Ekim Devrimi ve Enternasyonalizm Levent Toprak
D
ünya çapında büyük toplumsal sarsıntıların, siyasal çalkantıların, yani özetle keskinleşen sınıf mücadelelerinin yaşanacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Günümüzün dünya ölçeğindeki gelişmelerinin, geride bıraktığımız 20. yüzyılın başları ve ortalarındaki gelişmelerle sık sık kıyaslanması rastlantı değildir. Bu bizi her vesileyle tarih bilincimizi yeniden tazelemeye, geçmiş sınıf mücadeleleri tarihinden çıkan dersleri ve sonuçları tekrar tekrar hatırlamaya sevk ediyor, etmeli. Ekim Devriminin 88. yıldönümünü andığımız şu günlerde onun dersleri bize başka her şeyden fazla ışık tutuyor. Yeni Ekimler yaratabilmenin yolu ise bu tarihsel dersleri layıkıyla özümsemekten geçiyor. Türkiye’deki (ve dünyadaki) son gelişmelere baktığımızda bu derslerin en önemli bölümlerinden birini oluşturan proletarya enternasyonalizmi konusu üzerinde dur mak güncel bir önem taşıyor.
Türkiye ve Enternasyonalizmin Güncel Önemi Emperyalist paylaşım kavgasının kızışması ve bunun bölgesel düzeyde yoğunlaşan emperyalist müdahalelerle de kendini ortaya koyması, bu güç oyununda bir yer tutmaya çalışan ve aynı zamanda masada bir yem olma riski de bulunan Türkiye’de, milliyetçi eğilimlerin yeni bir yükselişi için zemin hazırlıyor. Sol içinde de bu gelişmeye uygun hesaplar yapan ve özellikle “Türk yurtseverliği” kılığı altında bundan medet uman kesimler var. Dünya çapındaki siyasal dönüşümler ve güç dengelerindeki değişimler nedeniyle sıkışan statükocu güçler milliyetçiliği açıktan kışkırtıyorlar. Sıkça çiğnendiği için alay konusu olan “kırmızı çizgiler”, ABD ve AB emperyalizmi tarafından itilip kakılma, son yirmi yıla damgasını vuran Kürt ulusal kurtuluş mü-
1
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
cadelesinin artık uluslararası bir mesele halini alarak TC’yi sıkıştırması, IMF kıskacının etkilerinin giderek daha belirgin hissedilmesi, sağda ve solda milliyetçi propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Milliyetçiliğe karşı hiç de sağlam bir ideolojik belkemiği olmayan Türk solunun geniş kesimlerinin durumu özel bir zaaf alanı oluşturuyor. Zira sol ezelden beri sağlıklı bir enternasyonalizm anlayışına ulaşamamış ve kendisini nihayetinde hep takatsiz bırakan milliyetçi virüsü bünyesinde taşımıştır. Bu milliyetçi maraza rağmen söz konusu sol kesimler, enternasyonalist geçinmeye de devam ediyorlar. Lafa gelince “elhamdülillah” enternasyonalistler! Ama gerçekte ise bin dereden su getirip milliyetçiliğe özür buluyorlar, onu enternasyonalizm ilkesiyle gerdeğe sokmak için akrobatlara rahmet okutacak taklalar atıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, Türk solunun bünyesine işlemiş bu sosyal şovenizm illeti daha uzun süre devam edecek. O halde, bu sosyal şovenizm illetine karşı her yerde proletarya enternasyonalizmini yükseltmek boynumuzun borcudur. İşçi sınıfına gerekli olan, milliyetçiliğin hiçbir biçimiyle zerrece bağdaşması mümkün olmayan katıksız bir enternasyonalizmdir. Ekim Devriminin yıldönümü proletarya enternasyonalizminin ayırt edici yönlerini bir kez daha hatırlatmak için isabetli bir vesile oluşturuyor.
Ekim Devrimi ve Enternasyonalizm Ekim Devriminin başarısının temelinde işçi sınıfına kılavuzluk etme yeteneğindeki devrimci bir partinin, yani Bolşevik Partinin, varlığı yatıyordu. İşçi sınıfı dünyanın birçok yerinde değişik zamanlarda iktidarı almanın eşiğine geldi, hatta kimi durumlarda aldı da. Ancak bu girişimler birkaç aylık ya da haftalık sürelerle sınırlı kalan görece etkisiz ve başarısız deneyimler oldu. Ekim Devrimi hâlâ, işçi sınıfının ülke çapında iktidarı alıp, kesin biçimde bir işçi iktidarı kurmayı başardığı tek örnek olarak duruyor. Tam da bu nedenle, yarattığı güçlü etkiyle tüm bir yüzyıla damgasını vurmuş, tarihin akışını değiştirmiş ve nice kuşaklara devrimci esin kaynağı olmuştur. Bolşevik önderliğin başarısının en önemli nedenlerinden birisi onun katıksız enternasyonalizmi idi. Bu proleter enternasyonalist anlayış Bolşevikler tarafından örnek bir azimle hayata geçirilmiş ve geniş işçi sınıfı kitlelerine mal edilmişti. Bu anlayış (ve elbette bununla sıkı sıkıya bağlı başka öğeler) nedeniyle Ekim Devrimi, kendisinden sonra “sosyalizm” adına gerçekleştirilen tüm diğer devrimlerden (Çin, Yugoslavya, Küba, Vietnam vb.) kökten farklı olmuştur. Ekim Devrimi proleter dünya devriminin bir parçası, tetikleyici bir başlangıç noktası olma hedefiyle gerçekleştirilen enternasyonalist ruhla dolu bir devrim iken, anılan diğer devrimler proleter bir nitelik taşımayıp ulusal kurtuluşçu bir bakış açısıyla karakterize olmuşlardır.
2
Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresi
Ekim Devriminde cisimleşen proletarya enternasyonalizminin çeşitli yönlerini Lenin’in liderliğindeki Bolşeviklerin teori ve pratiği üzerinden ele almak mümkün. Bu yönler aynı zamanda bize proletarya enternasyonalizmini başka türden enternasyonalizm anlayışlarından ayıran karakteristik özellikleri de göstermektedir.
Devrim perspektifi İşçi sınıfının kurtuluşunun ulusal değil uluslararası bir dava olduğu Marksizmin kurucuları tarafından daha en başından beri ilkesel olarak ortaya konmuştu. Manifesto, “İşçilerin vatanı yoktur,” diyor ve “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şiarıyla bitiyordu. Marx’ın önderlik ettiği I. Enternasyonal’in tüzüğü, “Emeğin kurtuluşunun, ne yerel ne de ulusal, fakat modern toplumun varolduğu bütün ülkeleri kapsayan ve çözümü, en ileri ülkelerin pratik ve teorik işbirliğine dayanan sosyal bir mesele olduğunu” belirtiyordu. Marx ve Engels proletarya devrimini de tüm kapitalist ülkeleri kucaklayan uluslararası bir devrim olarak görüyor ve çeşitli ülkelerde gelişen devrim süreçlerini bu çerçevede değerlendiriyorlardı. Onların politik değerlendirmelerinde her zaman özel bir yer tutan Fransa için Marx, 1848 devrimi sonrasında şunları söylüyordu: “Yeni Fransız devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır.” (Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol y., 1988, s.68) Marksizmin kurucularının bu tür sayısız değerlendirmesi mevcut. Paris Komününe ilişkin birini aktarmakla yetinelim: “Yüce Paris Komünü örneğinin bize öğrettiği gibi, devrim dayanışmayı gerektirir. Paris proletaryasının
Ekim 2005 • sayı: 7
bu güçlü ayaklanması, Berlin, Madrid, vs. gibi merkezlerde eş büyüklükte devrimci hareketler doğmadığı için başarısızlığa uğramıştır.” (Marx-Engels, Örgütlenme Meselesi, Ekim y., 1990, s.177) Ekim Devriminin önder kadroları bu ilkeler temelinde yetişmiş, bunları özümsemiş kadrolardı. Rus işçi sınıfını dünya işçi sınıfının bir parçası, Rus Marksist hareketini uluslararası Marksist hareketin bir parçası, Rus devrimini de özellikle Avrupa devrimiyle sıkı sıkıya bağlı bir devrim olarak görüyorlardı. Hazırladığı RSDİP Program taslağında, “Rus işçi sınıfının hareketi, karakteri ve hedefi itibariyle tüm ülkelerin işçi sınıfının uluslararası hareketinin bir parçasıdır” diyen Lenin, aynı şekilde, “sosyaldemokrat hareket tüm özü itibariyle enternasyonaldir” diyordu. (Seçme Eserler, İnter y., c.1, s.455 ve c.2, s.55) Bu enternasyonalist ruhla eğitilmiş kadrolar, 1917’de Rus işçi sınıfını iktidarı almaya sevk ettiklerinde, bunu “yurtsever” bir dava uğruna ya da “tek ülkede sosyalizmi” kurmak için değil, uluslararası devrim davasına hizmet etmek için yapmışlardı. Lenin bu konuda çok netti: “Elbette, tek ülkede sosyalizmin zaferi olanaksızdır. Sovyet iktidarını destekleyen işçi ve köylülerimiz, şimdi dünya savaşının parçaladığı, fakat birleşmeye çabalayan o uluslararası ordunun bir parçasıdır, ve devrimimiz üzerine her haber, her küçük rapor, her ad, proletaryanın alkış tufanıyla selamlanıyor, çünkü Rusya’da ortak davanın, proletaryanın ayaklanması davasının, uluslararası sosya-
marksist tutum
list devrim davasının yürütüldüğünü biliyor.” (Seçme Eserler, c.7, s.295) Aynı zamanda Lenin, Bolşeviklerin bir Avrupa devrimi perspektifiyle hareket ettiklerini defalarca vurguladı: “Bolşeviklerin taktiği doğruydu, biricik enternasyonalist taktikti, çünkü dünya devriminden duyulan ödlekçe korkuya, dünya devrimine karşı beslenen küçük-burjuva ‘inançsızlığa’, ‘kendi’ anavatanını (kendi burjuvazisinin anavatanını) savunma ve bundan başka her şeyin ‘içine tükürme’ biçimindeki darkafalı-milliyetçi isteğe değil, (…) Avrupa’da devrimci durum doğru değerlendirmesine dayanıyordu.” (Seçme Eserler, c.7, s.196) Devrime bu enternasyonalist perspektifle girişen Lenin önderliğindeki Bolşevikler, devrimden sonra da buna uygun hareket ettiler. Proletarya enternasyonalizminin en yüksek ifadesi olan devrimci bir dünya partisini örgütlemeye giriştiler ve 1919 yılında Komünist Enternasyonal’in (Komintern) kuruluşu gerçekleştirildi. Zira Bolşevikler, dünya devrimi perspektifi ile dünya devrimine önderlik edecek komünist bir enternasyonalin örgütlenmesi perspektifini bir bütün olarak görüyorlardı. Rus işçi sınıfının ve Bolşeviklerin dünya işçi sınıfının davasını ilerletmek için gösterdikleri samimi gayret her ne kadar başarılı proleter devrimlerle sonuçlanmadıysa da, tümüyle karşılıksız kalmadı. Gerçekte Rus devrimi tüm dünya proletaryasında büyük bir sempati doğurmuş, savaşın tüm ağır etkilerine rağmen değişik ülkelerde işçiler, hükümetlerinin Rusya aleyhine faaliyetlerini engellemede önemli başarılar sağlamışlardır. Lenin bu noktaya da sıkça işaret etmiştir: “Sovyet Cumhuriyeti, eğer yanında ileri değil geri kalmış ülkeler bulunsaydı, üç yıl içinde dayandıklarına dayanabilir miydi ve tüm ülkelerin kapitalistleri tarafından desteklenen Beyaz Muhafızların saldırısına böyle başarıyla direnebilir miydi? Yalpalamadan yanıt vermek için bu soruyu sadece sormak yeter. (…) Bu olabildi ve oldu, çünkü tüm kapitalist ülkelerde proletarya bizden yanaydı. Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimcilerin –Avrupa ülkelerinde bunların adları farklıdır– kesin etkisi altında bulunduğu durumlarda bile proletarya yine de bize karşı mücadeleyi desteklemedi. Son olarak işçiler, kodamanların kitlelere verdiği zoraki tavizlerle bu savaşı başarısızlığa uğrattılar. Yenen biz olmadık, çünkü askeri güçlerimiz “Bolşeviklerin taktiği doğruydu, biricik enternasyonalist taktikti, çünkü dünya devriminden duyulan ödlekçe korkuya, dünya devrimine karşı beslenen küçük-burjuva ‘inançsızlığa’, ‘kendi’ anavatanını (kendi burjuvazisinin anavatanını) savunma ve bundan başka her şeyin ‘içine tükürme’ biçimindeki darkafalı-milliyetçi isteğe değil, Avrupa’da devrimci durum doğru değerlendirmesine dayanıyordu.” (Lenin)
3
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
sadık biçimde kavramak ve yeni kuşakları bu bilinçle yetiştirmektir.
Savaş ve yurtseverlik
çok azdır, zaferi getiren, devletlerin bize karşı tüm askeri güçlerini kullanamamaları oldu. İleri ülkelerin işçileri savaşın seyrini öylesine belirliyorlar ki, onların isteğine rağmen savaş yapılamaz, ve sonunda bize karşı savaşı, pasif ve yarı pasif direnişle başarısızlığa uğrattılar. Rus proletaryasının üç yıl dayanacak ve kazanacak moral gücü nereden alabildiği sorusuna tam yanıtı bu reddedilemez olgu veriyor. Rus işçisinin moral gücü, bu mücadelede Avrupa’nın tüm ileri ülkelerinin proletaryasının kendisine verdiği yardımı, desteği bilmesi, duyumsaması ve elle tutulacak biçimde hissetmesinde yatıyordu.” (Seçme Eserler, c.9, s.164-5) Bu satırlar aynı zamanda proletarya enternasyonalizminin bir diğer yönüne, proleter devrim süreci ve sınıfsız toplumun kuruluşunda ileri ülkelerin kilit önemine dikkat çekiyor. Bu satırlarda ve daha nicelerinde görülebileceği gibi, Lenin, bizimki gibi ülkelerde yaygın bir yaklaşım olan gelişmiş ülkeleri küçümseme ve âdeta defterden silme tutumuna tamamen yabancıdır. O kadar ki, Lenin ve yoldaşları Alman devrimi için Rus devrimini feda etme olasılığını birçok kez tartışmışlardır. Bu bize proletarya enternasyonalizminin üçüncü dünyacılık anlayışıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını çarpıcı biçimde göstermektedir. Ekim Devriminin harcında yer alan enternasyonalist ruh ve perspektif, ne yazık ki, daha sonra Stalin’in liderliğinde gerçekleşen bürokratik-despotik karşı-devrimle birlikte dumura uğratılmıştır. Bu karşı-devrimi gerçekleştiren bürokrasinin sınıf egemenliğini yansıtan Stalinizm, Ekim Devrimine sahip çıkıyormuş gibi yaparak onun ideallerinin yerine özünde milliyetçi olan “tek ülkede sosyalizm” anlayışını yerleştirmiştir. Bu anlayış, işçi sınıfını dünya devrimi ve proletarya enternasyonalizmi fikrinden uzaklaştırarak, yerine “büyük Rus şovenizmi” ile bağlantılı bir biçimde “güçlü devlet” olma fikrini ikame etmiştir. Bu hunharca tahrifat, Ekim Devriminin esiniyle mücadeleye yönelen sonraki kuşakların bilincini feci şekilde sakatlamış ve nihayetinde büyük bir çöküşle sonuçlanan ağır bedellerin ödenmesine yol açmıştır. Bundan çıkarılması gereken en önemli derslerden birisi Ekim Devrimine ruhunu veren proletarya enternasyonalizmini aslına
4
Son zamanlarda Türkiye’de sosyalist hareket içinde yurtseverlik sorunu ağırlıklı bir yer tutmaya başladı. Sosyalist çevrelerin büyük bir çoğunluğu, yurtseverlik konusunda birbirleriyle âdeta yarış içindeler. Milliyetçiliğin şu ya da bu ölçüde etkisi altındaki bu kesimler elbette enternasyonalizm ilkesine açıktan açığa karşı çıkmıyorlar. Bunun yerine türlü söz cambazlıklarıyla yurtseverlik ve enternasyonalizmi bağdaştırmaya çalışıyorlar. Ancak Ekim Devriminin ve Bolşeviklerin siyasal mirasının ortaya koyduğu gerçek, bu iki kavramın özsel olarak birbirine zıt anlayışları ifade ettiğidir. Özellikle 1914’te patlak veren dünya savaşı karşısında alınan tutumlar bunun çarpıcı bir kanıtı olmuştur. Bu hem Bolşeviklerin enternasyonalist tutumu açısından, hem de “anavatanı savunma” yanlısı sosyalistlerin yurtsever tutumu açısından böyledir. Hatırlanacağı gibi savaş patlak verdiğinde Avrupa’nın hemen her ülkesinde sosyalistlerin büyük bölümü kendi burjuvazilerinin yanında yer alarak, uluslararası işçi sınıfının birbirine kırdırılmasına ortak olmuşlardı. Oysa sosyalist hareketten beklenen, enternasyonalist bir tutum alarak savaşı engellemek için her türlü araçla mücadele etmek ve eğer savaşa mani olunamazsa da bundan devrim için yararlanmaktı. Bunlar Sosyalist Enternasyonal’in (İkinci Enternasyonal) kongrelerinde karara bağlanmış hususlar olmasına rağmen, devrimci işçi sınıfı eşi görülmedik bir ihanet yaşadı. Hain liderlikler bu ihaneti, “anavatanı” (yani “yurdu”) savunmak adına yaptıklarını ilân ettiler. Bu “yurtsever” tutumun en önde gelen temsilcilerinden biri olan Plehanov’un savaş başladıktan sonra Angelica Balabanoff ’a söylediği şu sözler ibret vesikası niteliğindedir: “Ben, yaşlı ve hasta olmasaydım, orduya katılırdım. Alman yoldaşlarınızı süngülemek bana büyük zevk verirdi.” (Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, c.2, Belge y., s.252) Lenin, bizimki gibi ülkelerde yaygın bir yaklaşım olan gelişmiş ülkeleri küçümseme ve âdeta defterden silme tutumuna tamamen yabancıdır. O kadar ki, Lenin ve yoldaşları Alman devrimi için Rus devrimini feda etme olasılığını birçok kez tartışmışlardır. Bu bize proletarya enternasyonalizminin üçüncü dünyacılık anlayışıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını çarpıcı biçimde göstermektedir. Çok az sayıda sosyalist bu yurtseverlik dalgasına karşı durmayı ve proletaryanın enternasyonalist davasına sadık kalmayı başarmıştı. Lenin’in bu dalgaya karşı tepkisi çok kesin oldu. O, barış çağrısı yapmanın çok ötesine geçerek, savaşta “kendi” ülkesinin (yani burjuva devletin) ye-
Ekim 2005 • sayı: 7
nilmesinin ehven-i şer olduğunu savundu. Gerçek düşman dışarıda değil içerideydi ve barışı sağlamanın yolu da savaşı iç savaşa çevirerek işçi sınıfının iktidarı almasından geçiyordu. Savaşan ülkelerin proleterleri silahlarını karşılarındaki sınıf kardeşlerine değil, “kendi” subaylarına çevirmeli ve cephede kardeşleşmeyi sağlamalıydılar. Savaş konusunda bu taban tabana zıt iki tutum yurtseverlik ile enternasyonalizm arasındaki farkı çarpıcı biçimde göstermektedir. Bu doğaldır, çünkü kapitalizm altında yurt ya da vatan kavramı burjuvaziye ait olanı, sınırları belli bir iç pazarı, içte işçi sınıfına ve dışta rakip kapitalist devletlere karşı kurduğu egemenlik alanını yansıtır. Vatan denen şey gerçekten de onundur. Manifesto’da “işçilerin vatanı yoktur” dendiğinde bu onların “yersiz yurtsuz” oldukları anlamında söylenmemiştir. Vatan kavramı, onu mazur göstermeye çalışanların zaman zaman imâ ettikleri gibi coğrafi değil politik bir kavramdır ve ulus, ulus-devlet gibi kavramlarla kopmaz biçimde bağlıdır. Bu kavram özü gereği sınıflar arasındaki ayrımı silikleştirir, işçilere yeryüzündeki diğer sınıf kardeşleriyle birliği penceresinden değil, kendi ülkesinin burjuvazisinin penceresinden bakmayı telkin eder. Böylece işçi sınıfının uluslararası birliği kendiliğinden arka plana itilmiş olur. Lenin’in savaşla ilgili olarak attığı slogana dikkat edelim: “Yaşasın şovenizme, bütün ülkelerin burjuvalarının yurtseverliğine karşı işçilerin enternasyonal kardeşliği!” (abç) (Emperyalist Savaş Üzerine, Ceylan y., s.66) Çok açık ki, Lenin “burjuvaların yurtseverliğine”, “emekçi yurtseverliği” gibi bir sloganla karşı çıkmıyor, aksine işçilerin enternasyonal kardeşliğini savunuyor. Savaş ve devrim konusunda (ilintili diğer bazı konularda da) Bolşeviklerin milliyetçilikten eser taşımayan tutarlı enternasyonalist tutumu, yurtseverlikle flört edenlere bir aşırılık olarak gözükmektedir. Bu kesimler, kendi tutumlarıyla Bolşevik tutum arasındaki tezadı Türkiye’nin durumunun farklılığına bağlama eğilimindedirler. Leninin yurtseverlik karşıtı keskin tutumu Türkiye gibi “emperyalizme bağımlı ülkeler için geçerli değil” demeye getirmektedirler. Kendisi emperyalistleşmeye çalışan Türkiye’nin durumunu olduğundan daha geri ve masum göstermenin ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğunu anlatmaya girişmeyeceğiz. Yalnızca Lenin’in o zamanki Rusya’yı nasıl gördüğüne ve işçi sınıfına nasıl bir perspektif önerdiğine dair birkaç alıntı yapacağız. Rusya’nın mali bağımlılığı hakkında şöyle diyordu Lenin: “Yalnızca küçük devletler değil, örneğin Rusya bile, ‘zengin’ burjuva ülkelerin emperyalist mali sermayesinin gücüne iktisadi bakımdan tam bağımlı durumdadır.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol y., 1992, s.51) Yani Lenin Rusya’yı, bizim yurtsever sosyalistlerimizin Türkiye’yi resmetmeye çalıştıkları duruma benzer bir durumda görüyordu. Peki Lenin, emperyalist mali sermayenin tasallutu altındaki Rusya’nın işçi sınıfına, bu bağlamda nasıl bir perspektifi öneriyordu? “Bu vatan bizim” diyor muydu
marksist tutum
mesela? Bakalım: “Son zamanlarda yabancı kapitalistler sermayelerini Rusya’ya aktarmaktan özellikle hoşlanıyorlar, burada fabrika ve işletmelerinin şubelerini açıyorlar, Rusya’da yeni girişimlerin kurulması için şirketler kuruyorlar. Hükümetin sermayeye karşı hiçbir yerde olmadığı kadar hayırhah ve hizmetine amade olduğu, Batı Avrupa’dakinden daha az ölçüde birleşmiş ve direnişe daha az yatkın işçiler buldukları ve işçilerin yaşam düzeyinin ve dolayısıyla ücretlerinin de daha düşük olduğu genç ülkenin üzerine açgözlülükle saldırıyorlar – öyle ki, yabancı kapitalistler kendi ülkeleriyle karşılaştırıldığında inanılmaz, büyük kârları cebe indirebiliyorlar. Uluslararası sermaye elini Rusya’ya uzatmış bulunuyor. Rus işçileri de ellerini, uluslararası işçi hareketine uzatıyorlar.” (abç) (Seçme Eserler, c.1, s.468) Son iki cümle, Türkiye gibi ülkelerde “emperyalizme bağımlılık” yaygarası kopararak milliyetçilik yapanların foyasını pek güzel gösteriyor. Yurtsever sosyalistlerin soruna önerdikleri çözüm ulusallık temelinde iken, Lenin’in çözümü enternasyonalist niteliktedir. Nitekim Lenin aynı yerde şunları söylemektedir: “Sermayenin egemenliği enternasyonaldir. Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi de ancak bu mücadele, işçilerin uluslararası sermayeye karşı ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.” (Seçme Eserler, c.1, s.467-8) Sosyalist çevrelerin büyük bir çoğunluğu, yurtseverlik konusunda birbirleriyle âdeta yarış içindeler. Milliyetçiliğin şu ya da bu ölçüde etkisi altındaki bu kesimler elbette enternasyonalizm ilkesine açıktan açığa karşı çıkmıyorlar. Bunun yerine türlü söz cambazlıklarıyla yurtseverlik ve enternasyonalizmi bağdaştırmaya çalışıyorlar. Türkiye solunun geniş kesimlerinin eğitimi ne yazık ki Stalinizmin milliyetçi okulunda geçmiştir ve bu milliyetçiliğin kökleri eskilere uzanır. Şimdiki kuşakların pek bilmediği bazı olguları hatırlatarak bu bölümü noktalayalım. Birinci TİP’in önde gelen liderlerinden Mehmet Ali Aybar bakın ne demişti: “işçilerin vatanı yoktur demek yanlıştır; işçilerin vatanı vardır, çok şükür ki vardır ve biz böyle vatanı olan bir sosyalizm kuracağız.” (akt. Ergun Aydınoğlu, Türk Solu, Belge y., s.129) Yine 60’lı yılların kıdemli sosyalistlerinden ve sosyalist gençliğin büyük bölümüne milliyetçi fikirlerin aşılanmasında önemli bir sorumluluğu olan Mihri Belli, Fransız sosyalisti Jaures’in şu sözlerini birçok kez tekrarlamıştır: “Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır, enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür.” (Mihri Belli, Yazılar 196570, Sol y., s.292)
Ulusal sorunda tutum Marksistler açısından milliyetçiliğin ve yurtseverliğin tek
5
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
meşru biçimi, ezilen ulusun, yani henüz kendi ulus-devletini kurmamış ve ulusal baskı altındaki bir ulusun milliyetçiliği ya da yurtseverliğidir. Bu nokta, Lenin’in de defalarca vurguladığı gibi, ulusal sorunda Marksizmin temel hareket noktalarından biridir. Devlet sahibi ulusların yurtseverliğine soyunan sosyalistlerin ayağı ise kaba çelişkilere dolanır. Örneğin bizim Türk yurtseverlerimizin, Kürt halkının da kendi “yurdunu sevebileceğini” nedense pek görmek istememeleri bu türden bir çelişkidir. Buna kısaca işaret ettikten sonra, şimdi Ekim Devriminin enternasyonalizmini bir de ulusal sorun bağlamında ele alalım. Ulusal sorun konusundaki tutum proletarya enternasyonalizminin önemli ayrım noktalarından birini oluşturur. Lenin ve Bolşevikler burada da egemen eğilimlere karşı durarak sağlam, ilkeli bir tutum sergilemişlerdir. Marksizmin öteden beri ortaya koyduğu, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” düşüncesi, Bolşevikler için her zaman temel kalkış noktası oldu. Bu nokta, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içerecek şekilde ödünsüz bir savunusuyla birleşerek devrimci Marksizmin ulusal sorundaki temel yaklaşımını somutladı. Lenin ısrarla bu temel noktaların benimsenmesinin ezen ulusun proletaryasının enternasyonalist eğitimi açısından vazgeçilemez olduğunu savundu: “Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.164) Oysa bugün Türkiye’de sosyalistlerin önemlice bir bölümü, çeşitli bahanelerle bu enternasyonalist görevden yan çizmektedirler. Kışkırtılan şoven milliyetçiliğe kararlı biçimde karşı durmak gerekirken onlar tam aksine, milli-
6
yetçiliği soldan besleme konumuna düşüyorlar. Geçen Newroz’da Mersin’de yaşanan bayrak hadisesinden sonra bu kesimlerin, bayrağın egemen sınıfın değerlerini temsil ettiği basit gerçeğini bile unutarak, olayı kınayan açıklamalar yapması, bu eğilimin sadece çarpıcı bir yansımasıdır. Bolşevikler iç savaşın en zorlu günlerinde, karşı-devrimci Beyaz orduların Moskova’ya çok yaklaştıkları ve devrimin yenilme tehlikesinin en yüksek noktaya çıktığı sırada Komünist Enternasyonal’in ilk kongresini topluyorlardı. Ekim Devrimine önderlik eden ve onun emsalsiz başarısını sağlayan irade böyle bir iradeydi. Bolşevikler devrim öncesinde ısrarla savundukları ilkeli tutumu devrim sonrasında da sürdürerek ezilen uluslara ayrılma hakkını derhal tanıdılar. Proletarya enternasyonalizminin ruhuna uygun bu ilkeli ve samimi yaklaşım nedeniyle, eski Rus Çarlığını oluşturan halkların büyük bölümü bu hakkı kullandıktan sonra Rusya ile federatif bir birlik oluşturmaya yöneldi. Bu da, ulusların birliğine giden yolun zorbalığa dayalı birliklerden değil, ancak ayrılma hakkını tanıyan gönüllülüğe dayalı birliklerle açılabileceğini göstermiştir. Ancak bürokratik karşı-devrimle birlikte bu noktada da Ekim Devriminin kazanımları tasfiye edilmiş ve Rus şovenizmi hortlatılarak, ezilen uluslarda güvensizlik ve düşmanlık duygularının yeniden oluşmasına zemin hazırlanmıştır. SSCB’nin çöküş sürecinde tam bir çıban patlaması şeklinde kendisini gösteren milliyetçi cerahat, ulusal sorunda enternasyonalist tutumu tasfiye eden Stalinist karşı-devrimin sonucudur.
Enternasyonal İkinci Enternasyonal’in savaş sırasındaki ihaneti ve çöküşü, Bolşevikleri derhal yeni bir enternasyonal oluşturma çabasına yöneltti. Bu aynı zamanda savaş karşıtı mücadelenin de temel ayaklarından biriydi. Lenin Rusya’da iktidarın alınmasına doğru giden sürecin en hararetli günlerinde bile yeni bir enternasyonal sorununu gündeminden düşürmedi. Lenin proletarya enternasyonalizminin ruhuna uygun olarak, enternasyonal örgütü proletaryanın mücadelesi açısından vazgeçilmez bir araç olarak görüyordu. Bu uğurdaki yılmaz çaba 1919’da meyvesini verdi. Bolşevikler iç savaşın en zorlu günlerinde, karşı-devrimci Beyaz orduların Moskova’ya çok yaklaştıkları ve devrimin yenilme tehlikesinin en yüksek noktaya çıktığı sırada Komünist Enternasyonal’in ilk kongresini topluyorlardı. Ekim Devrimine önderlik eden ve onun emsalsiz başarısını sağlayan irade böyle bir iradeydi. Bu iradenin önemi, Komünist Enternasyonal’i zaman içinde dumura uğratıp,
Ekim 2005 • sayı: 7
1943’te kapısına kilit vuran Stalinist anlayışın icraatları düşünüldüğünde çok daha iyi anlaşılabilir. Proletarya enternasyonalizminin en yüksek biçimi, onu salt ideolojik ve politik bir ilke olmanın ötesine taşıyarak ona örgütsel ifade kazandıran enternasyonal örgütlülüktür. Bilimsel sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels, üyesi oldukları Komünistler Birliği’nden beri bu ilkeyi hayata geçirme çabası içinde olmuşlardı. Bu çaba daha sonra Birinci Enternasyonal’le devam etmişti. Marxın ölümünden sonra da İkinci Enternasyonal kurulmuş, ancak yukarıda anlatılan iflasla son bulmuştu. Lenin bu iki enternasyonali de işçi sınıfı hareketinin tarihsel gelişimindeki aşamalar olarak değerlendirip, proleter devrimler çağı anlamına gelen emperyalizm çağına uygun yeni bir enternasyonalin yaratılmasını savundu. Bu enternasyonal, İkinci Enternasyonal gibi örgütsel açıdan gevşek nitelikte, âdeta federatif yapılı bir enternasyonal olmamalıydı. Yeni enternasyonal, tek bir dünya komünist partisi olarak dünya proletaryasının öncü unsurlarını bağrında toplayacak ve dünya devriminin kılavuzu olacaktı. Vatan kavramı, onu mazur göstermeye çalışanların zaman zaman imâ ettikleri gibi coğrafi değil politik bir kavramdır ve ulus, ulus-devlet gibi kavramlarla kopmaz biçimde bağlıdır. Bu kavram özü gereği sınıflar arasındaki ayrımı silikleştirir, işçilere yeryüzündeki diğer sınıf kardeşleriyle birliği penceresinden değil, kendi ülkesinin burjuvazisinin penceresinden bakmayı telkin eder. Üçüncü Enternasyonal, Bolşevikler ve diğer enternasyonalistler tarafından savunulmuş olan proletarya enternasyonalizminin temel ilkeleri zemininde yükselecekti. Nitekim Lenin’in sağlığında yapılan ilk dört kongreye de bu ilkeler doğrultusunda başlamış olan faaliyet damgasını vuracaktı. Devrim perspektifi sorunu, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu, savaşa karşı tutum sorunu, örgütlenme sorunu gibi birçok konuda işçi sınıfı hareketinin o zamana kadarki deneyimleri sentezlenerek en yüksek ifadelerine kavuşturuldu. Ne yazık ki karşı-devrimci Stalinist bürokrasinin bu kazanımları tarihsel hafızadan silmek için daha sonra gösterdiği gayret büyük oranda başarılı oldu. O nedenle bugünün kuşakları açısından Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kazanımlarının özümsenmesi önemli bir eşik noktasıdır. Komünist Enternasyonal’in kuruluşu tüm dünya işçileri arasında büyük bir sempati ve çekim yarattı. Onun verdiği devrimci mesaj hızla yankılanmaya başladı. Kısa sürede sosyalist partilerde ve işçi hareketinde büyük bölünmeler yaşandı ve buralardan kopanlar yeni enternasyonale yöneldiler. Ancak bu yeni gelenlerin devrimci eğitimi tamamlanamadan patlak veren devrim dalgaları
marksist tutum
(özellikle kritik önemdeki Alman devrimi) başarısızlıkla sonuçlandı. Dünya devriminin bu ilk güçlü dalgasının, önderliklerin hazırlıksızlığı nedeniyle 1921’de geri çekilmeye başlaması ve en son Almanya’da 1923’teki devrimci fırsatın da değerlendirilememesinin etkileri ağır oldu. Uluslararası alandaki bu gerileme aynı zamanda Rusyadaki bürokratik karşı-devrimin de yolunu iyice temizlemiş oldu. Daha sonraki yıllarda baş gösteren devrimci yükseliş ve fırsatlarda ise asıl sorun hazırlıksızlıktan ziyade, Komünist Enternasyonal’i de ele geçiren Stalinist bürokrasinin bu süreçleri baltalayıcı çizgisi oldu. Bu özet tablodan çıkarılması gereken bazı dersler bulunuyor. Birincisi, bir enternasyonal olmadan dünya işçi sınıfı hareketinin kapitalist dünya düzenini ortadan kaldırmasının olanaksız olduğudur. Sermayenin her düzeyde uluslararası örgütlülüğüne karşı işçi sınıfı da uluslararası düzeyde örgütlenmelidir. İkincisi, bu örgütlenme İkinci Enternasyonal tipi gevşek, federatif tipte bir örgütlenme değil, bir dünya komünist partisi biçiminde olmalıdır. Üçüncüsü, enternasyonal çabaların bir devrim sonrasına bırakılmaması gerektiğidir. Enternasyonal bir örgütlülüğün gerekliliğini kabul etmekle birlikte onun inşasına girişmeyi erteleyici tutumlar merkezci tutumlardır.
