinden gelen kendi zaaflarının yanı sıra, sosyalist hareketin dünya çapındaki gerilemesinin ve zayıflamasının da rolü vardır. 12 Eylül darbesinden günü gününe tam 30 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu, Türkiye sosyalist hareketinin taşıdığı derin zaafları bir kez daha gözler önüne serdi. Referandum etrafında cereyan eden şiddetli tartışma ve kutuplaşmalar, Türkiye sosyalist hareketinin içinde bulunduğu duruma çok daha çarpıcı biçimde ışık tuttu. Sosyalist hareketin büyük bir bölümü, referandum sürecinde takındığı tutumla, fiilen, faşist cunta tarafından hazırlanmış olan 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen statükocu burjuva kesimlerle aynı safa düşmüş oldu. Bu bakımdan 12 Eylül 2010, pek muhtemeldir ki Türkiye solunun tarihinde derin bir kırılma noktası olarak iz bırakan bir tarih olarak anılacaktır. En başta SİP-TKP olmak üzere sosyalist hareketin

14

“hayır”cı kesimleri, “hayır”cı burjuva partiler (MHP, CHP) gibi büyük bir alarm duygusu içinde hareket etmiş ve referandumu, “cumhuriyetin bekası” için bir hayat memat meselesi haline getirmişlerdir. Referandum sonucunun büyük bir farkla evet çıkması, muhtemel bir “hayır” sonucuna hayli angaje olmuş ve gitgide temelsiz bir zafer beklentisine de kapılmış olan bu sosyalist kesimler için sarsıcı bir moral bozukluğu yarattı. İşçi sınıfının çıkarlarıyla da, gerçekliğiyle de, ruh dünyasıyla da genel olarak bağı kopuk olan bu kesimler, teselliyi, kendi aralarındaki tavır birliğini kutsamakta ve CHP ve MHP seçmeninin oluşturduğu %42’lik hayırcı kitleyi “sol” diye tarif etmekte buldu. Bu durum, geneli itibariyle son yıllarda derin bir kriz içinde olan geleneksel sosyalist hareketin artık bir bakıma iflas noktasına geldiğini göstermektedir. Pratik bir sınav anı gelip çattığında, tutarlı demokrat bir tutum bile almaktan aciz kalan bir sosyalist hareket tablosuyla karşı karşıyayız. Bizce referandum, geleneksel sosyalist hareketin genelinin özellikle AKP’nin hükümet ettiği yıllar boyunca yaşadığı pusulayı şaşırma halinin doruk noktasını ifade etmektedir. Referandumda alınan yanlış bir tutumun sosyalist harekette ne gibi çarpık sonuçlar doğurabileceğinin çarpıcı bir örneğini, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması konusunda düzenlenen mitinge katılmama tutumu gözler önüne sermiştir. “Hayır”cı sosyalist kesimlerin hemen hemen tamamı ve boykotçuların da az olmayan bir bölümü,


sayı: 69 • Aralık 2010

sırf referandum dolayısıyla, yıllardır ileri sürülen böylesi haklı ve önemli bir talep uğruna mücadeleye pratikte sırtlarını dönmüşlerdir. Marksizmi zaten hiçbir zaman tüm ruhuyla içselleştirmemiş olan geleneksel sosyalist kesimler, öncesini bir kenara bırakacak olursak, son 8 yıllık AKP hükümetleri döneminde Türkiye kapitalizminin yaşadığı dönüşümleri kavrayamamış, dahası hepten çarpık tarzda yorumlamış ve buna göre tutum geliştirmiştir. Örneğin Türkiye kapitalizmi emperyalistleşme doğrultusunda ilerlerken, onlar Türkiye’yi adeta sömürgeleştirilen bir ülke olarak tahayyül etmeye başlamışlardır. Bu gibi durumlar da onları, yaşanan siyasal gelişmeleri büsbütün kavrayamaz duruma getirmiş, yanlış siyasal taktikler izlemeye sürüklemiş ve siyaseten büsbütün işlevsiz kılmıştır. Oysa Türkiye’de işçi sınıfı ve diğer yoksul emekçi katmanlar, muhakkak ki kapitalizmin ve genel olarak sınıflı toplum düzeninin yarattığı sorunları def edecek politikalara ihtiyaç duymaktadırlar. Yani onların kapitalizm karşısında bağımsız devrimci sınıf çizgisine, sosyalist politikalara ihtiyaçları vardır. Hem de çok büyük ve hayati bir ihtiyaç. AKP’nin emekçi sınıflara karşı yürüttüğü acımasız saldırı politikalarının kitlelerde hoşnutsuzluk yaratmaması beklenemez. Nitekim 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin oylarında belirgin bir düşüş ortaya çıkmıştır. Tam da bu nedenledir ki, şimdi burjuvazi bu durumun yaratabileceği siyasal handikaplar nedeniyle AKP’ye karşı “sol” görünümlü alternatifler oluşturmaya çalışıyor. Hal böyleyken söz konusu sosyalist kesimler ise, geniş emekçi kitlelerin sonunda yine AKP’ye sahip çıkmasına yol açan statükocu politikalarla aynı dalga boyuna gelebiliyorlar. AKP’den bile daha anti-demokratik, özgürlük düşmanı politikaların sahibi burjuva kesimlerle aynı paydaya düşen tutumların işçi sınıfı sosyalizmiyle açıklanabilecek bir tarafının olmadığı açıktır. Üstelik ortalama bilinçteki emekçiler bile bu politikaların gerici özünün farkındadırlar. Örgütsüz durumdaki geniş emekçi kitlelerin gözünde CHP ile, Kemalizm ile, bürokratizmle, seçkinci tavırlarla, din düşmanlığıyla özdeş tutulan bir “solculuk” algısının ne büyük bir handikap olduğunu görmeksizin ve proleter sosyalist devrimciliğin bu tavırlarla ilgisinin olmadığı, aksine bunlara karşı mücadele anlamına geldiği pratikte ortaya konmaksızın sosyalist mücadelenin ilerletilmesi olanaksızdır. Referandum tam da bu bakımdan anlamlı bir test idi. Ve sosyalist solun büyük bölümü burada kötü bir sınav vermiştir.

Ayrışma Gerçekler dünyasıyla bağını koparmamış herkesin görebileceği açık bir iflas tablosu mevcut iken, söz konusu sosyalist kesimler hâlâ başlarını kuma gömmeyi ve solda referandum sürecinin açığa çıkardığı derin yarılmayı kendi çıkarlarına yorumlamayı başarabilmektedirler.

marksist tutum

Örneğin, referandum dolayısıyla solda önemli ve “hayırlı bir ayrışma” yaşandığı ve bu ayrışma netleştirilip pekiştirildiği ölçüde sosyalist solun yeniden dirilişi için bir fırsat yaratılacağı tezi işlenmeye başlanmıştır. Buna göre referandum tablosundan Türkiye için bir “sosyalist çıkış” imkânı doğmuştur. Solda yaşanan ayrışmanın devrimci Marksizm temelinde yeni bir diriliş ve toparlanma için tarihsel bir fırsat anlamına gelebileceği doğrudur, ama bu ayrışmayı geleneksel sosyalist hareketin statükocu temellerde birleşmesi sayesinde toplumda bir sol şahlanış yaratacağı şeklinde yorumlamak tam bir siyasal bönlüktür. İşte SİP-TKP tarafından yapılan sol cephe önerisini de bu gerçeğin ışığında yorumlamak doğru olacaktır. Aslında özellikle SİP-TKP gibi “hayır”cılar açısından referandum sonrasında teselli esprisinin ötesinde bir memnuniyet durumunun olduğunu da belirtmek gerekiyor. Çünkü bu “hayır”cı sosyalistler başlangıçta umduklarından daha çok sayıda sol çevrenin “hayır” cephesine dâhil olduklarını gördüler. Üstelik sosyalist çevreler içinde tanınırlığı ve kitlesi görece daha büyük olanlar bu konumu almıştı. Örneğin, her daim Kürt hareketiyle yakın bir dirsek teması içinde olan bir EMEP’in başlangıçta “hayır”cı olacağı belli değildi. Olumlu bir “ayrışma”dan döne döne söz etmeleri, aslında “hayır”cıların 12 Eylül anayasasına ve anti-demokratik askeri vesayetçi mekanizmalara koltuk değnekliği yapmaktan mahcubiyet duymamaları ve yalpalamamaları içindi ve hâlâ da öyledir. “Hayır”cıların ağzında bu “ayrışma”, söylemde daha çok “evet”çilerin lanetlenmesi şekline bürünüyorsa da, amaç özde sol Kemalist olan bir cephenin harcını karmaktır. “Hayır”cı sosyalistlerin bloklaşmaları, çok açıktır ki, işçi sınıfının sosyalist davası yolunda bir birleşme ve ilerleme anlamına gelmemektedir. Çünkü bu bloklaşmanın çimentosu sol Kemalizmdir. Diğer taraftan böyle bir sol cephe ve buna uygun bir ayrıştırma taktiğinin, orta yol tutturan boykotçu sosyalistleri de bu cepheye yaklaştırmayı hedeflediği söylenebilir. Boykotçuların önemli bir bölümünün de referandumdan “hayır” sonucu çıkmasını arzuladıkları bilindiğinden, taktiğin bu ayağı da temelsiz değildir. Bununla birlikte boykotçular da boş durmuyorlar. Buradaki bazı gruplar da kendilerince ayrışma tespitleri yapıyorlar ve boykotçu saflardan Kürt hareketini de kapsayan ayrı bir cephe oluşturulması gerektiğini savunuyorlar. “Hayır”cı sosyalistlerin bloklaşmaları, çok açıktır ki, işçi sınıfının sosyalist davası yolunda bir birleşme ve ilerleme anlamına gelmemektedir. Çünkü bu bloklaşmanın çimentosu sol Kemalizmdir. Net fikirleri olmasa da genel olarak sosyalist ideallere ilgi duyan birçok gencin bu çevrelerin elinde başka davalara koşulması büyük bir olumsuzluktur. Ancak yanlış yolun yolcusu bu kesimlerin cep-

15


marksist tutum

heleşmelerinin ya da bloklaşmalarının, sahnedeki gereksiz dağınıklığı bir ölçüde gidererek netlik sağlayacak olması tersinden bir olumluluktur. Bu durum bozbulanıklığın, karmaşanın azalmasına ve gerçek devrimci sosyalist kimliğin farkının daha net görülmesine yardımcı olacaktır.

Asıl sorun nerede? Sosyalist hareketin geldiği durumun nedenlerine ilişkin çok şey söylenebilir. Ve elbette gözlerden saklanamayacak denli bariz olan bu hazin durumun nicedir farkında olan birçok kimse de bu meyanda çokça şey söylemiştir. Bu söylenenlerin çoğunun da gerçeğin şu ya da bu yönüyle ilgili isabetli tarafları vardır. Ancak son tahlilde en derinde yatan sebep Türkiye solunun proleter sınıf temeline oturmayan varoluş tarzıdır. Türkiye sosyalist solu iliklerine kadar küçük-burjuva karakter taşımaktadır. Mehmet Sinan bu olguyu şöyle ifade ediyor: “Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmelerden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir proleter devrimci siyasal hat oluşturamadığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, burjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır.” (Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk) Yazısında bu durumun tarihsel köklerine işaret eden M. Sinan, Türkiye sosyalist hareketinin ana tarihsel kaynağı olan TKP’nin daha ilk kurulduğu 1920’li yıllardan itibaren büyük ölçüde küçük-burjuva aydınlardan oluştuğunu hatırlatıyor. İşçi sınıfının ağırlığı 1960’lı yıllara kadar oldukça cılız kaldığı için bu durumu nesnel koşullara atfetmek mümkün olsa da, 1960’lı yıllarla birlikte bunun artık bir mazeret ya da bahane olamayacağı da yine M. Sinan tarafından vurgulanıyor. Buna rağmen bu küçükburjuva nitelik Türkiye sosyalist hareketinde güçlenip çeşitlenerek varlığını devam ettirmiştir. Diğer taraftan, doğuşu Kemalist cumhuriyetin doğuş sürecine denk gelen TKP’nin daha ilk yıllardan itibaren Komintern yönlendirmesiyle Kemalist rejimi destekleyen bir politik çizgi izlemeye itilmesi ve daha sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokratik karşı-devrimle birlikte bu çizginin kalıcı bir ideolojik hat haline getirilmesi, partinin küçük-burjuva çehresini daha da derinleştirmiştir. Türkiye sosyalist hareketi böylece çok erken yıllardan itibaren Kemalizme ilericilik atfeden Stalinist aşamalı devrim programı doğrultusunda eğitilmiştir. TKP kadroları Kemalist rejimin acımasız baskılarına maruz kalmalarına rağmen bu rejime soldan destek verme tutumunu bırakmamışlardır. 1960’lı yıllara gelindiğinde bizzat sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bile burjuva parti-

16

Aralık 2010 • sayı: 69

ler tarzında örgütlenmişti ve bu niteliğiyle işçi sınıfı içine nüfuz edemiyordu. “1960’ların TİP’i işçi sınıfı vurgusunu ve işçi sınıfı öncülüğünü dilinden hiç düşürmemişse de, sıra fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda, demokratik derneklerde, semtlerde, bölgelerde vb. işlevli politik birimler oluşturmaya ve üyelerini de bu birimler içinde örgütlemeye geldiğinde, bu tarz bir örgütlenmeden sürekli uzak durmuştur. Bunun yerine, parlamentarist bir siyasal yapılanmayı ve örgütlenmeyi esas alan TİP, tıpkı burjuva partilerin yaptığı gibi, somut bir işlevleri olmayan ve gerçekte dar anlamda örgütlü bulunmayan üyelerini, gevşek bağlarla partiye bağlı tutmaya çalışmıştır. Dolayısıyla burada örgütlü ve işlevli olan üyeler değil, partinin il ve ilçe binalarıdır! Böyle bir siyasal örgütlenmenin, çalışan sınıfların içine nüfuz edebilmesi, onlarla kaynaşabilmesi, görüşlerini onların arasında yayabilmesi ve giderek sınıf içinde devrimci sosyalist bir mücadele geleneği yaratabilmesi mümkün müdür? Elbette ki hayır!” (M.Sinan, age) Sosyalist hareketin geldiği durumun nedenlerine ilişkin çok şey söylenebilir. Ancak son tahlilde en derinde yatan sebep Türkiye solunun proleter sınıf temeline oturmayan varoluş tarzıdır. Türkiye sosyalist solu iliklerine kadar küçük-burjuva karakter taşımaktadır. 60’ların sonuna doğru TİP’e muhalefet eden MDD’ciler ise işçi sınıfını neredeyse bütünüyle görüş alanının dışına çıkarmıştı. Dolayısıyla bu eğilimin durumu daha da vahimdi. “Bir kere MDD hareketi ve ondan türeyen gerillacılık, Maoculuk vb. gibi akımlar, değil işçi sınıfı içinde uzun soluklu, sabırlı bir çalışma yürütmek, kapitalizmin gelişmişliğinden ve işçi sınıfının fiziki varlığından bile kuşkuluydular. Gözlerinin önünde cereyan eden 15-16 Haziran büyük işçi direnişi bile onları uyandıramamış ve işçi sınıfının gelişkinliği konusunda oluşmuş ‘olumsuz’ kanaatlerini değiştirememişti. Tam da işçi sınıfına güvenin artması ve proleter sosyalist bir devrim için sınıf içinde sabırlı, kararlı bir örgütlenme ve hazırlık çalışması yürütülmesi gerektiği bir zamanda, onlar sınıf dışı güçlere ve sınıf dışı hareketlere bel bağlanması gerektiği fikrini yaymaya başladılar. Laf düzeyinde ‘proleter devrimciliği’ dillerinden hiç düşürmeseler de, bundan anladıkları, işçi sınıfının öznesi olacağı bir devrimcilik olmadı kuşkusuz. Onlara göre, işçi sınıfının sadece ‘ideolojik öncülüğü’ yeterliydi bir devrimin gerçekleştirilmesi için! Çünkü bu devrim zaten bir proleter sosyalist devrim olmayacaktı. Beklenen devrim ‘anti-emperyalist bir halk devrimi’ ya da ‘milli demokratik devrim’ idi! Bu devrimde öncü güç, kimisine göre ‘askersivil-aydın zinde güçler’, kimisine göre ise ‘gerilla’ olacaktı! İşçi sınıfı ve emekçiler bu devrimde her halükârda artçı bir güç olduğuna göre (!), işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı, uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütmeye ve de


sayı: 69 • Aralık 2010

işçi sınıfının öncüsünü örgütleyip eğitmeye, kısacası harekete proleter sınıf temeli kazandırmaya (başka bir deyişle hareketi proleterleştirmeye) ne gerek vardı?!” (age) Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde işçi sınıfı içinde örgütlenmeye, fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda işlevli politik birimler (dar anlamda parti örgütleri) inşasına yönelen tek dişe dokunur örnek, 1970’li yıllarda atılım yaparak yeniden örgütlenen TKP olmuştu. TKP yasadışı bir parti olmasına rağmen, başta DİSK olmak üzere çeşitli sendikalarda, işyerlerinde, fabrikalarda ve işçi mahallelerinde görece yaygın ve etkili bir örgütlenme gerçekleştirebilmişti. Fakat öte yandan TKP, örgütsel anlayışında proleter sınıf temeline yönelmiş olmasına karşın, politik çizgisinde, taktiklerinde ve eylemlerinin içeriğinde devrimci bir duruşa sahip değildi: “TKP işçi sınıfı içinde, sendikalarda örgütlenmesine örgütlenmişti ama, fabrikalardaki, işyerlerindeki, sendikalardaki parti örgütlerini ve işçi üyelerini proleter devrimci niteliklere sahip birer komünist gibi değil, birer sendika militanı gibi yetiştiriyor ve eylemlerinin içeriğini de bu düzeyde tutmaya çalışıyordu. Çünkü bu partinin kendisi proleter devrimci bir parti değildi. Savunduğu ideolojiksiyasal çizgi itibariyle reformist ve sınıf uzlaşmacı bir partiydi. Onun illegalliği, eylemlerinin içeriği nedeniyle değil, burjuvazinin onu yasaklaması ve yasadışı sayması nedeniyleydi. İçinde gerçekten proleter devrimci kadroların, inançlı komünist işçi ve gençlerin de bulunmasına rağmen, TKP’nin gerçekliği buydu. Sovyet bürokratlarının birer küçük kopyaları olan TKP yöneticilerinin ‘80 öncesinde izledikleri siyasal çizgi, partinin 1930’larda ve 40’larda izlediği siyasal çizgiyle üç aşağı beş yukarı aynı paraleldeydi. Stalinizmin dümen suyunun dışına çıkmayan bu siyasal çizgi, özünü reformizmin oluşturduğu bir reel politikerlikten öteye geçmiyordu. 1930’larda ve 40’larda ‘emperyalizme ve faşizme karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama’ adına Kemalist burjuvaziyle uzlaşma siyaseti izleyen TKP, ‘80 öncesinde de gene ‘emperyalizme ve faşizm tehlikesine karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama’ adına, Ecevit’in burjuva CHP’si ile uzlaşmayı ve hatta onu açıktan desteklemeyi tercih eden bir siyasal çizgi izlemekteydi. Bu siyasetin adı da, ‘ileri demokrasiyi sağlama’ ya da ‘ulusal demokratik devrim için mücadele’ oluyordu! Yani sonuçta gene, Sovyet bürokrasisinin alâmeti farikası olan Stalinist aşamalı devrim anlayışının sınırları içinde bir siyaset yapmakla yetiniliyordu.” (age) Sonuç olarak, bu toprakların bir halk devrimine sahne olmaması, mümbit küçük-burjuva toplumsal zemin ve daha ilk yıllardan alınan Stalinist ideolojik-politik eğitim, Türkiye’de sosyalist hareketin çok güçlü bir küçük-burjuva karakter taşımasına yol açmıştır. Hikmet Kıvılcımlı gibi istisnai bir örnek hariç, kendi toplumunu ve tarihini tanımak için gerekli olan ciddi teorik çabayı göstermemek ve bunun yerine şablonculukla, reklâmcılıkla, örgütsel yaklaşımlarda dükkâncılıkla, dar pratikçilikle yetinmek, bu

marksist tutum

küçük-burjuva sınıfsal özelliğin ürettiği sonuçlar olmuştur. Bu derin zaaflarla gelinen 12 Eylül darbesi başka ülkelerdekinin aksine, adeta mutlak bir zafer kazanmış ve faşist cunta rejiminden çıkış, diğer birçok ülkenin aksine bir kitle hareketiyle olmamıştır. Aslına bakılacak olursa, 12 Eylül darbesinden bu yana geçen 30 yıl gibi uzun bir zaman içinde, geçmişin izlerini silip süpürecek genel bir toplumsal hareketlilik yaşanmamıştır denilebilir. 89’daki bahar eylemleri, 91’de Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, 90’ların ortalarına doğru güçlenen kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadeleleri gibi hareketlilikler genel ve kalıcı bir dönüşüme yol açmadan sönümlenmiştir. Kapitalizmin gerçek anlamda tüm yeryüzüne nüfuz ettiği ve geçmişin azgelişmiş ülkelerinin de sömürge statüsünden kurtulup, kapitalizmde epeyce yol aldığı bir dünyada, başarı ancak Marksizmin gerçek devrimci ruhuna uygun ve onun ideolojik-politikörgütsel bütünlüğü içinde proleter devrimci örgütlülükler yaratarak mümkün olabilir. Gerek sınıfın kendiliğinden hareketinin cılız seyretmesi, gerekse de sınıfın bilinç ve örgütlüğünün yükseltilmesini sağlayacak sosyalist kadroların köklü bir devrimci muhasebe yapmaktan aciz kalması sonucu bugünkü tablo ortaya çıkmıştır. Sosyalist kadrolar 12 Eylül’den de, çöken milliyetçi-devletçi-bürokratik sosyalizm anlayışından da gerekli tüm dersleri çıkaracak cesareti göstermemişlerdir. Bunun yerine muhasebe diye daha ziyade devrimci mücadeleden kaçış ve savrulma gibi eğilimler baskın çıkmıştır. İşte genelde bu zaaflarla ve büyük bir güç yitimiyle 2000’li yıllara giren sosyalist hareket, özellikle bu yıllarda Türkiye’de ve dünyada yaşanan süreçlerin gerçekliğini analiz etme ve doğru devrimci tutum geliştirme bakımından ne denli yetersiz olduğunu ortaya koymuştur. Geniş bir açıdan bakacak olursak, bu durumun son tahlilde küçükburjuva sosyalizminin çöküşü olduğu söylenebilir. Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki SSCB’nin varlığının damgasını vurduğu yaklaşık 60-70 yıllık tarih kesiti, dünya çapında ve özellikle azgelişmiş ülkelerde canlı bir küçük-burjuva sosyalizmi akımının boy vermesine uygun ortam sundu. O nedenle sosyalist hareketin 60’lı ve 70’li yıllarda elde ettiği başarılar için yine de uygun bir zemin vardı. Ancak kapitalizmin gerçek anlamda tüm yeryüzüne nüfuz ettiği ve geçmişin azgelişmiş ülkelerinin de sömürge statüsünden kurtulup, kapitalizmde epeyce yol aldığı bir dünyada, başarı ancak Marksizmin gerçek devrimci ruhuna uygun ve onun ideolojik-politik-örgütsel bütünlüğü içinde proleter devrimci örgütlülükler yaratarak mümkün olabilir. n

17


Halka Dayanan Jakobenizm, Tepeden İnmeci Kemalizm Utku Kızılok

Liberal kesimler, Kemalizmin ve bu bağlamda da CHP’nin tepeden inmeci, halkı küçümseyen, elitist siyasal düşüncesini ve eylemini olumsuzlamak amacıyla ona Jakobenizm damgası vuruyorlar. Böylece Jakobenizm kavramı olumsuz bir içerikle dolduruluyor, halktan kopukluğu ve tepeden inmeci yaklaşımları açıklamak üzere sahneye sürülüyor. Geniş halk kitlelerinin desteğine dayanan, hatta bu halk kitlelerinin ileri itmesinin bir sonucu olarak daha da radikalleşen bir burjuva devrimciliği ile halktan ölesiye korkan, onu küçümseyen ve sürecin dışına iten ve cebir yoluyla baskılayan tepeden inmeci sınırlı bir burjuva devrimciliği aynı olabilir mi? Jakobenizm, Fransa’da 1789’da başlayan ve geniş halk yığınlarına dayanan muazzam bir toplumsal devrim sürecini, Kemalizm ise devlet bürokrasisinden gelenlerin hayata geçirmeye çalıştığı tepeden biçimsel dönüşümleri temsil eder. Dolayısıyla Kemalizm, Jakobenizmin Türkiye’deki bir izdüşümü olmadığı gibi, onun karikatürü bile değildir.

