Copları, Gazları, Yalanları Ezilen ve Sömürülenleri Yıldıramayacak! Ocak 2011
• AKP nedir, işçi sınıfının bakışı ne olmalıdır? • Gizli diplomasi ve Wikileaks
70
• Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /1 • Hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargı üzerine • Öğrenci eylemleri ve düzen güçleri • Marksizm ve gençlik
AKP Nedir, İşçi Sınıfının Bakışı Ne Olmalıdır? Levent Toprak
T
ürkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda oldukça önemli değişimlerin yaşandığı bir onyıl kapanıyor. 2001’deki ekonomik ve siyasi krizle zemini döşenen ve bir yıl sonra yapılan erken genel seçimlerde hükümeti oluşturan üç partinin birden sandığa gömülmesiyle başlayan dönüşüm süreci, kritik dönemeçlerden geçerek bugüne dek gelmiş durumda. Tüm bu sürece damgasını vuran AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde henüz bir yıllık bir parti iken tek başına hükümete gelmişti. AKP o gün bugündür, üzerine değişik yönlerden gelen basınçları savuşturmayı başararak, girdiği tüm seçim ve halkoylamalarını kazanmış bulunuyor. Dahası, yeni seçimlere 6 ay kala, mevcut burjuva partiler içinde hâlâ en güçlü aday durumunda. Bu süreçte Türkiye kapitalizminin sıçramalı bir gelişme göstererek “lig atladığını” söylemek yanlış olmaz. Nitekim Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi konumuna yükselmiş ve tam da bunun bir nişanesi olarak G20 ülkeleri arasına dâhil edilmiş bulunuyor. Bu kadarıyla sayısal bir veri olarak görünen bu olgu, toplumun hayatında çok yönlü ve köklü değişimler anlamına gelmektedir. Büyük bir kentleşme ve proleterleşme süreci yaşanmaktadır. Kırın ve taşranın kapalı ortamından çıkan geniş kitleler, kapitalist küreselleşmenin etkileriyle de iç içe yürüyen bir iletişim ve ulaşım patlamasının eşliğinde kentsel yaşama entegre oluyorlar. Önemli bir bölümü itibariyle dindar olan bu kitleler artık yerleşik ve geri dönüşsüz bir unsuru oldukları kentte, hayat kavgası içinde yeni bir denge bulmaya çalışıyorlar. Bu hengâme içinde bir yandan her gün gözlerinin içine sokulan dünya nimetlerine ulaşmaya çalışırken, bir yandan da kapitalizmin acımasız çarkları arasında kaybolup gitmeme ve benliklerini yitirmeme uğraşı veriyorlar. Türkiye’de yaşanan bu çok yönlü değişim sürecinin önemli bir halkasını da politika alanı oluşturmaktadır. Bu kapsamda 1982 Anayasasında ve diğer yasalarda yapılan değişiklikler sonucu siyasal yapının bazı kritik yönlerinde gedikler açılmıştır. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’deki burjuva devlet yapılanmasının ve ideolojisinin özgül yanını oluşturan Kemalizme ilk kez ciddi darbeler vurul-
İşçi sınıfı kendi sınıf çıkarlarının doğal bir gereği olarak, diğer tüm burjuva siyasal güçlere karşı olduğu gibi, AKP’ye karşı da mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfının bu mücadelede milliyetçi ve devletçi yaklaşımlara ihtiyacı yoktur. Aksine bu tür yaklaşım ve tutumlar genel olarak eninde sonunda ters tepmekte ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasına zarar vermekte olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut somutluğunda da işçi-emekçi kitleleri sosyalistlere yaklaştırmamaktadır.
1
marksist tutum
muştur. Kemalizmin asıl ve gerçek güç kaynağı olan ordunun siyasal sistem içinde her zaman işgal ettiği ağırlıklı ve belirleyici role ilk kez sarsıcı darbeler indirilmiş, devlet yapısında yasal ve fiili olarak bu rolü somutlayan bazı mekanizmalar budanmıştır. Bu alanda yaşananlar sonucunda, Türkiye’de derin tarihsel kökleri olan bürokratik-askeri sulta şu ana kadarki en ciddi sarsıntısını geçirmektedir. AKP’nin iktidara gelmesi ve statükoya darbe vurması burjuva kesimler arasındaki iç çatışmayı alabildiğine kızıştırdı. Elbette, ayrıcalıklı olmaya alışkın bürokratik-askeri kast, daha önce bu yönde adımlar atmaya çalışanları nasıl bertaraf ettiyse, AKP’yi de aynı şekilde bertaraf etmeye girişti. Geniş statükocu cephe, bu uğurda elindeki imkânları seferber ederek AKP’ye ve onu destekleyen güçlere karşı dört bir koldan haçlı seferi başlattı. Bu haçlı seferinin önemli bir ayağını, kendisine geniş bir toplumsal destek yaratma çabası oluşturuyordu. Bu zorlamaların bir sonucu olarak, esasen ülkenin nispeten gelişmiş batısında ve eğitimli kentli kesimler ile Aleviler arasında, “şeriatçı” ve “gerici” diye damgalanan AKP’ye ve onu destekleyen kitlelere karşı laiklik ekseninde büyük bir hezeyan dalgası oluşturuldu. Böylelikle, gitgide toplumda geniş bir kutuplaşma yaratıldı. Kuşkusuz söz konusu toplum katmanlarında, az önce kısaca bahsettiğimiz sosyo-ekonomik dönüşüm sürecinin bir ürünü olarak kente yeni gelen dindar kitlelere ve Kürtlere karşı belli bir mesafe vardı. Ancak söz konusu statükocu güçlerin gemi azıya alan fitne propagandası ve bilfiil örgütlemesi sayesinde, bu nispeten uyurgezer önyargı gitgide bir hezeyan ve nefrete dönüşmeye başladı. Dolayısıyla, genel olarak söyleyecek olursak, bu ekonomik, sosyal ve siyasal değişim, ciddi sarsıntılar ve çatışmalar doğurdu. Bu döneme damgasını vuran siyasi güç, hiç şüphesiz AKP olduğundan, söz konusu hezeyan ve nefretin başlıca hedefi de o olmuştur. Zira AKP başından beri bu sürecin önde gelen taşıyıcısı/yürütücüsü konumundadır. Bizzat bu konumu nedeniyle AKP’nin Türkiye burjuva siyasetinin tarihinde bir dönüm noktasını temsil ettiği açıktır. Ancak AKP karşıtı ulusalcı-Kemalist propaganda, gerçeklerden ziyade patolojik bir nefretten beslendiğinden, bu anlayışla çizilen AKP tablosu, geniş emekçi kitleler açısından bırakın inandırıcı bulunmayı, aksine AKP’ye daha fazla sarılma sonucunu doğurmuştur. Son on yıllık dönemde yaşanan bu değişim sosyalist solu da etkilemiştir. Sosyalist sol bir sarsıntı yaşamakla kalmamış, kendi içinde bir ayrışma yaşamaya da başlamıştır. Bu süreç, Kemalist zaaflar taşıyan sosyalist kesimlerin, bu zaaflarının daha belirgin biçimde öne çıkmasına vesile olmuştur. Zira kendine esas olarak Kemalist hezeyanlar içindeki toplum kesimleri arasında yer bulmaya çalışan bu küçük-burjuva sosyalist çevreler, ideolojik-politik eğitimlerini Marksizm okulunda değil, tahrifatçı Stalinizm okulunda almışlardı. Onların sosyalizm anlayışı genel olarak devletçi, ulusalcı ve tepeden inmeci bir sosyalizm an-
2
Ocak 2011 • sayı: 70
layışı idi. Şüphesiz böylesi eğilimleri taşıyan sosyalistlerin hepsi Stalinizm okulundan gelmiyorlar, kendine Troçkist diyenlerin de bir kısmı bu eğilimleri belli ölçülerde taşımaktadırlar. Ancak bu eğilimleri bütünlüklü bir sosyalizm anlayışı düzeyine yükselten akımın Stalinizm olduğunu da biliyoruz. Sonuçta bu durum, söz konusu sosyalist çevrelerin AKP’ye yönelik politik tutum ve değerlendirmelerinde Marksist çizginin dışına çıkmalarını beraberinde getirmektedir. Oysa AKP olgusunu açıklama ve ona karşı mücadele etme açısından en doğru ve kapsamlı perspektifi verecek olan biricik kılavuz, devrimci işçi sınıfının dünya görüşü olarak Marksizmdir. Bir sermaye partisi olarak AKP zaten işçi sınıfının mücadelesinin hedefi olmak durumundadır. İşçi sınıfı kendi sınıf çıkarlarının doğal bir gereği olarak, diğer tüm burjuva siyasal güçlere karşı olduğu gibi, AKP’ye karşı da mücadele etmek zorundadır. Diğer düzen güçleri gibi, AKP’nin de varlık sebebi son tahlilde kapitalist sömürü düzeninin bekâsını sağlamaktır. Dolayısıyla toplum üzerindeki kapitalist tahakkümün AKP tarafından da benimsenen ve sürdürülen sayısız görünümü bulunmaktadır. Bu durum bir burjuva düzen partisi olarak AKP’ye karşı mücadele için gerekli temeli fazlasıyla sağlamaktadır. Başka deyişle, işçi sınıfının AKP’ye karşı mücadele etmek için milliyetçi ve devletçi yaklaşımlara ihtiyacı yoktur. Aksine bu tür yaklaşım ve tutumlar genel olarak eninde sonunda ters tepmekte ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasına zarar
İşçi sınıfının AKP’ye karşı mücadele etmek için milliyetçi ve devletçi yaklaşımlara ihtiyacı yoktur
sayı: 70 • Ocak 2011
vermekte olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut somutluğunda da işçi-emekçi kitleleri sosyalistlere yaklaştırmamaktadır. Bu kesimlerin AKP’ye karşı yürüttükleri propagandanın temel ayaklarını iki kategoride toplamak mümkün. Buna göre, 1) AKP, ABD tarafından kurulmuş ve onun emir komutası altında hareket eden, ülkeyi ABD ve AB emperyalizmine peşkeş çeken, onların uşağı/kuklası bir partidir; 2) AKP İslamcı/şeriatçı/“dinci gerici” bir partidir ve (ABD’nin de istediği bir biçimde) Türkiye’de din temelli bir rejim kurmaktadır; ülkeyi adım adım karanlığa (“ortaçağ karanlığına”) sürüklemektedir. AKP’nin hükümette tek başına geçirdiği 8 yılın ardından yeni bir genel seçimin eşiğindeyken ve tam da şimdi ABD’nin birçok gizli diplomatik belgesi de yavaş yavaş ifşa olurken, AKP hakkında yapılmış hangi değerlendirmelerin hayatın testine dayandığını görmek yararlı olacaktır. Ortada gerçekten de bir AKP sorunu vardır ve gelinen noktada bu soruna bir kez daha açıklık getirmenin zamanıdır. Doğrusu 12 Eylül referandumu sürecinden sonra bu ihtiyaç daha da belirginleşmiştir.
AKP’nin sözde şeriatçılığı Daha baştan açıkça söylemek gerekiyor ki, AKP’nin şeriatçı bir parti olduğu ve Türkiye’de din temelli bir rejim kurmaya çalıştığı iddiası bir safsatadır. Şeriatçı olduğu söylenen bir parti hükümete gelecek, 8 yıl boyunca birçok seçim ve oylama geçirerek tekrar tekrar seçilecek, bu süreç içinde “laik” Batı sermayesiyle bütünleşme yolunda iştahlı adımlar atacak ve bu adımlar Batı sermayesi tarafından da takdirle karşılanacak, ama hâlâ bu partinin memlekete şeriatı getirmeyi amaçladığı iddia edilebilecek! Belki de bu gerçeklik nedeniyle olsa gerek, daha kaçamak davranan AKP karşıtları “şeriatçılık” kavramından ziyade “dincilik”, “dinci gericilik” gibi daha muğlâk terimleri kullanıyorlar. Bu terimler, somut bir vakıa olarak AKP bağlamında muğlâktır, çünkü bu kavramlarla AKP’nin dinsel esaslara dayanan bir devlet ve toplum düzeni kurma hedefi doğrultusunda hareket ettiği mi, yoksa din istismarcılığı yaptığı mı kastediliyor, belli değildir. Bu ikisi arasında dağlar kadar fark vardır. AKP hiç şüphesiz din istismarı yapmanın yanı sıra, genel anlamda toplumda din unsurunu muhafaza etmeye ve güçlendirmeye çalışmaktadır. Ancak aklı başında hiç kimse buradan hareketle, AKP’nin aslında dini esaslar üzerine kurulu bir devlet ve toplum düzeni yaratmak istediğini söyleyemez. Söylerse de inandırıcı olamaz. 8 yıllık tek parti iktidarının ardından bugün Türkiye’de şeriat olmadığını ve AKP’nin şeriat peşinde koşmadığını tespit etmek pek güç olmasa gerek. Marifet, bunu daha başında görebilmektir. Eğer Kemalizmle bulaşık bir küçük-burjuva sosyalizminin etkisi altında değil de, Marksizmin kılavuzluğunda proleter devrimci bir siyasal tahlil yapıyorsanız, bunu en başından teşhis edebilirsiniz.
marksist tutum
Nitekim daha 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi dönemde Marksistler AKP hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Dini motifleri kullanan Milli Selâmet-Refah-Fazilet çizgisinden gelen ve Türkiye’deki siyasal İslamın reforme edilmesinde görev üstlenen AKP’nin yükselişini ise büyük sermayenin “Batıcı” kesimi ve Ordu hâlâ içine sindirebilmiş değil. Oysa AKP’nin programı incelendiğinde, onun da merkez sağ ya da merkez sol burjuva partilerden, kısacası diğer düzen partilerinden bir farkının olmadığı kolayca görülür. Aslında burjuva siyaset sahnesinde en anlamlı yaptırım gücüne sahip örgüt olan TÜSİAD’ın tek ivedi isteği, IMF destekli ekonomik programın sürmesidir. Sorun AKP değildir; TÜSİAD denenmemiş bir parti iktidara gelecek, dengeler yeniden oluşturulana dek zaman yitirilecek diye endişe içinde kıvranmaktadır. Bazı Kemalist çevrelerin, kendi azılı milliyetçiliklerinin üzerine modern bir elitizm kılıfı olarak geçirdikleri fanatik laiklik yaygarası bir yana bırakılacak olursa, AKP’nin diğer burjuva düzen partilerinden hiç de bir farkının olmadığı rahatlıkla görülür.” (Elif Çağlı, Seçime Doğru, www.marksist.com, 26 Ekim 2002) İşin doğrusu, AKP Avrupa’daki Hıristiyan-demokrat partilerin İslam ve Türkiye koşullarındaki özgün bir eşdeğeri konumundadır. Belki daha da uygun bir örnek olarak Amerika’daki Protestan muhafazakârlığından da söz edilebilir. AKP, 80’lerle birlikte kendisini belirgin şekilde ortaya koymaya başlayan ve ilerleyen yıllar içinde olağanüstü bir ivmeyle büyüyen yeni bir sermaye kesiminin dolaysız temsilcisi olarak sahneye çıkmıştır. “Yeşil sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” olarak da adlandırılan ve içinden büyük tekeller de çıkarmış olan bu kesimler, düzenin geleneksel Kemalist sahiplerini rahatsız eder hale gelen Milli Görüş çizgisiyle daha fazla yol alamayacaklarını görmüşlerdi. İlerleyen yıllarla birlikte daha da belirginleşen şey şudur ki, MÜSİAD gibi kendi alternatif örgütlenmelerine de sahip olan bu sermaye kesimleri kendi iktidar paylarını talep etmekte ve almaktadırlar. AKP’nin Milli Görüş hareketinden kopması her ne kadar 28 Şubat darbesinin sonucu olarak gerçekleşmiş gibi görünse de, aslında 28 Şubat, vakti gelmiş olan bir doğuma yapılmış ebelikti. Yani 28 Şubat’ı bu bahiste büyük ölçüde bir dışsal tetikleyici olarak görmek gerekir. Biat kültürünün, itaatin bir erdem olarak görüldüğü ve çok hâkim olduğu bir siyasal harekette yaşanan bu bölünme sahici bir bölünmedir. Sermaye cephesinde yaşanan gelişmenin yanı sıra, bunu temellendiren bir başka olgu da, Türkiye’de yaşanan derin toplumsal değişimlerdir. Bu nokta ihmal edilerek AKP olgusu anlaşılamaz. Bu bakımdan, söz konusu süreçlerle ilgili daha önce yaptığımız bir değerlendirmeyi hatırlatmak yararlı olabilir. “Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı ve küreselleşme olarak da adlandırılan gelişmelerin bir parçası olarak, Türkiye’de son çeyrek yüzyılda yaşanan dizginsiz kapitalist gelişme, kırdan kente göçe büyük bir hız vererek,
3
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
kent çeperlerinde muazzam bir nüfus birikimine yol açtı. Büyük çoğunluğunu yoksul emekçilerin oluşturduğu bu geniş kitlenin toplumsal talep ve özlemlerine, bir sol hareketin yokluğunda sahip çıkar görünen tek politik hareket, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketiydi. Bu muazzam dalgayı emecek ölçüde hızlı gelişen güçlü bir kapitalist sanayi de olmadığından, acımasız kent cangılında yaşam mücadelesi veren bu kitleler için şüphesiz din önemli bir sığınak işlevi görüyordu. Ancak dinle karın da doymuyordu. Bu kitlelerin temel sorunu, onlara her gün televizyondan kışkırtıcı biçimde pompalanan modern kent yaşamının nimetlerinden bir nebze olsun yararlanabilmekti. Milli Görüş’ün, bu kendine özgü çarpık ve hızlı kentlileşme sürecini yaşayan kitleleri, kendi geleneksel söylem ve konumlanışı içinde daha fazla kucaklayabilmesi mümkün olamazdı. Bu hareketin içinde, dönemin ruhuna daha uygun genç kadrolar bunu fark etmekte gecikmeyerek, AKP’nin kuruluşuyla sonuçlanan kopma sürecini başlattılar. Bölünmeden sonra Milli Görüş geleneksel çizgisinin sahibi olarak kalan ve ilk kuşak kurucu liderleri de muhafaza eden şimdiki Saadet Partisinin, tüm gayretlere rağmen AKP karşısındaki durumu uzun boylu sözü gerektirmemektedir.” (Levent Toprak, İç Kapışmanın Yarattığı Tartışmalar ve Gerçekler, MT, Kasım 2007) Ne AKP’nin arkasındaki sermaye güçleri açısından, ne AKP kadrolarının genel siyasal yönelimleri açısından, ne de onu destekleyen geniş kitleler açısından bir şeriat özleminden söz edilebilir. Muhakkak içinde farklı eğilimler olmakla beraber, AKP’ye genel yönelimini veren şey dinsel bir dinamik değildir. Özetle, ne AKP’nin arkasındaki sermaye güçleri açısından, ne AKP kadrolarının genel siyasal yönelimleri açısından, ne de onu destekleyen geniş kitleler açısından bir şeriat özleminden söz edilebilir. Muhakkak içinde farklı eğilimler olmakla beraber, AKP’ye genel yönelimini veren şey dinsel bir dinamik değildir. Diğer taraftan, AKP’yi destekleyen geniş kitleler şeriat değil, daha geniş demokrasi ve refah istiyorlar. Kaldı ki, AKP’yi destekleyen kitle içindeki dindar kesimin yaşam tarzında da genel olarak büyük bir değişim yaşandığı aşikârdır. Bugünlerde açığa vurulmakta olan ABD diplomasisinin gizli yazışmaları da, AKP’nin, dinsel bir düzen getirsin diye memlekete ABD tarafından musallat edilmiş olmadığını ortaya koymaktadır. Örneğin AKP’nin “gizli İslamcı gündemi” hakkında ABD’li diplomatların uzun değerlendirmeler sonucunda vardığı sonuç şöyle ifade edilmiş: “[AKP’nin] Bugüne kadarki sicili, İslami kökleri olan ve Kemal Atatürk’ün ana ilkeleri batılılaşma ve modernleşmeyi ılımlı biçimde ilerletmiş olan bir merkez-sağ muhafazakâr partiyi tarif etmektedir. Bu sürece bağlı değişimlerin bazıları kaçınılmaz olarak geleneksel güç denge-
4
sini dönüştürecek ve sivil liderleri güçlendirecektir. Türk toplumunun geliştiği bir sırada halkın güvenini muhafaza etmek ve gerilimi asgariye indirmek için, AKP’nin, özellikle de Erdoğan’ın, kucaklayıcı, ılımlı, dengeli bir söylem kullanmayı sürdürmesi gerekecek.”1 Elbette AKP de Türkiye’deki tüm diğer partiler gibi iktidara gelmeden önce ABD’ye giderek kendisini tanıtmış ve kendisinin ABD için zararlı olmadığını, birçok konuda teşriki mesaiye açık olduğunu anlatmıştır. Ancak bu AKP’yi hükümete ABD’nin getirdiği anlamına gelmez. Hatta ABD’nin, o dönemde asıl olarak Kemal Derviş’li seçeneklere ağırlık verdiği bir sır değildir.
ABD uşaklığı meselesi Başta da belirttiğimiz gibi, AKP hakkında dolaşımda olan ulusalcı safsatalardan bir diğeri AKP’nin “ABD’nin uşağı” olduğu idi. Aslında patenti küçük-burjuva sosyalist harekete ait olan ve bugün de Türkiye’deki sosyalist hareketin büyük bölümünün benimsediği bu anlayışa göre, AKP, ABD tarafından kurulmuş ve onun emir komutası altında hareket eden, ülkeyi ABD ve AB emperyalizmine peşkeş çeken, onların kuklası bir partidir. Hayatın içindeki birçok önemli gelişme bu yaklaşımla hiçbir surette açıklanamaz olduğu halde, bu kaba formül şaşılacak biçimde bir hacıyatmaz dayanıklılığı göstermektedir. Oysa son yıllarda Türkiye kapitalizminin yaşadığı sıçramalı gelişimi ve bu temelde, bırakalım emperyalizmin uşağı olmayı, bizzat emperyalistleşme aşamasına gelinmesi gerçeğini, “ABD uşaklığı” türü Marksizmin bilimsel yaklaşımıyla pek bağdaşmayan çürük siyasal kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Bu kesimler Türkiye’yi emperyalizmin elinde oyuncak olmuş, en küçük bir bağımsız iradesi olmayan, mazlum ve azgelişmiş bir ülkeymiş gibi görmeye çalışan yanlış bir ideolojik anlayışa sahip olduklarından, gerçek süreçleri tutarlı biçimde anlayacak fikri araçlardan da kendilerini mahrum bırakmaktadırlar. Eskinin azgelişmiş kimi ülkelerinin bugün emperyalist güçler kümesine dâhil olacak düzeye yükselmiş olmaları, küçük-burjuva sosyalizmine gönül vermiş solcular için anlaşılmaz olsa da, Marksistler için eşitsiz ve bileşik karakterdeki kapitalist gelişmenin doğal bir sonucudur. “Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009) E. Çağlı aynı yerde bundan çıkan önemli bir politik sonuca işaret etmiştir: “Alt-emperyalist bir ülkenin emper-
sayı: 70 • Ocak 2011
marksist tutum
AKP’nin işçilere, Kürtlere, Alevilere, öğrencilere, gecekondu sakinlerine, siyasi tutsaklara reva gördüğü muamele ortadadır. İşsizlik, yoksulluk, sefalet, eşitsizlik, sosyal güvencesizlik, ağır çalışma koşulları gibi çok daha derin sorunlar da tüm patlayıcı potansiyeliyle yerli yerinde durmaktadır. Dolayısıyla emekçi kitleleri AKP yanılsamasından kurtarmak ve bunu yaparken de onları faşistlerin ya da Kemalistlerin kucağına atmamak mümkündür. yalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir.” Bu temel politik öncüllere dayanmayan değerlendirme ve tutumların tutarlı, inandırıcı ve başarılı olması mümkün değildir. Özellikle de günümüz dünyasında. Nitekim küçük-burjuva sosyalist hareket Türkiye’nin son dönemde İsrail ve İran konusundaki kimi politik tutumlarını, Rusya, Çin ve Brezilya gibi ülkelerle yöneldiği yeni ilişkileri, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yönelik emperyal açılımlarını, üçüncü dünyacı küçük-burjuva formüllerle açıklamakta zorluk çekmektedir. Geçtiğimiz günlerde Wikileaks tarafından ifşa edilmeye başlanan Amerikan diplomasisinin gizli yazışmaları da bu küçük-burjuva anlayışların çizmeye çalıştığı tabloyu tümüyle yerle bir etmiştir. Şimdiye kadar yayınlanan belgeler, ABD’nin dünyanın dört bir yanında son derece faal bir diplomasi ordusuna sahip olduğunu, bu ordunun tüm ülkelerde çok çeşitli unsurlara dayanan oldukça kapsamlı bir çalışma yürüttüğünü ortaya koyuyor. Ama bu belgelerde asıl ilginç olan, ABD’nin, tüm bu çok yönlü faaliyete rağmen, kadir-i mutlak olmadığının, her zaman istediği kontrolü kuramadığının, birçok noktada çuvalladığının, her ülkeyi ya da gücü istediği gibi çekip çeviremediğinin görünüyor olmasıdır. Ancak, az sayıda da olsa kimi sosyalist çevreler, ortaya çıkan ilk posta Wikileaks belgelerine ilişkin olarak, bunların Türkiye’nin ve AKP’nin her düzeyde emperyalizme uşaklığını açıkça ortaya koyduğunu iddia ettiler. Oysa söz
konusu belgelere bakıldığında gerçekliğin bu klişe söylemin ima ettiği şeyin tersini gösterdiği görülüyor. Örneğin belgeler açıkça, tüm çabaya rağmen ABD’nin Erdoğan’ı kontrol edemediğini gösteriyor. AKP’ye yönelik değerlendirmeler içeren yazışmaların hemen tamamında Erdoğan’a dair “gerçekçi bir dünya algılamasına sahip olmadığı”, “etrafa kulaklarını tıkadığı”, “çok az okuduğu”, “sadece kendi karizmasına, içgüdülerine ve danışmanlarının filtrelemesine güvendiği” yollu şikâyetler bunun bir ifadesi. Bu ifadelerin tercümesini, “bizi pek dinlemiyor, başına buyruk davranmaya eğilimli” diye yapmak mümkün. Bir belgedeki şu ifadeler de, Erdoğan’ın İran konusunda yoklandığına ve olumlu cevap alınamadığına işaret ediyor: “Eğer bağlantılarımızın üzerinde uzlaşma sağladıkları bu görüşler doğruysa, bu durum Başbakan Erdoğan’ı İran’a karşı sert bir tavır takınmaya ikna etme çabalarımızın zorlu bir girişim olacağını gösteriyor.”2 Bunun gibi başka belgelerde de ABD’li diplomatlar Türkiye’nin artık daha bağımsız bir dış politika izleme çabasında olduğu değerlendirmesini yapıyorlar. Keza İsrailli egemenlerin de Türkiye’nin değişen politikasından endişe duyduklarını, Türkiye’nin “bölgesel bir süper güç” olma hedefiyle hareket ettiğini düşündüklerini görüyoruz. Tam da klişe ulusalcı tabloya pek uymadığından olsa gerek, sahte “anti-emperyalizm” söylemini asıl bayraklaştıran ulusalcı-devletçi sosyalizm akımının öncü kuvveti durumundaki TKP, gayet temkinli davranarak, söz konusu belge ifşaatından pek memnun olmadığını açıkça belirtti. Doğrusu, devrimci bir zeminde duran çevrelerin, TKP’nin bile sezinlediği şeyi anlayamamaları, hazin bir durumdur. Bunun gösterdiği şey, alışılmış klişe söylemin ne denli güçlü olduğudur. Bunun sebebi, Türkiye’deki egemenlere ya da AKP’ye karşı mücadele edebilmek için, ille de bunların birtakım
5
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
yabancıların uşağı, maşası olduğunu söylemekten medet ummaktır. Kötü olan şeyler ille de “kökü dışarıda” olması gereken, içinde “yabancı parmağı” olması gereken şeylerdir! Bunun milliyetçi bir saplantı olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki arayış, ortalama bilinçteki emekçide var olan ya da var olduğu farz edilen milliyetçi önyargılara yaslanma, bunlardan sözümona sosyalist amaçlar için yararlanma arayışıdır. Sosyalistler arasında kendilerine buradan çıkış arayanlar olması acıklı bir durumdur. İşçi sınıfının mücadelesi bu tür önyargıları besleyerek devrimcileşemez. Aksine bu önyargıları kıracak enternasyonalist bir hat izlemek gereklidir ve bu hat hiç de gerçeklere aykırı, hayalci bir hat değildir. Hep söyleyegeldiğimiz gibi, işçi sınıfının Türkiye’deki burjuva düzene ve AKP’ye karşı mücadele etmek için bu tür çürük ve eninde sonunda ters tepen araçlara ihtiyacı yoktur.
Proleter sınıf perspektifi Kürt halkının özel durumunu bir yana koyarsak, 2000’li yıllar, örgütsüz yoksul emekçi kitlelerin bir çare olarak esasen AKP’ye sarıldığı yıllardı. Kitleleri esinlendirecek ölçüde güçlü bir devrimci alternatifin olmadığı koşullarda, sağ ve sol görünümlü diğer burjuva partiler karşısında AKP kitlelere mevcutların en iyisi olarak göründü. Statükocu güçlerin darbeci zorlamalarına ve Kemalist yaygaralarına karşı emekçi kitleler AKP’ye belki daha büyük bir inatla sarıldı. Sosyalistler hiç kuşkusuz emekçileri, onları burjuva düzene bağlayan AKP yanılsamasından kurtarmaya çalışırlar. Ama bu, özü Kemalist olan bir çizgiyle, Kemalist argümanlarla, Kemalist tutumlarla başarılabilir mi? Kesinlikle hayır! AKP’yi “dinci gericilik”, “şeriatçılık”, “türban tehlikesi” türü Kemalist temalar üzerinden sıkıştırmaya çalışmak, başarısızlığa mahkûm olmanın ötesinde, yanlıştır ve kesinlikle işçi sınıfının işi olamaz. Kemalistlerin AKP’yi sıkıştırmak için ileri sürdükleri bir diğer argüman da, onun “cumhuriyet karşıtı bir parti” olduğudur. Bu argüman da diğerleri gibi, statükocu bürokratik cephenin AKP’yi yıpratmak amacıyla yürüttüğü propaganda çerçevesinde imal edilmiştir. Gerçekte AKP, yürürlükteki burjuva yönetim biçimi olan cumhuriyeti yıkarak monarşik bir düzene geçme niyetinde olduğunu ihsas eden herhangi bir girişimde bulunmuş değildir. O zaman ne demek oluyor bütün bu “cumhuriyet tehlikede” yaygarası? Bunun bir tek gerçek anlamı var: tehlikede olan, bir yönetim biçimi olarak cumhuriyet değil, askeribürokratik kastın burjuva cumhuriyetin kuruluşundan beri sahip olduğu ayrıcalıklı konumu sürdürmesini sağlayan her türlü mevzilerdir! İşçi sınıfının “cumhuriyeti korumak” adı altında bu tür mevzileri korumak gibi bir derdinin olamayacağı açıktır. Aksine işçi sınıfı başından beri her türlü zulmüne maruz kaldığı bu yapının yerle bir edilmesi için uğraş vermelidir.
6
AKP’ye yönelik eleştirinin temel motifinin “dincilik” olması ise, geniş emekçi kitleler açısından büyük oranda ters tepecek bir şeydir. Başka ülkelere ya da eski dönemlere gitmeye hiç gerek yok, son yılların taze deneyimi bunu açıkça göstermektedir. Yoksul emekçi kitleler bu “eleştiriyi” büyük ölçüde kendi dinsel inançlarına yönelik bir saldırı olarak algılamaktadırlar. Bu da onların AKP’ye daha fazla sarılmalarına yol açmaktadır. Kötü olan şeyler ille de “kökü dışarıda” olması gereken, içinde “yabancı parmağı” olması gereken şeylerdir düşüncesinin milliyetçi bir saplantı olduğunu görmek gerekiyor. İşçi sınıfının Türkiye’deki burjuva düzene ve AKP’ye karşı mücadele etmek için bu tür çürük ve eninde sonunda ters tepen araçlara ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan AKP, kendisini yok etmek isteyen statükocu güçler karşısında kendisini savunabilmek ve tehlikeyi savuşturabilmek amacıyla, rejimin kimi antidemokratik yönlerini kırpmak zorunda kaldı. Böylelikle, kendini sol diye yutturmaya çalışan CHP dahil tüm burjuva partilerden daha demokrat ve özgürlükçü bir profil çizdi. Elbette bu zoraki ve güdük bir demokratlıktı, ama diğerleri bu kadar bile değildi. Dolayısıyla AKP belli noktalarda ya da çizgilerde Türkiye’deki egemen sınıfın genel anti-demokratik zihniyetini ve uygulamalarını sürdürürken, belli noktalarda bu kalıpları kırmak zorunda kaldı. Türkiye’de burjuvazinin genel anti-demokratik mirasını tümüyle devam ettiriyor olsaydı, zaten toplumdan bu denli büyük ve istikrarlı bir rağbet göremezdi. Ancak, AKP’nin işçilere, Kürtlere, Alevilere, öğrencilere, gecekondu sakinlerine, siyasi tutsaklara reva gördüğü muamele, onların taleplerine karşı gösterdiği tahammülsüzlük gibi olgular, demokratik hak ve özgürlükler alanında onun güdük demokratlığını teşhir etmek için fazlasıyla meşru ve güçlü bir zemin sunmaktadır. Diğer yandan işsizlik, yoksulluk, sefalet, eşitsizlik, sosyal güvencesizlik, ağır çalışma koşulları gibi çok daha derin sorunlar da tüm patlayıcı potansiyeliyle yerli yerinde durmaktadır. Dolayısıyla emekçi kitleleri AKP yanılsamasından kurtarmak ve bunu yaparken de onları faşistlerin ya da Kemalistlerin kucağına atmamak mümkündür. Yeter ki, doğru bir siyasal perspektif geliştirilebilsin ve proleter sınıf temelinde örgütlü bir çalışma yürütmede kararlı olunsun.
