Mt no 74

Page 1

Mayıs 2011

1 Mayıs Coşkusuyla Örgütlü Mücadeleyi Yükseltelim! • Seçime doğru • Ortadoğu’da reform süreçleri

74

• Nükleer santrallere geçit vermeyelim • Ortadoğu’da işçi sınıfı ve Sol /1 • 550’nin yarısı ve emekçi kadınlar


2

011 1 Mayıs’ında işçi sınıfı ve diğer toplumsal muhalefet kesimleri yurdun dört bir yanında kitlesel ve coşkulu bir biçimde alanları doldurdu. Kutlamaların ana merkezi konumunda olan İstanbul Taksim Meydanı yüz binlerin akınıyla birkaç kez dolup taştı. Emekçi kitleler özellikle Taksim kutlamasıyla kitlesel ve birleşik bir 1 Mayıs’ın anlamını görkemli biçimde ortaya koyarak son yılların en anlamlı 1 Mayıs kutlamasını gerçekleştirdiler. Taksim’deki 1 Mayıs, dünyanın diğer ülkelerindeki kutlamalara da bakıldığında, uluslararası medyanın da dikkatini çeken bir biçimde, en öne çıkan kutlamalardan biri olmuştur. 2011 yılının 1 Mayıs’ı Türkiye’de her şeye rağmen önemli bir toplumsal muhalefet potansiyelinin olduğunu ve güvensizlik bariyerleri aşıldığı ölçüde mücadeleye atılmaya istekli çok geniş bir kitle bulunduğunu göstermiştir. Diğer taraftan işçi sınıfı mücadelesinin sunduğu zeminin bütün ilerici dinamikleri kucaklayabileceğini de bir kez daha ortaya koymuştur. Geçen yılki 1 Mayıs’ın ardından şu sözlerle dikkat çektiğimiz bu olgu bu yıl daha geniş ölçekte kendini göstermiştir: “Bu kitlesel ve birleşik 1 Mayıs mitingiyle birlikte, gerçek bir toplumsal özgürlük platformunun ancak işçi sınıfı tarafından oluşturulabileceği de böylece bir kez daha görülmüş olmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı illetlerden muzdarip çok çeşitli toplum kesitleri, işçi sınıfının mücadelesinin bir ürünü olan ve onun damgasını taşıyan 1 Mayıs’ı, kendi sorunları için bir ifade zemini olarak görmüşlerdir. 1 Mayıs’ın sunduğu platformda, işçilerin yanı sıra, ezilen Kürt halkından

1 Mayıs Coşkusuyla Örgütlü Mücadeleyi Yükselt! 1


marksist tutum

tutun kadın örgütlenmelerine, bu topraklardaki Kafkas göçmenlerinin evlatlarından tutun çeşitli gençlik örgütlerine, acılı Ermeni halkının genç temsilcilerinden çevrecilere ve eşcinsellere, emeklilerden öğrencilere ve sanatçılara dek sayısız toplumsal kesim başka hiçbir platformda olmadığı denli bir araya gelebilmiştir. Bu işçi sınıfının gücüdür.” Bu yılki kutlamalarda, ağırlaşan sömürü koşullarına zaten son dönemde birçok işyerinde grev ve direnişlerle tepkisini ortaya koyan işçilerin yanı sıra, Kürt emekçilerin ve geleceğin işçisi olan genç öğrencilerin yoğun katılımı dikkat çekiciydi. Hiç şüphesiz son dönemde Kürt halkını hedef alan baskıların yoğunlaşması ve diplomalı işsiz olmak üzere üniversite kapılarında sürünmeye mahkûm edilen öğrenci gençlerin sınav rezaletleriyle artan öfkesi bunda etkiliydi. Kürsü organizasyonunun da bu yıl geçmiş yıllara göre çok daha iyi olması bu yılki 1 Mayıs tablosunun bir ilerleme anlamına gelmesine katkıda bulunmuştur. Elbette bu teknik anlamda bir organizasyon sorunu değil, asıl olarak kürsü programının içeriği sorunudur. İşçi sınıfının mücadelesini baltalamaktan ve boğmaktan başka bir işe yaramayan ve bu nedenle işçilerin yıllardır büyük öfkesini çeken sendika üst bürokrasisinin bu yıl nihayet kürsüye çıkamaması bu olumlu yönün temel bir ayağını oluşturuyordu. Ve bunda hiç şüphesiz geçen yıl Tekel işçilerinin bütün öfkeleriyle kürsüyü işgal ederek 1 Mayıs’a damgalarını vurmaları etkiliydi. Bu yıl kürsüden sendika üst bürokrasisinin yavan sesi değil direnişçi işçilerin sesi işitildi. Devrimcilerin ve işçi örgütlerinin de basıncıyla sendika bürokratları kürsüde işçilere yer vermek ve Kürt işçilerinin sesini duyurmasına izin vermek zorunda kaldılar. Bu bağlamda ikinci bir husus ise kürsüde ilk kez Kürt halkının diline yer verilmesi ve kutlamanın bu toprakların gerçekliğine yaraşır biçimde iki dilli yapılmasıydı. Böylece 1 Mayısların şimdiye kadar yaşanan bu önemli eksikliği nihayet giderilmeye başlanmıştır. 1 Mayıs marşının ilk kez kürsüden Kürtçe olarak okunması bunun sembolik bir ifadesiydi.

2

Mayıs 2011 • sayı: 74

Sendika bürokratlarının içi boş, bıktırıcı konuşmalarına yer verilmediğinde ve devrimci bir coşkuyu, özgürlükçü ve militan bir enerjiyi yansıttığı ölçüde kitlenin kürsüye ilgi gösterebileceği de kanıtlanmış oldu. Bunun anlamlı bir ifadesi bu yıl alanı dolduran kitlelerin hep bir ağızdan söyledikleri 1 Mayıs marşı ile Taksim’i inletmeleri oldu. Oysa bundan önceki yılların 1 Mayıslarında alandaki kitle haklı olarak kürsüye ilgi göstermiyor ve bu da ortak bir duygunun yakalanmasını engelleyici bir işlev görüyordu. Yukarda değindiğimiz olumlu etmenlerin etkisiyle bu yıl 1 Mayıs alanı çabucak seyrekleşen ve boşalan bir alan olmamış, kitle çok önemli oranda coşkuyla alanda kalmıştır. Bu da, sonuç olarak ‘80 sonrasının en olumlu 1 Mayıs tablosunu ortaya çıkarmıştır. Bu, Türkiye’de sınıf hareketinin gelişimi açısından umut verici olumlu bir tablodur. Ancak bu umudun gerçekleşebilmesi için yerine getirilmesi gereken zorlu görevler var. Kapitalist krizin işçi sınıfı cephesinde yarattığı olumsuz etkiler hâlâ etkisini sürdürmektedir. Birleşik ve kitlesel 1 Mayıs’ın coşkulu ve olumlu tablosuna rağmen işçi hareketinin ağır örgütsel zaafları olduğu yerde durmaktadır. Bu bakımdan işçi sınıfı devrimcileri açısından asıl görev elbette 1 Mayıs’ın coşkusunu ve mücadele ruhunu fabrikalara, işyerlerine, işçi mahallelerine ve giderek toplumun tüm ezilenlerine yaymak üzere örgütlü mücadeleyi yükseltmektir. Üstelik bu görev içinden geçtiğimiz şu günlerde daha bir yakıcı ve anlamlı hale gelmiştir. Zira yanı başımızdaki Arap coğrafyasının tamamında emekçiler yaşadıkları ağır baskı ve sömürü koşullarına kitlesel ayaklanmalarla tepki veriyor ve diktatörleri deviriyorlar. Şimdi bu rüzgâr Türkiye’nin sınırlarına dayanmıştır. Beri yanda Kürt halkı zaten uzun bir süredir militan bir başkaldırı içindedir. Türkiye işçi sınıfı kapitalist düzene karşı devrimci mücadelesini yükselterek Türkiye’yi bu isyan haritasının parlak bir parçası yapabilir. Bunun için fazlasıyla nesnel potansiyellere sahiptir. Görev bu büyük potansiyeli fiiliyata geçirmek üzere örgütlü mücadeleyi ısrar ve inatla büyütmektir. Bu işçi sınıfı devrimcilerinin boynuna borçtur! 


Seçime Doğru: İç ve Dış Siyasetin Eğilimleri Utku Kızılok

1

2 Haziranda yapılacak genel seçimler burjuva siyaset arenasının ateşini daha da yükseltmiş durumda. Zira bu seçimler yeni bir anayasanın kaldıracı olacak. Seçim sonrasının siyasal gelişmeleri esas olarak yeni anayasa tartışmaları üzerinden şekillenecek. Gerek Türkiye kapitalizminin acil ihtiyaçları gerekse burjuva siyasetinde oluşan yeni güç dengeleri yeni bir anayasa yapılmasını zorunlu kılıyor. Yeni bir anayasanın burjuva iktidar bloku içindeki güç ilişkileri temelinde biçimleneceği açıktır. Bu nedenle, geniş emekçi kitlelerden oy almak ve siyasal iktidarın paylaşımında belirleyici olmak için, burjuva siyaset sahnesinde hummalı bir kampanya başlatılmış durumda. AKP ve CHP’nin, tabiri caizse, emekçi kitleleri tavlamak amacıyla vaatler torbasından çıkarmadıkları tavşan yok gibi! 12 Eylül faşist anayasasını mücadeleyle yırtıp çöpe atamayan işçi sınıfı, ne yazık ki bu sürece hazırlıksız yakalanmıştır. İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğu için, sınıflar arası güçler dengesinin burjuva kefesi alabildiğine ağır basmaktadır. Dolayısıyla anayasanın nasıl şekilleneceğini işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki güç dengeleri değil, burjuva siyasetinde ortaya çıkan yeni güç dengeleri belirleyecek. Bu durum, daha en baştan, yeni anayasanın demokratik içeriğinin sınırlı kalacağını ortaya koyuyor. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin bindireceği basınç olmadan, hele ki emperyalizm çağında burjuvaziden radikal demokratik bir dönüşüm beklemek hayaldir. Yeni anayasayla birlikte Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanması da gündeme gelecek. Bu anayasayla birlikte Kürt halkının demokratik taleplerinin ne ölçüde karşılanacağı da ortaya çıkacak. Şurası açık ki, gelinen

süreçte Kürt halkının taleplerinin üzerinden atlayan bir anayasanın hayata geçirilmeye çalışılması çok daha büyük iç sorunları beraberinde getirir. Hiç kuşku yok ki, Kürt hareketinin temsilcilerinin bu seçimlerde meclise dikkate alınacak sayısal bir güçle girmesi, yeni anayasanın şekillenmesinde önemli bir faktör oluşturur. Beri taraftan iç siyasette güçler dengesini doğrudan etkileyecek uluslararası siyasal gelişmeleri de sürece dâhil etmek gerekiyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan halk isyanları ve emperyalist müdahale, bölgedeki siyasi dengeleri sarsmaya başlamış durumda.

Uluslararası siyasetin eğilimleri Kapitalizmin çelişkileri azalmıyor, tersine, her geçen gün sistemin açmazları patlamaya hazır yeni çelişkiler yumağı oluşturuyor. Patlayan küresel kapitalist kriz, sistemin çelişkili doğasından kaçıp kurtulamayacağını bir kez daha gözler önüne serdi. Kriz ve emperyalist savaş kapitalist sistemin açmazlarının doğrudan bir dışavurumudur. Savaş, kapitalizmin kendi krizini aşmak üzere bünyesinde baş gösteren yıkıcı bir ateş yükselmesi olarak ortaya çıkar. Sistemin bünyesinde biriken muazzam gerilim henüz boşaltılabilmiş değildir. Dolayısıyla kriz ve ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş devam etmektedir. Emperyalist güçler, sistemin selameti açısından, krizin aşılmasını ve “Soğuk Savaş”ın bitimiyle bozulan dengelerin yeni bir temelde inşa edilmesini istiyorlar. Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası, hiçbir gücü ömrü billâh eski tahtında bırakmıyor. Bir dönemin az gelişmiş ülkeleri yeni emperyalist güçler olarak öne çı-

3


marksist tutum

karken, eskinin sömürgeci imparatorlukları gerilere düşmekteler. Mesela Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmesi, fakat buna karşın İngiltere ya da Fransa gibi ülkelerin tarihi konumlarını kaybetmeleri sürecin ne yönde geliştiğine işaret etmektedir. Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi genç emperyalist güçlerin şu ya da bu düzeyde emperyalist sofraya ortak olması, tarihsel eğilimin nasıl köklü bir değişim hazırladığını gözler önüne seriyor. Elbette düşünce dünyasına kilit vuranlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Türkiye ile Fransa’nın emperyalist rekabette nasıl karşı karşıya geldiğini, bir taraftan Türkiye’ye tepeden bakan Fransa’nın öte taraftan Libya örneğinde görüldüğü üzere nasıl da Türkiye’nin önüne geçmeye çalıştığını anlamayacaklardır. Geçmişte iki kutuplu dünyada ABD ile SSCB arasında kalan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kapitalizmin gelişmesi ağır aksak ilerledi. Fakat daha sonra eski dengelerin ortadan kalkmasına rağmen, başında bulundukları ülkeleri aile çıkarları temelinde yöneten ve kapitalist gelişmenin önünde engel teşkil eden diktatörlükler yerinde kalmıştır. Bu durumun kapitalizmin mantığıyla bağdaşmadığı açıktır. Buralar hem petrol ve doğalgaz yataklarına sahip hem de kapitalist pazarın genişletilmesi açısından göz dikilen yerler. Emperyalist güçler bu bölgeleri sisteme derinlemesine entegre etmek, sermayeye yeni yatırım alanları yaratmak, tüketim kalıplarını genişletmek ve kapitalizme gençlik aşısı yapmak istiyorlar. Dolayısıyla sistemin bu ihtiyaçları, dönemi kapanmış diktatörlüklerin tasfiyesini de beraberinde getirmektedir. Aslında eski siyasal ve içe kapalı ekonomik yapının tasfiye edilmesi, uzun bir süredir Büyük Ortadoğu Projesi adı altında ABD emperyalizminin gündemindedir. Şimdilerde, kitle isyanlarıyla başlayan süreci de kendi planları çerçevesinde yönlendirmeye ve kullanmaya çalışıyor. Onyıllardır baskı ve zulüm altında inletilen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap halkları isyandalar. Tunus ve Mısır’da Bin Ali ve Mübarek’i alaşağı eden, Libya’da iç savaşa dönüşen, Yemen’de Ali Abdullah Salih’i istifa noktasına getiren isyan süreci, Suriye’de ayaklanmalarla devam ediyor. Patlayan halk ayaklanmaları büyük değişimlerin habercisidir ve artık eski yapıların ayakta kalması imkânsızdır. Ancak işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlü gücü yaratılamadığı için, bu isyanlar kapitalizmi hedef alan bir çizgiye ilerleyemiyor. Bir devrim korkusundan uzak olan emperyalist güçler, bölgedeki siyasal ve ekonomik dönüşümleri gerçekleştirmek amacıyla genel olarak Körfez bölgesi dışında kitle hareketini teşvik ediyorlar. Lakin bölgenin dönüştürülmesinde kitle isyanlarıyla ortaya çıkan durumdan yararlanma çabaları, askeri müdahale seçeneğini ikinci plana atmış da değildir. “Demokrasi” ve “özgürlük” havarisi kesilen emperyalist haydutlar, mü-

4

Mayıs 2011 • sayı: 74 Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin dış siyaseti kadar iç siyasetini de doğrudan etkileyecektir

dahale gerekçelerini bu kavramlar üzerine inşa ediyorlar. Bu temelde Libya’ya müdahale eden emperyalist güçlerin, Beşar Esad diktatörlüğünün giriştiği kıyımı bahane ederek savaş makinesini Suriye’ye sürme hevesinde oldukları açıktır. Beşar Esad’ın halk isyanıyla gitmesi durumu da, emperyalistlerin Suriye’ye müdahale etmesi durumu da Ortadoğu’daki dengeleri büyük ölçüde değiştirecektir. Bu durumda İran daha da sıkışacak ve emperyalist müdahalenin kıskacına daha fazla girecek. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin dış siyaseti kadar iç siyasetini de doğrudan etkileyecektir. Emperyalist bir güç haline gelen Türkiye, yoğun bir şekilde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya açılmaya başlamıştır. Türk emperyalizmi, kapitalist pazarın derinlemesine gelişmediği bu bölgeleri kendi yükselişine bir kaldıraç yapmak istiyor. Bu bölgelere küçümsenmeyecek ölçüde mal ve sermaye ihraç eden Türkiye, sermayenin önünü açmak amacıyla peş peşe birçok ülkeyle de vizeleri kaldırmıştır. Yalnızca Libya’da 40 milyar dolar yatırımı olması, Suriye ile kapsamlı ekonomik-siyasi anlaşmalar imzalaması, daha da önemlisi Ortadoğu’da bir gümrük birliğine yol aldırmaya çalışması Türk emperyalizminin bölgedeki etkinliğinin hiç de boş olmadığının bir ifadesidir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya bu şekilde girişi, İsrail ile neden karşı karşıya geldiğini, ABD ile neden bazı konularda ters düştüğünü ya da son dönemde Fransa ile neden dalaştığını da ortaya koymaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük kimi politik açılımlarının ABD’ye rağmen olduğu, örneğin Suriye açılımına ABD’nin karşı çıktığı Wikileaks belgelerinde açıkça görülmektedir. Türkiye, kendi çıkarları açısından bölgenin ekonomik ilişkiler temelinde dışa açılmasını, siyasal dönüşümlerin ise iktisadi gevşemenin ve liberalleşmenin arkasından gelmesi gerektiğini savunuyor. Zaten Türkiye’nin emperyalist politikalarını “ekonomik entegrasyon” ve “komşularla sıfır sorun” söylemi üzerine oturtması da bu yaklaşımın bir ifadesidir. Ancak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan halk isyanları, Libya’daki iç savaş ve emperyalist müdahale, Türkiye’nin, bölgenin süreç


sayı: 74 • Mayıs 2011

içinde dönüştürülmesi politikasına ağır darbeler vurmaya başlamıştır. İnsan haklarından ve demokrasiden dem vuran AKP hükümeti, Libya ve Suriye’deki kitle hareketi ve yapılan katliam karşısında bocalıyor. Suriye’deki olayların bir iç savaşa dönüşmesi ya da emperyalist müdahale Türkiye’yi alabildiğine bir sıkışıklık sürecine sokacaktır.

Burjuva siyasetinde değişen güç dengeleri Burjuva kesimler arasında şiddetli bir şekilde süregelen iktidar kavgası, ortaya yeni güç dengeleri çıkartmış durumda. Özellikle AKP’nin 3 Kasım 2002’de hükümet olmasıyla başlayan süreç, burjuva siyasetindeki verili güç dengelerinin sarsılması ve yeni dengelerin şekillenmesi yönünde ilerlemiştir. Bu sürece değin burjuva siyasetini şekillendiren güçler dengesinin bir tarafında Kemalist askersivil bürokrasi ve bunların uzantısı konumundaki burjuva güçler, öte tarafında ise TÜSİAD’da cisimleşen büyük sermaye kesimleri yer almaktaydı. Kemalist asker-sivil bürokrasinin devlet üzerindeki geleneksel vesayetine dayanan bu güç dengesi daha sonra değişmeye başlamıştır. Fakat sürecin bu yönde gelişmesi, siyasal alanda bütün iplerin TÜSİAD’ın eline geçmesi anlamına gelmiyor. Zira AKP’yle birlikte sıçramalı bir yükseliş kaydeden İslamcı kökten gelen sermaye çevreleri, TÜSİAD’ın karşısına önemli bir güç odağı olarak dikilmiş bulunuyorlar. 3 Kasım seçimlerinde iktidara gelen AKP ile TÜSİAD’ın arzuları örtüşmekteydi. Kemalist bürokrasinin gadrine uğrayan AKP “kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. AB ile entegrasyon sürecinde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ve «Batıcı», «laik», «modern» geçinen burjuva partilerin yapamadığı reformları, belki de bu «dini bütün» Müslüman burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı!”1 Bu reformların başında, Türkiye’deki siyaset alanını asker-sivil bürokrasinin vesayetinden kurtararak Batı’daki gibi bir işleyiş zeminine oturtmak gelmekteydi. AKP, birinci döneminde gerek TÜSİAD ile gerekse Batı emperyalizmiyle ters düşmemeye özen gösteriyordu. Lakin İslamcı sermaye çevrelerinin güçlenmesi ve kendi ihtiyaçları temelinde hükümet politikalarını belirlemeye başlamasıyla TÜSİAD ile AKP’nin arası açılacaktı. Bu sermaye çevreleri AKP’yi artık tehlikeli bir rakip olarak görmeye başladılar. Mehmet Sinan, burjuva güç ilişkilerinde yaşanan değişimi şu şekilde tespit ediyordu: “Geleneksel Kemalist statükocu merkezin dışında kalan ve kendilerini bu merkezin ürettiği resmi ideolojiyle (Kemalizm) hiçbir şekilde bağlı hissetmeyen bu İslamî sermaye kesimleri, burjuva cumhuriyetin tarihinde belki de ilk kez bu denli güçlü ve kitlesel bir hareketle, siyasal merkezi «fethe» kal-

marksist tutum

kışmışlardı. Çevreden merkeze doğru hareket halinde olan ve merkezi kuşatmış bulunan bu yeni sermaye kesimleri, uluslararası kapitalizmin «yeni dünya düzeni» denen döneminde ve özellikle de Özal’lı yıllarda esmeye başlayan «ekonomik değişim» rüzgârları sayesinde yelkenlerini alabildiğine şişirmiş ve nihayet AKP iktidarı döneminde müthiş bir atak yaparak «merkeze» yerleşmeyi başarmıştı. Burjuva «siyasal merkez», modern ve laik burjuva kesimin tekelinde değildi artık.”2 TÜSİAD, gerek AKP’yi dengelemek gerekse de siyasi istikrarsızlığın oluşması sonucu ekonomi kötüye gider korkusuyla Kemalist asker-sivil bürokrasiye karşı yürütülen mücadelede çekingen bir tutum almaya başlamıştır. “Özellikle AB sürecinin akamete uğraması ve Erdoğan ile TÜSİAD’ın arasının açılması, statükocu cenahı yeniden cesaretlendirdi ve AKP hükümetine karşı saldırılarını artırmasına yol açtı. Bu andan itibaren, taraflar arasında medya üzerinden de yürüyen kıyasıya bir savaş başladı. Bu süreçte AKP, kendi üzerine gelen saldırıları bertaraf edebilmenin yolunun, statükocu güçlere karşı doğrudan saldırıya geçmekten ve onları geriletecek taarruzlar yapmaktan geçtiğini anladı. Nitekim 2004-2007 yılları arasında yapılmış tüm darbe girişimlerinin teşhir edilmesi, devlet içindeki derin örgütlenmelerin ve çetelerin varlığının kamuoyuna açıklanması ve bunlarla ilgili davaların açılması (Ergenekon davası) ve tutuklamaların başlatılması, AKP’nin köşeye sıkıştırılmaktan kurtulmak için yaptığı karşı hamlelerdi.” (age) Nitekim anayasada yapılan kısmi değişiklikler ve Kemalist yargı bürokrasisine indirilen darbeler de bu karşı hamlenin önemli bir parçasıydı. Gelinen aşamada, devleti, dolayısıyla da gerçek iktidarı kontrol eden, kendi çıkarlarını devletin resmi politikası haline getiren ve burjuva siyasal arenayı bu temelde tanzim eden statükocu-Kemalist kesimler eski konumlarını büyük ölçüde kaybetmiş bulunuyorlar. AKP öncülüğündeki büyük sermaye kesimleri önemli ölçüde siyasal merkeze yerleşmiş durumdalar. TC’nin kuruluşundan beri askeri vesayetin gölgesinden çıkamayan sivil burjuva si-

5


marksist tutum

yaseti, olağan parlamenter bir işleyişi egemen kılmak için tarihinde ilk kez ciddi bir üstünlük sağlamıştır. İşte yeni anayasa da bu kapsamda gündeme gelmektedir.

Burjuva seçim arenası 12 Haziranda yapılacak seçimlerde AKP’nin bir üçüncü dönem için yeniden seçileceği neredeyse kesin gibi. Bu seçimlerin özgün yanı, AKP’nin yeniden hükümet olup olamayacağı değil, mecliste ne kadar sandalye kazanacağıdır. AKP, anayasayı tek başına hazırlayacak ve hayata geçirecek bir meclis çoğunluğuna ulaşmak istiyor. AKP’nin stratejisi milliyetçi oyları kendine çevirmek, MHP’nin baraj altında kalmasını sağlamak ve böylece milletvekili sayısını oy oranının çok üzerine çıkartmaktır. Nitekim AKP’nin milliyetçi söyleme sarılmasının, “Kürt sorunu yoktur Kürtlerin sorunu vardır” demesinin ve Kürt halkına dönük baskı ve şiddet politikasına hız vermesinin nedeni de budur. MHP’ye oy veren kitleleri ürkütmeme politikası, AKP’nin Kürt illerindeki adaylarını da belirlemiştir. Kürt kimliğiyle öne çıkanlardan ziyade, bu konuda polemik konusu yapılmayacak isimler aday gösterilmiştir. AKP, Kürt kitleleri “hizmet” ve “din kardeşliği” sloganlarıyla kandıracağını düşünüyor herhalde. Milliyetçi oyları kendine çekme stratejisinde AKP’nin bir diğer hedefi de adeta MHP’yi işlevsiz bir parti haline getirmektir. Başbakan Erdoğan’ın “ülkücülüğü” olumlayıp “bozkurtçuluğu” aşağılaması, bu siyasi simgeyi gözden düşürmeye çalışması, aslında MHP’yi ideolojik simgesel açıdan göçertmeye dönüktür. Bunları yaparken Erdoğan’ın “vatana hizmet” üzerinden “asıl milliyetçi biziz” demesi boşuna değildir. Elbette AKP, söylem düzeyinde kalarak bu operasyonu hayata geçiremez. Fakat belediye ve hükümet olanaklarını elinde tutan, tarikatlarla iç içe geçmiş olan AKP, tüm bu imkânları kullanarak MHP’nin kadrolarını ve tabanını kendine çekmeye çalışmaktadır. Nitekim MHP’nin ve Bahçeli’nin ağzından salyalar saçarak azgın bir milliyetçilik tutturması, sürekli bağırıp çığırması ve özellikle AKP’yi “bölücülük” imgesinin yanına yerleştirmesi bu nedenledir. Lakin tüm bunlar MHP’nin tabanının kaymasının önüne geçmiyor. AKP, “milliyetçilikse ben de milliyetçiyim” dediği için değil sadece. Bugün Anadolu’da kapitalistleşme süreci hızla ilerlemekte, kentleşme artmaktadır. AKP’nin, Anadolu kentlerine yatırım yapma noktasında diğer hükümetlere göre daha hevesli olduğu bir gerçektir. Bunda İslamcı sermaye kesimlerinin buralardan çıkıp gelişmesi bir faktörse, oy tabanını genişletme isteği de diğer bir faktördür. Meselâ kış olimpiyatlarının Erzurum’da yapılması, buraya küçümsenmeyecek yatırımlar yapılması buna örnektir. Tüm bu yatırımlar, kentleşme ve toplumsal ilişkilerin değişmesi aslında kitlelerin milliyetçilik algısını da değiştiriyor. Diyelim ki, AKP’nin milliyetçiliği tüm diğer unsurlarla birleşerek daha cazip hale geliyor. Tam da

6

Mayıs 2011 • sayı: 74

bundan ötürüdür ki, geleneksel olarak MHP’nin tabanını oluşturan iç Anadolu referandum sürecinde “evet” oyu vermiştir. Bugün yalnızca burjuva siyaset arenasında değil, aynı zamanda toplumsal alanda da muazzam bir kutuplaşma yaratılmış durumda. AKP ve CHP’de temsilini bulan bu kutuplaşma aslında pek çok şeyin de üzerini örtüyor. Eğer Kemalist bürokrasinin vesayeti olmasaydı ve kutuplaşma yaşanmasaydı, demokrasiden, özgürlüklerden dem vuran AKP’nin ve ona dayanan siyasi çevrelerin gerçekte hiç de söyledikleri gibi olmadıkları, “kendilerine demokrat” oldukları kitlelerin gözünde açığa çıkacaktı. Bu kutuplaşma nedeniyle dindar geniş halk kitleleri İslamcı sermayenin geldiği tekelci düzeyi, tabanda yaşanan sınıfsal ayrışmayı gerçek boyutlarıyla göremiyorlar. Dolayısıyla devletlûların AKP’yi iktidardan alaşağı etmeye çalışması, seçkinci bir tutumla halk kitlelerini aşağılaması, gadre uğradığını söyleyerek mağduriyet edebiyatı yapan AKP’ye yaramaktadır. Zaten bu yüzden, defalarca askeri darbe girişiminde bulunan, muhtıra veren, Kemalist kitleleri “cumhuriyet mitingleri”nde sokaklara döken statükocu-devletçi güçler, başarılı olamayınca olağan yolları denemeye karar vermişlerdir. Aslında iktidar kavgasındaki gerilemeleri onları zorunlu olarak buraya itmiştir. Nitekim, seçkinci ve devletçi tutumundan dolayı geniş halk kitlelerini cezbedemeyen Deniz Baykal’ın kaset operasyonuyla tasfiye edilmesi ve onun yerine “halkçı” sloganıyla Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi bu yeni dönemin bir ifadesidir. AKP ve CHP’de temsilini bulan kutuplaşma pek çok şeyin de üzerini örtüyor. Eğer Kemalist bürokrasinin vesayeti olmasaydı ve kutuplaşma yaşanmasaydı, demokrasiden, özgürlüklerden dem vuran AKP’nin ve ona dayanan siyasi çevrelerin gerçekte hiç de söyledikleri gibi olmadıkları, “kendilerine demokrat” oldukları kitlelerin gözünde açığa çıkacaktı. Şimdi Kılıçdaroğlu CHP’si, partinin devletçilik ve seçkincilikle özdeşleşmiş kadrolarını (Önder Sav ve Baykal ekibi) tasfiye ederek halkçı, demokrat bir görüntü vermeye çalışıyor. Baykal döneminin laiklik eksenli toplumu kutuplaştırma politikasının yerini, halk kitlelerine vaatlerde bulunma, demokrasiden, özgürlüklerden, açlıktan, yoksulluktan, yolsuzluktan, işsizlikten söz ederek AKP’yi teşhir etme politikası almıştır. Ancak CHP’nin devletçi bir parti olmaktan çıktığı ve seçkinciliği bir kenara bıraktığı doğru değildir. CHP’nin geleneksel zemini üzerinde, aslında söylem değiştirilerek bir koalisyon kurulmuş durumda. Bu koalisyonda geleneksel CHP çevrelerinin yanı sıra, Ergenekoncular var, eski merkez sağ partilerin kadroları var, kimi Kürt demokrat isimleri var, akademisyenler var. TÜSİAD ve AB de, CHP’nin oy oranını arttırarak AKP’yi dengelemesinden yanadır. AKP karşısındaki merkez medya büyük bir kampanya eşliğin-


sayı: 74 • Mayıs 2011

de CHP’yi ve “halkçı” Kılıçdaroğlu’nu kitlelere pazarlıyor. Kılıçdaroğlu’yla birlikte ve vaatler sayesinde bu kez şeytanın bacağını kırmayı, en azından CHP’nin AKP’ye yakın bir oy düzeyine ulaşmasını istiyorlar. Aslında bugün AKP’ye oy kaybettirecek çok şey vardır. En basitinden, peş peşe patlak veren ve milyonlarca insanı ilgilendiren sınav skandalları bile, normal zamanlarda bir partinin oy kaybetmesi için yeterli nedendir. Nitekim CHP ve muhalif merkez medya da bu konuyu AKP’yi yıpratmak üzere gündemde tutmaya devam ediyor. Ancak toplumda yaratılan kutuplaşma öylesine derinleşmiştir ki, eğer AKP’yi yıpratacak çok daha büyük olaylar gelişmezse, sınav skandalları ya da CHP’nin vaatleri pek de işe yaramayacaktır.