18

T

ürkiye’de yaşanan siyasal dönüşüm, kavgaya tutuşan burjuva kesimler arasındaki ideolojik mücadeleyi de kızıştırıyor. Liberal kesimler, Kemalizmin ve bu bağlamda da CHP’nin tepeden inmeci, halkı küçümseyen, elitist siyasal düşüncesini ve eylemini olumsuzlamak amacıyla ona Jakobenizm damgası vuruyorlar. Böylece Jakobenizm kavramı olumsuz bir içerikle dolduruluyor, halktan kopukluğu ve tepeden inmeci yaklaşımları açıklamak üzere sahneye sürülüyor. İşçilerin, emekçilerin, yoksulların, kısacası geniş halk kitlelerinin desteğine dayanan, hatta bu halk kitlelerinin ileri itmesinin bir sonucu olarak daha da radikalleşen bir burjuva devrimciliği ile halktan ölesiye korkan, onu küçümseyen ve sürecin dışına iten ve cebir yoluyla baskılayan tepeden inmeci sınırlı bir burjuva devrimciliği aynı olabilir mi? Birincisi Jakobenizm, ikincisi ise Türkiye’deki özgün formuyla Kemalizmdir. Jakobenizm, Fransa’da 1789’da başlayan ve geniş halk yığınlarına dayanan muazzam bir toplumsal devrim sürecini, Kemalizm ise devlet bürokrasisinden gelenlerin hayata geçirmeye çalıştığı tepeden biçimsel dönüşümleri temsil eder. Dolayısıyla Kemalizm, Jakobenizmin Türkiye’deki bir izdüşümü olmadığı gibi, onun karikatürü bile değildir. Liberal ideologlar, devrim düşüncesine duydukları nefretle tarihsel olayları baş aşağı çevirerek Jakobenizmde Kemalizm sureti keşfediyorlar. Tarihsel gerçeklerin bu şekilde tahrif edilmesi ve Kemalizmin Jakobenizm katına yükseltilmesi, doğaldır ki suçlamadan ziyade bir iltifat yerine geçer. Nitekim bundan ötürüdür ki, cumhuriyet ve laiklik vurgusunu öne çıkartan Kemalist kesimler Jakobenizm yakıştırmasını canı gönülden kabul etmektedirler. Böylece bu kesimler, aslında kitlelerin aktif bir şekilde katılımının ve devrimciliğinin bir yansıması olan Jakobenizm olgusunun ardına saklanarak Kemalizmin halktan kopukluğunu ve tepeden inmeciliğini gözlerden gizlemeye çalışıyorlar.


sayı: 69 • Aralık 2010

marksist tutum Burjuvazinin öz evladı olan Jakobenizmi aforoz etmesinin nedeni, onda olmayan tepeden inmecilik değil, ama onda cisimleşen kitlelerin devrimci mücadelesidir

1789’da Versailles Sarayı’na yürüyen Parisli emekçi kadınlar

Bu anomaliye bir katkı da sosyalist kılıklı Kemalist kesimlerden (en bariz örneği SİP-TKP’dir) gelmektedir. Kemalizmde, onda olmayan pek çok şeyin yanı sıra Jakobenizm de keşfeden bu solcular, liberallerin eleştirilerine yanıt getirirken ve Jakobenizmi savunur gözükürken esasında Kemalizmi savunmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Tepeden inmeci Kemalizmin cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışıyla, kitlelerin devrimci eyleminin bir sonucu olan ve bu eyleme göre şekillenen Jakoben cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışını bir ve aynı saymak, buradan hareketle de Jakobenizm üzerinden Kemalizmi savunmak kabul edilemez. Bunu yapanlar kendilerine sosyalist deseler de, gerçekte onlar sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerdir. Jakobenizmi tepeden inmeci olarak niteleyen ve ona adeta kin kusan liberaller, Marksizmi ve Bolşevizmi de aynı sepetin içine atarak karalamaya çalışırlar. Devrimci öncü kavramına, buradan hareketle de Leninist parti anlayışına saldıran sağ ve sol liberallere göre, işçi sınıfının devrimci öncüsünün yol gösterici tutumu tepedendir ve emir içermektedir. Liberallerin tepeden inmecilik olarak karaladıkları şey, devrimci öncünün kılavuzluğu, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bilinçli bir iktidar hedefine yöneltilmesi ve burjuva iktidarın devrim yoluyla alaşağı edilmesi düşüncesidir. Zaten, burjuvazinin öz evladı olan Jakobenizmi aforoz etmesinin nedeni de, onda olmayan tepeden inmecilik değil, ama onda cisimleşen kitlelerin devrimci mücadelesidir. Bu nedenle burjuvazi iki yüz yıldır, tarihinde kara bir leke olarak gördüğü Jakobenizmi tepeden inmeci yaftası vurarak ve hatta “terörist” ilan ederek unutturmaya çalışıyor. Örneğin, Türk Dil Kurumu’nun Jakobenizmin Türkçe karşılığına “tepeden inmecilik” yazması, esasında burjuvazinin Jakobenizm karşısındaki evrensel tutumunun bir ifadesinden başka bir şey değildir. Burjuvazinin ve liberallerin Jakobenizme saldırısı yeni değildir. Nitekim Troçki bir asır önce şunları söylüyordu: “Bugün Jakobenizm bütün liberal ukalaların ağzında bir kınama sözcüğüdür. Burjuvazinin devrimden nefreti, kitlelerden nefreti,

sokaklarda yapılan tarihin gücünden ve büyüklüğünden nefreti, tek bir öfke ve korku çığlığında toplanmıştır: Jakobenizm!”1 Troçki bu satırları 1905 devriminin küllendiği günlerde yazdı. 1905, işçi sınıfının iktidar organlarını (sovyet) kurarak ayağa kalkmasını, burjuvazinin ise kendi devrimine bile sahip çıkmayarak soluğu Çarlığın kucağında almasını ifade eder. İşçi sınıfından korkan burjuvaziye ve onun ideologu olan liberallere devrim ve kitlelerin şiddeti Jakobenizmi hatırlatıyordu. Devam eden satırlarda Troçki, “komünizmin dünya ordusu olan bizlerse, Jakobenizmle tarihsel hesaplaşmamızı çoktan yapmışızdır” diye yazıyordu. Marksizmin, Jakobenizmin tarihsel sınırlarını ortaya koyduğunu, onun geleneklerine karşı mücadele ettiğini ve ondan koptuğunu, ama burjuvazinin bir dönemine ait olsa da işçi sınıfının devrimci geleneklere sahip çıktığını ifade ediyordu. Liberaller atalarının küllerine küfretmekteydiler, ama bu devrimci dönemde burjuva demokrasisi tarihinin en ileri düzeyine yükselmişti: “Liberalizme çekiciliğini veren Büyük Fransız Devrimi’nin gelenekleri değilse nedir? Burjuva demokrasisi başka hangi dönemde, 1793’ün Jakoben, sankülot (baldırı çıplak), terörist, Robespierci demokrasisinde olduğu kadar yükselebilmiş ve insanların yüreğini öyle büyük bir alevle tutuşturmuştur?” (Troçki, age, s.38) 1789’da yaşanan öz itibariyle bir burjuva devrimiydi ve ilerleyen süreçte iktidara gelen Jakobenler de burjuvazinin en devrimci kanadıydı. Ancak devrime ve böylece de Jakobenlere bir itilim verenler gerçekte müthiş bir tutkuyla devrime katılan ve mücadele eden yoksul kitlelerdi. İşçileri, emekçileri ve yoksul halkı ifade eden sankülotların2 devrimci mücadelesi, Jakoben burjuvazinin elinde krallığa, soylulara, ruhban sınıfına ve uzlaşmacı burjuva kesimlere karşı bir silaha dönüşmüştü. Devrim, Jakobenlerin iktidarı döneminde doruğuna ulaşmış ve devrimin ilk döneminde soylular ile ılımlı burjuva kesimlerin uzlaşmacı tutumu sonucunda evrimsel bir çizgiye terk edilen toplumsal dönüşüm –yani feodal ilişkilerin tüm kurumlarıyla tasfiye edilmesi– gerçek anlamda

19


marksist tutum

bu iktidar altında hayata geçirilmiştir. Lenin, 7 Temmuz 1917’de Jakobenizm konusunda şöyle yazmaktadır: “Burjuva tarihçiler Jakobenizmi bir düşüş –«alçalma»– olarak görüyor. Proletaryanın tarihçileri onu ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek doruklarından biri olarak görür. … Yirminci yüzyılda Avrupa’da ya da Avrupa ve Asya’nın sınır hattında «Jakobenizm», devrimci sınıfın, yani yoksul köylülük tarafından desteklenen ve sosyalizme ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın egemenliği olacaktır...”3 Kemalizmi Jakobenizm katına yükseltenler ve Jakobenizme tepeden inmecilik damgası vuranlar tarihsel gerçekleri tam anlamıyla eğip büküyorlar. 1789’da başlayan süreçte geniş halk yığınları giderek daha fazla ve daha aktif olarak devrime katılır ve tüm toplumu hallaç pamuğu gibi attırırken, Türkiye’de durum bunun tam tersidir. Türkiye’de Kemalist devrim sürecinin başlangıcı olarak sunulan Milli Mücadele, daha baştan Osmanlı bürokrasisinden gelen askeri erkânın kontrolüne sokulmuş ve sivil kesimler denetim altına alınmıştır. Süreç ilerledikçe mücadeleye katılan halk kesimleri de temsilcileriyle birlikte tasfiye edilmişlerdir. 1923’te, Cumhuriyet, halk kitlelerinin hiçbir şekilde katılımı ve müdahalesi olmadan, akşamdan sabaha tepeden ilan edilmiştir. İşte tam da bunlardan ötürü Kemalist tepeden devrim, yoksul emekçi sınıfların büyük bölümü tarafından benimsenmemiş ve Fransa’daki gibi toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmemiştir. Gerçek bir halk devrimiyle tepeden devrimler arasında muazzam farklar vardır, ne biçim ne de içerik yönüyle birbirlerine benzerler. Örneğin, tepeden devrimler neredeyse istisnasız olarak kişi adlarıyla tarihe geçmişlerdir, onların isimleriyle anılırlar. Ve ne ilginçtir ki, genel itibariyle tepeden devrimin liderleri devlet bürokrasisinden gelmektedirler: Bismarck, Mustafa Kemal, Nasır... Tepeden devrimlerin tersine, geniş halk kitlelerinin eseri olan devrimler şu ya da bu kişinin ismiyle anılmazlar. Bu tip devrimler çok daha zengin bir toplumsal deneyim yaratmış ve buradan beslenen çeşitli siyasal akımlar ve örgütlülükler doğurmuşlardır. Nitekim feodal sınıflara karşı kitlelerin devrimci eyleminin cisimleşmesi olan Jakoben akıma, ismini ve anlamını veren de devrimin alevli sürecidir.

Jakobenizmin sahneye çıkışı Fransa’nın borç batağına batması, soyluların ayrıcalıklarını terk etmeyerek vergi vermemesi, hazinenin çökme noktasına gelmesi, süreklileşen açlık ve yoksulluk dolayısıyla oluşan siyasal krizi aşmak üzere kral 16. Louis, 5 Mayıs 1789’da Krallık Meclisi denen “zümreler meclisi”ni toplantıya çağırdı. Bu zümrelerden birincisi soylular, ikincisi ruhban sınıfı, üçüncüsü ise burjuvazinin de dahil olduğu diğer halk kesimleriydi. Soylular ve ruhban sınıfı her zümrenin bir oyu olması gerektiğini savunuyorlardı. Buna göre her zümre kendi arasında toplanacak, tartışı-

20

Aralık 2010 • sayı: 69

lan konular hakkında söz konusu zümrenin oyunun ne yönde olması gerektiğini belirleyecek ve “genel zümreler meclisi”nde açıklayacaktı. Bu durumda, mecliste feodal sınıflardan daha fazla temsilcisi olmasına rağmen burjuvazi azınlıkta kalacaktı. Bu nedenle de bunu kabul etmedi ve halkı temsil ettiğini açıklayarak “üçüncü zümre”nin meclisini önce “milli meclis”, birkaç hafta sonra ise “kurucu meclis” olarak ilan etti. Süren siyasal kriz, kralın meşrutiyetten yana olan liberal maliye bakanını görevden almasıyla tırmandı ve halk yığınları arasında zaten başlamış olan kaynaşma bir devrimci ayaklanmayla kendini dışa vurdu. 14 Temmuzda ayaklanan emekçi kitleler, feodal düzenin baskı ve zulmüyle özdeşleşen Bastille zindanını basıp tüm mahkûmları serbest bıraktılar. 14 Temmuzun ertesinde kral ve soylular “kurucu meclis”in, yani burjuvazinin iradesini kabul ettiler. Yeni rejim bir meşruti monarşi olarak şekillenirken, aristokratik sınıfın imtiyazlarına son verildi, burjuva mülkiyet ilişkilerini kutsayan ve biçimsel-hukuki eşitliği kabul eden İnsan Hakları Beyannamesi ilan edildi. Liberaller Jakobenizmi eleştirirken, özellikle bu devrimci terör dönemini onun tepeden inmeciliğine kanıt olarak sunuyor ve halka karşı diktatörlük kurduğunu iddia ediyorlar. Evet, bu bir diktatörlüktü, ama Lenin’in ifadesiyle feodal sınıflara karşı küçükburjuvazi ve proleter sınıflar tarafından desteklenen bir diktatörlük! Ama buna rağmen aslında eski sınıflarla ılımlı burjuvazi arasında bir koalisyon kurulmuştu. Serflik kaldırılmıştı, fakat devlet topraklara tazminatsız el koyup karşılıksız olarak yoksul köylülere dağıtmadığı ve topraklara sahip olabilmek için yüksek düzeylerde paralar ödenmesi gerektiği için topraklar aristokratların elinde kalmaya devam etmişti. Kilise muazzam genişlikte topraklara ve servete sahipti, toplumsal alana müdahale etmeye devam ediyordu. Beri taraftan koalisyon kuran sınıflar, üç günlük işçi yevmiyesi tutarında vergi veremeyen herkesi seçme hakkından mahrum bırakarak, geniş yoksul emekçi kitleleri siyasal süreçten dışlamışlardı. Toplumsal çelişkilerin çözülmeden bu biçimiyle devam etmesi elbette olanaklı değildi. Bir denge rejimi olan meşruti monarşinin eski düzene mi yoksa tümüyle burjuvazinin iktidarına doğru mu çözüleceğini mücadele belirleyecekti. Nefret sembolü haline gelen Bastille zindanının basılması geniş emekçi kitlelerin aktif olarak devrim sürecine katılması anlamına geliyordu. Nitekim üç-dört yıl boyunca geniş emekçi kitleler bir çağlayan gibi, zaman zaman önlenemeyen bir taşkınlıkla devrimin gelişim çizgisine müdahale edeceklerdi. En kritik dönemlerde siyasal krizi çözen şey yığınların devrimci başkaldırısıydı. Toplumda biriken ve çözülmeyi bekleyen çelişkiler öylesine büyüktü ki, bu durum, devrime muazzam bir


sayı: 69 • Aralık 2010

dinamizm veriyordu. Boyutları genişleyip derinleşen devrim kendine özgü araçlarını da yaratıyordu. Dernekler ve aslında şimdiki partilere tekabül eden “kulüpler” bu örgütlenme biçimlerinden bazılarıydı. Burjuvazinin devrimci kesimini bir araya getiren Jakobenler Kulübü4 de bu kulüplerden yalnızca biriydi. Lakin asıl önemlisi, Jakobenlerin rollerini oynayabilecekleri devrimci organların devrim sahnesine çıkmasıydı. Örneğin, büyük şehirlerde komün (belediye) seçim bölgelerine ayrılmıştı ve Paris’te 60 seçim bölgesi vardı. Bu seçim bölgelerinin başlangıçta bir kere toplanması öngörülüyordu. Ancak öyle olmadı, devrimci yükselişle birlikte bu seçim bölgeleri, kendilerini “seçim çevresi şubeleri”ne dönüştürdüler ve meclise sürekli toplanma hakkını kabul ettirdiler. Kendi komitelerini de kuran “şubeler”, bu şekilde hareket halinde olan bir tür mahalli devrimci organ niteliğine bürünmüş oluyorlardı. Böylece “şubeler” ve bunların üzerinde yükselen komünler, kitlelerin olaylara müdahalesinin doğrudan aracı haline geldiler. “Ulusal Muhafız” adı altında örgütlenen devrimci milisi de kitlelerin müdahale araçları listesine eklemek gerekiyor. Bir tür ikili iktidar durumu söz konusuydu: Meşruti koalisyonu temsil eden meclise karşı, burjuvazinin radikal kanadı olan Jakobenlerin önderliğinde küçük-burjuva kesimleri, işçi ve yoksulları temsil eden komün ve şubeler! Esasında yoksul işçi-emekçi kitleler “şubeler”, komiteler, dernekler aracılığıyla Jakobenlerden ayrı bir örgütlenmeye sahiptiler, aristokrasinin ve kilisenin tümüyle bertaraf edilmesini, ekonomik ve siyasal eşitliği getirecek bir toplumsal dönüşümü arzuluyorlardı. Ancak Jakobenlerle pek çok noktada karşı karşıya gelmelerine rağmen, Jakobenlerden bağımsız bir politika izleyemediler ve onların eyleminin bir parçası haline geldiler. Jakobenler ise, geniş emekçi kitlelerin bu arzularını devrimin daha ileriye götürülmesi için devrimci şiddetin temeli yapmaktan geri durmadılar. Hem içerideki devrimi bastırmak hem de Avrupa’nın önemli bölgelerini sömürge haline getirmek amacıyla Avusturya’ya açılan savaşın yenilgiyle sonuçlanması ve Fransa topraklarının işgal edilmesi üzerine, kitleler Jakobenlerin siyasal önderliğinde 10 Ağustos 1792’de tekrar ayaklandılar. Meclise gönderilen bir heyet, halkın kendinden başka bir egemen merci tanımadığını ilan ediyordu. 2 Eylülde 21 yaşını geçmiş herkesin seçime katılmasıyla seçilen yeni ulusal meclis (Konvansiyon), monarşinin kaldırıldığını açıkladı ve cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet, doğrudan doğruya kitlelerin eyleminin eseri olmuştu. Bu dönemden sonra devrimci şiddet dalgası giderek daha fazla siyasal alana egemen olmaya başladı. Kralın giyotinle idam edilmesi devrimci terörün bir işaret fişeğiydi adeta. Jakoben önderlerden Marat, Konvansiyon kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Özgürlüğü sağlamak için şiddet kullanmak zorunludur ve kralların despotluğunu ezmek için özgürlüğün despotluğunu geçici olarak örgütlemenin zamanı gelmiştir.” 1793’ün ikinci yarısın-

marksist tutum

dan başlayarak tam bir sene hiç aralıksız, Jakoben iktidarı altında feodal sınıflara karşı devrimci terör uygulandı. Burjuvazinin büyük ve ticaretle uğraşan kesimini oluşturan Girondenler, ılımlı çizgilerini sürdürüp kralcılar ve soylularla bir uzlaşma yoluna girince bu kez devrimci terör onlara yöneldi. 1793 ilâ 1794’ün ilk yarısı Fransız devriminin en şiddetli dönemidir. Bu devrimci terör döneminde feodal sınıflara büyük bir darbe indirildi, büyük bir bölümü yurt dışına kaçan soyluların toprağına hiçbir tazminat ödenmeden zorla el konuldu. Kilisenin topraklarına da el konulurken, halk yığınları, o güne kadar kendilerini aldatan ve sömüren ruhban sınıfına karşı büyük bir mücadele başlattılar. Din devletten bağımsızlaştırılarak kişilerin özel hayatına bırakıldı. Liberaller Jakobenizmi eleştirirken, özellikle bu devrimci terör dönemini onun tepeden inmeciliğine kanıt olarak sunuyor ve halka karşı diktatörlük kurduğunu iddia ediyorlar. Evet, bu bir diktatörlüktü, ama Lenin’in ifadesiyle feodal sınıflara karşı küçük-burjuvazi ve proleter sınıflar tarafından desteklenen bir diktatörlük! Dolayısıyla da tepeden inmecilik yakıştırması zırvadan öte bir şey değildir. Takrir-i Sükûn yasasını meclisten geçirmek için milletvekillerinin kellesini uçurmakla tehdit eden Mustafa Kemal ile Robespierre’in geniş yığınların eylemini arkasına alarak devrimin ilerletilmesi için Konvansiyon’a baskı yapmasını aynı kefeye koyanlar, bilinçli olarak tarihsel gerçekleri çarpıtıyorlar. Jakoben iktidarı döneminde yeniden hazırlanan ve genel oy hakkını kabul eden, krallığı kaldıran, cumhuriyeti getiren anayasa referanduma sunulmuş ve bir milyon 800 bin kişi tarafından onaylanmıştır. Oysa Kemalist rejim altında halk kitleleri hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Fransız devrimi öylesine büyük bir umut ışığı yakmıştı ki, Avusturya’ya açılan savaş yenilgiyle sonuç-

21


marksist tutum

Aralık 2010 • sayı: 69 Jakobenizm kitlelerin devrimci eylemi üzerinde yükseliyordu, ama Kemalist rejim tepeden kurulan askersivil bürokrasinin diktatörlüğüydü! Kemalizm, Fransız devriminin Jakoben evresine benzetilemez. Olsa olsa, devrimci dalganın geri çekildiği, ama çalkantıların on yıl boyunca devam ettiği ve bunun üzerine egemen sınıfların iş başına çağırdığı Bonaparte diktatörlüğü dönemine benzetilebilir.

lanıp devrim tehlikeye girdiğinde, Avrupa monarşilerinin soylularla birleşerek devrimi boğmaması için tam bir milyon emekçi orduya katılmıştı. Çok açık ki, Jakobenizm kitlelerin devrimci eylemi üzerinde yükseliyordu, ama Kemalist rejim tepeden kurulan asker-sivil bürokrasinin diktatörlüğüydü! Kemalizm, Fransız devriminin Jakoben evresine benzetilemez. Olsa olsa, devrimci dalganın geri çekildiği, ama çalkantıların on yıl boyunca devam ettiği ve bunun üzerine egemen sınıfların iş başına çağırdığı Bonaparte diktatörlüğü dönemine benzetilebilir.