Sonuç Kısaca ele almak durumunda olduğumuz tüm bu hususlar, Ekim Devriminin sayısız yönden –ki bunlar temel yönlerdir– proletarya enternasyonalizminin canlı bir timsali olduğunu göstermektedir. Ekim Devrimi ve proletarya enternasyonalizmi ilkesi ayrıştırılamaz biçimde iç içedir. Dünyanın yeni bir emperyalist savaş konjonktürüne girdiği ve milliyetçilik eğilimlerinin dünyanın her yerinde yükseliş eğilimi gösterdiği bu günlerde, Ekim Devrimini anlamına yakışır biçimde anmanın belki de en isabetli yolu onun temsil ettiği enternasyonalist değerleri hatırlamak olmalıdır. Ekim Devrimine sahip çıktığını iddia edenler onun enternasyonalizmini oluşturan temel öğelerle samimi bir şekilde yüzleşmelidirler. Tekrar tekrar vurgulamalıyız: Hem gerici “tek ülkede sosyalizm” dogmasına sahip çıkıp hem de Ekim Devrimine sahip çıkmak tutarsızlıktır; dünya devrimine inançsızlık ve gelişmiş ülkelerin önemini yadsıma Ekimle bağdaşmaz; proleter devrim ulusal değil enternasyonaldir; milliyetçilik ve onun bir biçimi olan “yurtseverlik” proletarya enternasyonalizmiyle bağdaşmaz; ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını yadsımak ya da sulandırmak ve ezen ulus milliyetçiliğine karşı kararlı mücadele vermemek Ekimin ruhuna aykırıdır; bir enternasyonal için mücadele vermeden tutarlı enternasyonalist olunamaz. Yeni Ekimlere kılavuzluk edecek olanlar bu dersleri özümsemeyi başaranlar olacaktır.
7
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /1 Mehmet Sinan Osmanlı’nın Batı karşısında her bakımdan bağımlı hale geldiği ve bir yarı-sömürge durumuna düştüğü 19. yüzyıl ile, yeni bir devletin (TC’nin) kuruluşunun ön koşullarının mayalandığı 20. yüzyılın ilk çeyreği, Osmanlı bürokrasisinin özgül konumunu ortaya koyması bakımından çok önemli bir tarih kesitini oluşturmaktadır. Bu bakımdan, Tanzimat, Islahat, Birinci Meşrutiyet, 1908 Jön Türk devrimi, İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu süreçlerinde asker-sivil bürokrasinin oynadığı başat rol iyi incelenirse, “devleti kurtarma” çabalarının bu kesime nasıl ayrıcalıklı bir konum kazandırdığı daha da iyi anlaşılacaktır!
8
Bugünü anlamak geçmişi doğru kavramakla mümkün Uzun süreden beri burjuva devletin zirvesinde, başta Avrupa Birliği (AB) sorunu olmak üzere pek çok sorunda (Kürt sorunu, Kıbrıs, demokratikleşme, sivilleşme vb.) içten içe bir çatışmanın yürüdüğü biliniyor. Burjuva iktidar bloku içinde gelişen bu çatışmanın, AB’yle bütünleşmek isteyen liberal burjuva kesim ile, eskide ayak direyen statükocu-milliyetçi burjuva kesim (asker-sivil yüksek bürokrasi) arasında geçtiği de bir sır değil. Burada dikkat çeken husus, statükocu-milliyetçi kesimin sergilediği ilginç tutumdur. Marx’ın da belirttiği gibi, varlık nedeni burjuvazi içindeki maddi iş/zihinsel iş ayrımına dayanan ve asli görevi sermaye sahibi burjuvazinin ortak işlerini yürütmek ve ona tâbi olmak olan bu kesim, Türkiye’de kendisini burjuvazinin de üstünde görmekte ve sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisi kendisiymiş gibi davranabilmektedir. Bürokratik elitin bu davranışı, burjuva rejimin işleyişi açısından gerçekten de ilginç bir durum oluşturuyor bu ülkede. Tabii bu ilginç durumun Avrupa’nın kapısında bekleşen AB’ci büyük burjuvaziyi ve siyasal temsilcilerini ciddi bir şekilde rahatsız ettiğini söylemeye bile gerek yok! Kendisini dünyaya “parlamenter demokratik” bir rejim olarak tanıtan Türkiye’deki burjuva rejimin, Batı’ya kıyasla sergilediği bu anormallik ve çarpıklıklar, özellikle AB süreci başladığından bu yana, hem içerde hem de dışarda iyice göze batar olmuştur. Gerçekten de bu ülkede asker-sivil yüksek bürokrasinin siyasal iktidar mekanizması içinde sahip olduğu özgül konumun (ya da statünün), Batı’nın burjuva parlamenter rejimlerinde görev yapan bürokrasinin konumundan oldukça farklı ve oldukça fazla bir şey ifade ettiği çok açıktır. Acaba bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruyu sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için, bizdeki asker-sivil yüksek bürokrasinin (aristokratik bürokrasi de diyebiliriz buna) tarihi kökleri-
Ekim 2005 • sayı: 7
ne inmek ve bu sosyal kategorinin Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan tarihsel süreçteki serüvenine biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bu aynı zamanda, Türkiye ile Avrupa kapitalizminin tarihsel gelişme farklılıklarını anlamamız bakımından da önemli ipuçları sunacaktır bize.
Farklı iki tarihsel arka plan Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve bir burjuva sivil toplumun oluşması sürecinin Batı Avrupa’dakine kıyasla oldukça farklı bir tarzda yaşandığı su götürmez bir gerçekliktir. Dolayısıyla bu gerçeği görmezden gelerek ya da üzerinden atlayarak bugünü açıklamaya çalışmak, hem doğru değildir hem de mümkün değildir. Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, bu farklılığın arka planında Doğu ile Batı’nın, bir başka deyişle Osmanlı ile Avrupa’nın tarihsel gelişim farklılıkları yatmaktadır. Bir zamanlar bu ülkede, Avrupa kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Batı feodalitesi ile, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı üzerine ciddi çalışmaların yapıldığı biliniyor. Ama ne yazık ki bu önemli çalışmalar, zamanında hak ettiği ilgiyi görememiş ve bir süre sonra da konu hepten unutulmaya terk edilmiştir. Sözünü ettiğimiz çalışmalar özellikle 60’ların sonu ve 70’lerin başında yapılmıştır. Resmi tarihin belirlediği sınırların dışına çıkarak, Türkiye’de kapitalizmin ve burjuva sivil toplumun tarihsel arka planını Marksist bir bakışla aydınlatmayı amaçlayan söz konusu çalışmalar, Avrupa’daki bazı Marksist tarihçilerin başlattığı önemli bir araştırmadan esinlenmekteydi. Osmanlı’da kapitalizmin gelişememesi ve Batı’daki gibi bir burjuva sivil toplumun oluşamaması, devletin toplumsal yaşamın tüm alanları üzerinde (ekonomi, siyaset, kültür vb.) kurduğu Asyatik-despotik hâkimiyetten kaynaklanmıştır. Çünkü bu despotik hâkimiyet, Osmanlı toplumunda Batı’daki gibi bir gelişmeyi sağlayabilecek sosyo-ekonomik iç dinamiklerin oluşmasını daha baştan engellemiş bulunuyordu. Bir kısım Avrupalı Marksist, 60’lı yılların ikinci yarısında çok önemli bir konuyu, Marx’ın Grundrisse’de değindiği Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizmi konusunu tartışmaya açmışlardı. Marx, bu üretim tarzının, Batı’da ortaya çıkan antik kölecilikten de feodalizmden de farklı olduğunu saptamıştı. Marx’ın 1857-58 tarihlerinde Londra’da kaleme aldığı ekonomi politikle ilgili bu elyazmalarının Avrupa’da gün yüzüne çıkarılması, yazılışından tam yüz on yıl sonra (1960’larda) mümkün olabilmişti. Bu eser, üretim biçimleri ve toplumların tarihsel evrimi konu-
marksist tutum
sunda Marx’ın diğer eserlerinin hiçbirinde bulunmayan pek çok önemli bilgiyi içeriyordu. Grundrisse’nin yayımlanması, o dönemde kafası Stalinist dogmalarla dumura uğramamış Marksistler arasında büyük ilgi uyandırmış ve toplumların tarihsel evrimi konusunda Marksist araştırmaların yeniden canlanmasını sağlamıştı. Marx konuyla ilgili pek çok yazısında, Hindistan, Çin, İran ve eski Rusya’nın yanı sıra, Osmanlı’nın tarihini de bir Doğu despotluğu tarihi olarak değerlendirmişti. Marxın bu belirlemesinden hareketle, Osmanlı’nın toprak düzenini, üretim ilişkilerini, sosyal yapılarını ve devletin toplumla ilişkilerini yeniden inceleyen bazı Marksist araştırmacılar, Osmanlı toplumunun gerçekten de Batı feodalitesinden farklı bir yapıda olduğu sonucuna varmışlardı. Osmanlı devleti feodal değil, Marx’ın tanımladığı gibi Asyatik üretim tarzına dayanan bir Doğu despotizmi özelliği göstermektedir diyorlardı bu araştırmacılar. Onlara göre, Osmanlı’da kapitalizmin gelişememesi ve Batı’daki gibi bir burjuva sivil toplumun oluşamaması, devletin toplumsal yaşamın tüm alanları üzerinde (ekonomi, siyaset, kültür vb.) kurduğu Asyatik-despotik hâkimiyetten kaynaklanmıştır. Çünkü bu despotik hâkimiyet, Osmanlı toplumunda Batı’daki gibi bir gelişmeyi sağlayabilecek sosyoekonomik iç dinamiklerin oluşmasını daha baştan engellemiş bulunuyordu. Osmanlı’nın Batı ile olan gelişme farkının nedenlerini ortaya koyması ve dolayısıyla Türkiye kapitalizminin gecikmişliğinin tarihsel nedenlerine ışık tutması bakımından üzerinde önemle durulması gereken bir saptamaydı bu kuşkusuz. Özellikle de 60’lı yıllarda “Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve devrim stratejileri” üzerine ilginç tartışmalar yürüten Türkiyeli sosyalistler açısından! Ama gelin görün ki, o dönemde sosyalistlerin önemli bir çoğunluğu (hepsi dememek için söylüyoruz), Marksizmi öğrenmekten ziyade Stalinizmin vülger tarih anlayışını, Kemalizmi ya da “üçüncü dünyacı” teorileri etüt etmekle meşgul oldukları için, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planına ışık tutan bu önemli Marksist tahlil dikkatlerini bile çekmemişti! 1960’lı yıllarda Türk solunun büyük çoğunluğunun tarihsel evrim konusundaki bilgisi, Stalin’in Tarihsel Materyalizm broşüründe sunulan “beşli şema”nın ötesine geçmiyordu ne yazık ki. Bu şemanın mantığına göre, tarihte her toplum mutlaka ardışık bir sıra izleyerek, şu beş tarihsel evreden geçmek zorundaydı: İlkel komünist toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum. Stalin’e göre, tarihteki her toplum, kapitalizme gelinceye değin bu şemada belirtilen ilk üç aşamadan (ilkel komünal, köleci ya da feodal) mutlaka ardışık bir biçimde geçmişti. Yani bu anlayışa göre, köleciliği yaşamadan feodalizme, feodalizmi yaşamadan da kapitalizme geçilemezdi. Aslında Stalin’in kurduğu bu şemanın mantığı, materyalist bir tarih anlayışından çok, kaderci determinist bir tarih anlayışını yansıtmaktaydı. Marx’ın
9
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
tarihsel evrim konusunda getirdiği açılımın, Stalin’in bu vülger yaklaşımıyla hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Marx esas olarak, ilkel komünal toplumun üç ayrı çözülüş biçiminden söz ediyordu. Birinci tip çözülüş, Asya tipi bir sınıflı toplum oluşumuna (Doğu despotizmi), ikincisi antik köleci topluma (Yunan ve Roma) ve üçüncüsü de feodal topluma yol açmıştır. Yani sözü edilen bu eski sınıflı toplumlar ya da uygarlıklar, biri diğerinin içinden çıkıp gelişmiş değillerdir. Her biri, ilkel komünist toplumun farklı zamanlarda ve farklı tipte çözülüşünün ürünüydüler. Ne var ki, Marksist geçinen pek çok “sosyalist bilim adamı”, toplumların tarihsel evrimine ilişkin Marx’ın bu materyalist tarih anlayışını esas alacak yerde, o dönemde Stalin’in vülger tarih anlayışını sorgusuz sualsiz benimsemekte bir sakınca görmediler. Stalin’in evrim şemasını ve açılımını esas alan bu “bilim adamları”, her toplumun geçmişinde mutlaka bir köleci ya da feodal aşamanın varlığını keşfetmeye çalışıyorlardı ciddi ciddi! Eğer inceledikleri toplumun yapısı köleciliğe de feodalizme de uymuyorsa, o zaman orasından burasından çekiştirerek, ya köleciliğe ya da feodalizme uydurmaya çalışıyorlardı o toplumu. Çünkü Stalinci anlayışa göre, eski toplumlara ilişkin olarak, köleci ya da feodal kategorisi dışında başka bir sınıflı toplum kategorisi zinhar olamazdı! İşte tarihsel evrimi bu şabloncu yaklaşımla açıkladıkları için de, Asya’daki pek çok toplumu aynı “feodalizm” çuvalının içine tıkıştırıverdiler bu “bilim” adamları! Buna göre, eski Roma ve Yunan nasıl köleci bir toplum ise, eski Mısır da onlar gibi bir köleci toplum idi! Keza, eski İngiltere, Fransa nasıl feodal bir toplum ise, eski Çin, Hindistan, İran ve Osmanlı da öyle bir feodal toplum idi! 60’lı yıllarda pek çok Türkiyeli sosyalistin “tarihsel materyalizm” bilgisi de Stalin’in bu vülger tarih anlayışından ileriye geçmiyordu kuşkusuz. Stalin’in beşli şeması esas alınıp, kapitalizm öncesi her toplumun mutlaka köleci ya da feodal bir aşamadan geçmiş olduğu varsayımı bir kez doğru kabul edilince, Osmanlı’nın da mutlaka bu aşamalardan birine dahil edilmesi gerekiyordu doğal olarak! Eh, köleci bir toplum olmadığı açık olduğuna göre, Osmanlı olsa olsa feodal bir toplum olabilirdi ancak! Ve böylece, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Osmanlı’nın toplumsal yapısı da üç aşağı beş yukarı Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplum şablonuna uydurularak izah edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla, Osmanlı toplumunda üretim ilişkileri, mülkiyet biçimleri, sınıfsal yapı ve devlet, Avrupa feodalizmine benzer bir biçimde açıklanmaya başlandı. Hatta bununla da yetinilmedi; bu feodal yapının 60’lı yıllar Türkiye’sinde de hâlâ yer yer geçerli olduğunu “kanıtlayan” teoriler “geliştirildi”! Ama bu şabloncu yaklaşımın bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktu tabii. Nitekim sıra Osmanlı’nın tarihsel gerçekliğini Avrupa feodalitesi ile kıyaslamalı olarak açıklamaya geldiğinde, bu şabloncu yaklaşımın tutarsızlığı apaçık ortaya çıkıyor ve o zaman da Türkiye tarihi ile ilgili pek çok
10
canalıcı sorun yanıtsız kalıyordu. Oysa Marx’ın Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizmi üzerine yaptığı açılımlar, Osmanlı’nın tarihsel gerçekliğiyle ilgili tüm bu tutarsız yaklaşımları ortadan kaldırılmaya yetecek zenginlikteydi. Marx’ın bu konudaki çözümlemeleri, hem Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun Batı Avrupa feodalitesiyle olan temel farkını anlamak, hem de Türkiye kapitalizminin 150 yıllık gecikmişliğinin gerçek nedenlerini kavramak bakımından son derecede yararlı ipuçları sunmaktaydı.
Avrupa’nın farkı Bilindiği gibi kapitalizmin ilk ortaya çıktığı ve gelişimini tamamladığı yer Batı Avrupa’dır. Batı Avrupa’nın feodal düzeni içinde büyüyen servetler ve ilerleyen üretim teknikleri, bir süre sonra ticaretin gelişmesine ve feodal zümreler sistemi dışında bir tüccar-müteşebbis sınıfın oluşmasına yol açmıştır. Bu yeni oluşan sınıf, feodal düzenin hiç bir zümresine dahil değildi ve istese de giremezdi. Gelişmesini sistemin dışında sürdüren bu yeni sınıf, ilerleyen dönemde, bir yandan emek-gücü ile üretim araçlarını bir araya getirip yeni bir üretim biçimini organize ederken, diğer yandan da gözünü yeni pazarlara, yeni ufuklara dikecekti. Dolayısıyla, Batı Avrupa’da, biriken servetlerin sermayeye dönüşmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin ilk nüvelerinin ortaya çıkması, daha feodal toplumun bağrında yaşanmaya başlamış bir süreçti. Özel mülkiyet, ferdi girişimcilik ve serbest mübadele ilişkileri temelinde gelişen bu tarihsel süreç, sonunda ticaret kentlerinin kendi kendini yönetme hakkını elde etmesi (özerkleşmesi) ve feodal zümreler düzeninin dışında, kent soylu bir sınıfın (burjuvazinin) oluşmasıyla sonuçlanacaktı. Amerika’nın keşfi, yeni ticaret yollarının bulunması ve sömürgeciliğin başlamasıyla birlikte, altın ve değerli madenler de Avrupa’ya akmaya başladı. İşte bu süreçte iktisadi egemenlik alanını giderek genişleten burjuvazi, Batı’da bir burjuva sınıfın oluşması ve bu sınıfın kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmesi, kendisi de istisnai tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle oluşan Batı feodalitesi içinde mayalanmıştır. Bu oluşum sürecinin esas dinamiği, feodal zümreler sisteminin dışına itilen ve bu nedenle de gelişmesini sistemin dışında yapmak zorunda kalan tüccar sınıfı olmuştur. Bu sınıf kendine yer açabilmek ve kendi çıkarlarına uygun bir düzen yaratabilmek için, daha baştan mücadeleci, girişimci olmak zorunda kalmış ve bu nedenle de bağımsız bir gelişme şansına sahip olabilmiştir.
Ekim 2005 • sayı: 7
sonunda feodalizmin dayattığı yerelliğin dar çerçevesinden de kurtularak yeni ufuklara açılacaktı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise Batı Avrupa’da feodalizmin çözülüşü tamamlanmış ve geniş topraklar üzerine serpiştirilmiş küçük mozaik parçalarını andıran feodal beyliklerin yerini, merkezi-mutlakiyetçi krallıklar almıştı. Burjuvazi bu süreçte merkezi-mutlakiyetçi krallıkla işbirliği yaparak gelişmesini sürdürdü. Ne var ki ulaşılan bu aşama da, gelişen üretici güçlerin ve büyüyen özel sermayenin (burjuvazinin) ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Çünkü bu kez de mutlakiyetçi krallığın keyfi yönetimi ve kralın etrafındaki soyluların imtiyazları, burjuvazinin önünde bir engel olarak dikilmekteydi. Bu durumda siyasal iktidarı ele geçirerek kralın keyfi yönetiminden kurtulmak ve soyluların imtiyazlarını saf dışı etmek burjuvazi için bir zorunluluk olmuştu. Nitekim ilerleyen yıllar içinde burjuvazi halk kitlelerini (köylüler, kent küçük-burjuvazisi, işçiler) yanına çekerek, kendi devrimini gerçekleştirmeyi ve kapitalist temeller üzerinde kendi siyasal toplumunu (yani burjuva devleti) inşa etmeyi başaracaktı. Önce Hollanda’da, sonra İngiltere’de yürüyen bu büyük mücadelenin en parlak zaferi 1789 Fransız devrimi oldu. Burjuvazinin hizmetine koşulan yeni devlette (burjuva parlamenter cumhuriyet veya meşruti kralllık) görev yapacak siyasetçi ve bürokratları da bizzat burjuvazi organize edecekti. Bundan böyle devlet gücü, kralın keyfi kararları uyarınca değil, parlamento sıralarını dolduran sermaye sahiplerinin ekonomik çıkarları uyarınca kullanılacaktı. Böylece burjuvazi, ekonomik gücünü siyasal güçle taçlandırmış oluyordu. Kısacası, Batı tipi gelişmenin ayırdedici özelliğine vurgu yapmak istersek şunu söyleyebiliriz: Batı’da bir burjuva sınıfın oluşması ve bu sınıfın kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmesi, kendisi de istisnai tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle oluşan Batı feodalitesi içinde mayalanmıştır. Bu oluşum sürecinin esas dinamiği, feodal zümreler sisteminin dışına itilen ve bu nedenle de gelişmesini sistemin dışında yapmak zorunda kalan tüccar sınıfı olmuştur. Bu sınıf kendine yer açabilmek ve kendi çıkarlarına uygun bir düzen yaratabilmek için, daha baştan mücadeleci, girişimci olmak zorunda kalmış ve bu nedenle de bağımsız bir gelişme şansına sahip olabilmiştir.
Osmanlı toplumu ve Asya tipi üretim tarzı Oysa tarihsel arka planı ve sosyo-ekonomik temeli Batı feodalitesinden farklı olan Osmanlı’da bu süreç, Batı’dakinden oldukça farklı yaşanmıştır. Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, asker-sivil bürokrasi, ulema) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar ve zanaatkârlar) ibaretti. Hem tarım komünleri (reaya1 çiftlikleri), hem de kentlerdeki zanaatçı
marksist tutum
loncaları, merkezi devletin sıkı kontrolü altındaydı. Her türlü ekonomik işlem, devlet tarafından düzenlenmekte ve denetlenmekteydi. Avrupa’da kapitalizmin geliştiği yıllarda (16-17. yüzyıllar), Osmanlı’nın sosyal bünyesinde gelişmesini başlı başına ticarete dayanarak sürdüren, bu yolla servet biriktirerek güçlenen ve Batı feodalitesindeki gibi özerk bir konum elde edebilen bağımsız bir tüccar sınıfı söz konusu değildi henüz. Çünkü Osmanlı’da en temel üretim aracı olan toprağın mülkiyetinin başından beri devlete ait olması nedeniyle, tarımdan elde edilen toplumsal artığın (reayanın ürettiği artık-ürünün) büyük bir bölümü de vergi ve haraçlar olarak merkezi bürokrasinin elinde yoğunlaşıyordu. Bu koşullar altında tarım topluluklarının elinde, başlı başına serbest mübadele ilişkilerine (özel ticarete) konu olabilecek anlamlı büyüklükte bir artık-ürün birikimi kalmıyordu geriye. Dolayısıyla, sistemin işleyişini şu ya da bu ölçüde etkileyecek özel bir ticari sermayenin birikmesi ve bu temelde özerk bir tüccar sınıfının ortaya çıkması, ya da Batı’da olduğu gibi özerk ticaret kentlerinin oluşması da söz konusu olamıyordu. Osmanlı’nın klasik döneminde (17. yüzyıla kadar olan dönemde) ticaret hiçbir biçimde köy topluluklarına girebilmiş değildir. Bu dönemde ticaret, daha çok sarayın (despotun) ve kentlerde oturan asker-sivil yönetici bürokrasinin lüks tüketim ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan uzak mesafe ticaretinden ibaretti. Yani köy topluluklarının ürettiği artık-ürün ancak devletin eline geçtikten sonra meta haline gelebiliyor ve ticarete (uzak mesafe ticaretine) konu olabiliyordu. Ne var ki bu tür bir ticaret de devletin görevlendirdiği memurların sıkı denetimi altında, yabancı ülkelerden gelen tacirler (Osmanlı sistemine dahil olmayan kimseler) tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bu yüzyıllarda devletin yaptığı şey, değişim için değişim (meta ticareti) değil, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanım değerlerinin bir değişimiydi. Osmanlı’da ekonominin esas temelini oluşturan reaya çiftliklerindeki doğrudan üreticinin (reayanın) durumuna gelince; bu kesim, kentlerdeki ekonomik ve toplumsal hayatın tamamen dışında, kendi içine kapanık bir ekonomik yaşam sürdürmekteydi. Asyatik karakterde olan bu tarım topluluklarında ne toprakta özel mülkiyet, ne meta, ne de mübadele ilişkileri gelişmişti. Ayrıca da bu topluluklarda işbölümünün düşük düzeyde olması ve tarım ile zanaatın topluluk içinde birbirini tamamlayan birlikteliği, her türlü ihtiyacın topluluk içinde karşılanmasına yol açıyor ve bu da tarım topluluklarını kendine yeterli, dışa kapalı ekonomik birimler haline getiriyordu. Bu özellikleri nedeniyle, tarım toplulukları, Osmanlı despotizmi altında yüzlerce yıl sürekli kendini tekrarlayan bir bitkisel yaşam sürdürdüler. Engels bir yazısında, masum ve zararsız gibi görünen bu Asyatik tarım komünlerinin, varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluş-
11
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
turduklarını söylemişti. Özel mülkiyetin, gelişmiş bir işbölümünün ve serbest mübadelenin olmadığı yerde, elbette ki pazarın ve kapitalist ilişkilerin gelişebilmesi de mümkün olamazdı. Marx da yaptığı araştırmalarda, Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu toplumların, değişime karşı en dirençli toplumlar olduğu kanaatine varmış ve bu toplumların, kapitalizmi geliştirecek içsel dinamiklere sahip olmadığını ve dolayısıyla, kapitalizmin bu toplumlara ancak dışsal bir etken olarak girebildiğini (Hindistan örneği) söylemişti. Bu açıdan baktığımızda, Osmanlı toplumunun evriminin Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu söyleyebiliriz. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmiştir. Oysa Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş, toplumsal ilişkiler ve sınıflar, despotik devletin elinde yoğrularak biçimlenmiştir. Osmanlı toplumunda üretici olmayan (asalak) devletlû sınıfın toplam nüfus içindeki payı, Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplumlarındaki yönetici sınıfa oranla çok daha büyük bir yer tutmaktaydı. Yönetici devlet sınıfına mensup nüfusun bu denli kalabalık oluşu, Osmanlı kentlerinin oluşması ve Batı’ya nazaran farklı bir işlev kazanmasında da esaslı bir rol oynamıştır. Her şeyden önce bu kentler, Batı’da olduğu gibi feodal otoriteye (senyöre) karşı mücadele ederek özerklik kazanmış kentler değillerdi. Tam tersine bu kentler, bizzat merkezi devletin kurduğu ve devlet sınıfının ikamet ettiği bir tür askeri yönetim karargâhı gibiydiler. Yönetici devletlû sınıfın konuşlanması ve ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğuyla oluşturulan bu kentlerde kuşkusuz belirli oranda sanayi ve ticaret organize edilmekteydi. Fakat gerek sanayi gerekse ticaret, doğrudan iç ve dış pazar için yapılan serbest bir faaliyet (değişim için değişim) olmaktan çok, kentlerde ikamet eden devletlû sınıfın ve onların hizmetkârlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir faaliyetten ibaretti. Dolayısıyla, esnaf ve zanaatçı loncalarının yaptığı bu sınırlı faaliyet, devletin mutlak kontrolü altında işleyen bir “üretim” ve “ticari” faaliyet olmaktan öteye geçemiyordu. Despotik merkezi bürokrasinin mutlak denetimi ve belirleyiciliği altında işleyen bu üretim ilişkileri, Batı’da serbest mübadele ilişkilerinin yarattığı gibi bir pazar ekonomisinin gelişmesini ve dolayısıyla devletten bağımsız bir sivil toplum alanının oluşmasını tarihler boyunca engellemiştir. Bu nedenle, Batı’da 16 ve 17. yüzyıllarda ticarete dayalı ilkel sermaye birikimi temelinde gelişen kapitalist ilişkiler ve bir burjuva sınıfının oluşumu süreci, aynı yüzyıllarda Osmanlı’da hiç yaşanamamıştır. Osmanlı’daki gibi mutlakiyetçi despotik bir egemenlik altında biçimlenmiş olan sosyo-ekonomik yapılar içerisinde, Batı’da görülen kapitalist gelişmeye yol açacak içsel dinamiklerin oluşabilmesi çok güçtü. 1890’da Neue Zeit’ta yayımlanan bir makalesinde Engels de bu konuya
12
işaret ederek şunları yazdı: Gerçekten de, tıpkı bütün Doğu egemenlikleri gibi, Türk egemenliği de, kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık-ürünü zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını, yani tüccarın ve malının emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.2
Osmanlı’da siyaset de bürokrasinin mülkiyetindeydi Toprağın başlıca üretim aracı olduğu ve hep öyle kaldığı Osmanlı’da gücü elinde bulunduranlar, toprağa hükmedenlerdi elbette. Osmanlı’da toprakların mülkiyeti devlete ait olduğu için, bu gücü mutlak olarak elinde bulunduran, egemen devletlû sınıf, yani saray ve merkezi bürokrasi idi. Osmanlı’nın Batı feodalitesinden temel farkı da buradaydı. Batı’nın feodal toplumunda yüksek devlet görevleri ve bu görevlere bağlı makamlar (yüksek bürokrasi) doğrudan özel toprak sahibi soyluların, yani toprak aristokrasisinin (prensler vb.) elinde olurdu genellikle. Oysa Osmanlı’da bürokrasi, özel toprak sahipliğinden, soyluluktan vb. geliyor değildi. Osmanlı bürokrasisi, devşirme usulüyle toplanıp sosyal kökeniyle bağları tamamen kesilen ve özel olarak devlet görevleri için eğitilip hazırlanan kapıkullarından oluşuyordu. Dolayısıyla, Osmanlı bürokrasisinin gücü, Batı feodalitesinde olduğu gibi özel mülkiyet (toprak) sahibi oluşundan değil, devleti mülk edinmesinden ve dolayısıyla devlete ait mülkiyeti yönetme yetkisinden kaynaklanıyordu. Batı feodalitesinde bürokrasi, son tahlilde soylu toprak sahipleri (feodal beyler) sınıfının genel çıkarlarının hizmetindeydi. Osmanlı despotizminde ise bürokrasi, devletlû sınıfın çıkarlarının, yani yönetici sınıf olarak kendisinin hizmetindeydi. Batı feodalitesinde sosyal mücadele, büyük toprakların özel mülkiyetini tekelinde bulunduran soylular (senyörler, lordlar) sınıfı ile, emekçi köylüler ve gelişen kentli sınıf (burjuvazi) arasında olmuştur. Ve bu mücadele kendi tarihsel gelişimi içinde çeşitli siyasal biçimler alarak ilerlemiş, sonunda feodalizmin tasfiyesiyle noktalanmıştır. Oysa Osmanlı’da bu mücadele, devlete ait toprağın yönetimini ve denetimini devlet adına elinde bulunduran merkezi bürokrasi ile, bu toprağın gelirine fiilen el koymaya kalkışan ve devletin merkezi otoritesine başkaldıran merkezkaç güçler (derebeyleşen eşraf ve mütegallibe) arasında olmuştur hep. Tabii bu da bir iktidar mücadelesiydi; ama, Batı’da olduğu gibi ezilen, sömürülen emekçi köylüler ve yükselen burjuvazi ile feodal aristokrasi arasında değil, egemen merkezi bürokrasi ile onun iktidarına ortak olmak isteyen merkezkaç güçler (taşradaki devlet arazilerine el koyan âyan, bey, ağa takımı) arasındaki bir mücadeleydi bu. Nitekim sömürücü sınıflar arasındaki bu mücadele, Osmanlı’nın çöküşüne kadar da hep devam etmiştir.