________________________ 1
www.wikileaks.ch, 21 Mart 2007 tarihli ve 07ANKARA648 kodlu belge
2
www.wikileaks.ch, 11 Ağustos 2006 tarihli ve 06ANKARA4688 kodlu belge
Gizli Diplomasi ve Wikileaks’in İfşa Ettikleri Utku Kızılok
B
ir internet sitesi olan Wikileaks’in ABD Dışişleri Bakanlığının gizli belgelerini yayınlaması, uluslararası siyasal arenada büyük bir yankı uyandırdı. Büyük bir bölümü, çeşitli ülkelerin büyükelçiliklerinde görevli ABD’li diplomatların, görev yaptıkları ülkeler ve yönetimleri hakkında Washington’a gönderdikleri kriptolardan (şifreli yazılar) oluşan bu belgelerin sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Açıklanan belgelerin bir kısmı çeşitli ülke liderlerinin, örneğin Putin, Berlusconi veya Merkel’in kişilikleri hakkında, dolayısıyla da dedikodu niteliğinde. Türkiye’yi ilgilendiren gizli yazışmaların bir kısmında, iç siyasal gelişmeler, AKP’nin siyasal çizgisi ve emperyal politikaları ve bu partinin bakanlarının birbirleri hakkında ABD’li diplomatlara yaptıkları dedikodular vs. ele alınıyor. Belgelerin dikkat çekici bir bölümünü ise, Sünni Arap devletlerin ABD’den bir an önce İran’a savaş açmalarını istemeleri oluşturuyor. Wikileaks yöneticilerinin neyi amaçladığı ve kime hizmet ettiğine dair çok fazla soru işareti bulunuyor. Ancak Wikileaks’in ne yapmaya çalıştığından bağımsız olarak, burjuva devletlerin bazı gizli kirli çamaşırlarının ve ilişkilerinin açıklanması ve böylece düzenin emekçilerin gözünde teşhir olması bakımından belgelerin ifşası yine de önemlidir. Lakin işçi sınıfı örgütlü olmadığı ve güçlü bir toplumsal muhalefet ortaya çıkmadığı müddetçe, düzenin kirli yüzünü bir parça ortaya seren bu ifşaatların etkisinin sınırlı olacağı da aşikârdır. Nitekim ABD emperyalizmi, üstün manevra gücü sayesinde, ortaya saçılan belgelerin yarattığı durumu kendi lehine kullanmaya başlamıştır bile. Örneğin İran’ı tehdit olarak gören tek ülke olmadığını söyleyerek ABD’nin İran’a saldırma bahanelerini meşrulaştırmaktadır.
Wikileaks’in ifşa ettiği belgeler son derece sınırlıdır ve bunlar arasında ABD emperyalizminin ve diğer devletlerin gizli anlaşmaları yoktur. Oysa başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler ve diğer burjuva devletler arasında nice gizli anlaşmalar bulunmaktadır. Örneğin, Türkiye’deki NATO ve ABD üsleri, nükleer silahlar ve enerji anlaşmaları gibi. Tüm bu gizli anlaşmaları ve belgeleri ortaya dökebilecek olan, iktidarı ele geçiren devrimci işçi sınıfıdır. Nitekim tarihte ilk kez gizli anlaşmaları tüm belgeleriyle açıklayan, uluslararası burjuva protokol kurallarını ve diplomatik ilişkileri bir kenara fırlatıp atan, burjuvaziyi yasa boğarken dünya emekçilerinin gerçekleri öğrenmesini sağlayan Ekim Devrimi olmuştur.
Burjuva ikiyüzlülük Herhangi bir burjuva devletin, meselâ İran’ın, Suudi Arabistan’ın kendisi hakkında ne düşündüğünü bilmediğini, bunu Wikileaks’ten öğrendiğini düşünmek fazlasıyla safdillik olurdu. Şunu asla unutmamak gerekiyor: Burjuva devletler kapalı kapılar arkasında pazarlıklar yaparlar, rakiplerinin zaaflarını şantaj malzemesi olarak kullanırlar, ama tüm bunları halktan gizlerler. Her burjuva devlet gücü oranında, başta rakipleri olmak üzere başka devletlerin birimlerine ajanlarını yerleştirir, bu devletlerin politikacılarını satın alır, gazetecileri ve akademisyenleri kendisi için çalışmaya şu ya da bu biçim altında ikna eder ve yönlendirir. Dolayısıyla örneğin İran’ın, Suudi Arabistan’ın kendisi hakkında ne düşündüğünü öğrenmesi için Wikileaks’e ihtiyacı yoktur. Keza esip gürleyen Başbakan Erdoğan ve AKP, çözülen kriptoların içeriğini tümüyle bilmese de, ABD’nin ne düşündüğünü bal gibi bilmektedir.
7
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
Kendilerinden saklandığı için gerçekleri bilmeyen yalnızca emekçi kitlelerdir. Wikileaks’in açıkladığı belgeleri önemli hale getiren işte bu gerçekliktir. Çünkü burjuva devletler ve politikacılar halk yığınlarına açıklama yapma zorunluluğuyla karşı karşıya gelmişlerdir. Belgelerin ifşaatı burjuva devletlerin pis ilişkilerinin çok sınırlı da olsa teşhir olmasını sağladığı için, uluslararası ilişkilerin bir aracı olan diplomasi kurumunun yaldızları dökülmeye başlamıştır. Bu nedenle burjuva dünya, uluslararası ilişkilerin zedeleneceği ve diplomasi kurumunun yara alacağı konusunda hayıflanıp duruyor. Nitekim yaşananlardan “diplomasinin 11 Eylül’ü” olarak söz ediliyor. İran’ından ABD’sine kadar burjuva devletlerin gizli belgelerin açıklanması karşısında domuz topu gibi birleşmesi bu sebepledir. Bir taraftan demokrasiden ve basın özgürlüğünden dem vuran burjuva dünya, öte taraftan da Wikileaks’in belgeleri yayınlamasının önüne geçmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu ifşaatlar burjuva riyakârlığı ve burjuva demokrasisinin sınırlarını da bir kez daha gözler önüne sermiştir. Söz konusu belgeler açıklanmadan önce fikir özgürlüğünden dem vuran ABD Dışişleri Bakanı Clinton şunları söylüyordu: “Biz bütün insanlığın bilgiye ve fikirlere aynı kolaylıkla ulaşabildiği tek bir internetten yanayız... Fikir alışverişinin özgürlüğünü sağlamak cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar uzanan sorumluluğumuzdur.” Çin, Rusya ve benzeri ülkeler söz konusu olunca internet ve basın özgürlüğünden dem vuran ABD emperyalizmi, kendi çıkarlarını zedeleyebilecek gizli belgelerin yayınlanması gündeme gelince, internet özgürlüğüne, dolayısıyla da basın özgürlüğüne savaş açmaktan geri durmamaktadır. Wikileaks’in sahibi Julian Assange’ın İngiltere’de önce tutuklanması ve sonrasında da bir evde gözetim altında tutulması burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü göstermektedir. Assange’ın tutuklanması hiçbir şekilde olağan bir durum değildir. Hatırlanacağı üzere, Temmuz ayında Wikileaks ABD’nin Afganistan’da işlediği suçların belge-
lerini yayınlamıştı. Kısa bir süre sonra İsveç, düzmece bir tecavüz suçlamasıyla Assange hakkında tutuklama kararı çıkardı. Ancak aylardır bu yönde harekete geçilmezken, her nedense (!) son gizli belgelerin yayınlamasıyla birlikte Assange’ın tutuklanması için büyük bir kampanya başlatıldı. Çok açık ki, asıl amaç bir taraftan Wikileaks’i gözden düşürmek, öte taraftan da baskı altına alarak başka belgelerin yayınlanmasının önüne geçmektir. Nitekim Wikileaks’in internetten yayın yapmasını sağlayan şirketler bu hizmeti kesmiş ve sitenin banka hesapları dondurulmuştur. Assange ABD tarafından “teknoloji teröristi” ilan edilmiştir. ABD’nin yeni NATO konseptine “siber savaş” kavramını sokması ve ısrarla vurgulamasının altında yatan nedenler böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Şimdiden başta ABD olmak üzere tüm devletler interneti daha sıkı kontrol altına almak için bu konuda yeni baskı yasaları çıkarmaya soyunmuşlardır. İşte size burjuva demokrasisi!
Ulus-devletler sönümleniyor mu, güçleniyor mu?
Wikileaks’in ifşa ettiği belgeler, “barışçı kapitalizm” propagandası kapsamında üretilmiş argümanların ne denli dayanaksız ve tutarsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. ABD dışişlerinin gizli belgeleri, küreselleşmeyle birlikte ulus-devletlerin aşılmaya başladığını ileri süren burjuva ve sol liberal tezleri yerle bir ediyor. Buna rağmen, hayaller âleminde gezinen kimi liberaller, belgelerin ifşasını “ulus-devletlerin sonu” diye değerlendirebiliyorlar. Bir internet sitesi, onlarca devleti aynı anda ilgilendiren gizli belgeleri yayınladı diye, sermayenin varlık temelini oluşturan kapitalist kurumlar kendiliğinden nasıl ortadan kalkıyor, burası belli değildir. Tersine, interneti ve diğer iletişim araçlarını toplumu kontrol altında tutmak için yoğun bir şekilde kullanan, ortadan kalkmakta olduğu söylenen ulus-devletlerdir. Elbette burjuvazinin elinde muazzam bir araç olan internet, aynı zamanda burjuvaziye karşı kullanılacak bir araca da dönüşmektedir. İnternet ulus-devletlerin ve sınırların anlamsızlığına tutulmuş bir projeksiyondur. Ancak Wikileaks’in gizli belgeleri açıklamasına olanak sunan bu araç ulus-devletleri ortadan kaldırmaya muktedir değildir. Gelişmeler, ulus-devletlerin aşıldığı tezinin tam tersi yönündedir. Çok uzağa gitmeden, Türkiye’nin durumunu örnek verelim. ABD’nin Ankara büyükelçisi Türkiye’ye ilişkin şu analizi yapıyor: “AKP’nin dış politikasını hem daha başına buyruk davranabilme güdüsü hem daha İslami bir eğilim yönBurjuva devletlerin, rakiplerinin kendileri hakkında ne lendiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse düşündüklerini öğrenmek için Wikileaks’e ihtiyaçları yoktur. Onlar bunu bal gibi bilmektedirler. Kendilerinden saklandığı Türkiye’nin yeni yönelimini, akılcı ulusal için gerçekleri bilmeyen yalnızca emekçi kitlelerdir. çıkarlar, özellikle de ticaret olanakları ve
8
sayı: 70 • Ocak 2011
marksist tutum
istikrar arayışları da belirliyor.” Devamında ise şunları söylüyor: “Bize düşen, daha konu bazlı bir yaklaşım geliştirmek ve Türkiye’nin sık sık kendi bildiğini yapacağını kabul etmek.”1 (abç) Bizzat emperyalist sistemin tepesinde oturan ABD’nin diplomatlarının yaptığı bu analiz, ulus-devletlerin eriyeceğini ileri sürenlerin hayal dünyasında yaşadığını göstermektedir. Bırakalım ulus-devletlerin aşılmasını, tersine, sermayenin dayanağı olan ulus-devletler birbirlerine üstün gelmek amacıyla birbirlerinin kuyusunu kazıyor, gözünü oyuyorlar. Ulusdevletlerin aşılmaya başladığı yönündeki tezlere temel teşkil eden AB içindeki devletler varlıkDiplomasinin ne denli bir burjuva ikiyüzlülüğü larını korumak ve güçlenmek için didinip duolduğunu Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ilişki de ruyorlar. ABD rakiplerini kündeye getirmeye çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır çalışıyor, Çin sessiz sedasız devleşiyor, Arap devletleri nükleer arayış içindeki İran’a savaş açılmasını istialınır. Dolayısıyla diplomasi burjuvazinin pis işlerini peryor, Hindistan, Brezilya ve Türkiye emperyalist hiyerarşide deleyen süslü bir vitrindir. üst basamaklara tırmanmaya devam ediyor. Birbirlerinin gözünü oyan ve arkadan kumpaslar çeviUlus-devletlerin aşıldığı yönündeki tezler bağlamınren burjuva devletler, vitrinde ve halk kitleleri karşısında da Elif Çağlı, meselenin geniş boyutlarına da değinerek diplomatik bir dil tuttururlar. Burjuva politikacılar halkın şunları yazmıştı: “Küreselleşme gerçeğinden ulus-devletin karşısına geçince gülücükler dağıtırlar, nazikçe konuşurlar, ortadan kalkmakta olduğuna dair bir efsane türetenlere barıştan, demokrasiden, ortak çıkarlardan dem vururlar. göre, günümüz «küçülen devlet-büyüyen piyasa» devriMeselâ başta Suudi Arabistan olmak üzere Sünni Arap dir. Piyasanın kapitalizm açısından tartışmasız bir öneme devletlerinin sahne önünde İran hakkında farklı konuşsahip olduğu doğrudur, ama devletin küçüldüğü iddiamaları, ama sahne arkasında ABD’den İran’a saldırmasını sı gerçeklikle ne ölçüde bağdaşıyor? Bu hususun dikkatle istemeleri bunun bir örneğidir. sorgulanması gerekir. Evet, devletin daha önce üstlendiği Diplomasinin ne denli bir burjuva ikiyüzlülüğü oldubazı görevler bakımından gerilediği, küçüldüğü söylenebiğunu Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ilişki de çarpıcı lir. Fakat bu saptama burjuva devletin genel pozisyonunu bir şekilde ortaya koymaktadır: “Tek millet iki devlet”ten, değil, özel bir durumu, «sosyal devlet» denilen fonksiyonkardeşlikten, ortak çıkarlardan, kader birliğinden söz etların azalmasını anlatıyor. Bunun dışında, iktisadi kararlameyi pek seven bu ülkelerin temsilcileri, sıra burjuva çırın alınmasında tek tek ulus-devletlerin etkisinin azaldığı, karlarına gelince kapalı kapılar arkasında birbirlerinin ayabölgesel veya üst-birliklerin daha çok söz sahibi olduğu da ğını kaydırmaya çalışmaktan geri durmuyorlar. Örneğin, düşünülebilir. Ancak tüm bu eğilimlere rağmen burjuvaziAzerbaycan’ın, Türkiye’nin enerji koridoru olmasından ve nin kendi ulus-devletine duyduğu ihtiyaç devam etmekte enerji hatlarını kontrol etmesinden hazzetmemesi bunun ve hatta sınıflar savaşının görece sakin dönemlerine oranla bir göstergesidir. Wikileaks’in ifşaatlarıyla ortaya çıkmışbugün ulus-devletler yeni görev ve yetkilerle donatılmaktır ki, Azerbaycan, “kardeşi”nin –“abisinin” mi demeli?– tadırlar. Günümüzde dünya ölçeğinde tırmanan gerginlikenerji koridorları üzerinde söz sahibi olmasını istemelere bağlı olarak tüm kapitalist ülkelerde devlet askeri açımekte, onu şikâyet etmekte, üstelik de bunu bir eloğluna, dan tahkim edilmeye çalışılmaktadır. Yükselen militarizm, ABD’ye yapmaktadır! Yani mesele burjuva çıkarlar olunca işçi sınıfı mücadelesine yönelik baskıcı önlemler, yoğunla“kardeşlik” yalnızca laftan ibaret kalmaktadır. şan faşizan uygulamalar ulus-devletlerin artan etkinliğinin Sahne önünde dağıtılan gülücükler ve sarf edilen ince burjuva nezaket sözleri, gerçek niyetleri ve gizli anlaşmaifadeleridir.”2 ları (paylaşım planları, ekonomik ayrıcalıklar, kitle yıkım silahlarına yönelik anlaşmalar, askeri planlar vb.) perdeDiplomasi nedir ve neyi gizler? lemek içindir. Bu asla unutulmamalıdır. Lafa gelince deYeryüzünde burjuva devletler olduğu müddetçe gizli mokrasiden dem vuran burjuvazi, halk kitlelerini doğrudan ilgilendiren anlaşmalar söz konusu olunca “gizlilik” diplomasi de varlığını sürdürecektir. Diplomasi, uluslararası ilişkilerin yürütülmesi ve bunun için getirilen resmi gerekçesini ileri sürmeye başlıyor. Örneğin, Türkiye ile ABD arasında nükleer ve konvansiyonel silahlar, askeri kurallar, düzenlemeler veya teamüllerdir. Bu ilişkilerde aslında açıklıktan ziyade gizlilik esastır. En hassas ve önemli üsler, diğer devletlere karşı tutum, iktisadi ilişkiler nokkonular, kapalı kapılar ardında, yani gizli diplomasiyle ele tasında ne gibi gizli anlaşmalar yapıldığını emekçi kitleler
9
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
bilmemektedirler. Emekçi kitlelerin yönetime katılmadığı, gizli anlaşmaların içeriğini bilmediği bir demokrasi! Bu gizli anlaşmalar kimin çıkarları esas alınarak yapılıyor? Ekim Devriminden birkaç gün sonra, emperyalist anlaşmaların gizli belgeleri, İzvestiya gazetesinde yayınlanmaya başlanmıştı. Belgeler tüm dünyaya, dışişleri komiserliğine atanan Troçki’nin şu giriş notu eşliğinde duyuruluyordu: “Gizli diplomasi, çoğunluğu, kendi çıkarlarına tâbi kılmak için aldatmak zorunda olan mülk sahibi azınlık için gerekli bir araçtır. Karanlık işgal planları ve soygun amaçlı ittifakları ve anlaşmaları ile emperyalizm gizli diplomasi sistemini en yüksek düzeye ulaştırmış bulunuyor. Avrupa halklarının varını yoğunu elinden alan ve onları mahveden emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda, gün ışığına çıkmaktan haklı nedenlerle korkan kapitalist diplomasiye karşı mücadele de demektir. Rus halkı ve onunla birlikte Avrupa halkları ve bütün dünya, bankerler ve sanayicilerin parlamenter ve diplomatik ajanlarıyla birlikte gizli kapaklı hazırladıkları planlar hakkında belgelere dayanan gerçeği öğrenmelidir… Gizli diplomasinin ortadan kaldırılması, onurlu, halka dayalı, gerçekten demokratik bir dış politikanın birinci koşuludur.”3
Ekim Devrimi ve gizli anlaşmaların ifşası Burjuva devletlerin gizli anlaşmalarının belgelerini dünyaya ilk açıklayan devlet, Rusya’da 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarıdır. Proletarya iktidarı, dünyayı toprak ve pazar olarak kendi aralarında paylaşan emperyalist güçlerin gizli anlaşmalarını hiç çekinmeden dünya emekçilerine açıkladı ve burjuva diplomasisinin riyakârlığını gözler önüne serdi. Lenin, dünyayı paylaşmaya girişen emperyalist blokların, halk kitlelerini aldatmak amacıyla savaşı vatan, özgürlük ve uygarlık adına yürüttüklerini propaganda etmelerine dikkat çekiyordu. Oysa bu savaş, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşması, halkların boyunduruk altına alınması, tekellerin semirmesi için yürütülen bir savaştı. Bolşevikler savaşa karşı çıkarken, emperyalist güçler arasında yürütülen gizli görüşmeleri ve yapılan gizli anlaşmaları da teşhir ediyorlardı. Bolşevikler, gizli anlaşmaların derhal açıklanmasını, gizli diplomasiye son verilmesini ve devletler arası anlaşmaların halkların gözü önünde yapılmasını istiyorlardı, emekçi kitlelere bunu propaganda ediyorlardı. Nitekim işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinden sonra sovyetler kongresine sunulan ve proleter iktidarın ilk bildirisi olan Bütün Savaşan Ulusların Halklarına ve Hükümetlerine Bildiri’de, gizli diplomasinin kaldırıldığı açıklanıyordu: “Hükümet gizli diplomasiyi kaldırmıştır. Hükümet bütün konuşmaları açıkça halkın gözü önünde yürütmek, … toprak sahipleriyle ve kapitalist hükümetin onayladığı ya da imzaladığı bütün gizli anlaşmaları derhal olduğu gibi yayınlamak konusunda kesinlikle kararlı
10
olduğunu bütün ülkeler karşısında ilan eder. Gizli anlaşmaların, birçokları Rus emperyalistlerine çıkar ve imtiyaz sağlamak amacıyla konulmuş olan maddelerini hükümet hemen ve tartışmaksızın reddeder.”4 Gizli belgeler yayınlanırken Troçki dünya işçilerine şu şekilde sesleniyordu: “Bizim programımız milyonlarca işçi, asker ve köylünün yakıcı özlemlerini dile getiriyor. Biz halkların onurlu bir biçimde bir arada var olması ve işbirliği ilkelerine dayalı en hızlı barışı istiyoruz. Sermayenin egemenliğinin en hızlı biçimde alaşağı edilmesini istiyoruz. Egemen sınıfların gizli diplomasi belgelerinde ifade edilen işlerini bütün dünyaya ifşa ederek, dış politikamızın değişmez temelini oluşturan meydan okumayla emekçilere dönüyoruz: Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”5 Açıklanan gizli anlaşma belgeleri dünyada olduğu gibi Ortadoğu ve Anadolu’da da büyük yankı uyandırdı. 11-24 Kasımda İzvestia’da yayınlanan belgeler İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarını nasıl paylaştıklarını da ifşa ediyordu. Bu gizli belgelere göre, İstanbul, Boğazlar, Karadeniz ve Doğu bölgelerinde bazı iller Rusya’ya bırakılırken, bazı bölgeler İngiltere ve Fransa arasında paylaşılıyordu. Petrol yataklarıyla dolu Arap toprakları ise büyük ölçüde İngiltere’ye bırakılıyordu. Böylece savaşın bir emperyalist savaş olduğu, savaşın bir yağma ve tekeller arası çıkar savaşı olduğu gerçeği dünya emekçilerine belgeleriyle açıklanmış olunuyordu. Gizli belgelerin açıklanması burjuva dünyayı şaşkınlığa sürükledi. “Troçki Dışişleri Komiseri olarak gizli anlaşmaları açıklayınca kapitalist dünya adeta dumura uğramıştı. Bolşeviklerin «gizli diplomasiye hayır!, gizli anlaşmalara hayır!, belgeleri açıklayacağız» sözlerini; emperyalist ülkelerin elçileri, kapitalistler, subaylar, toprak sahipleri ve sosyalistler tatsız bir şaka zannediyorlardı. Fakat devrim onların ayakları altındaki toprağı çekti, başları döndü, sarsıldılar ve şaşkına döndüler. Tarihte ilk kez böyle bir şey oluyordu. Proleter devrim ve proletarya iktidarı sömürücü sınıfların düzenini, ilişkilerini, alışkanlıklarını paramparça ederek, onları çılgına çevirerek proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu gösterdi.”6 Bolşeviklerin emperyalist savaş karşısında aldıkları tutum gibi, gizli diplomasi karşısında aldıkları tutum da dünya işçi sınıfına yol göstermeye devam ediyor.
___________________ 1
akt: Erdal Güven, ABD’nin AKP Mecburiyeti, Radikal, 9/12/2010
2
Elif Çağlı, Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay., s. 90-91
3
akt: E. H. Car, Bolşevik Devrimi, c.3. Metis Yay., s.23
4
akt: John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Ağaoğlu Yay., s.130
5
akt: E. H. Car, age, s.23
6
Akın Erensoy, “Dünyayı Sarsan On Gün”,www.marksist.com
Burjuvazinin “Torba”ya Gizledikleri Selim Fuat
İ
şçi sınıfının uzun yıllar boyunca verdiği mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımların ifadesi olan kimi haklar, bugün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazi tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. İşçi sınıfının en temel haklarını içeren yasa maddeleri, aldatıcı propagandalar eşliğinde gündeme getirilen saldırı paketleriyle ardı ardına değiştiriliyor. Bu değişiklerin önüne geçecek bir mücadele örgütlenemediği için de yeni saldırılar hız kesmeden sıraya giriyor. Kısaca “Torba Yasa” denilen ve “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” gibi uzun bir adla Meclis gündemine getirilen yasa tasarısı da bu türden saldırıları içeriyor. Tasarının bütçe görüşmelerinin ardından oylanıp kabul edilmesi bekleniyor. Toplam 113 maddeden oluşan, gerekçeleriyle 163 sayfa olan ve birbiriyle ilgisiz çok sayıda başlığı gündeme alan bu “torba” yasa tasarısında, işçi sınıfının bugünkü yaşam koşullarını ve geleceğini etkileyecek pek çok madde var. Çalışma Bakanlığı’nın TOBB, TUSKON, TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK başta olmak üzere çoğu patron kuruluşlarından oluşan 29 kurumla yaptığı Ulusal İstihdam Stratejisi Çalıştayında ortaya çıkan önerilerden yola çıkarak bu pakete dahil ettiği maddeler, işçi sınıfı açısından hak gasplarını içermektedir. Çalışma Bakanlığı ta-
rafından başlatılan, ancak gizli tutulan “Ulusal İstihdam Stratejisinde Öngörülen Kanun Değişiklikleri” başlıklı çalışmayla ise, gündemdeki Torba Yasadan çok daha geniş çaplı saldırılar planlanıyor. Bölgesel asgari ücret, kıdem tazminatının gasp edilmesi gibi bazı hususlar dışındaki maddelerin önemli bir bölümü de Torba yasa tasarısına sokuşturulmuş durumdadır. Asıl işte taşeron çalıştırılması, geçici çalışmanın yaygınlaştırılması ve süresinin uzatılması, yeni esnek çalışma biçimlerinin yasallaşması ve genç işçiler için daha güvencesiz çalışma gibi maddeler bunlardan bazılarıdır.
Torba yasa tasarısı ile gündeme getirilen saldırılardan bazıları Yapılan değişikliklerin en önemlilerinden birisi, asgari ücret ile ilgili olan düzenlemedir. Bilindiği gibi, mevcut yasaya göre asgari ücret 16 yaşından küçükler ve büyükler için iki farklı ücret olarak belirleniyordu. Torba yasaya sokulan düzenleme, bu yaş sınırını 18’e çekiyor. Yani yasa tasarısı, 16 ve 17 yaşındaki işçileri daha düşük kademedeki asgari ücrete mahkûm ediyor. Şöyle somutlayalım: Yapılan son zamla birlikte, 16 yaşından küçük işçilerin net asgari ücreti 546,2 TL, 16 yaşından büyük işçilerin net asgari ücreti ise 629,96 TL oldu. Söz konusu yasa tasarısı Mecliste onaylandığı takdirde, bundan böyle, 16
11
marksist tutum
ve 17 yaşındaki işçiler 630 lira yerine 546 lira alacaklar. Yani bu yaş grubundaki on binlerce işçi, eskisine göre 84 TL daha düşük ücret almış olacaklar. Hükümet değişiklik gerekçesinde bu yolla gençlerin istihdamının artırılmasının amaçlandığını söylemektedir. Gençlerin istihdamının arttırılmasını sağlamak adına zaten yetersiz olan asgari ücreti düşürmek tuzukurular için belki sadece bir aritmetik hesap yaratıcılığıdır ama işçiler için boğaza giren sayılı lokmanın bile elinden alınması anlamına gelmektedir. Üstelik halen var olan ve 16 yaşından küçük olanlar için daha düşük asgari ücret saptanmasına olanak veren düzenleme bile burjuvazinin ünlü “eşitlik” yaklaşımına aykırıdır. Aynı işi yapan işçiler için farklı ücret ödenmesi “eşit işe eşit ücret” ilkesinin ihlali anlamına gelir. Ayırımın tümüyle kaldırılması gerekirken, bu değişiklikle birlikte daha da sorunlu bir durum oluşturulmuştur. Tasarının 62. maddesinde ifade edilen ve genç işçilerin aleyhine olacak diğer bir değişiklik de İş Kanununun 15. maddesi ile ilgilidir. Halen yürürlükte olan maddede yer alan “Taraflarca iş sözleşmesine bir deneme kaydı konulduğunda, bunun süresi en çok iki aydır” ifadesindeki deneme süresi, 25 yaşın altındaki işçiler için dört aya çıkarılmak istenmektedir. Bunun yanı sıra meslek liselerinde okuyan öğrencilere staj sırasında ödenen ücret de düşürülmektedir. Mevcut yasada bulunan meslek liselerinde okurken staj yapan öğrencilerin eline geçen ücrete ilişkin “Asgari ücretin %30’undan daha az ödenemez” ibaresi, yapıl-
12
Ocak 2011 • sayı: 70
ması planlanan değişiklikle “Asgari ücretin net tutarının %30’undan daha az ödenemez” haline getirilmiştir. Bu durum, staj adı altında köle gibi çalıştırılan işçi gençlere verilen kırıntılara bile patronlar sınıfının tahammül edemediğini açıkça göstermektedir. Stajyerlik için uygulanan asgari ücret böylelikle 239 TL’den 189 TL’ye çekilmektedir. Şu an geçerli olan yasa, 20 işçi çalıştıran işyerlerine stajyer çalıştırma hakkı tanırken, yapılmak istenen değişiklikte bu sınır 5 işçiye indirilmektedir. Yani bir yandan patronlara ucuz işgücü tahsis etmek için stajyerlik uygulaması genişletilmekte, diğer yandan da stajyerlere ödenecek ücretler daha da düşürülmektedir. Meslek lisesinde okuyan genç işçiler böylece katmerli bir sömürüye maruz bırakılmaktadır. Ancak bu durum patronlar sınıfının ve onların temsilcilerinin umurunda bile değildir. Çıktığı bir televizyon programında Çalışma Bakanının stajyer işçilerin brüt-net farkından doğacak kayıpları için, “bu çok düşük bir fark yaratacak, 30 lira eksik ya da fazla ne fark eder ki” demesi ve deneme süresinin dört aya çıkarılmasını “zaten çok kısaydı” diye savunması da burjuvazinin işçi sınıfının sorunları karşısındaki gamsızlığını net bir biçimde göstermektedir. Yasada, bir yandan belediyelerde zaten yaygın olan taşeronlaşmanın önünü daha da açacak, diğer yandan da belediye işçilerinin üzerindeki keyfi uygulamaları arttıracak bir düzenleme de bulunmaktadır. “Mahalli idarelerin ihtiyaç fazlası işçilerine ilişkin hükümler” alt başlığındaki 109. madde ile, il özel idareleri veya belediyelerin sürekli işçi kadrolarında çalışan “ihtiyaç fazlası” işçilerin, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına atanması gündeme getirilmektedir. “İhtiyaç fazlası” işçileri belirleyecek açık bir kriterin bulunmadığı bu düzenleme sonucunda, on binlerce belediye işçisinin rızaları alınmadan farklı illere gönderileceklerini, bunun doğuracağı çeşitli sorunlarla boğuşmak zorunda kalacaklarını tahmin etmek zor değildir. Tasarı, işçinin nakli gerçekleştiren kurumdan alacaklarının devredilemeyeceğini söylüyor ve başka bir ile atanan işçinin 5 gün içerisinde göreve başlamasını zorunlu kılarak, bunun gerçekleşmemesi durumunda iş akdinin feshedilmesini öngörüyor. Bu ifadeler, özellikle sendikalı ve muhalif işçilerin nasıl zora sokulabileceklerini göstermektedir. Yine bu maddede yer alan “işçi nakleden belediyelerin beş yıl süreyle kadrolu işçi alımı yapamayacaklarına” dair hüküm de taşeronlaştırmanın yaygınlaşması için zemin hazırlamaktadır. İş Yasasının mevcut haliyle bile işçilere yeterince zorluk çıkaran “denkleştirme”ye ilişkin maddesine konulan ek ise, hâlihazırda ağır koşullarda ve güvencesiz biçimde çalıştırılan turizm işçilerinin karşısına yeni bir sıkıntı kaynağı çıkartmıştır. İş Yasasında iki ay olarak uygulanan denkleştirme süresi, yeni düzenlemede “denkleştirme
sayı: 70 • Ocak 2011
süresi turizm işletme belgeli işyerleri için dört aya kadar uzatılabilir” şeklinde değiştirilmiştir. Bunun özellikle turizm sezonunda işçilerin ağır koşullarda uzun saatler boyunca çalıştırılması ve turizmde istihdamın azalması gibi sonuçlar doğuracağını kestirmek zor değildir. Yasa tasarısı engelli işçileri de boş geçmiyor. Torba yasa tasarısının 63. maddesi, İş Kanununun 30. maddesine şöyle bir ek yapıyor: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işverenin başvurusu üzerine işin niteliği veya teminde güçlük nedeniyle işyerinde özürlü çalıştırma konusunda güçlük yaşanıp yaşanmayacağını karara bağlar.” Böylece, işverenlerin engelli işçi istihdam etme yükümlülükleri fiilen kaldırılmış oluyor. Engelli işçilere dair işverenin özrünü kabul etmeye teşne bu maddeden bahsetmişken, yasa tasarısının silikozis hastalarına tanıdığı “haklardan” da bahsetmek yerinde olur. Yasa tasarısının 56. maddesi, kayıt dışı çalıştığı için iş kazası ve meslek hastalığı sigortasından yararlanamayan silikozis hastalarının, 2022 sayılı Kanundan yararlandırılarak sosyal güvenliklerinin sağlanmasını öngörmektedir. Bu maddeyi hükümet yetkilileri bu hastalığa yakalanan kot taşlama işçilerine bir hak verme gibi sunmaktadır. Oysa 2022 no’lu kanun, 65 yaşını doldurmuş, muhtaç, güçsüz ve kimsesiz Türk vatandaşlarına aylık bağlanması hakkındadır ve bu aylık da hepi topu 100 TL’dir. Tasarıdaki maddede “Meslekte kazanma gücünü yüzde 40 ilâ 59 arasında kaybedenlere 2022 aylığı tutarında (100 TL), 60 ilâ 79 arasında kaybedenlere bu aylığın iki katı tutarında (200 TL) ve yüzde 80 ve üzerinde olanlara üç katı tutarında (302 TL) aylık bağlanacaktır” denmektedir. Yani kaçak çalıştırılmış kot taşlama işçilerinin yakalandığı silikozis hastalığı yine meslek hastalığı sayılmamakta, meslek hastalığından mustarip işçilere tanınan haklardan bu işçiler yararlandırılmamaktadır. İşçilerin primlerinden kesilerek oluşturulduğu halde, işsiz kalan işçilerin ulaşmaması için önüne aşılmaz dağlar konan, ama krizlerde patronların imdadına koşturulan devasa boyutlara ulaşmış işsizlik fonu, bu yasa tasarısı ile de patronların kullanımına sunuluyor. Yani İşsizlik Fonu patronlara peşkeş çekilmeye devam ediliyor. Torba yasa tasarısı, önümüzdeki beş yıl boyunca işe alınan 18-29 yaş arasındaki işçilerin sigorta primlerinin işveren payının İşsizlik Fonundan karşılanmasını öngörüyor. Bu düzenlemeye göre, 18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük erkek işçiler ile 18 yaşından büyük kadın işçilerin, mesleki yeterlik belgesi sahibi olanlarının primleri 48 sekiz ay süreyle, mesleki ve teknik eğitim veren orta öğretim ile meslek yüksek okulu veya Türkiye İş Kurumunca düzenlenen işgücü yetiştirme kurslarını bitirenlerin primleri 36 ay süreyle, bu niteliklere sahip olmayanların primleri 24 ay süreyle işsizlik fonundan karşılanarak ödenecek. Bu “teşvik” sayesinde, daha önceki uygulamalarda da rastlandığı gibi, 29 yaş üstü işçilerin işsiz bırakıldığı durumlarla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır.
