Haziran 2011
Düzen Partilerine Oy Yok! Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku Adaylarına Omuz Verelim! • Bin Ladin’in ardındaki gerçek • “Çılgın projeler”, kent ve kapitalizm
75
• AB’nin çelişkileri derinleşiyor • Ortadoğu’da işçi sınıfı ve Sol /2 • Büyük birader iş başında
Düzen Partilerine Oy Yok! G
erek uluslararası arenada gerekse ulusal düzeyde burjuva güçler arasındaki kapışmanın kıran kırana devam ettiği bir ortamda genel seçimlere gidiyoruz. Kızışan burjuva iktidar kavgası öyle bir hal almış durumda ki, burjuva siyaset tüm çirkefliğiyle kendisini dışa vuruyor. Kirli çamaşırlar ortalığa saçılıyor, yalanların, sahte vaatlerin, din sömürüsünün, milliyetçi demagojinin bini bir para. Bu sertleşmenin sadece Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanmadığı, aynı zamanda uluslararası planda yürüyen büyük ölçekli kapışmayla bağlantılı olduğu açıktır. Uluslararası arenada büyük emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgası bir yanda silahlar diğer yanda türlü diplomatik manevralar eşliğinde devam ediyor. Bir taraftan eski büyük emperyalist güçler bu kapışma içinde kendi nüfuz alanlarını koruyup geliştirme ve rakiplerini geriletme derdindeyken, diğer taraftan yeni yükselen görece zayıf ama genç emperyalist güçler de bu kapışmadan kendileri için pay kapma derdindeler. Bu kapışma, askeri işgalden geniş çaplı ya da kısmi askeri müdahalelere kadar uzanan bir yelpazede yürüyen savaşların yanı sıra, irili ufaklı emperyalist güçler arasındaki diplomatik savaşlar, ticaret savaşları, var olan bloklaşma ya da birliklerin zayıflaması ve yenilerinin oluşturulması biçiminde devam etmektedir. Emperyalist güçler, son dönemde Arap ve Ortadoğu coğrafyasındaki emekçi halkların yükselen hareketini de, örgütsüzlük koşulları nedeniyle, kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu emperyalist paylaşım kavgasının en önemli alanlarından birini hiç kuşkusuz ki Ortadoğu coğrafyası oluşturuyor. Kendisi de bu coğrafyanın bir parçası ve yeni yükselen emperyalist güçlerden biri olan Türkiye, her anlamıyla bu kapışmanın tam ortasında bulunuyor. Yeni bir emperyalist güç olarak Türkiye bu bölgede geçmişe göre
çok daha aktif ve belirleyici olma, emperyalist paylaşımdan görece büyük bir lokma kapma telaşındadır. Kendi ekonomik gelişiminin geldiği düzeyin dayatmasının yanı sıra küresel ölçekli emperyalist bloklaşmaların oynak, kısmen belirsiz ve istikrarsız yapısının doğurduğu boşluk ve çatlaklar da, Türkiye burjuvazisinin bu emperyalist emellerini teşvik ediyor. Emperyalist bloklaşmaların ne şekilde somutlaşıp netleşeceği, Türkiye’nin bu bloklaşmada kesin olarak hangi safta yer alacağı, emperyalist paylaşımdan onun payına neyin ve ne kadar düşeceği gibi sorulara kesin bir yanıt vermek bugün itibarıyla pek de mümkün değildir. Bu yanıt küresel ölçekte yürüyen emperyalist paylaşım kavgasının gidişatına bağlı olacaktır. Diğer yandan hiç unutmamak gerekir ki, Türkiye içindeki burjuva kesimlerin iktidar kavgasının da temel saflaştırıcı unsurlarını bu sorular oluşturmaktadır. Türkiye’de bir iktidar kavgasına tutuşmuş büyük burjuva kesimler bu soruya ve bu sorunun beraberinde getirdiği diğer ulusal ölçekli sorunlara farklı yanıtlar üretmektedirler. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki belirleyici rolü altında ekonomik gelişimini sürdüren burjuvazi, 12 Eylül faşizminin topluma dayattığı ağır cendere koşullarında emperyalistleşme sürecine girdi. Geçmişte kendisi için apaçık bir kaldıraç, bir koltuk değneği, koruyucu bir şemsiye görevi gören asker-sivil bürokratik vesayet ve 12 Eylül faşist anayasası, bugün artık emperyalistleşme sürecini tamamlamış olan Türk burjuvazisi için bir yük haline gelmiştir. Gerek TÜSİAD ekseninde toparlanan büyük burjuva kesim gerekse de İslamcı bir kökten gelen büyük sermaye kesimi, artık askeri vesayet anlayışının ve bu anlayışın ürünleri olan kimi kurumların, en başta da 12 Eylül anayasasının ortadan kaldırılmasını dillendiriyorlar. Bu
1
marksist tutum
kesimlerin savunduğu emperyalist demokrasi anlayışına göre, Türk burjuvazisinin önünün daha da açılabilmesi için görece daha liberal ve Kemalist zihniyetten arındırılmış bir anayasa şarttır. Aksi takdirde, başta Kürt sorunu olmak üzere, etnik ve dini azınlıklar üzerindeki baskı ve ayrımcılık gibi iç siyasal sorunlarla boğuşan bir ülkenin bıraktık emperyalist paylaşım kavgasından daha büyük bir pay kapmasını, kendisinin paylaşılan bir lokma haline gelmesi riski mevcuttur. Seçimlerin ardından açılacak yeni dönemi anayasa tartışmalarının şekillendireceği ve muhtemelen yeni bir anayasanın yapılacağı görülüyor. Burjuvazinin esas olarak iki kampı arasında uzun bir süredir devam eden iktidar kavgası bugün artık belli bir noktaya gelmiştir. Burjuva iktidar bloku içindeki güç dengelerinde önemli bir değişim yaşanmış ve asker-sivil bürokrasinin ağırlığı belli ölçüde kırılmıştır. Yeni anayasa, gelinen noktada ulaşılan bu yeni burjuva güçler dengesinin hukuksal çerçevesini çizmiş olacak. Ne var ki bu kapışmanın içerisinde işçi sınıfı örgütlü güçleriyle yerini almış, ağırlığını koymuş değildir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden ötürü sınıflar arasındaki güçler dengesinde burjuvazi ağır basmakta ve bu durum daha baştan, yeni anayasanın demokratik içeriğinin sınırlı kalacağını ortaya koymaktadır. Zira işçi sınıfının devrimci basıncı olmaksızın burjuvazinin radikal demokratik dönüşümler gerçekleştirmesi mümkün değildir.
İşçi hareketinin durumu ve seçimler Son dönemde gerek uluslararası alanda gerekse de ulusal düzeyde işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin bir kıpırdanış içerisinde olduğunu, uyku döneminin aşılmakta olduğunu söylemek mümkündür. Dünyanın hemen her köşesinde işçi ve emekçiler kapitalist krize ve onun yıkıcı etkilerine karşı seslerini yükseltiyorlar. Büyük miting ve gösterilerin, grev ve direnişlerin, militan mücadele örneklerinin sevindirici haberlerinin gelmediği gün yok gibi. Arap ve Ortadoğu coğrafyasında da emekçilerin yoksulluk ve baskıya karşı hareketliliğine şahit oluyoruz. Ne var ki tüm bu olumlu gelişmelerin siyaset sahnesinde karşılığını bulduğunu söylemek henüz mümkün değil. O nedenle bu gelişmeler siyaset arenasına doğrudan bir olumluluk olarak yansımıyor. Bu koşullarda, bizler açısından temel görev olan işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi sorunu tüm yakıcılığıyla ortada durmaktadır. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin işçi sınıfı hareketi üzerinde yarattığı tahribatın aşıldığını söylemenin epey uzağındayız. Bu açıdan işçi sınıfının dünya çapındaki diğer ulusal bölüklerinden farklı olarak Türkiye işçi sınıfının durumunun daha kötü olduğu gerçeğinin üzerinden atlayamayız. Sendikal örgütlülük dibe vurmuş durumdadır. Sınıf işbirlikçi ve bürokratik sendikal anlayış, apaçık bir ihanet içerisinde olan sendikal yönetimlerin yanı sıra mü-
2
Haziran 2011 • sayı: 75
cadeleci geçinen sendikaları da kendi pençesi altına almıştır. Sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülüğü son derece zayıftır. Tüm bu tabloya rağmen işçi hareketi belli bir düzeyde kıpırdanış ve arayış içerisindedir. Onun devrimci bilinç ve örgütlülüğünü ilerletmeye dönük doğru ve kararlı çabaların kesintisiz sürmesi bu açıdan hayatidir. Sınıf hareketini daha ileriye taşıyacak, daha ilerisini mümkün kılacak adımlara ihtiyaç olduğu apaçıktır. Bu açıdan, işçi hareketini boğan ve cendere altına alan sendikalar yasası, grev ve toplu sözleşme yasası, iş yasası ve bağlantılı tüm yasalardaki anti-demokratik hüküm ve düzenlemelerin ortadan kaldırılması için verilecek militan bir mücadele önemli bir kaldıraç işlevi görecektir. Bu mücadelenin ilerletilmesi ve konunun gündeme taşınabilmesi açısından, yeni anayasa tartışmalarının yapılacağı mecliste, emekten, demokrasiden ve özgürlüklerden yana ilerici ve sosyalist temsilcilerin olması önem taşımaktadır. Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı mecliste yapılacak kanun değişiklikleriyle kapitalist sömürüden kurtulamaz. Bu ancak işçi sınıfının gerçekleştireceği bir devrim sayesinde iktidarı ele geçirmesiyle sağlanabilir. Ne var ki, proleter devrim yolunda işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün gelişmesi kuru laflarla ve içi boş ajitasyonlarla sağlanamaz. Bu hedefe ulaşılabilmesi için sınıfın geniş kitlelerinin bağımsız çıkarlarının farkına varması, örgütlenmesi ve harekete geçmesi gerekiyor. Bu bakımdan da mecliste emek, demokrasi ve özgürlükten yana sosyalist temsilcilerin olması, sınıfın geniş kesimlerinin sorunlarını ve çözümlerini meclis kürsüsünden haykırmaları, burjuva düzeni bu kürsüden de teşhir etmeleri önem taşımaktadır. Bunların yanı sıra, seçimlerden sonra Kürt sorununun bir kez daha gündemin ilk sırasına yerleşeceği açıktır. Devrimci işçi sınıfı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını ve haksız-kirli savaşa derhal son verilmesini talep ediyor. Bu sorunun Kürt halkının talepleri doğrultusunda demokratik bir çerçevede çözülmesi, milliyetçiliğin ve şovenizmin geriletilebilmesi açısından hayati bir önem taşıyor. Bu sorunun kangren haline dönüşmüş olması işçi hareketi üzerinde de felçleştirici bir etki yapmaktadır. Sorunun gerçek çözümü doğrultusunda atılacak her adım, ulusal önyargılarla birlikte şovenizmin gerilemesine giden yolu açabileceği gibi, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi kesimlerin hak arama mücadelesinin önündeki ideolojik engellerden birini de kaldıracaktır. Bu koşullarda, mücadeleyi diğer alanlarda olduğu gibi belirli ölçüde meclis çatısı altında da yürütebilmek üzere Kürt hareketinin ve sosyalistlerin temsilcilerinin mümkün olan en büyük sayısal güçle meclise girmesi için çaba gösterilmelidir. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” adaylarının emekçi kitlelerden alacağı destek, inkârcı, asimilasyoncu statükocu güçlere, şovenist cepheye, Kürt halkını aldatıp oyalamaya çalışan AKP hükümetine ve tüm kesimleriyle burjuvaziye verilmiş iyi bir cevap olacaktır.
T
arihin akışının hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. 2011 yılı bu açıdan şimdiden tarihe geçmeye aday. Yılın ilk günlerinden itibaren Arap ülkelerinde birbiri ardına gerçekleşen halk isyanlarına, yıkılan diktatörlere ve iç savaşlara tanık oluyoruz. Bu gelişmeler zincirine en son eklenen halkalardan biri de, şeytani güçlere sahipmiş gibi gösterilen ve “yeryüzünün en tehlikeli adamı” gibi sunulan Usame Bin Ladin’in Amerikan ordusunun bir operasyonuyla Pakistan topraklarında öldürülmesi oldu. Böylece, zihinlere kazınan 11 Eylül görüntülerinin baş sorumlusu olarak gösterilen ve o günden sonra Bush tarafından ilan edilen “teröre karşı savaşın” başlıca hedefi olarak algılatılan kişi yok edilmişti. Amerikan emperyalizminin propagandasıyla bilinçleri bulandırılmış kalabalıklar sokaklara taşan kutlamalar yaptı ve burjuva dünyanın liderleri birbiri ardına memnuniyetlerini açıkladılar. Emperyalizmin sözcüleri sanki yeryüzündeki milyarlarca emekçi için en büyük tehlike ve tehdit bizzat emperyalist-kapitalist sistemin kendisi değilmiş de, Usame Bin Ladin denen kişiymiş gibi “dünya artık daha güvenli bir yer” diyebiliyorlardı. Sanki bugün dünyanın değişik bölgelerinde milyonlarca insanın ıstırabını çektiği emperyalist savaş süreci Bin Ladin’den kaynaklanıyordu da o öldüğü için bu ıstırap bitecekmiş gibi! Egemenler her zaman yaptıkları gibi emekçi kitlelerin bilinçlerini bulandırmak için karikatür düzeyine indirgenmiş düşmanlar, sahte karşıtlıklar ve imajlar üreterek egemenliklerini baki kılmaya çalışıyorlar, buna şaşırmamak gerek. Emperyalist propaganda makinesinin önümüze sunduğu tablo bu. Peki ya gerçekler? Aslında Bin Ladin olgusu tam da günümüz
Bin Ladin’in Ardındaki Gerçek Levent Toprak
3
marksist tutum
dünyasının ana siyasi gerçekliklerini ve eğilimlerini ortaya koymak bakımından elverişli bir fırsat sunuyor. Çünkü bugünkü emperyalist savaş sürecinin özelliklerini bir anlamda özetleyen bir figür Bin Ladin. O, bu emperyalist savaş sürecinde belirli bir işlev gördü ve görünüşe göre bu savaşın tanrıları artık onun işlevinin tamamlandığına karar verdi.
Umacısız emperyalizm olmaz Daha önce de birçok kez vurgulamış olduğumuz gibi, SSCB’nin 1990 dönemecinde çöküşü emperyalist cephede zafer naralarıyla karşılanmakla birlikte, bir yandan da özellikle ABD emperyalizmi açısından bir “sıkıntı” kaynağı oluşturuyordu. Zira SSCB, kapitalist dünyada ABD emperyalizminin hegemonyası ve dünya jandarmalığı rolünün diğerlerine benimsetilebilmesi için mükemmel bir umacı rolü oynuyordu. Şimdi bu umacı kaybedilmişti ve emperyalist ideoloji endüstrisi telaş içinde bunun yerine koyacak bir aday aramaya koyulmuştu. Sonunda “küresel İslamcı terörizm”i icat ettiler. Bu yeni umacı, bir süper güç olan SSCB gibi bir heyulanın yerini tutamasa da, yeni bir tehdit algılaması yaratmak üzere yeterli zemini sunuyordu. Dünyanın dört bir tarafında patlayan bombalar, sistemin sembolü konumundaki dev gökdelenleri yerle bir eden intihar uçakları, metroların havaya uçurulması gibi sansasyonel eylemler de bu imajı güçlendirdi. Öte yandan “küresel terör” denilen bu tehdit tanımı çerçevesinde “terörü destekleyen devletler” diye bir alt kategori de yaratıldı. Hatta bu bağlamda “haydut devletler” diye bir kavram icat edildi. Böylece tehdit algısı kimi devletlerin de listeye eklenmesiyle daha da somutlaştırıldı.
4
Haziran 2011 • sayı: 75
İnsanlık böylesi korkunç tehditlerle karşı karşıya olduğuna göre buna karşı bir “savaş” da vermek gerekliydi! Böylece adıyla sanıyla yeni bir savaş başlatıldı ve bunun adına “terörle savaş” dendi. Savaş dendi mi, en büyük kabadayının, yani en büyük savaş makinesine sahip olanın borusunun öteceği açıktı. Nitekim öyle de oldu ve ABD yeryüzü üzerinde eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde yaygın bir askeri varlık sergiler hale geldi. Bu arada bu savaşın “uzun sürecek bir savaş” olacağı da bizzat Bush tarafından ilan edildi. Yeni bir umacı inşa etmenin altındaki dolaysız güdü ABD’nin temeli aşınmakta olan hegemonyasını yeniden tesis etmek olsa da, bu ihtiyacın çok daha geniş çerçeveye oturmakta olduğunu görmek gerekiyor. Burada özellikle vurgulanması gereken bir nokta, SSCB’nin çöküşüyle doğan boşluğun doldurulması, kapitalizmin nüfuz edemediği geniş bir coğrafyasının yutulması meselesidir. SSCB başta olmak üzere onun suretinde şekillenmiş ülkeler ile küresel güç mücadelesinde SSCB’ye yakın durmuş çok sayıda ülke emperyalist hâkimiyet alanının ya tümüyle ya da önemli ölçüde dışında kalıyordu. Genel olarak Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanı diyebileceğimiz bu geniş coğrafya, aç kurt gibi bekleyen tıkanıklık içindeki dünya kapitalizminin doğal hedefi durumundaydı. Bu bölgeleri yeni pazar ve yatırım alanları haline getirmek kapitalizme yeni bir gençlik aşısı sağlayabilir, ona can suyu verebilirdi. İşte bu noktada ABD’nin somut hedefi, kapitalizm için bu yeni çıkışın bir kez daha kendi hegemonyası altında yapılmasını garantilemekti. Bu çabanın doğal bir yönü de ABD ile boy ölçüşebilecek ve onu geride bırakabilecek düzeyde yeni bir büyük rakip emperyalist gücün oluşmasını engellemekti. Bu hedef daha sonra açık açık bir proje biçiminde ortaya da konmuştur. ABD egemenlerinin neo-con
sayı: 75 • Haziran 2011
olarak adlandırılan kesimleri bunu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) adı altında resmen ilan ettiler. Hatta bu projenin manifestosunda, yeni bir Amerikan yüzyılına doğru dönüşüm sürecinin eğer yeni bir Pearl Harbor gibi katastrofik ve hızlandırıcı bir olay olmazsa uzun sürebileceği bile belirtilmiştir.1 Yani bu uğurda verilmesi kaçınılmaz olan savaşlara kitleleri ikna etmek için onları derinden sarsacak şoklar gerekliydi. ABD’yi tehdit edebilecek düzeyde büyük yeni emperyalist süper güçlerin oluşmasını engelleyebilmek için, adayların yeni açılan alanlara ulaşmasının önünü kesmek, bu bölgelere evvel emirde yerleşmek gerekliydi. Bugün ABD’nin askeri olarak Asya’dan Körfez’e, oradan Afrika’ya kadar uzanan varlığı bu noktada ne denli yol alındığını ortaya koyuyor. Emperyalizmin umacıya duyduğu ihtiyaç aynı zamanda bir yandan emekçi sınıfları hedef alan saldırı programlarını küresel ölçekte hayata geçirme, bir yandan da bu saldırılar dolayısıyla artacağı muhakkak olan emekçi sınıfların direnişini bertaraf etme gereğinden de kaynaklanıyordu. Emekçi sınıfların sınıf mücadeleleriyle bir önceki dönemde elde ettikleri ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımlar bu yolda bir engel oluşturmaktaydı. Bu nedenle önceden tedbir alma ve bu tedbirlere rıza üretme gereği de vardı. “Güvenlik” gerekçesiyle yeni yeni baskı yasaları ve uygulamalarını devreye sokarak, işçi ve emekçilerin mücadele olanaklarını önceden kısıtlamak bu tedbirlerin özünü oluşturuyordu. Ve bu alanda da her geçen gün yeni adımlar atıldığını görüyoruz. İşte genel olarak “terör” ve özel olarak da “İslamcı terör” bu hedeflere ulaşmak için gerekli araçlardan biri işlevini görmüştür ve görmektedir. Bin Ladin de bu küresel İslamcı terör denen şeyi kişiliğinde sembolize eden bir ikon olarak işlev görmüştür.
