Arap Halkları İsyanda, Çözüm İşçi İktidarında A
rap coğrafyasında halk kitleleri uzun yıllar boyunca kendilerine reva görülen katmerli sömürü, baskı, yasakçılık ve aşağılamaya karşı büyük bir coşku ve enerjiyle ayağa kalkmış bulunuyorlar. Tunus’ta ve Mısır’da, özellikle gençlerin başını çektiği halk kitleleri, düzenin acımasız kolluk güçlerine karşı gözlerini budaktan sakınmayarak savaşıyorlar ve bu uğurda şimdiden yüzlerce ölü, binlerce yaralı vermiş durumdalar. Ama düzen güçlerinin bu karşı-devrimci vahşi saldırıları da, verilen kayıplar da kitlelerin gözünü korkutabilmiş, onları geri savurabilmiş değil. Büyük sermaye medyası tüm dünyaya genel olarak Tunus ve Mısır’da büyük bir kaos ve korku varmış gibi göstermeye çalışsa da, Mısır sokaklarında kitleler neşe içinde kendi yarattıkları özgürlük havasını soluyorlar. Kitle hareketinin yaygınlığı, gözüpekliği, dinamizmi, talepleri ve çok kısa süre içinde aldığı mesafe, isyanın derinlerden geldiğini ve devrimci karakterde bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Onyıllardır açık baskı rejimleri altında sindirilmiş halklar, tek bir kıvılcımla hızla korku duvarını aşmışlar ve cesaretle düzenin korku sembolü kalelerine hücum etmişlerdir. Mermiler, coplar, gazlar, kitle hareketini durduramadığı gibi, olağanüstü haller, sokağa çıkma yasakları, tutuklamalar, telefon, internet ve diğer iletişim araçlarının kesilmesi gibi baskı tedbirleri de boşa çıkarılmış, direniş yaygınlaşmıştır. Diğer taraf-
tan her iki ülkede de bazı kent ve mahallelerde emekçiler saldırı ve yağmalara karşı özsavunma komitelerini kurmuşlar, bunun yanı sıra kimi kamu hizmetlerini de bizzat kendi ellerine almışlardır. Ayrıca fabrika işgalleri ve grevler de kendisini göstermeye başlamış, genel grev çağrıları gündeme gelmiştir. Hatta, geniş halk kitlelerinin katıldığı her gerçek kalkışmada olduğu gibi ordu ve poliste bölünmeler yaşanmaktadır. Hareketin, sınırlı kapsamda, anlık bir parlama olmadığını gösteren bir başka yön, düzenin şimdiye kadarki tüm yatıştırma amaçlı manevralarını boşa çıkarabilmiş olmasıdır. Örneğin Tunus’ta emekçi kitleler, diktatör Bin Ali’nin reform vaatlerine ve hükümet değişikliği hamlelerine kanmayarak, hem diktatörü defetmeyi başarmışlar, hem de arkasından devreye sokulan ve muhalif görünümlü isimlerle süslenmiş yeni hükümet kombinasyonlarına izin vermemişlerdir. Bu hususların altını, sadece devrimci kitle seferberliklerinin tarihte kaldığını söyleyenlere karşı değil, burjuva medyada sergilenen tutumlara karşı da çizmek gerekiyor. Bu tutumun bir ayağını halk isyanını karalamaya ve korku salmaya dönük çarpıtmalar oluşturuyorsa, öteki ayağını da süreci sulandırmaya dönük yaklaşımlar oluşturmaktadır. Kitleler işsizlik, yoksulluk, devlet terörü gibi son derece yakıcı, hakiki sorunlar temelinde ayağa kalkmış ve kan dökülmüşken, söz konusu medya, Tunus ve Mısır’da
1
marksist tutum
yaşananları geçtiğimiz yıllarda değişik ülkelerde gözlemlenen “renkli devrim” süreçleriyle aynı kefeye koymaya çalışmaktadır. Tunus’taki sürece hemen “Yasemin devrimi” yakıştırması yapılması, “internet devrimi” tartışmaları bu sulandırma girişiminin görünümleridir. Bu cıvıklıklar tümüyle ideolojik propagandadır. Emperyalist güçlerin, kendi kontrollerindeki medya aracılığıyla, süreci elden geldiğince kontrol altına alma, yönlendirme çabalarının bir ayağıdır. Kitleler açık biçimde yoksulluğa, işsizliğe, sefalete, tepelerindeki çıplak baskı rejimlerine ve hiçe sayılmalarına karşı isyan etmiş durumdalar. Tunus’ta da Mısır’da da akıllarda en çok yer eden sloganın “Ekmek, Özgürlük, İnsanlık Onuru!” olması bunu açıklıkla anlatıyor. İsyanın kapsamı ve boyutları bir yana, bu ve benzeri daha birçok slogan ve talep de, genelde Müslüman halklar ve Arap halkları hakkındaki önyargıları boşa çıkarmaktadır. Kimi sol kesimlere de sızmış olan Batı-merkezci bakış açısı, bu halkları ilerici taleplerle inisiyatif almaya yeteneksiz halklar olarak görmeye eğilimlidir. Bu çarpık bakış açısı, İslam diniyle gericiliği otomatik biçimde özdeşleştirerek bu bölgelerdeki her kitle hareketini “İslamcılar geliyor” paranoyası altında değerlendirme körlüğü içindedir. Ortadoğu ve Arap halkları da dünyanın her yerinde olduğu gibi kapitalizmin yarattığı evrensel sorunlardan mustaripler ve yine bu sorunlara evrensel çizgiler içinde tepki verme yeteneğindeler. Diğer yandan şu ana kadarki gelişmeler, Tunus ve Mısır’daki isyan sürecinin İslamcılar tarafından başlatılmadığını ve onların kontrolü altında olmadığını gösteriyor. Mısır’da oldukça yaygın ve etkili bir örgütlenmesi olduğu söylenen Müslüman Kardeşler gösterilere gecikerek katılmış ve tümüyle kendisi dışında gelişen bu büyük kalkışmaya hazırlıksız yakalanmış durumda. Tarihte pek çok örnekte görüldüğü gibi, örgütlü politik aktörler bu tür büyük kitle kalkışmalarının gerisinde kalır-
Şubat 2011 • sayı: 71
lar. Ancak elbette tüm politik unsurlar gibi onlar da sürece adapte olmaya ve süreci kendi hedefleri doğrultusunda etkilemek üzere çaba harcamaya başlamışlardır.
Önceleyen süreç ve Mısır’ın önemi Bu yeni isyan dalgası münferit değildir. Yaklaşık olarak 2000’li yılların başından bu yana dünyanın değişik bölgelerinde kendini gösteren isyan ateşinin yeni bir harlanışıdır. Bu dalga, kapitalizm uzun bir dönem boyunca yeryüzü üzerinde kibirle zafer yürüyüşü yaparken, geniş emekçi kitlelerde biriken ıstırabın ve öfkenin bir dışavurumudur. Bu ateş önce Latin Amerika’da birçok ülkede birbirinin peşi sıra yükselmiş, daha sonra, o denli şiddetli biçimde olmasa da, başta Yunanistan’da olmak üzere Akdeniz havzasının kuzeyinde, yani güney Avrupa ülkelerinde kendisini göstermişti. Şimdi ise Akdeniz havzasının güneyine, yani Kuzey Afrika’ya inmiş bulunuyor. Ateş aynı ateştir, süreç aynı süreçtir. Kapitalizm uluslararası işbölümünü derinleştirip geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde bütünsel bir dünya ekonomisi yarattığı ve bu maddi temel üzerinde her türlü etkileşimi daha da kolaylaştırdığından, benzer süreçleri dünyanın başka yerlerinde de muhakkak ki göreceğiz. Öte yandan hatırlatmak gerekiyor ki, özellikle Mısır söz konusu olduğunda, bu patlamanın öncü sarsıntıları da açık biçimde mevcuttu. Mısır’da Mübarek rejimine karşı son yıllarda çok çeşitli protestolar yapılmaktaydı. Çoğu başarılı olan sayısız grevlerden tutun, Irak’ın işgaline karşı protestolara, Mübarek rejiminin Filistin sorununda takındığı İsrail yanlısı tutumu protestolara, Filistin halkıyla dayanışma eylemlerine, hileli seçimlere karşı protestolara kadar, Mısır halkı adeta bugünlere hazırlanmaktaydı. İsyan ateşinin Arap coğrafyasına ulaşmış olması başlı başına büyük önem taşımaktadır. Ortadoğu coğrafyası deKitleler açık biçimde yoksulluğa, işsizliğe, sefalete, tepelerindeki çıplak baskı rejimlerine ve hiçe sayılmalarına karşı isyan etmiş durumdalar. Tunus’ta da Mısır’da da akıllarda en çok yer eden sloganın “Ekmek, Özgürlük, İnsanlık Onuru!” olması bunu açıklıkla anlatıyor.
2
sayı: 71 • Şubat 2011
mek olan bu coğrafya, dünya emperyalist sisteminin çelişkilerinin özellikle yoğunlaştığı canalıcı bir bölgedir. Hele bu coğrafyanın kalbi konumundaki Mısır’ın hızla isyanın da kalbi noktasına gelmesi özellikle önemlidir. Zira uzman kılığındaki düzen sözcülerinin de itiraf ettikleri gibi, 85 milyonluk nüfusuyla en kalabalık Arap ülkesi olan Mısır, Arap egemenleri açısından olduğu gibi, tüm Arap halkları için de büyük bir ağırlık merkezi ve temel bir referans noktasıdır. Tam da Mısır’ın önemi nedeniyle, emperyalist merkezler bugünlerde kesintisiz acil durum mesaisi yapıyorlar. Sistem için hayati önem taşıyan Mısır gibi bir ülkede protestoların birkaç gün içinde hızla kalkışma boyutuna sıçraması bu merkezlerde alarm zillerini çaldırmış durumda. Kapitalist düzenin tehlikeye düşmemesi, sürecin düzen dışı kanallara akmaması için var güçleriyle çalışıyorlar. Bir yandan ordu şefleriyle ve rejimin diğer unsurlarıyla sürekli olarak görüşmeler yaparken, diğer yandan utanmadan demokrasi ve itidal çağrılarında bulunuyorlar. Şimdiye kadar besleyip büyüttükleri Mübarek rejimiyle aralarına mesafe koyuyormuş gibi yapıyorlar. Dünya emekçi halklarının acı tecrübeleriyle sabit olduğu üzere her yolu deneyerek devrimci dalgayı kırmaya ve yolundan saptırmaya çalıştıklarına şüphe yok.
Tehlikeler Rejime yönelik cesur ve güçlü ataklar yapan kitle hareketinin en büyük dezavantajı genel örgütsüzlük, devrimci önderlik eksikliği ve politik programdan yoksunluktur. Yine de geniş emekçi yığınlar sınıf içgüdüleriyle diktatörlerin ve onun tanınmış adamlarının manevralarına kanmamayı şu ana dek başarmışlardır. Örneğin Tunus’ta Bin Ali’nin reform vaatlerine ve hükümet değişikliği hamlelerine kanmayarak, hem diktatörü defetmeyi başarmışlar, hem de arkasından muhalif görünümlü isimlerle süslenmiş yeni hükümet kombinasyonlarına izin vermemişlerdir. Bu bağlamda devrimci sürecin daha birçok meziyeti bulunuyor. Ancak bütün bu süreç, sonunda, eski düzenin pisliklerine bulaşmamış ve halkın sempatisini kazanan “temiz yüzler” eliyle, diyelim yeni bir anayasa altında, sınırlı bir burjuva demokrasisi yoluna hapsedilebilir. Bu da kitleleri harekete geçiren sorunların çözümsüz kalması ve özlemlerinin karşılanmaması anlamına gelir. Kapitalizme dokunmadan işsizlik ve yoksulluk sorunu çözülemeyeceği gibi, tepeden tırnağa baskı aygıtı olarak örgütlenmiş burjuva devlet makinesine ciddi darbeler vurmadan özgürlük adına anlamlı bir adım da atılamaz. Aslında emekçi kitleler içgüdüleriyle bunun yolunu da belli ölçüde göstermiş durumdalar. Örneğin Mısır’da kitleler son derece sağlıklı bir içgüdüyle Mübarek’in terör aygıtının ana üssü konumundaki içişleri bakanlığı binasını hedef almışlardır. Diğer taraftan birçok mahallede emekçiler saldırı ve yağmalara
marksist tutum
karşı özsavunma komitelerini kurmuşlardır. Benzer şeyler yine yolsuzluk ve çürümüşlük bahsinde de geçerlidir. Yolsuzluk ve çürümenin bu ülkeleri sarıp sarmalayan çok ciddi sorunlar olduğuna şüphe olmasa da, süreci asıl olarak bu sorunlara odaklayan bir yönelim, bunları üreten kapitalizm sorununun ve emperyalizmle ilişkiler sorununun gözden kaçırılmasına yol açar. Ayağa kalkan emekçi kitlelerin kapitalizmi tasfiye edecek ve kendi iktidarlarını kurabilecek düzeyde bir enerjiye sahip oldukları açıktır. Kitlelere pratikte kılavuzluk edebilecek devrimci bir önderlik, kesinlikle hareketi emekçi kitlelerin öz-örgütlülükleri temelinde kendi iktidarını kurmaya ve kapitalizmi tasfiye doğrultusunda adımlar atmaya yöneltebilir. Kapitalizme dokunmadan işsizlik ve yoksulluk sorunu çözülemeyeceği gibi, tepeden tırnağa baskı aygıtı olarak örgütlenmiş burjuva devlet makinesine ciddi darbeler vurmadan özgürlük adına anlamlı bir adım da atılamaz. Benzer şeyler yine yolsuzluk ve çürümüşlük bahsinde de geçerlidir. Yolsuzluk ve çürümenin bu ülkeleri sarıp sarmalayan çok ciddi sorunlar olduğuna şüphe olmasa da, süreci asıl olarak bu sorunlara odaklayan bir yönelim, bunları üreten kapitalizm sorununun ve emperyalizmle ilişkiler sorununun gözden kaçırılmasına yol açar. Ancak bu yolda çalışacağı umulabilecek olan sosyalist kimlikli unsurlara baktığımızda, kitle hareketinin ortaya koyduğu tüm potansiyellere rağmen, bunların sosyal soslu parlamenter bir burjuva demokrasisi perspektifiyle hareket ettiğini görüyoruz. Mısır için henüz elde veri bulunmamakla birlikte Tunus’ta bu durum açıkça görülmektedir. Burada ismi en çok öne çıkan Maocu ve Enver Hocacı gelenekten gelme Tunus İşçi Komünist Partisi’nin verdiği mesajlar olsun, bu partinin de içinde olduğu çeşitli sol örgütlerin oluşturduğu yeni cephenin (14 Ocak Cephesi) yayınladığı kuruluş bildirgesi olsun, tam da bu doğrultudadır. Esasen Stalinizmin aşamalı devrim anlayışı ile yetişmiş bu yapıların, süreci burjuva demokrasisi kanalına sokma perspektifiyle hareket etmeleri şaşırtıcı değil. Dahası, Tunus İşçi Komünist Partisi’nin orduyu cici gösteren mesajlar vermekten geri durmadığını da hatırlatalım. Bin Ali rejiminin temsilcileri “ayıklandığında” ve burjuva demokrasisi doğrultusunda birtakım anayasal değişiklikler yapıldığında, bu unsurların, niyetleri ne olursa olsun, Tunus’ta kapitalizmin restorasyonunun taşıyıcısı konumuna düşecekleri açıktır. Egemenler eski düzenin pisliklerine karışmamış ve dolayısıyla geniş emekçi kitlelere satabilecekleri temiz yüzler olarak bu unsurlardan da yararlanmayı düşüneceklerdir. Yeni adaylar arasında, liberal yüzlerin, ılımlı İslamcıların, yıpranmamış türde Nasırcıların da olacağına şüphe
3
marksist tutum
yoktur. Nitekim Mısır’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın eski başkanı Baradey’in ismi ön plana çıkarılmaktadır. Baradey’in emperyalistlerin gözdesi bir liberal olduğu biliniyor. Mısır’da kitle hareketi Mübarek’in gitmesine aşırı ölçüde odaklanmış gibi görünmektedir ki, bu ciddi bir risktir. Kendiliğindenliğin sınırları ve kapsamlı bir politik program eksikliği burada kendisini açıkça duyurmaktadır. Bu nedenle kitle hareketinin istimini koruyacak çok daha geniş bir talepler dizisine, yani emekçi kitlelerin gerçek özlemlerini billurlaştıracak net bir devrimci programa ihtiyaç olduğu açıktır. Diğer taraftan, sürecin sınırlı bir parlamenter demokrasi mecrasına akıtılmasından daha ciddi tehlike, ordunun karşı-devrim gücü olarak devreye girmesidir. Tunus’ta da Mısır’da da ordu sokakta gösteri yapan kitlelere genel olarak saldırmıyor, kötü adam rolünü polise bırakıyor, tarafsızmış rolü oynuyor ve böylece kitlelerin sempatisini kazanmaya çalışıyor. Bu, egemenlerin çok sinsi bir taktiğidir ve yürümekte olan devrimci süreç için mevcut aşamanın ve yakın vadenin en büyük tehlikesidir. Ordu bir darbe yapmayacak olsa bile, süreç güdük bir parlamenter demokrasi mecrasına akıtılırsa, bu temelde kurulacak yeni rejimin, zaten geleneksel olarak güçlü olan orduya dayanacağına şüphe yoktur. Ordunun kitle seferberliği sürecinden yıpranmamış çıkması böylesi bir rejimin tesisini kolaylaştıracaktır. Bu tehlikeler mevcut olmakla birlikte, bu sürecin toprağa yeni tohumlar ekmekte olduğunu, yeni süreçleri ma-
4
Şubat 2011 • sayı: 71
yaladığını da unutmamak gerekiyor. Yakın vadede Tunus ve Mısır’da ne yaşanırsa yaşansın, bu ülkelerde devrimci sosyalist fikirlerin canlanacağı ve bu temelde yeni yeni kadroların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Dolayısıyla süreç önderlik sorunu nedeniyle önemli bir handikapa sahipse de, diyalektik olarak sürecin kendisi de, bu sorunun çözümü için geçmişe göre daha elverişli bir ortam ve olanaklar doğurabilir. 2000’li yıllarla birlikte içine girilen kapitalizmin tarihsel bunalımı ve yeni sınıf mücadeleleri döneminde, Tunus ve Mısır’daki halk isyanlarıyla yeni bir sayfa açılmıştır. Bu sayfa sadece Tunus ve Mısır’la kapanmayacaktır. Buralardaki emekçi kardeşlerinin korku duvarını yıktığını gören diğer Arap halklarında ve civar ülkelerde sınıf mücadelesinin yeni yükselişlerinin yaşanması büyük olasılıktır. Nitekim Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde başlayan hareketlilik ve Ürdün kralının isyan korkusuyla hükümeti görevden alması bunun bir göstergesidir. Kapitalizmin krizinin ve tüm dünyada emekçi kitlelere saldırısının sürdüğü düşünüldüğünde, çok uzak olmayan bir gelecekte, Asya halkları da bu sürece yeni sayfalar ekleyeceklerdir. Türkiye’nin de içinde olduğu bu coğrafyada yaşanacak yeni sınıf mücadeleleri tüm politik atmosferi değiştirecektir. Bu da sınıf devrimcilerinin daha büyük bir azimle çalışmasını gerektirmektedir. Zira işçi sınıfı ve emekçi kitleler içine kök salmış devrimci bir öncü örgütlenmeyi bu tür devrimci kalkışmaların öncesinde var etmenin hayati önemi bir kez daha görülmektedir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
sayı: 71 • Şubat 2011
marksist tutum
Üç Tunuslu Gençle Sohbet Ettik A
tatürk Havalimanı’nda Tunus’taki isyan nedeniyle ülkelerine dönemeyen bir grup Tunusluyla bir söyleşi gerçekleştirdik. Dış hatlar kapısından girer girmez onları tanıdık. Kalabalıktılar. Kimisi bekleme salonunun koltuklarında, kimisi yerde oturuyordu. Çok yorgun ve uykusuz olsalar da yüzleri gülüyordu. Yanlarına gidip kendimizi tanıttık. Onlara ülkelerindeki ayaklanmayı ve bu ayaklanmaya dair düşüncelerini sorduk. Bu düşüncelerini Türkiyeli işçi ve emekçilerle paylaşmalarını istedik, sorularımızı sormaya başladık. İçlerinden bir genç bizim soru sormamıza fırsat vermeden hevesle anlattı: “Ben ve bütün halkım Bin Ali’den nefret ediyoruz. 23 yıldır başımızdaydı. Şimdi devrildiği için çok mutluyum. Tunus halkının ne kadar mutlu olduğunu görmek istiyor musunuz? İnternetteki isyan görüntülerine bakın, polisle nasıl çatıştıklarına bakın. Etrafı nasıl ateşe verdiklerine bakın. Herkes olayların Muhammed’in kendini yakmasıyla başladığını zannediyor. Ama bu bizim ilk intifadamız değil.” Sohbet ettiğimiz genç Kehili adında bir üniversite öğrencisiydi. Gözleri çakmak çakmaktı. Bizlere 2002 yılında Refik adında bir gencin aynı şekilde kendisini yaktığını anlattı. Gafsa bölgesinde fosfat madeninde çalıştırılan, bu yüzden kansere yakalanan işçilerin dramından söz etti. Gafsa’da insanlara Tunus’la Libya arasında fosfat kaçakçılığı yapmaktan başka bir iş imkânı sağlanmadığı için isyan eden halkın kanı akıtılmış. Onlar için hapishaneler inşa edilmiş. Orada 2002’den beri hiçbir şey değişmemiş. Üç ay önce bir kez daha isyan gerçekleşmiş. Devrik başkan her iki isyanı da büyük bir acımasızlıkla bastırmış, emekçilere işkence etmiş. Kehili, sömürgecilerin ve emperyalistlerin Bin Ali’yi çok iyi bildiklerini ve geçmişte bastırdığı isyanlar nedeniyle onu Tunus’un başına getirdiklerini anlattı: “Ben bir genç olarak ülkeme döner dönmez daha fazla demokrasi için çalışmaya başlayacağım. Bizim kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. En fazla fakirliğimizi kaybederiz. Ya da iş bulma ümidiyle İtalya’ya kaçak yollarla gitmeye çalışırken ölme özgürlüğümüzü kaybederiz. Oraya gitmeye çalışan gençlerimizin yüzde biri bile İtalya’ya sağ varamıyor.” Sohbetimizin bu kısmında iki Tunuslu daha gelip yanımıza oturdu. Biri İngilizce bilmiyordu. Arapça bilen bir arkadaşımız onunla Arapça konuştu. Yabancı olduğu bir ülkede Arapça bilen biriyle karşılaştığı için mutluydu. Sözünü kesmeye çalışanlara kızarak bir çırpıda şunları söyledi: “Kuyumcuyum. Altın ve gümüş işleyip satıyoruz. Bin Ali rejiminde demokrasi yoktu. İş olanakları yoktu. Bin Ali’nin zenginlerle bir derdi yoktu. O hep küçük üreticilere ve işçilere saldırdı. Demokrasi istiyorum. Hukuk istiyorum. Islahat istiyorum. ” Sözü yeniden Kehili aldı: “Düşünebiliyor musunuz fabrikalarda insanları gece gündüz çalıştırıyorlar. Peki, ya
verdikleri ücret? 70 Dinar, yani 40 Dolar. Kapitalistler sürekli daha fazla ücret sözü veriyorlar. Ama asla tutmuyorlar. İşçi hakkını isterse polisi üzerine salıyorlar. Hatta size şöyle bir örnek vereyim. Tunus Telekom işçileri daha fazla ücret istediklerinde Bin Ali ve hükümet şirkete ücretleri arttırma yasağı koydu. Bu koşullara ilk isyan edenler Tunus İşçiler Birliği Sendikası öncülüğündeki tekstil işçileri oldu. Bizim ülkemizde kime sorarsanız sorun size en çok bilinen iki sloganımızı söyleyecektir. Birincisi, ‘İyi Bir İş Herkesin Hakkıdır, Hakkımızı Gasp etmeyin!’ İkincisi ise, ‘Ekmek, Özgürlük, Bağımsız Vatan!’ Biz bu sloganları haykırmaya devam edeceğiz. Şimdi geleceğe dair daha çok umudumuz var.” Yanımızda oturan üçüncü gencin İngilizceyle bir sorunu yoktu. Onu daha rahat anlayalım diye tane tane konuşuyordu. Onu anladığımızdan emin olmak istiyordu. Hangi dilde söylenirse söylensin anlattıklarının yüreklerimize dokunması onun için önemliydi: “Muhammed’i merak ediyorsunuz. Onun hikâyesi benim de hikâyem. Üniversiteyi bitirdim iki hafta önce. Elektrik teknisyeniyim. Ama tıpkı onun gibi iş bulamayacağımı biliyorum. Her şeyden önce iş istiyorum. Gelecek için tek ümidim saygı duyulacak bir işimin olması. Öyle bir işim olursa gece gündüz çalışırım. Muhammed’in babası Tunus’un Fransa’nın sömürgesi olmaktan kurtulma mücadelesinde yaşamını yitirmiş, ama Muhammed bir iş bile bulamamış bağımsız ülkesinde! Ailesini geçindirmek için sebze satmasına bile izin verilmemiş. Tunus’ta rüşvet vermeden hiç kimse işe giremez. 10 bin dolar ver öğretmen ol, 100 bin dolar ver bakan ol. Kafeler, doktor, mühendis çaycılarla dolu. En iyi doktor iş bulabilirse sizin paranızla 800 lira aylık alır.” Gençler, Bin Ali ve ailesinin yolsuzluklarından ve mafyayla iç içe geçtiğinden söz ettiler. Tunuslu mültecilerin Avrupa’ya giderken başlarına gelenleri anlattılar. Biz bunları konuşurken, verdiğimiz dergiler ve işçi bültenleri Kehili’nin elindeydi. Kapaktaki resim 2007 1 Mayısından bir görüntüydü. Kehili resmi göstererek “Siz çok şanslısınız. Ülkenizde böyle eylemler, gösteriler yapabiliyorsunuz. İşte bizim de ülkemiz için istediğimiz şey bu” dedi. Bunun üzerine bizler de onlara kendi ülkemizdeki şartlardan, 12 Eylül darbesinden, giderek artan yoksulluktan bahsettik. Bizi gülümseten bir cevap verdiler: “Tunus’un durumu daha acil. Önce siz bizim ülkemize gelin. Bizim mücadelemize katılın. Biz kazanınca Türkiye’ye gelip beraber mücadele ederiz.” Etraftaki birkaç Tunuslunun daha katılmasıyla uzayan sohbetimiz akşam yemeğine kadar devam etti. Ekmek arası yiyeceklerini almaya giderken internet üzerinden bağlantı kurmamız için bir sendikanın adresini verdiler. “Biz, Bin Ali’yi devirmiş isyankâr Tunus halkıyız. Bizim deneyimlerimize ihtiyacınız olabilir” diyerek gururlu bir gülümsemeyle bizlere el salladılar.
5
Türkiye’de ve Avrupa’da Öğrenci Eylemleri Oktay Baran
T
oplumsal politizasyonu belirgin ölçüde arttıran 12 Eylül referandumunun hemen ardından üniversitelerin açılması ve türban sorununun tekrar gündeme gelmesi, üniversite merkezli tartışmaların hem kamuoyunda hem de üniversite öğrencileri arasında devamını sağladı. YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasımda ve sonrasında gerçekleşen öğrenci protestoları, burjuva devletin polis terörü ve vahşi saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Öte yandan üniversitelerde devrimci ve Kürt öğrencilere dönük olarak zaten yıllardır devam eden baskı, sindirme ve saldırı politikaları, özellikle taşra üniversitelerinde bu yıl daha da boyutlandı. Gerek burjuva devletin beslemesi durumundaki MHP ve BBP’li faşist çetelerin saldırılarının gerekse de rektörlüklerin organize ettiği sindirme ve saldırı girişimlerinin arkası kesilmedi. Bu koşullarda hükümetin, gerek başbakan, gerek rektörler, gerek YÖK ve gerekse de cumhurbaşkanı aracılığıyla, üniversitelerin sorunlarına sahip çıkıyor görüntüsü yaratmak ve üniversitelerin demokratikleştirileceği söylemini öne çıkartarak sergilediği ikiyüzlü tutumlar, ona dö-
6
nük tepkilerin haklı olarak artmasını beraberinde getirdi. AKP’nin üniversitelerin sermayenin hizmetine nasıl daha iyi koşulabileceğine dönük projelerinin dile getirildiği 27 Kasım ve 4 Aralık Dolmabahçe toplantılarında üniversitelerin demokratikleşmesi üzerine de laf ebeliği yapılırken, toplantı salonlarına girmesine izin verilmeyen devrimci öğrenciler polisin vahşi saldırılarına maruz bırakıldılar. Rektörlüklerin ve düzenin yalakası durumundaki sözde öğrenci temsilcileri cumhurbaşkanının ve YÖK başkanının huzuruna buyur edilip göstermelik toplantılar düzenlenirken, gençliğin ilerici taleplerini öne çıkartan devrimci öğrencilerin payına yine biber gazları, yine coplar, yine soruşturma-gözaltı ve tutuklamalar ve yine terörist olarak damgalanmak düştü. İlerici-devrimci öğrencilerin dile getirdikleri haklı talepler karşısında takınılan tutum, polise ve AKP hükümetine karşı haklı bir tepki doğurdu. Diğer taraftan Kemalist cenah ve AKP karşıtı burjuva medya da bu haklı tepkiyi kendi hanesine yazmak ve onu suiistimal etmek için her türlü gayreti göstermekten geri durmadı.
sayı: 71 • Şubat 2011
AKP’nin kendine demokratlığı Kendi iktidarını tehdit eden anti-demokratik girişimler karşısında ya da yürütme erkini sınırlayan müdahaleler karşısında demokrat kesilen ve “ileri demokrasi” nutukları atan AKP, sıra işçi-emekçilere, Kürtlere ve hele de devrimcilere geldiğinde, zorbalıkta diğer burjuva partilerinden hiç de aşağı kalmadığını göstermektedir. AKP hükümeti, hiçbir çatlak ses duymak istemiyor. İşçilerin, ilerici öğrencilerin ve Kürtlerin taleplerinin sokaklara taşmasını hazmedemiyor. En basit ve en sıradan tepkileri bile göğüslemekten uzak bir tahammülsüzlük sergiliyor. Kendiliğinden tepki ve protestoları ve hatta ıslıklanmayı dahi adli bir kovuşturma konusu haline getiriyor. Bu tür protestolara karşı AKP yetkililerinin ağızlarından dökülen inciler, gösteri ve protesto hakkını da içeren demokratik değerlerin doğasına tümüyle yabancı bir zihniyeti dışa vurmaktadır. Her protestonun ardından, “bunun arkasında bir organizasyon, bir örgüt var” teranesine sarılarak halkı korkutmaya çalışmakla kalmıyorlar, kendi anti-demokratik zihniyetlerini de dışa vurmuş oluyorlar. Başbakan ve bakanlarının eylemci öğrencileri terörist ilan etmesi, 2200 polisin ODTÜ kampusünü basması, diğer üniversitelerdeki polis saldırıları, öğrencilere dönük tutuklama terörü, Anadolu Üniversitesinde kantin boykotu yapan öğrencilere polisin saldırması ve saldırı sonucu ortaya çıkan zararın öğrencilere fatura edilmesi, protestocu öğrencilere verilen cezalar, polise sınırsız arama yetkisinin verilmesi vb… Tüm bunlar ortadayken, polis terörünü, “öğrenciler kamerayı görünce kendilerini yere atıyorlar”, “öğrenciler aşırı şiddet kullandılar”, “asıl saldıranlar öğrencilerdir” gibi şirazesinden hepten çıkmış açıklamalarla mazur gösterme girişimleri, yalnızca bu açıklamaları ya-
marksist tutum
panların halkı aldatmaya çabaladıkları şeklinde değerlendirilemez. Bu tür söylemlerle devrimci öğrencileri hem geniş öğrenci kitlelerden hem de işçi sınıfından daha da yalıtmaya çabalıyorlar. AKP hükümetinin en gerici bakanlarından Cemil Çiçek, devrimci öğrencileri “68 hareketini taklit etmeye meyletmeyin, zira sonunu çok iyi biliyorsunuz” diye tehdit ederken, bir yandan da 68’e duyduğu tarihsel nefreti dışa vurmaktadır. Genel konuşacak olursak, AKP hükümeti de diğer burjuva güçler de, tarihsel deneyimleriyle gayet iyi bilmektedirler ki, gençlik toplumsal muhalefetin barometresidir. Gençlik içindeki kıpırdanışlar çoğu zaman çok daha büyük toplumsal fırtınaların ön belirtileri olmuştur. Bugün Avrupa’da yükselişte olan öğrenci hareketi, oradaki sınıf hareketiyle kolkola yürümekte ve burjuvazinin saldırı politikalarına karşı güçlü bir bariyer oluşturmaktadır. İşte AKP hükümeti bir yandan da emekçilerin ve öğrencilerin Avrupa’da estirdikleri bu rüzgârların korkusuyla önlem almaya çalışmaktadır.