Bismarkçılık, Kemalizm ya da tepeden dönüşümler Kemalizm, Jakobenizmin değil, Bonapartizmin bir türü olan Bismarkçılığın bir izdüşümüdür. Bonaparte, can çekişen ama sahneden çekilmeyen soylular ile burjuvazi arasındaki çatışmadan ve bu iki sınıfın proleter sınıflarla olan çelişkisinden yararlanarak diktatörlüğünü kurmuştu. Böylece devletin tepesine oturan Bonaparte bir hakem rolüne soyunurken, kurulan diktatörlük düzeni krizlerden çıkartarak tahkim ediyordu. İkinci Bonapartizm döneminde (yeğen Bonaparte dönemi), terazinin egemen sınıf kefesinde bu kez yalnızca burjuvazi oturmaktadır ve siyasal egemenliği eline geçiren bürokrasi, hakem görüntüsü altında işçi sınıfını baskılamaktadır. Devlet bürokrasisini siyasal olarak egemen pozisyona taşıyan ve burjuvazinin sorunlarını çözen Bonapartizmin bu özelliğinden dolayı Engels, Bismarkçılığı Bonapartizmin bir türü kapsamında değerlendirir. Engels’in bu yaklaşımı üzerinden yürüyen Elif Çağlı, konuyu şu boyutlarıyla açar: “Fransa örneğinde Bonapartizm nitelemesindeki vurgu, kurulu burjuva düzeni korumak için tesis edilen olağanüstü rejim üzerindeyken, Prusya veya Türkiye gibi tepeden burjuva devrimlerde ise, burjuva düzenin daha baştan ola-

22

ğanüstü biçimde kurulması noktasındadır. Hatırlanacağı gibi Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruyabilmesi için, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliği ele geçirmesi anlamına gelir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür.”5 Yani Bismarkçılık, bir işçi devriminden korkan ve prekapitalist ilişkileri tasfiye etmek üzere eski sınıflara karşı mücadeleye girişmeyen burjuvazinin ihtiyaçlarını tepeden dönüşümlerle yerine getirir. Bu Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi üzerine Çağlı şunları yazıyor: “Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşmamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bismarcklara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır.” (age, s.200) İşte Kemalist diktatörlük de Bismarkçılığın bir türünden başka bir şey değildir. Savaş sonrasında bir ulus-devlet kurma, başta Kürt halkı olmak üzere ezilen halkları ve emekçi sınıfları şiddet yoluyla bastırma, düzeni koruma altına alma, son derece cılız olan burjuvazinin görevlerini üstlenerek onun adına, ihtiyaç duyulan dönüşümleri tepeden yerine getirme görevini Kemalist bürokrasi üstlenmiştir. Dolayısıyla da kurulan rejim daha baştan olağanüstü bir niteliğe sahiptir ve halk kitlelerinin katıldığı demokratik bir devrim söz konusu değildir. Tepeden devrimlerin en tipik özelliklerinden birisi toplumsal ilişkilere dokunmamasıdır. Bismarck’ın tepeden reformlarına değinen Engels, toplumsal ilişkilerde hemen hiçbir değişiklik yapılmadığına dikkat çeker.6 Örneğin, feodal toprak sahiplerine gereken darbe indirilmediği ve hatta işbirliği yapıldığı için kırın kapitalist dönüşümü


sayı: 69 • Aralık 2010

uzun yıllara yayılmıştır. Engels bu çözülmeye, “yavaş giden menziline ulaşır” yaklaşımının hâkim olduğuna dikkat çeker. Durum Türkiye’de de farklı değildir. Mehmet Sinan bu konuda şunları yazmaktadır: “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, Cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilericidevrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır.”7 Topluma giydirilen deli gömleğini savunmak komünistlerin özgürlük anlayışı olamaz! Marksistler, Jakobenizme ve kitlelerin devrimci eylemine küfreden liberallere olduğu kadar, Kemalizmin tepeden inmeciliğini sosyalizm adına savunan sözde sosyalistlere de prim vermezler. Tepeden devrimlerde dönüşüm, daha çok siyasal üst yapıda, kendini biçimsel düzenlemelerle ortaya koyar. Türkiye’ye bir bakalım: Örneğin, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halkın tebaa olmaktan yurttaş olmaya geçtiği söylenmiştir. Ancak biçimsel bir değişiklik yapıldı ve cumhuriyet ilan edildi diye akşamdan sabaha toplum tebaa olmaktan çıkmaz. Keza fesin ve sarığın yerine şapka geçirildiği için insanların bilinçleri ileriye doğru bir değişim geçirmez. Şeyhülislamlığın kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kitleler bir anda aydınlanmazlar. Hele tepeden baskı altına alındıklarında bunu hiç kabul etmezler. Toplumsal bir dönüşüm olmadan, kitleler bu dönüşümün bir parçası olmadan, söz konusu biçimsel değişiklikler sadece havada asılı kalır ve insanlara ulaşmaz. Zira bir toplumsal dönüşümün olabilmesi için kitlelerin devrim sürecinin bir parçası olması, talepleri etrafında mücadeleye sevk edilmeleri gerekir. Oysa Osmanlı bürokrasisinden gelen Kemalist önderlik, devlet eliyle tepeden aşağıya, bir vuruşta, özlemini duyduğu Batılılaşmayı sağlayabileceği yanılgısı içindeydi. M. Kemal, bu inancını günlüğüne de yazmıştır. 6 Temmuz 1918’de gittiği Almanya’da, bir Osmanlı elçisiyle ve eşiyle buluştuğu otelde dans eden çiftleri izlerler. Elçinin eşi, “bizde böyle bir hayatın yerleşmesi ne kadar zor” deyince M. Kemal kızar ve ertesi gün günlüğüne şunları yazar: “Elime büyük yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda istenen devrimi bir anda bir darbeyle uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben başkaları gibi bu işin halkın anlayışını yavaş yavaş alıştırmak suretiyle yapılacağını kabul etmiyorum. Buna ruhum isyan ediyor. Ben bu kadar yıl eğitim gördükten, uygar toplumları inceledikten ve özgürlüğümü elde etmek için hayatımı har-

marksist tutum

cadıktan sonra, neden cahiller dünyasına ineyim. Onları kendi dünyama çıkartırım. Ben onlar gibi değil onlar benim gibi olsunlar.”8 Mehmet Sinan bu yaklaşımın neye yol açtığına şöyle değiniyor: “Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyoekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir «Batılılaşma» ile ilgilenen ve bu konuda «totaliter bir kararlılık» sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi «çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme» idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de «cumhuriyet» projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, «kurtarıcı bir önder»in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.”9 Dolayısıyla da öz değişmediği için, daha en baştan, diyalektiğin yasası gereği, biçim ve öz bir çatışma halinde olmuştur. Kemalizmin topluma giydirdiği deli gömleğinin yarattığı etki ve çelişkiler günümüze kadar devam etmiştir. Oysa aradan geçen dönemde kapitalist gelişme ilerlemiş, kentleşme dev boyutlara ulaşmış ve toplum Kemalizmin deli gömleğine sığmaz olmuştur. “Müesses nizam”ın, dolayısıyla da çıkar ve ayrıcalıklarının devam etmesini isteyen Kemalist çevreler ise, topluma giydirilen deli gömleğinin parçalamasına karşı çıkmaktadırlar. Ancak tarih göstermiştir ki, bu tip dayatmalar toplumsal gelişme karşısında daima boşa çıkar. Topluma giydirilen deli gömleğini savunmak komünistlerin özgürlük anlayışı olamaz! Marksistler, Jakobenizme ve kitlelerin devrimci eylemine küfreden liberallere olduğu kadar, Kemalizmin tepeden inmeciliğini sosyalizm adına savunan sözde sosyalistlere de prim vermezler. n ___________________ 1

Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., s.37

2

Aristokratların, çoraplı külot yerine pantolon giyen devrimcilere verdiği isim. Yoksul halk kitleleriyle özdeşleşen sankülot kavramı, aslında “baldırı çıplak” anlamına geliyordu ve aristokrasi bu kavramı halkı aşağılamak için kullanıyordu.

3

Lenin, Can “Jacobinism” Frighten the Working Class?, www.marxists.org

4

Burjuvazinin bu devrimci kanadı “Anayasa Dostları Cemiyeti” adı altında örgütlenmişti ve Jakoben manastırında toplandıkları için siyasal arenada bu isimle anılıyordu. Devrim sürecinde Jakoben Kulübü adı altında örgütlendiler.

5

Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.194

6

Engels, Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz, Sol Yay.

7

Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 35

8

akt: Can Dündar, Mustafa

9

Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 37

23


Eşitsiz ve Bile Eşitsiz ve Bileşik Gelişme Yasası Zıt yönlü eğilimlerin mücadelesi temelinde yol alan kapitalizm eşitsiz ve bileşik bir gelişme sergiler. Bu üretim tarzı, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında değişik gelişme hızlarıyla yol alır ve bu eşitsizlik kapitalist pazarların genişleyip yayılmasının da çekici gücüdür. Her “ulusal” kapitalizm er ya da geç dünya pazarına yönelmek zorunda kalır ve entegrasyon eğilimi çeşitli ülkeleri iktisaden karşılıklı bağımlılık ilişkileri içine sokar. Ortaya çıkardığı çarpık gelişme süreçlerine ve yarattığı çeşitli sorunlara rağmen, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası üretici güçlerin kapitalizm altında ilerlemesini kışkırtıcı bir faktör olarak işlev görmüştür. Zaman içinde pek çok kapitalist ülkede iktisadi bir gelişme kaydedilmiş ve çeşitli ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi derinleşmiştir. Fakat çok açıktır ki, kapitalizmin küresel gelişimi çeşitli ülkeler veya bölgeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmamıştır. Bu ve benzeri hususların günümüz dünyasında yeterince kanıtlanmış olmasına rağmen, kapitalizmin küresel gelişimine dair yanlış görüşler yine de az değildir. Küreselleşme konusunda sergilenen başlıca yanlış yaklaşımlardan biri, bileşik gelişme özelliğinin gözardı edilerek eşitsizlik ilişkilerine tek yönlü vurgu yapılmasıdır. Bir diğeri ise, ters uca savrulup bileşik gelişme olgusunun abartılmasıdır. Eşitsiz gelişme yasası aslında tüm insanlık tarihine şu ya da bu ölçüde hükmetmiş olan bir yasadır. Bu nedenle kapitalizm, tarihsel gelişimin farklı halkalarını ve dolayısıyla farklı çelişkilerini yaşayan çeşitli insan topluluklarını, yani tam bir eşitsizlik durumunu kendi hareket noktası olarak bulmuştur. Yaşamın çeşitli alanlarında tarih boyunca

24

Zıt yönlü eğilimlerin mücadelesi temelinde yol alan kapitalizm e sektörler ve ülkeler bazında değişik gelişme hızlarıyla yol alır v çekici gücüdür. Zaman içinde pek çok kapitalist ülkede iktisadi bağımlılık ilişkisi derinleşmiştir. Fakat çok açıktır ki, kapitali eşitsizliği ortadan kaldırmamıştır. Bu ve benzeri hususların gü kapitalizmin küresel gelişimine dair yanlış görüşler yine de a yaklaşımlardan biri, bileşik gelişme özelliğinin gözardı edilerek ters uca savrulup bileşik gelişm eşitsizlik ilişkilerinin egemen olmasına karşın, kapitalizm öncesinde yer alan üretim tarzlarından hiçbiri dünya ölçeğinde bileşik bir gelişme sürecini yaratma özelliğine sahip değildir. Kısacası, eşitsiz ve bileşik gelişim yasası ancak kapitalizme özgüdür. Bu bakımdan eşitsizlik ilişkisi de kapitalizm altında büründüğü özgül yönleriyle ve bileşik gelişme özelliğiyle birlikte ele alınmalıdır. Marx ve Engels kapitalist gelişmeyi eşitsiz olduğu kadar bileşik bir gelişme süreci olarak değerlendirdiler. Kapitalizmin yerelliği ve ulusal yalıtılmışlığı aşıp geçecek ve dünya ekonomisini yaratacak bir üretim tarzı olduğu Marksizm tarafından en net biçimde açıklandı. Çeşitli ülkelerin değişik tarihsel geçmişlere sahip oluşundan hareketle, Marx, kapitalist dönüşümün farklı biçim ve tempolarına değindi. Bu süreçte asıl sorunun, modern burjuva toplumu içindeki eklemlenme şekilleri olduğunu belirtti. Lenin de Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelerken aynı konuya eğilmiş, eski ve yeni formları bir araya getiren bileşik gelişme özelliğine ve buradan da pek çok çelişkinin türediğine dikkat çekmiştir. Eşitsiz gelişme yasasına dair açılımlar Lenin’in incelemelerinde açıkça yer alır. Bu incelemelerde, kapitalist sistemde tek tek ülkelerin ve sanayi


eşik Gelişme Elif Çağlı

eşitsiz ve bileşik bir gelişme sergiler. Bu üretim tarzı, işletmeler, ve bu eşitsizlik kapitalist pazarların genişleyip yayılmasının da i bir gelişme kaydedilmiş ve çeşitli ülkeler arasındaki karşılıklı izmin küresel gelişimi çeşitli ülkeler veya bölgeler arasındaki ünümüz dünyasında yeterince kanıtlanmış olmasına rağmen, az değildir. Küreselleşme konusunda sergilenen başlıca yanlış eşitsizlik ilişkilerine tek yönlü vurgu yapılmasıdır. Bir diğeri ise, me olgusunun abartılmasıdır. kollarının eşitsiz ve spazmlı gelişmesinin kaçınılmaz oluşu üzerinde durulur. Kapitalizm sürekli olarak ekonomik yayılma, yeni topraklara sızma, ekonomik farklılıkların bir ölçüde üstesinden gelme doğrultusunda yol almaktadır. Böylece kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin yerini evrensel bir mali ilişkiler ağı almış, kapitalizm çeşitli ülkelerin birbirlerine yaklaşmalarına neden olmuştur. Emperyalizm, ulusal ve kıtasal düzeyde çeşitli ekonomik birimleri eski dönemlere oranla çok daha hızlı ve daha derin bir şekilde birbirine bağlamıştır. Bir zamanlar Troçki’nin üzerinde durduğu gibi, kapitalizmin küresel gelişimi yani emperyalizm, farklı ulusların ekonomik yöntemlerini, toplumsal formlarını ve gelişme derecelerini geçmişe kıyasla daha benzer hale getirmektedir. “Aynı zamanda o, bu ‘hedefe’ öyle çelişkili yöntemler, öyle kaplanvari sıçramalar, ve geri ülkeler ve bölgeler üzerine öyle saldırılarla erişir ki, yol açtığı dünya ekonomisinin birleşmesi ve eşitlenmesi, yine onun tarafından, önceki çağlara göre daha şiddetli ve kıvrandırıcı şekilde bozulur.”1 Kapitalizmin dünya ülkelerinin kaderlerini birbiriyle

birleştirme işini tamamen kendine özgü, yani anarşik tarzda gördüğü bellidir. Bu nedenle emperyalist aşama sistemin içerdiği zıt eğilimleri büsbütün şiddetlendirmiştir. Emperyalizm, Lenin’in de vurguladığı gibi, kapitalizmin eşitsiz gelişme özelliğini çok daha belirgin hale getirmiştir. Eşitsiz gelişim yasasının Marksist çözümlemesi, yalnızca kapitalizmin iktisadi gelişim özelliklerinin kavranabilmesi bakımından değil, bundan türeyen siyasal sonuçların doğru tarzda ele alınabilmesi için de büyük önem arz eder. Ne var ki, Stalinist anlayış pek çok konuda olduğu gibi eşitsiz gelişim yasası açısından da Marksist kavrayışta önemli çarpılmalara neden olmuştur. Eşitsiz gelişim özelliğinin kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış olduğuna ilişkin saçma iddia, Stalinizmin bu noktada yarattığı tahrifatı somutlar. Stalin’e göre, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişim yasasından haberleri yoktur; zira kapitalizmin tekelci gelişimi öncesinde yaşamışlardır; o dönemde eşitsiz gelişme yasası henüz keşfedilmemiştir; zaten keşfedilebilmesi de mümkün değildir! Böylece Stalin, ideolojik ve siyasal sahtecilik okulunun üstatlarına özgü bir el çabukluğuyla hem eşitsiz gelişme yasasının anlamını iğdiş etmiş hem de bu yasanın kâşifinin Lenin olduğu yalanını uydurmuştur. Stalin’in bu dalaveresi boşuna değildi. Amacı, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişme yasasını bilmedikleri için tek ülkede sosyalizmin muzaffer olamayacağı sonucuna çıktıkları düşüncesine dünya komünist hareketini inandırmaktı. Eşitsiz gelişme yasasının emperyalizm çağında işlemeye başladığını ve böylece tek ülkede sosyalizmin artık pekâlâ imkân dahiline girdiğini teorize etti Stalin. Bu ve benzeri çarpıtmalarıyla, çeşitli siyasal ve iktisadi gerçeklerin kavranması konusunda tam bir bulanıklık yarattı.

25


Aralık 2010 • sayı: 69

marksist tutum

Oysa işin aslı şudur: kapitalist işleyişin yarattığı siyasal çalkantı ve krizlerin çeşitli ülkelere dağılımındaki eşitsiz gelişme nedeniyle, proleter devrim pekâlâ gelişmiş kapitalist ülkelerden önce nispeten az gelişmiş ülkelerde patlak verebilir. 1917 Ekiminde Rusya’da gerçekleşen proleter devrim bu tahmini doğrular. Gecikmeli bir kapitalist gelişme yaşayan Çarlık Rusya’sında üstüste yığılan çelişkiler o dönemde bu ülkeyi sistemin son derece zayıf bir halkası konumuna sürüklemiş ve emperyalist zincir bu zayıf halkadan kopmuştur. Günümüzde de özellikle çeşitli Latin Amerika ülkelerinin durumunda somutlandığı üzere, emperyalist sistemin zayıf halkaları iktisaden güçlü kapitalist ülkelere nazaran daha kırılgan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle de buralarda tüm siyasal ve toplumsal yaşamı altüst eden buhranların, devrimci durumların patlak verme olasılığı yüksektir. Fakat hasıl olabilecek devrimci durumlar, ancak proletaryanın devrimci bir önderliğe sahip olması koşuluyla muzaffer bir işçi devrimi ve işçi iktidarıyla taçlanabilir. Bu şaşmaz kural bir yana, sosyalizmin inşası ise tamamen ayrı bir konudur. Siyasi alanda vuku bulabilecek eşitsiz sıçramalar, iktisadi gerçeklerin dikeceği engelleri asla kendiliğinden ortadan kaldıramaz. İşçi sınıfını iktidara getirecek ve sosyalizmin inşasını bir ölçüde başlatacak proleter sosyalist devrimler çeşitli ülkelerde eşzamanlı olmayan biçimde patlak verebilirler. Fakat işçi iktidarının muhafazası ve sosyalist inşa yolunda yürünebilmesi kesinlikle devrimin sürekli kılınabilmesine bağlıdır. Bu bakımdan, işçi devrimi hangi ülkede gündeme gelirse gelsin aslında dünya devrimi zincirinin kopmaz bir halkasıdır. Böylece siyasal devrimin eşitsiz ve düzensiz niteliğiyle toplumsal devrimin bileşik karakteri, ileriye doğru hareketi belirleyen diyalektik bir bütün oluştururlar. Troçki’nin ifadesiyle, “Sosyalist devrimin eşzamanlı olmayan, eşitsiz ve düzensiz niteliği, kapitalizmin eşitsiz düzensiz gelişmesinden kaynaklanır; tek ülkede sosyalizmin inşasının sadece politik olarak değil fakat aynı zamanda ekonomik olarak da imkânsızlığı, çeşitli ülkelerin birbirlerine bağımlılıklarının aşırı gerginliğinden kaynaklanır.”2 Yine onun belirttiği gibi, “Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi, bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak bozar, fakat hiçbir durumda yok etmez.”3 Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası bir yandan uluslararası planda etkisini gösterirken, diğer yandan ulusal planda da hükmünü icra eder. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde bu özellik belirgin biçimde müşahede edilebilir. Ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerinin yanı sıra, aynı ulus içinde farklı alanlar ve farklı sektörler bakımından da eşitsizlik mevcuttur. Kapitalizm bir yandan küresel düzeyde bileşik bir iktisadi sistem oluştururken, diğer yandan eşitsizlik ilişkileri çeşitli düzeylerde yeniden üretilirler. Geri ülkeler ileri ülkelere yetişebilmek için onlardan bilim,

26

teknoloji ithal etmeye, bazı alanlarda hamleler yapmaya çalışırlar. Bu nedenle aynı ulus-devlet içinde geleneksel köylü ekonomisiyle, modern sanayi üretimi; dünya pazarına ihracat yapabilen atılımcı büyük ve ileri sanayi kuruluşlarıyla, geleneksel iç pazara yönelik üretim temelinde yapılanmış dağınık, görece geri ve tutucu imalat kesimleri bir arada var olurlar. Özetle, kapitalizm bir ülke sınırları içinde en geri biçimlerle en ileri tekniği bir araya getirerek son derece çelişkili yapılar üretebilir. Kapitalist üretim tarzının küreselleşmesi, tekelci kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesinde, büyük kapitalist tekellerin çeşitli ülkeleri karmaşık ve karşılıklı ilişkiler zinciri içine sokmasında somutlanır. Gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere yönelik sermaye hareketi, tekelci gelişimi birincilerden ikincilere taşır ve böylece kapitalizm ulaşılan en son aşamaya has özellikleriyle birlikte çevreye yayılır. Kapitalist gelişimin gecikmeli örneklerinde sıçramalı ilerleyişler kaydedilebilir, fakat bu durum çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaz. Görüleceği üzere, kapitalizmin global hareketi tam anlamıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu diyalektik bütünlüğü keyfi biçimde parçalayarak, iktisadi hareketin basitçe ve tek yönlü bir eşitsiz gelişme özelliği taşıdığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ne var ki, Marksizmi bir tür küçük-burjuva sosyalizmine indirgeme eğiliminde olan yazarlar tarafından bu tür iddialar yıllardır ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilebiliyor. Reformist ve küçük-burjuva sosyalist yaklaşımlar, emperyalist ülkeler karşısında az gelişmiş ülke halklarını destekler gözükmelerine karşın oportünist bir niteliğe sahiptirler. Unutulmasın ki sağlam politikalar ancak sağlam değerlendirmeler üzerinde yükselebilir. Kapitalist hareketin bileşik yönünü ısrarla gözardı edip yalnızca eşitsiz gelişmeden söz edenlerin siyasal meşrebi bellidir. Böylelerinin, üçüncü dünyacı diye bilinen sınırlı bir muhalif tutumu aşabildikleri görülmemiştir. Örnekse, bu siyasal kulvarda ün yapmış Samir Amin ve benzerlerinin görüşleri hatırlanabilir.