marksist tutum
Saldırılar torba yasadakilerle sınırlı kalmayacak Başta da söylediğimiz gibi torba yasaya sokuşturulanlar, patronlar sınıfının asıl olarak uygulamaya koymayı düşündüklerinin küçük bir bölümünü oluşturuyor. Çalışma Bakanlığının sürdürdüğü çalışmalarla, ilerleyen zaman dilimlerinde özellikle esnek çalıştırmanın çeşitli biçimlerinin hayata geçirilmesi planlanıyor. Nitekim Çalışma Bakanı Ömer Dinçer bu konuyu gündeme getirmeye başladı bile. Dinçer, Koç Üniversitesi ile TÜSİAD Ekonomik Araştırma Forumu tarafından düzenlenen “Türkiye’de İstihdam Politikası” başlıklı konferansta yaptığı konuşmada, istihdam için ekonomik büyümenin mutlaka sağlanması gerektiğini, Orta Vadeli Programda planlanan yüzde 5-5,5’luk büyümenin bile mevcut işsiz stokunu çözmediğini belirterek şunu söylüyordu: “Esnek çalışma hayatımız olsaydı, bugün yüzde 1 bile büyüsek yaklaşık 50-60 bin kişiye daha fazla iş sağlama imkânımız olacaktı. Esnek çalışma modellerini uygulayabilirsek yaklaşık 160 bin kişiyi daha istihdam etme imkânımız olabilir.” “Bizim insanlara, piyasa esnekleştikçe sahip oldukları hakları kaybetmeyeceklerini öğretmemiz gerekiyor” diyen Dinçer’e göre, esnek çalıştırılma işçiler açısından işini kaybetmek anlamına gelmiyormuş. İşten çıkarılan işçilerin İş-Kur’a gidip başka bir meslek öğrenmesi sağlanırsa bu sorun aşılırmış. Sanki işçiler bir meslekleri olmadığı, yani vasıfsız oldukları için iş bulamıyorlar! Bakana göre, Norveç esnek çalışma modelleri ile işsizliği 2 puan düşürmüş, ABD’de esnek çalışma modelleri etkin olmasaymış işsizlik oranı iki katına çıkarmış. Yani yalanda sınır tanımıyor bakanımız! Çalışma bakanının bu yaklaşımı burjuvazinin işçi sınıfının karşısına neleri çıkaracağını açık biçimde ortaya koyuyor. Nitekim torba yasada da “çağrı üzerine çalışma”, “evden çalışma”, “uzaktan çalışma” gibi kısa süreli çalışma tanımları oluşturulmuş durumda. Ancak yaşama geçirilmek istenen bunun çok daha ilerisinde. Bakanlık bir başka değişiklik ile İş Kanununun 11. maddesini değiştirerek geçici çalışmayı 36 aya kadar uzatmayı hedefliyor. Bakanlığın hazırladığı değişiklik ile belirli süreli çalışmanın hem süresinin uzatılması, hem de üç kez üst üste yapılmasına olanak tanınması isteniyor. Bölgesel asgari ücret, asıl iş yardımcı iş ayrımının ortadan kaldırılarak taşeronlaşmanın alabildiğine yaygınlaştırılması, kiralık işçiliğin ve esnek çalıştırmanın yasalaştırılması burjuvazinin bundan sonraki saldırılarının konularıdır. Bürokratların eline geçmiş sendikalar ise bu tehlikelere karşı mücadele hazırlığına girişmenin ne yazık ki çok uzağında durmaktadırlar. Oysa işçi sınıfı ciddi saldırılarla yüz yüzedir. Bu durumda öncü işçilere ve sınıf devrimcilerine düşen görev, işyerlerinde taban örgütlülüğünü oluşturmak üzere çaba göstermek, işçi sınıfını bu saldırılara karşı bilinçlendirmektir.
13
Öğrenci D Eylemleri ve Düzen Güçleri
olmabahçe’de Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle yaptığı toplantı vesilesiyle gerçekleştirilen öğrenci protestoları ağır bir polis vahşetine maruz kaldı. Bundan iki gün sonra da Ankara SBF’de AKP ve CHP sözcüsü iki anayasa profesörünün (Burhan Kuzu ve Süheyl Batum) yapmayı planladıkları konuşmalar öğrenciler tarafından yumurta atılarak engellendi ve polislerin de yöneticiler tarafından okula sokulmasıyla arbede çıktı. Bu gelişmelere ilişkin görüntülerin burjuva medyada geniş biçimde yer almasıyla, halen de devam eden bir tartışma süreci yaşanmakta. Bu hadiseleri ve bunlar üzerinden yürüyen tartışma ve saflaşmaları doğru bir noktadan kavramak için öncelikle genel bir tespit yapmak gerekiyor. Bu öğrenci eylemlilikleri, her biri değişik yönden olmak üzere, kamplaşma ve çatışma içinde olan düzen güçlerinin bir bütün olarak ikiyüzlülüğünü ortaya sermiştir. Tüm tablo, Türk tipi (alaturka) burjuva demokrasisinin ne menem bir şey olduğunu dört başı mamur biçimde göstermektedir.
AKP demokratlığının dibi
Deniz Moralı
14
Elbette burada en başa AKP’nin demokratlığının zoraki ve güdük karakterinin bir kez daha teşhir olmasını koymak gerekiyor. İş kendisine yönelik darbeci girişimlere ve devlet aygıtının burjuva demokrasisi çerçevesinde kısmi bir yeniden düzenlenmesine geldiğinde, ya da kendi oy deposu olarak gördüğü bazı toplum kesimlerinin (başörtülü öğrenciler gibi) demokratik taleplerine sahip çıkıyormuş görünmeye çalıştığında demokrat kesilen AKP, işçiler, öğrenciler, Kürtler gibi ezilenler kendi taleplerini sokaklara dökülerek ortaya koyduğunda, özellikle Türkiye’deki tüm burjuva düzen partilerine özgü tipik zorba yüzünü göstermekten geri durmuyor. Bir yandan bunu açık polis vahşeti biçiminde fiziki şiddetle ortaya koyuyor, bir yandan da, konu tartışılırken ileri sürdüğü düşüncelerle, demokratik değerler bakımından ne denli sığ bir zihniyete sahip olduğunu sergiliyor. Öğrencilerin olağan düzen ölçüleri içinde bile son derece ılımlı taleplerle yaptığı ve hatta katılımın da oldukça sınırlı olduğu bir ey-
sayı: 70 • Ocak 2011
lem karşısında böylesi bir polis terörüne kolayca yönelebilmek ve ardından da bunu cansiperane savunmaya girişmek başka nasıl tasvir edilebilir? Hem de tam bugünlerde birçok Avrupa ülkesinde çok daha kitlesel ölçekte ve çok daha şiddetli öğrenci eylemleri yaşanırken. Parlamento binalarının kuşatıldığı, devlet binalarının, büyük şirketlerin binalarının, bankaların, sokakların, arabaların ateşe verildiği bu eylemleri bile kimse kalkıp kolayına gayrimeşru ilan etmeye cüret edemezken... Genel olarak AKP’nin çizgisini destekleyen liberal bir yazar bile, daha önceki yıllarda yazdığı şu satırları tekrar hatırlatmak zorunda hissediyor kendini: “AKP yönetiminin ‘vermeyi sevmesi’, ama ‘istenmesinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyması’, iş bırakan doktorlara, talepte bulunan meslek kesimlerine gösterilen sert tepki, millî güvenlik gerekçesiyle iptal edilen grevler, bireysel ya da grupsal taleplere karşı takınılan sert ve dışlayıcı tutum, bildik bir zihniyeti sergilemektedir. AKP toplum ve bireyi, ‘makul ve edilgin olduğu’, ‘açık ve örgütlü talepte, girişimde bulunmadığı’, ‘kendisi için atılan doğru adımları gördüğü’ oranda toplum ve birey olarak kabul etmektedir...” (Ali Bayramoğlu) Tüm bu satırlara katılan aynı düşünce çizgisindeki Ahmet Altan da, AKP için yapılan “kendisi verir ama ondan istenirse öfkelenir” tarifinin aynı zamanda “ağanın” tarifi olduğunu hatırlatıyor. AKP’nin çelişik varoluşunun önemli bir yönünü anlatmak bakımından gerçekten de isabetli bir tariftir bu. Eskiden “komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen zihniyete benzer biçimde, “demokratlık lazımsa onu da bir yaparız” diyen tanıdık bir zihniyet söz konusudur: Kimse ses çıkarmamalı, talep
marksist tutum
yükseltilmemeli, herkes halim selim olmalı, bir şey gerekliyse biz veririz! Bu zihniyetin tartışmalardaki yansımasını görmek bakımından, AKP sözcülerinin ve AKP yanlısı medyanın kullandığı argümanlardan bazılarını aktarmak yerinde olur. Örneğin Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle yapacağı toplantıyı protesto etmek ve bu toplantıya üniversite sorunları çerçevesinde müdahil olmak isteyen öğrencilere “davet edilmediğiniz yerde ne işiniz var” diye çıkışmasına ne demeli? Demek bir şeyi protesto etmek ya da ona müdahil olmak için ancak resmi olarak davetli olmak gerekiyor! Ya da diğer AKP sözcülerinin, yumurta eylemleri karşısında “yumurta atma özgürlüğü diye bir özgürlük bilmiyorum” türü sözlerine, “omlet yapalım” gibi sululuklara ne demeli? Yumurta atarak demokratik eylem olmazmış, ancak entelektüel tartışmayla olurmuş! Bu tür sözlerde sırıtan zihniyet, gösteri ve protesto hakkı gibi, insanlığın binlerce yıllık toplumsal-siyasal mücadelelerinin ürünü olarak şekillenen ve tarihsel kazanımlar halini alan demokratik geleneklerin doğasına tümüyle yabancı bir zihniyettir. “Polise karşı orantısız güç kullanıldı” gibi pişkin sözler de; örgütlenme doğal bir anayasal hak olduğu halde, hâlâ “örgüt” kelimesini bir umacı gibi kullanarak, “bu işin arkasında örgüt var!” teranesine sarılmak da; ya da birden fazla eyleme katılan öğrenciler var diye, sanki bu çok esrarlı bir şeymiş gibi, “profesyonel eylemciler var!” diye çığırtkanlık yapmak da; tekmelerle karnındaki çocuğunu düşürdükleri öğrenci için bile “hamilenin orada ne işi var!” diyecek kadar pervasızlaşmak da, hep aynı anlayışın kendisini ele verdiği örneklerdir.
Statükocu cephenin ikiyüzlülüğü
İş kendisine yönelik darbeci girişimlere ve devlet aygıtının burjuva demokrasisi çerçevesinde kısmi bir yeniden düzenlenmesine geldiğinde demokrat kesilen AKP, işçiler, öğrenciler, Kürtler gibi ezilenler kendi taleplerini sokaklara dökülerek ortaya koyduğunda, özellikle Türkiye’deki tüm burjuva düzen partilerine özgü tipik zorba yüzünü göstermekten geri durmuyor.
Öte yandan, ikiyüzlülüğün AKP ile sınırlı olmadığı da gözden kaçırılmamalı. Örneğin, AKP’ye muhalefet eden statükocu düzen güçleri ve onlarla aynı doğrultuda hareket eden medya organları ikiyüzlü biçimde öğrencilere sahip çıkıyormuş havasına bürünmüşlerdir. Oysa öğrencilerin başta parasız eğitim talebi olmak üzere, üniversitelerin yönetiminde söz sahibi olma ve YÖK’ün kaldırılması gibi temel ve önemli talepleri tüm bu tartışma sürecinde birkaç kez yarım ağızla söz edilip geçiştirme dışında konu edilmemiştir. Bunlar söz konusu statükocu kesimleri ve onlarla birlikte davranan diğer kesimleri ya hiç ya da pek ilgilendirmemektedir. Dahası bu kesimler aynen AKP gibi parasız eğitime de, üniversitelerin yönetiminde öğrencilerin ciddi anlamda söz sahibi olmasına da karşıdırlar. Onlar yalnızca, doğan durumdan AKP’ye darbe vurmak için yararlanmayı düşünmektedirler. İşin aslına bakılacak olursa, bu olaylarda öğrenci hareketi içinde baskın olan sosyalist kılıklı sol Kemalist eğilimin de davranış çizgisi özde farklı değildir. Bu durum
15
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
kendisini Ankara SBF eyleminde açıkça göstermiştir. Büyük medyanın tamamında SBF’deki eylemde AKP’li Burhan Kuzu ve CHP’li Süheyl Batum, birlikte bütün öğrencilerin protestosuna maruz kalmış gibi gösterildi. Oysa Süheyl Batum’u protesto eden öğrenciler, sol Kemalist akımların dışındaki devrimci öğrencilerdi. Bu öğrenciler son derece yerinde bir iş yaparak, protestolarını, CHP’nin suç listesinden bazı tarihsel (Dersim) ve güncel (Akdeniz Çivi’de, Karşıyaka Belediyesi’nde, Buca Belediyesi’nde işçilere yapılanlar gibi) maddeleri konu eden bir ajitasyon eşliğinde gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu öğrenciler eylemcilerin toplamı içinde bir azınlığı oluşturuyorlardı ve bu yaptıkları nedeniyle diğerlerinin tepkisine maruz kalmış, onlar tarafından engellenmeye çalışılmışlardı. Çoğunluğu oluşturanlar, pek kolay tahmin edilebileceği üzere, TKP ve Halkevleri gibi sosyalist kılıklı Kemalist akımlara mensup öğrencilerdi. Keza bu sol Kemalist çevrelerin internetteki haber sitelerinde, CHP’lilerin de protesto edildiğine ve salondan kovulduğuna dair tek bir satıra rastlamak mümkün olmamıştır. Eylemin ardından yapılan yürüyüşte de devrimci öğrencilerin “sermaye karşıtlığı” çerçevesinde yükselttikleri sloganları, AKP karşıtlığını dile getiren sloganlarla boğmaya çalışmışlardır. Bu çevreler, öğrenci ve eğitim sorunlarını olduğu gibi, tüm ülke sorunlarını AKP’ye odaklamaya çabalamakta, CHP gibi Kemalist odakları ise doğal müttefik olarak görmektedirler. Tam da sol Kemalist perspektiflerinin bir ifadesi olarak, CHP’li Süheyl Batum’a yumurta atmayıp, devrimci öğrencilerin Batum’a yönelik protestosunu engellemeye çalışırken, AKP’li Burhan Kuzu’ya yumurta atmaktan geri durmamışlardır. Bu sol Kemalistler yumurta atma türü eylem biçimlerini, yalnızca AKP’lilere karşı değil, ama aynı zamanda görüşlerini benimsemedikleri sosyalist kişi ve çevrelere de yöneltebilmektedirler. Yumurta atmak ayrımsız biçimde tüm egemen sınıf temsilcilerini hedef aldığında bir anlam ifade ederken, demokratları, ilericileri ve başka sosyalistleri susturma amacıyla kullanılması kabul edilemez.
Yüz verilmemesi gereken anlayışlar Son haftanın tartışmalarında öne çıkan bir başka kesimi de, özetle öğrencilerin yaptıklarının “hoş görülmesi gerektiğini” söyleyenler oluşturmaktadır. Genel olarak öğrenci hareketleri hakkında yorumlar yapan bu kesimler, bir yandan geçmişteki ve şimdiki öğrenci hareketi içindeki ayrımları görmezden geldikleri gibi, bir yandan da genel olarak öğrenci/genç isyankârlığını her toplumda olması gereken “bir renk” olarak, toplumun “haşarı çocukları” olarak resmediyorlar. Mevcut öğrenci eylemliliklerinin somut gerçekliği ne olursa olsun, genel olarak öğrenci gençlik hareketlerini küçümseme anlamına gelen bu tür “şefkatli baba” yorumlarına karşı uyanık olunmalıdır. Bu tutum, “gençtir, sonra akıllanır” anlayışını beslediği ve
16
gençleri küçümsediği gibi, dikkati, gençlerin sorunlarının gerçek anlamda tartışılmasından da uzaklaştırmaktadır. Tartışmalarda sergilenen bir başka anlayış da, “aman şiddet olmasın”, “ille de barışçıl eylemler yapılsın” anlayışıdır. Mesela Radikal Gazetesinin yönetmeni tipik olarak şunları söylemektedir: “Bildiri okumak, gösteri yapmak, protesto etmek en doğal demokratik hak. Peki ama yol kapatmak, arabalara saldırmak, camları indirmek, Başbakanlık Çalışma Ofisi’ni basmaya kalkışmak yasal ve demokratik bir hak mı?” (Eyüp Can) 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ında da, yü-
rüyüş öncesi polis tarafından öldürülen 3 göstericiden ziyade lalelere ve banka camlarına kafayı takan bu anlayışa kesinlikle prim verilmemelidir. Şiddet sorunu elbette ince bir konudur ve her zaman somut koşulları içinde ele alınmalıdır. Şu ya da bu eylem biçimi belirli somut şartlarda uygun ya da uygunsuz/zararlı olabilir. Ancak egemenlerin şiddeti karşısında ilkesel olarak şiddet karşıtı olmak devrimci işçi sınıfının bakış açısı olamaz. Düzenin şiddetini ve dahası onun şiddet tekelini mazur gören, ama ezilenlerin buna direnmesini, karşılık vermesini gayrimeşru gösteren bu çifte muhasebeli anlayış da mahkûm edilmedir.
Öğrenci hareketi Avrupa’da son yıllarda öğrenci hareketlerinde bir canlanma başlamış ve bugünlerde İtalya, İngiltere ve Yunanistan’da yeni bir dalga yaşanmaktaysa da, bugün Türkiye’de geniş bir öğrenci hareketi olduğunu söylemek mümkün değildir. Mevcut örgütsüzlük koşullarında Avrupa’daki gelişmelerin kendi başına Türkiye’de anlamlı bir hareket tetiklemesi mümkün değildir. O nedenle “yeni bir 68 olabilir mi” sorusu ekseninde yapılan tartışmalar şu aşamada boştur. Türkiye’deki yüksek öğrenim gençliği açısından nesnel ve öznel şartlar büyük bir olumsuzluğa işaret etmektedir. Son günlerdeki protestolar burjuva medyada geniş bir yankı uyandırsa da, esasen tüm bu eylemlere katılan öğrencilerin sayısının son derece az olduğunu ve eylemliliklerin üniversite gençliği içindeki etkisinin de son derece küçük olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Aksi, statükocu burjuva medyanın dolduruşuna gelmek anlamına gelir. Güçlü ve örgütlü bir işçi hareketinin yokluğunda, doğal olarak öğrenci hareketi de görece daha sağlıklı bir zeminde ilerleme şansından mahrum kalmaktadır. Bu da, mevcut Türkiye somutluğundaki küçük öğrenci hareketi üzerinde sol Kemalistlerin baskın olması için uygun bir zemin yaratmaktadır. O halde hem öğrenci hareketinin boyutlarının büyümesi ve hem de Kemalist etkilerden arınabilmesi için temel görev, öncelikle anlamlı bir sınıf hareketinin oluşması yolunda çaba harcamak ve bunun için de işçi sınıfının her düzeyde örgütlülüğünü yükseltmeye odaklanmaktır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Hakikatleri Araştırma Komisyonuna Dair Suphi Koray
K
ürt sorununda gelgitler devam ediyor. Referandum öncesinde PKK’nin ateşkes kararı alması ve sonrasında ateşkes süresini uzatmasıyla birlikte, Kürt sorununun çözümü için yeniden ılımlı bir hava esmişti. Gerek iç konjonktür gerekse dış konjonktür, devleti Öcalan ile görüşme trafiğini sürdürmeye zorlamıştı. Kürt hareketinin ulaştığı düzey burjuvaziye artık bu sorunu çözmesini dayatıyor. Buna karşın hem AKP’nin niyetsizliği, tutarsızlığı ve korkaklığı, hem de statükocu güçlerin provokasyonları (Hakkâri provokasyonu gibi) havanın yeniden bozulmasına sebep oldu. Kürtlerin en temel talepleri dahi şiddetle eleştiriliyor. Anadilde eğitim, operasyonların durdurulması, demokratik özerklik taleplerini AKP’sinden CHP’sine hiçbir düzen partisinin bünyesi kaldıramıyor. Kürt hareketinin görüşmeler sürecinde üzerinde en çok durduğu taleplerden biri ise Mecliste bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulmasıydı. Son 30 yılda devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kanlı savaşta karanlıkta kalan onlarca sayfa var. Şemdinli’deki kitapevinin bombalanması, Bilge köyü katliamı, Hakkâri’deki son kanlı provokasyon, Bingöl, Başbağlar, Güçlükonak, Beşağaç ve binlerce “faili meçhul” ilk akla gelenler. Karanlık sayfaların aydınlatılması, suçlunun suçunu kabul etmesi, faillerin cezalandırılması isteniyor haklı olarak.
Katliamlar, “faili meçhuller”, kayıplar Bu toprakların en kadim halklarından biridir Kürtler. Kadim olduğu kadar kanla yoğrulmuş bir tarihleri var aynı zamanda. Özgürlük için ne zaman başkaldırsalar, boyunlarına inmiştir cellâtların satırları. Yaşadıkları topraklar, modern Dehakların döktüğü Kürt kanıyla sulanmıştır. Hangi ülkede oldukları, hangi devletin sınırları içerisinde bulundukları fark etmeksizin ezilmiş, yok sayılmış, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş, yok edilmeye çalışılmış, katledilmişlerdir. Şeyh Sait ayaklanmasından Ağrı’ya, Dersim’den Halepçe’ye on binlerce Kürt öldürülmüş, milyonlarcası yerinden yurdundan sürülmüştür.
Kürtlerin en temel talepleri dahi burjuva düzen güçlerince şiddetle eleştiriliyor. Anadilde eğitim, operasyonların durdurulması, demokratik özerklik taleplerini AKP’sinden CHP’sine hiçbir düzen partisinin bünyesi kaldıramıyor. Kürt hareketinin üzerinde en çok durduğu taleplerden biri ise Mecliste bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulması. Ancak, düzen güçlerinin tavırlarını göz önünde bulundurduğumuzda, en basit bir komisyon talebinin dahi karşılanıp karşılanmayacağı belirsizdir.
17
marksist tutum
Yaşanan acılar, akan gözyaşları ile ağıt olup bugüne kadar gelmiştir. Yaşanan onca büyük katliamın yanı sıra, acılarla dolu bir sayfa daha var Kürtlerin tarihinde: “Faili meçhul” cinayetler. Özellikle imha savaşının yoğunlaştığı 90’lı yıllar, “faili meçhul” cinayetlerin sayısında büyük artışın olduğu yıllardır. Bu dönemde Kürt hareketi yükseldikçe devletin baskısı ve kirli savaş yöntemleri de arttı. İnkâr ve imha politikasına göre Kürtleri susturmak için her yol mubahtı. İşkenceli sorgular, gözaltılar, keyfi tutuklamalar, tehditler… Onlar da sökmezse yakarak, boğarak ya da kurşun sıkarak öldürdükten sonra cesetlerini kimi zaman bir dereye, kimi zaman bir tarlaya, kimi zaman da asit kuyularına atarak yok etmeye çalışmak… Hâlâ cesetleri bulunamayan kayıplar var. Kayıp yakınları hiç olmazsa ölülerinin kemiklerini bulabilmek için mücadelelerini sürdürüyorlar. Tıpkı Cumartesi Anneleri gibi Diyarbakır’da da kayıp yakınları “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın” sloganıyla her hafta oturma eylemi düzenliyorlar ve her eylemde bir kayıp hikâyesi anlatıyorlar. 96. haftada yapılan eylemde faili meçhullerin, kaybetmelerin ve diğer hak ihlallerinin ortaya çıkarılması için Hakikatleri Araştırma Komisyonunun kurulması talebi dile getirildikten sonra, 11 Eylül 1996’da baskın sonucu gözaltına alınmasının ardından kendisinden bir daha haber alınamayan Hamza Güner’in hikâyesi anlatıldı: “Ciddi işkencelere maruz kalıyor. Ardından ailesi emniyete başvuruyor, ancak emniyet yetkilileri Güner’in gözaltından kaçtığını iddia ediyor. O günden sonra da kendisinden bir daha haber alınamıyor”. Kürdistan’da kayıp vakalarının tam olarak sayısı dahi bilinemiyor. Sadece İHD’nin elinde bine yakın isim var. Kayıp yakınları en azından ziyaret edebilecekleri bir mezarlarının olmasını istiyorlar. 2000 yılı başlarında Bingöl, Batman, Van, Diyarbakır ve Şırnak’ta onlarca toplu mezar açığa çıkarıldı. Bir toplu mezar örneğinin hikâyesi şöyle: Kulp ilçesine bağlı Alaca köyünde, 9 Ekim 1993 tarihinde 11 köylü gözaltına alınır. Köyün yukarısındaki tepede on gün elleri bağlı tutulurlar. Sonrasında aileleri bu kişilerden bir daha haber alamaz, köyleri de boşaltılır. AİHM Türkiye’yi bu olaydan dolayı tazminata mahkûm eder. 2003’te bir çoban köye yakın mesafedeki bir dere yatağında kemik parçaları bulur. Bulunan kemiklerin kime ait olduğunun belirlenmesi için verilen doku örneklerinin DNA sonuçları pozitif çıkar. Ancak faillerin yargılanmasının önüne türlü engeller çıkartılır. Bunlar yürütülen kanlı ve kirli imha savaşının delilleri aynı zamanda. Gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen onlarca toplu mezarın olduğu tahmin ediliyor ve muhtemelen “faili meçhul” cinayetlerin kurbanları buralarda gömülü. Varlığı yıllarca inkâr edilen JİTEM Kürt halkına dönük her türlü zulmün aracıydı. JİTEM’de yer alan itirafçı Aygan’ın Ülkede Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan röportajı birçok “faili meçhulü” aydınlattığı gibi, işlenen cürümlerdeki kirli yöntemleri de gözler önüne seriyordu:
18
Ocak 2011 • sayı: 70
“İdris Yıldırım isimli şahıs Silopi’en alınıp Elazığ timine götürüldü, orada boğularak öldürüldü ve çuvala konuldu. Elazığ-Baskil yolu kenarında bir ufak dere içerisinde yakıldı. Ahmet Ceylan isimli şahıs yine Diyarbakır’da Yenişehir içerisinden alındı. PKK’nin kadroları, milisleri ve çalışmaları hakkında işkenceyle bilgi alındıktan sonra infaz edildi.” Ve daha birçok “faili meçhul” cinayetin öyküsü bu itiraflarda yer alıyor. Bazı kayıp yakınları bu itiraflardan sonra cenazelerini bulabildiler. Savcılar ise re’sen soruşturma başlatmadıkları gibi, suç duyurularını doğru düzgün soruşturmadan dosyaları kapatmaya çalıştılar. Kuşkusuz OHAL bölgelerinde sayısız “faili meçhulün” müsebbibi yalnızca “yasaların dışına çıkan” askerler değildi. Askerler her şeyi kendilerine verilen emirler doğrultusunda, emir-komuta zinciri dâhilinde yapıyorlardı. Dolayısıyla devletin en üst kademesinin bölgede yapılanlardan haberinin olmadığını düşünmek için Ay’da yaşamak gerekiyor! Bölgede yaşanan “faili meçhul” cinayetlerin devlet politikası olduğunu, hem dönemin siyasilerinin açıklamaları, hem de bugün emekli olmuş askerlerin veya siyasilerin itirafları kanıtlıyor. 90’ların başlarında “kontrgerilla var mı yok mu” sorusunu, Demirel, “O zaman yarın güneşin doğup doğmayacağını da araştıralım” diyerek yanıtlıyordu. Tansu Çiller ise, 1993 Kasımında, “Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız” diye tehditler savuruyordu. Nitekim Kürt işadamları kaçırılıp öldürüldüler peşi sıra! Geçtiğimiz Ağustos ayında ise emekli koramiral Atilla Kıyat 1993-1997 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu açıklamıştı. Ancak yapılan insanlık dışı olaylar tamamıyla anlatılmadığı için Fırat’ın batısı hâlâ bölgede yaşananları tüm boyutlarıyla bilmiyor ya da anlatılanları karalama olarak görüyor. Kürt hareketi kirli savaşın tüm toplum tarafından doğru şekilde kavranabilmesi için hakikatleri araştırma komisyonu kurulmasını istiyor. Kanlı savaşın tırmandığı yıllarda devlet güçleri PKK’nin halk üzerindeki etkisini kırmak için psikolojik harp oyunlarını sahneye koyuyordu. Amaç içerde ve dışarıda PKK’yi “terörist” olarak göstermek, toplumu PKK’nin halk desteğinin olmadığına inandırmak, böylece Kürtler üzerindeki otoritesini zayıflatmaktı. Ne hikmetse yüz binlerce askere ve ileri teknolojiye sahip TSK, ha bitti ha bitecek denilen PKK’yi bir türlü yenemiyordu. Onlar marjinalleştirmeye çalıştıkça PKK daha fazla destek topluyordu Kürt halkından. Statükocu güçlerin zayıflamasından dolayı bu yoğunlukta olmasa da, Kürt ulusal hareketine karşı benzer yaklaşımlar bugün de devam etmekte. AKP başlattığı “açılım”da çelişkili işler yapmakta, statükocu güçler ise buldukları her fırsatta barışı baltalamaya yönelik eylemler düzenlemekteler. Sivilleri veya korucuları öldürüp PKK’nin üstüne at-
sayı: 70 • Ocak 2011
mak, örgütü karalamak için kullanılan en yaygın yöntemlerden biri. Bu tip kontrgerilla faaliyetlerinde TSK’nın sınır tanımadığını Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Kıbrıs’ta cami yaktık” itirafında görmüştük. Güçlükonak’ta, Beşağaç’ta korucular toplu olarak katledildi, suçsa PKK’ye yıkıldı. Oysa 1996 Güçlükonak vakasının failinin askerler olduğunu yıllar sonra dönemin bir devlet bakanı açıklayacaktı. Beşağaç’ta ve benzer vakalarda tanıklar ve deliller devlet güçlerini işaret etse de, bunların üstü örtülmüştür. Bazıları da devletin tepesindeki tepişme sayesinde ortaya çıkmıştır. 2009’da tam da hükümet ile DTP’nin görüşmesinden iki gün önce, Çukurca’da 7 asker mayınlı patlamada ölmüştü. Saldırıyı PKK’nin yaptığı ilan edilmiş, bunun üzerine Erdoğan, Ahmet Türk ile olan görüşmesini iptal etmişti. Oysa sonrasında mayınların TSK tarafından döşendiği ortaya çıktı. Benzer bir olay ise referandumdan hemen sonra gerçekleşti. MİT’in PKK ile görüştüğü ve AKP’nin BDP’den randevu aldığı bir süreçte Hakkâri’de kanlı bir provokasyon sahneye kondu. Bu olay da PKK’nin üzerine atılmaya çalışıldı. Ne zaman müzakere süreci başlasa statükocu-Ergenekoncu güçler bunu baltalamaya çalışıyorlar. Bunlar buzdağının sadece görünen yüzü. Hakikatlerin ortaya çıkması hem Kürt halkı açısından hem de işçi sınıfı açısından olumlu gelişmelere yol açabilecektir. Kürtlerin taleplerinin ve mücadelelerinin haklılığı daha geniş kesimlerce anlaşılabilecek, ayrıca işçi sınıfının burjuvazi tarafından Türk-Kürt temelinde bölünmesi güçleşecektir. Ancak bunların gerçekleşmesi Türkiye işçi sınıfının Kürt halkının bu tür haklı demokratik taleplerine sahip çıkmasına bağlıdır. Bu anlamda hakikatlerin ortaya çıkmasına yönelik talepler önemlidir.