Kürt sorunu Seçimlerden sonra siyasal gündem esas olarak yeni anayasa üzerinden şekillenecek, ama yeni anayasa da önemli ölçüde Kürt sorunu üzerinden tartışılacak. Sermaye sınıfı, geldiği düzeye uygun bir yapılanma içine girmek, bu bağlamda iç siyasette önüne dikilen yapısal sorunlarını çözmek, yani burjuva iktidar kavgasını yeni bir sözleşmeyle aşmak istiyor. Özetle, emperyalist bir düzeye yükselen Türk sermaye sınıfı, içerideki sorunlarını çözerek ve kurumlarını yeniden oluşturarak bölgede çok daha güçlü bir atağa kalkma arzusundadır. Fakat bugün burjuva rejimin temel sorunlarından birini Kürt sorunu oluşturmaktadır. Burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, Kürt sorunu çözülmeden ne içeride istikrarlı bir rejim kurulabilir ne de bölgede arzuladıklarını hayata geçirebilir. Kürt halkının ulusal uyanışının ulaştığı düzey ve meselenin kazandığı uluslararası boyut burjuvaziye sorunun çözülmesini dayatmaktadır. Burjuvazinin bu sorundan kaçışı yoktur. Ancak mesele kültürel hak kırıntılarıyla ya da en az tavizle bir hal yoluna konulmaya çalışılıyor. Bu yaklaşım, TC’nin, “kimse benden hak alamaz, ancak ben ihsan ederim” tutumuyla da örtüşmektedir. Osmanlı’dan günümüze süregelen bu despotik yaklaşıma göre emekçi kitleler ve ezilen halklar hâlâ devletin tebaası konumundadır; dolayısıyla devletten hak alınamaz, ancak “yüce devlet” ihsan eder! Tam da böyle olduğu için devlet televizyon kanalı kurup Kürtçe konuşurken, Kürtlere ve temsilcilerine Kürtçe konuşmak yasaktır. “«Yüce devlet» ihsan eder, tebaa da şükreder” yaklaşımı yalnızca Kemalist CHP ve askeri bürokraside değil, ama aynı zamanda AKP ve İslamcı sermaye çevrelerinde de hâkimdir. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) BDP’nin en önde gelen bağımsız milletvekili adaylarını veto etmesi sonrasında gelişen olaylar,

marksist tutum

bir kez daha bu despotik lütufçu yaklaşımı gözler önüne sermiştir. Kürt yoksul kitlelerinin İstanbul dâhil onlarca kentte sert ve geniş kapsamlı eylemlere girişmesi üzerine, YSK vetosunu geri çekmek zorunda kaldı. Hiç kuşku yok ki, AKP de dâhil düzen güçleri kitlelerden gelen basınca dayanamadılar ve YSK’ya geri adım attırdılar. Fakat ardından Kürt hareketine dönük geniş kapsamlı operasyonlar başlatıldı. KCK operasyonları adı altında BDP’nin dışarıda kalan bir avuç belediye başkanı ya da yardımcısı ve parti temsilcileri tutuklandı. Sivil itaatsizlik kapsamında kurulan “demokratik çözüm çadırları” dağıtıldı ve kaldırıldı. Kürt hareketinin YSK’ya, dolayısıyla devlete geri adım attırması, “yüce devlet” tarafından hazmedilememiş olmalı ki, operasyonlarla denge kurulmaya ve mücadele eden kitlelere “zafer” duygusu yaşatılmamaya çalışılıyor. Başbakan Erdoğan, “sivil itaatsizlik” olmaz diye buyuruyor. Kendi çıkarları için dini bir ideolojiye dönüştüren sermaye kesiminin temsilcisi olan Erdoğan, “sivil itaatsizlik” kapsamında devlet imamının arkasında saf tutulmamasına ve Kürtçe Cuma namazları örgütlenmesine köpürüyor. Kemalist bürokrasinin gazabına uğradıklarında mazlum pozları kesen ve mağduriyet sömürüsü yapanlar, söz konusu işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkı olduğunda egemenliklerini konuşturmaktan geri durmuyorlar. Bir yandan Kürt sorununu Kürt halkını aldatmaya dayanan ikiyüzlü ve fırsatçı bir siyasetle çözmeye çalışan AKP ve Erdoğan, diğer yandan Kürt hareketi karşısında “din üzerinden” siyaset yapılıyor diyerek vaveylayı kopartıyor. Neticede riyakârlık burjuva sınıfının tüm kesimlerinin bir özelliğidir. AKP ve onun arkasındaki güçlerin demokratlığı da kendi çıkarlarıyla sınırlıdır. Çok açık ki, eğer Kürt hareketi YSK’ya geri adım attırmamış olsaydı AKP bu vetonun üzerine yatacak, milletvekili sayısını artıracak, ama beri taraftan utanmadan demokrat pozları kesecekti. AKP bir taraftan milliyetçiliğe oynayıp MHP’nin altını boşaltmak ve yüksek bir çoğunlukla meclise girmek isterken, öte taraftan da Kürt hareketi üzerindeki bas-

7


Mayıs 2011 • sayı: 74

marksist tutum

lah anlaşmasının yapıldığı günlerde ABD’nin Ankara büyükelçisinin, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye ticaret ve yatırım için büyük ilgi duyduğunu ve ilişkilerinin olumlu olduğunu açıklaması bir tesadüf olmasa gerek. Elbette böylesi bir anlaşma Ortadoğu’daki gelişmelerin iç siyaset ya da AKP üzerinde baskı kurmayacağı anlamına gelmez. Sorunun çözülmesi yönünde kimi adımların atılmasını isteyen Kürt hareketinin tanıdığı süre 15 Haziranda sona eriyor. Eğer Kürt sorununa ilişkin somut adımlar atılmazsa, önümüzdeki süreçte Kürt sorunu Ortadoğu’nun karmaşık ve patlamalı olaylarıyla iç içe geçerek bambaşka bir boyut alabilir.

kısını artırarak onun mecliste güçlü bir grup oluşturmasının önüne geçmeye çalışıyor. Böylece Kürt hareketinin mecliste kilit bir konuma gelmesi ve yeni anayasa üzerinde belirleyici olması önlenmiş olunacaktır. Bu durumda, AKP’nin ve statükocu-devletçi güçlerin BDP’ye yönelik “siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz” demagojisi daha yüksek perdeden dile getirilecektir. Milliyetçiliği okşama ve Kürt hareketini baskılama yaklaşımının bir sonucu olarak Erdoğan, “tek millet, tek bayrak, tek vatan” söylemi eşliğinde şöyle demektedir: “Benim için artık bu ülkede Kürt sorunu bitmiştir. Artık bu ülkede benim Kürt kardeşlerimin sorunu vardır ama Kürt sorunu yoktur.” Üstelik bu sözleri bir Kürt kenti olan Muş’ta sarf etmekte, “bakın ben Muş’ta nasıl konuşuyorum, asıl milliyetçi benim” mesajı vermektedir. Genel baskı dalgasıyla gözdağı verilen Kürt kitleler ise, “din kardeşliği” ve “hizmet getiriyoruz” rüşvetiyle tavlanmaya çalışılıyor. Devreye sokulan baskı dalgası ve başlatılan askeri operasyonlar neticesinde birçok gerilla yaşamını kaybetti. Bu operasyonların AKP hükümetinden bağımsız yapıldığını düşünmek saflık olur. AKP, öyle gözüküyor ki seçimlere giderken Genelkurmay bürokrasisiyle uzlaşmıştır. Son MGK bildirisinde klasik devlet ağzıyla Kürt halkına tehditler savrulması dikkat çekicidir. Beri taraftan geçtiğimiz haftalarda ABD’nin Skorsky şirketiyle 3,5 milyar dolarlık bir silah anlaşması yapıldı. Muhakkak ki, bu anlaşma Türkiye’nin emperyalist politikalarının silahla desteklenmesinin bir ifadesidir. Ancak bunun yanı sıra, zamanlama itibariyle bu ihalenin askeri bürokrasiye verilmiş bir taviz olduğu da gözden kaçmamalıdır. Zira bu ihaleler denetime açık değildir ve muazzam paraların nereye gittiği araştırılamamaktadır. Böylece Ergenekon operasyonuyla terbiye edilen Kemalist askeri bürokrasiye sus payı verilmektedir. Böylesine yüksek bütçeli anlaşmanın ABD şirketiyle yapılması bir tesadüf mü? Besbelli ki AKP, Ortadoğu’daki gelişmeler ya da Kürt sorunu üzerinden kendisini sıkıştırmaması için ABD ile anlaşmış bulunuyor. Tam da si-

8

İşçi sınıfının durumu İşçi sınıfı diğer seçimler gibi bu seçimleri de ne yazık ki örgütsüz ve hazırlıksız bir şekilde karşılıyor. İşçi sınıfı 12 Eylül faşist darbesiyle sokulduğu örgütsüzlük tünelinden hâlâ çıkabilmiş değil. Sınıfın görece örgütlü kesimi olan sendikalı işçi sayısı günden güne eriyor, sendikalar küçülüyor ve burjuvazi tarafından ciddiye alınmıyor. Zaten sendika bürokratlarının işçi hareketini ilerletme gibi bir dertleri de bulunmuyor. İktidar kavgasında işçi hareketini burjuva kesimlerin arkasına takmaya çalışan sendika bürokratlarından kimileri, ödüllerini milletvekili adayı yapılarak aldılar. Sosyalist hareketin durumu ise çok daha vahimdir. Bugün sosyalist hareketin işçi sınıfı içinde dikkate değer bir etkisi yoktur. Üstelik sosyalist hareketin önemli bir kısmı burjuva kesimler arasında süren iktidar kavgasında statükocu Kemalist cephenin arkasına takılmış durumda. Buna karşın, işçi sınıfı içinde sebatla çalışan, sınıfın öncü unsurlarına enternasyonalizmi taşımaya çabalayan, sendikalarda militan sınıf sendikacılığını egemen kılma mücadelesi veren ve işçi hareketine devrimci temelde yol aldırmaya çalışan komünist güçler henüz yeterince güçlü değildir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bu güç eşitsizliği durumu, kapitalist saldırıların engelsiz bir zeminde gerçekleşmesini beraberinde getirmiştir. Türkiye işçi sınıfı, kemer sıkma saldırılarına karşı kitlesel bir direniş ne yazık ki örgütleyememiştir. Sosyal güvenlik sistemine ağır darbeler vurularak emeklilik yaşı iki kere uzatılmış, özelleştirmelerle birlikte on binlerce işçi işten atılmış, sendikasızlaştırmaya hız verilmiş, taşeronlaştırma sistemi dört bir yanı sarmış, sosyal güvencesizlik yaygınlaştırılmış, esnek çalışma türleri yasalaştırılmış, sosyal haklar gasp edilmiş, çalışma temposu hızlandırılarak çalışma saatleri uzatılmıştır. Bu saldırıların bir sonucu olarak sendikalı olan ve toplu sözleşme yapan işçilerin sayısı giderek azalmaktadır. 1990’ların başında kamu sektöründe yarım milyona yakın işçi toplu sözleşme kapsamındayken, zamanla bu sayı oldukça gerilere düşmüştür.


sayı: 74 • Mayıs 2011

Gayet tabii olarak bu durum, temel sınıf bilincine sahip işçilerin sayısının azalmasına ve geniş kesimlerin sınıf reflekslerinin gelişememesine neden olmaktadır. Burjuva ideolojisinin yarattığı etkiden dolayı geniş sınıf kitleleri örgütlenmenin korkulacak bir şey olduğunu düşünmekteler. Toplumda yaratılan baskı, buna eklenen işsizlik ve açlık kırbacı bu korkuyu beslemektedir. Kayıtsızlık, boş vermişlik, moral bozukluğu sınıf kitlelerine egemen olabilmektedir. Bu örgütsüzlük koşullarında sınıf kitleleri, kendi örgütlü güçleriyle nelerin üstesinden gelebileceklerinin farkına varmadan burjuva partilerin vaatlerine tav olabilmekte, AKP’den ya da CHP’den medet umabilmekteler. Oysa burjuvazi babasının hayrına işçi sınıfına en ufak bir hak vermez. Bugüne kadar tüm kazanımlar ya işçi sınıfının mücadelesiyle elde edilmiş ya da burjuvazi mücadele potansiyelini boşa çıkartmak için bu kazanımları vermek zorunda kalmıştır. Ancak elbette karamsarlığa gerek de yok! Zira 2000’lerle birlikte dünyada sınıf mücadelesi yeniden yükselişe geçmiştir. 2000’lerin ortalarına kadar Latin Amerika’da patlak veren devrimci durumlar ve dünyanın çeşitli yerlerinde gelişen kitlesel eylemlilikler, “işçi sınıfı öldü, tarihin sonu geldi” diyen burjuva ideologların suratına ağır bir şamar gibi inmiştir. 1990’ların başında “işçi sınıfı öldü” diyenler, küresel krizin patlak vermesiyle “Marx haklıydı” demeye başlamışlardır. Tarihte hep böyle olmuştur. Uzun bir dönem geri çekilen, içine kapanan, örgütsüzlük ve güvensizlik bulutları üzerinden eksik olmayan işçi sınıfı, bir gün gelir devrimci tarzda ayağa kalkar. Unutmayalım ki her geri çekilme süreci, gelecekte ileri atılmanın hazırlıklarının yapıldığı ve mücadelenin mayalandığı bir süreçtir. On yıllardır baskı ve zorbalık altında inletilen Arap emekçilerinin hiç beklenmedik bir anda ayağa kalkmaları çok şey anlatmaktadır. Daha da önemlisi, başkaldıran emekçi kitleler geçmişin tüm korku duvarlarını yıkarak mücadele alanına girerler. Nitekim Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da olan da budur. Uluslararası alanda sınıfsal güç ilişkileri anlamında henüz bir değişim söz konusu değildir. Sınıfsal güç ilişkilerinin burjuva kefesi hâlâ çok ağır çekiyor. Ancak işçi sınıfının mücadele eğrisi de yukarılara doğru yol almaktadır. Elbette mücadele rüzgârları bir gün Türkiye’de de yeniden esmeye başlayacak. Bugün işçi sınıfın en çok ihtiyaç duyduğu şey güven ve moraldir. Geride bıraktığımız 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel ve coşkulu geçmesi de bu açıdan oldukça önemlidir. Şurada burada patlak veren direnişleri ya da grevleri sınıfa moral ve güven verecek bir tarzda yürütmek çok anlamlıdır. Anlamlı bir şekilde biten her grev ya da direniş sınıf kesimlerinin güven ve moral bul-

marksist tutum

masını sağlayacak ve gelecekte çok daha büyük mücadelelerin kaldırıcı olacaktır. 2002 seçimlerine giderken yazılan şu satırlar ne yazık ki hâlâ geçerlidir: “Türkiye’de işçi ve emekçi kitleler bugün oldukça gerilere itilmiş durumda, henüz yolun başında duruyorlar. İlerde daha büyük adımlar atabilmeleri için, şimdi küçük de olsa bazı önemli özdeneyimler aracılığıyla kendi güçlerinin farkına varmaya ve özgüven kazanmaya dehşetli ihtiyaçları var. O nedenle, mevcut koşullar altında bu seçim ortamı, kitle hareketinin yükseliş kaydettiği tarihsel konjonktürlerle asla karıştırılmamalı. Bugün Türkiye’de ne nesnel olarak parlamenter mücadele kürsüsünün artık anlamsız hale geldiği ve seçimlerin boykot edileceği bir devrimci durum var, ne de öznel olarak işçi sınıfı seçim platformunu bizzat kendi örgütlü gücü temelinde kullanabileceği koşullara sahip. Sınıfın kitlesel mücadele örgütleri olması gereken sendikalar berbat bir durumda ve açıkçası, işçi sınıfının örgütlü devrimci gücünü yansıtacak bir siyasal alternatif henüz yaratılabilmiş değil.”3 Türkiye’de burjuva siyaseti önemli bir dönemece girmiş durumda. Yeni bir anayasanın gündemde olduğu bu dönemeçte, gerek Kürt halkının taleplerinin gerekse işçi sınıfının demokratik hak ve özgürlüklerinin savunulması bakımından, Kürt hareketinin ve sosyalistlerin sesinin mecliste yankılanması önemlidir. Gerici güçler karşısında işçi sınıfı içinden enternasyonalizmin bayrağı yükseltilmelidir. Emek, Demokrasi ve Özgürlük mücadelesinden yana adayların geniş kitlelerden alacağı oy, aynı zamanda inkârcı ve asimilasyoncu statükocu güçlere, şovenist cepheye ve Kürt halkını aldatmaya çalışan AKP hükümetine bir cevap olacaktır.  ___________________ 1

Mehmet Sinan, AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma, www.marksist.com

2

Mehmet Sinan, Anayasa Tartışmaları ya da Burjuva Siyasal Düzenin Değişim Sancıları, www.marksist.com

3

Elif Çağlı, Seçime Doğru, www.marksist.com

9


Ortadoğu O ve Kuzey Afrika’da Reform Süreçleri Levent Toprak 10

rtadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerini saran kitle ayaklanmaları ve bu temelde işleyen değişim süreci devam ediyor. Dünya ekonomisi ve siyaseti açısından son derece hassas ve önemli bir bölge olan bu bölgede yaşananların doğru bir perspektifle ele alınması Marksistler açısından özellikle önem taşımaktadır. Zira hangi perspektiften bakılacak olursa olsun tarihsel olarak önemli bir dönüm noktasından geçildiği ve bu dalganın kısa vadedeki sonuçlarından bağımsız olarak bölgede yeni bir dönemin açıldığı açıktır. Evvelce de vurguladığımız gibi, önümüzdeki dönemde bu bölgede yaşanacak toplumsalsiyasal mücadeleler ve bu ülkelerde ne tür rejimlerin tesis olacağı, burjuva siyaset dünyasının olduğu kadar devrimcilerin de ilgi odağında olacaktır. Hatırlanacağı üzere, Marksist Tutum sayfalarında, Mübarek’in devrilmesiyle birlikte sürecin genel olarak yeni bir evreye geçtiği değerlendirmesini yapmıştık. Şimdilerde ise, Arap coğrafyasını saran bu isyan dalgası Suriye’ye sıçramıştır. Suriye bu sürecin geneli içinde başlı başına yeni bir boyut anlamına gelmektedir. Zira Suriye çok çeşitli bakımlardan Arap coğrafyası içinde ayrı bir konuma sahiptir. Örneğin halen İsrail ile doğrudan çatışma içinde olan tek Arap ülkesidir, hatta resmi olarak savaş halindedir. Bu çatışma ile de bağlantılı olarak, bir yandan İran’ın bölgedeki tek doğrudan müttefikidir, bir yandan da Lübnan üzerinde ciddi bir nüfuza sahiptir. Uluslararası güç ilişkileri denkleminde Suriye, Saddam Irak’ının bertaraf edilmesinden sonra, İsrail ve ABD karşıtı tek Arap ülkesi konumundadır. Öte yandan bu ülke çok uzun bir sınırla Türkiye’ye komşudur. Bu da bölgedeki isyan sürecinin Türkiye’nin sınırlarına dayanması anlamına gelmektedir.


sayı: 74 • Mayıs 2011

Suriye bir yandan bu sınır hattı boyunca hem Kürt hem de Arap nüfus bakımından Türkiye ile nüfus etkileşimi içindedir, diğer yandan da son yıllarda gitgide boyutlanan biçimde Türkiye ile yakınlaşan bir ilişki içindedir. Sadece iki ülke arasında vizelerin kaldırıldığını ve sınır geçişlerinin son derece kolaylaştırıldığını, ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığını hatırlamak yeter. Suriye’ye de Libya’daki gibi emperyalist bir saldırı gündeme gelirse bunun Türkiye üzerinde doğrudan etkilerinin olacağı açıktır. Hatta böyle bir saldırıdan bağımsız olarak, zaten yeterince sıcak bir konu olan Kürt sorununda önemli gelişmeler için yeni bir zemin doğması kuvvetle muhtemeldir.

Sürecin niteliği Arap coğrafyasındaki bu isyan sürecinin karmaşık bir süreç olduğunu ve tek yanlı kolay genellemeler yapmamak gerektiğini öncelikle vurgulamamız gerekiyor. Bu karmaşık bulutsu bütünün içinde geniş yoksul emekçi kitlelerin isyanı olduğu gibi, bölgenin emperyalistler tarafından yeniden dizayn edilmesi çabaları ve bu temelde yaşanan güç mücadeleleri de vardır, bölgedeki etnik, mezhepsel vb. çelişkiler de vardır. Bir tarafta petrol zenginliğine dayalı şeyhliklerin, krallıkların var olduğu, diğer tarafta Suriye gibi Baasçı ülkelerin bulunduğu, bunun yanı sıra Tunus ve Mısır gibi farklı gelişkinlikte ülkelerin yer aldığı bir bölgeden söz ediyoruz. Tüm bu ülkeler ortak bir Arap kimliği ve diline sahip olsalar da arada gerçekten ciddi farkların bulunduğu ülkelerdir. Kitlelerin isyanı genel olarak ortak ve evrensel sorunlardan köklense de, bu temelde bölge genelinde başlayan dönüşüm süreci farklı ülkelerde farklı tarzda ve tempoda işlemekte, farklı sonuçlar üretmekte. Ama her halükârda bölge açısından yeni bir toplumsal mücadeleler ve uyanış sürecinin başladığını söyleyebiliriz. Konunun birçok boyutu olmakla beraber, işçi sınıfı açısından sürecin en önemli yanı budur. Nitekim bu sürecin en geniş katmanlara ulaştığı ve en derine indiği yerlerde, ki buralar genel olarak modern toplumsal ilişkilerin en çok nüfuz ettiği ülkelerdir, bir politik-kültürel uyanış ve örgütlenme seferberliğinin yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Tunus ve Mısır bunun en belirgin örnekleridir. Arap coğrafyasında halk ayaklanmaları sonucu ortaya çıkan devrimci durumlar ne yazık ki devrime ilerleyememiştir. Bugün geldiğimiz noktada, özü itibarıyla bu süreç, kitle ayaklanmalarının itici gücüyle gerçekleştirilen burjuva demokratik karakterde bir reform sürecine dönüşmüştür. Ülkeler arasındaki farkları ihmal etmeksizin diyebiliriz ki, kapsamı genel olarak sınırlıdır. Sürecin bu çerçeveye hapsolmasının başlıca ve dolaysız sebebi de (bu ülkelerde sanayi ve modern işçi sınıfı var olduğu ölçüde) işçi sınıfının genel örgütsüzlüğü ve öncü rol oynayabilecek yeterlilikte proleter devrimci örgütlülüğün olmamasıdır. Modern anlamda bir sanayinin ve işçi sınıfının var olmadığı ya da

marksist tutum

son derece cılız olduğu ülkelerde ise zaten sürecin potansiyellerinin çok daha sınırlı olacağı kendiliğinden açıktır. Örneğin, ülkenin büyük ölçüde petrole dayalı bir ulufe ekonomisi şeklinde yapılanmış olduğu ve aşiret bağlarının siyasal alanda hâlâ rol oynadığı Libya’daki süreç, büründüğü biçimler açısından başlangıçta sanki çok daha ileri gitmiş gibi görünse de, ilerici dinamiğini hızla yitirerek yozlaşmış ve emperyalistlerin sahaya davet edildiği, burjuva klikler arası yıkıcı bir iç savaş halini almıştır. Şu anda Libya iç savaşın ve bununla iç içe geçmiş vahşi bir emperyalist saldırganlığın pençesinde kıvranan bir ülke konumundadır. Ancak ülkeler arasındaki farklar ne olursa olsun, sürecin en ileri noktaya gittiği Tunus ve Mısır’da bile, yukarıda belirttiğimiz temel handikap nedeniyle esasen egemen sınıflar ve emperyalizm katında yaşanan süreçler devreye baskın biçimde girmiştir. Hatırlanacağı gibi, emperyalist odaklarda ve onların medyasında bu sürecin genel olarak devrim nitelemesiyle taltif edildiğine ve alkışlandığına daha önce dikkat çekmiştik. Emperyalist odaklar, yaşanan kitle kalkışmalarını genel olarak hiç de düşmanca karşılamamışlar, aksine bölgede artık köhnemiş olan ve daha fazla yaşatamayacaklarını hesap ettikleri statükoyu istedikleri yönde değiştirmenin bir fırsatı olarak değerlendirmeye çalışmışlardır. Ve halen de genel perspektifleri budur. Libya’da yaşananlar tam da sürecin yalnızca bir halk ayaklanmaları sürecinden ibaret görülemeyeceğini, aynı zamanda bölgeye yönelik emperyalist tasarımlar ve bu temelde kapışmaların da göz ardı edilemeyeceğini tehlikeli biçimde ortaya koymaktadır. Emperyalistlerin yaklaşımını iki temel mülahaza belirlemektedir. Birincisi kitle kalkışmalarının emperyalistlerin kırmızı çizgilerini ihlal etmemesinin sağlanmasıdır. Emperyalistler kapitalist düzene kalıcı bir zarar gelmemesi, bölgede İran’ın nüfuzunun güçlenmemesi ve İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düşmemesi şeklinde özetlediğimiz üç kırmızı çizgiye sahipler. Bugün bu kırmızı çizgilerin nasıl işlediğini görmek için daha fazla veriye sahibiz. Emperyalistlerin yaklaşımını belirleyen ikinci mülahaza ise emperyalistlerin bölgeye ilişkin olarak nicedir sahip oldukları Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesindeki değişiklik planlarını uygulamaya sokmaktır. Dolayısıyla kitle hareketlerinin kendi iç dinamikleri, yarattığı durum ve olanaklar genel bir etmenler grubu oluştururken, emperyalistlerin kırmızı çizgileri, karışma ve yönlendirme çabaları da bir başka etmenler grubunu oluşturmaktadır. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, kitle hareketlerinin iç dinamik ve potansiyelleri de ilgili ülkelerin genel tarihsel-toplumsal gelişmişlik derecesi ile bağlantılıdır. İşte süreç her bir ülke özelinde bu etmenlerin karmaşık bir bileşimi olarak şekillenmektedir. Kimi ülkelerde, diktatörlerin defedilmesini, yaygın ve görece güçlü bir kitle hareketinin yarattığı belli bir özgürlük atmosferini ve sınırlı da olsa işlemeye başlamış reformlar sürecini görürken,

11


marksist tutum

kimi ülkelerde ortada kendi ölçüleri içinde hayli yaygın ve direngen kitle hareketleri olmasına rağmen daha öteye ilerleyemeyen bir süreci, kimi ülkelerde emperyalistlerin bizzat dahil olduğu iç savaş süreçlerini, kimi ülkelerde ise hareketin yeterli istim kazanamayarak söndüğünü görüyoruz. Medya genel olarak Mübarek’in gidişine kadar Tahrir Meydanında odaklanan sürece ve sonrasında da özellikle Libya’daki savaşa yoğunlaştığı için tablonun bütünü yeteri kadar görülmemekte ya da bilinmemekte. O nedenle başlangıçtan bu yana nerede, ne gibi değişimlerin yaşandığını özetle ortaya sermekte ve değerlendirmelerimizi sürekli olarak gözden geçirerek sürecin takibini yapmakta yarar var.

Tunus ve Mısır Aralık ayının sonlarında Tunus’ta başlayan isyan dalgası, Atlantik’ten İran’a kadar uzanan geniş Arap halkları coğrafyasındaki ülkelerin bir ikisi hariç hepsinde şu ya da bu biçimde yankılandı. Bu ülkelerin hepsinde değişik büyüklüklere ulaşan kitle seferberlikleri yaşandı. Bu ülkeler dizisi içinde dalganın en etkin olduğu ülkeler Tunus ve Mısır oldu denebilir. Bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin tepesinde bulunan ve bu rejimlerin sembolü konumundaki diktatörler def edildi. Elbette diktatörlerin def edilmesi rejimin de yıkılması anlamına gelmiyordu. Esasen bu ülkelerdeki siyasal rejimin genel yapısı henüz yerli yerinde durmakta. Ancak diktatörlerin gitmesinin haricinde hiçbir şey olmadı da denemez. İşin aslı, diktatörlerin gitmesinin ardından genel olarak kitle hareketinin istimi düşmüş ve süreç ılımlı bir reform süreci haline sokulmaya çalışılmıştır. Bu süreçte bir yandan bazı değişiklikler gündeme getirilirken bir yandan da kitle inisiyatifi olabildiğince kısıtlanmaya çalışılmıştır. Şimdiye kadarki gelişmeleri köşe taşları itibariyle özetleyecek olursak, Tunus’ta Bin Ali ve çevresindeki bir kısım yakın ekibin uzaklaştırılmasının ardından uzun süre direnen onun başbakanı Gannuşi de def edildi. Siyasi polis teşkilatı dağıtıldı. Birçok vali ve yönetici görevden alındı, bazıları hapse atıldı. Bin Ali’nin partisi olan RCD kapatıldı ve mal varlığı haczedildi. Politik tutsaklar serbest bırakıldı, politik akımlara, partilere ve örgütlenmelere ilişkin getirilmiş yasaklar kaldırıldı. Bin Ali’ye yakın çeşitli kişilerin servetlerine el konuldu (112 kişi olduğu söyleniyor). Yine Bin Ali’nin ailesi ve yakın politik ekibinden kişiler de hapse atıldılar. Şimdi ülke, tarihi 24 Temmuz olarak belirlenen kurucu meclis seçimlerine hazırlanıyor. Bu kurucu meclis yeni bir anayasa hazırlayarak referanduma sunacak. Son alınan bir kararla bu kurucu meclis seçiminde aday olacakların yarısının kadın olması zorunluluğu getirildi. Bin Ali’nin kaçmasıyla birlikte kitle hareketinde genel olarak belli bir duraklama söz konusu olduysa da hareket tümüyle yok olmadı. Genel örgütsüzlük ve proleter devrimci önderlik eksikliği nedeniyle hareket taşıdığı potan-