Eşitsizlik içinde eşitsizlik Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişim yasası temelinde hiyerarşik bir yapılanma yaratmıştır. Başında hegemon güç ABD’nin yer aldığı üst katmanın önde gelen emperyalist ülkeleri, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya, oluşturdukları çeşitli organizasyonlar4 dolayımıyla dünya ekonomisinin gidişatı üzerinde söz sahibidirler. Bunlar kadar gelişmiş ve güçlü olmayan kapitalist ülkeler ise orta ve daha alt katmanlarda sırasıyla dizilirler. Bu yapılanma kimi ayrımlarda, “merkez” ve “çevre” ülkeler diye kabaca iki grupta da ifade edilmektedir. Çevre (periferi) olarak adlandırılan grubun içinde yer alan ülkelerin homojen durumda olmadıkları ve aralarında önemli gelişme farklılıkları bulunduğu unutulmamalıdır. Aslında siyasal ve iktisadi analizlerin esenliği için, orta düzeyde gelişmiş


sayı: 69 • Aralık 2010

kapitalist ülkelerle az gelişmişlerin birbirinden ayırt edilmesi gereklidir. Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir. Türkiye bugün gelişmiş ülkeler listesinde yirmi birinci sırada yer almakta ve bölgesinde bir alt-emperyalist güç olmak için çırpınmaktadır. Troçki eşitsiz gelişme konusunda önemli bir hususa değinir ve farklı ülkelerin ve kıtaların tarihsel gelişimindeki eşitsizliğin kendi içinde de eşitsiz olduğunu açıklar. Örneğin Avrupa ülkelerinin birbirlerine göre eşitsiz geliştikleri bilinir. Ayrıca Avrupa ülkelerinden hiçbiri, Amerika’nın Avrupa’nın önünde koştuğu gibi diğerlerinin önünde koşmaya muktedir olmamıştır. Kısacası, farklı bölgelerde etkili olan eşitsizlik ölçüsü de eşitsizdir. “Amerika için bir eşitsizlik ölçüsü vardır, Avrupa için bir başka.”5 Coğrafi ve tarihsel koşulların farklılığına bağlı olarak, çeşitli ülke ve bölgelerin bileşik gelişimi de farklı düzeylerdedir. Geri bir ülkenin gelişmesinin, tarihsel sürecin değişik evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açacağı aşikârdır. İktisaden geriden gelen ülkeler, ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarından yararlanabilirler. Kapitalizm insanlığın gelişmesini, kendi anarşik yasaları temelinde bile olsa evrensel düzeye çıkarmıştır. Bu nedenle geri bir ülke ileri ülkelerin çekim gücüyle harekete geçebilir ve tarihsel sıçramalar esnasında daha önce yaşanmış olan bir sıraya aynen uymak mecburiyetinde de değildir. Troçki, “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir– bir halka, bir dizi ara aşamayı atlayarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her

marksist tutum

şeye ulaşma imkânı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar” der.6 Ama ara aşamaların üzerinden atlama imkânı yalnızca bir olasılıktır, gerçekleşir ya da gerçekleşmez; ortaya çıkacak sonuç ilgili ülkenin iktisadi ve kültürel kapasitesine bağlıdır. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler diye ortak başlıklar altında toplasak bile, bu tür ülkelerin gelişme temposunda da büyük eşitsizlikler söz konusudur. İster “ulusal kalkınmacı” ister “emperyalizme bağımlı” bir çizgi izlenmiş olsun, aslında bir ülkede kapitalist gelişimin hızı o ülkenin sahip olduğu yapısal özellikleri ve tarihsel geçmişiyle yakından ilişkilidir. Örneğin sömürge statüsünden kurtulup ulus-devlet düzeyine yükselen bazı Afrika ülkelerinde kapitalizmin düşük gelişme hızı, yalnızca emperyalist ülkeler tarafından dayatılan dışsal bir özellik değildir. Bu ülkeler, kapitalist bir dünyada kabile düzeninden birdenbire ulus-devlet statüsüne yükselmenin sancılarını uzun süre çekmek zorunda kalmışlardır. Ulusal pazarın ve sanayiin gelişimi bakımından elverişli bir alt yapının bulunmadığı koşullarda ulus-devlet statüsünün kazanılması, bu nitelikteki hiçbir ülkeye kendiliğinden bir iktisadi sıçrama fırsatı sunmamıştır. Yakın zamanların tarihi, gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere doğru önemli bir sermaye hareketinin olabilmesi ve bu temelde iktisadi bir canlanma yaşanabilmesi için, kapitalist gelişmeye elverişli birtakım koşulların bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Örneğin Türkiye gibi, bazı Latin Amerika veya Güney Asya ülkeleri gibi önemli bir gelişme potansiyeli taşıyan kapitalist ülkelerde emperyalizm faktörüne rağmen iktisadi ilerleme sağlanmıştır. Ama Kıta Afrika’sında veya Hint alt-kıtasında olduğu üzere, kimi az gelişmiş bölge ve ülkelerde ise böyle bir gelişme kaydedilememiştir. Uzun yıllar boyunca yalnızca birer ucuz hammadde deposu konumunda tutulan veya doğal zenginlikler bakımından pek de şanslı olmayan geri kalmış ülkeler, küresel kapitalist gelişmeden henüz nasiplerini alamamışlardır. Küresel kapitalizmin ülkeler arasında var olan ve bazı durumlarda uçurumlar anlamına gelen gelişme farklılıklarını

27


marksist tutum

ortadan kaldırmadığı önemli bir hakikattir. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler günümüzde de her düzeyde yine eşitsiz tempolarda üretilerek devam etmektedir. Somut yaşamda cereyan eden tüm bu gelişmeler, kapitalist küreselleşmenin sanki dünyada eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir olguymuşçasına sunulmasının nasıl bir burjuva yalanı olduğunu gözler önüne seriyor. Küreselleşmenin nihayet her ülkeyi abad edeceği, hemen her yere tatmin edici bir iktisadi kalkınma fırsatı sunacağı ve hele sınıflar arasındaki eşitsizlik uçurumunu zamanla kapatacağı iddiası koskocaman bir palavradır. Günümüz dünyası tam tersi yöne işaret ediyor. Kaldı ki, gezegenimizdeki sosyal ve iktisadi uçurumların büyümesinden endişeye kapılan kimi burjuva ideologlar bile artık bazı yakıcı gerçeklere değinmeden yapamıyorlar. Küreselleşmenin kendiliğinden gidişatı içinde pek çok Afrika ülkesi için bir umut ışığının görülemediği açıkça dile getiriliyor. Emperyalist sistemin üst düzey kuruluşlarından biri olan Dünya Bankasının bazı uzmanları, bu ülkelere yardım eli uzatılmadığı takdirde ortaya çıkacak devasa sorunlardan bahsediyorlar. Az gelişmiş ülkelerin borç yükünde hafifleme sağlamanın ve birikmiş borçların hiç değilse bir kısmının iptalinin, sistemi tehlikeli patlama olasılıklarından kurtarabileceğine dikkat çekiliyor. Kapitalist sistem bir yanda insanlığın geleceği açısından kıyamet alametleri sergilerken, diğer yanda ise sistemin uzak görüşlü temsilcileri kapitalist işleyiş içinde çözümlenebileceğini umdukları bazı sorunlara çözüm arama telâşı içinde görünüyorlar. Küresel yoksulluk nedeniyle uygarlığın tehdit altında olduğu ve yoksullukla mücadele edilmesi gerektiği yolundaki görüşler artık bizzat burjuva medya tarafından dile getirilmektedir. Kapitalist sistemin önde gelen temsilcileri, tam bir ikiyüzlülükle, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanmasının, geri ülkelerde demokrasinin tesisinin veya çevreyi korumanın gezegenimizin en temel sorunları olduğunu belirtmektedirler. Bu sorunlarla mücadelede küresel işbirliğinin kaçınılmaz olduğu her fırsatta vurgulanmaktadır. Hatta Dünya Bankasının, Paul Wolfowitz’in başkanlığında (şu bildiğimiz ABD Savunma Bakan Yardımcısından bozma ve şahinler ekibinin önde gelenlerinden Wolfowitz!) küresel yoksulluk ile mücadeleye öncelik vereceği bile açıklanmıştır. Bu durumun yansımalarına Türkiye’de de tanık oluyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan, dünyanın önde gelen ekonomi ve siyaset uzmanlarının katıldığı Forum İstanbul 2005 toplantısında yaptığı konuşmada, küreselleşmenin insanı göz ardı ettiğini ve bu mantıkla, küreselleşen teröre karşı bir şey yapılamayacağını söylemiştir. Bu tür açıklamaların, Dünya Bankasının eski başkan yardımcılarından Kemal Derviş’in Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığına getirilmesi ile bağıntılı oluşu da ayrıca dikkat çekicidir. Emperyalist üst kuruluşlar bir yandan yoksul kitlelerin sırtından sopayı eksik etmezlerken,

28

Aralık 2010 • sayı: 69

diğer yandan da bazı elemanlarını havuç sallayan “hayırsever papazlar” rolünde görevlendiriyorlar. Açlık ve susuzluk içinde kavrulup giden milyonlarca yoksul insanın yaşadığı Afrika ülkelerine daha fazla “yardım” talep edilmesinde veya yoksul ülkelerin (zaten ödeyemeyecekleri belli olan!) borçlarının iptali için “hayırsever” kampanyalar yürütülmesinde ilk bakışta kötü bir taraf yok gibi görünebilir. Fakat “yoksullara yardım” ya da “borçların ertelenmesi” gibi istemlerin bizzat burjuva zirve tarafından “sahiplenilmesi”, aslında kapitalist düzene dokunmayan yatıştırıcı talep ve kampanyaların gerçek siyasal içeriğini teşhir etmesi bakımından yeterince anlamlı ve düşündürücü olmalı. Burjuvazi devrimci yükselişleri engelleyebilmek için çeşitli siyasal taktiklere başvurmakta, sopayı da havucu da el altında tutmaktadır. Bir yandan faşizan uygulamalar yaygınlaştırılıyor. Diğer yandan, işçi sınıfının mücadele ve devrim perspektifini sulandırmak amacıyla burjuva düzeni sarsmayacak reformist yaklaşımlar empoze ediliyor.

Artı-değerin paylaşımında eşitsizlik Azalan kâr oranlarına karşın büyük tekellerin daha büyük miktarlarda kâr elde etme hırsının rekabeti kamçılayıcı bir faktör olduğu biliniyor. Ancak kârın oluşumu rekabetle açıklanamaz. Rekabet kendi başına kâr yaratmaz, yalnızca ortalama kâr oranının oluşumunu etkiler. Kârın kaynağı üretim sürecindeki artı-değer sömürüsünde yatar. Kapitalistlerin bir bölümünün diğerlerinden daha fazla kâr elde edebiliyor oluşu ise, işçi sınıfından sağılan artıdeğerin paylaşımına ilişkin bir sorundur. Marx’ın dediği gibi, bu tür bölüşüm sorunları ne artı-değerin doğasını, ne de onun kapitalist birikimin kaynağını oluşturduğu gerçeğini değiştirir. Kapitalizmin emperyalist aşaması ve bu aşamada egemenlik kazanan tekelci gelişim, kapitalist işleyişin temel yasalarını değişikliğe uğratmamıştır. Yalnızca bunlara çok daha belirgin ve keskin nitelikler kazandırmıştır. Tekel ve rekabet birbirini dışlayan olgular değildir. Diyalektik hareketin niteliği gereğince birlikte hüküm icra ederler. Marx, “günümüzün ekonomik yaşamında yalnızca rekabeti, yalnızca tekeli bulmakla kalmıyoruz; bu ikisinin, bir formül değil ama bir hareket olan sentezini de buluyoruz” der ve devam eder: “Tekel rekabet üretiyor, rekabet tekel üretiyor. Ne var ki, bu denklem, burjuva iktisatçılarının sandığının tersine bugünkü durumun güçlüklerini ortadan kaldırmak şöyle dursun, daha güç ve daha karışık bir duruma yolaçar.”7 Büyük tekellerin ortaya çıkmasının, kapitalizmin daha önceki dönemlerinde irili ufaklı kapitalist işletmeler arasında yürüyen rekabet koşullarını etkilediği açıktır. Bu durum gündeme yeni tartışma konularını da getirmiştir. Tekelci güç ilişkilerine bağlı olarak ekstra bir tekel kârının ortaya çıkıp çıkmadığı tartışması buna örnektir. Tekelleşen


sayı: 69 • Aralık 2010

kapitalizmde kârın kapitalistler arasında bölüşümünde kuşkusuz bir eşitlikten söz edilemez. Ayrıca tekelci koşullar işgücünün sermaye karşısındaki pazarlık gücünü zayıflatabilir ve bu dolayımla artı-değer oranında artışa da neden olabilir. Fakat son tahlilde tüm bu faktörler içinde olmak üzere belirli bir toplam artı-değer kitlesi elde edilir ve tekeller bunun dışında bir ekstra ya da süper kâr yaratmış olmazlar. Toplam sermaye tarafından çalıştırılan toplumsal emeğin üretkenliği kapitalist sınıfın tamamı için artı-değer ya da kâr miktarını verili kılarken, diğer yandan şu ya da bu alana yatırılan sermayenin değeri ve yatırıldığı alandaki emeğin özel üretkenlik düzeyi bu sermayeye isabet edecek kâr oranını belirleyecektir. Marx’ın deyişiyle bu husus, “kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet sözkonusu olduğunda birbirlerinin gözünün yaşına bakmadıkları halde, bütünüyle işçi sınıfı karşısında birbirine tutkun bir mason derneği kurmalarının nedenini, matematik bir kesinlikle kanıtlamış olur”.8 Tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde de rekabet mekanizması ortalama kâr oranının oluşumunda bir etken olma vasfını sürdürür. Piyasadaki rekabet, eşitsizlikleri eşitleme doğrultusunda genel bir eğilim yaratır. Ancak buna rağmen toplam kâr, sermaye grupları arasındaki güç dengesine göre eşitsiz dağılır. Daha güçlü olanlar yatırdıkları sermayeye oranla daha yüksek bir kâr oranı elde etmiş olurlar. İşte bu anlamda, yani zayıftan güçlüye aktarılan ve böylece ortalamanın üstüne çıkan bir tekel kârından söz edilebilir. Marx tekel kârı konusunda şunları söyler: “Ensonu, eğer artı-değerin ortalama kâr halinde eşitlenmesi, çeşitli üretim alanlarında, yapay ya da doğal tekeller şeklinde ve özellikle toprak mülkiyetinde tekel şeklinde engellerle karşılaşır ve bu tekel sonucu, üretim-fiyatı ve metaların değerinin üzerine yükselen bir tekel fiyatı oluşursa, metaların değeri tarafından konulan sınırlar böylece ortadan kalk-

marksist tutum

mış olmaz. Belirli metaların tekel fiyatı, yalnızca, diğer meta üreticilerinin kârlarının bir kısmını, tekel fiyatına sahip metalara aktarmış olur. Artı-değerin çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımında dolaylı bir yerel dengesizlik ortaya çıkar, ama bu durum, bu artı-değerin sınırını değiştirmez.”9 Emperyalist kapitalizm sermayenin dolaşımına global bir nitelik kazandırmıştır. Nitekim sermaye baronları da, daha Bretton Woods anlaşmasından başlayarak günümüzdeki IMF ana sözleşmesine dek, ulus-devletlerin sermayenin serbest dolaşımı önüne çıkartabileceği engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeler peşinde koşmuşlardır. Gelişmiş ülkelerin sermaye sahipleri, ucuz emeğin olduğu ülkelere serbestçe nüfuz edip daha çok kâr elde edebilmenin yollarını yaratmışlardır. Fakat konu emeğin serbest dolaşımı olduğunda iş tamamen değişir. Bu kez ulus-devletlere bölünmüşlük olgusu da, göçmen işçilerin serbest geçişini yasaklayan veya frenleyen ulusal sınırlar da, yaşayan gerçekler olarak karşımıza çıkarlar. Hatta dünya genelindeki olumsuz durum bir yana, AB içinde bile emeğin serbest dolaşım hakkı, üye ülkelerin gelişmişlik düzeyine koşut biçimde tanınmakta ve sonuçta şu ya da bu şekilde sınırlanmaktadır. Kapitalizm sermayeye büyük bir hareket serbestisi kazandırırken, emeğin serbest dolaşımı önüne gerçekten de sayısız engeller diker. Kapitalizm altında ilerleyen küreselleşmenin sağladığı bazı yararlar, emek ve sermaye cephesine hiç de eşit biçimde dağılmamaktadır. Kapitalist gelişme sermaye dolaşımına ve üretim sürecine kaçınılmaz olarak uluslararası bir karakter kazandırır ve ülkeler arası çok yönlü ilişkileri geliştirirken, işçi sınıfı hareketine ve onun örgütlerine asla kendiliğinden bir ilerleme vaat etmez. İşine gelmediği noktalarda göçmen işçi akınını insafsız yöntemlerle durdurmaktan çekinmeyen sermaye, ucuz emeğin kendisine sağlayacağı yararı da bizzat kendi akışkanlığı temelinde değerlendirmek istemektedir. Büyük Gelişmiş ülkelerin sermaye sahipleri, ucuz emeğin olduğu ülkelere serbestçe nüfuz edip daha çok kâr elde edebilmenin yollarını yaratmışlardır. Fakat konu emeğin serbest dolaşımı olduğunda iş tamamen değişir. Bu kez ulus-devletlere bölünmüşlük olgusu da, göçmen işçilerin serbest geçişini yasaklayan veya frenleyen ulusal sınırlar da, yaşayan gerçekler olarak karşımıza çıkarlar.

29


Aralık 2010 • sayı: 69

marksist tutum

tekeller tüm dünyayı kendi “çiftlikleri” haline getirerek, dilediklerinde üretimlerini ücretlerin alabildiğine düşük olduğu bölgelere kaydırıyorlar. Çeşitli ülkelerdeki kapitalist üretim süreci ulusal niteliğini yitirip evrenselin bir parçası haline gelmekte ve işgücü sömürüsü de böylece küreselleşmektedir. İşçi sınıfı açısından patronun uyruğu hiçbir önem taşımamaktadır. Kapitalist üretim süreci, dünya işçilerinin küresel ölçekte yarattığı toplam artıdeğerden çeşitli ülkeler burjuvalarının güçleri oranında pay aldıkları bir süreç niteliği kazanmıştır. Ne var ki kapitalizmin küreselleşmesi ulus-devletlerin varlığından türeyen bölünmüşlüğü, ulusal rekabet ve çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. Büyük sermaye dolaşımının globalleşmesi farklı ulus-devletlerdeki üretim süreçlerini giderek birbiriyle daha ilişkili hale getirmiştir, fakat bu nedenle diyelim ABD ekonomisiyle Alman ekonomisi çatışmasız tek bir ekonomik formasyona dönüşmemiştir. Hatta daha çarpıcı bir örnek olması bakımından, AB’nin içine sürüklendiği son kriz ve bizzat AB ülkeleri arasında ortadan kalkmayan rekabet ve sürtüşmeler hatırlanabilir. Ayrıca küreselleşen kapitalizme rağmen, merkezde yer alan emperyalist ülkelerle periferideki daha az güçlü kapitalist ülkeler arasındaki değişim ilişkileri eşitsizlik temelinde yol almaya devam etmektedir. Gelişme dereceleri farklı olan kapitalist ülkeler arasındaki değişime egemen olan yasa, eşit olmayan değerlerin değişimidir. Daha iyi durumdaki ülke bu değişimde daha az emeğe karşılık daha fazla emek elde etmiş olacaktır. Aradaki farkın, emek ile sermaye arasındaki her değişmede olduğu gibi, belli bir sınıf tarafından cebe indirileceğini belirtir Marx.10 Yani burada söz konusu olan bir “ulusal sömürü” değil, sınıfsal sömürüdür. Eşitsiz değişim ilişkileri nedeniyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı, az gelişmiş ülkeler işçi sınıfını sömürmüş olmamaktadır. Değer transferi, dünyanın neresinde olursa olsun esasen burjuvazinin hesabına geçmektedir. Dünya pazarında büyük bir güce ve kontrol olanağına sahip olan tekelci büyük sermaye gruplarıyla daha az güçlüler arasındaki eşitsizlik ilişkileri yalnızca global ölçekte değil, ulusal ölçekte de üretilirler. Böylece gerek ülke içinde gerek evrensel düzeyde, nispeten küçük işletmelerden büyük tekellere doğru bir artı-değer transferi gerçekleşir. Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkilerinden kaynaklanan ekstra tekel kârına el koymak yalnızca emperyalist ülkelerdeki büyük sermayenin değil, en ulusalcısından en kozmopolitine dek tüm büyük tekellerin başlıca marifetlerinden biridir. Bu durumun bir sonucu olarak güçlü tekeller işçi sınıfı karşısında diğerlerine oranla çok daha yüksek bir pazarlık gücüne ulaşmakta ve işlerine geldiği takdirde görece iyi bir ücret politikası da izleyebilmektedirler. Çeşitli düzeyde tartışmalara konu olan ve bir zamanlar Lenin’in de açıkladığı üzere işçi aristokrasisinin kaynağı olarak gösterilen tekel kârları yalnızca emperyalist ülkelere has bir olgu de-

30

ğildir. Bu durum tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı içinde gelir düzeyi farklılıklarına yol açmakta ve ayrıcalıklı kesimler yaratmaktadır. Fakat bu ve benzeri eşitsizlikler kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz iktisadi sonuçlarıdır. Komünistler açısından hüner, işçiler arasında var olan nesnel farklılıklara rağmen sınıfı bölmeyip birleştirecek bir devrimci örgütlülüğü enternasyonal düzeyde inşa edebilmektir. Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkileri burjuvazinin iç sorunudur. Nasıl ki bir ülke sınırları içinde tekelci burjuva kesimlerle diğer burjuva kesimler arasındaki eşitsiz artı-değer paylaşımı, işçi sınıfının bunların ortak sömürüsü altında olduğu gerçeğini değiştirmiyorsa, küresel ölçekte de durum budur. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değere yalnızca yabancı patronlar değil, öz be öz yerli patronlar hem de seve seve el koyuyorlar! Kapitalist sömürü sınıfsal bir sorundur, ulusal değil. Ülkeler değil, işçi sınıfı sömürülüyor. Proletaryanın “ulusal çıkarları savunma” veya “yurtseverlik” adına kendi bağımsız mücadele çizgisini savunmaktan geri durmaması için, bu gerçeklerin sınıfa öncelikle kavratılması gerekiyor. Bu noktada yanlışta ayak direyen ulusalcı küçük-burjuva siyasetler ise, “devrimciliği”, burjuvazinin iç çelişkileri üzerine inşa etmek gibi bilinç bulandırıcı ve uğursuz bir işlev görmeye devam ediyorlar. Oysa kapitalizm insanların vatan diye sahiplendiği toprağı, yerlerini, yurtlarını, onların elinden alıp çoktan burjuvazinin çek defterlerine, kasalarına tahvil etmiş bulunuyor. Komünist Manifesto’dan itibaren vurgulandığı gibi, olmayan bir şeyi işçilerin elinden alamazsınız, “işçilerin vatanı yoktur”! Ancak işçi devrimi ve işçi demokrasisi sayesinde dünyanın her karış toprağı, emeğiyle yaşamını üreten tüm insanlığın barış ve mutluluk içinde paylaştığı bir yere dönüşecektir. n (Elif Çağlı’nın “Küreselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme” adlı kitabından alınmıştır)

_________________________ 1

Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.23

2

Troçki, age, s.49

3

Troçki, age, s.24

4

Gelişmiş yedi büyük ülkenin oluşturduğu ve 1998’de Rusya’nın da katılımıyla artık G-8’ler diye anılan platform bunun somut örneğidir.

5

Troçki, age, s.19

6

Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.1, Yazın Yay., Ekim 1998, s.15

7

Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995, s.37

8

Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.177

9

Marx, age, s.755

10

Marx, age, s.212


Kurtuluş Mikro Kredide Değil Sınıf Mücadelesinde Suphi Koray

M

ikro kredinin mucidi sayılan Bangladeşli Muhammed Yunus 2006’da Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştü. Sözde yoksulluğa çözüm olarak sunulan sisteme göre, verilen düşük meblağlı kredilerle yoksullar kendi işlerini kuracaklar ve yoksulluğa elveda diyeceklerdi. Yoksulluğun kaynağının kapitalizm olduğunu bilenler açısından mikro kredinin yoksulluğa ancak mikro düzeyde bir çözüm bulabileceği, gerisinin makro yalanlardan ibaret olduğu açıktı. Nitekim bunu doğrulayan yeni gelişmeler ortaya çıktı. Artan faiz oranları, mikro finans kuruluşlarının borçlulara baskıları ve intiharlar! Mikro kredi sisteminin burjuvazi açısından işlevi ve yoksulluğa çare olup olamayacağı dört yıl önce Marksist Tutum sayfalarında şöyle dile getirilmişti: “… özelde Yunus’un genelde ise çeşitli burjuva kuruluşların sözde yoksullukla savaşım programları, yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil, onu yönetilebilir, kontrol edilebilir bir düzeyde tutmayı amaçlar. Ayrıca, krizler ve iktisadi durgunluk içinde debelenen burjuvazi, Yunus sayesinde, yepyeni bir yatırım alanı bulmanın sevincini de yaşıyor. Böylelikle yalnızca yoksul kesimler içerisinde biriken patlayıcı barutun bir kısmı yok edilebileceği gibi, onların sırtından milyar dolarlar kazanmak hâlâ mümkündür.”(Oktay Baran, Mikro Kredi ve Makro Yalanlar, MT, 2006 Aralık)

Madalyonun öteki yüzü 175 ülkede uygulanan mikro kredi projesi Türkiye’de de 2003 yılında pilot il olarak Diyarbakır’da başlatılmıştı. Daha sonra diğer illerde de yaygınlaştırıldı. 2009 yılında 30 bin kadın mikro krediye başvurdu. 2010’da ise 40 bin kadına ulaşılması planlanıyor. Bunun için medyaya servis edilen haberlerle mikro kredinin reklâmı yapılıyor, sözüm ona her gün yeni bir hayat kurtuluyor! Aldığı birkaç yüz liralık krediyle terzi dükkânı, terlikçi açan veya inek alıp sütünü satan kadınların hikâyeleri abartılarak anlatılıyor. Sayıları azalsa da benzer haberler çıkmaya devam ediyor hâlâ. Burjuvazi mikro krediden faydalanan milyonlarca insan arasından bir iki tanesinin “başarı hikâyesini” anlatırken, büyük resmi kitlelerden gizlemeye çalışıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde mikro kredi yüzünden yaşanan sıkıntılardan bahsedilmiyor. Örneğin 1998’de Güney Afrika’daki krizde aldıkları mikro kredileri ödeyemeyenlerle birlikte mikro kredi firmaları da batmıştı. Keza on yıl önce Bolivya’da yaşanan krizde mikro kredi borçlarının iptali için açlık grevleri yapılmıştı. Yoksulluğun yoğun olduğu Latin Amerika’da da mikro kredi yoksulluktan kurtuluş fırsatı olarak takdim edilmişti. Bu yüzden milyonlarca in-

31


Aralık 2010 • sayı: 69

marksist tutum

şirketlerinden tahsil edebilmek için borçluları intihara sürüklüyorlar. Uyguladıkları yöntemlerle gayrı resmi tefecilere rahmet okutuyorlar. Kızgın güneşin altında bekletmek, ağaca bağlamak gibi engizisyon cezalarıyla borçlarını ödeyemeyenler yıldırılmaya çalışılıyor. Yunus övünerek kredilerin %100’e yakınının geri ödendiğini söylüyor ama tahsilâtın hangi yöntemlerle yapıldığından hiç bahsetmiyor. Kredilerin kefilsiz, şartsız verildiği söyleniyor, oysa bu doğru değil. Krediler beşer kişilik gruplara veriliyor. Böylece kredi alanlar bu gruplar sayesinde sürekli denetim altında tutuluyor. Tabii sadece bununla da sınırlı kalmıyor Grameen Bank gibi “hayırsever” kuruluşların yöntemleri. Kredi alanlar görevliler tarafından düzenli olarak “ziyaret” ediliyor, kontrol ediliyor, borcunu ödeyemeyecek durumda olanlara ise çeşitli baskılar uygulanıyor. Güya yoksulluktan kurtarılmaya çalışılan yoksullar korkutuluyor, hakarete uğruyorlar. Banka görevlileri yeri geldiğinde eşyalarını, hatta çocuklarını satmalarını bile söyleyebiliyorlar borcunu ödeyemeyenlere.