Avrupa’da öğrenci hareketi Son dönemde Avrupa ülkelerinde parlamento binaları kuşatılıyor, parti binaları, büyük tekellerin yönetim merkezleri işgal ediliyor, sokaklar mücadele ateşiyle aydınlanıyor. Üniversite ve lise gençliği, tepkisini, işçi sınıfının tepkisiyle, grevlerle, sendikalarla birleştirerek ortaya koyuyor, taleplerini ortaklaştırıyor. Bu hem öğrenci hareketini güçlendiriyor hem de onun toplumsal meşruiyetine büyük bir katkı sağlıyor. Geçtiğimiz yıllarda Fransa’da lise öğrencilerini de kapsayacak şekilde geniş bir öğrenci hareketi patlak vermişti. Geçen yıl Yunanistan’da öğrenci gençliğin de dahil olduğu Kendi iktidarını tehdit eden antidemokratik girişimler karşısında ya da yürütme erkini sınırlayan müdahaleler karşısında demokrat kesilen ve “ileri demokrasi” nutukları atan AKP, sıra işçi-emekçilere, Kürtlere ve hele de devrimcilere geldiğinde, zorbalıkta diğer burjuva partilerinden hiç de aşağı kalmadığını göstermektedir.
7
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
büyük bir toplumsal yükseliş yaşandı, gösteriler şiddetli sokak çatışmalarıyla sürdü. Avusturya’da, İngiltere’de, İtalya’da ve Hollanda’da onbinleri kapsayan dev öğrenci gösterileri yer yer militan düzeylere ulaştı. Kitlesel ve militan sokak gösterileri eşliğinde üniversite işgalleri büyük bir yaygınlık kazanmış durumda. Gelişen öğrenci hareketi her ülkenin kendi geçmişinin, geleneklerinin ve özgün yönlerinin etkisini kuşkusuz içinde barındırıyor. Sınıfsal kutuplaşmanın, üniversite sisteminin, üniversitelerin emekçi çocuklarına ne denli açık oluşunun vb. etkilerini, gelişen öğrenci hareketlerinde görmek mümkün. Bu faktörler hem üniversite gençliğinin sınıfsal bileşimini belirlemesi bakımından, hem de öğrenci gençliğin gelecek tahayyülleri açısından önemli rol oynuyorlar; böylelikle de, öğrenci hareketinin kitlesellik ve militanlık düzeyini daha baştan belirleyici bir etkide bulunuyorlar. Örneğin İngiltere ve Hollanda’da işçi-emekçi çocuklarının üniversite ve aynı anlama gelmek üzere sınıf atlama hayalleri pek güçlü ve yaygın değil. Üniversiteler toplumun daha elit bir kesiminin çocuklarına hitap ediyorlar (İngiltere’de üniversite harçları 9000 sterline çıkartılmış durumda). Diğer taraftan, örneğin Fransa’da üniversitelerde emekçi kesimlerin çocukları kendilerine daha fazla yer bulabiliyorlar. Fransa’nın müthiş ve keskin sınıf mücadeleleriyle dolu tarihiyle birlikte ele alındığında bu faktör, Fransa’daki öğrenci hareketinin her zaman en militan ve kitlesel özellikleri sergilemesini kolaylaştırmaktadır. Altını çizmek gerekiyor ki, birkaç yıldır dünyayı kasıp kavuran krizin boyutları, öğrenci hareketinin gelişiminde başat bir rol oynuyor. Kriz kuyusunda debelenen burjuvazi, krizin tüm faturasını işçi sınıfına yıkmaya çalışıyor. Bunun anlamı işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi ve tüm sosyal haklarının da tehdit edilmesidir. Dahası sözkonusu saldırılar, işçi sınıfı gençliğinin ve kısa süre sonra işçi sınıfına vasıflı emekçiler olarak dâhil olacak gençlerin geleceğinin de çalınması anlamına gelmektedir. Yüksek harç zamları ve kısılan eğitim bütçelerine karşı
mücadeleyi yükselten Avrupalı gençliğin hareketliliğinin ardındaki temel motivasyon budur. Öyle ki, sermaye hükümetlerinin “eğitim reformu” adı altında yürüttüğü saldırı politikaları, görece halim selim bir öğrenci gençliğin sözkonusu olduğu İngiltere gibi ülkelerde bile sokaklara taşan militan bir tepkiye vesile oluyor. Benzer bir durum kapitalizmin en eski kalelerinden biri olan Hollanda için de sözkonusudur. Kriz yalnızca işçi sınıfının düşük gelirli kesimlerini değil onun görece yüksek gelirli kesimlerini ve küçük-burjuvaziyi de yoksullaştırdıkça, bu kesimlerin çocukları için de gelecek hayalleri sönmeye başlıyor. Bir başka deyişle, krizin derinliği, çeşitli ülkelerdeki öğrenci hareketlerinin özgün boyutlarını ortadan kaldırmasa bile bunları belli ölçüde silikleştirici bir etkide bulunuyor.
Yeni bir 68 mi?
Avrupa’da kimi burjuva ideologlar yeni bir 68 dalgasının kapıda olduğunu söyleyerek burjuva hükümetleri önlem almaya çağırıyorlar. Kapitalist saldırılarla gençliğin geleceğini çalan burjuva düzen, gençlik hareketinin canlanmasından ve bunun işçi hareketiyle birleşmesinden korkuyor. Bu korkuları yersiz de değildir. Gerek büyük ve tarihsel bir iktisadi kriz döneminden geçiyor oluşumuz gerekse de kızışan emperyalist paylaşım kavgası, işçi hareketinin gelişimi ve öğrenci hareketinin radikalleşmesi için nesnel açıdan uygun bir zemin sunmaktadır. Ancak öznel açıdan, yani işçi sınıfının ve gençliğin ileri kesimlerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından bakıldığında durum o kadar parlak değildir. Bugün hem işçi sınıfı hem de öğrenci gençlik, ne 68’deki kadar örgütlü ve bilinçli durumdadır ne de 68’e giden süreçteki gibi bu açıdan bir örgütlenme ve bilinçlenme seferberliği söz konusudur. Türkiye’ye geldiğimizde bu durum çok daha olumsuz bir tablo sergilemektedir. Türkiye’de 60’ların ortalarından itibaren yükselen işçi hareketi ve ona paralel olarak gelişen devrimci gençlik hareketi 70’li yıllarda zirveye çıkmış ama 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle muazFransa’da, Nanterre Üniversitesi Öğrenci Genel Meclisinde grev zam bir yenilgiye uğrayıp ezilmişti. Bu oylaması yenilginin etkilerinin ortadan kalktığını söylemek hâlâ mümkün değildir. İşçi hareketi devrimci bilinç ve örgütlülük açısından halen son derece güçsüzdür. Yıllardır Kürt halkına dönük olarak yürütülen haksız savaşın da etkisiyle ideolojik ve politik olarak felçleştirilmiş durumdadır. Attığı her adım hem sermayenin hem de devlet güçlerinin nezdinde terörizm olarak mütalaa edilmekte ve işçi kitleler bu temelde terörize edilmektedir. Burjuvazinin bu ideolojik saldırısı, proleter devrimcilerin sınıf kitlelerine ulaşmasının önünde halen önemli bir bariyer oluşturmaktadır.
8
sayı: 71 • Şubat 2011
Aynı sorun öğrenci gençlik içerisinde de mevcuttur. Öğrenci gençlik politikadan ve örgütlülükten uzak durmakta, arkası kesilmeyen bir ideolojik propaganda aracılığıyla korkutulmakta ve bir güvensizlik batağında debelenip durmaktadır. Dahası Türkiye’de küçük-burjuva zihniyet halen önemli bir toplumsal ağırlığa sahiptir. Ve bu ağırlık öğrenci gençlik içerisinde giderek artan ölçüde kendisini hissettirmektedir. Kapitalist bencillik ve bireysellik propagandası altında yetişen gençlik içerisinde, küçük-burjuva zihniyetin, sınıf atlama hayallerinin ve kendi sınıfsal konumunun farkında olmayışın ezici ağırlığı sözkonusudur. Bu sonuncu faktör, öğrenci gençliğin içerisindeki emekçi kökenden gelenleri de önemli ölçüde eylemden ve örgütlülükten uzak tutmaktadır. Bunun yanı sıra, işçi sınıfının geniş ve yoksul kesimlerinin çocukları açısından üniversite eğitimi artık ulaşılması güç bir hayale dönüşmüştür. Emekçi çocuklarının üniversite eğitimi alma şansını yakalamış olanlarıysa bu şanslarını çoğunlukla ancak taşra üniversitelerinde kullanabilmekte, ülkenin toplumsal, kültürel ve politik merkezlerinin dışına sürülmüş bir durumda yalıtık bir üniversite yaşamına mahkûm olmaktadırlar. Diğer taraftan altyapısı olmayan ama sayıları hızla artan üniversiteler, öğrenci gençliğin büyük bölümü için tam bir oyalamacaya dönüşmüştür. Ancak bu nesnel durum alttan alta bir tepkiyi de mayalamaktadır. Özellikle son dönemde, taşra üniversitelerinde başlayan kıpırdanmanın ardında yatan dinamik, barındırdığı çelişkilerle birlikte budur. Tüm bunların toplamı olarak nesnel bir değerlendirme yapacak olursak, açıkça söylemeliyiz ki, bugün Türkiye’de kitlesel bir öğrenci hareketinden söz etmek mümkün değildir. Öğrenci eylemleri, yukarıda sıraladığımız nesnel ve öznel etkenlerin bir sonucu olarak, üniversite gençliğinin çok küçük bir bölümüyle, esas olarak da devrimci, sosyalist öğrencilerle sınırlı kalmaktadır. Yüz binlerce üniversite öğrencisi içinde eylemlere katılan kesim en iyi durumda birkaç bin kişiyi bulmaktadır. Bu durum kuşkusuz üniversite öğrencilerinin taleplerinin haklılık ve meşruluğuna en küçük bir halel getirmiyor. Ancak ortada, ayakları yere basmayan küçük-burjuva devrimci çevrelerin ya da devrimci gençliği kendi amaçları doğrultusunda suiistimal etmek için pohpohlayan Kemalistlerin abarttığı ölçüde bir hareketlenme yoktur. Bu noktada, özellikle son dönemde statükocu Kemalist cenahın öğrenci gençlik üzerine oynadığı oyunlara karşı uyanıklığı asla elden bırakmamak gerekir. Onların AKP hükümetini gözden düşürmek adına devrimci gençlik üzerinden politika yapmasına, devrimci gençliğin mücadelesini CHP’nin hanesine kaydetme girişimlerine izin verilemez. Bu noktada CHP yöneticilerinin manipülatif girişimlerine karşı kimi devrimci gençlik çevreleri arasında
marksist tutum
doğru tutumların takınıldığını görmek sevindiricidir. Öte yandan meseleyi sermaye düzenine karşı mücadeleden uzaklaştırarak salt AKP karşıtı mücadeleye indirgeyen ve CHP başta olmak üzere statükocu burjuvazinin peşine takılan sözümona sosyalist çevrelerin, gerek toplumsal planda gerekse de öğrenci gençlik içerisinde göreli bir güç kazanmaları asla yanıltıcı olmamalı. Devrimci sosyalist fikirler temelinde değil sol-Kemalist önyargıları besleyerek kazanacakları böylesi bir güç, sosyalizm davasının hanesine bir kazanç yazılmış olmayacaktır. Öte yandan büründükleri sosyalizm şalından ötürü, solun devrimci kesimleri üzerinde de bozucu bir etki yapacaklardır, yapıyorlar. Bu etkiye karşı durmak devrimci sosyalistlerin en başta gelen görevlerinden biridir. İşçi hareketi bu denli örgütsüz durumdayken, sanki ondan tümüyle bağımsız olabilirmiş gibi, öğrenci hareketinin tıkanıklığının aşılmasından, hele de kitlesel devrimci bir gençlik hareketinden bahsetmek doğru değildir. Benzer şekilde, devrimci örgütler bu denli zayıf ve parçalanmış bir tablo sergilerken, birleşik ve kitlesel bir öğrenci hareketi geliştirmeye dönük zihin jimnastikleri de beyhude bir çabadan öteye geçmeyecektir. Asıl mesele, yukarıda değinilen sorunların çok daha yakıcı ve ciddi bir biçimde işçi hareketi ve sosyalist hareket için geçerli oluşudur. Bu tıkanıklığı aşmadan, farklı toplumsal dinamikler peşinde koşmak, sınıfsal bakıştan ayrılmak anlamına gelecektir. Demek ki, ister öğrenci olsun ister işçi, bugün enternasyonalist komünistlerin tutması gereken ana halka, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi uğruna canla başla çalışmaktır.
9
İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci /1 Utku Kızılok
S
iyasal İslamcı hareket içinde yaşanan değişim ve ayrışma giderek derinleşiyor. Bir zamanlar “adil düzen”den, “mülkün Allaha ait olduğu”ndan, “eşitlik” için şeriattan dem vuran tarikatlar ve tarikat mensupları artık milyar dolarlara hükmediyorlar. İslamcı akımların bağrından doğup gelişen burjuva kesimler özellikle AKP iktidarı döneminde muazzam bir sıçrama yaşadılar, yaşıyorlar. Neredeyse her tarikat kendi sermaye çevresini yaratmış bulunuyor. Dolayısıyla birçok tarikat artık belirli sermaye gruplarını temsil eden bir burjuva harekete dönüşmüştür. Meselâ Nurcu Fethullah Gülen cemaati doğrudan doğruya bir sermaye kesiminin cisimleşmiş halidir. Nakşî Işık tarikatının önderi Enver Ören, İhlâs Holdingin sahibidir. İslamcı akımlardan biri olan Milli Görüş çizgisinden gelenler tekelci sermaye düzeyine gelmiş bulunuyorlar. “İslamcı” ya da “dindar” olarak tanımlanan bu burjuva çevrelerin ülke ekonomisinde tuttukları yer hükümetin desteğiyle genişlemiştir. İslami akımlarda ve tarikatlarda yaşanan bu dönüşüm süreci, büyük sermaye kesimlerinin yanı sıra, İslamcı bir entelijansiya da ortaya çıkartmıştır. Yani çeşitli tekellere hükmeden büyük sermaye çevrelerinden, bürokrasiye yerleşerek iktidarın nimetlerinden yararlanan çok katmanlı bir tabakadan, bunlarla şu ya da bu biçimde kesişen küçük-burjuvaziden, medyada önemli yerlere gelmiş yazar-çizer taifesinden oluşan geniş bir “İslamcı” kesimden söz ediyoruz. İslamcı hareket içinde yaşanan değişim ve ayrışma, simgesel düzeyde kendini sosyal hayatta da dışa vuruyor. Bu yeni yetme İslami burjuva kesimler,
10
zengin muhitlerde ihtişam içinde yaşamaya ve lüks ciplere binmeye özen gösteriyorlar. Dini söylem ve bunun görselliği (en başta da kılık kıyafet) ise, bu burjuva kesimlerin çıkarlarının ve lüks içinde yaşamalarının üzerini örten bir kılıftan başka bir şey değil. İslami hareketlerin ana gövdesinde meydana gelen bu büyük dönüşüm, bir sınıfsal ayrışmayı da beraberinde getiriyor. Her geçen gün daha fazla kapitalist sistemle bütünleşen İslami hareketler ve tarikatların tepe kesimleri, giderek tabandaki yoksul kesimden ayrışıyorlar. Dolayısıyla İslami kesimler, uzun tedrici çözülmelerinin sıçramalı bir evresinden geçiyorlar. Fakat bugün burjuvazi içinde yaşanan iktidar kavgası genel olarak İslami harekette yaşanan sınıfsal ayrışmayı gölgelemektedir. Ancak burjuva kesimler içindeki bu çatışma ilânihaye sürmeyecektir; sürse bile, buradan doğan yanıltıcı sis bulutları dağılacaktır. Süreç, İslami burjuva kesimlerin mazlumların temsilcisi olduğu yanılsamasını parçalayacak yönde gelişmektedir. Kemalist kesimlerin İslami sermayeye yönelik saldırılarını din ve laiklik temelinde yapması, var olan sınıfsal ayrışmanın siyasal sonuçlarının ortaya çıkmasını geciktiriyor. Ama öte taraftan dindar emekçi kesimler içten içe bu İslami burjuvaların kendilerinin temsilcisi olamayacağının farkına varıyor, bunun çelişkisini yaşıyorlar. Bu nedenle yüzeyde görünen asla yanıltıcı olmamalıdır. Çelişkileri biriktiren ve keskinleştiren dip akıntı eninde sonunda kendini açığa vuracaktır. İslami akımların büyük bir bölümünün elit kesimleri tekelci sermayeyle bütünleşirken, buna tepki duyan kimi-
sayı: 71 • Şubat 2011
leri ise sola kaymış ve hatta bazıları anti-kapitalist söylemli bir çizgiye gelmişlerdir. “Müslüman sol” ve “Müslüman sosyalist” kavramları üzerinden dile getirilen görüşler, İslami hareket içinde yaşanmakta olan sınıfsal ayrışmanın bir yansımasıdır. Milli Görüş’ten gelen ve sosyal demokrat söylemli bir programla ortaya çıkan Has Parti bu “Müslüman sol” arayışı kendisine kanalize etmeye çalışan bir girişimdir. Sosyalizm ile İslamın bağdaştığını ileri süren ve kendilerine “Müslüman sosyalist” diyenler de var. Vurgulamak gerekiyor ki, bir dönem komünizme karşı mücadelede aktif bir şekilde kullanılmış İslami akımın bağrında böylesi bir ayrışma yaşanması son derece önemlidir. Nitekim İhsan Eliaçık ve Hayri Kırbaşoğlu gibi İslamcı yazarlar, uzun bir dönemdir burjuvalaşan İslamcı kesimleri şiddetli bir şekilde eleştiriyorlar. Bir dönem Akıncılarla birlikte şeriat için mücadele veren İhsan Eliaçık, kapitalist sömürüyü dini söylemle örtmeye çalışan bu kesimlerin tutumunu “abdestli kapitalizm” tanımlamasıyla teşhir ediyor. “Sosyalizm, modern çağın vicdanıdır. Dolayısıyla modern çağda Müslümanların bir müttefiki olacaksa, bu sosyalizmdir” diyen Eliaçık’ın yazıları, konuşmaları ve tespitleri, sükûtu hayale uğrayan yoksul dindar kesimlerin giderek daha çok ilgisini çekiyor. Tam da bundan ötürüdür ki, tekelleşen İslami kesimlerin sözcüsü olan Hayrettin Karaman, Ali Bulaç, tescilli bir anti-komünist olan Şevket Eygi gibi yazar ve ilahiyatçılar, İslam ile sosyalizmin bağdaşmayacağını ispatlamaya çalışıyorlar. Bu tartışmaya bizzat Fethullah Gülen’in son kitabıyla (Çizgimizi Hecelerken) dâhil olması, İslam ve sosyalizmin bağdaşmayacağını açıklamaya girişmesi de manidardır. Önümüzdeki yıllarda “Müslüman sol” ya da “Müslüman sosyalist” söylemli hareketlerin siyaset sahnesinde daha fazla görünmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Üstelik bu yalnızca Türkiye’de değil, muhtemel ki Ortadoğu’da da yaşanacaktır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmiş enternasyonalist komünist bir önderliğin olmadığı koşullarda, düzene tepki duyan kitlelerin sol söylemli bu tür hareketlere kayacağını söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Yaşanan dönüşümü ve sınıfsal ayrışmayı daha iyi kavramak ve yanlış tutumlardan uzak durmak için, Türkiye’de İslami hareketin tarihsel evrimine yakından bakmakta yarar var.
“Soğuk savaş” ve kabuğunu kıran tarikatlar Cumhuriyetle birlikte hilafet kaldırıldı, medreseler, tekke ve zaviyeler kapatıldı ve eğitim birleştirildi. Fakat sözümona laik Kemalist rejim aynı Osmanlı’da olduğu gibi din kurumunu tekelinde tutmaya devam edecekti. Şeyhülislamlık kaldırılmış ama onun yerine devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı getirilmişti. Medreselerin kapatılması, tarikatların yasaklanması ve dinin devlet tarafından kontrol altına alınması elbette hiçbir şekilde tarikatları ortadan kaldırmadı. Rejimin uyguladığı
marksist tutum
baskılar tarikatların kabuklarına çekilmelerine ve yeraltına geçmelerine neden oldu. Tabanlarını genişletecek aktif bir eylemlilik içine giremeyen ve tek parti diktatörlüğü nedeniyle siyasal alana da uzanamayan tarikatlar, 1950’lere kadar suskun kalacaklardı. Tarikatlar, 1950’den sonra kabuklarından çıkmaya başlayacak, siyasal arenaya girecek, cemaat örgütlenmesi biçiminde kitleselleşecek, ama beri taraftan da tedrici olarak düzene entegre olmaya başlayacaklardı. Çok partili sisteme geçildikten hemen sonra birkaç İslamcı parti kuruldu, ancak gerçekte bu partilerin siyasal bir hükmü yoktu. Tarikatları siyasal arenaya taşıyan, onları kitleleri arkasına yığmak için kullanan ve sistemle bütünleşmelerinin önünü açan Demokrat Parti olacaktı. DP ve Adnan Menderes, geniş kitlelerin desteğini alarak Kemalist bürokrasi ve CHP’nin karşısına güçlü bir şekilde dikilmek istediği için, halkın özgürlük ve demokrasi özlemini seçimlerde bayraklaştırdı. Dinin baskılanmasından, ezanın Türkçe okutulmasından, vergilerden ve jandarma zulmünden dolayı Kemalist diktatörlüğe tepki duyan geniş dindar köylü kitleler, seçimlerde belirleyici olacaklardı. DP, kitlelerin duygularını okşamak amacıyla dini bir söylem kullanmaya özen gösteriyordu. Bu kesimleri arkasına almak isteyen DP burjuvazisi, tarikatlarla bir anlaşmaya gitti. Tarikatlar köylü yığınları dini söylemle DP’nin arkasına yığmak için çalışırken, DP de ezanı Arapçalaştırdı, tarikatlar üzerindeki baskıları kaldırdı, onları parti kademelerine dâhil ederek iktidar nimetlerinden yararlanmalarının önünü açtı. İslami kesimlerin de yardımıyla DP, kitleler nezdinde dini kurtaran parti olarak yükselecekti. Meselenin bir başka boyutu daha var: ABD önderliğindeki emperyalist güçlerin II. Dünya Savaşından galip çıkmasıyla yeni bir uluslararası konjonktür oluşmuştu. Ortaya çıkan uluslararası siyasal dengenin bir tarafında SSCB önderliğindeki sözde sosyalist dünya, öte tarafında ise ABD önderliğindeki emperyalist-kapitalist dünya vardı. Yeni konjonktürün bir parçası olarak, SSCB’yi kuşatmak amacıyla ABD emperyalizminin başlattığı “soğuk savaş”ın en önemli cephe ülkelerinden biri Türkiye olacaktı. ABD emperyalizmi “soğuk savaş” stratejisiyle bir taraftan kapitalist ülkelerdeki komünist hareketi bastırmak ve olası bir işçi devriminin önüne geçmek isterken, öte taraftan da SSCB’yi karıştırarak bizzat içeriden çökertmek istiyordu. Din, bu çerçevede kullanıma sokulan başlıca ideolojik silahlardan biriydi. Stalinist diktatörlüğün Müslümanlara karşı giriştiği zulmü de kullanan ABD emperyalizmi, “yeşil kuşak” projesiyle başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerdeki İslami hareketleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayacaktı. Dolayısıyla DP’nin İslami hareketlerle bağ kurması ve onları anti-komünist bir çizgide konuşlandırması, aynı zamanda “soğuk savaş” stratejisinin de bir uzantısıydı. İslami kesimleri yedeğine alan, komünist tevkifatlarına
11
marksist tutum
Şubat 2011 • sayı: 71
girişen ve azgın bir anti-komünist propagandaya hız veren DP, böylece Kore savaşına asker göndermesinden kaynaklı gelecek olası tepkileri de önlemiş oluyordu. Ne de olsa Müslüman Türk askeri Kore’de “Allahsız komünist”lere karşı savaşıyordu! Gerici bir rol üstlenen İslami akımlar ise, DP üzerinden, “komünist” SSCB karşısında ABD emperyalizminin payandası oluyorlardı. Sonraki yıllarda ise işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastırmaya girişen burjuvazinin elinde karşı-devrimci bir rol oynayacaklardı.