Dünyada hakikatleri araştırma komisyonları Hakikatleri araştırma komisyonları baskıcı rejimlerin yaşandığı ya da darbelerin gerçekleştirildiği ülkelerde bu rejimlerden çıkış sürecinde kurulmuştur. Şili, Arjantin, Güney Afrika, Guatemala, Endonezya, Ruanda bu tip komisyonların kurulduğu ülkelerden bazıları. On yıllarca ırkçı apartheid rejimi altında yaşamış Güney Afrika ise en çok bilineni. 1948-1994 yılları arasında süren apartheid rejiminde, çoğunluk olmalarına rağmen siyahların hiçbir hakkı yoktu. İnsanlar ırklar temelinde sınıflandırılmış ve sosyal hayatın her alanında birbirlerinden yalıtılmışlardı. Siyahlarla beyazların evlenmesi yasaktı. Siyahların ne seçme ne de seçilme hakları vardı. Beyaz olmayanlar korkunç bir baskıya maruz kalıyorlardı. Siyahlar apartheid rejiminin kolluk güçleri tarafından kadın, yaşlı, çocuk ayrımı gözetmeksizin sokak ortasında feci biçimde dövülüyor, kaçırılıyor, tecavüz ediliyor, işkencelerden geçiriliyor, infaz ediliyorlardı.
marksist tutum
Siyahlar bu baskılara karşı Mandela önderliğindeki ANC çatısı altında kurtuluş mücadelesi yürütüyorlardı. Sonuç olarak, 1990 yılında Güney Afrika burjuvazisi ile ANC arasında başlayan müzakere sürecinin ardından 1994’te yapılan ilk demokratik seçimle ırkçı rejim son buldu. ANC gerilla mücadelesi yürüttüğü yıllarda insan hakları ihlali yapmakla suçlanıyordu. ANC buna karşılık Güney Afrika’daki tüm insanlık suçlarını kapsayacak şekilde bir komisyon kurulmasını önerdi. Bu öneri anayasaya da eklendi ve 1995 yılında Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Siyasi partilerden, sivil toplum kuruluşlarından, kiliseden önerilen isimler arasından 17 kişi seçilerek komisyon oluşturuldu. Amaç apartheid döneminde yaşanmış olan insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak, geçmişle yüzleşmek ve toplumda bir uzlaşma yaratmaktı. Güney Afrika’daki komisyonun diğer örneklerden farkı, cezalandırma amacı gütmek yerine hakikat karşılığında sanıkları affetmesiydi. Komisyon genel bir af yerine gerçeklerin ortaya çıkmasını ve mağdurlara iade-i itibarı amaçlıyordu. 21.800 mağdur komisyona hikâyelerini anlattı ve yeni rejime geçiş sürecinde 1163 suçlu gerçekleri anlatma karşılığında affedildi. Komisyonun en önemli eksiği, generallerin verdikleri ölüm talimatlarını itiraf etmelerinin sağlanamaması oldu. Şili de benzer türden bir komisyon deneyimine sahip. Şili’de 1973’ten 1989’a kadar faşist cuntanın kanlı iktidarı hüküm sürmüştü. Bu dönemde öldürülenlerin, işkenceden geçirilenlerin, tutuklananların haddi hesabı yoktu. Kapitalizm gerçek yüzünü gösteriyordu. Ekonomik krizle zayıflayan faşist rejim işçilerin mücadelesi sonucu 1989’da yerini parlamenter rejime bıraktı. 1990 yılında ise bir hakikatleri araştırma komisyonu kuruldu. Başlangıçta sivil olarak faaliyete başlayan komisyon daha sonra meclis kapsamına alındı. Komisyon devlet başkanı Aylwin’in seçtiği 8 kişiden oluşuyordu. Şili’deki komisyon daha dar kapsamlı bir çalışma yürüttü. Bütün insan hakları ihlallerini incelemek yerine sadece infazlar, kayıplar ve ölümlü iş-
19
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
kenceler hakkında soruşturma yürütüldü. Ölümle sonuçlanmayan işkenceleri komisyon incelemedi. Dolayısıyla işkencecilerin büyük çoğunluğu soruşturma dışında kaldı. Komisyon 3400 davada 35 bin mağduru dinledi ve 641 davada kesin sonuca ulaşılabildi. Failler ise açıklanmadı. Sadece 5000 kişi yıllık 5000 dolarlık tazminat hakkı kazandı. Pinochet ise 1998 yılında emekli olana kadar koltuğunda oturmaya devam etti. Sonuç olarak burjuva düzen hakikatleri araştırma komisyonunu kendi istediği gibi yapılandırarak faşist rejimden parlamenter rejime yumuşak bir geçişin aracı olarak kullandı. Arjantin de bir dönem faşist cunta postalları altında inlemiş bir Latin Amerika ülkesi. “1976-82 arasında hüküm süren bu faşist dönem, işçi sınıfına, devrimci harekete ve binlerce devrimci ve emekçi insana kan kusturan bir dönem oldu. Yalnızca şu kadarını hatırlamak bile yeter; Arjantin’de askeri cunta döneminde işkencelerde katledilen ve kaçırılarak öldürülen insanların sayısı otuz binleri bulmuştur.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.306) Özellikle kayıp yakınlarının verdiği mücadelenin de etkisiyle 1983 yılında Kayıp Kişiler Ulusal Komisyonu (CONADEP) kuruldu. Komisyon üçü meclisten, onu ise meclis dışından olmak üzere toplam 13 üyeden oluşuyordu. Komisyonun soruşturmaları sonucunda gizli hapishaneler, işkence odaları ve mezarlıklar ortaya çıkarıldı. Yaklaşık dokuz bin kayıp vakası ortaya çıkarılırken, gerçek kayıp sayısının on bin ile otuz bin arasında olduğu açıklandı. Cuntanın üst yönetimi ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ancak burjuva düzen kitle mücadelesinin korkusunu üstünden atınca, çıkarılan af yasalarıyla işkenceciler ve cuntacı generaller serbest bırakıldı. Dünyadaki emsallerinin gösterdiği üzere, kurulacak bir hakikatler komisyonunun işlevli olabilmesi için bileşenlerin milletvekilleri ile sınırlandırılmaması gerekiyor. Sendikalar ve dernekler gibi işçi sınıfını temsil eden A ja Ar jjant ant ntin in’d n’de e kuru ku k ru ula lan n Ka Kayıp p K şiile Ki lerr Ul Ulus usal us al K mi Ko misy sy syon yo onu on nu u, u, faşi fa şis st st dik di ktatör ktat örrllü örlü ük k döne dö nemi mind nde e yakl ya klaş aşık ık doku do k z bi bn kay ka yıp p vaka va akası s nıı sı orta or taya ta ya çık çı kard rdı ve v gerçek kayıp sayısının on bin ile otuz bin arasın nda olduğunu açıkladı
20
kurumların, Kürtleri temsil eden kurumların, demokrat aydınların da mutlaka komisyonun bileşenine dâhil edilmesi gerekiyor. Sadece milletvekillerinin olacağı bir komisyon hakikatleri ortaya çıkarmaya muktedir olamaz. Kürt sorunu gibi can yakıcı bir sorunda hakikatlerin ortaya çıkarılması burjuva milletvekillerine bırakılacak olursa, hakikatlerin siyasal çıkarların kurbanı olacağı kuvvetle muhtemeldir. Kürt hareketi özellikle Güney Afrika modelinin örnek alınmasını istiyor. Meclis çatısı altında milletvekillerinden ve sivillerden oluşan bir komisyonun oluşturulması talep ediliyor. Buna göre devletin de Kürt hareketinin de arşivlerini açması sağlanacak; konunun muhatapları ve işlenen suçların failleri bu komisyon tarafından dinlenecek. Öcalan komisyon kararlarına uyacaklarını ve komisyon işlevini görürse silahlı güçlerin sınır dışına çekilebileceğini veya yurtiçinde bir yerde toplanabileceğini avukatlarına söylemişti. KCK, komisyonun kurulmasına önayak olabilmek için 1987’de öldürülen 6 kişinin ailelerinin talebi üzerine başlattıkları soruşturmanın sonuçlarını duyurdu. Açıklamada saldırının kimler tarafından yapıldığı açıklandı ve saldırı kınandı. Düzen güçlerinin Kürt hareketinin taleplerine karşı olumsuz tavırlarını göz önünde bulundurduğumuzda, en basit bir komisyon talebinin dahi karşılanıp karşılanmayacağı belirsizdir. AKP hükümeti açılım adı altında sorunu çözeceğini vaat etmiş olsa da, sorunu çözmeye yönelik adımlar atmaya cesareti ve niyeti yok. Ancak dış baskıların sonucu olarak zoraki demokratlığa soyunup bir adım atarken, biraz rahatladığında hemen birkaç adım birden geri adım atıyor. Bir taraftan Kürt hareketiyle görüşülürken diğer yandan KCK davasında sanıkların Kürtçe savunma talepleri dahi reddediliyor. Kürtlerin kamu hizmetlerinde Kürtçenin kullanılmasına yönelik talepleri düzen güçlerinin ağzı salyalı tehditlerine maruz kalıyor. Son olarak Meclis Başkanı Şahin, BDP’nin iki dilli yaşama dair açıklamalarından sonra, cumhuriyet savcılarının ve ilgili kurumların üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini ve yerine getirmek durumunda olduklarını söyleyerek üstü kapalı kapatma tehdidinde bulundu. Erdoğan ise Meclis kürsüsünden “tek dil, tek bayrak, tek millet, tek devlet” diye bir kez daha öfkesini kustu. Burjuva demokratlığın sınırı ancak bu kadar! Gelişmeler burjuvazinin Kürt sorununda oyalama taktiğine devam ettiğini gösteriyor. Kürtlerin haklı talepleri yoğun saldırılara maruz kalıyor. Tüm bunlar Kürt sorununun gerçek ve kalıcı çözümü için işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Devrimci işçi sınıfı hareketi ilerlediği ölçüde sorunun çözümü de kolaylaşacaktır. Bu meyanda, kurulması halinde hakikatleri araştırma komisyonunun işlevli olabilmesi için işçi sınıfı temsilcilerine de mutlaka komisyon içerisinde yer verilmelidir. Unutulmamalı ki ezilen halkların tek dostu devrimci işçi sınıfıdır.
Ulusal Sorun Üzerine Bazı Hatırlatmalar Serhat Koldaş
T
ürkiye’de milliyetçi sol kesimler, Kürt sorunu karşısındaki gerici pozisyonlarını perdelemek için binbir türlü gerekçe üretiyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul eder görünürken, bu ilkenin içeriğini boşaltarak ya da çarpıtarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkâr etmenin yollarını döşüyorlar. Milliyetçi küçük-burjuva akımların gerici siyasal pozisyonlarını sol görünümlü söylemlerin ardına gizleme hususundaki marifetleri malûmdur. Kürtlerin ulusal demokratik haklarını yok saymak için ileri sürülen gerekçelerin hepsini burada sıralamaya gerek yok. Ancak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı konusunda, sola eğilimli iyi niyetli işçilerin zihnini bulandıran bazı söylemleri ele almak gerekiyor. “Kürtlerin ABD emperyalizminin elinde oyuncak olduğu”, “kurulacak bir Kürt devletinin emperyalizme hizmet edeceği”, “böyle bir devletin zaten bağımsız olamayacağı” türündeki iddialar, tabiri yerindeyse tam da “sol gösterip sağ vuran” söylemler arasındadır. Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını reddetmek için ileri sürülen bu tür fikirler sadece faşist yayın organlarından veya TC’nin psikolojik savaş merkezlerinden yayılmıyor maalesef. Bu tür argümanlar ve sözde gerekçeler sol içinden de yükseltiliyor. Oysa yaklaşık 100 yıl önce Lenin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini tüm berraklığıyla ortaya koymuştu: “…bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.” (Lenin’den aktaran Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme) Lenin’in düşünsel politik mirası bu kadar aleni olsa da, “emperyalizm”, “bağımlılık”, “emperyalizme karşı mücadele” gibi sorunlarda küçük-burjuva solun on yıllardır yaydığı yanlış fikirler, temel bir ilkenin reddedilmesi veya zihinlerin bulandırılması için elverişli bir zemin yaratmaktadır.
“Kürtlerin ABD emperyalizminin elinde oyuncak olduğu”, “kurulacak bir Kürt devletinin emperyalizme hizmet edeceği”, “böyle bir devletin zaten bağımsız olamayacağı” türündeki iddialar, tabiri yerindeyse tam da “sol gösterip sağ vuran” söylemler arasındadır. Küçükburjuva sollar “Kürtleri emperyalizme yem etmemek” gibi gerekçelerin arkasına sığınarak, güya “Kürtlerin iyiliği için” Kürtler adına karar vermeye kalkışıyorlar. “ABD’ye yem olursunuz, TC’nin zulmüne katlanın daha iyi, nasıl olsa yarın bir gün sosyalizm gelince hep beraber kurtulacağız” demiş oluyorlar. İşte sosyal-şovenizmin yaşadığımız topraklardaki görünümlerinden birisi de budur!
21
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
Emperyalizm ve bağımlılık sorunu Emperyalizm, kapitalizmin 20. yüzyıl başlarında eriştiği aşamadır. 19. yüzyıl sonlarında sanayi sermayesi ile mali sermaye kaynaşmaya başlamış ve nihayetinde, bankalar ve tekeller ekonomik sistem üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Günümüzde de varlığını sürdüren emperyalizm hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Küçük-burjuva solların iddialarının aksine, emperyalizm sömürgecilik ile aynı şey değildir. “Bir yanda mutlak hâkim durumundaki bir ya da birkaç emperyalist büyük devlet, öte yanda ise kukla devletler” biçimindeki bir kurgu günümüz dünyasının gerçekliğini yansıtmamaktadır. Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemde, sistemin gereği olarak ortaya çıkan ekonomik bağımlılık, siyasal ve askeri bağımlılık da üretmektedir. Bu türden bir “siyasal bağımlılık” ilişkisi, bunun temelinde yer alan ekonomik bağımlılığa son verilmedikçe, yani mücadele doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme yönelmedikçe ve sistem dışına çıkmayı başarmadıkça yeniden ve yeniden üretilir. Bir ülke emperyalist hiyerarşide ne kadar geri basamaklarda bulunuyorsa bu bağımlılık o ölçüde artacaktır. Dünya kapitalist sisteminin bir işleyiş özelliği olan bu durumdan kurtuluşun yolu, ezilen ulusların ve sömürgelerin siyasal bağımsızlık haklarının gasp edilmesinden değil, emperyalist-kapitalist sistemin yerle bir edilmesinden geçmektedir. Tam da bu noktada Türkiye’deki Marksistlerle küçükburjuva sollar arasında önemli bir kavrayış farklılığı daha ortaya çıkmaktadır. Küçük-burjuva sollar TC’yi yıllardır, az gelişmiş, bağımlı, hatta “dış kaynaklı emperyalizmin mağduru” bir ülke olarak sunuyorlar. Marksistler ise TC’nin bölgesel bir güç olduğunu, emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarına doğru tırmandığını isabetle tespit ediyorlar. Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Afrika’da hegemonya mücadelesine girişen, milyarlarca dolarlık sermaye ihraç eden, etkinlik bölgesindeki her soruna kendi çıkarları doğrultusunda müdahale eden bir kapitalist devlettir TC. Türkiye’de yaşayan bir devrimcinin TC’yi hedef tahtasına koymadan “emperyalizme karşı mücadele”den dem vurması akılla da gerçeklikle de bağdaşmamaktadır. Emperyalizm denilince TC’ye değil “dış mihraklara” odaklanan anlayışların devrimci bir siyaset izlemeleri giderek imkânsız hale gelmektedir. TC’nin ABD’nin basit bir kuklası olduğunu iddia edenler, işçi sınıfına yönelik saldırılardan Türk burjuvazisi yerine IMF’yi sorumlu tutanlar, aslında düşmanı dışsallaştırarak TC burjuvazisinin kendisini aklamasına zemin hazırlamış oluyorlar. İşçi sınıfına “asıl düşmanın dışarıda değil içeride” olduğunu açıklamayanlar, kitleleri kime karşı devrim yapmaya davet ediyorlar; dış mihraklara karşı mı? Küçük-burjuva sollar emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanmak için arsızca heveslenen Türk burjuvazisini hedef tahtasına koymuyorlar ve asıl düşman
22
olarak yalnızca ABD’yi ve AB’yi gösteriyorlar. Dolayısıyla “Kürtleri emperyalizme yem etmemek” gibi gerekçelerin arkasına sığınarak, güya “Kürtlerin iyiliği için” Kürtler adına karar vermeye kalkışıyorlar. “ABD’ye yem olursunuz, TC’nin zulmüne katlanın daha iyi, nasıl olsa yarın bir gün sosyalizm gelince hep beraber kurtulacağız” demiş oluyorlar. İşte sosyal-şovenizmin yaşadığımız topraklardaki görünümlerinden birisi de budur!
Ulusal sorun ve “ekonomizm” Marksizm tüm siyasal ilişkilerin, iktisadi ilişkiler zemini üzerinde cereyan ettiğini açıklar. Sınıflar arası karşıtlık ve çıkar ilişkileri ekonomik ilişkilere dayanır. Ancak ekonomi ile siyaset arasında mekanik bir belirlenim ilişkisi yoktur. Ekonomik ilişkilerin her şeyi belirlediğini sanan bir sosyalist, Marksizmi hiç anlamamış demektir. Marksizm bir toplumsal sorunu incelerken tüm boyutlarını (ekonomik, sınıfsal, sosyolojik, psikolojik, tarihsel vb.) hesaba katar. Marksizm, ekonomik ilişkilerin her şeyi belirleyeceğini ileri süren düşünce biçimini “ekonomizm” olarak tanımlamış ve mahkûm etmiştir. Rosa Luxemburg, Polonya’nın Rusya’dan bağımsızlaşarak ayrı bir devlet olarak örgütlenmesine ekonomist gerekçelerle karşı çıkıyordu. Polonya’nın ekonomisi Rusya’ya bağımlıydı. O halde politik eğilim de Rusya ile birleşme yönünde olmalıydı! Osmanlı’nın hâkimiyetindeki Balkan ulusları ve Ermeniler ise iktisadi olarak ilerlemişlerdi. Osmanlı, bu ulusların iktisadi gelişimlerinin önünde engel oluşturuyordu. Osmanlı’nın ulus-devletlere bölünmesi daha hayırlıydı. Görüldüğü üzere ekonomizmin penceresi Rosa’yı, Osmanlı ile ilgili “sonuç itibarıyla” doğru bir politik sonuca ulaştırırken, Polonya ile ilgili yanlış bir sonuca vardırıyordu. Lenin ise ulusların ayrı devlet kurma sorununa ekonomizmin dar penceresinden bakmıyordu. Ulus, kültürel veya iktisadi bir oluşuma indirgenemezdi. O her şeyden evvel politik bir olguydu. Ulusal mücadele özü itibarıyla “burjuva demokratik” bir mücadeleydi. Ancak ulusal temelde gelişecek devrimci hareketler, işçileri ve yoksul köylüleri politikleştirecekti. İşçi sınıfı proleter devrimin zaferi için ulusal baskıya karşı çıkan yoksul köylü kitlelerini devrime kazanabilirdi… Ulusal talepler ezilen ulusun sadece burjuva ve küçükburjuva katmanlarınca sahiplenilmez. Ezilen ulusun işçi sınıfı da ulusal baskı karşısında ulusal demokratik talepleri sahiplenir. Ezen ulus işçileriyle ezilen ulus işçilerinin birliğini sağlamak ise en önemli görevdir. Ezen ulus işçileri ezilen ulusun demokratik hakkının gasp edilmesine destek veriyorsa, henüz egemenlerin politik etkisinden kurtulamamış demektir. Ezen ulus işçileri ezilen ulusa kardeşlik elini uzatmalı ve ona eşit olmaya samimiyetle hazır olduğunu göstermelidir. Aksi takdirde farklı uluslardan işçilerin birliği hayal olacaktır. Lenin Polonya’nın ayrı devlet
sayı: 70 • Ocak 2011
kurma hakkını savunurken aslında Rus şovenizmiyle hesaplaşıyor, Rus işçilerini enternasyonalist olarak eğitiyordu. Günümüze, yakıcı bir sorun olarak önümüzde duran Kürt sorununa dönelim. Milyonlarca Kürt demokratik taleplerle ayağa kalkmış durumda. Politika belirlerken hareket noktamız Kürt halkının veya Kürdistan coğrafyasının ekonomik gelişme düzeyi olabilir mi gerçekten? TC’nin geleneksel Kürt politikası inkâra, imhaya ve asimilasyona dayanır. TC, Kürdistan coğrafyasını ekonomik geriliğe mahkûm ederek Kürtleri yoksulluk ve çaresizlik içerisinde batıya göç etmek zorunda bıraktı. Batıya göç eden Kürtler on yıllar boyunca ucuz işgücü olarak kullanıldı, aşağılandı, asimile edildi. Şimdi de inkârcı zihniyetin temsilcileri Kürt coğrafyasının ekonomik geriliğinden, yoksulluğundan dem vuruyor. Kürdistan kurulursa emperyalizme bağımlı olacağını ileri sürüyor, dolayısıyla Kürtlerin kendi kaderini tayin etmesini “anti-emperyalist devrimci amaçlar açısından(!)” zararlı buluyor.
Siyasal bağımsızlık ve ekonomik bağımlılık “… kendi ulus-devletine sahip fakat kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi içinde alt konumda bulunan ve dolayısıyla ekonomik açıdan bağımlı olan orta ya da az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerin durumu, 20. yüzyılın başlarındaki sömürge ya da yarı-sömürge ülkeler statüsünden farklıdır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, bir ulusun kendi ‘bağımsız ve egemen’ ulus-devletine (yani ayrı bir devlete) sahip olmasının engellenmesi biçiminde açık bir siyasal hak gaspı söz
marksist tutum
konusudur.” “Emperyalist sistemin işleyişi içinde her türden eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerinin yeniden ve yeniden üretildiğini veri kabul etmek koşuluyla, kendi ulus-devletine sahip orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde ‘bağımsız ve egemen devlet’ konumu devam ettiği, yani burjuva iktidarlar hüküm sürdüğü sürece, gerçekte siyasal bağımsızlığı kazanmak gibi bir sorun yoktur. Bu bağımsızlık, sistemin işleyiş yasaları çerçevesinde zaten kazanılmıştır. Bunun ötesinde ‘bağımsızlık’ sorunu, artık proletaryanın öncülüğünde yürütülen ve sözcüğe de gerçek anlamını kazandıran bir anti-emperyalist (yani anti-kapitalist) ekonomik kurtuluş mücadelesi kapsamında ele alınmalıdır.” (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist. com) “Ulusal Sorun Üzerine” metninde de vurgulandığı gibi, ezilen ulusun ayrı devlet kurması siyasi bir haktır. Kapitalist sistemin işleyişi ekonomik bağımlılık ve buradan türeyen siyasal bağımlılığa yol açar. Ancak bu durum ortaya ulusal bir sorun çıkarmaz. Sorun, bir ulusun devlet kurma hakkının alenen gasp edilmesidir. Bugün Kürt siyasal iradesi bağımsız bir devlet kurmayı hedeflemiyor. Kürt kimliğinin tanınması, bölgesel özerklik, anadilde eğitim gibi bazı temel demokratik hakları için mücadele devam ediyor. Kürtlerin ayrı devlet kurmasına güya emperyalizmin oyununa gelinir gerekçesiyle karşı çıkan sol çevreler, Kürt kimliğin anayasal güvence altına alınması ve özerklik taleplerine karşı da başka bahaneler üretiyorlar. Hatta “anadilde eğitim” gibi en basit demokratik talepleri bile sahiplenmiyorlar. Demek ki, hepsi bahane!
23
Marksizm v “Varsın liberaller ve kafasızlaşmış entelektüeller, özgürlük uğruna ilk gerçekten kitlesel meydan savaşından sonra cesaretlerini yitirip, korkakça şöyle desinler: Bir kez yenildiğiniz yere gitmeyin, bu uğursuz yola tekrar ayak basmayın! Sınıf bilinçli proletarya onlara şu yanıtı verecektir: Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir.” (Lenin)
Marksizmin sönmeyen ateşi İşçi sınıfının genç kuşaklarının ve kapitalist toplumdan hoşnutsuz olan genç insanların bugün Marksizme her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. Kapitalist sistem yaratmış olduğu toplumsal sorunları artık katlanılmaz boyutlara tırmandırarak, işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını her geçen gün biraz daha karartıyor. Teknolojik yeniliklerin parlak ışıklarla donattığı bir dünyayla tam tezat teşkil edercesine, onlara endişe ve kaygılarla yüklü bir yaşam sunuyor. Sıkça tekrarlandığı gibi, gelecek aslında genç kuşaklara aittir ama milyonlarca genç insan için kapitalizm altında mutlu bir gelecek yok. Oysa bu gerçekliğe son vermek mümkün ve bunun için gereken nesnel koşullar bugün fazlasıyla olgunlaşmış durumda. İnsanın insanı sömürmediği, sınıfların ve sınıf farklılıklarından kaynaklanan her türlü eşitsizlik, baskı ve kötülüklerin ortadan kaldırıldığı bir dünyayı yaratma olanağı elimizin altında duruyor. Bu olanağı gerçekliğe dönüştürmek için gereken tek şey, bunun bilincine varıp, bu uğurda örgütlenmek ve kavgaya atılmak. Ne var ki dünyanın tüm burjuvaları, yürüttükleri ideolojik bombardımanla sosyalizm hedefine ve bu hedefe ulaşabilmenin düşünsel silahlarını sağlayan Marksizme karşı büyük bir saldırı yürütmekteler. Bu nedenledir ki, dünya genelinde işçi sınıfı
24
ve devrim kavgasına kazanılabilecek genç kuşakların büyük bir bölümü, kapitalizmi yıkmak üzere örgütlendikleri takdirde sahip olacakları muazzam gücün farkında olmaksızın gün dolduruyorlar. Artık çürümüş bir toplumsal düzenin bataklığı içinde debelenip duruyorlar ve bunun da adı “yaşam” oluyor! Mitolojide tanrılardan ateşi çalarak insanı karanlıktan, açlıktan ve soğuktan kurtaran Prometheus’u hatırlatırcasına, Marksizm insanlığın en devrimci sınıfı olan proletaryaya dünyayı değiştirmesi için gereken bilimsel ışığı, komünizm meşalesini vermişti. Prometheus’un ateşi çalması, insan soyunun yaratıcı dehasının ve özgürlük uğrundaki soylu mücadelesinin bir simgesiydi. Marksizm de, işçilerin ve tüm emekçi insanların kendilerini kapitalist toplumun dayanılmaz sömürü ve baskı koşullarından kurtararak, özgürlük ve toplumsal refahla ışıldayan yeni bir düzene kavuşabilmeleri için gereken ateştir. Sermaye sosyalizme kara çalarak ve Marksizme inananları dinozor ilan ederek, işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluşunun yolunu ışıtan ateşi söndürmeye yeltendi. Bu nedenle dünya üzerindeki tüm ezilenler ve genç kuşaklar, neredeyse daha güzel bir gelecek umudunu hepten yitirme karamsarlığıyla, adeta yüzyılın gece yarısı benzeri bir karanlığın içine sürüklendiler. Özellikle 80’lerden bu yana yaşanan ve çeşitli çevrelerce dile getirilen, toplumsal yozlaşma, gençliğin dejenerasyonu, olumlu değer yargılarının yitirilmesi, bencilliğin yükselişi, toplumsal dayanışma ve paylaşım duygusunun inişe geçmesi, politik mücadeleden uzaklaşma gibi çeşitli olumsuzluklar, böylesi karanlık bir dönemin tezahürleri olarak beliriverdiler. Kimileri bu belirtileri insanlığın geleceğinden ebediyen umudu kesmek veya toplumsal yozlaşmanın faturasını genç kuşaklara çıkarmak gibi abes uçlara çekiştirmek isteseler de, biz biliyoruz ki tüm bu kötümser yaklaşımlar ya bilinçsizliğin ya da sinsi ideolojik saldırıların ürünüdür. Tarihin benzer konjonktürlerinin gösterdiği gibi, yaşanan bu karanlık dönem de son tahlilde tarihin akışı
ve Gençlik Elif Çağlı
içindeki bir parantezden ibarettir. Marksizm insanlığın kurtuluş yolunu aydınlattığı kadar, tarihsel iyimser özüyle, sömürücü sınıfların amansız saldırılarının ürünü olan karanlık dönemlerin er geç sona ereceğini de muştuluyor. Dünya burjuvazisinin saldırıları nedeniyle zor dönemler yaşansa da, toplumsal eşitsizlik ve haksızlığa karşı kabaran öfke ve gün geçtikçe büyüyen bir proletarya var oldukça, Marksizmin ateşi asla sönmeyecek ve söndürülemeyecek. Dünya burjuvazisinin ‘80 sonrasında başlattığı neoliberal saldırı dönemi, toplumsal kurtuluş düşüncesinin artık demode olduğu ve her bireyin kendi kurtuluşu için bencil bir kavgaya tutuşmasının teşvik edildiği bir değerler sistemini egemen kılmaya çalıştı. Genç işçi ve emekçi kuşakların kapitalizmi yıkacak isyancı bir dünya görüşüyle donanmalarının ve bu uğurda mücadeleye atılmalarının önünü kesmek amacıyla, burjuva ideolojisi gençliğin toplumu dönüştürme ideallerini berhava etmeye girişti. Kapitalist düzenin kitle iletişim araçları, kelimenin olumlu anlamında ideallere sahip bir genç olmayı neredeyse bir akıl hastalığına yakalanmış olmak biçiminde sunmaktaydı. Yeni kuşaklara öğütlenen yaşam tarzıysa, yalnızca kendini kurtarmaya endekslenmiş bir felsefeye sahip olarak günübirlik yaşamak ve bunun dışında kafayı insan toplumunun geçmişi ve geleceğiyle ilgili sorunlara takmaksızın yuvarlanıp gitmeyi başarmaktı. Daha sonra başta Sovyetler Birliği’nin ve genelde sosyalist olarak adlandırılan rejimlerin çöküşü, sermaye tarafından sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünün sık sık ilan edilmesinin bahanesi olarak kullanıldı. Art arda gelen şoklar biçiminde yaşanan bu ideolojik saldırı dönemi boyunca devrimci bilinç ve örgütlülük alabildiğine geriye kaydı. Aslında kapitalist düzenden hiç de hoşnut olmaması gereken işçilerin ve gençlerin dünyayı kavrayışları bulandı, adeta bir boşluğa düşmüş gibi oldular ve sersemlediler. Ezilen, sömürülen ve baskı altında inletilen işçiler ve emekçi sınıfların gençleri, sermayenin ideolojik bombardımanı nedeniyle geçici bir akıl tutulması ve korkutucu bir bilinç kayması yaşadılar.
Gerçekte içine girilen dönemin sosyalizm mücadelesinden umut kesme ve kapitalizmin parlak bir yükseliş dönemi olarak algılanmasının hiçbir nesnel temeli yoktu. Fakat ne yazık ki, dünyanın içine sürüklendiği yeni koşullar belli bir süre boyunca o şekilde algılandı. Oysa Marksizm sayesinde ulaşılabilen tarihin diyalektik kavranışı tamamen farklı bir gerçekliğe işaret ediyordu: Bir toplumsal düzenin güçlü görünebilmek için amansız bir ideolojik saldırı yürüttüğü dönem, aslında artık tarihsel haklılığını yitirdiği ve inişe geçtiği koşullara tekabül eder. Öte yandan böylesi tarihsel kesitler, başlangıçta, ezilen ve sömürülen kitlelerin en güçsüz göründükleri dönemlerdir. Bu, içinde yaşadıkları köhnemiş toplumsal düzenden artık geleceğe dönük umutlarının kalmadığı, fakat geleceği nasıl kuracaklarına ilişkin bilinç ve örgütlülüğün henüz çok zayıf olması nedeniyle de alabildiğine şaşkınlık içinde sağa sola yalpaladıkları bir alaca karanlık kuşağıdır. Böyle bir karanlık dönemin en şiddetli kesitini artık geride bırakıyor olsak da, genel etkisi ve açtığı yaraların izleri hâlâ devam ediyor. Fakat bu izler de kapanacak, işçi sınıfının ve devrimci mücadelenin genç kuşakları, kapitalist düzeni yeni isyan dalgalarıyla tepeden tırnağa sarsmaya başlayacaklardır. Engels’in deyişiyle, bir ilerlemeyle telafi edilmeyen hiçbir büyük tarihsel yıkım yoktur. Marksistler için açık olan bir gerçek var ki, o da bugün emperyalist-kapitalist sistemin gerçek yüzünü artık gizlenemez biçimde tüm dünyada geniş kitlelere sergilemeye başladığıdır. Bu sistem, milyonlarca insanı içine çektiği açlık, yoksulluk, işsizlik, cehalet, yozlaşma ve zalim emperyalist savaş koşullarıyla tarihin çöp tenekesini boylamayı çoktan hak etmiş bulunuyor. Gelecek sosyalizmindir, dünyanın bütün burjuvaları domuz topu gibi birleşip sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünü yırtınırcasına haykırsalar da, bu tarihsel gerçekliği asla ve asla değiştiremeyecekler. Artık yeni bir devrimci kabarışın şafağı sökmeye başlıyor. Marksizm, işçi sınıfının genç kuşaklarını ve yürekleri kapitalist düzenin yarattığı haksızlıklara karşı öfkeyle dolan
25
marksist tutum
genç insanları mücadeleye çağırıyor. İşçi sınıfının devrimci dünya görüşü, bugüne kadar bütün ezilenlerin içinde çırpındıkları maddi ve manevi esaretten çıkış yolunu gösteriyor. Genç kuşakların yaşamını ve geleceğini, bu köhnemiş düzeni yıkacak devrimci mücadeleye atılmanın onuru kadar değerli ve anlamlı kılacak başka hiçbir şey yok!