Bir taşla iki kuş

san mikro finans kuruluşlarının eline düştü. Kimi ülkelerde bu yasal tefecilere karşı kitlesel gösteriler düzenlendi. Örneğin 2008’de Nikaragua’da yüksek mikro kredi faiz oranları yüzünden, “No Pago” (Ödemeyeceğiz) hareketi başlatılmış, hatta bazı mikro finans şubeleri ateşe verilmişti. Borçların ödenebilmesi için hükümet yeni yasa çıkarmak zorunda kalmıştı. “No Pago” hareketi finans kuruluşlarını tedirgin etmiş ve bu kuruluşlardan bazıları 400 bin mikro kredi borçlusunun olduğu ve toplam kredi meblağının 472 milyon dolara ulaştığı Nikaragua’dan çıkmak zorunda kalmıştı. Şimdi ise Hindistan’dan intihar haberleri gelmeye başladı. Andhra Pradesh eyaletinde sadece son altı haftada 56 yoksul köylü ödeyemedikleri mikro kredi borçları yüzünden intihar etti. Eyalette faiz oranlarının düşürülmesi ve borç ödemelerinin kolaylaştırılması talebiyle mikro kredi karşıtı bir hareket başlamış durumda. “Devlet kamu bankaları aracılığıyla yeniden %3 faiz oranıyla yoksul köylülere kredi vermeye başladı. SKS Microfinance hisseleri bir anda borsa değerinin dörtte birini kaybetti. Andrah Pradesh eyaleti komünist partisi yoksulların borçlarını bu ağır koşullarda değil, kamu bankalarının uyguladığı kredi koşullarında ödemeleri için geniş bir «sivil başkaldırı» hareketi başlatmış durumda. Birçok köyde köylüler borçlarını ödemeyeceklerini ilan ettiler.” (Ahmet İnsel, Radikal, 09/11/2010) İntiharların yaşandığı yerlerden gelen haberler kapitalizmin kâr uğruna yapabileceklerinin sınırının olmadığını gösteriyor. Mikro finans şirketleri, alacaklarını sigorta

32

Mikro kredi sistemini burjuvazi ideolojik propaganda aracı olarak kullanıyor. Krizin içerisinde debelenip duran kapitalist düzen bekası için kitlelere “umut” aşılamaya çalışıyor. Bu yüzden de mikro kredi sistemini sözde “başarı hikâyeleri” ile allayıp pulluyor. Eskiden okuduğumuz “işçiydi patron oldu” haberlerinin yerine bol bol “mikro kredi ile hayatı kurtuldu” haberleri yayınlanıyor. Böylece sınıf mücadelesi düşüncesi işçilerin zihninden çıkartılıp yerine sınıf atlama hayalleri pompalanmaya çalışılıyor: “Yunus, liberalizmin bireysel girişimciliği öven, kutsayan ve dokunulmaz ilan eden görüşlerini aynen benimsemekle kalmıyor, geliştirdiği mikro-kredi sistemi üzerinden yoksulluğun ancak «kendi kendinin efendisi olmakla» yani küçük bir girişimci olmakla üstesinden gelinebileceğini propaganda ederek, emekçilere küçük-burjuva hayaller pompalıyor. Bir işçi olarak kurtuluşunu diğer sınıf kardeşlerinle birlikte verilecek bir mücadelede aramak yerine, küçük bir dükkân aç, minnacık bir atölye kur ve bireysel kurtuluş hayalinin peşinden koş!” (Oktay Baran, age) Burjuvazi yoksulluğun yoksulların kabahati olduğuna inanmamızı istiyor. Kafasını kullananın küçük bir sermayeyle sınıf atlayabileceği hayalini pompalaya çalışıyor. “Kefilsiz, şartsız mikro kredi veriyoruz; hâlâ yoksulsanız sizin ahmaklığınız” demeye getiriyor akıllı sermaye sahipleri! Yunus’un kurduğu Grameen Bank’ın Türkiye temsilcilerinden biri bunu açıkça söylüyor da: “Mikro Kredi Projesinden, iş kurma isteğinde olan, bilgi, beceri ve yeteneklerine inanan ve iş yapma kapasitesine sahip her yoksul kadın faydalanabilir.” Mikro kredi alanlar yoksulluktan kurtulamıyorsa bu onların beceriksizliği, onların kapasitesizliği, onların yeteneksizliği! Mikro kredi sermaye açısından yeni bir yatırım alanı


sayı: 69 • Aralık 2010

marksist tutum

aynı zamanda! Mikro krediyi hem ekonomik hem de ideolojik bir araç olarak kullanan burjuvazi böylece bir taşla iki kuş vuruyor. Daha önce pek rağbet görmeyen mikro kredi, büyük kârlar getiren bir alan olduğu fark edilince büyük finans kuruluşlarının ilgisini çekti. Özellikle Meksika’da Compartamos adlı mikro finans kuruluşunun hisselerinin 458 milyon dolara satılması ve 2008’de patlak veren kriz, finans kapitalin bu ilgisini daha da arttırdı. Uluslararası finans tekelleri sinekten yağ çıkarırcasına yoksulluktan para kazanmaya girişti adeta. 2009 mikro kredi zirvesi sonuç raporunda, 2007 sonu itibariyle %83’ünün kadın olduğu 154 milyon müşteriye ulaşıldığı Mikrokredi borçları yüzünden intihar eden yoksul ilan edildi. Bu da milyarlarca dolarlık bir paemekçilerin sayısı gün geçtikçe artıyor zar anlamına geliyor. Bu pazara gözünü dikmiş 3500’den fazla mikro finans kuruluşu var. yanın en yoksul ülkeleri arasında hâlâ ilk sıralarda. 160 Raporun verilerine göre pastanın %72’sine sadece 16 mikmilyon nüfuslu ülkenin neredeyse yarısı yoksulluk sınırıro finans kuruluşu el koyuyor. Faizler ise normal kredi fanın altında yaşamaktadır. Mikro kredi alanlardan sadece izlerinden daha yüksek. Çoğu ülkede %40’lara varan faiz %5-10’unun yaşam standartlarında iyileşme söz konuoranı Meksika’da %100’ü geçiyor. Bu rakamlar burjuvazisu olmuştur. Ancak bu iyileşme yoksulluktan tamamıyla nin yoksullukla neden bu kadar çok ilgilendiğini gösterikurtulmak anlamına gelmediği gibi, bu kısmi iyileşme yor! bile ancak başka ek gelirleri olanlara nasip olabilmiştir. Peru eski başkanı Toledo, zirvenin sonuç raporunda yer %50’si ise ancak başka yerlerden mikro kredi alarak mevalan şu sözleriyle aslında mikro kredi sisteminin sermayecut pozisyonunu koruyabilmiştir. Geriye kalan %45 ise darlar için ne anlama geldiğini itiraf ediyor: “Dünyanın daha kötü duruma düşmüştür. Köylerini terk etmek ya da Wall Street’leri, sadece etik veya ahlâki nedenlerle değil, ama topraklarını satmak zorunda kalmışlardır. İntihar vakaları onlar için iyi bir iş olduğu için de yoksullukla kucaklaşmalaBangladeş’te de yaşandı. Borcunu ödeyemeyen bir köylü rı gerektiğini şimdi her zamankinden daha çok anlamalılar.” kadın zorla kapatıldığı banka odasında intihar etmişti. Büyük mikro finans kuruluşlarında danışmanlık ve yöneYunus’un Bangladeş’te 42 köylüye verdiği 27 dolar ile ticilik yapan Chuck Waterfield ise “Mikro finans sektörümikro krediyi başlattığı anlatılır. Peki, bu köylülere ne nün büyüklüğü 60 milyar dolara ulaştı. Hayırsever kökleri olmuştur? Söylendiği gibi köylüler yoksulluktan ve sefaçok geçmişte kaldı” diyerek, mikro finansın makro kâr getiletten kurtulmuş mudur? Hayır, tersine sefalet devam etren bir yatırım alanı olduğunu açıkça söylemekten imtina mektedir ve üstelik şimdi bir de mikro kredi borçlarıyla etmiyor. boğuşulmaktadır. Bangladeş’te yoksulluk kol gezerken “yoksul babası” Yunus ise büyük bir sermaye grubunun Yoksulluk sorunu çözüldü mü? sahibi haline gelmiştir. Mikro kredi alanların yoksulluktan kurtulamadığı orMikro kredi sisteminin kofluğu, uygulandığı ülkelerdetadadır. İntihar vakaları, mikro kredi karşıtı hareketler, ki yoksulluk ve sefaletin devam etmesinden de anlaşılıyor. borçlarını ödeyemeyenler mikro kredi hayallerini tuzla Yoksulluğa çözüm olarak sunulan bu proje hiçbir yerde buz ederken şu gerçekliği ise tekrar gözler önüne sermişkülkedisini prensese çevirememiştir. Yoksulluk sorununun tir: Kapitalizm emekçiler için yoksulluk ve sefalet üretir. mikro kredi ile çözülebileceğine inanmak için çocuk masallarına inanabilecek kadar saf olmak gerekir. “Yoksulluğa Kapitalizm olduğu sürece bir avuç azınlığın refah içerisinde yaşayabilmesi için, büyük çoğunluğun yoksulluk ve sesavaş ilan ettiğini iddia eden mikro-kredi sisteminin dürüstfalet içinde yaşaması gerekiyor. Ne mikro kredi ne de başlüğüne ve içtenliğine bir an için inanacak kadar saf olsak ka bir şey kapitalizmin bu temel niteliğini değiştirebilir. bile, bu sistemin gerçekte günde 1 doların altında bir gelirle Yoksulluk ancak kapitalizmin olmadığı, sınıfsız bir dünyaşamak zorunda kalan 1,1 milyar insanı, olsa olsa günde 1 yada ortadan kalkar. Herkesin refah içerisinde yaşayacağı ilâ 2 dolar arasında bir gelirle yaşama düzeyine çıkartmakböyle bir dünya için de burjuvazinin ideolojik yalanlarına tan ötesini hedeflemediği ortadadır. Ama onlar bu son derece inanıp sınıf atlama hayallerinin peşinde koşmak yerine sımütevazı hedefi bile tutturmaktan acizler.” (Oktay Baran, nıf mücadelesi içerisinde yer almak gerekiyor. Kurtuluşun age) başka yolu yok! n Örneğin mikro kredinin anavatanı Bangladeş dün-

33


Milli Eğitim E Şurası Kararlarına Dair Selim Fuat

34

ğitimin geleceğine dair perspektiflerin belirlendiği ve bu perspektifler doğrultusunda ön kararların alındığı Milli Eğitim Şûrasının 18.’si Kasım ayının başında Abant’ta gerçekleştirildi. Toplantıya, akademisyenler, okul müdürleri, öğretmenler, öğrenciler, eski bakanlar, bakanlık bürokratları, genelkurmay temsilcileri, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, muhtarlardan teşekkül toplam 716 kişi katıldı. Her Milli Eğitim Şûrasında olduğu gibi tartışma görünümlü kayıkçı dövüşleri bolca yaşandı ve bunların bir kısmı da gündeme yansıdı. Milli Eğitim Şûraları aslında bağlayıcı kararlar alınan değil istişare yapılan toplantılar. Bu yüzden alınan kararların bir hükmü yok. Şûrada belirlenen konular kapsamında komisyonlar çalışma yapıyor. Her komisyon “oyçokluğuyla” ön kararlar alıyor ve bunlar tutanağa bağlanıyor. Ön kararlar, Genel Kurulda görüşülüyor ve oyçokluğuyla “tavsiye kararı” haline getiriliyor. Şûra kararları dört ay içinde Tebliğler Dergisinde yayımlanıyor. Milli Eğitim Bakanının onayıyla yürürlüğe giriyor. Ancak kararların hayata geçirilmesine ilişkin yaptırım bulunmuyor. Bu yüzden kararlar koşullara göre hükümetin inisiyatifi ile hayata geçebiliyor ya da es geçiliyor. Aynı zamanda, bugüne kadar birçok önemli uygulamanın Şûra gündemine hiç girmeden hayata geçirildiği de görülmüştür. Örneğin, 28 Şubat’ın eğitimi felç eden uygulamalarının hiçbiri, bir Şûra kararına bağlı değildir. 8


sayı: 69 • Aralık 2010

yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, üniversiteye yerleştirmede katsayı farkı uygulaması gibi konular Milli Güvenlik Kurulu “tavsiye”siyle hayata geçirilmiştir. Yani, Şûraların gündemine gelmeden eğitimde önemli sayılan uygulamalar yürürlüğe girebildiği gibi, bunun tam tersi olarak Şûrada alınan kararların büyük bir kısmı uygulamaya sokulmayabiliyor. Nitekim 13-17 Kasım 2006 tarihleri arasında yapılan Şûranın almış olduğu 163 kararın çok büyük bir kısmı bugüne kadar uygulamaya konulmamıştır.

Son Şûrada alınan kararlar 18. Milli Eğitim Şûrası da, Öğretmenin Yetiştirilmesi, İstihdamı ve Mesleki Gelişimi; Eğitim Ortamları, Kurum Kültürü ve Okul Liderliği; İlköğretim ve Ortaöğretimin Güçlendirilmesi, Ortaöğretime Erişimin Sağlanması; Spor, Sanat, Beceri ve Değerler Eğitimi ve Psikolojik Danışma, Rehberlik ve Yönlendirme gündemleriyle toplandı ve Şûrada toplam 220 karar alındı. Alınan bu kararlardan toplumun gündemine ağırlıklı olarak yansıyan ve en çok tartışılan husus “kesintisiz eğitim” uygulaması oldu. “İlköğretim ve Ortaöğretimin Güçlendirilmesi, Ortaöğretime Erişimin Sağlanması” başlığını ele alan komisyonda, 7 ilâ 14 yaş arası kız ve erkek çocukları için zorunlu olan sekiz yıllık kesintisiz temel eğitimin “kademeli” hale getirilmesi kararı alındı. Bu karara göre, zorunlu eğitim, 1+4+4+4 şeklinde formüle edilerek, 1 yıl okul öncesi, 4+4 yıl ilköğretim, 4 yıl da lise eğitimi olarak şekillendirildi. “İlköğretim okullarında zorunlu eğitim kademeli olmalı. Öğrencilerin fiziksel gelişim ve yaş farkı dikkate alınarak ayrı binalarda eğitim verilmeli” sözleriyle tutanağa geçen karardan sekiz yıllık kesintisiz temel eğitim uygulamasının süreceği, ancak bir ve ikinci kademede okuyan öğrencilere eğitimin ayrı binalarda verileceği anlaşılıyor. Ancak özellikle CHP eğilimi ağır basan Eğitim-İş Sendikası yöneticileri bu kararı İmam Hatip Liselerinin orta öğretim bölümlerinin yeniden canlandırılmasına yönelik bir adım olarak yorumladılar ve Şûra sırasında karara büyük tepki gösterdiler. Şûradan ilk gün çekilen Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikasının (Eğitim-Sen) eğitim uzmanı Erkan Aydoğanoğlu da bu doğrultuda bir açıklama yaparak, 18. Milli Eğitim Şurasından çıkan “kademeli” temel eğitim kararının altıncı sınıftan itibaren öğrenci alacak imam hatip okullarının önünü açacak yasal değişikliklere zemin hazırladığını öne sürdü. Aydoğanoğlu, “Mevcut kesintisiz eğitimin pedagojik açıdan çocuklara zararları var. Gelişmiş çocukların, küçük çocuklara taciz ve şiddet uygulamasına neden olabiliyor, ancak Bakanlık fiziksel olarak yaşanan zorlukları bahane ederek, kendi ideolojilerine uygun sisteme geçmeye çalışıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin başından beri sekiz yıllık eğitime karşı çıkışının nedeni imam hatiplere darbe vurmasıydı” değerlendirme-

marksist tutum

sinde bulundu. Şûrada, bilimsel ve laik eğitimden yana olan eğitim emekçileri, Alevileri, farklı inanç ve mezhepleri yok sayan zorunlu din dersinin kaldırılmasını isterken, tam tersine, din kültürü ve ahlak bilgisinin ders sayısı artırılarak anaokullarına kadar indirilmesi karara bağlanmıştır. Birinci sınıftan itibaren din bilgisi dersinin “değer eğitimi” adı altında branş öğretmenleri tarafından verilmesi de bu kararın bir uzantısıdır. Bu dersin branş öğretmenleriyse din kültürü öğretmenleri veya imamlar olacaktır. AKP’ye yakın eğilimiyle bilinen Eğitim Bir-Sen başkanı Gündoğdu’nun Şûra sırasında yaptığı konuşmada “Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkenin gerçeğini görmek lazımdır. 12 yaşına gelen çocuğun camiye gitmesinin yasak olduğu bir ülke olamaz. İmam hatiplerin orta kısmını kapatacağız diye kız ve mesleki ortaöğretimi kapattılar” sözleri de dikkate alındığında, tüm bunlar AKP’nin eğitimde din unsurunun ağırlığını arttırma ve imam-hatiplerin orta kısımlarını yeniden hayata sokma çabası içinde olduğu anlaşılmaktadır. Şûranın önemli kararlarından biri ise Milli Güvenlik dersine subaylar yerine öğretmenlerin girmesi yönünde oldu. Militarizmin önemli göstergelerinden biri olan milli güvenlik dersi, aynı zamanda öğrencileri derse giren subaylar üzerinden fişlemenin aracı haline dönüşmüş durumda. “İlköğretim ve Ortaöğretimin Geliştirilmesi” komisyonunda “Milli güvenlik dersi müfredatı gözden geçirilmeli, derslere öğretmenler girmeli” yönünde tavsiye kararı alındı. Şûra üyesi olmasının bile Şûranın mahiyetini ortaya koyduğu Genelkurmay temsilcisi komisyonun kararına bekleneceği üzere karşı çıktı ve subayların verdiği dersin öğrencilere katkı sağladığını savundu. Şûra Genel Kurulunda tartışılan “Eğitim Ortamları, Kurum Kültürü ve Okul Liderliği” komisyonunun raporunda yer alan “okullardaki güvenlik sorunlarını çözebilmek için eğitimden geçirilmiş güvenlik görevlileri istih-

Burjuvazinin valilerinden, kaymakamlarından, genelkurmay temsilcilerinden, bakanlık bürokratlarından vb. oluşan bir Şurâ bileşiminden, eğitim emekçilerinin ve emekçi çocuklarının sorunlarına çözüm üretmesi beklenemez

35


marksist tutum

Aralık 2010 • sayı: 69

Bilimsel, nitelikli, parasız eğitim için mücadele edelim

dam edilmesi” konusunda görüş birliğine varılması da önemli bir karardı. İyice yaygınlaştırılan özel güvenlik sisteminin okullarda da alanının genişletilmesi, toplumsal yaşamın her alanının sistem tarafından zapturapt altına alındığına dair göstergelerden biri sayılmalıdır. Ödenek yetersizliği gerekçesiyle okullarda başta eğitim personeli olmak üzere en temel gereksinimler karşılanmazken, “güvenlik görevlisi istihdamı” konusunda komisyonun tartışmasız bir şekilde görüş birliğine varması da ayrıca çarpıcıdır. Haftalık ders saatinin azaltılması, teneffüs sürelerinin uzatılması ve ortaöğretimden forma mecburiyetinin kaldırılması, önemli kararlar arasında yer aldı. Öğretmenlerin ek ders ücretlerinin 12 TL’ye çıkarılması, öğretmenler gününde bir maaş ikramiye verilmesi gibi toplu sözleşme konusu olması gereken hususlar da, ağızlara bir parmak bal çalma derdindeki bakan tarafından Şûra tavsiyesi olarak karara bağlatıldı. Bu kararların yanında, anadilde eğitim yapılmasına, ilköğretim okullarında okunan “andımız”ın artık okunmamasına, milli güvenlik dersinin kaldırılmasına, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasına yönelik verilen değişiklik önergeleri ise Şûra’nın bileşiminden bekleneceği gibi reddedildi. Sendika başkanlarının tepkisi ile karar haline getirilemeyen bir başka konu da, hükümetin her fırsatta yokladığı “sözleşmeli öğretmenlik” uygulaması oldu. “Öğretmenlerin istihdamında kullanılan kadrolu, sözleşmeli, ücretli gibi farklı uygulamaların kaldırılarak tek tip istihdam modeline geçilmesi, bir perspektif plan çerçevesinde eğitim personelinin performansa dayalı, özendirici yöntemlerle ve isteğe bağlı olarak sözleşmeli hale geçirilmesi için çalışmalar yapılması” kararı, ilgili komisyon kararı olarak Genel Kurula getirildi. Ancak seçim sürecine girilmiş olmasının etkisiyle olsa gerek, şimdilik rafa kaldırıldı.

36

Eğitim konusu kapitalist devlet için her zaman her yerde büyük önem arz etmiştir. Toplumun patronlar sınıfının ideolojik hegemonyasına tâbi olması için kapitalistlerin bu ihtimamı zorunludur. Nitekim TC burjuvazisi de bu hususa özel bir önem vermiş ve okullarda resmi ideolojiye uygun düşüncelerle kafası biçimlendirilmiş kuşaklar yetiştirmekte de bugüne kadar başarılı olmuştur. Sözü edilen resmi ideolojiyi okullardaki eğitim yoluyla yaygınlaştırmanın en önemli unsurlarından bir olan Milli Eğitim Şûraları 1921 yılından beri yapılmaktadır. Dört yılda bir yapılması planlanan Şûralar, bugüne kadar ihtiyaca göre farklı sıklıkta toplanmıştır. Örneğin toplumun baskı altında tutulup şekillendirilmesine çok ihtiyaç duyulan 12 Eylül döneminde 1981 ve 1982’de üst üste toplanmış, 28 Şubat sürecinde hizaya çekildikten sonra hükümetlerin müdahalesinin söz konusu olamayacağı dönemde ise yedi yıl toplanamamıştır. Kaç yılda bir yapılırsa yapılsın, alınan kararlarda ne kadar bilimsel dayanaklara göre hareket edildiği söylenilirse söylensin, burjuvazinin bu Şûralarında işçi sınıfının bilimsel, nitelikli ve parasız eğitim talebinin adı anılmamaktadır. Son Şûrada olduğu gibi burjuvazi içi çekişmelerin ideolojik yansımaları bu türden toplantılara damgasını vurmaktadır. İşçi sınıfının çocuklarının okuduğu okullarda altyapı eksikliğinin ve öğretmen açığının ayyuka çıktığı, bunun yanında kapitalizmin yarattığı basınçlarla yüz binlerce yoksul öğrencinin okulu terk etmek zorunda kaldığı, eğitim işçilerinin önemli hak kayıpları yaşadığı koşullarda, Şûralar, bunları yaşayanların gerçek sorunlarıyla ilgilenmek yerine burjuva politikaların kapışmasına sahne olmaktadır. Kapitalizm ayakta kaldıkça da bunun başka türlü gerçekleşmesi mümkün değildir. Burjuvazinin valilerinden, kaymakamlarından, genelkurmay temsilcilerinden, bakanlık bürokratlarından vb. oluşan bir bileşimden başka türlüsü nasıl beklenebilir ki zaten? Şûralar ancak sorunun gerçek sahipleri olan işçiler ve onların çocuklarından oluşan bileşimlerle toplandıklarında onların sorunlarına çözümler üreten mahiyete sahip olabilirler. Bu yüzden işçi sınıfı bugün hakkı olan bilimsel, nitelikli ve parasız eğitim taleplerini daha yüksek sesle dile getirmeli, burjuvaziyi bunların gerçekleştirilmesi için zorlamalıdır. n


“Hayata Dönüş” Katliamını Unutmadık Berdan Güney Egemenliğini emekçilerin üzerinde uyguladığı baskıyla sürdürmeye çalışan burjuvazi, kitleleri uyandırabilecek ve mücadeleye sevk edebilecek devrimcileri en büyük düşmanı olarak görür. Devrimci mücadelenin önünü kesmek, sömürü düzenini devam ettirebilmek için kendi yasalarını bile gözardı eder. İşlediği suçlar gün yüzüne çıktığında, günahını seçtiği birkaç kişiye yıkarak kendini aklamaya çalışır. 19 Aralık davasında yaptığı da bundan farklı değildir. Ama kapitalizm işlediği suçların hesabını bir gün örgütlü işçi sınıfına vermekten kurtulamayacak.