Ekim 2005 • sayı: 7
İktidarını başkalarıyla paylaşmaya pek gönüllü olmayan Osmanlı merkezi bürokrasisi, bu konuda her türlü mücadeleyi göze alarak ve her türlü entrikaya başvurarak hegemonyasını sürdürmesini bilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’nın merkezi despotik devlet düzeni zaman zaman sarsıntı geçirmesine rağmen, her seferinde yeniden otoritesini tesis ederek ayağa dikilmesini bilmiştir. Keza, taşradaki mütegallibe de, merkezi otoritenin bu zayıflama ve sarsıntı dönemlerinde, aynı yöntemlere başvurarak, merkezi bürokrasiye karşı iktidar mücadelesini sürdürmüştür. Tarihe baktığımızda, benzer süreçlerin diğer Asya tipi imparatorluklarda (örneğin Çin, İran gibi) da aynı şekilde yaşandığını görmekteyiz. Osmanlı merkezi otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, özellikle 18. yüzyıldan itibaren, İmparatorluğun Asya’daki topraklarının büyük bir bölümünün idaresi, hukuken olmasa bile fiilen yeni güç odaklarının (ayanların) eline geçti. Bu dönemde merkezkaç güçlerin elinde önemli sayılabilecek servetlerin biriktiği biliniyor. Fakat bu servet birikimi, hiç bir zaman Batı’daki gibi özerk bir ticaret sermayesinin gelişmesine ve dolayısıyla müteşebbis bir sınıfın (burjuvazinin) oluşmasına yol açmadı. Çünkü merkezkaç güçlerin elinde biriken bu servetler de son tahlilde ticaretin ve müteşebbis sermayenin gelişmesinde değil, daha çok devlet katında mevki, makam yani mansıb satın alarak Osmanlı yönetici sınıfına dahil olmak için kullanılacaktı. Hukuki açıdan kimseye toprakta tam olarak özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ve sık sık servetlerin müsaderesine başvurulduğu Osmanlı düzeninde, taşrada şu ya da bu yolla servet biriktirip zengin olan eşraf ve mütegallibe için gene de en tercih edilir yol, canlarının ve mallarının emniyetini sağlamak üzere, resmi görevler satın alarak devletlû-yönetici sınıfın saflarına katılmaya çalışmak oluyordu. Osmanlı yönetim sistemi de buna özellikle izin veren bir sistemdi zaten. Çünkü ancak bu yolla merkezkaç (rakip) güçleri kendi bünyesi içine alarak eritebiliyordu merkezi bürokrasi! Özetle söylemek gerekirse, Osmanlı devletinin eski despotizminden gelen temel bir ilkesi 19. yüzyılda da geçerliliğini koruyordu hâlâ. Osmanlı merkezi otoritesi (saray ve merkeziyetçi-despotik bürokrasi), kendisine rakip olacak özerk ekonomik güç odaklarının oluşmasına ve yaşamasına asla imkân tanımak istemezdi. Çünkü bu güçlerin yaşamasına imkân tanımak demek, padişaha ve merkezi bürokrasiye ait olan toplumsal artık-ürüne başkalarının da ortak çıkması ve dolayısıyla merkezin ekonomik payının azalması demekti. Bu da devletlû sınıfın (bürokrasinin) gönül rızasıyla katlanacağı bir şey değildi elbette! Ayrıca merkezi bürokrasinin buna katlanması, siyasal iktidarının da zayıflaması anlamına gelirdi. O nedenle, Osmanlı devletinde egemen sınıfı oluşturan merkezi bürokrasi, kendini zayıf hissettiği dönemlerde merkezkaç güçlere mecburen verdiği tavizleri, kendini güçlü hissettiğinde derhal geri almayı ilke haline getirmiş bir sı-
marksist tutum
nıftı. Toparlayacak olursak, Osmanlı’da, Batı’daki gibi bir kapitalistleşme sürecinin yaşanması, yani ticaret temelinde bir servet birikiminin oluşması ve bu temel üzerinde özerk bir müteşebbis sınıfın gelişip güçlenerek kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırması, Müslüman-Türk nüfus bakımından 19. yüzyılın sonuna kadar görülmüş bir olay değildir. Bu söylediğimizin tek istisnası, Balkanlardaki gayrimüslim azınlıkların 19. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı girişimler olabilir. Osmanlı’da burjuva dönüşüm süreci, Batı’ya kıyasla en az yüz elli yıllık bir gecikmeyle (esas olarak da 1908 Jön Türk Devrimiyle) başlayabilmiştir. Ama Batı’dan farklı olarak bu süreç, daha baştan merkezi bürokrasinin denetiminde işleyen, tepeden güdümlü bir süreç olmuştur. İlk olarak İttihat ve Terakki iktidarında şekillenen kapitalistleşme-modernleşme projesi, Cumhuriyet döneminde de gene merkezi bürokrasinin (bu kez Kemalist bürokrasinin) güdümünde, otoriter bir proje olarak devam etmiş ve ancak devletin kapitalist uygulamalarıyla (1929-39) işlerlik kazanabilmiştir. Bu bakımdan, Osmanlı merkezi bürokrasisinin geleneklerinin Cumhuriyet döneminde de yaşatıldığını söylemek pek de abartılı bir saptama olmaz. Evet, bizde asker-sivil yüksek bürokrasinin, sermaye sahibi burjuvaziye rağmen siyasal iktidar mekanizması içinde neden bu kadar etkin olabildiğini ve neden Batı’daki bürokrasiden oldukça farklı bir profil sergilediğini anlamak herhalde zor almasa gerek! Nitekim Osmanlı’nın Batı karşısında her bakımdan bağımlı hale geldiği ve bir yarı-sömürge durumuna düştüğü 19. yüzyıl ile, yeni bir devletin (TC’nin) kuruluşunun ön koşullarının mayalandığı 20. yüzyılın ilk çeyreği, Osmanlı bürokrasisinin özgül konumunu ortaya koyması bakımından çok önemli bir tarih kesitini oluşturmaktadır. Bu bakımdan, Tanzimat, Islahat, Birinci Meşrutiyet, 1908 Jön Türk devrimi, İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu süreçlerinde asker-sivil bürokrasinin oynadığı başat rol iyi incelenirse, “devleti kurtarma” çabalarının bu kesime nasıl ayrıcalıklı bir konum kazandırdığı daha da iyi anlaşılacaktır! (devam edecek)
www.marksist.com sitesinden alınmıştır. ————————————
1
2
Reaya sözcüğü, Osmanlı’da devlet mülkiyetindeki toprakta (tımar) çalışan doğrudan üretici bağımlı köylüler için kullanılan bir terimdir. Arapça raiyye ya da raiyyet (sürü) sözcüğünün çoğuludur. Reayanın belirleyici özelliği vergi yükümlülüğüdür. aktaran: Selahattin Hilav, Marx, Türkiye Üzerine, Önsöz içinde, Gerçek Yay.,1966, s.9
13
İktisadi Mücadelenin Anlamı ve Sınırları Oktay Baran
1
9. yüzyılın sonlarında Almanya’da devrimcilere uyguladığı zulümle ün yapmış bir İçişleri Bakanı, “her grevin ardında, devrim canavarı pusuya yatmıştır” demişti. Grevlerin barındırdığı potansiyelin daha güzel bir anlatımını bulmak zordur. Gerçekten de her grev, bir işyeriyle sınırlı ve geçici bir süreyle de olsa kapitalist sömürü çarkının durması anlamına gelir. İnen şalterler, duran makineler ve çalışmayan eller, kapitalist toplumda zenginliği kimin yarattığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyarlar. Bir tarafta suskunluğa terk edilen üretim araçları diğer tarafta bekleşen işçi yığınları. Kendi başına yeni bir zenginlik yaratamayan, işlemesi ve üretimdeki rolünü yerine getirmesi için işgücüne ihtiyaç duyan üretim araçları bir anda cansız, hareketsiz ölü bir yığın haline gelirler. Kapitalist toplumda işçinin efendisi gibi gözüken, onu kendine tâbi kılan, hızıyla, temposuyla onu kendi peşinden koşturur hale getiren, ona bir insan değil de kendisinin bir parçası, bir uzantısı olmayı dayatan makineler, grev günü gelip sustuklarında, kimin kime tâbi olduğu gerçeği ortaya çıkıverir. İşte bu nedenle, her militanca yürütülen grev kapitalistlere, üretimin ve üretim araçlarının gerçek efendisinin, gerçek sahibinin işçiler olduğunu hatırlatır. Militanca yürütülen her grevin, kapitalistlerin gözünde isyan olarak canlanmasının, onun ardında devrim “canavarı”nı görmelerinin nedeni budur. Ne var ki, kapitalistler açısından çok açık olan bu gerçeği, işçilerin kavrayıp bilince çıkarmaları, bu bilince uygun bir davranış ve örgütlülük içerisine girmeleri hiç de çelişkisiz, adım adım işleyen bir süreç değildir. Şunu peşinen söylemek mümkün ki, kapitalist toplumda emeğine ve bundan dolayı kaçınılmaz olarak kendisine yabancıla-
14
şan işçinin, kendisini, bir emekgücü satıcısı olmanın ötesinde, bir insan olarak var edebilmesinin ön koşulu sınıf mücadelesindeki yerini almasıdır. Bu nedenle grev ve direnişler işçiler açısından yalnızca en temel sınıf bilincini edinmenin ötesinde de anlam taşıyan önemli bir savaşım okuludurlar. Örgütlülükten yoksun ve sınıf savaşımı alanında deneyimsiz işçiler, kapitalistlerle tek başlarına uğraşmak zorunda kaldıkları, yani bir sınıfın parçası olarak kolektif bir biçimde değil tekil bir birey olarak davrandıkları sürece, bir “hiç” olmanın ötesine geçemezler. Birbirleriyle rekabete zorlanan ve zamanla bu rekabeti kanıksayan, patronlar karşısında yumuşak başlı, her denilene itaat eden, küfürleri hakaretleri sineye çeken, kimi işkollarında dayak yemeyi bile işin gereklerinden biri sayan, işini kaybetmemek adına günler boyunca kesintisiz sabahlara kadar çalışmak zorunda kalan işçiler gerçekte bir köleden farksızdırlar. Ama militanca yürütülen her grev ve direniş, işçilerin aktif bir şekilde örgütlenmesi demektir. Kapitalist toplumun onlara dayattığı, bireysel bir dünyaya hapsolma, yalnızlaşma, atomize olma, aşağılanma, sefalet ve cehalet cenderesini kırmaya başlama şansını yakalamaları demektir. Taleplerini birlikte şekillendirip bu talepler uğruna birlikte mücadele etmeye başlayan işçiler, durumlarının umutsuz olmadığını, yalnız olmadıklarını görürler. Kolektif mücadelenin aktif bir parçası olarak işçi, gerçekte insan olarak kendisini bulur. Artık hakkını yüksek sesle arayan, yalnız kendisini değil, mücadele içinde yanı başındaki diğer işçileri de düşünen bir insan haline gelir. Düne kadar mücadeleye soğuk bakan, karamsar, vurdumduymaz gözüken birçok işçinin, gün gelip mücadeleden başka hiçbir seçenek kalmadığını kavradığında,
Ekim 2005 • sayı: 7
mücadeleden kaynaklanan tüm zorluklara, sıkıntılara, baskılara, parasızlığa, kendisinin ve ailesinin aç kalmasına, soğukta günlerce beklemenin yorgunluğuna, gözaltına alınmalara, polisin keyfi tutumlarına vs. nasıl kararlılıkla direndiğini görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Gündelik yaşam kavgasının yerine, kendisi ve sınıf kardeşleri için adı konulmuş ve hedefi belli bir sınıf kavgasının geçtiği dönemler, mücadeleye atılan işçi açısından, sarsıcı, zihin açıcı, dönüştürücü bir sürecin yaşanması anlamına gelir. Mücadele, işçinin gündelik bilincinde, ruh halinde, kendisini ve çevreyi algılayışında yeri başka hiçbir şeyle doldurulamaz bir dönüştürücü etkiye sahiptir. O, mücadele içinde yalnızca kendisini tanımakla kalmaz, patronların ve işçilerin güçlerinin nereden kaynaklandığını da kavramaya başlar. Gücün örgütlülükte yattığını görür. Patronların nasıl örgütlü bir güç olduğuna şahit olur. Kapitalistlerin güçlerinin en önemli ayaklarından birinin siyaset alanında yattığı, devletin, yasaların, mahkemelerin, polisin her daim patronlardan yana bir tavır sergilediği gerçeği, mücadeleye atılan işçi açısından daha kolay anlaşılır hale gelir. Gündelik yaşamın yıpratıcı sorunlarından başını kaldırıp kendi sınıfının mücadelesinin sorunları hakkında kafa patlatmaya başlayan bir işçinin gözleri, yalnızca kendi patronunun yalanları ve manevraları hakkında değil, tüm bir kapitalistler sınıfının ve onların temsilcisi olan hükümetin ve yasaların niteliği konusunda da açılmaya başlar. Lenin, gözlerini mücadeleye daha yeni açan işçiler hakkında şunları söylüyor: “İşçiler, yasaların yalnız zenginlerin çıkarına yapıldığını, hükümet görevlilerinin bu çıkarları koruduğunu, emekçi halkın susturulduğunu, ihtiyaçlarını belirtmesine izin verilmediğini … anlamaya başlarlar.”1 Salt iktisadi taleplerle başlayan grevler bile, yalnızca onları doğrudan yürüten işçiler nezdinde değil, aynı zamanda, bu mücadeleyi duyan ve ona şahitlik eden diğer işyerlerinden veya işkollarından işçiler açısından da uyarıcı, harekete geçirici ve belli ölçülerde dönüştürücü bir etkiye sahip olabilirler. Özellikle sınıf hareketinin genel bir yükseliş içinde olduğu dönemlerde bunun sayısız örnekleri yaşanmıştır. Ne var ki bu durum, işçi hareketi içinde ve işçilerin bilincinde yanılsamalı ve yanlış birtakım düşünceleri de beraberinde getirebilir. Başarılı mücadelelerle iyileşen çalışma koşullarını, artan ücretleri, kazanılan yeni sosyal hakları vb. veri alarak işçi sınıfının yalnızca iktisadi grevlerle ve
marksist tutum
sendikal örgütlülüklerle kurtuluşunu sağlayabileceği düşüncesi, aslında ilk kez mücadeleye atılan ve başarı kazanan işçilerin zafer sarhoşluğunu yansıtan, anlaşılabilir ama yanlış bir düşüncedir. İktisadi taleplerle yürütülen grevler, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız gibi, işçilerin uykudan uyanmasını, ayağa kalkmasını ve bir sınıfın parçası oldukları bilincini edinmelerini sağlar. Ancak uyanmak, henüz kurtuluşu sağlamak anlamına gelmez. Unutulmasın ki sendikal mücadele, kapitalist ücretli kölelik düzenini ortadan kaldırmayı değil, bu sömürü mekanizmasını daha katlanılır kılmayı hedefler. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu, ancak kapitalist düzenin sona erdirilmesiyle mümkündür. Sömürünün sınırlana sınırlana ortadan kaldırıldığı şimdiye kadar hiçbir yerde görülmediği gibi, grev vb. yöntemlerle sürekli ve kalıcı iyileştirmeler sağlanabileceği düşüncesi reformist-sendikalist bir yalandan başka bir şey değildir. Kapitalist sömürü mekanizmasının işleyişinden kaynaklanan “acı” gerçek şudur ki; iktisadi mücadeleler, aslında işçinin verili yaşam standartlarını koruma mücadelesidir.
Başarılı mücadelelerle iyileşen çalışma koşullarını, artan ücretleri, kazanılan yeni sosyal hakları vb. veri alarak işçi sınıfının yalnızca iktisadi grevlerle ve sendikal örgütlülüklerle kurtuluşunu sağlayabileceği düşüncesi, aslında ilk kez mücadeleye atılan ve başarı kazanan işçilerin zafer sarhoşluğunu yansıtan, anlaşılabilir ama yanlış bir düşüncedir.
15
marksist tutum
Başarılı mücadeleler sonucunda işçilerin gelir ve yaşam düzeyinde geçmişe oranla bir ilerleme sağlanabilmiş olsa da, işçiler, “kapitalizmin getirdiği nispi yoksullaşmadan kaçıp kurtulamazlar. Gelirlerinde görünürde bir ilerleme kaydettiklerinde bile, işçilerin üretici güçlerdeki gelişmeye kıyasla artan ihtiyaçlarını karşılayabilme düzeyleri geriler. … Kapitalist gelişimin genelde zenginlik dünyasıyla yoksulluk dünyası arasındaki uçurumu derinleştirdiği Marksizmin en önemli tespitlerinden biridir.”2 İktisadi mücadele sınıfın kurtuluşu açısından yetersizdir. İşçi sınıfı “siyaset yapmak” zorundadır. Ama nasıl bir siyaset? Şimdi meseleye bir de bu açıdan bakalım.
İşçi sınıfının burjuva siyaseti Grev gibi iktisadi mücadeleler içerisinde, doğrudan hükümetle, devletin kolluk kuvvetleriyle, yasalarla ve mahkemelerle karşı karşıya gelen işçiler, bunların tümünün patronların çıkarlarına hizmet ettiğini kavrama fırsatını elde ederler. Hatta yalnızca ücretler için değil, çalışma koşullarını iyileştiren yasalar çıkartılması ve edindikleri kimi hakların yasal güvence altına alınması için de mücadele edilmesi gerektiği fikri, iktisadi bir mücadele içine atılan işçilerin büyük bir çoğunluğu tarafından kolayca kabullenilebilecek bir fikirdir. Ama bu bile işçilerin henüz bağımsız bir sınıf siyaseti izlemeye başladıkları anlamına gelmez. Peki bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir mücadele işçilerin siyasal mücadele içine atıldıkları anlamına gelmez mi? Elbette ki gelir! Yerel ve tekil olmaktan çıkarak genelleşen ve şu ya da bu patronu ya da patronlar grubunu değil de, devleti ve yasaları muhatap alan bir mücadele kuşkusuz ki siyaset alanına taşmış bir mücadele anlamına gelir. Marx, işçilerin siyasetten kaçınamayacağını ve gerçekte onların genelleşen ve sınıfa karşı sınıf niteliği taşıyan her hareketinin siyasal bir hareket olduğunu vurguluyordu. 23 Kasım 1871 tarihinde Bolte’a yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu Marx: (…) işçi sınıfının egemen sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve onlara dışarıdan baskıyla boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket, bir siyasal harekettir. Örneğin belli bir fabrikada, hatta belli bir işkolunda grevler, vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa bir işgününe zorlama girişimi, salt iktisadi harekettir. Öte yandan sekiz saat, vb. yasasını zorlama hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu şekilde, işçilerin tek tek iktisadi hareketlerinden her yerde bir siyasal hareket, yani kendi çıkarlarını genel bir biçim içerisinde dayatmayı amaçlayan bir sınıf hareketi doğar.3
Marx sınıf mücadelesinin iktisadi ve politik boyutları arasında bir bağlantı kuruyordu. Politika yoğunlaşmış iktisat demektir. Her sınıf bilinçli işçi, işçilerin yalnızca liraya kuruş katma mücadelesiyle yetinemeyeceğini bilir. İktisadi mücadele ile siyasi mücadele arasındaki bağ o denli kuvvetlidir ki, siyasal mücadele verilmediği sürece ekonomik mücadelenin de başarıyla yürütülmesi imkân-
16
Ekim 2005 • sayı: 7
sızdır. Bunu anlamak için, bugün Türkiye’deki iş yasalarına, grev ve toplu sözleşme yasasına ve sendikalar kanununa bir bakmak bile yeterli olacaktır. Bu yasalar sınıfın örgütlenme hakkına olduğu kadar, onun salt iktisadi bir mücadele yürütmesinin önüne bile sayısız engeller çıkartmaktadır. Birçok işkolunda grev yasaktır. Memur adı verilen ve gerçekte işçi sınıfının bir parçası olan kamu çalışanları sendikalaşma hakkını almak için yaklaşık on yıl mücadele ettiler ve bugün hâlâ grev ve toplu sözleşme hakkına bile sahip değiller. Tek başına bu yasaların değiştirilmesi uğruna mücadele etmek bile genel anlamıyla siyasal bir mücadeledir. İşçilere siyasete bulaşmamalarını, hele devrimci çevrelere asla kulak asmamalarını, işçilerin kavgasının “ekmek kavgası”ndan ibaret olduğu yalanını bıkmadan dillendiren sendika bürokratları aslında bal gibi de siyasetin içindedirler. Ama Türkiye’deki örneklerinin de her gün kanıtladığı gibi, bu siyaset burjuva siyasetten ibarettir. İşçi sendikalarının tepesine çöreklenmiş olan bürokratlar, burjuva siyasetin gündeminde olan sorunlar hakkında, burjuva cephelerden birini ya da ötekini destekleyen açıklamalar yapmaktan, basın toplantıları düzenlemekten ve hatta kimi zaman “şanlı protestolar” örgütlemekten geri durmuyorlar. Bu bürokratların bir kısmı seçimler gelip çattığında, patronların partileriyle pazarlıklar yürütmekten çekinmiyorlar. Son yıllarda Türkiye’nin en büyük üç işçi konfederasyonunun başkanının da seçimlerde siyasete atıldıklarını, milletvekili olduklarını, hatta bazılarının bakan koltuklarına yerleştiğini gördük. İşçileri siyasetten uzak tutmak için her türlü hileyi yapan bu bürokratlar sürüsünün, seçimlerde aday olduklarında bu hareketlerini açıklama gerekçesi de hep aynı olmadı mı: bizler mecliste işçileri temsil edeceğiz! 100 yılı aşkın bir tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, hedefi ve kapsamı burjuva düzenin iyileştirilmesiyle, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının görece düzeltilmesiyle, sosyal hakların korunup geliştirilmesiyle sınırlı bir siyasal mücadele anlayışı, işçi sınıfının burjuva siyasetinin bir adım ötesine geçemez ve onun kurtuluşunu sağlayamaz. Tersine işçi hareketi belli bir olgunlaşma aşamasına ulaştığında böylesi bir siyaset onun ayağına vurulmuş bir pranga haline gelir. 1800’lü yılların sonlarında İngiltere’de sendikaların bir araya gelerek kurdukları İngiliz İşçi Partisi, tam da böylesi bir siyasi anlayışı savunuyordu. Salt grevlerle ve yalnızca sendikal örgütlenmeyle işçi hareketinin başarıya ulaşamayacağı, mücadeleyi siyasal alanda da yürütmek gerektiği doğru tespitinden hareket ediyor gözüken İngiliz sendika önderlerinin bu girişimi, gerçekte işçi hareketinin devrimci bir çizgiye oturmasının önündeki en büyük engellerden biri haline geldi. Bugün İngiltere’de bu parti iktidardadır ve yürüttüğü politikanın İngiliz burjuvazisine hizmet ettiği çırılçıplak ortadadır. Türkiye’de de benzer girişimler hiç yaşanmadı değil. 1961’de sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi
Ekim 2005 • sayı: 7
Partisi (TİP) de benzer söylemlerle sahne almıştı. İşçi hareketinin yeni yeni canlanmaya başladığı bir dönemde, henüz sendikal mücadele deneyiminin bile son derece sınırlı olduğu bir tarihsel kesitte, böylesi bir girişim, kuşkusuz hareketi ilerletici bir rol oynadı. Türkiye işçi hareketi görülmedik bir canlanma ve yükseliş içerisine girdi. Ama sonuçta, TİP de, yükselen ve belli bir olgunluk düzeyine ulaşan sınıf hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyerek onun önünde bir engel haline geldi. Başlangıçta sendikal hareket temelleri üzerinde kurulan TİP, işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetini yürüten bir parti olamadı. Mücadeleyi mecliste reform yasaları çıkartmakla sınırlayan ve burjuva yasalarının çizdiği çerçeveyi aşmamaya özen gösteren TİP’in bu reformist, parlamentarist çizgisi, işçi sınıfının devrimci siyasal çizgisiyle asla aynı kefeye konulamaz elbette. Aslına bakılırsa, son on beş yıldır, zaman zaman kimi konfederasyon ağalarından, işçilerin de kendilerine ait bir partisi olması gerektiği sözlerini işitiyoruz. Ağırlıklı olarak kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş geçmişte, hükümetle yürüttüğü pazarlıklar sırasında, kendi elini güçlendirmek ve karşı tarafı tehdit etmek için tam da bu kozu öne sürmüştü. Son dönemde DİSK’ten de benzer açılımlar gözlüyoruz. Yaşanan onca deneyime ve acı derslere rağmen, ne yazık ki, böylesi parlamentarist, reformist bir kitlesel işçi partisinin özlemini çeken sosyalistlerin sayısı da hiç az değildir. Böyleleri, “işçi sınıfı burjuva siyasetlerin peşine takılacağına kendi partisiyle politik arenaya çıksa daha iyi olmaz mı” düşüncesiyle, aslında bu tip partilerin de, burjuva işçi partileri olduğu gerçeğini gözlerden saklamak istiyorlar. İngiltere’deki İşçi Partisi ve Brezilya İşçi Partisi gibi partiler, adlarındaki “işçi” etiketine ve hatta tabanlarının ve destekçilerinin esas olarak işçilerden oluşmasına rağmen işçi sınıfının burjuva partileridirler. Demek ki, işçi sınıfının siyasi alanda da mücadele etmesi gerektiği tespiti, çok önemli bir gerçeğe işaret etmekle birlikte, bununla ne kastedildiği hususunda çok net olunmalıdır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinden, iktisadi mücadelenin siyasal alana taşırılmış bir şeklini anlamak, sınıfın gündelik iktisadi-sendikal sorunları temelinde bir siyasal ajitasyon ve propagandayla yetinmek, işçi İşçi sınıfının siyasal mücadelesinden, iktisadi mücadelenin siyasal alana taşırılmış bir şeklini anlamak, sınıfın gündelik iktisadi-sendikal sorunları temelinde bir siyasal ajitasyon ve propagandayla yetinmek, işçi sınıfının gerçek kurtuluşunu hedefleyen bir siyasal yaklaşım değildir. Böylesi bir anlayış, sendikalistreformist bir anlayıştır, ki bu da sol renklere bürünmüş bir burjuva siyaset demektir.
marksist tutum
sınıfının gerçek kurtuluşunu hedefleyen bir siyasal yaklaşım değildir. Böylesi bir anlayış, sendikalist-reformist bir anlayıştır, ki bu da sol renklere bürünmüş bir burjuva siyaset demektir.
İşçi sınıfının devrimci siyaseti Krizlerin daha da şiddetlendiği, emperyalist savaşların kaçınılmazlaştığı ve kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engel haline geldiği emperyalizm çağında, kapitalizm artık çürümüştür. Proleter devrim, 19. yüzyılda olduğu gibi geleceğin değil, artık günün sorunu idi. Ve artık sınıfın biriktirdiği güçle devrimci siyasal mücadele alanına çıkıp, kapitalist sistemi yok edeceği bir çağ açılmıştır. Lenin, emperyalizm proleter devrimler çağıdır derken işte bu gerçeği anlatıyordu. Temel sorun, işçilerin doğrudan doğruya iktidarı ele geçirmek üzere örgütlenmeleri, güncelleşen proleter devrime hazırlanmaları sorunu idi. Bu ise devrimci işçilerin önüne yepyeni tipte bir partinin inşa edilmesi görevini koyuyordu: Bolşevik tipte bir devrimci işçi partisi. Bu hedefi yaşama geçirmek için canla başla çalışan Lenin, işçi sınıfının devrimci stratejisini ve taktiklerini de aydınlattı. Onun, sınıfın ekonomik mücadelesini siyasal mücadeleyle bağlaması ve reformlar için mücadeleyi devrim için mücadeleye tâbi kılması, işçi sınıfının devrimci siyasetini kesin olarak burjuva reformist siyasetlerden ayırmıştır. İşçi sınıfının sendikal mücadelesini bu anlayışla ele alan Lenin, grevlerin kaynağı, anlamı ve sınırları üzerine yazdığı bir makalede şunları söylüyordu: Burada, grevlerin, önceden de belirttiğimiz gibi “bir savaş okulu” olduklarına, fakat savaşın kendisi olmadıklarına, grevlerin sadece bir mücadele biçimi, işçi sınıfı hareketinin sadece bir yanı olduklarına dikkat çekmeliyiz. İşçiler zaten yaptıkları gibi, tek tek grevlerden, çalışan bütün insanların kurtuluşu için tüm işçi sınıfının mücadelesine geçebilir ve geçmelidirler.4
Lenin’in konuya ilişkin tüm açılımlarında net bir biçimde görüldüğü üzere, her türlü ekonomik ve demokratik talebin devrimci mücadeleyi ilerletecek tarzda ileri sürülmesi, Bolşevik devrimci siyasetin temel bir özelliğidir. Mücadele tarihi, ancak bu tarz bir siyasetin işçi sınıfını ve emekçi kitleleri kurtuluşa götürebileceğini kanıtlamış bulunuyor.
———————————— 1 2 3 4
Lenin, Sendikalar Üzerine, Bilim Yay., Ocak 1975, s.166 Elif Çağlı, Küreselleşme – 4. bölüm, Marksist Tutum, no: 6 Marx, Seçme Eserler, Sol Yay., c.2, s.506 Lenin, Sendikalar Üzerine, Bilim Yay., Ocak 1975, s.169
17
YÖK, 12 Eylül Rejiminin Bir Kalıntısıdır Tuncay Alp
6
Kasım 1981’de, 12 Eylül cuntası tarafından bütün üniversitelerin yönetim kurulları tasfiye edilerek yerlerine bizzat askeri cuntanın atadığı rektörler getirildi. Yine cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında köklü değişiklikler yapılarak, rejimin istediği tipte bir düzen kurulması sağlandı. Amacını, “Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak” ve bu amaçla “yüksek öğretim kurumlarının organize edilmesi, eğitim ve öğretimle ilgili tüm detayların belirlenmesi” görevini yerine getirmek olarak ilan eden YÖK’ün ilk icraatı; üniversitelerde okuyan ve çalışan ne kadar sosyalist, devrimci, demokrat ve ilerici unsur varsa bunları üniversitelerden dışarı atmak ve bizzat kendi elleriyle polise teslim etmek oldu. Gerici ve baskıcı 12 Eylül rejiminin çıkardığı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile birlikte 3 binden fazla eğitim emekçisi işlerinden oldu ve son derece ağır baskılara maruz kaldılar. Bu anlamda YÖK’ün temel dayanağı gerici 12 Eylül Anayasası ve rejimidir. YÖK, 12 Eylül rejiminin ruhuna uygun bir biçimde, üniversitelerde eğitim ve öğretimle uzaktan yakından ilgili her şeyi kendi kontrolüne alarak, ağır bir baskı uygulamaya başladı. Sadece Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Emniyet Teşkilatına bağlı okullar bu kanunun kapsamı dışında tutulmuştu. YÖK’ün bütün üyeleri devlet tarafından belirleniyor ve bizzat cumhurbaşkanı tarafından onaylanıyordu. Yapılan bu düzenleme ile yüksek öğretim sisteminin tepesine YÖK oturtuluyor ve bu alanda atılacak her adımda yegâne karar mercii olarak tayin ediliyordu. YÖK’ün bileşimi de burjuva devlet aygıtı tarafından belirlendiğinden, üniversiteler böylece tam anlamıyla kontrol altına alınıyor, “anarşi ve terör” ortamı sona erdirilerek, üniversitelerde “huzur ve düzen” tesis ediliyordu! 12 Eylül cuntasının hazırladığı bu kanuna göre yüksek öğretimin amacı, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” gençler yetiştirmekti. Yeri geldiğinde hür ve bilimsel düşün-
18 18
ceden bahsetmekten de geri durmayan kanunun en geniş ve üzerinde çalışılmış kısmı ise öğrencilere ve eğitimcilere öngörülen suç ve cezalardı. Yüksek Öğretim Kanununun 53. maddesine göre, “İdeolojik amaçlarla devletin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne kasteden, din, dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan faaliyetlerde bulunanlar” derhal okuldan atılıyor ve cumhuriyet savcısına teslim ediliyordu. Ayrıca bu sebeplerle üniversiteden atılan bir öğrenci ya da eğitimci bir daha başka bir üniversitede de okuyamıyor veya çalışamıyordu. Okuldan atılma veya uzaklaştırma cezası almak için, “Yükseköğretim içinde veya dışında yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunmak, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlamak, kurumların sükun, huzur ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılmak, bunları teşvik ve tahrik etmek, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz etmek veya saygı dışı davranışlarda bulunmak ve anarşik ve ideolojik olaylara katılmak veya bu olayları tahrik ve teşvik etmek” fiillerinden birini işlemek yeterliydi. Benzer şekilde öğrenciler ve öğretim elemanlarının üniversitelerde “parti faaliyetinde bulunmaları ve parti propagandası yapmaları” yasaklanırken, herhangi bir siyasal partiye üye olan öğrenci ve öğretim elemanlarının üniversitelerde yönetici görevler almaları da engelleniyordu. Böylelikle YÖK gerçek yüzünü de teşhir etmiş oluyordu. Kendisi baştan aşağı burjuva devlete bağlı siyasal bir kurum olduğu halde, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin her türlü siyasal faaliyetini yasaklamaktaydı. Örgütlenmelerinin önüne en gerici yasaklarla türlü türlü engeller çıkartarak onları her türlü hak ve özgürlüklerinden mahrum etmekte, bir yandan da yetişmekte olan genç kuşağın geleceğini ipotek altına almaktaydı. 12 Eylül rejiminin bir parçası olan YÖK’ün asıl amacı, 1960’lı yıllardan itibaren hızla yükselen toplumsal muhalefetin ilerleyişini durdurmaktı. İşçi sınıfı hareketinin siyasallaşmasına paralel olarak üniversitelerde de öğrenci gençliğin burjuva ideolojisinden kopup devrimci hareketin saflarına katılmasını engellemekti. Burjuvazinin çıkarları doğrul-
Ekim 2005 • sayı: 7 tusunda hareket eden askeri diktatörlüğün, toplumun her alanında başlattığı karşı saldırının bir ayağı da üniversitelerdeki devrimci yükselişi kesmekti. Bu sayede yeni yetişen genç nesillerin bilincinde muazzam çarpılmalar oluşmuş, tarihsel hafıza yitirilmiş, gençlik depolitize edilerek siyasal hayatın dışına itilmiş, toplumsal sorunlara duyarsızlaştırılmış ve pasifize edilmiş, neticede ortaya kayıp bir kuşak çıkmıştır. 12 Eylül rejimi, politikadan ve örgütlenmekten korkan, hakları uğruna mücadele etmek yerine edilgen bir şekilde egemen sınıfların ve devletin her dediğini hiç sorgulamadan kabul eden, kendine ve topluma yabancılaşmış, toplumsal yaşamdan koparak bireyselleşmiş ve atomize olmuş bir kuşak yarattı. Burjuva ideolojisinin yoğun bombardımanı altında iyice sersemleyen insanları kendi yarattığı bu cendere ile yıllar boyu ezerek tam da sermaye sahibi sınıfların istediği tipte bir insan modeli yaratmıştır. Burjuvazinin, son yirmi yıldır ciddi anlamda hiçbir alternatifle karşılaşmadan işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde tam bir ideolojik tahakküm kurabilmesinin önemli bir nedeni budur. Türkiye burjuvazisinin sınıf egemenliğini devam ettirebilmesinin bir aracı olarak YÖK, kapitalist toplumda üniversitelerin burjuva ideolojisinin yeniden-üretim merkezleri olarak işlev görme rolünü güvence altına almakla kalmamış, bu ideolojinin gerek öğretim görevlileri gerek öğrenciler gerekse de üniversitelerde çalışan diğer emekçiler tarafından sorgulanmasının da önüne set çekmeyi temel misyonu bellemiştir. YÖK bugüne kadar, burjuvazinin hakim ideolojisinin argümanı olan şovenizmin en önde gelen savunucusu olmuş, en temel demokratik taleplerin bile dile getirilmesini şiddetle cezalandırmış, örgütlenme ve gösteri yapma haklarını kullandıkları için nice insanı okullardan uzaklaştırmış ve bu anlamda burjuvazinin siyasal gericiliğinin en başta gelen kalelerinden biri olduğunu defalarca ispatlamıştır. YÖK’ün iki ana hedefi vardı: birincisi öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin her türlü örgütlü mücadelesini boğmak ve bu yolla toplumsal sorunlara en duyarlı kesimlerden birisini pasifize etmek; ikincisi ise düzenin tekrar sağlanmasıyla birlikte üniversitelerin asıl işlevlerine dönmesini sağlamak, yani daha fazlasıyla burjuvazinin hizmetine sunulduğu kurumlar haline getirmek. YÖK’ün 22 yıllık tarihi bu yönde atılmış adımlarla doludur. 12 Eylül rejimi yerini “olağan” siyasi hayata bıraktıktan sonra bile bu adımların atılmasına devam edilmiştir. Üniversiteler polis karargâhlarına dönüştürülmüş, uzun bir süre kurulmaları yasak olan öğrenci dernekleri üzerindeki baskılar, bunlar yasal varlık kazandıktan sonra da eksilmeden devam etmiştir. 1992 yılında her üniversitenin kendi bünyesinde “Özel Güvenlik Birimleri” kurmasıyla birlikte polisin ve faşist grupların üniversitelere kalıcı bir şekilde yerleşmesi sağlanmıştır. Yine ANAP hükümeti döneminde (1990) 418 sayılı kanun çıkarılarak ve harçlara %1000’lere varan oranda zam-
marksist tutum lar yapılarak, işçi ve emekçi çocuklarının üniversitelerde okuması zorlaştırılıyordu. Öğrencilerden alınan har(a)çlar arttıkça, devletin üniversitelere yaptığı katkı da kademeli olarak azaltılıyordu. 1992 yılında mediko-sosyal denilen sağlık hizmetleri tamamen paralı hale getirildi. Her geçen yıl yenileri eklenen bu tür uygulamalarla, öğrenci gençlik içindeki sınıfsal ayrım giderek daha da derinleştirildi. ANAP hükümeti döneminde, özel vakıf üniversitelerinin kurulması yasalaştırılarak “bacasız fabrika” denilen bu yeni sektöre burjuvazinin el atmasının önü açıldı. Bugün özel üniversitelerin yüksek öğretim kurumları içindeki oranı, üniversite sayısı itibariyle yaklaşık 1/3 düzeyine erişmiş durumdadır.
YÖK’e karşı mücadele sınıf mücadelesinden koparılamaz Kapitalist eğitim burjuvazinin toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracıdır. Eğitim kurumları burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı ve sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği yerlerdir. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır. Demek ki eğitim sorunu ve bu sorunun bir parçası olarak YÖK meselesi, kapitalist düzenin barındırdığı diğer çelişkilerden ve problemlerden ayrı, bağımsız olarak düşünülemez. Sorunun kaynağı kapitalizmin kendisidir ve çözümü de kapitalizmin diğer sorunlarının çözüm şekliyle ortaktır. Kapitalist sistemde toplumsal yaşamın her alanı birbirine görünmez iplerle bağlıdır, hiçbir sorun bağımsız ve yalıtık olarak ele alınamaz. Bu temel gerçek kavranılmayıp YÖK’e karşı mücadele, sınıf mücadelesinden bağımsızlaştırıldığı ölçüde öğrenci gençliğin de bu sorunu aşma şansı olmayacaktır. En basit çerçeveden bakıldığında bile sorunun muhatabı sadece öğrenciler değil aynı zamanda eğitim emekçileridir. O halde kalkış noktası sorunun bu iki muhatabının bir araya gelerek mücadeleyi ortaklaştırmasından geçer. Burjuvazinin öğrenci gençliğe dönük ideolojik bombardımanının en güçlü panzehiri öğrenci hareketinin başta eğitim emekçileri olmak üzere işçi sınıfıyla el ele vermesidir. Tarih bize güçlü bir sınıf hareketinin varolmadığı koşullarda devrimci bir öğrenci hareketinin de oluşamayacağını göstermiştir. Bugün kavranması gereken en önemli nokta budur. Bu gerçekliği kavrayamayıp sınıf mücadelesinden bağımsız bir öğrenci hareketi düşlemek gibi hoş ama boş hayaller peşinde koşanlar, eninde sonunda ya burjuva liberalizmine teslim olurlar ya da gittikçe marjinalleşmeyle yüzyüze kalırlar. O halde burjuva eğitim sistemine ve onun en gerici ifadesi olan YÖK’e karşı verilecek mücadelenin bağımsızlaştırılmak bir yana öncelikle işçi sınıfının mücadelesiyle bağlarının kurulması gerekiyor. www.marksist.com sitesindeki YÖK Tasarısı ve Kayıkçı Dövüşü adlı yazıdan kısaltılarak alınmıştır.