Bin Ladin kimdir? Bin Ladin’i öncelikle 1970’li yılların sonlarında Müslüman ülkelerin büyük bölümünde ciddi bir yükseliş gösteren radikal İslamcı politik dalganın bir ürünü ya da parçası olarak görmek gerekiyor. Bu yükselişin sebepleri ve görünümleri üzerine elbette çok şey söylenebilir. Ancak bu süreçte özellikle dikkat çekilmesi gereken bir nokta, birbirleriyle sınır komşusu ve etkileşim içindeki üç ülke olan Pakistan, Afganistan ve İran’da bu yıllardan itibaren yaşananların kilit önemde olduğudur. Bu İslamcı yükselişin temel bir unsuru, hiç kuşkusuz, 1979’da Şah rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanan İran devrimi süreci içinde oluşan İslamcı rejimdi. Bu gelişme tüm İslam dünyasında mezhep farklılıklarını da belli ölçüde aşan bir etki yapmış ve bir İslam devrimi fikrine daha önce görülmemiş derecede güç vermişti. Ancak bu İslamcı yükseliş sürecinde belki daha kritik bir halkayı 70’lerin sonlarında Afganistan’da yaşananlar
marksist tutum
oluşturuyordu. 1970’lerin sonlarına doğru Afganistan’da Sovyet yanlısı politik akım güçlenmekteydi ve Afganistan gibi jeopolitik açıdan kritik bir bölgenin Sovyet nüfuzuna geçmesi olasılığı ortaya çıkmıştı. Bu olasılık nedeniyle Pakistan ve ardından büyük birader olarak ABD (keza Suudi Arabistan) ülkedeki İslamcı gruplara her yönden (para, silah, eğitim) destek vermeye başladılar. ABD ve Pakistan’ı korkutan olasılık zayıf bir olasılık değildi ve nitekim 1978 yılında gerçekleşen bir darbe sonucu Afganistan’da SSCB’ye sempatik bakan ve kendini sol olarak niteleyen bir rejim kuruldu. Ancak ülkenin genel geriliği ve yerel parçalanmışlığı koşullarında bu yönetimin büyük bir toplumsal tabanı olduğu söylenemezdi. Nitekim ülkede SSCB’ye yakın duran yeni yönetime karşı asıl olarak İslamcı grupların başını çektiği bir direniş başladı. Böylece Afganistan aslında o günden bu yana, yani 30 yılı aşkın bir süredir, bir daha içinden asla tam olarak çıkamadığı genel bir iç savaş ortamına girmiş oluyordu. Usame Bin Ladin yıllar içinde sayıları on binleri bulan mücahitlerden biri olarak 1980’de Afganistan’a geldi. Ancak Bin Ladin’in diğerlerinden büyük bir farkı vardı. Bin Ladin milyarder bir Suudi ailenin çocuğuydu. Devasa bir inşaat tekeline sahip olan Bin Ladin ailesi Suudi Arabistan egemen sınıfının önemli temsilcilerinden birisiydi ve Kraliyet ailesiyle de çok yakın bağları vardı. İslamcı yükselişe katkıda bulunan bir diğer gelişme ise 1977’de Pakistan’da ordunun başındaki general Ziyaül Hak’ın darbeyle iktidara gelmesiydi. Ziya-ül Hak hem kurduğu askeri diktatörlüğe toplumsal destek bulabilmek için hem de Pakistan’ı İslam dünyasının lideri haline getirmek ve Hindistan karşısında büyük bir güç olarak yükselebilmek için İslamcı eğilimlere büyük destek ve itilim verdi. Afganistan’daki gelişmeler bu eğilimi daha da güçlendirdi. Zira Pakistan bir yandan çeşitli yönlerden etkileşim içinde olduğu komşusu Afganistan’da Sovyetik bir nüfuz alanının oluşmasından endişe ediyor, bir yandan da fırsattan istifade ederek Afganistan üzerinde kendi nüfuzunu kurmak istiyordu. Afganistan’daki Sovyet yanlısı hükümet tüm bu çatışma ve kargaşa içinde devrilince 1979’da Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti. Böylece “dinsiz” SSCB’ye karşı cihat güdüsü çok daha büyük bir güç kazandı ve kısa sürede Pakistan ve ABD Sovyetler’e karşı gerilla direnişini örgütlediler. Yaklaşık olarak 10 yıl süren savaş sonunda Sovyet birlikleri 1989’da tümüyle Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldıkları gibi, bu süreç bir bütün olarak SSCB’nin çöküşünde de katalizör rolü oynadı. Sovyet işgaline karşı direnişi destekleyen Pakistan ve ABD bu işi sadece yerli Afgan savaşçıları desteklemek suretiyle yapmadılar. Pakistan gizli servisinin bir projesi olan dünyanın diğer Müslüman ülkelerinden savaşçılar getirip, eğitme ve savaşa sür-
5
marksist tutum
Haziran 2011 • sayı: 75 Emperyalizmin sözcüleri sanki yeryüzündeki milyarlarca emekçi için en büyük tehlike ve tehdit bizzat emperyalist-kapitalist sistemin kendisi değilmiş de, Usame Bin Ladin denen kişiymiş gibi “dünya artık daha güvenli bir yer” diyebiliyorlar. Sanki bugün dünyanın değişik bölgelerinde milyonlarca insanın ıstırabını çektiği emperyalist savaş süreci Bin Ladin’den kaynaklanıyordu da o öldüğü için bu ıstırap bitecekmiş gibi!
me projesi CIA tarafından da benimsenerek desteklendi. Böylece konuk İslamcı savaşçıların yer aldığı sayısız gerilla grupları oluşturuldu. “1982 ile 1992 yılları arasında, Ortadoğu, Kuzey ve Doğu Afrika, Orta Asya ve Uzakdoğu’daki 43 Müslüman ülkeden yaklaşık 35 bin radikal Müslüman silah atışları arasında törenle Afgan Mücahitlerine katılmışlardı. Sayıları on binleri aşan Müslüman radikaller, Ziya-ül Hak’ın askeri yönetiminin Pakistan’da ve Afgan sınırı boyunca kurdurduğu yüzlerce yeni medresede eğitim almaya başladılar. Sonunda 100 binden fazla radikal Müslüman Pakistan ve Afganistan’la doğrudan temasa geçmiş ve cihada katılmış oluyordu.”2 İşte Usame Bin Ladin de yıllar içinde sayıları on binleri bulan mücahitlerden biri olarak 1980’de Afganistan’a geldi. Ancak Bin Ladin’in diğerlerinden büyük bir farkı vardı. Bin Ladin milyarder bir Suudi ailenin çocuğuydu. Devasa bir inşaat tekeline sahip olan Bin Ladin ailesi Suudi Arabistan egemen sınıfının önemli temsilcilerinden birisiydi ve Kraliyet ailesiyle de çok yakın bağları vardı. Usame Afganistan’a gitme kararı aldığında ailesi, Suudi rejimi ve onun gizli servisi bunu biliyor ve destekliyordu. Usame’nin Afganistan’daki bu savaşta asıl işlevi, başta Suudi rejimi olmak üzere Körfez’deki gerici Arap rejimleri tarafından sağlanan mali yardımları organize etmek ve bu fonları gerektiği biçimde savaşın hizmetine sunmaktı. Büyük olanaklara ve hareket esnekliğine sahip bu zengin mücahit, aynı zamanda tüm dünyadan cihatçı savaşçıların bulunup getirilmesinde ve bunların Pakistan gizli servisi (ISI) ile CIA himayesinde hem dini-ideolojik hem de askeri açıdan eğitilmesinde rol aldı. Bu işte elbette kendisine ait milyonlarca dolarlık serveti de kullandı. Sonuç olarak savaş 1989’da Sovyetler’in yenilgisiyle sona erdi. Fakat bu savaş geriye Afganistan’da büyük bir yıkım ve gerici bir rejim bırakmakla kalmamış, aynı zamanda cihat aşkıyla yanıp tutuşan ve bir süper güç karşı-
6
sında zafer kazanmışlığın sarhoşluğu içinde olan on binlerce deneyimli cihat savaşçısı da bırakmıştı. Bu mücahitler ISI ve CIA eğitimleriyle her türlü kır ve şehir gerillası savaşı taktik ve yöntemlerini (sabotaj, suikast vs.) öğrenmiş olarak savaştan çıkmışlardı. Ayrıca Bin Ladin gibi liderler aracılığıyla küresel ölçekte bir ilişkiler ağı da oluşmuştu. Bu on binlerce savaşçı çoğunlukla kendi ülkelerinde, ama hatırı sayılır bir bölümü itibariyle de küresel ölçekte cihat yürütmek için kendilerini hazır hissediyorlar ve buna can atıyorlardı. SSCB’nin çöküşünü bu şekilde hızlandırmış ve adeta son noktayı koymuş olan ABD emperyalizmi böylece muhtemelen baştan hesaplamış olmaksızın bir sonraki dönemde “komünizm” umacısının yerine dolaşıma sokulacak yeni umacıyı da bizzat yaratmış oluyordu. ABD emperyalizmi bir yandan bu İslamcı güçlerin palazlanmasına göz yumar ve bizzat bunun önünü açarken, bir yandan da kendi ideolojik hazırlığını yapıyordu. Çok geçmeden duruma uygun bir safsata teori olarak “medeniyetler çatışması” tezi dolaşıma sokuldu. Bu tez özellikle “İslam medeniyetiyle Batı medeniyeti arasında kanlı bir çatışma” öngörmekteydi. Bin Ladin’e dönecek olursak, arkasında karmaşık bir ilişkiler ağıyla birlikte, o da diğer birçokları gibi 1990 yılında ülkesine dönmüştü. Suudi Arabistan’da prestijli bir kahraman olarak karşılandı. Ancak çok geçmeden patlak veren Kuveyt krizi Suudi rejimiyle Ladin arasında sorunlar çıkmasına yol açacaktı. Zira Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında Ladin bir yandan Saddam’a karşı Suudi Arabistan’ı korumak için bir halk ordusu kurulması, bir yandan da Afganistan’da kendisiyle savaşmış ve ona bağlı savaşçılardan oluşan bir kuvvetle Kuveyt’te direniş örgütlenmesi yönünde Kral’a baskı yapmaya başladı. Ancak Kral, Bin Ladin’in teklifleri yerine Amerikan ordusuna güvenmeyi ve Suudi Arabistan topraklarına yüz binlerce Amerikan askerini konuşlandırmayı tercih edin-
sayı: 75 • Haziran 2011
ce Bin Ladin’le Suudi rejimi arasında bir kopuş yaşandı. Kuveyt’in işgalden kurtarılmasının ardından da ülkede 20 bin Amerikan askerinin kalmaya devam etmesi bu kopuşu daha da derinleştirdi. Bu çelişkiler Bin Ladin’in 1992’de Sudan’a gitmek üzere ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanacaktı. O sıralarda Sudan’da Turabi önderliğinde bir İslamcı devrim girişimi yaşanmaktaydı. Fakat burada asıl önemli nokta ABD emperyalizminin Müslüman bir ülke olan Irak’a saldırısı nedeniyle tüm dünyada radikal İslamcılar arasında güçlü bir antiAmerikan havanın yükselmesidir. 1979’dan beri zaten İran tarafından şeytan ilan edilmiş olan ABD hızla küresel cihadın baş hedefi haline geldi. Irak içinde Amerikan hedeflerine yönelik saldırıların bir kısmı İslamcı örgütler tarafından gerçekleştirilirken, tüm dünyada da Amerikan ve İngiliz hedeflerine dönük saldırılar yapıldı. Bu saldırılar 90’lı yıllar boyunca sürdü ve nihayet 11 Eylül 2001 saldırısıyla doruk noktasına ulaştı. Bu arada küresel cihat peşinde koşan İslamcı militanların iç çatışmaların yaşanmaya devam ettiği Afganistan’daki işleri bitmediği gibi, bu militanların bir bölümü de deneyimlerini Bosna ve Çeçenistan’da pekiştirdiler. Bununla birlikte yolu Afganistan’dan geçmiş gruplar içinde sonraki süreçte de CIA ajanlarının bulunmadığını düşünmek saflık olur. Ortaya çıkan birçok veri CIA’nın bu grupların hareketlerini önemli ölçüde takip ettiğini ve sonuç olarak bazı eylemleri önlemekle beraber birçoğuna da göz yumduğunu göstermektedir. 11 Eylül saldırısı için bile durumun böyle olduğuna dair güçlü belirtiler bulunmaktadır. ABD’nin 1996’da tekrar Afganistan’a geçen ve o zamandan beri Afganistan ve Pakistan’da Taliban ve ISI’nin belli kanatlarının himayesinde faaliyetlerine devam eden Bin Ladin’in hareketlerini takip etmediğini düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Ladin’in, bir süredir, Pakistan’da generallerin yaşadığı ve çok yakınında bir askeri üssün bulunduğu bir mekânda yaşıyor olması, onunla Pakistan askeri bürokrasisinin belli kanatları arasında önemli bağlantılar olduğunu şüphesiz göstermektedir. Sonuçta ABD uygun gördüğü anda Pakistan topraklarında operasyon yapıp Bin Ladin’i ortadan kaldırmıştır. Canlı yakalandığı halde infaz edilmesini ve cesedinin kimselere gösterilmeden ortadan kaldırılmasını, yargılanması halinde ABD’nin ipliğinin pazara çıkması ihtimaline karşı alınmış bir önlem olarak görmek herhalde en doğrusu olur. Sürecin bütününün gösterdiği gibi, ABD’nin yürüttüğü savaşın radikal İslamcı güçlere ya da küresel terörizme karşı olduğu şeklindeki resim büyük ölçüde aldatıcıdır. Gerçekte ABD emperyalizminin kapitalizme yeniden hayat vermek, kendisine süper güç konumundaki yeni emperyalist rakiplerin çıkmasını engellemek ve kendi hegemonyasını yeniden tesis edebilmek için adeta tüm dünyaya açtığı bir savaş söz konusudur. Bu savaşta elbette asıl hedefler örtülü olarak Rusya, Çin ve Avrupa’yı kendi
marksist tutum
kanatları altında birleştirmeye çalışan Almanya’dır. Diğer taraftan başta İran ve Suriye olmak üzere bir dizi az ve orta gelişmiş ülke de doğrudan doğruya onun hedefindedir. ABD Geniş Ortadoğu ya da Büyük Ortadoğu dediği bölgeyi yeniden tanzim etmeyi öncelikli bir hedef olarak gütmektedir. Dolayısıyla “teröre karşı savaş” gerçekte ABD emperyalizminin kendi küresel hegemonya savaşına taktığı sahte bir addan başka bir şey değildir. ABD aslında 1990’da Irak’a yaptığı saldırıdan beri bir emperyalist savaş süreci başlatmıştır ve dünya o günden bu yana bir emperyalist savaş süreci içindedir. Bu sürecin özü İslamcılıkla, El Kaide’yle ya da Bin Ladin’le ilgili değildir. Bin Ladin yukarıda da belirttiğimiz gibi bu savaşın yalnızca gözde ikonlarından biri idi. Bin Ladin’in öldürülmesi bir yönüyle Müslüman halklara Bush döneminin kapandığı ve “artık farklı bir Amerika var” izleniminin verilmesi anlamına gelmektedir. Bir yandan bu fırsat doğmuşken bir yandan da ABD ekonomisi ciddi sıkıntılar içinde kıvranırken halkın dikkatini uzaklaştırmak ve Obama’nın kaybolan popülaritesini yeniden tesis etmek için Bin Ladin’in öldürülmesi gayet uygun bir hamle olmuştur. Arap ülkelerinde patlak veren halk isyanları mevcut aşamada ABD tarafından bölgenin kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesinde yararlanılacak bir araç olarak görülmektedir. Bu Obama’nın başkanlığa getiriliş sürecinden beri onun için çizilen demokrat imaja da daha uygundur. Bin Ladin’in öldürülmesi bir yönüyle Müslüman halklara Bush döneminin kapandığı ve “artık farklı bir Amerika var” izleniminin verilmesi anlamına gelmektedir. Bir yandan bu fırsat doğmuşken bir yandan da ABD ekonomisi ciddi sıkıntılar içinde kıvranırken halkın dikkatini uzaklaştırmak ve Obama’nın kaybolan popülaritesini yeniden tesis etmek için Bin Ladin’in öldürülmesi gayet uygun bir hamle olmuştur. Böylece Bin Ladin yaşamıyla olduğu gibi ölümüyle de ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu anda onun imdadına koşmuş oldu. Ancak bu, emperyalist savaşın sonlandığı ve “dünyanın daha güvenli bir yer haline geldiği” anlamına gelmiyor. Bu nedenle işçi-emekçi kitlelerin bir yanılsama içine sürüklenmesine izin verilmemelidir! Dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmenin koşulu, emperyalist-kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır ve işçi sınıfının önündeki görev tam da budur.
_________________ 1 Hatırlanacağı gibi Japonya’nın ABD’nin Pasifik’teki Pearl Harbor üssüne yaptığı hava saldırısı ABD halkında şok etkisi yapmış ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girmesinin bahanesi olmuştu. 2 Ahmet Raşid, Taliban, Everest Y., s.213
7
AKP’nin “Çılgın Proje”leri, Kent ve Kapitalizm Utku Kızılok
B
ir süredir duyurusu yapılan ve toplumda heyecan yaratmak amacıyla esrarengiz bir havaya büründürülen “çılgın proje”, Başbakan Erdoğan tarafından açıklandı. “Kanal İstanbul” adı verilen bu projeye göre, yapılacak büyük bir kanalla Karadeniz ile Marmara denizi birbirine bağlanacak ve böylece İstanbul’a yeni bir boğaz daha kazandırılırken, Avrupa yakasının bir bölümü de ada haline gelecek. Erdoğan ve AKP hükümeti, İstanbul Boğazındaki tanker trafiğini ve bu tankerlerin geçişleri sırasında ortaya çıkan tehlikeleri kanal projesinin gerekçesi olarak sunuyor. Güya kanal projesinin hayata geçmesiyle birlikte tankerler Boğaz yerine Kanal İstanbul’dan geçiş yapacaklar ve Boğaziçi’nin yükü hafiflemiş olacak. Bunun ne kadar gerçekçi olduğuna daha sonra geleceğiz, fakat öncelikle, kanalın etrafına yeni yerleşim alanları inşa edileceğinin açıklandığının altını çizmek gerekiyor. Yani eğer böylesi bir kanal açılırsa, buradan tankerlerin geçip geçmeyeceği belli değildir, ancak buraya sermaye kesimleri için son derece konforlu yaşam alanlarının yapılacağı bellidir. Erdoğan, bu “çılgın proje”den sonra İstanbul’a yeni iki şehir yapılacağını da açıkladı. Bu iki kentte iki milyon insanın yaşaması hedefleniyor. Yapılan açıklamaya göre, kentlerden birisi İstanbul’un Avrupa yakasının kuzeyin-
8
de, Karadeniz’e açılan sahil bölgesinde kurulacak. Henüz nerede olacağı açıklanmayan ikinci kentin ise, Anadolu yakasının yine Karadeniz kıyısında inşa edileceği tahmin ediliyor. Bunlara, kanal ile Avrupa yakasının kuzeyinde yapılacak birinci kentin arasına inşa edilecek devasa havalimanını ve üçüncü boğaz köprüsü projesini de eklemek gerekiyor. Tüm bu projelerin hayata geçmesiyle birlikte dünyanın 17. büyük kenti olan İstanbul’un nüfusunun ikiye katlanacağı, Kocaeli’den Tekirdağ’a kadar olan bölgenin birleşeceği ve içinden çıkılmaz bir cangıla döneceği açıktır. Kuzeydeki ormanların, buna bağlı olarak doğal hayatın ve içme suyu kaynaklarının yok edileceğini öngörmek için de kâhin olmaya gerek yok. Fakat bu, gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin umurunda mı? Zira bu projelerin hayata geçmesi demek, sermayeye muazzam yeni yatırım ve rant alanları açılması demektir. Hiç kuşku yok ki, İstanbul’a dönük bu hedeflerin, Ankara’nın uzay ve silah sanayi merkezi haline getirilmek istenmesinin, 11 kentin büyükşehir kapsamına alınacak olmasının altındaki itici güç, emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin kapitalist büyümesini sıçramalı bir şekilde devam ettirme arzusudur. Kanal İstanbul’un bir proje olarak pek de “çılgın” bir yanı olduğu söylenemez. Ancak bu proje, yeni yerleşim
sayı: 75 • Haziran 2011
alanları, yeni iki kent ve yeni köprü projesiyle birleşerek kapitalizmin çılgınlığına, onun doğayı yıkıma uğratan ve toplumu nefessiz bırakan çılgınlığına dönüşecektir. Dolayısıyla İstanbul boğazı için önlem alındığı, depreme karşı sağlıklı konutların inşa edilmek istendiği ve halkın daha iyi yerlerde yaşaması için çalışıldığı söylemi gerçekleri yansıtmıyor. Eğer Erdoğan’ı, AKP’yi ve bir bütün olarak sermayeyi güdüleyen gerçekten de bunlar olsaydı, toplumun ve doğanın uyumu esas alınır ve kentlerin dönüşümü bambaşka şekillerde gerçekleştirilirdi. Lakin onları güdüleyen toplumun ortak çıkarları değil kapitalizmin bencil çıkarlarıdır. Bugün 20-30 milyonu tek bir kentte toplamak isteyen ve kent yaşamını karabasana çeviren kapitalizmin kâr hırsıdır. Nüfusun milyonlar halinde adeta üst üste yığılması kapitalist kentleşmenin temel bir eğilimidir. Ancak söz konusu projelerle bu sürece hız verilmekte ve metropoller her geçen gün devasa tımarhanelere dönüştürülmektedir. Burada çok net bir şekilde vurgulamak gerekiyor ki, Marksizm, daima üretici güçlerin gelişmesinden ve toplumun ileriye doğru, müreffeh bir yaşama yol almasından yanadır. Lakin bu gelişmenin önüne dikilen engel kapitalist üretim ilişkileridir. Modern kentleri yaratan ve yeni bir toplumun nesnel zeminini döşeyen kapitalizmin, bu dünyadaki ömrü uzadıkça yıkım gücü de artmaktadır.
Kapitalizm ve kent Kapitalizmin ortaya çıkmasına değin kentin ve insanlığın tarihi, kırın egemenliği altında şekillenmiştir. Zira o zamana kadar ana üretici güç topraktı ve dolayısıyla maddi yaşamın üretimi esas olarak kentlerde değil kırlarda yapılmaktaydı. Avrupa’da klasik feodalizm döneminde kentlerin etkisi neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı. Bu nedenle, bugünkü boyutları ve anlamıyla bir kentten söz etmek, ancak kapitalizmle birlikte mümkün hale geldi. Marx ve Engels kır-kent arasında değişen rolleri Komünist Manifesto’da şöyle dile getiriyorlardı: “Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla büyük ölçüde arttırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı.” Denebilir ki, modern anlamıyla kent kapitalizm, kapitalizm ise kenttir. Burjuvazi kendisiyle birlikte proletaryayı da yaratmıştır. Bu bakımdan kapitalist kent, aynı zamanda modern sınıf savaşımlarının da yatağıdır. Kapitalist gelişmeyle tarihi kentler giderek büyürken, diğer taraftan da yeni kentler kurulmaya başlanmıştır. Milyonların fırlatılıp atıldığı kentler, özellikle de kapitalizmin gelişme döneminde tam anlamıyla bir virane gibidir. Engels, bunu, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde çarpıcı tasvirlerle gözler önüne serer. Kendi lüks yaşam alanlarını kuran burjuvazinin, doğa, orman, deniz ve emekçi kitleler umurunda değildir. Kapitalistleri güdüleyen toplumsal so-
marksist tutum
rumluluktan ziyade sermayelerini büyütme arzusudur ve bu nedenle burjuvazi her şeye kâr amaçlı bakar. Tam da bundan ötürüdür ki, kapitalistleşme sürecinde Türkiye’nin burjuvaları, daha kârlı olacağı için fabrikaları deniz kenarlarına kurmuşlardı. Meselâ, İstanbul’un birçok sahiline çimento fabrikaları kurulurken, dünyanın en güzel alanlarından biri olan ve bu nedenle de tarihe Altın Boynuz olarak geçen Haliç, fabrikalar yatağı haline getirilmiş ve atıklar sonucunda bataklığa dönüştürülmüştü. Kanal İstanbul’un bir proje olarak pek de “çılgın” bir yanı olduğu söylenemez. Ancak bu proje, yeni yerleşim alanları, yeni iki kent ve yeni köprü projesiyle birleşerek kapitalizmin çılgınlığına, onun doğayı yıkıma uğratan ve toplumu nefessiz bırakan çılgınlığına dönüşecektir. Kapitalizmin temel özelliği üretimi, pazarı ve nüfusu, dolayısıyla da yaşam alanlarını merkezileştirmesidir. Modern sanayinin gelişmesi ve fabrikaların kurulmasıyla kitleler kentlere akmış, kentlerdeki ticaret sanayi üretiminin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş ve bununla birlikte kentler büyüyen nüfuslarıyla devasa kapitalist pazarlar haline gelmişlerdir. Kapitalizmin üretimi, ticareti ve pazarı kentlerde toplaması, basitçe bir araya getirme değildir. Kapitalist kent, her geçen gün büyüyen devasa kompleks bir sistemdir: Üretim için makineler, hammadde ve işgücü kentlerde yoğunlaşır; işgücünün yeniden üretimi için gerekli tüm ihtiyaçlar kentteki ticareti canlandırır; bu durum yeni iş alanları yaratır; çok büyük bir sektöre dönüşen sanat, müzik, sinema ve edebiyat insanları kente çeker, kapitalistleşme ilerledikçe kır daha fazla çözülür ve kentlere akar; böylece kentler yalnızca nüfus olarak değil sermayeye yeni yatırım alanları açması bakımından da giderek daha çok büyür ve süreç bu şekilde ilerler. Bu tam anlamıyla bir girdaptır ve kapitalizm altında bundan kurtulmak olanaklı değildir. Özellikle altyapı eksikliğinin olduğu Türkiye gibi ülkelerde, son 20 yıllık dönemde, kapitalist krizin bir sonucu olarak kârlı yatırım alanları arayan burjuvazi, diğer sektörleri de harekete geçirecek şekilde kentsel alana muazzam sermaye yatırımları yapmaya başlamıştır. Kentin bu yönü, özellikle 1970’lerin sonunda neo-liberal saldırı politikalarıyla daha fazla öne çıkmış ve SSCB’nin çökmesiyle süreç ivmelenmiştir. Neo-liberal saldırı programıyla başlatılan özelleştirmeler sonucunda, kamunun kentsel alandaki hizmetleri özel kapitalistlerin eline geçmiştir. Kârlı yatırım alanları bulmakta zorlanan ve elinde biriken sermayeyi yatırıma dönüştürmek isteyen burjuvazi, devletin kentsel hizmetlerden elini çekmeye başlamasıyla, giderek daha fazla bu alana yöneldi. 1990’lar boyunca giderek ivmelenen bu süreç, aynı za-
9
marksist tutum
Dubai
manda kitlelerin tüketim kalıplarının mümkün mertebe genişletildiği ve tüketim çılgınlığının kışkırtıldığı bir süreçtir. Konut piyasasının canlandırılması ve şişirilmesiyle kitleler bir taraftan yeni ev almaya itilirken, diğer taraftan da bu evleri üreten ve değer kazanan şirketlerin hisse senetlerini almak üzere borsaya çekiliyorlardı. Mortgage sistemi yayılırken, bunu, dünyanın pek çok metropolünde yükselen gökdelenler ve inşa edilen son derece lüks yeni özel kentler izleyecekti. İş öyle bir noktaya vardı ki, Dubai’de denizin ortasında suni adalar oluşturuldu ve çöle gökdelenler, oteller, lüks daireler, marinalar inşa edildi. Akıtılan muazzam sermaye ve teknoloji sayesinde, çöldeki kentte dört mevsim koşulları oluşturuldu. Elbette tüm bunları Arap sermayesiyle birlikte uluslararası mali sermaye finanse ediyor ve böylece sermaye için müthiş bir pazar yaratılmış olunuyordu. Şişirilen bu balon son krizle birlikte patladı. Lakin böyle olsa bile inşaat sektörü sermaye için öncü bir yatırım alanı olmaya devam ediyor. Meselâ, son verilere göre dünyada üretilen çimentonun %40’ını tek başına Çin tüketmektedir. Bu da Çin’in büyümesinde inşaat sektörünün epeyce bir yer tuttuğunu gösteriyor. Netice itibariyle inşaat sektörü diğer sektörler için bir lokomotif işlevi görüyor. İşte Türkiye’de AKP’nin gündeme getirdiği kent projelerine ve özellikle inşaat sektörünün yükselişine bu perspektiften bakmak gerekiyor. Emperyalistleşen Türk sermayesi elindeki bakir alanları kullanarak büyümesini sürdürmek istiyor.