D

evrimci tutsakları F tipi cezaevlerine taşımak, yalıtmak ve kimliksizleştirmek üzere gerçekleştirilen “Hayata Dönüş” operasyonunun üzerinden 10 yıl geçti. Adı dalga geçercesine konulmuş olan bu operasyonun eş zamanlı olarak yapıldığı 20 cezaevinde, 3 günün sonunda 28 tutsak katledilmiş, yüzlercesi yaralanmıştı. Ölen ve yaralananların derilerinde kimyasal içeriği “bilinmeyen” bir maddenin neden olduğu derin yanıklar oluşmuştu. Operasyondan sonra hayatta kalabilenler, F tiplerinde şartların düzeltilmesi talebiyle ölüm oruçlarına devam etmiş ve 122 devrimci tutsak daha hayatını kaybetmişti. Operasyondan sonra katliam ortakları olan hükümet ve ordu yetkilileri, bir yıldır hazırlık yaptıklarını ikrar ettiler. Kendini “demokrat” diye pazarlayan Ecevit, operasyondan sonra “teröristleri kendi terörlerinden kurtarıyoruz” diyerek katliamı savunmuştu. Burjuva medya da aynı şekilde, başından beri yalan haberlerle davetiye çıkardığı bu katliamı binbir yalanla bezeyip aklamaya çalışmıştı. Katliam tarihinden önce devlet ile F tipi cezaevi uygulamasına karşı açlık grevleri ve ölüm orucu gerçekleştiren tutuklular arasında görüşmeler devam ediyordu. Devlet, özellikle devrimci tutsakları daha fazla denetim altında tu-

tabilmek ve bilinçlerini teslim alabilmek için hapishaneleri F tipine dönüştürmenin hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamıştı. Tutsaklarsa yıllarca hapishane koşullarında verdikleri mücadeleyle elde ettikleri hakların gasp edilmesine karşı çıkıyorladı. Tutsakların nasıl taşınacağı, odaların kaç kişilik olacağı, büyüklüğü ve havalandırmaların nasıl kullanılacağı gibi hususlarda görüşmeler devam ediyordu. Hatta kamuoyunda bu görüşmelerde tarafların uzlaşacağına dair olumlu bir izlenim bile yaratılmışı. Aydınların da katıldığı görüşmelerin olumlu bir havada devam ettiği izlenimi yaratıldığı sırada, tutsakları “hayata döndürme” emri verildi. Geçtiğimiz günlerde dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, operasyon kararının MGK’da alındığını açıkladı. O dönem TBMM’de oluşturulan İnsan Hakları Komisyonunda görüşmeleri yürüten Bekâroğlu, katıldığı bir televizyon programında, dönemin cezaevleri genel müdürü Ali Suat Ertosun’la katliam günü öncesi aralarında geçen bir konuşmayı şöyle aktarıyor: “«Başbakan, Adalet Bakanı, Başbakan Yardımcıları bu işi çözmek istiyor. Lütfen kolaylaştırın.» Bize gülüyordu ve «bakmayın siyaset böyle şeyler yapar, biz de işimizi biliriz» diyordu. «Devletten söz ediyorum» dedim; «yav işte...» karşılığını

37


marksist tutum

Kendini “demokrat” diye pazarlayan Ecevit, operasyondan sonra “teröristleri kendi terörlerinden kurtarıyoruz” sözleriyle katliamı savunurken, burjuva medya da başından beri yalan haberlerle davetiye çıkardığı bu katliamı binbir yalanla bezeyip aklamaya çalıştı

aldım.” Ertosun şimdilerde CHP’nin ve sol Kemalistlerin ilericilik adına sahiplendiği HSYK üyesidir. Katliam sırasında vücudunun yüzde 40’ı yandığı halde hayatta kalabilen Hacer Arıkan, operasyonun görüşmeler henüz devam ederken başladığını şöyle dile getiriyor: “İkinci katta yatakhanedeydik. Artık iyice nefes alamaz hale geldik. Bilincimiz kapandı. Gidebileceğimiz iki yer vardı. Yemekhane ve havalandırma. Çıktığımız anda içeriye bir madde bırakıldı. Önce çıkış noktamızda yatak yakıldı ve tavandan bir hortumla içeriye bir madde bırakıldı. Ben halen o madde neydi, hangi maddeyle yandım bilmiyorum.” Fosfor olduğu tahmin edilen bu madde yüzünden tıpkı diğer tutsaklar gibi yüzü ve bedeni eriyerek yanan Arıkan, operasyonun adının “Hayata Dönüş” olduğunu 3 ay sonra, Cerrahpaşa Hastanesinden ayrıldığında öğrenmiş. Katliamdan hemen sonra sağ kalanların bir bölümü, bazısı bitmemiş olan F tipi cezaevlerine alelacele nakledildiler. Nakil sırasında tutuklulara yapılan işkenceler yeni “tabutluklarda” da devam etti. 19 Aralık öncesi TV ve gazetelerde, yeni “oda”ların ne kadar konforlu olduğunu gösteren görüntülerin bir aldatmacadan ibaret olduğu da ortaya çıkmış oldu.

38

Aralık 2010 • sayı: 69

Cezaevlerine yönelik operasyon aslında 1996’da tasarlanmış, ancak o dönemde gerçekleştirilen ölüm oruçları sırasında 12 devrimcinin ölümünün ardından dönemin başbakanı Erbakan’ın talepleri kabul etmesi ve ölüm oruçlarının son bulması nedeniyle gerçekleştirilememişti. Nitekim 1996’daki ölüm oruçlarında devrimci tutsaklarla devlet arasında “arabuluculuk” yapan heyette yer alan Zülfü Livaneli, ölüm oruçlarının son bulmasının ve tutsakların hastaneye kaldırılmasının ardından, İstanbul Başsavcısı Ferzan Çitici’nin kendisinin kulağına eğilerek şunu fısıldadığını belirtiyor: “Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü aradı. «Biz ne güzel operasyon hazırlamıştık. Her şeyi berbat ettiniz» diye çıkıştı bana.” Livaneli 2000’deki ölüm oruçlarında da arabulucu heyetin içindeydi. Ancak bu kez MGK kesin karar almıştı ve sözde solcu Ecevit’i insanlığa davet eden tüm girişimler boşa çıkmıştı. Ve Livaneli’nin sözleriyle, “«dinci Erbakan» genç ölümlere yol açmamış ama «solcu-şair Ecevit» katliam emri vermiş”ti! (Zülfü Livaneli, Vatan, 27/11/2010) Katliamın ardından açılan soruşturmada, katliamda bulunan ve sorumluluğu olduğu söylenen askerlere dair Genelkurmay’dan istenen bilgiler tam 10 yıl sonra gelirken ve dava hâlâ devam ederken, yaşanan ölüm ve yaralanmalara ait raporları yazılarında konu eden gazeteciler için adalet çok hızlı tecelli etti! Birçok gazeteci hakkında yazılarının daha mürekkebi dahi kurumadan davalar açıldı. Uzun bir sürecin ardından görülmeye başlayan davada, katliamın sorumlusu olarak Genelkurmay’ın belirttiği 39 er gösteriliyor. Davaya Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nın hapishanelerde ortaya çıkan zararın bu erlerden tazmin edilmesi talebiyle dahil olmak istemesiyse başka bir garabettir. 19 Aralık 2000’den bu yana F tiplerinde değişen bir şey yok. Operasyonun ardından, koşulların düzeltilmesi, havalandırma sürelerinin uzatılması, ortak alanların artırılması gibi taleplerle, devrimci tutsaklar eylemlerine devam ettiler. 122 devrimci daha ölüm orucunda yaşamını yitirdi, fakat koşulların düzeltilmesi için hiçbir adım atılmadı. Bunun üzerine tutuklulara destek olmak için ölüm orucuna başlayan Avukat Behiç Aşçı, eyleminin 293. gününde sorunun çözümüne dair söz alınca eylemine ara verdi. Aradan geçen zamana rağmen verilen sözler yerine getirilmiş değil. Egemenliğini emekçilerin üzerinde uyguladığı baskıyla sürdürmeye çalışan burjuvazi, kitleleri uyandırabilecek ve mücadeleye sevk edebilecek devrimcileri en büyük düşmanı olarak görür. Devrimci mücadelenin önünü kesmek, sömürü düzenini devam ettirebilmek için kendi yasalarını bile gözardı eder. İşlediği suçlar gün yüzüne çıktığında, günahını seçtiği birkaç kişiye yıkarak kendini aklamaya çalışır. 19 Aralık davasında yaptığı da bundan farklı değildir. Ama kapitalizm işlediği suçların hesabını bir gün örgütlü işçi sınıfına vermekten kurtulamayacak. n


sayı: 69 • Aralık 2010

marksist tutum

Örgütlüysek Her Şeyiz, Her Şey! T

arih 19 Aralık 2000. Gece sabaha dönmeye hazırlanırken, 20 cezaevinde birden demir kapılar açıldı, duvarlar delindi. Koğuşlar, maltalar, havalandırmalar, kurşun ve patlayan bomba sesleriyle sarsıldı. Göz gözü görmez oldu dört duvar içinde. Asker, polis, gardiyan, silah, bomba bir tarafta, kadın ve erkek devrimci tutsaklar bir taraftaydı. Saldırı bir tarafta, isyan bir taraftaydı. Devrimcilerin bedenlerine coplar iniyor, kurşunlar saplanıyordu. Bombalar o güçlü yüreklerin bedenlerini eritiyor, derilerini saçak saçak sarkıtıyordu. 20 ayrı cezaevinde, dört duvar arasında bulunan birkaç bin tutsağın üzerine 12 jandarma taburu, 41 bölük, 10 bin asker, binlerce polis ve gardiyan salındı. Yüzlerce insanın öleceğini bile bile bu saldırının adına “Hayata Dönüş Operasyonu” demekten çekinmeyen katliamcı devlet, çetelesine yeni bir katliam daha ekledi. Gecenin karanlığında katledilen kadın ve erkekler, mücadeleci emekçilerdi, devrimcilerdi. Onlar siyasi tutuklu ve hükümlülerdi. Tecrit örgütlü bir insan için en büyük ceza idi. Kat­ liamcı devlet bunu çok iyi biliyordu. Devletin bildiği bir şey daha vardı. Devrimciler F tipi cezaevlerine karşı direnecek, teslim olmayacaklardı. Günler, haftalar öncesinden kara bir propaganda başlatıldı. Örgütlü insanlar karalandı. Örgütlü olmak demek iradeni kaybetmek, cezaevine düşmek ve böylesi vahşi bir katliamda ölmeyi hak etmek demekti devletin propagandasına göre. Bu yüzden katliam saniye saniye kameralarla kaydedildi ve televizyonlar döne döne o görüntüleri yayınladılar. Örgütlü olmak dehşet verici bir şeymiş gibi kazındı bilinçsiz kitlelerin beynine. Oysa tutsak devrimciler her yerde ve her koşulda örgütlü olabilmek ve davranabilmek için her şeyi göze aldılar. Saldırıya boyun eğmediler, direndiler. Örgütlü yaşamak insana özgüdür, insani bir ihtiyaçtır. Alınteriyle ve elleriyle yaratan işçilerin ihtiyacıdır örgütlülük. İşçilerin iradesini yansıtan, bilincini billurlaştıran, gücünü birleştiren bir örgütlenme yaşamın herkes için güzel, herkes için anlamlı, herkes için vazgeçilmez olmasını sağlar. Örgütlü yaşamak kendini çaresiz ve yalnız hissetmemektir. Karşı koyabilmektir zalimin zulmüne. Gücünü sömürücülerin tepesine inen bir yumruğa dönüştürebilmektir. Ekmek daha sıcak, yüzler daha güleç, yürekler daha huzurlu, eller daha yaratıcı olur birlik olursa işçiler. Devlet, işte bu gerçekleri unutturmak için saldırdı devrimcilere. İşçiler birleşik ve güçlü bir kitle değil, parça parça yığınlar halinde yaşasınlar diye. Cezaevi içinde F tipi hücreler, işçilere önderlik etmek isteyenler için hazırlandı. Ama cezaevi dışındaki hücreler de

ihmal edilmedi. İşçiler aynı tezgâhların başında önce uzun işgünlerini, sonra ömürlerini tüketsinler diye fabrikalara hapsedildiler. Yetmedi kara kutunun sürekli değişen görüntüleri arasında hayat, kuponların arasında umut ışığı aramaya itildiler. Sömürücüler, hizmetkârlarıyla elele yaşamı çirkinleştirdiler. Oysa yaşam güzeldir örgütlüyse ve güzel şeyler için bedel ödemeyi bilmek gerekir. Bazen bu bedel çok büyük olabilir ama asla kazanılacak olan insanca yaşama duygusunun görkemi kadar değil. Devrimciler de işte bu gerçekleri bilir. Tarih egemenlerin katliamları ve zalimlikleriyle dolu. Ama hiçbir zalimlik isyanı ortadan kaldıramamıştır. Kurtuluşun zor olması kurtuluş ümidini hiçbir zaman yok edememiştir. Devrimciler ölür, işçi sınıfının gerçek önderleri ölür, işçi sınıfıyla kurdukları bağlar zaman zaman solar, ama asla kopmaz. Mirasları asla yok olmaz, insanlığın hafızasından çıkmaz. Karanlıkları yırtan güneş gibi yeniden ve yeniden yükselir. Zalimler bu güneşi yok etmeyi hep denediler ve deneyecekler; ta ki kendileri yok olana dek! Gebze’den bir Marksist Tutum okuru

39


marksist tutum

Aralık 2010 • sayı: 69

Kumarhaneci Devletin Milli Piyango Tezgâhı M

illi Piyango İdaresi Başkanlığı yılbaşı özel çekilişinde büyük ikramiyenin 35 milyon TL (eski parayla 35 trilyon) olacağını açıkladı. Bu açıklamaya burjuva medyada önemli ölçüde yer verildi. Sokaklarda ellerinde mikrofonlarla dolaşan muhabirler insanlara “size çıkarsa ne yaparsınız” diye soruyorlar. Gazeteler büyük ikramiye haberlerine geniş yer veriyorlar. İnsanları aldatmak için yılbaşı vesilesiyle her yıl yeniden parlatılan büyük soygun tezgâhı devlet piyasasının gündeminde önemini koruyor. Devletin işlettiği dev kumarhaneye parasını defalarca kaptırmış ve piyango bileti almaktan vazgeçmiş milyonlarca emekçi, bir kez daha bu ahlâksız tuzağa çekilmeye çalışılıyor. Ay sonunu zor getiren işçi ailelerine, işsizlere, krizden bunalan emekçilere zengin olma hayali pazarlanıyor. Tuzağa düşürülen milyonlarca insan resmen dolandırılıyor.

Bul karayı al parayı! Devletin koyduğu yasalara göre kumar oynamak da kumarhane işletmek de yasak! Ama en büyük kapitalist örgüt olan devlet, dev bir kumarhaneyi bizzat kendisi işletiyor. Başkalarının kumar oynatmasını yasaklayan devlet adeta bir mafya babası gibi “buralarda benden başka kimse kumar oynatamaz” diyor. Milli Piyango İdaresi, kapitalist devletin ikiyüzlülü­ ğünü sergiliyor. Hükümetler değişse de on yıllardır “devletin işlettiği kumarhane” rezilliği aynen varlığını sürdürüyor. Gelen hükümetler kendisine laik de dese, Müslümanlığıyla da övünse hiçbirisi bu soygun tezgâhı­

na dokunmuyor. Milli Piyango bileti, sayısal loto, şans topu, on numara, süper loto gibi adlar altında çeşitlendirilmiş devlet güdümlü soygun çarkları fırıl fırıl dönüyor. Devletin kumarhane işleterek halkı dolandırması Türkiye’ye özgü değildir. Hemen hemen tüm kapitalist devletler bu pis iş için resmi kurumlar oluşturmuştur. Burjuva devletin halkı dolandırmak için kurduğu piyango tezgâhı sömürü düzenine çok yönlü fayda sağlamaktadır.

Sahte umutlarla oyalanma, paranı soyguncuya kaptırma! Kumar oyunları sayesinde yoksul emekçilere sahte umutlar pompalanıyor. Kitlelere “şansınız varsa zengin olabilirsiniz, bireysel kurtuluşunuz mümkündür” deniliyor. Yoksulların bilincini bulandırmak, çalışmadan elde edilen zenginliği meşrulaştırmak, ahlâki çürüme ve yozlaşmayı yaygınlaştırmak patronların çıkarınadır. İnsanlar “ya çıkarsa” propagandasıyla tuzağa düşürülür. Çıkma şansı ise on milyonda birden daha az! Çekiliş gerçekleşene kadar hayal dünyasına sürüklenen bilet sahipleri kendi yaşam gerçekliklerinden iyice uzaklaşırlar. Bir gün (belki de pek yakında) şanslarının döneceğini düşünerek kendilerini avuturlar. İçerisinde bulundukları koşulları değiştirmek için mücadele etmek yerine kolay yoldan hayatlarını kurtarma imkânının olduğunu sanırlar. Pek çok işçinin hayalinde büyük ikramiye çıkınca patronların ya da müdürlerin karşısına zengin biri olarak çıkıp “posta koymak” vardır. Nihayetinde çekiliş yapılır. Biletine büyük ikramiye çıkmayan milyonlarca emekçi, gerçeklerle yüzleşemeyecek haldedir. Boş hayaller kurarken gerçeklikten uzaklaşmıştır bir kere. Suçu onu çaresizliğe ve boş hayallere sürükleyen sömürü düzeninde aramak yerine, kör talihine lanet edecektir. Hayal kırıklığı ve kaderine boyun eğme duygusu ağır basacaktır. En yoksul kesimler, özellikle de işsizler bu duyguları en ağır biçimde yaşarlar. İşçilerin boş hayallerle uyuşması, hayal kırıklığı ile kaderine lanet etmesi kimin çıkarınadır?

Kumarda asıl kazanan her zaman kumarhanedir! Devletin kumarhanesi topladığı paranın büyük bir kısmına el koyar. Dolandırıcılık çarkının dönmeye devam etmesi için paranın küçük bir kısmı az sayıda kişiye dağıtılır. Büyük ikramiyeyi kazananlar kamuoyunda merak konusu haline getirilir. Kaybeden milyonlar birkaç kazanana gıpta etsin istenir. Tezgâhın arkasındaki kapitalist kurumlar ise asıl parsayı paylaşmaktadır. Milli Piyango İdaresi’nin resmi web sitesinde açıklanan rakamlara göre kazı­kazan satışından toplanan her 500 TL’nin 245 TL’si ikramiye olarak dağıtılmaktadır. Yani

40


sayı: 69 • Aralık 2010

marksist tutum

255 TL resmi kumarhanenin cebine gitmektedir. Milli Piyango yılbaşı özel çekilişinde de parsayı toplayan yine devlet kumarhanesi, kumarhanenin ortağı devlet kurumları, bayiler ve karaborsacılardır. Milli Piyango idaresinin verilerine göre normal çekilişlerde ikramiye çıkma ihtimali 700 binde bir iken yılbaşı özel çekilişinde bu ihtimal 10 milyonda bire düşmektedir. Yeni yıla girerken 30 milyona yakın biletin satışından 100 trilyona yakın para toplanacak; yaklaşık yarısı ikramiye olarak dağıtılacak. Diğer yarısını kapitalist devletin kurumları iç edecek. Resmi kumarhanenin kazandığı paranın aslan payını (yaklaşık yüzde 81’ini) Savunma Sanayi Destekleme Fonu, yani savaş makinesi götürecek. Ya dağıtılan kısım ne olacak? On milyonlarca insandan toplanan para birkaç kişiyi zengin edecek. Birkaç kişi zengin edilip, milyonlarca insan enayi yerine konacak. Zengin olan birkaç kişi de paralarını bankaya veya borsaya yatırıp bankalara, finans kurumlarına, kısacası

sermaye sınıfına kredi olarak kullandıracak. İşin özü şu: 10 milyon kişi, ceplerindeki birkaç lirayı bankaya yatırmaz. Bu parayla ekmek alır, süt alır, çocuğunun bir ihtiyacını giderir. Eğer 10 milyon kişi ceplerindeki birkaç lirayı kumarhaneye kaptırırsa, birleşen paranın yarısını kapitalist devlet kurumları yutar. Diğer yarısı ise ikramiye kazananlar vasıtasıyla sermaye sınıfının hizmetine koşulur. İşte kapitalist devletin bu pis işlere girmesinin, kumarhane işletip halkı soymasının, resmi kumarı matah bir şeymiş gibi reklâm edip meşrulaştırmasının arka planında bu tezgâhlar kuruludur. Bilinçli işçiler olarak bu rezilliğe asla prim vermemeliyiz. Aldatılan işçi kardeşlerimizi bu çok yönlü tuzağa karşı uyarmalıyız. Kapitalistlerin oltasına gelmeyelim, “ya çıkarsa” yemini yemeyelim. Kumarhaneye tek bir kuruşumuzu kaptırmayalım. Kurtuluşumuz piyangoda değil, sınıf örgütlerimizde, işçi sınıfının mücadelesinde!

Z.A.