12

Mayıs 2011 • sayı: 74

siyellerin çok azını ortaya koyabilse de, rejimin Bin Ali dışındaki sembolleri de kitle hareketinin hedefi olmaya devam etti. İrili ufaklı gösteriler genel olarak dağınık ve sıklığı azalan biçimde de olsa devam etti ve zaman zaman bu eylemler yine rejim güçleriyle ciddi çatışmalar halini aldı. Bu eylemliliklerde çeşitli politikacılar, yöneticiler, valiler ve özellikle de halka on yıllarca eziyet etmiş gizli polis teşkilatı hedef alındı. İşte yukarıda bahsedilen kısmi temizlik de büyük ölçüde bu basıncın ürünü olarak gerçekleşti. Aynı şekilde yargılamalar ve müsadereler de öyle. Ancak tek etmenin bu olduğunu söylemek eksik olacaktır. Bunda Tunus’un konumu ve durumunun genel olarak emperyalist odakların kırmızı çizgileri açısından bir tehlike oluşturmamasının da bir rolü olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Tunus’un ne zengin yeraltı kaynakları var ne de İsrail ve İran sorunları bakımından stratejik bir ağırlığı. Ayrıca bir radikal İslam tehlikesinden de söz edilemez. Bu bakımdan orada sürecin eski rejime nazaran daha serbest bir burjuva demokrasisi yönünde ilerlemesinin önünde diğerlerine göre daha az engel olduğu söylenebilir. Ancak genç işsiz işçilerin isyanının temel bir boyutunu oluşturan işsizlik, yoksulluk ve mahrumiyet koşulları aynen devam ediyor. O nedenle birçok genç işsiz bu duruma tepkili ve kendi ifadeleriyle “devrimin ellerinden çalındığı” yönünde bir hissiyata sahipler. Hiç şüphesiz ilerideki yeni mücadelelerin ve kalkışmaların temelini bu çelişkiler ve dinamikler oluşturacak. Bu çelişkiler yerli yerinde durduğu gibi, daha dolaysız anlamda önemli olan bir olgu daha var. Yaygın kitle hareketinin ortaya koyduğu enerji ve canlılığın bir ürünü olarak toplumun geneline yayılmış fiili bir politik serbestlik ortamı bulunuyor. Yasaklı siyasal akım ve örgütlenmeler bir bir gün ışığına çıkıyor ve yine fiili bir ifade ve gösteri özgürlüğü yaşanıyor. Şu anda ülkede basın-yayın alanında sansür fiilen ortadan kalkmış durumda. Elbette bu durumun ne kadar kalıcı olacağı belli değil. Bu fiili özgürlük yasal ve kurumsal birtakım güvencelere kavuşmuş değil. Tüm bu özgürlük alanı, yeni anayasa süreci ilk planda olmak üzere, tümüyle mücadelenin konusu durumunda. Gün yüzüne çıkan birçok eski sosyalist parti ve örgütlenmelerin yanı sıra yeni yeni partiler de kuruluyor. Bir diğer önemli gelişme ise mevcut yegâne sendikal konfederasyon olan UGTT içinde hem bölgelerden hem de özellikle genç tabandan gelen büyük bir basıncın oluşmasıdır. Rejimle yakın bağları olan UGTT yönetimi, oluşan kitle seferberliği sürecine katılmada başlangıçta isteksiz davranmış, ama tabandan oluşan basınç nedeniyle daha sonra ağırlığını koymak zorunda kalmıştı. UGTT’nin kitle basıncıyla tavır değiştirmesi güç dengelerinde önemli bir değişime yol açmış ve bu diğer etmenlerle de birleşince Bin Ali çekilmişti. Aslında rejime bağlı sendika bürokrasisiyle taban arasındaki gerilim yeni ortaya çıkan bir olgu olmayıp son 2-3 yıldır kendini gösteren bir süreçti. Son süreç bu gerilimi bir üst boyuta taşımış durumda. Bin Ali’nin


sayı: 74 • Mayıs 2011

gidiş sürecinde yapılan hükümet değişikliği ile UGTT geçici hükümete üç bakan vermiş, böylece kitle hareketi yatıştırılmaya çalışılmış, ancak tabandan gelen büyük tepki nedeniyle bu bakanlar derhal istifa etmek zorunda kalmışlardı. Tabandaki genç mücadeleci unsurların ne ölçüde dirayetli bir örgütlülük sağlayabileceklerini ve bu temelde Tunus’ta özellikle bir ağırlığı olan sendikal alanda gelecek için ne ölçüde anlamlı bir değişiklik yaratabileceklerini elbette önümüzdeki günler gösterecek. Ancak bu mayalanmaların genel olarak işçi sınıfının mücadelesini ilerletmek bakımından olumlu olduğu bir gerçektir. Bazı açılardan daha sınırlı olsa da Mısır’da da benzer bir süreç yaşanıyor. Hatırlanacağı gibi Mübarek’in düşmesinden sonra Mısır’da iktidar Yüksek Askeri Konsey’e geçmişti. Genel örgütsüzlük ve devrimci önderlik eksikliği nedeniyle Mısır’da da kitle hareketinin istimi o noktadan sonra düştü, ancak tümüyle yok olmadı. Tunus’takine benzer biçimde zaman zaman değişik büyüklüklerde eylemler yapıldı. Örneğin Mübarek’in son günlerinde başbakan olarak atadığı eski general Ahmed Şefik, Konsey tarafından muhafaza edilmesine rağmen, kitlelerin tepkisi nedeniyle koltuğunda ancak bir ay oturabildi. Yine aynı baskı neticesinde Mübarek ve bazı yakın akrabaları tutuklandı ve yargılanmasına başlandı. Aynı minvalde, Mübarek’in partisi UDP kapatılarak malvarlığı haczedildi. Kalkışma süreci ve hemen sonrasında kitleler birkaç kentte hem UDP’nin hem de gizli siyasi polis aygıtının binalarını basıp tahrip etmişti. Kitle hareketinin öne çıkan talepleri arasında her iki kurumun da lağvedilmesi yer alıyordu. Şimdi UDP kapatıldı. Basılan binalarında birçok belgesi ele geçen gizli siyasi polis yapılanmasının da üst düzey yöneticileri tutuklandı ve yargılanıyorlar. Bu aygıtın da mahkeme eliyle dağıtılacağı söylenmekte. Elbette kapitalist düzende siyasi polisin tümüyle ortadan kalkması söz konusu olamaz. Ancak halka karşı büyük suçlara imza atmış bu kan ve irin yuvasının teşhir olması ve yöneticilerinin yar-

marksist tutum

gılanması yine de politik olarak önemsiz bir olgu değildir. Diğer taraftan ayaklanma sürecinde öldürülenlere ilişkin kurulan soruşturma komisyonu o süreçte en az 846 kişinin hayatını kaybettiğini tespit etti. Bu soruşturma komisyonunun Tun Tu nus’ nus’ nu s’ta ta çalışması sonucu bu cürümlerin sorumBin Bi n Al Ali’ i ni i’ nin n lularının da mahkeme önüne çıkarılması kaçm ka çmas çm mas asıy sıy ıyla yla kitle hareketinin ısrarlı talepleri arasında. birl bi rlik rl ikte ik te kit itlle le Ancak Tunus’tan farklı olarak Mıhare ha r ke re keti t nd ti de gene ge nel n ne el ol olar arak ar ak k sır’da politik tutsaklar serbest bırakılmabell be llli bi birr dığı gibi olağanüstü hal de hâlâ kaldıdura du rakl ra k am kl ama a rılmış değil. Bu konuda sözler verilmiş oldu ol duy du ysa da ysa ys da olmasına rağmen gereken adım atılmadı. h re ha r ke et Ama asıl önemlisi olağanüstü hal yasalatümü tü müyl mü yle yl le yo yok k rına, geçici olacağı iddiasıyla baskıcı yeni o ma ol adı yasaların eklenmesi oldu. Bu yeni yasalar grev ve gösterileri askeri konseyin onayına tâbi kılıyor ve gösteri çağrısı yapanlara ve gösterilere katılanlara astronomik para cezaları ve hapis cezası öngörüyor. Çeşitli konularda protesto ve tepkiler karşısında tavizler vererek esnek davranan ordu, bu konuda geri adım atmadı. Bu hem kitle hareketinin zayıflıklarını hem de geçiş rejiminin niteliğini gözler önüne sürmesi bakımından anlamlıdır. Bu önlemin özellikle grevlere karşı alındığı anlaşılıyor. Çünkü işçi sınıfı Mübarek’in gidişinin kısa süre öncesinde kendi sınıf kimliği ve yöntemleriyle mücadeleye girmiş ve ülkenin büyük kentlerinde grevler başlamıştı. Gösterilerin istimi Mübarek’in gidişiyle birlikte düşmüş olsa da, grevler buna belli ölçüde zıt bir eğilim göstererek yaygınlaşmıştı. İlk evrede grevlerin şimşek hızıyla genel grev boyutuna sıçraması düzen güçlerinin Mübarek’i direnişinden vazgeçirmesinde etkili oldu. Ancak daha sonra grevler yine dağınık tekil grevler halinde devam etti. Bu grevlerde işçiler daha ziyade ücretlerin yükseltilmesi, geçici işçilerin sürekli işçi haline getirilmesi, sosyal güvenlik, kötü muamele eden yöneticilerin görevden alınması ve yargılanması gibi temel talepler ileri sürüyorlar. Mısır’daki tek yasal sendikal federasyonun (Mısır Sendika Federasyonu) tümüyle UDP’ye bağlı bir devlet kurumu konumunda olması nedeniyle işçiler gerçekte tamamen örgütsüz durumdaydılar. Ancak son yıllarda Mısır’da belirginlik kazanan grevlerin ve işçi mücadelelerinin bir sonucu olarak ilki 2008 yılında ortaya çıkan ve yasal statüsü bulunmayan bağımsız sendikalar kurulmaya başlandı. İsyan süreciyle birlikte bu eğilim büyük bir itilim kazandı ve şu anda onlarca bağımsız sendika bulunuyor. Küçük çiftçilerden balıkçılara, hatta emeklilere dek çeşitli çalışma kollarındaki çalışanlar örgütleniyorlar. Bunlar yasadışı olmasına rağmen, oluşan fiili kısmi özgürlük ortamında kimse onlara dokunabilmiş değil. Hatta bu bağımsız sendikalar tarafından ve genel olarak işçiler tarafından bindirilen basınç sonucu yeni bir federasyon (Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu) kurulmuş durumda. Ve yeni ça-

13


marksist tutum

lışma bakanı bağımsız sendikalar ve federasyonların kurulmasını yasallaştıran yeni bir düzenleme hazırlamakta. Sendikal alandaki bu örgütlenme seferberliği daha geniş ölçekte siyasal örgütlenme alanında da yaşanıyor. Sosyalistler ve işçi sınıfı açısından baktığımızda, söz konusu ettiğimiz bağımsız sendikaların öncülüğünde kurulmakta olan ve içinde sosyalistlerin de bulunduğu Demokratik İşçi Partisi başta olmak üzere başka sosyalist partilerin de kurulmakta olduğu görülüyor. Elbette yeni kurulmakta olan partiler bunlardan ibaret değil. Başta Müslüman Kardeşler olmak üzere birçok burjuva ve küçük-burjuva kesim yeni partiler kuruyorlar. Hatta ülkede bir azınlık konumunda olan Bedeviler bile iki ayrı parti kurma yolunda çalışmalar yapıyor. Benzer şekilde genel olarak basın özgürlüğü alanında da eskiye göre önemli bir fiili rahatlama yaşandığı görülüyor. Eskiden Mübarek’in borazanı olan devlet medyası organları şimdi kendilerini “devrimin kazanımlarının yılmaz savunucusu” konumunda gösteriyorlar ve eskinin kalıntısı olduğunu iddia ettikleri sorunların üzerine gidiyormuş gibi yapıyorlar. Çeşitli sosyalistlerin de ifade ettikleri üzere ülkede genel bir eleştiri özgürlüğü atmosferi bulunuyor. Ancak ordu bu konuda da adım atmakta gecikmedi ve orduyu doğrudan ve keskin biçimde eleştiren kesimlerin üzerine gitmeye başladı. Örneğin, basına genel olarak “çekidüzen” vermek için gizli olarak tüm editörlere ordu ile ilgili haber, yazı, fotoğraf vs. yayınlamadan önce ilgili resmi kurumlara danışılması talimatını gönderdi. Tunus’ta olduğu gibi, şu anda Mısır’da da politik süreç yeni seçimler ve yeni anayasa yapımına odaklanmış durumda. Konseyin görevlendirmesiyle kurulan bir anayasa komisyonu anayasada 9 maddelik bir değişiklik önerisi hazırlayarak referanduma sundu. Bu değişiklikler başkanın görev süresini iki dönemle sınırlandıran ve Eylül ve Aralık (ya da Ocak) aylarında yapılacak meclis ve başkanlık seçimlerinin ardından yeni bir anayasa yapılmasını şarta bağlayan değişikliklerdi. Bu değişikliklerin içeriğini hemen hiçbir politik akım olumsuz bulmamakla birlikte,

14

Mayıs 2011 • sayı: 74

sol akımlar ve liberal kesimler anayasanın bir an önce külliyen değiştirilmesi ve seçimlerin de aceleye getirilmemesi isteğiyle referandumda “hayır” oyu için kampanya yürüttüler. Beri yanda ordu, Müslüman Kardeşler ve UDP yanlısı kesimler “evet” için bastırdılar. Mısır ölçülerine göre çok yüksek (yüzde 41) bir katılım yaşanan referandumda yüzde 77 oranında “evet” çıktı. Ülke genelinde “hayır” oyunun oranı yüzde 23’te kalmakla birlikte Kahire gibi büyük şehirlerde bu oran yüzde 40’lara kadar çıktı. Bu da sol ve liberal akımların büyük şehirlerde hatırı sayılır bir etkisinin olduğunu gösteriyor. Ancak bu kesimlerin en büyük sıkıntısı Müslüman Kardeşler ve UDP kalıntısı siyasal yapılanma karşısında henüz örgütsüz durumda olmak. Bunu açıkça dile getiriyorlar ve örgütlenebilmek için zamana ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar. Örgütlü durumda olan Müslüman Kardeşler ise diğer siyasal güçler yeteri kadar örgütlenemeden önce seçim süreçlerini tamamlamak ve yeni anayasanın içeriğinde daha fazla etki sahibi olmak istiyor. Bu husus enternasyonalist komünistler olarak bizim hep dikkat çektiğimiz örgütlenme sorununun önemini acı biçimde ortaya koymaktadır. İnternetle devrim yapılabileceği yanılsamasını pompalayanların, bu işi becerdiklerini söylediği gençler, şimdi örgütlenmek için zamana ihtiyaç duyduklarını yana yakıla haykırıyorlar. Burjuvazinin her iki ana kesimi de rejimin yapısında çok büyük çaplı değişimlerin olmaması için aralarında anlaşmış durumda. Müslüman Kardeşler’in en büyük kaygısı genel olarak rejimin çatısı içinde kabul görmek ve kendisine de iktidardan pay verilmesi. Bunlar, hazır orduyla genel bir mutabakat sağlanmışken burjuva demokrasisi alanında diğer siyasal güçlere fazladan alan açarak oyunun bozulmasını ve “istikrarsızlık” doğmasını arzulamıyorlar. İki cephenin seçimler ve anayasa konusundaki tutumları şöyle özetlenebilir: Müslüman Kardeşler ve ordu, seçimlerin bir an önce yapılıp anayasanın zamana yayılmasından yanayken, sol ve liberal güçler bunun tam tersini, yani en kısa sürede özgürlükçü bir anayasa yapılarak oya sunulmasını ve sonrasında örgütlenme için yeterli zaman verilerek seçimlerin daha geç yapılmasını savunuyorlar. Bu güçler ilişkisine ve sürecin somut ilerleyişine bakıldığında, demokratik içeriği güçlü bir anayasanın şekillenmesinin pek mümkün olmadığını görmek zor değil. Marksist Tutum’un daha evvel de söylediği gibi, bu sürecin sonunda ordunun vesayeti altında sınırlı bir burjuva demokrasisi rejimine geçilmesi en yüksek olasılık olarak görünüyor. Egemen burjuva kesimlerin ve emperyalist odakların şu ana kadarki tutumu bu yönde. Bu gidişi bozabilecek tek güç olan işçi sınıfı ve devrimci sosyalist güç-


sayı: 74 • Mayıs 2011

lerse, büyük bir uyanış ve canlanış yaşanmasına rağmen henüz son derece örgütsüz durumda. O nedenle özellikle Mısır ve Tunus’taki devrimcilerin önündeki en büyük görev bu yakıcı soruna odaklanmaktır.

Diğer ülkeler Lübnan hariç tutulduğunda, bu coğrafya içinde genel toplumsal ve siyasal gelişmişlik bakımından Tunus ve Mısır’la aynı kategoriye sokulabilecek tek ülke belki Cezayir olabilirdi. Ancak Cezayir’deki kitle gösterileri fazla yaygınlık kazanamadı. Ne var ki, bu kadarı bile ülkede 20 yıldır hüküm süren olağanüstü halin kaldırılmasına yetti. Hareket daha yeterli momentum kazanamadan devreye sokulan ağır bastırma önlemleri ve verilen bu hızlı taviz rejim açısından işlevli olmuşa benziyor. Diğer taraftan kitle gösterileri bakımından kendi koşullarına göre hayli güçlü ve dirençli eylemlerin yapıldığı diğer birkaç ülkede ise diktatörler ya da krallar hâlâ yerli yerinde durmaktalar. Bunun örneklerini özellikle Bahreyn ve Yemen oluşturuyor. Bu ülkelerdeki kitlelerin “talihsizliği” genel olarak koşulların geriliği ve/veya emperyalist kırmızı çizgiler olmuştur. Tunus ve Mısır’daki süreçlere genel hatlarıyla karşı çıkmayan ve belli noktadan sonra diktatörlere çekilmesi yönünde telkinde bulunun ABD emperyalizmi, iş yukarıda zikrettiğimiz kırmızı çizgilere gelince aynı tavrı elbette sergilememiştir. Körfez’de ABD’ye ait kritik askeri üslere ve çoğunluğu Şii olan bir nüfusa sahip küçük ada ülkesi Bahreyn’de, ayaklanmanın İran’ın buradaki nüfuzunu arttıracağı açık olduğundan, buradaki kitle isyanı Tunus ve Mısır’daki ilgiyi görmedi. Emperyalistler süreç boyunca kitlelere uygulanan vahşi bastırma harekâtına sessiz kaldıkları gibi, daha sonrasında Suudi Arabistan öncülüğünde Körfez’deki gerici Arap rejimlerinin hareketi bastırmak için ülkeye askeri müdahalede bulunmasını da desteklediler. Kızıldeniz’in çıkışını tutan kritik jeopolitik konumu ve radikal İslamcı güçlerin ülkede önemli bir güce sahip olması nedeniyle Yemen’de de şu ana kadar genel olarak aynı tutum izlendi. Böylece 30 yılı aşkın bir süredir Yemen’i elinde kıvrandıran diktatör Ali Abdullah Salih kan dökerek iktidarını korumayı ve manevra yapmayı başarabiliyor. Ancak kitle hareketinin daha da radikalleşmesi ve İslamcı güçlerin pek etkin olamadığının görülmeye başlanmasıyla, son günlerde belli bir tutum değişikliği görülüyor. Sonunda gerici körfez rejimleri Salih’i çekilmeye zorlamanın “zararı” en aza indireceğini gördüler ve Körfez İşbirliği Konferansı sıfatıyla Salih’e “efendice” çekilme telkininde bulundular. Diğer taraftan Yemen’deki muhalif güçler de ABD’nin desteğini almak için çaba harcıyor ve ABD’yi radikal İslamcı güçler konusunda temin etmeye çalışıyorlar. Sonuç olarak burada Salih gitse bile yaşanacak değişikliğin demokratik içeriğinin çok daha sınırlı olacağını görmek için kâhin olmaya gerek bulunmuyor.

marksist tutum

Ancak tek tek özel durumlar ve kırmızı çizgiler bir yana, emperyalistlerin bölgede genel olarak bir değişim istediği gerçeğini hiçbir örnek Libya kadar açık gösteremez. Burada Kaddafi’nin isyanı bastırmayı başaracağı neredeyse kesin biçimde ortaya çıkmaya başlayınca emperyalistler açıkça ve işi askeri boyuta vardırarak Kaddafi karşısında devreye girdiler. Büyük bölümüyle Kaddafi karşıtlığından öteye gitmeyen ve emperyalist güçlerin desteğini alan bu gelişmeleri devrim diye nitelendirmek yanlıştır. Ekonomik sistemi ve sosyal yapısı petrol zenginliğinden ulufe dağıtmaya dayalı bir garabet durumunda olan, modern anlamda bir yerli proletaryadan pek söz edilemeyecek olan Libya’da sanki bir sosyalist devrim oluyormuşçasına analizler yapmak Marksizmle bağları koparmaktır. Fakat tersinden Libya’daki Kaddafi rejimini bir tür sosyalizan, ilerici rejimmiş gibi gören yaklaşımlar da aynı derecede Marksizmden uzaktır. Kaddafi çoktandır emperyalistlerle iyi geçinmeye başlamasına, petrol pastasından hemen hepsine pay vermesine ve iktidarı oğluna aktararak rejimi bir parça daha yumuşatma yolunda vaatlerde bulunmasına rağmen, emperyalist haydutlar doğan fırsatı kaçırmamak için, sözüm ona katliamı önlemek adına var güçleriyle Libya’nın üzerine çullanmaya başladılar. Şimdi ise Suriye benzer bir yola girmiş durumda. Bahreyn ve Yemen’de isyan eden kitleler katledilirken seslerini çıkarmayan, hatta Bahreyn’de katliama Suudi gericiliği üzerinden bizzat ortak olan bu haydutlar, Libya ve Suriye’deki isyancı kitleler için pek kaygılanıyorlar. Bu ülkelerin dışındaki bölge ülkelerinde ise kitle hareketliliği genel olarak pek güç kazanamadı. Ancak buna rağmen bu ülkelerin bile bazılarında Cezayir’deki duruma benzer biçimde bazı değişiklikler yapıldı. Örneğin Fas’ta kral bir komisyon kurdurarak sonunda referanduma sunulacak yeni bir anayasa yapımı süreci başlattı, politik tutsakları serbest bıraktı ya da hapis sürelerinde indirime gitti. Umman’da sultan, danışma organı niteliğinde olan meclise yasama yetkileri verdi. Ürdün’de gösteri için izin alma zorunluluğu kaldırıldı ve seçim, partiler, basın ve toplanma özgürlüğü ile ilgili yasalarda üç ay içinde teklif olarak hazırlanması öngörülen “geniş kapsamlı reform” çalışmaları başlatıldı, vb. Öte yandan bölge ülkelerinin hemen tamamında kitleleri yatıştırmak için değişik ölçülerde ekonomik ve sosyal tavizler de verildi. Asgari ücretin artırılmasından kamuda yeni iş olanaklarının açılmasına, gıda fiyatlarının düşürülmesinden maaşların arttırılmasına, sosyal güvencelerin arttırılmasına kadar birçok tedbir alındı.

Reform süreçleri Bu özet tablodan da görülebileceği gibi, bu bölgedeki ülkelerin iç yapıları bakımından yaşanan şey, kapsamı her bir ülkenin iç koşullarına ve emperyalist kırmızı çizgilere bağlı olarak değişen bir burjuva demokratik reform sü-

15


marksist tutum

recidir. Bu ülkelerin bazılarında önemli boyutlara ulaşan gerçek kitle hareketleri ve hatta bunların mücadeleleri sonucu oluşan devrimci durumlar da ortaya çıkmış olmakla beraber, yaşananlara devrim demek Marksizm açısından doğru değildir. Devrim kavramının içini boşaltmak ve kendiliğinden kitle hareketinin potansiyellerini abartarak bilinç ve örgütlülük unsurunun önemini küçültmek Marksistlerin işi olamaz. Bölgede genel olarak kapitalizm hüküm sürmekteydi ve bu durum değişmemiştir. Hatta henüz rejimler bile değişmemiştir. Önümüzdeki dönemde yapılacak yeni anayasalar ve bu çerçevede gelişecek yeni siyasal mücadeleler sonucu, bölgede şimdiye dek değişik şekiller altında hâkim olmuş olan otoriter rejimlerde şu ya da bu ölçüde burjuva demokrasisine doğru bir gidişin başlaması kaçınılmazdır. Yukarıda kısaca ortaya serdiğimiz gibi böylesi bir süreç başlamıştır. Elbette bu sürecin tam olarak nereye varacağını kestirmek mümkün değildir ve diğer etmenler bir kenara bırakıldığında her bir ülkede bunun kapsamı da farklı olacaktır. Öte yandan bu süreçler bir emperyalist savaş konjonktürü ile iç içe geçtiği için bölgede uzun süreli bir kaos yaşanması ihtimali de mevcuttur. Bölgedeki ülkelerde yaşanan şey, kapsamı her bir ülkenin iç koşullarına ve emperyalist kırmızı çizgilere bağlı olarak değişen bir burjuva demokratik reform sürecidir. Bu ülkelerin bazılarında önemli boyutlara ulaşan gerçek kitle hareketleri ve hatta bunların mücadeleleri sonucu oluşan devrimci durumlar da ortaya çıkmış olmakla beraber, yaşananlara devrim demek Marksizm açısından doğru değildir. Kendi tarihsel yolunda gitmesi halinde bu sürecin neye benzeyebileceği konusunda aslında yakın geçmişte yaşanmış önemli bir örnek olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Arap ülkelerini saran halk isyanları ve değişim süreci, özü itibariyle daha önce Endonezya’da yaşandı diyebiliriz. 1997-8’de ülkenin dört bir yanında yaşanan isyanlar sonucu kanlı diktatör Suharto devrilmişti. 1965 yılında gerçekleştirdiği darbeden itibaren 33 yıl boyunca ülkeyi inim inleten Suharto’nun devrilmesiyle birlikte genel hatlarıyla bir burjuva demokratik reform süreci başladı. Bu sürece tam da adına layık biçimde “Reformasi” adı veriliyor ve bu kapsamda birçok değişiklik yapılmış durumda. Endonezya’da Suharto devrilmeden önce de kapitalizm vardı, şimdi de kapitalizm var. Fakat siyasal rejimin yapısında burjuva demokrasisi yönünde zamana yayılan bir değişim yaşanmıştır. Üstelik Endonezya’daki sanayi ve işçi sınıfı çok daha gelişmiş olduğu halde, genel örgütsüzlük ve proleter devrimci önderlik eksikliği nedeniyle sonuç bu olmuştur. Ne yazık ki o zaman da dünya üzerinde birçok sol çevre yaşananları “devrim” olarak nitelendirmiş, hatta “Asya devrimi başladı” diyenler olmuştu. Geniş çaplı her

16

Mayıs 2011 • sayı: 74

kitle isyanına hafifmeşrep biçimde devrim diye yaklaşanlara sormak gerekiyor: ne oldu bu Endonezya devrimine ya da Asya devrimine? Daha önceki değerlendirmemizde de vurguladığımız gibi kitlelerin isyanının önemini ve potansiyellerini takdir etmek için bunlara hemen devrim yaftası yapıştırmaya ihtiyacımız yok. Endonezya’da devrim olmamıştır, ama tam da kitle hareketinin baskısı sonucu, hiç de önemsiz sayılıp küçümsenmemesi gereken değişimler yaşanmıştır. Önemli olan her şeyi yerli yerine oturtmayı bilmektir. Esasen siyasal demokrasi alanında kendini gösteren bu reform süreciyle daha sonraki devrimci kalkışmalar için daha elverişli koşullar oluşmuştur. Emekçi kitleler şimdi siyasal demokrasi okulundan geçmekteler. Yeri gelmişken hatırlatalım ki, bu reform sürecinin önemli bir ayağını ülkedeki siyasal baskıların önemli bir bahanesini teşkil eden Doğu Timor sorununun çözülmesi oluşturmuştu. Bu kapsamda Doğu Timor’a kendi kaderini tayin hakkı tanınmış ve yapılan referandum sonucu Doğu Timor ülkeden ayrılmıştır. Endonezya örneği, kapitalizme dokunulmadığı sürece ve özel olarak jeopolitik vb. açıdan hassas durumlar söz konusu olmadığı ölçüde bu tür süreçlerin emperyalizm açısından da bir tehdit olarak görülmediğini göstermektedir. Aksine bugün Endonezya dünya kapitalizminin yeni yükselen yıldız ülkelerinden biri olarak kutsanmakta ve bunun bir parçası olarak G20’ye dahil edilmektedir. Ortada gerçekten bir devrim olsa emperyalizmin tutumunun böyle olmayacağı aşikâr değil midir? İşte bizim baştan beri anlatmaya çalıştığımız gibi, Arap coğrafyasında şu anda yaşamakta olduğumuz süreçler de emperyalizm açısından özde korkulacak süreçler değildir. Çünkü bu süreçler mevcut nesnel ve öznel koşullarda kapitalizmi tehdit edecek nitelikte değillerdir. Sadece tek tek bazı ülkelerde özel bazı kırmızı çizgiler dolayısıyla Batılı emperyalist güçlerin tedirginliği söz konusu olabilmektedir. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında bu değişimler yine de önemli değişimlerdir. Hepsinden önemlisi, bu ülkelerdeki ağır siyasal demokrasi sorunları, kapitalist baskı ve sömürünün çıplak biçimde görülmesini engelleyen bir işlev görüyordu. Şimdi bu gözbağının çözülmesi için uygun koşullar oluşmakta. Elbette sorun sadece bir gözbağı çözülmesinden ibaret değildir. Aynı zamanda kitle hareketinin dinamiği sonucu genel bir uyanış yaşanmakta, bir özgürlük havası yaşanmaktadır. Her yanda yeni yeni örgütlenmeler pıtrak vermekte, işçi sınıfı şimdi yeni bir atmosfer içinde ilk kez bağımsız sendikalarını kurmakta, yeni siyasal örgütlülükler oluşturmakta ve bu temelde yeni bir mücadele dönemine girmektedir. İşte bu önemli uyanış, mayalanma ve harmanlanma döneminde Marksist devrimcilere düşen görev, oluşan elverişli ortamdan ve kitle hareketinin kazanımlarından azami ölçüde yararlanarak proleter devrimci örgütlülüğü oluşturmak ve ilerletmektir. Gelecek kalkışmaların sosyalist bir devrimle taçlanmasının tek gerçek güvencesi budur. 


Nükleer Santrallere Geçit Vermeyelim Oktay Baran

Ç

ernobil’deki nükleer felâketin üzerinden 25 yıl geçti. Araya giren çeyrek asra rağmen, Çernobil nükleer santralinin bulunduğu binlerce kilometrekarelik bölge halen insanlar açısından yaşanabilir değil. Bu durum en azından birkaç asır daha devam edecek. Kazadan kaynaklı radyoaktif kirliliğin tümüyle ortadan kalkması için 48 bin yıl, bölgede insanların tekrar normal bir yaşam sürebilmesi için ise en az 600 yıl geçmesi gerekiyor. Kaza sonucu açığa çıkan radyoaktif kirlilik nedeniyle ölen insan sayısını Rus yetkililer ve Dünya Sağlık Örgütü 4 bin olarak açıklarken, ruhunu burjuvaziye satmamış bilim insanlarının araştırmaları bu sayının 900 bine yaklaştığını gösteriyor.* Yalnızca bu çırılçıplak gerçek bile, nükleer fisyon teknolojisinin insanlık açısından barındırdığı devasa tehdidi anlatmaya yeter aslında. Nükleer fisyon teknolojisi, hele ki kapitalist toplum çerçevesinde, insanlık açısından aslında haddini bilmezlik anlamına geliyor. Yarattığı teknolojiye tapınan, bunu bilim adı altında yeni bir dinsel tabu haline getirip kutsayan kapitalizm, okyanusları, dağları aşarak göğün fethine çıkıp aya ayak bastığında tüm doğanın da efendisi olduğu vehmine kapıldı. Bu böbürlenmenin ne denli boş olduğunu ona en sıradan doğa olayları bile her seferinde hatırlattı. Ama kâr hırsıyla gözü dönmüş kapitalistler her defasında gerçeklerden kaçmakla kalmadılar, onu toplumdan da gizlediler. Gerçek şu ki, insanlık üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet prangasından kurtulmadığı sürece, üretici güçlerin yeni ve devasa bir atılımını sağlamak ve böylelikle de tam anlamıyla do-

ğanın esiri olmaktan çıkarak özgürleşmek mümkün değildir. Nükleer santraller, kapitalizmin kendi eliyle yarattığı ve her an tümüyle kontrolden çıkabilecek canavarlardan farksızdırlar, kelimenin tam anlamıyla pandoranın kutusu gibidirler. Tüm nükleer mühendislik, atomun çekirdeğinde saklı muazzam enerjiyi kontrollü bir şekilde açığa çıkartma çabasıdır. Devasa boyutlardaki barajlarda üretilebilen bir enerji miktarını 10 metreküplük daracık bir hacimde üretme teşebbüsü anlamına gelen nükleer teknoloji tam anlamıyla diken üstünde işler. Reaktör, ne eksik ne fazla, kritik değerde tutulmalıdır. Bu da, bıçak sırtında, sürekli bir risk durumu anlamına gelmektedir. Bir kez kontrolden çıktığında, bu kutu bir kez açıldığında, sonuçlarını ne tam olarak kestirmek mümkündür ne de ortaya çıkacak felâketlerin önüne geçebilmek. Fukuşima kazası, bu gerçeği bir kez daha kanıtladı. Kazanın ardından haftalar geçmiş olmasına rağmen “hadise” halen kontrol altına alınabilmiş değildir. Tersine, aradan tam bir ay geçtikten sonra, Japon Nükleer ve Sınai Güvenlik Kurumu, kazanın derecesini 5’den 7’ye yükseltti. Yani artık Fukuşima kazası resmen Çernobil boyutlarında. Aslında bu boyutta bir kazanın sonuçlarının kontrol altına alınması teorik olarak da mümkün değildir. Keza reaktörlerdeki nükleer fisyon reaksiyonu sona ermiş olmasına rağmen, fisyon sonucu ortaya çıkan radyoaktif elementlerin bozunma süreci devam ediyor ve bu süreci durdurmak eğer mümkünse bile insanlık henüz

17


marksist tutum

bunun nasıl yapılabileceğini bilmiyor. Yapılacak tek şey, bu süreçte ortaya çıkan radyoaktif maddelerin daha fazla yayılmasını engellemeye çalışmak, sürecin bir an önce bitmesini beklemektir ki, bunun yıllar alacağı biliniyor. Kapitalistlerin yapabilecekleri tek şey, santrali betona gömmek, etrafındaki binlerce kilometrekarelik alanı yasak bölge ilan etmek ve ardından toprağa ve yeraltı sularına yeni bir sızıntı olmaması için dua etmekten ibarettir. Kuşkusuz bu arada, emekçi halkı kandırmak, tehlikeyi küçümsemek ve mümkünse yokmuş gibi göstermek için her türlü sahtekârlık devreye sokuluyor. Çernobil kazasından sonra Özal’ın bakanları kameraların karşısında çay içerek, çayda radyasyon olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Halkın bu şekilde aptal yerine konulması o dönemde haklı olarak büyük tepki çekmişti. Birçok burjuva yazar-çizer böylesi bir budalalık gösterisinin Türkiye gibi geri bir ülkeye has olduğunda hemfikir olmuşlardı. Haksızlarmış! Görüldü ki, burjuva budalalığın ülkenin geriliğiyle pek de ilişkisi yokmuş. Japonya’daki kazanın ardından, Tokyo belediye başkanının, şehir suyundaki yüksek derecede radyasyonun sağlığa zararlı olmadığını “ispatlamak” için kameralar karşısında musluk suyu içmesi, teknoloji devi Japonya’nın bile “çarpıcı bir ikna yöntemi” olarak görülen bu budalalığa düşülebildiğini gösterdi. Her Allahın günü Japon halkı “radyasyonla yaşamayı öğrenmeye” davet ediliyor. “Normal radyasyon sınırı” her geçen gün biraz daha yükseltiliyor. Yalan üstüne yalan söylenirken, çarpıtmaların ardı arkası kesilmiyor. Ruhunu kapitalistlere satmış sözde bilim adamları, nükleer teknolojiyi zararsız göstermek için en akıl almaz iddiaları ileri sürüyorlar. Konu hakkında zır cahil burjuva politikacılar da bu örneklerle halkı kandırmaya devam ediyorlar. Bir taraftan yüzsüz bir şekilde nükleer santrallerin uçak çarpmasına karşı bile dayanıklı olduğunu söylerken, diğer taraftan depremin verdiği zararın üstünü örtmek için son kazayı tsunamiye bağlıyorlar. Hiç utanmadan, nükleer kazaları, köprülerin yıkılmasıyla, tüpgaz patlamasıyla, cep telefonundan televizyondan röntgen ya da MR’dan alınan radyasyonla vb. karşılaştırıyorlar. Bu örneklerle konunun gerçekte hiçbir ilişkisi yoktur. İnsanların kendi yaşamla-