Sermayenin büyüme arzusu AKP’nin gündeme getirdiği kentsel projelerin motivasyonunu birkaç temel noktanın sağladığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, altyapı eksikliklerini gidererek ekonominin büyümesini kesintisiz bir şekilde devam ettirmek ve genelde sermayeye özelde ise İslamcı sermayeye yeni palazlanma kanalları açmaktır. Böylece kendi etrafındaki ser-
10
Haziran 2011 • sayı: 75
maye çevrelerini çok daha güçlendirerek, siyasal gücüne denk düşen bir sermaye gücü oluşturmak istemektedir. İkincisi, iç siyasetteki konumunu güçlendirmek ve emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin uluslararası siyasette çok daha fazla öne çıkmasını sağlamaktır. İstanbul’a iki yeni kent projesini tanıtırken Başbakan Erdoğan’ın, “Anadolu’da başlatacağımız benzeri projelerle Türkiye artık yeni ve farklı bir döneme adımlarını atmış olacak. Köklü medeniyetimizden ilham alarak, tarihimizden güç alarak başlattığımız bu projelerin, 21. yüzyılın bir Türkiye yüzyılı olmasına kapı aralayacağına inanıyoruz” diye konuşması, hem tarihe kendi izlerini düşmek istemelerinin hem de emperyalist vizyonun bir ifadesidir. Fakat emekçi kitlelere allanıp pullanarak sunulan bu vizyonunun altında muazzam bir kapitalist açgözlülük olduğu asla unutulmamalı. 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, gerek 2001 kriziyle dibe vuran ekonominin büyümesini sağlamak gerekse kendi burjuva çevresine sermaye akıtmak amacıyla inşaat sektörüne güçlü bir destek verdi. Duble yol, tünel, baraj, hastane, okul, metro, demiryolu, toplu konut ve gökdelen inşaatında büyük bir sıçrama yaşandı. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) eliyle yalnızca büyük kentlerde değil, aynı zamanda Anadolu’da da toplu konutlar inşa edildi, ediliyor. Özellikle de İstanbul’da konut inşaatı son sürat devam ediyor. İstanbul’da, neredeyse bulunan her boş alana beton dökülüp toplu konutlar yükseltiliyor. Meselâ, bir zamanlar etrafında oturan emekçilerin yaşamını cehenneme çeviren Halkalı çöplüğünün üzerinde, şimdilerde, eski dere yatağı bir su kanalına dönüştürülerek adeta surlarla çevreli son derece lüks konutlar inşa ediliyor. Tüm bu yatırımlar tabiatıyla arsa fiyatlarını yükseltiyor, rantı büyütüyor. Böylece İslamcı sermayenin önemli bir kısmının neden inşaat sektöründe faaliyet yürüttüğü de açığa çıkmış oluyor. Önümüzdeki dönemde kentsel alana dönük sermaye yatırımları daha da artacaktır. Devlet Planlama Teşkilatının verilerine göre, 1980’de Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 45 milyon iken, bu 45 milyonun %57,3’ü kentlerde yaşamaktaydı. Oysa 30 yıl içinde öylesine büyük bir dönüşüm yaşandı ki, hem Türkiye’nin nüfusu 74 milyona çıktı hem de kırlar daha fazla boşalarak kentlere aktı. Gelinen aşamada Türkiye nüfusunun %80’ine yakını artık kentlerde yaşıyor. Tam da bu nedenle bugün artık Anadolu’da pek çok büyük kent bulunmaktadır. Kentlerdeki bu yoğunlaşma ve proleterleşme, sermayeye hem ucuz işgücü imkânı hem de müthiş bir pazar potansiyeli sunmaktadır. Türk sermayesi, büyümesini süreklileştirecek önemli bir iç potansiyele sahiptir. Nitekim AKP
sayı: 75 • Haziran 2011
hükümeti, kentlerin dönüştürülmesi ve pazarın derinleştirilmesi bağlamında Anadolu kentlerine küçümsenmeyecek yatırımlar yapmaktadır. İnşaat sektörünün teşvik edilmesi ve kentlerin canlandırılması diğer sektörlerin de önünü açmaktadır. Meselâ kış olimpiyatlarının Erzurum’da yapılmasının sağlanması ve bunun için oraya önemli ölçüde sermaye aktarılması sürecin niteliği hakkında çarpıcı bir fikir vermektedir. Seçimlerden sonra Malatya ve Van’ın da aralarında bulunduğu 11 kentin büyükşehir düzeyine yükseltilmesi hedefleniyor. Böylece sanayinin yoğunlaştığı Anadolu kentlerinin dışında başka kentler de devlet teşviklerinin kapsamına alınacak ve yatırımlar yapılarak sermayeye yeni kapılar açılacaktır. Anadolu kentlerine dönük yatırım hamlesinin belki de en dikkat çekenini Ankara oluşturuyor. Erdoğan’ın açıkladığına göre, Ankara’da 500 bin kişinin yaşayabileceği yeni bir kent kurulacak. Daha da önemlisi, uzay ve silah sanayiine dönük büyük yatırımlar yapılması planlanıyor. Anlaşılacağı üzere, Türk sermayesi ekonomik açıdan emperyalist basamakları tırmanırken, silahlı gücünün de buna eşlik etmesini arzulamaktadır. Fakat hiç kuşku yok ki, sermaye açısından en ballı yatırımları İstanbul için gündeme getirilen projeler oluşturmaktadır. Yalnızca Kanal İstanbul’un yapılabilmesi için 10 milyar doların üzerinde bir sermaye yatırımı gerekmektedir. Yeni bir havalimanı, iki yeni kent, üçüncü köprü projesi de eklendiğinde ortaya onlarca milyar dolarlık sermaye yatırımı çıkmaktadır ki, bu durum, gerek yerli gerekse yabancı inşaat şirketlerinin ve finans kapitalin ağzını sulandırmaktadır. Ayrıca bunlara, ortaya çıkacak ranttan mümkün mertebe faydalanmak isteyen emlakçıları, arsa sahiplerini, mimar ve mühendisleri de eklediğimizde, doğanın katliamı için düğün bayrama duran kalabalık bir burjuva ve küçük-burjuva yiyiciler gurubu karşımıza çıkar. Tüm bu kesimler, medyada boy göstermekte, iştahla AKP’nin rant projelerini desteklemekte ve kitleleri kendi çıkarları temelinde etkilemeye çalışmaktalar. Üstelik utanmadan projelerin çevreyle uyumlu olacağını ve doğaya hiçbir zarar vermeyeceğini ileri sürebiliyorlar. Oysa hakikatin dili bambaşka söylüyor.
marksist tutum
rulacak olması, ormanların nasıl katledileceğinin bir başka göstergesidir. Açılacak kanalın ekolojik dengeye büyük bir müdahale olacağı da ortadadır. Kanalın açılması ve yerleşim alanlarının artması, ormanları ve o bölgedeki doğal bitki örtüsünü yok etmekle kalmayacak, yeraltı sularını da büyük ölçüde kurutacaktır. Lakin sonradan görme bir hoyratlıkla hareket eden ve tek derdi cebini doldurmak olan rant akbabalarından bunları düşünmeleri beklenemez. Sermayenin azgınca kâr tutkusu, doğaya karşı arsızca bir yıkım savaşına dönüşmüş bulunuyor. Öyle ki, son sürat devam eden hidroelektrik santralleri (HES) dere yataklarını kurutuyor ve bitki örtüsünü öldürüyor; ormanların bağrında açılan maden ocakları ve siyanür havuzları doğayı tahrip ediyor. Bu gözü dönmüşçe saldırıya öncülük eden AKP, bu gerçekler ortadayken söz konusu projeleri İstanbul’u ve halkı düşündüğü için hazırladığını ileri sürebiliyor. Öncelikle belirtelim ki, İstanbul Boğazı’ndan geçmekte olan tankerlerin Kanal İstanbul’dan geçeceği yalnızca AKP’nin iddiasıdır: Zira birinci dünya savaşı sonucunda bağlanan Montrö sözleşmesine göre, dış ülkelerin tankerleri bazı kurallara uymak koşuluyla istedikleri gibi Boğazdan geçme hakkına sahiptirler ve istemedikleri halde başka bir yerden geçmeleri zorla sağlanamaz. Emperyalist güçlerin, İstanbul Boğazından serbest geçiş hakkından vazgeçmeyecekleri açıktır. Hiç kuşku yok ki, Kanal İstanbul Montrö anlaşması açısından uluslararası siyaset arenasında Türk emperyalizminin pazarlık gücünü arttıracaktır, ancak somut durum, bu kanalın tanker trafiğinden ziyade yeni sermaye kesimlerine, ormanların içinden geçen suni bir boğaz yaratmak amacıyla açıldığını gözler önüne seriyor. İstanbul’a yapılacak iki yeni kenti tanıtırken Erdoğan şunları dile getiriyor: “Depreme hazırlık, kentsel değişim ve dönüşüm amacıyla bu iki yeni şehri inşa ediyoruz. İnsanca yaşıyoruz diyemeyeceğimiz yerlerimiz var mı? Var.
Halkı ve doğayı nasıl düşünüyorlar? Sadece üçüncü köprü ve bu köprünün çevre ve bağlantı yollarının yapılması esnasında Belgrad Ormanı büyüklüğünde doğal bir alanın yok olacağı söyleniyor. Kanal İstanbul ise, kuzeydeki ormanların tam ortasından geçecek. 25 metre derinliğinde ve 150 metre genişliğinde bir kanalın açılması sırasında ormanlara kıyılarak buradaki doğal hayatın katledileceği açıktır. Kaldı ki, kanalın etrafına lüks siteler, oteller ve eğlence merkezleri ku-
11
marksist tutum
… İstiyoruz ki, böyle güzel yerlerde benim vatandaşım gerçekten insanca yaşamanın erdemine ulaşsın. İstiyoruz ki, o çirkin yapılaşmadan kurtulalım.” Güya bu iki yeni kent depreme karşı önlem almak ve insanca bir yaşam için inşa edilecek! Erdoğan’ın dediğine göre, deprem riski olan yerlerde yaşayanlar bu iki yeni kente aktarılacakmış! Oysa tüm bu söylenenlerin külliyen yalan olduğu o kadar açık ki. Zira yine Erdoğan’ın verdiği bilgilere göre bu iki yeni kentte yalnızca iki milyon kişi yaşayabilecek. Oysa İstanbul’un deprem riskli bölgelerinde milyonlarca insan yaşıyor. Kaldı ki, son derece derme çatma bir yapılaşmaya sahip İstanbul’un tamamı deprem riski altında. Dolayısıyla kitleleri aldatmak üzere ileri sürülen gerekçeler gerçekleri yansıtmıyor. Diğer taraftan, söz konusu projelerin hayata geçmesiyle İstanbul’un nüfusu daha da katlanacak, son derece sağlıksız konutlarda deprem riski altında yaşayan insanların sayısı artacaktır. Bu durumda, iki yeni kente yerleştirilen iki milyon insanın dışında geriye kalan milyonlar ne yapacak? Aslına bakarsanız bu iki kentin emekçi kitleler için kurulmadığını Erdoğan dolaylı olarak itiraf ediyor: “Sosyal, ekonomik ve ticari merkezleri, yeşil alanları, geniş caddeleri, mabetleri, spor ve kültür merkezleriyle her iki şehir de İstanbul’un olduğu kadar dünyanın cazibe merkezleri olacak. Kurulacak iki yeni şehir İstanbul’un küresel marka olma özelliğini öne çıkartacak.” Burada iki küçük soru sormak oldukça bilinç açıcı olacaktır: Acaba, ödediği kira değerinde asgari ücret alan milyonlarca işçi Erdoğan’ın betimlediği bu ihtişamlı kentlerde nasıl yaşayacak? İstanbul’un varoşlarına yığılmış ve gerçekten de Erdoğan’ın dediği gibi hiç de insanca olmayan bir yaşam süren emekçi kitleler bu kentlere mi taşınacaklar? Böyle olmayacağını, bu kentlerin kendileri için yapılmadığını esasında emekçi kitleler de bal gibi biliyorlar. Söz konusu konuşmasının devamında Erdoğan, İstanbul’un finans ve turizm merkezi olacağını da söylüyor. Böylece bu ihtişamlı
Haziran 2011 • sayı: 75
iki kentin yerli ve yabancı sermaye çevreleri için inşa edileceği de netleşmiş oluyor. Eğer sermaye ve temsilcileri emekçi kitleleri düşündüklerini söylüyorlarsa, bilinmelidir ki gerçek bunun tam tersidir. Sulukule örneği bu hakikati çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. İstanbul’da tarihi yarımada sınırları içinde kalan Sulukule “kentsel dönüşüm” kapsamına alındı ve Romanlar buradan sürüldü. Fatih Belediyesi evleri ucuza kapattı, gitmek istemeyenlerin evleri zorla istimlâk edildi ve insanlar kentin dışında, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere yerleştirildiler, toplumsal yaşamdan kopartıldılar. AKP ve ona bağlı belediyeler, Sulukule’nin “kentsel dönüşüm” çerçevesinde yeniden, tarihi özelliklerine göre inşa edileceğini söylüyorlardı. Evet, şu anda Sulukule tarihsel özellikleri de korunarak yeniden lüks bir site olarak inşa ediliyor, ama bir daha Romanlar oraya asla yerleşemeyecekler. Zira bu evleri alacak paraları yok. Kaldı ki, burjuvaziye hitap edecek şekilde yapılan yeni Sulukule, başta AKP çevresi olmak üzere zenginler tarafından kapatılmış durumda. Yalnızca Sulukule değil, İstanbul’un merkezinde kalan, emekçilerin yaşadığı yıpranmış ve çökmüş mahalleler de (meselâ Cibali, Fener, Ayvansaray, Dolapdere gibi) tasfiye planlarına dâhildir. Keza burjuvazi Küçük Armutlu ya da Aydos’un denize nazır tepelerinde emekçi mahallesi görmek istemiyor. Mekân olarak oldukça kıymetli olan ve yüksek rant imkanları sunan bu bölgelere, mülk sahibi sınıf için ihtişamlı villa kentler yapılmak isteniyor. Biz komünistler elbette kentlerin dönüştürülmesine karşı çıkmayız. Tersine kentler dönüştürülmeli ve emekçilere sağlıklı yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ancak burjuvazi “kentsel dönüşüm” sloganıyla emekçileri kentin tarihi merkezlerinden, denize nazır ve rant getirisi yüksek bölgelerinden kovuyor ve buralara kendisi yerleşiyor. Böylece emekçileri ve doğayı nasıl ve ne kapsamda düşündüklerini de görüyoruz. Yalnızca Sulukule değil, İstanbul’un merkezinde kalan, emekçilerin yaşadığı yıpranmış ve çökmüş mahalleler de tasfiye planlarına dâhildir. Keza burjuvazi Küçük Armutlu ya da Aydos’un denize nazır tepelerinde emekçi mahallesi görmek istemiyor. Mekân olarak oldukça kıymetli olan ve yüksek rant imkanları sunan bu bölgelere, mülk sahibi sınıf için ihtişamlı villa kentler yapılmak isteniyor.