Emeklilik Saldırısı K

rizle birlikte patronların işçi sınıfına yönelik saldırısı gittikçe artıyor. Her geçen gün işçilerin haklarını gasp etmek için yeni bir yasal düzenlemeyi gündeme getiriyorlar. Avrupa kıtası işçi sınıfının mücadelesiyle çalkalanıyor. Önce Yunanistan’da hükümetin kemer sıkma politikasıyla işçilerin haklarına saldırması, işçi sınıfının grev ve direnişle hayatı durdurmasına yol açtı. Ardından da Fransa’da, hükümetin işçilerin primlerinin biriktiği sosyal güvenlik fonlarını yağmalamak için emeklilik yaşını 2 yıl yükseltmek istemesi işçi sınıfını ayağa kaldırdı. Şimdi Fransız işçi sınıfı grev ve direnişlerle, mitinglerle saldırıyı püskürtmeye çalışıyor. Bütün bunlar yaşanırken bize sıra gelmez diye düşünmeyelim. Çünkü patronlar sınıfı uluslararası çapta saldırıyor, krizin faturasını işçi sınıfına ödetmeye çalışıyor. Patronlar kulübü TÜSİAD tarafından hazırlanan rapora göre 2050 yılında Türkiye nüfusunun 100 milyon olması bekleniyor. Raporda nüfusa oranla sosyal güvenlik açığının büyüyeceği tahmin edilerek emeklilik yaşının yükseltilmesi isteniyor. Türkiye’nin 2050 yılında ortalama nüfusu, 49 milyon 405 bini erkek ve 50 milyon 388 bini kadın olmak üzere toplam 99 milyon 794 bin olarak tahmin ediliyor. Patronlar sınıfı yalnız bugün değil gelecekte bile işçi sınıfını nasıl sömüreceklerinin hesabını yapıyor. Sosyal güvenlik açığını kapatmak için emeklilik yaşı yükselmeliymiş! Ortalama yaşam süresinin ve emeklilik yaşının 65 olduğu bir ülkede, emeklilik yaşı daha kaç yaş yükselecek demeyin. Patronların elinde olsa mezarda dahi bizi çalıştırırlar. Patronların asıl göz diktikleri bizim primlerimizin toplandığı fonlardır. Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de aynı plan uygulanmak isteniyor. Bahane olarak da sosyal güvenlik sisteminin açık vereceği iddia ediliyor. Oysa yıllardır buralarda biriken paralar patronlara

peşkeş çekiliyor. İşsizlik fonunda biriken paradan işçiler olarak yararlanamıyoruz. Çünkü yasal düzenlenmelerle bu neredeyse imkânsız hale getiriliyor. Bizlere verilmeyen bu paralar GAP projesine ve işverenlere düşük faiz oranlarıyla kredi olarak veriliyor. Bugüne kadar biriken 42 milyar lira paradan işçiler yalnız 1,4 milyar almış durumda, üstelik 6 milyona yakın işsiz varken. İşçiler en fazla 10 ay işsizlik ödeneği alabiliyorlar. Durum bu kadar ortadayken sosyal güvenlik sistemi açık veriyor diye bizleri kandırmaya çalışıyorlar. Bizden emekli maaşı almadan ölmemizi istiyorlar. Zaten ortalama yaşam süresi 65 iken emeklilik yaşı 67 olduğunda nasıl emekli olacağız. Ayrıca emekli olmak için prim gününü doldurmak gerekli, bu işsizlikte nasıl çalışıp dolduracağız prim gününü. Yani milyonlarca işçinin ödediği prim patronların cebine inecek. İşçilerin bir kısmı emekli olamayacak, bir kısmı da emekli olsa bile ancak birkaç yıl maaş alabilecek. Peki, patronlar elli yılın hesabını yaparken biz işçiler ne yapmalıyız? Biz neden örgütlenmenin, birlik olmanın, saldırı kapıya dayanmadan mücadele ağının örmenin, geleceğimizin hesabını yapmıyoruz? Durum çok açık, yakın bir zamanda Türkiye’de de aynı saldırı paketi gündeme gelecek. Bıraktık bugünü, işçi sınıfını sömürmek için gelecek elli yılın hesabını yapıyorlar. O vakit birleşmenin, örgütlenmenin, güvenmenin, kardeşçe kenetlenmenin zamanı gelmedi mi? Daha ne kadar dayanacağız bu haksızlığa, arsızlığa, sömürüye, yoksulluğa? Kaybedecek neyimiz var? Köhnemiş bu düzeni yerle bir etmek için, sömürüsüz bir dünya için mücadeleye! Mezarda Emekliliğe Hayır! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Yaşasın Sınıf Mücadelesi! Sefaköy’den bir işçi

41


Okurlarımızdan Y

Yeni Yılda Asgari Ücret

eni bir yıla daha girmek üzereyiz. Her sene olduğu gibi yeni yılda asgari ücretin ne kadar olacağı tartışılıyor. Son yıllarda asgari ücrete gelen zamlar %4 gibi komik bir düzeyde. Özellikle AKP hükümeti döneminde asgari ücrete yapılan zam gittikçe düşüş gösteriyor. Krizi bahane eden patronlar asgari ücreti kuşa çevirdiler. Öyle ki, verilen asgari ücretle bir işçi bıraktık ihtiyaçlarını karşılamayı ev kirasını bile ödeyemez oldu. Asgari ücret bir işçinin, ailesi de dâhil olmak üzere, temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği düzeyde olmalı. Türk­İş’in yaptığı en son araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 862 TL, yoksulluk sınırı ise 2807 TL düzeyinde. Yani bir işçi ailesinin yalnızca gıda ihtiyacının karşılanması için mutfağına asgari olarak 862 TL’lik gıda maddesi girmesi gerekiyor. Oysa bugün asgari ücret net 544 TL’dir. Bu parayla işçi hangi ihtiyacını karşılayacak acaba? Aldığımız asgari ücretle mutfağa para ayırmak bir yana sadece ekmek yesek yine de yetmiyor. O zaman milyonlarca insan nasıl geçiniyor, hiç mi yemek yemiyor, hep ekmek mi yiyor diye bir soru sorulabilir. Evet, en çok tükettiğimiz şey ekmek. Bir tencere mercimek çorbası 2,5 TL’ye kaynıyor, yanına da ekmeği koyduk mu karnımız doyuyor. Yani karnımızı ekmek, su ve mercimekle doyurmuş oluyoruz. Yoksulluk sınırı ise bir işçi ailesinin mutfak dışı ihtiyaçlarını da karşılayabileceği asgari ücret demektir. Ama biz asgari ücretle kiramızı, elektrik, su, telefon, yakacak faturalarımızı vb. karşılamak bir yana yol paramızı bile karşılayamıyoruz. Tatil, kültürel faaliyetler, ailemizle, arkadaşlarımızla gezmeye çıkma gibi sosyal ihtiyaçlarımızı hiç saymıyorum bile. Bu ihtiyaçlarımızı 544 lirayla karşılamak mümkün mü? Asgari ücretin düşük olması yetmiyormuş gibi bir de aldığımız üç kuruş ücretin vergisini ödüyoruz. Asgari ücretli bir işçiden aylık 102 lira vergi alınıyor. Oysa patronlar işçiler kadar vergi ödemiyorlar. Kurumlardan toplanan vergiler, biz işçilerden toplanan gelir vergisi, KDV, ÖTV ve adını sayamayacağımız bir sürü diğer vergilerden çok daha az. Patronlar hem bizi sömürerek yaşıyorlar, hem bizden az vergi ödüyorlar, hem de devletleri aracılığı ile bir kez daha bizleri soyuyorlar.

Asgari ücret ne kadar olmalı? Peki, asgari ücret ne kadar olmalı? Asgari ücretten biraz yüksek ücret alan bir işçi, ücretinin çok iyi olduğunu düşünüyor. Ücretimiz ne kadar olmalı denildiğinde genel olarak 1000 lira veya 1500 lira cevabı veriliyor. Oysa aldığımız ücret her şeyden önce yoksulluk sınırının üstünde olmalıdır. Yani ailemizle tatil yapabileceğimiz, çocuklarımızın eğitim ve sağlık masraflarını rahatlıkla karşılayabileceğimiz, sosyal aktivitelerimizi

42

gerçekleştireceğimiz, sağlıklı bir şekilde besleneceğimiz, insana yakışır konutlarda oturabileceğimiz bir ücret olmalıdır. İşte o zaman gerçekten insan olduğumuzun farkına varacağız. Mercimek çorbasıyla karın doyurmak var, bir de zenginlerin sofrasında adını bile bilmediğimiz yiyeceklerle karın doyurmak var. Acaba hangisi karın doyurmak oluyor diye bir düşünelim.

Asgari ücret zammı neye göre belirlenmeli? Elektrikten suya her şeye sürekli zam gelirken asgari ücrete %4 zam geliyor. Yani enflasyon kadar bile zam yapılmıyor. Asgari ücrete yapılan en son zam günlük 90 kuruştu. Bu parayla ancak 35 gr kıyma alınabiliyor. Diğer taraftan iğneden ipliğe her şeye on katı fazla zam geliyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin ulaşıma yaptığı zam bile %10 oldu. Peki, her şeye bu kadar zam yapılırken asgari ücrete neden %4 zam yapılıyor? Demek ki asgari ücrete yapılan zam gerçek enflasyon oranının üstünde olmalıdır. Oysa bizlere resmi enflasyonun bile altında zam yapılıyor. Böyle olunca ücretimiz yükseliyormuş gibi gözüküyor, ama bir türlü ihtiyaçlarımızı karşılamıyor. Bu sahtekârlıktan başka bir şey değildir.

Asgari ücreti kim belirliyor? Yasaya göre asgari ücreti, en büyük işçi sendikasından (yani Türk­İş), patronların sendikasından (TİSK) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığından gelen temsilcilerden oluşan bir komisyon belirliyor. Nasıl oluyor da bir işçi, bir devlet, bir de patron temsilcisinin bulunduğu komisyondan mütemadiyen işçiler aleyhine kararlar çıkıyor? Cevabı aslında basit. Devlet dediğimiz aygıtın patronların işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey olmadığını göz önünde bulunduracak olursak, komisyonun çoğunluğunun zaten patronlardan oluştuğunu da görmüş oluruz. Sonuçta yapılan zam hep patronların istedikleri kadar oluyor. Oysa sınıf mücadelesinin yükseldiği 70’li yıllarda patronlar asgari ücrete bu kadar düşük zamlar yapamıyorlardı. Çünkü o dönemde işçiler grevlerle hayatı durduruyor, hayatın her alanına damgalarını basıyorlardı. Örgütlüydüler, bilinçliydiler, mücadeleciydiler. Ancak işçi sınıfının örgütsüz olduğu günümüz koşullarında asgari ücrete ancak %4 gibi komik zamlar geliyor. Asgari ücret işçilerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde işçiler tarafından belirlenmeli ve vergi dışı bırakılmalıdır. Bunun olması için geçmişte işçilerin yaptığı gibi mücadele bayrağını yükseltmeli, açlığa, yoksulluğa karşı örgütlenmeliyiz.

Sefalet Ücretine Hayır! Asgari Ücret Vergi Dışına!

Esenyurt’tan bir işçi


Okurlarımızdan

Eğitim Şart! İ

çimizden biri önemli önemsiz bir hata yapıverse, ağzımızdan ilk çıkan cümle “eğitim şart” oluyor. Her değerlendirmemizi bu cümleyle başlatıp bitirmek, bu düzenin sahiplerinin çok güzel işine geliyor. İnsan bu kadar yaygınlaşan böylesi beylik lafların altında bir bit yeniği olsa gerek diye düşünmeden de edemiyor. İşin içinden çıkmak için de her yerde ve her zaman şart olan eğitimden, acaba biz işçiler neyi anlamalıyız diye kendi kendimize sormamız gerekiyor. Her kavram, yaşadığımız toplumda bir değil iki farklı anlama sahiptir. Çünkü yaşadığımız toplumda çıkarları birbirine taban tabana zıt iki sınıf vardır. Hani neredeyse biri için ak olan her şey öbürü için kara. Eğitim kelimesine de iki sınıf farklı anlamlar yüklemektedir. Eğitim şart denildiğinde bizim ilk soracağımız soru, “peki hangi sınıfın şart olan eğitiminden bahsediyorsunuz” olmalıdır. Biz de aynı soruyla başlayalım: “Eğitim şart derken, patronların mı işçi sınıfının mı eğitiminden bahsediyorsunuz?” Patronların verdiği eğitim, 5­6 yaşlarımızdan başlayan, 20’li yaşlarda üniversite sonuna kadar süren eğitimdir. Bu eğitim için de her şeyden önce para gerekmektedir. Milyonlarca insan bu eğitime çocuğum ileride işçi olmaktan kurtulur düşüncesiyle bolca para akıtır, ama sonuçta kişi en fazla diplomalı işçi olur. Bu eğitim boyunca, çok çalışmak, uslu durmak, itaat etmek, kısacası sermayesi olanın her dediğini sorgulamadan harfiyen yerine getirmek gerektiği düşüncesi kafalara empoze edilir. Kuşkusuz bu, patronların malı­mülkü ve çıkarları doğrultusunda verilen bir eğitimdir. Böylece insanların beyni bu düzenin devamı için bir güzel yıkanmış olur. Ama bu eğitimden tümüyle farklı olarak, bir de devrimci işçi sınıfının eğitim vardır. Kapitalist toplumda sömüren ve sömürülen, yani patron ve işçi olmak üzere iki sınıf olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının asla

ortak olmayacağını bizlere anlatan eğitim. Demek ki patronların şart dediği eğitim bizlerin uslu uslu sömürüye, işsizliğe, iş kazasına boyun eğmemizi sağlarken, işçiler açısından şart olan eğitim bizlere haksızlığa, sömürüye, eşitsizliğe boyun eğmememizi, hakkımızı aramamızı, hesap sormamızı salık verir. Eğitim şart diyenlere ikinci olarak soracağımız soru: “Peki şart olan bu eğitim neye, kime hizmet et­ mektedir?” Bu soruya da iki cevap verebiliriz. Aldığımız eğitimle ya patronlara hizmet ederiz ya da örgütsüz işçileri örgütleyip sınıfsal kurtuluşumuza hizmet ederiz. İlk çözümü savunanlar diplomalarına güvenip, aldanmasınlar. Patrona ne kadar çok verirsek o daima daha fazlasını isteyecektir. Bugün kazandığımızı sandığımızda yarın asıl kaybedenin biz olduğunu anlarız. Oysa ikinci seçenekte, eğer bu eğitimi geniş işçi kitlelerine yayabilirsek kazanan hepimiz oluruz. Sınıf mücadelesine yapacağımız her katkı bizlere olumlu anlamda kat kat geri dönecektir. Doğru bildiklerimizi işçi kardeşlerimizle paylaşmalı, bilmediklerimizi de bilinçli, devrimci işçilerden öğrenmeliyiz. Eğitimimiz patronlara değil de işçilere hizmet ettiğinde, bu akıldışı düzene son vermemiz de o ölçüde mümkün olacaktır. Son olarak yine eğitim şart diyenlere şunu sormalıyız: “Hangi eğitimi nasıl almaktan bahsediyor sununuz?” Patronların eğitimi bizleri dört duvara hapsettiği, resmi kıyafetler içinde ezberci, eşitsiz, boyun eğdirici, bilimsel olmayan bir kafa ile donattığı için çoktan ömrü dolmuş bir eğitimdir. Bu eğitimde

bizler hayattan kopuk insanlar olarak yetiştiriliriz. Kafamız adeta kuma gömülüdür. Oysa biz devrimci işçi sınıfının eğitiminden bahsederken hayatın içinde olan bir eğitimden bahsediyoruz. Böylesi bir eğitim boş laf olarak kalmayacak, en küçüğünden en büyüğüne kadar yaşadığımız sorunları çözmeye hizmet edecektir. Okulumuz dört duvar değil hayatın içindeki mücadeledir. Yaşımız başımız ne olursa olsun, bu okulda hem öğrenci hem de öğretmen oluruz. Yeri gelir yeni bir işçiye öğretmenlik yapar, yeri gelir deneyimli bir işçinin öğrencisi oluruz. Okulumuz bazen grev ve direnişlerdir, bazen meydanlar olur. Özetle bizim okulumuz mücadeledir, örgütlenmedir, dayanışmadır. Bu okulda okumak ve başarılı olmak her işçinin birinci görevi olmalıdır. Patronlar işçilerden o denli korkuyorlar ki eğitimlerini baştan aşağı eşitsizlik ve yalan üzerine kurmuşlar. Onların yazdığı tarihe göre her şeyi krallar, sultanlar, generaller yapmıştır, emekçilerdense tek kelime edilmez. Bugün de bu yalanlara yenilerini ekleyerek bizleri “eğitmeye”, yani gerçekte aldatmaya devam ediyorlar. Çalışan ve her şeyi üreten bizlerin hiçbir yerde hakkı verilmiyor. Kapitalist sistemin okullarında aldığımız eğitimin düzeyi ne olursa olsun bizler işgücümüzden başka satacak hiçbir şeyimizin olmadığı işçileriz. Hakkını arayan biz işçiler, devrimci sınıf eğitimiyle donanmalıyız ve örgütlü bir devrimci güç haline gelmeliyiz. O zaman sınıfımızın kurtuluşu da yakın demek olacaktır. Dudullu’dan bir Marksist Tutum okuru

43


Okurlarımızdan

Düş Değil Bu, Hayal Değil: Ekim Devrimi

N

azım Hikmet, “Mutluluğun resmini yapabilir misin? ‘Çok şükür ölsem de gam yemem’in resmini çizebilir misin?” diye sorar Abidin Dino’ya bir şiirinde. Ekim Devrimini hatırlarken, insanlığın o büyük tarihsel atılımını yaşayanların Nazım’ın bu dizelerinde ifadesini bulan duyguları yaşadıklarını düşünmeden edemiyor insan. Binyılların ezilmişliğini taşıyan, sömürülmüş, hiçe sayılmış, egemenlerce “ayak takımı” olarak görülüp aşağılanmış yoksul emekçi yığınlar, Ekim Devrimiyle başlarını kaldırdı ve tarihin akışını değiştirmeye girişti. Sınıflı toplum bugün halen insanlığa bin bir türlü acı yaşatıyor. Ama Ekim Devriminin yüce amacı sayesinde biliyoruz ki, sınıflara bölünmemiş bir toplum, sınırlarla bölünmemiş bir dünya mümkündür. İnsanoğlunun özgür geleceğini inşa etmek için yola çıkan genç kuşaklar açısından Ekim Devrimi tükenmez bir esin kaynağı olarak tarihsel rolünü oynamaya devam ediyor. Ekim Devrimi dünyaya yayılamadı ve nihai hedeflerine ulaşamadı. İşçi sınıfı, bürokratik bir yozlaşma ve karşı­devrim süreci içerisinde iktidarı yitirdi. Bu durum kazandığımız zaferin değerini hiç de azaltmıyor. Ekim Devriminin kazanımlarını nasıl unutabiliriz? Devrim, milyonlarca insanı yok eden Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşına son verdi. Ege­ menlerin çıkar kavgası uğruna cephelere sürülmüş askerlerin isyanını örgütledi. Devrim kadın erkek eşitsizliğine son vermek üzere atılan büyük bir adımdı aynı zamanda. “Eşit işe eşit ücret” talebi gerçek oldu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Medeni haklar eşitlendi, ezilen kadın cinsinin pozitif ayrımcılık temelinde erkeklerle eşitliği sağlandı. Diğer kapitalist devletler de, ilerleyen yıllar içerisinde kadınların bazı demokratik haklarını tanımak zorunda kalacaktı. Devrim, hüküm sürdüğü coğrafya üzerinde ulusal eşitsizliklere son verdi. Ulusların eşitliğini ve kendi kaderlerini tayin hakkını ilke olarak be- nimsedi. İlk dönem sovyet cumhuriyetlerinin birliği, ulusların eşitliğe ve gönüllülüğe dayalı birliğinin mümkün olduğunu gösterdi. Devrim, burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratik bir sistem getirdi. Politik yaşama dâhil olan milyonlarca emekçi, işçi meclislerini yarattı. Seçim sistemi, sovyetlere seçilen temsilcilerin her an görevden alınabilmesi ilkesi, halkın kokuşmuş burjuva parlamentarizmine mahkûm olmadan da yaşayabileceğini ispat etti.

44

Devrim, planlı ekonomi altında üretici güçlerin emekçiler tarafından kontrol edilebileceğini gösterdi. Krizlerin, işsizliğin, piyasa çalkantılarının olmadığı, herkesin mutluluk ve refah içerisinde yaşayabileceği bir dünya hayal değil, devrimin politik hedefi olmuştu artık. Devrim gece mesaisine son verdi. Günlük çalışma süresini 8 saate indirdi. İşçi devrimi yeniden zafer kazandığında, ulaştığımız teknolojik gelişme düzeyi, çalışma sürelerini daha da kısaltabilmemize ve herkese rahat bir yaşam sağlayabilmemize olanak tanıyacaktır. Devrim, işyerlerinde işçilere yönelik hakaretlere, saygısızlıklara son verdi. Devrim sayesinde işçiler onurlu bir yaşam kazandılar. Devrim inanç özgürlüğü getirdi. Devlet işleri dinden tamamen bağımsızlaştı. Herkes inancını istediği gibi yaşayacak, devlet kimsenin inancına müdahale edemeyecekti. Egemenlerin halkın inançlarını sömürmesi ise olanaksızdı artık. Devrim sayesinde kitleler toplumsal yaşamın örgütlenmesine katıldılar. Kaderlerini kendi ellerine aldılar. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesini asla hazmedemeyen egemenlerin, iktidarı ele alan işçileri nasıl küçümsemeye çalıştıklarını, öte yandan Ekim zaferi karşısındaki çaresizliklerini, ayaklanmadan kısa bir süre sonra Çarlık generallerinden Zaleski şöyle anlatıyordu: “Kim inanır bir hademe ya da bekçinin, birdenbire bir baş yargıç; bir hastane bakıcısının, bir hastane müdürü; bir berberin, bir devlet memuru; bir onbaşının, bir başkumandan; bir gündelikçi işçinin, bir belediye başkanı; bir çilingirin, bir fabrika müdürü olacağına?” Bu satırları aktaran Troçki, şunları söylüyordu: “«Kim inanır?» İnanmalıydılar. Onbaşılar generallerin hakkından gelirken; belediye başkanı –eskiden gündelikçi bir işçiydi– eski bürokrasinin belini kırarken; demiryolu makasçısı ulaşım sistemini düzene sokarken; çilingir müdür olarak sanayi donanımını çalışır hale getirirken, ellerinden inanmaktan başka hiçbir şey gelmezdi. Bırakalım onları sadece hayret etsinler ve inanamasınlar.” Egemenler yaşadığımız dünyanın nimetlerine el koyarken, yoksul kitleleri öteki dünyada kavuşacakları cennetle avuturlar. Ekim Devrimi düş, hayal ya da bir avunma vesilesi değildir; yeni bir dünya umudunun ta kendisidir. Çok önceleri Engels bu umudu şu sözlerle anlatmıştı: “Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır.” Sefaköy’den bir Marksist Tutum okuru


Okurlarımızdan Burjuva Partilerinin Aldatmacalarına Kanmayalım! “C HP bölünüyor”, “CHP’de değişim”, “CHP’nin yeni vizyonu”… Bunlar işyerlerimizde bir anda gündemimize giren sohbet konuları ve tartışmalar haline geldi. Sav ve ekibinin yenilmesinin hemen arkasından “CHP değişiyor” söylemleriyle yeniden “değişim” rüzgârları estirilmeye başlandı. Ne oldu da çobanı, işçiyi, halkı beğenmeyen bürokratların, seçkinlerin ağırlıklı söz sahibi olduğu bu parti değişti? Ya da soruyu daha doğru sormak gerekirse, değişti mi? Neyi değişti? Aslına bakarsak kendini devletin sahibi olarak gören, bürokrasinin ve Kemalizmin yılmaz bekçisi bu parti, yönetici kadrolarında yapmış olduğu bu “değişimle” çizgisini değiştirmiş değildir. Hiç ayrılmadığı, ayrılmayı da düşünmediği bu yolda şimdi de yeni yüzler ve söylemlerle gitmeye devam ediyor. Meselenin “o öyle dedi, bu böyle dedi” gibi dedikodu kısmını bir tarafa bırakırsak, tüm bu tartışmalar sürerken esas olarak işçi sınıfını bekleyen bir aldatmaca var ki, işte bunu iyi görebilmeliyiz. Çünkü önümüze konulan yeni CHP, en fazlasından 1970’li yılların CHP’si olabilir. Peki, neydi bu partinin o zamanki görevi, kısa da olsa hatırlayalım. Sanayinin gelişmesiyle birlikte büyüyen, ama sürekli baskı altında tutulan işçi sınıfı, 1960’lı yıllarla beraber artan bir hareketlilik içine girmeye başlamıştı ve ilerleyen yıllarda hareket giderek siyasi bir karaktere bürünecekti. İşçi sınıfının örgütlü öfkesinin kapitalizme

yöneleceğini patronlar sınıfı iyi biliyordu. Bunun için o dönem “halkçı ve işçi dostu” diyerek Ecevit’i “ortanın solu” söylemi ile işçi sınıfının önüne yeni bir seçenek olarak sürdü. Ne yazık ki bu yem işe yaradı ve işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunun desteğini kazandı. Sonuç ise çok ağır oldu: hedef tahtasına patronları ve kapitalist sistemi koyup onu ortadan kaldıracak partiyi oluşturmak yerine, CHP ve Ecevit’i dinleyen işçi sınıfı ’80 darbesiyle tüm kazanımlarını ve haklarını kaybetti. Yeni görüntüsü ve söylemlerinden de anladığımız gibi Kılıçdaroğlu’na, geçmişte Ecevit’e biçilen rol verilmeye çalışılıyor. Onlar halktan, işçiden, emekçiden yana olduklarını söyleyedursunlar biz onların kimden yana olduklarını görüyoruz. Bunun en yakın örneğini Cum­ huriyet Bayramı kutlamalarında Bağdat Caddesi’nde kol kola kiminle yürüdüğüne bakarak görebiliriz. Orada yürüyenlerin işçiler, emekçiler olmadığı ortadadır. Düzen partileri ve liderleri ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, temsil ettikleri burjuva kesiminin çıkarları için çarpar yürekleri. Onların arkasından giderek kazanacağımız hiçbir şey olmadığı gibi, elimizde olanı da her defasında kaybediyoruz. O yüzden de bizim çıkarlarımızı savunacak örgütleri güçlendirmek için harcamalıyız tüm enerjimizi. Yıllar önce söylendiği gibi, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Marksist Tutum okuru bir işçi

Emperyalist Güçler Hazırlık İçinde, Peki Biz İşçiler? E mperyalist paylaşım savaşı her geçen gün yakıcılığını arttırıyor. Emperyalist güçler hazırlıklarına her geçen dün daha çok hız veriyor. Dünyanın her noktasını askeri güçleriyle donatmaya çalışıyorlar. Son olarak Amerika, Asya’daki askeri varlığını genişletmek istediğini açıkladı. ABD güvenlik sekreteri Robert Gates yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Avustralya ile olan sıkı bağlarımızın daha da kuvvetlenmesi ülkenin Güney Doğu Asya’daki rolünün artmasını sağlayacak. Önem verdiğimiz konuların başında terörle mücadele, sanal güvenlik ve felâket yardımı geliyor. Ayrıca, bölgedeki Amerikan genişlemesi Çin’i kapsamıyor ve bölgede yeni bir askeri üs kurma hedefimiz yok. Washington’un beklentileri arasında füze savunması ve uzay denetimi gibi alanlarda işbirliği planlarımız var.” Üst düzey ABD savunma bakanlığı yetkilisi de açıklamasında “Pentagon’un, önemi artan bir güvenlik bölgesi olarak tanımladığı Güney Doğu Asya

ve Hint Okyanusu bölgelerindeki faaliyetlerini arttırmayı planladığını” söyledi. Görüldüğü üzere emperyalist güçlerin başını çeken ABD kendine yeni yandaşlar edinerek emperyalist paylaşım savaşını yayma hazırlıklarını büyük bir süratle devam ettiriyor. Hazırlık yapan sadece ABD değil, onun yanı sıra birçok emperyalist ülke de var. Örneğin, Çin, Rusya, İran, İngiltere ve daha birçok Avrupa ülkesi bu emperyalist yarışın içinde. Türkiye de bu yarışta kendine pay çıkarmaya uğraşanlardan. Özellikle kendi bulunduğu bölgede komşularını zapturapt altına almak istiyor. Emperyalist güçler hazırlıklarına devam ederken, biz işçiler bu emperyalist savaşları engellemek için hazırlık yapıyor muyuz? Hayır yapmıyoruz. Eğer biz egemen güçlere karşı ayağa kalkmazsak, emperyalist savaşların altında ezilip yok olacağız. Sadece o bölgede bulunan insanlar değil tüm insanlık ve içinde yaşadığımız dünya tehlike altında ve bizler de yok oluşa doğru sürükleniyoruz. Aydınlı’dan bir deri işçisi

45


Okurlarımızdan

Emekçi Mahalleleri Duman, Bizlere Yaşam Haram!