İslamcı hareketin karşı-devrimin hizmetine koşulması 50’li yıllarda yükselişte olan bir işçi hareketi ve sosyalist hareket olmadığı ve daha sonra araya bir de 27 Mayıs girdiği için 1960’ların ortasına kadar İslami hareketler karşı-devrimci rollerini aktif bir şekilde oynayamadılar. Fakat 60’lı yılların ikinci yarısında işçi hareketinin yükselişe geçmesiyle birlikte, bu kez Adalet Partisi etrafında toplanmış İslamcı akımlar sahneye sürüldüler. Nurcuların sözcülerinden Bekir Berk o günlerde şunları söylüyordu: “Komünizmi durdurmak ve ona karşı tedbir almak iddiası samimiyse, tek çare dine sarılmak, İslam’a kuvvet vermek… Müslümanların ellerindeki ayaklarındaki zincirleri çözmek ve serbest bırakmak gerekir…”1 SSCB’yi kuşatmak ve Müslüman ülkelerdeki sosyalist mücadeleleri bastırmak amacıyla ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde, 1962’de, Mekke’de, Dünya İslam Birliği (Rabıta) kuruldu. Türkiye’nin de dâhil olduğu Rabıta’nın hedeflerinden biri de, İsrail’e karşı giderek sertleşen Filistin halkının mücadelesini kontrol altına almak, bu bölgenin SSCB nüfuzuna girmesinin önüne geçmekti. Bugünlerde Filistin halkının haklı davasını riyakârca kullanan İslami etiketli burjuva çevreler, 1960’larda sol söylemli FKÖ önderliğinde İsrail’e karşı verilen mücadeleye sırtlarını dönüyorlardı. 1970’lerin başına kadar neredeyse tüm İslamcı kesimler Adalet Partisi (AP) etrafında toplanmış bulunuyorlardı ve AP’nin il ve ilçe teşkilatları İslamcı karşı-devrimci güçlerin aktif bir örgütlenme merkezine dönüşmüştü. Bunun yanı sıra, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği gibi örgütler en merkezi yapılanmalar olarak öne çıkıyorlardı. Örneğin o dönem aktif bir anti-komünist militan olan Fethullah Gülen nasıl örgütlendiklerini şöyle anlatıyor: “Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretimizle açılacaktı… Ben bir vaazdan sonra anons ettim, gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”2 1969’da devrimci öğrencilerin ABD deniz kuvvetlerine bağlı 6. Filo’yu protesto gösterilerine, “yaşasın İslam, Allahu ekber” nidalarıyla saldıran bu karşı-devrimci çete-
12
6. Filo’yu protesto gösterilerine saldıran İslamcı ve faşist güçler, tarihe Kanlı Pazar diye geçen olaylarda iki devrimciyi katlettiler ve onlarca kişiyi yaraladılar
ler, tarihe Kanlı Pazar diye geçen olaylarda iki devrimciyi katlettiler ve onlarca kişiyi de yaraladılar. Emperyalizmin vurucu silahına dönüşen İslamcı hareketin tutumunu, olaylardan sonra Şevket Eygi şu şekilde açıklıyordu: “Bu Moskof itine ‘HOŞT!’ demek lazım. … Rusya ve Çin Allah’ı inkâr ediyor; Amerika ise Allah’a inanıyor. … Amerika ehvendir, ehaftır [hafiftir]. Rusya kızıl kafirdir, Amerika ise ehli kitaptır.”3 Komünizme karşı mücadelede camiler, Kuran kursları ve onlarca dernek karşı-devrimci örgütlenmenin bir uzantısı durumuna getirilmişti. Gençliğin devrimci mücadeleye kaymaması ve devrimci gençlik hareketinin bastırılması amacıyla bir taraftan İmam Hatip çıkışlıların üniversiteye girmelerinin önü açılırken, diğer taraftan da İmam Hatip okullarının sayısı artırılıyordu. İmam Hatip okulları adeta İslami akımlara kadro yetiştiren bir üs konumundaydı. Meselâ 1951’de 7 olan İmam Hatip okul sayısı 1975’e gelindiğinde 130’a çıkartılmıştı ve bu sayı ilerleyen yıllarda sıçramalı bir şekilde artacaktı. Nitekim bugün başta Başbakan Erdoğan olmak üzere İslamcı hareketin en temel kadroları o dönemin İmam Hatip okullarından mezundurlar. 1970’lerden 1980’lere uzanan süreçte İslami akımların yanı sıra, yine bizzat devlet eliyle palazlandırılan faşist hareket de –ve esas olarak faşist hareket– işçi sınıfının yükselen mücadelesinin karşısına dikilecekti. Bu dönemde Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas’ta Alevilere ve devrimcilere dönük saldırıların başını esas olarak MHP’li faşistler çekti. Ancak bu saldırılarda Sünni kitleler İslami sloganlar
sayı: 71 • Şubat 2011
eşliğinde galeyana getirilmekte ve özellikle Anadolu şehirlerinde çoğu zaman faşistler ile İslamcı kesimler arasındaki çizgiler silikleşmekteydi. Yıllar ilerleyip de artık ABD’nin “yeşil kuşak” projesine ve dolayısıyla İslami akımlara ihtiyacı kalmadığında ve hatta bu kesimleri karşısına aldığında, İslamcı kesimlerden kimileri Kanlı Pazar türü olayları sorgulamaya başlayacaklardı. Bugün AKP hükümetinin önde gelen savunucularından Mehmet Metiner, 1980’lerin sonuna doğru şunları yazıyordu: “Açık açık şunu diyorum: ABD emperyalizmini protesto etmek üzere Taksim’de toplanan sosyalistleri bastırma işi ne yazık ki Müslüman kitlelerle yapılmıştır. Müslüman kitleler dini duyguları tahrik edilerek ve yanlış yönlendirilerek sokağa sürülmüştür. Bu açıkçası bir provokasyondu.”4
İslami hareketler, devlet ve askeri darbeler İlerleyen yıllarda devletin gadrine uğradıklarını söyleyecek olan İslami akımlar, önceki dönemlerde işçi hareketi karşısında emperyalizmin ve burjuva devletin sopasına dönüşmüşlerdi. İstisnalar bir kenara bırakılacak olursa, ana akım İslami yapılanmalar devlete ve Kemalist rejimin bir uzantısı saydıkları orduya methiyeler düzmekteydiler. Doğrudan devrimci yükselişi ezmek üzere örgütlenen 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerine karşı aldıkları tutum, bu gerçeği bir başka açıdan gözler önüne seriyor. Örneğin 10 Şubat 1971’de Nurcu gazete Yeni Asya, hürriyetin, istikbalin, din ve imanın, haysiyetin bekçileri olarak gördüğü şerefli paşaları, devrimci harekete müdahale etmeye çağırıyordu. Milli Görüş çizgisinin önde gelen temsilcilerinden birisiyse, 12 Mart’ı şöyle değerlendiriyordu: “12 Mart’ta ordumuz yetişip durdurmasaydı, mevcut siyasilerin elinde millet ve memleketimiz karanlık bir uçuruma yuvarlanırdı.”5 Ana akım İslami çevrelerin bu devletperest tutumu, 1980 darbesinde daha fazla öne çıkacaktır. Fethullah Gülen, Sızıntı dergisinde takma isimle yazdığı yazılarda 12 Eylül faşizmine ve orduya övgüler yağdırmaktadır: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”6 Yazının devamında, ümitlerinin tükendiği yerde Mehmetçiğin Hızır gibi imdada yetiştiğini belirtiyordu, iyi ki darbe olmuştu! Askeri faşist darbe yüz binlerce devrimciyi, işçiyi, sen-
marksist tutum
Erbakan’ın MSP’si 1970’lerde Demirel’in AP’si ve Türkeş’in MHP’siyle iki kere koalisyon hükümeti kurdu
dikacıyı ve solcu aydını cezaevlerine doldurup işçi sınıfının örgütlü yapılarını dağıtırken, İslami akımlarınsa önünü açacak ve besleyecekti. Kenan Evren neredeyse gittiği her yerde Kuran’dan ayetler okuyarak halkın dini duygularına sesleniyordu. Meselâ bu dönemde İmam Hatip okullarının hızla artırılması asla bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyordu. Amaç sosyalist hareketin yeniden güçlenmesinin önüne geçmekti. Bu devlet ve İslami akımlar işbirliğinin sonuçlarından biri, İslami akımların büyük çoğunluğunun 1982 anayasasını desteklemesi oldu. Kadiri tarikatı lideri Haydar Baş’a göre (şimdilerde Bağımsız Türkiye Partisi), bu darbe anayasası solcu gençliği kontrol altına almıştı. Ana akım İslami kesimlerin zihin dünyasında demokrasi, hak ve özgürlüklerden ziyade devletçilik egemendir. Nitekim ta Osmanlı’dan gelen bu devletçi refleks, günümüzde AKP hükümetinin, işçi hareketi, Kürt halkı ve azınlıkların hakları konusundaki tahammülsüz yaklaşımları üzerinden kendini dışa vurmaktadır. İslami akımların ümmetçi söylemi genel olarak hep yanıltıcı olmuştur. Çok açık ki, burjuvazinin ortaya çıktığı ve kendi çıkarları için ulus-devletini kurduğu kapitalizm çağında ümmetçilik içi boş bir söylemden başka şey değildir. Bu ümmetçi söylemin altında milliyetçilik vardır. Tam da bu devletçi ve milliyetçi refleksin bir sonucu olarak, Kemalist rejimin “irticaî” diyerek ezdiği Şeyh Sait hareketi karşısında sessiz kalmışlardır. Önemli bir kısmı hâlâ sessizdir. Bunun nedeni Şeyh Sait’in İslamcı olmayışı değil, Kürt olmasıdır.
İslami sermaye sahneye çıkıyor Kapitalist gelişme temposu hızlanıp pazar büyüdükçe İslami akımların bağrında da bir sermaye kesimi peyda olacak ve siyaset sahnesinde yerini alacaktı. Ancak 1950’den 1960’lara uzanan süreçte gözle görünür bir “İslamcı sermaye” kesiminden söz etmek pek mümkün değildir. DP dönemi, bir taraftan büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin palazlandığı ama öte taraftan da sanayiye aktarılacak bir sermaye birikiminin oluştuğu dönemdir. Bu dönemde
13
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
İslami kesimden gelen ve iktidarın nimetlerinden yararlananlar, daha ziyade taşrada küçük ticaretle uğraşmaktadırlar. 1960 ilâ 1970 arası dönemde Türkiye kapitalizmi sıçramalı bir gelişme göstermiş ve tekelleşen sermaye mali sermaye düzeyine yükselmiştir. Elif Çağlı, bu dönemin özelliğine şu şekilde dikkat çeker: “Çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye, kabaca ‘70 dönemeci diyebileceğimiz bir tarihsel kesitte bir mali sermaye sentezine ulaşarak eski döneme son noktayı koymuştur. … Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir.”7 İşte bu dönemeçte, Anadolu’da gelişen İslamcı küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri iktidardan daha fazla pay almak için öne çıkmaya başladılar. Nitekim 1968’de Necmettin Erbakan’ın Türkiye Odalar Birliği başkanlığına seçilmesi bunun bir yansımasıydı. Erbakan’ın şu sözleri meseleyi yeterince açıklıyor: “Ekonomik mekanizma büyük kent tüccarlarından yana işlemekte, Anadolu tüccarı kendilerini üvey evlat olarak bilmektedir. İthalat kotalarından aslan payı üç dört kentin tüccarına ayrılmaktadır. Anadolu bankalarında toplanan mevduatı, Anadolu halkı yatırmakta, ama bu para kredi şeklinde büyük kent tüccarına verilmektedir. Odalar Birliği tümüyle komprador-mason bir azınlığın vasıtası halinde çalışmaktadır. Koca teşkilat komprador ticaret ve sanayinin kontrolü altındadır. O halde önce idare heyetine girelim ve Odalar Birliği’ni Anadolu tüccar ve sanayisinin de hizmetine yarar bir hale getirelim dedik.”8 Ancak büyük sermaye kesimleri, Anadolu’nun bu alttan gelen küçük ve orta burjuva kesimleriyle pastayı paylaşıma yanaşmayacak ve Erbakan’ı Odalar Birliği koltuğundan Demirel eliyle tasfiye edeceklerdi. Bunun üzerine AP’den kopan kesimler, 1970’te Erbakan önderliğinde, Nakşibendî tarikatı şeyhi Mehmet Zait Kotku’dan icazet alarak Milli Nizam Partisini (MNP) kurdular. Yani MNP bizzat bir tarikatın uzantısı olarak siyaset sahnesine çıkıyordu. MNP, hem tarikat hem de tarikatlarla organik bir ilişkisi olmayan dindar sermaye çevreleri için bir platform olacaktı. Aslında Anadolu’nun dindar küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri tarikatların İslami söyleminde kendi ideolojik silahlarına kavuşurken, tarikatlar da bu sermaye çevrelerinin varlığında, üzerinde yükselecekleri ve meşruiyet sağlayacakları ekonomik güce kavuşmuş oluyorlardı. Nitekim Milli Görüş tanımlaması ve söylemi bu örgütlenmenin mahiyetinin bir dışa vurumudur. Böylece dindar sermaye kesimleri tarikatlara doğrudan girmek zorunda kalmadan, tarikatların bağrından gelen sermaye çevreleriyle Milli Görüş çatısı altında birleşiyorlardı. İstanbul’daki büyük burjuva çevreler gibi Batı sermayesiyle bağ kurma imkânı yeterince olmayan ve doğrudan Batı sermayesinin bir uzantısı haline gelmeyen Anadolu’nun küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri, yerli
14
sanayi vurgusu yapmaktaydılar. Yani devletin bizzat ağır sanayi yatırımlarına girişmesini ve kendi önlerinin açılmasını istiyorlardı. Erbakan’ın dilinden düşürmediği “ağır sanayi hamlesi” söylemi, bu kesimlerin arzularının siyasal alana taşınmasından başka bir şey değildi. O güne kadar DP-AP içinde yuvalanan tarikatlar ve söz konusu sermaye kesimleri, kitlelere yönelik ideolojik çerçevesi çizilmiş bir söylem geliştirmemişlerdi. Fakat yeni örgütlenmeye uygun bir ideolojik çerçeve artık kaçınılmazdı. Nitekim siyasal arenaya kendi partileriyle çıkan bu sermaye çevreleri, İslamı kendi çıkarlarının ideolojisi haline getireceklerdi. Süreç ilerleyip Milli Görüş çizgisindeki partiler güçlendikçe İslami söylemi daha da ağırlaştıracaklardı. Elbette biz Marksistler için bu şaşırtıcı değil: Zira iktidar olanaklarından yararlanmak isteyen bu sermaye çevreleri, geniş dindar kitlelerin oylarını almak istiyorlardı. İslami söylemi öne çıkartarak geniş kitlelerin dini duygularına seslenme kısa zamanda etkisini gösterecekti. Dini hassasiyeti güçlü kitleler için bu kez karşılarına gelen DP ya da AP gibi sistemin merkezindeki partiler değil, kendi içlerinden çıkan ve dolayısıyla diğerlerine göre kendilerine daha yakın olan dindar kimselerin kurduğu bir partiydi. Araya giren 12 Mart darbesinden sonra, 1973’te yapılan seçimlerde Milli Selamet Partisi (MNP kapatıldığı için MSP kurulmuştu) oyların %11’ini alarak 48 milletvekili çıkardı. Bir milyon 250 binden fazla kişi MSP’ye oy vermişti. MSP 1980’e uzanan süreçte önce Ecevit’in CHP’siyle, daha sonra da iki kez Demirel’in AP’si ve Türkeş’in MHP’siyle koalisyon hükümeti kurdu, üç kez iktidar ortağı oldu. Böylece İslami burjuva çevreler iktidarın olanaklarına bir biçimde ulaşmış ve sermaye birikimlerini artırmış oluyorlardı. Bu dönemde Arap ve diğer İslam ülkelerinin burjuvalarıyla işbirliği yapmaları ve yatırım için sermaye elde etmeleri, bu kesimin elindeki sermaye birikimini yoğunlaştıracaktı. 1980’lerde Özal’ın teşvikleriyle önleri daha da açılan İslami sermaye kesimleri, bu döneme metalden tekstile, gıdadan inşaata ve bankacılık sektörüne değin önemli alanlarda yer tutarak girmişlerdi. (devam edecek) ________________________ 1
akt: Faik Bulut, İslamcı Örgütler, Tümzamanlar Yay., s.705
2
akt: Mustafa Peköz, Türkiye’de Politik İslam’ın Gelişimi, Gün Yay., s.54
3
Şevket Eygi, Kıblemize Havlayan Köpekler, Bugün Gazetesi, 30 Mart 1969
4
akt: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis Yay., s.158
5
Hasan Aksay, akt: Oral Çalışlar, RP: Nereden Nereye, Pencere Yay., s.37
6
akt: Ruşen Çakır, age, s.106-107
7
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.248
8
akt: Oral Çalışlar, age, s. 22-23
Tahliyelerin Aynasında Burjuva Hukuku Selim Fuat
C
eza Muhakemesi Kanununun ağır ceza mahkemelerini ilgilendiren suçlarda tutukluluk süresini 5 yılla sınırlayan 102. maddesinin ve “terör” suçlarında bu sürenin sınırını 10 yıla kadar uzatan 252. maddesinin yürürlüğe girmesi, siyasetin gündeminde yer almaya devam ediyor. Bu maddelerin yürürlüğe girmesiyle başta Hizbullah davası sanıkları olmak üzere 2 Ocaktan itibaren tahliye edilenler üzerinden yoğun bir tartışma yürüyor ve özellikle de burjuvazinin çatışan iki kesimi şimdi de bu vesile üzerinden kozlarını paylaşıyor. Aslında Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) tutuklama sürelerine sınır getiren bu maddeleri yeni değil. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren CMK’da bu maddeler bulunmasına rağmen, devam eden davalarda “sorun yaşanmaması” gerekçesiyle 102. maddenin ilgili bölümünün yürürlüğe girme tarihi önce 1 Nisan 2008’e ertelenmiş, daha sonra bu tarih aynı gerekçeyle 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Hükümet bir yandan uymak zorunda olduğu uluslararası sözleşmelerden kaynaklı yükümlülüğü gereği, diğer yandan da yargıda yapmak istediği değişiklikleri hayata geçirmek için vesile görerek bu maddenin yürürlüğe girmesini erteleme yoluna bu kez gitmedi. Ama bu durum, kısa süre öncesine kadar Ergenekon davası sanıklarının uzun tutukluluk sürelerini eleştiren statükocu
kesimlerin hükümeti eleştiri yağmuruna tutmasına sebep oldu. Kılıçdaroğlu, hükümeti, istinaf (bölge adliye) mahkemelerinin kuruluşunu hâkim ve savcı yetersizliğini gerekçe göstererek engellemekle ve böylece yargıdaki yavaşlığı sürdürmekle eleştirdi. Kılıçdaroğlu böyle söylüyordu ama istinaf mahkemelerinin kurulmasının engellenmesi, hâkim ve savcı sınavlarının iptal edilmesi gibi durumlarda Yargıtay ve Danıştay ile ortak davranan kendi partisiydi. Yargıtay bu mahkemelerin kuruluşuna bugüne kadar olumlu yaklaşmamıştı. Meselâ 2007 yılında Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan, istinaf mahkemelerine ilişkin olarak “üniter devlet”in icaplarını hatırlatıyor, statükocu kesimlerden de “eyalet mahkemelerinin temelleri oluşturuluyor” diye itirazlar yükseliyordu. Nitekim bu çevrelerin istinaf mahkemeleri karşısındaki bu mesafeli duruşunu tartışmalar sırasında Cemil Çiçek de hatırlattı ve “Buna bölücülük olur diye karşı çıkanlar olmuştu” dedi. Neticede söz konusu maddeler yürürlüğe girdi. Elbette, maddeler yürürlüğe girmeden, tahliyelerinin önlenmesi için devrimci tutsaklara açılan davaların bir kısmının hızla sonuçlandırılıp mahkûmiyetlere karar verilmesi ihmal edilmedi. Sonuçta Yargıtay’da temyiz süreci devam eden 953 sanık tahliye edildi. Ancak burjuva kesimlerin birbir-
15
marksist tutum
lerinin kalesine gol atma gayretlerinin yarattığı atmosfere burjuva medyanın ikiyüzlü tutumları da eklenince meselenin özüne dair “masumiyet karinesi hiçe sayılmıyor mu”, “on yıl tutukluluk süresi mi olur” gibi sorular gölgede kaldı.
252. madde ve “masumiyet karinesi” 28 Ağustos 1789’da ilan edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 9. maddesi, suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar herkesin masum olduğunu öngörür ki, tüm bu norm artık burjuva ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu ilkeye “masumiyet karinesi” denir. “Masumiyet karinesi” ilkesine göre kamu davasının amacı sanığın suçlu olduğunu ispat etmektir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre bir suçla itham edilen herkes yasalara göre suçluluğu ispat edilene dek masum kabul edilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarına göre de “görevlerini yerine getirirken bir mahkemenin mensupları diğer ilkelerin yanı sıra, sanığın itham edilen suçu işlediği varsayımı ile işe başlamamalıdır; ispat yükü savcılığa aittir ve tüm şüpheler sanığın lehine kullanılmalıdır”. Masumiyet karinesi kendi aleyhine beyan ve delil vermeye zorlanmama hakkıyla da yakın ilişkilidir. Masumiyet karinesine göre, ispat külfeti iddiacıya düşer. Bunun doğal sonucu ise, sanığa susma hakkının tanınması ve bundan sanık aleyhine sonuçlar çıkarılamamasıdır. 2001 tarihli bir kararında AİHM, masumiyet karinesinin uygulama alanını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sanık için aynı zamanda bir güvence teşkil eden suçsuzluk karinesinin suç davasındaki asıl sonucu ve uygulama alanı, esasında, ispat yükümüne ilişkindir: (bir suç işlendiği) iddiasını, makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat iddiacıya (yani suçlayana) aittir. Kural olarak sanık suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. İlkenin doğal sonucu, sanığın şüpheden yararlanacağı; iddianın kanıtlanamaması durumunda da davanın beraatla sonuçlanacağıdır. İddianın ispatı konusunda ciddi bir kanıt başlangıcının bulunmamasına rağmen sanığın olay hakkında açıklamada bulunmaktan kaçınması (susma hakkı) ve başka bazı vakıalardan hareketle suçun sabit görülüp mahkûmiyet kararı verilmesi suçsuzluk karinesinin ihlâlidir”. Burjuva hukukunda genelleşmiş bir ilke olan “masumiyet karinesi” TC anayasasında da anılmaktadır, ancak pek çok durumda rastlanıldığı gibi Türkiye’ye özgü bir yorumla. TC anayasasına göre “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”. Anayasadaki bu “suçlu sayılamaz” hükmü, ilk anda, masumiyet karinesinin klasikleşmiş formülündeki “masum sayılır” ifadesini çağrıştırıyor. Ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü bu ifadeye göre sanık “suçlu sayılamaz” ama “masum” da değildir. Bu katakulli ile yargılama sürecinde sanık hakkında tutuklama gibi güvenlik tedbirlerinin rahatlıkla uygulanabilmesinin
16
Şubat 2011 • sayı: 71
ve tutukluluk sürelerinin de istenildiği kadar uzatılabilmesinin yolu iç hukuk açısından açılmaktadır. Nitekim bugüne kadar da işleyiş bu yönde olmuş, tutukluluk süreleri bir cezalandırma yolu olarak kullanılagelmiştir. Bunun böyle olduğunu en iyi bilenler de devrimci ve Kürt tutsaklardır. Yıllar süren dava süreçlerinde tutuklu kalan devrimci ve Kürt tutsakların sayısının haddi hesabı yoktur. Türkiye’deki tutuklamaların çok büyük çoğunluğu gerekçesiz, haksız, adaletsiz ve uzundur. Masumiyet karinesinin bu biçimde çarpıtılarak yasalaşması, özellikle ikiyüzlü burjuva medyanın yönlendirmesinin de etkisiyle, toplumun geniş kesimlerinde tutuklunun suçlu olarak algılanmasını kolaylaştırmaktadır. Yani burjuva hukukunun genelleşmiş normlarını bile ancak takla attırdıktan sonra kabul edebilen bir hukuk sistemine sahiptir TC devleti. Ancak içinde bulunduğu dünya sistemi onu da genel kabullerin içine girmeye zorlamakta ve değişime yönlendirmektedir. CMK’nın söz konusu maddeleri de bu yüzden yaşama geçirilmek durumunda kalınmıştır. Nedir peki bu maddelerin içeriği? 102. maddede, “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez” denilmektedir. CMK’nın özel yetkili mahkemelerdeki tutuklama süresini düzenleyen 252. maddesinde de, “250. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen suçlar bakımından, kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır” ifadesi yer almaktadır. Burjuva hukuk, egemen sınıf olan burjuvazinin üretim ve mülkiyet ilişkilerini hâkim kılmaya dönük kurallar ve anlayışlar bütünüdür ve ideolojik bir araçtır. Burjuvazi kendi egemenliğini sağlamlaştırmak, değişen ihtiyaçlarının gereğini yapmak için hukuka başvurur. Hukuk kurumunu işçi sınıfı üzerinde bir baskı aracına dönüştürür. Tahliyelerin ardından sürelere dair tartışmalar kızışınca, “yüce” yargı, 102. maddede öngörülen bu süreyi, adli suçlar açısından 2 yıl asıl süre, 3 yıl uzatma süresi olmak üzere toplam 5 yıl olarak yorumladı. 252. maddenin “terör suçlarında bu sürenin iki katı uygulanır” hükmüne dayanarak da 10 yıla çıkardı. Oysa bu yorum burjuva hukukunun sınırlarında bile alabildiğine zorlamadır. Çünkü 102. maddede ağır ceza mahkemelerinin görevine giren işlerde tutuklama süresinin iki yıl olduğu belirtilmektedir. O halde kural iki yıldır. Zorunlu haller bu kuralın istisnası olup, zorunlu hallerde bu süre uzatılabilmekte ve uzatma süresi de üç yılı geçememektedir. İstisna sayılan uzatmanın, kural olan süreden daha uzun olması elbet büyük bir garabettir ama bunun bir de iki ile çarpılıp siyasi tutsakların önüne konulabilmesi garabetle bile tarif edilemeyecek bir şeydir. Tutuklama ceza değil tedbir mahiyetinde bir işleve sahiptir. 5 yıl, 10 yıl gibi tutukluluk sürelerinin tedbir
sayı: 71 • Şubat 2011
marksist tutum
Burjuvazinin hukuku, devrimci tutsakları keyfi biçimde delilsiz, mesnetsiz, sudan gerekçelerle on yıllarca hapislerde süründürme pervasızlığındadır. Ama aynı hukuk, bütün deliller, itiraflar ortadayken, Kürt halkına saldırttığı, işlevini yerine getiremez hale gelip pislikleri ayan beyan görünür olduğunda da koruma altına aldığı Hizbullah kadrolarının davalarını bitirmeme ve böylelikle salıverilmelerini sağlama keyfiyetindedir. olarak düşünülmesi de burjuva hukukunun genel bir ilkesi haline gelmiş olan “masumiyet karinesi”yle tartışmasız biçimde çelişmektedir. Ne var ki, ürettiği ayrımcılık ve eşitsizlik nedeniyle, siyasi davalardan yargılanan tutukluların bu yasanın Anayasa Mahkemesine götürülmesi yönündeki talepleri bile hiçbir mahkeme tarafından kabul edilmemiştir. Özellikle siyasi tutsaklara yönelik tutuklulukla ilgili düzenlemeler ve keyfi uygulamalar devletin niteliğini bir kez daha açık biçimde gözler önüne sermektedir. Ölümcül hastalıklara yakalanmış ve cezaevinde yaşamaları olanaksız hale gelen çok ağır konumdaki hasta tutuklular için bile mahkemeler yıllarca salıverme kararı vermediler. Ailelerin ve avukatların hiç olmazsa son günlerini dışarıda aileleriyle birlikte geçirebilsinler diye tahliyelerini istedikleri hasta tutukluların tahliyesi engellendi ve cezaevlerinden tabutları çıkarıldı. Masumiyet karinesi hiçe sayıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde, sonra adı değiştirilip özel yetkili mahkemeler yapılan DGM’lerde, özel yargılama usullerine, tutukluluk sürelerine, infaz rejimine maruz kalan siyasi tutsaklar AİHM’de TC’yi mahkûm ettirdiler çoğu kez, ama bu mahkûmiyetlerin yaptırımı tazminatlarla sınırlı kaldı. Burjuva medya da bu duruma yıllar boyunca kayıtsız kaldı. Ancak, Ergenekon davası gibi davalarda kendi canları yandığında, aralarından ses çıkaranlar oldu, ama yine tam anlamıyla ikiyüzlü bir tutumla. 102. ve 252. maddenin uygulamaya konulması vesilesiyle ortaya serilen tablo bir kez daha göstermiştir ki, burjuvazi kendi genel ölçütleri dâhilinde bile adil davranmaktan uzaktır. Burjuvazinin hukuku, sanık sandalyesine oturttuğu insanları, özellikle devrimci tutsakları keyfi biçimde delilsiz, mesnetsiz, sudan gerekçelerle on yıllarca hapislerde süründürme pervasızlığındadır. Ama burjuvazinin aynı hukuku, bütün deliller, itiraflar ortadayken, Kürt halkına saldırttığı, işlevini yerine getiremez hale gelip pis-
likleri ayan beyan görünür olduğunda da koruma altına aldığı Hizbullah kadrolarının davalarını bitirmeme ve böylelikle salıverilmelerini sağlama keyfiyetindedir.
Burjuvazinin hukuku Burjuva hukuk, egemen sınıf olan burjuvazinin üretim ve mülkiyet ilişkilerini hâkim kılmaya dönük kurallar ve anlayışlar bütünüdür ve ideolojik bir araçtır. Hukuk özünde egemen sınıfın ideolojisine, gereksinimlerine ve çıkarlarına göre biçimlenir. Burjuva hukuku da soyut kavramlar sistemi değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimidir. Hukuk üretim ilişkileri ve sınıf mücadelelerinin oluşturduğu nesnelliğin üstyapıdaki karşılığı olarak meydana gelir. Burjuvazi kendi egemenliğini sağlamlaştırmak, değişen ihtiyaçlarının gereğini yapmak için hukuka başvurur. Hukuk kurumunu işçi sınıfı üzerinde bir baskı aracına dönüştürür. Bu yüzden liberallerin tüm iddialarının aksine burjuvaların hukuk sisteminden işçiler için adalet sağlamasını beklemek boşunadır. Bunun yanı sıra, burjuvazi ancak hukukun adalet dağıttığı yanılsamasına işçilerin çoğunluğunu inandırarak sistemini ayakta tutabilir. Bugün işçilerin çoğunluğunda ne yazık ki bu yanılsama hâkimdir. Engels’in söylediği gibi, “Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, durumu tam olarak tanıyabilir”. Bu yüzden Marksistlere düşen görev burjuvazinin yarattığı bu yanılsamanın dağılması için burjuva hukukunun işçilere ve devrimcilere reva gördüklerini tüm açıklığıyla ortaya koymaktır. Burjuvazinin hukukunun işçilerin derdine deva olamayacağını, hukuk mücadelesinin son kertede asla bel bağlanamayacak bir şey olduğunu göstermektir.
17
Demokratik Özerklik Tartışmaları Üzerine Suphi Koray
D
emokratik Toplum Kongresi (DTK) 18-19 Aralıkta “Demokratik Özerklik Çalıştayı” düzenledi. Bazı Türk aydınlarının da katıldığı çalıştayda Kürt sorunuyla ilgili temel konular tartışıldı; hazırlanan demokratik özerklik taslağı üzerine görüşler paylaşıldı. Böylelikle 2008 yılından beri dillendirilen demokratik özerklik talebi bir kez daha ayrıntılarıyla ortaya konuldu. Konu Kürt sorunu olunca ve çözüm önerisi de “devletin üniter yapısına” saldırı olarak algılanınca çalıştay tüm dikkatleri üzerine topladı. Çalıştayın yarattığı etki hem Kürt hareketinin ulaştığı düzeyi gösteriyor, hem de Kürt sorununda çözümün kendini dayattığını ortaya koyuyor. Nitekim bu husus taslakta da belirtiliyor: “Artık Türk devleti eski politikayı sürdüremez hale geldiği gibi, Kürt halkı da eski statü altında yaşamak istememektedir.” Açıktır ki, 80 yıllık inkâr ve imha politikasının şekil değiştirmesiyle Kürt sorunu çözülmeyecektir. Gelinen noktada inkâr ve imha politikasına nazaran epey yol alındığı doğrudur. Ancak demokratik bir çözümün gerçekleşebilmesi için daha alınması gereken çok yol var. DTK’nın demokratik özerklik taslağına verilen tepkiler, Türkiye’de burjuva demokrasisinin darlığını gösteren yeni bir örnek olmuştur. Burjuvazinin demokrasisi
18
nalıncı keseri gibi hep kendine yontmaktadır. Kürtlerin taslak halini tartıştıkları demokratik özerklik talebi düzen güçlerinin koro halindeki saldırısıyla karşılaştı. Parlamentosu, düzen partileri, MGK’sı, dar kafalı kalemşorları, yargısı hep beraber taarruza geçtiler. Yargı ilk sahne alanlar arasındaydı. “Demokratik Toplum Kongresi ile herhangi bir siyasi parti arasında organik bir bağ olup olmadığı hususu” Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından incelemeye alındı. Söz konusu olan Kürt sorunu olunca şıpınişi dava açılıyor, ama açılan davalar kağnı hızıyla ilerliyor. Böylece Kürt halkının temsilcileri, belediye başkanları haksız yere uzun süre tutuklu olarak yargılanıyorlar. KCK davasında 152 sanığın 104’ü tutuklu olarak yargılanıyor; bunların bir kısmı neredeyse iki yıldır cezaevinde.