Kurtuluş yok tek başına! Devrimci mücadelenin genç kuşaklarının, Marksizmin kurucularının ve onların yolundan ilerleyen devrimci önderlerin yaşam ve mücadele kesitlerinden öğrenebilecekleri çok şey var. Marx ve Engels, yaşamlarını proletaryanın devrimci mücadelesine teorik bir temel sağlamaya ve bu mücadeleyi bilimsel bir ideolojiyle donatmaya adamışlardı. Örneğin Marx, isteseydi zengin ve rahat bir hayat sürdürebileceği koşullardan kendi arzusu ve kararıyla koparak, devrimci mücadeleye adanmış çetin bir yaşamı onurla ve büyük bir istekle sürdürdü. Kendisini büyük bir tutkuyla, her türlü gericiliğe, siyasal ve toplumsal baskıya karşı verilen zorlu bir kavganın içine attı. Zaten Marx gibi büyük bir devrimcinin, ideallerinden uzaklaşarak kolay bir yaşamı tercih edebileceği düşünülemezdi bile. Lenin’in ölümünden sonra anılarını aktaran eşi Krupskaya, hayatını işçi sınıfının kurtuluşuna adayan Bolşevik önderin, ruhunun tüm derinliğiyle devrimci bir Marksist ve kolektivist olduğunu belirtir. Onun duygularına ve düşüncelerine sosyalizmin zaferi için mücadele azmi damgasını vurmuştur. Küçük mülkiyete bağlı bireycilere özgü olan her tür darkafalılık, fenalık, intikamcılık, burnu havada olma, kıskançlık Lenin’e yabancıdır. Yalnızca işçileri örgütlemeye çalışmakla değil, kendisini de gerçek bir komünist olarak eğitme çabasıyla ilerleyen yıllar, kolektivist olmayı, işçi sınıfı savaşçısı olmayı büyük bir mutluluk kaynağı olarak gören devrimci Lenin’i yaratmıştır. Marksist dünya görüşüyle donanan ve mücadele içinde çelikleşen bir genç devrimci, kavgayı enerjiyle yürütmesinin yanı sıra, bu sayede anlamlı kılınmış yaşamından da büyük bir zevk alacak ve onur duyacaktır. Böyle bir genç, gerçek bir komünist olabilme tutkusuyla, kapitalist toplumun bulaştırdığı küçük-burjuvaca çapsızlık, kıskançlık ve bireysellik mikroplarından arınabilmeyi başarma yolunda da hızlı adımlarla ilerleyecektir. Henüz çok genç yaştayken yazdığı bir kompozisyonda, Marx, dar bencilliğin kabuğu içine kapanmayı ve bireyin öncelikle kendi paçasını kurtarmasını öğütleyen burjuva ideolojisine isyan bayrağını açmıştı. İşte günümüzde burjuvazi aynı minvaldeki gevelemeleriyle genç kuşakların bilincini zehirlemeye uğraşırken, diğer yandan da Marksizmin öldüğünü ilan ederek onların elinden bu rezil düzeni tehdit eden isyan bayrağını almaya ça-
26
Ocak 2011 • sayı: 70
lışıyor. Marksizm, mücadele bayrağından ve silahından yoksun bırakılmış bir işçinin ya da emekçi gencin, bireysel kurtuluş ne kelime, aslında sermayenin emri altındaki bir ücretli köleden başka hiçbir şey olamayacağını en parlak ve en yalın biçimde gözler önüne sermiştir. “Bireysel kurtuluş” ya da “bireyselleşme” vaazları ancak burjuva unsurların ve onların tuzu kuru çocuklarının dünyasında, çarpık da olsa bir anlam ifade edebilir. Kapitalist düzenin işçi sınıfına ve eğitim düzeyi her ne olursa olsun genelde geleceğin işçilerini oluşturacak bir sınıfsal konumdan gelen gençlere sunabileceği yegâne “bireysel kurtuluş”, bir iş bularak sermayenin emri altında çalışma “mutluluğu”dur! Oysa ücretli köle sermayenin yönetimi altında asla kendi bireyselliğini ispat edemez, tersine inkâr eder. İçinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları hoşnutluk değil mutsuzluk üretir. Genç işçi ve emekçi, kapitalizm altında manevi ve fiziki niteliklerini geliştiremez. Bu düzen kendisine, ruhunu ve vücudunu yıpratıp mahvedeceği koşulları sunar. O, çalıştığı sürece sermayenin bir uzantısı gibidir ve bireyselliğini asla duyumsayamaz. Yalnızca çalışmadığı zaman kendisi olabilme ve kendi varlığını hissedebilme şansına sahiptir. Fakat özellikle günümüzde, tüm yaşam alanının boş zamanları da içine alacak şekilde sermaye tarafından örgütlenmesiyle birlikte bu şans da buhar olup havaya karışmaktadır. Böylece, bilinçsizliğin çıkmazına saplanan ve kapitalizmin dayattığı yaşam tarzına karşı muhalif tutum alamayan kişi, hayatının tüm saatleri itibarıyla adeta sermayenin kuklasına dönüştürülmektedir. O halde, Marksizmin artık demode olduğu yalanının tam tersine, bugün kapitalizmle çelişkisi olan tüm gençlerin kendileri olabilmek için “bireyselleşme” palavrasına değil, Marksizmin toplumcu ve devrimci düşüncelerine dört elle sarılmaya ihtiyaçları var. Burjuva ideolojisinin bilinçli çarpıtmalarının aksine, birey zaten toplumsal bir varlıktır. Yaşamının kimi eylemleri başka insanlarla işbirliği halinde gerçekleştirilen
sayı: 70 • Ocak 2011
bir toplumsal görünüş arz etmediği durumda bile, bireyin varoluşu aslında toplumsal hayatın bir yansımasıdır. Ne var ki insanla insan ve insanla doğa arasındaki harmoniyi bozan sınıflı toplum düzeni ve buradan doğan çelişkileri doruğa tırmandıran kapitalizm altında, sanki bireyin kurtuluşunun toplumsal kurtuluşla çatıştığı yolunda çarpık bir anlayış oluşmuştur. Oysa Marx’ın belirttiği gibi, komünizm varoluşla öz, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür. Kısacası o, tarihin bilmecesinin çözümüdür. Geleceğin sınıfsız toplumu, insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir düzen olacaktır. Bugün kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında yaşamı sürüklemeye çalışan bahtsız kitleler, ancak kapitalizmi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini duyumsayabilecekler. Sınıfsız toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacak. İşte işçi ve emekçi kitlelerin gençliğinin sahip olması gereken gelecek budur ve bu genç kuşakların bugünkü görevi, böylesi bir geleceği fethetmek üzere zaman yitirmeksizin yola çıkmak olmalı!
Gençliğin konumu İki temel sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, gençliğin sınıf mücadelesindeki konumunu tek bir başlık altında toplamaya çalışmak beyhude bir çaba olurdu. Zira gençlik başlı başına sınıfsal bir konum değildir, tüm sınıfları yaş grubu bakımından bölen bir kesitten ibarettir. Kendi sınıfının tarihsel rolünü benimsemeyip bilinçlice reddeden unsurları bir yana bırakacak olursak, her sınıfın genç kuşakları son tahlilde o sınıfın toplumsal koşulları tarafından şartlandırılıp biçimlendirilir. Bugün tüm kapitalist ülkelerde, burjuva sınıfa mensup ve azınlığı oluşturan bir gençliğin yanı sıra, işçi sınıfının büyümesine paralel olarak büyüyen, çoğunluğu oluşturan, önemli bölümüyle de işsizler ordusuna katılan işçi sınıfının gençliği yer alıyor. Köylülüğün, küçük mülk sahipliğinin yaygın olduğu ve serbest meslek sahibi kişilerin henüz ayrıcalıklarını yitirmediği eski dönemlere oranla, günümüzde küçükburjuvazi kapitalist toplumlarda daha dar bir yer tutuyor. Yanlış bir biçimde küçük-burjuvazinin saflarına dahil edilen, gerçekteyse işçi sınıfının içinde olması gereken memurları, işgüçlerini sermayeye satarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan yüksek vasıflı meslek sahiplerini, kırsal kesimlerin artık proleterleşmiş unsurlarını dikkate aldığımızda, bugün genelde proletaryanın kapitalist toplumsal yapıda ezici bir çoğunluğa ulaştığını görürüz.
marksist tutum
Kapitalist toplumun ara sınıfı olan küçük-burjuvazi, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından gene de önemli bazı sorunlara kaynak oluşturmayı sürdürüyor. Ancak bu durumun nedeni, artık onun geçmişte olduğu gibi nesnel bakımdan toplumun önemli bir çoğunluğunu teşkil etmesi değildir. Bugün bu ara sınıf konumu, kapitalist toplumsal yaşamın neredeyse hücrelerine sinmiş olan çok yaygın ve ortalama bir zihniyeti yansıtması bakımından başlı başına bir sorundur. Bu ortalama, gerçekten küçük-burjuva kesimlere mensup insanlardan tutun da, sınıf atlamasına rağmen henüz küçük-burjuva alışkanlıklarından kurtulamayan burjuvalara ve bilinçsizlik nedeniyle, küçük-burjuva diye nitelediğimiz bir yaşam tarzının ve değer yargılarının içinde dönüp duran milyonlarca işçiye varıncaya kadar toplumun ezici bir çoğunluğunu içine alıp yutan bir okyanus gibidir. Bu devasa insan kitlesinin büyük bir bölümünü genç kesimler oluşturduğu için de, sıradan değerlendirmelere göre gençlik sanki başlı başına küçük-burjuva bir katmanmış gibi ele alınır. Kapitalist toplumda gençliğin sınıfsal yapısı hakkında söylediklerimiz, genel hatlarıyla öğrenci gençlik için de geçerlidir. Ayrıca öğrenci gençliğin ve özellikle üniversite gençliğinin bileşimi ilerleyen yıllar itibarıyla değişmekte ve bu değişimin yansımaları öğrenci hareketinde açıkça hissedilmektedir. Tüm kapitalist ülkelerde sermayenin işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarına yönelen saldırısı, sosyal fonlardaki kesintiler, işçi sınıfının azalan ücretleri, işsizlik, gün geçtikçe yükseltilen eğitim harçları hesaba katıldığında, günümüzde üniversite gençliğinin sınıfsal yapısının geçmiş yıllara oranla daha bir burjuvalaştığı açıktır. Bu nesnel değişimin öznel cephedeki yansımaları ise, üniversite gençliğinin eylem düzeyinde, yaygınlığında ve eylem biçimlerinde eski dönemlere kıyasla ortaya çıkan gerilemedir. Bu faktörler aslında gençliğin proleter unsurlarıyla burjuva unsurlarının derinleşen ayrışmasını da yansıtıyor. Bu ayrışmanın henüz bu netliğiyle yaşanmadığı geçmiş dönemlerdeki üniversite gençliğinin durumuyla günümüzdeki durumu arasındaki farklılıklar, toplumsal gerçeklikteki değişimin ifadesi olduğu ölçüde doğaldır. Burjuvazi genelde gençliğin toplumsal konulara ilgi duymasını engellemek maksadıyla, toplumsal duyarlılık, dayanışma, paylaşımcılık gibi duyguları çağdışı ilan eden sistematik bir propaganda faaliyeti yürütüyor. Gençlik, modern diye yutturulmaya çalışılan yoz ve boş bir yaşam tarzının girdabında öğütülüyor. Kapitalizmin işsizliğe mahkûm ettiği binlerce genç, enerjilerini ve umutlarını devrimci bir mücadele içinde değerlendirecek yerde, burjuva medyanın beyin yıkama operasyonunun esiri durumuna düşüp yaşamlarını köreltiyor. Bu nedenle varoşlar, devrimci patlamaların barutunu biriktirdiği kadar, burjuva yaşam tarzına özenip sınıf kimliğini yitiren veya faşizm gibi gerici ve şoven siyasal akımların kitle tabanını da oluşturabilen bir işsiz gençliği barındırıyor. Öğrenci gençliğin beyni henüz en körpe olduğu dö-
27
marksist tutum
nemlerden başlanarak, bireysel bir varoluş kavgasının çıkmaz sokaklarında heder edilecek tarzda dumura uğratılmak istenmektedir. Çürüyen kapitalist sistemin özellikle son on yıllarda yükselttiği bu sinsi ve sistematik saldırıların bilincine varıp, kendini onurlu bir biçimde var edebilmenin yegâne yolu olan devrimci mücadele yolunu tutmayan gençleri bekleyen akıbet bellidir. Birbirlerine karşı yarıştırıldıkları acımasız bir maratonda ruhsuzlaştırılacak ve böylece aslında kendi benliklerine de tamamen yabancılaşıp, sermayenin emrindeki uysal bir işgücü yığınına dönüştürüleceklerdir. Burjuva ideolojisinin öğrenci gençliği devrimci fikirlerden ve politik mücadeleden uzaklaştırabilmek amacıyla, onları daha iyi bir eğitim, daha parlak bir kariyer edinme masallarıyla tuzağa düşürme niyetinin ardında yatan çıplak gerçek budur. Gençliğin daha güzel bir gelecek yaratabilmesi için ihtiyaç duyduğu bilimsel dünya görüşü Marksizmi gözden düşürmeye çalışan burjuvazi, genç insanları adeta bir kutsallık halesiyle sarılıp sarmalanmış bir “Bilim”le kendi yanına çekmeye çalışmaktadır. Ücretli köleliğin egemen olduğu bir toplumda bilim asla tarafsız olamaz. Kapitalist sistem, bilimin ve tekniğin tüm kazanımlarını burjuvazinin hizmetine sunmaktadır. Her yeni buluş, emperyalist-kapitalist güçlerin ezilen sınıfları daha sinsi biçimde baskı ve kontrol altına alabilmesi ve emperyalist savaş makinelerinin daha da yetkinleştirilmesi için kullanılıyor. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada toplumun hizmetine koşulacak olan bilim ve teknoloji, kapitalizm koşullarında egemen burjuvaların esareti altındadır. Burjuvazi egemenliğini sürdürdüğü sürece de, bilim ve teknik işçi sınıfının ve emekçilerin ezilmesinin aracı olmayı sürdürecektir. Bilimi ve teknolojiyi de kapitalist kâr düzeninin prangalarından kurtaracak olan yegâne tarihsel eylem, ancak ve ancak proleter devrim olabilir. İşçi iktidarı, yani en tam ve engin demokrasi altında bilim ve teknoloji tüm insanlığın çıkarları doğrultusunda özgürce
28
Ocak 2011 • sayı: 70
gelişebilecek, egemen proletarya teknik ve entelektüel donanımını her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak ve tüm savaşlara son vermek için kullanacaktır. Kapitalist toplumun varlığını sürdürmesi için çırpınan burjuva ideolojisi, genç insanları avlamak maksadıyla “iyi bir eğitim, iyi bir gelecek!” benzeri sahte mutluluk vaatlerinde bulunmaktadır. Eğitimli gencin kendi bireysel başarısının peşinde koşması halinde, toplumda keyif verici bir pozisyona ulaşabileceği öğütleniyor. Oysa kapitalizmin karakterini bilimsel olarak çözümleyen ve teşhir eden Marksizmin göstermiş olduğu gibi, gerçekler bu tür “parlak” vaatlerle hiç mi hiç uyuşmuyor. Genelde gençlik ve özelde öğrenci gençlik içindeki sınıfsal farklılaşmayı asla unutmamak koşuluyla, toplumun genç unsurlarını büyük ölçüde ilgilendiren önemli bir hususu vurgulayalım. Aslında kapitalizm insanların etkinliğini kendilerine yabancı nesneler durumuna dönüştürür. İnsanlar arasındaki ilişkileri, meta değişimi üzerine kurulu ticari ilişkiler düzeyine indirgeyerek, insanların genel bir yabancılaşmasına yol açar. İnsan kendi emeğine, emeğinin ürününe ve öbür insanlara yabancılaşarak, gerçekte kendi kendine, kendi doğasına yabancılaşır. Ve böylece bir yabancılaşma küresinde yaşamaya mahkûm olur. Kapitalist toplumun ürünü olan bu durum, genelde genç kuşakların öğrencilik dönemlerinde hissettikleri bir gerçekliktir. Ayrıca kapitalist sistemin sergilediği bariz haksızlıklar, genç insanların henüz düzen tarafından köreltilmemiş duygularını harekete geçirir. Bu nedenle öğrenci gençlik genelde kapitalist toplumsal düzene karşı şu ya da bu ölçüde muhalif duygular taşır. Ancak, kapitalizme karşı gerçekten tutarlı, kararlı ve geçici bir hevesten ibaret olmayan devrimci bir tutum alışın, son tahlilde sınıfsal bir temeli vardır. Kelimenin gerçek anlamında anti-kapitalist bir gençlik hareketinin gelişebilmesi için, bugün sınıfsal ayrımları yansıtan ideolojik farklılıkların üzerinin örtülmesine değil, tam tersine ideolojik bir netleşmeye ihtiyaç var. Örneğin günümüzde anarşizm daha ziyade burjuva karakterli unsurlar tarafından gelgeç bir radikalizm türü olarak benimsenip öğrenci hareketine yansıtılıyor. Özünde milliyetçi olan sözde bir anti-emperyalizmin çıkmaz sokaklarında kendilerini yitiren burjuva ve küçük-burjuva karakterli unsurlar ise, sağ ve sol görünümlü siyasal akımların buluşmasına hizmet ediyorlar. Diğer yanda, keskin devrimci görünen bir küçük-burjuva solculuğu öğrenci hareketindeki sekter tutumlarıyla kendini yalıtıp, izleyicisi olan genç insanları da kısa sürede yorgunlar kervanına dahil ediyor. Bu gerçekler karşısında öğrenci gençliğin tutarlı ve
sayı: 70 • Ocak 2011
dinamik unsurlarının, burjuva ya da küçük-burjuva solculuğundan arınmaları bir zorunluluktur. Bu gençler, ancak ve ancak, dünyayı değiştirme potansiyeline sahip proletaryanın enternasyonalist devrimci çizgisini benimsemeleri durumunda güçlü ve kalıcı bir gençlik hareketi yaratabilirler. Bu uğurda sebatlı bir ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışma yürütülmesi şarttır ve bu, yalnızca böyle bir perspektifi benimseyen öğrenci gençlerin değil, aynı zamanda ve esas olarak devrimci proletarya hareketinin sorunudur. Artık yaşlanmış ve dünya üzerindeki milyonlarca insanı çeşitli sorunlar ve acılar içinde kıvrandıran kapitalist düzenin sürüp gitmesinde hiçbir çıkarı olmayan genç kuşakların geleceği kazanabilmeleri için seçmeleri gereken yol bellidir. Ezilen, sömürülen, horlanan, baskı altında tutulan insanların kurtuluşu, işçi sınıfının devrimci mücadelesi sayesinde mümkün olacaktır. Toplumdaki sınıf ayrışması daha da netleşip bilince çıkartıldıkça, burjuvazinin gençliği yoz bir yaşam kültürünün içinde yaşlanırken, proletaryanın ve proleter mücadelenin genç kuşakları giderek artan sayılarla devrimci sınıf çizgisine sahip çıkacaklar. Onlar, devrimci proletaryanın kapitalist topluma karşı açtığı isyan bayrağını genç dimağları, coşku dolu yürekleri ve güçlü cesaretleriyle daha da yükseklerde dalgalandıracaklar. Komünist Manifesto’nun satırları devrimci gençliğin andı olacak: Sınıfları ve sınıf uyuşmazlıkları ile birlikte eski burjuva toplumunun yerine, her insanın özgür gelişiminin, insanların tümünün özgür gelişiminin koşulu olduğu yeni bir toplum kuracağız!
Devrimci gençliğin yolu Marksizmdir Marksizm işçi sınıfına yalnızca kendi ekonomik çıkarlarını savunsun diye değil, toplumdaki her türlü baskıya, her türlü sömürüye karşı savaşması için yol gösteriyor. Marksizmle donanan, enternasyonalist komünist bir mücadele ve örgüt anlayışıyla silahlanan işçiler, tüm emekçilerin çıkarlarını savunmak, tüm toplumsal düzeni tepeden tırnağa değiştirmek, insanlığın gelecek kuşaklarının barış ve mutluluk içinde yaşayabileceği bir dünyayı kurmak için mücadeleye atılacaklardır. Devrimci gençler, işçi sınıfının bu mücadele perspektifini benimsedikleri, ona güç vermeye başladıkları takdirde kapitalist topluma karşı muhalif duygularını gerçekten anlamlı kılabilir, tüm inanç ve enerjilerini büyük bir devrimci hareketin yaratılmasına hasredebilirler. İşçi sınıfının devrimler tarihinin öğrettiği gibi, kapitalizm canavarını alt edebilmek için devrimci işçi hareketiyle devrimci gençlik hareketinin Marksizmin sağlam temellerinde buluşup kaynaşmasına ihtiyaç var. Büyük Ekim Devriminin önderi Lenin, burjuva dünyasındaki anarşik rekabetin egemenliğiyle parçalanmış, özgür olmayan emek nedeniyle sermayece ezilmiş, sürekli uçuruma, tam bir sefilleşme, serserilik ve alçaltılmaya itilen proletaryanın durumuna işaret ediyordu. Proletarya, kesinlikle ve yalnızca, ideolojik birliğini Marksizm ilkeleri
marksist tutum
temelinde sağlamlaştırarak ve örgütün maddi birliği sayesinde milyonlarca emekçiyi işçi sınıfının ordusu şeklinde kaynaştırabilir, böylece yenilmez bir güç olabilirdi. İktidar için savaşımda proletaryanın gerçekten de örgütten başka silahı yoktur. Tarihsel açıdan taşıdığı tüm devrimci potansiyele karşın, örgütsüz işçiler bir hiçtir. Ve yine benzer biçimde, taşıdığı tüm muhalif duygulara, atılganlık ve gözüpekliğine rağmen örgütsüz gençlik de bir hiç olacaktır. Genç insana ne denli soylu bir hedefmiş gibi görünse de, bireysel kahramanlığı fazlasıyla öne çıkaran sol siyasal akımlar devrimci bir sınıfın kolektif mücadele kapasitesinden yoksundurlar. Bireysel kahramanlığı yücelten siyasal eğilimler gerçekte küçük-burjuva devrimciliğinin yansımalarıdır. Bu tür anlayışlar Marksizme değil idealizme yaslanırlar. Büyük devrimcilerden Lenin gençlik yıllarında bu gerçeği kavradığında, Marksizme dört elle sarılmış ve yolunu eski kuşağın küçük-burjuva devrimciliğinden, Narodnizmden ayırarak işçi sınıfının Bolşevik çizgisinin temellerini atmıştı. Rusya’da devrim ateşini yakan ilk dönem Narodniklerin kahramanlığına gereken saygının gösterilmesini isteyen Lenin, devrimci mücadelenin duygusallıkla değil bilimsel inançla yürüyebileceğini de her fırsatta genç devrimcilere hatırlatıyordu. Gençliğin devrimci ideallerinin olması çok güzeldir. Fakat bu idealler, sınıf karşıtlıklarından kaynaklanan gerçek olgulara ve devrimci sınıfın mücadele perspektiflerine bağlanmazsa havada kalır ve gerçekleştirilme şansını yitirirler. Lenin’in gençlik döneminde Petersburg işçileri arasında yürüttüğü devrimci örgütlenme çabasından kesitler aktaran Krupskaya, sorun kahramanca işler yapmak değil, fakat kitlelerle sıkı ilişkiler kurmak, onlara yaklaşmak, onların en güzel umutlarının aracı olmayı öğrenmek ve onları saflarımızda toplamak, canlandırmaktı der. Gençlik dönemi heyecan, coşku ve duyarlılıkla yüklüdür. Kapitalizmin tarihi boyunca, dünyanın neresinde olursa olsun, devrimci mücadeleye katılan gençlik bu olumlu özelliklerini kavga alanına taşımıştır ve de taşıyacaktır. Gençliğin devrimci romantizmi, gözüpekliği ve fedakârlığı olmasaydı devrimin safları donuk ve kuru olurdu. Dünden bugüne nice ülkede ve nice mücadelelerde genç erkek ve kadınlar, yürekleri devrimci inançla dolu olarak ölümün üzerine yürüdüler. Paris Komünarlarından Ekim devrimcilerine, barikatlarda can veren nice isimsiz genç kahramana dek, dünya üzerinde ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri mücadelede dövüşüp ölenler, soylu bir kavganın simgesi olmuşlardır. Türkiye’de de askeri diktatörlükler altında işkencelerde, darağaçlarında ölümü kucaklayan genç fidanlar, devrimci tutsakları zindanlarda çürütmek isteyen faşizan uygulamalara karşı açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında bedenlerini bayraklaştıran gencecik insanlar sergiledikleri fedakârlıklarıyla ölümsüzleşen bizim insanlarımızdır. Siyasal düşünceleri henüz yeterince olgunlaşmamış olsa da, izledikleri devrimci çizginin eleş-
29
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
tirilecek yönleri bulunsa da, devrim mücadelesinin kızıl bayrağında onlardan birer iz vardır. Ve devrimci Marksist gençlik, proletaryanın devrimci mücadelesinde dalgalanan bu kızıl bayrağı burjuvazinin çiğnemesine ve kirletmesine asla izin vermeyecektir. Marksizm tarihi kitlelerin yaptığını kanıtlar ve doğru olan yaklaşım da budur. Sınıftan kopuk çıkışlar ne kadar devrimci görünürse görünsün son tahlilde bir çıkışsızlığa işaret eder. Tarihin kritik dönemeç noktalarında önder kişilerin rolü inanılmaz derecede önemli ve büyük olsa da, son tahlilde dünyayı değiştiren eylem ezilen sınıfların tarih yapan mücadeleleridir. İnsanın kendini devrimcilikle bağdaşmayacak zaaflarından arındırabilmesi için devrimci önderlerin yaşam ve mücadele çizgisini örnek alması ne kadar doğru ve gerekliyse, sınıfın tarihsel misyonunu gölgeleyen kişi kültü yaratmak da o denli yanlış ve tehlikelidir. Devrimci gençler, işçi sınıfının mücadele perspektifini benimsedikleri, ona güç vermeye başladıkları takdirde kapitalist topluma karşı muhalif duygularını gerçekten anlamlı kılabilir, tüm inanç ve enerjilerini büyük bir devrimci hareketin yaratılmasına hasredebilirler. Devrimci kişilikleri neredeyse bir puta dönüştürmek ya da onların simgelerini metalaştırarak pazara sürmek burjuvazinin işi. Bugün burjuvazi devrimci mücadeleyi genç kuşakların gözünde sıradanlaştırabilmek için bu işi fazlasıyla yapıyor. Yüreklerindeki mücadele ateşiyle, uzun yıllar boyunca haklı olarak devrimci gençliğin nezdinde birer sembol haline gelen Deniz Gezmişler, Che Gueveralar devrimci özleri boşaltılarak ve genç kuşakların onların yanlışlarından öğrenmesinin önü tıkanarak ölü azizlere dönüştürülmek isteniyor. Lenin’in dediği gibi, büyük devrimciler yaşadıkları süre boyunca, onların mücadelelerine en vahşi garezle ve en hiddetli kinle karşı gelen, ölçüsüz yalan ve karalamalarla onlara karşı sefere çıkan egemen sınıflarca kovuşturulur. Ölümlerinden sonra ise, burjuvazi, onları masum putlara çevirmeye, deyim yerindeyse azizleştirmeye uğraşır. Ezilen sınıfların avutulması ve kandırılması için adlarına belli bir şan verilir, onların mücadelesinin devrimci yanı, devrimci ruhu unutturulmaya ve çarpıtılmaya çalışılır. Kişi tapınması Marksizme tamamen aykırıdır ve Lenin gibi devrimci önderler tüm yaşamları boyunca bu gibi zararlı eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütmüşlerdir. Devrimci kişiliklerin cansız mermerlere ve ölü ikonlara dönüştürülmesi yönündeki Marksizme karşıt uygulamalar, sosyalist harekete, gerçekte Büyük Ekim Devriminin ve Lenin önderliğindeki Bolşevizmin inkârı anlamına gelen Stalinizm tarafından sokulmuştur. İşçi sınıfının devrimci mücadele anlayışını temsil etmeyen ve tarihin de kanıtladığı gibi aslında buna zerre kadar hakkı olmayan
30
Stalinist kişi tapınmacılığı, aktaracağımız satırlarda dile gelen doğru yaklaşımla nasıl da taban tabana zıttır. F. A. Sorge, Marx’la ilgili olarak şöyle der: Marx’ın bir bilim adamı, işçi sınıfının bir savunucusu olarak yaptığı şeylerin, ne dökme demirden anıtlara ne de ateşli söylevlere ihtiyacı yoktur. Marx’ın eylemlerini dile getiren şeyler bronz ya da granit anıtlar değil, yer yuvarlağının her yanında sayısız işçinin Marx’ın ölümsüz savaş çağrısını izleyerek oluşturdukları saflardır: “Bütün dünya işçileri, birleşin!”
Genç güçlere duyulan ihtiyaç Proletaryanın devrimci mücadelesinin güçlendirilebilmesi için her zaman genç ve taze güçlerin kazanılmasına ihtiyaç var. Bu nedenle, işçi sınıfı içinde Bolşevik tarzda inançlı, sabırlı ve planlı bir örgütlenme çalışması yürütenler, saflarını genç işçi ve devrimcilerle donatmayı başarma azmiyle doludurlar. Genç güçlerin kazanılması konusunda gösterilecek zaaf ölümcül bir tehlike olurdu. Genç insanların eğitim ve deney eksikliği karşısında büyük bir endişe ve tereddüde kapılmanın haklı bir tarafı yoktur. Ardında uzun yıllar bırakmış olmasına rağmen hâlâ hatalarını göremeyen ve düzeltmek için çaba sarf etmeyen kişilerden umudu kesmek gerekir. Gençler söz konusu olduğunda ise, onların hatalarını düzeltebilmeleri için daha sabırlı ve anlayışlı bir yaklaşım sergilenmeli. Genç devrimcilerin hatalarına karşı daha hoşgörülü olabilmeliyiz. Fakat genç insanların sağlam biçimde yetişebilmesi ve çelikleşebilmesi için de gençliğe asla dalkavukluk etmemeliyiz. Onların yanlışlarını mücadele dersleri içinde düzeltebilmelerine fırsat tanınmalı ve bu konuda onlara yardımcı olunmalı. Özellikle işçi sınıfı gençliğinin, devrimci proletaryanın enternasyonalist komünist mücadele anlayışı ve sosyalizm inancıyla eğitilip, sınıf bilinciyle donatılması temel bir görevdir. Gerek işçi sınıfının gençliği gerekse yaşam ve mücadele anlayışını bu sınıfla birleştirmiş gençler doğru temellerde eğitilip örgütlendikleri takdirde eksiklerini kısa sürede kapatabilir ve mücadele saflarına gençliğin dinamizmini taşıyabilirler. Emperyalist kapitalist sistem özellikle son dönemde içine girdiği sınır tanımaz sömürü ve saldırganlık hırsıyla, yüreğini ve beynini burjuva pazarda satılığa çıkarmamış tüm genç insanların öfkesini kabartmaya başlamıştır. Nitekim çeşitli ülkelerden yükselen ve tepkilerini antikapitalist gösterilerde, emperyalist savaş karşıtı mitinglerde ortaya koymaya çalışan gençlik kesimleri bu durumun somut göstergeleridir. Ne var ki bu genç insanların örgütlenmeye ve kapitalizmi yıkmaya muktedir olacak bir siyasal tutum almaya ihtiyaçları var. Kapitalizmi aşarak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yolunda ilerlemeye azimli devrimci proletaryanın tarihsel mücadelesi onlara sesleniyor: Marksizmle aydınlan! Örgütlü devrimci mücadeleyle kenetlen! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /1 İlkay Meriç
C
umhuriyetin kuruluş döneminden bu yana Kemalist rejim, tehdit olarak gördüğü kimi muhalif kesimleri ezerken “aydınlanma”, “çağdaşlık”, “ilericilik” gibi kavramları kendisine kalkan edinmeyi adet edinmiştir. Bu kavramları kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtarak, “gerici”, “şeriatçı” olarak nitelendirdiği muhalefet odaklarına karşı birer ideolojik silaha dönüştürmüştür. Ne yazık ki, sosyalist sol da bu tuzağa sıkça düşerek Kemalizm tarafından kolaylıkla esir alınabilmiştir. Sosyalist çevrelerin önemlice bir bölümünün içinde bulundukları durum, bugün de böylesi bir tuzağa düşüldüğünü gösteriyor. “Dinci gericiliğin” iktidarı olarak değerlendirdikleri AKP karşısında Kemalist damarları kabaran sosyalist kesimlere göre, Kemalist cumhuriyet büyük bir Aydınlanma hamlesidir ve AKP bu cumhuriyeti tasfiye etmektedir. Bu kesimler AKP’nin Türkiye’yi “karanlığa” götürdüğünü iddia ederek, “Aydınlanmaya” ve “cumhuriyetin kazanımları”na sahip çıkmayı günün en yakıcı görevi ilan ediyorlar. 18. yüzyılda büyük bir düşünsel atılımı ifade eden ve Avrupa burjuvazisinin iktidar mücadelesinde ön açıcı işlevler gören Aydınlanmanın, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanlarca bayraklaştırılması kuşkusuz hazin bir durumdur. Ancak Aydınlanma adına, onun en elitist, en despotik, en anti-demokratik yorumunu benimsemiş olan Kemalist diktatörlüğün kutsanmaya çalışılması çok daha vahimdir. Aydınlanmanın yaşadığımız topraklardaki macerasına geçmeden önce, onun gerçekte ne olup ne olmadığına bakalım.