K

ışın kapıda olduğu bugünlerde sizlere sıcacık bir merhaba... Biz işçiler için kışların ayrı, yazların ayrı bir zorluğu var. Yazın işten yorgun argın gelip sıcaktan uyuyamıyoruz. Fabrikalarda, işyerlerinde sıcaktan nefes alıp çalışamıyoruz. Çünkü patronların ceplerine zarar veriyor işyerlerine klima taktırmak. Kışın ise hem işyerlerinde donarak çalışıyoruz hem de evimizin masrafları daha da artıyor. Üşüdüğümüz için üst üste giyinmek zorundayız. Bu da çamaşır makinesinin haftada bir değil iki kez açılması demek. Hem elektrik hem su faturası kabarıyor. En önemli sorunlarımızdan biri de evimizi ısıtmak oluyor. Her ay hiç aksamadan düzenli gelen faturalardan birisi de doğalgaz faturası. Hiç dikkatinizi çekti mi, İGDAŞ bu yıl otobüslere, metrobüslere ve duraklara, doğalgaz kullanmanın daha avantajlı olduğunu söyleyen ilanlar astı boy boy: “Hesap ortada, avantaj doğalgazda! Isınma+mutfak+banyoda 1 yıl boyunca kömür ve tüp kullansam 1809 TL, doğalgaz kullansam 737 TL.” Bu hesabı yapanların düşünmedikleri ya da bilerek hesaba katmadıkları şeyler var. Biz emeğiyle geçinen, yaşamını çalışarak sürdüren işçileriz. Aldığımız para asgari ücret, çoğumuz kirada oturuyoruz. Doğalgazlı evlerin kirası daha yüksek, bir eve taşındığımızda doğalgazın olup olmadığını değil kirasının kaç para olduğunu soruyoruz. Doğalgazlı evde oturanların birçoğu ise fatura yüksek gelecek diye korkudan doğalgazı açamıyor. Doğalgazı açıp sıcacık evde oturmak yerine üzerimize kalın kalın giyinip oturuyoruz, bu da yetmiyor üstümüze battaniye vs. alıyoruz. Az açsak ısıtmıyor, çok açsak cebimizi yakıyor. Dahası da var, işçi mahalleleri neden hep dumanlı olur? O mahalleyi neden kış gelince acı bir koku sarar, hiç düşündünüz mü? Pek çok işçi bırakın doğalgaz kullanmayı odun­kömür bile alamıyor, bunun için de çöpleri, eski elbiseleri, çaputları ve kâğıt parçalarını yakıyor. İşte bundandır işçi mahallelerindeki sis ve koku. Evet, kabataslak bir hesap yapılıp bakıldığında doğalgaz kullanmak daha avantajlı gibi görünüyor. Ama işin aslı dendiği gibi değil, yaşandığı gibidir. Anlaşılan bunun hesabını yapanlar evin sıcaklığını hesaplamamışlar, doğalgazın kendi tesisatını ısıtacak kadar açıldığında gelecek fatura hesabını yapmışlar. Size de tuhaf gelmiyor mu? Bir taraftan doğalgaz kullanmanın çok pahalı bir şey olmadığını söylüyorlar, bir taraftan da biz işçileri fabrikalarda buz gibi yerlerde çalıştırıyorlar. Soğuk olduğunu söylediğimizde “üstünü sıkı giyin” diyorlar. Oysa patronlar için yazın ayrı bir güzelliği, kışın ayrı bir güzelliği var. Hem yaz hem kış en güzel tatil yerlerine onlar gidiyor. Yazın en güzel yat gezileriyle denizlere açılıyorlar, kışın en güzel yerlerde kayak tatillerini yapıyorlar. Biz işçilere ise, patronlar daha çok eğlensin, daha çok gezsin, daha güzel yerler görsün, en güzel şeyleri yesin içsin diye gece­gündüz çalışmak düşüyor.

46

Oysa hayatı var eden bizim ellerimiz. Neden güzellikleri biz değil de patronlar yaşıyor? Çünkü onlar nasıl isterse öyle yaşıyoruz, patronların yalan dünyasının dışına çıkamıyoruz. İşçi kardeşler daha ne kadar sürecek bu suskunluğumuz? Bugün aldığımız ücret olduğu gibi kira ve faturalara gidiyor. Karnımızı doyurmak için ya fazla mesai yapıyoruz ya da ek işlerde çalışıyoruz. Hayatımızın en güzel yıllarını daha ne kadar patronlar için harcayacağız? Daha ne kadar bizlerin yerine karar almalarına, hesap yapmalarına göz yumacağız? Artık şu talepleri hep birlikte haykırmanın zamanı gelmedi mi? Elektriğe, gaza ve suya zamlar durdurulsun, yapılan zamlar geri alınsın! Ev kiraları dondurulsun! Emekçilere parasız sağlık, eğitim, konut ve ulaşım! Kartal’dan bir işçi

Reklamlarda Devrim Üstüne Devrim Yapılıyor! 12 Eylül faşizmi cendereye sadece insanları almadı, onların dillerini de cendereye almıştı. 12 Eylül sonrası birçok kelimenin konuşma esnasında ya da yazılı bir metinde kullanılması yasaklanmıştı. Bunun en tipik örneği ise, 12 Eylül öncesinde “Türk Devrim Tarihi” adlı dersin 12 Eylül sonrasında “Türk İnkılâp Tarihi” adını almasıydı. Kısa bir süre sonra da bu dersin adı “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” olarak değiştirildi. 12 Eylül faşizmi “devrim” kelimesini insanların hafızasından silme operasyonunu yıllarca sürdürdü. Kürtçe gibi yasaklı dillerin yanına Türkçe çeşitli kelimelerin de eklenmesi bu dönemde yaşandı. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkçeye defalarca müdahale edilmişti. Birbirini takip eden iki kuşak birbirlerinin dillerini anlamayacak kadar yabancılaştırılmıştı. 30 yıl aradan geçtikten sonra artık “devrim” kelimesi reklamlarda sıkça rastlanan bir şey oldu. Volkswagen motor devrimine, Muratbey peynir devrimine TV reklamlarında her gün rastlamak mümkün. Neden “devrim” kelimesi 12 Eylül faşizmi tarafından yasaklanmıştı? Çünkü güçlü bir devrimci işçi hareketi vardı. Devrimci işçi hareketinin kazanımlarının genç kuşaklara aktarılmaması gerekiyordu ve onların hafızasından “devrim”, “mücadele”, “dayanışma” gibi kelimelerin silinmesi gerekiyordu. Ya da bu kelimelerin içerikleri burjuva anlamlarla doldurulup anlam kayması sağlanacaktı. Anlaşılan bu da başarılmış olmalı ki, artık burjuvazi TV reklamlarında bolca devrim kelimesini kullanıyor. Yani, reklamlarda devrim üstüne devrim yapılıyor. İşçi sınıfı devrimci örgütlülüğünü yükseltmeye başladığında reklamlarda devrim kelimesi bu kadar rahat kullanılabilecek mi, görelim bakalım! Bir kamu emekçisi


Okurlarımızdan

Sağlıklı ve Ucuz Konutlarda Oturmak İşçilerin de Hakkı Değil mi? B

ir aydır vardiya çıkışlarında, hafta sonları İstanbul kazan ben kepçe kiralık daire arıyorum. Ev bulmak için dolaştığım her sokakta en az bir iki kiralık daire ilanı görüyorum. Şimdi sizlere kiralık ev ararken başımdan geçenleri anlatmak istiyorum. Baktığım evlerin içerisinde kombili olanların camındaki kiralık ilanındaki telefon numaralarını hemen oracıkta aradım. Ha unutmadan ev aradığım mahalleler öyle Etiler, Bebek’te havuzlu villa filan değil. Aradığım evdeki ilk özellik kirasının 350 TL’den yukarı olmaması, kombili, odaları küçük, mutfağı kullanışlı ve mümkünse güneş gören bir ev olması, hepsi bu. Sizce çok şey mi istiyorum? Siz de sağlıklı ve ucuz konutlarda oturmak istemez misiniz? Bir apartmanın ikinci katındaki kiralık daire yazısının altındaki numarayı aradım. Telefonu açana “iyi günler, ben kiralık daire için aradım” dedim. Bu numarayı daha önce aramış ve kirayı öğrenmiştim. Dolayısıyla, “ben sizi daha önce aramıştım, 350 lira demiştiniz, daireye bakmaya geldim” dedim. Telefondaki kişi, “ha o daire eski binada. O daireyi verdim. Bu binayı yeni yaptırdım. Temelinde 20 ton demir var. Odalar laminat parke. Dairem kombili. Kombisi Vaillant kombidir. Kirası 550 liradır. Bir deprem olursa eski binalar küt diye yıkılır, ama yeni ve sağlam binalara hiçbir şey olmaz” dedi. Ben de ama 550 çok para. Burası işçi mahallesi, asgari ücret 599 lira. Siz 550 lira kira istiyorsunuz dedim. Telefondaki kişi, “ula hemşerim sen hem işçiyim diyorsun, hem de ev beğenmiyorsun. Çok sağlam daire istiyorsan git Bebek’te, Etiler’de, Nişantaşı’nda daire ara” dedi. Gözümün önüne 1999 depremi geldi. Sağlam denilen, yeni inşa edilip fahiş fiyatla satılan ama küt diye devrilen o evler. İkinci aradığım numara uzun uzun çaldı. Sonra karşıdaki kişi telefonu açtığında daha benim kim olduğumu, niçin aradığımı söylememi beklemeden, “combilidir, combili. 500 kira, 1000 debozit isterüm. Kaç kişu oduracak, akreba çok midur, misafür gelecek mi?” de­ di. Güneş görüyor mu, odaları büyük mü, küçük mü, mutfağı kullanışlı mı, önce görmek istiyorum dedim. Telefondaki Karadeniz şiveli uyanık ev sahibi, “uy neyüne pakacaksın, dışarudan cörmedün mi?” dedi. Peki, temeli sağlam mı diye soracak oldum ki, telefondaki kişi “hele bak sana mı kaldu benüm binamun temelünün sağlamluğu” diye beni bir güzel tersledi. Ben, “amca sadede gelelim, ben 350 liradan fazla veremem. 350’yi kabul ediyorsan çıkıp eve bakayım” dedim. Elbette bu önerim kabul görmedi. Ben de, “ama bakmadan nasıl karar vereyim? Bütün insanlar marketten domates aldığında bile hem görüyor hem bir eline alıp bakıyor. Siz öyle yapmıyor musunuz?” diye sordum.

Kiralar neden bu kadar pahalı? Ben 790 TL ücret alıyorum. O gün artık hem çok yoruldum, hem de çok sinirlendim. Sabah saat beş buçukta kalkıp işe gideceğim. Oturduğum evin kapısına geldiğimde ayaklarıma kara sular inmişti. Eve girdiğimde dilim dudağım kurumuştu. Önce kana kana su içtim. Damacanaya bakınca Cem Karaca’nın “peynir ekmek değil ama acı su bedava” şarkısı geldi. Gözüm buzdolabının üzerindeki faturalara takıldı. Su faturası 32 TL, üstelik çeşmeden su içemiyoruz. Damacanadaki sudan kana kana içtiğimizde, bir haftada bitiyor. Peki, acı su bedava mı? Fatura tozutacak diye banyodan girdiğimiz gibi çıkıyoruz. Çay demleyip şu kara kutu TV’yi açtım. Haber var mı diye kanal kanal dolaştım. Sanki TV kanalları anlaşmış gibi hepsinde reklam vardı. Bir reklam çok dikkatimi çekti. Reklamda bir kadınla bir erkek lüks bir evin içinde dans ediyor. Öyle bir ev ki, biz işçilerin inşaatında çalışmak dışında ancak rüyasında görebileceği bir ev. İstanbul’un hangi semtinde olduğunu bilmiyorum. Ama işçilerin oturduğu mahallelerde olmadığı kesin. O an aklıma gelen bütün küfürleri sıraladım. Kalkıp pencereden dışarı baktım. Görebildiğim evlerin hiçbiri o reklamdaki eve benzemiyordu. O reklamdaki evin kirası ne kadar diye düşünmeye başladım. Peki, o saray yavrusunun fiyatı ne kadardır, kim oturuyor o lüks evlerde? Nasıl almışlar o lüks evleri? Çok mu çalışmışlar, yoksa çok mu çalıştırmışlar fabrikalarında, işyerlerinde işçileri? Biz işçiler niye sağlıklı, güneş gören, parkı, bahçesi, spor alanları ve masmavi denizin kıyısında olan konutlarda oturamıyoruz diye düşündüm. Bir yandan o ihtişamlı ev gözümün önünden gitmiyor, bir yandan da telefonda konuştuğum ev sahibinin “bir deprem olursa eski binalar küt diye yıkılır” sözleri aklıma geliyor. Ve Laz amcanın “combilidir, combili” sözü. Benim asgari ücretin tamamına yakınını kira vererek oturacağım evde aradığım özellikler hepitopu kombili olsun ve güneş görsün. Ama bize, temeli sağlam, kombili ve penceresinden güneş giren evler çok görülüyor. Bıraktık sağlıklı olmasını, kombi lüks oluyor, güneş görmeyen izbe yerlerde yaşamak zorunda kalıyoruz. Biz işçiler değil miyiz her şeyi üreten? Evleri biz işçiler yapmıyor muyuz? Yerin yüzlerce metre altından kömürü biz sökmüyor muyuz? Demiri, çeliği üreten, şekil veren biz işçiler değil miyiz? Fabrikaların bacaları biz çalışmadan tüter mi? Peki, her şeyi üreten biz işçiler niçin sağlıklı konutlarda oturamıyoruz? Bu bizim de hakkımız değil mi? İstanbul’dan bir işçi

47


Okurlarımızdan Haftanın 5 Günü 12 Saat Çalışmak! S abah 5.30’da kalkıyor ve uykulu gözlerle ıssız sokağın karanlığında ilerliyorum. Bir metal işçisiyim ve 07.30’da işbaşı yapıyorum. Makineler ve onları çalıştıran biz işçiler vızır vızır çalışıyoruz. Bizden istenen adette ürünü yetiştirmek için çalışıyor kollar, ayaklar ve makine dişlileri. Çok önemli bir iş yapıyoruz! Zengin şahsiyetlerin pahalı otomobillerinin direksiyonlarını üretiyoruz. Üretim esnasında bir ses yükseliyor: “Daha fazla çalışın, sayıyı yetiştirmemiz gerekiyor!” Bizler o kadar dişlilerin arasına sıkıştırılmışız ki, kendimizi o koşturmacının içerisinde kaybediyor ve insanlığımızı yitiriyoruz. Çalış, çalış ve daha fazla çalış. Akşam 19.30 olmuştur artık. Bedenler yorgun ve bitap düşmüştür. Vardiya amirlerini alır bir koşturmaca, kim sayısını veremedi diye. Veremeyenler ağır psikolojik travma geçirecek biraz sonra. Vardiya amiri yaklaşır ve “Neden sayını veremedin?” diye sertçe sorar. Sayıyı veremeyen, “Yapıştırma yetiştiremedi, biraz hastayım vs.” diyerek derdini anlatmaya çalışır. Amir, “Dün yetiştirmiştin, bak şu arkadaşın bu sayıyı veriyor. Sen neden veremiyorsun? Sen işi umursamıyorsun. İstesen yaparsın, bahane bulma, sorun sende!” diye ağzına gelen her şeyi söyler. Sayıyı veremeyen işçinin kafası yerde ve bu konuşmadan sonra “sorun bende” diye düşünür kolları ve ayakları yorgunluktan uyuşmuş bir şekilde. Fabrika dişlileri dönmeye devam ederken en yoğun yaşanan şeydir bizim işyerinde işçiler arasındaki rekabet. Bu bir ateşi körüklemek gibi devamlı körüklenir patronlar tarafından. Rekabet duygusu kirletip atıyor bizleri dişlilerin arasına. Daha fazla çalış, daha fazla çalış… Farkında

olmadan bir bakmışız ki insanlığımız gitmiş ve neredeyse değersiz bir hayvana dönüşmüşüz. Dişliler döner ve biz birbirimizi itmeler, bağırmalar, çekememezliklerle boğuşuruz. “Yetiştirmemiz gerekiyor, üretimi aksatmamak gerekiyor.” Ve dişliler bacak, kol ve bedenimizdeki tüm kasları ve kafamızı kapmış, biz de o işleyişin bir parçası oluvermişiz. Servislere biner, evimizin yolunu unutmuşçasına gecenin karanlığında yorgun kaslarla ilerleriz. Başka bir telaş alır bizi. Çocuklarımızın yemeği ve evde yapılacak işler. Yemekler pişer ve evde yapılacak olan işler yapılır. Göz kapakları düşer yorgunluktan ama biz insanız, çocuklar kucak ve sevgi ister. Göz kapakları düşer ve sızar yorgun bedenler. Sevgiden mahrum kalır sevdiklerimiz. İşte haftanın 5 günü 12 saat çalışmak! Sabahın köründe daha gün ışımamışken girdiğimiz fabrikadan gecenin karanlığında çıkmak! Evet, işçi kardeşlerim! Bize gün yüzü göstermeyen patronlar sınıfı, sermayelerini büyütüp banka kasalarını doldurma derdindedir. Biz ise bu kısır döngünün içerisinde debelenip duruyoruz. O yorgun gözler, yorgun kol ve bacaklar kendileri için bir araya gelse yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Umudumuzu yitirecek miyiz? Yani bazı bilinçsiz işçi arkadaşlarımızın söylediği gibi “bu düzen böyle gelmiş böyle gider” mi diyeceğiz? Yoksa insanca yaşamak için örgütlenip, böylece insanlığımızın farkına varıp kendi ürettiğimiz zenginliklere ulaşabilmek için mücadele mi edeceğiz? Bence bir işçi ancak örgütlü olduğunda gerçek durumunun farkına varır. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Gebze’den bir kadın otomotiv işçisi

Aydınlık Bir Dünya Bizi Bekliyor B iz işçiler daha karga bokunu yemeden işbaşı yapıyoruz. Ben de sabah 7’de işbaşı yapan bir işçiyim. Geçen sabah, işbaşı yaptıktan sonra, gözüm fabrikanın kapısından dışarıya takıldı. Sonra dönüp işbaşı yapan işçi arkadaşlarıma baktım. Önce bir içten “ah” çektim. Kendi kendime “vay anasını be, bu ne adaletsiz bir dünya, daha hava aydınlanmadan biz işbaşı yapıyoruz. Uykularımızı yarım bırakıp patronlar daha çok sermayelerini büyütsün diye koştura koştura fabrikalarımıza sabahın köründe geliyoruz. Otobüslerde sıkış tıkış yarı uyanık bir şekilde gidiyoruz. Biz o saatlerde fabrikalarımızda çalışırken, patronlar, o koca göbekli yaratıklar, yataklarında rahat rahat uyuyorlar. Eminim rüyalarında bile, bu işçileri daha fazla nasıl sömürebiliriz diye düşünüyorlardır” dedim. Üç kuruş para kazanmak için uykusuz bir şekilde makinelerimizin başına geçiyoruz. Artık elimizi mi kaptırırız yoksa kolumuzu mu? Makinenin bir parçası olmuşuz artık. Makineyle yarışa giriyoruz. Yeri geldiğinde makineden daha hızlı çalışıyoruz. Bizim fabrika cezaevinden farklı değil, her şey yasak. Dışarısını ancak vardiya bitiminde görüyoruz. Patronlar daha iyi yaşasınlar diye biz çalışırız, biz onlar

48

için sabahın köründe kalkıp işe gideriz. Düşünsenize patronlar parmakla sayılacak kadarlar. Fakat egemen oldukları için bugün her şey onların elinde. İşçi sınıfı olmazsa patronlar hiçbir halta yaramazlar. Biz işçiler onlar için taze kan gibiyiz. Her şeyi üreten, bu dünyanın çarkını çeviren biziz. Fakat tek sorun, biz işçilerin patronların bizlere muhtaç olduğunu bilincimize çıkaramamış olmamız. Çalıştığımız fabrikalarda çalışma koşulları insanlık dışı. Sırf evimize ekmek götürebilmek, yarın tok kalkmak için bütün zorluklara katlanıyoruz. O kadar üretim yapıyoruz, karıncalar gibi hiç durmadan gece gündüz çalışıyoruz, yine aç, yoksul sefaletin eşiğinde yaşayan biz işçiler oluyoruz. Patronların işkembeleri doymak bilmez, gözlerini kâr hırsı bürüdüğü için işçi sınıfına acımasız bir şekilde saldırıyorlar. İşçi sınıfı bir gün bilinçlenip örgütlülüğünü yarattığında, o koca göbekli patronları tarihin çöp tenekesine atacaktır. Şunu bilelim: Bu dünya böyle gelmedi böyle de gitmeyecek. İşçi sınıfı hep karanlıkta çaresiz kalmayacak. Her karanlığın bir aydınlığı vardır. İşçiler birlik beraberlik içinde olursa, buna inanırsak, aydınlık bir dünya bizi ve çocuklarımızı bekliyor. İkitelli’den bir kadın çorap işçisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.