Kürtler ne istiyor? Düzen güçleri ne diyor? Tüm baskı ve saldırılara rağmen Kürt halkı haklı taleplerini savunmaya devam ediyor. Yeri geliyor susturuluyor, yeri geliyor partileri kapatılıyor, yeri geliyor temsilcileri tutuklanıyor. Ama düzen güçlerinin tüm oyalama taktiklerine ve baskılarına rağmen siyasal bir kimlik kazanmış olan Kürt halkı yoluna devam ediyor.
sayı: 71 • Şubat 2011
Tartışılan demokratik özerklik bu durumun bir yansımasıdır. Taslak metinde “siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekoloji ve diplomasi” olmak üzere sekiz başlık üzerinden sunulan demokratik özerklik şöyle tanımlanıyor: “Demokratik özerklik; Türkiye halklarının hiçbir ihtiyacını karşılamayan, Türkiye toplumuna da yük haline gelen ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesini hedeflemektedir.” Taslak metinde özerk Kürdistan’ın siyasal yapısı ise şöyle tarif ediliyor: “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır.” Mahalle, ilçe, il meclislerinde aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen halk özerk meclise temsilcilerini gönderecek. Buradan seçilen temsilciler de Türkiye parlamentosuna gönderilecek. Özetle Kürtler kendilerini yönetmek istiyorlar. Özellikle aşağıdan yukarıya örgütlenme biçimi ve köy komünlerinden bahsedilmesi liberalinden statükocusuna tüm düzen yanlılarını korkutmuş bulunuyor. İşlerine gelince demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan sözde demokratlarımız, kapitalist düzenle bağdaşmayan ifadelerin taslak metinde yer almasına fena halde bozulmuşlar. Tabandan meclisler biçiminde örgütlenmeyi totaliter bir anlayışın göstergesi olarak sunuyorlar. Örneğin çalıştaya katılan Ali Bayramoğlu şunları söylüyor: “Doğrudan demokrasi, komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması inşa etmek bu koşullarda insanı değil, modeli öne çıkarır, doğrudan demokrasi yukarı doğru dikey bir örgütlenme modeliyle karışır, alttan yukarı çıkan bir korporatist sistem doğar.” BDP’nin talepler üzerinde ısrarlı duruşunu ise yanlış buluyor. Bu da Türk tipi aydınların klasik tepeden bakma hastalığıdır: Fazla sesinizi çıkarmayın, mücadele etmeyin, biz size haklarınızı vereceğiz! Anadilde eğitim, seçim barajının kaldırılması, tutukluların serbest bırakılması, statülerinin anayasal güvence altına alınması gibi Kürtlerin en temel demokratik talepleri düzenin şovenist duvarlarına tosluyor. Düzen korosu ikiyüzlüce yalan söylüyor. Kürtlerin Türklerle eşit olduklarını, AKP’de de 70 Kürt milletvekili olduğunu, Kürtlerin her makama gelebileceğini, daha ne istediklerini anlamadıklarını söylüyorlar. Maalesef onların bu yalanlarına ve bilinç bulandırmalarına inanıyor kitlelerin önemli bir çoğunluğu. “Kürt sorunu” denmesiyle sorunun varlığı gerçek anlamda kabul edilmiş olunmuyor. Türkiyelilik üst kimliğiyle de sorun çözülmüş olmuyor. Kürt sorunu bireysel sorunlar çerçevesine indirgenmeye çalışılıyor. Oysa Kürt sorunu bireysel-kültürel haklar sorunu değil ulusal bir
marksist tutum
sorundur. Dolayısıyla tek tek Kürtlerin Kürtçe konuşabilmesi, anayasa karşısında herkesle “eşit” olmaları Kürt sorununun olmadığı anlamına gelmez. Burjuva siyasetçiler topu hep taca atmak istiyorlar ama kendi ceza sahalarına hapsolmuşlardır. Kürt sözcüğünü hiç ağzınıza almazsanız, Kürt olmadığınızı ispatlamaya çalışırsanız devlet partisi CHP’nin genel başkanı bile olabilirsiniz! Kürt halkının bir ulus olarak tanınması ve taleplerinin kabul edilmesi gerekiyor. Bunların hayata geçebilmesi için de anayasal güvence altına alınması gerekiyor. Ancak burjuvazi buna yanaşmıyor. TÜSİAD’ın 40. yıldönümü vesilesiyle BDP’ye yaptığı ziyarette de aynı anlayış söz konusuydu. Ümit Boyner demokratik özerklik ve iki dilli yaşam ile ilgili olarak bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerektiğini belirtti. Türkiye’nin temel sorunlarına dair 1 Martta bir bildirge yayınlayacaklarını duyuran TÜSİAD’ın politikası “tek millet, tek vatan, tek devlet” edebiyatının ötesine geçse de demokratik bir çözümden uzaktır. Sorunun bireysel temelde ele alınmasının sakatlığına dair daha önce şu satırları yazmıştık: “Oysa bir alt kimliğin varlığından söz edilmesi, ancak bu alt kimliğe mensup insanların bu kimliklerini bireysel değil, toplumsal/grupsal düzeyde yaşamalarıyla bir anlam ifade edebilir. İnsanların kendi kimliklerinin bireysel düzeye hapsolması, çok geçmeden bu kimliğin “üst kimlik” içinde erimesi anlamına gelir ki, bu da asimilasyondan başka bir şey değildir.”(Utku Kızılok, Kürt Sorunu: İnkârcılıkta Yeni Arayışlar, MT, Mayıs 2009) Özellikle aşağıdan yukarıya örgütlenme biçimi ve köy komünlerinden bahsedilmesi liberalinden statükocusuna tüm düzen yanlılarını korkutmuş bulunuyor. İşlerine gelince demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan sözde demokratlarımız, kapitalist düzenle bağdaşmayan ifadelerin taslak metinde yer almasına fena halde bozulmuşlar. Tabandan meclisler biçiminde örgütlenmeyi totaliter bir anlayışın göstergesi olarak sunuyorlar. Demokratik özerklik taslağına dair AKP hükümetinin tavrı ezen ulusun despotik tavrıdır. Erdoğan, “Diyarbakır’da bir toplantıda bir bildiri taslağı tartışıldı. Dikkate dahi alınmayacak, ciddiye dahi alınmayacak bu taslak günlerdir tartışılıyor. Bu taslak son derece kasıtlı bir şekilde gündeme taşınıyor. Açık söylüyorum, tehlikeli bir oyun bu. Özerklik tartışması demokratikleşmeyi, Türkiye’nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhıdır” dedi. 2010 yazında Baydemir’in demokratik özerkliğe dair sözleri de benzer tepkilerle karşılanmıştı. Savcılık Baydemir hakkında soruşturma açmış, devlet bakanı Cemil Çiçek ise “organları yer değiştirmiş adam” diyecek kadar pervasızlaşmıştı. Bir taslağın tartışılmasını bile içine sindiremeyenlerin demokrasiden bahsetmeleri Türkiye’nin tarihsel arka pla-
19
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
nıyla doğrudan alâkalıdır. Geç bir doğumla sakat dünyaya gelen TC burjuvazisi beka korkusuyla yaşamıştır hep. Kurucu asker-sivil bürokrasinin beslediği burjuvazi, sıkıştığı her anda bu bürokrasinin kanatları altına sığınmıştır. Kürtler bastırılmış, Rumlar mübadele edilmiş, işçiemekçilere hiçbir hak tanınmamış, gerektiğinde siyaset orduya bırakılmıştır. Burjuva düzenin yapısal sorunları burjuvazinin büyümesinin önünde engelken, asker-sivil bürokrasinin statüsünü korumasının yegâne şartıydı. Ne var ki TC burjuvazisi bu sorunları çözecek adımları atma cesaretini hâlâ gösteremiyor. Onun bu tarihsel korkaklığı özerkliğin tartışılmasını bile tehlike olarak görmesine sebep olmaktadır. Başta statükocular olmak üzere tüm düzen partileri, “vatanın ve milletin bölünmezliğinden” bahsetmekte, “tek millet, tek vatan, tek devlet” vurgusu yapmaktadır. Statüko düşkünü ordu 17 Aralıkta iki dilli yaşam tartışmaları üzerine internet sitesinde bir basın açıklaması yayınladı. “TSK, … Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir” diyen ordu, açıktan tehditte bulundu. 2010’un son MGK toplantısının bildirisinde ise özerklik tartışmalarına dair şu ifadeler yer aldı: “ ‘Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.” AKP ise seçim öncesinde milliyetçi kesimlerin oylarını kaybetmemek için “demokratlık” şalını çıkarmış ve bu tür açıklamalara sıkça başvurur olmuştur. Ancak günü kurtarmak üzere izlenen bu tip politikalar hiçbir burjuva partiyi kurtaramamıştır. CHP’nin Kürt oylarını alabilmek için transfer ettiği Sezgin Tanrıkulu, partisinin iki dilli hayat ve demokratik özerklik konularını tartışmaktan yana olduğunu söylese de, durum hiç de böyle değildir. CHP’deki kadro değişikliği onun seksen yıllık politika anlayışını değiştirmeye yetmez. Nitekim Tanrıkulu’na cevap Kılıçdaroğlu’ndan geldi: “Ama siz özerkliği bir siyasal özerkliğe dönüştürürseniz bu doğru değil, bizim üniter yapımıza aykırıdır.”
Üniter devlet Burjuva siyasetçilerin ağızlarından düşürmedikleri “üniter devlet” standart ya da tek tip ulus-devlet biçimi değildir. Özerklik ve resmi dil ile ilgili meseleler gündeme geldiğinde başta statükocular olmak üzere düzen cephesi farklı dozajlarda olsa da “üniter devlet” efsanesine sarılıyor. Sanki dünyada bütün ülkeler “üniter devlet” biçimlerine sahipmiş gibi bir hava yaratılıyor. Hâlbuki gerçeklik bunun tam tersidir. Nüfus ve coğrafya bakımından büyük devletler federal devletler olduğu gibi, özerk bölgelere sahip üniter devletler de mevcuttur. Üstelik bu devletler ekonomik ve siyasi açıdan da kapitalist dünyanın büyük
20
devletleridir. “Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır.” (Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, MT, Ekim 2009) Kürtler özerklik taleplerini dillendirirken 1921 Anayasası’na, Kurtuluş Savaşı yıllarında verilen sözlere ve AB’nin yerel yönetim kriterlerine vurgu yapıyorlar. Sadece sorunun ulusal boyutları değil, ekonomik ve sosyal boyutları da ele alınıyor. “Öz savunma”, “ayrı bayrak”, “köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri” gibi ifadeler ise en liberal demokratların bile eleştiri oklarına maruz kaldı. Liberal demokratlar demokratik özerkliğin tartışılmasından yanalar. Ama bu konuda Kürtlerin harekete geçmesi pek kızdırmıştır onları. Kürt illerinde tabelalar iki dilde yazılarak fiili olarak iki dilli yaşama geçişin adımları atılıyor. Keza bazı il ve ilçelerde meclisler kurularak demokratik özerklik projesinin adımları atılmaktadır. Kürtler fiili adımlar atmaya başlayınca, Kürt sorununun çözülmesinden yana olan bu “demokratlar”, onlara uslu olmalarını, gerginlik yaratmamalarını, “makul” sınırlar içinde kalmalarını öğütlemeye başlıyorlar.
İki dil Demokratik özerklik kapsamında en çok tartışılan konulardan biri de Kürtçenin kamusal alanda kullanılması ve anadilde eğitim hakkı. Milliyetçi-statükoculara göre Kürtçe kamusal alanda kullanılabilecek yeterliliğe sahip olmadığı gibi, anadilde eğitim ve Kürtçenin kamusal alanda kullanımı bölünmeye yol açar. İki iddia da temelsizdir. Birincisi baskılara ve yasaklara son verildiği takdirde Kürt dilinin bilimsel, edebi ve siyasal alanlarda gelişeceği açıktır. Kaldı ki ulusal sorunun çözümü o ulusun dilinin de kuruluşu anlamına gelir. Nitekim Türkçenin bugünkü haline evrilmesi TC’nin kuruluşundan sonra gerçekleşmiştir. Hatta birçok kelime masa başında uydurulmuştur. İmla kurallarının bile tümüyle oturduğu söylenemez. Ayrıca Türkçe içinde çok sayıda Arapça, Farsça ve Fransızca sözcük de vardır. Dolayısıyla yetersizlik argümanı şovenist ve gerici olduğu kadar, mantık dışıdır aynı zamanda. Bölünme meselesine gelince. Anadilini serbestçe kullanma hakkı tanınmadığı sürece bir birlikteliği yürütmek
sayı: 71 • Şubat 2011
eninde sonunda imkânsız hale gelecektir. Dolayısıyla bu en temel hak, eşitlik ve gönüllülük temelinde bir birlikteliğin zaten ön koşuludur. Anadil hakkının tanınması mutlaka bölünmeye yol açsaydı, bugün resmi dilin olmadığı veya birden fazla resmi dilin bulunduğu ülkelerin yok olup gitmiş olmaları veya çoktan bölünmüş olmaları gerekirdi. “ABD gibi, tanımlanmış bir resmi dili olmayan başka ülkeler de vardır ve bunlar dünya üzerinde ağırlığı olmayan küçük ülkeler de değildir. Meselâ Avustralya, Almanya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkeler. Bunların ilkel, geri ve resmi dil yokluğu nedeniyle kaos içindeki ülkeler olmadığı da açıktır. Demek ki resmi dil olmayınca kıyamet kopmuyor, ülkeler batmıyor.” (Levent Toprak, age) İsviçre ve Kanada gibi birden fazla resmi dili olan ülkeler olduğu gibi, birçok ülkede yerel resmi diller de vardır: “Bu arada resmi dilin sadece ulusal düzeyde geçerli dil anlamına da gelmediğini hatırlatalım. Birçok ülkede ulusal düzeydeki resmi dilin ya da dillerin yanı sıra, yerel olarak tanınmış resmi diller de bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler resmi dil ve tek resmi dil faraziyesinin koca bir efsaneden başka bir şey olmadığını göstermektedir.” (age) Özerklik ve iki dilli yaşama dair şovenist gerici bakış açısı sadece burjuva kesimlerde yer almıyor. TKP 2009’da yayınladığı “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirisinde” resmi
marksist tutum
dilin zorunlu olduğunu ve özerkliğe karşı olduğunu ilan etmişti: “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir.” “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır.” Özünü milliyetçi-devletçi bir anlayışın oluşturduğu bu bildiri Marksizmden kopukluğun en açık örneklerinden biridir. RSDİP’in özerklik konusundaki kararları Marksizmin bu konuya yaklaşımını gayet net bir şekilde göstermektedir: “Ve son olarak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için, ne kadar küçük olursa olsun, tümüyle homojen ulusal bileşime sahip özerk bölgeler yaratmanın son derece önemli olduğu her türlü kuşkunun ötesindedir. Böylece, ülke yüzeyine, hatta tüm dünyaya dağılmış o milliyetten insanlar, söz konusu özerk bölgeye yönelebilsinler, bu özerk bölgeler aracılığıyla birbirleriyle her türden ilişki ve özgür dernekleşmeler geliştirebilsinler. Bütün bunlar tartışmasızdır ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir bakış açısıyla karşı çıkılabilir.” (Lenin, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı içinde, Sol Yay., s.45) Ayrıca Marksistler hiçbir dilin diğerlerinden ayrıcalıklı olmamasını kesin bir şekilde savunurlar ve resmi dile karşıdırlar. Ulusalcı çizgisini bozmayan TKP’nin demokratik özerklik projesine dair görüşleri ise şunlar: “Ülkeyi birbirleriyle cehennemlik bir yarışa girişen bölgelere ayrıştırdıktan sonra ulusal birliğin ne anlamı kalacağını bilemiyorum. Bu emek cehennemini yönetenler bizzat Kürt olunca Kürt sorununun çözülmüş olacağını sananlarınsa, en azından derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim.” (Aydemir Güler, Özerkliğin Ayakları, haber.sol.org.tr) Ulusal mücadelenin varlığını ve kapsamını kabul etmeye yanaşmayan bir anlayışın sonucudur bu. Lenin ulusal sorun bağlamında sorunu ve çözümünü gayet net bir biçimde ortaya koymuştu. Ulusal sorunun çözümü UKKTH’den geçer ki, bu da ezilen ulusa devlet kurma hakkının tanınmasından başka bir şey değildir. Ulusal sorunu ekonomik bağımsızlık meselesine indirgeyenleri emperyalist ekonomizmle eleştiriyordu vaktiyle Lenin. Ancak TKP bunları bilmiyor değil. TKP, milliyetçi tabana gözünü diktiği için nabza göre şerbet vermekte ve Marksizmin fersah fersah uzağında kalmaktadır. Görünen o ki düzen cephesi Kürtlerin taleplerini bastırmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. CHP, Kürt sorununa dair ağzında bir iki şey gevelemeye devam edecek ama statükocu çizgisini koruyacaktır. AKP de her şeyi seçimden sonraya atarak oyalama taktiğini devam ettirecek, milliyetçi oyları kaybetmemek için “tekçi söyleme” devam edecek, Kürt oylarını kaybetmemek için onlara da bir iki güzel laf edecektir. Liberaller ise hırsızın hiç suçu yokmuş gibi ev sahibini eleştirmeye devam edecekler. Tablo gösteriyor ki Kürt halkına tek tutarlı ve samimi destek yine devrimci işçi sınıfından gelebilir ancak.
21
Güney Sudan’da Bağımsızlık Referandumu Berdan Güney
K
ara Kıta’nın en büyük topraklarına sahip olan Sudan’da 22 yıl süren ve 2 milyondan fazla insanın hayatına malolan iç savaş, Güney’in bağımsızlığının oylanacağı bir referandumun yapılmasını içeren antlaşmanın 2005 yılının Ocak ayında imzalanmasıyla sona ermişti. Bu antlaşma, Güney Sudan’ın özerk bir yapıya kavuşmasını ve 2010’da yapılacak seçimlerle “çok partili demokratik yaşama” geçilmesini de kapsıyordu. Antlaşma Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in Milli Kongre Partisi ile Güney’deki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SHKH) arasında imzalanmıştı. SHKH’nin antlaşmayı imzalamasından sonra diğer gruplar da “kapsamlı barış süreci” olarak adlandırılan bu sürece uyacaklarını beyan etmişlerdi. İki devlet arasında kalan ve petrol bölgesi olan Abyei’nin statüsü ile Nil sularının Sudan payına düşen yüzde 18’lik* kısmının nasıl paylaşılacağı ise çözümsüz kalan sorunlar arasındaydı. Güney’e kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyan referandumun yapılmasını içeren anlaşma, bölgeyle ticari ve siyasi ilişkileri olan emperyalist ülkelerin de onayından geçmişti. Emperyalistler ayrılmayı desteklerken, bölgedeki Arap ülkeleri ayrılıktan rahatsız durumdaydılar ve Güney’in ayrılmasını bir kayıp olarak görüyorlardı. Bunlar arasında Mısır ise, yeni devletin Nil sularının yeniden paylaşılmasını isteyen Afrika ülkeleri blokuna katılmasından da endişe duyuyordu. 2005 yılında imzalanan anlaşma iç savaşı sona erdirmekle birlikte bölgenin durulması için yeterli olmamıştı.
22
SHKH’nin o dönem başında olan John Garang Temmuzda Sudan başkan yardımcılığına getirilmiş, daha bunun üzerinden bir ay geçmeden Uganda’ya yaptığı bir ziyaret sırasında helikopterinin nedeni belirsiz bir şekilde düşmesiyle Garang hayatını kaybetmişti. Bundan sonra çatışmalar yeniden alevlenecekti. 2010 Nisanında yapılan seçimlere kadar oldukça sancılı bir süreç geçirdi Sudanlılar. Darfur’da 6 yıl boyunca devam eden katliam ve tecavüz olayları nedeniyle bölgede gerilim yeniden artmıştı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) El Beşir’i suçlu bulan kararından sonra, Beşir geri adım atarak diplomatik ataklara kalkmıştı. Hatta bu çerçevede Türkiye’ye de yolu düşmüş ve istediği desteği AKP hükümetinden koparmıştı. Erdoğan’ın “Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine teslim olmuş olan biri, asla soykırım yapamaz” sözü El Beşir’in yüreğine su serpmiş, Türk hükümetininse meseleye bakışını ortaya koymuştu: Türkiye Sudan konusunda taraftır, bölgeye dair planları olan her emperyalist güç gibi! UCM kararına karşı önce 2005 antlaşmasının tehlikeye girebileceğini söyleyerek diklenen El Beşir, daha sonra, yapılacak referandum ve seçimlere engel olmayacağını açıklamıştı. 2010 Nisanındaki seçimlere katılan Güneyli gruplar ise Kuzey’de oy kullanmayarak referandumdan çıkacak sonucun ilk işaretini vermişlerdi. Ömer El Beşir’in seçimlerden hemen önce Darfur’daki en büyük grup olan Adalet ve Eşitlik Hareketiyle (JEM) ateşkes imzalaması, seçimlerde koltuğunu sağlama aldıktan sonra da seçimleri
sayı: 71 • Şubat 2011
boykot eden gruplar ve bölgeler arasında ayrım yapmayacağını söylemesi Beşir’e karşı uluslararası çapta oluşan havanın yumuşamasına sebep oldu. El Beşir, yaşanan katliamların bizzat uygulayıcısı değilmiş gibi davranarak seçim çalışmalarını “birlik ve beraberliğin sağlanacağı ve her sese kulak verileceği” propagandası üzerinden yürüttü. Böylece El Beşir dünyada kendisine karşı oluşan muhalif havayı yumuşatmayı ve koltuğunu korumayı başardı. Seçim sonuçlarında ayrılığın kaçınılmaz olduğunu gören Beşir, referandumdan ayrılığın çıkması halinde Kuzey’de şeriat ilan edeceğini duyurdu. Yeni parlamentonun belirlendiği ve yerel seçimlerin yapıldığı Nisan seçimlerinde, Güney’in başkanı Salva Kiir, El Beşir’in devlet başkanı yardımcısı oldu. Ve nihayet, Güney’in kaderini belirleyecek olan referandum geçtiğimiz ayın ortalarında Sudan’ın tüm eyaletlerinde gerçekleştirildi. 10 eyaletten oluşan Güney’de halk, kendi kaderini tayin etme hakkını çok yüksek bir oranla ayrılıktan yana kullandı. Güney Sudan’dakilerin yüzde 99’u, Kuzey’dekilerin yüzde 58’i, iç savaş sırasında ülkelerini zorla terk etmek zorunda kalan diasporada ve Çad sınırındaki mülteci kamplarında yaşayan Sudanlıların ise yüzde 100’ü ayrılıktan yana oy verdi. Kullanılan geçerli oyların sayısı yaklaşık 2,5 milyon. Yeni devletin ilan edilmesi için Temmuz ayı beklenecek. 2005’ten bu yana Güney’in fiili başkenti olan Juda’nın statüsü böylece resmileşecek. Sudan’ın ihraç ettiği petrolün önemli bir bölümü Güney’den çıkarılıyor. Fakat petrol rafinerilerinin tamamı Kuzey’de. Üstelik Sudan’ın İngilizlerden bağımsızlığını elde ettiği 1956 yılından bu yana ülkenin en yoksul bölgesi Güney Sudan. Başkent olmaya hazırlanan, ancak altyapısı son derece yetersiz olan Juda bir su şebekesinden bile yoksun durumda. Özel şirketlerin Nil’den çıkardığı su tankerlerle taşınıyor, yüksek fiyatı nedeniyle ancak zenginler tarafından alınabiliyor.
İngiliz sömürgeciliğinin tohumunu attığı Kuzey-Güney çatışması Sudan’da Kuzey-Güney çatışmasının kökeninde, İngiliz sömürgeciliğinin izlediği böl-yönet politikası yatıyor. 1900 yılından bağımsızlığın ilan edileceği 1956 yılına dek İngiliz egemenliğinde olan Sudan’da, İngiltere ülkeyi Kuzey ve Güney olarak iki parça halinde yönetmişti. Müslüman nüfusun daha kalabalık olduğu Kuzey ile Hıristiyanların ve animistlerin daha yoğun olduğu Güney arasındaki din ve etnisite farklılıklarını kendi çıkarları temelinde kullanan İngiltere, böylelikle büyük bir çatışmanın da zeminini yaratmış oldu. 1946’dan itibaren İngiltere Güney’i Kuzey’e entegre etmeye girişti. Arapça ülkenin tek resmi dili olarak kabul edilirken, Müslüman Kuzeyli devlet bürokrasisi Güney’de de baskın hale getirildi. Bu durum Güney’de giderek büyüyen bir huzursuzluk yarattı
marksist tutum
ve 1956’da Kuzey’le Güney arasında bir iç savaşa dönüştü. Bağımsızlığın ilan edilmesinin (1956) öngünlerine denk gelen (aslında sömürgeci İngiliz yönetiminin tüm politikalarıyla kışkırttığı) bu iç savaşta yaklaşık 500 bin kişi hayatını kaybetti. Kuzey’e karşı savaşan kabilelerin bir araya gelmesiyle oluşan Sudan Halk Özgürlük Hareketi (SHÖH) ile Kuzey’deki yönetim arasında, Güney’e daha fazla otonomi verilmesini içeren bir anlaşmanın imzalanmasıyla, bu iç savaş 1972 yılında sona erdi. 1983 yılından itibaren Kuzey merkezli yönetimin (başkent Hartum Kuzey’de bulunuyor) İslami eğiliminin baskınlaşması ve Güney’deki Hıristiyan ve animist halka yönelik baskıları arttırması ikinci bir iç savaşın patlak vermesine yol açtı. Yaklaşık 2 milyon kişinin yaşamını yitirdiği bu savaş, başta da belirttiğimiz gibi, 2005 yılında imzalanan anlaşmayla sona ermiş ve böylece bugünkü referanduma doğru ilerleyen bir süreç başlamıştı. Emperyalistlerin Afrika’ya olan ilgisi zengin petrol ve elmas kaynakları nedeniyle her daim canlı kalmaya devam ediyor. Afrika sınırları emperyalistler tarafından cetvelle çizilen birçok bağımsız ülkeye bölünürken, bu topraklar üzerindeki rekabet, eskisinden farklı olarak daha ince ayak oyunlarıyla zemini hazırlanan, kabileleri birbirine düşüren, soykırıma varacak toplu katliamlarla devam ediyor. Eskinin sömürgeci ülkeleri, bu topraklarda ağalık taslamayı sürdürüyorlar, fakat bunların yanı sıra yeni oyuncular da devreye giriyor. Çin, Rusya, Hindistan ve hatta Türkiye bu bölgeye ellerini atmış yeni aktörlerdir. Emperyalistlerin kurtlar sofrası olan Afrika kıtasında halklar yıllar süren iç savaşların, çatışmaların ve yaşanan dizginsiz sömürünün etkisiyle yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Ancak, kanla sulanmış Afrika topraklarından şimdilerde mücadele sesleri yükseliyor. Tunus’ta ve Mısır’da yoksulluğa karşı açılan isyan bayrağı, halkları yoksulluk içinde kıvranırken kendileri sefahat içinde yaşayan yöneticileri yerlerinden ediyor. Sudan’ın Kuzeyli halkı da El Beşir’e karşı olan tepkilerini çeşitli eylemlerle ortaya koyuyorlar. Fakat El Beşir ve onun gibi diğer diktatörlerin saraylarından defedilip bir daha başa musallat olmalarına engel olmak, yükselen devrimci mücadelenin emekçi sınıfların iktidarıyla taçlanmasına bağlıdır. Sonu gelmez çatışma ve katliamlar, Nil Nehrinin rengini değiştirecek kadar oluk oluk akan kan, bunların müsebbibi olan kapitalizm ortadan kaldırıldığında kesilecektir. ______________________ *
1929’da, İngiliz egemenliği altında yapılan “Nil Sularının Paylaşımı Antlaşması”, 1959’da Mısır’la Sudan arasında yenilendi. Buna göre nehir sularının yüzde 72’sini Mısır, yüzde 17’ini Sudan, geri kalan yüzde 10’luk kısmını ise nehrin geçtiği diğer ülkeler (Kenya, Uganda, Tanzanya, Brundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruanda, Eritre, Etiyopya) kullanıyor. Nil sularının adil bir şekilde yeniden paylaşılmasını isteyen ülkeler kendi aralarında “Daimi Nil Komisyonu” oluşturmuş bulunuyorlar.
23
Proleter Devrimin Nes P
roleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için gereken koşulları bir bütün olarak ele alacak olursak, başlıca üç öncülden söz etmemiz gerekir. Birincisi, genelde dünyadaki üretim koşullarıyla ilgilidir. Üretici güçler, kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesini mümkün kılacak gelişme düzeyine ulaşmalıdır. İkinci olarak, bu tarihsel dönüşümü gerçekleştirmeye niyeti ve yeterli gücü olan bir sınıf fiilen ortaya çıkmalıdır. Yani işçi sınıfı bu köklü değişimi başlatmak için ekonomide yeteri kadar önemli bir rol oynayacak konuma yükselmelidir. Üçüncü olarak da, işçi sınıfı devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış olmalıdır. İlk iki koşul dünya ölçeğinde kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin inşasını mümkün kılacak nesnel temele işaret ederken, son koşul aslında devrimin öznel koşulu anlamına gelmektedir. Devrim sorununda iradeci ya da kendiliğindenci bir konuma sürüklenmemek için proleter devrimin nesnel koşullarıyla öznel koşullarını ayrı ayrı doğru biçimde kavramak gerekir. Dünyanın bir bütün olarak sosyalizme hazır hale gelişi, yani sosyalizmin nesnel koşullarının olgunlaşması, proleter devrimin istenildiği anda gerçekleştirilebileceği anlamına gelmez. Nitekim Troçki de, çağımızın devrimci özelliğinin her an devrimi gerçekleştirmeye, yani iktidarı almaya olanak tanımayacağını belirtmiştir. Çağın “devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalardan, doğrudan devrimci bir durumdan, başka bir deyişle komünist partinin iktidar için çalışmasını kolaylaştıran bir durumdan, faşist veya yarı-faşist karşı-devrimin zaferine … yol açan ani ve sık geçişlerden oluşmaktadır”.1 Gerçekten de devrim kişilerin iradi kararlarına bağlı olarak gündeme girmez. Bunun için devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmış olması şarttır. Bu nedenle, toplumun sosyalist dönüşümünü mümkün kılan nesnel koşullarla, proleter devrimin nesnel koşullarını birbirine karıştırmamak gerekir. Devrimin nesnel koşulu olan devrimci durum, kişilerin ya da örgütlerin ira-
24
desiyle yaratılamaz ve son tahlilde kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizlerle ilintilidir. Lenin genel olarak devrimci durumun belirtilerini üç başlık altında toparlar. Birincisi, “Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa; «üst sınıflar» arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlamaya götüren buhran ortaya çıkarsa.” Bir ihtilalin olması için, genellikle “alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememesi” yeterli değildir. “Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda” olması gereklidir. İkincisi, “Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse”. Lenin’in devrimci bir durumun üçüncü belirtisi olarak dikkat çektiği unsur ise, devrimci örgütlerin müdahalesinden bağımsız olarak işçi sınıfının bizzat nesnel koşullar tarafından eyleme itilmiş olmasıdır. Bu unsuru şu sözlerle açıklar Lenin: “Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, «barış zamanında» kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat «üst sınıflar» tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.”2 Lenin bu koşulların tümünü nesnel değişiklikler, bir devrim durumu olarak adlandırır. İradenin dışındaki bu nesnel değişiklikler olmaksızın, yalnız tek tek gruplar ve partilerin değil, sınıfın da devrim yapamayacağını belirtir. Fakat bir devrimci durumun oluşması bile devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Nitekim Rusya’da 1905 devriminden önce birkaç kez devrimci durum oluşmasına rağmen bir devrim gerçekleşmemiştir. Çünkü bir devrim ancak yukarda belirtilen nesnel değişikliklerin yanı sıra öznel bir değişiklik olduğu zaman ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı, aslında kriz dönemlerinde bile kendiliğinden düşmeyecek olan iktidarı devrimci kitle eylemleriyle yıkabilmek bakı-
nel ve Öznel Koşulları Elif Çağlı
mından yeterince güçlü olabilmelidir. Kısacası, devrimci durumun eski iktidarı yıkacak bir devrime dönüşebilmesi için öznel faktörün yeterince olgunlaşmış olması, yani doğru bir önderliğin varlığı ve işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin yeterliliği gerekir. Evet, genel bir devrimci durum olmaksızın en sağlam bir örgütün bile salt kendi faaliyetiyle bir devrimi gündeme sokması mümkün değildir. Ama diğer yandan unutulmamalıdır ki, emperyalizm çağında kapitalizm devrimci durumlara yol açacak mayalanmayı sık sık yaratmaktadır. Zaten bu nedenledir ki, öznel faktör tarihsel bakımdan belirleyici hale gelmiştir. Bu nedenle insanlığın tarihsel bunalımı gerçekten de devrimci önderliğin bunalımına indirgenebilir. Günümüz koşullarında, partinin ve devrimci önderliğin rolünü küçümseyen oportünist zihniyet Troçki’nin de belirttiği gibi çok ciddi bir tehlikedir. Bütün tarihsel sürecin anahtarının, öznel etkenin yani partinin eline geçtiğini önemle vurgular Troçki. Oportünizm ise, her zaman için öznel etkenin, yani partinin ve devrimci önderliğin rolünü ve bunun önemini azımsamaya heveslidir. İşte, “genel olarak yanlış olan böyle bir tutum, emperyalist çağda kesinlikle ölümcül etkiye sahiptir”.3 Proletaryanın devrimci mücadelesine önderlik etmeye soyunmuş güçler açısından somut durumun doğru biçimde analizi çok önemlidir. Taktikler ona göre belirlenecektir. Örneğin bir devrimci durumun varlığı halinde, kitle mücadelesine kapitalist düzenin yıkılması fikrini aşılayabilecek ve mücadeleyi devrime doğru ilerletecek taktiklerin tesbiti ve uygulanması fevkalâde yaşamsaldır. Mücadelenin artık iktidarın alınmasını ivedi kıldığı düzeyde olgunlaşması, yani doğrudan devrim aşamasına yükselmesi durumunda ise ayaklanma taktiklerini cesur ve basiretli biçimde ileri sürebilmek ve bu doğrultuda gereken fiili hazırlığı yürütmek gerekir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bir devrimci durumla devrimi birbirinden ayıran
katı bir duvar yoktur; bu nedenle devrimci mücadelenin gelişiminin bu iki farklı olgunluk düzeyi arasındaki ilişkiyi asla skolastik mantıkla ele almamak gerekir. Devrimci durumda işçi sınıfının öncü güçlerine düşen görev, “devrimci durum mu, devrim mi” gibisinden ölü tartışmalarla zaman yitirmeyip, devrim hazırlığını elden gelen tüm güçle ilerletmektir. Unutulmamalı ki, devrimci durum gerekli önderliğin olmadığı koşullarda kolaylıkla geri devşirileceği gibi, devrimci öncünün çabasıyla başarılı bir devrime doğru da ilerletilebilir. İşte böylesi kritik durumlarda üzerinde odaklaşılması gereken temel gerçek budur.