19 19
Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi İlkay Meriç
İnsanlığı her gün biraz daha fazla bataklığa çeken ve yok oluşa sürükleyen kapitalist toplumda, kadın cinsinin toplumsal üretime katılması sadece kadının kurtuluşunun değil, toplumsal kurtuluşun da temel koşulunu oluşturuyor. Ne var ki, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı, tam istihdamın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve işsizler ordusunun her geçen gün daha da büyüdüğü kapitalizm altında, bu temel koşulun dahi tüm kadın cinsini kapsayacak şekilde yerine gelmesi mümkün değildir. Bunun için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelini ortadan kaldırılacak ve insanlığı sınıfsız topluma doğru ilerletecek proleter devrimler gerekmektedir.
20 20
K
apitalizm, büyük sanayi sayesinde, kadının toplumsal ölçekte üretime katılımının önündeki engelleri kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla kat be kat yıkarken, bir yandan da onun özgürleşmesinin ve kurtuluşunun önüne kalın duvarlar çekmeye devam ediyor. Engels, toplumsal üretimden dışlandıkça ve özel ev işleriyle sınırlı kaldıkça, kadının kurtuluşunun ve kadın erkek eşitliğinin olanaksız olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Kadının kurtuluşu ancak geniş, toplumsal ölçekte üretime katılabildiğinde ve ev işleri onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırdığında mümkün hale gelecektir. Ve bu da ancak, yalnızca büyük çaplı kadın emeğine izin vermekle kalmayan, aynı zamanda bunu adeta talep eden ve özel ev işini de gitgide bir kamu sanayiine dönüştürmeye yönelen modern büyük sanayi ile mümkün hale gelmiştir.”1 Ne var ki, toplumsal üretime katılmak, kadının kurtuluşuna kendiliğinden yol açmamaktadır. Çünkü kapitalizmin çelişkili doğası, mümkün olanın sorunsuz bir şekilde hayata geçmesinin önüne bariyerler dikmektedir. Sermaye düzeni daha fazla kâr uğruna kadın emeğini en kötü çalışma koşullarında alabildiğine sömürmek üzere üretime sokarken, erkek egemen doğasıyla ve aile yapısıyla, kadının toplumun her alanında ikinci cins olma konumunu da muhafaza ediyor. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist sistem emekçi kadın için çifte ezilmişlik anlamına gelmektedir. Fabrikada, tarlada, büroda sömürülen kadın, sermayeye hizmetini tamamladıktan sonra bu sefer “aile”ye hizmet ettiği ev içi mesaisine başlar. Kadın, bu mesaisinde, en küçültücü, en köreltici, en bönleştirici, en ağır işleri yapan bir ev içi köle durumundadır. Kapitalizm, giderek yaygınlaştırdığı lokantalarla, hazır gıdalarla, kreşlerle, temizlik şirketleriyle, çamaşırhanelerle vb. ev işini bir sanayi kolu haline getirmesine rağmen, milyonlarca işçi ailesi için bu hizmetlerden yararlanmak son derece pahalı olduğundan kadının sırtına binen yük varlığını sürdürmektedir. Çocuklarına bakacak kimsesi olmayan pek çok kadın işçi için, kreşe ya da bir bakıcıya verilecek para, çoğu durumda çalışması karşılığında aldığı
Ekim 2005 • sayı: 7
paraya neredeyse denktir. Bu nedenle, çocuk sahibi olan kadınların önemli bir kısmı, doğumdan sonra işten ayrılmak zorunda kalır ve ilerleyen yıllarda iş bulma şansını da önemli ölçüde yitirir. İşçi sınıfının yarısının yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kaldığı bugünün dünyasında, evinde doğru dürüst yiyecek bulamayan işçiler için, lokantalarda yemek yemek çok büyük bir lükstür. Dolayısıyla emekçi kadınların ezici bir çoğunluğu, ister çalışsınlar, ister evde otursunlar, günlerinin önemli bir kısmını ayırmak zorunda kaldıkları aşçılığa, her gün ne pişireceğini düşünme eziyeti içinde devam etmek zorundadırlar. İşçi sınıfına mensup kadınların temizlik şirketlerine ya da temizlik işçilerine para yetiştirmesi mümkün olmadığından, uzun saatler alan ev temizliği görevi sadece onların sırtına yüklenmektedir. Çamaşır, ütü, alışveriş vb. de cabası. Kapitalizm, işgücüne duyulan ihtiyacın arttığı ya da erkek işgücünün yetersiz kaldığı dönemlerde (örneğin savaşlar ve ekonomik büyüme dönemleri) kadınları kitleler halinde üretime çekerken, kriz dönemleri geldiğinde önce onları kapıya koyar. Erkek işçilere göre daha düşük ücretlerle çalıştırılan ve böylece ücretlerin aşağı çekilmesinde bir rekabet unsuru olarak kullanılan kadın işçiler, aynı zamanda yedek işçi ordusunun da en kalabalık kesimini oluştururlar. Örneğin DİE istatistiklerine göre, Türkiye’de yaşanan ve etkileri halen devam etmekte olan son kriz döneminde (2001-2004), ev kadınları kategorisine dahil olan kadınların sayısı 1 milyondan fazla artış göstermiş, yani 1 milyon kadın işçi işsizlikten dolayı tekrar eve kapanmak zorunda kalmıştır. Toplumsal üretimin tümüyle dışında kalıp istatistiklere ev kadını olarak geçen kadınların sayısı 2004 yılı itibariyle 13 milyonu geçmektedir. OECD ülkeleri arasında kadınların işgücüne katılım oranının en düşük olduğu ülke olan Türkiye’de, çalışabilir durumdaki kadın nüfusun sadece dörtte biri (yaklaşık 6 milyon kadın) çalışmaktadır. Bunların yarısına yakınını ise tarım sektöründeki ücretsiz aile işçileri oluşturmaktadır. Bir yandan çalışıp bir yandan evin bütün işlerini sırtlanmak kadın açısından son derece yıpratıcı olsa da, ev işleri dışında çalışmayan kadının ruhsal ve fiziksel durumu çalışanlara oranla çok daha vahimdir. Vaktinin büyük bir kısmını bıktırıcı, bönleştirici ve hiçbir üretken değeri olmayan ev işlerinin işgal ettiği ve toplumsal üretimden tümüyle uzaklaşmış emekçi kadın, olağan dönemlerde, mensubu olduğu işçi sınıfının temel reflekslerini de yitirir. Onun için önemli olan yalnızca ailesidir. Ev işinden geri kalan zamanını ya kendi gibi ev kadınlarıyla günlük dar
marksist tutum
yaşamlarının problemlerinin ötesine taşmayan konularda konuşarak ya da burjuva ideolojisinin damardan zerk edildiği televizyon programlarının esiri olarak geçiren kadın, toplumsal yozlaşmanın her gün yeniden üretilmesinin aracı haline gelmektedir. Sınıfının genel sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun, evinden birkaç yüz metre ötesi onun ilgi alanının dışına çıkar. Çünkü bu atomizasyonu ve apolitikliği ortadan kaldırmanın önkoşullarını yaratacak, bir sınıfa mensup olduğu fikrini güçlendirecek, ona birliğin gücünü hissettirecek çalışma ortamından yoksundur. İnsanlığı her gün biraz daha fazla bataklığa çeken ve yok oluşa sürükleyen kapitalist toplumda, kadın cinsinin toplumsal üretime katılması sadece kadının kurtuluşunun değil, toplumsal kurtuluşun da temel koşulunu oluşturuyor. Ne var ki, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı, tam istihdamın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve işsizler ordusunun her geçen gün daha da büyüdüğü kapitalizm altında, bu temel koşulun dahi tüm kadın cinsini kapsayacak şekilde yerine gelmesi mümkün değildir. Bunun için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelini ortadan kaldırılacak ve insanlığı sınıfsız topluma doğru ilerletecek proleter devrimler gerekmektedir. Bu bakımdan, 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimle dünyaya gözünü açan işçi sovyetleri iktidarı (proleter devlet), nihai hedefine ulaşamamış bile olsa, işçilerin hayatında kökleri en derinlere uzanan değişimlerin gerçekleştirilmesi bakımından paha biçilmez bir örnek oluşturuyor.
21
marksist tutum
Ekim 2005 • sayı: 7
1917 Şubatında Emekçi Kadınlar Gününde kadın tekstil işçilerinin kitlesel gösterileri
Ekim Devriminin tuttuğu ışık Bilindiği gibi, tarihe damgasını vuran ve burjuvazinin tüm çabalarına rağmen izleri halen silinemeyen Ekim Devriminin kıvılcımını çakan olay, 1917 Şubatında (modern takvime göre Martında) kadın tekstil işçilerinin genel grev çağrısıyla devasa bir gösteriye dönüşen Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi olmuştu. İzleyen günlerde kadın işçilerin gösterileri daha da yığınsallaşmış ve tüm işçileri kapsayan genel bir işçi ayaklanmasına dönüşmüştü. Bir hafta boyunca kitleselleşerek büyüyen bu işçi ayaklanmasıyla Çar II. Nikola 14 Martta tahtını terk etmek zorunda kalacak ve Ekim Devriminin başlangıcı niteliğinde olup tarihe Şubat Devrimi olarak geçen bu olay sonucunda dünya tarihinde yeni bir sayfa açılacaktı. İlk ateşi böylece Şubatta tutuşturulan Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşında ekonomisi tümüyle çöken ve köylülüğün çoğunlukta olduğu geri bir ülkede patlak vermişti. Bütün bu gerilik koşullarına ek olarak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi nedeniyle Ekim Devrimi yalnız kalmış ve yalıtılmıştı. Ve nihayetinde de, bu olumsuz koşulların beslediği ortamda gelişen bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla Ekim Devriminin yarattığı proleter devlet, önüne koyduğu hedeflere ulaşamadan yıkılıp gitti. Fakat bu kısa süre içinde gerçekleştirilenler dahi, Rus toplumunu hallaç pamuğu gibi atmaya ve tüm dünya işçi sınıfına paha biçilmez deneyimlerin aktarılmasına yetecekti. Devrimden önce, üretimin ezici ağırlığını tarımın oluşturduğu Rusya’da kadınların çok büyük bir kesimi tarım alanında çalışıyordu. Bunların önemli bir kısmını ise çalışması karşılığında herhangi bir ücret almayan aile işçileri oluşturuyordu. Kentlerde çalışan kadınlar ise çoğunlukla kalifiye olmayan işlerde ve erkeklere göre çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Bazı işkollarında 16 saati
22
bulan ağır çalışma koşulları içinde 8 saatlik işgünü onlar için bir hayaldi. Evde babanın ve kocanın baskısına maruz kalan kadınlar, iş yaşamında patronun tehdit ve şiddetine maruz kalarak bu baskıyı katmerli biçimde yaşıyorlardı. Kadınların yaklaşık %80’i okuma-yazma bilmiyordu ve eğitim düzeyinin düşüklüğü nedeniyle vasıflı işlerde çalışamıyorlardı. Çarlık yasalarına göre kadın “bir ev kadını olarak, ailenin reisi olan kocasının sözünü dinlemek, onu sevmek, ona saygı göstermek, sınırsız bir itaatle bağlı kalmak, her türlü yardımda bulunmak ve her türlü sevecenliği göstermek” zorundaydı. İşte Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan bu ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalayacaktı. Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açıyordu. 1920’de kürtajın yasal hale getirilmesi ve gebelikten korunma yöntemlerinin yaygınlaştırılması, sağlıksız ortamlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilen kürtajlar sonucunda kadın ölümlerinin artmasının önemli ölçüde önüne geçmişti. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştı (örneğin Troçki resmi olarak eşi Natalya Sedova’nın soyadını almıştı ve çocukları da annelerinin soyadını taşıyorlardı). Resmi ve gayri resmi (fiili) evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahipti. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu büyük ölçüde aşılmıştı. Devrim sonrasında oluşturulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, kadının eve bağımlılığının ve
Ekim 2005 • sayı: 7
toplumsal üretime katılmasının önündeki engellerin yıkılması amacını güdüyordu. Fakat ne yazık ki savaşın ve iç savaşın yol açtığı yıkım, Bolşeviklerin programatik olarak önlerine koydukları bu hedeflerin yerine getirilmesini sekteye uğratıyordu. Hedeflenenlerle gerçekleştirilebilinenler arasında muazzam bir uçurum söz konusuydu. Sovyet kadınları, Birinci Emperyalist Savaşın ve işçi devriminin ardından başlayan iç savaşın harabeye döndürdüğü bir ülkeyi ayağa kaldırmak için büyük fedakârlıklarda bulunmuş ve hiç de kolay erişilmeyen önemli kazanımlar elde etmişlerdi. Savaşın ve iç savaşın harabeye çevirdiği, kıtlıkla yüz yüze getirdiği geri bir köylü ülkesinde iktidara gelen proletaryanın ve emekçi kitlelerin çektiği zorlukları, kadınlar iki kat ağır biçimde yaşadılar. Bununla birlikte, kadınların yaşadığı bu katmerli sorunlar Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından hiçbir çarpıtmaya meydan bırakmaksızın ve üstü örtülmeksizin açıkça ortaya koyulmaktaydı. Lenin döneminde Bolşevikler kadınların toplumsal üretim sürecinden dışlanmaması için alınabilecek tüm önlemleri almaya çalışmışlar, işsiz kalan kadınlar için üretim kooperatifleri kurmuşlardı. Ayrıca partinin kadınlar arasında örgütlenmesine özel bir önem atfedilmekte ve kadınların politikaya aktif olarak katılmalarını sağlamak için özel bir çaba sarf edilmekteydi. Ne var ki Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarındaki bu komünist yaklaşımı, Stalinist bürokrasinin giderek egemenliğini pekiştirmesiyle birlikte her alanda tasfiye edilecekti. Bürokratik diktatörlük 1936 Anayasasıyla, kadın ve aileye ilişkin pek çok yasayı da değişikliğe uğratmaya girişti. “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu sosyalizme geçildiğini şaşaalı biçimde ilan eden ‘36 Anayasası, bir yandan da “Sovyet ailesinin sağlamlaştırılması”na dair yasalar içeriyor ve bunu bir devlet politikası haline getiriyordu. Bu politikanın bir uzantısı olarak, önce kürtaj yasaklanarak büyük aileleri teşvik eden kampanyalar ve uygulamalar başlatıldı. Boşanma zorlaştırılıp pahalı bir işlem haline getirilirken, daha önce nüfus cüzdanlarına işlenmediği halde işlenmesi zorunlu kılındı. Artık kız çocukları okullarda annelik ve ev kadınlığı rolüne uygun bir eğitimden geçiriliyorlardı. Her ne kadar fiili evlilikle resmi evlilik yasalar önünde eşit muamele görüyorsa da devlet resmi evliliği teşvik edici propagandaya hız vermişti. Troçki, Ocak 1938 tarihli Sovyet Hükümeti Yirmi Yıl Önce Benimsenen Prensipleri Hâlâ İzliyor mu? adlı yazısında, bürokrasinin kadının ev içi köleliğini nasıl canlandırdığı hususuna dikkat çekmektedir: Kadının konumu, bir toplumsal sistemi ve devlet politikasını değerlendirmek için en canlı ve en etkili göstergedir. Ekim Devrimi, bayrağının üzerine kadınların kurtuluşu şiarını yazdı ve evlilik ve aile konusunda tarihteki en ilerici yasaları çıkardı. Kuşkusuz bu Sovyet kadını için “mutlu bir hayat”ın derhal hazırlandığı anlamına gelmiyor. Kadınla-
marksist tutum rın gerçek kurtuluşu ekonomi ve kültürde genel bir yükseliş olmaksızın, küçük-burjuva ekonomisinin aile birimi yıkılmaksızın, toplumsallaşmış yemek üretimi ve eğitim olmaksızın düşünülemez. Bu arada bürokrasi, muhafazakâr içgüdüsünün rehberliğinde, ailenin “dağılması” konusunda alarma geçmiştir. Aile yemeklerine ve aile çamaşırhanelerine, yani kadının ev köleliğine övgüler düzmeye başlamıştır. Bürokrasi, hepsinin üstüne tüy dikip, kürtajı yeniden cezai bir suç sayarak kadınları yük hayvanı statüsüne resmen geri döndürmüştür. Komünizmin ABC’sine tamamen zıt bir şekilde, egemen kast, böylece sınıf sisteminin en gerici ve en karanlık çekirdeğini, yani küçük-burjuva aileyi yeniden canlandırmıştır.2
1944’te çıkarılan kararname kadını çocuk üretme makinesi olarak kutsuyor ve ‘36 Anayasasının açtığı yolu daha da düzlüyordu. Bu kararnameyle fiili evlilik yasal olmaktan çıkarılmış ve boşanma iyice zorlaştırılmıştı. Artık SSCB kadınları doğurdukları çocuk sayısıyla orantılı olarak “kahraman anne” sıfatına hak kazanıyor, “annelik onur nişanı”na ve “annelik madalyası”na sahip olma şerefine nail oluyorlardı. Çocuksuz ailelere ise daha fazla vergi ödeme cezası getirilmişti. Sovyet devleti kurulduğunda çocukların bakımı ve eğitimi toplumsal bir görev olarak tespit edilirken ve bundan esas olarak devlet sorumlu tutulurken, bu dönemde, çocukların bakım ve eğitiminden temel olarak sorumlu olanın aile olduğu ilan ediliyordu. Böylece tüm işçi sınıfı için ulaşılması imkânsız görülen bir hayali birkaç yıllığına da olsa cisimleştiren Ekim Devriminin tüm kazanımları, kadınların elde ettiği kazanımlarla birlikte, despotik-bürokratik diktatörlük tarafından bir bir gasp edildi. Dünyayı sarsan Ekim devriminin ardından yaşananlar iki açıdan paha biçilmez derslerle doludur: Birincisi, bu devrim, sınıfsız toplum yolunda ilerleyen bir işçi iktidarı altında yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin işçi ve emekçi sınıfların ve elbette kadınların hayatını nasıl sıçramalı bir biçimde değiştireceğini göstermiştir. İkincisi ise, dünya devrimine dönüşemediği ve varolan kazanımlar bizzat proletaryanın önderliğinde ve koruyuculuğunda kalıcı hale getirilemediği takdirde kurtuluş yolunun nasıl karartılabileceğinin kanıtı olmuştur. Ekim Devrimi bugün hâlâ, kadınıyla erkeğiyle tüm ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri özgürlük ve kurtuluş mücadelesine tutulan en güçlü ışık olmaya devam ediyor. Ekim Devriminin ve onun Leninist-Bolşevik önderliğinin teşkil ettiği örnek, dünya işçi sınıfının ileriki atılımlarında ona kılavuzluk edecek ve yanlış yollara sapmamasını sağlayacak en büyük rehberimizdir.
1
2
———————————— Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, İnter Yay., Ekim 2000, s.187-88 Troçki, Writings of Leon Trotsky (1937-38), s.170
23
Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının beşinci bölümünü yayınlıyoruz.
Sermayenin çok yönlü hareketi Kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık dönemine, büyük güçlerin daha geniş sömürgeler elde etme ihtirasının körüklediği savaşlar ve toprak ilhakları eşlik ediyordu. Bu döneme damgasını basan iktisadi özellik, dış pazarlara artan meta ihracı, sömürgelerden ucuz hammadde ithali ve dünya ticaretinde üstün bir konum elde etme arzusuydu. Fakat kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesiyle birlikte sermaye ihracı büyük bir önem kazandı. Bununla birlikte, meta ihracındaki ve dünya ticaretindeki gelişme de kuşkusuz son bulmadı. Zira bu gibi unsurların olmadığı bir kapitalizm mümkün değildir. Ne var ki gelişmiş kapitalist ülkelerde ortalama kâr oranı düştüğünden, sermaye daha kârlı olacağı yatırım alanları arayışı içinde az gelişmiş bölgelere akmaya, buralarda da kapitalist bir işleyişi kamçılamaya başladı. Burada önemli bir hususun yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Sermaye hareketinde ağır basan yönün her zaman gelişmişlerden az gelişmişlere doğru olacağı şeklinde bir kural yoktur. Gerçi geçmişte gelişmiş kapitalist ülkeler kendilerine ait sömürge veya nüfuz alanlarına çok önemli ölçeklerde sermaye yatırımı yaptılar. Ama zamanla büyük sermayenin çeşitli ülkeler arasındaki çok yönlü ilişkileri öne çıktı. Yirminci yüzyıldaki sermaye hareketleri incelendiğinde, yüzyılın başlangıcında gelişmiş ülkelerden az gelişmişlere doğru sermaye ihracının ağır bastığı görülür. Ayrıca, kapitalist gelişmede daha sonra müthiş sıçramalar kaydeden bazı ülkeler de önceleri büyük ölçeklerde ser-
24
maye ithal etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’nin sermaye ithali dikkat çekici boyutlardaydı. Fakat Amerikan kapitalizmi daha sonra muazzam bir yükseliş kaydedecek ve İkinci Dünya Savaşını takiben de emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü olacaktı. ABD artık Avrupa’ya ve çeşitli ülkelere devasa boyutlarda sermaye ihraç eden bir numaralı emperyalist ülke konumuna ulaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dikkat çeken olgulardan biri de, ABD, Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülke veya bölgeler arasındaki ekonomik ilişkilerin ve karşılıklı bağımlılığın artışı oldu. Dünya ticareti ve sermaye hareketi içinde gelişmiş kapitalist ülkelerin tuttuğu yer büyüdü. Bunun başlıca nedenlerinden biri, sermayenin aşırı riskli gördüğü yerlerden kaçıp kendini sağlama almayı yeğlemesiydi. Bir zamanların sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde tutuşan ulusal kurtuluş mücadeleleri, genelde bu tür bölgelerde risk faktörünü değişikliğe uğratmıştı. Ayrıca, yeni kurulan ulus-devletlerin izlediği ulusal kalkınmacı politikalar ve zaman zaman başvurdukları millileştirmeler, emperyalist sermayece ciddi bir istikrarsızlık kaynağı addedilmekteydi. Emperyalist metropoller açısından bu tür ülkeler, büyük sanayi yatırımları bakımından tekin olmayan, güvencesiz ortamlar olarak değerlendiriliyordu. Zamanla, nispeten yerinde sayan az gelişmiş ülkelerle büyük bir gelişme potansiyeli taşıyan az gelişmiş ülkeler arasındaki ayrım netleşti. İktisadi gelişmede hızlı sıçramalar kaydetmeye başlayanlar kapitalizm temelinde yol
eşme /5 Elif Çağlı
aldıkça, bu ülkelerde burjuvazi dünya kapitalist sistemine iyice eklemlenmeyi şiddetle arzular hale geldi. Önde gelen emperyalist ülkelerin birbirleriyle geliştirdikleri bağların yanı sıra, bunların yeni yükselişler kaydeden orta gelişkinlik düzeyindeki ülkelerle iktisadi ilişkileri de yoğunlaştı. Örneğin Brezilya gibi gelişen Latin Amerika ülkelerine ABD’den çok önemli sermaye transferleri yapılırken, Asya Kaplanları olarak adlandırılan ülkelerde de muazzam bir sanayileşme atağı yaşandı. Böylece sermaye hareketinin büyük bölümünü de bu Asya ülkeleri kendine çekti. ABD’nin hegemon konumunun pekişmesiyle birlikte dünyanın pek çok bölgesinde Amerikan emperyalizminin borusu öter hale gelmişti. Ancak bu durum hiçbir zaman diğer emperyalist güçleri tamamen devreden çıkarmadı. Emperyalist ülkeler nüfuz alanlarını güçleri oranında aralarında paylaştılar. Zira emperyalist işleyiş kolonyalizmden farklıdır ve hiçbir emperyalist ülke hiçbir bölgede diğerlerini mutlak anlamda dışlayan bir egemenlik tesis edemez. Örneğin Amerikan sermayesinin bir Güney Asya ülkesine akışı, diyelim Fransa’nın ya da Japonya’nın o ülkeye sermaye ihracını katiyetle yasaklamış olmaz. Ayrıca kapitalizmin emperyalist aşaması, çeşitli kapitalist ülkelerin sermaye gruplarını kaçınılmaz olarak muazzam ölçüde girift ilişkiler içine sokar. Emperyalizm çağıyla birlikte kapitalizmin uluslararası işleyiş ve ilişkilerinde de önemli bir değişim yaşandı. Çeşitli ülke sermaye grupları, aralarındaki rekabet asla ortadan kalkmaksızın, giderek küresel ölçekte birlikte iş
görmeye koyuldular. Dünyadaki güçlü finans kapital grupları, büyük tekeller yerküremizin pek çok noktasını son derece karmaşık ilişkiler ağıyla sarmaladıkça, rekabet içinde birliktelik olgusu da çok daha derin ve çelişkili bir karakter kazandı. Birbirine binbir ilişki ile bağlı çeşitli kapitalist ülkelerin aynı zamanda kendi çıkarlarını maksimize etme hırsıyla davranışı, organik bir bütünü zıt yönlere çeken eğilimlerin çatışmasını da beraberinde getirdi. Kapitalizmin emperyalizm temelinde yol almasıyla, küreselleşme olgusu da sıçramalı tarzda olgunlaşmaya ve giderek daha net biçimde kavranabilir hale gelmeye başladı. Özellikle 60’lar sonrasında hız kazanan bu sürecin ilerleyişi içinde, dünya dengelerini kökünden sarsan bir başka tarihsel olay daha yaşandı. 80’lerin sonu ve 90’ların başında “sosyalist” blokun çöküşüyle birlikte, kapitalist sistemin yayılma iştahıyla göz dikeceği yeni ve büyük bir alan açılmış oluyordu. Kapitalizmin bu gelişmeyi, adeta kendisine gençlik aşısı oluşturacak bir fırsat biçiminde sunup globalizm propagandasına ağırlık verdiğini biliyoruz. Fakat işin aslında, yoğunlaşan küresel gelişim sistem açısından bir yenilenme ve gençleşme eğilimi oluşturmuyor. Tam tersine bu durum, yaşlanan ve çürüyen kapitalizmin çelişkilerinin yoğunlaşması ve keskinleşmesi anlamına gelmektedir. Kendinden önce yer alan üretim biçimlerine oranla insan topluluklarının iktisadi yaşam koşullarını geliştirip iyileştiren bu sistem artık köhnemiştir. Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel vb. boyutlar içeren çeşitli kıyaslamaları geçmişe oranla değil, geleceğe oranla yapmamız gerekiyor.
25
marksist tutum
Günümüz koşullarında, kapitalizmin üretici güçleri ve yaşam koşullarını eski dönemlere kıyasla nasıl da ilerletmiş olduğu gerçeğinin tekrarıyla asla yetinilemez. Zira dünyamız uzun bir süredir bir bütün olarak sosyalizm için olgunlaşmış bulunuyor. Dünyanın ve insanın esenliği bakımından sosyalizm çoktandır kendini dayatmış durumda. Üretici güçleri insan soyunun çıkarlarıyla uyumlu nitelik ve nicelikte ilerletme ve böylece sosyalizme ulaşma şansı ancak kapitalizmin yıkılması ve dünya üzerinde gerçek işçi iktidarının, yani işçi demokrasisinin kurulması sayesinde yakalanabilir.