18

Mayıs 2011 • sayı: 74

rına dair alabilecekleri bireysel risklerle, toplumsal riskler arasında karşılaştırma yapılamaz. Anılan örneklerdeki tüm riskler tek tek insanların iradesi dahilindedir. Her bir birey, bu riskleri alıp almayacağına kendisi karar verebilir ve süreci kendi denetimi altında tutabilir. Riskli bir köprüden geçmek, tüpgaz kullanmak, televizyonu açmak, cep telefonuyla konuşmak kendi elimizdedir. Peki nükleer santraller için durum bu mudur? Kimler hangi yetkiyle yüz milyonlarca insanın geleceğine dair kararlar alıyorlar ve onlara neyin iyi neyin kötü olduğuna dair kendi kararlarını dayatma hakkına sahip oluyorlar? “Devlet tüm toplumun çıkarlarını yansıtır” yalanına sarılıyor burjuvalar ve toplumun çıkarı için tüm toplum bu riskleri göze almak zorundadır diye de ekliyorlar. Biz bu yalanı reddediyoruz, devlet toplumun çıkarlarını değil, burjuvazinin çıkarlarını temsil eder. Kapitalistler milyarlarca dolarlık yatırım şansı bulacaklar, daha fazla kâr edecekler ve burjuva devletler nükleer teknolojiye sahip olacaklar diye, bu muazzam büyüklükteki toplumsal riske katlanmak zorunda değiliz. İşin bu politik boyutunun yanı sıra belirtmek gerekir ki, bu tür karşılaştırmaların hiçbir bilimsel değeri de yoktur. Uçakların düşme riski var diye uçağa binmeyecek miyiz diye soruyor, nükleer lobiciler. Büyük bir uçak kazasında ölen insan sayısı ortalama 300 civarındayken, Çernobil kazası nedeniyle 25 yılda 900 bin insanın hayatını kaybettiğini söyledik. Şimdi düşünelim, bu sayı 3000 uçak kazası yapar; bu da 25 yıl boyunca her üç günde bir büyük bir uçak kazası yaşanması demektir. Durum gerçekten de böyle olsaydı, kim uçağa binmeye cesaret edebilirdi? Nükleer lobicilerin risk karşılaştırmalarında kullandıkları mantığın zekâ seviyesi hayli tartışmalıdır! İşi risk hesaplarına dayanarak para kazanmak olan sigorta şirketlerinin tutumu gerçeği bize çok açıkça gösteriyor. En büyük sigorta şirketleri bile nükleer santralleri kazaya karşı tam olarak sigortalanamayacak kadar tehlikeli ve nükleer kazaların maddi külfetini karşılanamayacak kadar büyük buluyorlar. Örneğin, Almanya’daki tesislerden birinde bu boyutta bir kaza olması durumunda, yaklaşık 11 trilyon dolarlık bir maddi kayıp olacağı tahmin edilmektedir. Öte taraftan nükleer kazaların etkisi anlık değil yüzyıllar boyunca devam etmektedir, on milyonlarca insanı ve doğal hayatın tümünü etkilemektedir. Cep telefonlarından, ekranlardan ya da radyoskopi cihazlarından kaynaklanan dışsal radyasyon bir düğmeye basılıp ortadan kaldırılabilirken, nükleer kaza sonucu doğaya saçılan radyoaktif maddeler yüzyıllar boyunca insanları zehirlemeye devam etmekte, solunum ve besinler aracılığıyla vücuda girerek dokulara yerleşmekte ve böylelikle ömür boyu içsel bir yıkıma yol açmaktadır. Bu yıkımın asıl olarak, doğal besinlere, temiz su ve hava kaynaklarına ulaşmakta en çok zorluk çeken kesimleri yani emekçileri vuracağı da açıktır. Tüm dünya kapitalistlerinin insanlıktan sakladığı apaçık gerçeği dile getirelim: Fukuşima kazası nedeniyle milyonlarca insan radyoaktif zehirlenmeye maruz kalmış


sayı: 74 • Mayıs 2011

durumdadır, daha şimdiden yedisinden yetmişine yüz binlerce insan aşırı dozda radyasyondan mütevellit kanser nedeniyle erken bir ölüme mahkûm edilmiştir. Bu arada belirtelim ki, ölüme mahkûm edilen bu insanlar yalnızca Japonlardan oluşmuyor. Kaza nedeniyle açığa çıkan radyoaktif maddeler daha şimdiden tüm kuzey yarımküreye yayılmış durumdadır. Artık hepimiz radyoaktif olarak daha kirli bir dünyada yaşıyoruz! Kapitalizm insanlığı milliyetler temelinde bölüp onun sırtına ulus-devletlerin deli gömleğini geçirmesine rağmen, yarattığı felâketler ulusal sınır diye bir şey tanımıyor. Kapitalizmin insanlığın kaderini ortaklaştırdığı bir kez daha ortaya çıkıyor. İster lehte olsun ister aleyhte, nükleer fisyon teknolojisine dair milliyetçi-ulusalcı yaklaşımların konuyla ne denli alâkasız olduğu böylelikle de görülmüş oluyor. İnsanlığın emekçi çoğunluğunun çıkarları ortaktır ve bu ortaklık ifadesini proletarya enternasyonalizminde bulur. Devrimci işçi sınıfının “ulusalcı değil enternasyonalistiz” haykırışının temeli budur. Bu ortak kaderin bir felâket olmasını engelleyebilecek tek şey işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Yalnız ve yalnızca işçi sınıfı, bu ortak kaderin parlak ve güzel günlerden oluşan bir gelecek olmasını sağlayabilir. Japonya’daki nükleer kaza her şeyden ve herkesten önce işçileri vurmuştur, tıpkı Çernobil kazası gibi. Gerek santralde çalışan işçiler gerekse de itfaiye işçileri, radyoaktif sızıntının bir an önce engellenebilmesi için cansiperane bir çaba göstermişler ve kahraman olarak anılmayı hak etmişlerdir. Santral sahibi TEPCO şirketi milyar dolarlık yatırımını kurtarmak için önlem almayı bilinçli olarak geciktirirken, santral işçileri, öleceklerini bile bile yorgunluk ve radyasyonun getirdiği bitkinlikten takatsiz düşene kadar çalışmaya devam ettiler ve halen de ediyorlar. İnsanlığın kaderinin işçi sınıfının elinde olduğu gerçeğinin bundan daha dolaysız, bundan daha trajik bir kanıtı olabilir mi? Bir yanda milyarlık kârlarından başka bir şey düşünmeyen kapitalistler, diğer yanda kendilerini ve ailelerini geçindirmekten başka hiçbir şey elde etmeyen işçilerin gösterdiği muazzam fedakârlık. Bir santral işçisi, “burayı çalıştıran, bilen biz işçileriz, bizden başka kim bu sızıntıyı önleyebilir ki” derken, insanlığın gelecek umudunu temsil ettiğinin muhtemelen farkında bile değildir. Fukuşima kazası, anti-nükleer hareketin tekrar canlanmasına vesile oldu. Çevreci hareket yeniden yükselişte, tüm zaaflarıyla birlikte. Kuşkusuz insanlığın çevre bilincinin gelişmesi sosyalist hareket açısından sevindirici bir gelişmedir. Ama madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Antikapitalist bir perspektiften yoksun olduğu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tasfiyesini hedeflemediği sürece, çevreci hareket kapitalist sistemi ıslah etmekten başka bir alternatif ortaya koyamıyor. Islah edilmiş yeşil bir kapitalizmin mümkün olduğu düşlerini yaymak ise açıkça burjuvaziye hizmet etmek anlamına geliyor. Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu enerjiyi üretebilmek

marksist tutum

için çeşitli alternatif teknolojiler mevcut ve kapitalizmin yasalarını bir tarafa bırakacak olursak bu teknolojilerin daha da geliştirilmesinin önünde herhangi bir engel sözkonusu değil. Alternatif temiz enerji üretim yöntemleri, hem daha da geliştirilmeleri için zamana hem de uluslararası işbirliğine ve dayanışmaya gereksinim duyuyor. Ama kapitalistler yatırımlarını en kısa sürede amorti etmek ve mümkün olan en yüksek kârı en kısa süre içerisinde elde etmek istiyorlar ve bunun için insanlığın başına büyük belâlar açan muazzam bir emperyalist rekabet içerisinde didişip duruyorlar. İnsanlığı bir karabasana mahkûm eden de işte kapitalizmin bu temel hareket yasalarıdır. Kapitalizmin yıkılmasıyla birlikte bu hareket yasaları ortadan kalkacak, ulusdevletler tasfiye olup ulusal sınırlar silinecektir. Rekabetin yerini dayanışma ve işbirliği aldığında dünyanın kaynakları tüm insanlık için yeterli hale gelecektir. Ulusal sınırlar ve kâr kaygısı ortadan kalktığında, dev çöl alanlarında güneş santralleri kurmak, rüzgârdan maksimum ölçüde faydalanmak, elde edilen enerjiyi tüm dünyaya küresel bir dağıtım şebekesiyle ulaştırmak mümkündür. Füzyon teknolojisi daha şimdiden verimli hale gelmiştir ve üzerindeki kapitalist zincirler kırılıp atıldığında insanlığın temiz geleceğinin garantisi durumundadır. Devrimci işçi sınıfı sosyalist bir gelecek için yaşanabilir bir dünyaya ihtiyaç olduğunun bilincindedir. Çevre sorunu anti-kapitalist bir perspektifle ele alınıp işçi sınıfının kapitalist sistemi yıkacak devrimci mücadelesinin bir parçası haline getirilmek zorundadır. Bu doğrultuda komünistler, nükleer karşıtı talepler de dahil olmak üzere, tüm çevreci taleplerin gerçek sahibi ve savunucusu olduğunun bilinciyle hareket etmek zorundadırlar. Çünkü kapitalist sistemde çevre sorunu, küçük-burjuva “yüce gönüllülere” bırakılamayacak kadar ciddi bir sorundur.  ____________________ *

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile Uluslararası Atom Enerji Kurumu (IAEA) 1959 yılında birbirlerini karşılıklı destekleyen bir protokol imzalamışlar. Diğerinin alanına giren bir proje ya da çalışmada ortak hareket edecekleri anlaşmaya bağlanmış. Tüm dünyaya milyarca dolarlık aşı satmak için domuz gribi konusunda muazzam bir panik yaratan WHO’nun, nükleer kazaları örtbas etmeye çalışmasına şaşmamak gerekiyor.

19


Ortadoğu’da İşçi Sınıfı ve Sol /1 Kerem Dağlı

A

rap halklarının diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı başlattığı isyan dalgası sürüyor. Emekçi kitlelerin Tunus’ta tutuşturduğu isyan ateşi, Cezayir’den Mısır’a, Bahreyn’den Yemen’e, Libya’dan Suriye’ye kadar Ortadoğu’nun neredeyse tamamına yayılmış durumda. Ancak bu isyan dalgası ne yazık ki bir devrime büyüyememiş, sınırlı burjuva demokratik reform süreci çerçevesine hapsolmuştur. Bu arada, dönüşüm sürecini başlatan emekçi ve işçi sınıflar giderek daha az belirleyici bir konuma sürüklenmekte, inisiyatifi burjuva muhalefet odaklarına kaptırarak emperyalist ve burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasına sıkışmaktadırlar. Örgütsüzlüğü ve buna bağlı olarak bağımsız sınıf politikaları geliştirmekteki zayıflığı açık olan Arap işçi sınıfının bu durumunun derin tarihsel ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin tamamı çok geç kapitalistleşmiş ve ulusal bağımsızlıklarını da oldukça geç tarihlerde elde etmişlerdir. Bu anlamda sanayinin ve işçi sınıfının oluşumu da gecikerek başlamış, işçi sınıfının “kendi hesabına” mücadele sahnesine atılması da ancak yakın tarihlerde gerçekleşmiştir. Arap işçi sınıfı, bugünkü gibi altüst oluş dönemlerinde, kendi bağımsız sınıf çıkarları için ileriye atılacak örgütlülükten yoksundur. Birçok bölge

20

ülkesinin özgül durumu da bu nesnelliğe olumsuz anlamda katkı yapmaktadır. Özellikle petrol zengini ve ihracatçısı ülkelerde (Körfez ülkeleri ve Libya gibi) işçi sınıfının önemli bir kısmını civardaki ülkelerden ithal edilen geçici göçmen ya da “misafir” diyebileceğimiz işçiler oluşturmakta, nüfusun önemli bir kısmı atıl durumda bulunmaktadır. Bu da, geçici göçmen işçilerin toplumsal muhalefete uzak durmalarına yol açmakta ve işçi sınıfının gücünü kırmaktadır. Özetle, geç kapitalistleşme ve özgül ekonomik koşullar birleştiğinde, bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesi açısından dezavantajlı bir nesnel arka plan ortaya çıkmaktadır. Bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesinin diğer koşulu olan öznel faktörler açısından da tarihsel süreç olumsuz örneklerle doludur. Neredeyse 60’lı yılların ortalarına kadar tüm siyasal mücadeleyi belirleyen faktör sömürgeci güçlerin defedilmesi ve ulusal bağımsızlığın elde edilmesi çabası olmuştur. Bu durum zaten son derece cılız olan işçi hareketine kaçınılmaz olarak milliyetçi bir nitelik katmış ve burjuvazinin işçi sınıfının mücadele potansiyelini kendi siyasetine yedekleyerek 80’lere kadar durumu idare edebilmesine olanak sağlamıştır. Bölge ülkelerinin çoğunda kurucu burjuva güçlerin devletçi ekonomi poli-


sayı: 74 • Mayıs 2011

tikaları izlemeleri ve hatta bazılarının adı “sosyalist” olan otoriter rejimler kurmaları hem işçi sınıfının hem de sosyalistlerin kafasını karıştırmıştır. SSCB güdümündeki Komünist Partilerin bu baskıcı rejimleri desteklemesi ve SSCB’nin uluslararası alandaki politik manevralarına tâbi olmaları, gerek işçi sınıfının gerekse de halkın geniş kesimlerinin nezdinde solun itibar kaybetmesine sebep olmuştur. Sendikal hareketin yokluğu, zayıflığı ve/veya devlet güdümünde olması gibi etkenler de tabloya eklendiğinde, bugün gelinen noktada, yaşanan onca ayaklanmaya ve oluşan avantajlı atmosfere rağmen işçi sınıfının bu kadar az belirleyici bir konumda olması ve kimi yerlerde devrimci fırsatları kaçırması daha iyi anlaşılacaktır. Durumu tersine çevirmek ve hem yerli burjuva odaklara hem de emperyalist güçlere karşı mücadele için işçi sınıfının ve solun, tarihten çıkartılacak dersleri iyi özümsemesi ve geçmişin hatalarını tekrarlamaması gerekiyor. Arap halklarının uyanışını tamamına erdirmenin ve oluşan muazzam enerjiyi toplumsal kurtuluş mücadelesine kanalize etmenin yolu buradan geçmektedir. Komünistlere düşen görev, bu dersler ışığında, ortaya çıkmış olan devrimci potansiyelin heba olmasına ve işçi-emekçi sınıfların emperyalistlerle yerel burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasında ezilip gitmesine karşı mücadele vermektir.

Batı sömürgeciliği dönemi ve işçi sınıfının oluşumu Sanayileşme sürecine ancak 50’li yıllardan sonra başlayabilen Arap ülkelerinde işçi sınıfının ilk nüveleri sömürgecilik döneminde oluşmaya başlamış, dolayısıyla işçi hareketinin ilk temelleri de bu dönemde atılmıştır. Tüm Arap coğrafyasında egemen olan Osmanlı’nın Asyatikdespotik üretim tarzı, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa merkezli kapitalizm karşısında hızla gerilemeye başlamış ve özellikle ticaret-liman kentlerinde Avrupalı tüccarlar fiilen etkin bir güç haline gelmeye başlamışlardır. Ağırlıklı olarak tarımsal üretime ve daha az oranda da şehirlerdeki zanaatkârların küçük üretimine dayalı kapalı bir ekonomik yapıya sahipken, Avrupa ile ticaretin gelişmesi, dışa dönük üretimin ve hammadde ihracatının arttırılmasına yönelik bir basıncın oluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde, sömürgeciliğin ve Avrupa kapitalizminin baskısındaki Osmanlı yöneticileri ve bazı güçlü-yarı bağımsız yerel yöneticiler (Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Lübnan’da Emir Beşir gibi), ticaretin ve özel mülkiyetin önünü açan yasalar çıkarmak zorunda kalmışlardı. Ortaya ihracata yönelik üretim yapan büyük çiftlikler çıkmaya başlamış ve köylülerin proleterleşmesinin önü de böylece açılmıştı. Bu gelişmeleri, 19. yüzyılın ortalarından itibaren ticaret ve liman kentlerinde ve bunların civarında Avrupalı yatırımcıların küçük işletmelerinin/atölyelerinin açılması izledi. Bu işletmeleri örnek alan yöneticiler de devletin ve ordunun ihtiyaçları doğrultusunda üretim ya-

marksist tutum

pacak, devlete ait küçük çaplı fabrikalar açmaya başladılar. Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’nın “fabrikaları” bunların tipik örneklerindendir. Dolayısıyla az sayıda kentte küçük proleter kitleleri birikmeye başladı. Bu işçi kitlesi henüz köylülükten ve geri ilişkilerden kopmuş değildi. Örneğin sendikalar oluşmamıştı. Sadece erkek ve usta işçilerin üye olabildiği loncalar vardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru taşımacılığın ve iletişimin gelişmesi, şehirlerde elektrik, gaz ve su işleri gibi modern kuruluşların ortaya çıkmaya başlaması, Mısır’da Süveyş Kanalının yapılmaya başlanması, demiryolu ve tramvay inşaatları, deniz ticaretinin gelişmesi vb. bölgede işçi sınıfının oluşumunu görece hızlandırmış ve ilk grevlerin patlak vermeye başlamasına yol açmıştır. Süveyş Kanalının inşasında çalışan işçilerin, demiryolu ve tramvay işçilerinin, liman işçilerinin, sigara ve tütün işçilerinin grevleri duyulmaya başlamıştır. Ancak bu ilk grevler, yarı köylü durumundaki işçilerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde değil, sömürgecilik karşıtı yerel milliyetçi politikacıların yönlendiriciliğinde patlak veriyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru taşımacılığın ve iletişimin gelişmesi, şehirlerde elektrik, gaz ve su işleri gibi modern kuruluşların ortaya çıkmaya başlaması, Mısır’da Süveyş Kanalının yapılmaya başlanması, demiryolu ve tramvay inşaatları, deniz ticaretinin gelişmesi vb. bölgede işçi sınıfının oluşumunu görece hızlandırmış ve ilk grevlerin patlak vermeye başlamasına yol açmıştır. 20. yüzyıla girilmesiyle birlikte, Arap kentlerindeki doğrudan yabancı yatırımlar artmaya, pazar genişlemeye ve Avrupa ile daha entegre olunmaya başladı. Avrupa’dan akan sermaye yeni ve daha geniş ölçekli yatırımlara yöneliyordu. Bu da daha fazla sayıda topraksız köylünün şehirlere çekilmesine ve ücretli işçi durumuna gelmesine yol açıyordu. Şehirli orta sınıflar içinde Batı tarzı eğitim görenlerin sayısı da artıyor, kalifiye işçiye duyulan ihtiyaç arttıkça işçilerin eğitilmesi de zorunlu hale geliyordu. Bununla beraber Avrupa’da ekonomik krizin derinleşmesi ücretlerin düşmesine, işsizliğin artmasına, kıtlığa, hayat pahalılığının artmasına yol açıyor ve sınıf mücadelesini körüklüyordu. Böylelikle ilk kez kitlesel grevler düzenlenmeye ve işçi sınıfı mücadele sahnesine çıkmaya başladı. Fas’tan Suriye’ye kadar Arap coğrafyasındaki büyük şehirlerin (liman ve ticaret şehirleri) neredeyse tamamını saran bu grevlerin ortak özelliği, ücretlerin arttırılması ve fiyatların düşürülmesi gibi ekonomik taleplerle sömürgeci emperyalistlerin ülkeden gitmesini savunan siyasal taleplerin iç içe geçmesiydi. Büyük işletmelerin çoğunun sahiplerinin Avrupalı kapitalistler oluşu da bu milliyetçi eğilimleri besliyordu. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketlerinin liderlerinin ve önde gelen kadrolarının çoğu, eğitimlerini Avrupa’da yapmış, dolayısıyla da Avrupa’daki sol hare-

21


marksist tutum

ketlerden etkilenmiş kişilerdi. Bazıları Avrupa’daki sosyal demokrat partilerle ve/veya sendikalarla bağlarını sürdürüyorlardı. Bu gibi etkenlerin ve bağımsızlık amacı güden burjuva ya da küçük-burjuva önderlikli hareketlerin emekçi kitleleri kendi yanlarına çekme gayretlerinin bir sonucu olarak, milliyetçi ve sol söylem çoğu zaman iç içe geçiyordu. Burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi hareketlerle sol arasındaki bu etkileşim, 1917 Ekim Devriminden sonra daha da arttı. Dolayısıyla büyük oranda milliyetçi burjuva partilerin etkisi altındaki işçiler ve emekçiler içinde de sola karşı sempati oluşmaya başladı. Bunda, I. Dünya Savaşının halk üzerinde yarattığı ağır yıkıcı sonuçların ve Ekim Devriminin bu emperyalist savaşa son vermiş olmasının da büyük payı vardır. Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa’da Komünist Partilerin popülaritesi de önemli ölçüde artmış ve bu durum, buralarda komünist hareketle tanışan Arap aydınlarının ülkelerinde Komünist Partilerin kurulmasına öncülük etmelerine vesile olmuştur. Bu ilk dönemlerinde KP’ler işçi ve emekçi sınıflar içinde belirli bir güç elde edebilmiş ve birçok kitlesel greve öncülük etmişlerdir. Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa’da Komünist Partilerin popülaritesi de önemli ölçüde artmış ve bu durum, buralarda komünist hareketle tanışan Arap aydınlarının ülkelerinde Komünist Partilerin kurulmasına öncülük etmelerine vesile olmuştur. Örnek olarak 1921’de Mısır Komünist Partisinin ve onun etkisindeki birleşik sendikalar federasyonunun (Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulması verilebilir. Bu ilk dönemlerinde KP’ler işçi ve emekçi sınıflar içinde belirli bir güç elde edebilmiş ve birçok kitlesel greve öncülük etmişlerdir. 30’lara gelindiğinde ise başta Mısır olmak üzere hemen tüm Arap ülkelerinde burjuva milliyetçi önderlikler kitleleri sömürgeci emperyalistlere karşı seferber edebilmek için popülist söylemlere sarılmışlar, grevler ve ayaklanmalar örgütlemişlerdir. Bunlara örnek olarak Mısır’da burjuva liberal-milliyetçi Vafd partisinin 1924 yılında Nil Vadisinde ve İskenderiye’de örgütlediği kitlesel grevler; 1933’te Irak İşçileri Federasyonu’nun İngilizlere ait Bağdat elektrik şirketinde örgütlediği grevler; 1937’de Filistin ve Lübnan’da köylülerin kitlesel katılımının da sağlandığı grevler ve hatta silahlı ayaklanmalar verilebilir. İşçi sınıfının görece daha gelişmiş olduğu Mısır’da ise, bu grevler ve ayaklanmalar giderek yerli egemen sınıfları da hedef alan bir karaktere bürünmeye başladılar. 1929 krizinin etkisiyle borç açığının büyümesi ve vergilerin arttırılması, yoksul emekçi kitlelerin hayat koşullarını dayanılmaz kılacak denli ağırlaştırmıştı. Aynı dönem, devlete bağlı büyük işletmelerin de kurulmaya başladığı dönemdir. Bu işletmelere en iyi örnekler

22

Mayıs 2011 • sayı: 74

yine Mısır’dan verilebilir, bu anlamda Mısır’da sanayinin ve işçi sınıfının gelişimiyle diğer Arap ülkeleri arasındaki fark da ortaya konmuş olacaktır. 1920 yılında özel sermayeyle kurulmuş olan Mısır Bankasının kuruluş sloganı “sadece Mısırlılar için bir Mısır bankası” idi ve daha o yıllarda sonradan Nasır’ın yapmaya çalışacağı gibi “milli bir ekonomi” yaratarak yabancıların finansal egemenliğini kırmayı hedefliyordu. Mısır Bankası, 1927 yılında Mahalla al-Kubra’da ve 1938’de de İskenderiye’de iki büyük tekstil ve dokuma fabrikası kurdu. Bu fabrikaların her birinde, 50’li yıllara gelindiğinde 20’şer bin civarında işçi çalışıyordu. Bu fabrikalar Mısır işçi sınıfının ve hareketinin gelişmesinde son derece merkezi rol oynamışlardır. Bu fabrikalar ve onlara bağlı yan sanayi işletmeleriyle birlikte on binlerce köylünün işçileşmesi ve eğitilmesi sağlanmıştır. Tabii bu eğitim sadece teknik içerikle sınırlı bırakılmıyor, ulusal bir kimliğin yaratılması yönünde “milli şuur”un geliştirilmesi de gözetiliyordu. Her iki fabrikada da, 1946 ve 47’de, komünistlerin de etkisiyle iki büyük ve kitlesel grev yaşandı. Bunları 1952’deki grev dalgası takip etti. Tüm bu grevlerde sloganlar ekonomik koşulların düzeltilmesi ve yarı-sömürge durumunda olan Mısır’ın bağımsızlığının kazanılması gibi çifte talepler içeriyordu. İşçiler açısından bu iki talep örtüşür durumdaydı, çünkü bağımsızlık elde edildiğinde çalışma ve yaşam koşullarının da iyileşeceğine inanıyorlardı. Bu açıdan gerek Mısır’da gerekse de Suriye, Cezayir, Tunus, Libya gibi diğer Arap ülkelerinde işçi-emekçi sınıflar “tam bağımsızlığı” savunan ve genelde ordu içindeki orta rütbeli subaylarla temsil olunan, sol söylemli milliyetçi hareketleri destekliyorlardı. Tıpkı 60’lı yılların Türkiye’sinde olduğu gibi, bu ülkelerde de ordu diğer devlet kurumlarından ayrı tutuluyor ve bir kurtarıcı rolüne büründürülüyordu. Fakat sonuçlar işçilerin beklediğinden farklı oldu. İşçi sınıfının gelişimine benzer etkilerde bulunan bir diğer örnek de 1941’de Kahire’de kurulan Anglo-Amerikan Ortadoğu İkmal Merkezi’ne bağlı fabrikalar ve işletmelerdi. Bu merkeze bağlı işletmelerde, çoğunlukla imalat, taşımacılık ve yan sanayi sektörlerinde Mısırlı ve Filistinli işçiler istihdam edildiler. 1943’te sadece Mısır’daki işletmelerde 263 bin işçi çalışıyordu. 1945 yılına gelindiğinde, Mısır’da tarım dışı işlerde çalışan işçi sayısı 2,5 milyon civarındaydı ve bunun 623 bini sanayi işçisiydi. Ancak bu sayılar genel nüfusa oranla henüz azınlığı ifade ediyordu ve işçilerin büyük bir bölümü küçük işletmelerde çalışıyorlardı. Benzer oranlar Filistin için de geçerliydi, işçi sınıfının önemli bir kesimi ABD ve İngiltere ortaklığına bağlı bu tür askeri veya yarı-askeri işletmelerde çalışıyorlardı. Suudi Arabistan’da da, petrol kuyularının ve rafinerilerinin 30’lu yılların sonunda açılmaya başlanmasıyla belirli bölgelerde işçi sınıfı oluşmaya başladı. Bu proleterleşmeyi köylülerin topraksızlaşması ve şehre göç izliyordu. Ezilen sınıfların içindeki en büyük kitleyi ise halen az topraklı veya topraksız köylüler oluşturuyordu.


sayı: 74 • Mayıs 2011

Arap milliyetçiliğinin yükselişi, otoriter rejimlerin kuruluşu ve büyüyen işçi sınıfı II. Dünya Savaşından galip çıkan SSCB’nin kazandığı prestij, bu dönemde birçok aydının dikkatini Marksizm ve sol fikirlere çekmişti. Sol fikirlerden etkilenen bu aydınlarla şehirli işçilerin bağımsızlık talebi ortak paydasında etkileşimi, SSCB örneğinin de etkisiyle halkta, siyasi bağımsızlığa ve ekonomik gelişmeye ilişkin umut ve beklentilerin de artmasına yol açıyordu. Bunun sonucunda da Filistin’den Mısır’a, Irak’tan Sudan ve İran’a kadar pek çok ülkede milliyetçi ve sol radikalizm yükselmeye ve işçi sınıfı içinde de taban bulmaya başladı. Ancak bu süreç kendi içinde önemli çelişkileri de barındırıyordu. Çünkü milliyetçi burjuva ve küçük-burjuva kesimlerle işçi sınıfının sınıfsal çıkarları bir noktadan sonra ayrışmaya başlıyordu. Genel gidişat, anti-sömürgeci ve bağımsızlıkçı mücadele döneminde emekçi kitleler içinde şu veya bu düzeyde yer tutabilmiş komünist hareketin, sonrasında milliyetçi-sol bir çizgiye kayması ve akabinde de burjuva liderliklerin kuyruğuna takılması şeklinde cereyan ediyordu. Çoğu durumda bağımsızlığın elde edilmesine kadar süren birliktelik, sonrasında iktidarı alan burjuva veya küçük-burjuva milliyetçi liderliklerin işçi-emekçi sınıflara ve sol harekete yönelik baskı politikalarıyla devam ediyordu. Bu duruma farklı tonda örnekler vermek mümkündür. Bugüne ve geleceğe ışık tutması bakımından öne çıkartabileceğimiz örneklerden birisi Filistin’e ilişkindir. 40’lı yıllarda Filistin’de üç ayrı sendikal örgüt bulunuyordu. Yahudi işçilerin üyesi bulunduğu Histadrut, Histadrut’tan ayrılan Arap işçileri tarafından kurulmuş olan Filistin Arap İşçilerinin Derneği (FAİD), milliyetçi görüşleri nedeniyle Filistin Komünist Partisinden ayrılan bir grup aydın tarafından kurulmuş olan Arap Sendikaları ve İşçi Dernekleri Federasyonu (ASİDF). Bunlar liman ve demiryolu işçileri arasında, telgraf çalışanları içinde, petrol rafinelerinde ve İngilizlere ait askeri üslerde çalışan işçiler arasında örgütlüydüler. Hayat pahalılığının 1936’dan 1941’e üç kat artması ve sadece kamu çalışanlarına verilen geçim ödeneğinin tüm işçilere verilmesinin sağlanması için 1943 yılında Histadrut en kötü durumda olan askeri kamp işçileri arasında bir kampanya örgütlemeye girişti ve sonunda da greve gitti. Bir kısım Arap işçisinin katılımına rağmen, FAİD ve ASİDF’nin geri durması üzerine işçilerin çoğunluğu greve katılmadı ve grev başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik bu iki Arap sendikası içinde çalışan Filistinli komünistler de grevin kırılması yönünde çalışma yürüttüler. Bu durum FKP (Filistin Komünist Partisi) içinde de Arap ve Yahudi işçiler arasında bir bölünmenin başlangıcını oluşturdu. Bu gelişmeler Komintern’in Stalinist liderlik tarafından dağıtılmasıyla da çakışınca, özelde FKP’nin içinden ve genelde de sol hareket içinden pek çok aydın, öğrenci ve işçi, milliyetçi-sol bir yönelime girdiler ve sonrasında Ulusal

marksist tutum

Kurtuluş Birliği’ni (UKB) kurarak içinde yer aldılar. Sendikalar ve işçi birlikleri de UKB’yi desteklemeye başladılar. SSCB’nin İsrail devletini tanımasıyla birlikte FKP Arap işçilerinin gözünden tamamen düştü. SSCB’nin bu tutumu genelde tüm Arap kentlerinde aynı etkiyi yaptı ve milliyetçi burjuva-küçük burjuva hareketlerin elini güçlendirdi. İkinci örnek ise Mısır’dan verilebilir. II. Dünya Savaşının sonrasında 250 bin Mısırlı işçi –İngilizler ve Amerikalılar askeri işletmelerini kapattıkları için– işsiz kaldı. İşsizlik büyük işletmelerdeki artan makineleşmeyle birleşince sonuçları daha da ağır oldu. Hayat pahalılığı 1939-1952 yılları arasında üç kattan fazla artış gösterdi. Bu durum, tarım üretimindeki kriz, Filistin’deki askeri yenilgi, yönetimdeki yolsuzlukların ayyuka çıkması ve devam eden İngiliz işgaliyle birleşince, sendikal harekette ve milliyetçi seferberlikte hızlı bir radikalleşmeyi beraberinde getirdi. 1942’de, ülkenin ikinci büyük işletmesinin bulunduğu bölgedeki tekstil işçileri sendikası, bir grup komünist tarafından kuruldu. Bunu, sendika liderlerinin milliyetçi-solcu bir grup aydınla işbirliğine giderek Ulusal Özgürlük İçin İşçi Komitesi’ni kurmaları izledi. Bu grupların 1946’da düzenledikleri grevlere polis ve İngiliz askerleri şiddetli saldırılarda bulundular. Hatta iktidardaki Kral Faruk yönetimiyle işbirliği yaparak Müslüman Kardeşler de grevi kırmaya çalıştılar fakat başarısız oldular. Üniversite öğrencilerinin, Vafd partisinin sol kanadının ve diğer sol örgütlerin de desteğiyle grev büyümeye başladı. İşçi ve Öğrencilerin Ulusal Komitesi’nin çağrısıyla yapılan genel grev ve gösteriler ülke çapına yayıldı ve İngiliz işgalini hedef alması nedeniyle “Tahliye Günü” olarak adlandırıldı. Sendikal hareketle milliyetçiliğin bu birleşmesi sonucu, komünistlerin ve sol grupların da katılımıyla Mısır Sendikaları Kongresi ve Birleşik Federasyonu oluşturuldu. II. Dünya Savaşından galip çıkan SSCB’nin kazandığı prestij, bu dönemde birçok aydının dikkatini Marksizm ve sol fikirlere çekmişti. Bu aydınlarla şehirli işçilerin bağımsızlık talebi ortak paydasında etkileşimi, SSCB örneğinin de etkisiyle halkta, siyasi bağımsızlığa ve ekonomik gelişmeye ilişkin umut ve beklentilerin de artmasına yol açıyordu. Bu federasyonun çağrısıyla ve tekstil işçilerinin taleplerinin (hükümetin işsizliğe karşı önlem alması, savaş sonrası işten atılmış işçilerin geri alınması ve Nil Vadisindeki tüm İngiliz kuvvetlerinin tahliyesi) yükseltilmesiyle bir genel greve daha gidildi. İngilizlerle işbirliği halindeki hükümet ise hem sendikal hem de milliyetçi hareketi ezmek için greve saldırdı. Federasyon liderleri ve tüm diğer sol grupların liderleri tutuklandı, ama grevler Mahalla alKubra işçilerinin katılımıyla daha da büyüdü. Bu yükselişe rağmen Mısır ordusunun 1948’de Filistin topraklarına