Örgütlü mücadelenin yakıcılaşan önemi Devrimin nesnel ve öznel koşulunun anlam ve önemini ve birbirleri üzerindeki diyalektik etkisini doğru biçimde kavramaksızın, işçi sınıfını başarıya götürecek bir devrimci strateji geliştirilemez. Bu sorun ekseninde ortaya çıkmış ve çıkacak olan çarpılmaları iki uçta özetleyebiliriz. Bir uçta, devrimin nesnel koşulunun tek boyutlu yorumlanması ve dolayısıyla sınıfın kendiliğinden isyan potansiyelinin abartılması vardır. Diğer uçta ise, salt öznel koşula aşırı bir önem atfedilmesi ve iradeci yaklaşımların yüceltilmesi yer alır. Aslında proletaryayı zafere ulaştırabilecek olan bir devrimci önderlik anlayışı, kendisini bu iki temel faktörün diyalektik ilişkisinin doğru kavranışı üzerinde temellendirmek zorundadır. Dikkatlice düşünecek olursak, bu diyalektik ilişkiyi doğru biçimde kavramayan siyasal akımların sağ ya da sol çeşitlemelerinin son tahlilde devrimci lafazanlık noktasında buluştuklarını rahatlıkla görürüz. Açıkça reformizmi savunanları bir yana bırakalım. Devrimci çözümü sözde reddetmeyen fakat onun yaşama geçirilmesi bakımından işçi sınıfı içinde gerekli hazırlık çalışmasını yürütmeyen çevreler, genelde işçi sınıfının her kendiliğinden yükselişi-
25
marksist tutum
ni gereksiz biçimde abartırlar. Örgütlenme konusunda sahip olunması gereken devrimci kavrayış, irade ve kararlılık noksanlığının üzeri, neredeyse kendiliğindenliğe tapınma noktasına varabilecek bir devrimci edebiyatla örtülenmeye çalışılır. Keza, sınıf mücadelesinin nesnel koşullarını kavrama kapasitesine sahip bulunmayan ve sınıf içinde sistemli bir çalışma sabrı gösteremeyen çevreler de, kendi eksikliklerini, iradeciliği tek yönlü biçimde abartan keskin devrimci sözlerin ardına saklarlar. Oysa işçi sınıfının Lenin önderliğinde yaratılan Bolşevik çizgisinin ortaya koyduğu gibi, gerçek devrimci hazırlık hiçbir zaman süslü laflarla ve devrimci lafazanlıkla yürütülmemiştir ve yürütülemez. Proletaryanın devrimci örgütlülüğünü sağlama çabası, kararlılık, planlı çalışma ve sabır gerektirir. Gerçek Bolşevikler, devrimci lafazanlara son derece bıktırıcı gelen meşakkatli görevleri devrimci azimle yürütebilenlerdir. Örneğin Lenin, devrimcilerin gerici sendikalarda çalışmamaları gerektiğini savunan Alman sollarının çocukluk hastalığını eleştirmiştir. Gerçek devrimcilerin sınıfın örgütlenmesine hizmet edebilmek için sendikalarda karşılarına çıkarılacak her türlü olumsuz ve zor koşula rağmen mücadelenin bir yolunu bulmaları gereğine dikkat çekmiştir. “Sendikalara girebilmek, sendikalar içinde kalabilmek ve her ne pahasına olursa olsun komünist çalışmayı bu örgütler içinde yürütebilmek için bütün bunlara göğüs germek gerekir, her türlü özveriye katlanmak, (eğer gerekirse) savaş hilelerine başvurmak, gizli eylem yöntemlerini uygulamak gerekir.”4 Gerici sendikalar bir yana, zaten genel olarak sendikaların işçi sınıfının devrimci politik örgütüne kıyasla pek çok geri ve uzlaşmacı yön içerdiği açıktır. Nitekim Lenin de sendikalarda çalışmanın önemine vurgu yaparken bu malûm hususları sıralamış, fakat tüm bunlara rağmen, sendikalarla işçi sınıfı partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan hiçbir yerde proletaryanın gelişiminin sağlanamadığına işaret etmiştir. İşçi sınıfının kurtuluşunun bizzat sınıfın kendi eseri olması gerektiğini söyleyen Marksist
26
Şubat 2011 • sayı: 71
kuralın nasıl yaşama geçirilebileceğini derinden kavramış bir devrimci liderdi Lenin. Sözde daha keskin bir devrimcilik adına, öncü devrimci güçlerin sınıfın mevcut kitle örgütlerinde çalışmamaları, sendikalara burun kıvırmaları durumunda ortaya çıkabilecek yegâne sonuç, sınıfın kitlesinin gerici, kaypak, uzlaşmacı sendika bürokratlarının ellerine teslim edilmesi olur. Önümüzdeki dönem, artık sorumsuzluk derecesine varan bir devrimci lafazanlıkla hiç mi hiç bağdaşmayacak denli önemli görevlerle yüklü bir dönem olacak. II. Dünya Savaşı sonrasındaki uzun yükseliş dönemi boyunca işçi sınıfına tavizler verebilen kapitalist sistem şimdi şiddetli bir kriz içinde kıvrandığından, sosyal bütçelerdeki kesintiler ve işçi haklarına yönelik saldırılar sürecin egemen karakteri haline gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun bir dönem reformizme hayat vermiş olan toprak kaymaktadır artık. Bu durumun işçi sınıfının bilincine yansıması, dünyada kitle hareketlerindeki görece yükselişte kendini açığa vurmaktadır. Ne var ki nesnel koşulların değişikliğe uğramasıyla birlikte, öznel koşulların da bu yeni dönemin gerektirdiği doğrultuda kısa vadede ve kolay biçimde değişeceğini ummak saflık olur. Reformist ve sınıf uzlaşmacı anlayış özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı örgütlerine o denli derinden nüfuz etmiştir ki, bu örgütler açıkça dönemin görevlerinin gerisinde kalmaktadırlar. Bu durum işçi sınıfının öncü kesimlerinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor olsa da, örgütlenmemiş bir hoşnutsuzluğun bir çırpıda her şeyi değiştirebilmesi asla mümkün değildir. Sınıfın ileri unsurlarının atılımı temelinde yeni bir örgütsel canlanışın başlatılabilmesi bile, bu uğurda planlı, kararlı ve sistemli bir mücadele yürütecek örgütlü unsurlara ve özellikle onların devrimci nitelik ve azmine bağlı olacaktır. Bu türden bir örgütlülük temelinde işçi hareketinde sağlıklı bir yükseliş sağlanamadığı sürece, savaş karşıtlığı gibi nedenlerle ileriye atılabilen kitle hareketlerinin yine aynı kolaylıkla geriye çekilmesi kaçınılmazdır. Bu yakıcı gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda, dünya işçi hareketinin gerçek bir yol ayrımıyla yüzyüze bulunduğunu söylemeliyiz. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde geçmiş dönemin yerleştirdiği uzlaşmacı, reformist ve uyuşuk önderlikler ve zihniyetlerle artık bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır. Marx, proletaryanın görevinin sadece sermayeye direnmek değil, onu yıkmak olduğunu vurgular. İşçi sınıfını genelde tehdit eden kapitalist ekonomik saldırı hemen her ülkede tırmanmaktadır ve bu tür gelişmelerin sınıf savaşını kızıştırmadan ilerleyebileceği düşü-
sayı: 71 • Şubat 2011
nülemez bile. Gelişmiş kapitalist ülkelere oranla ekonomik krizlerin yükünü, politik sonuçları itibarıyla çok daha derinden ve kısa vadede yaşayan orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak veren ve daha da verecek olan karışıklıklar, yarın nelerin yaşanabileceğinin işaretleridir. Bugün örneğin Latin Amerika kıtasını devrimci krizlerle sarsan gelişmeler, bir yandan kendiliğinden devrimci bir zaferin elde edilemeyeceğini çok açık biçimde gözler önüne sererken, diğer yandan devrimle oyun oynanamayacağı gerçeğini de bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Kızışan sınıflar savaşında, burjuvazi ve proletarya arasında ortaya çıkan iktidar çatışmasının uzun bir süre boyunca aynen devam edebilmesi olanaksızdır. Tarihsel gelişim bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Bu savaşta yenemeyen sınıf sonunda yenilmeye mahkûmdur. Ekonomik krizin ve devasa boyutlara varan işsizliğin yoksul kitleleri içine sürüklediği başkaldırı koşulları, doğru bir önderlik ve örgütlülük temelinde pekâlâ devrimci bir iktidara yol açabilir. Fakat işçi sınıfının yeterli örgütlülük ve yol göstericilikten yoksun olması durumunda, aynı koşulların kapitalist gericiliğin ve faşizmin yükselişinin yolunu döşediğini de pekâlâ biliyoruz. Bugün dünya kapitalist sisteminin yaşamakta olduğu kriz ciddi boyutlardadır; sistemin hegemon gücü ABD’nin sergilediği emperyalist savaş çılgınlığı rakamların desteğine ihtiyaç duymaksızın durumu izah ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde birbiri ardı sıra patlak veren siyasal skandallar ve mayalanan siyasal kriz ortamı, artık bu ülkelerin de ekonomik koşullardaki kötüleşmenin yarattığı siyasal gerilimlerden kaçıp kurtulamayacağını kanıtlıyor. Geçmiş dönemin koşullarına bakıp, Avrupa’da siyasal gericiliğin yaşanmayacağı doğrultusunda genellemelere girişmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor. Kapitalist sistemin kitleleri bazı tavizlerle ve tatlı yalanlarla kandırabilmesi olanaksızlaştıkça, sistem kitle hareketini zehirleyip ezecek, sindirecek politik biçimleri öne çıkarmanın yollarını arayıp bulacaktır. Burjuvazinin gerici saldırganlığının illâ da geçmiş dönemin örneğini birebir tekrar etmesi, örneğin Almanya’nın Nazizmin yükselişini aynen yeniden yaşaması şart değil. Fakat bilinen bir husus var ki, o da kapitalist sistemin açmazı derinleştikçe kudurganlığının artacağı ve her türden gerici siyasal önlemi gündeme getirmekte tereddüt etmeyeceğidir. Bugün kapitalizm, sistemin hegemon gücü ABD’nin somut durumunun açıkça sergilediği gibi uzun bir dönem boyunca yaşadığı parlak günlerini geride bırakmıştır. Fakat asla üzerinden atlamamız gereken gerçek şudur ki, içinden geçtiğimiz kriz ne kadar derin ve şiddetli olursa olsun kapitalizm krizleri içinde kendiliğinden çökmeyecektir. İnsanlığın kaderi geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha fazlasıyla işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlıdır. Feurbach’ı eleştirirken kaleme aldığı ünlü 11.Tez’de “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marx’ın satır-
marksist tutum
larını asla unutmayalım. Bugün üzerinde odaklaşmamız gereken ana halka işte budur. Kendini tamamıyla geçmiş dönemin koşullarına adapte etmiş olan ve yeni koşullara uyum potansiyeli taşımayan işçi örgütlerini, yüzyüze gelinecek siyasal sarsıntılar ortamında büyük krizler bekliyor. Böyle bir süreçte işçi hareketine, ancak ve ancak, kapitalizme karşı mücadele konusunda Marksist kavrayışa ve Bolşevik tarzda örgütlenme iradesine, çabasına sahip olan siyasal yapılanmalar yol gösterebilir. Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak gelişmeler, proleter enternasyonalizmi temelinde dünya ölçeğinde yükseltilmesi gereken mücadelenin gereğini ve önemini misliyle yakıcı kılacaktır. Tarihte gördüğümüz benzeri çalkantılı dönemler, yalnızca bu türden değişimlere ayak uydurabilecek kapasite ve hazırlık düzeyine sahip örgütlülüklerin öne atılabileceğini ve işçi sınıfının enternasyonalist devrimci mücadelesinin gereklerini yerine getirebileceğini kanıtlıyor. Büyük Ekim Devrimi aracılığıyla tarihin öğrettiği ve asla unutulmaması gereken bir başka ders ise, proletarya enternasyonalizminin soyut bir dilek olmadığıdır. Yaşanılan toprak parçası üzerinde mücadeleyi Bolşevik temellerde yükseltme çabası içine girilmeden ve böylece doğru fikirlere yaşam suyu akıtılmadan, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi güçlendirilemez. Enternasyonalist komünist eğilim, salt doğru fikirlere dayanıyor diye hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendiliğinden bir güç kaynağı düzeyine yükselmedi. Komünist öncülerin görevi, doğru fikirleri işçi sınıfı hareketi içinde yeşertmek ve örgütlü bir çekim merkezi haline getirebilmektir. Lenin önderliğindeki Bolşevikler bu görevin başarılabilmesi uğrunda yol alırlarken, işçi hareketindeki kendiliğinden yükselişlere tapınan ya da tersine sınıf hareketinden kopuk sözde bir devrimci iradecilik sergileyen eğilimlerle kıyasıya mücadele etmişlerdi. Yaşam, aradan geçen uzun yıllara rağmen benzer mücadele hedeflerini bugünkü devrimci kuşakların da önüne koymuş bulunuyor. Bugün de işçi sınıfı içinde proletaryanın enternasyonalist kavgasını güçlendirmenin yolu, Ekim Devrimine önderlik eden Bolşeviklerin yükselttiği mücadele bayrağını sahiplenmekten geçiyor. Elif Çağlı’nın “Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum” adlı broşüründen alınmıştır
_________________________ 1
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., s.73
2
Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1969, s.16
3
Troçki, age, s.75
4
Lenin, Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., 1991, s.48
27
Hizbullah Tartışmaları Üzerine Kerem Dağlı
Ç
oğu insanın 1990-2000 yılları arasında Kürt illerinde yaşanan vahşi cinayetlerden ve saldırılardan hatırladığı Hizbullah, geçtiğimiz ay, liderlerinin tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilmesiyle tekrar gündeme geldi. Bu tahliyelerin hemen akabinde AKP karşıtı burjuva medyada salvo atışları başladı. Önce “AKP Hizbullahçıları serbest bıraktı ve şeriatçı yüzünü gösterdi” özlü haberler birbiri ardına çıkmaya başladı, “teröristler serbest bırakılıyor ama gazeteciler (Ergenekon sanıkları kastediliyor) içerde” denilerek işin dozu arttırıldı, serbest bırakılan Hizbullah liderlerinden bazılarının ortadan kaybolmasıyla da, “AKP göz yumdu, Hizbullah liderleri İran’a kaçtı” tarzı manşetlerle olay tavan yaptı. Kendisine yönelik bu saldırılara cevaben AKP de, yarı utangaç bir tarzda önce sessiz kaldı, kendisinin Hizbullah’la ve tahliyelerle alakası olmadığını vs. ispata dönük bir çaba içerisine girdi. Erdoğan her zamanki tarzıyla Kılıçdaroğlu’na ve karşıt medya grubuna verip veriştirdi. Mesele hızla seçim yarışının konusu haline getirilmiş ve tartışmalar konunun özünden saptırılmıştır. AKP karşıtlığı üzerinden siyaset yürüten ulusalcı-reformist sosyalist çevreler de CHP’nin başını çektiği koroya katılmakta gecikmemiş, meselenin içyüzünü ve gerçekleri açıklayarak burjuva devleti teşhir etmek yerine AKP’ye vurmak kolaycılığını seçmişlerdir. Oysa kimi tartışmaların ve yorumların kararttığı gerçekliğin çok ciddi ve ibret verici boyutları bulunmaktadır. Bunları ortaya koymak ve burjuvazinin iç kapışmasından yola çıkılarak üretilen aldatıcı argümanlara prim vermeksizin burjuva devletin kontrgerilla faaliyetlerine mühim bir örnek oluşturan Hizbullah meselesini irdelemek gerekmektedir. Ortada yüzlerce cinayetin, faili meçhullerin, Kürt halkına yönelik saldırıların vb. yaşandığı on yıllık bir süreç bulunmaktadır. Elbette
28
bunların hesabının sorulması lazımdır. Medyada yürüyen tartışmalarda bu açıdan bazı önemli ve ele alınması gerekli sorular açığa çıkmıştır. Bunlardan birincisi, AKP’nin Hizbullah aracılığıyla bölgede PKK’ye alternatif bir güç yaratmaya çalışıp çalışmadığı sorusudur. Bu soru, “Hizbullah bölgenin Hamas’ı haline mi getirilmeye çalışılıyor?” biçiminde de formüle edilmektedir. İkinci soru veya iddia ise, bizzat JİTEM tarafından kurulmuş ve bölgedeki kanlı cinayetlere imza atmış silahlı bir terör örgütü olduğundan hareketle, Hizbullah’ın bölgede tekrar şiddet eylemlerine girişip girişmeyeceğidir.
Hizbullah neydi? Hizbullah üzerinde yapılan yerli yersiz spekülasyonları netleştirebilmek için, evvelâ Hizbullah’ın ne olduğunu göz önüne sermek gerekmektedir. Kamuoyunda, işlediği cinayetlerle bir canavar olarak bilinen Hizbullah, bu haliyle devletin bir ürünüdür. Ancak tarihte birçok örneği bulunduğu gibi, bu tür cinayet şebekeleri genelde devlet tarafından sıfırdan yaratılmış değildirler. Burjuva devlet, kendi amaçları doğrultusunda, o amaca en uygun gördüğü yapıları manipüle eder, kontrol altına alıp dönüştürür ve yeniden örgütleyerek kullanır. Hizbullah örneğinde de durum budur. Öncelikle belirtelim ki, Türkiye Hizbullah’ının isim benzerliği dışında, 1982 yılında Lübnan’da İsrail işgalini kırmaya yönelik olarak İran devriminden esinlenerek kurulan ve İran’la ciddi organik ilişkileri bulunan Şii temelli Hizbullah’la bir alâkası yoktur. Türkiye Hizbullah’ının dini/ideolojik kökleri Sünni inanç dairesinden, özellikle de Nurculuktan gelmektedir. Ancak bilindiği gibi, 1979 yılındaki İran devriminin İslamcı hareketler üzerinde
sayı: 71 • Şubat 2011
marksist tutum
Dosya önüne gelmesine ve işine geldiğinde Kürtlerin yahut solcuların davalarını bir günde sonuçlandırmasına rağmen Hizbullah dosyasını adeta kasıtlı olarak bekleten, statükocu-Kemalistlerin sözde bağımsız yargısıdır. Yargıtay, Hizbullah liderleri ortadan kaybolduktan sonra bir gün içinde ana davayı sonuçlandırmış ve hepsinin cezalarını onamıştır.
mezhep ayrımlarının ötesinde bir etkisi olmuş ve bu devrim İslamcı hareketlere önemli bir ilham kaynağı teşkil etmiştir. Hizbullah’ın (bundan sonra Türkiye Hizbullah’ı kastedilecektir) kurucularının da bizzat ifade ettikleri gibi, kendileri de İran devriminden önemli ölçüde etkilenmişler ve mevcut ılımlı Nurcu çizgi içinde gittikçe sivrilerek “devrim yoluyla İslami bir rejimin kurulmasının mümkün olduğu” düşüncesine ulaşmışlardır. Bu ideolojik farklılaşmanın pratikteki karşılığı ise, 1979’da Vahdet kitapevi çevresinde başlayan örgütlenmenin daha sonra İlim ve Menzil kitapevleri (hareketleri) üzerinden ayrışarak devam etmesidir. Ayrışmanın temelinde de, şeriat esasına dayalı olarak kurulması öngörülen İslami rejime nasıl geçileceği tartışması yatmaktadır. Başını Hüseyin Velioğlu’nun çektiği İlimciler İran devrimine yakın daha radikal bir çizgiyi savunurken, Menzil çevresi ise Müslüman Kardeşler’e (İhvan) daha yakın ılımlı bir çizgiyi savunuyordu. Bugün Hizbullah olarak bilinen hareketin oluşumunda İlim çevresi başı çekmiş ve etkili olmuştur. Hizbullah, laikliği ve Kemalist rejimi “küfür” saymakta ve amacının da bu “kâfir ve zalim rejimi” yıkmak olduğunu beyan etmekteydi. Hizbullah, kuruluşundan 1990’lara kadar olan süreci, kendi tabiriyle, “Kürdistan’da cemaatleşme, tebliğ, davet ve eğitim” dönemi olarak adlandırmaktadır. Yani bu 10 yıllık süreçte Hizbullah örgütlenmeye, kadro yetiştirmeye ve etki alanını genişletmeye çalışmıştır. Türkiye’deki diğer İslamcı hareketlerden farklı olarak Hizbullah, en başından beri Kürt kimliğini kabul eden bir çizgide olmuştur. Kurucu kadrolarının ve tabanının tamamına yakını Kürttür. Bu çizgi, 2000’li yıllardan sonra (yani örgüt ciddi darbeler alıp, silahlı kanadı tasfiye edildikten sonraki süreçte) daha da gelişmiş ve radikalleşmiştir.
Ancak 90’lı yıllar hem genel olarak Kürt hareketinde hem de bu coğrafyada faaliyet yürüten Hizbullah açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Gerek örgütün kendi kaynaklarında yer alan ifadelerden, gerek PKK kaynaklarında yer alan beyanlardan, gerekse de konunun uzmanlarının araştırmalarından rahatlıkla anlaşılacağı gibi, 1990 yılından itibaren burjuva devlet JİTEM eliyle Hizbullah’ı kontrol altına almış ve onu (en azından önemli bir parçasını) bir kontr-gerilla örgütlenmesine dönüştürmüştür. Gizli bir çekirdek yapılanma etrafındaki geniş halk ilişkilerine dayanan Hizbullah hareketinin devlet tarafından PKK’ya karşı kullanılmaya başlanmasının, Kürt özgürlük hareketinin ciddi bir yükseliş sürecine girdiği 90’lı yıllara rastlaması boşuna değildir. Kürt hareketinin yükselişini durdurmak isteyen TC açısından, Hizbullah-PKK çatışması bulunmaz fırsat olmuştur. Silahlı mücadeleye geçiş Hizbullah’ın yönetici kadrolarında ve tabanında ciddi görüş ayrılıklarına ve tartışmalara yol açmış, fakat zamanla Hüseyin Velioğlu’nun başını çektiği askeri kanat örgüte ve harekete hâkim olmuştur. Yaklaşık 10 yıl sürecek olan bu dönemde Hizbullah, tam anlamıyla bir cinayet ve ölüm şebekesine dönüşmüştür. Yüzlerce insanın vahşi biçimde öldürülmesi, yer yer toplu katliamların yapılması, sayısız faili meçhuller hep bu döneme rastlar. Örgütün içine sızan devlet güçleri, kimi zaman provokasyonlarla kimi zaman da örgüt kadrolarını ajanlaştırarak taban içinde de etkili hale gelmişler, örgütün askeri kanadının kontrolünü “fiilen” ellerine geçirmişlerdir. Örgütün askeri kanadına ait unsurlar bizzat ordunun bölgedeki tesislerinde JİTEM mensubu Özel Harekâtçılar tarafından eğitilmiş, kendilerine silah, malzeme ve para temin edilmiş, lojistik yardım ve destek sağlanmıştır.
29
marksist tutum
PKK’nin etkin olduğu kimi köyler devlet eliyle ve/veya korucular marifetiyle boşaltılarak Hizbullah kadrolarının yerleşmesi sağlanmış, bu köyler adeta Hizbullah’ın üsleri haline getirilmiştir. Bu süreçte her iki taraftan da (PKK ve Hizbullah) bine yakın insan hayatını kaybetmiş, binlercesi de yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. Bugün hem Hizbullah’ın hem de PKK’nin kabul ettiği gibi, çatışma sürecinden tek kârlı çıkan taraf TC devleti olmuştur. Devlet, ortamı terörize etmek suretiyle kendi planlarını daha rahat hayata geçirebilmiş ve bunun için ihtiyaç duyduğu zamanı kazanmıştır. Öte yandan Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte PKK ile girişilen ateşkes sürecinde artık Hizbullah’a ihtiyacı kalmadığı noktada, bölgede daha fazla güçlenmesini ve Kürt hareketinde yeni bir güç haline gelmesini önlemek amacıyla bir dizi operasyona girişmiş, üç bine yakın Hizbullah taraftarını tutuklamış ve Hizbullah’ın askeri kanadını tasfiye etmiştir. Bu sürecin tepe noktası, 17 Ocak 2000 tarihinde Beykoz’da bir eve yapılan baskında Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğünün açıklanması olmuştur. Hemen belirtelim ki, Velioğlu JİTEM’in Hizbullah’ı Hizbulkontra haline getirmek için kullandığı bir numaralı isimdir ve o çatışmada ölmeyip ölü gibi gösterildiği iddiaları bugün de dile getirilmeye devam etmektedir. Devletin Hizbullah’a karşı operasyonlara giriştiği süreç, Hizbullah hareketi içinde de ciddi ve kaçınılmaz bir sorgulamanın başlamasına yol açmıştır. Zaten bizzat kendi kaynaklarında yer alan “kullanıldık” ifadesi de bu sorgulamaların bir sonucudur. Bu tarihten sonra Hizbullah hareketi tam bir sessizlik içine girmiş ve yine kendi deyimleriyle ortalığın yatışmasını, yaşananların ve toplumda kendileri hakkında oluşan olumsuz kanaatin geçmesini beklemişlerdir. Ancak daha önemlisi, askeri kanadın dağılmış olmasının da etkisiyle hareketin bölgede sivil ve siyasi bir güç haline gelmek yönünde bir çalışma içerisine girmesi olmuştur. 2003 yılında İslamcı akımdan gelen AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte siyasi ortam Hizbullah için daha uygun bir hal almış ve örgüt uzunca bir süre fazla dikkat çekmeden çalışarak bölgede giderek güçlenmiştir. Her ne kadar bugün medyada abartıldığı denli büyük ve ciddi güç değilse de, Hizbullah hareketi dendiğinde onlarca dernekten, günlük gazetesi ve bölgedeki (Batman merkez olmak üzere) birkaç ilde ciddi tabanı olan (kimilerine göre 20 bine yakın taraftarı bulunan) bir hareketten bahsediyoruz demektir.
Hizbullah değişti mi? Bu noktada, bugün medyada yürüyen tartışmalarda sıkça gündeme gelen sorulardan birisini de ele alabiliriz: Hizbullah değişti mi? Bu soru bir boyutuyla, “Hizbullah bundan sonra da kanlı terör eylemlerine girişir mi?” anlamına gelmektedir. Oysa asıl sorulması gereken, “devlet bundan sonra da Kürt hareketine karşı bu tip bir yapılan-
30
Şubat 2011 • sayı: 71
mayı kullanarak kirli operasyonları tırmandırma hazırlığında mıdır?” sorusudur. Dolayısıyla asıl sorun Hizbullah meselesi değil, devletin önümüzdeki dönemde izleyeceği kontr-gerilla stratejisi meselesidir. Sorunun diğer boyutuysa, “Hizbullah bugün neyi savunuyor” konusudur. Hizbullah, İslamcı bir siyasi hareket olarak, dün de bugün de İslami temellerde bir rejim kurulmasını savunmaktadır. TC devletini de Kemalist-laik bir rejim, bir “küfür” rejimi olarak görmeye devam etmektedir. Dolayısıyla ideolojik olarak TC devletini ya da onun Kemalist biçimini karşısına alan bir çizgidedir. Hizbullah, özellikle 2000 sonrası içine girdiği siyasi yönelim itibariyle, Kürt coğrafyasında daha geniş kitlelere ulaşabilmek ve Kürt halkı nezdindeki kirli sicilini temizlemek için, Kürt sorununa sahip çıkan bir söylem geliştirmek zorunda olduğunun farkındadır. Bu durum Kürt hareketinin ve Kürt halkının ulusal uyanışının geldiği düzeyin kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak Hizbullah, yine doğal olarak, bölgede kendine rakip olarak gördüğü PKK ve AKP karşısında ayrım noktalarını da koymak istemektedir. Meseleye İslam ümmetçiliği çerçevesinden bakan Hizbullah, PKK’nin çizgisini de bu temelden hareketle gayri İslami bulmakta ve eleştirmektedir. AKP’nin ise attığı adımları yetersiz bulmaktadır. Kürt sorununa bakış bağlamında Hizbullah, kendisinin Kürdistan çıkışlı, Kürdistan merkezli olduğunu ve mensuplarının büyük çoğunluğunu Kürtlerin teşkil ettiğini kaydettikten sonra ideolojisinin İslamın evrensel değerlerinden temellendiğini söylemektedir. Kürt sorununun temelinde Kemalist-laik rejimin varlığının yattığını, Kemalist TC’nin Kürt sorununun çözülmesini engellemekle emperyalist güçlere gittikçe daha fazla müdahale imkânı açtığını, bu dış kaynaklı müdahaleler nedeniyle bölgede ciddi huzursuzluk ve istikrarsızlık yaşandığını, Kürt sorununun ancak İslam ümmetinin parçalanmışlığı giderilebilirse hal yoluna gireceğini, Kürtlere yönelik baskı ve zulmün Kemalist-laik rejimin gayri İslami anlayışından kaynaklandığını söylemektedir.