Emperyalizm ötesi yeni bir aşama mı? Üretim sürecinin ve iktisadi ilişkilerin günümüzde 20. yüzyılın başına oranla daha da küresel bir karakter kazanması kapitalizmin yeni bir aşamaya girdiği anlamına gelmiyor. Marksist çözümleme, kapitalizmin emperyalist aşamasının bu sistemin son evresi olduğunu göstermiştir. Bu değerlendirmenin derininde, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin artık tüm küreyi kucaklayıp en son sınırına gideceği bütünsel bir iktisadi sistem yarattığı hakikati yatıyor. Bu bakımdan emperyalizm gerçekten de kapitalizmin son aşamasıdır. Ama bu niteleme, emperyalizm aşamasının zamanın akışı içinde bizzat kendi temelleri üzerinde geliştiği ve günümüzde çok daha net kavranabilir bir olgunluk düzeyine ulaştığı saptamasıyla çelişmez. Küreselleşme sorunu buradan hareketle ele alındığında, küresel kapitalizmin emperyalizmden farklı ve onu aşan yeni bir evre olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Dünyaya yayılarak küresel bir pazar ve küresel bir sistem yaratmış olan kapitalizm altında, çeşitli uluslar bağlamında bileşik fakat eşitsiz bir gelişim devam eder. Kapitalizmin globalleşme düzeyi, sermaye hareketinin dünyanın uç noktalarına yayılmasından da izlenebilir. Sermaye kârını maksimize edebilme dürtüsü içinde maliyetlerin düşük olabileceği alanlara kayarken, bir yandan da büyük tekeller arasındaki çeşitli evliliklerle çokuluslu tekeller gelişir. Sermaye belirli ellerde toplaşarak yoğunlaşır ve merkezileşir. Böylece küreselleşen kapitalizm ücretli emeğin sömürüsünü de giderek küreselleştirir. Farklı gelişme düzeyindeki kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik uçurumu kapanmaz, ama geriden gelen ülkelerin de iktisadi gelişme düzeyi yükselebilir. Bunların da diğer kapitalist ülkelerle çok yönlü ilişkileri yoğunlaşır ve derinleşir. Çeşitli ülkeler burjuvaları, dünyada yaratılan toplam artıdeğerin paylaşımında rekabet içinde birlikte hak sahibi olurlar. Toplam artı-değer, neticede tıpkı bir ulus-devlet içinde olduğu gibi global düzeyde de sermayelerin büyüklük ve güçlerine göre bölüşülür. Küreselleşmeyi, kapitalizmin geçmiş dönemlerinin bunalımlı işleyişine son verecek yepyeni bir aşama olarak sunup savunan düzen yandaşları vardır. Globalizm hayranlarının iddialarına gerekçe yaptıkları hususlardan biri
26
Ekim 2005 • sayı: 7
Günümüz koşullarında, kapitalizmin üretici güçleri ve yaşam koşullarını eski dönemlere kıyasla nasıl da ilerletmiş olduğu gerçeğinin tekrarıyla asla yetinilemez. Zira dünyamız uzun bir süredir bir bütün olarak sosyalizm için olgunlaşmış bulunuyor. Dünyanın ve insanın esenliği bakımından sosyalizm çoktandır kendini dayatmış durumda. Üretici güçleri insan soyunun çıkarlarıyla uyumlu nitelik ve nicelikte ilerletme ve böylece sosyalizme ulaşma şansı ancak kapitalizmin yıkılması ve dünya üzerinde gerçek işçi iktidarının, yani işçi demokrasisinin kurulması sayesinde yakalanabilir. de, kapitalist iktisadi ilişkilerin eskiye oranla daha da evrenselleşen karakteridir. Bunların elini ideolojik bakımdan güçlü kılan diğer bir hususu ise, emperyalizm konusundaki bazı önemli Marksist açılımların zaman içinde deforme edilmesi oluşturmaktadır. Lenin’in emperyalizm dönemini tanımlamak üzere sıkça tekrarladığı “can çekişen kapitalizm”, “çürüyen kapitalizm” veya “çöküşe yüz tutmuş kapitalizm” benzeri nitelemeler de deformasyondan nasiplerini almışlardır. Düzen savunucuları, çeşitli Marksist açılımların çarpıtılmış yorumlarına dayanarak, aslında kapitalizmin hiç de Marksistlerin dediği gibi çökmediğini, tersine daha da coştuğunu, coşacağını ve neredeyse ebedi bir düzen olduğunu iddia etmektedirler. Bu gibi iddiaların dayanaksızlığı bir yana, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği yolundaki görüşlerin aslında Marksizmle bir ilgisi yoktur. “Can çekişen kapitalizm” ve benzeri nitelemeler, kimilerince çarpıtıldığı üzere bugünden yarına kesinleşecek mutlak sonuçlara değil, yalnızca tarihsel gidişata işaret etmektedirler. Lenin veya diğer devrimci Marksistler, emperyalizmle son aşamasına yükselen kapitalizmin, gelişimin diyalektik yasası gereği bir iniş eğilimi sergileyeceğine dikkat çekmişlerdir. Bu Marksist değerlendirme, dünya kapitalizminin şu ya da bu sistem kriziyle birlikte ansızın çökeceği veya artık hiçbir yeni genişleme ya da gelişme kaydetmeyeceği anlamında bir “çöküş” teorisi değildir. Lenin dönemi Komintern tartışmalarında bu konu üzerinde durulmuştur. Troçki 1921’de Üçüncü Kongreye sunduğu raporunda, koşulların kapitalizm lehine değişmesi durumunda çöküş eğilimine rağmen üretici güçlerde yeni bir yükselişin yaşanabileceğini belirtir. Yakın tarihte ve günümüzde yaşanan gelişmeler, bürokratik rejimlerin çöküşüyle kapitalizme açılan yeni alanlarda veya Ortadoğu, Afrika gibi kapitalist gelişme açısından geriden gelen bölgelerde emperyalist güçlerin atağa geçmek istediklerini kanıtlıyor. Yeni yatırım alanları olarak göz dikilen bölgelerde kapitalizmin iktisaden önemli bir atılımı gerçekleştirebilmesi teoride pekâlâ mümkündür. Kaldı ki son Rus ve Çin örnekleri, bunun teorik bir olasılık olmaktan öte pratikte de bal gibi gerçekleştiğini gösteriyor. Fakat bu durumun verili dengeleri
Ekim 2005 • sayı: 7
değişikliğe uğrattığı, emperyalist güçler arasındaki gerilimi alabildiğine arttırdığı, yeni çatışmaları kışkırttığı ve sınıf savaşını da ergeç kızıştıracağı çok açıktır. Bir de unutulmamalı ki, yeni bir atılım için iştahı kabaran kapitalist organizma artık gençlik döneminde değildir. Kapitalist sistemin yaşlılık dönemine denk gelen çalımlarına, burjuvazi yoğun bir ideolojik propagandayla bir “ikinci bahar” havası vermeye çalışıyor. Kapitalizmin yeni alanlara daha girift ve yoğun ilişkiler temelinde el atma çabası, emperyalizm ötesi yeni bir aşama olarak empoze edilmek isteniyor. Oysa kapitalist yaşam, bu üretim tarzının son aşaması olan emperyalizmin işaret ettiği çürüme eğilimini hafifletmek, durdurmak ya da tersine çevirmek ne kelime, tüm alanlarda büsbütün şiddetlendirecek gelişmelerle ilerliyor. Doğrudan düzen yandaşı yazarlar dışında, solda da küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir aşaması bağlamında ele alan muhtelif görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin küreselleşmenin, kapitalizmin uluslararası sistem aşamasından uluslarötesileşme aşamasına geçtiği bir süreç olduğu yolunda değerlendirmeler vardır. Şayet uluslarötesileşme kavramı, ulus-devlet olgusunun aşıldığı bir kapitalist aşama anlamında kullanılıyorsa bu yaklaşım yanlıştır. Yok eğer maksat bu değilse, sözcüklerle oynayarak ve düşünsel düzeyde eklektik yapılar inşa ederek gerçekliği kavramak mümkün değildir. Küreselleşmenin emperyalist aşamadan farklı olarak, kapitalist sistemin alt sistemlere bölünmesi anlamına geldiğini iddia eden tezler de aynı şekilde sağlıksızdır. Bu minvaldeki tezlere göre, kapitalist sistem Almanya’nın başını çektiği Avrupa alt sistemi (AB), ABD öncülüğünde biçimlenen Amerika alt sistemi (NAFTA) ve Japonya’nın önderliği altında oluşan Doğu-Pasifik alt sistemi (ASEAN) olarak üç alt sisteme bölünmüştür. Yine bu tezlere bakılırsa, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra artık üç kutuplu bir dünyada yaşanmaktadır. Burada sorun, aslında tüm dünya dengelerinin altüst olduğu, böylece sistemin derin bir istikrarsızlığa sürüklendiği ve çeşitli emperyalist birliklerin geleceğinin belirsizleştiği bir konjonktürden, kalıcı bir yeni dünya düzenini tanımlamaya yönelik sonuçların çıkartılmaya çalışılmasıdır. Kapitalizmin zıt yönlü eğilimler temelinde yol aldığı gerçeğini unutmaya gelmez. Bu hususu unutarak uçlara savrulmak, şu ya da bu eğilimi mutlaklaştırmak veya tamamen spekülatif tarzda teori inşa etmek anlamına gelir. Diyelim kapitalizmin tek bir dünya tröstü şeklinde bütünleşeceğini iddia etmek nasıl mantıksızlık sınırlarına varıyorsa, kapitalist sistemin birbirinden yalıtık alt sistemlere parçalanacağı düşüncesi de öyledir. Büyük emperyalist güçler yalnızca şu ya da bu alana değil, çeşitli alanlara muhtelif derecelerde nüfuz eder ve planlarını da buna göre yürütürler. ABD, yarın öbürgün ASEAN’ın Japonya öncülüğünde kendisine karşı tamamen ayrı bir baş çekmemesi amacıyla, Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu
marksist tutum
bölgesinin dinamik ülkelerini kendi hegemonya alanında tutacak APEC’i inşa etmiştir.1 Son dönemlerde yıpranmış görünen konumuna rağmen ABD önde gelen emperyalist güç odakları arasında hâlâ birinci konumdadır. Bu gerçeklik AB’nin önde gelen bazı yetkilileri tarafından da itiraf edilmektedir. ABD ekonomisinin son derece güçlü olduğu, dünyanın bir numaralı ekonomisi olmaya yakın dönemde de devam edeceği ve ABD’nin her alanda dünya liderliğini elinde tuttuğu söylenmektedir. Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada kapitalist bloku NATO vb. dolayımıyla hegemonyası altında tutan ABD, daha sonra değişen dünya koşullarına rağmen hegemonyasını yitirmiş değildir. Hâlâ gerek AB gerek Latin Amerika’dan Kanada’ya, Japonya’dan çeşitli Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya ülkelerine uzanan diğer bölgesel bloklar üzerinde kontrol olanağına sahiptir. Son yıllarda yoğunlaşan sorunlarına rağmen ABD iktisadi büyüme bakımından rakibi AB’den ilerdedir. Üretim sürecinin ve iktisadi ilişkilerin günümüzde 20. yüzyılın başına oranla daha da küresel bir karakter kazanması kapitalizmin yeni bir aşamaya girdiği anlamına gelmiyor. Marksist çözümleme, kapitalizmin emperyalist aşamasının bu sistemin son evresi olduğunu göstermiştir. Bu değerlendirmenin derininde, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin artık tüm küreyi kucaklayıp en son sınırına gideceği bütünsel bir iktisadi sistem yarattığı hakikati yatıyor. Üretici güçlerdeki gelişimin ulus-devletlere parçalanmış bir dünya realitesiyle bağdaşmadığı ve sermayenin çeşitli üst birlikler oluşturma yoluyla önündeki engelleri aşmaya çabaladığı biliniyor. Kapitalist ulus-devletlerin çeşitli alanlarda izleyeceği politikaların, büyük sermayenin gereksinimleri ile ilânihaye zıt yönde biçimlenemeyeceği de açıktır. ABD gibi büyük ve birleşik bir ulus-devletin rekabet baskısına karşı duramayan ülkelerin, kendilerini ulus-devleti aşan üst birlikler içinde ifade etmeye çalıştıkları bir dünyada yaşıyoruz. Hatırlarsak çeşitli Avrupa ülkelerinin AB’ye giden yolu da bu temelde döşenmişti. Bugün emperyalist güçler yalnızca aşina rakip güçlere karşı değil, olası rakiplere karşı da önlem almak istiyorlar. Fransa Devlet Başkanı Chirac, ABD ve Hindistan’a karşı durabilmek için AB’nin ilerletilmesine ihtiyaç olduğunu dile getiriyor. Keza ABD, henüz açıktan çatışmasa da yükselen güçler konumundaki Rusya ve Çin’e karşı köprü başlarını tutma ve AB ülkelerinin kendinden bağımsız angajmanlara girmesini engelleme telâşı içindedir. Bazı yazarlarca olduğundan fazla önem atfedilen alt sistemler, olup olacağı, rakiplere karşı biraraya gelme ihtiyacı duyan şu ya da bu kapitalist ülkeleri kapsayan ekonomik birliklerdir. Bu alt sistemlerin mevcut ulus-devlet yapılanmalarına son verecek kalıcı üst-yapılar yaratabilece-
27
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
ği düşüncesi teoride mümkün gibi görünse de, pratik değerinin zayıflığı kanıtlanmıştır. Diğerleri arasında güya en inandırıcı görünen kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin bir ütopyadan ibaret olduğu daha Lenin döneminde ortaya konmuş bulunuyor. Kaldı ki, bugün bu fikir bizzat Avrupa burjuvazisine bile inandırıcı gelmemektedir. Hatta bir ekonomik birlik olarak AB’nin geleceği belirsizdir. Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar altında Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır. Güçlenen Çin, yanına Japonya ve Rusya’yı da alarak ABD’ye kafa tutan rakip bir blok oluşturabilir. Bu ve benzeri gelişmelerin yaşanması pekâlâ olasıdır. Ama bu gibi noktalardan hareketle, tek bir hegemon güç altında biçimlenen kapitalist sistemin yapılanmasının kesinlikle değişeceğini ve her birinin başında ayrı bir hegemon gücün yer alacağı alt sistemlere bölünerek yoluna devam edeceğini iddia etmek isabetli bir yaklaşım olamaz. Zira şu ya da bu doğrultuda yorumlanmaya çalışılan olasılıklar, aslında oluşacak yeni bir dünya dengesine değil, olsa olsa büyük bir dengesizliğe işaret etmektedirler. Kapitalist sistemin belirli bir tarih kesiti boyunca varlığını sürdürebilmesi, neticede öyle ya da böyle, görece bir dengeye ve istikrara kavuşmasına bağlıdır. Belirli koşullar altında sağlanan denge durumu, şartlar değiştiğinde kuşkusuz bozulabilir. Fakat kapitalist sistem yıkılmadığı sürece, büyük çatışmalar pahasına da olsa, yeni bir denge ve istikrar arayışı kendini kuvvetle dayatır ve bu ihtiyaç süreci belirler. Emperyalizm çağı, kapitalist dünyada görece istikrarın, nihayetinde sistemin tek bir hegemon güç altında biçimlenmesi sayesinde gerçekleşebildiğini göstermektedir. Bu gerçeklik, sistemin bütününde yalnızca hegemon ülkenin mutlak iradesinin geçerli olacağı anlamına gelmiyor elbet. ABD emperyalizminin uzun yıllardır devam eden tartışılmaz üstünlüğüne rağmen, diğer emperyalist ülkeler de kuşkusuz şu ya da bu ölçüde güç ve söz sahibi olmuşlardır. Ama kritik durumlarda son tahlilde hegemon gücün belirleyiciliği altında bir uzlaşmaya varılabilir.
28
Emperyalist-kapitalist sistemin yapısal özellikleri, sistemin bekası için bu tür bir işleyişin devamını gerektiriyor. Kapitalizmin birden çok hegemon güç temelinde alt sistemlere bölünmesi, rekabeti tamamen kontrolden çıkarır ve rakip bloklar arasındaki çatışmaları sistemi ölümcül tehlikeye sürükleyecek bir düzeye yükseltir. Böyle bir durum ise kapitalizmi bugünkünden farklı tanımlanması gereken yeni bir denge durumuna değil, olsa olsa sonu belirsiz kaotik bir duruma sürükleyebilir. Küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir evresi olduğu yolunda geliştirilen görüşler aslında birbirinin zıddı çeşitli yönlere açılıyorlar. Ama yine de genelde ortak bir özelliğe sahipler. Zira pek çoğunun üretimi, eski tezlerin biraz makyajlanıp yeni ambalajlar içinde sunulmasına dayanıyor. Bu bağlamda öne çıkan bir örnek olarak, Antonio Negri’nin Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığı İmparatorluk kitabı hatırlanabilir. Kitapta, emperyalizm çağının sona erdiği ve imparatorluk çağının başladığı teorize edilmektedir. Yazarlara göre, büyük kapitalist güçler tek bir dünya tröstü içinde birleşecek ve ulus-devletler bu imparatorluk içinde eriyeceklerdir. Açıktır ki bu görüşler geçmişin ultra-emperyalizm teorilerini, Kautsky’leri hatırlatıyor. Gerçi bu tip yaklaşımlar yıllar öncesinde devrimci Marksist yazarlar tarafından çürütüldüler. Ne var ki, çeşitli vesilelerle yeniden ısıtılıp gündeme sokuluyorlar ve işin ilginç tarafı Marksist geçinen çevreler arasında oldukça itibar görmeyi de sürdürüyorlar.
Ulus-devlet aşılıyor mu? Kapitalizm sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi temelinde yol aldığından, dünya ekonomisinin kontrolü giderek daha az sayıda fakat daha büyük ölçeklerdeki çokuluslu tekellerin eline geçiyor. En önde gelen yirmi çokuluslu tekelin toplam cirosu, sekseni aşkın devletin gayrisafi milli hasıla toplamından büyüktür. Tekelci sermaye ulus-devlet sınırlarını aşan bir hareketlilik sayesinde, ulus-ötesi bir yapılanma ve statü kazanmıştır. Bu gelişme, ulusal sınırların varlığını iktisadi anlamda kuşkusuz önemsizleştirmektedir. Ama siyasal ve toplumsal alan, iktisadi gelişmelere hiçbir zaman çatışmasız ve kendiliğinden biçimde, sorunsuzca ve eşzamanlı olarak boyun eğmemiştir, eğmez de. İşte bu gerçeklik bir yandan kapitalizmin çelişkilerini azdırıyor, diğer yandan da pek çok tartışma konusunu gündeme getiriyor. Önemli bir tartışma konusu merkezileşme eğilimine ilişkindir. Aralarındaki rekabete rağmen emperyalist ülkeUlus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulusdevlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır.
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
Kapitalizm öncesi yapıların yıkılarak son tahlilde işçi sınıfının yararına olacak bir ilerlemenin sağlanması, siyaseten asla onaylanmaması gereken yöntemlerle, en gerici uygulamalarla ve en kıyıcı emperyalist savaşlar eşliğinde tarihin gündemine sokulabiliyor. Böylece kapitalizm tamamen kendine has bir tarzda yol alırken, işçi sınıfına düşen görev de durup kapitalizmi selamlamak değil, kendi devrimci tarzıyla onunla mücadeleyi sürdürmektir. ler çeşitli alanlarda üst birlikler oluşturuyorlar. Böylece kapitalist sistem, ihtiyaç duyduğu merkezi bir işleyişi ulus-devlet engeline rağmen bir ölçüde sağlayabiliyor. Elbette kapitalizm altında kaydedilen merkezileşme dünya halklarına ve işçi sınıfına nice ilâve sorunlar getiriyor. Fakat merkezileşme eğilimi, aynı zamanda, insanlığın ulus-devletler temelinde parçalanmışlığına son verecek olan dünya proleter devriminin ihtiyaç duyduğu nesnel zemini de döşemiştir. Kapitalizmin üretici güçlerin kullanımını merkezileştirmesi, bu sömürücü ve baskıcı düzenin aşılıp sosyalizmin inşasının başarılmasını mümkün hale getirmiştir. İşte bu nedenle, Marx’ın da belirttiği gibi, burjuvaziyi merkezileştiren gelişme bir bakıma işçilerin de yararınadır.2 Bu ve benzeri açılımları irdelerken, madalyonun diğer yüzünde yer alan gerçeklere de mutlaka bakmak gerekiyor. Kapitalizm altında iktisadi planda yürüyen gelişme eğilimiyle, bunun siyasal ve kültürel alandaki izdüşümlerinin birebir denkliği asla söz konusu olamaz. Örneğin kapitalizm öncesi yapıların yıkılarak son tahlilde işçi sınıfının yararına olacak bir ilerlemenin sağlanması, siyaseten asla onaylanmaması gereken yöntemlerle, en gerici uygulamalarla ve en kıyıcı emperyalist savaşlar eşliğinde tarihin gündemine sokulabiliyor. Böylece kapitalizm tamamen kendine has bir tarzda yol alırken, işçi sınıfına düşen görev de durup kapitalizmi selamlamak değil, kendi devrimci tarzıyla onunla mücadeleyi sürdürmektir. Unutulmamalı ki, tarihsel açıdan işçi sınıfının yararına olan iktisadi gelişme eğilimleri, yaşam ve çalışma koşullarında kendiliğinden ve kolayına bir iyileşme sağlanması anlamına gelmiyor. Tarihsel bakımdan ilerletici olan eğilimleri gerçek tarihsel kazanımlara dönüştürecek olan sihirli anahtar, yalnız ve yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Yoksa büsbütün merkezileşen veya küreselleşen bir kapitalizm altında yaşayıp gitmenin işçi sınıfına durduk yere bahşedeceği bir şey yoktur. Dolayısıyla
bu gibi sorunlar karşısında takınılacak siyasal tutum, reformizm ile devrimci çizginin ayırt edilmesine de fırsat sunar. Reformist çizgi, işçi sınıfının kapitalizm altında gerçekleşenle yetinmesini empoze ediyor. İzlenmesi gereken devrimci çizgi ise, geleceği hazırlayan nesnel değişimi, kapitalizmi yıkıp kendi iktidarını kuracak işçi sınıfının siyasal görevleri açısından değerlendirir. Bir de, reformist ve devrimci eğilim arasında salınıp duran kararsız küçük-burjuva siyasetleri hatırlayabiliriz. Bazıları görünürde devrimci bir tutum takındığı izlenimini verse bile, bu “devrimcilik” son tahlilde tutucu küçükburjuva anlayıştan kendini tamamen kurtaramıyor. Bu nedenle bu tür siyasetler, diyelim kapitalist küreselleşme karşısında, onu yıkıp sosyalizmin inşasına girişebilecek bir devrimci işçi mücadelesinin yer alabileceğini ve savunulması gerekenin de zaten bu olduğunu kabul edemiyorlar. Onların tüm mantığına, işçi sınıfının küreselleşen bir kapitalizm altında artık mücadele kapasitesinden aciz kalacağı korkusu egemendir. Dedikleri özetle şudur: Proletarya küresel kapitalizmle başa çıkamaz, o halde kahrolsun küreselleşme! Tarihin akışına ayak uyduracak bir devrimci strateji geliştirmek yerine, tarihin çarkını durdurmayı veya geriye çevirmeyi arzulamak küçük-burjuva solculuğunun şanındandır. Keza bu tarz siyasetlerin zafiyeti AB örneğinde de gözlemleniyor. Zira bunlar, AB’ye katılan ülkelerde işçi sınıfının devrim fırsatını artık kaçırmış olacağı şeklinde yaklaşımlar sergiliyorlar. İnsanlık tarihinin kapitalizm altındaki ilerleyişine kendi dar bakış açısından kılıf biçmeye yeltenen küçük-burjuva solculuğunun, AB ve benzeri tüm konularda burjuva cephenin “evet mi-hayır mı” ikilemine sıkışmaktan kendini kurtaramadığı açıktır. İşin daha da çarpıcı olan yönü, liberal burjuvazinin savunduğu dünyaya açılma perspektifine sözde devrimcilik adına karşı çıkılırken, burjuvazinin en gerici ve şoven kesiminin elinin (bilerek ya da bilmeyerek fark etmez!) güçlen-
29
marksist tutum
dirilmesidir. Özetle, neticede ulusalcılığa yani baskıcı ve izolasyoncu burjuva politikalara prim verilmiş olmaktadır. Kapitalizmin gerçeklerine dönelim. Birlik ihtiyacı, sermayenin rakiplere karşı daha güçlü olma ihtirasından kaynaklanıyor, ama böyledir diye de ulus-devletler kendiliğinden yok olmuyor. Ulus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulus-devlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır. Günümüzde AB içinde yer alan bazı Avrupa ülkelerini birbirinden ayıran sınırlar sanki yok olmuş gibi görünse de, bu ülkelere ait ulus-devletler hâlâ yerli yerinde duruyorlar. AB’nin bugünkü bileşenleri arasında yarın ne gibi sürtüşmelerin doğabileceği ya da genelde AB’nin akıbetinin ne olacağı şimdilik meçhuldür. Kapitalizmin küresel gelişimi, ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmiş olan kapitalist işleyişi gerçekten de zorluyor. Bu eğilimin bindirdiği şiddetli bir basınç vardır. Günümüzde çarpıcı biçimde yaşandığı üzere, sermayenin dünyasal hareket serbestisine sahip olma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı çatışmaktadır. Her iki eğilim de gerçekliğin bir parçasıdır ve bunlar zıtların birliği temelinde yol alıyorlar. Marx “sermayenin ulusu yoktur” derken, onun vatan ya da millet gibi ayrımlara takılmayıp, en yüksek kârın peşinden gideceğini anlatmak istemişti. Ama diğer yandan aynı sermaye, rakip güçlere kafa tutmak istediğinde kendi ulus-devletini kutsama riyakârlığından da asla uzak durmayacaktı. Küreselleşme, liberal burjuva yazarların abartılı yorumlarında yansıtıldığı şekilde, farklı sermaye gruplarının ulusal aidiyetlerini ve icabında sığındıkları ulusal limanlarını tamamen ortadan kaldırmıyor. Sermaye grupları arasında gerçekleşen evliliklere rağmen, diyelim Amerikan, Avrupa veya Japon sermayesi arasındaki çıkar çatışmaları veya hegemonya mücadelesi varlığını sürdürüyor. İktisadi yapılanmaları üstünkörü değil de ayrıntıları temelinde yakın plan incelemeye aldığımızda, içerdikleri çelişik özellikleri görüyoruz. Örneğin ulus-ötesi ölçekte hareket eden büyük tekellerin bir kısmı, çokuluslu değil de pekâlâ tek uluslu olabiliyor. Asıl önemlisi, küreselleşme bugüne dek ulus-devletlerin sayısını azaltmış değildir. Hatta zaman içinde bu sayıda artış söz konusudur. 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kuruluşu sırasında 56 olan devlet sayısı, zaman içinde sömürge imparatorluklarının dağılması ve yeni ulus-devletlerin kurulması veya bazı ülkelerin bölünmesi neticesinde 90’ların sonunda 200’ü aşmıştır. Sermayenin küreselleşmesi gerçeğinin ulus-devlet alanında kısa zamanda ve birebir yansımasını bulacağını veya ulus-devletlerin ekonomik çıkar evliliği yapan farklı uluslardan tekeller örne-
30
Ekim 2005 • sayı: 7
emperyalizmi sembolleştiren bir Sovyet afişi
ğince, birbirleriyle kolayca birleşip tek bir imparatorluk içinde eriyeceklerini iddia etmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Tarihsel, kültürel ve coğrafi bakımdan çok yakın temas noktalarına sahip ulus-devletlerin, örneğin Bazı Avrupa ülkelerinin, birleşip ortak bir ulus-devlet yaratabileceği düşünülebilir. Fakat böyle bir şey gerçekleşse bile, bu durum dünya geneline teşmil edilemeyeceği gibi ulusdevletin ortadan kalkması anlamına da gelmez. Kaldı ki dünya genelini bir yana bıraktık, kimi burjuva yazarların uzun yıllardır bir özlem olarak dile getirdikleri Avrupa Birleşik Devletleri dahi gerçekleşemeyen bir düş olma karakterini korumaktadır. Hatta AB’nin daha sınırlı bir siyasal birlik hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği konusundaki kuşkular günümüzde ağır basıyor. Sorunu salt iktisadi açıdan irdelediğimizde bile, Avrupa Birliği üyeleri arasındaki çıkar çatışmalarının, çekişmelerin son bulmadığını görürüz. Farklı ulusal kimlikleri taşıyan tekellerin, askeri yatırımlar gibi stratejik alanlarda birbirleriyle kıyasıya rekabeti bilinmektedir. Örneğin jet uçakları sanayiinde AB üyesi İngiltere ile Almanya arasında yaşanan zorlu çekişmelerin öyküsü, ulus-devletlerin ortadan kalktığını iddia
Ekim 2005 • sayı: 7
edenlere ithaf olunur. Ulus-devlet biçimlenmesi ve özel mülkiyet olgusu, üretim araçlarının özgürce toplumsallaşabilmesinin önündeki başlıca bariyerlerdir. Kapitalizm altında üretici güçler bu bariyerlerle boğuşarak yol almaktadırlar. Ancak yine de, ne küreselleşme ulus-devletleri ortadan kaldırabilir ne de diyelim anonim şirketlerin yaygınlaşmasıyla mülkiyet toplumsallaşır. Öte yandan, kapitalist gelişmenin üretici güçleri ulus-devlet ve özel mülkiyetin aşılmasını zorunlu kılacak derecede geliştirmiş olduğu da tamamen doğru bir tespittir. Ama bu doğru tespit ulus-devletsiz ve özel mülkiyetsiz bir kapitalizmin olabileceğini değil, kapitalizmin sosyalizm doğrultusunda aşılmasının nasıl da zorunlu hale geldiğini kanıtlıyor. Küreselleşme gerçeğinden ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğuna dair bir efsane türetenlere göre, günümüz “küçülen devlet-büyüyen piyasa” devridir. Piyasanın kapitalizm açısından tartışmasız bir öneme sahip olduğu doğrudur, ama devletin küçüldüğü iddiası gerçeklikle ne ölçüde bağdaşıyor? Bu hususun dikkatle sorgulanması gerekir. Evet, devletin daha önce üstlendiği bazı görevler bakımından gerilediği, küçüldüğü söylenebilir. Fakat bu saptama burjuva devletin genel pozisyonunu değil, özel bir durumu, “sosyal devlet” denilen fonksiyonların azalmasını anlatıyor. Bunun dışında, iktisadi kararların alınmasında tek tek ulus-devletlerin etkisinin azaldığı, bölgesel veya üst-birliklerin daha çok söz sahibi olduğu da düşünülebilir. Ancak tüm bu eğilimlere rağmen burjuvazinin kendi ulus-devletine duyduğu ihtiyaç devam etmekte ve hatta sınıflar savaşının görece sakin dönemlerine oranla bugün ulus-devletler yeni görev ve yetkilerle donatılmaktadırlar. Günümüzde dünya ölçeğinde tırmanan gerginliklere bağlı olarak tüm kapitalist ülkelerde devlet askeri açıdan tahkim edilmeye çalışılmaktadır. Yükselen militarizm, işçi sınıfı mücadelesine yönelik baskıcı önlemler, yoğunlaşan faşizan uygulamalar ulus-devletlerin artan etkinliğinin ifadeleridir. Toparlayıp vurgulayacak olursak, kapitalizm altında küresel gelişim hiç de sanıldığı gibi ulus-devletler arasındaki çıkar çatışmasını zayıflatmadı. Ulus-devlet ötesi çatışmasız yeni bir siyasal ve hukuksal yapılanmanın doğmasına neden olmadı. Tersine, birbirleriyle rekabet içinde olan büyük emperyalist güçler, yeniden paylaşım kavgasına konu olan bölgelerde ulusal ve etnik veya din ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan sorunları körükleyerek, milliyetçi çatışmaları kızıştırdılar. Gündemdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin haklılığını asla gözardı etmemek koşuluyla belirtmek gerekirse, emperyalist güçler yeni paylaşım savaşlarına zemin hazırlamak için, aşılmış görünen ulusal sorunları her an kaşıyıp eski yaraları azdırabilirler. Dün Balkanlar’da, bugün Ortadoğu’da veya Rusya’da olduğu gibi, egemenler, kendi çıkarları emrettiğinde ulusal ve etnik ayrımları körükleyerek daha önce oluşmuş çok uluslu bir devleti parçalayıp yeni
marksist tutum
ulus-devletlerin kurulmasının yolunu açabilirler. Bugün üretici güçlerin ulaştığı düzey, ulus-devletlere parçalanmamış bir dünyada tam anlamıyla toplumsal ve insanlığın çıkarlarına göre düzenlenmiş bir üretim sürecini zorunlu kılıyor. Ama bize göre bu, kapitalizm altında olanaksızdır. Ne var ki, bu tarihsel zorunluluğun kapitalizm altında karşılanabileceğini düşünenler de var. Bu düşünce sahipleri, aksi takdirde sermayenin bizzat kendi bindiği dalı kesmiş olacağını, bunun da bir saçmalık anlamına geleceğini söylüyorlar. Bunlar kapitalizmde onun içermediği bir mantıklılık ve akılcılık, yani rasyonalite aramaktadırlar. Oysa kapitalizm kendi irrasyonalitesini – hem de icabında akıl almaz bir aptallık ve çılgınlık pahasına– kendi elleriyle yaratan bir üretim tarzıdır. Dolayısıyla, ekonomik gidişatın veya insanlığın ihtiyaçlarının dayattığı zorunlulukların pekâlâ kapitalizm altında da giderilebileceğini düşünme tarzının bizatihi kendisi problemlidir. Bu düşüncede olanlar kapitalizmin çelişkilerini hafife alıyorlar. İnsan yaşamını artık açıkça zora sokan bu çelişkilerin kapitalizmin devrimci tarzda aşılmasıyla değil de, evrimci gelişim yolundan ortadan kaldırılabileceğini tasarlıyorlar. Böyle yapmakla da, hem kendilerini hem de başkalarını kandırmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Tarihte farklı örnekler eşliğinde görüldüğü üzere, bir üretim tarzının içinde artık onun aşılmasını dayatan koşulların olgunlaşması, eski üst yapıyı, onun kurumlarını ve biçimlenmelerini zorlamaya başlar. Gelişimin önüne giderek çok daha ciddi biçimde dikilen engeller, verili üretim tarzının örgütlenme biçimi içinde aşılamazlar. Köklü toplumsal dönüşümler kendiliğinden değil, ancak devrimlerle gerçekleşir. Vaktiyle feodalizmin içinde kapitalizmin gelişmesi, yerelliği aşan yeni tip bir feodal üretim tarzına sıçranmasını değil, feodalizmi aşıp geçecek burjuva devrimleri tarihin gündemine sokmuştu. Bugün de üretici güçlerle ulus-devlet ve özel mülkiyet arasındaki çelişkinin derinleşmesi ve keskinleşmesi, ulus-devlet yapılanmasına veya özel mülkiyete ve buradan türeyen çatışmalara son vermiş bir kapitalizmi getirmeyecektir. Yer küremiz üzerinde yaşanan tüm gelişmelerin dünya işçi devrimini her geçen gün daha da zorunlu kıldığı bir tarihsel dönemde yaşıyoruz; bu böyle biline! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
1
2
———————————— Burada adı geçen bölgesel bloklardan NAFTA; ABD, Kanada ve Meksika’yı içermektedir. APEC ise, ASEAN’ı da kapsayacak şekilde Japonya ve ABD ile Asya ve Pasifik kıyısının on yedi ülkesinin oluşturduğu bir birliktir. Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995, s.214
31
“Çin Mucizesi” Serhat Koldaş
Çin’in son yıllardaki ekonomik gelişmesi, önemli etkiler yaratan bir olgu olarak, tüm dünyanın ilgi odağı olmuş durumda. Sıradan insanlar genellikle Çin’in bu gelişmesine hayranlık ve gıpta ile bakıyor, sol maskeli milliyetçiler de bunu körüklüyor. Ama diğer yandan da ekonomik çıkarları zedelenen burjuva kesimler aracılığıyla bir anti-Çin propagandası yapılıyor. Bu durumda, Çin’de yaşananların gerçekten imrenilecek şeyler olup olmadığını işçi sınıfının bakış açısıyla ortaya koymak gerekiyor. Çin’in ekonomik durumuna ilişkin bazı temel verileri ortaya koymakla başlayalım. Çin ekonomisi yılda %9-10’luk büyüme performansı ile dünyanın geri kalan tüm kapitalist ülkelerini geride bırakıyor.1 Çin, bugün nominal fiyatlarla 1,3 trilyon dolarlık bir ekonomi. ABD ekonomisinin büyüklüğü ise 11,2 trilyon dolar. Bununla bağlantılı olarak, bugün dünya ticaretinin %7’sini elinde bulunduran Çin’in beş yıl içinde dünya ticaretindeki payını ikiye katlayacağı söyleniyor. Parasının değerini baskı altında tutarak çok büyük ihracat artışları kaydetti. Bu gelişmeler sonucunda geçen yıl ABD ve Almanya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük “tüccar ülkesi” olan Çin’in dış ticareti 1970’lerin sonunda 20 milyar dolarken 2000’de 475 milyar dolara, 2004 sonunda da 1,1 trilyon dolara fırladı. 1978’den 2004’e dünya ticareti 6,4 kat büyürken, aynı dönemde Çin’in dış ticaretinde 56 kat artış gerçekleşti. Bu ekonomik performans tüm dünyada burjuvazinin gözlerini Çin’e çevirmesine neden oluyor. Kimileri hayranlıkla ve özenerek Çin “mucizesini” izlerken, kimileri de büyüyen rakipleri karşısında dehşete kapılıyor. Çin’deki büyümenin kendileri açısından hiç de hayra alamet olmadığını düşünüyorlar. Çin’in dünya pazarlarında özellikle de bazı sektörlerdeki rekabet gücünü Türkiye piyasasından da takip etmek mümkün. 30 ka-
32
Ekim 2005 • sayı: 7
Çokuluslu dev sermaye gruplarının Çin’de yatırım yapmasının en önemli itkisi, sendikal ve siyasal hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılan, korkunç bir yoksulluk ve baskı altında milliyetçi söylemlerle uyutulan yüz milyonlarca Çinli emekçinin ucuz işgücü arz etmesidir. dar sektörde Çin malları, Türkiye’deki kapitalistleri korkutuyor. Türkiye’de her 100 oyuncağın 95’i, 100 gözlüğün 45’i, 100 halının 25’i, 100 klimanın ise 50’si Çin malı. “Ne alırsan 1 milyon” sloganıyla satış yapan mağazaların %90’ı Çin mallarını satıyor. Bazı sermayedarlar Çin’in rekabetine karşı “markalaşma” ve yeni pazarlama stratejileri öneriyor. Bazı Türkiyeli büyük sermaye çevreleri ise Çin’de yatırım yaparak Asya pazarlarına açılmaya soyunuyor. Sermayedarlar özellikle de ihracat pazarlarında Çin’in kendi paylarını azaltmasından dolayı Çin’i tehdit olarak görüyor. Turizm gibi sektörler ise sayıları her geçen gün artan Çinli turistleri ülkelerine çekmenin hesabını yapıyor. Çin dünyanın dev bir imalat merkezi haline geldi. Çin imalat sanayiinin ucuz maliyetleri karşısında diğer ülkelerin bu rekabetle başa çıkamayacağını düşünen burjuva kesimleri “haksız rekabet” yaygarası koparıyor; kota ve çeşitli kısıtlamalar talep ediyorlar. Ne var ki Çin’deki bu “elverişli” koşullardan faydalanma olanağı olan büyük çokuluslu şirketler Çin’e doğrudan yatırım yapıp, ürettiklerini dünya pazarlarına satmayı daha kârlı buluyorlar. Çokuluslu şirketler Çin’e son 15 yıldır yılda yaklaşık 50 milyar dolarlık yatırım yaptılar. Günümüzde Çin sanayisinin ancak %40’ı devlet mülkiyetindedir. Tarımın büyük bir kısmı komün denilen köy toplulukları tarafında n gerçekleştiriliyor. Özel sektör yatırımları ise daha ziyade tüketim malları ve ileri teknoloji gerektiren ürünleri üreten sektörlerde gelişmiştir. Bu yatırımlar, çokuluslu şirketler ile Çin’de siyasal iktidarı elinde tutan bürokrasinin yakın çevresinin, genellikle de ÇKP’nin güya “komünist” liderlerinin çocuklarının sahip olduğu şirketler arasındaki ortaklıklar olarak biçimlenmiştir. Yabancı şirketler sermaye ve teknolojiyi; egemen bürokrasinin yakın çevresi ise Çin’de yapılan yatırımların yasal prosedürlerini “halletmektedir.” Çin’de yapılan son Ulusal Halk Kongresinde alınan kararlar Çin’in dünya ekonomisi ile bütünleşme sürecine denk düşen yapısal dönüşümleri gündeme getirmişti. Özel mülkiyetin korunmasına ve güvence altına alınmasına yönelik kararların Anayasaya dahil edilmesinin yanı sıra yabancı sermayenin Çin bankalarındaki ortaklık paylarının arttırılmasının da önü açılmıştı. Burjuva ekonomistlerin Çin ekonomisinin geleceğine dair pembe projeksiyonları “sürdürülebilir kalkınma” ütopyasını temel almaktadır. Bu ekonomistler, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sorunsuz bir biçimde sürekli kılınabileceği iddialarına bu kez de Çin’i örnek gösteriyorlar. Oysaki üretici güçlerdeki gelişme ya da ser-
marksist tutum
mayenin büyümesi çelişkisiz bir süreç değildir. Sermaye büyürken kapitalizme içkin olan çelişkiler de bununla paralel olarak birikmektedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Kapitalizmin tarihinde çeşitli ülkelerde görece uzun büyüme dönemleri yaşanmıştır. Bu dönemler, artık kapitalizmin “eski” bunalımlarını geride bıraktığına, bir daha çöküşlerin yaşanmayacağına dair burjuva söylemlerin pervasızca dile getirilmesine de zemin teşkil etmiştir. Ancak sonuç her seferinde hüsrandır. Çin’e gelince; Çin’in 70’li yılların sonlarından başlayarak bugüne değin hızlı bir büyüme süreci yaşayabilmesinin özgün sebepleri vardır. Bu sebepler ortaya konulduğunda “sürdürülebilir kalkınma” koşullarının ilelebet payidar kalmayacağını öngörmek hiç de zor olmayacaktır.