23


marksist tutum

girmesi ve olağanüstü hal ilan edilmesiyle grevler bir anda sona erdi. 1951’de grev dalgası ikinci kez yükseldi, bu kez Süveyş Kanalı işçileri de grevlere katıldılar, fakat hareketin başını çeken “komünist” liderliğin Nasırcı subayların darbesini desteklemesi yüzünden bir kez daha eylemlere son verildi. İşçiler ve hareketin önderleri Nasır’dan büyük beklentiler içindeyken, Hür Subaylar cuntasının ilk icraatı ülkedeki tüm grevleri yasaklamak ve işçi önderlerinden ikisini asmak oldu. 1951’de grev dalgası ikinci kez yükseldiğinde Süveyş Kanalı işçileri de grevlere katıldılar, fakat hareketin başını çeken “komünist” liderliğin Nasırcı subayların darbesini desteklemesi yüzünden bir kez daha eylemlere son verildi. İşçiler ve hareketin önderleri Nasır’dan büyük beklentiler içindeyken, Hür Subaylar cuntasının ilk icraatı ülkedeki tüm grevleri yasaklamak ve işçi önderlerinden ikisini asmak oldu. Benzer süreçler Irak, Suriye, Cezayir, Tunus, Fas, Sudan ve Yemen’de de yaşanmıştır. Sendikal hareket içinde ulusal düzeyde örgütlenebilmiş olan Irak Komünist Partisi (IKP), pek çok başarılı ve kitlesel grev düzenlemiş olmasına ve gerek işbirlikçi monarşinin devrilmesi gerekse de 1958’de İngilizlerden tam bağımsızlığın elde edilmesi mücadelesinde önemli bir rol oynar hale gelmiş olmasına rağmen, inisiyatifi kendi eliyle ordu içindeki Nasırcı Hür Subaylar’a bırakmış ve bu yüzden de ağır baskılarla karşılaşmış, binlerce üyesi öldürülmüş ve sendikal hareket tasfiye edilmiştir. Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de de Stalinizmin etkisindeki Cezayir Komünist Partisi’nin (CKP) bağımsızlığı “erken” ve “gereksiz” gören ihanet politikaları yüzünden, komünistler ulusal kurtuluş savaşı içerisinde etkisizleşmiş, böylece oluşan askeri-bürokratik klik 1962’de rahatlıkla iktidara el koyabilmiş ve devrimci fırsatlar heba edilmiştir. Bu fırsatlar kaçırıldığı gibi halkta, yegâne muhalefet olarak gördükleri İslamcı akımlara doğru bir yönelimin de doğmasına sebep olunmuştur. Bu süreçte CKP’yi yönlendiren Fransız Komünist Partisi de, Cezayir sorunu nedeniyle Fransa’da oluşan siyasi krizden devrimci bir şekilde yararlanmak yerine bir kez daha şovenizme teslim olmuştur. İşçi sınıfını ve sosyalist hareketi esir alan bu milliyetçi ideolojinin yanı sıra, kullandıkları “anti-emperyalist, kalkınmacı, devletçi, popülist ve yer yer sosyalist” söylem sayesinde, iktidarı alan burjuva önderlikler egemenliklerini rahatça kurabilmişlerdir. Nasır’ın model teşkil ettiği BAAS rejimleri, bu açıdan en bariz örnekleri oluşturmaktadır. Bu Bonapartist rejimler, bir yandan kendilerini sosyalist olarak yutturmaya çalışıyor, diğer yandan da işçi sınıfı hareketine en ağır baskıları uyguluyorlardı. Sahte sosyalizm söylemiyle birleştirilen Arap milliyetçiliği –yani burjuva sınıfın ideolojisi– bu Bonapartist diktatörlüklerin ideolojik çimentosunu meydana getiriyordu.

24

Mayıs 2011 • sayı: 74

Bu rejimlerin icraatlarının ortak yanları şöyle özetlenebilir; sendikaların devlete bağlı-güdümlü hale getirilmesi, devletin çizdiği sınırları aşan –ki bu sınırlar pek dardı– eylemlerin anında ve şiddetle ezilmesi, kitlelerin inisiyatifinin önüne geçilerek bir takım cüzi hakların dahi devletin “âlicenaplığının” ifadesi olarak bahşedilmesi. Mısır örneğinde açıkça görüldüğü üzere, pek çok Arap ülkesinde devlet güdümlü ve ithal-ikameci bir ekonomi politikası izleniyor, tarım reformlarına önem veriliyor ve kamu sektörü olabildiğince şişirilerek sosyal tepkilerin önüne geçilmeye çalışılıyordu, ki bazıları buna “Arap sosyalizmi” diyorlardı. Kamu sektöründe çalışan işçilerin devlet güdümlü veya devletin partisine bağlı sendikalara üye olması özendiriliyor, bağımsız sendikal hareketin önü kesiliyordu. Bu tür korporatist sendikalara üye olanlara sözde iş garantisi sağlanıyor, görece daha iyi ücret ödeniyor, çalışma koşullarına belli bir düzen getiriliyor, sağlık sigortası ve emeklilik güvencesi getiriliyor ve tüketici kooperatiflerine erişimleri sağlanıyordu. Bu göreli iyileştirmelerin karşılığında işçilerin de bağımsız ve demokratik sendika haklarından vazgeçmeleri bekleniyor, verilenlerin haricinde devletten ekonomik ve sosyal taleplerde bulunmamaları isteniyordu. Sendikaların neredeyse tek ve en büyük işveren olan devletle toplu sözleşme pazarlığına oturmaları bile söz konusu değildi. Çoğu sektörde grev hakkı yoktu. Toprak sahibi köylüler, şehirli orta sınıflar, beyaz yakalı işçiler vb. bu düzenden ayrıcalıklı bir biçimde yararlanıyor ve dolayısıyla da iktidarın toplumsal tabanını oluşturuyorlardı. İşçilerin giriştikleri eylemler genellikle sendikacılar tarafından organize edilmiyordu, çünkü sendikacılar devlet memurları gibiydiler. İşçilerin bu kendiliğinden gelişen ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan gösterilerinin ana hedefi korporatist sendikacılık ve Nasır’ın burjuva Bonapartist rejiminin eşitsiz uygulamalarıydı. Örneğin 1961-1974 yılları arasında Tunus’ta yaşanan “sosyalist deneyim” döneminde, başkan Habib Burgiba’nın sözde sosyalizme geçebilmek için yapmayı düşündüğü kesintilerin en ateşli savunucuları, kamu sektöründe çalışan beyaz yakalı işçilerdi. Çünkü kendileri ücret artışlarını düzenli olarak alırken, mavi yakalı işçilerin ücretleri sürekli düşüyordu. Bu eşitsizlik çoğu zaman mavi yakalı işçilerin “yasadışı” grevleriyle karşılanıyordu. 1968 yılında fosfat madeni işçileri, demiryolu işçileri ve liman işçileri direnişler-grevler düzenlediler. Aynı yıllarda, Mısır’da da işçiler düşük ücretlere, yolsuzluğa ve kamu sektöründeki kötü yönetime karşı protesto eylemlerine kalkışmışlardı. Takip eden 1971-72 yıllarında, kamu sektörünün geniş kesimlerinde (büyük tekstil ve dokuma fabrikalarında, demir ve çelik fabrikalarında, İskenderiye limanında) işçiler greve gittiler. Onları Kahireli taksi şo-


sayı: 74 • Mayıs 2011 Onca baskıya ve şiddete rağmen tüm Mısırlı komünist gruplar Nasırcı rejimin “Bağlantısızlar Blokuna” dahil olmasını, sözde antiemperyalizmini ve milliyetçi Arap politikalarını destekliyorlardı

förleri, özel sektöre ait tekstil fabrikalarında çalışan işçiler izlediler. Talepleri ücretlerinin yükseltilmesiydi. İşçilerin giriştikleri bu eylemler genellikle sendikacılar tarafından organize edilmiyordu, çünkü onlar devlet memurları gibiydiler. Bu kendiliğinden gelişen ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan gösterilerin ana hedefi korporatist sendikacılık ve Nasır’ın burjuva Bonapartist rejiminin eşitsiz uygulamalarıydı. İşçilerin bu tepkisi Nasır’ı, köylüleri ve işçileri Mısır ulusunun “asli bileşenleri” olarak tanımaya zorluyordu. O da sık sık yaptığı demagojik konuşmalarında bolca “milli kapitalistlerin, köylülerin, işçilerin ve ordunun birliği”nden bahsediyordu. Nasır’ınki gibi burjuva Bonapartist rejimler ve diğerleri, sürekli olarak, ulusal kalkınmanın işçilerin ve özellikle de köylülerin (çünkü 1960’ların sonunda dahi Ortadoğu nüfusunun %75’i köylülerden oluşuyordu) yaşam standartlarını yükselteceğini vaaz ediyorlardı. Milli burjuvazinin yaratılması ve kapitalist sanayileşmenin sağlanması için işçi-emekçi sınıfları ikna etmenin tek yolu buydu. Rejimlerin meşruiyeti ve otoriter yönetimlere karşı halkın göstereceği tolerans, bu hedefe doğru gerçek bir ilerleme sağlanmasına bağlıydı. 60’ların sonlarına doğru, köylülerin ve işçilerin yaşam koşullarındaki durgunluk ve düşüş, ithal-ikameci sanayileşmenin sınırlarını açıkça gösterdiğinde bile, bu genel politik söylem değişmemişti. Marksistler ve diğer sol gruplar ise otoriter rejimler tarafından politik olarak marjinalize edilmişlerdi. Yine de onca baskıya ve şiddete rağmen tüm Mısırlı komünist gruplar Nasırcı rejimin “Bağlantısızlar Blokuna” dahil olmasını, sözde anti-emperyalizmini ve milliyetçi Arap politikalarını destekliyorlardı. 1956’da Süveyş Kanalının millileştirilmesi ve 1958’de Suriye’yle Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasını kendilerine gerekçe olarak gösteriyorlardı. Bu birliğe Irak’ın da katılması gündeme geldiğinde, bu adımın kendisini zayıflatacağını veya tasfiye edeceğini düşünen Irak Komünist Partisi ka-

marksist tutum

tılmayı reddetti. Bu konuda Mısır Komünist Partisi de onu destekledi ve Nasır’ın gadrine uğradı. Ardından da 1959’daki tutuklamalar ve baskı kampanyaları nedeniyle etkisi fiilen sona erdi. Mısır’daki iki komünist grup da 1964’te kendini tasfiye etti. Birçok bilinen komünist aydın Nasır’ın kurduğu Sosyalist Arap Birliğinin eğitim ve kültür dairelerinde önemli pozisyonlar üstlendiler; işçi sınıfından parti üyeleri ise genellikle rejim tarafından dışlandılar. Irak’ta da devlet başkanı (General) Abdülkerim Kasım, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmaya dönük muhalefetinden ötürü önceleri IKP ile ittifak kurmuş, ancak 1959 ortalarında, iktidarı paylaşmaya isteksiz olduğundan IKP’ye karşı dönmüş, sonrasında da yüzlerce komünisti katletmiş, 7000’den fazlasını hapse tıkmış ve IKP’yi fiilen tasfiye etmiştir. Suriye’de de benzer bir süreç yaşanmıştır. Kısacası, bu rejimler, kendilerini destekledikleri ve işçi sınıfını bu otoriter rejimlere yedekledikleri sürece komünistlere ve diğer sol gruplara göz yumdular. Bunun ötesine geçtikleri ölçüde ise saldırıp ezdiler. Bu otoriter rejimler, sosyalist aydın birikiminden de kendi çıkarlarına yararlanmayı ihmal etmediler. Sosyalist aydınlar, işçilerin ve köylülerin tarihini ve milli harekete katkılarını yazmakla görevlendirildiler. Bunların yazdıkları romanlar ve çektikleri filmler, bu devletlerdeki köylüleri ve işçileri yaşamlarından memnun, mutlu insanlar olarak gösteriyorlardı. Çoğu durumda da bu gibi projeler, radikal aydınları evcilleştirmekte rejim tarafından kullanılıyordu. Komünistlerin ve diğer sol grupların milliyetçiliğe bu denli kolay kaymasının altında yatan ideolojik-politik temel ise onların zihniyetine bulaşmış olan devletçi, kalkınmacı, ulusalcı sosyalizm anlayışıydı. İstisnasız tüm sol gruplar ve partiler, aşamalı bir sözde devrim anlayışını (önce milliyetçi ve “anti-emperyalist” mücadele ve sonra toplumsal ilerleme ve sosyalizm için mücadele) savunuyorlardı. Bu anlayışlarından ve SSCB’nin kurulan otoriter rejimleri müttefik kabul etmesinden dolayı, otoriter rejimleri desteklemeye devam ettiler. Oysa otoriter rejim onları ancak bağımsız politik çizgilerinden vazgeçtiklerinde benimsiyordu. Sonuç olarak çoğu durumda komünist ve diğer sol gruplar, bilerek veya bilmeyerek, bu rejimlerin işçileri ve köylüleri milliyetçi-devletçi politikalarla kandırmasına ortak olmuş oldular. 

25


550’nin Yarısı ve Emekçi Kadınların İşgücüne Katılım Sorunu Selim Fuat

Marksistler toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında kadınların katılımının artmasını gönülden destekler. Bu hususu politik mücadelelerinin unsurlarından biri haline getirirler. Ancak meseleyi hiçbir zaman, burjuva feministleri gibi, kadın sorununun çözümünü kariyer sahibi kadınların sayısının arttırılmasına indirgeyen burjuva elitist bakış açısının dar çerçevesi içinde değerlendirmezler. İşçi sınıfı kadınları açısından temsil sorununun da, kadın olmaktan kaynaklanan sorunların da çözülmeye başlayacağı adres sınıfın devrimci mücadele saflarıdır. Daha fazla özgürleşme, daha fazla mücadele ile olacaktır.

26

12

Haziranda yapılacak seçimler vesilesiyle KADER başta olmak üzere kimi burjuva feminist yapılar “Meclis’te 275 kadın milletvekili olsun” talebi çerçevesinde bir kampanya başlattılar. Tüm siyasi partilere çağrılar yaptılar, birçok girişimde bulundular. Çeşitli görüşlerden gazetelerde bu talebi destekleyen içerikte onlarca yazı yayınlandı. Televizyon kanallarının tartışma programlarında saatlerce talebin haklılığına dair konuşmalar yapıldı. Ne var ki burjuva partilerin milletvekilli aday listeleri yayınlandığında bu girişimlerin anlamlı bir sonuç vermediği net bir biçimde görüldü ve bir iki serzenişten sonra da sesler kesildi. Bu talebi dillendiren kadınların çoğu ise, anlamlı sayıda yer bulamadıkları ve daha uzun süreler yer bulamayacakları burjuva partilerin listelerinin kazanması için çalışmalara koşturdular. Marksistler elbette toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında kadınların katılımının artmasını gönülden destekler. Bu hususu politik mücadelelerinin unsurlarından biri haline getirirler. Ancak meseleyi hiçbir zaman, burjuva feministleri gibi, kadın sorununun çözümünü kariyer sahibi kadınların sayısının arttırılmasına indirgeyen burjuva elitist bakış açısının dar çerçevesi içinde değerlendirmezler. İşçi sınıfının çıkarlarını savunma perspektifini kaybetmemiş olanlar açısından, meclisin tamamı Canan Arıtman ya da benzerleri ile dolu olsa da bundan işçi sınıfı kadınlarının bir kazanımının olmayacağı açıktır. Meclise girebilen kadın sayısı şüphesiz kapitalist toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğinin göstergelerinden biridir. Kota ve benzeri uygulamalara rağmen gelişmiş kapitalist ülkelerde bile temsil bakımından kadın-erkek eşitliği sağlanamamıştır. Ancak sınıflı toplumların bir ürünü olan bu eşitsizlik durumunun düzen içi biçimsel düzenlemelerle çözülmesi de söz konusu değildir. Bu yüzden işçi sınıfı kadınları açısından sorun, büyük bir çoğunluğunu burjuva kadınların işgal edeceği kesin olan kadın milletvekilliği kontenjanlarının sa-


sayı: 74 • Mayıs 2011

marksist tutum

yısının arttırılması ile ortadan kalkmayacaktır. Böylesi bir durum burjuva kadınlar cephesinde büyük hoşnutluk yaratacak olsa da işçi kadınlar için sorunların kökü çok daha derinlerdedir.

Türkiye’de işçi sınıfı kadınlarının işgücüne katılımı Örneğin, Türkiye’de kadınlar daha çalışma hayatına katılmakta bile oldukça geri bir durumdadırlar. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünce hazırlanan Türkiye’de Kadının Durumu Aralık 2010 raporuna göre, kadınların işgücüne katılma oranı, 1990 yılında yüzde 34,1; 2002 yılında yüzde 26,9; 2004 yılında yüzde 25,4; 2009 yılında ise yüzde 26 olarak gerçekleşmiştir. Kuşkusuz, çocuk ve yaşlı bakımı, ev temizliği gibi işlerde çalışan, parça işler alarak evde çalışan vb. geniş bir kadın emekçi kesimi, son derece sağlıksız bir şekilde hazırlanan bu istatistiklerden büyük oranda dışlanmıştır. Dolayısıyla resmi istatistikler, gerçeği yansıtmaktan epeyce uzaktır. Üstelik kayıtdışı çalışmaya mahkûm edilen bu kadınlar, herhangi bir güvenceden, emeklilik hakkından vb. de tümüyle yoksundur. Tüm bunlar, emek gücünü satarak geçinmek dışında bir seçeneği olmayan emekçi kadınların sorunlarını katmerlendiren bir zemin yaratmaktadır. Söz konusu rapora göre kentteki kadınlara oranla (yüzde 22,3) kırsal alanda daha çok kadın işgücüne katılıyor (yüzde 34,6) gibi görünse de, kırda çalışan 100 kadından 84’ü tarım kesimindedir ve bunların yüzde 77’si herhangi bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi olarak faaliyet göstermektedir. Türkiye geneline bakıldığında tablo böyle iken, Avrupa Birliği’nin en gelişmiş 15 ülkesinde bu oran yüzde 60,4, Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede ise yüzde 59,1’dir. Türkiye’de istihdama katılan kadınların yüzde 41,7’si tarım sektöründe, yüzde 14,6’sı sanayi sektöründe, yüzde 43,7’si ise hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Rapora göre, kayıt dışı çalışma Türkiye genelinde yüzde 43,8 oranındadır ve kayıt dışı olarak ücretsiz aile işçisi konumunda tarımsal faaliyetlerle uğraşanların yüzde 21,9’unu erkekler, yüzde 78,1’ini kadınlar oluşturmaktadır. Bir iş bulmayı başarıp çalışma hayatına katılan kadınlar ise ücret ve diğer haklar konusunda ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktan kaçamıyorlar. Kadın ve erkekler arasındaki ücret farklılıklarının yüzde 30’a yaklaştığı görülüyor. Bu konuda en yeni resmi veri 2006 tarihini taşısa da, sonuçlar eğitim durumu ne olursa olsun kadın ve erkeklerdeki ücret farklılıklarını açık biçimde ortaya koyuyor. İlkokul mezunu ya da ilkokul eğitimini bile tamamlayamamış kadınlarda 2006 itibarıyla aylık ortalama brüt ücret 650 TL iken erkeklerde 784 TL idi. Meslek lisesi mezunu bir kadın aylık ortalama 944 TL brüt maaşa çalışırken, erkekler 1298 TL alıyorlardı. 2006 itibariyle yüksek okul mezunu bir kadın ortalama 1837 TL brüt ücret alırken, erkekle-

rin ortalama brüt ücreti 2231 TL civarındaydı. Bu veriler 2006 verileriydi ve geçen beş yılda krizle birlikte kadınların ortalama ücretlerinin erkeklere oranla daha fazla düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Kadınların işgücü piyasasına katılmasının bile önüne setler çeken, emeğini satma “şansına” sahip olabilenleri ise düşük ücretler ve ağır çalışma koşullarına maruz bırakan bir sistemde, kadınların parlamentoda temsilinin eşitlenmesinin sorunu çözebileceğini düşünebilmek nasıl mümkün olabilir ki?

Kadınların ortak siyaseti sloganı bir safsatadır KADER ve onun temsil ettiği zihniyet, sınıf mücadelesinin üzerini örterek emekçi kadınların bilincinde bütün kadınların ortak sorunlara sahip olduğu yanılsamasını pekiştirmek istemektedir. Bu yüzden kadınların ortak siyasetinden bahsetmekte, meclisin yarısının kadınlardan oluşması durumunda çok şeyin değişebileceği gibi bir ümidi yaymaya çalışmaktadır. Ne var ki KADER’in ortak siyaset sloganında hangi kesimden kadınları ön plana çıkarmak

27


Mayıs 2011 • sayı: 74

marksist tutum

istediği de, dışladığı, söz konusu etmediği kesimlerle kendini göstermektedir. Örneğin daha önceki seçimlerde en fazla kadın aday gösteren partinin desteklenmesi yönündeki söylemler, bu parti Kürt mücadelesinin partisi olunca derhal sonlanmış, makyaj daha baştan akmıştı. “Toplumun yaklaşık yarısı kadın yarısı da erkek, bu yüzden meclisin de yarısı kadın milletvekillerinden oluşsun” düşüncesiyle önerilerini oluşturanların, gerçekte toplumun farklı kesimlerinin ağırlıklarınca mecliste temsil edilmeleri gibi bir dertleri yoktur. Öyle olsaydı, kadınların ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kadınların da mecliste aynı oranda yer almasını savunmaları gerekirdi. Ancak durum bu değildir. Demek ki ortak siyaset yürütebilmek için aynı cinsten olmak yeterli olmuyor. Onların kariyer sahibi ya da mülk sahibi kadınlarıyla bizim işyerlerinde canı çıkıncaya kadar çalıştırılan işçi kadınlarımızı hangi ortak çıkar birleştirebilir ki? Üstelik, dediğimiz gibi, kapitalist toplumda kadın sorununun kadınların temsil kabiliyetinin artırılması yoluyla çözülebileceği de, “kadın duyarlılığını” meclise taşıyacak bu kadınların daha demokratik ve eşitlikçi yasaların çıkmasını sağlayabileceklerine dair söylemler de kuyruklu yalanlardır. “Örneğin İsveç, Danimarka, Belçika, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde kadınların parlamentodaki temsil oranları yüzde 30’un üzerindedir. Hatta İsveç’te bu oran yüzde 45’tir. Ancak kadınlar bu ülkelerde de şiddete maruz kalmaktan kurtulamamakta, erkeklerle eşit ücret alamamakta, part-time ve geçici işlerde daha çok kadınlar çalışmakta, sendikalarda ve sendika yönetimlerinde daha düşük oranlarda yer alabilmekte, kriz dönemlerinde kapının önüne ilk onlar konulmakta, çalıştığı halde ev işi yine kadının sorumluluğu olarak görülmektedir. Yani gerçek yaşam, kendi sorunlarını «kadın sorunu» olarak genelleştiren burjuva ve küçük-burjuva feministlerin savundukları tezleri bir bir çürütüp içi boş bir lakırdı yığınına dönüştürmektedir. Pratik kanıtlıyor ki, kadınların eşit oy hakkına sahip olmaları nasıl kadın sorununu çözmeye yetmemişse, parlamentolarda daha yüksek oranlarda temsil edilmeleri de bu tarihsel sorunu çözmemiştir, çözemez. “Kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe kadınların

28

ezilmişliğinin son bulmasının olanaksızlığı bir yana, daha insancıl, daha demokratik, daha eşitlikçi yasaların çıkarılıp çıkarılamamasının kadınların temsil güçlerinin artmasına ya da «kadın duyarlılığına» bağlanması da gerçeklerle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Bugüne dek pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil üst düzey görevler üstlenmişlerdir. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Peki, örneğin Tansu Çiller’in başbakanlık, faşist Meral Akşener’in içişleri bakanlığı, İmren Aykut’un çalışma bakanlığı, Gürdal Akşit’in «kadın ve aileden sorumlu» devlet bakanlığı yaptığı Türkiye’de bu «kadın»lar, emekçi kadınların sorunlarının çözümü yönünde ne tür adımlar atmışlardır? Ya da bunların hangi demokratik ve eşitlikçi yasalarda imzaları vardır?”* Kapitalist toplumda kadın sorununun kadınların temsil kabiliyetinin artırılması yoluyla çözülebileceği de, “kadın duyarlılığını” meclise taşıyacak bu kadınların daha demokratik ve eşitlikçi yasaların çıkmasını sağlayabileceklerine dair söylemler de kuyruklu yalanlardır Bu yüzden kapitalizmdeki tüm diğer sorunlar gibi bu sorun da bizatihi sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır ve bütün boyutlarıyla ancak sistemle birlikte ortadan kaldırılabilir. Burjuva feministlerin sistemi makyajlama çabaları da gizlenmek istenen çirkinliğin kendini iki kat kötü göstermesi kabilinden bir sonuç vermektedir. Oysa işçi sınıfı kadınları açısından temsil sorununun da, kadın olmaktan kaynaklanan sorunların da çözülmeye başlayacağı adres sınıfın devrimci mücadele saflarıdır. Daha fazla özgürleşme, daha fazla mücadele ile olacaktır. Tüm işçi örgütlerinde daha fazla yer alma ve temsil edilme ise ancak bilinçlenen erkek ve kadın işçilerin omuz omuza mücadelesi içinde hayata geçecektir. İşçi sınıfının öncü kesimleri bu mücadelenin unsurları olarak sorunlarını çözmeye başlayacaktır. Ancak sınıflı toplumların yarattığı bütün sorunlar gibi bu sorunun da toplumsal çözümü, omuz omuza mücadele eden bu işçilerin öncülüğünde gerçekleşecek işçi iktidarıyla sağlanabilecektir. 

_____________________ *

İlkay Meriç, Burjuva Feminizmi Yine Sahnede, Marksist Tutum, Mayıs 2007


“Öğrenci Andı” ve Irkçı Uygulamalar Suphi Koray

İ

lköğretim öğrencilerinin her gün sıraya dizilerek okumak zorunda kaldıkları “Öğrenci Andı” ile ilgili tartışmalar son birkaç yılda giderek yoğunlaşmıştı. Özellikle geçen seneden beri bu ırkçı andın kaldırılması için çeşitli eylemler yapılmakta. BDP’nin “anadilde eğitim” talebiyle başlattığı boykottan sonra, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kızını fiili olarak andımız töreninden uzak tutacağını açıkladı. Başka bir veli ise andımızın tümden kaldırılması için önceki sene dava açmıştı. Danıştay beklendiği üzere başvuruyu reddetti. Anayasasından yasalarına, yönetmeliklerinden kararnamelerine kadar ırkçı olan bir hukuk sisteminin asli kurumlarından olan Danıştay, “Öğrenci Andının” ırkçı olmadığı ve yasalara uygun olduğu gerekçesiyle talebi reddettiğini açıkladı. Kararın kendisi

bile baştan aşağıya ırkçı bir anlayışla yazılmıştır. Danıştay neden andın ırkçı olmadığı kararına vardı? Gerçekten “öğrenci andı” Danıştay’ın açıkladığı gibi ırkçı değil midir? Öğrenci andının hem içeriği, hem törenin yapılış biçimi, hem de ortaya çıkış süreci bu sorunun cevabını yeterince net vermektedir aslında. Öğrenci andında Türk ırkı övülüyor, diğer ulustan insanların-öğrencilerin varlığı “Türk varlığına armağan” ediliyor ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle günlük merasim tamamlanıyor. Türksen çalışkansın, doğrusun; ama değilsen tembelsin, eğrisin! Bu ırkçı satırlar, nasıl bir dünyada yaşadığının henüz farkında olmayan çocukların zihninde derin yarılmalara sebep oluyor. Kürt çocukları alenen aşağılandıkları bu andı zorla okudukları için kendi kökeninden utanç duyuyor ve içten içe bir öfke oluşuyor. “Ne mutlu Türküm” yerine ezkaza “Ne mutlu Kürdüm” diyenler ya da andı okumak istemeyen Kürt öğrenciler öğretmenleri tarafından dövülüyor, o da yetmezse karakola teslim ediliyorlar.