Aydınlanma çağı: Burjuvazinin düşünsel atılım dönemi Kabaca 1688 İngiliz devriminden başlayarak 1789 Fransız devrimine uzanan ve esas olarak 18. yüzyılı kapsa-
yan “Aydınlanma çağı”, İngiltere’den Fransa’ya ve takiben tüm Avrupa’ya yayılan, felsefeden tarihe, sanattan edebiyata çok geniş bir alanda çığır açan bir düşünsel ilerlemeyi simgelemektedir. Locke’dan Voltaire’e, Hume’dan Diderot’ya, D’Alembert’ten Helvetius’a, Montesquieu’den Rousseau’ya, D’Holbach’tan Kant’a çok sayıda büyük düşünürün damgasını bastığı bu dönem, “Akıl Çağı” olarak da adlandırılmaktadır. Dönemin düşünürlerinin sıkça başvurdukları “ışık”, “aydınlık”, “aydınlanma” metaforu nedeniyle 1800’lü yıllardan itibaren bu adla anılmaya başlayan Aydınlanma, kuşkusuz birden bire doğan köksüz bir düşünsel atılım değildir. Onu, Avrupa’da siyasal, kültürel ve dinsel alanda büyük dönüşümlere yol açan Rönesans ve Reform hareketlerinin yaşandığı bir tarihsel dönem öncelemiştir. Aydınlanma, felsefenin, siyasetin, hukuk biliminin ve her türlü ideolojinin ilahiyatın alt bölümleri haline getirildiği Ortaçağ karanlığından çıkışı temsil eden bu tarihsel dönemin birikimlerinin bir ürünüdür. Aydınlanma filozofları, bilim alanındaki gelişmelere paralel olarak aklın her şeyi aydınlattığını, bu ışık sayesinde önyargıların ve dogmaların yıkıldığını dile getiriyorlardı. Alman düşünür Kant, Aydınlanmayı, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamaması yüzünden düştüğü ergin olmama durumundan kurtulması olarak tanımlamaktaydı. Ona göre Aydınlanmanın parolası bu yüzden “aklını kendin kullanma cesaretini göster!” olacaktı. Çağın düşünürleri, doğrunun ve yanlışın tek kriterinin tanrısal vahiy ya da dogma değil akıl olduğunu, insana ve doğaya dair her şeyin akılla açıklanabileceğini savunuyorlardı. Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünce olmuştur. Ancak Aydınlanmayı homojen ve sistematik bir felsefe olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira temel birtakım konularda görüş ortaklığına sahip olsalar da, Aydınlanma filozoflarının sosyal, ekonomik ve felsefi
31
Ocak 2011 • sayı: 70
marksist tutum
Voltaire
D’Holbach
Diderot
Helvetius
Kant
Rousseau
Locke
D’Alembert
sorunlarda ortak bir yaklaşım sergilediklerinden söz edilemez. Aynı şekilde, sosyal ve siyasal sorunlara ilişkin görüşlerinde son derece radikal olanlara rastlanıldığı gibi alabildiğine uzlaşmacı olanları görmek de mümkündür. Aydınlanma düşünürlerini ortaklaştıran noktalardan biri, insan aklını tanrısal akla tâbi kılan ve her alanda ilerlemenin önünde büyük bir engel teşkil eden skolastik felsefeyle hesaplaşmaya girişmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu dönemde, 17. yüzyıla damgasını basan metafizik kurgudan da uzaklaşılmaya başlanacaktır. Engels, bu dönemde, dinin, doğa biliminin, toplumun, politik kurumların, kısacası her şeyin amansız bir eleştiriye tâbi tutulduğunu belirtir. Akıl her şeyin tek ölçüsü olmuştur. Aydınlanma düşünürleri, ilk kez “akıl imparatorluğu”nun doğduğunu, hurafenin, haksızlığın, ayrıcalığın ve baskının yerine, sonsuz doğru, sonsuz adalet ve vazgeçilmez insan haklarının geçmesi gerektiğini dillendirmektedirler. Ne var ki, bu “akıl imparatorluğu” düşünce âleminden gerçekler âlemine indiğinde, kapitalizmin duvarlarına çarpacak, dar burjuva kalıplara bürünecektir. Şöyle diyordu Engels: “Bugün biz bu akıl imparatorluğunun burjuvazinin idealize edilmiş imparatorluğundan başka bir şey olmadığını; bu sonsuz adaletin gerçekleşmesini burjuva adalette bulduğunu; bu eşitliğin yasalar önünde burjuva eşitliğe indirgendiğini; burjuva mülkiyetin temel insan haklarından biri olarak ilan edildiğini; ve akıl devletinin (…) bir burjuva demokratik cumhuriyet olarak doğduğunu ve ancak öyle doğabileceğini biliyoruz.”1 Aydınlanma çağı, ekonomik olarak serpilip gelişen burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek üzere başlattığı özgürleşme hareketini temsil ediyordu. 17. yüzyıla kadar, kral, hiçbir şekilde paylaşmadığı mutlak bir güce ve dokunulmazlığa sahipti. Ancak burjuvazinin gelişmeye başlaması, eski dengeleri tümüyle altüst edecek ve aristokrasiyle burjuvazi arasında şiddetli çatışmalar başlayacaktı. Burjuvazi kralın iktidarının tanrıdan geldiği düşüncesine
32
Çağın düşünürleri, doğrunun ve yanlışın tek kriterinin tanrısal vahiy ya da dogma değil akıl olduğunu, insana ve doğaya dair her şeyin akılla açıklanabileceğini savunuyorlardı. Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünce olmuştur. Ancak Aydınlanmayı homojen ve sistematik bir felsefe olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira temel birtakım konularda görüş ortaklığına sahip olsalar da, Aydınlanma filozoflarının sosyal, ekonomik ve felsefi sorunlarda ortak bir yaklaşım sergilediklerinden söz edilemez.
karşı çıkıyordu. Aydınlanma filozoflarının önemlice bir bölümü, insanların ilk çağlardan bir toplum sözleşmesiyle çıktıklarını, eşit olan insanların yetkilerinin bir kısmını genel irade olarak devlete devrettiklerini, ama eşitlik durumunun zamanla bozulduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla da insanların eşitliğini yeniden tesis edecek bir toplum sözleşmesi yapılmalı, kral da yetkilerini buradan almalı ve buna uymalıydı. Engels’in de belirttiği gibi, burjuvazinin özgür gelişimi feodal sistemle bağdaşmıyordu ve bu yüzden de bu sistem yıkılmak zorundaydı. Feodalizmin büyük uluslararası merkezi ise Katolik Roma Kilisesiydi. Kilise feodal yapılanmayı tanrısal kutsama halesiyle çeviriyordu. Bunun yanı sıra, Katolik toprak mülkiyetinin en az üçte birine sahip olan en güçlü “feodal bey” konumundaydı. Dünyevi feodalizme saldırabilmek için, önce onun bu kutsal merkezî örgütünü yıkmak gerekiyordu.2 Aydınlanma, burjuvazinin önündeki engelleri yıkma mücadelesinin düşünsel alandaki yansıması olacaktı. İktidara, devlete, yönetim biçimine, hukuka, insan haklarına vs. dair tartışmalar ve fikirler derinleşirken, bu dönemin felsefesi de burjuvazinin bu somut gereksiniminin sesi olacak, her alanda kapitalizmin önünü açmaya hizmet edecekti. Bu dönemde, başta Kilise ve tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak görülen kral olmak üzere o zamana dek kabul gören her türlü kutsiyetin yaldızları dökülmeye başladı.
Laiklik ve din konusundaki yaklaşımlar Aydınlanma düşünürleri, bağnazlığın ve kötülüklerin kaynağı olarak gördükleri Kiliseye karşı mücadelede birleşmişlerdi ve genel olarak dine karşı kuşkucu ve eleştirel bir yaklaşım içindeydiler. Bir yandan Katolik Kilisesinin “en güçlü feodal bey”lik konumu, öte yandan yakın döneme kadar süren kanlı mezhep savaşları, din sorunu-
sayı: 70 • Ocak 2011
nun dönemin düşünürlerinin ele aldıkları konuların başında gelmesine yol açmıştı. Mezhepler arası savaşın son bulması, dinsel hurafelerin yıkılması, farklı mezheplere, dinlere ve fikirlere karşı hoşgörünün tesis edilmesi için, Kilisenin hegemonyasının kırılması gerekiyordu. Bu da Aydınlanmanın en önemli yönlerinden biri olan laiklik tartışmalarının derinleşmesini beraberinde getirmişti. Laiklik konusunda en ileri fikirleri dile getiren kişi, Aydınlanma hareketinin kurucusu olarak da anılan İngiliz düşünür Locke idi. Locke’un “özgür bir devlette özgür bir kilise” sözleriyle formüle ettiği laiklik anlayışı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din işlerine karışmamasını ve hiçbir mezhepten yana olmamasını, dinin insanın vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüşmesini, insanların dinsel inançları doğrultusunda özgürce bir araya gelme ve örgütlenme hakkına sahip olmasını öngörüyordu. Fransa’da ise dini devletin güdümüne sokan bir laiklik anlayışı daha yaygın bir kabul görecekti. Voltaire, devlet içinde devlet olamayacağını, bütün gücün siyasal iktidarın elinde toplanması ve dinsel alanın siyasal iktidarın denetiminde bulunması gerektiğini söylüyordu. Siyasal birliği bozan, kamusal çıkarı zedeleyen ve devlet için tehlike oluşturan dinlerin, tarikatların ve mezheplerin siyasal iktidar tarafından yasaklanmasını bir zorunluluk olarak görüyordu. Diderot ve D’Alembert’in yayınladıkları ve çok sayıda düşünürün katkıda bulundukları meşhur Ansiklopedi’de de bu görüş savunuluyordu.3 Ancak tüm bu fikir farklılıklarına rağmen, filozoflar, Kilisenin devlet işlerine ve siyasete karışmaması konusunda ve genel bir hoşgörü ve çoğulculuk anlayışında ortaklaşıyorlardı. Aydınlanma düşünürleri, dinin ruhban sınıfın elinde, dogmaları, bağnazlığı ve cehaleti besleyip üreten bir araç haline geldiği hususunda hemfikirdiler. Ancak felsefi düzeyde dine yaklaşımda aralarında çeşitli farklılıklar bulunuyordu. Tanrı inancını muhafaza edip Hıristiyanlığı “gerçek temellerine” döndürmeye çalışanlar olduğu gibi, deizmi (tanrıya inanmak fakat kurumsal dinleri reddetmek) ve ateizmi (tanrıtanımazlık) savunanlar da bulunmaktaydı.
marksist tutum
Bir deist olan Voltaire, “bir Yüce Varlığa tapınmanın ve onun ebedi buyruklarına gönülden boyun eğmenin ötesindeki hemen her şey boş inançtır” diyordu. Diğer deistler gibi o da tanrı inancını ahlâklı bir toplum için zorunlu görmekteydi. Bu noktada onun “tanrı olmasaydı bile onu yaratmak gerekirdi” sözü çarpıcıdır. Voltaire’e göre filozoflar inançlı olmasalar da erdemli davranabilirler, ama sıradan insanları suç işlemekten alıkoyabilmek ve toplumun varlığını sürdürebilmek için tanrı inancı şarttır. Bu nedenle uygar bir ülkede kötü de olsa bir dinin olması, hiçbir dinin olmamasından çok daha yararlıdır: “Dolayısıyla prensler ve halklar için yaratıcı, yönetici, ödüllendirici ve cezalandırıcı bir Yüce Varlık düşüncesinin zihinlere kazınmış olması mutlak gerekliliktir.”4 D’Holbach ve Diderot gibi düşünürlerse deizmi eleştiriyor ve ateizmi savunuyorlardı. Bununla birlikte, din konusunda hoşgörüden ve düşünce özgürlüğünden yanaydılar. Diderot, “insanlar tanrı hakkında ne istiyorlarsa onu düşünsünler, yeter ki kendilerinden farklı düşünenleri rahat bıraksınlar” görüşündeydi örneğin. Bugün Aydınlanma deyince akla öncelikle, çağın filozoflarının din konusundaki geleneksel anlayışla mücadeleleri ve laiklik fikrinin gelişmesi gelmektedir. Ancak tarihe bakıldığında, üretilen fikirlerin büyük bölümünün (örneğin Locke’un laiklik anlayışı, genel olarak din ve fikir özgürlüğü, “hoşgörü” vb.) hayata o saflıkta geçmediği görülmektedir. Laiklik hiçbir kapitalist ülkede dinle devlet işlerinin mutlak ayrılığı biçiminde hayata geçememiştir. İktidarı ele geçirmesinin ardından, burjuvazi, proletaryayı baskı altında tutmak için idealizme ve dine sarılma yolunu tutmuştur. Kilise bir feodal kurum olmaktan çıkmıştır çıkmasına ama bu kez de burjuvalaşarak kapitalizmi koruma işlevini yüklenmiştir. Emekçi kitlelerin Aydınlanma filozoflarının havsalasının alamayacağı ölçüde radikalleştiği 1789 Fransız devrimi ve 1848 devrimleri, bir zamanların “özgürlükçü” burjuvazisi açısından dönüm noktası olmuştur. Engels, materyalizm Fransız Devriminin amentüsü haline geldikçe, materyalizmin beşiği olarak bilinen İngiltere’de burjuvazinin nasıl dine sıkı sıkıya sarılmaya başladığını anlatır. 1848 devrimlerinden sonra ise bunun doruğa çıktığını söyler: “Avamı dindar bir havada tutma gereğine daha önceden inanmış olan İngiliz burjuvazisi, bütün bu deneyimlerden sonra bunun gereğini kim bilir ne kadar yakından hissetmiş olmalıydı! Kıtalı yoldaşlarının alaylı gülücüklerini önemsemeden, alt zümrelere İncil’i öğretmek için her yıl binler ve onbinler harcamayı sürdürdü.”5
Eşitlik, nereye kadar? Aydınlanma düşünürleri, feodal ayrıcalıklara karşı çıkarak, herkesin yasalar karşısında eşit olması gerektiğini savunuyorlardı. Ancak hukuki eşitlik, gerçek anlamda toplumsal eşitlik fikrine dek uzatılmamaktaydı. Onlara
33
marksist tutum
göre toplumsal/sınıfsal eşitsizlik esas olarak insanın doğasından kaynaklanmaktaydı ve ortadan kalkması mümkün değildi. Ayrıca var olması bir zorunluluktu da! Şöyle demekteydi Voltaire örneğin: “Hepimiz insan olarak eşitiz, ama toplumun eşit üyeleri değiliz… Bazı Sofistlerin moda haline getirdikleri insanların sözde eşitliği çok tehlikeli bir düştür. Bir efendi için otuz tane ırgat olmazsa toprak ekilip biçilemez… İşçi ya da ırgat temel ihtiyaçlara muhtaç olmalıdır ki çalışsın; çünkü insanın doğası böyledir. Bu büyük sayıdaki insan yoksul olmalıdır, ama sefalet içinde bulunmamalıdır… Bütün insanlar eşit olurlardı, eğer gereksinimleri olmasaydı. Türümüze özgü bu zayıflık bir insanı bir başkasına muhtaç kılar; gerçek kötülük, eşitsizlik değil, bağımlılıktır.”6 Voltaire’e göre, insanların biri ezenler, diğeri ezilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılmaması olanaksızdı. Eğer herkesin rahatı yerinde olsaydı, kimse kendi toprağını bırakıp başkasınınkini ekmeye gitmezdi! “İnsanlar özgür olsunlar, yani serf ya da köle olarak başka birine bağımlı olmasınlar, ama eşitsizlik ve mülk sahibine muhtaçlık devam etsin” şeklinde özetlenebilecek bu anlayış, istisnalar bir yana bırakılacak olursa Aydınlanma filozofları arasındaki yaygın
34
Ocak 2011 • sayı: 70
anlayıştır. Açıkça görüldüğü üzere bu, burjuvazinin sınıf çıkarlarının savunusu temelinde kapitalizmin rasyonalize edilmesidir. Aydınlanmacılar için genelleştirilebilecek bir diğer özellikse, değişik tonlarla da olsa, halkı küçük görmeleri, cahil, bağnaz ve aptal bulmalarıdır. Diderot ve Helvetius gibi düşünürler halkın cehaletinin ve bağnazlığının yaygın bir eğitimle aşılması gerektiğini savunurken, Voltaire yalnızca “aydınlatılmaya değen ve buna layık olan”ların eğitilmesinin yararlı olduğunu, büyük çoğunluk içinse bunun gereksiz hatta zararlı olduğunu söyler. Ona göre, “büyük çoğunluk, özellikle de vasıfsız işçilerin çocukları, yalnızca toprağı ekip biçmeyi bilmelidir”! Filozofların saygın, kavrayışlı, aydın insanlar için yazdıklarını ve bunları halkın anlamasının gerekmediğini söyleyen Voltaire, 1765’te Felsefe Sözlüğü’ne yazdığı Önsöz’de şunları söylemektedir: “…bu kitap, yalnız aydın kişilerce okunabilir; ayaktakımı bu tür bilgiler için yaratılmamıştır; felsefe, hiçbir zaman nasibi olamayacaktır onun. Halktan saklanması gereken doğrular vardır diyenler kaygılanmasınlar hiç; bir şey okumaz halk; haftanın altı günü çalışır, yedinci günü meyhaneye gider. Kısacası, yalnız filozoflar için yazılmıştır felsefe eserleri.” D’Holbach da benzer görüştedir: “Gerek ateizm, gerek felsefe ile tüm derin ve soyut bilimler ne avam için ne de insanların büyük çoğunluğu içindir… Halk akıl yürütmediği gibi okumaz da. Ne zamanı vardır ne de yeteneği. Kitaplar, ulusun, koşulları, eğitimi, duyguları sayesinde kötülüğün üzerinde bulunan bölümü için yazılır yalnızca.”7 Bunun, yaşadığımız topraklarda da yakından tanıdığımız bir aydın elitizmi olduğu çok açıktır. Bu bakış açısının iktidar sorunundaki yansıması ise “aydın despotizmi” olarak adlandırılan ve Aydınlanmacıların büyük bir bölümüne egemen olan anlayıştır. Bu anlayışa göre, ideal toplumsal-ekonomik yapıya ancak “aydınlanmış” ve mutlak güçle donanmış bir monark sayesinde ulaşılabilir. Monarkı aydınlatma işini ise “her konuda akılla hareket eden ve gerçek bilgiye sahip” filozoflar yapacaktır! Bu görüşe göre, ideal monark filozof-kraldır! Bu akıllı kral, toplumun iyiliğini düşünerek en doğru kararları verecek ve özgürlükler bu şekilde tesis edilecektir. Dolayısıyla toplum adına en iyiyi, en doğruyu bilen kişi devletin başındaki despottur! Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşunun ardından büyük bir Aydınlanma hamlesi gerçekleştirdiği iddia edilen Kemalist diktatörlüğün benimsediği model de işte bu olacaktır! Aydınlanma düşünürleri, iktidarın sınırlandırılması, yasaların egemenliği ve siyasal temsil konusunda genel bir hemfikirlilik içindedirler. Ancak bu onların devlet biçimi konusunda aynı görüşleri savundukları anlamına gelmiyor. Aksine, bu konuda monarşiden cumhuriyete uzanan geniş bir düşünce yelpazesi söz konusudur. Benzer bir ayrışma siyasal katılım konusunda da kendini göstermektedir. Örneğin D’Holbach yurttaşlığı mül-
sayı: 70 • Ocak 2011
kiyet kriterine bağlar ve seçme ve seçilme hakkının sadece mülk sahiplerine verilmesi gerektiğini, yurttaşı yurttaş yapanın mülkiyet olduğunu savunur. Fransız devriminde Jakobenlerin esin kaynağı olan Rousseau ise yurttaşlık konusunda mülkiyet ayrımını reddeder. O Aydınlanma filozofları arasında halkçı fikirlere en yakın düşünür olarak sivrilmektedir. Bununla birlikte, aydınlanma filozoflarının tümü, kadınları yurttaştan saymama ve aşağı bir cins olarak görme konusunda hemfikirdirler. Onlar “halk” derken de aslında erkekleri kastetmektedirler. Benzer şekilde, Siyahları insandan saymamaya varacak kadar ırkçı görüşlere sahip Aydınlanma düşünürleri olduğu gibi (Hume, Montesquieu, Kant gibi), aralarında Diderot’nun da bulunduğu tümüyle zıt görüşte olan düşünürler de bulunmaktadır. Köleliğe ve sömürgeciliğe karşı tutumlarda da böylesi bir ayrışma söz konusudur. Görüldüğü gibi tek bir “Aydınlanma felsefesi” yoktur ve çağın düşünürleri arasında radikal olanların yanı sıra ılımlı ve kimi konularda son derece tutucu olanlar da bulunmaktadır.
Aydınlanmacıların idealist tarih anlayışı Aydınlanma düşünürlerinin insanı, doğayı ve tarihi yorumlarken teolojik anlayıştan uzaklaşmış olmaları kuşkusuz büyük bir adımdı. Ancak bu, söz konusu düşünürlerin tümünün materyalist oldukları anlamına gelmediği gibi, materyalist olanlar da idealist bir tarih kavrayışından kopmuş değillerdi. Örneğin materyalist filozoflardan D’Holbach ve Helvetius da, tıpkı diğerleri gibi, dünyayı fikirlerin yönettiğine ve bütün tarihsel evrimin son tahlilde fikirlerin evrimiyle açıklanabileceğine inanıyorlardı. Onlara göre, ahlâki ve siyasi bozukluğun nedeni bilgisizlik, tecrübesizlik, basiretsizlikti. Yanlış, adaletsiz, bozuk yönetim biçimleri ancak halklar ve yöneticiler bilgiyle donanıp aydınlanırlarsa, yani yanlış fikirlerden arınırlarsa ortadan kalkacaktı. Ancak, 18. yüzyılı 19. yüzyıldan bir giyotin darbesiyle ayırıveren Fransız devrimi sayesinde bu inanç ölümcül bir yara aldı. “Cahil” ve “aptal” olarak görülüp aşağılanan halk, eski rejimle birlikte filozofların tüm düşünsel kurgularını da yerle bir etmişti: “XVIII. yüzyıl, aklın zaferine kesin olarak inanıyordu. Voltaire, akıl en sonunda daima haklı çıkar, diyordu. Devrim olayları bu inancı kırdı. Öyle beklenmedik olayların meydana geldiği, tamamen imkânsız ve mutlak surette akla aykırı gibi görünen öyle şeylerin başarıya ulaştığı, öyle hikmetli hesapların olayların kaba mantığı tarafından altüst edildiği görüldü ki, galiba akıl en sonunda hiçbir zaman haklı çıkmayacak diye düşünülür oldu.”8 Yaklaşık yarım asır sonra, tarihin işleyiş yasalarını ve sınıfların doğasını materyalist bir yaklaşımla ortaya koyan Marx, toplumsal olguları maddi temellerle değil düşüncelerle açıklayan ve tarihi maddi temellerinden koparan bu idealist tarih anlayışını da yıkmış olacaktı.
marksist tutum
Aslolan dünyayı yorumlamak değil değiştirmektir! Marksizmin kurucuları Aydınlanmaya hak ettiği önemi vermekle birlikte, onun sınırlılığını ve aşılmaya mahkûm olduğunu da açıklıkla dile getirmişlerdi. Aydınlanma düşünürleri çağlarının yüz yüze olduğu sorunlar karşısında değerli fikirler üretmişlerdi, ancak Engels’in de vurguladığı gibi, çağlarının önlerine koyduğu sınırları aşmaları olanaksızdı. Akla seslendiler, ama onların sonsuz akıl dedikleri şey burjuvazinin idealize edilmiş aklından başka bir şey değildi. Fransız devrimi, bu “akıl toplumu”nu ve bu “akıl devleti”ni gerçekleştirdiğinde, yeni kurumlar eski koşullara göre ne kadar akılcı olursa olsunlar, bunların hiçbir şekilde mutlak olarak akılcı olmadıkları ortaya çıktı. Akıl devleti tümüyle iflasa uğrarken, vaat edilmiş sonsuz barış, sonsuz bir fetih savaşına dönüşmüştü. “Akıl toplumu” denen şeyin durumu da bundan iyi değildi. Zengin ve yoksul karşıtlığı ortadan kalkmak yerine iyice keskinleşmişti. Küçük-burjuvazi ve küçük köylü, büyük toprak sahiplerinin ve büyük sermayenin rekabeti altında ezilerek ve elinde ne varsa ona kaptırarak, mülkiyet özgürlüğü denen şeyin gerçekte “mülksüzleşme özgürlüğü” olduğunu görmüştü. Kapitalist sanayi işçi kitlelerin yoksulluğunu ve sefaletini de genelleştirip yaygınlaştırmıştı. Kısacası Aydınlanmacıların görkemli vaatleriyle karşılaştırıldığında, oluşturulan toplumsal ve politik kurumlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratan karikatürler olarak ortaya çıkmışlardı.9 Aydınlanmacıların burjuva toplumla sınırlı ufkunu aşacak ve insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, barış, refah gibi evrensel ideallerinin gerçeğe dönüşmesine giden yolu gösterecek olansa, sosyalizmi bilimsel temellerine kavuşturan Marksizm olacaktı. “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” diyen Marx, bu idealleri hayata geçirebilecek tek devrimci sınıfın proletarya olabileceğini göstererek, düşünceden eyleme geçiş çağının da müjdecisi olacaktı. (devam edecek)
____________________ 1
Engels, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, İnter Yay., s.46
2
Engels, age, s.26
3
Mehmet Ali Ağaoğulları, Kral-Devletten Ulus-Devlete, İmge Yay., s.310
4
akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.299
5
Engels, age, s.34
6
akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.293
7
akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.316
8
Plehanov, Marksizmin Temel Sorunları, Sosyal Yay., s.181
9
Engels, age, s.48
35
Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsız Yargı Üzerine Kerem Dağlı
H
ukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı konusu üzerine, gerek burjuva medyada gerekse de burjuva politikacılar arasında sık sık tartışmalara şahit olmaktayız. İçeriğini, burjuvazinin iç kapışmasının belirlediği bu tartışmalarda taraflar, birbirlerini hukuka saygı duymamakla, hukukun üstünlüğünü tanımamakla, hukuksuz davranmakla, hukuku çiğnemekle, yargının bağımsızlığına zarar vermekle ve yargıyı ele geçirmeye çalışmakla suçluyorlar. Oysa burjuva partilerin ve siyasi aktörlerin tamamına egemen olan anlayış “kendine demokratlık”tır, bunlar “hukukun üstünlüğü”nden yana olduklarını söylediklerinde aslında kendi üstünlüklerini kurmak istediklerini söylemektedirler. Yargının bağımsızlığından söz ettiklerinde de, onun kendi çıkarları doğrultusunda işlemesi niyetlerini dillendirmiş olmaktadırlar. Örneğin Ergenekon davasından yargılanan veya tutuklananlara hukuk istenebilmekte, başörtüsü yasağından dolayı mağdur olan insanlara özgürlük talep edilebilmekte, ancak sıra işçilere, devrimcilere, Kürtlere geldiğinde ne AKP’den ne de Kemalist cenahtan ses çıkmaktadır. O halde şu soruların cevabını bir kez daha verelim ve bu temelde meseleye açıklık getirelim: Burjuva düzende hukuk nedir, hukukun üstünlüğü neyi ifade eder ve yargı bağımsız olabilir mi?