İşçi sınıfının muazzam ölçüde sömürülmesi Sermayenin aşağılık kalemşorlarının iştahla bahsettikleri “Çin Mucizesi”nin; “Çin’de artan refahın”, “Çin’de artan sermaye yatırımlarının ve büyümenin” üzerinde yükseldiği temel, Çinli emekçilerin canı, kanı ve alınteridir. Çin’de şu anda yaşananlar ile Engels’in 160 yıl önce kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı ünlü eserindeki sefalet tablosunun benzerliği dikkat çekicidir. Günümüz Çin’inde işçi sınıfının yaşam koşullarını anlatan aşağıdaki satırlar, burjuva ideologların kapitalist vahşetin artık çok gerilerde kaldığı iddiasını çarpıcı bir şekilde çürütmektedir: Yaşam kalitesinin düşüklüğü, köylülerin kırsal alandan şehirlere gitmesine yol açıyor. Birçok köylü, göçmen işçi haline geliyor. Köylüler geçici oturma izni için başvurmak zorundalar; aksi takdirde çalışamaz veya kalacak bir oda kiralayamazlar ve hatta zorla memleketlerine geri gönderilme riskiyle karşı karşıya kalırlar. (…) Dahası pek çok rapor, bazı kişi ve örgütlerin izin işlemi üzerinde kontrolü ele geçirerek muazzam kârlar elde ettiklerini gösteriyor. Geçici oturma izninin yanı sıra köylülerin çalışma belgesi, aile planlama belgesi ve sağlık belgesine de ihtiyaçları var; ancak bu sayede, yakalanarak toplama evine götürülmeksizin ve ardından geri dönüş ücreti ödeyerek memleketlerine geri gönderilmeksizin şehirlerde çalışabilmeyi garanti altına alabilirler. (…) Yabancı sermayeli Reebok fabrikasında, taşradan gelen 5000 genç kız, günde 10 saatten fazla ve haftada altı gün çalışıyor. Barınma harcı ve refah harcı kesilmeden önceki haftalıkları 128 yuan, haftalık çalışma süreleriyse ortalama 71 saat. Yeni model bir Reebok ayakkabının fiyatı yaklaşık 100 dolarken, bahsedilen Çinli genç kızlar bunun sadece 0,7 dolarını kazanabiliyor. 20 metrekarelik banyosuz bir odayı sekiz kız paylaşıyor. Herhangi bir sağlık güvencesinden, işsizlik sigortasından ya da emeklilik hakkından faydalanamıyorlar. (…) 2003 Ocak-Ağustos döneminde maden kazalarında 4150 işçi hayatını kaybetti, bu günde 17 kişi demek. Kazalarda ölenlerin çoğu göçmen işçilerdi. Madenlerde güvenlik önlemlerinin olmadığı bütün Çin’de gayet iyi bilinmesine rağmen, göçmen işçiler düşük ücretler karşılığında, bir hayat sigortaları bile olmadan çalışmak için can atıyorlar. Ortalama olarak, Çin’de her 1
33
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum milyar ton kömürün çıkarılması, büyük çoğunluğu hayat sigortasına sahip olmayan 700 kişinin canına maloluyor. Bu 700 canın ardından, binlerce aile üyesi yoksulluk içinde kalıyor. Göçmen işçiler cüzi bir gelir için, yorucu saatler boyunca ve hayatlarını tehlikeye atarak çalışıyorlar, üstüne üstlük bazen ücretlerini zamanında alamadıkları gibi, bazen hiç alamıyorlar. (…) Qinghai’deki Maping otoyolunun inşası sırasında, Şantou’dan bir inşaat ekibi Gansu’lu göçmen işçileri işe aldı. Ödeme günü geldiğinde, inşaat ekibi ödeme yapmayı reddetti. Göçmen işçiler protesto amacıyla karşılarına çıktıklarında, inşaat ekibi onları dövmeleri için silahlı adamlar kiraladı, sonuçta bir kişi öldü, sekiz kişi yaralandı.2
Çin’in ucuz ve hatta bedava işgücüne dayanan rekabet gücü Türk burjuvazisini de yeni formüller aramaya yöneltiyor. Geçtiğimiz günlerde AKP’li Bakanlardan biriyle radyoda yapılan röportajda, Bakan, Türkiye’nin en yoksul 19 ilinde (çoğunluğu Kürt nüfusun yoğun olduğu illerdir) yabancı yatırımcılar için çekim merkezi oluşturabilmek üzere “Çin benzeri” koşullar yaratma önerisini büyük bir iştahla anlattı. Bakan, söz konusu bölgede asgari ücretin brüt 200 YTL olarak belirlenip 10 yıl boyunca sabitlenerek, bölgede yatırım yapacak sermayedarların garanti altına alınmasını öneriyor. Çokuluslu dev sermaye gruplarının Çin’de yatırım yapmasının en önemli itkisi, sendikal ve siyasal hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılan, korkunç bir yoksulluk ve baskı altında milliyetçi söylemlerle uyutulan yüz milyonlarca Çinli emekçinin ucuz işgücü arz etmesidir. Köy topluluklarından elde edilen gıda ürünleri “köylülerden” (kentli olarak kayıt altına alınmayan herkes köylü sayılıyor) çok düşük fiyatlarla alınıyor. Buna rağmen Çinli bir işçinin aldığı ücret sağlıklı beslenmesine bile yetmeyecek kadar düşük. Çin’de halen siyasal egemenliği elinde tutan bürokrasi eşitlikçi söylemleri çoktan bir kenara bıraktı. Devlet işletmelerinde çalışanlara sağlanan konut, sağlık vb. güvenceler ise kaldırıldı. Büyüme ile birlikte toplumsal eşitsizlik her geçen gün daha da artıyor. Zenginlik ile yoksulluk arasında büyüyen uçurum Çinli emekçilerin gelişen duruma karşı nefret duyguları beslemesine sebep oluyor. Sosyal güvencelerden yoksun Çinli işçiler Avrupalı işçilerin harikulâde koşullara sahip olduğunu zannediyor ve şimdilik yaşanan sürecin kendilerine de aynı güvenceleri ve koşulları sağlayacağı beklentisi taşıyorlar. Dünya ekonomisiyle entegrasyon süreci Çinli işçileri de hem sosyal ve siyasal bakımdan, hem de tüketim standartları bakımından diğer kapitalist ülkelerdeki sınıf kardeşlerini referans almaya itmektedir. Piyasa ve toplum üzerindeki sıkı devlet kontrolü Çin’in bugüne kadar kapitalizmin krizlerinden muaf bir büyüme sürecini sürdürmesini sağlayabilmiştir. Ancak kapitalizm geliştikçe ve piyasanın güçleri daha hâkim hale geldikçe krizler kaçınılmaz hale gelecektir. Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne dahil olması ile birlikte yürürlülüğe giren düzenlemeler, uluslararası ticaretin serbestleşmesi,
34
Çin’e akan ithal lüks tüketim malları, Çin’in resmi para birimi yuanın üzerindeki devlet kontrolünün zayıflaması ya da revalüasyon gibi düzenlemeler, Çin’in iç piyasasında ortalama fiyatların dünya piyasalarından ayrı seyir izlemesine son verecektir. İşgücünün yeniden üretim maliyeti ilelebet aynı seviyede kalamaz.
Çin’de devlet kapitalizmi 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya, bir yanda emperyalist-kapitalizmin hegemonya alanı diğer yanda ise SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri arasında bölünmüştü. Bu “iki kutuplu” dünya konjonktüründe, bazı ulusal kurtuluş hareketlerinin önderlikleri Sovyet bürokrasisinin açtığı yoldan ilerlemiş ve iktidarı ele geçirdikleri durumlarda kendilerini bürokratik bir sınıfa, bürokratik diktatörlüklerin egemen sınıfına dönüştürmüşlerdir. Çin, Yugoslavya, Vietnam, Küba vb. bunun en bilinen örnekleridir. Elif Çağlı’nın kaleme aldığı Marksizmin Işığında kitabı SSCB ve benzeri rejimlerin oluşum sürecine ve sınıf karakterine ışık tutmaktadır. SSCB’nin çözülüşüyle eski Doğu Bloku ülkeleri hızla kapitalist restorasyon sürecini tamamladılar. Ancak Çin’in durumu biraz farklı oldu. Çin, daha SSCB’nin çözülüşünden önce, 70’li yılların sonlarında kimi ekonomik reformlarla birlikte, bir kapitalist restorasyon sürecine girmişti. İlerleyen yıllar içinde bu süreç hızla ilerledi, ancak değişmeyen bir şey de vardı: Bürokrasinin egemenliği ve tüm toplumsal yaşam üzerindeki kontrolü. Böylelikle ortaya bürokratik bir devlet kapitalizmi çıktı. Çin bürokrasisi, SSCB’nin çözülüşünden de çıkardığı derslerle, siyasal ve toplumsal alan üzerindeki denetimini hiçbir şekilde gevşetmedi. Kapitalist restorasyon süreci bu denetim altında yürütüldü ve ardından dünya ekonomisine entegrasyon süreci de bu bürokratik kontrol altında işlemektedir. Geçmişte Çin’de özel mülkiyet anayasal bir hak olarak tanınmamış olsa bile bürokrasinin verdiği izinler ve koyduğu sınırlar dahilinde varlığını ve genişlemesini sürdürüyordu. 80’li yıllarda gerçekleştirilen reformlar bu süreci daha da hızlandırdı. Dahası Çinli kapitalist işletmelerle yabancı sermaye arasında ortaklıklar yeni değildir. 70’li yılların sonlarından itibaren hız kazanan bu ortaklıklar Çin’in içerisinde oluşturulan mal ve insan geçişinin gümrüğe tâbi tutulduğu “serbest bölge” tabir edilen yerlerde faaliyet gösteriyordu. Bu serbest bölgelere akan yabancı sermayenin yarattığı gelişme-sanayileşme dinamiği Çinli egemenler için giderek vazgeçilmez hale geldi. Çin’de yüz milyonlarca işçi, geçmişte SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde yaşayan işçilere kıyasla çok daha sefil koşullarda yaşamaktadır. Üstelik toplumsal eşitsizlik, zengin-yoksul arasındaki uçurum çok daha keskin durumdadır. Bu şartlarda yüz milyonlarca işçinin barındırdığı potansiyel tehdit Çin’deki egemenlerce de öngörülüyor. Egemenler kitleleri siyaset sahnesine çıkaracak siyasal re-
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
Piyasa ve toplum üzerindeki sıkı devlet kontrolü Çin’in bugüne kadar kapitalizmin krizlerinden muaf bir büyüme sürecini sürdürmesini sağlayabilmiştir. Ancak kapitalizm geliştikçe ve piyasanın güçleri daha hâkim hale geldikçe krizler kaçınılmaz hale gelecektir. formlara girişmekten itinayla kaçınmaktadır. Büyüme sürecinin devam etmesi için, uluslararası sermayenin Çin’e akmaya devam etmesi; bunun için ise işçi sınıfı tehdidinin bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bürokratik egemenliğin baskı aygıtları, devletin otoriter yapısı, siyasi özgürlüklerin zerresinin bile bulunmaması; işte sermayeye ucuz işgücü cennetini sunan ve garantileyen koşullar tam da böylesi bir rejim tarafından sağlanmaktadır. Çin’de çelişkiler giderek derinleşiyor. Çin’de doğmuş Amerikalı bir sosyalist yıllar sonra Çin’e gittiğinde edindiği izlenimleri şöyle aktarıyor: Çin’deki en zengin katmanın gizli servetleriyle ilgili doğru dürüst hiçbir istatistik bulunmuyor. Süper zenginlerin multi-milyoner oldukları kesin ancak bunlar servetlerini açıklamıyorlar. Bunların servetleri pahalı arabaların girip çıktığı ve özel koruma görevlileri tarafından korunan lüks konutlarında kendisini gösteriyor. Birçok zengin iş adamı servetlerini ve toplumsal konumlarını sergilemek için açıkça –feodal bir geleneğe dönüş anlamına gelen– cariye bulunduruyorlar. (…) Sokaklarda ellerinde yardım levhaları taşıyan ya da inşaat, ev taşıma işlerinde –artık ne olursa– herhangi bir iş verilmesini isteyen çok sayıda işsiz var. Bunların ücretleri pazarlıkla belirleniyor. Ancak birçoklarına çalışmaları karşılığında ücret ödenmiyor. İşçilerin, özellikle inşaat şirketlerinden, ödenmemiş milyarlarca yuanlık ücret alacaklarının olduğu resmi olarak kabul ediliyor. Kimileri içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için intihar ediyor. (…) Sadece işten çıkarılmış fabrika işçileri değil, ancak aynı zamanda üniversite mezunları da işsizlikle karşı karşıyalar. (…) Şehir merkezinin dışında evsiz insanlar var. Onları çoğu kez Guangzhou’nun şehir merkezindeki alışveriş yapılan caddelerde göremezsiniz. Bunun nedeni evsizlerin şehrin “imajını” zedeleyecek olması, böylece bu insanları uzakta tutmak için her yerde sayısız güvenlik görevlisi görev yapıyor. (…) Bugün Çin’de sağlık sistemi o derece pahalı ki birçok aile ciddi ya da kronik bir hastalığın tedavisi için gerekli mali güce sahip değil. Okuduğum bir resmi rapor kırsal kesimde yaşayan Çinlilerin yarısının sağlık hizmetlerinin kapsamı dışında kaldıklarını kabul ediyordu.3
Çinli emekçiler bundan 30 yıl öncesindeki yoksulluklarından farklı olarak bugün yanı başlarında yalnızca bü-
rokratların değil artık onlarla son derece içli dışlı olmuş yerli ve yabancı burjuvaların müsrif, şımarık ve asalak yaşam tarzlarına her geçen gün daha fazla şahit oluyor ve dünyanın tüm diğer işçileri gibi tiksinti ve nefret duyguları ile birlikte sınıf kinini yeşertiyor. Yüz binlerce Çinli yoksul kadın fahişeleştirilip yerli ve yabancı burjuvaların zevklerini tatmin için peşkeş çekiliyor. Toplumsal yozlaşma-çürüme ve sınıfsal çelişkiler sermaye ile birlikte büyümektedir. Burjuvalar yüz milyonlarca Çinliyi ucuz ve hatta bedava işgücü ordusu olarak görüyor, ilelebet uyuyacaklarını farz ediyor; hatta kendi ülkelerindeki işçileri de aynı sefalet koşullarında yaşatmanın yollarını arıyorlar. Çin’in büyümesi ve dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, bugün için uluslararası sermaye açısından, işçi sınıfını pervasızca sömürebileceği, kâr oranlarını yükseltebileceği bir yatırım ve pazar alanının varlığı anlamına geliyor. Oysa Çin yalnızca sermaye ve pazar alanı olarak değil, piyasa anarşisi ve krizleriyle birlikte dünya kapitalizmine entegre olmaktadır. Dolayısıyla devletin kontrollü olarak yürüttüğü küresel kapitalist bir güç haline gelme çabalarını yansıtan yapısal dönüşüm süreci, kapitalizmin küresel düzeyde biriktirdiği çelişkilerden fazlasıyla nasibini alacaktır. Proletaryanın sessiz bekleyişi sona erecek ve değişen koşullar Çin’deki yüz milyonlarca mensubu bulunan ve bugüne kadar ezilen, bastırılan, örgütlenmesi yasaklanan dev proletarya ordusunu mücadele sahnesine taşıyacaktır.
———————————— 1
2
3
Büyüme oranları, Asya’da ortalama %5-6, Japonya ve Avrupa’da %1-2, ABD’de ise %3 civarındadır. Anfanger, Çin’de “Sosyal Olarak Savunmasız Grupların” Durumu, www.marksist.com Yirmi Birinci Yüzyılın Çin’inde Zengin ve Yoksul, wsws.org
35
marksist tutum
“Dünyayı Sarsan On Gün”
Sınıf Belleği
Akın Erensoy
Savaş ve devrim 1914 Temmuzunda, savaşa günler kala Petrograd sokaklarında barikatlar yükseliyordu. Yüz binlerce işçi şalterleri indirmiş ve greve çıkmıştı. Çarlık hükümeti onlarca işçi önderini ve sosyalist milletvekilini tutuklatmış, sürgüne göndermiş, ama yine de işçi hareketinin önünü alamamıştı. 1914’ün Ocak ayında grevci işçilerin sayısı 1 milyon 450 bin olarak hesaplanmıştı. Grevler giderek siyasal bir içeriğe bürünmüş ve Çarlığın temellerine yönelmişti. Denilebilir ki, Rusya’da devrim başlamıştı. Fakat savaş geldi ve milyonlarca işçinin bilincini uyuşturan ulusal duygunun hortlamasına neden oldu. Dünya proletaryasının önderi ve umudu olan II. Enternasyonalin merkezi partisi Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), 4 Ağustosta Alman emperyalizminin savaşa girmesini sağlayan savaş kredilerine onay verdi.
36
SPD’yi diğer partiler izlemekte gecikmedi. II. Enternasyonal partilerinin kendi kapitalistlerinin yanında yer alması dünyanın her yerinde işçi sınıfını başsız bırakıyor, dağıtıyor ve birbirlerini boğazlamaları için cephelere sürüyordu. Aynı süreç Rusya’da da işledi. Bolşevikler hariç tüm partiler burjuvazinin peşine takıldılar. Milyonlarca işçinin politik grevi devrimci bir duruma evrilemeden durduruldu. Ancak bu sadece devrimin gelişiminin ertelenmesiydi. Savaş Rus devrimini hızlandırmakla kalmadı, keskinleştirdi; sömürülen yığınları politikleştirdi. 1916’nın sonu ile 1917’nin başına gelindiğinde toplum gergindi ve politik bir hava hâkimdi. Savaşta milyonlarca insan ölmüştü, her gün cepheden yeni ölüler geliyor, yeni askerler cepheye gidiyordu. İşçi sınıfı ve yoksul yığınlar açlığın pençesinde kıvranıyorlardı. Enflasyon yükselmiş, paranın değeri düşmüş, ücretler dondurulmuş, alım gücü sıfıra düşmüş ve bulunamaz olmuştu. Bu besin maddeleri bulunam çıkartılması tamamtabloyu işçilerin işten çık lıyordu. 18 Şubat 1917’de Putilov fabrikasında 20 bin işçi işten atılmış ve meydanlarında yürüPetrograd meyd yapmaya başlamıştı. Puyüşler yapmay işçilerinin sokaklara intilov işçilerin ortamı birdenbire mesi or değiştirdi. Açlıktan değiş kkıvranan insanlar, kı fırınları ve dükkânları yağmalamaya başladılar. malam
Bu iki gelişme, 23 Şubatta (Rus takvimi günümüz takviminden 13 gün geridir) kadınların dünya emekçi kadınlar günü vesilesiyle yapmış oldukları yürüyüşle çakıştı. Çok kısa bir süre içinde “ekmek isteriz”, “çocuklarımız açlıktan ölüyor” sloganlarının yerini “kahrolsun otokrasi”, “kahrolsun savaş” sloganları aldı ve yürüyüş siyasi bir içeriğe büründü. 23 Şubatta kadınlarla birlikte grevcilerin sayısı 90 bindi. Ayın 24’ünde 197 bine, 25’inde 240 bine ulaşan grevci sayısı daha sonraki günlerde tüm şehri, sanayi kentlerini ve Rusya’yı sardı ve hareket devrime dönüştü. Ayın 26’sında tüm Petrograd ayaklanmış ve Çarlığın devrilmesi için Kazaklarla, polisle ve askerle çatışmaya girişmişti. Ayın 27’sinde artık Çarlık fiilen kalmamıştı; tüm kışlalar ayaklanmış, devlet daireleri ele geçirilmiş ve işçiler sokaklarda denetimi sağlamış bulunuyordu. 1905 devrimini yaşamış Rus işçi sınıfının deneyimli öncüleri, 27 Şubat 1917’de devrim zafer kazandığında sovyetleri yeniden oluşturdular. Devlet dairelerinin, fabrikaların, demiryollarının, haberleşmenin, kışlaların, cephelerin, kent yönetiminin ve iaşenin denetimini elinde tutan işçi sınıfı, sovyetler ortaya çıkınca tüm yetkilerini ona bırakmıştı. Sovyet, örgütlenmesiyle, her alana el atmasıyla kısa zamanda bir hükümete dönüşmüştü. Ama sovyetlerin içinde çoğunluk olan ve sovyetin siyasal öncülüğünü elinde bulunduran Menşevik ve Sosyal Devrimciler iktidarı kendi elleriyle burjuvaziye bahşettiler.
marksist tutum
Sınıf Belleği Lenin Rusya’da 1917 Nisanında Lenin, daha yeni ayak bastığı Finlandiya tren garında devrimin sahibinin kim olduğunu açıklamıştı. Değerli yoldaşlar, askerler, denizciler ve işçiler; sizin şahsınızda Rus devrimini selamlamaktan, sizi dünya proleter ordusunun öncüsü olarak selamlamaktan mutluyum... Yoldaşımız Karl Liebkneckt’in çağrısı üzerine, halkların silahlarını sömürücü kapitalistlere çevirecekleri saat hiç de uzak değil.1 Bu korsanca emperyalist savaş, bütün Avrupa’da bir iç savaşın başlangıcıdır... Uluslararası sosyalist devrim başlamış bulunuyor... Bütün Avrupa kapitalizmi bugün-yarın yıkılabilir, yapmış olduğunuz Rus devrimi yolu açmış, yeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Yaşasın dünya sosyalist devrimi!2
Lenin’in bu sözleri tüm sosyalist partiler kadar Bolşevikleri de şaşkına çevirmişti. Menşevikler, Sosyal Devrimciler, Leninin “eski Bolşevikler” olarak tanımladığı Rusya’daki önderlik ve diğer tüm devrimci gruplar; Rus devrimini Çarlığa karşı, feodalizmin tasfiyesi yönünde gelişen bir demokratik burjuva devrim olarak görüyorlardı. Menşevikler 1905 devriminde almış oldukları burjuvazinin kuyruğuna takılma tutumlarını sürdürüyorlardı. Fakat Lenin’i asıl şaşırtan “eski Bolşevikler” diye adlandırdığı Rusya’daki Bolşevik önderliğin, “burjuvaziyle değil Çarlıkla sorunumuz var” diyerek Menşeviklerin kuyruğuna takılmaları, hatta Menşeviklerle birleşmeyi düşünmeleriydi. Lenin’in Uzaktan Mektuplar başlığıyla gönderdiği makaleler, Pravda’yı ellerinde bulunduran Stalin ve Kamanev ikilisi tarafından yayınlanmamıştı. Lenin’in Rusya’ya geldiği gün mektuplardan sadece bir tanesi yayınlandı. Şöyle diyordu
Lenin: “Evet Çarlık düşmüştür ama, Rusyanın sürdürdüğü savaş yine de emperyalist bir savaş olarak kalmaktadır.”3 Fakat Stalin Lenin’i hiç de haklı bulmuyordu. 15 Martta Pravda’da yayınlanan bir baş makalede şunlar yazılıydı: “Halk yüreklice görevinin başında kalacak, kurşuna kurşun, gülleye gülle ile karşılık verilecektir; bu tartışma götürmez.”4 Söz konusu makalede, bu dönemde Petrograd Sovyetinin aldığı bazı kararlarla hemfikir olunduğu belirtiliyordu. Sovyetin aldığı kararlardan biri ise şuydu: “Eğer Alman ve Avusturya demokrasileri bizim sesimize aldırış etmezlerse o zaman vatanımızı kanımızın son damlasına kadar savunacağız.”5 Lenin Rusya’ya geldiğinde tüm bu olanlara amansızca saldırdı, eleştirdi, Nisan Tezleri diye bilinen devrim programını açıkladı ve parti içinde mücadeleye girişti. Lenin’in partisini kazanması kolay olmadı; ama proletaryanın en devrimci unsurları Leninin ne demek istediğini pratik deneyimleriyle de bütünleştirerek kısa zamanda kavradılar ve onun yanına geçerek Nisan Tezlerini onayladılar. Lenin Nisan Tezlerinde, proletarya siyasal iktidara sovyetler aracılığıyla el koymalı ve ikili iktidara son vermelidir diyordu. Bunun için “bütün iktidar sovyetlere” sloganını yükseltiyordu. Savaşı durduracak, barış görüşmelerine başlayacak, büyük toprak sahiplerinin toprağına el koyup yoksul köylülere dağıtacak, ekonomiyi sömürülen yığınların ihtiyacı doğrultusunda düzenleyecek ve açlığa son verecek, fabrikaların işçi denetimine açılmasını sağlayacak bir iktidara ihtiyaç vardı. Böyle bir iktidar proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesiyle kurulabilirdi.
Kitleler saf değiştiriyor Geçici hükümet aracılığıyla iktidarda olan burjuvazi hiçbir sorunu çözmeye yanaşmıyordu. Çarlıktan alınan devlet aygıtı, yasalar, mahkemeler vb. olduğu gibi duruyordu; en küçük bir demokratikleşme sağlanmamıştı.
İşçi sınıfı ve yoksul köylülerin yaşam standartlarında hiçbir değişiklik olmamıştı; alınan ücretler düşüktü ve çalışma saatleri eskisi gibi 11-12 saatti. Cephelerde teçhizat, yiyecek, giyecek kalmamıştı ve savaş uzuyordu. Cepheler askerlerin kendi elleriyle kazdıkları açık mezarlara dönüşmüştü; asker savaştan bıkmıştı. Toplum kaynıyordu; tüm kitleler politikanın içine dalmıştı. Tartışıyor, okuyor, eleştiriyor, toplanıyor, dağılıyor, yeniden örgütleniyor, yeniden ayaklanıyordu. Rusya’nın her yerinde pıtrak gibi örgütlenmeler ortaya çıkıyordu. Her düzeyde, her aşamada bir örgütlenme kendini gösteriyordu. Mahalle komiteleri, köylü komiteleri, asker komiteleri, fabrika ve atölye komiteleri, subay komiteleri, savaş komiteleri, asker sovyetleri, işçi sovyetleri, sendikalar, dumalar, partiler, partiler... İşte devrim buydu. Geçici hükümetin barış görüşmelerine başlamaması, başka ülkeler üzerinde hak iddia etmesi, işçi ve asker yığınlarını 20 Nisanda sokağa dökmüştü. Kitlelerin içinde Bolşevik sloganlar güçlü bir ses olup havaya yükseliyordu. “Ekmek, barış, toprak, sanayinin işçiler tarafından denetlenmesi.” Böylelikle ikili iktidar çatışmasının resmi olarak birinci perdesi açılıyor ve kitleler saf değiştirmeye adım atıyorlardı. İşçi ve asker yığınların ortaya koyduğu tepki hükümetin dağılmasıyla sonuçlandı. Burjuvazi taktik değiştirmişti ve kitlelerin desteklediği ama kendi kuyruğundan ayrılmayan sosyalist partileri, burjuva hükümete dahil ederek işçi ve yoksul halkın karşısına bir koruyucu kalkan olarak dikmek istiyordu. Çünkü asıl amaçları emperyalist çıkarlarını sosyalist görünümlü bir hükümet altında gizlemekti. Kerenski, Mart ayında hükümeti “kolsuz ve ayaksız” olarak tanımlamıştı. Sovyetleri elle-
37
marksist tutum
Sınıf Belleği rinde tutan Menşevikler ve Sosyal Devrimciler geçici hükümete katılarak burjuvazinin “kolu ve ayağı” oldular. Sosyalistlerin de içinde bulunduğu hükümet, Rus ordularının taarruza geçmesi için karar almıştı. İşçiler ve askerler her geçen gün Menşevik ve Sosyal Devrimcilere olan güvenlerini yitiriyorlardı. Bolşevikler, işçi sınıfının en devrimci, en fedakâr unsurları arasında hiç durmadan çalışıyorlardı. Kitleler tedrici olarak Bolşeviklerin yanına geçiyorlardı. Yerel Sovyetlerde, komitelerde yani tabanda Bolşeviklerin önerileri kabul görüyordu. Taarruz ve arkasından bozgun, yığınların Bolşeviklerden yana saf değiştirmesini hızlandıracaktı.
Ricattan ileri atılışa Temmuz başına gelindiğinde kitlelerin hükümete tahammülü kalmamıştı. Başını 40 bin Putilov işçisi ile Kronştad askerlerinin çektiği kitleler 3 ve 4 Temmuzda hükümeti düşürüp iktidarın sovyetlere geçmesi için gösteriye başlamıştı. Gösteriler kısa zamanda, her yerde çatışmaya dönüşmüştü. İşçiler ve askerler bu kez silahlanmış ve silahlarını da koalisyon hükümetine çevirmişlerdi. İktidarın alınmasını henüz erken bulan Bolşevikler, ayaklanmaya, işçi ve askerlerin içine girerek, onları ikna ederek son verdiler. Çünkü Bolşevikler hükümeti devirseler bile bu ancak Petrograd’la sınırlı kalacaktı. Diğer şehirlerin Bolşevikleri desteklememesi ise karşı-devrimle sonuçlanabilirdi. Fakat yine de karşı-devrim, fırsatı değerlendirip baş kaldırmaktan geri durmadı. Bolşeviklere her yönden saldırılar gelmeye başlamıştı. Gazeteleri yasaklandı; gazetelerin basıldığı matbaa karşı-devrimci subaylar tarafından parçalanıp dağıtıldı. Sosyalistlerin içinde bulunduğu hükümet Bolşevikleri tutuklatmak için harekete geçti. Lenin ve Zinovyev Finlandiya’ya kaçmak zorunda kalırken, Troçki tutuklanarak hapse atıldı. Bolşevik parti yarı illegal çalışmaya geçti. Bolşevikler sahneden çekilince meydanı boş sanan burjuvazi bir karşı-devrimle sovyetlerden de kurtulmak istedi. Bu amaçla tüm gerici güçler, kapitalistler, kilise, soylular, subaylar Kornilov’un etrafında toplandı. Kornilov devrimi ezdiğinde Çarlık yeniden kurulacaktı. İşte Bolşevikler, böyle bir durumda devrim meyda-
38
nına döndüler. Kornilov darbesine karşı kurulan “karşı-devrimle savaş komitesi” kısa zamanda Bolşeviklerin eline geçti. Kısa zamanda 25 bin işçi komiteye yazılmıştı. Komite daha sonra “askeri devrimci komite” ismini alacaktı. Askeri komite böylelikle Haziranda dağıtılan kızıl muhafızları yeniden örgütledi. Petrograd’ın savunmasını üzerine alan komite, kentin yönetimini de fiilen üzerine almıştı. Demiryolu işçileri karşı-devrimin raylar üzerinden başkente ulaşmasını engelledi, PTT işçileri haberleşmesini kesti, askerler Kornilov’u takip etmediler. Böylelikle karşı-devrim başkente ulaşamadan başı ezilmişti.
“Dünyayı sarsan on gün” Kornilov darbesinin ezilmesi rüzgârın hızlı bir şekilde Bolşeviklerden yana dönmesine neden oldu. 20 Ağustosta Petrograd Duması seçimlerinde Bolşevikler oyların üçte birini almıştılar. Rusya’nın dört bir yanında aynı gelişmeler oluyordu. Dumalar, sendikalar, asker komiteleri ve elbette ki Sovyetler, Bolşeviklerin safına geçiyordu. l Eylülde Petrograd Sovyeti vekilleri Bolşeviklerin “bütün iktidar Sovyetlere” önerisini kabul etti ve Sovyetlerde Bolşevikler çoğunluğu kazandılar. Bu gelişmeyi 2 Eylülde Finlandiya, 5 Eylülde Moskova ve diğer sovyetler izledi. 9 Eylülde Petrograd Sovyeti merkez yürütme kurulu Bolşe-
viklerin eline geçti ve Troçki sovyet başkanı seçildi. 11 Eylülde sovyetler geçici hükümete verilen desteği çekti ve aslında fiilen hükümetin yerine geçti. Menşevikler ve Sosyal Devrimciler işçi sınıfı içinde küçük bir leke olarak kalmış, geçici hükümet ise altı boş anlamsız bir örgütlenmeye dönüşmüştü. Vurmak ve indirmek gerekiyordu. Kitleler açtı, savaşın yok edici etkisi devam ediyordu, köylüler toprak bekliyordu, ayrıca Avrupa’da isyanlar baş göstermişti; böyle bir ortamda beklemek ölümdü, “devrimin kaybedilmesiydi”. “Tarih, bugün kazanabilecek (ve bugün kesin olarak kazanacak) olan ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır.”6 Lenin partisiyle bir kez daha karşı karşıya geldi. Merkez Komitenin çoğunluğu Lenin’e karşı çıkıyor, ayaklanmayı erken hatta gereksiz buluyordu. Ancak 10 Ekimde Lenin’in Petrograd’a gelmesiyle olayların gidişatı değişti. Lenin, Merkez Komite toplantısına katılmış ve Merkez Komiteyi ayaklanmaya ikna etmişti. Ayaklanma tarihi Troçki’nin önerisiyle Tüm Rusya Sovyetleri Kongresinin yapılacağı 25 Ekim olarak kararlaştırılmıştı. Ayaklanma ile iktidar ele geçirilecek ve Sovyet Kongresine bırakılacaktı. Ayaklanma tarihi belli olduktan sonra “Askeri Devrimci Komite” Bolşeviklerin genelkurmay karargâhına dönüştü ve ayaklanmanın örgütlenmesini Troçki üstlendi.
marksist tutum
Sınıf Belleği Devrimci Komite her yana ulaşıyor, her yere bildiri ve propagandacı göndererek askerleri sovyetleri tanımaya ikna ediyordu. Geçici hükümet gelişmeler karşısında çaresizce teşebbüslerde bulunduysa da başarılı olamadı. 25 Ekim (7 Kasım) gecesi 10 bin işçi ve asker harekete geçmiş ve hükümet devrilmiş, iktidar Bolşeviklerin eline geçmişti. İktidarın alınması sırasında hükümeti kimse savunmamıştı. Tek bir kişi bile ölmeden, kan dökülmeden iktidar el değiştirmişti. Tüm Rusya Sovyetleri kongresi, iktidarın sovyetlere geçmesini kabul etti ve Lenin’in başında bulunduğu bir sovyet hükümeti seçti. Bolşevik hükümet peşpeşe kararnameler yayınlamıştı. Savaşın bitmesi için savaşan ülkelerin işçi sınıfına, Rusya’da ezilen halklara, topraksız köylülere ilişkin olarak Sovyetler Kongresi kararlar almıştı. Bu kararların uygulanabilmesi için proletaryanın siyasal iktidarı elinde sağlam tutması ve kendi devletini örgütlemesi gerekiyordu.