Hizbullah Kürt Hamas’ı mı olacak? Burjuva medyada yürüyen tartışmalar içinde belki de en önemli soru, Hizbullah’ın Kürdistan’ın Hamas’ı haline gelip gelmeyeceği sorusudur. Bilindiği gibi Filistin’de radikal bir İslami hareket olan Hamas, kuruluş ve gelişme döneminde FKÖ’nün gücünü bölmek amacıyla bizzat İsrail tarafından desteklenen bir örgüttü. Ancak zaman içinde kitleselleşerek FKÖ’yle boy ölçüşen güçlü bir örgüt haline geldi. Benzer şekilde, Kürt coğrafyasında faaliyet gösteren radikal İslamcı bir örgüt olan Hizbullah’ın da, böyle bir yönelime girmesi veya birilerinin Hizbullah’ı Hamaslaştırma çabasına girmesi hiç de şaşılacak bir şey olmaz. Ancak iddia edildiği gibi bu projenin arkasında AKP’nin olup
sayı: 71 • Şubat 2011
marksist tutum 1990-2000 yılları arasında yaşanan süreçte, burjuva devlete bağlı bir kontrgerilla örgütlenmesine dönüştürülen “Hizbul-kontra” aracılığıyla işlenen yüzlerce vahşi cinayetin hesabı sorulmalıdır. Burjuva devletin ve kendisine bağlı JİTEM gibi kontrgerilla yapılanmalarının, sorumluluğu Hizbullah’a atarak aradan sıyrılmasına göz yumulmamalıdır.
olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Bu konuda medyada yürüyen tartışmalarda yapılan şey genelde kendinden menkul niyet okumalarından ibaret olduğu için, somut verilere dayanan argümanlar ortaya çıkmamaktadır. Meseleye AKP ve diğer burjuva aktörlerin çıkarlarını değerlendirerek bakmak gerekmektedir. Kürt özgürlük hareketinin bölgesel ve uluslararası düzeyde giderek güçlenmesi ve işin artık geri dönülemez bir noktaya gelmiş bulunması yüzünden, Türk burjuvazisinin AKP’siyle, CHP’siyle ve Genelkurmayıyla, yani bir bütün olarak, nicedir Kürt hareketini bölmek ve PKK’yi zayıflatmak derdinde olduğu bilinen bir olgudur. Ancak şimdiye kadarki tüm girişimler başarısız olmuştur. Peki bu güçler açısından Hizbullah’ın Hamaslaştırılması bu amaca uygun bir araç olarak düşünülebilir mi? Meseleye ilk önce AKP açısından yaklaşalım. PKK’nin güç kaybetmesi elbette AKP’nin de işine gelmektedir. AKP bölgede PKK’den sonraki en büyük güçtür. Daha da güçlenmesi için PKK’nin gücünü kırması gerekmektedir, bunun içinse bağımsız bir üçüncü güce değil kendisini destekleyen bir güce ihtiyacı olabilir ancak. Aksi halde Hizbullah’ın güçlenmesi AKP’nin zayıflaması sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla AKP açısından somutta böyle bir ihtiyaçtan söz edilemez. Bu bakımdan, AKP’nin Hizbullah’ın güçlenmesi amacıyla önünü açtığı ve kasıtlı olarak Hizbullah liderlerini serbest bıraktığı iddiaları havada kalmaktadır. Elbette AKP, bölgede bir güç ve oy kaynağı olarak gördüğü Hizbullah’ı kendi yanına çekmeye uğraşacaktır (medyada Hizbullah’ın gücünün abartılması ve bu kadar gündeme getirilmesi bile BDP’ye yönelik gözdağı mesajı olarak anlaşılmalıdır), ancak bunda ne kadar muvaffak olacağı şüphelidir. Öte yandan, burjuva medya AKP’yi domuz bağları, mezar evler ve vahşi cinayetlerle hatırlanan Hizbullahçıları serbest bırakmakla, onların bölgedeki faaliyetlerinin önünü açmakla suçlasa da, ortaya çıkan durumun AKP’nin
aleyhine bir hava oluşturması, akla başka bir ihtimali getirmektedir. Bu işin içinde bir parmak varsa bunun her vesileyle AKP’yi köşeye sıkıştırmaya çalışan statükocu-Kemalist cenahın parmağı olduğunu düşünmek daha akla yakındır. Zira dosya önüne gelmesine ve işine geldiğinde Kürtlerin yahut solcuların davalarını bir günde sonuçlandırmasına rağmen Hizbullah dosyasını adeta kasıtlı olarak bekleten, statükocu-Kemalistlerin sözde bağımsız yargısıdır. Yargıtay, Hizbullah liderleri ortadan kaybolduktan sonra bir gün içinde ana davayı sonuçlandırmış ve hepsinin cezalarını onamıştır. AKP ise Hizbullahçıları koruyup kollamak şöyle dursun, medyanın yarattığı basıncın da etkisiyle son günlerde Hizbullah’a karşı ciddi operasyon ve tutuklamalara girişmiştir. Benzer biçimde, bölgede Hizbullah’ın güçlenmesi hem PKK’yi hem de AKP’yi zayıflatacağından, bu gelişmeden tek kârlı çıkacak olan da statükocu-Kemalist cenahtır. Yani ortada kasıtlı ve planlı bir durum olduğu iddia edilecekse bunun en akla yakın faili statükocu-Kemalist cephe olacaktır. Burjuva medyada yürüyen tartışmalarda ortaya çıkan sorular ve burjuva siyasi aktörlerin birbirilerine yönelttikleri suçlamalar bir tarafa bırakılacak olursa, Marksistler açısından meselenin asıl öne çıkartılması gereken yönü şudur: Özellikle 1990-2000 yılları arasında yaşanan süreçte, burjuva devlete bağlı bir kontr-gerilla örgütlenmesine dönüştürülen “Hizbul-kontra” aracılığıyla işlenen yüzlerce vahşi cinayetin hesabı sorulmalıdır. Burjuva devletin ve kendisine bağlı JİTEM gibi kontr-gerilla yapılanmalarının, sorumluluğu Hizbullah’a atarak aradan sıyrılmasına göz yumulmamalıdır. Her koşulda birinci dereceden sorumlu olan burjuva devlettir. Ayrıca Hizbullah’a ilişkin tartışmaların tozu dumanı içerisinde işin bu yönünün gümbürtüye gitmesine izin verilmemelidir. Çünkü medyada yürüyen tartışmalarda hasıraltı edilmeye çalışılan veya üstünkörü geçilen husus budur. Devrimci işçi sınıfı açısından hatırlatılması gereken önemli husus şudur: Kürt halkının demokratik talepleri karşılanıp ulusal sorun çözülmediği müddetçe, büyük acılara yol açan kirli savaş yöntemlerinin zemini her zaman var olacaktır. Bu sorunun çözülmesinin yolu ise, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından geçmektedir.
31
Eğreti Çalışma ve Artan Sömürü Levent Toprak
S
ermayenin işçi sınıfına karşı dünya ölçeğinde yaklaşık son 30 yıldır yürüttüğü yoğun saldırının birçok cephesi bulunuyor. Sosyal güvenlikte, sağlıkta, eğitimde ve diğer bazı kamu hizmetleri alanlarında yaşananlar nasıl bu kapitalist taarruz sürecinin bazı cephelerini oluşturuyorsa, bunların bir bölümüyle iç içe ve belki de hepsinden daha temel nitelikte olan bir cepheyi de çalışma rejiminde yaşanan değişimler oluşturmaktadır. İşsizliğin, yoksulluğun, toplumsal eşitsizliğin dünya genelinde arttığı bu süreçte, işlerin hızla artan bir bölümü eğreti işler haline gelmiştir. Bu süreç halen de tüm hızıyla yol almaktadır. Gelinen noktada, eğreti iş ya da eğreti çalışma kavramı da, gerçekliğine uygun olarak, gitgide daha yaygın bir kullanım kazanmaktadır. Türkiye burjuvazisinin bugünlerde meclisten geçirmeye hazırlandığı torba yasa tasarısının içindeki bazı düzenlemeler ve diğer bazı yasal hazırlıklar da bu kapsamdadır.
Eğreti çalışma Eğreti çalışma kavramıyla, süresiz iş sözleşmesine ve düzenli çalışma saatlerine dayalı, tam süreli, aynı çatı altında çalışanların tamamının ya da çok büyük bölümünün aynı işletmeye kayıtlı olduğu, sosyal korumaya tâbi “standart” çalışma biçiminin dışında kalan çalışma biçimleri anlatılmaktadır. Bu çalışma biçimlerinin “eğreti” kelimesiyle ifade edilmesi isabetlidir. Zira bu çalışma biçimleri, giderek kaybolmakta olan “standart” çalışma rejimine nazaran, çok daha yüksek düzeyde güvencesizlik, istikrarsızlık, belirsizlik ve değişkenlik içermektedir. Bu biçimler altında çalışanlar, gerçekten de, işlerinde birçok yönden eğreti, güvencesiz, sallantılı bir konumda bulunmaktadırlar. Son 30 yılda artan ölçüde yaygınlık kazanan yarı-zamanlı çalışma (kısmi süreli çalışma), geçici çalışma, belirli süreli çalışma, mevsimlik çalışma, çağrı üzerine çalışma,
32
taşeron işçisi olarak çalışma, evde çalışma, kayıtdışı çalışma, işçi büroları (işçi simsarlığı) aracılığıyla çalışma, esnek zamanlı çalışma gibi biçimlere bakıldığında bu özellikleri açıkça görmek mümkündür. Nitekim konuyla ilgili olarak oluşan literatürde eğreti çalışmayı tarif eden unsurlar şöyle sayılıyor: istikrarsızlık, güvencesizlik, belirsizlik, ekonomik ve sosyal kırılganlık, kötü çalışma koşulları, bedensel ve ruhsal sağlığa yönelik yüksek riskler. Ülkeden ülkeye birtakım farklılıklar olmakla birlikte, artık dünya ölçeğinde çalışmanın yeni standardı halini almakta olan eğreti çalışma biçimlerine bakıldığında, sermayenin bu yeni biçimler altında çalışmaya ilişkin başlıca dört boyutta işleyen bir saldırı gerçekleştirdiği görülüyor: zaman boyutu, gelir boyutu, çalışma koşulları boyutu ve sosyal koruma boyutu.* Zaman boyutunda, öncelikle işin sürekliliğinin ve uzun vadeliliğinin ortadan kalkması biçiminde bir değişiklik yaşanmaktadır. Süresiz iş sözleşmeleri ya da ülkemizde çalışanlar arasındaki daha yaygın ifadeyle kadrolu çalışma olarak anılan türde sözleşmeler yerine artık belirli süreli, kısa vadeli iş sözleşmeleri yaygınlaşmaktadır. Bunun yanı sıra çalışma saatleri yeniden düzenlenmekte, bir yandan işgünü fiilen uzatılırken bir yandan da esnek zamanlı ve düzensiz çalışma yaygınlaşmaktadır. Gelir boyutunda yaşanan değişim, özetle işçinin reel gelirinin düşmesi ya da yaratılan toplam değerden aldığı payın düşmesi, gelirin düzensizleşmesi, gelirin ücret dışındaki boyutlarında (yan ödemeler, tazminatlar, sigorta ve diğer kamusal hizmetler) genel azalma biçiminde ifade edilebilir. Çalışma koşulları boyutundaki değişim de, örgütsüzleşme dolayısıyla işçinin bu alandaki görece söz ve karar sahibi olma gücünün azalması yönünde olmuştur. Çalışma sürelerinin ve zamanlamasının, molaların, izinlerin düzenlenmesi; iş güvenliği önlemlerinin düzenlenmesi; kreş vb. olanakların düzenlenmesi; beslenme ve temizlik gibi ihti-
sayı: 71 • Şubat 2011
yaçlar bakımından işyerindeki düzenlemeler; işyerinde işin parçalanması ve taşeronluğa izin verilip verilmemesi ya da bunun düzeyi ve niteliğinin belirlenmesi gibi ilk akla gelen konularda işçinin daha önce varolan görece söz ve karar gücü azalmıştır. Sosyal koruma boyutunda ise, gündeme daha çok yansımış olan olumsuz değişimler yaşanmaktadır. Bunun bir ayağını, çalışamazlık durumlarında (hastalık, işsizlik, yaşlılık gibi) sağlanan sosyal korumanın azalması oluşturmaktadır. Emekliliği hak etmek zorlaşmakta, hatta imkânsızlaşmakta, sağlığa erişim zorlaşmakta, işsizlik artmasına rağmen ödenek azaltılmakta ve ödeneğe erişim zorlaştırılmaktadır. Bir diğer ayak ise, ayrımcılığa uğrayan kesimlere (kadınlar, göçmenler, azınlıklar, engelliler vb.) dönük koruma önlemlerinin azaltılmasıdır. Bu genel düzeydeki belirlemeler bile güvencesiz/eğreti çalışma biçimlerinin işçi sınıfının gündelik hayatı üzerinde ne büyük bir baskı oluşturduğunu kendiliğinden ortaya koymaktadır. Ancak birkaç noktayı yine de belirtmekte yarar var. Bu eğreti çalışma biçimleri genel olarak işçileri çok daha tedirgin bir konuma sokmakta, kendilerini sürekli olarak işe pamuk ipliğiyle bağlı hissetmelerini beraberinde getirmektedir. Bu durum doğal olarak bir yandan işçiler arasındaki rekabet duygusunu artırmakta, bir yandan da hayatları üzerindeki kontrol duygusunu daha fazla yitirmelerine yol açarak kayıtsızlaşma gibi sonuçlar ortaya çıkarabilmekte; fiziki ve zihinsel tükeniş artmakta, serbest zaman ya inanılmaz ölçüde azalmakta ya da görünüşte artsa bile, anlamlı, insani biçimde kullanılabilirliği azalmaktadır. Bu yeni çalışma rejiminde işçiler görünüşte bir iş sahibi olsalar da, bu iş sahibi olma, eskiden olduğu gibi bir iş sahibi olma değildir. Örneğin patron işçiyi daha kolay işten çıkarabilmektedir. İşçi, patronun tümüyle canının istediği anda ve biçimde alıp, suyunu çıkarana kadar kullandığı ve çalışılan sürenin ücreti dışında hiçbir bedel ödemeden kaldırıp bir kenara attığı, daha sonra gerektiğinde yine aynı şeyi yaptığı, bir kullan-at nesnesi haline getirilmektedir. Patron işçinin deyim yerindeyse “bakım masraflarını” hiçbir biçimde üstlenmek istememektedir. İşçinin çalışamazlık durumlarına (hastalık, yaşlılık, işsiz kalma vs.) ilişkin hiçbir yükümlülük almak istememekte, “işçi benim için bir kullan-at nesnesinden başka şey değildir” demektedir. Gerçekten de bu doğrultuda son 30 yılda büyük yol alındığını görmek gerekiyor. Bu dönemde işsizlik rakamlarının genel olarak artmasından çok daha vahim biçimde, işlerin güvencesizliği, eğretiliği artmıştır. Bu durum istatistiklere yansımamaktadır. Eğer bu güvencesizliği, eğretiliği ölçen bir nicel ölçü olsaydı, bunun artış hızı pek muhtemelen işsizliğin artış hızından çok daha yüksek çıkardı. Dolayısıyla, aslında gerçek içeriğiyle işsizleşme, yüzeysel resmi işsizlik istatistiklerinin gösterdiğinden çok daha fazladır. Buna rağmen burjuvazi, bu gerçeklikle alay edercesine,
marksist tutum
eğreti/güvencesiz çalışma biçimlerini işsizlik sorununa çözüm olarak sunmaktadır! Eğer “işgücü piyasasındaki katılıklar” çözülürse, patronlar daha rahat ve daha çok sayıda işçi alabilirlermiş! Yani işçiler daha güvencesiz kılınırsa, patronlar kötü niyet tazminatı, kıdem tazminatı gibi yükümlülüklerle karşılaşmazlarsa daha çok kişiye iş verirlermiş! Bunun temel anlamı resmi istatistiklerde işsizlik rakamlarının azaltılması pahasına, yoksulluk ve güvencesizliğin tüm işçi sınıfına yayılmasıdır. Burjuvazi işsizliğin belli bir düzeyin ötesinde olmasının patlayıcı nitelikte olduğunu elbette iyi bilmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının yaratılan toplam değerden aldığı pay artmaksızın, bu payı daha çok sayıda işçiye paylaştırmaya gayret etmektedir. Bununla elbette geniş emekçi kitleleri oyalamayı ve onlarda yanılsama yaratmayı amaçlamaktadır.
Tarihsel perspektif Her ne kadar sermayenin saldırıları ve bu bağlamda çalışma rejiminin eğretileştirilmesi, esasen son 30 yılda göz önüne gelen gelişmeler olsalar da, aslında bu gelişmelerin özde ifade ettiği şey, kapitalizmin genel doğasını ortaya koymaktadır. Bu 30 yıl içinde yavaş yavaş ortadan kaldırılmakta olan eski çalışma rejimi aslında topu topu 30-35 yıl gerçek anlamda hüküm sürmüştü. Dolayısıyla kapitalizmin tarihi içinde oldukça sınırlı bir kesitten söz etmekteyiz. Bu sınırlı kesit dışında kalan yaklaşık 200 yıllık kapitalist ücretli emek deneyimi bugün eğreti ve güvencesiz olarak tarif edilen çalışma biçimleri ile benzer çalışma biçimlerine dayanıyordu. “Vahşi kapitalizm” deyimi tam da işçilerin bu dönemde içinde bulunduğu acımasız çalışma ve yaşam koşullarını anlatmak üzere ortaya çıkmıştı. Engels’in ünlü İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde ya da Marx’ın Kapital’inde çizilen tablolar bunu tüm çıplaklığıyla ortaya serer. Keza dönemi yansıtan romanlarda da bu durum kendisini tüm korkunçluğuyla duyurur.
33
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
Dolayısıyla, bir açıdan bakıldığında, çalışma koşulları bakımından şimdi yeniden “vahşi kapitalizm” günlerine geri dönülüyor demek pek yanlış olmaz. Ancak bu durum, kapitalizmin bir iyisinin bir de kötüsünün olduğu ve dolayısıyla da işçilerin “iyi” kapitalizm ya da “vahşi olmayan” kapitalizm için mücadele etmesi gerektiği anlamına mı gelir? Hayır gelmez! Son 30 yıldır yaşanan gelişmelerin gösterdiği bir şey varsa eğer, o da bu yaklaşımda ifadesini bulan reformist stratejinin iflasıdır. Devrimci Marksistler en başından beri, bir yandan işçilerin durumunda kapitalizm altında da iyileşmelerin mümkün olduğunu, fakat bunun tümüyle mücadeleye bağlı olduğunu söyledikleri gibi, diğer yandan, işçiler için kapitalizm altında asla kalıcı bir güvence olamayacağını söylemişlerdir. Engels 1891 yılında Alman SosyalDemokrat Partisi’nin Erfurt’ta toplanacak kongresi için hazırlanan yeni program taslağını eleştirirken, orada yer alan, “Proleterlerin sayısı ve sefaleti gittikçe artıyor” ibaresi vesilesiyle şunları demişti: “Bu böyle mutlak şekilde söylenince doğru değil. İşçilerin örgütlenmesi, onların gittikçe büyüyen direnişi, sefaletin artmasına olasılıkla belli bir set çekecektir. Kesinlikle artan şey ise, yarına güvensizliktir. Ben bunu eklerdim.” (1891 Sosyal-Demokrat Program Taslağı’nın Eleştirisi, İnter Y., s.89-90) Böylece Engels birkaç kısa cümlede kapitalizm altında işçi için neyin mümkün olduğunu, neyin olmadığını ve mümkün olanın da koşulunun ne olduğunu berrak biçimde ortaya koymuştur. Ve her şey tam da Engels’in dediği gibi olmuştur. İşçilerin yükselen mücadelesi ve örgütlülüğü sayesinde burjuvazi işçi sınıfına tavizler vermek zorunda kalmış ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında belli iyileşmeler sağlanmıştır. Dahası işçi sınıfının verdiği mücadele Ekim Devrimiyle taçlanmış ve bu durum tüm dünya burjuvazisinin yüreğine korku salmıştır. Böylece burjuvazi, elindeki tüm zenginliği ve iktidarı yitirmektense önemli tavizler vermeye razı olmuştur. Ve elbette, bir yanda bu tavizler bir yanda da reformist önderliklerin marifetiyle işçi sınıfını ehlileştirebilmiş ve düzenini kurtarmayı başarabilmiştir. Esasen 20. yüzyıl içinde işçi sınıfının edindiği kazanımlar en çok Ekim Devriminin yarattığı koşullara dayanıyordu. Bu genel ilkeyi Rosa Luksemburg Ekim Devriminden de önce Sosyal
Reform ya da Devrim adlı broşüründe şöyle ifade etmişti: “Reform çabasının devrimden bağımsız kendi başına bir gücü yoktur. Her tarihsel dönemde reformlar için çaba son devrimin itkisiyle alınan yön doğrultusunda sürdürülür ve son devrimin itilimi kendisini hissettirmeye devam ettiği ölçüde sürer.” Gerçekten de sermayenin taarruzunun başladığı 80’li yıllara kadar dünya ölçeğinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesi Ekim Devriminin açtığı çığırla belirlenmişti. Bu dönem içinde baş gösteren proleter devrimci yükselişler zaferle sonuçlanmasa bile, 2. Dünya Savaşının bitiminde işçi sınıfının belli kazanımlar elde ettiği yeni bir sınıflar dengesi oluştu. İşçi sınıfı, büyük bedeller ödediği bu çalkantılı devrim, karşı-devrim, savaşlar ve iç savaşlar döneminden, her şeye rağmen yeni mevziler kazanmış olarak çıktı. Avrupa genelinde bakılacak olursa, 80’lere kadar bir bakıma sefası sürülen reformlar ve mevziler esasen bu fırtınalı sınıf savaşlarının bir ürünüydü. Ama 70’li yıllara gelindiğinde kâr oranlarının düşüşü artık sermaye için katlanılmaz noktaya ulaşmış ve kapitalist sistem tarihsel bir tıkanıklık noktasına gelmişti. Bir yandan reformist sendikal ve siyasi önderlikler aracılığıyla işçi sınıfının tepkisinin üstesinden gelebileceğini hesap eden, bir yandan da sosyalist geçinen SSCB’nin kendisi açısından ciddi bir tehdit olmaktan çıktığına artık iyice kani olan dünya burjuvazisi, büyük taarruzunu başlattı. İşçi sınıfı devrimci perspektiften uzaklaştırıldığı ve örgütlü tepkisi bu önderlikler eliyle felç edildiği ölçüde, burjuvazi önceki dönemde vermek zorunda kaldıklarını geri toplamaya, yani karşı-reformları hayata geçirmeye başladı. 1990 dönemecinde SSCB’nin çökmesiyle birlikte burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki bu rövanş süreci daha da ivme kazandı. Son 30 yıldır süren bu taarruzun sonucunda burjuvazi, işçi sınıfının yaratılan toplumsal zenginlikten aldığı oransal payı ciddi anlamda geriletmeyi başarmıştır. Ama hepsinden önemlisi, 2000’li yıllarda kısmen başlayan kıpırdanmayı bir kenara bırakacak olursak, işçi sınıfını demoralize etmeyi ve örgütsüzleştirmeyi başarmıştır. Ve bugün işçi sınıfı işte tam da Engels’in dediği “yarına güvensizliği” iliklerine kadar hisseder noktaya gelmiştir.
Mücadele perspektifi Buraya kadar çizilen tablo iç karartıcı olabilirse de, tarihsel deneyimin gösterdiği üzere mücadeleyle değiştirilebilecek bir tablodur. Ancak, mücadelenin doğru bir perspektif içinde, doğru bir anlayışla ele alınması kaydıyla. Öncelikle yukarıda anlatılan tarihsel deneyimin ortaya koyduğu temel dersleri bir kez daha hatırlatalım. Birincisi, kapitalizm yıkılmadığı sürece işçi sınıfı açısından kalıcı güvenceler yoktur. Doğası gereği anarşik bir sistem olan kapitalizmde “yarına güvensizlik” hep var olacaktır. İşçi sınıfı ka-
34
sayı: 71 • Şubat 2011
lıcı güvenceye, ancak kapitalizmi yıkıp toplumsal üretim araçlarına el koyduğu kendi devrimci iktidarını kurarak ve sınıfsız topluma giden yolu açarak kavuşabilir. İşçi sınıfı ancak kapitalizmi tümüyle tasfiye ettikten sonra rahat bir nefes alabilir. İkincisi, göreceli iyileşmeler ve güvencelilik dönemleri bile devrimlerin ve devrimci mücadelenin yan ürünleridir. O halde aslolan her zaman mücadelenin kendisidir. Ve işçi sınıfı nasıl geçmişte kapitalizmi yıkmayı başarmışsa, nasıl çok uzun yıllar sürmüş o kötü çalışma ve yaşam koşullarını geriletmeyi başarmışsa, şimdi de bunları yapabilecek güçtedir. Bunların dışında hatırdan çıkarılmaması gereken bir husus, işçi sınıfının somut pratik çalışma sürecini doğrudan ilgilendiren söz konusu değişimlere karşı mücadelede sendikaların önemli mücadele araçları konumunda olduğudur. Hele bugün Türkiye’de işçi sınıfı sendikal örgütlülüğe ekmek-su kadar hayati bir ihtiyaç duymaktadır. Sermayenin yürüttüğü saldırılar karşısında hem dünyada hem Türkiye’de sendikalılık oranları büyük düşüşler göstermiş, sendikaların patronlar ve devlet üzerindeki etkisi hayli kırılmıştır. Diğer yandan, eğreti/güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasının da parçası olduğu bir dizi etmen sonucu, işyerlerinde sendikal örgütlenmenin geçmişe göre daha çok zorlaşmış olduğu da doğrudur. Ancak bu olgulara bakıp sendikaların miadını doldurduğu ve artık onların yerine alternatif başka örgütlülüklerin gerektiği düşüncesi, ya da bunun farklı bir dilde anlatımı olan “alternatif sendikacılık” arayışları yanlıştır ve gayrı ciddidir. Diğer taraftan eğreti çalışmayla ilgili sorunun formüle edilişi bağlamında da bazı sakat anlayışların olduğunu hatırlatalım. Bu kapsamda, kimi akademisyenlerin, ILO’nun ve kimi “alternatif ” toplumsal hareketlerin yanlış yaklaşımlarına prim vermemek gerektiğini vurgulamalıyız. Bu çevreler eğreti çalışma sorununu daha ziyade kadınlar, göçmenler, azınlıklar vb. ile ilgili “ayrımcılık” sorunları ekseninde ele almaya eğilimlidirler. ILO’nun yürüttüğü kampanyaların vurgusu daha ziyade bu yöndedir. Evet eğreti çalışma biçimleri öncelikle ve en çok bu kesimleri hedef almıştır. Ancak bu, işlemekte olan eğilimin sadece bir yönünü ortaya koymaktadır. Nitekim zaman içinde gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıkan durum, eğreti çalışma biçimlerinin işçi sınıfının tüm kesimlerine yayılması ve artık genel norm olmaya başlamasıdır. Hele Türkiye gibi ülkelerde bu çalışma biçimleri artık çalışma rejiminin omurgasını oluşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla sorun bütünüyle ve en saf biçimde bir işçi sınıfı sorunudur. O nedenle işçi sınıfının bütün kesimlerini ilgilendirmektedir. Bugün en güvenceli görünümlü çalışma kolları bile eğreti çalışmanın sirayet ettiği alanlar haline gelmektedir. Örneğin Türkiye’de en güvenceli konumda addedilen kamuda bu tür işlerin büyüklüğü ayyuka çıkmıştır. Sözleşmeli öğretmenlik, ücretli öğretmenlik, 4/b ve 4/c statüleri yaygınlaşmış, başta belediye işleri olmak üzere diğer birçok kamu hizmeti alanında taşeronlaşma inanılmaz
marksist tutum
boyutlara ulaşmıştır. Bu örnekler ortadayken kimsenin “bana dokunmaz” aymazlığına kapılma lüksü yoktur. O nedenle mücadele işçi sınıfının en geniş birliğini sağlayacak bir perspektifle yürütülmeye çalışılmalıdır. Tüm zorluklara rağmen işçi sınıfı dünyanın değişik bölgelerinde yeni bir mücadele dönemine girmiş bulunmaktadır. İşin doğrusu, sermayenin son çeyrek yüzyıldır sürdürdüğü neo-liberal saldırıların asıl küresel ölçekte can acıtıcı etkileri yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştır. Şimdiye kadarki süreç bir anlamda yeni iş rejimine bir geçiş dönemi sayılabilir. Artık yeni işçi kuşakları iş hayatına gözlerini tümüyle bu yeni çalışma rejimi altında açıyor ve bu yeni rejimin sonuçlarını tüm boyutlarıyla ancak şimdi hissetmeye başlıyorlar. Diğer taraftan, şüphesiz işçi sınıfının mücadelesi açısından hâlâ bir geçiş döneminde bulunuyoruz. 2000’li yıllarla birlikte bir uyanış başlamıştır. En son Tunus’taki halk ayaklanmasının da gösterdiği üzere önümüzdeki dönemin işçi sınıfının mücadelesinde yukarı doğru yeni yükselişlerle karşılaşacağımız bir dönem olacağı kesindir. Evet, eğreti çalışma biçimleri ve güvencesizlik belirli bir evre için işçilerin mücadeleye başlangıç adımlarını atmada ciddi engeller teşkil etmekteyse de, belli bir noktadan sonra bu engeller çok keskin yükselişlerle aşılabilecektir. Görev bu yükselişleri elden geldiğince örgütlü yükselişler haline getirmektir. _____________________ *
Bkz. Hasan Ejder Temiz, Eğreti İstihdam: İşgücü Piyasasında Güvencesizliğin ve İstikrarsızlığın Yeni Yapılanması, Çalışma ve Toplum, 2004/2
35
Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /2 İlkay Meriç
Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti “Aydınlanma devrimi” olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır.