Marksizmin hukuka bakışı Marksist yazında hukuk konusunda fazlaca bir çalışma yapılmadığı sürekli söylenegelmiştir. Doğrudur, çünkü hukuk ve yargı gibi kavramlar, zaten devlet konusunun uzantılarıdırlar ve bunun böyle olduğu bizzat Marx tarafından da dile getirilmiştir. Ayrıca yine Marx’ta ifade edil-
36
diği gibi hukuk, çözümlenmesi değil aşılması gereken bir yabancılaşma konusudur. Marx’a göre din bu yabancılaşmanın “kutsal görüntüsü” iken, hukuk yabancılaşmanın “dünyevi biçimi”dir. Buradan çıkartacağımız birinci ders, kapitalist topluma hukukun ve/veya hukukçunun gözünden bakılmaması gerektiğidir. Çünkü hukukun tanımladığı toplum, burjuva çıkarlara göre idealize edilmiş bir toplumdur. Hukukun penceresinden bakarak kapitalist toplumu ve çelişkilerini kavramak mümkün değildir. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde bu durumu şöyle özetliyor: “Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, bu durumu tam olarak tanıyabilir.” Engels ise, doğru bakış açısının ne olması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Marx materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiğini tanıtlayarak işçi sınıfına bu iş için yardım etti.”1 Marx ve Engels, hukukun aynı zamanda ideolojik bir araç olduğunu da vurgulayarak, modern hukukun burjuvazinin dünyaya bakış açısını yansıttığını söylemektedirler. Engels burjuva hukukunu, daha önceki hukuksal sistemlerle karşılaştırarak, feodal ortaçağın hukukunun dinsel dünya görüşüyle şekillendirildiğini, burjuva hukukunun ise daha akli ve bilimsel temellere dayanmakla birlikte burjuvazinin siyasal araçlarından biri olduğunu vurgulamaktadır. Engels’in de ifade ettiği üzere, burjuvazi, feodal dönemin dinsel anlayışını dünyevileştirmiş ve tanrısal hukukun yerine insan hukukunu koymuştur, ama idealist öz
sayı: 70 • Ocak 2011
ve “baş aşağılık” durumu devam etmektedir: “Kilise onlara onayını veriyor diye, eskiden kilise ve dogma tarafından yaratılmış gibi kabul edilen ekonomik ve toplumsal ilişkiler, şimdi hukuk üzerine kurulmuş ve devlet tarafından yaratılmış olarak kabul ediliyordu.”2 Engels, bu “baş aşağılık” durumunun sebebini şöyle ortaya koymaktadır: “Metaların özellikle avans ve kredi verilmesiyle kolaylaştırılan toplum ölçeğindeki ve tam gelişme içindeki değişimi, karşılıklı sözleşmeye dayanan karmaşık ilişkiler doğuruyor ve bu nedenle ancak topluluk tarafından yapılabilecek genel düzeyde kurallar –devlet tarafından saptanan hukuksal normlar– gerektiriyor diye, bu hukuksal normların kaynağının ekonomik olgular olmadığı, onların devlet tarafından resmi olarak ortaya konulduğu sanıldı.”3 Tıpkı feodalizmde toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralların kaynağının “tanrı” olarak gösterilmesi gibi, burjuva düzende de hukuk kuralları kaynağını devletten alıyormuş ve bu hep böyleymiş gibi sunulup topluma kabul ettirilir. Toplumu oluşturan bireyler, bir kez hukuku devletten kaynaklanan a priori bir olguymuş gibi kavramaya başladıklarında, toplumsal ilişkileri de burjuva hukuk normlarına göre algılamaya ve kavramaya başlarlar. Bu bağlamda da hukuk, aynı zamanda, egemen sınıf olan burjuvazinin üretim ve mülkiyet ilişkilerini hâkim kılmaya dönük kurallar ve anlayışlar bütünü, ideolojik bir araçtır. Ancak hukuk, maddi gerçekliği, kendine özgü soyut kavramlarla ifade ettiğinden, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin sınıfsal doğasını gizleyen bir biçime de sahiptir. Bunun sebebi ise, egemen sınıfın kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarıymış gibi gösterebilme ihtiyacıdır. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Marksizmin hukuk konusundaki ikinci temel saptaması, hukukun kaynağının iradede aranmaması gerektiğidir. Yani hukuk kaynağını kendisini kâğıda döken hukukçulardan veya bu hukuk kurallarını uygulatacak olan devlet iradesinden almaz. Bir üstyapı kurumu olan hukuk, kaynağını kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinden alır ve toplumsal ilişkileri düzenler, hayata geçirilmesini sağlayan şey ise devlet erkidir. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da bu gerçekliği oldukça özlü biçimde ortaya koymuştur: “Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi
marksist tutum
üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.” Hukukun kaynağı devlet iradesi olmadığı gibi, burjuva hukukçularının iddialarının aksine, soyut bir “özgür irade” de değildir. Burjuvazinin gözünde “ortak aklın” ifadesi olan bu “özgür irade” (yani feodal prangalarından kurtulmuş özgür burjuvanın iradesi), toplumun ortak çıkarlarını (yani egemen sınıf durumundaki burjuvazinin çıkarlarını) gözeten bir kurallar bütünü oluşturarak modern burjuva toplumundaki ilişkileri düzenleyecek bir hukuk sistemini inşa etmiştir. Oysa Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, bu soyut “özgür irade” kavramının temelsizliğini özellikle vurgulamaktadırlar: “Devlet egemen bir sınıfın bireylerinin, onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil toplumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün kamusal kurallar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Bu yüzden yasanın iradeye dayandığı, hatta daha iyisi, özgür iradeye dayandığı kuruntusu, somut temelinden kopmuştur.” “Kanun yapıcılar” diye adlandırılan burjuva hukukçularda somutlanan bu “özgür irade”nin, gerçek anlamda bir özgürlükle ilgisi yoktur. Bu kanun yapıcıların hepsi de egemen burjuva sınıfın parçasıdırlar. Oysa burjuvazi, bu “özgür irade” kavramıyla, hukukun toplumu oluşturan sınıfların hepsine eşit mesafede durduğunu, hiçbir sınıfın özel çıkarlarını yansıtmadığını, bir anlamda –tıpkı devlet gibi– sınıflarüstü bir niteliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Benzer durum, burjuva hukukunun temelini oluşturan “eşitlik, özgürlük ve adalet” kavramları için de geçerlidir. Burjuvazi hukuk önünde herkesin eşit olduğunu söylemektedir. Bununla kastettiği, hukuk kurallarının herkese aynı şekilde uygulanacağıdır. Örneğin adam öldürmenin cezası neyse, bir burjuvaya da bir işçiye de aynı şekilde uygulanacaktır. Ama bu, biçimsel ve soyut bir eşitliktir. Hukuk sistemini oluşturan kanunların ve kuralların “adil ve tarafsız” olduğunu kabul edeceğimiz durumda bile, bu kuralların üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ifadesi olduğu gerçeği değişmez. Ve bu gerçek, bu kapitalist altyapı değişmediği sürece, hukukun adilliği ve tarafsızlığı da kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur. İlkçağlardan kalma bir Çin özdeyişi, bu durumu basitçe anlatmaktadır: “Davacı zengin, davalı fakir ise, davacının olur, nizalı [kavgalı] arsa. Davacı fakir, davalı zengin ise, davalıda kalır nizalı arsa. Davacı da davalı da
37
marksist tutum
Ocak 2011 • sayı: 70
Sendikalı olmak işçiler için anayasal bir haktır, ama bu hak, her yıl binlerce işçinin sırf sendikaya üye oldular diye işten atılmasını engelleyememektedir. Çoğu durumda, yıllarca süren davalarda, yüklü avukat ve mahkeme masraflarını ödemek bile işçiyi mahkeme kapılarında hakkını aramaktan caydırmaya yeterli olmaktadır. İşçinin işten atılması, patronu tazminatlarını vermeyi kabul ettikten sonra, son derece yasaldır. Çünkü hukuk, işten atılan işçinin içine düşeceği sefalet koşullarıyla değil, kanunun işten atılmayla ilgili hükümlerini uygulamakla ilgilenir. zengin ise, aradan çekilir, özür diler yargıç. Davacı da davalı da fakir ise, işte o zaman yerini bulur hak.” Örneğin sendikalı olmak işçiler için anayasal bir haktır, ama bu hak, her yıl binlerce işçinin sırf sendikaya üye oldular diye işten atılmasını engelleyememektedir. Benzer şekilde toplantı yapma ve gösteri yürüyüşleri düzenlemek de anayasal bir hak olmasına rağmen, en küçük protesto gösterileri dahi polis tarafından şiddetle engellenmeye, ezilmeye çalışılmaktadır. İşten atılan işçiler fabrika önünde beklemeye başladıklarında polis kendilerine, “neden burada bekliyorsunuz, hakkınızı mahkemede arayın” der. Ne de olsa kanun önünde herkes eşittir! Ama işçiler gayet iyi bilirler ki, bazıları “daha eşittir”. Çoğu durumda, yıllarca süren davalarda, yüklü avukat ve mahkeme masraflarını ödemek bile işçiyi mahkeme kapılarında hakkını aramaktan caydırmaya yeterli olmaktadır. İşçinin işten atılması, patronu tazminatlarını vermeyi kabul ettikten sonra, son derece yasaldır. Çünkü hukuk, işten atılan işçinin içine düşeceği sefalet koşullarıyla değil, kanunun işten atılmayla ilgili hükümlerini uygulamakla ilgilenir. Sefaletin kucağına düşen bu işçi, açlığını bastırmak için bir parça ekmek çaldığında da, yine kanunlara uygun biçimde hapsi boylar. Bunlar verebileceğimiz en yüzeysel örneklerdir. Biraz daha derine inersek şunları sorgulamamız gerekir: acaba yasalarda işçilerin emeğinin sömürülmesini engelleyen bir madde neden bulunmamaktadır? Ya da neden hiçbir kanun maddesi, burjuvaların üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmasını engellemez? Demek ki en iyi durumda bile mevcut hukuk sistemi, burjuvazinin çıkarına olan sömürü düzeninin aksamadan sürmesini sağlamak işlevini görür. Ancak bu noktada da çelişkiler hukukun peşini bırakmamaktadır. Burjuva düzenin bir ifadesi olan hukuk, giderek gerçek hayattan kopar ve kendi soyut ve ideal gerçekliğini yaratır. Engels, Conrad Schmidt’e yazdığı bir mektupta bu olguyu şöyle ifade etmiştir: “Modern bir devlette, bu hukukun yalnızca genel iktisadi durumu dile getirmesi, onun dışavurumunun olması değil, ama içsel çelişkileri
38
olmayan, tutarlı dışavurumu da olması gerekir. Bu amaca erişmek için, iktisadi koşulların doğru yansıması gitgide yok edilir. Öyle ki, bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, saf, içten dışavurumu olduğu çok ender görülür: Böyle bir durum ‘adalet kavramı’na aykırı olurdu.”4 Burjuva hukuku, yarattığı bu soyut gerçeklik içerisinde eşitlik ve adalet kavramlarını tutarlı biçimde muhafaza etmeye çalışır. “Kanun önünde herkesin eşit olduğu” tezinden hareketle, mevcut kanun hükümlerini herkese eşit biçimde uygulamakla adaleti yerine getirdiğini zanneder. Böylece simit çalan bir sokak çocuğuna da, bir burjuvaya da “eşit” davranarak, yani 10’ar yıl hapis cezası vererek, güya adaleti sağlamış olur. Hayatın gerçekliğinden o derece kopuktur ki, bir burjuvanın simit çalmasına gerek kalmayacağının ve dolayısıyla bu kanun maddesinin hep o sokak çocuğuna uygulanmak durumunda kalacağının hesabını yapmaz. Yahut sokak çocuğunun neden simit çalmak zorunda kaldığını sormak zahmetine katlanmaz. Bu olgu, hukukun sınıfsal özünün açık bir resmini gözlerimizin önüne serer. İşte bu yüzden, Türkiye’de hapishaneleri dolduran 120 bin insanın içinde burjuvaların sayısı herhalde birkaç on kişiyi geçmeyecektir. Dünyada da durum farklı değildir. İdealist burjuva kafası, gerçekliği baş aşağı ederek, yoksulun doğuştan suçlu olduğuna, hatta bunların çoğunun genetik bozukluklara sahip olduklarına dair sayısız saçma tez üretir. Meşhur Avare filminde geçen, yüksek bir yargıcın şu sözleri bu bakış açısının bir örneğidir, “hâkimin oğlu hâkim, hırsızın oğlu hırsız olur”! Burjuva toplum geliştikçe ve toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça, hukukun gerçeklikten kopuşu da artan oranda devam eder. O kadar ki, bir süre sonra bizzat burjuvalar kendi yaptıkları bu hukukun dışına düşerler ve ona uymamaya başlarlar. Bu durumda da hukukun değişme, kendini yenileme ve gerçekliğe ayak uydurma vakti gelmiş demektir. Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Çünkü hukuk toplumsal ilişkilerin bir ifadesi olmakla, aynı zamanda ve bu ilişkilerin bir sonucu olarak, mev-
sayı: 70 • Ocak 2011
cut güçler dengesinin de ifadesidir. Verili bir toplumdaki hukuk sistemi, topluma egemen güçlerin sadece yönetilen sınıflarla değil, birbirleriyle olan ilişkilerinin de hem ifadesi hem belirleyicisidir. Egemen sınıf içindeki kesimlerin arasındaki güçler dengesine uygun bir hukuksal kurallar çerçevesi oluşturulur ve bu çerçeve hakların sınırını belirler. Burjuvazinin feodal sınıf karşısında güçlendikçe kendi hukukunu topluma egemen kılmaya çalışması ve en sonu burjuva devrimler eliyle feodal hukuku bir yana atıp kendi hukukunu hâkim kılması bir örnekse; bugünün Türkiye’sinde süregiden burjuvazinin iç kapışması ve burjuvazinin güçlenmekte olan kesiminin eski dengenin ifadesi olan hukuku değiştirmeye çalışarak yeni duruma uygun bir hukuksal işleyişi hâkim kılmaya çalışması bir başka örnektir. Tarihin her döneminde mevcut hukuk sistemi, sınıflar mücadelesinin ürünü ve yansıması olmuştur. Sınıflar mücadelesi durmaksızın sürer, ama hukuk o kadar kolay ve anlık değişmez. Değişim, sınıflar mücadelesindeki nitel değişimlerin bir sonucu olabilir ancak. Bu bağlamda “hukukun üstünlüğü” kavramının anlamı, bu mücadelede kazanan tarafı oluşturan sınıfın veya kesimin hukukunun üstün gelmesi ve tüm topluma dayatılmasıdır. Bu üstünlük bir kez kabul edildiğinde, ister gönüllüce ister gönülsüzce, hukuk egemen olanın hukuku olarak yeniden kurulmuş olur ve artık tüm toplumun buna uyması beklenir. Uymayanlar devlet erkinin yaptırımıyla hizaya getirilir, ki bu da hukuk hükümlerince, kanunlarca belirlenmiştir. Artık hukukun üstünlüğü, egemen olanın çıkarlarının üstünlüğüdür. Bu çıkar üstünlüğü, yönetilen sınıflardan biri olan işçi sınıfı için çok daha bariz ve ezici bir içeriğe ve biçime sahiptir. İşçi sınıfının ve diğer ezilenlerin hakkının sınırı, egemen burjuvazinin hakkının başladığı yerde biter. Bunun burjuvazinin tarihteki en özgürlükçü olduğu dönemde bile işçi sınıfının haklarının burjuvazinin lehine ihlal edilmesi ve geri plana itilmesi anlamına geldiğini Marx çok güzel ifade etmiştir: “1848 özgürlüklerinin kaçınılmaz kurmayı: kişi özgürlüğü, basın özgürlüğü, söz, dernek kurma, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, inanç özgürlüğü, vb., onu güçlü kılan bir anayasal üniformaya büründü. Bu özgürlüklerden her biri, Fransız yurttaşlarının ‘mutlak’ hakkı ilan edildi, ancak şu değişmez koşulla ki, bu özgürlükler, yalnız ‘başkasının eşit hakları ve genel güvenlik’ ile, ve aynı zamanda, doğrudan bu özgürlükler arasındaki uyumu sağlamakla yükümlü ‘yasalar’la çatışmadıkları ölçüde, sınırsız idiler. (…) Bu temel yasalar, ne zaman bu özgürlükleri öteki sınıflara tümden yasaklasa ya da yalnız, polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullar altında kullanılmalarına izin verse, bu, daima anayasanın buyruklarına uygun olarak, yalnızca ‘kamu güvenliği’, başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği yararına olmuştur. (…) Daha sonraları, özgürlük sözüne saygı gösterildiği, ama onun gerçek uygulaması, kuşkusuz yasal yollarla yasaklandığı sürece, her ne kadar gerçek varlığı tamamen yokedilmiş olsa da özgürlüğün
marksist tutum
anayasal varlığı tam ve dokunulmamış olarak kaldı.”5 İşte hukukun üstünlüğünün özeti.
Yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü kandırmacası Burjuvaziye göre bağımsız bir yargı, hukuk devletinin olmazsa olmaz gereği, hukukun üstünlüğünün sağlanmasının en birinci şartıdır. Hukukçular bağımsız yargıyı “hukuk devletinin önemli bir unsuru, bireyin özgürlüğünü korumaya yönelik önemli bir tedbir” olarak tanımlarlar. Buna göre, yargının bağımsız olabilmesi için “kuvvetler ayrılığı” burjuva prensibinin uygulanması, yani yargının yasama (meclis) ve yürütmeden (hükümet) bağımsız olması, diğer ikisinin etkilerinden kendini koruması gerekmektedir. Teorik temellerini burjuva ideologlarından Locke ve Montesquieu’nün attığı bu prensiple amaçlanan; her bir gücü diğeri karşısında özerk kılmak, her gücü kendine özgü işlevlerle sınırlamak ve böylelikle güçlerin kötüye kullanılmaması için aralarındaki dengenin herhangi biri lehine bozulmasını engellemektir. Onlara göre, böylelikle hukuk devleti ve tutarlı bir insan hakları politikası gerçekleştirilebilecek, demokrasi işleyecektir. Tek başına bağımsızlığın yeterli olmadığını düşünen burjuvazi, hâkimin hukuka uygun adil kararlar verebilmesi için şart koştuğu bağımsızlığın, hâkime dilediği gibi davranma hakkını vermeyeceğini, hâkimin ve yargının bağımsızlık ilkesine zarar vermeyecek şekilde yine bağımsız organlarca denetlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Yargının bağımsız kalabilmesinin temeli sayılan kuvvetler ayrılığı prensibine kısaca değinip, bağımsızlık meselesine geçelim: “Burjuva devrimlerin erken döneminde kavramı ilk ortaya atanların kaygısı o zamanlar hâkim olan mutlakıyeti sınırlamaktı. Bunun için güç tek elde toplanmamalı, mümkün olduğunca birbirinden bağımsız bölümlere ayrılmalıydı. Böylece bu ayrıştırılmış bölümler birbirini denetleyebilir ve despotizmi önleyebilirdi. (…) Halk tipi burjuva devrimlerin hemen tamamı aristokrasiye karşı bir mücadele olduğu kadar aynı zamanda burjuvazinin emekçi sınıflara karşı bir mücadelesi de olmuştur. Burjuva cephesinden bu mücadelenin özünü emekçi sınıfların mümkün olduğu ölçüde iktidardan uzak tutulması oluşturuyordu. Bunun somutlandığı başlıca konular ise hükümet şekilleri, seçim ilkesinin kapsam ve usulleri ile genel olarak devlet yapılanması gibi konulardı. Burjuvazi bu noktalarda mümkün olduğunca kendi sınıfsal çıkarlarını emekçi kitleler karşısında güvenceye alacak düzenlemeler yapmaya çalıştı.”6 “…«kuvvetler ayrılığı» kavramı da halka yabancı bürokratik mekanizmaların temel bir formülünü oluşturur. Bir kurtlar sofrası düzeni olan burjuva düzende hem halkı hem de farklı burjuva kesimleri kontrolde tutmak için, özde bir olan devlet iktidarı biçimsel olarak parçalara ayrılıp yasama, yürütme ve yargı olarak değişik kurumlara dağıtılır. Genel olarak halka sadece yasama meclisindeki «temsilcileri» seçme
39
marksist tutum
hakkı tanınırken, bürokratik devlet yapısının diğer iki alanı halkın elinin erişemeyeceği bir konumda tutulur.”7 Marksistler açısından kavramın sınıfsal özü bu kadar açıkken, burjuvazi, bu sayede yargının meclisin ve hükümetin, hatta devletin etkisinden uzak kalarak bağımsız olacağını ileri sürmektedir. Burjuvazi hukukun her alanında olduğu gibi yargı bağımsızlığı konusunda da biçimsellikle yetindiği için, kâğıt üstünde bu kuvvetlerin ayrı kalmasının yeterli olacağını iddia etmektedir. Bu konularda biçimsellikle yetinmek, burjuvazinin farkında olmadığı bir zaafı değil, bilinçli uyguladığı bir politikadır. Kâğıt üzerinde bağımsızlık sağlandığı ve fiiliyatta olan burjuvazinin işine geldiği sürece gerisi önemsizdir ve burjuvazi diğer sınıflardan gelen tepkileri bertaraf edebilecektir. Tıpkı biçimsel özgürlük, eşitlik ve adalet gibi… Gerçekte ise yargı ve başta hâkimler olmak üzere sistemin tüm unsurları iliklerine kadar burjuvaziye bağlıdırlar, çünkü hepsi de burjuva devletin memurları, yani burjuvazinin hizmetkârlarıdırlar. Her biri birer devlet memuru olan hâkimler ve savcıların tamamı Adalet Bakanlığına bağlıdır. Maaşlarını oradan alırlar, yargı sisteminin bütçesi de bu bakanlığa bağlıdır. Kısacası bağımsız olmak bir tarafa yargı devletin temel direklerinden biridir. Hele ki Türkiye’de durum daha da beterdir, çünkü yargı sistemi halen burjuvazinin statükocu kanadının payandası, parçası durumundadır. Yargı sistemine kısa bir göz atış, burjuva toplumda yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve adalet kavramları hakkında bize epeyce fikir verecektir. İşe daha önceki yazılarımızdan bir alıntı yaparak başlayalım: “Bu yargı işçilerin, devrimcilerin, Kürtlerin, gayrimüslim azınlıkların, kadınların, her türden düzen muhalifinin ve aykırı yaşam sahibinin tescilli bir düşmanıdır. Ciddi hiçbir hukuki dayanakları olmadan Denizleri, Erdal Erenleri idam ettiren bu yargıdır. Sınıf mücadelesinde şehit verilen nice insanımızı katledenlerin davalarını zaman aşımına uğratan, suçluları gözden saklayan, cezalandırmayan ya da göstermelik cezalar-
40
Ocak 2011 • sayı: 70
la aklayan yargı bu yargıdır. Ordudan, MİT’ten vs. emir ve telkin alarak işini yürüten bu yargıdır. Yargıtay başkanının faşist çete reisi Alaattin Çakıcı dosyası vesilesiyle MİT ile içli dışlı ilişkilerinin gün yüzüne çıkmasının üzerinden ne kadar zaman geçti? Fakire, mazluma karşı ezelden beri zenginin güçlünün yanında olan bu yargıdır.”8 Şimdi de Bağımsız İletişim Ağı’nın 2009 Medya Gözlem Raporu’ndan seçtiklerimizle devam edelim. Bu rapor, geçtiğimiz yıl 123’ü gazeteci 323 kişinin “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamındaki davalardan yargılandığını ortaya koyuyor. Oysa anayasada düşünceyi ifade özgürlüğünün bulunduğu ve düşüncenin suç olmadığı yazmaktadır. Terörle Mücadele Yasası kapsamında devrimci basına ait pek çok gazete ve dergi kapattırılmış, birden çok kez toplatılmıştır. 978 kişi aynı yasa çerçevesinde saldırı ve tehdit almış, gözaltına alınmış yahut tutuklanmıştır, ki tutuklanmak bu ülkede suçlu olduğunuz ispatlanmadığı halde hapis cezası çekmek demektir. Bu tutuklamalarda kişilere isnat edilen suçların çoğunluğunu “terör örgütü propagandası yapmak”, “terör örgütünün bildiri veya açıklamalarını basmak veya yayınlamak” iddiaları oluşturmaktadır. Bu suçlamalar özellikle manidardır, çünkü bir yandan hukukun üstünlüğünden bahsedip bir yandan da insanları muhalif düşüncelere sahip oldukları için tutuklamak, yargılamak, burjuva hukukunun gerçek yüzünü çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Bu rakamlar 2010’da yaklaşık iki katına çıkmıştır. Kürtlere yönelik olarak, bizzat yargının (özellikle de savcıların) emrindeki kolluk kuvvetlerinin yaptıkları saldırılar, baskılar, gözaltılar ve tutuklamalar bile tek başına yargının egemen sınıfa ne kadar göbekten bağlı olduğunu ve ne kadar siyasi bir kurum olduğunu fazlasıyla göstermektedir. Sadece KCK davasından tutuklananların sayısı 1500’ü aşmış durumdadır ki, bunların içinde 54 belediye başkanı bulunmaktadır. Aynı “bağımsız” yargı, Türk burjuvazisinin ve özellikle de ordunun yönlendirmesiyle Kürtlerin partisini kapatmış, 2 milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırarak vekilliklerini düşürmüştür. Oysa aynı mecliste cinayetle suçlananından katliamcısına, yolsuzluk yapanından yüz kızartıcı suç işleyenine kadar bir dolu milletvekili dokunulmazlık zırhının arkasında korunmaktadır. Yargının Kürtlere ve devrimcilere karşı bu seçiciliği bağımsız olmadığının kanıtı değildir de nedir? Yargının bu hukuksuzluklarının ve bağımlılığının listesi oldukça uzundur. Dergi satarken polis tarafından vurulup suçlu çıkartılan gençlerden tutun da, he-
sayı: 70 • Ocak 2011
likopterlerle basılan dergi binalarına kadar yüzlerce örnek mevcuttur. Failini herkesin bildiği Kemal Türkler davası “nihayet” zaman aşımından düşürüldü. Hrant Dink davası yerinde sayıyor ve ilerleme engelleniyor. Kayıp yakınları 300 haftadır Galatasaray’da toplanıyorlar ama seslerine kulak verecek bir “bağımsız yargıç” bulabilmiş değiller. 12 Eylül’ün sorumlusu darbeci generallere açılan davalara ilişkin hiçbir ses çıkmıyor “bağımsız” yargıçlarımızdan. Bu gerçeklik AB ilerleme raporunda bile yer almıştır. Rapora göre DGM’ler kapatılmış olmasına rağmen özel yetkili ağır ceza mahkemeleri de DGM’lerden farklı davranmamaktadır. “Terörle ilgili suçlar”da “alternatif ” bir yargı sistemi işlemektedir. Artık suç olmaktan çıkmış fiillerde bile mahkemeler yargılamaya gitmekte ve ağır hapis cezaları yahut uzun tutukluluk süreleri söz konusu olmaktadır. Bu hukuksuz işleyişte devletin temsilcisi olan savcıların özel bir rolü olduğunu da ekleyelim. Normal hukuk sisteminde savunma avukatının eşdeğeri konumunda bulunması gereken savcılar, Türkiye’de hâkimin eşdeğeri pozisyonundadır. Savcının dava açma konusundaki neredeyse sınırsız yetkisi, sanıkların boş yere uzun tutukluluk süreleri içinde hapis yatmalarına neden olmaktadır. Özellikle savcıların elindeki yetki ve hesap sorulamaz konumları, hukuk içindeki hukuksuzluğun yani hukukun üstünlüğü yalanının bariz delilidir, yargının nerelere bağlı olduğunun göstergesidir. Demek ki yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü denilen şeyler kuyruklu yalanlardan ibarettir. Hiçbir sınıflı toplumda hukuk sınıflar üstü bir konuma sahip olmamıştır ve olamaz da. Hukukun üstünlüğü palavrası ancak bilinçsiz kitleleri kandırmak içindir. Yine hiçbir sınıflı toplumda yargı egemen sınıftan ve onun devletinden bağımsız değildir. Dolayısıyla sorun yargının bağımsızlığı sorunu değil, hangi sınıfın egemen olduğudur. İşçi sınıfı iktidarı ele alıp kendi egemenliğini kurduğunda, burjuva devletle birlikte burjuva hukuku da tasfiye edecektir. Nitekim 25 Kasım 1917’de Rusya’da onaylanan Bolşevik hükümetinin Mahkemeler Hakkında Kararnamesi’nin ilk paragrafı şöyledir: “Mevcut varolan tüm yargı kurumları lağvedilmiştir. Bunlara eyalet mahkemeleri, üst yargı kurulları ve iktidar senatosunun tüm daireleri, her türlü askeri ve denizcilik mahkemeleri ve ticaret mahkemeleri dâhildir. Tüm bu mahkemelerin yerine demokratik seçim esasına göre kurulacak mahkemeler getirilecektir.” Bolşeviklerin ve sovyet iktidarının hukuk hakkındaki görüşü de çok nettir; hukuk sistemi de tıpkı devlet aygıtı gibi gittikçe sönümlenecektir. Benzer şekilde Sovyetlerin ilk anayasasında yer alan şu hükümler de, burjuva hukukunun temelini ortadan kaldıracak niteliktedirler: özel kapitalist mülkiyetin ve toprak mülkiyetinin kaldırılması, Rusya’da yaşayan bütün halkların hak ve eşitliği, burjuvazinin tüm devlet kurumlarının (yargı ve hukuksal olanlar da dâhil olmak üzere) lağvedilmesi ve sovyetlerin emekçilerin temsil organları olarak onaylanması vb.
marksist tutum
Dolayısıyla yargı alanında işçi devletinin güttüğü politikaları şöyle özetlemek mümkündür: eski yargı sisteminin lağvedilmesi, mahkemelerin demokratik seçim esasına göre oluşması ve hâkimlerin seçimle getirilip istendiğinde görevden alınabilmesi, yargı sisteminin burjuvazinin özel mülkiyetinden kaynaklanan gereksiz davalardan temizlenmesi (miras davaları, toprak davaları, gayrimenkul davaları, ticari anlaşmazlıklar vb, ki bunlar yargı sisteminin yükünün yarıdan fazlasını oluşturuyorlardı), yargı sistemindeki bürokrasinin ve kırtasiyeciliğin kaldırılması, yasaların basitleştirilmesi. Tüm bu anlattıklarımızdan çıkacak sonuç, elbette ki, işçi sınıfının haklarını genişletmek için ve bunların yasalara girmesi için verdiği mücadeleden vazgeçmesi gerektiği değildir. İşçi sınıfı, burjuva düzende, haklarının hukuksal alanda, yasalarda yer alması için mücadele etmeksizin mücadelesini ilerletemez. Siyasal ve ekonomik hakları için mücadele etmek, bunların yasalarda yer almasını sağlamak ve aleyhine olanların ise yasalara geçmesini engellemek işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Unutmamak gerekir ki burjuva hukukunun oluşumunda, tarihsel olarak işçi ve emekçi sınıfların da özel bir yeri vardır. Geçmişte Avrupa’da yaşanan burjuva devrimlerin hepsinde, işçi sınıfı feodal yapıya karşı savaşında burjuvazinin yanında yer almış, ama kendi çıkarlarına bazı hakları hukuk sisteminin içine, yasalara koydurmayı da başarmıştır. Sonrasında devam eden sınıf mücadelesinin tarihi de bu hakların genişletilmesi için verilen mücadele örnekleriyle doludur; genel oy hakkının kazanılması, 8 saatlik işgünü yasası, sosyal güvenlik sistemi, iş kanunu vs. Bugün işçi sınıfının yapması gereken, burjuvazinin yaydığı “hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı” gibi safsatalara kulak asmaksızın, geçmişte zorlu mücadelelerle elde edilmiş hak ve özgürlüklerini egemenlerin saldırılarına karşı korumak ve kendi somut sınıf çıkarları doğrultusunda genişletmek için mücadele etmektir. Bu mücadele, işçi sınıfının devrim mücadelesinin kopmaz bir parçası olarak görülmelidir.
________________________ 1
Engels, “Hukukçular Sosyalizmi”, Din Üzerine içinde, Sol Yay., 1995, s.253
2
Engels, age, s.251
3
Engels, age, s.251-252
4
Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Y., cilt 3, s.597
5
K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Y., s.29-30
6
Levent Toprak, Anayasa Paketi ve Statükocu Hezeyanlar, MT, Nisan 2010
7
Levent Toprak, Anayasa Sorununa Sınıfsal Bakış, MT, Eylül 2007
8
Levent Toprak, Anayasa Paketi ve Statükocu Hezeyanlar
41
Sınav Dehlizlerinde Hayattan Kopmak Ilgın Çevik
G
ençliğin değişim arzusu ve isyanla dolu dinamizmini engellemek, gençlerin siyasetle, toplumsal sorunlarla ilgilenmesinin, enerjilerini devrimci yönde kullanmalarının önüne geçmek için 12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra burjuvazi birçok yöntem denedi. Uyuşturucu, futbol, bilgisayar oyunları vb. bu yöntemlerden bazılarıdır. Bunların yanı sıra, ilköğretimden liseye, liseden üniversiteye ve sonrasına dek süren sınav maratonu da fiilen bu işlevi görmektedir. Bebeklik çağı “bu ne?” sorusuyla karakterize olan bir dönemdir. Gençlik dönemi ise “bu neden böyle, aksi olamaz mı?” sorularının damgasını bastığı bir düşünsel ve eylemsel sürece karşılık gelir. Oysa apolitikleşen gençlik, “madem bu böyle, o halde kendimi kurtarmak için sınavları kazanmalıyım” diye düşünmekte ve eşitsiz bir sistemde çaresizce çırpınmaktadır. Hayatı tanımadan hayattan soyutlanma sonucunu doğuran bu süreç, elbette üniversite kapısındaki ve üniversitedeki çok geniş bir gençlik kesiminin gençliklerini yaşayamamalarına ve sosyalleşememelerine neden olmaktadır. Testler ve soru çözüm kabinlerinin içindeki yaşamlar, toplumsal açıdan da bir körleşmeyi beraberinde getirmektedir. 10-20 yaş arasındaki koca bir yaşam dilimini işgal eden, sınavlarla örülü, ezberci, hayattan kopuk eğitim sistemi, çevresine duyarsız, ekmek fiyatını bile bilmeyen, savaş haberlerini kapatıp test çözmeye devam eden, bireyci ve rekabetçi gençlerin yetişmesinin önemli nedenlerinden biridir. Bir diğeriyse kuşkusuz bunu körükleyen ailelerdir. Liseye kadar olan sınavlar bir yana, her yıl yaklaşık 2 milyon genç üniversite sınavına girmektedir. Türkiye’de üniversitelere 45 yıldan bu yana sınavla girilmektedir.
42
Üniversite sınavları özellikle YÖK’ün kurulması ile birlikte daha da merkezileşmiş ve eşitsiz bir sistem olan kapitalizmde sanki eşitler arasındaki bir sınav yapılıyormuşçasına gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Ancak geçmişte sınava giren öğrenci sayısının az olması, işsizliğin kitlesel düzeyde olmayışı ve nüfusun azlığı gibi nedenlerle bu denli zor olmayan sınavlar, yıllara yayılan bir hazırlık sürecini beraberinde getirmiyordu. Sınava giren öğrenci sayısı arttıkça ya da sınavı kazanmak zorlaştıkça, aileler ve çocuklar bu sınava çok daha erken yaşlarda hazırlanmayı kabullenir hale gelmişlerdir. Gelecek kaygısı ve işsizlik korkusu yaşadığımız dönemin en büyük korkularından biridir. Bu durum gençler arasındaki rekabeti de kıyasıya arttırmıştır. Gençlerin önemlice bir bölümü, kurtuluşun yolunu üniversite sınavını kazanmakta görmektedir. Gençler, bu sınavla bütün sorunlarını aşabilecekleri, işsizlikten kurtulacakları yalanı üzerinden büyük bir yanılsamaya sürüklenmektedirler. Bu yanılsamanın bir ürünü olarak, milyonlarca genç, üniversite mezunu olmayı iyi bir iş bulmak için kuşanılan bir silah ve sınıf atlamanın bir aracı olarak görmektedir. Ne var ki, rekabeti körükleyen kapitalist sistem, işi kapmak için her gün yeni vasıflar dayatmakta ve ancak küçük bir azınlığa özlemini duyduğu maddi koşullara kavuşma fırsatı sunmaktadır. Hayata dair her şeyi sorgulama ve değiştirme arzusunun dışa vurulduğu bir dönem olan gençliğin, coşkusu, dinamizmi ve yaratıcılığı baltalanmaktadır. Sınavlara hazırlanan gençlerin amatör olarak yaptığı spor bile aile ve çevre tarafından zaman kaybı olarak görülmektedir. Genç
sayı: 70 • Ocak 2011
bireyin enerjisini dışarı çıkarmasının yanı sıra, fiziksel ve zihinsel gelişimi de engellenmiş olmaktadır. Sınavlara hazırlık sürecinde sanatsal, sosyal, kültürel etkinlikler de çevre tarafından “sınavı kazanamamanın nedeni” olarak gösterilirken, gençler de buna inanmaya başlamakta ve bu tür isteklerini ve yaratıcılıklarını bastırma yoluna gitmektedir. Hafta sonlarını dershanelerdeki derslerle doldurup, okul çıkış saatlerini etütlerle kuşatan, akşamlarını da soru çözmek üzerine kurgulayan gençlerin sadece sanat, siyaset ve spora değil, hayal kurmaya bile vakitleri kalmıyor. Bunun sonucu olarak da üretemeyen, kendini ve yaşamını planlayamayan, asosyal, apolitik bir kuşak yanı başımızda hızla büyüyor. Sonuçta da hayatı kendilerine dayatılan seçeneklerden birini kabullenmek olarak algılıyorlar. Oysa meselâ 60’lı ve 70’li yıllara baktığımızda, öğrenci gençlik üniversitelerde ve toplumda bir şeyleri değiştirmek için mücadele ederken, işçiler de fabrikalarda mücadeleyi yükseltiyorlardı. Hatta işçi ve öğrenci kitlelerinin ortak hareket ettikleri, ekonomik ve siyasal taleplerde ortaklaştıkları eylemler söz konusuydu. Peki, bugün üniversite kapısındaki ve üniversitedeki geniş gençlik kesimi neden bu kadar duyarsız ve neden köklü bir değişim için mücadeleye girişmek yerine var olanı kabullenen seyirciler konumunda bulunuyor? Üzerinden 30 yıl geçse de, bunda tüm toplumu örgütsüzleştiren 12 Eylül faşist askeri darbesinin etkilerini görmemek mümkün değil. Yaşadığımız dönemin gençleri, ‘80 askeri darbesini yaşamış ya da darbeyi yaşayanlardan duyduklarıyla içinde korkular büyütmüş bir kuşağın çocukla-
marksist tutum
rı. Onlar da, tıpkı ana-babaları gibi, henüz bir şey yapmadan, bir şey yaptıklarında başlarına gelecekleri dinleyerek büyüdüler. Değiştirme arzusu, dayanışma, örgütlülük ve mücadelenin, yerini bireyciliğe, bencilliğe, var olanı kabullenmeye ve boyun eğmeye bıraktığı darbe sonrası dönemde, gençlerin sorgulaması ve siyasetle ilgilenmesi suç sayıldı. Örgütlü davranmaktan ve ortak hareket etmekten korkar hale gelindi. Özellikle ‘80 darbesini yaşamış annebabalar, çocuklarının ellerinden kitapları kendileri aldılar. Mitinglere gitmesini kendileri yasaklamaya başladılar. Her aile, kendi çocuğunun tepesinde bir jandarmaya dönüştü. Mevcut tabloya bakılacak olursa, ailelerin bu üstün gayretler sonucunda önemli ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir. Fakat ne ailelerin baskısı, ne devlet baskısı, ne burjuva ideolojisinin gücü uzun vadede tarihin yasasını yenme kudretine sahiptir. Üstelik şunu da görmek gerekir ki, her şeye rağmen mücadeleye ilgi duyan, yaşanan haksızlıklara, adaletsizliğe, eşitsizliğe tepki vermek isteyen ancak nasıl vereceğini bilmeyen gençlerin sayısı hiç de az değildir. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçmesiyle birlikte, öğrenci gençliğin içinden de yeni bir devrimci genç kuşak mutlaka yetişecektir. Henüz bu yöndeki işaretlerin cılız olması yanıltıcı olmamalıdır. Tarih ve diğer ülkelerde yaşanmakta olanlar iyimser olmamız için yeteri kadar veri sunmaktadır. Elbette elimizi kolumuzu kavuşturup bunun kendiliğinden olmasını beklemeyeceğiz. Bunun gerçekleşmesi için azimle çalışacağız. Onları, kurtuluşun bireysel olmadığına, örgütlü mücadeleden geçtiğine ikna etmek için bıkmadan usanmadan çaba harcayacağız.