Sonsöz 1917 Ekim Devrimiyle işçi sınıfı, Paris Komününün üzerinden tam 46 yıl geçtikten sonra, komüncülerin deneyiminden yararlanıp Rusya’da siyasal iktidarı fethederek komünarları selamlamıştı. Savaş, 1871’de nasıl komünarları iktidara taşımışsa, Rus proletaryasının da siyasal iktidarı almasının önünü açmıştı. 46 yıl önce komünarların bıraktığı mirası Rus prole-
taryası devraldı. Burjuva devleti parçaladı, onun kurumlarını dağıttı, yerlerine sovyetleri geçirerek bürokrasiye son verdi, düzenli orduyu kaldırarak yerlerine silahlanmış işçi milislerini (kızıl muhafızları) geçirdi, fabrikalara el koydu, üretimi merkezileştirdi, devletle din işlerini ayırdı, kadının üzerindeki baskıyı kaldırdı ve kapitalist sömürü sistemine son verdi. Fakat Rus devrimi genişleyemedi, Avrupa’daki devrimci ortamlar proletaryanın siyasal iktidarıyla sonuçlanmadı. İtalya’da işçiler önderliksiz kaldılar; Almanya’da üç kez ayaklanan proletarya, önderliğin yetersizliği ve yanlış tutumu sonucunda başarıya ulaşamadı; Macaristan’da önderliğin kendi yolunda yürümeyip sosyal demokratlarla birleşmesi sonucunda devrim boğuldu. Böylelikle Rusya’da işçi sınıfı iktidarı yalnız kalarak tecrit oldu. Yaşanan üç yıllık iç savaş, Rus sanayisinin alt yapısını tamamen dağıttı, devrime önderlik eden milyonlarca bilinçli öncü işçi iç savaşta öldü ve devrim içeriden, bürokratik karşıdevrimle boğuldu; proletarya siyasal ikti-
darı kaybetti. Biz işçi sınıfı tarihinden öğrenmiş bulunuyoruz ki; l) proletarya içinde kök salmış, sendikaları kendi önderliği altına almış, sınıfın en devrimci, en fedakâr kesimleri içinde örgütlenmiş, kararlı, disiplinli, kurmayları olan, saldırıya uğradığında dağılmadan ricat edebilecek kadar esnek yapıya sahip bir parti olmadan proletarya asla ve asla politik iktidarı fethedemeyecektir. 2) Devrim dünya devrimine genişlemedikçe, proletarya dünya ölçeğinde iktidarı ele geçirmedikçe, bir ülke ile sınırlı kalan devrim boğulacaktır. 3) Savaşların son bulması kapitalist sisteme karşı açılacak bir savaşla, emperyalist savaşı işçi sınıfının burjuva düzene karşı savaşına çevirmekle ve işçi sınıfının dünyada iktidarı ele almasıyla mümkündür. Unutmayalım, Ekim proleter devrimi hâlâ günümüze ışık tutuyor; yolumuzu aydınlatıyor. www.marksist.com sitesinden kısaltılarak alınmıştır
———————————— 1
2
3 4
5 6
Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.1, Yazın Yay., s.299 Marcel Liebman, Rus İhtilâli, Varlık Yay., 1968, s.156 Marcel Liebman, age, s.159 Troçki, Ekim Devriminin Öğrettikleri, Maya Yay., 1976, s.27 Troçki, age, s.28 Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yay., 1979, s.249
39
12 Eylül’ün Hafıza Silme Operasyonunda “Eğitim” Kurumları Aylin Dinç 12 Eylül darbesinin bizler üzerinde nasıl bir etki yarattığı sorulduğunda, bu darbe sırasında çocuk yaşta olanlar, genellikle, darbecilerin bizzat mücadelenin içinde olanlara yaptıklarını, işkenceleri, idamları vs. düşünerek, o dönemin kendisi üzerinde bir etkisi olmadığını düşünürler. Oysa toplum üzerindeki ezme ve sindirme operasyonları sadece kısa bir döneme özgü olmadı; yıllarca hayatın her alanında, ailede, okulda, sokakta, işyerinde sürdü. 12 Eylül’ün hemen akabinde okullarda eğitime devam eden ya da yeni başlayanlar, baskı koşullarının okullarda da nasıl kendi ifadesini bulduğunu hatırlarlar. Tam bir hafıza silme operasyonunun yapıldığı yerlerden biriydi eğitim kurumları. Mücadele eden kuşak işkencehanelerde cezalandırılırken, onların çocukları da eğitim kurumları dahil her yerde korkutulup, sindirildi. Birisine yaptıklarının hesabı soruldu, öteki testiyi kırmadan dövülerek, bir öncekinin yaptığını yapmamasının garantisi sağlanmaya çalışıldı. Herkes bir korku seline kapılmıştı. Kılını kıpırdatanın, başını kaldıranın canına okunuyor, tepesine yumruk iniyordu. Tam bu süreçte okullarda da genç beyinleri ve yürekleri ezme, sindirme operasyonları yapılıyordu. Darbeyle beraber sanki okullar yarı-açık hapishanelere döndürülmüştü. Okula gelmeyen gözünün yaşına bakmadan atılıyordu ve devam zorunluluğu okul dışında sistem için tehlikeli işlerle uğraşmayı engelliyordu. Çünkü iş ararken artık çok önemli olan bir kâğıt parçasını, diplomayı almak zorunluydu. Okullardaki her türlü uygulama, belli bir merkezden alınmış kararların bir parçasıydı! Müdürler, yardımcıları ve öğretmenler, genç beyinleri ışıldatmaya çalışan eğitmenler değil, onları sisteme köle olarak yetiştirmeye çalışan köle terbiyecileri gibiydiler âdeta! Müdür odasını görmek hiçbir öğrencinin isteyebileceği bir şey değildi. Çünkü orası bir sorgu odası gibiydi! Bir müdür odasından içeriye, ancak suçlu ya da zanlı öğrenciler girerdi ve girer girmez ne yaptıkları, neden yaptıkları, suçlu olup olmadıkları sorulmaksızın, önce ağzı burnu kanayana kadar tekme tokat dövülürlerdi. Sonra da yine bir şey sorulmadan, suçlu bile olmasan suç atılacak biri olmaman gerektiği söylenirdi. Böylece, suçlu olmasan da ilerde burjuvazi için suç unsuru teşkil edecek bir şey yapmaya kalkacaksan suçlulara ne yapıldığını şimdiden öğrenmiş olurdun! Yılanın başı daha
40
küçükken ezilmeliydi! Bu yılan ki, ilerde “komünist” olabilirdi. Kazara idare odasından herhangi bir sıradan işlem için çağrılan bir öğrenciye çağrılma gerekçesi söylenmemişse, oraya gidene kadar “acaba beni hangi suçlamayla çağırıyorlar” korkuları çekilir ve ayaklar titreye titreye gidilirdi. Her gün olmasa da, haftada birkaç kere sıra dayağı artık alışılmış bir şeydi. Cetvelle parmak uçlarına vurma, kulağın bir çıtlama sesi gelene kadar çekilmesi, elin üst tarafına cetvelin ince tarafıyla vurulması, yüze bir kez elin içiyle hemen ardından elin tersiyle tokat atılması artık alışılmış durumlardı. Okuldan okula, bölgeden bölgeye, sağ görüşlü öğretmenlerin insafına göre çeşitlenebilen dayak atma teknikleri mevcuttu. O dönemi yaşamış olanlar biraz hatırlamaya çalıştıklarında belki çok daha ilginç teknikler hatırlayacaklardır. Dayak atma gerekçeleri de çeşit çeşitti. Sınıfta bir kişi ders zili çaldıktan sonra kapıdan dışarı baktı diye, öğretmen girmek üzereyken içerde birkaç öğrenci yüksek sesle konuşuyor diye, sınıfta öğretmenin sorusuna doğru cevap verilmedi diye, ödevler yapılmadı diye, sınıfta yaramazlık yapan öğrenciyi diğer arkadaşları ispiyonlamadı diye, 12 Eylül diktatörlüğüne çocukça bir eleştiri geldi diye vs. vs. Daha unuttuğumuz birçok sebepten dolayı dayak eğitimin en önemli parçasıydı. Eğitiliyorduk, yani kelimenin gerçek anlamında terbiye ediliyorduk burjuva sınıfı için. Korkuyla besleniyorduk, uysallaştırılıyorduk. Burjuvazi için yapmamız gerekenleri eksiksiz yapacak, sopayı yiyince kafamızı kaldırmayacak, birbirimizi ispiyonlayacak, aramızda ayrık otları varsa onların temizlenmesine yardımcı olacak, asla burjuvaziye zarar verecek otlar olmayacaktık. Birbiriyle iletişim kuramayan, örgütlenmeyen, asosyal insanlardan oluşan bir toplum gerekliydi burjuvazi için. Derslerde öğrencilere her fırsatta, yanlış arkadaşların nasıl insanın hayatını mahvettiği, hiç kimseye güvenmemeleri gerektiği anlatılıyordu. Eli sopalı nöbetçi öğretmenler, teneffüslerde, farklı koridorlardaki ve farklı yaş gruplarındaki öğrencilerin birbirleriyle sohbet etmelerini, kaynaşmalarını engelliyorlardı. Teneffüslerde bir koridordan diğerine inmek ya da çıkmak yasaktı, öğrenciler birbirlerinden izole ediliyorlardı. Okulun giriş saatinde neredeyse 40 dakika önceden sıra olunur (lisede bile), okul bahçesine giren öğrenci ser-
Ekim 2005 • sayı: 7
marksist tutum
bestçe dolaşıp sohbet imkânı bulamadan, asker gibi sıraya girerdi. Sıralar, çok muntazam, kesin olarak düzenlenmiş boy sırasına göre yapılmak zorundaydı. Yoksa bir de bunun için sıra dayağı yenebilirdi! Her gün hiç bıkmadan saç, tırnak, kravat, çorap (boyu, rengi), ayakkabı rengi, etek boyu kontrolü yapılırdı. Şaşmaz bir şekilde tek tip olmak gerekiyordu. Kılık-kıyafet yönetmeliğine uymayan öğrenciler (her nasılsa bütün yasaklamalara rağmen böyleleri de çıkıyordu!), askeri kışladaymışçasına sıraya girmiş öğrencilerin görebileceği yükseklikte bir kürsüye çıkarılırlardı. Burada genellikle bıyıkları hilal şeklinde aşağı doğru sarkmış bir öğretmen ya da müdür tarafından okuldan atılmakla tehdit edildikten sonra “işe yaramaz sülükler, öğrenci müsveddeleri, ahmaklar vs.” diye hakaret edilir, ardından herkesin gözü önünde dövülür ya da aşağı doğru itilerek kürsüden atılırlardı. O öğrencilerin yerinde olmayı kimse istemezdi. Hiçbirimiz, nasıl bir korku ve sindirilme yaşadığımızın farkında değildik. Birkaç ayda bir, okulda sigara, bıçak, sakıncalı kitap vs. aramak için, ev baskınına gelmiş polisler gibi ansızın sınıflara dalan, bağırarak ellerin havaya kaldırılmasını, kıpırdanmamasını emreden öğretmenler, müthiş bir korku yaratıyorlardı. Arama sonunda genellikle hiçbir şey bulunmuyordu ama o korkuyla bir süre yaşıyorduk. İstiklal Marşı törenleri de dahil olmak üzere tüm törenler ayrı bir gerilim konusuydu. O yüksek kürsüde eğitim kurumunun vatana, devlete bağlı “eğiticileri”, törene geç gelen öğrencileri, kaçıp tuvaletlere saklananları, marş okunurken dudakları kıpırdamayanları, yalnızca dudaklarını kıpırdatıp söylemeyenleri tek tek tespit edip, her töKapitalizm, aslında uzun zamandır tarihsel olarak miadını doldurmuş durumda. Ve ölümden korkan ihtiyar bir cadı gibi, ölümsüzlük iksirleri bulmaya çalışıyor, ölümün pençesinde, ölümsüzlüğe kendini ve işçi sınıfını inandırmaya çalışarak. İyi ama, bu ihtiyar cadı, nasıl oluyor da hâlâ yaşıyor? Birileri, onun eceliyle öleceğini düşünerek sabırla bekleyedursun, Marksistlerin böyle hayaller kurmaya ve beklemeye niyeti yok. Evet, bu ihtiyar cadı hâlâ yaşıyor çünkü, ona ölümcül darbeyi indirecek olan proletarya yüzyıl uykusunda. Onu uyandıracak olan Marksizmin ışığı ise, henüz yeterince güçlendirilmiş değil. Muzaffer Ekim devriminden bu yana, Marksizm ve komünizm prestijinden çok şey kaybetti, birçok tahrifata uğradı. Özellikle SSCB özelinde yaşanan sürecin, sadece bir devrimin değil, tüm dünya işçi sınıfının kaderini nasıl yönlendirdiğine tanık oldu tarih. Sosyalizm kılıfı altında doğan ve büyüyen Sovyet bürokrasisi, bugünün Marksistlerine, Marksizm-Leninizm adına tahrif edilenleri yeniden yerine koyma ve kapitalizmin yanı sıra yaratılan bu yanılsamalarla da mücadele etme zorunluluğunu getirdi. Bugün düşman iki başlı artık. Bir tarafta kapitalizm, diğer taraftaysa Marksizm-Leninizmin ideolojik tahrifatı. Sovyetler’in çöküşüyle beraber burjuvazi, ko-
renden sonra bir cezalandırma operasyonu düzenliyorlardı. Törenden kaçan öğrenciler, katlardan aşağı, tören alanına kulakları çekilerek getiriliyor, suratlarına tükürülüyor, vatan haini ilan ediliyorlardı. Sessiz bir filmde bu görüntüleri izleyenler, kafalarını aşağı eğmiş, utançtan yok olmak isteyen bu çocukların cinayet işlediğini sanabilirdi. 12 Eylül’den sonraki genç kuşaklar, yıllarca böyle bir terbiyeden geçti. Bu yıllar içinde aileler de sindirilmiş topluma uygun bireyler yetiştirme misyonunu fazlasıyla yerine getirdiler. Bugün korkuyla beslenmiş bir genç kuşağın, kendine güvensizliği, bu sisteme olan güvensizliğinin önüne çıkmaktadır. Yıllarca hiçbir şeye bulaşmasın diye hem ailede, hem “eğitim” kurumlarında tüm sivrilikleri törpülenmiş, dünya meselelerine kafa yormaktan aciz bir kuşak yetiştirilmeye çalışıldı. Öyle ki, dünyayı anlamaktan aciz kafasıyla kendi küçücük meselelerini bile çözemeyip ailesine havale eden, üniversite kayıtlarına bile onların eteklerini tutarak giden bir kuşak çıktı ortaya! Bugün, 12 Eylül’ü yaşamış ama yaşamadığını zanneden herkes, kendini “son yirmi dört yılda yaşananlar benim üzerinde nasıl bir etkide bulundu?” diye sorgulamalıdır. Eylemlere katılmak yerine, “ben evde oturmalıyım, başıma bir şey gelmesin” diye düşünenler, hakkını araması gerektiğinde “daha kötü koşullarda çalışanlar var, bu halime de şükür” diyenler, imza kampanyalarına imza atmaktan korkanlar, herhangi bir eyleme ya da etkinliğe katılmadığı için kendini akıllı sananlar, mücadeleye atılmak yerine “birileri benim yerime yapsın, ben paçayı yırtayım” diyenler, 12 Eylül’ün izlerini aramalıdırlar ruhlarında. Eğer insan olmak adına içlerinde ruh olarak bir şeyler kalmışsa!
münizmin öldüğü yaygarasını kopardı. Aslında ölen komünizm değil, çürümüşlüğünü ve çelişkilerini daha fazla taşıyamayan Sovyet bürokrasisiydi. Ancak gerek işçi sınıfının gerekse de solun önemli bir kesiminin Sovyet bürokrasisini sosyalizm hülyası olarak algılayışları, burjuvazinin bu yaygarasını boşa çıkarmadı. Sovyetlerin çöküşüyle dünya devrimci hareketi büyük bir demorilizasyon yaşarken, “yanlış olan neydi?” sorusuna yanıt bulmaya çalışanlar ne yazık ki sorunu yanlış yerde aradılar. Ya Marksizm hepten reddedildi, ya da kapitalizmin ölümsüzlüğüne ikna olanlar, Marksizmi “modernize ederek” daha yaşanılır bir kapitalizm yaratma peşine düştüler. Bugün, dünyanın pek çok yerinde ayaklanmalar, eylemler vs. gerçekleşiyor. Ancak Marksizmin ışık olamadığı bu patlamalar işçi sınıfının iktidarıyla taçlanamıyor. Yine dünyanın çeşitli yerlerinde farklı mücadele çizgileri benimsemiş pek çok hareket mevcut ve bunların bazıları da ciddi anlamda güç olmuş durumda. Bu hareketler, ideolojik kaynağını Marksizmden alan bir örgütlenmeye gitmedikleri sürece iktidarı dahi alsalar, bu iktidar işçi sınıfının iktidarı olmayacaktır. Türkiye’de işçi sınıfı ise, gerek devrimcilerin yaşadığı ideolojik karmaşadan, gerekse de meydanı boş bulan burjuvazinin pervasız saldı-
rılarından fazlasıyla nasibini alıyor. Bir zamanlar can bedelli direnişlerle kazanılan haklar, bugün sendika bürokrasisinin de yardımıyla burjuvazi tarafından tek tek geri alınıyor. İşçi sınıfı ise, bu saldırılara karşı güçlü bir karşı duruş sağlayacak kadar örgütlü değil. Olaylara Marksizmin gözlüğünden bakamayanlar açısından, karamsarlığa düşmemek için bir neden yok. Ama Marksistler açısından mücadele düz bir çizgi değildir. Sınıf mücadelesinde ileri dönemler olacağı gibi geri dönemler de yaşanabilir. İşçi sınıfı gerçek zaferi elde edene kadar, yani sosyalizme varılana kadar, vereceği mücadele yengilerin yanı sıra yenilgilerle dolu bir mücadele olacaktır zaten. Kanlı diktatörlükleri, emperyalist paylaşım savaşlarını, Türkiye’de 12 Eylül’ü yaşayan işçi sınıfı, Ekim Devrimlerini, Paris Komünlerini, 1 Mayısları, 15-16 Haziranları yaratmayı da bilmiştir. Bize gerekli olan, sadece içinde bulunulan duruma bakıp sonuçlar çıkarmak değil, aksine tarihsel bağlamından kopartmadan dönemi değerlendirebilmektir. Bu dönem ezeli olmadığı gibi ebedi de değil. Marksizmin ışığının, yobazın karanlığını yaracak denli güçlendiği günler de gelecek. Ve işte o zaman, bu ihtiyar cadı, kapitalizm, tarihin çöplüğünde layık olduğu yeri bulacak. matbaa işçisi bir kadın okurdan
41
marksist tutum
Ekim 2005 • sayı: 7
Grevci Serna-Seral İşçilerinden Mektup Selam Marksist Tutum okurları, Bizler 16 aydan bu yana devam etmekte olan mücadelemizi 23 gündür grevle sürdürmekte olan grevci Serna-Seral işçileriyiz. Marksist Tutum aracılığıyla, yaşadıklarımızı sınıf kardeşlerimizle paylaşmak istedik. Çünkü biliyoruz ki, bizim burada verdiğimiz mücadele tüm işçi sınıfının mücadelesinin bir parçasıdır. Yaşadığımız sorunlar ve çalışma koşullarımız nasıl ortaksa, bir sınıf olarak kazanımlarımızın da ortak olduğunu bu süreçte çok net olarak gördük. Yaşadığımız süreçte, sendika yetkimizi alıp toplu sözleşme görüşmelerine başladık, fakat işverenin tartışmayı bile gerektirmeyecek kadar akılalmaz teklifi karşısında görüşmeler tıkandı ve grev kararı aldık. İşçilerin sermayeye karşı önemli bir silahı olan greve bile, bir sürü yasal prosedürle boğuştuktan sonra çıkabildik. Daha öncesinde grev deneyimi yaşamamış olduğumuzdan, greve çıkacağımız gün bunun heyecanını iliklerimize kadar hissettik. Takvimler 16 Eylülü gösterdiği gün öğle saatlerinde işyerimizin camından aşağıya baktığımızda, karşımızda sermayenin kolluk güçlerinin yerlerini aldığını gördük. Bu zaten beklediğimiz bir şeydi. Bizi şaşırtan ama bir taraftan da örgütlü gücümüzle gurur duymamızı sağlayan şey, sayılarının beklediğimizden çok fazla olmasıydı. Farkında değillerdi ama bize burada gerçekten birilerinin damarına basan bir şeyler yaptığımızı ve mücadelemizde ne kadar haklı olduğumuzu bir kez de onlar gösterdi. Grev öncesinde aramızda “üç kuruşu nasıl beş ku-
42
ruş yaparız”ı tartışan bizler, artık bu sömürü sisteminde tüm işçilerin de biz Serna/Seral işçileri gibi sömürüldüğünü onlara nasıl anlatabileceğimizi tartışmaya başladık. Evet, sistem aynı sistem ve bugün ne yazık ki egemen sınıf sermaye sınıfı. Ama biliyoruz ki bu her daim böyle gitmeyecek. Yeter ki biz işçiler gücümüzün farkına varalım ve birlikte mücadele bayrağımızı yükseltelim. Bizler greve başladığımız ilk günden bu yana birçok baskıya maruz kaldık, küfür işittik ama mücadeleden asla vazgeçmedik. Burjuva yasaların karşımıza çıkardığı birçok engeli örgütlü gücümüzle aştık. Bizim grev kararımıza karşı işverenin uyguladığı lokavt kararı gereği sözümona işyerine kimsenin girmemesi gerekiyor. Ama patron bu yasağı sürekli olarak ihlal etmeye çalışıyor. Tarafsız olduğunun her fırsatta vurgusunu yapan sermayenin kolluk kuvvetleri, bu duruma müdahale ettiğimizde ne hikmetse bizleri engelliyorlar. Tartışma gerginliğe döndüğünde ise “ben babamı bile tanımam” diyerek aba altından sopa gösteriyorlar. Grev sürecinde örgütlü gücümüzü ne pahasına olursa olsun dağıtmamakta kararlıyız. Grevin onuru grev çadırıdır. Bizler de bunun bilincinde olarak bir grev çadırı kurduk. Bu çok kolay olmadı. Sermayenin kolluk güçleri burada da karşımıza çıktı ve “yasal değil kuramazsınız” dendi. Yasalar mı? Hangi yasalardan bahsediyorlardı bizlere. Bu yasaları çıkarırken bizlere mi sormuşlardı ki şimdi uymamızı bekliyorlardı. Uymadık ve ilk çadırımızı baskılara rağmen kurduk. Hazme-
Ekim 2005 • sayı: 7
demediler. 30 Eylül günü sabahın beşinde yaptıkları bir baskınla çadırımızı yıktılar. Her şeyi öyle sinsice ayarlamışlardı ki. 20 işçinin bulunduğu bir yere trafik polisi, zabıtası, çevik kuvveti ile yüzlerce emniyet gücü (patronun emniyetini sağlayan güçler!) gelmişti. Peki ama neden gece? Bunun cevabı çok nettir aslında. Bizlerden yani işçi sınıfının örgütlü gücünden KORKUYORLAR! Yaptıklarını mümkün olduğunca gecenin karanlığında gizlemeye çalışıyorlar. Yılmadık dostlar. Grev çadırı bizlerin onuru olmuştu artık. Süreç uzayıp da günler geçmeye başladıkça çadırımızı iyice sahiplenmeye başladık. Ailelerimiz akşam olup da eve gitmeleri gerektiğinde “sanki eve gitmiyorum da evimden ayrılıyormuş gibi hissediyorum” demeye başlamışlardı ve bu da gücümüze güç katıyordu. Olmazsa olmazdı artık çadırımız. Grevimizin bir simgesi, gelen destekçilerimizin misafir edileceği, işçi sınıfının sorunlarının ve çözüm yollarının tartışılacağı bir mevzimiz olmalıydı. Kararlıydık. Ne pahasına olursa olsun kuracaktık. Ve 3 Ekim günü saat beş civarında kurmaya başladık çadırımızı. 15 dakika sonra tüm emniyet güçleri grev bölgesinde bitiverdiler. Önce bizleri vazgeçirmeyi denediler olmadı, sonra işçilere dönüp “aranızda provokatörler var, biz onları biliyoruz, birçoğunuz iyi niyetlisiniz gelin vazgeçin” dediler, yutturamadılar. “Bakın burada birçoğunuzun canı yanacak” diyerek gözdağı vermeye kalktılar, tutturamadılar. Kuracaktık kararlıydık. Tüm bunların ardından çevik kuvvetin ve polisin saldırısıyla karşı karşıya kaldık. Birçok arkadaşımız coplandı, yerlerde sürüklendi, ağızlarının içine bile biber gazı sıkıldı. Arkadaşlarımız gözaltına alındı. Bunu yapmalarındaki asıl amacın salt grev çadırını kurmamızı engellemek değil bizim örgütlü gücümüzü dağıtmak olduğunun farkındaydık. Arkadaşlarımızı götürmüşlerdi. Biz ne yapacaktık? Elbetteki onların yanında olacaktık. Grev yerimizde görevli arkadaşlarımızı bırakarak mevzimizi terk etmedik. Gözaltına alınan işçi arkadaşlarımızın arkasından karakola gittik. Attığımız sloganlarla sesimizi onlara duyurup moral verirken bir taraftan da bir yerlere mesaj gönderiyorduk. Biz vazgeçmemiştik. “Sizin coplarınız, sopalarınız bizim mücadelemizin kamçısı olur ancak” diyorduk sokakları inletirken. Baskıları bizi yıldırmadı, geri tepti ve her birimiz sınıf bilinçli birer işçi olarak çıktık karşılarına. Bir zamanlar baldırı çıplaklar diyerek hor gördükleri, her fırsatta aşağıladıkları işçilerdi bunlar. Evet dostlar bizler içinden geçtiğimiz
marksist tutum
süreçte birçok şey öğrendik. Burjuva yasaların nasıl sermayeye çalıştığını, en ufak bir hak aramada devletin ve onun kolluk güçlerinin nasıl sermaye sınıfının çıkarlarını savunduğunu, devletin kimin devleti olduğunu öğrendik. Kapitalist sistemin biz işçilerin kanını emerken birilerini bizim sırtımızdan nasıl zengin ettiğini ve en önemlisi de işçi sınıfının küçük bir mevzisi olarak örgütlenip gücümüzü birleştirdiğimizde neler yapabileceğimizi gördük. Biz bir avuç işçi bir fabrikanın üretimini durduracak kadar güçlüysek, tüm dünyadaki işçilerin birleşip mücadele ettiğinde neler yapabileceğini hayal edebiliyoruz. Hani hep derler ya grevler işçi sınıfının okuludur diye. Bu okul bize devletin, polisin, yasaların ve mahkemelerin sermayenin çıkarına hizmet eden kurumlar olduğunu, yalnızca sendikal mücadeleyle sınırlı kaldığımızda bunun yeterli olamayacağını öğretti. Mücadelemiz sistemin temellerine yönelmediği sürece bu baskıdan, sömürüden kurtuluşumuz yok. Biz bu okuldan belki ciddi bir ekonomik kazanım elde edemeden, belki bir sözleşme bile imzalayamadan mezun olacağız, bunu şimdilik bilemiyoruz. Ama çok net olarak bildiğimiz bir şey var. Mücadeleci, kararlı ve sınıf bilinçli işçiler olarak hayatımıza devam edeceğiz. Bizim grev sürecinde öğrendiklerimiz ve çevremizdeki emekçi kardeşlerimize öğreteceğimiz bir dünya deneyimimiz var. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Kazanacağımız koskoca bir dünya var! İŞÇİLERİN BİRLİĞİ SERMAYEYİ YENECEK! KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ ! bir grup grevci Serna-Seral işçisi
43
marksist tutum
Direnişteki Coca-Cola İşçileriyle Söyleşi “Sınıf Mücadelesine Bir Tuğla Koymaktan Onur Duyuyorum!” Dudullu’da çalışan bir grup işçi olarak direnişteki Cola işçilerini ziyaret ettik. Cola işçileri sendikalı olmak istediklerinde patronlarının verdiği cevap bütün dağıtım işçilerinin işine son vermek oldu. İşçilerse hep birlikte fabrikayı terk etmeyerek direnişe başladılar. Bugün direniş 130. gününü arkada bıraktı. Ziyaretimiz sırasında bir işçi tüm bu süreci şu sözlerle özetledi: “Sınıf mücadelesine bir tuğla koymaktan onur duyuyorum!” Sendikalaşma oranlarının hızla düştüğü bir dönemden geçmekteyiz. Sınıf mücadelesi maalesef düz bir hatta ilerlemiyor. Yükselmeler kadar düşüşler de yaşanıyor. Bugünün koşullarında dağınıklık, kopukluk ve siyasi karamsarlık her yana hâkim durumda. Ancak en geri dönemlerde dahi sınıf mücadelesinde ısrarcı olmak gerekiyor. Militan bir sendikal çizgiden ödün vermeden, işçi sınıfı içinde devrimci Marksist örgütlenmeyi hayata geçirmek gerekiyor. İşçi sınıfının devrimci enternasyonalizme sıkı sıkaya bağlı ileri ve bilinçli unsurları için sınıf örgütlerinde çalışmak, sınıfı örgütlemek, sendika bürokratlarını aşağı indirmek ve kapitalizmi yok edecek, sınıfımızın siyasi birliğini oluşturmak için mücadele etmek en temel görevdir. Bizler direnişteki işçilere şöyle seslendik: Mücadeleci Nakliyat-İş’li arkadaşlar, Cola patronları sendika hakkı için verdiğiniz mücadeleye tahammül göstermeyip, çeşitli bahanelerle hepinizi işten attılar. Polisleri üzerinize saldırttılar. Biz biliyoruz ki bu saldırı bütün işçi sınıfına yapılmıştır. Dünyanın her ülkesinde, patronlar sınıfı, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, işten atma, kriz ve savaşlarla birlikte biz işçiler üzerindeki baskı ve sömürü düzenini sürdürüyor. Dünyanın her ülkesinde, işçiler, insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. Dünyamızın dört bir yanında ezilen, horlanan, baskı altına alınan, hapislere atılan, kurşunlanan ve sömürülen işçi ve emekçi kesimlerden başkası değildir. Mücadeleci Nakliyat-İş’li arkadaşlar, Tarihte bugüne dek biz işçiler için değişmez tek kural, “hak verilmez, alınır” şiarı olmuştur. Sizlerin, sömürüye karşı verdiği mücadele, kurtuluşları için her işçinin vermesi gereken mücadelenin bir ilk adımıdır. Haklarımızı mücadele ederek kazanacağız. Ve işçilerin en temel mücadelesi sömürüyü yok etme mücadelesidir. Çünkü kapitalizm işçilerin düzeni değildir. Kapitalizm patronların kâr ve sömürü düzenidir. Kapitalizmi yenecek tek güç bilinçli ve örgütlü dünya işçi sınıfıdır. Sömürüyü ve savaşları ortadan kaldıracak tek güç birleşen ve mücadele eden dünya işçi sınıfıdır. İşsizliği,
44
Ekim 2005 • sayı: 7 yoksulluğu, açlığı, hayat pahalılığını yenecek tek güç işçi sınıfının sömürüsüz düzenidir. İnsanın insana kulluğunun yok edildiği düzeni sağlayacak tek güç işçi sınıfının düzenidir. Yaşasın işçilerin birliği! Yaşasın Cola işçilerinin mücadelesi! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Ziyaretimize hazırladığımız röportajımızla devam ettik. Sorduğumuz soruları direnişteki arkadaşlar hep birlikte, büyük bir samimiyet ve açıklıkla cevapladılar. O nedenle cevaplarda tek tek isim belirtmedik. Cevaplar tüm işçilerin ortak düşüncelerini ifade etti. Direnişteki arkadaşların en çok dile getirdikleri şey, “destek ve dayanışmaya” daha fazla ihtiyaçları olduğuydu. Başta ABD olmak üzere Türkiye’de veya başka ülkelerde Coca Cola’nın üretiminde kaç işçi çalışıyor ve dağıtımında çalışan diğer işçilerle iletişiminiz var mı? Sağlıklı bir cevap veremiyoruz. Antalya, Çorlu, Mersin, Bursa illerinde şubeler var, ancak net bir sayı veremiyoruz. Diğer bölgelerde veya ülkelerde çalışan işçilerle bir bağlantımız yok. Örgütsüzlük ve dağınıklık var. Türkiye’de 2000-2500 işçi çalıştığını tahmin ediyoruz. Cola’nın dağıtımını taşeronlar yapıyor. Dağıtım işçileri üretim işçilerinden kopartılmış. Uluslararası anlamda iki kez ABD’den sendikacılar geldi. DİSK üzerinden irtibat kurulmuştu. Ekim ayında sendikanın avukatları tekrar gelecek ve dava açacaklar. Yasalara göre patronlar tazminata mahkûm olabilirler. Yine ABD’den üniversite öğrencilerinin katkısı oldu. Bizimle röportaj yaptılar. Geçmişten bu yana süren bir boykot kampanyaları var. Okullarına jetonlu kola dolaplarını koymuyorlar. Kolombiyalı sendikacılara yönelik cinayetin ardından belli bir boykot var. 5 bin dolara yakın bir bağışları oldu. Bu süreçten önce işverenin işçilere karşı tutumu nasıldı? Her zaman olduğu gibiydi: “İşine geliyorsa çalış, işine gelmiyorsa kapı orda” deniliyordu. Örgütlülük olmadığı için işçilere istediği gibi davranıyordu. Örneğin akşamları paydos saatinde bizleri tekrar işe gönderebiliyordu. İşyerinde ne tip sorunlar yaşanıyordu? Adam yerine dahi konmuyorduk. Çalışma şartlarımız oldukça ağırdı. Bizler bu dönemde oldukça suskunduk. Hatta ter kokumuz nedeniyle servislere dahi binemiyorduk. Nasıl sendikalı oldunuz, süreç nasıl işledi? 12 Mayısta Nakliyat-İş sendikasına üye olduk. 13 Mayısta yetki için başvuruda bulunduk. 19 Mayısta performans düşüklüğü nedeniyle bazı arkadaşlarımızın işine son verildi. Ancak biz işten atılan arkadaşlarımıza destek için işe çıkmadık. Patron ayın 20’sinde bizlere, “ya sendikadan istifa edersiniz ya da hepinizi işten atarım” dedi. Sendikalaşmadan bu yana basın açıklamalarımız oldu. ABD Konsolosluğunun önünde, Coca Cola genel merkezinde basın açıklamalarımız oldu. 20 Temmuz günü ailelerimizle fabrikaya girdik. 93 arkadaşımız polis tarafından gözaltına alındı. 1000 Çevik kuvvete karşı biz 150 kişiydik. Ancak bu süreçte işçilerden, sendikalardan bir destek görmedik. Oysaki çevremizde birçok işyerinde