12
sayı: 75 • Haziran 2011
marksist tutum
Nasıl bir dönüşüm, nasıl bir kent? Engels, 1800’lerin ortasında Londra’daki yaşamı betimlerken, iki buçuk milyon insanın üst üste yığılmasından doğan toplumsal keşmekeşe, çöküntüye, pisliğe ve insanı boğan kentleşmeye dikkat çeker. Fakat aradan geçen zaman içinde metropol kentler, hayalleri zorlayacak şekilde alabildiğine büyüdü ve değişti. Geçmişe nazaran birtakım sorunlar geride kalırken, büyümeye ve değişmeye bağlı olarak yeni içinden çıkılmaz sorunlar baş gösterdi. Bugün yalnızca Tokyo’da 35 milyon insan yaşamaktadır. Bunu, 20 milyonla Mexico City, 18 milyonla New York ve Sao Paulo izlemektedir. İstanbul’un nüfusu ise, resmi rakamlara göre 12 milyonu geride bırakmış bulunuyor. Bu da demektir ki, artık geçmişe göre çok daha fazla insan üst üste yığılmış durumda. İşte bu nedenle, dünyanın hangi gelişmiş kenti olursa olsun, ne kadar metro ve toplu taşıma aracı devreye sokulursa sokulsun, burjuvazi trafik sorununu çözemiyor: Kapitalizm yıkılmadığı müddetçe de çözülemeyecektir. Kentler bir taraftan doğal sınırlarının ötesine taşarken, öte taraftan da yukarıya doğru bir yükselme yaşamaktadır. Kapitalist ihtişamın ve kibrin sembolleri olan gökdelenler ve yüksek katlı binalar gökyüzünü insanoğluna kapatmış durumda. Ormanlar ve yeşil yok ediliyor, yeraltı suları ya kirleniyor ya da kuruyor, denizler kullanılmaz hale geliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, her sene 2 milyon insan hava kirliliğinin tetiklediği sağlık sorunlarından ötürü yaşamını kaybediyor. Devasa beton yapılar tarafından sarılan ve esir alınan insanlar, adeta bir labirentte sonu gelmez bir şekilde keşmekeş halinde koşturmaktalar. Sınırlarını zorlayan kapitalist kentleşme, insanı her geçen gün daha fazla doğadan uzaklaştırıyor ve insan doğaya daha fazla yabancılaşıyor. Kentin içinden çıkılmaz bu yapısı insanların psikolojisini bozuyor ve toplumu hasta ediyor. Kapitalist kentleşme, insanı doğadan uzaklaştırdığı kadar toplumsal ilişkilere de ağır darbeler indiriyor. Toplumun ana gövdesini oluşturan işçi-emekçi kitlelerin yaşamı işle ev arasında bir çizgiye hapsoluyor. Emekçi yığınlar sosyalleşme araçlarına ulaşamıyorlar. Tiyatro, sinema, müzik ve benzeri kültürel etkinliklerden uzak tutulan proleter kitleler, çalışmaktan arta kalan zamanlarında dört duvar arasında televizyon izlemeye mecbur bırakılıyorlar. Öyle ya, böylesi etkinlikler için öncelikle para ve boş zaman lazım, fakat işçi sınıfı bunları burjuvaziye sağlamak için durmaksızın çalışıyor. İşçi sınıfının yaşadığı mahalleler, bir mekân olarak, yalnızca işgücünün kendini yeniden üretmesi temelinde örgütlenmiş durumda. Bıraktık işçi kitlelerinin yaşam alanlarında doğrudan sosyalleşme araçlarına ulaşmasını, etrafı denizlerle çevrili İstanbul’da yüz binlerce insan kentin merkezine inmiş ya da denizi görmüş değildir. Kapitalizm, Türkiye’de olduğu kadar dünyanın diğer ülke ve kentlerinde de işçi sınıfı kitlelerini dar
yaşam alanlarına sıkıştırarak boğuyor. Böylece işçi sınıfına yalnızca soyunu sürdürerek işgücünün yeniden üretilmesi rolü verilmektedir ki, bu durum yabancılaşmanın doruğudur. Kapitalist zor altında çalışan ve insani yönlerini geliştiremeyen işçi, öylesine bir duruma itilir ki, Marx’ın deyimiyle, yemek içmek, uyumak ya da çocuk yapmak gibi “hayvansı” özellikler en insani özellikler gibi görünür ve duyumsanır. “Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır, ama işçi için ürettiği yalnızca yoksunluktur. Emek saraylar üretir, ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir, ama işçi için çirkinlik. İnsan emeğinin yerine makineleri koyar, ama işçilerden bazılarını barbarca bir çalışmaya iter ve başka işçileri de makineleştirir. Zekâ üretir, ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır.”* Bu tüm sınıflı toplumlarda böyle olmuştur: Mısır’da Piramitleri, antik Yunan’da ihtişamlı Akropolü yaratan emek, köle emeğiydi. Ortaçağ’da pırıltılı devasa katedralleri yükselten emek, kendisi için yalnızca açlık, veba ve ölüm üretmiştir. Erdoğan’ın betimlediği Kanal İstanbul’u doğanın bağrına inerek açacak ve ihtişamlı kentleri kuracak emek, kendisi için yalnızca asgari ücret, yoksulluk ve dar yaşam alanlarında tükeniş üretecektir. Bu durum, ancak ve ancak kapitalist sömürü sisteminin alaşağı edilmesiyle tersine çevrilebilir. İşte o zaman insanlığın kaderi ve tarihin akışı değişecek. Yeni bir toplum ve yaşam ancak yeni ilişkiler üzerinde kurulabilir. Tüm günlük ilişkileri ve kentleri özel mülkiyet ve meta ekonomisi çerçevesinde örgütleyen kapitalizmden kurtulan insanlık, sınıflı toplumun damgasını taşımayan, doğayla uyumlu, insanlığın ortak çıkarlarına hizmet eden yaşam alanları kuracaktır. Sınıfların ve sömürünün olmadığı böyle bir toplumda insanlık, kapitalist kentle birlikte onun kültüründen de kurtulacaktır. Bu toplumda emek, yarattığı tüm ihtişama dışarıdan bir yabancı olarak bakmayacak, etkinliği onun kendi etkinliği haline gelirken, kendi nesnesi üzerinde hâkimiyet kurarak yaşamın bilinçli bir öznesi haline gelecektir. İnsanlığın umudu ve sevdası olan bu toplumun adı sosyalizmdir. ___________________ *
Marx, 1844 Felsefe Yazıları, V Yay., s.75
13
Avrupa Birliği’nde Çelişkiler Derinleşirken İlkay Meriç
D
erinleşen ekonomik krizin üye ülkeler arasındaki çelişkileri alabildiğine keskinleştirdiği Avrupa Birliği’nde çatlaklar giderek büyüyor. Yunanistan ve İrlanda’nın iflas noktasına gelmesiyle birlikte euronun kaderini sorgulamaya başlayan birlik, Kuzey Afrika’dan gelen göç dalgasının ardından şimdi de Schengen’i masaya yatırıyor. Tüm bunların yanı sıra, Libya’ya müdahaleyle yeni bir evreye giren emperyalist savaş süreci de AB üyesi emperyalist güçler arasındaki çelişkileri şiddetlendiriyor. Libya konusunda İngiltere, Fransa ve İtalya öncülüğündeki üye ülkeler emperyalist koalisyon içinde yer alırken, kendi çıkarları doğrultusunda bunlardan farklı bir tutum takınan Almanya, birlik içinde ayrı bir başı çektiğini bir kez daha gösteriyor. Avrupa Birleşik Devletleri’ne doğru atılmış büyük bir adım olarak sunulan ve kısa süre içerisinde böylesi bir “birleşik devlete” dönüşeceği iddia edilen Avrupa Birliği, aslına bakılırsa ortaya çıktığı günden itibaren siyasal bir birlik olmak bir yana ekonomik bir birlik olarak yola devam etmekte bile zorlandığını ortaya koymuştur. Bu süreçte yaşanan tüm gelişmeler bu gerçeği döne döne kanıtlamıştır ve birlik giderek daha derin yaralar almaktadır. Liberaller ve reformistlerin, ulusdevletlerin ortadan kalkmasının işareti olarak gösterdikleri ve dünya barışının anahtarı olarak kutsadıkları Avrupa Birliği, tersine, kapitalizm temelinde ulus-devletler şeklindeki parçalanmanın aşılmasının, Avrupa devletlerinin barışçıl bir şekilde kaynaşmasının ve aralarındaki çelişki ve rekabetin ortadan kalkmasının
14
olanaksızlığının çarpıcı bir kanıtı olarak boy göstermektedir. Sekiz yıl önce kaleme aldığı Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe Elif Çağlı bu gerçeği şöyle dile getiriyordu: “Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulus-devlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletler’ine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her «birlik», kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz.” Elif Çağlı’nın dile
sayı: 75 • Haziran 2011
getirdiği gibi, siyasal dengelerin değiştiği ya da ekonomik durumun kötüleştiği dönemeç noktalarında çelişkiler derinleşerek önemli gerilimleri ve çatışmaları doğurmaktadır. Çelişkiler ve çatışmalarla yüklü bu süreç, AB-Türkiye ilişkilerinde de vites küçültme şeklinde yansımasını bulmaktadır. Türkiye’nin üyelik sürecinin son derece yavaş adımlarla ilerlediği ve her iki tarafın da bundan fazla rahatsızlık duymadığı bir dönemden geçiyoruz. İşsizliğin önemli bir problem olarak baş gösterdiği, ırkçılığın ve İslamofobinin giderek yaygınlık kazandığı Avrupa Birliği, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olduğu 70 küsur milyonluk bir ülkeyi içine almaktaki çekingenliğini had safhaya çıkarmıştır. Görece bağımsız bir emperyalist politika izleyerek Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika’daki pazar arayışlarını derinleştiren Türkiye ise, mevcut konjonktürde, kendisine yararı dokunacak güçlü bir birlikten ziyade varlığını koruyup koruyamayacağı bile belirsiz sallantılı bir birlik görüntüsü çizen AB’yi dış politikasının merkezine oturtmaktan vazgeçmiş görünmektedir. Dolayısıyla, çeşitli alanlarda AB’nin zorunlu kıldığı yasal düzenlemeleri önemli oranda askıya alma noktasına gelmiştir ve AB’nin ayak sürümelerini de eskisi kadar sorun yapmamaktadır. İçinden geçtiğimiz tarihsel süreç işte böylesi bir dönemeç noktasına denk düşüyor ve Avrupa’da kendini bölünmüş bir Avrupa Birliği tablosuyla açığa vuruyor. Ortaya çıkan euro krizini, Schengen krizini ve emperyalist savaşa yönelik farklı politikaların yarattığı gerginlikleri bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Ekonomik kriz ekonomik birliği çatlatıyor Avrupa Birliği’nin dayandığı temel sözleşmelerden biri olan Maastrich Anlaşması 1992 yılında imzalanmış ve 1993 Kasımında yürürlüğe girmişti. Bu anlaşma üye ülkelerin ekonomik ve parasal politikalarını belirleyen birtakım kriterler ortaya koyuyordu. Bu kriterlerden biri, üye ülkelerin kamu açıklarının GSYİH’lerine (gayri safi yurtiçi hasıla) oranının %3’ü geçmemesiydi. Bir diğeri ise üye devletlerin kamu borçlarının GSYİH’lerine oranının %60’ı aşmamasıydı. Ancak kapitalizmin derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldığı mevcut dünya konjonktüründe, her iki kriter de kadük kaldı. Bugün gelinen noktada birlik üyesi ülkelerin durumuna bakarsak Maastrich kriterlerinin yerinde yeller estiğini net bir şekilde görebiliriz. Bir zamanlar Türkiye gibi aday üyelere “mali disiplin” dersi veren Avrupa Birliği, uzunca bir süredir enflasyonla, artan bütçe açıklarıyla, borç sarmalıyla ve iflas noktasına gelen üye devletler gerçekliğiyle karşı karşıya. Maastrich kriterlerini fiilen rafa kaldırmak zorunda kalan birlik, Yunanistan, İrlanda, Portekiz gibi ülkeleri iflastan korumak üzere Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ortak bir kurtarma fonu oluşturmak zorunda kaldı. O güne dek, IMF’ye borçlanmayı, “iyi yönetilmeyen”, “devlet kaynaklarını har vurup harman savuran” geri
marksist tutum
ülkelere has aşağılayıcı bir durum olarak gören burnu büyük Avrupa’nın parıldayan imajı böylelikle paramparça oldu. 2010 Martındaki AB liderleri zirvesinde Yunanistan’ı iflastan kurtarmak üzere IMF ile ortak bir kurtarma fonu oluşturulması gündeme geldiğinde, bir Alman gazetesindeki şu yorumlar, AB’nin içine düştüğü durumun yarattığı hayal kırıklığını gayet güzel özetliyordu aslında: “Eğer Almanya Başbakanı Angela Merkel Yunanistan’ın borçlarından kurtarılması için Uluslararası Para Fonu’nun devreye girmesini isterse, o zaman hem Avrupa projesi, hem de Avrupa düşüncesine ihanet etmiş olur. Ne kadar acınacak bir tablo! Bu aynı zamanda AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası için de acıklı olur. Eğer çözüm Uluslararası Para Fonu’nda aranırsa, o zaman Avrupa projesinin de sonu gelmiş demektir.” Frankfurter Rundschau gazetesindeki bu yorumlar, çeşitli Avrupa ülkelerindeki burjuva sözcüler tarafından da paylaşılmaktaydı. Ancak bu tepkiler, hayatın dayattığı kararların alınmasının önüne geçemedi. Zira iflasa sürüklenen ve milyonlarca işçinin katıldığı kitlesel grevlerle sarsılan Yunanistan, Avrupa burjuvazisine korkulu rüyalar gördürmeye çoktan başlamıştı. Bu nedenle, Yunanistan’a söz konusu fondan 110 milyar euroluk bir kredi verildi (bu krediye rağmen Yunanistan’ın durumunun geçen yıldan daha kötü olduğunu da belirtelim). Çok geçmeden bunu 85 milyar euro ile İrlanda izledi. Geçtiğimiz günlerde ise 78 milyarlık kredi paketiyle Portekiz devreye girdi. “Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz.” Bu kredi yardımları, tahmin edileceği üzere ağır saldırı planları eşliğinde hayata geçiriliyor. Artan enflasyona rağmen kamu çalışanlarının ücretlerinin dondurulması, sağlık ve eğitim başta gelmek üzere kamu hizmetlerinin iyice kısılması, işsizlik yardımlarının ve emekli maaşlarının düşürülmesi, KDV benzeri tüketim vergilerinin arttırılması bu saldırıların bir bölümünü oluşturuyor. Bunların yanı sıra, sendikasızlaştırma saldırıları eşliğinde toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı düşürülüyor, asgari ücret donduruluyor, işçi sınıfına “esnek” çalışma ve uzayan iş saatleri dayatılıyor, fazla mesai ücreti uygulaması fiilen kaldırılıyor, işsizlik yardımı süresi azaltılıyor. Özelleştirmelerin hız kazanması ise yüksek orandaki işsizliği, sendikasız çalışmayı, güvencesiz çalışmayı daha da körüklüyor. Sermaye devletleri bütün bu politikalarla işçi sınıfının boğazına sarılırken, bankalar ve kapitalist şirketleri fonlayıp, burjuvaziye vergi indirimleri getiriyorlar. Türkiye işçi sınıfının da
15
marksist tutum
yakından tanıdığı bu saldırılar, görüldüğü üzere Avrupa Birliği’nde de geçmişten bugüne artarak hayata geçirilmektedir. Bu üç ülkeye Maastrich kriterleri açısından bakacak olursak, Avrupa Birliği Komisyonunun açıkladığı tahmini rakamlara göre, bu yıl Yunanistan’ın dış borcunun GSYİH’sine oranının %158, Portekiz’in %102, İrlanda’nın %112 olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, Maastrich’e göre bu oranın %60’ı geçmemesi gerekiyor, ama görüldüğü üzere bu sadece kâğıt üzerinde kalıyor. Üstelik bu oranlar 2010 yılına göre her bir ülke için yaklaşık 10 puanlık artışa karşılık geliyor ve gelecek yılın tahminleri de iyiye gidiş bir yana 5-10 puanlık artışları öngörüyor. Bu arada diğer AB ülkelerinin çok büyük bir bölümünün de Maastrich kriterini hayli aşan borç yüklerine sahip olduğunu belirtelim. Bütçe açıkları konusunda da benzer bir durum yaşanıyor. İrlanda’nın bütçe açığı rekor düzeye çıkarak GSYİH’sinin %32,5’ine yaklaşırken, onu %10,5 ile Yunanistan ve %9,1 ile Portekiz izliyor. AB ortalaması ise %6,4 ile en kötü dönemini yaşıyor. Bilindiği gibi Maastrich antlaşması bu oranı sözde %3 ile sınırlıyordu. Bu hususta en iyi durumdaki Almanya’nın bile %3,3 ile söz konusu kriteri aştığını dikkate alırsak Maastrich’in hali pürmelâli daha net anlaşılabilir. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in durumu Avrupa burjuvazisini yeterince endişelendirirken, geri kalan ülke-
Haziran 2011 • sayı: 75
lerin durumu da parlak bir manzara sunmuyor. Bu noktada en yakın tehlike İspanya olarak görülüyor. Avrupa burjuvazisi, bu üç ülkenin toplamından daha büyük bir ekonomik güç olan ve euro bölgesinin dördüncü büyük ekonomisine sahip olan İspanya’nın benzer bir noktaya gelmesinin, krizi önü alınamaz bir noktaya ulaştırmasından korkuyor. 22 Mayıstaki yerel seçimler öncesinde başlayan kitlesel protesto gösterilerinin hükümetin yasağına rağmen günlerce devam etmesi, göstericilerin çoğunu işsizlikle pençeleşen gençlerin oluşturması (İspanya’da genç nüfusta işsizlik %45’e tırmanmış durumda), Madrid’in Puerto del Sol meydanının Tahrir’e benzer görüntüler sergilemesi, bu korkunun hiç de boşuna olmadığını gösteriyor. Burjuvazinin diğer bir korkusuysa euronun gidişatı konusunda. Hatırlanacak olursa, ortak bir para birimine geçişi de öngören Maastrich antlaşması doğrultusunda atılan adımlarla, 2002 yılında, euro, birlik üyelerinin büyük bir bölümünü kapsayan tek para birimi olarak ilan edilmişti. Ne var ki derinleşen ekonomik kriz, büyük umut bağlanan tek para biriminin kaderini de belirsizleştirdi. Birliğin iflasa sürüklenen üyeleriyse sarsıntıyı iyice şiddetlendirdi; öyle ki, Yunanistan’ın eurodan çıkarılması tartışılmaya başlandı. Ancak mesele sadece euronun geleceğinin tehdit altında olmasıyla sınırlı değil; bizzat euronun varlığı da krizin derinleştiği ülkeler açısından bir tehdit unsuru oluşturuyor. Ortak para birimi uygulaması, üye ülkeleri, krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkma yöntemleri olan karşılıksız para basma ve devalüasyon gibi mali araçlardan yoksun bırakmaktadır. Kısacası Avrupa Birliği’nin sözde istikrarlı bir birlik için koyduğu kurallar ve attığı adımlar ya işlevsiz kalıyor ya da euro ve Schengen örneğinde görüldüğü gibi burjuva devletlerin ayağına dolanıyor.
Schengen de tartışma masasında
2002 yılında, euro, şaşalı kutlamalarla, birlik üyelerinin büyük bir bölümünü kapsayan tek para birimi olarak ilan edilmişti. Ne var ki derinleşen ekonomik kriz, büyük umut bağlanan tek para biriminin kaderini de belirsizleştirdi.
16
1995 yılında uygulamaya konan ve o tarihten bu yana yeni katılımlarla 25 Avrupa ülkesini kapsar hale gelen Schengen antlaşması, imzacı ülkelerin vatandaşlarına vizesiz ve sınır denetimi olmaksızın dolaşım hakkı tanıyordu ve birlik üyesi devletler arasında sınırların kalkmasında önemli bir adım olarak görülüyordu. Ancak bugünlerde Schengen de tartışmaya açılmış durumda. Tartışma ilkin, Afrika’daki isyan süreciyle birlikte 20 binden fazla göçmenin Tunus ve Libya üzerinden İtalya’ya kaçmasının ardından İtalya’nın bu göçmenlere geçici yerleşim izni vermesi ve Schengen antlaşmasına* dayanarak diğer Avrupa ülkelerine gitmelerine müsaade etmesiyle alevlendi. AB’yi göçmenler konusunda yeterli önlemleri almamakla suçlayan İtalyan başbakanı Berlusconi, “göçmenlerin çoğu eski Fransız sömürgelerinden geliyorlar, Fransa’da akrabaları var, şimdi de Fransa düşünsün” diyerek topu Fransa ve AB’ye atarken, Fransa on binlerce göçmenin ülkeye giriş yapmasından duyduğu endişeyle bu karara sert tepki gös-
sayı: 75 • Haziran 2011
terdi. Bir tren dolusu Kuzey Afrikalı göçmenin İtalyan sınırından giriş yapmasının Fransa tarafından Schengen’e aykırı bir şekilde engellenmesiyse İtalya ile Fransa arasında diplomatik bir krize neden oldu. Bu arada Danimarka da, fırsattan istifade, İsveç ve Almanya sınırlarında pasaport kontrollerini devreye sokacağını açıkladı. Oysa Kuzey Afrikalı göçmenlerin Danimarka’ya gitmesi söz konusu değildi. Ancak göçmenlerin sınır dışı edilmesini ve yeni girişlere izin verilmemesini savunan sağcı partilere bahane lazımdı ve bu fırsatı kaçırmadılar. Danimarka’nın Schengen’i açıkça ihlal eden kararı AB sözcüleri tarafından eleştirilirken, AB üyesi ülkelerin içişleri bakanları, sınır güvenliği konusunda Schengen’i de gözden geçiren birtakım kararlar almak üzere Mayıs ortasında bir araya geldiler. Her ne kadar ayrıntıların 9-10 Haziranda yapılacak bir sonraki toplantıda netleştirilmesine karar verildiyse de, Schengen antlaşmasının belli ölçülerde reforme edilmesi resmen AB’nin gündemine girmiş oldu. Kuşkusuz tüm bunlar durduk yere olmamaktadır. Dünya ekonomik krizinin en önemli sonuçlarından biri de işsizliğin önlenemez tırmanışıdır ve işsizlik AB ülkelerinde de rekor düzeylere çıkmıştır. Buna rağmen, izlenen neoliberal ekonomik politikalar işsizliği azaltmak yerine körüklemektedir. Yine işsizlik nedeniyle Afrika ve Asya’dan AB’ye göç artarken işsizliğin nedeni olarak yabancıların hedef tahtasına oturtulması Avrupa’da yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı tırmandırmaktadır. AB üyesi ulus-devletlerde burjuvazi milliyetçilik pompalarken sadece Avrupa dışından gelenlere değil tüm yabancılara karşı düşmanlık yaratılmaktadır. Bu ülkelerin tümünde faşist partilerin oy oranlarının sıçramalı bir şekilde artması, yabancı düşmanlığının yükselişe geçmesi, göçmenlerin sınır dışı edilmesine yönelik yasaların birbiri peşi sıra sökün etmesi işçi sınıfı açısından tehlikeli bir gidişata işaret ederken, Avrupa Birliği’nin de temelini oymaktadır. Ekonomik krizin sona ermek yerine derinleşmeye devam etmesi ulus-devletler arasındaki çatışmayı kızıştırırken, üye devletlerin Avrupa Birliği’nin “genel” çıkarları doğrultusunda değil kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri, bırakalım birliğin daha da derinleştirilip ilerletilmesini, mevcut halinin bile korunmasının ne denli zorlaştığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Eski Alman başbakanı Helmut Schmidt’in, Avrupa Birliği’ne yönelik olarak, “ne ortak bir iktisadi veya mali politika, ne ortak bir dış politika ve güvenlik politikası (bakınız Libya), ne de ortak bir enerji politikası mevcut” şeklindeki sözleri durumu gayet güzel özetliyor aslında. Tüm çelişkileri ve çatışmaları içinde Avrupa Birliği’nin emperyalist bir birlik olduğu ve burjuvazinin sınıfsal çı-
marksist tutum
karları temelinde inşa edildiği açıktır. Peki ya işçi sınıfının birliği? Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da işçi sınıfı ekonomik krizin ve emperyalist savaşın ağırlaştırdığı bir yıkım tablosuyla karşı karşıyadır. Burjuvazi saldırılarında sınır tanımazken, proletaryanın birlik ihtiyacı her zamankinden daha yakıcı bir hale gelmiştir. Burjuvazi kendi çıkarları gereği emperyalist birlikler oluştururken, işçi sınıfının çıkarları enternasyonalist bir birliği ve burjuvaziye karşı ortak bir mücadeleyi gerektirmektedir. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “Günün yakıcı sorunlarına işçi ve emekçi kitlelerden yana çözüm sunabilmek, mevcut işleyişi aşan devrimci bir alternatif dikmeyi gerektiriyor. Ve günümüz dünyasında savunulması gereken bu alternatif, globalleşen dünyaya denk düşecek bir işçi iktidarından başkası olamaz. “Avrupa’nın birliği söz konusu olduğunda da çözüm yolu nettir. Üretici güçlerin bugün geldiği düzeyde insanlığın çıkarları, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen temelinde bütünleşmeyi dayatmaktadır. Avrupa’nın, emperyalist güçler arasındaki kapışmalar, yine bu güçler tarafından körüklenen ulusal çatışmalar nedeniyle parçalanmasının önüne ancak işçi iktidarı altında ulaşılabilecek bir birlik son verebilir. O nedenle, kapitalistlerin «Avrupa Birliği» programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler. Açıktır ki, dünyamızın gün geçtikçe içine çekilmekte olduğu devrimci çalkantılar döneminde, işçi sınıfının devrimci çözüm önerileri kitleler nezdinde giderek çok daha fazla yankısını bulacaktır.” (age) __________________ * 1995 yılında uygulamaya konan ve o tarihten bu yana yeni katılımlarla 25 Avrupa ülkesini kapsar hale gelen Schengen antlaşması, anlaşmayı imzalayan ülkelerin vatandaşlarına vizesiz dolaşım hakkı tanıyor. Schengen bugün, İngiltere, İrlanda, Bulgaristan, Romanya ve Kıbrıs dışındaki 22 AB üyesi ülkeyle birlikte, AB dışındaki üç ülkeyi (İsviçre, Norveç ve İzlanda) kapsıyor.
17
Büyük Birader İşbaşında Suphi Koray
18
B
ilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından 22 Ağustosta devreye gireceği belirtilen internet filtreleme sistemi, seçim, Kürt sorunu ve Arap coğrafyasında yaşanan gelişmelere rağmen yoğun gündemde kendine yer bulabildi. BTK’nın adını “Güvenli İnternet Hizmeti” koyduğu uygulama azımsanmayacak bir tepkiye yol açtı. Başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde internete sansür yürüyüşlerle protesto edildi. Böyle bir tepkinin oluşmasına sebep olan önemli faktörlerden biri internetin insanların hayatında kapladığı alanın oldukça genişlemiş olmasıdır. İnternet 90’lı yılların başında ortaya çıktı ve giderek yaygınlaştı; bu gün ise iletişim ve eğlencenin vazgeçilmez araçlarından birisi konumuna gelmiş durumda. Son istatistiklere göre tüm dünyada internet kullanıcısı sayısı iki milyara yaklaşmış durumda. Bu da dünya nüfusunun üçte biri anlamına geliyor. Türkiye’de bu oran çok daha fazla. Türkiye’de 9,5 milyon internet abonesi, 40 milyona yakın internet kullanıcısı var ki, bu, nüfusun yarısından daha fazla bir kitleyi kapsıyor. Ancak Türkiye, sadece internet kullanımı bakımından değil, aynı zamanda internet sitelerinin yasaklanması bakımından da istatistiklerin üst sıralarında yer alıyor. Çin, İran, Kazakistan, Kuzey Kore, Tunus, Türkiye ve Suudi Arabistan siyasi sansürün en yoğun olduğu ülkelerden bazıları. Bazı kaynaklara göre Türkiye’de şu anda 13 binden fazla site yasaklı. Ancak bu konuda uzun zamandan beri resmi bir açıklama yapılmadığı için tam sayıya ulaşılamıyor. Yasaklı sitelerin arasında sosyalist ve Kürt yayınların internet sitelerinin olduğunu söylemeye gerek bile yok. En büyük yasaklama ise internet kafelerde. Telekomünikasyon İletişim
sayı: 75 • Haziran 2011
Başkanlığı’nın (TİB) belirlediği yüz binlerce site yasak kapsamında. Çıkarılan yönetmelikle internet kafelerde BTK onaylı filtreleme programlarının kullanılması zorunlu hale getirildi. Bu filtreleme programlarının listelerine devletin uygun görmediği bir site hiçbir gerekçe gösterilmeden konulabiliyor. Sadece sitenin tamamı değil, bazen de bir sitenin belirli bölümleri engellenebiliyor. TİB, internet içeriğini engelleme yetkisini 5651 sayılı kanundan alıyor. Bu yasaya göre tanımlanmış “katalog suçlar” kapsamına giren içeriğe sahip siteler, TİB tarafından mahkeme kararına dahi gerek duyulmadan kapatılabiliyor. Nitekim şu anda yasaklı bulunan sitelerin büyük çoğunluğu için herhangi bir mahkeme kararı bulunmuyor. Yasaya göre suç unsurları şunlar: intihara yönlendirme, çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma, sağlık için tehlikeli madde temini, müstehcenlik, fuhuş, kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçları. Mezkûr “katalog suçlar” bunlar. Ayrıca 1951’den kalma Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanunda yer alan suçların işlenmesi de yasaklanma sebebi. Ancak TİB faaliyet alanını bu yasayla sınırlandırmıyor. Yasadaki suçlar kapsamına girmese de keyfi bir biçimde bazı siteler yasaklanabiliyor. “Katalog suçlar” ile mücadele amacıyla internetin denetlendiğinin öne çıkarılmasının bir sebebi var. Toplum nezdinde yasaya ve ona bağlı anti-demokratik uygulamalara bir meşruiyet kazandırılmak isteniyor. Oysaki bu suçların hemen hepsi sanal ortama gerek kalmadan gerçek âlemde işleniyor. Üstelik devletin bilgisi ve kontrolü dâhilinde! Kapitalizm varlığını koruduğu sürece de bu durum devam edecektir. 5651 nolu yasanın çıkarıldığı dönemde de bu taktik izlenmişti. Medyada çocuk pornosu meselesi gündemin önemli maddelerinden biri haline getirilmiş, Türkiye’nin bu konuda uluslararası merkezlerden biri olduğu vurgulanmış ve dolayısıyla internet denetimi için yasaya ihtiyaç olduğu kitlelere kanıksattırılmıştı. Sonuç olarak nur topu gibi bir internet yasamız olmuştu. İnternet sansürü bu sefer daha güçlü bir tepkiyle karşılaşınca BTK basın açıklaması düzenlemek zorunda kaldı. Açıklamalarında özetle “vallahi billahi sansür yok, fişleme yok” dediler. Ulaştırma Bakanı Yıldırım “İnterneti yasaklayan karşısında beni bulur” dedi. Ne var ki bu açıklamalar ne samimi, ne de güvenilir! Ardı ardına yapılan bu açıklamalar oluşan tepkinin dindirilmesine yönelik. 25 Mayısta sansüre muhalif kesimlerin de katıldığı bir toplantı düzenlemelerinin amacı da aynı.