36
Türk usulü Aydınlanma 18. yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma, ekonomik olarak serpilip gelişen burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek üzere başlattığı bir özgürleşme hareketiydi. Aydınlanma düşünürleri, doğrunun ve yanlışın kriterinin tanrısal vahiy ya da dinsel dogmalar değil “akıl” olması gerektiğini savunuyorlardı ve Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünceydi. Ne var ki bu akıl, iktidarı ele geçirip kendi egemenliğini kuracak olan burjuvazinin idealize edilmiş aklından başka bir şey değildi. Nitekim 1789 Fransız Devrimiyle kurulan burjuva cumhuriyet, yüceltilen bu “akıl” devletinin gerçekte ne olduğunu gösterecekti. Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, Asyatik üretim tarzının hâkim olduğu Osmanlı toplumunda, Batı’daki gibi bir sivil toplum oluşumunun esamesi dahi okunmuyordu henüz. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu Batı’dan tamamen kopuk bir imparatorluk da değildi. Bu nedenle, Batı’daki gelişmeler Osmanlı yönetici sınıfını da etkiliyor ve değişime zorluyordu. Nitekim, bir yandan Avrupa burjuvazisinin dayatması, öte yandan devletin bekasını ve kendi sınıfsal çıkarlarını burada gören bürokrasinin reform yanlısı kesimlerinin bastırmasıyla, 19. yüzyıl Osmanlı toprakları da bir dizi reform hareketine sahne olacaktı. Fakat bu reformlar, Batı Avrupa’daki gibi toplumsal gelişmenin dayatması sonucunda ortaya çıkmış reformlar değildi kuşkusuz. Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarında karşılaşılan reform çabaları, aslında Batı karşısında giderek zayıflayan ve çökme tehlikesiyle yüz yüze gelen Osmanlı devlet cihazını güçlendirmeye, tahkim etmeye yönelik reformlardı. Tanzimat döneminde (1839-1876) doruğa ulaşan bu reformların gene de Osmanlı devletini ve onunla bağlantılı olarak bürokrasiyi “modernleştirmekten” ve “Batılılaştırmaktan” öte ciddi toplumsal sonuçları olmayacaktı.
sayı: 71 • Şubat 2011
Çünkü Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılın ilk yarısında giriştiği bu tepeden reform hareketi, Batı Avrupa’daki gibi bir burjuva perspektife sahip olmadığı gibi, onun iktisadi ve sosyal dayanağına da sahip bulunmuyordu. Ama 19. yüzyılın ilk yarısındaki bu tepeden reform hareketinin, gene de Osmanlı toplumunda belirli değişimlerin yaşanmasının ve daha sonraki reformların yapılabilmesinin yolunu açmış olduğu da görmezden gelinemez. Nitekim yeniçeri ocaklarının 1826’daki tasfiyesinden sonra, Avrupa orduları gibi giyinen, onlar gibi donatılan ve bizzat Avrupalı askeri danışmanlar tarafından eğitilen modern bir ordu kurulmuş (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ve bu ordu hem siyasal merkezileşmede önemli bir rol oynamış, hem de 19. yüzyıldaki modernleşme hareketinin ve reformların itici gücü olmuştu: “Örneğin, yüksek öğretimin modernleştirilmesine önce askerî okullardan başlandı. Subayların eğitilmesi için Harbiye, askerî doktorların ve veterinerlerin eğitilmesi için Askerî Tıbbiye mektepleri açıldı. Bütün bunların yanı sıra, yeni ordu için modern bir maaş sistemi kuruldu ve buna uygun bir vergi reformu da yapıldı. “Esasında bu reform çabalarının tümü de temel bir amacın gerçekleştirilmesine yönelikti: Ordunun güçlendirilmesi, iktidarın merkezîleştirilmesi ve tüm karar mekanizmasının merkezî iktidarın elinde toplanması. Bu amaca ulaşabilmek için, taşradaki hanedanları ve İstanbul’daki yeniçerileri zora başvurarak ortadan kaldıran II. Mahmud yönetimi, ulemanın hareket alanını da kısıtlama yoluna gitti. Ulemaya iktisadî güç sağlayan vakıfların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve bunlar yeni kurulan Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) bağlandı. Ayrıca bu dönemde, eski «divan teşkilâtı» da kaldırılarak yerine Avrupa tipi bakanlıklar (nazırlık) kuruldu. Avrupa’yla daha yakın ilişkiler kurulmak üzere, Avrupa’nın önemli kentlerinde daimi elçilikler açıldı. Bürokrasinin yabancı dil öğrenmesine önem verildi ve tercüme odası kuruldu. Bürokrasi açısından son derece önem taşıyan diğer bir değişiklik daha yapıldı bu dönemde. Bürokratların sağlığında veya ölümünden sonra servetlerine devletçe el konulması (müsadere) usulü kaldırıldı ve böylece bürokrasiye çok önemli bir güvence sağlanmış oldu. “İktidar tümüyle bürokrasinin elinde merkezîleşirken, bürokrasi de kendi içinde bir değişim geçirmekteydi. Bürokrasi, Batılı anlayışta modern yönetici kuşakların yetişmesi için okullar açıyor ve bu okullarda öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, yüksek öğrenimlerine Avrupa’da devam ediyorlardı. Bunlar öğrenimlerini bitirip ülkeye geri döndüklerinde, devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere geliyorlardı. Bürokrasinin burjuva idealleriyle yoğrulmuş aydın kesimini oluşturan bu Avrupa eğitimli bürokratlar, ilerde göreceğimiz üzere, reform hareketlerinin öncüsü ve itici gücü haline geleceklerdi. “Ne var ki, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş olan bu aydın yönetici kesim, esaslı bir
marksist tutum
çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler. “Öte yandan, Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Bürokrasinin iktidar tekelinin güçlenmesi ise, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’dakine benzer bir ulusal kapitalist sanayileşmeye değil, Avrupa kapitalizminin Osmanlı pazarına nüfuz etmesine yol açacaktı. Paradoks gibi gelecek ama, bürokrasinin devletçiliği, Avrupa sermayesinin Osmanlı toplumunu sömürmesini engellememiş, tersine kolaylaştırmıştır.”1 Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Osmanlı’nın ve sonrasında TC’nin Batı’ya öykünen modernleşmeci asker-sivil bürokratlarının Aydınlanmacılığı aslına bakılırsa iki büyük dezavantajla malûldü. Birincisi, Avrupa’da Aydınlanmayı da doğuran tarihseltoplumsal koşullarla bu topraklardaki koşullar arasındaki derin farklılıktı. Aydınlanma Batı tarzı gelişim çizgisinin bir ürünüydü. Dolayısıyla, toprakta özel mülkiyetin olmadığı, feodalizmin yaşanmadığı, Batı’daki gibi bir burjuva sınıfın gelişmediği, Doğu despotizminin hüküm sürdüğü bu topraklarla arasında kan uyuşmazlığının olması şaşırtıcı değildi. İkincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısının ve TC’nin kuruluş dönemine denk gelen 20. yüzyılın, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği ve siyasal olarak gericileştiği bir tarihsel döneme denk gelmesiydi. Üstelik TC’nin kuruluşunun ilk dönemlerinde bu tabloya 1929 ekonomik krizinin ve Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm melânetinin eklenmesi, bu gericiliği iyice katmerlendirmişti. Dolayısıyla, Osmanlı’dan miras alınan despotik ve bürokratik devlet geleneği, TC’nin modernlik kisvesi altında aynı kıyıcılığı ve baskıcılığı sürdürme şansı bulacaktı.
37
marksist tutum
Osmanlı’dan TC’ye uzanan süreklilik Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’de modernleşme ya da Aydınlanma çabaları, Kemalist mitin aksine, cumhuriyetle birlikte başlamamıştı. Kemalist burjuva önderliğin cumhuriyet döneminde gerçekleştirdiği reformlar, Mehmet Sinan’ın da dile getirdiği gibi, Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik reformlarının bir devamıydı ve her iki dönemde de bu reformlar merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumak ve güçlendirmek amacıyla yapılmışlardı. Fakat bu noktada Osmanlı ile TC arasında esaslı bir fark bulunmaktaydı: “Osmanlı’da toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın bütünlüğünü ve birliğini sağlamak bakımından, devletin dayandığı ideoloji İslamdı. Osmanlı’nın aydın bürokrat eliti, modernleşme/Batılılaşma projesini sürdürürken de bu ideolojiye dayanmış ve hiçbir zaman onu bir kenara itmeyi düşünmemişti. Oysa yeni ulusdevletin (TC’nin) inşası sürecinde yönetici bürokrasi dinî ideolojiyi bir kenara itecekti. Çünkü çok uluslu, çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin siyasal yapısının ruhunu oluşturan dinsel ideoloji (İslam), Batı normlarına göre inşa edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin siyasal sistemine hiç uygun düşmüyordu. Ulusal temelde inşa edilmeye çalışılan yeni devlet yapılanmasına, yeni bir siyasal ideoloji gerekiyordu. “Bu nedenledir ki Kemalist bürokratik elitin dört elle sarıldığı yeni ideoloji, etnik milliyetçilik temelinde bir ideoloji, yani «Türk milliyetçiliği» ideolojisi oldu. Kemalist bürokrasi bu yeni siyasal ideolojinin hem dinden doğan boşluğu doldurmasını hem de yeni ulus-devletin inşasında kaynaştırıcı bir çimento işlevi görmesini istedi. Bu nedenledir ki Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılma-
Şubat 2011 • sayı: 71
ya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. Nitekim Kemalist bürokrasi toplumda yaratılan bu yanılsamadan yararlanarak, kendisini devrimci, rakiplerini ve muhaliflerini ise hep gerici, bölücü, irticacı vb. olarak göstererek, sorgusuz sualsiz bir şekilde tasfiyeye girişti.”2 Bu dönemde gerçekleşen Kürt isyanları irticaî hareketler olarak damgalanırken, Mustafa Kemal’in mutlakçı yönetim tarzına muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da aynı şekilde irticacılıkla suçlanıp tasfiye edildi. Benzer şekilde, Mustafa Kemal’in kendi emriyle kurdurtup kısa bir süre sonra kapattırdığı Serbest Fırka da irticacılık suçlamasından nasibini alacaktı. Oysa aynı Kemalist önderlik, daha birkaç yıl önce, kitleleri peşine takmak için dini ideolojik bir silah olarak kullanmaktan geri durmamıştı. Milli Mücadele döneminde işçiler ve köylüler, “hilafeti ve saltanatı korumak üzere yürütülen kutsal savaş”a çağrılmışlardı. Şeriat devleti olarak görülen Osmanlı’da II. Meşrutiyet Meclisi dini törenle değil Anayasaya övgülerle açılırken, “Aydınlanmacı” Mustafa Kemal, Birinci Büyük Millet Meclisinin hilafete ve saltanata övgülerle ve dini törenlerle açılmasını buyuruyordu. 23 Nisan 1920’de yayınladığı tamimde, Cumanın kutsallığından yararlanarak, Hacıbayram-ı Veli Camiinde namazdan sonra Sakal-ı Şerif ve sancak-ı şerifi taşıyarak, Kuran ve namazın nurları feyzlenerek bir dua okumasıyla kurbanlar kesileceği söyleniyordu. Tüm Ankara’da hatim ve Buhari-i şerif okunmasına başlanacağı, ülkenin her yanında Cuma günü ezandan önce minarelerde salavat-ı şerife okunacağı ve hutbe sırasında “Hilafetmeâbımız Padişahımız efendimiz hazretlerinin” ünlü adının seslenileceği belirtiliyordu. Şeriat devleti olarak görülen Osmanlı’da II. Meşrutiyet Meclisi dini törenle değil Anayasaya övgülerle açılırken, “Aydınlanmacı” Mustafa Kemal, Birinci Büyük Millet Meclisinin hilafete ve saltanata övgülerle ve dini törenlerle açılmasını buyuruyordu
38
sayı: 71 • Şubat 2011
İlerleyen yıllarda, bazı milletvekilleri 1924 Anayasasındaki “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” maddesinin kaldırılmasını önerirlerken, Mustafa Kemal, “daha zamanı ve sırası gelmedi” diyerek bu maddenin kalmasını savunacaktı. Üstelik bu ısrar 1928’e kadar devam edecekti. Laikliğin anayasa ilkesi haline getirilmesi ise ancak 1937’de gerçekleşecekti. Görüldüğü gibi, tümüyle pragmatist bir tutumla hareket eden Kemalist rejim, çıkarı gereği her türlü demagojiye başvurmuştu. Aydınlanma adına, onun en elitist, en despotik, en anti-demokratik yorumunu benimsemiş olan Kemalist iktidarın laiklik anlayışı da bu yoruma paralel olarak şekillenmişti. Kemalizmin laiklik anlayışı, Aydınlanma filozoflarından Locke’un savunduğu özgürlükçü laiklik yerine, Fransa’da benimsenmiş olan ve dinin devletin güdümüne sokulmasını savunan Voltaire usulü bir laiklikti. Yazımızın ilk bölümünde belirttiğimiz gibi, Locke’un “özgür bir devlette özgür bir kilise” sözleriyle formüle ettiği laiklik anlayışı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din işlerine karışmamasını ve hiçbir mezhepten yana olmamasını, dinin insanın vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüşmesini, insanların dinsel inançları doğrultusunda özgürce bir araya gelme ve örgütlenme hakkına sahip olmasını öngörüyordu. Voltaire ise, bütün gücün siyasal iktidarın elinde toplanması ve dinsel alanın siyasal iktidarın denetiminde bulunması gerektiğini söylüyordu. Kemalist bürokrasi kendine model olarak bu ikincisini almıştı, ancak daha despotik bir yorumla uygulamaya koyacaktı: “Kemalist bürokrasinin bu dönemde yaptığı reformların bazıları, işte bu nevi şahsına münhasır «laiklik» ve «modernleşme» anlayışı temelinde yapılmış reformlardır. Örneğin, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve yerine, dini otorite olarak bir devlet memurunun, yani Diyanet İşleri
marksist tutum
Başkanı’nın geçirilmesi, dini mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini mevzuat yerine Batılı kanunların ikamesi (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu vb.) gibi. Bunun yanı sıra, gene Batıya benzemek için tepeden inmeci bir şekilde yapılan reformlar da vardır. Örneğin, halkın fes giymesinin yasaklanması ve şapkanın milli başlık olarak halka zorla dayatılması; Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi; Latin alfabesinin ve Batılı ölçü birimlerinin kabulü; hafta tatilinin Cuma yerine Pazar gününe alınması; Hıristiyan takviminin kabulü; soyadı kanununun kabulü; alaturka müziğin yasaklanması, buna karşılık opera, bale ve çok sesli müziğin teşvik edilmesi ve tabii bir de Mustafa Kemal’in heykellerinin her yere dikilmesinin teşvik edilmesi! İşte «Atatürk Devrimleri» denen reformların belli başlıları bunlardır! Burada şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim: Bu «devrimler» içinde en kanlısı «Şapka Devrimi» olmuştur. Halka zorla şapka giydirebilmek için tam 70 kişiye idam cezası vermek zorunda kalmıştır Kemalist bürokrasinin «modern» cumhuriyet rejimi!”3 Emekçi kitleleri dışlayan, demokrasisiz bir cumhuriyetçilik, ırkçı bir milliyetçilik, halksız bir halkçılık, tepeden çıkarılan kanunlara ve buyruklara indirgenmiş bir devrimcilik, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına aldığı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı bir laiklik, emekçilerin dizginsiz ve kuralsız sömürülmesi yoluyla sermaye birikimi sağlamayı hedefleyen kapitalist bir devletçilik! “Aydınlanmacı” Kemalizmin altı oku işte budur. Üstelik bu oklar arasında demokrasi göstermelik olarak bile hiçbir zaman yer almamıştır. Kemalizmin ideologu ve tek parti diktatörlüğünün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözleri Kemalizmin demokrasi anlayışını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır aslında: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin
39
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde, buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de, bundan başka bir şey değildir.”4 Tıpkı Osmanlı’daki gibi, M. Kemal önderliğindeki sözde Aydınlanmacı bürokratik elit de halkı cahil, kafasız bir sürü olarak görmüştür. Bu geriliğin “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini dillendirirken, onun asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmamıştır. Tıpkı Osmanlı’daki gibi, M. Kemal önderliğindeki sözde Aydınlanmacı bürokratik elit de halkı cahil, kafasız bir sürü olarak görmüştür. Bu geriliğin “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini dillendirirken, onun asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmamıştır. Bu yapıyı hızla parçalamaya yönelik adımlar atmak yerine, kırın en geri unsurlarıyla (toprak ağaları, aşiret reisleri vb.) uzlaşma yoluna gitmiştir.5 Bu politika nedeniyle kırın yapısı uzun yıllar boyunca değişmeden kalmıştır. Bu arada modernleşme adına yapılan dayatmalarsa muazzam bir toplumsal travmaya yol açmıştır: “Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün ‘Beyaz Türk’ lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.”6 Kemalizmin biçimsel ve yüzeysel bir şekilde içini doldurduğu ilericilik-gericilik ayrımı, egemen sınıf içindeki iktidar kavgasının ilericilerle gericiler arasındaki mücadele olarak yansıtılmasında ve rejim muhaliflerinin tasfiye edilmesinde son derece güçlü bir silah olarak kullanılmıştır. Kemalist rejimin dogmalarıyla eğitilen ve kendini “ilerici” olarak gören okumuş kesim de bu sayede Kemalist rejime kolayca yedeklenmiştir. Bu olgu ne yazık ki günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Üstelik Kemalist şablondan
40
hareketle dinci gericiliğin iktidarı olarak tanımlanan AKP iktidarı, Kemalist devletlûların yoğun çabaları sonucunda, bu sözde ilerici kesimi paranoik bir infiale sürüklemiştir. Kimi sosyalist çevreler de bu akıl tutulmasını soldan beslemeyi kendilerine vazife edinmişlerdir. Bugün, ilericilik adına Aydınlanma kılıcına sarılan sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerin başını TKP çekiyor. Aydınlanmanın hiç olmadığı kadar tehlike altında olduğunu söyleyerek “Aydınlanma ve Özgürlük” kampanyaları örgütleyen, okullarda “aydınlanma komiteleri” kurmaya girişen ve “büyük bir Aydınlanma hamlesine” ihtiyaç olduğundan dem vuran TKP’ye göre AKP Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına sürüklemektedir. Bu yüzden de Aydınlanmaya ve cumhuriyete sahip çıkmak solun öncelikli meselesi olmalıdır. Anayasa referandumunda evet oyu veren yüzde 58’lik kesimi “gericiler” olarak dışlayıp yüzde 42’yi “ilericiler” olarak kucaklayan, Çankaya’daki son 29 Ekim resepsiyonuna Hayrünisa Gül’ün başörtüsüyle katılmasının ardından “cumhuriyetin tasfiyesi tamamlanmıştır” diyerek karalar bağlayan bu sözde komünistler, Kemalizmle “aydınlanmış” “sol”u AKP’ye karşı ortak mücadele cephesi oluşturmaya çağırmaktadırlar. Görüldüğü üzere Kemalist rejimin muhaliflerini tasfiye etmek için başvurduğu antika silah, bugün kendine komünist diyen Kemalistlerce de kullanılmaktadır. Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti “Aydınlanma devrimi” olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır. Bırakalım komünizm kisvesine bürünmüş Kemalistler bizzat Kemalizmin paçavraya çevirdiği Aydınlanmaya “elden gitti” diye ağıtlar yakadursunlar, devrimci işçi sınıfını aydınlatan ışık burjuva Aydınlanmanın değil Marksizmin ışığı olmaya devam edecektir.
______________________ 1
Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13, www.marksist.com
2
Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /3, www.marksist.com
3
Mehmet Sinan, age
4
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137
5
Ayrıntılı bilgi için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
6
Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, MT, Ekim 2007
Doğanın Dengesini Bozan Kapitalizmdir Hakan Sönmez
İ
nsanlık, tarihi boyunca doğa olaylarının yol açtığı yıkımlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Yağmur, fırtına, sel, deprem, volkanik patlamalar vs. Ancak tarihin hiçbir safhasında kapitalizm altındaki kadar kayıp vermedi. Üstelik kapitalizmle birlikte bilim ve teknoloji hızla ilerlemiş ve insanlık doğa karşısında tümüyle aciz olmaktan kurtulmuştu, ne var ki sermayenin kâr hırsı karşısında aciz duruma düşmüştü. Emperyalizm çağıyla birlikte rekabetin üst seviyeye ulaştığı kapitalist dünyada, doğa da hızlı bir yıpranma sürecinin içine girmiş oldu. Kapitalizmin doğaya verdiği zararların sonuçları aslında 1880’li yıllarda dile getirilmişti. Dünyanın bir ısınma sürecine girdiği, fosil yakıtların atmosferde sera etkisi yaratacağı düşüncesi o yıllarda oluşmuştu. Bugün doğanın dengesini bozan ve doğal afetleri tetikleyen küresel ısınma 139 yıl öncesinden tespit edilmiş, ancak o dönemde daha çok tahminlere dayanan ve bilimselliği ispatlanmayan bu görüşler, yüksek sesle dillendirilememiş, dillendirildiğinde de egemenler tarafından engellenmişti. Yani doğal dengenin bozulması bugünden yarına bir süreç değildi. Dolayısı ile sonuçları da seneler sonra ortaya çıkacaktı. Dünyadaki doğal felâketler de özellikle son yirmi yılda büyük bir artış göstermiştir. Bizzat burjuva yardım kuruluşlarının yayınladıkları rapora göre, dünyada doğal
afetlerin sayısı son 20 yılda 4 kat arttı. Kızılhaç, Birleşmiş Milletler ve Belçika’daki Louvain Üniversitesi’nin araştırmalarının verilerine göre, 1980’lerin başında yılda 120 doğal afet meydana gelirken, 2000’lerde her yıl yaklaşık 500 doğal afet meydana geldi. 2006 yılında hava olaylarının yol açtığı afetlerin sayısı 1980 yılına göre 8 kat artarak 240’a çıktı. Yer hareketleri ile ilgili afetlerin sayısı sabit kalırken, raporda küresel ısınmanın yol açtığı zararların arttığı belirtildi. Rapora göre 1985 ve 1994 yılları arasında, her yıl 174 milyon kişi doğal afetlerden etkilendi. Sonraki 10 yıl içinde ise bu sayı 254 milyon kişiye ulaştı.
Doğanın dengesini bozan kapitalizmdir 1995 yılının sonlarına doğru açıklanan BM iklim değişimi raporu, iklim değişiminin doğal nedenlerden değil, insan etkilerinden (yani kapitalist üretimden) kaynaklandığını itiraf ediyordu. Küresel ısınmanın neden kaynaklandığı ortaya çıkmıştı çıkmasına ama buna karşı alınması gereken önlemler büyük kapitalist tekellerin engellerine takılacaktı. Nisan 1997’de, eski Japon imparatorluk başkenti Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak
41
Şubat 2011 • sayı: 71
marksist tutum
koşulların altına imza attılar. Ancak o zamandan bu yana hiçbir ciddi adım atılmadı. 2010’un hemen başında toplanan Kopenhag İklim Zirvesinden de hiçbir ciddi sonuç çıkmadı. Bu zirvede, küresel sıcaklık artışının 2 santigrat derece ile sınırlanmasını hedefleyen çalışmalar yapılmasını, “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkelere yılda 100 milyar dolar yardımda bulunulmasını ve ülkelerin gaz salımlarına dair kendi yaptıkları gözlemlerin sonuçlarını iki yılda bir Birleşmiş Milletler’e bildirmesini içeren bir mutabakat metni ilan edildi. Ancak bu, sorunu çözmek üzere bir şeyler yapılıyormuş görüntüsü vermek için düzenlenen bir şovdur. Zira zirvenin izin verilebilir artış olarak gördüğü 2 derecelik sıcaklık artışı, örneğin Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde yağışların %30 oranında azalmasına neden olacak bir artıştır. İngiltere’de yayınlanan The Guardian gazetesinin yer verdiği bir gizli BM raporuna göre, karbondioksit salımının azaltılmasına yönelik olarak Kopenhag’da ileri sürülen öneriler uygulandığında bile, küresel sıcaklık 3C artacaktır. Bunun sonucu olarak da dünyada 170 milyon insan deniz taşmasına maruz kalacak ve 550 milyon insan daha açlık sınırında yaşamaya mahkûm olacaktır.* Rusya’da bile aşırı sıcaklar yüzünden orman yangınlarının yaşanması durumun vahametini yeterince ortaya koyuyor. Yine iklim değişikliğine ve çevre kirliliğine bağlı olarak canlı türlerinin yok olması, balıkların kıyıya vurması veya kuşların toplu ölümü bunun bir göstergesidir. Durum bu kadar açıkken, meydana gelen bu tür vakalar burjuva medya tarafından gizemli olaylara bağlanmaya çalışılıyor. Maya takvimine göre dünyanın 2012’de felâkete uğrayacağı, yaşanan ölümlerin de bunun habercisi olduğu yazılıp çiziliyor. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda sel, kasırga, toprak kaymaları, buzul erimelerinin artacağı çok açıktır. Kapitalistler için karbondioksit salımını azaltmak, fosil yakıtlardan vazgeçmek veya daha az kullanmak tatlı kârlardan vazgeçmek anlamına gelmektedir. Tekellerin büyük kârlardan feragat ederek doğayı gözeten bir üretim anlayışını benimsemeleri mümkün olmadığına
göre, kapitalizm yaşadıkça doğanın dengesinin bozulması, iklimlerin değişmesi, sellerin oluşması, dünyanın yaşanmaz hale gelmesi kaçınılmazdır.
Son on yıllık doğal afetler bilançosu Özellikle 2000’den sonra küresel ısınmanın sonucu doğal afetler ardı ardına gelmeye başladı. Kapitalizm henüz jeolojik depremlere yol açabilecek bir yıkıcılığa ulaşmadı, ama jeolojik depremlerin insan hayatında yarattığı yıkımların baş sorumlusu da kapitalizmdir. 2004 yılının Aralık ayında Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle Endonezya ve Sri Lanka’da 300 binden fazla insan hayatını kaybetti. 8 Ekimde 2005’de meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem Hindistan’da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal olurken, Pakistan’da 90 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, bir o kadarının da yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açtı. Yine 2005’in Ağustos ayında ABD’de Katrina kasırgasının sonucunda New Orleans’da 1000’i aşkın insan yaşamını yitirmiş, binlercesi yaralanmış ve evsiz kalmıştı. 2008 yılında Çin’in Siçuan eyaletinde meydana gelen 7,8 büyüklüğündeki depremde 60 bin insan yaşamını yitirmişti. Hız kesmeyen doğal afetler emekçilerin canını almaya devam edecekti. 2008 Mayısında, Myanmar’da, “Nargis” adıyla anılan kasırga, 60 binden fazla insanın ölümüne, 100 binden fazlasının kaybolmasına, 2 milyon kişinin evsiz kalmasına neden oluyordu. 2009 yılında İstanbul’da sel felâketi yaşandı ve 33 emekçi yaşamını yitirdi. 2010 yılında da yoksul kitlelerin çilesi bitmedi. 12 Ocakta meydana gelen 7 büyüklüğündeki depremde Haiti yerle bir oldu. 200 bin insan hayatını kaybetti, 190 binden fazlası yaralandı, 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. Ardından Pakistan’da sel yüzünden 1600 kişi yaşamını yitirdi, 8 milyon insan evsiz kaldı. Bunlara son birkaç ayda yaşananları ekleyecek olursak, Avusturya tarihinin en büyük sel felâketiyle karşı karşıya. 100 kişi yaşamını yitirirken binlerce insan evsiz kalmış durumda. Brezilya’da aşırı yağış sonucu yaşanan sel ve heyelan 1000’e yakın insanın canını alırken 14 bin insanı evsiz bıraktı. Asya’da da benzer tablolar sıkça yaşanıyor.