Andın geçmişi “Andımız” töreninin tarihi epeyce gerilere gidiyor. Öğrencilerin böylesi bir törene tâbi tutulması 1933 yılında başlamıştır. Sonraki yıllarda bazı değişiklikler ve eklemelerle ant bugünkü haline gelmiştir. Sözleri dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’e ait olan bu ant, tek parti döneminin ruhunu yansıtmaktadır aynı zamanda. Türkiye’de kapitalist gelişmenin temellerinin atıldığı

29


marksist tutum

tek parti dönemi, kurucu bürokrasinin “milli burjuvazi” yaratma adımlarını attığı yıllardır. Kürtlere verilen vaatler tutulmamış, isyanları kanla bastırılmış, gayrimüslim unsurlarsa mübadele ve çeşitli baskı yöntemleriyle kovulmuşlardır. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşamaya devam etseydi, acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” sözleri aynı zihniyetin ürünüdür. Aynı zamanda da tarihsel bir itiraf anlamına gelmektedir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası, Türk Tarih Kurumu’nun* ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve akla zarar tezleri, “Öğrenci Andı” vb. ise, yurtiçinde kalan gayrimüslimleri, Kürtleri ve diğer halkları bastırma, sindirme ve asimile etme çabalarının ifadesidir. Uluslararası konjonktür de Türkiye’nin politikalarını etkilemiştir. “Andımız” benzeri yeminler Almanya ve İtalya’da da mevcuttu. Hitler’e ve Mussolini’ye kanlarının son damlasına kadar bağlılık yeminini içeren bu faşist antlar hem askerlere hem sivillere okutturuluyordu. 1930’larda Avrupa’da esen faşizm rüzgârıyla Türk devleti faşist Almanya ve İtalya’yı örnek almış, ırkçı ve şoven bir ideoloji resmi ideoloji olarak benimsenmiştir. Sermayenin millileştirilmesi için faşizan uygulamalara başvurmaktan çekinmemiştir TC devleti. Bu ırkçı ve faşizan politikaların varlığı ise demagojik söylemlerle hep reddedilmiştir. Türkiye’nin milliyetçi-ırkçı söylem ve uygulamaları resmi tarihçiler ve düzen yanlıları tarafından hep “Atatürk milliyetçiliği” kapsamında ele alınmış ve ırkçı olmadığı iddia edilmiştir. Bu Kemalist zevata göre “Atatürk milliyetçiliği” etnik kökene dayalı bir milliyetçilik değildir; ırk, din, dil, ayrımı yapmaz. Oysa gerçeklik hiç de böyle değildir. Mustafa Kemal’in millet ve milliyetçilik hakkındaki sözleri de, uygulamaları da bunun kanıtıdır. M. Kemal birçok konuşmasında Türklerin üstün ırk olduğunu ve Türkiye sınırları içerisindeki herkesi Türk kabul ettiğini belirtmiştir. Kemalizmin önde gelen bir başka temsilcisi olan eski

Mayıs 2011 • sayı: 74

Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, Türk olmayanlara sadece hizmetkârlığı layık gördüğünü açıkça söylemiştir. Bu anlayış bir yönüyle de Batı karşısında duyulan aşağılık kompleksinin sonucudur. Bu kompleks nedeniyle, Türk ırkının üstün ırk olduğunu, Hititlerin, Yunanlıların Türk kökenli olduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi ve bütün dillerin Türkçeden türediğini “kanıtlayan” Güneş Dil Teorisi uydurulmuştur. İşte bu fikriyatın sahipleri, “yüce Türk milleti”nden olmayıp diğer etnik kökenden gelen vatandaşları da dışarıda tutmuyor ve büyük bir cömertlikte onları da Türk olarak kabul ediyor ve onlara Türkçe öğretiyordu! Zor yoluyla asimilasyona dayanan bu anlayışın ırkçı bir anlayış olmadığını kim iddia edebilir? Elbette ırkçı anlayışa sahip olanlar! Danıştay da aynı gerekçelere dayanarak andın ırkçı olmadığına oybirliğiyle karar vermiştir. “…yeni nesillere Türk Devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duymaya ve hazzını yaşatmaya yönelik, Anayasamızda ve Yasalarımızda yer alan ifadelerden oluşan dava konusu öğrenci andında dayanağı Anayasa ve Yasa maddelerine aykırılık bulunmamaktadır. Her ne kadar davacı tarafından, öğrenci andının bir ırkı esas aldığı, zorla okutulduğu iddialarına yer verilmiş ise de; “Türk” kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adı olup, aksi yöndeki davacı iddialarına itibar edilmemiştir. Nitekim Anayasamızda bu hususun vurgulanması bakımından, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın Türk olduğu belirtilmiştir.” Görüldüğü üzere Anayasanın 66. maddesinde, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” denildiği için Danıştay ant ile yasalar arasında bir aykırılık bulmuyor ve talebi reddediyor. Aslında tek başına bu geÖğrenci andında Türk ırkı övülüyor, diğer ulustan insanlarınöğrencilerin varlığı “Türk varlığına armağan” ediliyor ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle günlük merasim tamamlanıyor. Türksen çalışkansın, doğrusun; ama değilsen tembelsin, eğrisin! Bu ırkçı satırlar, nasıl bir dünyada yaşadığının henüz farkında olmayan çocukların zihninde derin yarılmalara sebep oluyor.

30


sayı: 74 • Mayıs 2011

rekçe bile mevcut anayasanın ne derece gerici bir anayasa olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’deki ırkçı uygulamaların yürürlükten kalkabilmesi için 12 Eylül anayasasının çöpe atılması şarttır. Ancak mevcut kapitalist düzenin sınırları içerisinde anayasal değişikliklerle alınacak yolun bir sınırı vardır. Çünkü yasalar egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda oluşturulmakta, yorumlanmakta ve buna göre hayata geçirilmektedir. Bu yüzden yasalarla uygulamalar arasında da büyük farklılıklar bulunmaktadır. Son YSK kararlarının bir kez daha gösterdiği üzere, kitlesel bir mücadele olmadığı takdirde burjuva yasalarından demokrasi beklenemez. Anayasanın 90. maddesi “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” der. Oysa Danıştay’ın Anayasaya göre almış olduğu karar bu madde ile çelişmektedir. Çünkü Türkiye, BM’nin Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesinin altına imza atmış taraf devletlerden biridir. Bu sözleşmenin 29. maddesi, eğitimin çocukların kültürel kimliğine, dil ve değerlerine saygılı olması gerektiğini taahhüt altına almaktadır. Dolayısıyla TC’nin dayattığı ırkçı “öğrenci andı” ve anadilde eğitimi engellemesi bu maddeyi açıkça çiğnemektedir. Bunun yanı sıra 30. maddede şu ifade yer almaktadır: “Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların varolduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.” Hem Alevilerin hem de Kürtlerin yaşadığı sorunlar bu maddeye hiç uyulmadığını gösteriyor. Öğrenci andını savunanların savunmalarında yer alan gerekçelerden biri de diğer devletlerde de benzer marşların ve törenlerin olduğudur. Oysa bu tür ırkçı uygulamaların başka ülkelerde olmasının bu törenin yapılmasını haklı çıkarmayacağı açıktır. Bu ırkçı kafalara sormak gerekiyor; neden farklı ülkelerdeki demokratik uygulamaları değil de bu tür geri, ırkçı, anti-demokratik uygulamaları örnek alıyorlar?

Diğer ırkçı uygulamalar Eğitim alanındaki ırkçı uygulamalar sadece “Öğrenci Andı” ile de sınırlı değil. Bütün eğitim müfredatı devletin resmi ideolojisinin safsatalarıyla doludur. Tarih Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda çarpıtılarak anlatılmakta ve “Türkün Türkten başka dostu yoktur”, “harici ve dâhili bedhahlar” fikri gencecik beyinlere zerk edilmektedir. İstiklal Marşı her hafta iki kere söylendiği gibi, on kıtası öğrencilere ezberletilmektedir. Hakeza “Gençliğe Hitabe” ezberlettirilip defterlere yazdırılmakta, ayrıca ders kitaplarının başında yer almakta, okullarda Atatürk köşe-

marksist tutum

lerinde bulunmaktadır. Gençliğe Hitabe de içerik bakımından “Öğrenci Andına” benzer ırkçı bir söyleme sahiptir. Bilindiği gibi bu hitabede gençliğin, milli ödevlerini yerine getirmek için muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kanda bulacağı söyleniyor. Baştan aşağı hamasi bir nutuk olan Gençliğe Hitabe, işçi-emekçi gençlere kendi sınıfsal çıkarları yerine “milli çıkarları” savunmaları gerektiğini aşılamaya çalışıyor. Türklüğün yüceltildiği, diğer halkların aşağılandığı tüm ırkçı uygulamalar eğitim müfredatından çıkarılmalıdır. İşçi ve emekçilerin çocuklarının zihinlerinin milliyetçi safsatalarla ve ırkçı düşüncelerle dolması, işçi sınıfının birliğini engellemekte, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir. İşçi sınıfı bunun farkında olarak bu ırkçı uygulamaların kaldırılması taleplerini desteklemelidir. 12 Eylül rejiminin alâmetifarikalarından olan Milli Güvenlik Bilgisi dersi de tamamıyla milliyetçi ve militarist bir içeriğe ve biçime sahiptir. Subaylar tarafından verilen bu derste bir öğrenci kapıda bekler ve “öğretmenin” geldiğini duyurur, öğrenciler de asker gibi komutan öğretmenlerini selamlarlar. Milli Güvenlik Bilgisi dersinin amaçları arasında şunlar yer almaktadır: Türk gençliğinin Atatürkçü görüş ve düşünce doğrultusunda yetişmesine katkıda bulunmak, milli stratejimizi, milli hedeflerimizi ve milli menfaatlerimizi bilmek ve bunlara karşı olan unsurlarla mücadele etmesini kavramak, Türk gencinde, temelde var olan milli güvenlik inanç ve bilincini yurdun topyekûn savunmasına uygun bir şekilde güçlendirmek, Türkiye Cumhuriyetine yönelik her türlü yıkıcı ve bölücü akımları öğretmek. Son Milli Eğitim şurasında branş öğretmenlerinin derse girmesi ve müfredatının gözden geçirilmesi kararı alındı. Ancak bu yeterli değildir. Dünya halklarına karşı nefret tohumlarının atıldığı, ırkçılığın pompalandığı ve sosyalist düşüncenin karalandığı bu ders tümden kaldırılmalıdır. Türklüğün yüceltildiği, diğer halkların aşağılandığı tüm ırkçı uygulamalar eğitim müfredatından çıkarılmalıdır. İşçi ve emekçilerin çocuklarının zihinlerinin milliyetçi safsatalarla ve ırkçı düşüncelerle dolması, işçi sınıfının birliğini engellemekte, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir. İşçi sınıfı bunun farkında olarak bu ırkçı uygulamaların kaldırılması taleplerini desteklemelidir. 

_____________________ *

Andın sözlerini yazan Dr. Reşit Galip, Türk Ocakları’na bağlı Türk Tarihini Tetkik Encümeni’nin genel sekreteri idi. Bu encümen daha sonra Türk Tarih Kurumu olacaktır.

31


Katliamcı Devletin “Tufan Planı” Zehra Aras

2

000 yılı Aralık ayında devrimci tutsaklar, TC egemenlerinin dayattığı hücre tipi yaşama karşı bedenlerini ölüme yatırmış direniyorlardı. Egemenler devrimci tutsakları F tipi hücrelere tıkarak iradelerini teslim almanın kirli hesaplarını yapıyordu. Yüzlerce devrimci tutsak Ekim ayında açlık grevine başlamıştı. Kasım ayı sonlarına gelinirken onlarca tutsak açlık grevini ölüm orucuna çevirmişti. “İrademizi teslim alamazsınız” diyen tutsaklar direnirken kamuoyunda duyarlılık artmış, kitlesel eylemler Ecevit hükümetini köşeye sıkıştırmıştı. Hem kamuoyunun tepkilerini yatıştırmak, hem de katliama dönüşecek kanlı operasyonun hazırlıklarını tamamlamak için MGK’da alçakça bir plan hazırlandı. Aydınlar arabulucu olarak Bayrampaşa cezaevine müzakere için giderken, medyada açlık grevleri ve ölüm oruçları uzlaşmayla sona erecekmiş gibi iyimser bir hava yaratıldı önceleri. Hükümet F tipi cezaevlerinin yeniden gözden geçirilebileceğini açıklıyordu. Ardından medyada devrimci örgütlerin uzlaşmayı reddettiğine, tutsakları ölüme götürmek istediğine dair rezil bir yalan bombardımanı başlatılmış, böylelikle kanlı katliamın zemini döşenmişti. Devlet 19 Aralık 2000’de Türkiye tarihinin en büyük cezaevi katliamına girişti. Burjuva devlet tam da kendine yakışan bir ikiyüzlülükle “hayata dönüş operasyonu” adını verdi bu katliama. 21 cezaevinde devrimci tutsaklar saldırıya uğradı. Burjuva devlet bu saldırı için binlerce jandarma komando timini özel olarak hazırlamıştı. Kurdukları barikatlardan başka savunmaları olmayan tutsakların üzerine, panzerleriyle, ağır iş makineleriyle, gaz bombalarıyla, mermileriyle saldırdı. Tutsaklar içeriği halen bilinmeyen kimyasal silahlarla zehirlenerek, derileri eritilerek, kurşunlanarak katledildiler. 19 Aralıkta 21 cezaevinde aynı anda başlatılan saldırı,

32

22 Aralıkta 28 devrimcinin ölümü ve yüzlercesinin yaralı olarak “ele geçirilmesiyle” sona erdi. Alçaklıkta sınır tanımayan burjuvazi, yüzlerce yaralıya hatta ölenlere bile “devlet malına zarar vermekten”, yani katledildikleri sırada orada bulunmaktan ötürü davalar açtı. Sadece Bayrampaşa cezaevinde 12 devrimci katledildi. Bayrampaşa Katliamı sonrası açılan dava 10 yılı aşkın süredir mahkeme arşivlerinde süründürülüyor. Jandarma Komutanlığı “Tufan” adını verdiği katliam operasyonunun planını ancak 10 yıl sonra mahkemeye sundu. Savcılık daha önce defalarca planı istemiş, Jandarma Komutanlığı ise mahkemeye sadece planın üstün körü hazırlanmış bir özetini sunmuştu. Savcılığın operasyon planının orijinali-


sayı: 74 • Mayıs 2011

ni istemesi sonucu, yıllardır gizlenen operasyon planı nihayet gün yüzüne çıktı. Planının ortaya çıkışıyla birlikte katliama dair bazı ayrıntıları da öğrenmiş olduk. Dönemin başbakanı Ecevit “Hayata Dönüş” operasyonu yapıldığını söylüyordu, oysa Jandarma Komutanlığı “Tufan” hazırlamış. Zaten devletin devrimci tutsakları “hayata döndürmek” gibi bir kaygısının olmadığını biliyorduk. Katliama “Tufan” adı verdiklerini öğrenmiş olduk. Devlet arabulucu heyet kanalıyla 12 Aralıkta devrimci tutsaklarla görüşmeler başlatmıştı. Tufan katliamının hazırlığının 15 Aralıkta yani görüşmeler sürerken tamamlandığı belgelenmiş oldu. Devrimci tutsakları F tipi hücrelere tıkmanın hazırlığının genel olarak 1 yıldır sürdürüldüğü zaten biliniyordu. Devlet, arabulucuların başlattığı görüşmeleri katliamın son hazırlıklarını tamamlarken kamuoyunun gözünü boyamak ve devrimcileri oyalamak için kullanmış. Operasyona katılan askeri birliklerin ve jandarma komandoların isimleri de mahkemeden gizlenmişti. Oysa plan, operasyon için eğitilen birliklerde yer alanların kan gruplarıyla birlikte isim isim kaydedildiğini ortaya koyuyor. Jandarma Komutanlığı’nın katliamın görüntü kayıtlarının olmadığına dair iddialarının da yalan olduğu açığa çıktı. Tufan Planında, “hukuki sorumluluk doğurmayacak şekilde operasyonun bütün safhalarının video kamera ve fotoğraf makinesi ile tespit edileceği” yazılmış. Demek ki bu kamera kayıtları da halen jandarma arşivlerinde gizli tutulmaktadır. TV kameralarının helikopterle çekim yapmasının engellenmesi, cezaevi dışında toplananların gözaltına alınması da Tufan planının parçası. Katliamı kamuoyundan gizlemek, medyaya tek merkezden resmi propagandanın gerektirdiği biçimde bilgi ve görüntü servis etmek de katliam planının parçasıydı. Cezaevi çevresinde tutsak yakınlarının protestosunu engellemek de yine “çatlak seslerin” tamamıyla önüne geçme niyetini gösteriyor. Bu kapsamda bir cezaevi katliamı planlarken tüm muhalefetin sesini kesmek gerektiğini katliamcılar gayet iyi biliyorlar. Dönemin Başbakanı Ecevit tutsakların taleplerini

marksist tutum

reddettiğinde “tufan” planı artık hazırdı. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk operasyondan haberi olmadığını söylemişti 19 Aralıkta. Oysa 15 Aralıkta yani 19 Aralıktan 4 gün önce katliam izni verdiği “Tufan planı” açığa çıkınca belgelenmiş oldu. Tufan operasyonuyla devrimci tutsaklar katledilmiş, yaralanmış, F tipi hücrelere tıkılmış ama ölüm oruçları sona ermemişti. 6 yıl süren ölüm oruçlarında 122 devrimci hayatını kaybetti, 400’e yakın devrimci sakat kaldı. Bu yıllar boyunca medyada ölüm oruçlarına dair haber yapılması da devlet tarafından engellendi. Devletin resmi yalanı “operasyon sayesinde ölüm oruçlarının sona erdiği, böylece daha az insanın öldüğü” biçimindeydi. Bu yalanın topluma benimsetilmesi için medyanın haber yapmasına engel olunmalıydı. Geçen yıllar içerisinde tutsaklarla müzakere etmek için görevlendirilen aydınlar da görüşmelerin aslında aldatmaca olduğunu, devletin kendilerini kanlı planları için kullandığını açıkladılar. Katliamın 10. yılında Zülfü Livaneli kendi tanık olduğu olayları gazetede yazdı. Livaneli gazetedeki yazısında “Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü telefonla arayıp ölümlerin önüne geçmesi için yalvardığını, Türk’ün Ecevit’i aradığını, Ecevit’in ise talepleri kabul etmeyerek katliamı onayladığını, Hürriyet gazetesinin, arabulucuları, ölüm orucundakileri cesaretlendirmekle suçladığını, medyadaki bu tür yayınlarla katliam hazırlıklarının tamamlanmış olduğunun netleştiğini, devletin tutuklulara saldırıp insanları yaktığını, medyanın ise ‘tutuklular örgüt emriyle kendilerini yakıyor’ propagandası ile katliamı perdelediğini, devlet görevlilerinin acımasızlığına ve caniliğine şaşırdığını” anlatıyor. 19 Aralık operasyonunun öncesinde ve sonrasında devrimci örgütlerin direnişe bakışları, yükledikleri misyonlar ve izledikleri taktikler ayrı bir tartışma konusudur. Burjuva devletin katliamcı yüzü ise aşikârdır. 19 Aralık katliamı ne ilktir ne de son olacaktır. Burjuva devletin erdemli olması, dürüst ve mert davranması zaten beklenemez. Egemenler, isyan edenleri yıldırmak ve toplumu bütünüyle uysallaştırıp teslim almak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Katliamcı burjuva düzen milyonlarca emekçinin mücadelesiyle yıkılana dek, daha nice cana kıyacak, ezilenlere daha nice tufanlar yaşatacaktır. Burjuva düzen bugüne kadar yüzlerce katliam gerçekleştirdi. Egemenlerin zalimliğini de yitirdiğimiz gencecik karanfilleri de unutmayacağız. Günü geldiğinde egemenler ne ektilerse onu biçecekler. Katliamların hesabını devrimci işçi sınıfı soracaktır! 

33


Kapitalizm ve Genç Nüfusta İşsizlik Serhat Koldaş

İşsizlik tüm dünyada artıyor. Kapitalizmin istihdam sağlayamadığı yüz milyonlarca insan açlık, yoksulluk ve ümitsizlik bataklığına sürükleniyor. Kapitalizm özellikle genç nüfusun önemli bir kısmına istihdam sağlayamıyor. Halbuki kapitalizm insanlık tarihinin varıp varabileceği son durak değildir. Sınıfların, sınırların, savaşların, işsizliğin yok edildiği; herkesin yetenekleri doğrultusunda topluma faydalı ve üretken bir işte daha kısa sürelerle çalışıp bolluk ve refah içerisinde yaşayabileceği bir dünya mümkün. Kapitalizme boyun eğmeyi reddederek işçi mücadelesinin saflarında yerini alacak genç kuşakları o dünyada onurlu bir hayat bekliyor.

34

İ

şsizlik tüm dünyada artıyor. Kapitalizmin istihdam sağlayamadığı yüz milyonlarca insan açlık, yoksulluk ve ümitsizlik bataklığına sürükleniyor. Ülkeden ülkeye farklılık gösterse de tüm dünyada işsizlik oranları çarpıcı bir gerçeği ortaya koyuyor: Kapitalizm özellikle genç nüfusun önemli bir kısmına istihdam sağlayamıyor. İş bulabilen gençler ise daha ziyade kayıt dışı, geçici ya da part-time işlerde çalışıyor. İşsizlik kırbacıyla terbiye edildikten sonra sürekli işlerde çalışan gençlere daha düşük ücretler ve ağırlaşan çalışma koşulları dayatılıyor. Burjuvazi gerçek işsizlik oranlarını gizlemek üzere çeşitli hileler kullanıyor. Çeşitli nedenlerle iş arama kanallarını 3 ay kullanmayan ve iş bulma umudunu yitiren işsizleri hesap dışı bırakıyor. Bunun dışında ancak birkaç gün ya da saat çalışma imkânı bulabilmiş yani, geçici, güvencesiz ya da part-time çalışanlar da işsiz sayısına eklenmiyor. Tarımda istihdam edilen gizli işsizler, iş bulamadığı için aile işletmelerinde 4’te 3’ü ücretsiz çalıştırılan aile bireyleri de istihdam edilenlere dâhil edilerek işsizlik oranları kâğıt üzerinde düşürülüyor. Bu hileler Türkiye’de resmi kurumların işsizlik rakamlarında çarpıcı biçimde sırıtıyor. TÜİK, işsizlik oranının %11 seviyesinde olduğunu açıklıyor. DİSK’in araştırmasında umutsuzlar ve “eksik istihdam” edilenler de hesaba katılıyor. Son 3 aydır iş başvurusu yapmayan umutsuz işsizler de hesaba katılınca işsizlik oranı %18’e, yetersiz ve kısa süreli işlerde çalışanlar, yani “eksik istihdam” edilenler hesaba katılınca %22’ye fırlıyor. Bu oranlara göre işsizler resmi rakamlara göre 3 milyonluk, umutsuz işsizlerle birlikte 5 milyonluk, “eksik istihdam” edilenlerle birlikte 6 milyonluk dev bir işsizler ordusuna tekabül ediyor. Genç nüfustaki işsizlik oranları ise daha trajik bir tabloya işaret ediyor. Resmi rakamlara göre bile ortalama işsizlik oranı %11 iken 15-24 yaş arası gençlerde bu oran %25’e kadar yükseliyor. Ankara Ticaret Odası’nın verilerine göre çalışma çağındaki 11 milyon 500 bin gencin 3 milyon 900 bini öğrenime devam ediyor, 3 milyon 700 bini çalışıyor, 3 milyon 900 bin genç ise ne eğitimde ne de çalışma hayatında yer alıyor. Yani her 100 gençten 34’ü atıl du-


sayı: 74 • Mayıs 2011

rumda. Bu atıl durumdaki gençlerin bir işe girip çalışamamasındaki asıl sorun eğitim ve meslek durumları da değil. Üniversite mezunu her 100 gençten 40’ı atıl durumda. Diplomalı genç işsizler ordusunun büyük kısmını yeni mezun genç kadınlar oluşturuyor. Burjuvazi işsizliğin suçunu mesleksiz veya vasıfsız işsizlerin sırtına yıkmaya çalışıyor ve tüm pişkinliği ile gençlere vasıf kazandırmak suretiyle işsizliğe son verilebileceğini ileri sürüyor. Yeni üniversiteler ve meslek edindirme kursları açılıyor. Diplomalı işsizlik olgusu, burjuvazinin işsizlik konusundaki yalanlarını gözler önüne seriyor. İşsizlik sorunu ve genç nüfusta işsizlik oranındaki trajik artış sadece Türkiye’de değil tüm dünyada genel bir eğilim. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), işsizliğin ekonomik krizin başladığı 2007’den bu yana rekor düzeylere ulaştığına, asıl ve öncelikli sorunun genç nüfustaki işsizlik olduğuna dikkat çekiyor. ILO, 2011 Küresel İşsizlik Trendi Raporu’na göre dünya çapında genç nüfusta işsizlik oranı yetişkin işsizliğinin 2,6 katı. ILO da iş bulma umudunu yitirenleri ve “eksik istihdam” edilenleri işsiz saymıyor. Tüm rakamsal hilelere rağmen 2011 yılında dünyadaki işsiz sayısı tahmini 200 milyonun üzerinde çıkıyor. Bu işsizlerin yaklaşık 80 milyonunu genç işsizler oluşturuyor. İş bulanlar da sefaletten kurtulamıyor. İş bulanların 630 milyonluk bir kısmı aileleri ile birlikte günde 1,25 dolarla geçinmek zorunda, yani açlık ve sefalet içerisinde bir yaşam sürdürüyor.

Kapitalizm var oldukça işsizlik de olacak İşsizlik, insanların eğitimsizliğinden, vasıfsızlığından ya da meslek sahibi olamamasından kaynaklanmıyor. Yüz milyonlarca işsiz tembelliği, aylaklığı ya da yoksulluğu yaşam biçimi haline getirmek istediği için işsiz kalmıyor. Marx, işçi sınıfının işsiz kesimini “artı-nüfus” olarak tanımlamıştı. İşsizlik sorununu bilimsel bir analize tâbi tutan Marksizm, işsizlik türlerini ve “artı-nüfusun” ortaya çıkışının sebeplerini açıklamıştır. Kapitalizmin durgunluk, canlanma, hızlanma ve çöküş evreleri işsizliğin artışına veya azalışına yol açan etkenler arasında. “Büyük sanayiin izlediği kendine özgü yol, yani (daha küçük dalgalanmalarla kesilen) on yıllık devresel dalgalanma, ortalama canlılık dönemleri, yüksek yoğunlukta bir üretim, bunalım ve duraklama, yedek sanayi ordusunun ya da artı-nüfusun durmadan meydana gelmesine, bunun az ya da çok ölçüde emilmesine ve tekrar meydana gelmesine dayanır. Ayrıca sınai devresel dalgalanmaların çeşitli evreleri artı-nüfusu sağlar ve bunun yeniden-üretiminin en canlı ögelerinden birisi halini alır. (…) Demek oluyor ki, büyük sanayiin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor.” (Kapital, c.1, s.650) İşsizliğin yegâne sebebi kapitalizmin devresel yükseliş ve çöküşleri değildir. Kapitalizm, kronik bir işsizlik soru-

marksist tutum

nu yaratmak zorundadır. Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı kitabında kapitalist sermaye birikim sürecinin olağan döngüsünün işsizliği nasıl yarattığını şöyle özetliyor: “(…)aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları ‘örneğin kadın işçiler gibi’ yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi nüfusu yaratır. Ek işçi istihdamını mümkün kılmak ve de çalışmakta olanları muhafaza edebilmek için, artan oranda sermayeye ihtiyaç vardır. Oysa rekabet ve merkezileşme koşullarında sermayenin büyümesi, daha çok makineleşme ve sonuç olarak toplam sermaye içinde işçi ücretlerine ayrılan değişen sermayenin görece küçülmesi sonucunu doğurur. Böylece, çalışan işçiler kendi ürettikleri sermaye birikimiyle birlikte, bir artı-nüfusu da üretmiş olurlar; bu durum kapitalist birikim sürecinin bir yasasıdır.” Marx işsizliğin, kapitalist sermaye birikim sürecinin zorunlu bir sonucu, aynı zamanda kapitalist birikim sürecinin kaldıracı, hatta kapitalist üretim biçiminin varlık koşulu olduğunu açıklar. Her an el altında bulundurulan yedek sanayi ordusu bütünüyle sermayeye aittir. Bu artınüfus, sermayenin genişletilmiş yeniden üretim döngüsünün değişen gereksinimlerini karşılamak üzere sömürülmeye hazır bir insan kitlesidir. Burjuvazi işçi sınıfının işsiz ve çalışan kesimlerini birbirine karşı kullanır. İşçilerin uzayan iş saatlerine ve fazla mesailere karşı koyamaması işsiz kitlesini büyütür. İşsiz kitlesinin varlığı işçilerin ücret ve çalışma koşullarına yönelik taleplerini baskı altına alır. İşçiler, işsiz nüfusun ya-

35


marksist tutum

rattığı basınç altında uzun çalışma saatlerine, düşük ücretlere ve patronların diğer dayatmalarına boyun eğmek zorunda kalır.

Genç nüfusta işsizlik Genç nüfus işsizliği yeni bir işsizlik türü değil elbette. Ancak tüm dünyada genç nüfus içerisindeki işsizlik oranlarının ortalama işsizlik oranının oldukça üzerinde seyrettiği bir gerçek. Bunun birkaç önemli sebebini tespit edebiliriz. Kapitalizm çalışabilir nüfusa dahil olan genç kuşaklar için yeni istihdam alanları yaratamıyor. İçerisinden geçmekte olduğumuz kriz dönemi burjuvaziyi yeni iş yaratacak sermaye yatırımlarından uzak tutuyor. Geniş ölçekli istihdam yaratabilecek emek yoğun sektörler giderek dünyanın en geri kalmış, iş gücünün en ucuz olduğu bölgelere kayıyor. Bu bölgelere yönelen sermaye ihracı, söz konusu yerlerde de işsizliği azaltmıyor. Bilakis bu ülkelerde kapitalizmin sıçramalı gelişimi kırsal ekonomileri çözüyor. Kapitalist gelişme az gelişmiş ülkelerde de orta sınıfları hızla çözüyor, mülksüzleşme süreci, küçük mülkiyeti yutuyor, kendine yeterli küçük mülkiyetin yaşam alanını daraltıyor. Buralarda da kapitalizm yarattığı istihdamdan çok daha hızlı bir biçimde işsizlik üretiyor. Sermaye ucuz işgücü sayesinde kâr oranını arttırırken dünya çapında işsiz ve yoksul sayısı giderek artıyor. Küresel krizin yatırımları frenlediğini, işsizliği daha trajik boyutlara taşıdığını, 2008’den bu yana dünya çapında çalışabilir nüfusa dahil olan gençlerin daha zorlu hayat koşullarıyla yüzleşmek zorunda kaldığını görüyoruz. Krizi

36

Mayıs 2011 • sayı: 74

fırsata çeviren burjuvazi, iş saatlerini uzatarak ve çalışma koşullarını ağırlaştırarak az işçiyle daha fazla iş yaptırmaya yönelmiştir. 12 saate kadar uzayan iş saatleri, 3 vardiya yerine 2 vardiya çalışan fabrikalar, işçi sınıfını daha fazla sömürerek işsizliği arttırmanın çarpıcı örnekleridir. Dünya çapında kırsal nüfusun çözülme süreci devam ediyor. Ebeveynlerini köyde bırakıp iş bulmak ya da okumak için kentlere akın eden gençler potansiyel işsizler kervanına katılıyor. Kırsal kesimden büyük kentlere okumak için gelen gençler okulu bitirdiklerinde okudukları kentlerde iş bulmaya çalışıyorlar. Varlığını sürdürme savaşı veren küçük esnaf da kurtuluşu çocuklarını okutmakta görüyor. Oysa üniversite ya da meslek okullarını bitiren bu gençlerin önemli bir kesimi işsizler kervanına dâhil oluyor. Sermaye sürekli büyüyüp merkezileşirken küçükburjuvazinin can çekişen kesimlerinin çocukları da işçi sınıfına katılıyor. Emeklilik yaşını uzatmak üzere yapılan saldırılar da genç işsizliğini arttıran etkenler arasında. Tüm dünyada işçi sınıfına dayatılan “mezarda emeklilik” yasaları, yaşlı işçileri daha uzun yıllar çalışmak zorunda bırakıyor. Emeklilik yaşı uzadıkça devlet işletmelerinde ve özel şirketlerde gençler için yeni iş alanı açılması zorlaşıyor. Devletin, patronları genç işçi istihdam etmeye teşvik eden yasalar çıkarması da genç işsizliği sorununu ortadan kaldırmıyor, aksine sömürüyü arttırmaya hizmet ediyor. İşsizlik, genç nüfusun yeteneklerini, enerjisini ve potansiyelini çürütüyor, umutsuzluğu ve dejenerasyonu besliyor. Yaşlı kuşak işçilere mezarda emeklilik sunuluyor. İşçi sınıfına ağır çalışma koşulları, uzayan iş saatleri ve sefalet ücretleri dayatılıyor. Milyarlarca insanın ve genç işçi kuşaklarının hayatı yoksulluk, çürüme ve çaresizlik içerisinde heba ediliyor. “(…) yaşamını çalışarak üretmek zorunda olan milyarlarca işçi açısından çalışmak yaşamın ta kendisiyken, işsizlik (…) kişinin psikolojik ve fizyolojik hastalıklara yakalanması, insani saygınlığından mahrum bırakılması, toplumdan dışlanması, yaşamının boş ve anlamsız hale gelmesi demektir. İşsizlik, kapitalist sistemin insanlığa karşı işlediği bir suçtur.” (Oktay Baran, Kapitalist Çürüme ve Akıldışılık, MT, no:51) Kapitalizmin işçi emekçi kitlelere sunabileceği daha iyi bir hayat yok. Bu sistem emekçi sınıflara ağırlaşan yaşam koşullarına boyun eğmeyi, haksızlıklar ve adaletsizliklerle dolu dünyayı kader olarak benimsemeyi dayatıyor. Halbuki kapitalizm insanlık tarihinin varıp varabileceği son durak değildir. Sınıfların, sınırların, savaşların, işsizliğin yok edildiği; herkesin yetenekleri doğrultusunda topluma faydalı ve üretken bir işte daha kısa sürelerle çalışıp bolluk ve refah içerisinde yaşayabileceği bir dünya mümkün. Kapitalizme boyun eğmeyi reddederek işçi mücadelesinin saflarında yerini alacak genç kuşakları o dünyada onurlu bir hayat bekliyor. 