Ne değişecek? 22 Ağustostan itibaren tüm internet sağlayıcı firmalar kullanıcılara dört seçenek sunmak zorundalar: standart profil, yurtiçi profil, aile ve çocuk profilleri. Yurtiçi profiline bağlı olanlar adından anlaşıldığı üzere sadece yurtiçinden yayın yapan sitelere girebilecekler. Çocuk profilinde
marksist tutum
olanlar BTK’nın “beyaz” listesi içinde yer alan sitelere girebilecek, aile profilinde olanlar ise yine BTK’nın hazırlayacağı “kara” listede olan sitelere giremeyecekler. Standart profilin ise bugünkü durumla aynı olduğunu söylüyor BTK. Ama kazın ayağı öyle değil. BTK standart profilin mevcut durumdan farklı olmadığını, isteyenin mevcut durumunda kalabileceğini, zorunluluk olmadığını söylüyor ama detaylı bilgi vermiyor. Binlerce yasaklı siteden anlaşıldığı üzere internet şu anda zaten sansürleniyor. Ancak bu yasaklar DNS ayarlarının değiştirilmesi gibi çeşitli teknik yöntemlerle aşılabiliyor. 2,5 sene engellenen Youtube sitesine bu yöntemle ulaşılabiliyordu. Oysa 22 Ağustostan sonra bunun yapılmasının önüne geçilecek. BTK’nın yayınladığı kararın 11. maddesi, “İşletmeciler, filtreleme işlemini etkisiz kılmak için uygulanan filtre aşma yöntemlerinin engellenmesi amacıyla çalışma yapmak ve söz konusu çalışmanın sonuçlarını periyodik olarak Kuruma iletmekle yükümlüdürler. Filtre aşma yöntemlerinin engellenmesi için gerek görülmesi halinde Kurum tarafından düzenleme yapılabilir” demektedir. Dolayısıyla “standart profil için bir şey değişmeyecektir” savunması koca bir yalandır. Çocuk ve aile profilleri, çocuklarının internetin zararlarından korunabileceği düşüncesiyle bazı aileler tarafından olumlu karşılanabilmektedir. Oysa isteyen ailelerin
19
marksist tutum
Haziran 2011 • sayı: 75 Hayata geçirilmek istenen uygulama tek tipleştirme, fişleme ve sansürleme operasyonudur. Devlet “sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ben bilirim” demektedir. Bireylerin kendi düşünceleri doğrultusunda özgürce karar vererek interneti kullanmasını engellemek istemektedir. Düzene muhalif görüşlerin geniş kitlelere ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar. Hayatın her alanında olduğu gibi internette de herkesi kontrol altına almak istiyorlar.
bunu çeşitli filtreleme paketleri aracılığıyla bireysel olarak sağlamaları zaten mümkünken, devletin bu işe burnunu sokmasının hiç de iyi niyetli olmadığı açıktır. Hangi internet sitesinin zararlı, hangisinin yararlı olduğunu kim belirleyecek? Kime göre zararlı, kim için zararlı? Bu soruların cevapları burjuvazinin ve kapitalist devletin tüm topluma kendi ideolojisini zerk etmeye çalıştığını bilenler açısından bellidir. BTK’nın “ak” ve “kara” listeleri, bağlı olduğu burjuva devletin, dolayısıyla kapitalizmin çıkarları doğrultusunda belirlenecektir. Örneğin bu derginin web sitesi bugün internet kafelerdeki filtreleme programlarınca keyfi olarak engellenirken, bu yasa çıktığında “ak” listeye alınmayacağı da açıktır. Çünkü burjuva ideolojisine göre devrimci Marksist fikirler bir çocuk için zararlıdır. Hatta kapitalizm açısından yetişkinler için de zararlı olduğu için kara listeye de alınabilir. Bu listelerin hangi kritere göre belirleneceği muğlâk olduğu için bugünkünden çok daha sıkı bir sansür döneminin başlayacağı ortadadır. Dolayısıyla birçok muhalif, sosyalist ve Kürt internet sitesinin engellenmesinin altyapısı oluşturulmaktadır. Asıl amaç budur. Müstehcenlik, fuhuş ve kumar gibi suçların engellenmesi işin kılıfıdır sadece. Bu uygulama tek tipleştirme, fişleme ve sansürleme operasyonudur. Devlet “sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ben bilirim” demektedir. Bireylerin kendi düşünceleri doğrultusunda özgürce karar vererek interneti kullanmasını engellemek istemektedir. Düzene muhalif görüşlerin geniş kitlelere ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar. Hayatın her alanında olduğu gibi internette de herkesi kontrol altına almak istiyorlar. BTK herkesi fişlemek istiyor; böyle bir teknolojiye sahip olmadıklarını söyleseler de
20
işin aslı öyle değil. Böyle bir teknolojiye sahip değillerse 300 milyon web sitesini nasıl inceleyip “kara” listeler oluşturacaklar? Bunu yapabiliyorlarsa diğerini de yapabilirler. Burjuva devletlerin interneti zapturapt altına almak istemelerinin sebebi, internetin toplumsal muhalefetin elinde bir araç haline gelmesinin önüne geçmektir. Hiç kuşku yok ki, burjuva düzenin alaşağı edilmesi “internet devrimi”yle olmayacaktır, burjuva düzeni ancak bir işçi devrimi yıkabilir. Ancak burjuvazi, kitlesel bir iletişim ağının hiçbir şekilde kendi düzenine karşı kullanılmasını istemiyor ve bunun önüne geçmeye çalışıyor. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir. AB ülkeleri internet denetimi için yeni kriterler devreye koymayı planlıyorlar bugünlerde. Hakeza 26-27 Mayısta G-8 ülkeleri internetin kullanımının denetlenmesi amacıyla Paris’te internet tekelleriyle bir araya geldiler. E-G8 adı verilen bu zirvede hükümetler “terör tehdidi” , “güvenlik” gibi konseptleri öne çıkararak internet kontrolünü meşrulaştırmaya çalıştılar. Açık toplantılarda “özgürlüğe” vurgu yapılsa da, kapalı kapıların ardında yapılan toplantıların sonuçlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Büyük birader bizi gözetliyor Cep telefonlarının bile dinlenebildiği ve arşivlendiği ortadayken kimin internette nereye girdiğinin kaydının tutulmadığını düşünmek abestir. Ortaya çıkan bazı skandallar bunu açığa çıkarıyor. Google kablosuz ağlardaki verileri “yanlışlıkla” topladığını itiraf etti. Iphone telefonunun kullanıcılarının lokasyon bilgilerini topladığı iddia edildiğinde Apple suçlamayı kabul etmese de sonunda iti-
sayı: 75 • Haziran 2011
raf etmek zorunda kaldı. Telekomünikasyon şirketlerinin hepsi mobil kullanıcılarının bilgilerini merkezi sunucularına gönderiyorlar. Bunlar sadece ortaya çıkanlar. Gerçekte tüm toplum gözetleniyor. Büyük birader işbaşında! Bu veriler kimi zaman ticari amaçlı olarak büyük şirketlere satılıyor, kimi zaman da istihbarat kurumlarına veriliyor. Facebook, Google gibi internet sitelerinin kullanıcı bilgilerini CIA ile paylaştıkları sır değil. Fişleme ve gözetleme sadece internetle de sınırlı değil. Teknolojik düzeyin üst düzeylere çıkmış olması burjuvaziye hayatın her alanını izleme imkânını sunuyor. Sokaklar, işyerleri ve okullar kameralarla günün 24 saati izleniyor. “Büyük birader” gerçek olmuştur. Tek farkla ki, sokaklardaki “Büyük Birader sizi izliyor” afişlerinin yerini bizzat kameraların kendisi almıştır. Sadece İstanbul’da yüz binin üzerinde kameranın olduğu tahmin ediliyor. İngiltere’de ise bu rakam 4 milyonun üzerinde ve her 14 İngiliz vatandaşına bir kamera düşüyor. Dünya genelinde ise 45 milyon kamera olduğu söyleniyor. Türkiye’de “suçu önlemek” amacıyla 2005 yılından beri başta İstanbul olmak üzere birçok ilde Mobese kameralar kullanılmakta. İstanbul’daki Mobese kameraların sayısı 4 binden fazla ve bu sayının on bine çıkarılması hedefleniyor. Mobeselere takviyeler özellikle 1 Mayıs ve Newroz öncesinde yapılıyor. Kürtlerin ve emekçilerin yoğun olduğu semtler ile kutlamaların yapılacağı alanlara yeni özelliklere sahip kameralar kuruluyor. Geçen sene Newroz’dan önce Kazlıçeşme Meydanı’na, ondan önceki sene de 1 Mayıs öncesinde DİSK binasının önüne yeni Mobese kameralar takılmıştı. Amaç ezilenleri ve sömürülenleri baskı altına almak ve korkutmak, denetim altına alınmış, sessiz, boyun eğen bir toplum yaratmaktır. Emniyet kendi çıkarları gereği bu kameraları devre dışı da bırakmaktadır. Örneğin, 2008 1 Mayıs’ında Taksim-Harbiye civarındaki kameralar Valilik kararıyla devre dışı bırakıldı. Böylece polisin göstericilere uyguladığı şiddet kameralara yansımadı. Burjuvazinin ideolojik saldırıları, onun korkusunun bir ifadesidir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Kapitalizm yıkılmaya mahkûmdur! Kapitalizme son verip sınıfsız bir dünyanın yolunu açacak olan örgütlü işçi sınıfıdır. Ne “büyük birader”, ne onun kameraları, ne sansürü, ne de başka bir baskı yöntemi tarihsel haklılığı olan işçi sınıfının burjuvaziyi alt etmesini engelleyebilir. Telefon konuşmaları da dinleniyor. GSM şirketleri abonelerinin bilgilerini 5 yıllık süreyle saklıyorlar. Bu durum Ergenekon davası sırasında açığa çıktı. Buna göre GSM şirketleri müşterilerinin kiminle görüştüğünü, mesajlaştığını ve cep telefonunun baz istasyonu sinyal bilgilerini 5 yıl süreyle kayıt altında tutuyor. Bu süre ABD’de 2, İtalya’da 5, İngiltere’de ise 1 yıl. Yani attığımız her adım takip altında. Üstelik istenildiğinde belirli bölgelerdeki tüm konuşmaların dökümü alınabiliyor. Örneğin 2009
marksist tutum
yılında mahkeme kararıyla Ankara’da üç saat boyunca 25 baz istasyonundan yapılan tüm konuşmalar dinlendi ve dökümü alındı. Bunlar mahkemelerin yasadışına çıkarak verdiği kararlar sonucu yapıldığı için büyük resmin çok küçük bir kısmını gösteriyor. Hiçbir mahkeme kararı olmadan da istihbarat birimleri istedikleri gibi telefonları dinleyebiliyorlar. Fişlenme sadece cep telefonu ve internet ile de sınırlı değil. Finans kapitalin herkese dayattığı kredi kartı da bir takip aracı olarak kullanılıyor. Kredi ve banka kartlarıyla yapılan alışverişlerde kimin nerede, ne zaman alışveriş yaptığı bilgisi kayıt altına alınıyor. Bankalar bu bilgileri düzenli olarak devlete göndermekle yükümlüler. Görünen o ki kapitalizmin içine girdiği derin sistem krizi burjuvazinin ödünü patlatıyor. Latin Amerika’dan sonra Arap coğrafyasında halk ayaklanmalarının gerçekleşmesi, Avrupa’da kitlesel grevlerin yaygınlaşması düzenin eteklerini tutuşturmuştur. Komünistleri dinozor ilan etseler de, işçi devrimleri çağının geçtiğini avazları çıktığı kadar bağırsalar da, gerçekleri değiştirmeye güçleri yetmeyecektir. Burjuvazinin bu ideolojik saldırıları, onun korkusunun bir ifadesidir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Kapitalizm yıkılmaya mahkûmdur! Kapitalizme son verip sınıfsız bir dünyanın yolunu açacak olan örgütlü işçi sınıfıdır. Ne “büyük birader”, ne onun kameraları, ne sansürü, ne de başka bir baskı yöntemi tarihsel haklılığı olan işçi sınıfının burjuvaziyi alt etmesini engelleyebilir.
21
YGS Rezaleti Ilgın Çevik
Ü
niversiteyi kazanmanın bir meslek edinebilmek ve insanca yaşayabilecek bir iş bulmak için zorunlu olduğu fikri genel olarak öğrenciler ve aileleri arasında çok yaygın. Bu bakış açısıyla gençlerin her şeyleriyle kendilerini üniversite sınavını kazanmaya endekslemeleri sınavın önemini bir kat daha arttırıyor. Aileler boğazlarından kesip çocuklarına sınav bütçesi ayırıyorlar. Gençler, kapitalist sistemde üniversitelilerin de işsiz olduğunu kabullenmekten uzak, gelecek hayallerini bu sınava bağlıyorlar. Burjuvazi işçi ve emekçi çocuklarını, “eşit eğitim ve adaletli sınav sistemi” yalanlarıyla uzun yıllar uyuttu. Ancak son yaşanan sınav rezaletiyle bir kez daha ortaya çıktı ki, ne eşit eğitim ne de adaletli bir sınav söz konusudur. 27 Martta üniversite sınavının ilk basamağı olan YGS sınavı yapıldı. 1 milyon 700 bine yakın öğrencinin girdiği bu sınavın ardından sınav uygulamasına dair hatalar skandalı devam ediyor. Soru kitapçıklarındaki yanıtların belli bir kalıba göre hazırlandığı, “şifreli” olduğu ortaya çıktı. Bunun önce yalan olduğu söylendi, ardından “sehven” açıklaması yapılarak hata kabul edildi. Devletin zirvesi hatayı “hatacık” olarak görmüş olacak ki, “hata yok” demekte gecikmedi. Ancak birkaç hafta sonra tesadüfe bakın
22
ki bu kez de ALES kitapçıklarının hatalı ve eksik basıldığı ortaya çıktı. Öğrenciler “şifre”yle ilgili bir açıklama ve iptal kararı beklerken, YGS sınavının fen bölümünün çeşitli hapishanelerde (sınava çok sayıda mahkûm da girmişti) ve ALES’in İzmir’de tekrar edilmesine karar verildi ve sınavlar yeniden yapıldı. Bunlar yetmiyormuş gibi YGS puanlarının yanlış hesaplandığı da ortaya çıktı. Sınav süreci ardı ardına yaşanan rezaletlerle dolu. Bu hatalar ne ilk ne de son olacak. Unutmayalım ki aynı rezalet geçen yıl da gene yüz binleri ilgilendiren KPSS sınavında yaşanmıştı. Sorular çalınmış ve bu nedenle de sınav yeniden yapılmıştı. ÖSYM’nin gerçekleştirdiği neredeyse tüm sınavlarda birtakım şaibelerin olması artık sıradan bir durum halini aldı. Bu elbette ki geçmişte yapılan sınavların objektif ve hatasız olduğu anlamına gelmiyor. Kapitalist cendere içinde gençler “parayı verenin düdüğü çaldığına” tanık oluyorlar. Bu düdük kimi zaman kadrolar, kimi zaman sorular olabiliyor. Peki bu rezalete, devletin güvenilir kurumu olarak gösterilen YÖK’ün, “bağımsız” yargının, cumhurbaşkanının, başbakanın, muhalefetin, öğrencilerin tepkisi ne oldu? ÖSYM ve YÖK alelacele “hata yok” diyerek öne atılıp, ardından “sehven” hata olmuştur açıklamasında bulunmuştur. Hesap verme kaygısından uzak, adaylara “bize
sayı: 75 • Haziran 2011
güvenin” mektubunu göndermişlerdir. Oysa bir önceki ÖSYM başkanı tam da bu nedenlerle istifa ederek görevinden ayrılmıştı. Gene devletin en tepesinde cumhurbaşkanı da bu sınavın gençleri nasıl etkilediğini unutmuş olacak ki, “ben tatmin oldum” diyerek olayın bir an önce kapanmasını temenni etmiştir. İktidar cephesine gelince, o da daha büyük bir acelecilikte bulunarak balığın baştan koktuğunun örneğini sunmuştur. AKP hükümeti, KPSS rezaletinden sonra boşalan ÖSYM koltuğuna kendine yakın isim Ali Demir’i getirmiş, o da yetmezmiş gibi teknik kadroda kendi kadrolaşmasını oturtmak kaygısıyla alelacele ve acemice değişikliğe gitmiştir. Yeni kadrolar da kendisini işin başına getirenlerin gözüne girmek için daha 6 ay geçmeden sınav uygulamalarına yönelik köklü bir değişikliğe girişmişlerdir. Sonuç ortada… Sorumluluğu üstlenmek yerine yeni kadrolar eski kadroları suçlayarak olaydan sıyrılmaya çalışmışlardır. Hata kabul edildikten sonra telafi edilmek yerine başbakan Erdoğan sınav rezaletini protesto edenleri fırçalamıştır. Bu skandalın ardından, AKP kulislerinde, ilk kez oy verecek olan gençlerin ve bu skandaldan etkilenenlerin seçimi nasıl etkileyeceği uzun uzun konuşulmuş olmasına rağmen sınav iptal edilmedi. Bu noktada da mahkemeler, cumhurbaşkanı, başbakan, ÖSYM ve YÖK başkanları hemfikir oldular. Ardından sıra kamuoyunu susturmaya gelmişti. Başbakan bu işi iyi biliyordu, bir taraftan gençler alanlara çıkmamak konusunda uyarılıyor, öte yandan okul müdürlerince korkutulmaya çalışılıp eylemleri engellenmeye uğraşılıyordu. Erdoğan özellikle protesto edenleri bir taraftan küçümser gözüküyor, diğer taraftan protestoları provokasyon olarak değerlendiriyordu. “Onların karşısına ben de on binleri çıkartırım” diyerek gençlere gözdağı veriyor, işin meydanlara çok da dökülmesini istemiyordu. Muhalefet ise bu skandalı kendi çıkarları için kullandı. CHP’nin samimi olmayan ve en az iktidar kadar ikiyüzlüce tavrı ayan beyan ortadadır. Seçim arifesinde herhangi bir tutarlılığı olmayan CHP ne hikmetse bu sorunla çok alâkadar gözüktü. Bu skandala “koyun can derdindeyken kasap et derdinde” misali yaklaşan CHP’nin derdi elbette ki gençler ve onların gelecekleri, sorunları değildi. Öyle olsa işsizliğe karşı etkin bir mücadele programları ve bu programı uygulama niyetleri olurdu. Öyle olsa yıllardır gençlerin yaşamlarını yitirdikleri haksız savaşa karşı koyarlardı. Hesap ortadaydı. 1 milyon 700 bin öğrenci, ailesiyle birlikte 6 milyon ederdi. Bu da iyi oy demekti, o halde bu sorunla ilgilenmek kârlı olabilirdi, onlar da bunu yaptılar.
Öğrencilerin tepkileri ve çıkan dersler Öncelikle, özellikle liseli gençliğin kendisini ilgilendiren bu konuya tepkisiz kalmaması ve gençlerin sokaklara çıkıp bu rezaleti protesto etmeleri önemlidir. Bu kuşak ilk kez boykot eylemleri yapıyor. Mitinglerle, yürüyüşlerle
marksist tutum
Türkiye’nin dört bir yanında seslerini duyurmaya ve mağdur olanları birleşerek protestoya çağırıyorlar. Üstelik bu eylemlerini alt sınıflardaki öğrencilere anlatarak, onları da katmaya çabalıyorlar. Bir taraftan da alanlara çıkmak konusunda ailelerini ikna etmeye çalışıyorlar. Yeterince güçlü ve en önemlisi de örgütlü olmadıkları için taleplerini kabul ettiremeseler ve sınavı iptal ettiremeseler de, tüm bunlar onların kendi deneyimleri açısından önemlidir. Yıllardır onlara tek bir şey öğretilmişti. Siyasete bulaşma! Ancak belirleyen değilsen belirlenensindir. Bugün de gençlerin gelecekleri gene aynı siyasi kaygılarla göz ardı ediliyor. Gençlerin nedense bilinçli ve haklı talebi ya statükocuların siyasi istismarına konu oluyor ya da provokasyon olarak değerlendiriliyor. Bunda gençlerin daha önce eğitim, sağlık, sosyal haklar anlamında alanlara çıkmamalarının da payı büyük. Çünkü işçi sınıfıyla bağları kurulamamış, mücadele deneyiminden yoksun, örgütlü olmaktan korkan ve korkutulan bu genç kuşak başına taş düştüğünde ne yapacağını bilemez halde. Tıpkı ücret kesintisi yapılan, işten atılan, uzun çalışma saatlerinde ömürleri tükenen anne-babaları gibi. Onlardı “siyasete bulaşmayın” diyen ve onlardı gene mücadele etmeyi çocuklarına öğretmeyen ve kendisi de örgütlü mücadeleden uzak duran. Ancak siyaset yaşamın kendisi. Saldırılara, haksızlıklara, adaletsizliğe örgütlü bir mücadeleyle karşı durmadan ne işçi sınıfının ne de gençlerin sorunları çözülebilir. Bugün sınav hatasız uygulansaydı bile gene aynı gençlerin iş ve güvenceli bir yaşam talebi için örgütlenerek sokaklara çıkmaları gerekirdi. Siyaseti tam da işçiler ve onların çocukları yapmalı. Sınav mağduru çocuklar bu eylemlerde CHP’ye, Abbas Güçlü’ye, sanatçılara vb. güvendiler. Ancak büyük bir çoğunluğu gerçek gücün örgütlü mücadelede olduğunu henüz bilmiyor. Bu sorunu sendikaların da sahiplenmesi ve örgütlü bir tepki ortaya konması gerekiyordu. Ancak bu olmadı. Öğrencilerin gerçekleştirdiği boykot, Eğitim-Sen dışındaki sendikaların gündemine bile girmedi. İşçi olduğunu unutan ve öğrencileri eyleminin olduğu saatlerde sınıflara kapatan geri bilinçli öğretmenler de yok değildi. Eğitimde “fırsat eşitliğinin” sağlanabilmesi için, üniversite sınavının yeniden uygulanmasını ya da sınav sisteminin değiştirilmesini değil, sınavın ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyoruz. Fakat bunun da ötesinde, gerçek eşitlikten ancak toplumsal anlamda bir eşitlik varsa söz edilebilir. Böylesi bir toplumsal eşitliğin sağlanmasının yolu ise kapitalizmin ortadan kaldırılmasından geçiyor. Üniversite sınavları kaldırılsın! Dershaneler, özel liseler ve üniversiteler, parasız eğitim kurumlarına çevrilsin! Gerici, şoven eğitime son! Bilimsel ve demokratik eğitim! Tüm çalışanlara parasız öğrenim hakkı ve öğrenim görme olanağı! Tüm üniversite öğrencilerine iş olanağı!