Doğal afetler ve kapitalizmin ikiyüzlülüğü
Brezilya’da aşırı yağış sonucu yaşanan sel ve heyelan 1000’e yakın insanın canını alırken 14 bin insanı evsiz bıraktı
42
Sadece doğanın dengesinin bozulmasının değil, meydana gelen afetlerde milyonlarca insanın ölmesi, sakatlanması, evsiz kalmasının sorumlusu da kapitalizmdir. Yaşanan afetlerde burjuvaların genelde burnu bile kanamazken milyonlarca emekçinin ölmesi neyle açıklanabilir? 2004 yılında tsunaminin geleceği önceden belli olduğu halde gerekli önlemler alın-
sayı: 71 • Şubat 2011
marksist tutum
İklimlerin değişmesi, kıtlıklar, gelecekte insanlığın bir damla suya muhtaç kalması emekçiler için felâket iken, kapitalistler için yüksek kârlı yatırım alanlarına açılan kapılardır. Bugün itibariyle tekeller, dünya üzerindeki kullanılabilir su kaynaklarının yüzde 20’sini ellerine geçirmiş durumdadırlar. mamış, Endonezya ve Sri Lanka uyarılmamıştı. Sonuçta 300 bin kişi yaşamını yitirmişti. ABD’de de Katrina kasırgasının şiddeti ve etki alanı günlerce öncesinden belli iken hiçbir önlem alınmamış ve halk sadece uyarılmakla yetinilmişti. Zenginler arabaları ve uçaklarına binip kaçarken, büyük bir bölümünü siyahların oluşturduğu yoksullar kaderleriyle baş başa kalmışlardı. Bu yetmiyormuş gibi yaşanan felâket sonucu açlıkla boğuşan halkın marketlere akın edip ihtiyaçlarını karşılamasını burjuvazi “yağma” olarak göstermiş, M-16 silahlarıyla donatılan ve ateş açma yetkisi bulunan 300 kişilik “güvenlik” ekibi konuşlandırmıştı. 2005 yılında Pakistan-Hindistan sınırında meydana gelen depremde binlerce insan evsiz kalmıştı. Evsiz kalanların acil çadırlara yerleştirilmesi gerektiğinde yeterince çadır bulunamamıştı. Oysa Pakistan çadır üretiminde dünyada ilk sıralarda yer alan bir ülkeydi ve her nasılsa bu ülkede yeterince çadır bulunamıyordu! Üstelik yapılan yardımlar ve gönderilen çadırlar halka ulaştırılmıyor, ordu tarafından depolara tıkılıyordu. Yine Myanmar’da, yaşanacak kasırgadan cuntanın haberi olduğu halde halk haberdar edilmemiş, on binlerce insan ölmüş, evsiz barksız kalmıştı. İnsanlar açlık ve salgın hastalılığın pençesinde kıvranırken cuntanın tek derdi o günlerde yapılacak referandumda halkın “evet” demesiydi. Emperyalistler ise timsah gözyaşları eşliğinde kendi ajanlarını Myanmar’a sokarak, işbirliği halinde olabilecekleri bir yönetimi başa getirmek üzere cuntayı devirmeyi hedeflemişlerdi. Aynı süreç Haiti depreminde de işledi, halkın büyük marketlere akın edip yiyeceklere el koymasını yağma olarak değerlendiren ABD, güvenliği sağlama bahanesiyle Haiti’ye çıkarma yapmıştı. Tüm bu felâketlerde, halkın ölmesi, evlerin yerle bir olması hiç önemli değildi. Kapitalizmin tek düşündüğü kâr olduğuna göre, her durumdan faydalanılması gerekirdi. İnsanlık için yıkım demek olan olaylar, asalak burjuvalar için yeni yatırım alanları, iş sahaları demektir. Yıkılanın yeniden yapılması, yeniden satılması ve yeni kârlar elde
edilmesidir. İklimlerin değişmesi, kıtlıklar, gelecekte insanlığın bir damla suya muhtaç kalması emekçiler için felâket iken, kapitalistler için yüksek kârlı yatırım alanlarına açılan kapılardır. Bugün itibariyle tekeller, dünya üzerindeki kullanılabilir su kaynaklarının %20’sini ellerine geçirmiş durumdadırlar. “Üç büyükler” olarak anılan bu tekellerin (Fransız Suez ve Vivendi ile Alman-İngiliz ortaklığındaki RWE-Thames Water) 2002 yılındaki toplam ciroları 160 milyar doları, büyüme hızları ise %10’ları bulmuştu. Su endüstrisinin toplam hacmi ise yılda 1 trilyon dolara yaklaşarak, ilaç sektörünü geçmiş ve petrol sektörünün %40’ına ulaşmıştır. Üstelik hali hazırda su hizmetlerinin sadece %5’i özelleştirilmiş durumdadır. (Kerem Dağlı, Kapitalizm Altında Sular Durulmuyor, MT, no:30) Yerleşim yerlerinin sağlam alanlar üzerinde kurulduğu, planlı konutların inşa edildiği, gerekli önlemlerin alındığı bir yerde, depremlerin, sellerin, kasırgaların ciddi bir can ve mal kaybına yol açamayacağı açıktır. Güvenli yerleşim yerlerinde ikamet eden zenginlerin, yaşanan doğal afetlerde kıllarına bile zarar gelmemesinin sebebi budur. Ölen yüz binlerce emekçi ise, çürük, altyapısı olmayan yerleşim yerlerinde adeta ölüme terk edilmiştir. İnsanlık doğa güçlerini kontrol altına alma konusunda çok büyük adımlar atmıştır, ancak kapitalizmin işleyişi yüzünden doğa olayları hiç de doğal olmayan afet ve felâketlere dönüşmektedir. Kapitalistler doğaya zarar vermemek, insanların güvenle yaşayacağı şehirler kurmak için kârlarından vazgeçmeyeceklerine göre kapitalizmin yerle bir edilmesi şarttır. O zaman kendi ellerimizle kurduğumuz bu dünyada özgürce ve doğayla barışık şekilde yaşamak mümkün olacaktır. Bunun için de işçi sınıfının enternasyonal devrimci mücadelesini yükseltmeliyiz.
_____________________ *
Bkz. Selim Fuat, Kopenhag İklim Zirvesi Fiyaskosu, Marksist Tutum, Ocak 2010
43
Okurlarımızdan
İşçi Sınıfının Öğrettikleri 2
010 yılı, mücadele deneyimleri açısından Türkiye’de ve dünyada önceki senelere oranla daha hareketli ve kazanımlarla dolu bir yıl oldu. Tek tek baktığımızda pek önemli görünmeyen birçok grev ve direniş, yan yana konularak değerlendirdiğimizde görmemiz gereken bir resmi gösteriyor! Bunlardan UPS direnişi, RİMAKS direnişi, ÇELMER direnişi somut kazanımlarla biten mücadele örneklerinden birkaçı. Bunların dışında Akkardan, Brillant, İSKİ, TEKEL, Sa-Ba, Akdeniz Çivi, İleri Elektrokimya gibi direnişler de bulunuyor. Bu direnişlerin hepsi somut kazanımlarla sonuçlanmasa bile fabrikalardaki işçilerin tepkilerini anlatan bir tablonun parçalarıdır. Bu tabloya baktığımızda önceki yıllara oranla Türkiye’de de mücadele eden işçilerin arttığından söz edebiliriz. Başkaldırı geleneğinin unutturulmaya çalışıldığı bir dönemden geçerken, bu fabrika işçilerinin eylemleri bizi bir noktaya götürüyor. Sanayi işçileri, hizmet sektöründeki işçiler hep bir ağızdan haykırıyor; “kriz yok dediniz, kriz yoksa bunlar ne?” İşten atmalar, sosyal hak gaspları, saldırı yasaları vb. bunların birçoğu 2010’da gerçekleşti. Türkiye burjuvazisi 2010’u işçi sınıfına alabildiğine saldırarak ve büyüme rekorları kırarak geçirdi. Üretimdeki ve sermayelerindeki büyümeyi de daha az işçiye daha çok iş bindirmek suretiyle yaptılar. Krizin tüm yükünü de işçi sınıfının
sırtına yıktılar. Ekonomistler ve uzmanların açıklamaları 2011’de krizin tüm dünyada daha da derinleşeceği yönündedir. Bu, tüm dünyada 2011 yılının patronlar açısından 2010 yılını aratacak bir yıl olacağı anlamına geliyor. 2011’de işçiler daha da hareketlenecek, çünkü iktidardaki hükümetlerin politikaları giderek daha da saldırganlaşıyor. Örneğin Türkiye’de torba yasası ile işçi sınıfının kalan kazanımları da elinden alınmaya çalışılıyor. Türkiye burjuvazisi ve AKP hükümeti bir yandan ekonomi iyiye gidiyor diye övünürken, diğer taraftan işçilerin elindeki 3 kuruşu nasıl alırızın hesabını yapıyor! Toplumun en büyük kütlesini oluşturan işçi sınıfını 2011’de büyük saldırılar bekliyor. 2010’da işçi sınıfı ve sendikalar neleri yapamadıysa bunlardan dersler çıkarılmalı, grev ve direnişler daha iyi örgütlenmeli ve daha uzun soluklu kavga verebilecek birlikler oluşturulmalı. 2010 her şeye rağmen önümüzdeki yıla ışık tutuyor. Yaşanan grev ve direnişler, hazırlıklı ve örgütlü olmadan işçi sınıfının kalıcı zaferler elde edemeyeceğini bizlere gösteriyor. 2010’u değerlendirirken dünyadaki grevleri, direnişleri, işçi ve öğrenci eylemlerini unutmamalıyız. İngiltere, Fransa, İspanya, bazı Afrika ülkeleri, Çin, Yunanistan, Güney Kore akla ilk gelen ülkeler. Dünyadaki eylemler, bir şeyin eksikliğini yakıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Tüm dünyadaki işçilerin bu eylemlerini ortaklaştırabilecek bir örgütlülüğün olmaması, bunların paralellik içinde gerçekleşememesine sebep oluşturmuştur. Bu vesileyle bir de, işçi sınıfından ümidi kesenlere, döneklere, kaypaklara, kısacası “elveda proletarya” diyenlere seslenmek istiyorum. Her şeye rağmen, her şeye inat, Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında Marksist bir bakış açısıyla işçi sınıfının küçülmediğini aksine giderek büyüdüğünü, potansiyel gücünün de arttığını anlatıyor. E. Çağlı’nın bu kitabında da anlattığı gibi, dünya çapında sömürülen bir sınıf sadece dünya çapında örgütlenirse ve dünya çapında eyleme geçerse, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya kurulabilir. Dünyada yaşanan tüm eylemler işçi sınıfının mücadelesinin de olgunlaşmasını sağlayan adımlardır. Bu adımlar 2011’de de hızlanarak artacaktır. Tunus, Cezayir, Arnavutluk, Mısır bunun ilk örnekleridir. Marksizmin bilimsel zenginliği bizlere kılavuzluk etmeye devam ediyor. 2011’de de yolumuzu aydınlatmaya devam edecek. Tüm bu yaşananlarla 2010 yılı 2011’de aşılmayı bekliyor. Yolumuz Marksizmin Işığıyla aydınlanan işçi sınıfının yoludur. Yaşasın Sürekli Devrim, Yaşasın Dünya Devrimi! Esenler’den bir Marksist Tutum okuru
44
Okurlarımızdan
Devrimin Bir Çeşidini Daha Öğrendim: “Peynir Devrimi” M
arksist Tutum’da bir işçi mektubu okumuştum geçtiğimiz ay. Bütün patronlar tutturmuş devrim de devrim, deniyordu mektupta. Arkadaşın bahsettiği gibi, hemen her yerde, makinede devrim, arabada devrim, çantada devrim, giyimde devrim, bankacılıkta devrim, şunda devrim, bunda devrim yazılı reklâmlara rastlıyoruz. Patronlar reklâm metinlerine “devrim” kelimesini eklemeden reklâm yapamaz oldular. Reklâmlarından artık kafamız şişiyor. Bu patronlar bizlere ne demek istiyorlar acaba? İki gün önce İstanbul’a gidiyordum. Dolmuş durakta yolcu beklemek için durdu ve o esnada yanımızdan geçen bir İETT otobüsünün üzerinde yazanlar birden otobüse odaklanmama sebep oldu. Ne mi gördüm dersiniz? Yukarıda saydığım devrim reklâmlarının bir yenisini gördüm. Otobüs bir peynir reklâmına boyanmıştı ve üzerinde kocaman harflerle “Peynirde devrim, Naturena lezzeti” yazıyordu.
çok ama çok ciddi bir konudur bence. Hiçbir işçinin hafife almaması gerek bu olanları. Dersimizi almalıyız bu olanlardan. Hem de bir an önce. Bizleri bölüp birbirimize karşı kışkırtan patronlar, bizi mahkûm ettikleri ağır iş koşullarımızla eğlenmekteler. Bizlerse, giderek kötüye giden iş ve yaşam yüzünden umutsuzluğa düşüyor ve patronların oyunlarına alet oluyoruz. Kardeşlerim, içinde bulunduğumuz cehennem azabından kurtulmamızın tek yolu örgütlü gücümüzün büyümesidir. Bütün işçi dostlarım ve kardeşlerim, eğer sabırlı ve kararlı bir şekilde birleşir ve patronlar sınıfına karşı bilinçlenip örgütlenirsek, o zaman patronların değil işçilerin iktidarda olduğu bir dünyayı yaratabiliriz. Kendilerini dünyanın sahibi zanneden asalak patronlar sınıfı da o güzel günler geldiğinde devrimin nasıl olduğunu elbette görecek. Asıl devrim o zaman yaşanacak. Bütün işçiler ezenleri ezmek için el ele verecekler. Yeter ki birbirimize güvenelim ve örgütlenelim. O vakit devrim gelir belki yarın belki yarından da yakın! Kocaeli’den bir kadın metal işçisi
Güç Birlikten Doğar! M Mektubu yazan işçi arkadaş bu konuyu çok güzel özetlemişti aslında. Gerçekten de bu patronlar çok oluyorlar artık. Bizlerin acılarıyla alay edip, “siz, bize çalışıp bizim için tükenin, size karşı devrimi biz yapıyoruz” dediklerini duyar gibiyim. Duymakla kalmıyorum yaşıyorum da birebir fabrikada her iş günü. Patronlar hedefleri için hiç durmaksızın saldırılar planlayıp uygulamaktan da çekinmemekteler. Çünkü patronların ar damarı bulunmuyor. Pazarladıkları ürünlerde “devrim” yapmak için önce sömürüde devrim yapıyorlar. İşçi sınıfı gözlerini ovuşturup uyanmak için hareketlenirken, patronlar da uyanacak olan bu devin kendileri için felâket olacağını gayet iyi görmekteler. Bunun içindir ki devrim kelimesinin anlamını yitirmesine çabalamaktalar. Bir zamanlar bu kelimenin ağza alınması yıllarca zindanlarda yatmak demekti. Şu sıralardaysa işçilerin örgütsüzlüğünden meydanı boş bulan patronlar, bu kelimenin içini boşaltmaya çalışıyorlar. Bu
ilyarlarca insanız. Kimileri umutlu, kimileri umutsuz. Terazinin hangi tarafının ağır bastığı çok açık. Dünyanın çarkını döndüren biz işçiler, umutsuz ve mutsuzuz. Umutsuzluğu ve mutsuzluğu kime borçlu olduğumuzu çok iyi biliyoruz: Patronlara. Patronların bizler için kurdukları kafeslerde, sadece onlara zenginlik yaratan, iyi bir yaşam sunan varlıklar haline gelmişiz biz işçiler. Hâlâ bu kafeslerde yaşıyor olmamızın sebebi, onlara muhtaç olduğumuzu düşünmemiz ve bize layık gördükleri her şeyi kabul edip üstüne şükretmemiz. Birçoğumuz, en kötü koşullarda yaşadığı halde artık kaybedecek bir şeyinin olmadığının farkına varmıyor ve susuyor. Ama biliyorum, farkına varamamamızın, sessizliğimizin sebebini. Bilgisizliğimizden, bilinçsizliğimizden. Çaresizliğimiz, birlik olmayışımızdan kaynaklanıyor. Düşünüyorum kaybedecek neyimiz var ki zincirlerimizden başka! Ama kazanacak çok şeyimiz var; bize ait olan kocaman bir dünya! Umutlarımızın var olabilmesi için hep beraber umudu var etmeye. Gazi Mahallesinden bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan
İçinde Sen Yoksan İşçi Dostum, Ne İşe Yarar O Sendika? B
u sıralar sendikalı olan birçok işyerinde temsilci ve delege seçimleri yapılıyor. Durum böyle olunca sendikalı olan ya da olmayan birçok işçinin gündeminde sendika daha fazla yer tutuyor. Benim çalıştığım işyerinde de temsilci ve delege seçimleri yaklaştı. Yoğun bir gündem var. Sendikalı olmadığını bildiğim bir arkadaşıma sendikanın öneminden, işçilerin ekonomik mücadele örgütleri olduğundan bahsettim. Sendikanın gücünü bizim birliğimizden aldığını, patronların da bu birlikten korkup taviz vermek zorunda olduğunu geçmişte yaşadığımız örnekleri anlatarak açıklamaya çalıştım. Bu yüzden onun da mutlaka sendikalı olması gerektiğini söyledim. Bu işlerin kendisine göre olmadığını, daha önce bir sendikada çalıştığını, iç yüzünün nasıl olduğunu bildiğini söyledi. Anlattığına göre çalıştığı sendikada çok yüksek maaş alınıyor, üst düzey görevliler çok lüks arabalara biniyor, yedikleri önünde yemedikleri arkalarında oluyormuş. O bunları anlatırken bahsettiği sendika acaba hangisi diye düşündüm ve sordum. Hatırlamakta zorlandı, biraz düşününce ismini söyledi. Ne dese beğenirsiniz: TİSK! Yani Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu. Dayanamayıp güldüm. Gerçekten fıkra gibi. Ona TİSK’-
in bir patron sendikası olduğunu, yüksek maaş almalarının tesadüf olmadığını söyledim. Ama iş lüks arabalara binen kalantorlara gelince durumu açıklamakta biraz zorlandım. Evet, o adamlar patron ve o yüzden lüks arabalara biniyorlar. Peki biz işçilerin sendikalarındaki üst düzey yöneticilerin lüks arabalarına ne demeli? Tastamam sendika bürokrasisi! Bize göre astronomik maaşlarla işçilerden tamamen ayrılan bu adamların yaşamları ve çıkarları da başka oluyor. Ne yedikleri yemek, ne giydikleri elbise, ne içtikleri sigara bizimkilere benziyor. Ve kaçınılmaz sonuç olarak çıkarları da biz işçilerinkinden başkalaşıyor. İşte bu yüzden döne döne söylüyoruz. Sendikalar bizim olmalı! Sendikalarda yer almazsak, sendikalarımızı denetlemezsek birileri bizim adımıza, bizim çıkarlarımızdan bağımsız işler yapmaya devam edecek. Yapılacak şey, sendikalarda, atılacak her adımda bizlerin yer aldığı bir karar mekanizmasını işletebilmektir. Aksi halde sendikalar gerçek amaçları dışındaki işlerle oyalanıp duracak. Sendikalı Ol, Sendikanı Denetle! Ankara’dan sendikalı bir işçi
Evsizlerin ve Eksi 4 Derecenin Hatırlattıkları H avaların iyice soğuduğu şu günlerde Fatih’te sokakta yaşayan bir evsiz donarak öldü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ise sıcaklık eksi 4 dereceye ulaşana kadar sokakta yaşayanlara yardım edemeyeceklerini söyledi. Yani evsizler eksi 4 dereceye kadar dayanabilirlerse belediye kendilerine yardım edecekmiş! Bu insanlar neden sokaklarda yaşıyorlar? Kendi özgür iradeleriyle mi sokaklarda yaşamayı (aslında ölüme terkedilmeyi) istediler? Hayır arkadaşlar. Kimse sokaklarda istediği için yaşamıyor. Bu düzende bırakın başlarını sokacak bir evin kirasını ödemeyi, kendi karınlarını doyuracak bir iş bile bulamadıkları için sokaktalar. Çalışmak istemedikleri için de işsiz değiller üstelik. Belki de onları gördüğümüzde aslında çalışabileceklerini, kendi umarsızlıkları yüzünden bu halde olduklarını düşünüyoruz. Oysa meslek sahibi olan birçoğumuzun bile iş bulmakta ne kadar zorlandığını unutuyoruz. Aslında bu sorun çözülebilir: Meselâ belediye reklâmlara ayırdığı bütçenin sadece binde birini bile evsizlerin barınması için kullansa, evsizler soğuk kış günlerini dışarıda geçirmek zorunda kalmazlar. Veya boş evler evsizlerin kullanımına açılabilir. Ya da daha kalıcı çözüm olarak bu insanlara iş imkânı sağlanabilir. Fakat belediye, insan hayatı rakamlara bağlıymış gibi eksi 4 dereceyi bekliyor. İşte kâr düzeni, işte kapitalizm budur! Kapitalizmde patronlar daha çok kâr etmek için, bırakın işsizlere iş sağlamayı, mevcut işçileri de işten çıkartarak daha az işçiyle daha çok üretmek derdindeler.
46
Biz işçiler bunlara dur demeyecek miyiz peki? Sokakta donarak ölen, işinden atılan, iş bulamayan sınıf kardeşlerimize sahip çıkmayacak mıyız? Kapitalizm altında yaşanan bunun gibi pek çok sorunun bugünden yarına çözülemeyeceği bir gerçek. Tüm bu eşitsizlikleri burjuvazinin bizim adımıza çözmeyeceği ise daha büyük bir gerçek. O yüzden sorunlarımızı büyük veya küçük, benim ya da başkasının derdi demeden sahiplenmek zorundayız. Bu sahiplenmenin yolu, koca bir sınıf olduğumuzu hatırlamakla başlıyor. Her gün bu köhne düzeni yeniden vareden bizler, pekâlâ bu köhne düzenin canına da okuruz. Sarıgazi’den bir işçi
Okurlarımızdan
Ne Çok Şeyi Görmezden Geliyoruz M
erhaba arkadaşlar, bu mektubu yazarken, aslında biz işçilerin ne kadar çok şeyi görmezden geldiğini fark ettim. Meselâ işe gitmek için sabah erkenden kalktık. Bu soğuk havalarda ne zulümdür o sıcak yataktan kalkmak, hepimiz iyi biliriz. Bir de benim gibi servisiniz yoksa, otobüslerde sıkış tıkış yolculuk etmek zorunda kalırsınız, bu arada da malûm ses “bir adım daha arkaya, az daha sıkışalım” der. Hadi bunları görmezden geldik. Esas zulüm yolun sonunda fabrikaya varınca başlayacak. Bu arada ineceğimiz yere gelmiş oluruz ve yanımdaki mesai arkadaşımı dürterim, “Murat günaydın”. Cevap yok. Bir daha, “günaydın dedik, ne haber, neyin var?”. Cevap, “daha uyanamadım, iyi, senden ne haber?”. İçimden derim, “ah be Murat zaten bir uyansan, bir uyansak neler yapacağız!”. Neyse uyusa da bizim sınıftan uyansa da, bir gün uyandıracağız, çalışmaya devam. Bu çalışma keyifli, esas şimdi üretime gidip çalışmak var, soğuktan titremek, yorgunluktan halsiz düşmek ve bitmek bilmeyen işgünü. Bunu da görmezden geldik mi, geldik… Durun bir de sorum var sizlere. Bu iddia’da hangi takımın yeneceğinden daha zor bir soru. Ya fazla mesaiye kalıp ölüden farksız eve gideceksin, ama az da olsa ek para alacaksın, ya da kalmayıp asgari ücrete talim edeceksin. Hadi bakalım, hangisine basacağız paraları? Ben parayı patrona basalım derim, çünkü hangisini seçersek seçelim o kazanıyor. Elbet böyle devam etmeyecek. Bu düzeni değiştireceğiz, hem de bugün düzenin değişebileceğini görmezden gelen işçilerle değiştireceğiz. Hayatımızın bir gününü daha birkaç kuruş karşılığında patrona satıp işyerinden çıktık. Ama görmezden gelinen şeyler bitmedi. Meselâ açtık haberleri, Samsun’da iki buçuk aylıkken açlıktan ölen çocuğun ailesinin resmi,
Muhteşem Yüzyıl
B
ugünlerde televizyonda yayınlanan Muhteşem Yüzyıl isimli dizi üzerine çok tartışmalar yaşanıyor. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ile saraya cariye olarak getirtilen Hürrem’in aşkı da yer alıyor bu dizide. Bazı siyasetçiler, yazarlar, tarihçiler, diziye çok sert eleştiriler getiriyorlar ve halkın tepkili olduğunu söyleyerek yayından kaldırılmasını istiyorlar. Bütün bunlar sonucunda RTÜK’ten uyarı cezası alan dizinin böyle giderse yayından kaldırılma tehlikesi bile var. Ama tartışmalar kızıştıkça diziye olan ilgi de artıyor. Bu arada dizi, yıllarca bize Osmanlı padişahlarını dokunulmaz, eleştirilmez, zaafları olmayan, sorgulanamaz kişiler gibi gösteren resmi tarihi sorgulama fırsatı da veriyor. Olayın bir de şu yönü var: Yıllardır birçok TV ka-
sekiz ay önce göçük altında kalan madencilerin cesetlerine yeni ulaşılması, silikosizden ölen İsmail kardeş, anamızı biraz daha ağlatacak torba yasa, işsiz kaldığı için kendini ateşe verip yakan emekçi kardeşlerimiz... Bunları da görmezden geldik mi? Eh helal olsun bize ve sınıfımıza. Tek başına, örgütlü mücadeleden uzak olunca çaresiz kalan işçiler bunları görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Bunlar olumsuz haberlerden birkaçı, bize kapitalizmin dayattığı bir hayat bu. Ama görmezden gelinmemesi gereken bir şey var. Tunus’ta, Cezayir’de, Mısır’da ayaklanan sınıf kardeşlerimiz egemenlere korku salıyor.
Dünya işçi sınıfı derin uykusundan uyanıyor. O halde elimizi çabuk tutmalıyız, işçi sınıfının uluslararası birliğini sağlamak için daha fazla çaba göstermeliyiz. Bizler bu birliği oluşturmak için her şeyi görmeli ve sınıfımıza göstermeliyiz. Ancak böylece kapitalizmin bizi kör ettiği bu dünyayı değiştirebiliriz. Kartal’dan bir işçi
nalında Kürt halkını bölücü terörist, uyuşturucu satıcısı, mafya, katil gibi gösteren dizilere neden aynı eleştiriler ya da uyarı cezaları gelmiyor? Şu an yayında birçok dizi var alenen faşist birer davranış sergileyen. Padişahları ya da Mustafa Kemal’i eleştirince yer yerinden oynuyor. Kimlerin bam teline dokunuluyor acaba? Gerçekleri öğrenmememizi ve bize resmi tarihin öğrettiklerine itaat etmemizi kimler istiyor? Ya sağ burjuvazi engel oluyor ya sol burjuvazi. Yeri gelince de birleşip ikisi birden halka karşı ittifak kuruyorlar. Yıllarca bize Kızılderili halkını kötü adam olarak belleten Amerika’ydı. Türkiye burjuvazisi de Kürt kardeşlerimizi bize aynı şekilde göstermeye çalışıyor. Demek ki, burjuva televizyonlar sadece halkı oyalamak, uyutmak için değil, aynı zamanda egemenlerin istedikleri şekilde yönlendirmek için de var. Maltepe’den bir Marksist Tutum okuru
47
Okurlarımızdan
Burjuvazinin Böl-Yönet Taktiği N
eden farklı milliyetten, dinden, dilden, mezhepten insanlar arasında husumetler vardır? Neden insanlar anlaşamaz? Neden tek vücut davranamıyoruz? Şüphesiz her neden sorusunun altında yatan cevaplar öz olarak aynı. Çünkü kanımızı emen egemen sınıf, biz ezilen, sömürülen ve köleleştirilmek istenenlerin birlik olmasından öcü gibi korkuyor ve ondan dolayı da bizleri birbirimize düşürmek için türlü dalaverelere başvuruyor. İster ortalığa saçılan Wikileaks belgelerine bakalım, ister Ergenekon davasında açığa çıkan darbe planlarına, burjuvazinin böl-yönet taktiğini apaçık görürüz. Burjuvazinin, egemenliğini garantiye almak için oynadığı türlü oyunların ve söylediği yalanların farkına varmak o kadar da zor değil aslında. Yeri gelmiş Alevi-Sünni ayrımı körüklenerek, yeri gelmiş Kürt-Türk düşmanlığı yaratılmaya çalışılarak, yeri gelmiş şeriatçılık-laikçilik ayrımları ortaya atılarak emekçiler bölünmeye çalışılmıştır. Burjuvazi bu ayrımları yaratmak ve körüklemek için katliamlar tezgâhlamaktan dahi geri durmamıştır. 1980 öncesindeki Maraş, Çorum katliamları buna örnektir. Kürt illerinde kontr-gerillanın organize ettiği cinayetler ortadadır. Örneklerin sayısı arttırılabilir. Yani toplum alabildiğine birbirine düşmanlaştırılmaya çalışılmıştır. Bugün insanların birbiriyle kaynaşamamasının ve aşırı güvensizliğin altında yatan şey, ne yazık ki yıllardan beri burjuvazinin uygulamış olduğu bu bölücü politikalardır. Bizleri birbirimize düşmanlaştırmış ve güvensizleştirmiştir. Burjuva devlet her organize etti-
ği saldırıyı çeşitli kılıflara sokarak, toplumu da bu katliamın bir parçası haline dönüştürmeyi başarmıştır. Aslında tezgâhlanan bu katliamlar, inkâr ve imha politikaları, toplumu ezmek ve sindirmek için uygulanmaktadır. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem tamamen kan ve irin kokmaktadır. Egemenlerin çıkarına zarar gelmesin, onların servetlerine bir başkası göz koymasın, işçilerin ve ezilen halkların ellerindeki zincir hiç çözülmesin diye bin bir türlü oyuna ve katliama başvurulmaktadır. Haliyle yıllardır süren bu imha ve düşmanlaştırma politikası burjuvazinin elini çok rahatlattığı gibi, işçi sınıfı içinde de derin yaralar açmıştır. Bundan dolayı yıllardan beri Kürt halkının haklı taleplerine Türk emekçiler hep kulak tıkadı, Alevileri, Ermenileri ve diğer azınlıkları hep aşağıladı. Egemen sınıfın işçi sınıfını sömürmeye devam edebilmesi için bu düşmanlıkların devam etmesi gerekiyor. Burjuvazinin tüm bölme politikalarına, insanları birbirine düşman etmesine, ancak ve ancak örgütlü işçi sınıfı karşı koyabilir. Eğer ki birileri tarafından ve birilerinin çıkarı için toplum birbirine kışkırtılmamış olsa kesinlikle insanlar birbirlerine düşman olmazlar. Biz işçiler ne zaman ki kendi sınıf çıkarlarımız için birlikte davranmayı öğreniriz, işte o zaman burjuvazinin oyunlarına gelmeyiz. Bundan dolayı her bilinçli işçiye sorumluluk düşüyor; burjuvazinin bu bölücü ve katliamcı geleneğini teşhir ederek işçiler arasında kardeşliği ve dayanışmayı pekiştirmek. Esenyurt’tan bir işçi
İşsizlik Kırbaç Oldu Sırtımızda B
en işsiz bir işçiyim ve iş ararken yaşadığım bazı sorunları paylaşmak istiyorum. Çoğunlukla fabrikalar olmak üzere hemen hemen her sektörde iş arıyorum. İş arama sırasında çeşitli sorularla karşılaşıyorum. Bunlar genellikle, “ne mezunusunuz, daha önce bu işi yaptınız mı” gibi sorular oluyor. Sonrasında servisimiz yok deniliyor ya da “siz form doldurun, biz sizi ararız” diyorlar. Ama ne arayan var ne de soran. Gazetelerin iş ilanlarına da bakıyorum. Orada da genellikle servisin olmadığı söyleniyor. İş ararken en çok karşılaştığım sorun maddi sorun oluyor. Oturduğum semtte fabrika neredeyse yok denecek kadar az. O nedenle sanayinin, fabrikaların olduğu bölgelere iş aramaya gidiyorum. Fakat fabrikalara ulaşabilmek için iki vasıta değiştirmek zorunda kalıyorum. Bir de bunun dönüşü var. İş ararken su, yemek derken haliyle çok masraflı oluyor. Her zaman para bulamıyorum. Para bulamadığım zaman gidemiyorum, bu sefer de ailenin basıncı başlıyor. “İş bulamadın mı”, “yarın iş bulmadan
48
eve gelme” vb. şeklinde. Görüştüğüm birkaç işyerinde yaşadıklarım şunlar. Nakış atölyesine gittim, “sigortaya ihtiyaç duyuyor musun?” diye sordular. Hangi işçi sigortaya ihtiyaç duymaz ki? Bir dokuma fabrikasına gittiğimde 12 saat, iki vardiya çalışıldığını ve ücret olarak asgari ücret verdiklerini söylediler. Arkasından, “ben de biliyorum bu ücretin az olduğunu ama çalışmamaktan iyidir” diye ekledi benimle görüşen kişi. Yani “işine gelirse, senin gibi onlarcası geliyor” demek istiyorlar. Evet, iş bulmam belki günlerce, aylarca sürecek. Belki daha kısa sürede bulacağım. Fakat çalışan bir işçi olsam bile işveren işsizler ordusunu sürekli bizlere karşı kullanacak. İşsizleri açlıkla, çalışanları işsizlikle korkutacaklar. Oysa toplam işler tüm işçiler arasında bölüştürülebilse herkese yetecek iş olurdu, ama bu sistemin işsizliği ortadan kaldırmak diye bir derdi yok. İş saatleri düşürülsün, herkese iş! Bağcılar’dan işsiz bir işçi