Kapitalizm ve İnsan Sağlığı Hakan Sönmez

K

apitalizm altında insan sağlığı demek, büyük paraların kazanıldığı ticari bir sektör demektir. Kapitalizm kâr uğruna milyonlarca insanın sağlığının bozulmasına, ölmesine neden oluyor. İnsanlık açlığın pençesinde kıvranırken bir taraftan tonlarca gıda maddesi imha ediliyor, diğer taraftan gıda ürünlerine çeşitli kimyasal katkı maddeleri eklenerek milyonlarca insan zehirleniyor, başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalanıp hayatını yitiriyor. Yapılan denetimlerde gıda ürünlerinde katkı maddesi olduğu tespit edilmesine rağmen, gerekli önlemler alınmadığı gibi bu bilgi kamuoyuyla paylaşılmıyor, insanların zehirlenmesine ve çeşitli hastalıklara yakalanmasına göz yumuluyor. Bursalı Avukat Erol Çiçek’in Tarım Bakanlığı’nın 2009’da yaptığı gıda denetimi sonuçlarına ulaşmak için açtığı dava sonucu elde ettiği bilgiler, kapitalizmin insan sağlığını ne kadar hiçe saydığını göstermeye yetiyor. Açılan davanın kazanılması sonucunda Tarım Bakanlığı, denetimlerde, sağlığa zararlı üretim yaptığı belirlenen firmaların ve ürünlerinin yer aldığı 24 sayfalık listeyi Çiçek’e, “yayınlanmamak” şartıyla ve “kişiye özel” kaydıyla vermek durumunda kaldı. Avukat Çiçek’in açıkladığı bilgilere göre; kırmızı pul ve toz biberde aflatoksine ve sudan boyasına, sıvı yağlarda poli aromatik hidrokarbonlara ve benzo(a) pireneye rastlanmış. Ünlü bir firmanın çok reklâmı yapılan bir yağında da bu maddeler bulunmuş. Yine iki margarinde benzoik ve sorbik asit, tuzda potasyum iyodat, piyasada tanınmış bir firmanın rakılarında ise metil alkol tespit edilmiş. Pek çok meyve sebzede zirai ilaç kalıntısına rastlanmış. Ayrıca kurutulmuş meyvelerde kükürt dioksit, fındık, kuru incir, antep fıstığı, lokum ve helvada aflatoksin olduğu tespit edilmiş. Yine yoğurt, peynir ve tereyağında bitkisel yağlara rastlandığı ve beyaz peynir ve dondurmada mikrobiyolojik analizin olumsuz çıktığı belirtiliyor. Yoğurtta mikroorganizma sayısı aşırı çıkan firmalardan birinin de ünlü bir firma olduğu kaydediliyor. Erol Çiçek, kırmızı ette, domuz ve tek tırnaklı hayvan

Kapitalizm altında insan sağlığı demek, büyük paraların kazanıldığı ticari bir sektör demektir. Kapitalizm kâr uğruna milyonlarca insanın sağlığının bozulmasına, ölmesine neden oluyor. İnsanlık açlığın pençesinde kıvranırken bir taraftan tonlarca gıda maddesi imha ediliyor, diğer taraftan gıda ürünlerine çeşitli kimyasal katkı maddeleri eklenerek milyonlarca insan zehirleniyor, başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalanıp hayatını yitiriyor. Yapılan denetimlerde gıda ürünlerinde katkı maddesi olduğu tespit edilmesine rağmen, gerekli önlemler alınmadığı gibi bu bilgi kamuoyuyla paylaşılmıyor, insanların zehirlenmesine ve çeşitli hastalıklara yakalanmasına göz yumuluyor.

37


marksist tutum

etine rastlandığını bulgusunun yer aldığı raporda, şeker ve şekerlemelerde de boya miktarı açısından olumsuzluklar olduğunu ifade ediyor. Sözün kısası, hemen her tükettiğimiz gıda maddesinde kimyasal katkı maddesi bulmak mümkün. Bunların dışında birçok gıda maddesi kimyasallarla beyazlatılıyor. Örneğin beyaz un, sofra tuzu, şeker, sakız, vitaminler, şekerleme ve partikül halindeki gıdalarda titanyumdioksit adlı renklendirici kullanılıyor. Bu madde vücutta parçalanmadığı için depolanmakta ve hücrelerde yapısal değişikliklere yol açabilmektedir. Acaba tükettiğimiz şeyler gıda mı yoksa kimyasal madde mi kestirmek oldukça güç. Üstelik bu ürünlerin bazılarının reklâmlarda boy gösteriyor olması yani tanınmış olması, güvenilir olduğu yönünde de bir kanaat oluşturuyor. Böylece tanınmış markaların ürünlerinde kimyasal katkı maddesi olduğu halde, bu ürünlere rağbet artmış oluyor. Gıdaların içine kimyasal katkı maddelerinin girmesi ve bunların reklâmının yapılarak insanlara pazarlanması kapitalizmin uzun zamandan beri başvurduğu yöntemlerden biridir. Kapitalizmin hızla geliştiği 1900’lü yıllarda, Amerika’da gıda tröstlerinin kâr uğruna insan sağlığını nasıl hiçe saydıklarını, emekçi yoksul kitleleri nasıl zehirlediklerini yazar Upton Sinclair Chicago Mezbahaları adlı romanında şöyle anlatıyor: “Nereden bilebilirlerdi köşe başından aldıkları sütün sulandırıldığını ve içine formaldiet konulduğunu? ... Nereden bilebilirlerdi aldıkları çayın, şekerin ve kahvenin hileli olduğunu? Aldıkları konserve bezelyenin bir takım bakır tuzları ile boyandığını, kahvaltılık reçellerin anilin boyası ile renklendirildiğini? ... Söz gelimi bu çeşit jambon

38

Mayıs 2011 • sayı: 74

ya da domuz ezmesi, makinenin kesemeyeceği kadar küçük sığır eti parçalarının kıyması beyaz görünmesin diye bazı kimyasal maddelerle, içine deriden domuz etine kadar türlü etler konularak hazırlanıyordu. Bu karışım iyice ezildikten sonra içine bol miktarda baharat atılıyordu. Tat versin diye tabii. … Zira beslenen hasta hayvanlar daha çabuk yağlanıyordu. Herhangi bir kıtanın dükkânlarında kalmış eski yağlar bu insanlar tarafından satın alınır, bir yığın kimyasal işlemden geçirildikten sonra taze yağ diye satışa çıkarılırdı.” Görüldüğü gibi, bugün de değişen bir şey yok. Çünkü tarım ürünleri de dahil her türlü gıda insan ihtiyaçları için değil, kapitalistlerin kârı için üretiliyor. Uygulanan tarım ve hayvancılık programlarıyla geleneksel doğal gıda üretimi bir tarafa bırakılmış, kapitalist tekellerin istemleri doğrultusunda bir üretim yaratılmıştır. Kapitalist gıda tekelleri ellerini attıkları her ülkede bu tür yöntemlerle gıda üretimi yapmakta ve ceplerini doldurmaktadırlar. Etten meyve ve sebzeye pek çok üründe, gelişim süresini kısaltmak, dayanıklılığı arttırmak gibi amaçlarla, insan sağlığına zararlı çeşitli hormonlar, zirai ilaçlar, antibiyotikler vs. kullanılmaktadır. Bugün teknolojinin gelişmesiyle birlikte tarım kolaylaşmış, üretim bollaşmış, bir mevsimde birden fazla ürün elde edilebilecek duruma gelinmiştir. Ancak kapitalizmin kâr hırsı sağlıklı ürünlerin yetiştirilmesine izin vermemektedir. Hemen her gıda ürününde bulunan koruyucu maddeler kanseri tetikliyor veya çeşitli hastalıklara yol açıyor. Kapitalizm altında ölmek, sakat kalmak, hasta olmak bir kader haline geliyor. Milyonlarca emekçi açlığın pençesinden kurtulsa bile zehirli gıdalar sonucu çeşitli hastalıklardan yakasını kurtaramıyor. Bütün bu gerçekler karşısında kapitalist devletler ve sağlık kuruluşları ikiyüzlüce davranıyor, kapitalistler daha fazla kâr elde etsin diye gerçekleri saptırmaya veya gizlemeye çalışıyor.

Burjuva kurum ve kuruluşlar yalan söylüyor Gıda tekelleri daha fazla kâr elde etmek için insan sağlığını hiçe sayarken devletin sağlık kurumları yapılan denetimlerde elde ettikleri bilgileri sır olarak saklıyorlar. Tarım Bakanlığı 2 Ağustos 2010’da Avukat Çiçek’e verdiği yanıtta, “yasal çerçevede gıda denetimi yapılan firmaların teşhir edilmesine ilişkin bakanlığın yetkisinin bulunmadığını, mahkeme kararı olmaksızın firma isimlerinin ilan edilmesinin mümkün olmadığını” söylüyor. Normalinde bakanlığın hem bu firmaları teşhir etmesi hem de ağır ceza kesmesi beklenirdi. Ne var ki bu devlet nihayetinde burjuvalar için var. Onun görevi patronların yaptığı hile hurdanın üstünü bir kılıfla örtmektir. Bu bütün kapitalist devletlerde böyledir. Çevre veya sağlıkla ile ilgili kuruluşlar sadece göstermelik önlemler almak ve yılda birkaç rapor açıklamakla yetiniyorlar. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü yıllık sağlık raporunu açıklarken insan sağlığının bozulmasının gerçek nedenlerini ortaya koymuyor. Büyük te-


sayı: 74 • Mayıs 2011

marksist tutum

tekelleri bu süreçte milyar dolarları ceplerine indirirken, “milyonları tehdit eden korkulu rüya” domuz gribi birden bire kayboluvermişti. Kapitalizmin ve onun kurumlarının insan sağlığına verdiği önem ortadadır. Söz konusu büyük kârlar olunca burjuva politikacıları ve uzmanları her türlü yalanı söyleyebilmektedirler. İster Türkiye’de ister Japonya’da olsun burjuva kurumların rolü aynıdır; üç maymunu oynamak, gerçekleri yok saymak.

Kapitalizm hastalık üretiyor

kellerin insanları zehirlemesine göz yumulurken bu konuda burjuva medyada bir tek satır bile geçmezken, fırın vb. küçük üretim yerlerine yapılan baskınlar çok büyük bir sağlık skandalı önlenmiş gibi haber yapılabiliyor. Haber bültenlerinde “bakın hamurun içinde sinek var, halka sinekli ekmek yediriliyor” türünden haberler yer alırken, insanları zehirleyen büyük tekellerin ürünleri ise reklâmlarda bol bol boy gösteriyor. Burjuva yetkililer ise önlem almak bir tarafa, gerçekleri gizlemek için tiyatro oynamaya bile girişebiliyorlar. İmha edilmesi gereken radyasyonlu çayları halka içirmek için dönemin bakanı Cahit Aral “Artık çayınızı gönül rahatlığıyla içebilirsiniz. Zaten radyasyon kaynayınca geçiyor. Günde 20 bardak çay güvenli!” demiş, insanların kansere yakalanıp ölmesinde bir beis görmemişti. Çünkü çaylar imha edilseydi sermaye devleti milyarlarca lira zarara girecekti. Fukuşima nükleer santralindeki sızıntıyı takiben şebeke suyunda radyasyon oranlarının normal değerlerin üzerine çıkmasının ardından, Tokyo valisi de halkın önünde su içerek suyun radyasyonlu olmadığını kanıtlamaya girişti. Oysa gerçek o kadar ortada ki, nükleer santralden yayılan radyasyon dünyanın öbür ucunda bir tehlike oluştururken, santralin burnunun dibindeki kentlerde suyun, havanın ve buna bağlı olarak gıda ürünlerinin radyasyondan etkilenmemesi mümkün mü? Yine hatırlayacak olursak 2009’da domuz gribi gündemi işgal etmişti. Toplumda bir panik havası yaratılmış, domuz gribinden milyonlarca insanın öleceği söylenmiş, hastane okul vb. yerler karantinaya alınmıştı. Çare olarak ise domuz gribine karşı geliştirilen aşının herkese yapılması düşünülmüş, devlet derhal ihale açmış ve aşıları temin etmişti. Aşıların yan etkileri konusu tartışılmış, “pek muhterem” sağlık bakanı ilk önce kendisi aşı yaptırarak aşılarda bir sorun olmadığını göstermeye çalışmıştı. Ne var ki domuz gribinin abartıldığı, normal gripten ölen insan sayısından daha az ölüme yol açtığı ortaya çıktı. Dünya sağlık örgütü de ilaç tekelleri ceplerini doldursun diye domuz gribini küresel salgın olarak nitelendirmişti. Sonuçta ilaç

Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ulaştığı bugünkü aşamada, geçmişe göre kat kat artan verim ve dayanıklılıkta üretimi, insan sağlığına zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirmek ve birçok hastalığı tedavi etmek mümkündür. Ne var ki bilim ve teknoloji insanlığın yararına değil, kapitalizmin kârına hizmet ettiğinden, ne sağlıklı gıda ürünleri yetiştiriliyor ne de milyonları öldüren hastalıklar tedavi ediliyor. Örneğin kanser ve AIDS gibi hastalıkların tedavisi varken, milyonlarca insan bu hastalıkların pençesinde kıvranıyor. Çünkü uygulanan pahalı tedavi yöntemleriyle kapitalist ilaç tekelleri büyük kârlar elde ediyor. AIDS de dahil birçok hastalığın bizzat kapitalist ilaç tekellerinin araştırma laboratuvarında ortaya çıktığı bilinen bir gerçektir. İnsan sağlığı kapitalistler için bir deney tahtası olmaktan, büyük paraların kazanıldığı bir sektör olmaktan öteye gitmiyor. Çaresi 200 yıl önce bulunan hastalıklardan dolayı bile bugün başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde insanlar ölebiliyor. Nereden bakarsanız bakın kapitalizm altında sağlıklı bir toplum düşünmek mümkün değildir. Kapitalizm yüzünden insanlar hem fiziksel hem de psikolojik hastalıklardan yakasını kurtaramıyor. Diğer taraftan kapitalizmin dünya çapında uygulamaya koyduğu sosyal güvenlik politikalarıyla emekçilerin sağlık güvenceleri elinden alınıyor, sağlık hizmeti giderek tamamen paralı hale getiriliyor, böylece insan sağlığı tam anlamıyla tekellerin insafına bırakılmış oluyor. Oysa parasız sağlık hizmeti insanın temel hakkıdır. Bugün gelinen noktada sağlık sektörünün silah sektöründen sonra en kârlı ve büyük sektör oluşu, kapitalizmin çürüdüğünü, insanlığa yıkım ve ölümden başka vereceği bir şey olmadığını, eğer bilinçli bir müdahaleyle dur denilmezse son noktanın barbarlık olacağını gösteriyor. Sağlıklı bir toplum ancak bu bilinçli müdahale sonucunda işçi sınıfın kuracağı işçi iktidarından sonra mümkün olacaktır. O vakit bilim ve teknoloji artık insanlığa hizmet edecek, bilimsel araştırmaların önü açılacak, tüm insanlığa yetecek kadar sağlıklı gıdalar üretilebilecek ve insanlığı tehdit eden hastalıklar önlenebilecektir. Kapitalizm cenderesinden kurtulan insanlık böylece sağlıklı bir toplum yaratmış olacaktır. Bugün insanlığın önünde iki seçenek bulunuyor; Kızıl Roza’nın dediği gibi, “Ya barbarlık ya sosyalizm!” 

39


“Arbeit Macht Frei!” Ezgi Şanlı

A

rbeit macht frei! Yani “çalışmak özgür kılar.” Bu cümle, 1933 yılında Naziler iktidara geldikleri zaman onlarca Nazi toplama kampının kapısına yazdırıldı. Naziler, bu sloganla tüm dünyaya, kampa getirdikleri insanların çalıştıkça özgürleştikleri yalanını yaymaya çalışıyorlardı. On binlerce muhalif bu kamplardaki gaz odalarında öldürüldü. Çok daha fazlası da yine bu kamplardaki ağır çalışma koşulları ve türlü işkencelerle öldürüldü. Çalışmak özgürlük değil, acı ve ölüm getirdi. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels, 1933 yılında ortaya attı bu sloganı. Bu sloganın yazılı olduğu kapılardan sağ girip ölü çıkanların yakınları, Nazilerden nefret eden Almanlar ve bütün dünya artık bu sloganı ağzına almıyor ve hafızasından silmeye çalışıyor.

80 sene sonra… Aradan neredeyse 80 sene geçti ve Naziler tarih tarafından mahkûm edildiler. Kapılarında bu sloganın yazılı olduğu toplama kampları utanç müzeleri haline getirildi. Ama kapitalizmin çalışmanın insanı özgür kılacağı yalanı, insanın çalışmaya kölece bağımlılığının kutsanması aldatmacası ne yazık ki aradan geçen 80 seneye rağmen yerinde duruyor, hatta güçleniyor. İyi bir gelecek, rahat ve insanca bir yaşam, ekonomik özgürlük gibi isteklere ulaşmak için sürekli daha çok, daha çok çalışmak gerektiği telkin ediliyor. Kapitalizm çürümeye devam ederken, günümüzdeki çalışma koşulları da giderek Nazi kamplarındaki koşullara benziyor. Çalışma saatleri 200 yıl öncesine geri döndü. 16 saate varan mesailer normalleşmeye başladı. Fabrikalar, yoğun mesailer nedeniyle insan olduklarını unutan işçilerle dolu. İşsizlik ve işsizlik korkusu öyle yoğun bir hal aldı ki, işçi artık bulduğu işin koşullarıyla çok ilgilenmiyor. İşçi nerede iş bulabilirse oraya yerleşiyor. Nerede yaşayacağına bile artık kendi iradesiyle karar veremiyor. Bulunan işin bir sürekliliği, güvencesi yok. Fabrikanın dört duvarı arasında geçirilen uzun saatler zihinsel ve fiziksel çürüme yaratıyor. İşgünü kavramı artık 24 saati kapsıyor. Gece çalışması son derece yaygın uygulanıyor. Tüm bu etkenler iş-

40

çilerin yaşamında ve toplumda ciddi travmalara yol açıyor. Toplumdaki genel çürüme derinleşiyor. Bir reklâmda, Nazi propagandalarını hatırlatırcasına, “Hepimiz tatil için çalışıyoruz” deniliyor. Çalışmanın sonunda elde edilecek “tatil” imkânı, çalışmanın temel nedeni olarak gösteriliyor. Nazi kamplarında toplanan insanların hayatta kalmalarına izin verilmesi için işgücü olarak kullanılabilir durumda olmaları gerekiyordu. Yaşamın karşılığında ölesiye çalışmak gerekiyordu. Çünkü yaşamak onların hakkı olarak görülmüyordu. Elbette Nazi zulmü altında inleyen kitlelerin acıları başka bir şeyle kıyaslanamaz. Ancak tarih tarafından lanetlendiği iddia edilen Nazi propaganda bakanının sloganları, sanki kılık değiştirip hayatımıza yeniden giriyor. “Tatilin” bedeli ölesiye çalışmak oluyor. Geçinmenin de, yaşamanın da bedeli parça parça ölmek oluyor. Goebbels, “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır” der. Nazi propagandacısı, yalanın sürekli tekrar edilmesini telkin eder. En büyük yalanların bu yolla en büyük inançlar haline geleceğini savunur. Tüm toplum ve özellikle insanlığın çalışan ve üreten kısmı, yani işçiler yoğun bir yalan bombardımanına tutulur. Asgari ihtiyaçlarımızı karşılamak için mecbur bırakıldığımız insanlık dışı koşullarda uzun saatler boyu çalışma işkencesi, güzel bir ödül için göze aldığımız bir bedel gibi gösterilir. Gülü sevenin dikenine katlanması misali…

“Hepimiz patronların kârı için çalışıyoruz!” Hepimizin tatil için çalıştığı savı Nazi propagandalarının kapitalizmin bugününe uyarlanmış halini hatırlatıyor. Tatil; eğlenmek, dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süredir. Türkiye’de yılda ortalama 14,5 günlük resmi tatil var. İşçiler genellikle 1 günlük hafta tatili kullanır. Bu hesaba göre 20 günlük yıllık izin kullandığını varsaydığımız ve Pazar günleri çalışmayan “şanslı” bir işçi, yılda 86,5 gün tatil yapar, günde en az 8 saat olmak üzere 278,5 gün çalışır. Ama biliyoruz ki hafta tatillerinde, resmi tatillerde çalışmak, gün içinde mesailere kalmak son derece yaygın. Günümüzün teknolojik imkânları düşünüldüğünde iş


sayı: 74 • Mayıs 2011

saatleri çok daha kısa olabilir. Dünyadaki tüm insanların asgari insani ihtiyaçları karşılanabilir. Oysa iş saatleri giderek daha fazla uzuyor. Bu durumda hepimizin “tatil için” değil, patronların kârı için çalıştığı ortaya çıkıyor. İşçinin düşük ücreti çalışmadan geçirilen süreyi daha da kısaltır. İşçi, eline geçen ücreti arttırmak için daha fazla çalışmaya mahkûmdur. Alınan ücret ancak en zorunlu ihtiyaçları karşılar, sadece ertesi gün yeniden işe gelmeyi sağlar. Bu nedenle tatil, işçilerin ihtiyaçları arasında sayılmaz, sayılsa da bu ihtiyaç karşılanamaz. Üstelik dinlenmek, eğlenmek, iş dışında bir aktivite ile ilgilenmekle olur. İnsan, doğasına uygun uğraşlar içinde, zihinsel, bedensel ve sosyal yetilerini geliştirir. Ancak çalışmadan geçirilen süre, işçiler için öyle kısadır ki, böyle bir uğraş edinmek imkânsızdır. Çalışmaktan arta kalan kısacık zamanda, yorgun ve yıpranmış bedenlerin yeniden çalışmak üzere toparlanması gerekir. Ağrıların dindirilmesi, uykusuz geçen günlerin acısının çıkarılması, televizyon karşısında, kahve köşelerinde “kafa dağıtılması” ihtiyacı her şeyi önceler. Böylelikle işçinin yaşamında çalışma dışında hiçbir şey kalmaz.

Hepimiz ücretli köleyiz! Nazi kamplarının en ünlüsü olan Auschwitz’in kapısındaki “Arbeit macht frei” tabelası bu kampta kalan tutsaklara yaptırılmış. Bu kampa Hitler’in emri ile trenlerle getirilen ve içlerinde bu tabelayı yapan işçilerin de olduğu 1 milyon insan katledilmiş. Auschwitz kampı 1947’de müze haline getirildi. Orada yaşanan acıların izleri olduğu

marksist tutum

yerde duruyor. Ancak fabrikalar tıpkı Nazi kampları gibi işçilerin yaşamını yok ediyor. Modern çağın ücretli köleleri bu fabrikaların kapısından girerken daha iyi bir gelecek için çalıştıklarını düşünüyorlar. Ama tıpkı toplama kamplarının insanlara özgürlüğü değil ölümü getirmesi gibi, fabrikalar da işçilere rahat bir gelecek değil daha fazla kaygı, güvencesizlik ve ölüm getiriyor. Hepimiz geçinmek için çalışıyoruz. Doymak için çalışıyoruz. Giyinebilmek, barınabilmek, sokağa çıkabilmek için çalışıyoruz. Ama bunların hiçbirini yeterince yapamıyoruz. O kadar uzun saatler boyunca çalışıyoruz ki aslında yaşamaya fırsat bulamıyoruz. Fabrikalardaki makinelerle aramızdaki ayrımlar giderek siliniyor. Konuşan makineleriz. Gaz odalarında boğulan Yahudiler gibi gün be gün soluksuz bırakılıyor, zehirleniyoruz. Yaşamak için daha çok çalıştıkça yaşamın kendisini unutuyoruz. İşçiler çalışmak zorundadır. Bu zorunluluk kölelerin çalışma zorunluluğundan daha zayıf bir bağımlılık değildir. Kapitalist sömürü düzeninde işçiler kendi çalışma ve yaşam koşulları üzerinde hiçbir söz hakkına sahip değildir. Kapitalist sömürüden çalışarak kurtulmak mümkün değildir. Kapitalist düzen işçilere iyi bir yaşam adına hiçbir şey veremez. Vaat ettikleri ne olursa olsun vereceği şey yalnızca ücretli köleliktir.

Çok çalışmak örgütsüzleştirir! İşçilerin ücretli kölelikten kurtulmak için sorunlarına kafa yorması, bu sorunları çözmek için çalışması, diğer işçileri bu çalışmaya ortak etmesi yani örgütlenmesi gerekir. Durup dinlenmeden çalışan işçinin, sorunların çözümüne yoğunlaşması bir yana bu sorunları fark etmesi bile neredeyse imkânsızdır. Kapitalist sömürü koşulları altında insan olduğunu unutan işçinin sınıf bilincine erişmesi hiç kolay değildir. İşçi daha uzun saatler çalıştıkça ayağındaki sömürü prangasını güçlendirir. Her uğraşta olduğu gibi, örgütlenme faaliyetinde de zaman gereklidir. İşçilerin işgününü kısaltma mücadelesinin nedeni sömürüyü azaltmak ve örgütlenmek için gerekli zamanın kazanılmasıdır.

Kendi sınıfının kurtuluşu için çalışmak özgür kılar! Kapitalist toplumda çalışmanın ancak bir türü insanı özgürleştirir: Kendi sınıfının kurtuluşu için çalışmak! Hem birey hem toplum böyle özgürleşir. Sınıflar ortadan kalktığında, ezenle ezilen ortadan kalktığında insan gerçekten insan olabilecek. Ömrünü çalışarak ve sadece çalışarak geçirme zorunluluğu ortadan kalkacak. İnsanlığın tüm ihtiyaçlarını cömertçe karşılamak doğanın ve teknolojinin işi olacak. İşte o zaman doğanın en büyük armağanı olan yaşam mutlulukla eş anlamlı olacak. Böylesi bir dünya için çalışmaya değmez mi? 

41


“Hayırsever” Kapitalizm! Derya Çınar

P

ek çok işçi, “Patronlar da insan, onlar da bu dünyada yaşıyorlar, emeğinden faydalandıkları insanlara o kadar da acımasız olamazlar. Niye kendileri ve çocukları için de gerekli olan dünyaya bu kadar hor davransınlar, ya da karınlarını doyuran işçilere niye bu kadar düşman olsunlar...” diye düşünmektedir. Elbette insanlar bu düşüncelere durup dururken kapılmaz. Aslında sorun zaten tek tek ya da kişi olarak kapitalistler değildir. Sorun onları da kendi işleyiş yasalarına mahkûm eden sermayenin yani kapitalist sistemin egemenliğidir. Kuşkusuz bu nesnellik kan emici kapitalistleri günahlarından arındırmaz. Onlar işçiden sadece emeğini çalmaz, onu insan olmaktan, insanca yaşamaktan mahrum bırakır. Peki, ama durum böyleyken işçiler nasıl olur da sorgulamaksızın bu tarz iyimser düşüncelere savrulurlar? Burjuvazi işçi ve emekçileri kendi vicdansız çıkarlarına alet edebilmenin, ikna edebilmenin yollarına kafa yorar. Ava çıkan avcı gibidir. Hep bir taşla birden fazla kuş vurmanın hesabı içindedir. Milyonlarca insanın aslında burjuva sınıfın çıkarına olan şeyleri sanki kendisi için de yararlı olacakmış gibi algılamasını, düşünmesini, görmesini sağlayan çalışmalar yapılır. İşte onlardan biri de, son yıllarda medyada sıkça duymaya başladığımız, yapılanların bizim yararımıza yapıldığı yanılgısını yaratan “sosyal sorumluluk projeleri” adı verilen çalışmalardır. Kulağımıza son derece masum ve insanca gelen ve milyon dolarlık bütçelerle yürütülen bu kampanyaların isim-

42

leri de emekçilerin vicdanını titretmek üzere seçiliyor. Bu kampanyaları yapan şirketlerin bazıları okullar açıyor, küçük kızları okula gönderiyor. Kimi kansere karşı mücadele ediyor. Kimi okullarda miniklere el sabunu, diş fırçası dağıtıyor. Kimi sözde “karşılıksız” burs veriyor. Bazıları tarihi eserleri korumak için çalışmalar yapıyor, bazıları ünlü ressam ve heykeltıraşların resim ve heykellerini korumaya alıyor. Kimi müze açıyor, vb. Yerli yabancı, irili ufaklı binlerce şirket, döndürdükleri bu sömürü çarkının dişlileri arasında ezilip, öğütülmüş işçileri, emekçileri, yoksulları bir de bu şekilde istismar ederek daha fazla kâr etmenin hesabını yapıyor. İşte adı “sosyal sorumluluk projeleri” olan bu çalışma ve kampanyaların arkasına gizlenen asıl canavar, acımasız kapitalist sistem. Türkiye’de bu konuda kimlerin isimlerini önde görüyoruz, onlara bir bakalım. “Sosyal sorumluluk duygusu” en gelişkin kapitalistlerimiz: Sabancı Holding, Koç Holding, Turkcell, Sanko Holding, Arçelik, Vestel, Ülker, Has Holding, Tofaş ve Doğan Yayıncılık. Bunlar özellikle “eğitim ve öğretime verdikleri destekle” anılıyorlarmış. “Sağlık, çevre, spor, sanat, tüketici bilinci, çalışana destek, iş ahlâkı, insan hakları” gibi konularda başarılı görülen şirketler ise şöyle: Sabancı Holding, Koç Holding, Arçelik, Sanko Holding, Ülker, Turkcell, Vestel, Beko, Eczacıbaşı, Bosch, Doğan Holding. Toplumsal duyarlılıklarının gelişkin olduğu söylenen bu şirketlerin, bu toplumun içinden


sayı: 74 • Mayıs 2011

olan işçilerine ve diğer insanlara gerçekte ne kadar hassas olduklarına biraz baktığımızda tablonun tersinden çok çarpıcı olduğunu görüyoruz. Duyarlılık ve sosyal sorumluluk ayağına yaptıklarına bakıp yanılmamak ve onlara nasıl bakmak gerektiğini Ahmet Arif ’in “Adiloş Bebe” şiirinden şu satırlar çok güzel özetliyor “Bunlar engerekler ve çıyanlardır. Bunlar aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır. Tanı bunları. Tanı da büyü!” İlk bakışta “sosyal sorumluluk” adı insanlık için yararlı bir şeyler yapmayı çağrıştırıyor. Zaten kapitalistlerin yaratmak istedikleri illüzyon da bu. Kimisinin kız çocuklarının eğitimini dert etmesi, “haydi kızlar okula”, “kardelenler” gibi kampanyalar düzenlemesi; kimisinin en önemli sağlık sorunlarını istismar etmesi ve “kansere karşı savaşıyoruz” demesi; kimisinin organ ve kan bağışı sorununu işlemesi, kimisinin görme engellilere kütüphane açması, yoksul çocuklara oyuncak toplaması, burs vermesi, okul açması vb. ilk akla gelenlerdir. Ancak bu kampanyaları başlatan şirket ya da şirketler, reklâm ve tanıtım çalışmaları dışında hiçbir şeye harcama yapmıyorlar. O milyon dolarlık bütçeler aslen bu kampanyaların reklâm ayağının maliyeti. Üstelik bu harcamaların çok büyük bir bölümü vergiden düşülüyor. Birçok kapitalist, “sosyal sorumluluk” adının arkasına saklanarak, hem şirketinin reklâmını yapıyor hem de satışlarını daha da artırabilmeyi hesaplıyor. Onlar için bu kampanyalar harcama değil, geri dönüşümü olan yatırımlardır. Yani kapitalistler kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyorlar ve bu kapsamdaki projelere milyonlarca lira ayırmaktan çekinmiyorlar. Üstelik bu kampanyaların içeriği ve etkisini belirlemek üzere çeşitli araştırmalar yapılıyor. Neyin daha popüler olduğu, hangi alanda projeler yapılırsa daha etkili bir reklâm olur ve kampanya yapan şirketlerin markalarının daha popüler olması sağlanarak satışı artırılır gibi konular, uzun ve ayrıntılı araştırma sonuçlarına göre belirleniyor. Bu araştırmalar sonucunda, eğitim ve sağlık gibi insan ih-

Çeşitli kapitalist firmaların, “sosyal sorumluluk” adı altındaki reklâm faaliyetlerinin başında, yoksul bölgelerdeki öğrencilere çanta, giysi, kırtasiye malzemesi vb. dağıtım kampanyaları geliyor.

marksist tutum

tiyaçlarının en yoğun olduğu alanların daha etkili olduğu tespit edilmiş. Hem dünyada hem de Türkiye’de bu kampanyalar, gerçek içeriği ve amacı toplumdan gizlenerek birer yardım kampanyası gibi sunuluyor. Böyle anlaşılması için de büyük tanıtım kampanyaları yapılıyor. Seçilen “sosyal sorumluluk projeleri”nin insanlığı derinden yaralayan olay ve olgulardan yola çıkılarak seçildiğini de düşünürsek, neden giderek popüler ve yaygın hale geldiğini daha iyi anlarız. Ayrıca yapılan araştırmalarda Türkiye gibi ülkelerde kitlelerin bu konularda daha duygusal olduğu tespit edilmiş ve kampanya sayıları da hızla artmış. Türkiye’den verdiğimiz örneklere yabancı tekelleri de eklediğimizde işin ne kadar “duygusal” olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Phillip Morris (ABD menşeli bir sigara tekeli) 2005 yılında 70 farklı ülkeye toplam 28 milyon dolardan fazla “yardımda” bulunmuş. Dünyada 2010 yılı rakamlarına göre tahmini 1 milyar 250 milyon insan sigara içiyor ve her yıl sigaraya bağlı hastalıklardan 5,4 milyon insan ölüyor. Acaba bu sigara tekellerinin durumunu, avını yerken gözünden yaş gelen timsahın durumuyla benzeştirsek timsaha ayıp etmiş olur muyuz? Dünyada bu sigara tekelinin kâr hırsının kurbanı olmuş kaç yüz bin işçi, emekçi kardeşimiz vardır? 2009 yılında ABD’nin Florida eyaletinde akciğer kanserinden ölen bir kişi için tazminat ödemeye mahkûm olan bu emperyalist tekeli acaba hangi “sosyal sorumluluk projesi” günahlarından arındırabilir? Coca Cola da, 2005 yılında, bu sözde toplumsal projelere 76 milyon dolarlık harcama yapmış. Coca Cola’nın gerçek yüzüyle bu ülkede işçiler 2005 yılında yürüttükleri mücadeleleri sırasında tanışmışlardı. Dudullu ve Yenibosna’daki işyerlerinde sendikalaştıkları için kapının önüne konulan işçiler bu emperyalist tekelin 76 milyon dolarlık “sorumluluk duygusundan” hiç nasiplenemediler. Onların bahtına işsizlik düşmüştü. Bu türden kampanya ve çalışmaların aslen büyük kapitalist tekellerin kirli imajlarını temizleme çalışmaları olduğunu biliyoruz. Dünyanın dört bir yanında çevreye, insanlığa verdikleri zararları gözlerden gizlemek istiyorlar. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi tatlı kârlarını elde etmeye devam ediyorlar. Onlar için bu tür kampanya ve projeler geçmişte ve hâlihazırda yaptıkları acımasızlıkları temize çıkarma işlevi görmektedir. Bu türden kampanyaları kimin yaptığına bakmalı ve mutlaka madalyonun öbür yüzünü çevirmeliyiz. İşte bunu yaptığımız zaman en sık karşılaştığımız tablo genellikle şöyle olmaktadır: hangi şirket, hangi konuda kusurlu, kuralsız ve acımasız ise o konuda kendisini gizleme işine yarayacak bir “sosyal sorumluluk” çalışması yapmaktadır. Aslında bu, kapitalist sistemin insanlığa zehiri şerbet tasıyla sunmasıdır. Tüm dünyayı “barış” kelimesinin arkasına saklanarak kan gölüne çeviren bu sömürü sistemi bir gün ortadan kaldırıldığında insanlık asıl o zaman çıplak gerçekleri görecek. İşte o zaman, tüm bu sahtekârlıklarla yüzyıllar boyu çarpıtılan toplumsal bilinç, bu deli gömleği ideolojik cendereden kurtulmuş olacak.