23
Kolonyalizmden Elif Çağlı’nın “Kolonyalizmden Emperyalizme” adlı kitabının ilk iki bölümünü dört kısım halinde yayınlıyoruz.
Sömürgeci yayılmacılık ve değişim Sömürge sözcüğü, Avrupa dillerindeki karşılığıyla koloni, metropol ülkeye bağlamak üzere bir başka memlekette yerleşilen yer demektir. Kolonyalizm ise, yeni topraklar ele geçirme, sömürgeci yayılmacılık anlamına gelir. Kapitalizm altında sömürgecilik, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla uzanan ticari kapitalizm (merkantilizm) döneminde, özellikle coğrafi keşiflerde ve denizaşırı toprakların fethinde somutlandı. Bu yayılmacılık, sömürgeleştirilen ülkenin zengin hammadde kaynaklarına el konması, metropol ülkenin fazla nüfusunun bu yeni topraklara yerleştirilmesi üzerinde yükseldi. Özellikle geniş bir sömürge imparatorluğuna dayanan İngiltere, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de (18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl) bu avantajı sayesinde güçlü bir sermaye birikimi sağladı. Sanayi üretiminde atılım yaptı ve dünya ticaretinde üstünlüğü uzun süre elinde tuttu. Tüm bu süre boyunca karşısında rakip görmeyen İngiliz kapitalizmi, dünya pazarındaki konumuna güveniyor ve uluslararası ekonomik ilişkileri, artık sanayi yatırımlarının ağır basacağı yeni temellerde geliştirmeye hazırlanıyordu. Bu nedenle o dönemlerin önde gelen bazı İngiliz devlet adamları, yeni sömürgeler elde etmek uğruna ek masraflar yapılmasını gereksiz bir harcama olarak değerlendirmeye başlamışlardı. Nitekim Lenin’in de belirttiği gibi, Disraeli daha 1852’lerde, “sömürgeler boynumuza asılmış değirmen taşlarıdır” demişti. Fakat İngiltere 19. yüzyılın son çeyreğinde bu üstün konumunu yitirmeye başladı. Çünkü, İngiltere örneğini izleyen diğer Avrupa ülkeleri de (özellikle Almanya ve
24
Fransa) kendi koruyucu gümrük duvarlarını çekerek geliştiler ve İngiltere’yle rekabet etmeye giriştiler. Ne var ki, geniş sömürge imparatorluğunun İngiliz kapitalizmine sağladığı avantaj, bu rekabet mücadelesinde diğer Avrupa ülkeleri için büyük bir dezavantaj oluşturmaktaydı. Aralarındaki kapitalist yarışta mesafeyi kapatma amacıyla diğer ülkeler de depara kalkınca, 19. yüzyılın son çeyreğinde dünya yeni sömürge fetihlerine sahne oldu. Değişen koşullar, değişen politikalar anlamına gelir. Yeni sömürgeler elde etmek uğruna kapitalist ülkeler arasındaki rekabet mücadelesi kızıştıkça, İngiliz devlet adamlarının bu koşullara denk düşecek farklı strateji arayışları da belirginleşecekti. Bir zamanlar kendilerini dünyanın tek ve mutlak egemeni olarak son derece rahat hissettikleri o eski ruh hallerinden uzaklaştılar. Sömürgeciliğin faziletleri üzerine yeniden nutuklar atmaya başladılar. Bu bağlamda en iyi bilinen örneklerden biri olan Cecil Rhodes’in 1895 tarihindeki sözleri dikkat çekicidir: “Birleşik Krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide sorunudur. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.”1
Emperyalizme /1 Elif Çağlı
Görüldüğü gibi, sömürgeci rekabet yükseldiğinde uyanık İngiliz devlet adamları, “fazla nüfusu yerleştirmek”, “fabrikalar ve madenlerin ürünleri için yeni pazarlar kazanabilmek” amacıyla “yeni topraklar elde etmek” arzusunu dile getirmekteydiler. Her ne kadar Rhodes, “iç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız” diyorsa da bunu Birleşik Krallığın eski tarz imparatorluğunu genişletmek anlamında kullanıyordu. Bu istem, o eski bildik kolonyalizmin ifadesinden başka bir şey değildi. Böylece, aslında kapitalist gelişme yeni ihtiyaçları, örneğin sermaye ihracını, sömürgelerde yatırım yapıp pazarı genişletmeyi vb. dayatırken, güçlenen kapitalist ülkeler hummalı bir şekilde yeni sömürgeler elde ederek dünya topraklarını paylaştılar. Nitekim, Lenin’in Emperyalizm kitabında, 19. yüzyılın son çeyreğinde tırmanan sömürge fetihleriyle ilgili olarak verdiği tablolar2, kolonyalizm temelinde dünya topraklarının paylaşımının tamamlanmasını sergileyen somut göstergelerdi. Şöyle diyordu Lenin: “İlk kez olarak, dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ilerde ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir «efendi»nin sahip olması yerine, toprak bir «sahip»ten diğerine geçebilir.”3 Sömürgeci yayılmacılık, ulusal sınırların ötesinde yeni topraklara el koymayı, oraları sömürgeleştirmeyi gerektiriyordu. Sömürgeleştirme, açık siyasal ilhaka, yani boyun
eğdirilen ülkenin bağımsız siyasal ve hukuksal varoluş hakkının ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Böylece sömürgeci ülke, sömürge durumuna düşürülen ülke üzerinde ekonomik, siyasal, hukuksal, askeri her türlü tasarruf hakkını kendi eline geçirmiş oluyordu. Ve bu, egemen ülkenin egemenlik altına alınan ülke üzerinde kurduğu mutlak tekel hakkı demekti. Sömürge ülke efendi değiştirmediği sürece, bir başka ülkenin o toprak parçası üzerinde benzer bir hak iddiasında bulunması ya da benzeri ekonomik avantajları elde etmesi mümkün değildi. Başka bir ülkenin ekonomisi ya da siyaseti üzerinde hak sahibi olabilmenin yolu, siyasal ilhaktan, sömürgeleştirmekten geçiyordu. Ancak kapitalizmin yayılmacılığı hep bu minvalde devam etmeyecek, kapitalizm geliştikçe eşyanın doğası gereği egemenlik ilişkileri de değişime uğrayacaktı. Kapitalizmin tekelleşme doğrultusunda yol alması, yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticari ilişkilerin ağır bastığı ve coğrafi alan olarak daha küçük bir “dünya”dan, daha üst düzeyde yeni bir boyuta sıçranmasını sağlamıştır. Kapitalizmin emperyalizm aşaması, sanayileşmenin devasa boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında bir dünya sistemine dönüştüğü yeni bir dönemi başlatıyordu. Daha önceki dönemlerin görece tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde muazzam atılımlar yapan tekelci güçlerin girift ilişkileri alıyordu. Değişik ülkelere ait mali sermaye grupları, yeni ekonomik ilişkiler kurmak üzere bağımsız ulus-devletlerin sınırlarını olduğu kadar, artık şu ya da bu egemen ülkeye ait sömürgelerin sınırlarını da aşıp geçmek, yeni pazarlara sızmak ihtiyacı içindeydiler. Mali sermaye, önündeki engelleri aşarak kârlı gördüğü her alana, her bölgeye, her ülkeye akmaya başladı. Artık, zayıf bir ülkede yalnızca tek bir egemen devletin borusunun öttüğü günler geride kalıyor ve böylece kolonyalizm dönemine özgü mutlak tekel duru-
25
marksist tutum
mu sarsılıyor ve giderek çözülüyordu. Emperyalizm döneminde, herhangi bir bölge ya da ülkede neredeyse tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin mutlak tekelini kurması, bir yandan büyük tekeller arasındaki muazzam rekabet, öte yandan mali sermaye grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün olmayacaktı. Emperyalist ilişkiler temelinde güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarındaki rekabet mücadelelerinde üste çıkmak için, rakip ülkenin sömürgeci avantajlarını zayıflatmaya, yok etmeye yönelik kurnazlıklarda ustalaşacaklardı. Örneğin her biri kendi sömürgesi üzerinde eskisi gibi hak iddia etmeyi sürdürürken, rakip ülkenin sömürgesinde ulusal bağımsızlık mücadelesinin destekçisi olmayı bile göze alacaklardı. Aslında kapitalist sistem açısından tehlike oluşturmadığı sürece –yani sömürge ülkelerde patlak veren ulusal mücadeleler bir işçi ayaklanmasına doğru ilerlemediği sürece–, bu tutumlarında şaşılacak bir yan yoktu. Çünkü sömürge statüsünden kurtularak kendi ulus-devletini kuran bir ülkenin, sıra ekonominin inşasına geldiğinde nasıl olsa kendi kapılarını çalacağına güveniyorlardı. Elbette ki, her gelişim sürecinin diyalektiğinde olduğu gibi bu tür değişimler akşamdan sabaha gerçekleşmez. Sömürgecilik döneminin avantajları üzerine basarak şimdi de emperyalist yayılmacılık temelinde güçlü bir konum elde etmek isteyenler, o eski avantajlı konumlarından gönül rızasıyla vazgeçmezler. Ne var ki, kimse uzun vadede gelişmenin ana doğrultusuna karşı koyamaz. İşte kolonyalizmden emperyalizme geçiş sürecinde de, sömürge ülkelerde yaşanan nice yapısal altüstlükler, ulusal başkaldırılar sonucunda diyalektiğin yasaları hükmünü icra etti.
Tekellerin oluşumu ve emperyalizme geçiş süreci Kapitalist yayılmacılık eğiliminin kolonyalizmden emperyalizme dönüşümü belirli bir tarihsel kesiti kapsar. Bu sürecin son dönemlerinde, yukarda değindiğimiz nedenlerle kapitalist sömürgecilikte muazzam bir nicel genişleme görülür. Böylece, aslında alttan alta emperyalist yayılmacılığın koşullarının oluştuğu yıllar, görünürde sömürgeci yayılmacılığın doruğu gibidir. Bu bir geçiş dönemidir. Şimdi kısaca bu döneme değinelim. Serbest rekabetçi kapitalizm olarak adlandırılan dönemin sonlarında, rekabetin tekelleşmeyi ortaya çıkardığı ve böylece kapitalizmin emperyalizm
26
Haziran 2011 • sayı: 75
aşamasına ilerlediği bir geçiş evresi (1870-1900) yaşandı. Sanayileşmede başı çeken ve birbirleriyle rekabet eden kapitalist ülkelerin ucuz hammadde kaynaklarına duydukları ihtiyaç, bu değişim dönemi boyunca inanılmaz ölçüde artmaktaydı. Bu nedenle kolonyalizmden emperyalizme geçiş sürecine, bu kapitalist ülkelerin sömürge alanlarını genişlettikleri ve bu temelde dünya topraklarını paylaştıkları bir sömürgecilik atılımı eşlik etti. Diğer yandan aynı dönem boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerden sömürgelere ve yarı-sömürgelere yapılan sermaye ihracı da ön plana çıkmaya başlamıştı. Kapitalist gelişmede önde giden ülkeler, kendilerine ait mamul mal ihracatının ve diğerlerinden hammadde ithalatının ulaşım maliyetini ucuzlatmak ve dünya ticaretini alabildiğine geliştirmek amacıyla sömürgelerde gerekli altyapıyı (demiryolları ağı gibi) oluşturmaya giriştiler. Bu yıllar, dünyaya artık mali sermaye egemenliğinin damgasını basacağı emperyalizm aşamasının henüz kendisi değil, fakat onun mayalanma ve hazırlanma dönemiydi. Nitekim, kapitalizmin emperyalist evresinin başlangıcı olarak 1870’leri gösteren değerlendirmeleri doğru bulmayan Lenin şöyle diyordu: “Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu.”4 Gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürgelerini genişlettikleri 1870-1900 yılları arasında, tekelci birlikler, kartel tipi oluşumlar önemli bir gelişme kaydetmekle birlikte henüz fazlaca yaygınlaşmış değildi. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesini, bu değişimin başlıca dönemeç noktaları itibarıyla sergilemeye çalıştı Lenin: “Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak fark edilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 19001903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.”5 Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelleşmesi ve iç içe geçmesi, kaynaşması yoluyla mali sermayenin oluştuğu süreci inceleyen Lenin’in vardığı sonuç ise şuydu: “Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemen-
sayı: 75 • Haziran 2011
liğinden mali-sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”6 Fakat 20. yüzyılın ilk dönemi, artık tüm bu yüzyıl boyunca yükselişe geçecek olan bu yeni kapitalizmin ekonomik çözümlemesi üzerinde yeterince yoğunlaşmaya fırsat vermeyecek fırtınalara gebeydi. Örneğin, o yıllarda patlak veren Birinci Dünya Savaşı karşısında komünistlerin alması gereken tutuma dair tartışmalar kaçınılmaz olarak ön plana çıktı. Devrimci Marksistlerin tartışmalarında, dünyanın yeniden paylaşılması temelinde yürüyen savaşın gündeme getirdiği sömürgeler sorunu ağırlık kazandı. Yine o dönemin somut koşulları nedeniyle, bu savaşın sonucuna ilişkin öngörüler arasında, sömürgelerin el değiştirmesi ve yarı-sömürge ülkelerin tamamen sömürgeleştirilmesi gibi hususlar da önemli bir yer tuttu. Çünkü 1876-1900 yılları arasında, sömürgeci İngiliz imparatorluğuna karşı aynı kulvarda rekabet mücadelesini sürdüren Almanya, İtalya ve Fransa yeni sömürgeler elde ederlerken, dünya da toprak bakımından paylaşılmıştı. Rekabetin salt bu temelde devam etmesinin sonucu, zaten paylaşılmış olan toprakları yeniden paylaşmak, yani birbirlerinin sömürgelerine göz dikmek ve yarı-sömürge konumuna düşmüş ülkeleri sömürgeleştirmek olabilirdi. Bu, o dönemin gerçekliğinin bir yönünü, fakat çarpıcı bir yönünü oluşturuyordu. Bu gibi sorunlar o dönem için gerçekten yakıcı sorunlardı ve II. Enternasyonal’de ortaya çıkan sosyal-şovenizm eğilimine karşı Lenin’in yürüttüğü teorik mücadelenin de konusuydu. Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” çözümlemesi de, kapitalizmin girdiği yeni aşamanın savaşlara bir son verebileceği ve bir “barışçı kapitalizm” çağını açabileceği yalanını içermekteydi. Üstelik bu düşünceler, tam da Birinci Dünya Savaşının patladığı konjonktürde, sömürgeleri yeniden paylaşmak uğruna yürütülen amansız savaşların ortasında, bir zamanlar Marksizmin papası kabul edilen Kautsky tarafından dile getirilmekteydi. Kızgın savaşların ortasında “barışçı kapitalizm” düşleri yayan Kautsky gibi tehlikeli döneklere karşı ideolojik savaşımın önemi büyüktür. Dolayısıyla, o dönem bir realite olan “sömürge fetihleri” sorununa Lenin’in çubuğu fazlaca bükmüş olmasında anlaşılmayacak bir yan yoktur. İşte bu gibi nedenlerle, Lenin’in Emperyalizm kitabında o günün yakıcı siyasal sorunlarına getirilen yanıtlarla, emperyalizm çağına damgasını basacak ana ekonomik eğilimlerin çözümlemesi iç içe geçmiştir. Fakat 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte kapitalizmin yükseldiği emperyalist aşamanın temel özelliklerini sıralarken, yine de en önemli hususlara dikkat çekmiştir Lenin. Bunları şu şekilde vurgulayabiliriz; 1) kapitalist tekelci birlikler, 2) banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, 3) yabancı ülkelere sermaye ihracı, 4) dünyanın toprak bakımından paylaşımının çoktan tamamlanmış olması, 5) dünyadaki nüfuz alanlarının uluslararası ekonomik tröstler arasında paylaşılmaya başlanması.
marksist tutum
Emperyalizm ve sermaye ihracının önemi Kapitalizmin emperyalist evresini serbest rekabetçi dönemden ayırt edebilmek amacıyla, Lenin, giderek büyük bir önem kazanan sermaye ihracı olgusuna dikkat çekmekteydi: “Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”7 Gerçekten de Lenin’in döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmiş bölgelere, sömürgelere yapılan ihracatın niteliğindeki bu değişim çok çarpıcıdır. Sermaye ihracının önemiyle belirginleşecek bu yeni kapitalist aşamanın, eski dönemin sömürgeci ilişkilerini değişikliğe uğratması da kaçınılmazdır. Sermayenin geri kalmış ülkelerde, gelişmiş kapitalist ülkelere oranla daha yüksek bir kâr elde etmesi mümkündür. Geri kalmış ülkelerde ücretler, hammadde, toprak fiyatı daha düşüktür. Fakat bu ülkelere sermaye akışının gerçekleşebilmesi için, sömürge ve yarısömürgelerde sanayi yatırımlarını mümkün kılacak bir alt yapının da var edilmesi gerekir. Çünkü sermaye ihraç edenlerin amacı, salt “sermaye fazlası”nı ellerinden çıkartmak değil, en yüksek kârı elde edecek bir yatırım alanı bulmaktır. Bu yüksek kârı, potansiyel bir beklenti olmaktan çıkarıp realize edebilmektir. Özellikle Asya’nın sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri açısından böyle bir ön hazırlık dönemi 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşanmaya başlandı. Öncelikle sömürge ve yarı-sömürgeleri dünya pazarına bağlayan ulaşım ağı yaratıldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerden ithal edilen sermaye sayesinde bu ülkeler demiryolları ile donatıldı. Değişim elbette ki bu kadarla kalmadı. Sömürgeci ülkelerin, sömürgelerine sanayi ürünlerini ihraç etmeleri ve karşılığında kendileri için gerekli ucuz hammaddeleri ithal etmeleri temelinde yürüyen ekonomik ilişkiler de zamanla değişti ve derinleşti. Zira kapitalizmin emperyalizm aşamasında, gelişmiş sanayi ülkelerinin kolonyalizm dönemine özgü tek yönlü ilişkilerle yetinebilmeleri mümkün değildir. 20. yüzyılla birlikte, ihraç edilen sermaye gittiği geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, eski sömürge ülkeler kapitalist pazara entegrasyon açısından giderek daha elverişli hale gelmeye başladılar. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin geçmiş dönemlere oranla ulaşmakta olduğu devasa boyutlar düşünüldüğünde, emperyalist güçlerin modern kapitalist üretim alanını büyütmeye nasıl yakıcı bir ihtiyaç duyduklarını anlamak zor değildir. Yıllar önce, Britanya İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Hindistan örneği nedeniyle Marx’ın da belirttiği gibi, zamanla sömürgelerde kapitalist bir gelişmenin yaşanması kaçınılmazdı. Kolonyalizm döneminde bu ülkelerde eski ataerkil imalat sanayiini paramparça eden ve onları yalnızca kendi mamul mallarına bağımlı kılan büyük kapitalist ülkeler, emperyalizm çağında sömürge ülkelere artık belli ölçülerde
27
marksist tutum
“sanayileşme” ihraç etmek zorundaydılar. Yeni alanların kapitalist dünya pazarına eklemlenebilmesi için, artık eski dönemin basit ticari ilişkileri asla yeterli olamazdı. Emperyalizm dönemi, eşitsiz çıkarlar temelinde ve öncelikle büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçları doğrultusunda yol alan bir kapitalist gelişmeyi sömürge ve yarısömürge ülkelerde de gündeme getirmiştir. Geçmiş dönemin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri gelişmiş kapitalist ülkelerle arayı kapatamasalar da, sömürgecilik dönemindeki ekonomik gelişme düzeylerine kıyasla bir hayli yol aldılar. Sermaye ihracının yoğun olduğu bölgeler ve ülkeler, bu nedenle ekonomik açıdan eski dönemlerine oranla daha geri gitmediler. Tam tersine, aslında mali sermaye gruplarının yeterince kârlı bir yatırım alanı olarak görmedikleri ve sermaye ihraç etmedikleri eski sömürge ülkelerin birçoğu diğerlerine kıyasla daha geri durumda kaldılar. Açıktır ki bu değerlendirmeler, emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmişleri “geri bıraktırıcı” sinsi politikaları olarak ele alan “ulusal kapitalizm(!)” taraftarı sözde antiemperyalistlerin hiç de işine gelmez. Fakat gerçek budur. Eşitsiz ve bileşik gelişme! Böylece, kapitalist ilişkilerin giderek hızlanan gelişim temposu içinde, özellikle Hindistan gibi önemli zenginlik kaynaklarına sahip olanları başta gelmek üzere, eski sömürge ülkeler de zamanla kapitalist sisteme entegre olmaya başladılar. Bu süreç Afrika’nın pek çok sömürge ülkesinde çok daha gecikmeli olarak yaşandı; özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirgin hale geldi. Aslında Marx’ın Kapital çözümlemelerinde tüm ipuçları verilen ve daha sonraki dönemlerde Lenin gibi devrimci Marksistlerin incelemelerine konu olan emperyalizm, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini tam manasıyla ortaya koymuştur. 20. yüzyılın başlangıcında olduğu gibi bugün de, ama kuşkusuz ki çok daha muazzam bir düzeyde olmak üzere, sermaye ihracı emperyalizmin ayrılmaz parçasıdır. Çünkü, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde dev ölçülere ulaşan sermaye birikimi, kendini el yakan “sermaye fazlası”nda açığa vurur. Bu “sermaye fazlası”, kendisi için kârlı bir yatırım alanı bulabilme iştahıyla, ulusal sınırları aşmak ve ihraç edilmek zorundadır. Onun oluşumundaki ana etken, ulusal ölçekte yatırım olanaklarının tükenmiş olması ya da iç pazarın her türden ürüne doymuş olması değildir. Kapitalistlerin amacının, kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak
28
Haziran 2011 • sayı: 75
olmadığını biliyoruz. Sermayeyi güdüleyen yegâne faktör, daha yüksek bir kâr oranı elde edebilme arzusudur. Bu temelde sermaye, daha kârlı gördüğü alanlara, ülkelere akış eğilimindedir. Bu nedenle de emperyalizm döneminin en belirgin özelliği, gerek gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki, gerekse gelişmişlerden orta ve azgelişmişlere –ya da bir ölçüde tersi– yönelen muazzam sermaye hareketidir.