Ekim 2005 • sayı: 7 sendika var. Ama destek yok. Bazı fabrikalardan bireysel anlamda destek oluyor ama yetersiz. Sendika mücadelesi süreci başlamadan önce işten atılmalara ve olası bir direnişe hazırlıklı mıydınız, direnişe başlamadan önce ne gibi hazırlıklar yaptınız? Bir direniş komitesi kurdunuz mu, direniş fonu oluşturdunuz mu? Sürecin bu yönde gelişeceğini tahmin ediyor muydunuz? Hiçbir hazırlığımız olmadı. Hepimiz aynı şeyi söylüyoruz. Başlangıçta biz sendikanın iyi yanlarını, yararını, faydasını göremedik. Biz işyerlerinde bir iki kelime dahi konuşamıyorduk. Bugünkü birlikteliğimizi daha önce sağlamadığımıza üzülüyoruz. Ancak bugün küçümsenmeyecek bir noktaya ulaştık. Komisyonlarımız yok. Bizim bireyselliğimizin ötesinde artık sendikamız var. Mücadelemizin en güzel yanı sendikamızın olması. Sendikamız hep yanımızda oldu. Son dönemlerin en militan direnişlerinden birini de biz yaptık diyebilirim. Sendikalaşmanın hangi aşamasında patronun haberi oldu, nasıl tepki verdi? Aynı gün haberi oldu. Ertesi gün yeni bir şirket kurdular. Üzüldüğümüz nokta da burası. Galiba içimizde çürük elmalar vardı. Karşı yakada da ta başında biliyordu sendikayı patron. Gerek sendikaya üye olma sürecinde, gerekse siz işinize geri dönme mücadelesi verirken ailelerinizin, eşlerinizin, yakınlarınızın yaklaşımı nasıldı? Sizin mücadelenizi destekliyorlar mı? Örneğin fabrikaya girdiğimiz gün benim 3 yaşındaki oğlum ve eşim de bizi destekledi. Burada yaşlı nineler vardı. Liseye giden oğlum bizimle birlikteydi. 10 tane polis oğlumla baş edemedi. Oğlum çok militandı. Polis bizlere doğru saldırınca oğlum da onlara karşılık verdi. Polise iyi tekmeler savurdu. Çevre fabrikalarda direnişe karşı tepkiler ne düzeyde? Ziyarete gelen var mı? Sizin gidip destek istediğiniz fabrikalar var mı? Tek tepki var: Tepkisizlik. Akşama dek buradan 50 servis aracı geçiyor, ancak hiçbir destek yok. Biz kendimizi acındırmak istemiyoruz. Oysa bizim kazanımımız o işçilerin de kazanımı olacak. Ama destek yok denecek kadar az. Hatta örgütlü sendikalı fabrikalardan dahi destek yok. Direnişimiz boyunca bu bölgedeki mahalleli dahi bizi destekledi, ancak işçilerden destek gelmedi. O gün burada 100-150 işçi olsaydı bize destek verseydi biz kazanmış olacaktık. Biz burada çadır kurduk olay oldu. Polis çok engel çıkardı. 55 kişiden 50 kişiye düştük. Burada her işçi üzerine düşenden fazlasını yaptı. Günlerdir buradayız. Eğer tarih tekerrür ederse biz konuşuruz ve göğsümüzü gere gere dolaşırız. Bizim alnımız ak. Utanacak olanlar hakkını aramayanlardır. Kendi hakkına sahip çıkmayan bir sınıf olamaz. Ben pişman değilim, arkadaşlarımın hepsi kahraman. Ancak nerede işçi sınıfı? Dostlarımız yanımızda yok. Patrondan talepleriniz neler? İşe geri dönmek istiyoruz. Sendikamızın tanınmasını istiyoruz. İşimizi geri istiyoruz. İşyerinde dağıtım faaliyeti devam ediyor mu? Dağıtımı durdurmak için herhangi bir girişimde
marksist tutum bulundunuz mu? Burada dağıtım yok. Ancak patron dağıtımı başka bölgelere kaydırdı, oradan dağıtım yapılıyor. Örneğin Sarıgazi’den dağıtım yapılıyor. O bölgelerdeki dağıtımı ayrı kişilerin üzerinden yapıyor. Dağıtımı durdurmaya çalıştık ama bir yere kadar o da olmadı. Atılan bütün arkadaşlar direniş alanına geliyor mu? Görevlileriniz var mı? Bütün arkadaşlar geliyor. Bugüne dek 4 kişiyi kaybettik. Mazereti olanlar gelmiyor. Ancak çoğunlukla direnişin başlangıcından bu yana buradayız. Ancak zaman uzadıkça maddi sorunlarımız da oluyor. Direnişte son gelişmeler neler? Sizce bu direniş ne kadar sürer? Direniş damarımızda kan bitene kadar sürecek. Bugüne kadar dört görüşmemiz oldu. Trakya Nakliyat başta “hiçbir şey vermeden kapı dışarı ederim” demişti. Ancak son görüşmemizde “size kötü niyet tazminatınızı da vereyim” demeye başladı. Cola genel müdürlüğü tüm haklarınızı size geri verelim diyor. Dün Birleşik Metal-İş ve Süleyman Çelebi geldi. Biz tek talebimiz var dedik. Sonuna kadar burada kalmak, işimize geri dönmek istediğimizi söyledik. Patronlar bize her hakkınızı verelim de buradan çıkın diyorlar. Derneklerin, gazetelerin direnişe destekleri ne düzeyde? Boyalı basından bize destek yok. Bazı sosyalist dergi ve gazeteler çadırımıza gelip destek verdiler. Kanal Türk bizi gösterdi. Bizi “Bir numaralı şişeyi bırak, sokağa atılan işçiye bak!” kampanyanız hakkında bilgilendirir misiniz? Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Bu sloganı ben buldum (Fahrettin). Hasbelkader yaratıcılık günüme denk geldi herhalde. O şişe reklâmları vardı, ona dayanarak böyle dedim. Teşekkür eder, mücadelenizin başarıyla sonuçlanmasını dileriz. *** Grev ve direnişler sınıf mücadelesinin cephelerinden yalnızca birini oluşturuyor. Grev ve direnişler sınıf mücadelesinin birer aracıdırlar. Grev ve direnişler işçi sınıfı için temel bir okul vazifesi görüyor. Her işçi bu okulda kendi sınıfını ve örgütlerini tanımanın yanı sıra, düşman sınıfı, burjuvaziyi ve onun devlet kurumlarını da tanıma fırsatını buluyor. Grev ve direnişler kendi eksiklerimizi görmemizi sağlayan iyi birer araçtır. Sınıf mücadelesi örgütsüz kazanılamaz. Ekonomik mücadeleler ve onların birer aracı olan sendikal mücadelede başarılı olmak için kararlı, cesur, bilinçli ve militanca bir hazırlık gerekiyor. Fabrikalarda komiteler kurmak, sınıf bilincini kazanmak ve milliyetçi-mezhepçi ayrımlara kapılmayarak sınıfımızın geneline ulaşmamız ve örgütlememiz gerekiyor. Sendikal örgütlenme kâğıt üstünde, salt bekle-gör anlayışına hapsedilmemeli. Sendikal örgütlülük işçi sınıfının devrimci siyasetinin uygulanma sahası olmalıdır. İMES’ten Marksist Tutum okuru bir grup işçi
45
Okurlarımızdan İçinde yaşadığımız kapitalist sistem, işçi sınıfına her yönden baskı uygulayan sömürücü bir sistemdir. Bu baskı ve zorbalık düzeni, işçi sınıfına karşı muazzam bir örgütlülükle uygulanır. Gözlerimizi öyle bir bağlar ki, başucumuzda yaşanan olayları bile görmemize izin vermez. Adeta körleşiriz, duyu organlarımız işlevsizleşir. Kapitalizm yaşamımızın her alanına hükmeder. Çalışma alanında patronlarıyla, okulda eğitimcileriyle, evimizde aile kurumuyla kapitalizmin kollarının yaşamımızın her alanında nasıl bir kontrol sistemi oluşturduğu görülebilir. Bu sömürü sistemi bizlere verilen eğitimle beyinlerimizi yıkar, bilinçlerimizi çarpıtır. Bütün mekanizmalarıyla kokuşmuş köhne kapitalizm, işçi sınıfının etine doymayan, aç, doyumsuz bir sistemdir! Bilinçlendiğimizde, Marksizmi öğrenerek sınıfsal çelişkileri daha net görmeye başladığımızda ve mücadeleye giriştiğimizde, burjuva sistemin karakolları işlevini yerine getiren aile kurumu karşımıza dikilir; bu andan itibaren görünüşte ailemizle, gerçekte ise kapitalist düzenle mücadelemize başlamış oluruz. Hele bu aile küçük-burjuva bir aileyse… Doğduğumuz andan itibaren bizleri sistemin kalıplarına dökerek, bilinçli ya da bilinçsiz olarak egemen burjuva kültürüyle yoğurarak yetiştirmek bu ailenin birincil görevidir. Aile kurumunda duygusal bağlar, çocuklara karşı kullanılacak en elverişli araçlardır; bu araçlar kullanılarak bilinçlerimiz, burjuva ideolojisi temelinde şekillendirilir. Ailenin kontrolünden çıkmaya başladığımızda ise ekonomik bir kaynağımız yoksa eğer, anında ekonomik yardım yapmama silahını kullanmaya başlarlar. Biz öğrencilerin devrimci olduktan sonra en sık karşılaştığımız dayatma budur; kutsal aile, “sevgi yuvası” birden bire gerçek yüzünü açığa vurur ve kapitalizmin temsilcisi olarak kendini bize dayatır. Aile aracılığıyla burjuva düzen yaşantımızı tekrar kendi kontrolü altına almaya çalışır. Önemli bir nokta daha var ki, o da, burjuva düzenin aileler aracılığıyla devrimci düşüncelerimizi boğazlamaya kalkışması, an
be an soluğunu ensemizde hissettirmesidir. Devrimci düşüncelerle tanıştığımız andan itibaren aile, olağanüstü hâl durumuna geçer. Bunu sadece bilinçsiz aileler değil daha önce işçi sınıfı mücadelesinde yer almış, kendilerini solcu kimliğiyle tanıtan birçok aile de yapmaktadır. Karakolun görevlileri açılan bu savaşta çocuklarını mücadeleden koparmak amacıyla ellerinden geleni yaparlar. Komünizmin iyi güzel ama bir ütopya olduğunu söylemek, sözde solcu ailelerin en çok sevdikleri yalanlardan biridir. Sanki komünist olmak bir hobi, bir gelip geçici gençlik zaafıymış gibi! “Biz de zamanında mücadele ettik, bunlar beyin yıkamadır, dünyayı sen mi kurtaracaksın, biz yaptık da ne oldu!” gibi ifadelerle karşımıza çıkarlar. Kimi aile bireyleri her ne kadar zamanında mücadele ettiklerini söyleseler de komünist yaşamı, devrimci mücadeleyi iliklerine kadar hissetmemiş, devrimciliğin ne olduğunu bilmeyen kişilerdir ve moralleri bozulunca karşı saflara geçmişlerdir. Oysa gerçek komünist böyle olmaz! Komünist olmak kolay değildir. Komünist olmak, sistemin bize vurduğu ideolojik prangaları kırıp atmaktır. Tam anlamıyla bir kişilik dönüşümüdür. İnsanın bütün tabuları yıkıp içindeki mücadele isteğinin ortaya çıkmasıdır. Bilinçli, militan, kendine güvenen, gözlerindeki ışıkla yüreğindeki ateşle mücadele eden insandır komünist. Marksizmin ışığında ilerleyerek, bilinçlenerek, sorgulayarak kapitalizme karşı hınca hınç, ideolojik olarak donanarak mücadele edeceğiz. Sadece söylemde değil, yaşamımızın her alanında devrimci olarak var olacağız. Bu yolda karşımıza çıkacak engelleri bilerek, kapitalizmde aile kurumunun rolünün bilincinde olarak mücadele edeceğiz. Gelecekte kuracağımız o muhteşem dünyanın aşkıyla yanıp tutuşarak tam bir komünist olmaya çabalayacağız! Gençliğin yolu Marksizmin yoludur! Yüreğindeki ateşi dışarı çıkart, sen de katıl mücadeleye! Marmara Üniversitesinden Marksist bir öğrenci
Günümüz Marksistleri bu çok yönlü sınıf savaşında birden fazla “cephede” mücadele etmek zorundalar. Sermaye, kendisini beslerken, teorik alt yapısını da süsleyip-püsleyip halkımızın miyop derecesini yükseltmeyi başarıyor. Bundan eski “solcularımızın” ve anlı şanlı “komünistlerimizin” de epey yüklüce bir pay aldığını hep birlikte görüyoruz. Bu ideolojik savrulma Ertuğrul Özkök’ü Hürriyet gazetesindeki köşesinde 12 Eylül faşizmini savunur hale getirdi. Nabi Yağcılar (Haydar Kutlu) bir gazetede liberalizmin erdemlerini inceden inceye okuyucularına aktarıyor! Marksist Tutum dergisi, son sayısı ile birlikte ülkemizdeki devrimci Marksist teoriyi üst noktalara taşıma misyonunu başarıyla yerine getiriyor. Elif Çağlı küreselleşme üzerine olan yazıları ile “ulusal solcularımızın” küreselleşme karşısındaki durumlarını, ulusal ve yerel çıkarların savunulmasında düştükleri açmazı, doğru ve enternasyonal Marksizmden ödün vermeden gözler önüne seriyor. Marksizmin ülkemizdeki teorik düzeyi Elif Çağlı sayesinde daha yukarılara tırmanıyor. Umuyoruz ki Marksizmin ülkemizde ete kemiğe bürünmesinde bu katkılar çok önemli. Tüm okurlara selam gönderiyoruz! İzmir’den bir Marksist Tutum okuru
46
Gazeteden okuduğum bir yazı ilgimi çekti. “Dünya’nın hali hiç iç açıcı değil” başlıklı bu yazı, emekli bir generalin bazı kaynaklardan elde ettiği verileri anlatan bir yazısıydı. Her biri kapitalist sistemin çirkefliğini göz önüne süren bu verilerden birkaçını aktarıyorum. • Her yıl 6 milyon çocuk kötü beslenmeden, 1 milyon çocuk sıtmadan ölüyor. Dünyadaki çocukları aşılamak için 3 milyar dolar yeterli ancak kaynak bulunamıyor. Dünyadaki yıllık askeri harcamaların toplamı ise 1 trilyon doları aşmıştır. • Her 3,6 saniyede bir insan açlıktan ölmekte, ölenlerin çoğunluğunu ise beş yaşından küçük çocuklar oluşturmaktadır. • Dünyadaki en yoksul 48 ülkenin toplam üretiminin değeri, dünyanın en zengin üç kişisinin toplam servetinden daha azdır. • Dünyada 1 milyardan fazla insan günde bir doların altında gelirle yaşamakta, 2,7 milyar insan ise günde iki doların altında gelirle yaşamını sürdürmeye gayret etmektedir. • Dünyanın en büyük 200 şirketinin toplam satışı 1,2 milyar insanın toplam gelirinin 18 kat fazlasına eşit. • Dünyada temel eğitim almamış 114 milyon çocuk ve okuma yazma bilmeyen 584 milyon kadın mevcut. • 2000 yılında silahlanma için yapılan harcamaların yüzde 1’inden daha azı dünyada okula gidemeyen tüm çocukları okula göndermeye yeterli. Sayın generalimiz seneler boyunca neye hizmet ettiğini unutup “Söze gerek var mı? Bu ne biçim dünya?” diye soruyor. Elbette ki biz Marksistlerin söyleyeceği çoook sözü var. Kapitalist sistemin bir avuç insanına dünyanın tüm zenginliklerini elimizden çekme hakkı verilirken, bizlere yukarıdaki verilerde anlatıldığı gibi sömürü, açlık, sefalet ve ölüm layık görülüyor. Seneler önce Nazım Hikmet dizelerinde “Kabahat senin de demeğe dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim” derken kapitalist sistemin bize layık gördüğü bu hayattan kurtulmanın yolunun bizim mücadele etmemizden geçtiğini, eğer mücadele etmezsek kabahatin bizde olduğunu anlatıyordu. Çevremizde “kabahat senin” denecek kimse bırakmayıncaya kadar ve soluğumuz tükeninceye kadar, herkese bu sistemin iğrençliğini teşhir etmeli, kurtuluşun sosyalizmde olduğunu anlatmalı ve bu sistemi ortadan kaldırmak için mücadele etmeliyiz. Çünkü dünyamızı gün geçtikçe daha da kötüye götüren, yaşanmayacak bir zindan haline getiren, açlık, sefalet ve savaşlara mahkûm eden bu sistemdir. Kapitalizmden kurtulmanın yolu doğru fikirlerle Marksizmin ışığında mücadele etmemizden geçiyor. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! grevci bir tekstil işçisi
Okurlarımızdan Türkiye’de uzun zamandır var olan ve sözde demokratik olduğunu söyleyen ülkelerde de çıkartılan terörle mücadele yasası aslında neye ve kime hizmet ediyor? Son yıllarda yapılan bombalı eylemleri de kendi çıkarına kullanan burjuvazi, kitleleri, terörle mücadele yasasını halkın güvenliğini sağlamak amacıyla çıkardığına inandırmak istiyor. Oysa terörle mücadele yasası adı altında amaçlanan hedef işçi sınıfının devrimci mücadelesini denetleyebilmenin yollarını açmaktır. Terörün masum insanları hedef aldığı yönünde duygu sömürüsü de yapan burjuvazi, halkı şüpheli gördükleri herkesi ihbar etmeye yöneltiyor. Terörle mücadele uzmanı bir kişi çıkıp televizyonda bunun bir vatandaşlık görevi olduğunu, şüpheli gördüğümüz herkesi polise ihbar etmemizi, mahalleye ya da apartmana yeni taşınan herkesin kimlik bilgilerini almamız ve onunla ilgili her şeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Öyle bir toplum yaratılmak isteniyor ki birbirine güvenmeyen, şüpheyle yaklaşan ve hatta ihbar eden, yani tam anlamıyla paranoyak bir toplum. Burjuvazi, böyle bir toplum yaratarak hem işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önüne engel oluşturmaya, hem de sınıfın bilinçsiz unsurlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Bu çabalar, burjuvazinin işçi sınıfının devrimci mücadelesinden ne kadar korktuğunun da açık ve net bir ifadesidir. Çünkü bizler ne kadar gücümüzün farkında olmasak da burjuvazi işçi sınıfının ayaklandığında neler yapabildiğini geçmişin tecrübelerinden biliyor. Terör sözcüğünü, masum insanlara yönelik şiddet olayları olarak anlatan burjuvaziye sormak lazım: Bunca bolluk içerisinde Afrika’da ve dünyanın birçok ülkesinde insanların ölmesine göz yummak terör değil de nedir? Terörle mücadele amacıyla başlatıldığını söyledikleri ama bugün kendilerinin bile gözlerden gizleyemedikleri ve tek amaçlarının kârlarına kâr katmak olduğu emperyalist paylaşım savaşlarında, masum yüz binlerin tepesine bırakılan bombalar terör değil de nedir? Gerçek terörü yaratan bizzat kapitalist sistemin kendisidir. Ve bizler bilmeliyiz ki, kapitalist sistem var olduğu sürece terör de varolacaktır. Bizler işçi olduğumuzun ve çıkarlarımızın ortak olduğunun farkına varmalı, her fırsatta kapitalist sistemi teşhir etmeli ve onu yıkmak amacıyla mücadele bayrağını yükseltmeliyiz. YA SOSYALİZM YABARBARLIK! Gülsuyu’ndan bir işçi
İşçiler güçlerini, örgütlü ve bilinçli olmalarından alırlar. Eğer işçiler örgütlü ve bilinçli değilseler, burjuvazi karşısında bir gücü temsil etmezler ve hatta bir hiçtirler. Küçük bir işçi grubu, kendi sorununu çözmek üzere bir araya geldiğinde, işçiler kolektif bir güç olduklarını hissetmeye başlarlar. Burada anlatılacak olan hikâye bu gerçeğin bir kez daha kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Çalıştığım işyerinin gece vardiyasında, yoğun nem ve yoğun çalışma temposu yüzünden sırılsıklam terliyoruz. Gerçekten de rahatsız edici bu durum, ancak günlük olarak her iş çıkışı veya iş saatleri içinde yıkanmakla katlanılır hale geliyor. Ancak patronlar fırsat buldukça işçilerin her hakkını gasp etmekte pek mahirdirler. Bizden önce bu işyerinde çalışan işçiler, yıkanma hakkı için mücadele vermişler. Sonunda ise, kararlı mücadeleleri sonuç vermiş ve bu hakkı kazanmışlar. Hak onlara verilmemiş, onlar söke söke almışlar. Burası önemli aslında… Bundan bir ay öncesine kadar, eskiden varolan yıkanma hakkı yasaklanmış durumdaydı. Gelgelelim birlikte hareket etmemiz ve kararlı davranmamızın karşılığını aldık. Yaklaşık üç hafta önce çok sıcak ve nemli bir yaz gecesi iş arkadaşlarım ve ben, hem iş temposundan, hem de havanın o anki durumundan ötürü gerçekten yorgun ve bitap bir haldeydik. İnanılmaz terlemiştik ve oturduğumuz yerde de alnımızdan aşağı süzülen damlacıklara engel olamıyorduk. Bu durumdan çok rahatsız olmuştuk ve çareler aranırken aradığımız ilacı bulmuştuk: duş. Arkadaşlardan birinin aklına eskiden duş alınan bir yer olduğu geldi. Bu fikir arkadaşlar arasında dalgalanmaya neden oldu. Herkesin gözünün içi parlamıştı, ancak tedirgin bir parıldayış. Çünkü patronun temsilciliğini yapan şef denilen adam Kapitalist toplumda kadın olmak başlı başına bir sorundur. Kapitalist toplumun kafalarımızda oluşturduğu “kadın” tasviri hep aynıdır. Kadın çocuk doğurur, büyütür, ev işlerini yapar, yeri gelince de dayak yer! Kadına yüklenen sorumluluklar, erkek egemen burjuva toplumda kadının yaşamını dört duvar arasıyla sınırlayarak ruhsal yaşamını felce uğratmıştır. Kadının sorunlara geniş bir perspektiften bakmasının ve çözüm yolları aramasının önünü tıkayan içinde yaşadığı bu koşullardır. Dört duvar arasına sıkıştırılan ve ev, çocuk ve kocaya bakma işleriyle sınırlı bir yaşam elbette ki köreltici, aptallaştırıcı olacaktır. Böyle ağır koşullarda yaşayan insanların sosyalleşmesi düşünülemez; tersine çevresinden koparak
da oradaydı. Ama bir kez sorunu çözmeye karar vermiş işçiler karşısında durmak mümkün mü? Artık konuşma ve istekleri dile getirme zamanı gelmişti. Yoğun ve istekli küçük bir karar aşamasından sonra hep beraber şefin odasının yolunu tuttuk. İş arkadaşlarımın çoğu, tekil halde şefin karşısına çıksalar, ağızlarını açıp tek kelime söylemedikleri gibi, şefin karşısında ezilecek, korkacaklardı. Ancak işçiler küçük sorunları için bile birlikte kararlı davrandıklarında, tez zamanda kendi güçlerinin farkına varırlar. Bir adım geri atmadan, hiç ayak sürümeden çok kararlı bir şekilde bir grup işçi, işyerinde istek ve dileklerini gerçekleştirmek için yürüyordu. Kapıdan birden bire içeriye girmemizle, şef, önce bir irkildi. Tedirginliği yüzünden okunan şef efendi belli ki konuşmalara “kulak misafiri” olmuştu. Çevresinde çok ters ve kaba hareketleri ile tanınan şefin hali görülmeye değerdi. Süt dökmüş kedi misali, ne söylenirse “evet arkadaşım”, “doğru arkadaşım”, “haklısın arkadaşım” gibi sözler geveledi. Şefi bu hale getiren tek şey bizim bir arada durmamızdı. Evet sadece bu. Sonunda olması gereken oldu ve duş hakkımızı bir “peki arkadaşlar” cümlesinden sonra kazanmış olduk. Aslında bu söze bile gerek yoktu. Çünkü olumsuz bir tavırla bile karşılaşsak geri dönmeyecektik. Peki bu küçük hak mücadelesi ne kadar önemli? İşçilerin olağan dönemlerde küçüğüyle büyüğüyle verdiği hak mücadeleleri, örgütlülüğün önemini göstermesi bakımında hayati önem taşır. Bir kez elinde bu gücü gören proletarya, gerektiğinde, büyük mücadelelerin provasını bu küçük mücadelelerin içinde bulur. İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
güvensizleşir. Kadınlar çevresine ve kendisine güvensiz, pısırık, kocasının kendisine yöneltilen yumruklarını benimsemiş, dayağı hak ettiğini, kocası karşısında yetersiz olduğunu düşünen ve birçok çelişkiyi barındıran bir duruma sahiptir. Gerçekte bu çok doğal bir davranıştır. Emekçi kadınların hiç de azınlıkta olmayan bir bölümü aynı durumdadır. İşçi kadınların sırtına ağır çalışma koşullarının yükünün dışında bir de yıpratıcı ev işleri yıkılmaktadır. Bu yaşam koşullarına maruz kalan kadınların kişiliklerinin gelişmesi de düşünülemez. Düşünsel, duygusal ve fiziksel bir gelişkinlikten uzak, çarpık bir şekilde yetişiyoruz; özellikle emekçi kadınlar için bu çarpıklıktan kurtulmanın yolunun devrimci olmaktan geçtiğinin altını çiz-
mek gerekiyor. Emekçi kadınların bu düzene karşı baş kaldırmaktan başka çarelerinin olmadığı açık. Devrimci Marksistler olarak kadın sorununa bakış açımız nettir. Kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça kadınların kurtuluşunun gerçekleşmeyeceğini ve sorunların çözülemeyeceğini biliyoruz. Fakat bugünden devrimci bir kavgaya girişen kadınlar kurtuluşları yolunda ilk adımı atmış olacaklardır. Rosa Luxemburg’un dediği gibi “kadınsız devrim olmaz, devrimi yapmadan kadın kurtulamaz.” Kadın olarak bu sözlerin hakkını vermeli, burjuva toplumun dayatmalarını devrimci bir mücadeleyle parçalamaya girişmeliyiz. İstanbul’dan bir sağlık emekçisi
47
Okurlarımızdan Geçenlerde gazetelere yansıyan haberlere göre, ABD’ye kaçak olarak girmeye çalışan 104 işçi okyanusta boğularak ölmüş. Kaçak olarak Amerika’ya girmek isteyen 113 Ekvadorlu işçi, 15 kişilik tekneyle Büyük Okyanusun ortasında can pazarı yaşadı. Bir balıkçı teknesi ancak 9 kişiyi kurtarabildi. 104 göçmen ise Okyanusun derinliklerine gömüldü. Böylelikle 104 işçinin daha Amerika rüyası, onlarla birlikte derin sularda batmış oldu. Göçmen işçilik, açlık ve sefaletin pençesinde kıvranan emekçiler için ye yazık ki umut olmaya devam ediyor. Daha gelişmiş ülkelere gidip, daha yüksek ücretlerle çalışma hayali hiç bitmiyor. Nasıl bitebilir ki? Kapitalizm her yerde açlık ve sefalet yaratıyor; işsiz ve aç emekçiler kendi hayatlarını idame ettirebilmek amacıyla yollara düşüyorlar. Emekçiler daha gelişmiş ülkelere gidip daha iyi ücret karşılığında, insanca yaşama düşleri kurarken, kapitalistler göçmen işçilerin sırtından korkunç bir sömürü sağlıyorlar. Onların en kötü koşullar-
da bile olsa çalışmaya muhtaç olmalarını kapitalistler acımazsızca kullanıyorlar. İş bulabilen karın tokluğuna çalışıyor, iş bulmayan ise aç gezmeye devam ediyor. Diğer taraftan göçmen işçilerin kendi ülkelerine gelip daha ucuza çalışarak işlerini ellerinden alacağını düşünen “yerli” işçiler milliyetçi tepkiler gösterirler. Sanki gerçekten de, ücretlerinin düşük olmasının sorumlusu söz konusu göçmen işçilermiş gibi. Burjuvazi, düşük ücretlerin sorumlusu kendisi değilmişçesine veya gerçek çelişki açığa çıkmasın diye işçileri göçmen işçilere karşı kışkırtır; milliyetçilik bu temelde de geliştirilir. Böylece burjuvaziye karşı düşman olması gereken işçiler kendi aralarında göçmen olan, olmayan olarak ikiye bölünürler. Hatta Türkiye’de de örnekleri yaşandı; göçmenlerin evleri veya çalıştıkları işyerleri kundaklandı. Bu kavgadan kârlı çıkan elbette ki, burjuvazidir. Fakat unutmamalıyız ki, kapitalist sömürü sistemi bir dünya sistemidir. Dünyanın her yerin-
Serna-Seral işçilerinin grevini ziyaret edenler, grevlerin işçi sınıfının gerçek okulları olduğunu bir kere daha göreceklerdir. O güne kadar boynuna pranga geçirilmiş köleler gibi çalışan işçiler, mücadeleye bir kere atıldılar mı yalanlarla kuşatılmış dünyanın gerçekleriyle karşılaşır. Dünya, patronlar ve işçiler diye ikiye ayrılmıştır. Ama patronlar tarafından hep aynı gemide oldukları yalanı söylenmiştir. Devletin, polisin hep haklıdan yana olduğu söylenmiştir, ama işçiler haklarını aramaya kalktığında nedense gözaltına alınan, copu, dayağı yiyen hep işçiler olmuştur. İşçilere örgütlenmenin kötü birşey olduğu anlatılmıştır ama işçiler örgütlenmeye kalktıklarında karşılarında “örgütlenmek kötüdür” diyen patronların nasıl da örgütlü olduklarını görmüşlerdir. İşçilerin yaşadıkları kötü koşulları ortadan kaldırabilmeleri için örgütlenebilmelerinin önünde burjuvazinin yarattığı birçok engel var. Bu engellerin en başında işçilerin iliğine kadar işlemiş olan “korku” geliyor. Ama bu korkular, grev çadırında, grev alanında her türlü baskıya maruz kalındığında kendiliğinden ortadan kalkar. Her gün işyerinin önünde aileleri ve bizim gibi ziyaretçilerle buluşan, geceli gündüzlü bekleyen ekipleriyle Serna-Seral işçileri gözlerindeki kararlılıkla “bizim istediğimiz kırıntılar değil, çocuklarımız için güzel bir dünya” diyorlar. İşçiler, yüreklerindeki korku perdesini yırtmışlar. İşçi kadınlar, genç-yaşlı demeden, nöbetlerinde sabahlara kadar ekip arkadaşlarıyla beraber işyeri önünde bekliyorlar. “Daha önce patronu zengin etmek için, şeflerin tacizleriyle de karşılaşarak işyerinde makine gibi çalışarak sabahlıyorduk, şimdi onurla verdiğimiz mücadelemiz için sabahlıyoruz” diyorlar. Polis saldırdığında erkeklerle beraber, saldırılarda birbirlerine omuz vererek, direniyorlar. Polisin saldırdığı erkek arkadaşlarının üzerine kapanıp onları koruyorlar. “Bir buçuk yıl öncesine kadar şeflerin yasaklarıyla hareket ediyorduk ama bugün burjuvazinin yasalarıyla kendimizi sınırlamayacağız” diyen işçiler “işyeri önünde dört grev gözcüsünden fazlası bekleyemez” diyen yasanın yerine kendi fiili mücadelelerine dayanarak, işyeri önünde gündüzleri aileleriyle, geceleri dönüşümlü olarak nöbetleri devralan ekipleriyle kalıyorlar. Yasa, çadır kurmalarını engelliyor,
48
de işçi sınıfı sömürülmekte ve tüm ürettiklerine burjuvazi el koymaktadır. Eğer bugün Batı’da işçiler az gelişmiş ülke işçilerinden göreli olarak daha iyi ücret alıyorlarsa, bunun sebebi kapitalistlerin lütufkâr olmaları değildir. Avrupa’da ve ABD’de işçi sınıfının 200 yıllık bir mücadele tarihi var; işçi sınıfı bugün bize göre daha iyi yaşama olanaklarına devrimle, kanla, mücadeleyle ulaştı. Burjuvazi, söz konusu hakları işçilere altın tepsiyle sunmuş değil. Son ölen 104 Ekvadorlu işçinin sönen umutları, bizlere gerçek çözümün bir yerden başka bir yere giderek sömürülmek olmadığını açıkça gösteriyor. Gerçek çözüm işçilerin dünya ölçeğinde birleşerek mücadeleye girmeleri ve daha iyi bir yaşamı tüm insanlığa sunabilmek için bu lanet kapitalist düzeni alaşağı etmeleridir. Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi işçilerin vatanı yoktur, ama kazanacakları bir dünya var! Yaşasın işçi sınıfının uluslararası birliği! Marksist Tutum okuru bir sağlık işçisi
ama onlar iki kere çadırlarını kurdular ve bu yüzden polisten cop ve biber gazı yediler, gözaltına alındılar. İkinci kere kurdukları çadırı polis yıkmaya geldiğinde, işçiler dövülüp, ağızlarına biber gazı sıkılarak gözaltına alındılar. Arkadaşları alınınca geride kalan işçilerin dağılacağı, morallerinin bozulacağı düşünülüyordu. Ama geride kalanlar hemen öne atılıp, sloganlarla polis karakolunun önüne gelip, sonradan yanlarına gelen aileleriyle beraber sabaha kadar gözaltına alınan mücadele arkadaşlarını beklediler. Bir buçuk yıl içinde örgütlenmesini sağlamış SernaSeral işçilerinin deneyimlerinden, işyerlerinde örgütlenmek isteyen tüm işçilerin öğreneceği çok şey var. Yalnızca kağıt üzerinde bir örgütlülük değil, ilmik ilmik örülen, işçilerin birbirine kenetlendiği, işyeri komitesinin işleri koordine ettiği, işçilerin örgütlenmeyi sahiplendikleri, yaşanan sorunları hemen sendikacılara havale eden bir anlayış yerine örgütlü gücünü harekete geçirerek çözen bir örgütlenme yaratılmış. Serna-Seral işçileri, bize küçücük bir işyerinde bile, işçilerin örgütlü olduklarında ve kararlı bir şekilde mücadele ettiklerinde, yalnızca patronlarını köşeye sıkıştırmakla kalmayıp, burjuvazinin baskı aygıtını, polislerini de daha temkinli olmak zorunda bıraktıklarını gösterdiler. Bu mücadelenin sonucunda, işçiler yola çıkarken elde etmek istedikleri taleplerine ilişkin bir kazanım elde edilebilirler de edemeyebilir de. Ama bu mücadele genel sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ve en önemli kazanım işçilerin bir sınıf olduklarının farkına vararak sınıf mücadelesine katılmaları, bu temelde örgütlenmeleridir. İşçiler böylelikle gerçek kurtuluşlarının ancak sermaye düzenini ortadan kaldırmakla mümkün olacağını anladıklarını söylüyorlar. Serna-Seral işçilerini ziyaret eden çevreler kendi sloganlarıyla grevcileri selamlıyorlar ama dönüşte işçilerin sloganlarıyla grev alanından ayrılıyorlar. Bu yazıyı da, onların sloganlarıyla; sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurulması için tüm işçilerin sahiplenmeleri gereken sloganlarla bitirmek istiyorum. Dünyanın bütün işçileri birleşin! Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! İstanbul’dan bir işçi
Merhaba arkadaşlar! Bu sene kazandım üniversiteyi, bir haftayı geride bıraktım bile. Ne mi gördüm? Burjuva tarihinin pompalanmasının devam ettiğini, eğitimin para üzerine kurulduğunu! Üniversite öğrencilerini bilge insanlar sanırdım. Bana hep böyle değil, bildiğin bencil burjuva genci diyorlardı. Ben inanmıyordum, böyle olamaz diyordum. Suçu, anlatan arkadaşa atıyordum; sen keşfedememişsindir, diyordum. Yine koşullara atmak istemiyorum sorunu, çünkü bu düşünmeme suçudur. Tabii ki kapitalizm yetiştiriyor bizleri. Ama bizleriz bu sistemi yıkacak olan ve iyi tanımalıyız yaşadığımız mekânı, iyi tanımalıyız düşmanımızı… Şairin dediği gibi: Tanı onları, tanı da büyü! Diğer bir sorunsa aile sorunu: belki de en büyük savaşı aileme karşı veriyorum. “Kadın sorunu özel mülkiyetten kaynaklanıyor” diyorum anneme; “özel mülkün bile yok” diyor bana. Baba diyorum sen işçisin sömürüyorlar seni. “Ne yapalım oğlum” diyor, “bizden geçti” ve sonra kapıyı kitliyor mitinge gitmemem için. Yani arkadaşlar anlayacağınız düşman kendimiziz, savaş kendimizle olmalı ki kafamızı kaldırabilelim aynamızdan. Bazen evde ne yapacağımı bilemiyorum, ah diyorum bir yere akıtsam şu hıncımı. Sonra sınıf bilincim karşıma dikiliyor, sabret diyor ve örgütlü hareket et. Hayatta devrim göremiyorsan, devrimciliğini hayata empoze et diyor. Teşekkür ediyorum Marksist Tutum’a ve layık olmaya çalışıyorum sınıf mücadelesine. O güzel günlere ulaşmak için üzerime düşen görevi yerine getireceğim. Gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan bir dünya için! üniversiteli bir genç Marksist