Gözümüzü Açarsak Kapitalizmi Yıkabiliriz K
apitalizm var oldukça işçi sınıfı çile çekmeye devam edecek. Hayatımızdaki her şeyi kendi sistemlerine göre ayarlamışlar ve saltanatlarını öyle sürdürüyorlar. Hayatımızın devamına bu sistem karar veriyor. Yaşadığımız olayların altından bu sitem çıkıyor, onun kurallarıyla karşılaşıyoruz. Örgütsüz ve bilinçsiz olduğumuz için bu kararlar ve kurallara çaresizce boyun eğiyoruz. Patronlar sermayelerini bizlerin sırtından kazandıkları artı-değer üzerine kurmuşlardır. Örneğin hastaneler sözde devlet hastanesiymiş ve parasız hizmet veriyormuş gibi gözüküyorlar. Fakat biz işçilerden kesilen paraların haddi hesabı yok. Sigortalı olduğumuz halde tedavi için para harcıyoruz. Devlet hastaneleri bizlerden kesilen paralarla kuruluyor. Bedava olması gerekirken dönüp yine bizden tedavi parası alınıyor. Eğer SSK’ya bağlı hastanede bir hastanız yatıyorsa ve siz de refakatçi iseniz sizden para istiyorlar. Düşünsenize normal hayatta zaten senden para kesilirken, o yetmiyormuş gibi hastana bakman için bir de günlük para istiyorlar. Sanki beş yıldızlı otelde kalıyoruz günlük para verelim. Her
anlamda mağdur olan biziz, utanmadan hastamıza bakmamıza bile para istiyorlar. Artık şunu net bir şekilde görelim, kapitalizm iyice çürüdü, yozlaştı. İnsan bu adaletsizliğe bu haksızlığa daha ne kadar susar? Dünyanın çarkını döndüren işçi sınıfının bunun karşılığında aldığı kocaman bir hiç. Hiçbir yerde insan gibi muamele görmüyoruz. Şunu bilmemiz gerek, egemenler saltanatlarını işçi sınıfının örgütsüzlüğünden faydalanarak kurmuştur. İşçi sınıfı durgun bir deniz gibi durulduğunda saltanatları gürlemiştir. İşçi sınıfının mücadelesi yükselişe geçtiğinde ise saltanatları sarsılmıştır. Demek ki kapitalizmin devam edip etmeyeceği işçi sınıfının büyük dalgalarına bağlı, örgütlü mücadelesine bağlı. Eğer kapalı gözlerimizi açarsak, üzerimizden umutsuzluğu atarsak, kendimize ve iş arkadaşımıza güvenirsek, birlikte mücadele edersek, işte o zaman gözümüzde büyüttüğümüz bu pislik sistemi yıkabiliriz. Tek bir çözüm var, o da bilinçlenmek, mücadele etmek, başka da çözüm yok. İkitelli’den bir tekstil işçisi
43
Okurlarımızdan
Avrupa’da Sınıf Kavgası Konuşuyor
D
ünyanın dört bir yanından sınıf kavgasının görüntülerini izliyoruz. Meydanlara çıkan on binlerce insan polisle çatışıyor. Mali sermayenin sembolleri olan bankaların camlarını kırıyor, barikatlarda kadınlı erkekli gençler beraber çatışıyor. Şu “medeni dünya” (Avrupa) ne hale geldi böyle diye hayıflanıyor, hali keyfi yerinde olanlar. Sıcak sudan soğuk suya eli değmeyenleri bir telaş aldı. Yunanistan’da eski ulaştırma bakanını sokak ortasında dövüyor eylemciler. Adamın yakasına yapışmış bırakmıyor gençler. Yumruk yumruğa bir dayak ki sormayın. Komşu gençler hiç acımıyorlar sermayenin politikacılarına. Hangi televizyon kanalını izlesem, hangi haber bültenini takip etsem durum aynı. Yumruklar konuşuyor. Yumrukların dili çok sade, çok etkili. Hangi dilde olursa olsun hemen anlıyor insan. Sırada İngiltere var. Sokakta ringe çıkmış İngiliz gençleri süslü bir bey arıyor. Polis, köpekler gibi çıkmış gençlerin karşısına havlıyor. Ama o da ne, yan caddede lüks bir otomobil sakin sakin akşam sefasında. Gençlerin gözleri keskin. Hemen atılıyorlar. Emekçileri inim inim inletenlerin baş temsilcisi arabada sefa sürüyor. İngiliz prensi ve eşi bilmiyor galiba İngiltere’nin eski İngiltere olmadığını. Sokağa böyle çıkılmaz. Gençler sarıyor otomobilin çevresini. Prens ve eşinin ödleri kopuyor. Gözleri faltaşı gibi yerinden fırlayacak. Cehenneme düşmüş gibi yalvarıyor gözleri. Öfkeyle, hınçla, kinle öğrencilerle karşı karşıya geliyorlar. Ben bayram ediyorum. Elinize sağlık diyorum. Bir tane de Hint yoksulları için, bir tane de Iraklı yoksullar için, bir tane de benim için vurun İngiliz kardeşlerim.
Bu yumrukları izleyince aklıma proleter bir dörtlük geliyor: Devrim gökten inmez biliriz Proleter ellerimizle büyütürüz onu biz Kendiliğinden gebermez emperyalizm biliriz Bir dünya, proleterler döve döve ezeriz onu biz Derken görüntülere İtalya, Portekiz, İrlanda karışıyor. Of ki ne of! Nasıl da çıldırmış gençler. Avrupa demokrasisi, Avrupa medeniyeti ne güzelmiş böyle zamanlarda. Mahkeme kuruluyor orta yere. Cezalar veriliyor taşla, sopayla, yumrukla. Alevler göğe yükseliyor. Gözler çakmaklaşıyor. Korku siliniyor anında. Cesaret sömürünün üzerine yürüyor. Hem de koşa koşa… Beyler büzüşüyor. Tıpkı köhnemiş düzenleri gibi. Proleterler devleşecek. Yumruklar öyle bir yağacak ki, bu yeni bir dünya kuracak. Yenenler ve yenilenler. Yenenler biz, yenilenler onlar olacak.
İşsizlik Artmaya Devam Ediyor
Kartal’dan bir işçi
Emekçilere
Burjuva basına da yansıyan çeşitli finans kuruluşlarının raporları, ekonomik krizin etkilerinin devam ettiğini anlatıyor. Özellikle de Amerika ve Avrupa’da ekonominin iyi durumda olmadığını ve yakın bir gelecekte de düzelemeyeceğini söylüyor bu raporlar. İşsizliğin artacağı da yine bu raporlarda yazıyor.
Ne yalıları, tekneleri, arabaları Ne dolgun banka hesapları vardı Tüm varlıkları eski bir çift ayakkabı Yamalı bir pantolon, bir kazak Bir de yeşil, kürk yakalı kabanlarıydı
Dünyadaki krizin sorumlusu biz olmamamıza rağmen krizin faturasını işsizlik olarak işçi sınıfı ödüyor. Bu raporlardan birine göre, Avrupa bölgesinde işsizlik 2011 yılının ortalarında 16,5 milyon olarak zirve yapacakmış. Kriz öncesi büyüme hızlarına ise 2015 yılında ulaşılacakmış. İşsizlik verileri yıllara göre dalgalanmalar gösterse de uzun dönemli eğilimin sürekli artış yönünde olduğu görülüyor. Kapitalist sistem ayakta kaldığı sürece bizler bu işsizlik krizlerinden çıkamayacağız. İşsizlik krizlerinden kurtulmanın tek yolu, sömürüye dayalı bu sistemi hak ettiği çöplüğe göndermektir.
Emeğimizle eğlenirken haramzade burjuva çocukları Onların eğlencesi çekiç darbeleri Bir de izmaritine kadar içilen sigaralarıydı
İstanbul’dan bir işçi
44
Soğuk dondurucu kış gecelerinde Hiç eksilmezdi yüreklerindeki ateş ve fabrika duvarlarında yankılanan devrim çığlıkları… A.A.
Okurlarımızdan
Yaşadıklarımızı Hiç Düşündük mü?
K
apitalist sistem kendini var edebilmek için insanlığı her gün biraz daha uçurumun kenarına itiyor. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler patronlar sınıfı ve onların geleceği için kullanıldığından bugün yüz milyonlarca insan ölüm-kalım savaşı veriyor. İnsanların en temel ihtiyaçlarının başında beslenme, barınma, ısınma, sağlık ve eğitim geliyor. Bilimin, tekniğin, üretimin mevcut gelişmişlik düzeyini düşündüğümüzde çocukların yeterli beslenemediği için ölmemesi gerekirdi, milyonlarca insanın sokaklarda yaşıyor olmaması gerekirdi, eğitimini yarım bırakıp milyonlarca çocuğun fabrikalarda, tarlalarda çalışmak zorunda kalmaması gerekirdi. Daha yakın zamanda soğuk hava nedeniyle Polonya’da 70’ten fazla insan donarak öldü. Hiç düşündük mü neden? Üretim araçları kapitalistlerin daha fazla kâr elde etmeleri temelinde işlev gördüğü için milyarlarca insan açlık, yoksulluk, işsizlikle karşı karşıya kalıyor. Sermayeyi elinde tutan bir avuç kapitalist, tüm insanlığın da geleceğini kontrol ediyor. Sokakta yaşayan insanlar soğuk nedeniyle donarak yaşamını yitirirken sermaye sınıfının temsilcileri füze kalkanı kurma derdine düşmüşler. Füze kalkanı kurmak için harcanan parayı yoksullar için harcamış olsalar milyonlarca insanın barınma sorununu ya da beslenme sorununu tümüyle çözebilirler. Ama insanlar sermaye sınıfı için ne kadar önemli
ki? Onlar kâr sağlayan bir yatırım mı diye bakıyorlar meseleye? Füze kalkanı kaç insanın en temel ihtiyaç duyduğu sorunlarını çözecek, ya da kaç tane insanın yaşamını yok edecek, onların umurunda değil! Sermaye teknolojik gelişmeleri en kârlı gördüğü alanlarda kullanıyor. Militarizm konusunda neredeyse bütün ülkeler yarış halinde ve en yüksek teknolojide silahlara sahip olmak için yatırım üzerine yatırım yapıyorlar. İnsanların bu silahlarla ölüyor olması hiç de umurlarında değil. Önemli olan sermayelerinin daha ne kadar büyüyecek olması. Patronlar silahlanırken biz işçi-emekçiler neler düşünüyoruz? Onlar birbirlerine karşı olduğu kadar asıl olarak ezilen ve sömürülen işçi-emekçilere karşı silahlanıyorlar. Kendi yerli patronlarımızın silahlarıyla mı övüneceğiz? Bugün birçok işçi kardeşimiz sınıfsal bilinçten yoksun olduğu için var olan silahlanmayı kendilerinin de çıkarınaymış gibi düşünmekte. Oysa patronlar sınıfı ile biz işçi sınıfının çıkarları hiçbir zaman örtüşmeyecektir. Onlar silahlandıkça biz sömürülenler daha çok açlığa, yoksulluğa, işsizliğe itilmekteyiz. Biz işçiler karşısında örgütlü hareket eden patronlar sınıfı silahlandıkça silahlanıyor. Bizler bu kadar yatırım neden savaş sanayiine yapılıyor diye sormuyoruz. Çünkü kapitalistler yıllardır kendilerinin çıkarlarıyla biz emeği ile yaşamını sürdürenlerin çıkarlarının ortak oldu-
ğunu çeşitli ideolojilerle beyinlerimize kazımışlar. Her geçen gün beyinlerimize daha fazla hükmedebilmek için, fabrikalarında daha fazla sömürmek için her yola başvuruyorlar. Yeter ki bizler düşünmeyelim, sormayalım, sorgulamayalım. Çok iyi biliyorlar ki düşünmeye, sorgulamaya başladığımızda yaşadığımız bu insanlık dışı sistemi değiştirmeyi de düşüneceğiz. Füze kalkanı projesinin biz işçilerin çıkarına olmadığını göreceğiz. Çalışma saatlerimizden işyeri koşullarına kadar birçok durumu sorgulamaya başlayacağız. Patronların siyasal temsilcilerinin ağızlarından dökülen cümleleri daha dikkatli dinleyeceğiz ve bizi kandırmalarına izin vermeyeceğiz. Patronların çıkarları için değil kendi sınıfsal çıkarlarımız için hareket etmeyi öğreneceğiz. Var olan teknolojinin tüm insanlığın çıkarları için kullanılmadığını görmeye başlayacağız. İşsizliğin her gün daha da arttığını, insanların en temel gereksinimlerini karşılayamadığı için yaşamını yitirdiğini, emperyalist savaşların patronlar sınıfının çıkarına olduğunu kavrayacağız. Peki, patronlar sınıfı ve onların ideologları işçi sınıfının uyanmasını engellemek için her türlü yola başvururken, biz işçiler olarak ne zaman o derin uykudan uyanacağız? Yaşadıklarımızı ne zaman sorgulamaya başlayacağız? Kapitalist sistem tüm insanlığı yok oluşa sürüklerken kasaba kesime giden koyunlar gibi sessiz mi kalacağız? İnsanlık dışı bir sistem olan kapitalist sistem var olduğu sürece biz işçiler için güzel günler olmayacak. Kâra dayalı olan bu sistem yıkılmadıkça tüm insanlık için daha zor günler yaşanacak demektir. Tüm insanların daha iyi bir yaşam sürdürebilmesi için bu sistem yıkılmalı. Hem de var olan tüm kurumlarıyla birlikte. Onun yerine sınıfların olmadığı, insanın insanı sömürmediği, açlığın, yoksulluğun, işsizliğin olmadığı, bilimin ve teknolojinin tüm insanlığın yararı için kullanılacağı bir dünya yaratmak için örgütlenmeli, patronlar sınıfına karşı kendi sınıfsal çıkarlarımız temelinde mücadele etmeliyiz. İnsanca bir yaşam biz işçilerin örgütlü mücadelesiyle kurulacaktır. Esenyurt’tan bir işçi
45
Okurlarımızdan
Sabah Treninden İşçi Manzaraları 6
3’ü oturan, 177’si ayakta toplam 240 kişi. Bunu da 6 ile çarpalım olur sana 1440. Neyi mi hesaplıyorum? Ben her sabah işe trenle giden bir büro çalışanıyım. Bu hesapla trende sabahları işe gitmek için yolculuk yaptığım insan sayısı toplam 6 vagonda 1440 kişi. Biz işçiler işyerlerimize gitmek için sabahın erken saatlerinde düşeriz yollara. Kimimiz işyeri servisleriyle, kimimiz yürüyerek, kimimiz de toplu taşıma araçlarıyla gideriz çalıştığımız yerlere. Ben de her sabah trenle işe gidiyorum. Tren istasyona yanaştığında herkes doluşuyor trene, yer kapma telaşı ile tam karga tulumba durumu oluyor. Henüz ilk durak olmasına rağmen ayakta kalıyoruz kimimiz. Tren hareket ediyor, her durakta onlarcamız biniyor ve sabahları o kadar kalabalık oluyor ki, 1440 sayısını oldukça geçiyoruz. Bununla birlikte bizim matematik hesabı da tutmamış oluyor. Tren içerisinde ağırlıklı olarak tersane işçileri oluyor. Yüzlerine vuran yorgunluk ifadesi ve ellerindeki derin yarıklar onları tanımayı kolaylaştırıyor. Bir de birçoğunun yaşı 50’nin üzerinde olan teyzeleri hemen tanıyorum. Onlar da temizlik yaptıkları yerlerde yaşadıkları sıkıntıları anlatıyorlar sürekli. Bir de çok yorulduklarını ama çalışmaya da mecbur olduklarını anlatıyorlar birbirlerine. Mecburlar çünkü bazılarının çocukları üniversitede okuyor, masrafları çok fazla ve tek maaş yetmiyor. Bazılarının kocaları işten atıldığı için çalışmak zorundalar. Bir de öğrenciler oluyor trende. Onları tanımak da çok kolay oluyor, genelde ya futbol ya da televizyon dizileri gündemlerinde. Geleceğe dair birçoğunun hiçbir fikri yok. Onları bekleyen işsizlik kâbusundan da çok haberdar değiller. En zor olansa büroda çalışan işçileri tanımak oluyor. Elbise gıcır, saçlar şekil, parfüm kokuları tüm treni sarıyor, bir tek onlar trendeki diğerlerinden farklı duruyorlar. Kendimden biliyorum, büyük bir kısmı asgari ücret ve onun biraz üstüne çalışıyorlar. Galiba masa başında çalışıyor olmak onların kendilerini diğerlerinden farklı görmesini sağlıyor.
Yukarıda saydıklarım benim “servis” arkadaşlarım. Aslında biz koca işçi sınıfı ailesinin her türünden var trende. Temizliğe gidenler annelerimiz, okula gidenler kardeşlerimiz, işe gidenler babalarımız. Trendekilerin ailelerini de kattığımızda benim hesap hepten şaşmış oldu. Sorunlarımız aynı. Çalışmak, hayatımızı devam ettirmek zorundayız. Bu yüzden birbirimizden habersiz aynı saatte doluşuyoruz hep o kara kutunun içerisine. Bizler işçi sınıfının evlatlarıyız, çok fazlayız, trenlere sığmıyoruz, fabrikalara sığmıyoruz, yollara, alanlara sığmayacak kadar çoğuz. Ellerimizle sunuyoruz bir avuç asalağa yarattığımız tüm güzellikleri. Onlar için veriyoruz ömrümüzün en güzel, en yaşanılası yıllarını. İstiyorsak insanca yaşamı, bırakalım patronların işleri için örgütlü hareket etmeyi. Biraz da kendi sınıf çıkarlarımız için birlikte olalım, örgütlü hareket edelim! Kartal’dan bir büro işçisi
“Çok Çalıştığım İçin Çirkinleştim Ben”
G
ebze’den minibüse binmiştim. Eve dönüyordum. Aylar önce işten atılmıştım. Tutunmakta zorlanıyordum. Sonra arkalarda bir yer boşaldı ve kendimi çuval gibi bıraktım minibüsün koltuğuna. İşe iade davamı, işsizliğimi, minibüsteki insanların yüzlerindeki yorgunluğu düşünüyordum. Yüzler sağlıksızdı. Yüzler mutsuzdu. Düşünceler birbirini kovalıyor, başımda bir uğultu yaratıyorlardı. Arka sırada oturan iki kişinin sohbeti uğultuyu bir anda kesti. Yüksek sesle konuşuyorlardı. Dikkatle dinlemeye başladım. “Eğer insan iyiyse içinin güzelliği dışına vurur. İyi insan güzeldir. Allah kimi çirkinleştireceğini, kimi güzelleştireceğini bilir,” dedi biri. Diğeri öfkelendi. “İnsan iyiyse güzel mi olur? Ben Orduluyum. 20 sene evvel buraya yerleştim. Çocuklarımı büyütmek için, evlatlarımı okutmak için, yazın kavurucu sıcağında, kışın ayazında inşaatlarda çalıştım. Ellerimin nasırlarını görüyor musun? Saçlarım döküldü. Dişlerim döküldü. Yüzüm kırış kırış. Henüz 42
46
yaşındayım ama sorsam 55 dersin. İnsanı çirkinleştiren kötülüğü değil, çok çalışmasıdır. Kötü bir insan olduğum için değil, çocuklarımın nafakasını kazanacağım diye çirkinleştim ben. Çok çalıştım, çok yıprandım. Evlatlarımı böyle okuttum ve kendimle gurur duyuyorum.” Dönüp o işçinin ellerine, kocaman nasırlarına, diş kalmamış ağzına ve saçsız başına baktım. Yanındakine onurlu bir öfkeyle bakan kısık gözlerine baktım. Dünya dönüyor, dünya güzel. Çünkü dünyayı döndüren ve güzelleştiren biz işçiler “çirkinleşecek” kadar çok çalışıyoruz. Patronlarımıza çok çalışıyoruz. Patronlara çok çalışmak bizi “çirkinleştiriyor” ve insan olduğumuzu unutturuyor. Kendimiz için çalışmanın vakti gelmedi mi? Birleşmek için çalışalım. Örgütlenmek için çalışalım. Sömürüyü ortadan kaldırmak için çalışalım. Çalışalım ki güzelleşelim. Güzel dünyamızın üstünde asalaklar değil güzel insanlar yaşasın diye çalışalım! Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Okurlarımızdan Makine Bakmıyor, Çocuk İşçiliğinde Sen de Bakma! Acı Gerçek D B
ünyanın 40 ayrı ülkesinde üretim yapan bir şirketin Gebze’deki fabrikalarından birinde çalışıyordum. Çalışma şartlarımız çok ağırdı. Direksiyon üretimi yapıyorduk. Yıllık izinlerimizi almak için hep birlikte mücadele etmiş, kazanmıştık ve bu durum herkesin moralini düzeltmişti. Arkadaşlarla birliğimizi bozmamamız gerektiğini, yoksa her şeyin daha kötü olacağını konuşuyorduk. Ancak birliğimizi koruyup güçlendiremediğimiz için işveren ve gangster Türk Metal sendikası el ele verip kısa sürede bizden intikam aldılar. İşten atılanlar arasında ben de vardım. Şirketin yönetimi değişmiş ben işten atıldıktan sonra. Yeni yönetim fabrikayı denetlemeye gelmiş. Gelmişler ki ne görsünler? İşçiler başlarını kaldırıyorlarmış, meraklı gözlerle bakıyorlarmış “yeni patron kim” diye. İşini bırakan olmamış, sadece bakmışlar. Ama bu bile patronu çok kızdırmış. Hemen bir toplantı düzenlenmesini istemiş ve bu toplantıda bir daha aynı şeyin yaşanmaması için herkesi uyarmış. Eski iş arkadaşlarım anlattı bunları: “Patron insani reflekslerimize bile tahammül edemedi. Makine başını kaldırıp ‘patronum kim’ diye bakmıyor! Sen neden bakıyorsun? Makine bakmıyor, sen de bakma! Makine tepki vermiyor, sen de verme! Bunun başka bir anlamı olamaz.” Aşağılık patronlar! Günde 12 saat çalıştırıyorsunuz. Zamanımızın sahibi sizsiniz. Bedenlerimizin tüm enerjisi sizin için. Uykularımızın bölünmesi sizin için. Bir bardak çaya hasret sabahlarımız sizin için. Gözlerimizin tüm nuru sizin. Tezgâh başında kan çanağı gözlerle devirdiğimiz geceler sizin. Alnımızın teri sizin için dökülüyor. Makinenin parçası olduk. Artık insan gibi değiliz sizin yüzünüzden. Neye benziyoruz bilemiyorum. Yorgunuz, ağrısız geçen bir dakikanın nasıl olduğunu unuttuk. Yarın aç kalmamak için ne yapacağımızı bilemiyoruz. Zamanımızı, hayatımızı yutan bir canavarın pençesinden kurtulmaya çalışıyoruz, daha çok gömülüyoruz. Daha ne bekliyoruz ki? Artık kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. İnceldiği yerden kopsun. Başımızı kaldırıp patronların gözünün içine bakacağız. Yumruğumuzu kaldırıp pençelerini parçalayacağız. Öfkeleneceğiz. Beterin beterine katlanmayacağız. Kavga etmeyi seçeceğiz. Artık makine değil, insan olacağız.
elki dikkat etmiyoruz ve bu yüzden de görmüyoruz. Ama sokaklarda onlar, boyacılık yaparken, mendil, simit satarken, ışıklarda arabaların camlarını silerken hep onlar var. Bazen fabrikalarda çalışırken, bazen inşaatlarda tuğla, kum taşırken hep kardeşlerimiz olan çocuk işçilerle karşılaşırız. Çocuklarımız ve kardeşlerimiz de bu düzenin kölesi olmaya mahkûm edilmiştir. Ve sonrası… Sonrası çocuk işçiliğinde ölümler başlamıştır. Çocuk olduğuna bakmaksızın, “gençtir, daha çok çalışır” denilerek, ağır işlerde, uzun saatler boyunca çalıştırılırlar. Oysaki onlar daha çocukturlar. Bizim çocuklarımızdır onlar! Yaşıtlarıyla, arkadaşlarıyla vakit geçirmek, oynamak, okumak, spor yapmak onların da hakkı değil mi? Patron çocukları gezip eğlenirken, bizim kardeşlerimiz neden onlara hizmet etmeye mahkûm kılınıyorlar? Oyuncak fabrikalarında patron çocuklarına oyuncak üretirken neden ürettikleriyle kendileri oynayamıyorlar? Hindistan’da futbol topu üreten bir fabrikada binlerce çocuk işçi çalışıyor. Aldıkları ücret ise akıllara zarar: 6 cent. Yani sadece 10 kuruş. ABD çocuk işçiliğine çözüm önerileri getiriyor sözde. Sanki Hindistan’da ve Çin’de çocuk işçileri çalıştıran ABD’li kapitalistler değiller! Üstelik insan hakları izleme örgütü 2005-2008 yılları arasında, ABD’de, tarlalarda tam 43 çocuk işçinin öldüğünü açıklıyor. Buyurun size çözüm!
Gebze’den işsiz bir kadın işçi
Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
Türkiye’deki istatistiklere bir bakalım. 2009 Aralık ayı itibari ile 8 bin 298 çocuk sokaklarda çalışırken bulunmuşlar. Bu çocuklar aileleri tarafından boyacılık, mendil, gıda satmaya zorlanmışlar ve dahası dilencilik yapmaya itilmişler. Devlet yetkilileri ise bütün suçu ailelere atıp düzeni temize çıkarmaya çalışıyorlar. Kimse bu düzeni sorgulamıyor. Oysa çocuklarımız çalışmak zorunda kalıyorsa bunun sorumlusu kapitalist sömürü düzenidir. İşçileri yoksulluğa terk eden ve çocuklarını çalıştırmak zorunda bırakan patronların kâr düzenidir. Patronlar işçileri açlığa ve yoksulluğa terk ederek onların çocuklarının körpecik emeğine de göz dikiyorlar, daha fazla kâr elde ediyorlar. Çocuklarımızın düzgün bir eğitim alabilmesi, yaşıtlarıyla beraber oynayabilmesi ve gelişimlerini rahat sağlayabilmeleri için örgütlenip mücadele etmemiz gerek. İşçi sınıfı ne kadar mücadeleciyse yaşam koşulları o kadar iyi olacaktır.
47
Okurlarımızdan
Düzen Çürüdükçe Ölümler de Çeşitlenerek Artıyor!
U
yuşturucu bağımlılığı her geçen gün artıyor. Bu düzen içinde insanlar doğal yollarla mutlu olamayınca, kendilerini uçucu maddelerle mutlu etmeye çalışıyor. Uyuşturucu kullanımı ilkokul çağlarındaki çocuklarda da her geçen gün yaygınlaşıyor. Son dönemlerde ortaya çıkan ve özellikle çocuklar arasında giderek yaygınlaşan “çakmak gazı oyunu” 1 yılda 6 çocuğun canını aldı. Yaşamını yitirenler arasında 19 yaşında gencecik bir üniversite öğrencisi de var. Çocuklar ve gençler bu oyunu güzel rüyalar görmek ve mutlu olmak için oynadıklarını söylüyorlar. Aile sorunları nedeniyle, mutsuz ortamlarda yetişen çocuklar, bir anlık mutluluk için hayatlarını söndürüyorlar. Geçim şartlarının her geçen gün zorlaştığı bir ortamda mutlu olmak ne mümkün. Çok değil on yıl öncesine bakmak bile bize bir fikir verebilir. O yıllarda ölümün bunca çeşidi yoktu. İnsanlar bugüne göre biraz daha mutluydu. Çünkü evimize giren ekmek sayısı fazlaydı. O ekmek sayısı artması gerekirken tam tersine azaldı. Azalan ekmek azalan mutluluk demektir. Biz işçiler, uzun saatler boyunca çalışarak çocuklarımızla zaman geçirmeye fırsat bulamıyoruz. Onların sorunları ile ilgilenemiyoruz. Üstelik de eve getirdiğimiz ekmek yetmiyor. Yani bugün biz işçiler yapmamız gereken hiçbir şeyi yapamıyoruz. Düzen çürüdükçe biz de içinde çürüyoruz. Gerçek anlamda mutlu olduğumuz anları saymazsak hangi birimiz bir ömür boyu mutlu yaşayabiliyoruz? Hayatımızın en büyük zaman dilimini çalışarak geçiriyoruz. Uzun süre işsiz kalan işçileri saymazsak, hangi birimiz güne uyandığımızda “ne güzel, bugün işe
gidiyorum” diyebiliyoruz? İşyerlerinde ne kadar mutlu çalışıyoruz? Eğer bizler mutlu olamazsak, bizim çocuklarımız da mutsuz olurlar. Mutlu olmak için çeşitli uyuşturucu maddeler kullanarak hayatlarını mahvederler. Sonrasında döktüğümüz gözyaşlarının ise hiçbir anlamı kalmaz. İşçi sınıfının önderlerinden Karl Marx’ın bir sözü var: “Bireyin mutluluğu toplumun mutluluğundan ileri gelir.” Bugün toplum ne kadar huzursuz ve mutsuz, işte biz de bu toplumu oluşturan bireylerden biriyiz. Bizlere bireysel mutluluğun önemli olduğunu anlatıyorlar. Bunun kesinlikle hiçbir doğru yanı yoktur. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Hiçbir sağlıklı insan tek başına yaşamak istemez, yaşayamaz da. Hayatını sürdürmek için çevresindeki insanlarla iletişim kurmak zorundadır. Çevresindeki insanlar mutsuzsa bireyin mutlu olması ne kadar mümkün olabilir ki? Düzen çürüdükçe insanlığın acıları da her geçen gün artıyor. Ölümler çeşitlenerek daha dünyayı tanımamış çocukların koynuna girip onları toprağın altına yatırıyor. Geride ise gözyaşları, derin acılar, ahlar ve vahlar kalıyor. Tüm yaşanan acıların en büyük sorumlusu aslında bizleriz dostlar. Ölen çocuklar bizim çocuklarımız. Bu acıyı kendi ailemizden birinin acısıymış gibi düşünelim. Ölümlere yol açan bu lanet olası kapitalist düzeni ortadan kaldırmak için, biz ve bizden sonraki çocuklarımızın mutluluğu için örgütlenerek mücadele edelim. Çocuklarımız ölmesin ve insanlık gülsün diye! Gazi Mahallesinden bir gıda işçisi
“Toplumdan Aldığını Topluma Vermek” L
imak Holding yeni bir vakıf kurmaktaki amacını yukarıdaki cümle ile ifade ediyor. Enerji sektöründen turizm ve inşaat sektörüne kadar geniş bir yelpazede yatırımları olan Limak Holding aynı zamanda özelleştirme ve HES ihalelerinde de önde giden bir holding. Aslında benim için diğer sermayedarlardan farkı olmayan bir şirketler grubu. Kafamı karıştıran şey, bir vakıf kurarak “topluma hizmet etme” isteği oldu. “Kurumsal sosyal sorumluluk isteği”. Biraz geç kalmışlar vakıf kurmakta, çünkü araştırdığım holdinglerin birçoğu vakıf sahibi ve bunların çoğu vergiden muaf. Aydın Doğan’dan tutun da Hacı Sabancı’nın vakfına, Nuh Çimento vakfından, Alarko’ya, Eczacıbaşı’ndan, Elginkan holdingin vakıflarına hepsi vergiden muaf. Vergi vermiyorlar, yani “hayır yapıyoruz” deyip vergiden düşüyorlar, okul yapıyoruz, yurt yapıyoruz
48
diyerek vergiden kaçırıyorlar. Kapitalistler bizi iliklerimize kadar sömürüyorlar, alınterimize el koyuyorlar, devlete vermek zorunda oldukları vergiyi de vakıflar yoluyla geri alıyorlar. Bunun adı da “kurumsal sosyal sorumluluk isteği” oluyor! Bu arada vergi toplamakla yükümlü devlet kurumumuz da reklâmlar veriyor, “verginizi ödeyiniz, size yol, su, elektrik olarak geri dönecek” diye. Ama görünen o ki, asgari ücretlinin, çalışanların ödedikleri vergiler, holdinglere, patronlara vergi iadesi, teşvik primi adı altında geri dönüyor. Asgari ücret komisyonunundan ne çıkacağını tahmin etmeyen var mıydı?! Vakıf kurup haklarımızı alamayacağımıza göre tek yolumuz kalıyor, mücadele etmek, örgütlü gücümüzü birleşerek büyütmek. Ankara’dan emekli bir işçi