Emperyalizm mali sermayenin uluslararası yayılmacılığıdır Sömürgecilik, yeni topraklara el koyma, buraları siyasal ve hukuksal açıdan metropol ülkeye tamamen bağlamak üzere toprak ilhak etme eğilimiydi. Yani bu kavram siyasal hak gaspını, siyasal ilhakı, üzerinde egemenlik kurulan ülkenin siyasi bağımsızlığının yok edilmesini anlatıyordu. Oysa mali sermayenin dünya imparatorluğu, asıl olarak ekonomik ilhak, yani zayıf ülkelerin üzerinde hegemonya kurma ve bu temelde emperyalist güçlerin kontrol altına alacakları nüfuz alanlarının yaratılması anlamına gelir. Toprak ilhakları ve sömürgeci yayılmacılık, emperyalizm diye adlandırdığımız mali sermaye çağının başlangıcında varlığını sürdürmüştür. O dönemde patlak veren Birinci Dünya Savaşında, büyük kapitalist devletler yalnızca emperyalist tarzda nüfuz alanları yaratmak için değil, aynı zamanda rakiplerine ait sömürgeleri ele geçirmek ve yeni sömürgeler elde etmek uğruna emekçi kitleleri birbirine boğazlatmıştır. Lenin’in o döneme ait açıklamalarında gerçekliğin bu iki yönü de yer alır. Zayıf ülkeleri emperyalizme özgü yöntemlerle dize getirme eğiliminin yanı sıra sömürgeci ilhaklar da gerçekleşmiş ve büyük kapitalist güçlerin bu saldırganlığı 20. yüzyılın ilk dönemlerine damgasını vurmuştur. Ancak yılların ilerlemesiyle birlikte, bir yandan yükselen ulusal kurtuluş savaşlarının zorlaması, diğer yandan mali sermaye egemenliğinin şu ya da bu ülke üzerinde sömürge tekeli oluşturulmasını fersah fersah aşan niteliği gereğince, eski sömürgeler birer birer siyasal bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Böylece eskinin anlı şanlı, “üzerinde güneş batmayan” sömürge imparatorlukları ortadan kalkmış olsa da, emperyalizm ortadan kalkmamış ya da nitelik değiştirmemiştir. O halde, emperyalizmi sömürgeci yayılmacılıkla bir tutup, sömürge imparatorluklarının çöktüğü İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasını tanımlamak için yeni
sayı: 75 • Haziran 2011
kavramlar ileri sürmek doğru değildir. Bazılarının “yenisömürgecilik” kavramıyla dile getirmek istedikleri gerçeklik, aslında “yeni” bir şey olmayıp, az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkeleri mali açıdan kendine bağımlı kılmış emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir. Lenin, Ekim 1917’de yeni parti programının hazırlık tartışmaları sırasında, öncelikle ele alınması ve değerlendirilmesi gereken sorunun emperyalizm sorunu olduğunu belirtir. Kendi program taslağında da önemli noktalara dikkat çeker. Emperyalizmi, dünyanın toprak bakımından paylaşılması olarak ifade eden Sokolnikov’un taslağını eleştirir. “Sömürgeler (yeni topraklar) için verilen mücadele ve «zayıf ülkelerin topraklarına sahip olma» mücadelesi, hepsi emperyalizmden önce gerçekleşti” der Lenin ve devam eder: “Emperyalizmin ayırdedici özelliği tamamıyla farklı bir şeydir, yirminci yüzyıldan önce varolmayan bir şey; uluslararası tröstler arasında dünyanın ekonomik olarak paylaşılması, ülkelerin pazar alanları olarak anlaşmalarla paylaşılması. Bu özel nokta Yoldaş Sokolnikov’un taslağında belirtilmemiş, böylece de emperyalizm, gerçekte olduğundan çok daha zayıf gösterilmiştir.”8 Emperyalizm döneminde aslolan, büyük emperyalist ülkelerin siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdirebilen ekonomik gücüdür. Bu dönemin alâmet-i farikası olan dev tekeller ve mali sermaye grupları, şu ya da bu ülke pazarına nüfuz edebilmek için birbirleriyle yarışır, pastayı güçleri oranında paylaşırlar. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanı bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalist tahakkümün işleyişinde borç mekanizması çok önemli bir yer tutar. Nitekim, “sömürgeci İngiliz emperyalizminden farklı olarak, Fransız emperyalizmini tefeci olarak adlandırabiliriz”9 diyordu Lenin. Çünkü, Fransa’nın dış sermaye yatırımlarının büyük bölümünü Avrupa ülkelerine ve özellikle Rusya’ya verilen devlet borçları oluşturuyordu. Bu durum küçük bir ayrıntı değil, tam tersine emperyalizm dönemini niteleyen belirgin bir özelliktir. Ve böyle olduğu içindir ki, Lenin Fransa örneğinden söz ederken, gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizmin, bu çizgiyi büyük tefecilikle sona erdirdiğini belirtmekteydi. Sömürgeci İngiltere’ye oranla Almanya’nın durumu ise, emperyalizm döneminin asli özelliğini çok daha belirgin biçimde gözler önüne seriyordu: “Almanya’nın İngiliz sömürgeleriyle ticareti bizzat İngiltere’nin bu sömürgelerle olan ticaretinden daha hızlı gelişiyorsa bu, yalnızca Alman emperyalizminin İngiliz emperyalizmine göre daha genç, daha güçlü, daha iyi örgütlenmiş olduğunu, ondan üstün olduğunu kanıtlar”.10 Almanya’nın sömürgelerinin az olduğuna ve yabancı ülkelere akan sermayesinin de Avrupa ile Amerika arasında eşit ölçülerde dağıldığına dikkat çekmekteydi Lenin.
marksist tutum
Emperyalizm döneminde güçlülük ölçütü artık sömürge fethinde değil, mali sermayenin başka bölgelere nüfuz etme gücünde aranmalıydı. Bu gerçek, yeni döneme damgasını basmaya başlayan ve Birinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte iyice açığa çıkan bir olgudur. Kapitalizmin inanılmaz bir hızla geliştiği genç bir ülke olan ABD, asıl olarak sömürgeci rekabet temelinde değil, doğrudan yeni bir temelde, yani mali sermayenin dünya ölçeğinde yayılması temelinde yükselen ekonomik bir güç odağı olmuştur. Avrupa ülkeleri kendi aralarında sömürgeler için rekabete tutuşmuşken, ABD bu Avrupa ülkelerini mali sermayenin gücüyle kucaklayarak aradan sıyrılıp sivrilmeye başlamış ve böylece emperyalist dünyanın hegemonik gücü olarak öne çıkmıştır. Bu gelişim 20. yüzyılın başında henüz çok belirgin olmasa da, Lenin’in çağımıza damgasını vuracak bu türden olgulara işaret ettiğini görebiliyoruz. Dünyadaki nüfuz alanlarının emperyalist ülkeler tarafından bölüşümünde belirleyici etken son tahlilde sermayenin gücüdür. Bu gerçeği, Amerikan multi-milyonerlerinin önde gelen bir gazetesinden aktararak belirtmekteydi Lenin: “Avrupa’da savaş, dünya egemenliği için verilmektedir. Dünyaya egemen olmak için iki şey gereklidir: dolar ve banka. Bizde dolar çok; banka da kuracağız ve dünyaya egemen olacağız.”11 Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin yayılmacılığı sayesinde aşmaya çalışır. Buharin’in deyimiyle, “mali sermaye her boşluğu doldurma ihtiyacı duyan, en girgin sermaye biçimidir”. Emperyalist-kapitalist sistem yıkılmadıkça, mali sermaye dünyayı giderek daha da yaygın ve yoğun bir biçimde sömürmeyi sürdürür. Böylece bir yandan dünyanın en ücra köşeleri bile emperyalist-kapitalist sistemin işleyişi içine çekilirken, diğer yandan bizzat emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik ilişkiler derinleşir. (devam edecek) _______________________ 1
akt: Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.96
2
Lenin, age, s.93, 94 ve 97
3
Lenin, age, s.93
4
Lenin, age, s.27
5
Lenin, age, s.28
6
Lenin, age, s.56
7
Lenin, age, s.74
8
Lenin, “Revision of the Party Programme”, CW, Vol. 26, s.167
9
Lenin, Emperyalizm, s.77
10
Lenin, age, s.138
11
akt: Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., Aralık 1975, s.138-139
29
Erler Kobay Olarak Kullanılıyor Serhat Koldaş
G
ülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) Nöroloji bölümünde, hareket bozukluğu (diskinezi) rahatsızlığı nedeniyle birliklerinden tedavi amaçlı olarak GATA’ya gönderilen 20 er üzerinde, izinleri alınmadan yasa dışı şekilde deneyler yapıldığı Nisan ayı başında ortaya çıktı. 2008 yılında “elektromanyetik alan” deneylerine tâbi tutulan hasta erlerin komutan emriyle koltuklara oturtulduğu ve art arda elektroşoka maruz bırakıldığı video kayıtlarında açıkça görülüyor. Video görüntüleri tüyler ürpertici. Kobay erlerin kimi kasılıyor, kimi kıvranıyor, kimi bilincini kaybediyor. 3 er elektroşoklar yüzünden sara nöbeti geçiriyor. GATA Nöroloji bölümündeki 6 subay-doktor bu deneylerin raporlarını 2008’de Türkiye’de, 2009’da ise İtalya’da Dünya Nöroloji Kongresi’nde kullanıyorlar. Türkiye’de erler üzerinde deney yapılması sözde yasak ama komutanlar bu yasağı deliyor. Kobay olarak kullanılan erler tedavi edildiklerini sanıyorlar yani yapılanların deney olduğunu bilmiyorlar. Bir insanı haberi olmadan kobay olarak kullanmak suç. Komutanlar bu suçu işliyorlar. 3 erin sara nöbeti geçirmesine sebep oluyorlar, yani bu insanlara ciddi bir biçimde zarar vererek de suç işliyorlar. Askeri doktorlar deney yapmak için Sağlık Bakanlığı Etik Kurulu’ndan izin almayarak bir başka suça daha imza atıyorlar. Skandalın ortaya çıkması üzerine Genelkurmay yapılan deneylerle ilgili “Bu çalışma için 27 Ocak 2009’da GATA Etik Kurulu’ndan onay alınmıştır” açıklaması yapıyor. Yani deneyci komutanlar 2008’de yaptıkları deney için 2009’da GATA Etik Kurulu’ndan onay almışlar. Önce yapıp sonra izin almak nasıl bir iş diye sormayın! Bu tür katakulli işlemler rütbelilerin yasadışı işler çevirirken sıklıkla başvurdukları yöntemlerdir. Örneğin birçok devlet kurumunda olduğu gibi önce ordu adına rüşvet çarklarının döndürüldüğü satınalmaları yapıp sonradan ihale dos-
30
yalarını kanunların gerektirdiği prosedürlere uydurmak alışılagelmiş bir yöntemdir. Kısacası geriye dönük prosedüre uydurma yöntemleri, ordunun gayrı-resmi teamülleri içerisinde vardır. Komutanların bu tür maharetlerini şimdilik bir kenara bırakalım. Kobay erler skandalının video kayıtları ortadadır. Şimdiden sonra komutanlar katakulli de çevirseler GATAkulli de yapsalar işledikleri suçları gizleyemezler. Kobay olarak kullanılan erler yaptıkları açıklamalarda deneyden ve kobay olarak kullanıldıklarından haberleri olmadığını, tedavi edildiklerini sandıklarını, kandırıldıklarını ve kullanıldıklarını, komutan emrettiği için hiç itiraz etmeden denileni yaptıklarını söylüyorlar: “2008’de Amasya’da kısa dönem askerlik yapıyordum. Epilepsi şüphesiyle 16 gün GATA’da yattım. O şok bana da uygulandı. Bize tedavi amaçlı olduğunu söylediler. Görüntüleri televizyonda izledikten sonra şok oldum. Elektrik verilmesinden sonra kasılma olunca kameraya çektiler. ‘Görüntüleri heyete, profesörlere sunacağız’ dediler. (…) Ayak ve el bileklerine kablo bağlanıp elektrik verilince hoplatıyordu. 1 saat 45 dakika sürdü. Deney olduğunu bilmiyorduk. Komutanlarımıza itimat ettik, buna mecburduk.
sayı: 75 • Haziran 2011
marksist tutum
sediyoruz.” Büyük ilaç tekelleri ve istihbarat servisleri, devletlerin bilgisi dâhilinde pek çok biyolojik ve kimyasal silah deneyini kamuoyundan gizleyerek yapıyor. Bu yüzden şimdiye kadar deneylerin pek azı ortaya çıktı. Büyük tekellerin maaşlı uzmanlarıyla dolu olan Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, “ticari sır” gerekçesiyle deneylere ilişkin verileri açıklamaktan imtina ediyorlar. Yine de ortaya çıktığı kadarıyla deneyler, kapitalistlerin milyonlarca insanın hayatını değil kendi kârlarını önemsediklerini gösteriyor.
Kim umursar bilimsel etiği?
Emrettiler, biz de yerine getirdik.” (B.T., Şanlıurfa) Burjuva ordunun emir-komuta zinciri, astların üstlere boyun eğme zorunluluğu, kobay olarak kullanılan erlerin kendilerine yapılanları sorgulamasına olanak tanımıyor. Zaten Türkiye’de subaylar, kendilerini devletin sahibi, vatandaşları da devletin kulları olarak görmeye meyyaldir. Bu zihniyetin üzerine kariyer kaygıları da eklenince erlerin kobay olarak kullanılmasının zemini döşenmiş oluyor. GATA’daki askeri doktorların bilim aşkıyla suç işlediklerini ileri sürecek birisinin, kapitalizmde bilimin sınıflar üstü olduğunu ve insanlığa hizmet ettiğini sanacak naiflikte olması gerekiyor. Kapitalist düzende bilim kapitalist egemenlerin çıkarlarına hizmet eder. Sağlık sektöründe sürdürülen tıbbi araştırmalar ve devletlerin onayıyla gerçekleştirilen deneyler bu gerçeği çarpıcı biçimlerde karşımıza çıkarıyor. GATA, bilim ve tıp adına insanları kobay olarak kullanan, insanlık suçu işleyen ilk kurum değil elbette. Gerek kapitalist devletlerin orduları gerekse de özel sektörde faaliyet gösteren ilaç şirketleri şimdiye değin bilimsel araştırma adı altında gerçekleştirdikleri sayısız tıbbi deneyde akla hayale sığmayacak insanlık suçları işlediler. Marksist Tutum’un 2008 yılı Ocak sayısında yayınlanan bir yazıda (Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında), sağlık sektöründeki dev şirketlerin ve kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda, bilimsel araştırma adına nasıl insanlık suçu işledikleri çarpıcı örneklerle anlatılıyordu: “Bilimsel çalışmaların deneyler yapılmaksızın ilerlemesi düşünülemez. (…) Ancak bu gerçeklik ya da zorunluluk –ki bilimin ilerlemesiyle aşılması mümkün bir durumdur– ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin işlediği insanlık suçlarını ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü bahsettiğimiz konu, bir bilim insanının, örneğin kanser hastalığına çare olacak bir ilacı gönüllü kanser hastaları üzerinde denemesi türünden bir şey değildir. 20 milyonluk bir megapol olan New York gibi bir şehir üzerine gönderilen bakteri yüklü bulutlardan ve farkında olmadan hastalanan milyonlarca insandan bah-
20. yüzyıl başlarına kadar bilim adamları, tıbbi deneyleri kendileri üzerinde gerçekleştirir, riskli durumlarda gönüllüleri, savaş esirlerini ya da köleleri kullanırlardı. Bu deneyler henüz geniş kitleleri tehdit edecek boyutlara ulaşmamıştı. Emperyalizm çağıyla birlikte yükselen dev ilaç tekelleri, binlerce araştırmacı çalıştırmaya ve on binlerce insanın denek olarak kullanıldığı deneyler gerçekleştirmeye başladılar. Günümüzde ilaç deneyleri milyarlarca dolarlık dev bir sektör oluşturmaktadır. Kapitalizmin emri altında çalıştırdığı binlerce araştırmacı, tekellerin kârı uğruna bilimsel etiği bir yana bırakarak akıl almaz deneyler yapabiliyor artık. 20. yüzyıl başlarında, geçmişte binlerce insanın ölümüne yol açan veba, verem, sıtma, tifüs gibi salgın hastalıklara karşı etkili ilaçlar geliştirilmeye başlandı. Kapitalist devletler, salgın hastalıklardan telef olan ordularını kurtarmak için ilaç tekellerine büyük paralar ödemeye hazırdı. Böylece devletlerin de desteğiyle ilaç tekelleri kalabalık insan gruplarını kobay olarak kullanmaya başladı. “ABD’de, Filipinli mahkûmlara ‘malarya ve kolera’, Küba’daki İspanyol göçmenlere ‘sarıhumma’, sivil hastaların bulunduğu hastanelerde insanlara ‘frengi’ mikrobu verilerek testler yapılıyor, devlet hapishanelerindeki tutuklular üzerinde organ nakli denemeleri yapılıyordu. (…) denek olarak kullanılacak kişiler tamamen ‘habersiz ve gönülsüz’düler. (…) deneylerin amacı, ilaç tekellerinin söz konusu hastalıklara ilişkin ilaçları bir an önce geliştirip satışa sunabilmeleriydi. Elde edilecek tatlı kârların yanında, birkaç bin mahkûmun ya da göçmenin hayatının ne önemi olabilirdi ki?!” (Kerem Dağlı, age) “1914-1915 yıllarında baş gösteren ve orduyu kırıma uğratan tifüs salgınına çare bulmak için İttihatçı paşalar, ordudaki ve Doğu Karadeniz bölgesindeki Ermeniler üzerinde tıbbi deneyler yapılmasını emrettiler. Çalışmalar, bizzat İttihatçı asker-hekimler tarafından yürütülecekti. Özellikle Trabzon ve Erzincan gibi yörelerde, ordu birlikleri içinden ve yöre halkından derlenen Ermeni gruplar üzerinde deneyler yapıldı. Neler olup bittiğinden habersiz bu insanlara, kendilerine koruyucu aşı yapıldığı söylenerek gerçekte aktif halde tifüs mikrobu verildi ve hastalığın seyri incelenerek araştırmalar yapıldı. Bu insanların binlercesi öldü ve cesetleri ma-
31
marksist tutum
den kuyularına atıldı. Resmi kayıtlarda yer alan rakamlar bile 4-5 bin gibi sayılarla ifade edilmektedir ki, gerçek sayının çok daha fazla olduğu kesindir. Hatta denemelerin işe yaradığı düşünülerek bir süre sonra İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışan Ermeni doktorlar, eczacılar ve öğrenciler üzerinde de denemelere devam edildi. Vücutlarına mikrop aşılanan bu insanların öleceği bilindiğinden, çoğu zaman şehir dışına çıkarılarak ölüme terk edildiler.” (M. Ali Çelebi’den aktaran Kerem Dağlı, age) 30’lu yıllarda emperyalist hegemonya yarışı kızışıyor, faşizm yükseliyordu. ABD biyolojik silah tesisleri kuruyor, hastanelerde yatan sivil hastalara, haberleri bile olmaksızın kanser hücreleri ve radyoaktif maddeler veriyordu. İlerleyen yıllarda kobay olarak kullanılan 7 bine yakın insan kanserden öldü. “(…) Kamu Sağlığı Ajansının müdürü, yaklaşık 20 yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açmış olan “pelagra” (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) hastalığının sebeplerini bildiklerini, ancak ölümler genel olarak halkın yoksul ve siyahî kesiminde gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti. Bu tüyler ürperten açıklamayı yapan ajans müdürü son derece soğukkanlıydı. Çünkü çalıştığı ajans burjuva devletin bir kurumuydu ve ilaç tekelleri tarafından fonlanıyordu. Ve yoksul insanlara ilaç satarak pek de kâr elde edemeyeceğini düşünen ilaç tekellerinin bu hastalık üstünde araştırma yapmaya ihtiyaç duymamasında, ona göre bir terslik yoktu! Burjuvazinin bu zihniyeti, bugün de zerre kadar değişmiş değildir.” (Kerem Dağlı, age) “Emperyalist-kapitalist sistemin kanlı sopası olan faşizm, her alanda olduğu gibi sözde bilimsel amaçlarla yapılan tıbbi denemelerde de ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin önünde yeni bir çığır açmıştır. Japonların ünlü 731. Birim’inin ve Almanların doktor Mengele gibi faşistlerinin başını çektiği ekipler, toplama kamplarındaki insanlara, ‘bilimsel araştırma’ adı altında insan aklının ve vicdanının almayacağı işkenceleri yapmışlardır. (…) sadece Nazi kamplarında 400 bine yakın insan bu deneylerde hayatını yitirdi.” (K. Dağlı, age) Faşist kasaplar kıyım yaparken Bayer gibi ilaç tekelleri toplama kampından getirilen insanları ölümüne çalıştırıyor, gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehrini Auschwitz kampının yakınındaki tesislerde ürettiriyordu. 1. Dünya Savaşı sırasında emperyalist devletler için kimyasal silah üreterek semiren Bayer firması, 2. Dünya Savaşı esnasında Auschwitz’de canavarca deneyler yapan faşist doktor Mengele’nin çalışmalarını yönlendiriyor, elde edilen bilgileri de kendisine saklıyordu. Yani burjuva düzenin kanlı sopası faşizm, kapitalist tekellere hizmet ediyordu. Savaş sonrasında da yönetiminde Nazi artığı faşist canilere yer veren Bayer gibi tekellerin işlediği insanlık suçları saymakla bitmez. Bayer, aşırı kârını korumak için AIDS hastalarına ucuz ilaç üretilmesini engelleyen, tekel konumuna sahip olduğu ilaçların fiyatlarını şişiren, henüz deneme aşamasında olan ilaçları piyasaya sürerek insanla-
32
Haziran 2011 • sayı: 75
rın hayatını tehlikeye atan, zehirli atıklarıyla doğayı kirleten tipik bir ilaç tekelidir. 2. Dünya Savaşı bitiminde ABD, Alman faşizminin artığı 3 binden fazla savaş suçlusu caniye dokunulmazlık tanıyarak kendi projelerinde istihdam etti. Böylece emperyalizmin yeni hegemon gücü ABD, biyolojik silah deneylerinden zihin kontrol deneylerine kadar faşizmin deneyimlerini kendisine mal ediyordu. 1940’lı yıllarda ABD, binlerce asker ve sivili nükleer silah denemelerinde kullandı. Nükleer silah denemelerinin yapıldığı bölgelerdeki insanlar kasıtlı olarak tahliye edilmiyor ve patlamaların insanlar üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışılıyordu. “1950 yılından itibaren ise, biyolojik silah denemeleri kapsamında, hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri bizzat ABD başkanının gizli emriyle başlatılacaktı. Aynı yıl Amerikan savaş gemileri, San Francisco kentine bakteriden oluşan bulutlar püskürttüler. Şehirdeki hemen herkes zatürree benzeri belirtiler gösteren hastalıklara yakalandı. New York dâhil 8 şehrin (…) üzerine ‘çinko kadmiyum sülfür’ gazıyla yüklü bulutlar salındı. Şehirlerde yaşayan binlerce insan, nedenini anlayamadıkları bir şekilde çeşitli virütik hastalıklara yakalanıyor ve kendilerini kamu sağlığı görevlisi olarak tanıtan askeri doktorlar tarafından gözlemleniyorlardı. (…) 1966 yılında, ABD ordusu tarafından New York metrosuna ‘Bacillus subtilis’ mikrobu verildi. Ordunun bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atması sonucunda bir milyonun üzerinde insan bu mikroplu havayı soludu! “1967 yılında başlayan ve biyolojik-kimyasal silahların denenmesini amaçlayan bir proje kapsamında çok daha spesifik denemelere girişen Amerikan ordusu, ‘insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirme’ çalışmalarına başladı. Hedeflenen şey, AIDS benzeri ve özellikle de belli etnik grupları hedef alan virüsler geliştirmekti. AIDS’li ve kanserli hücreler üzerinde araştırmalar yapılarak, bu hastalığa yol açan organizmalar daha da geliştirilmeye çalışılıyordu. Devletin gizli yürüttüğü bu faaliyetler zamanla o kadar ayyuka çıktı ki, 1977 yılında senatoda yapılan bir oturumda 1949-69 yılları arasında 239 yerleşim bölgesinin biyolojik ve kimyasal silahlarla zehirlendiği doğrulandı. (…) Özellikle eşcinsel erkeklerin tercih edildiği bu deneyler yoluyla, binlerce insana AIDS hastalığı bulaştığı ise yıllar sonra ortaya çıkacaktı.” (Kerem Dağlı, age) Emperyalist-kapitalist ülkeler ve ilaç tekelleri, Dünya Sağlık Örgütü öncülüğünde yardım kuruluşu maskesiyle Afrika gibi geri kalmış bölgelerde yüz binlerce insanı kobay olarak kullanmaya devam ediyor. Dünyanın her yerinde denekler özellikle siyasi mahkûmlardan, kimsesizlerden, sokak çocuklarından, göçmenlerden ve yoksullardan seçilmektedir. İlaç tekellerinin hizmetindeki soysuzlaşmış “bilim insanları”, hukukçular ve bürokratlar deneylerin “gönüllü”
sayı: 75 • Haziran 2011
1932-72 yılları arasında Alabama eyaletinin Tuskegee kentinde yaşayan 400’den fazla Siyah tarım işçisine frengi mikrobu aşılayan doktorlar, hastalığın doğal seyrini kavramak gerekçesiyle hastaları tedavi etmeyip ölüme sürüklediler
denekler üzerinde yapıldığını söylüyorlar. Halbuki kapitalizmin sefalete ittiği milyarlarca insan içerisinden, birkaç yüz dolar karşılığında “gönüllü kobay” hale gelecek binlerce insan bulmak hiç de zor değildir. İlaç tekelleri yeni geliştirdikleri bir ürünü uzun ve maliyetli testlerden geçirmek yerine, kalabalık insan gruplarını denek olarak kullanıp ürünlerini bir an önce piyasaya sürmenin derdindedir. “İlaç tekelleri, işlerini sessiz sedasız yürütebilmek için türlü siyasi ve hukuki mekanizmaların yanı sıra, her türlü ideolojik propaganda aracını da büyük maharetle kullanmaktadırlar. Bu tekeller denemelerinin büyük bir kısmını Afrika halkları üzerinde gerçekleştirdiklerinden, medyada da Afrika kıtası sürekli olarak ölümcül ve tedavisi olmayan hastalıkların kaynağı olarak gösterilmektedir. Dünya çapında sayısı elli milyona yaklaşan bir insan kitlesini pençesine almış olan AIDS hastalığının hikâyesi, bu duruma güzel bir örnektir. Bu hastalık, Orta Afrika’daki bir araştırma laboratuvarında çocuk felci hastalığına karşı aşı geliştirme çalışmaları esnasında ortaya çıkmasına rağmen, ilaç tekelleri ve burjuva medya yıllarca hastalığın kaynağı olarak eşcinselleri ve Afrikalı ‘ilkel zencilerin’ maymunlarla iç içe yaşamalarını ve hatta onlarla cinsel ilişkiye girmelerini gerekçe gösterdiler. Bu akıl almaz iftiranın ırkçı boyutu bir tarafa, laboratuvarın bulunduğu bölgedeki binlerce çocuk denek olarak kullanıldığından, hastalık kısa sürede Afrika kıtasının tamamına yayıldı. Ancak şimdi de, büyük bir ikiyüzlülük ve gaddarlıkla, kendi ürettikleri hastalığın pençesinde kıvranan Afrikalı yoksullara ucuza ilaç vermeyi reddediyorlar. Yılda 600 dolara kadar düşürebilecekleri ilaç kürünü, 15 bin dolardan, yiyecek ekmek bulamayan insanların önüne sürüyorlar. İlaç tekellerinin bunu yapabilmesine şaşmamak gerekir, çünkü kapitalizmin bu konudaki mantığı basittir: paran yoksa öl!”