43


Okurlarımızdan

UİD-DER’le 1 Mayıs’taydık

Merhaba Marksist Tutum okurları ve emekçileri, 2011 1 Mayıs’ı Türkiye’de ve dünyada milyonlarca işçinin kızıl bayraklarıyla alanları doldurduğu görkemli bir kitlesellikle kutlandı. Alanları dolduran biz işçiler, egemenlerin ördüğü korku duvarlarında bir gedik daha açtık. Örgütsüzlük ve bilinçsizlik kıskacında oldukları için umutsuzluk içerisinde düzene boyun eğen, korkularından sıyrılamayıp şimdilik geride duran emekçi kardeşlerimize, gücümüzün birliğimizde, kurtuluşumuzun örgütlü mücadelemizde olduğunu haykırdık. İşçi sınıfının uluslararası mücadele günü olan 1 Mayıs’ta, sınıfımızın tarihsel önderlerinin büyük çağrısını haykırdık: “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” 1 Mayıs’ta dünya işçilerinin birliğine giden yolda bir adım daha ilerlemenin mutluluğunu yaşadık. Bizler UİD-DER’li işçiler olarak Nisan ayı başından itibaren sınıf kardeşlerimizi 1 Mayıs’a çağırmaya başladık. İşçi semtlerinde afişler astık, stantlar açtık, binlerce bildiri dağıttık, toplantılar, piknikler, etkinlikler düzenledik. Derneğimizin hazırladığı, dünyada ve Türkiye’de 1 Mayıs’ın ve işçi mücadelelerinin tarihini anlatan belgeselimizi işçi kardeşlerimize izlettik. Her bildiri verdiğimiz emekçi kardeşimizle sohbet ettik. Örgütsüz durumdaki sınıf kardeşlerimizin sorunlarını, korkularını, kaygılarını paylaştık. Yeni tanıştığımız ve konuştuğumuz yüzlerce işçi bize hep aynı şeyleri düşündürdü: Sınıfımız birlik olmaya, dayanışmaya, güvenmeye muhtaç! İşçilerin, altında toplanabilecekleri, uğrunda dövüşebilecekleri bir bayrağa ihtiyaçları var. İşte biz o bayrağı ilmek ilmek dokumaya çalışan güçlerin bir parçasıyız. 1 Mayıs’a sabahın erken saatlerinde tatlı bir yorgunluk ve heyecanla başladık. “Fabrikalardan Alanlara, Kol Kola, Omuz Omuza 1 Mayıs’a!” çağrımıza ses veren sınıf kardeşlerimizi otobüslerle yürüyüş güzergâhına taşıdık. Şişli’den Harbiye’ye kadar ses aracımızdan sunulan program, sloganlarımızın içeriğini anlatan konuşmalar, şiirler ve işçi marşlarıyla dopdoluydu. Yürüyüşe geçtiğimizde kortejimiz her zamanki düzen ve disiplini ile sınıfımızın umudunu yükseltiyordu. Kortejimizin çevresinden geçen işçiler büyük bir ilgiyle UİD-DER’i izlemeye koyuluyor, alkışlarıyla selamlıyorlardı. Kimi de dayanamayıp soruyordu: “Böyle kalabalık bir kitleyle, bu kadar düzenli ve coşkulu olmayı nasıl beceriyorsu-

44

nuz? Sizi ilk defa görüyorum, ne kadar güzel, ne kadar güzel!” Onlarca kişi gelip kortejimizde yürümek istediğini söyledi. Kimi kardeşlerimiz ise, kortejimize katılmak için dağıttığımız bildirilerle gelmişlerdi. Kortejimizin disiplinini hatırlatarak bu kardeşlerimizi kortejimize aldık. Kortejimizin çoğunluğunu, sadece mitinglere ve yılda bir kez 1 Mayıslara katılan insanlar değil, işçilerin birlik ve mücadelesini yükseltmek için her gün ter akıtan militan işçiler oluşturuyor. Kortejimizin görüntüsü militan işçilerin mücadele ruhunu yansıtıyor. Pankartlarımız ve farklı dillerde hazırlanmış dövizlerimizin ardında uzanan kızıl bayraklarla bezenmiş UİD-DER’li işçiler uzayıp giden bir gelincik tarlasını andırıyordu. Taksim Meydanına coşkumuzla, sınıf disiplinimizle ve “UİD-DER Yürüyor, Mücadele Büyüyor”, “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm” sloganlarıyla girdik. Taksim Meydanında miting sona ererken, yine düzenli bir şekilde, hep bir ağızdan söylenen türküler, marşlar ve sloganlar eşliğinde otobüslerimizin beklediği yere yürüdük. UİD-DER, sömürülen ve ezilenlerin mücadele tarihinin yarattığı birikimler sayesinde hayat buldu. Fabrikalarda, direniş çadırlarında, alanlarda, işçi semtlerinde büyüyor! Sınıf temelinde yürüttüğümüz ısrarlı çalışmalarımız meyvelerini veriyor. Emeklerimiz boşa gitmiyor. Bu yıl da 1 Mayıs vesilesiyle yüzlerce işçi kardeşimiz ilk kez bir işçi mitingine katılarak mücadeleye doğru bir adım atmış oldu. UİD-DER, faaliyet yürüttüğü her yere işçi sınıfının militan mücadele geleneğini ve sınıfımızın devrimci mücadele azmini taşıyor. Umutsuzluğun karanlık girdaplarında kendini tüketen işçilere elini uzatıyor. İşçi sınıfının örgütsüzse hiçleştiğini, sınıfımızın örgütten başka silahının olmadığını, kendimize, sınıfımıza ve örgütlülüğümüze güvenmeyi UİD-DER’in mücadele okulunda öğreniyoruz. UİD-DER insanlığın geleceğine dair en güzel umutları, onu kucaklayan işçilerin yüreklerinde böyle yeşertiyor. Sıkılı bir yumruk gibi bütünleşen irademiz geleceğe duyduğumuz inançla çelikleşiyor. UİD-DER, sınıfımızın mücadele bayrağını yükseltiyor! Sınıf kardeşlerimizle birlikte mücadele bayrağını daha da yükselteceğiz. UİD-DER’li bir grup işçi


Okurlarımızdan

Eyvah Yine Soyulduk! K

Arap Halkları İsyanda! A

rap coğrafyasında, yıllardır insanlara kan kusturan baskı rejimlerinin kitlelerin isyanıyla nasıl değişmeye başladığını, reformlar yapmaya zorlandıklarını görmekteyiz. Tunus’ta işsiz bir işçinin kendini yakmasıyla başlayan isyan dalga dalga büyüdü ve yıllardır çıplak diktatörlükle yönetilen bütün ülkeleri etkisi altına almaya başladı. Bin Ali ve Mübarek’in yıkılmasıyla diğer Arap ülkelerinde de kitleler değişim için alanlardalar. En son Suriye’de emekçiler on yıllardır sürdürülen olağanüstü halin kaldırılması ve daha demokratik bir düzen için ayaklandılar ve hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Libya iç savaşa sürüklendi. BM ve NATO Libya’ya müdahale etti. Fakat yıllardır iktidarda olan Kaddafi yerinde duruyor. İnsani amaçla müdahale ettiği yalanını söyleyen BM ve NATO ikiyüzlü davranmakta. Ortadoğu’da kitleler değişim için alanlara çıkarken, emperyalist güçler, olayların kontrolden çıkmaması için, daha düne kadar sahip çıktıkları, ticari anlaşmalar yaptıkları diktatörlere bugün ya sahip çıkmıyorlar ya da reformlar yapmaları ve kitle isyanını engellemeleri için basınç uyguluyorlar. Dün Irak ve Afganistan halkına özgürlük götürdüklerini söyleyen egemen güçler bugün de Arap halklarına özgürlük götürdükleri, insana değer verdikleri yalanını utanmazca dile getirip duruyorlar. Yıllardır bu halkların baskı altında olmasına sesini çıkarmayan, diktatörlerle birlikte hareket edenler birden “insansever” oldular. Bugün özgürlükten, demokrasiden bahseden Avrupa ülkelerinde egemen sınıfın kitle eylemlerine nasıl baktığını görmekteyiz. İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde kitleler taleplerini haykırmak için alanlara çıktığında egemen sınıfın kolluk kuvvetlerinin nasıl saldırdığını, şiddet uyguladığını herkes bilmekte. Keza Türkiye’de de en ufak hak arama istemiyle alana inen işçilere, emekçilere, öğrencilere ve Kürt halkına karşı polisin gazı, copu, tazyikli suyu devreye sokulmakta. Yıllardır baskı altında yaşayan Arap halkları korku bariyerlerini aştılar ve diktatörlere karşı isyan bayrağını çektiler. Bu isyanın bütün Ortadoğu’yu ve dünyayı etkilediği ortada. İsyan dalgasını durdurmak için egemen sınıf ve onların temsilcileri çeşitli reformların sözünü vermekte. Demokrasiye ve daha özgür bir yaşama geçileceği belirtilmekte. Oysa tarih bize çok net gösteriyor ki, burjuvazinin istediği sınırlar içinde kaldıkça kitleler isteklerine kavuşamayacaklardır. Gerçek anlamda ve sınırsız bir özgürlük ancak ve ancak işçi-emekçilerin kendi sınıf çıkarları temelinde örgütlenmelerinden ve kendi sınıf iktidarlarını kurmalarından geçmektedir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadeleye! Esenyurt’tan bir işçi

ronik hastalıkları olanlar bilirler, düzenli ve uygun dozda ilaç kullanımı o hastalığın ilerlemesine engel olur. Böylelikle gündelik hayatta yapabileceklerimiz sağlıklı bir insanınkine yaklaşır. Ben yaklaşık üç yıldır astım hastasıyım ve başından beri düzenli ilaç kullanıyorum. Hastalığımın seyri nedeniyle de kombine yani birden fazla ilaç kullanıyorum. Günün yoğun temposu bazen ilaç almamı unutturuyor ve ilacı almadığımı nefes darlığı hissettiğim anda hatırlıyorum. Yani astım hastaları için ilaç hayati önem taşıyor. Son yıllarda peş peşe çıkarılan “Sağlıkta Dönüşüm” yasalarıyla, burjuva medyada propaganda edildiği gibi isteyen istediği hastaneye gidip parasız muayene olamıyor. Ha doğru, parasız muayene oluyoruz ama eczaneye gittiğimizde muayene parası orada karşımıza çıkıyor. Hatta öyle miktarlar söyleniyor ki reçeteyi iptal ettirip ilacı bedelini ödeyerek alıyoruz. Durum bununla da kalsa iyi! Geçenlerde başıma geleni sizlerle paylaşmak istiyorum. İlacım azaldı, ilacımı yazdırdım, ilaç raporumla eczaneye gittim. “Sağlıkta Dönüşüm” Yasasının cebimize nasıl döndüğünü acı bir tecrübe ile bir kez daha anladım. Sigorta ilacın bir tanesini artık ödemiyormuş! Dilim tutuldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Sonra ilacın fiyatını sordum. Olur da ödeyebileceğim bir miktarsa alayım, malûm hastalık bu, başka bir şeye benzemez diye düşündüm. İlacın fiyatı 80 TL imiş. Hastalık neye benzedi bilmiyorum ama ben kendimi cebinden parası çalınan mağdura benzettim. Evde biraz daha ilacım olduğu için sigortanın ödediği diğer ilacı alarak eczaneden çıktım. Şimdi merak ediyorum, parası olmadığı için ilaçlarını almayan hastalar ne yapacaklar? Ya ölecekler ya da sağlıksız ama uzun olmayan bir biçimde hayatlarını sürdürmeye çalışacaklar. Aldığımız maaş temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya bile yetmezken, bir de başka bir temel ihtiyaç olan ilaç parası çıktı. Mecburuz bu ilaçları kullanmaya yani mecburuz örgütlenmeye. Nereye kadar kapıların suratımıza kapanmasına sessiz kalabileceğiz? Bugün sağlık hakkımızı alıyorlar, yarın eğitim, sonra ulaşım, sonra... Sıra bize çoktan geldi. Eğer bugünden mücadeleye girişmezsek yarın bizim olan hastanelerin kapısından dahi giremeyeceğiz! Emekçilere Parasız Eğitim, Parasız Sağlık! Ankara’dan bir işçi

45


Okurlarımızdan

Barınmak… Z

aman akıp giderken, yaşamda pek çok şey değişiyor. İnsanların iletişim-haberleşme biçimleri, ilişkidostluk anlayışları, aile kurma ve bunu devam ettirme tarzları, yemek yeme, barınma alışkanlıkları ve benzeri insan yaşamının temel kavramları değişen ekonomik ve maddi ilişkilerden etkilenerek yeni biçimler alıyor. İnsanın yaşamdaki en temel ihtiyaçlarından biri de barınmak. Soğuktan korunduğumuz, geceleri tüm tehlikelere karşı güvenle uyuduğumuz, uzun iş saatlerinden sonra ayaklarımızı uzatıp dinlendiğimiz ve en çok rahat ettiğimiz mekânlardır evlerimiz. Tüm bunlara karşın bugün dünya nüfusu 7 milyara yaklaşmış durumda ve bu nüfusun 100 milyondan fazlası sokakta yaşıyor. Bir eve sahip olmayan milyarlarca insan ise başkalarına ait olan evleri belli bir ücret karşılığında kiralayıp bu temel ihtiyaçlarını bu şekilde karşılıyorlar. Ama hem ev sahibi-kiracı ilişkisinin getirdiği sıkıntılardan hem de kiraların zaten kısıtlı gelire sahip olan işçi-emekçi ailelerinin bütçesini zorlamasından dolayı, işçiler yaşamları boyunca bir ev sahibi olma hayaliyle yanıp tutuşuyorlar. Bunların yanında bir ev sahibi olmak yaşlılık için bir yaşam güvencesi olması itibariyle de hayatlarımızda önemli bir yer tutuyor. Barınma ihtiyacına karşı geliştirilen politikalar 60’lı yıllardan bugüne çeşitli evreler geçirmiştir. Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde işçilerin sahip olduğu sosyal hakların basıncı ve savaş sonrası canlanan ekonominin etkisiyle “sosyal devlet” anlayışı benimsenmiş ve “Kentsel Yenileme”

46

ile kentler yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Kentsel yenileme projeleri ve devlet sübvansiyonu ile kredi kolaylıkları sağlanılarak barınma ihtiyacı çözümlenmeye çalışılmıştır. Fakat 1980’lerde dünya genelindeki ekonomik politikaların değişmesi sonucunda “sosyal devlet” anlayışı çökmüş, neo-liberal anlayış Avrupa’da daha fazla hâkim olmaya başlamıştır. Türkiye’de ise 60’lı ve 70’li yıllarda sanayileşmenin etkisiyle kentlere olan göç hız kazanmış, bu durum konut ihtiyacını iyice arttırmıştır. Tüm dünyada tarımsal alanlara yapılan saldırılar, işsizliğin artması, bölgesel savaşlar yüzünden emekçilerin yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmaları belli bölgelerde yığılmalara yol açmış, ancak konut ihtiyacının karşılanması giderek daha zor hale gelmiştir. Yani yıllar içinde işçi-emekçi kitlelerinin konut ihtiyacı artmış fakat sağlıklı ve ucuz barınma hakkına ulaşım zorlaşmıştır. İşçilerin daralan gelirleri karşısında yükselen ev kiraları onların kira ve ev sahibi kaygısı olmadan oturabilecekleri ev özlemini daha fazla arttırmıştır. Dünyayı saran işsizlik ve azalan ücretler sonucunda, eskiden para biriktirerek ev alan işçiler için bunlar mazide kalan tatlı anılar haline gelmiştir. Ama anasını boyayıp babasına satan kapitalistler işçilerin bu yoksunluğundan da kâr sağla-

mayı bilmiş ve işçilere ev alabilmeleri için faizle kredi vermeye başlamıştır. 2008 yılında ABD merkezli küresel kriz, ilk önce, finans kuruluşlarının işçilere verdiği konut kredilerinin geri ödenmesinde yaşanan tıkanıklıkla kendini gösterdi. Kapitalizm krediler yoluyla sıkışmışlığından kurtulmaya çalışırken, yıllarca bir ev sahibi olma hayaliyle dişinden tırnağından arttırdıklarını finans kurumlarına yatıran emekçiler beş parasız sokakta kaldılar. Türkiye’de de bu yöntem yaygınlaşmaya başladı. Asgari ücretin 630 TL olduğu Türkiye’de, bankacıların binbir numara ve şarlatanlıkla kandırdığı işçiler 10 yıllarını ipotek altına alıp tam manasıyla sermayenin kölesi durumuna geliyorlar. Sağlıklı, modern, yaşanılır konutlarda gelecek kaygısı olmadan yaşamak, asalak patronların değil o konutları inşa eden biz işçilerin hakkı. Bunu elde etmek için de yapmamız gereken aldığımız konut kredilerini ödemek için; gücümüzün, sabrımızın sınırlarını zorlarcasına çalışıp hem patronumuzu hem de konut kredilerine ödediğimiz faizler sayesinde burjuvaziyi zengin etmek değil, sömürünün ve aldatmacanın karşısında bilinçle durup “yapı yerini şenlendirmek” olmalıdır. Ankara’dan bir işçi


Okurlarımızdan

Patronlar Zenginleşirken Biz Yoksullaşıyoruz, Çünkü Örgütsüzüz D

ünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca işçi-emekçi küresel ekonomik krizin olumsuz “getirilerini” yaşamaya devam ediyor. Biz işçi ve emekçiler krizin yükü altında her geçen gün biraz daha yoksullaşırken patronlar sınıfı bizim yoksulluğumuzdan beslenerek daha da büyüyor. Bunu söyleyen yalnızca biz de değiliz üstelik, patronlar ve onların devleti de bizimle aynı görüşte. Nasıl mı oluyor bu? Şöyle ki; 28 Şubat akşamı TRT ekranlarında başbakanın “ulusa sesleniş” niteliğinde bir açıklaması vardı. Benim denk geldiğim kısımda başbakan, Türkiye’nin büyüyen bir güç olduğundan, küresel ekonomik krizden alnının akıyla ve ekonomisi büyüyerek çıkan nadir ülkelerden biri olduğundan bahsediyordu. Ertesi gün, yani 1 Martta Radikal gazetesindeki çıkan iki haber de başbakanın bu görüşünü destekliyordu. Bunlardan birisi, TÜİK’in Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre yapılan bir haberdi. Araştırma genel olarak 2008-2009 yıllarını kapsamış. Araştırmanın sonucuna göre 2008 yılında %16,7 olan yoksulluk oranı 2009’da %17,1’e çıkmış. En zengin %20’lik kesim ile en fakir %20’lik kesim arasındaki gelir farkı 8,5 kata yükselmiş. Yine aynı araştırmaya göre insanlar gelirleri ne kadar az olsa da “kredi ve taksit” aldatmacasıyla tüketimlerinde herhangi bir kısmaya gerek görmemişler, özellikle de ev ve araba alımında bu durumun daha da gözlenir olduğu belirtilmiş. Böylelikle nüfusun yüzde 59’u borçlanmış, ancak bunların %30’u borcunu ödeyemeyecek hale gelmiş. Bir diğer haber ise yine aynı gazetenin ekonomi servisi tarafından hazırlanmış ve Forbes Türkiye’nin “En Zengin 100 Türk” listesinin açıklandığı haberi idi. Bu habere göre de Türk patronları bir önceki seneye göre daha da zenginleşmiş. Bir önceki yıl servetlerinin ortalaması 801 milyon dolar olan Türk “patronlarımız” 2010 yılında daha fazla “çalışmış” ve bu ortalamayı 1 milyar dolar seviyesine çıkarmayı başarmışlar. Bu artış da, listede önceki yıllarda dolar milyoneri olan patronlardan 11’inin azimli çabaları ve çalışmaları sonucunda dolar milyarderi olmalarıyla sağlanmış. Listenin en başında 4 milyar dolarlık servetiyle Çukurova Grubu’nun başkanı Mehmet Emin Karamehmet bulunuyor. Koç ailesinin Sabancı ailesini geçerek “en zengin aile” olduğu da haberde verilen bir ayrıntı olarak yerini almış. Şimdi bu haberlere bir bakalım: Bir yandan Recep Tayyip Erdoğan bir yandan da prestijli Forbes Türkiye, Türkiye’nin ne kadar geliştiğini ve ne kadar büyük bir ekonomik büyüme kaydettiğini söylüyor; diğer tarafta ise TÜİK’in açıklamasına göre Türkiye’de yaşayan insanların yarıdan çoğu “borçlu” yani yoksul ve zenginlerle fakirler arasındaki uçurum her geçen yıl biraz daha artıyor. Peki bu nasıl oluyor? Patronlar sınıfı bu denli büyürken biz işçiler neden daha da yoksullaşıyoruz? Cevabı basit aslında, çünkü patronlar sınıfı bizim emek gücümüzden elde ettiği kârlarla büyüyor. Kriz var diyerek maaşları düşürüyor, kısa çalışma ödeneği uygulamasına geçiyor, zamları donduruyor ve en nihayetinde binlercemizi kapı önüne koyarak “içeride” kalanlara sessiz olmalarını tembihliyor. Böylelikle onlar kârlarına kâr katarken bizler daha da yoksullaşıyoruz. Patronların büyümesini sağlayan üretimi bizler yapıyoruz ama bu bize sadece açlık, yoksulluk ve işsizlik olarak geri

dönüyor. Şimdi soruyu bir de başka türlü cevaplayalım: Yoksul kalışımızın, işsiz kalışımızın ve buna bağlı olarak patronların neden daha da zengin oluşunun nedeni aslında “örgütsüz” olmamızdır. Kriz var bahanesiyle maaşlarımızı düşürüyorlar çünkü “örgütsüzüz”, bizi işten atabiliyorlar çünkü “örgütsüzüz”, her geçen gün daha da yoksullaşıyoruz çünkü “örgütsüzüz”. Elbette bu böyle gelmemiş böyle de gitmeyecek. Dünya işçi sınıfının tarihinde var olduğu gibi Türkiye işçi sınıfı tarihinde de ders çıkarılacak önemli mücadele deneyimleri mevcut. İşçi sınıfı kendi örgütlerinde örgütlendiğinde patronlar sınıfını dize getirecek güce sahip. Yeter ki biz gücümüzü bilelim ve örgütlenelim. O zaman yarattığımız değerler bir avuç asalağın elinde değil onu yaratan biz işçilerin elinde olur.

Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru

Yalan Ayrımlara Kanmayalım!

N

e farkımız var bizim karşı komşumuzdan? Ne farkımız var sıra arkadaşımızdan, aynı mahallede çalıştığımız işçiden? Şimdi belki farklar sıralıyorsunuz, belki de “farkımız yok ki” diyorsunuz. Ben bir işçi çocuğuyum. Sıra arkadaşım da öyle. Ne farkımız var bizim? İkimizin de yapmak istedikleri, yapamadıkları var. Geçim sıkıntımız, bitmek bilmeyen okul masraflarımız var. Ders çalışma koşullarımız da aynı, notlarımız da birbirine yakın. Öğlen okuldan eve dönerken aklımızdaki düşünceler de aynı belki onunla veya başka bir işçi çocuğuyla. Ya da benim annem ve onun annesi, ya da herhangi bir işçi, ne farkı var aynı fabrikalarda çalışan işçilerin birbirlerinden? Mezhepleri mi farklı? Dinleri mi, dilleri mi? Kendi dilini özgürce konuşamayan Kürtlerle aramızda ne fark var? Ya da bu farklar ayırabilmeli mi bizi? Elbette hayır! Patronlar bizim hem emeğimizi, hem de duygularımızı ve düşüncelerimizi sömürürken fark gözetiyorlar mı? Hayır! Onlar fark gözetmiyor ama bizlere fark gözettiriyorlar. Çünkü onların işçi sınıfının alınteri üzerine kurdukları sistemlerini sürdürme yolları bu: böl, parçala, yönet! Aynen böyle yapıyorlar. En olmayacak ayrımlarla bölüyorlar bizi. Kürdü, Türkü, Alevisi, Sünnisi, Lazı, Çerkezi hepimiz işçi ailelerinin birer ferdi değil miyiz? Gözümüzün önüne hep bu ayrımları sokuyor ve asıl görmemiz gerekenlerden uzaklaştırıyorlar bizi. Bizim asıl görmemiz gereken işçi ve patron ayrımı değil mi? Biz her şeyi üretirken onlar her şeyi tüketiyorlar. Ama biz kendi emeğimizle yarattıklarımıza yabancıyız. İşte hep onların yalan ayrımları yüzünden. Şimdi biz Kürt olup da işçi sınıfından olan kardeşimize mi, yoksa bizi sözde “çok seven” Türk patrona mı güvenmeliyiz? Kanmamamız gerek onların yalan ayrımlarına! Biz aynı sınıfın evlâdıyız ve aynı şeyi düşlüyoruz: daha güzel, savaşsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya. İşte bunun için patronların yalan ayrımlarına kulak asmadan, Kürt-Türk, Alevi-Sünni demeden birleşmeli ve mücadele etmeliyiz. Sefaköy’den bir işçi çocuğu

47


Okurlarımızdan

Emekçi Aileleri ve Çocukları İ

şçi ailelerinin çocuklarına karşı sıkça kullandığı bir söz vardır: “Oku adam ol! Yoksa benim gibi onun bunun önünde eşek gibi çalışmak zorunda kalırsın.” Bu sözü hem kendi çocuklarımıza söylemişizdir hem de birçok yerde bunu söyleyen işçilere kulak kabartmışızdır. Bu yüzdendir ki bugün işçi aileleri çocuklarını okutabilmek için tabiri caizse saçını süpürge ediyor. Ama burada ciddi bir biçimde bilinç bulanıklığı yaşanmaktadır. Bugünkü çalışma koşulları işçilerin tahsil düzeyleriyle alâkalı değil, örgütsüzlükleriyle alâkalıdır. Çok güzel bir yaşam tabiî ki her insanın hakkıdır. Ama yukarıda geçen sözü biraz incelediğimizde aslında ortaya çıkan sonuç ailelerin çocuklarına bireysel kurtuluşun propagandasını yaptığıdır. İşin başka bir boyutu ise şudur: Bugünkü durumun sorumlusu olan patronlar sınıfının fikirleri içimize işlemiştir. Bizleri düşünmemizi istedikleri gibi düşündürme konusunda ne kadar da ustalar. Sanki yaşadığımız sorunların sorumlusu bizmişiz gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu propaganda sayesinde işçi çocukları kendi sınıfına ve kendi sorunlarına karşı yabancılaşarak patronların o bomboş bireysel kurtuluş yalanlarının peşinden koşmakta ve aileler de çocuklarına bu konuda büyük umutlar bağlamaktadır. İşçi sınıfının önderlerinden Karl Marx bu konuda şunları söylemiş: “Kapitalist toplumda aileler çocuklarını bir yatırım aracı olarak görürler ve öyle kullanırlar.” Bugünün koşullarında yaşanan süreci bir cümleyle bu kadar net ifade etmesi aslında bu fikirlerin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Şimdi bu durumu hayatın içinde somutluğa kavuşturalım. Birçok işçi ailesi çocuklarını daha küçük yaşlarda futbol okullarına gönderiyor. Çocuklar futbolcu olursa kendini de ailesini de kurtarır hayalleri kuruluyor. Eskiden aileler çocuklarına top oynamayı yasaklıyordu. Nedeni ise ayakkabıların çabuk yırtılmasıydı.

Ama bu durum neredeyse tamamen değişmiş durumda. Tabiî ki şehir yaşantısının bu durumda etkisi büyük, ama diğer taraftan kurulan hayaller daha belirleyici oluyor. Bir örnek vermek gerekirse, bir aile çocuğunun tamamen futbolla ilgilenmesini istediği için lise eğitimini sonlandırıyor. Abartısız, et, süt ve balla beslemeye çalışarak onun bir futbolcu olmasını istiyor. Ailenin beklentilerinden kaynaklı olarak o çocuk evdeki diğer çocuklardan daha fazla önemseniyor. Yani kısacası, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmiyor. Bunun benzeri örnekler oldukça çok. Diğer bir mesele de, benzer beklentilerle okutma çabası. Çocuklarının hangi alanda eğitim göreceğinden tutun da ne düşünmeleri gerektiğine kadar karar veren aileler oluyor. Çok zor şartlarda çocuklarını okutmaya çalışan aileler dershane masraflarını banka kredileriyle karşılamaya çalışıyorlar. Sonra da bu kredileri ödemek için kendi hayatlarını hiçe sayarak gece gündüz bu borcu ödemek için çalışmak zorunda kalıyorlar. Aslında ailenin tüm bu çabaları çocuğunun ve kendisinin kurtuluşu içindir. Çünkü çocuk yatırım aracı olarak elindeki son kozudur. Eğer iyi bir eğitimle iyi yerlere gelirse (bu pek mümkün olmuyor) aile yaşam koşullarının da değişeceğini düşünüyor. Özellikle üniversitede okuyan işçi çocukları bu durumun farkında oldukları için bu basıncın altında ezim ezim eziliyorlar. Ailelerinin istekleri doğrultusunda hareket ederek kendi gerçekliklerinden uzaklaşarak başkalaşıyorlar. Eğer böyle olmasaydı, aile çocuğunun üzerinde bu kadar söz hakkını kendinde bulmazdı ve kişinin kendi yaşamında söz hakkını kendisine bırakırdı. Yukarıda değinmiştik. İyi yaşamak tüm insanların hakkıdır. Ama bunların hiç de öyle bireysel kurtuluş yollarıyla mümkün olmadığı da bugünkü yaşam koşullarından anlaşılmaktadır. Bizler kendi çocuklarımıza yaşadığımız dünyanın nasıl bir dünya olduğunu, sermayenin daha fazla büyümek için işçilerin hayatını hiçe saydığını, kendi yaşamımızdan öğrendiklerimizle anlatmalıyız. Patronların bizleri bireysel kurtuluş yalanlarıyla kandırmalarına izin vermemeliyiz. Bu sahte umutlara kanarak ve çocuklarımızı farkında olarak ya da olmadan bir eşya gibi yatırım aracı olarak kullanmaktan vazgeçip kendi gerçekliğimizle yüzleşmeliyiz. Daha iyi yaşamak bireysel kurtuluşla değil ancak toplumsal kurtuluşla mümkündür. Toplumsal kurtuluş ise işçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenerek giriştikleri bir mücadeleyle var olur. Kurtuluşa giden bu yolda, sen de katıl kavgaya! Gazi Mahallesi’nden bir işçi

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.