marksist tutum
(Kerem Dağlı, age) Son yıllarda hemen her yıl yeni bir salgın hastalık mikrobuyla tanıştırılıyoruz. Sars virüsü, kuş gribi, Çin gribi, domuz gribi gibi salgın hastalıklar gündemimize giriyor. Biyolojik silah üreten ilaç tekellerinin modifiye ettikleri yeni mikrop türlerini yayıp, ardından da iyileştirecek ilaçlarını piyasaya sürmeleri işten bile değildir. Geçtiğimiz yıllarda domuz gribi salgının medya kampanyaları eşliğinde nasıl gündemleştirildiğini, uluslararası ilaç tekellerinin sağlık bakanlığına milyonlarca doz aşıyı nasıl kakaladığını unutmamak gerekiyor. AKP hükümeti, üniversite hastanelerine, kendi bünyelerinde oluşturacakları Etik Kurullardan izin alarak ilaç deneyleri yapabilme hakkı tanıyan bir yasa değişikliği yaptı. Ayrıca 2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle çocuklar üzerinde tıbbi deneyler yapılmasının önü açıldı. Üniversite hastanelerinde açılan “İyi Klinik Uygulama Merkezleri” sayesinde artık hastane yönetimleriyle ilaç tekelleri işbirliği içerisinde deney yapabiliyor. Artık Türkiye’nin yoksulları da kendilerini kobay olarak kullandırmak karşılığında 150 dolar kazanabilecekler! Türk burjuva devleti insanlar üzerinde canice deneyler yapmak konusunda karanlık bir geçmişe ve bolca tecrübeye sahiptir. 12 Eylül faşizminin işkencehanelerinde görev yapan doktorlar devrimci tutsaklar üzerinde yeterince deneyim elde etmişlerdi. 12 Eylül döneminde devrimcilere yönelik “rehabilitasyon” yani bilinci teslim alma programları CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı tarafından yürütülüyordu. CIA’nın 1950’lerden bu yana üzerinde çalıştığı zihin kontrol deneylerinin sonuçları Türkiyeli devrimciler üzerinde de sınanmıştır.
İnsanların sağlığını gözeten bir kapitalizm asla olmayacak! Tıbbi deneyler için etik kuralların çerçevesini belirleyen Helsinki Bildirgesi gibi metinler gerçek hayatta kâğıt üzerinde kalmaktadır. Bildirgede yer alan deneğin gönüllülüğü, yeterince bilgilendirilmesi, elde edilecek yararın riskten fazla olması gibi iyi niyet kuralları tekellerin kârı söz konusu olduğunda kolayca bir kenara fırlatılabilmektedir. Kapitalistlerin bugüne kadar yaptıkları ortadadır. Kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yok! “(…) kapitalizm altındaki pek çok sorunda olduğu gibi bunda da meseleyi ‘etik’ yaklaşımlarla veya burjuva hukukuyla çözmenin imkânı yoktur. Çünkü etiği de hukuku da oluşturan ve uygulayan onların emrindeki uzmanlar ve bürokratlardır. Kapitalizmin mantığını anlayamayan ve gerçekliğini göremeyen ‘iyi niyetli’ aptallar için bu tür çabalar anlamlı olabilir. Ancak kapitalizm geçen her saniye insanlığı yokoluşa doğru bir adım daha yaklaştırıyor. (…) örgütsüz kaldığı ve mücadele etmediği sürece, işçi-emekçi sınıflar, kapitalizmin ‘kobay faresi’ olmaktan kurtulamayacaklar.” (Kerem Dağlı, age)
33
Ortadoğu’da İşçi Sınıfı ve Sol /2 Kerem Dağlı
“Arap sosyalizmi”nden “açık-kapı” politikalarına geçiş “Arap sosyalizminin” ve devletçi uygulamaların terk edilmeye başlanması, Ortadoğu’nun işçi-emekçi sınıflarında ciddi bir dönüşüme sebep olmuştur. Bu değişimin başlangıcını 70’lerin başına kadar götürmek mümkündür. Çünkü 70’lerin başından itibaren, çeşitli ülkelerdeki hızı ve derinliği farklı düzeylerde olmakla birlikte, bir önceki dönemin politikaları terk edilmeye başlanmıştı. Her bir ülkede farklı zamanlarda ve biçimlerde olsa da, toprak reformları geri çekilmeye, özelleştirmeler teşvik edilmeye başlanmış; yoksul ve zengin sınıflar arasındaki makas hızla açılır hale gelmiştir. Bu sürecin diğer bir karakteristik özelliği de, köylülüğün artan çözülüşüne karşılık şehirleşmenin ve proleterleşmenin artması ve şehirli emekçi yığınların ve işçilerin birleşik eylemliliğinin gelişmesidir. Tunus, 1969’daki ani politika değişikliğiyle beraber, devletçi kalkınma çizgisinden dönmeye başlayan ilk ülke oldu. Mısır da, daha 1968’de Nasır’ın ölümünden önce bile, “Arap sosyalizmi”nden vazgeçmeye başlamıştı. Ancak her iki ülkede de ideolojik ve siyasal üstyapılar daha uzun süre varlığını koruyacaktı. 70’lerin ortalarından itibaren, uluslararası gelişmeler, devletçi Arap rejimlerinde çözülmeyi hızlandırıyor; burjuva partilerin kendi içlerindeki si-
34
yasal çekişmelerin artmasını, ülke içinde yeni burjuvaların türemesini ve bunların güç kazanmasını beraberinde getiriyordu. Bir yandan uluslararası alandaki gelişmelerin, diğer yandan da içine girdikleri borç batağının baskısı altında kıvranan ve rejimlerini sürdürebilmek için giderek daha fazla IMF-Dünya Bankası programlarına bağımlı hale gelen otoriter Arap rejimleri, geleneksel olarak destek buldukları kesimleri yitirmeye başladılar. Beyaz yakalı işçiler, kamu sektöründe çalışan işçiler ve memurlar, şehirli küçük esnaf ve orta halli köylüler bunlara örnek verilebilir. Üstelik “açık-kapı”* politikalarıyla ülkeye çekilen dış yatırımlar da işsizliğin ve yoksulluğun azalmasını değil artmasını beraberinde getiriyordu. “Ekonomik istikrar”, “yapısal düzenlemeler”, “reform, liberalleşme, verimlilik, rasyonalizasyon” gibi kavramlarla ülkelere giren neo-liberalizm ve onun eşliğindeki mali sermaye, gerçekte, barınma, sağlık ve eğitimdeki kamu yatırımlarının kesilmesi, gelir dengesizliğinin ve eşitsizliğin artması, işçi ve köylü örgütlenmelerinin kırılması, özel sermayenin palazlanması ve tarım alanlarının kapitalistleşmesi gibi olguları hayata geçiriyordu. Proleterleşme sayesinde hızla artan şehir nüfusuna yeterli iş olanakları sunulamıyordu. Muazzam büyüklüklere ulaşan gecekondu semtleri, zaten zayıf olan sağlık, eğitim,
sayı: 75 • Haziran 2011
barınma ve ulaşım hizmetlerinin daha da yetersiz hale gelmesine yol açmıştı. Örneğin Cezayir’de, tarım dışı istihdam hızla artarak 1984’te 2,5 milyona çıkmıştı. Ancak buna rağmen ekonomi yeni proleterleşen kitleleri istihdam etmekte yetersiz kalıyordu. Bu yüzden de işsizlik oranları 1977’de %22, 1984’te %18 ve 1990’da %24 gibi yüksek oranlarda seyrediyordu. Bir başka örnek olan Mısır’da da tarım dışı işgücü 1973’te 4,5 milyon iken 1986’da 7 milyonun üzerine çıktı. Orada da işsizlik had safhadaydı ve üstelik şehirlerin yeni sakinlerinin birçoğu “enformel sektör”lerde çalışıyor ve istatistiklerde işsiz nüfusa dahil edilmiyorlardı. Doğal olarak bu işsizlerin ve enformel sektörlerde çalışanların çoğunluğunun sendikalarla da ilişkisi yoktu. Bu kesimler, bir yandan devletlerin “açık-kapı” vb. politikalarına karşı çıkan, örgütlü siyasete fazla bulaşmayan, ama bıçak kemiğe dayandığında da şehir isyanlarının tabanını oluşturan emekçilerden oluşuyordu. Bu ekonomik ve sosyal koşulların önemli etkilerinden biri de emek göçündeki muazzam artıştı. İşsizlik, düşük ücretler, geçim sıkıntısı, topraksızlık, işçileri ve köylüleri iş aramak için göç etmeye zorluyordu. Özellikle 80’li yıllarda petrol ihracatçısı ülkelere doğru hızlı bir göç dalgası gerçekleşti. Mısır, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerden işçiler yığınlar halinde petrol ihracatçısı ülkelere akmaya başladılar. Bu geçici göçmen işçilerin kendi ülkelerine gönderdikleri paralar, ülke ekonomilerinde önemli bir döviz girdisi haline geldi ve işgücü ihracının milli politika haline gelmesine neden oldu. Bu durum, işgücü ihraç eden ülkelerdeki yüksek işsizliğin olumsuz etkilerini de belli ölçülerde azaltan bir işlev görüyordu. 1973-85 yılları boyunca yaklaşık 3,5 milyon Mısırlı, Körfez ülkelerine ve Libya’ya göç etti. Yemenli ve Ürdünlü göçmen işçilerin sayısı da az değildi. 80’lerin başında, Ürdünlü işçilerin dörtte biri ülke dışında çalışıyordu. 1988’de bu oran %37’ye ulaşmıştı. Yemenli yetişkin erkeklerin %30’u, 1970-80 arasında en az bir kez yurtdışına çalışmaya gitmişti. 80’lerin ortalarında toplamda 5 milyondan fazla Arap işçi petrol ihracatçısı ülkelerde, 2,5 milyonu da Avrupa’da çalışıyordu. Yemenli göçmen işçilerin ülkelerine gönderdikleri dövizler, Kuzey Yemen’de milli gelirin %20’sine ve Güney’de ise %50’sine tekabül ediyordu. Mısır’da da bu göçmen işçilerin yıllık döviz girdisi, 1988 rakamlarına göre 3,2 milyar dolardı. Bu rakam o yıllarda Mısır’ın milli gelirinin %12’sini oluşturuyordu. Bu yoğun emek göçünün işçi sınıfı üzerinde farklı etkileri olmuştur. Genel anlamda yoksulluğu ve işsizliği azaltıcı bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. En önemli etkisi ise kırsal nüfusun azalması ve gidenlerin kalifiye işçilere dönüşmesiydi. Örneğin tarım işçilerinin sayısı Mısır’da daha 1975-78 yıllarında %10 azalmıştı. Bu azalma oranı Suriye’de 1975-79 arasında %23, Irak’ta 1973-77 arasında %40’tı. Köylülerin proleterleşmesi anlamında olumlu etkisi olan emek göçü, örgütlenme yönünden ise önemli zorluklar yaratıyordu. Çalışmak için
marksist tutum
gittikleri ülkelerde bu işçiler neredeyse tamamen örgütsüz durumdaydılar. Hem kendi ülkelerinde hem de çalıştıkları ülkelerdeki sınıf hareketlerinin dışında kalıyorlardı. Neo-liberal politikaların ve emek göçünün bir diğer etkisi de kadın emeğinin işgücüne daha fazla katılması yönünde olmuştur. Arap devletlerinin bir kısmı, özellikle de “Arap sosyalizmi” uygulamalarını savunan rejimler, belli ölçülerde kadın haklarını yasalara geçirmişlerdi ve kadının işgücüne katılımının önünde en azından yasal engeller yoktu. Ancak gerek toplumsal geleneklerin ve kültürün engelleyici karakteri gerekse de yetersiz iş fırsatları, fiilen kadınların işgücüne katılımının sınırlı olmasını doğurmuştu. 80’lerin ortalarına kadar kadınların ücretli emek içindeki oranı Ürdün’de %3,3, Cezayir’de %4,4, Mısır’da %6,2, Tunus’ta %13,3’tü. Ancak neo-liberal açılımlar sonucu yabancı yatırımcıların kurdukları fabrikalar, ki Mısır’da bunlar genellikle tekstil üzerineydi, ucuz işgücü olması bakımından kadın emeğini tercih ediyorlardı. Ayrıca emek göçünün yarattığı boşluk da kadın emeğiyle doldurulmaya başlandı. Dolayısıyla 90’lara gelindiğinde kadınların işgücüne katılım oranı hemen hemen tüm ülkelerde ortalama 4 puan birden arttı. Ama kadınların sendikalara ve işçi eylemlerine katılım oranları halen sınırlıydı.
Kapitalist saldırıların körüklediği isyanlar ve modern sınıf hareketleri 90’lı yıllardan itibaren, kapitalist saldırıların daha da derinleştirilmesi anlamına gelen neo-liberal politikaların yıkıcı etkileri çok daha açıktan hissedilmeye başlandığında, işçi ve emekçi sınıflar bu saldırı politikalarına “hakların korunması” temelinde tepki göstermiş, çoğu zaman kendiliğinden ve patlamalı eylemlerle bu tepkilerini dışa vurmuşlardır. Bu eylemler ve yer yer ayaklanmalar, neoliberal gidişatı ve siyasal yeniden yapılanmayı durduramamışsa da, hızını, zamanlamasını ve kapsamını değiştirmiş, kimi yerde sürecin yavaşlatılmasını beraberinde getirmiştir. Ama en önemlisi, küreselci ideologlar tarihin sonunu selamlayıp “başka alternatif yok, işçi sınıfı öldü” derken, şehirlerin çeperlerindeki yığınlar sahneye çıkmış ve bunun tersinin geçerli olduğunu göstermişlerdir. Arap dünyasında 70’lerden günümüze kadar uzanan süreçte yaşanan modern sınıf hareketlerine, özellikle Tunus ve Mısır’dan öğretici örnekler vermek mümkündür. Bu örnekler sınıf hareketinin karakteristik özelliklerinin, yapılan yanlışların ve kaçırılan fırsatların neler olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Devletçiliğin terk edilmeye başlanması ve piyasa ekonomisine geçişin yaşanmasının erken örneklerinden birini veren Tunus, işçi sınıfının bu yeni politikalara tepki temelinde gelişen eylemliliği açısından da önemli deneyimlere sahne olmuştur. 1970’lerin başından itibaren, “sosyalist deneyim”den çark edilmesi üzerine, öğretmenler, banka
35
marksist tutum
işçileri, üniversite profesörleri ve beyaz yakalı işçiler yeni ekonomi politikalarının sonuçlarının açıklanması için bir kampanya başlattılar. Bu kampanya diğer emek örgütlerinde ve işçi sınıfı içinde de bir hareketlenmeye sebep oldu. Çünkü hayat pahalılığı oldukça can yakan bir sorundu. Kampanya çerçevesinde özellikle beyaz yakalı işçiler, 70’li yıllar boyunca, tek sendika federasyonu olan UGTT’nin liderliği tarafından kabul edilmeyen pek çok yasadışı grev düzenlediler. Sonunda, devlet güdümlü bir yönetime sahip olan UGTT ile hükümet arasında, hemen hiçbir maddesi yerine getirilmeyecek olan, ama grevleri kıran bir anlaşma imzalandı. UGTT yönetimi grevcileri sendikalardan ayıklamaya yönelik bir “temizlik” hareketine girişti. Bu girişim UGTT içindeki muhalif kanadın harekete geçmesine neden oldu. Muhalefet, ki temel sloganları “sosyalist deneyim” dönemine yani devletçi politikalara geri dönülmesiydi, sendika tabanında çalışmaya başladı ve tabandan hayat pahalılığına karşı bir genel grev ilan edilmesi yönünde sendika üst bürokrasisine bir basınç bindirilmesini sağladı. 26 Ocak 1978’de, şehirli yoksulların isyanının eşliğinde oldukça başarılı bir genel grev yapıldı. Polisle çıkan çatışmalarda en az 100 kişi katledildi, sendikadaki muhalefet liderleri tutuklandı, ama grevler devam etti. 1980-86 arasında başa gelen yeni hükümet ise muhalefetle çatışmaktan kaçınmaya çalıştı. Ancak 1983 sonbaharında ülkeye gelen IMF heyetinin baskısıyla temel tüketim maddeleri üzerindeki devlet desteği kesildi ve kamu harcamalarında kısıtlamalara gidildi. Bu politikalar sonucunda gıda fiyatlarında %70’e varan ani artışlar baş gösterdi ve Gafsa şehrinde ilk “gıda ayaklanmaları” patlak verdi. Diğer şehirler de onu takip etti. 1984’te isyan dalgası tüm ülkeyi sarmıştı. Fiyat artışları geri alınıncaya kadar süren isyanda yüzlerce kişi öldürüldü. İsyanların önünü alamayan hükümet, yükselen sınıf hareketini ezebilmek için 1985 sonuna doğru UGTT’ye karşı yeni bir baskı kampanyası başlattı. Muhalefet liderleri ev hapsine alındı, sendika şubeleri hükümete bağlı para-militer güçlerce işgal edildi. Sendika yöneticileri tüm 1986 yılı boyunca tutuklu kaldılar. Bu süreçte IMF ile stand-by anlaşması imzalandı, yeni borçlar alındı, devalüasyona gidildi, kamu harcamalarında kesintiler yapıldı ve özelleştirmelere hız verildi. Bu hükümetin ardından 1987’de darbeyle iktidara gelen Zeynel Abidin Bin Ali hükümetinin de birinci önceliği IMF’nin istikrar programını tamamlamaktı. Ancak takip eden 6 yıl içinde 2586 grev yapıldı. Bunların çoğu da UGTT merkezinin onayı olmadan ve yasadışı bir şekilde hayata geçirildi. Sendika üyelerine uygulanan tüm baskı tedbirlerine rağmen işçi sınıfı, hareketi devam ettirme kapasitesinin olduğunu gösterdi. Sınıf hareketindeki bu yükselişe, 80’lerin ortalarından itibaren İslamcı hareketlerin güçlenmesi de eklenince Bin Ali rejimi geri adım atmak zorunda kaldı. UGTT ile anlaşmaya gidilerek en azından kamu sektöründe çalışan işçilerin durumunda
36
Haziran 2011 • sayı: 75
kısmi iyileştirmeler yapıldı. UGTT’nin çeşitli düzeydeki yönetici kadroları içinde İslamcılara yönelik bir temizlik operasyonu da bu anlaşmayı takip etti. Rejimin asıl tehdit olarak İslamcı muhalefeti görmesi, sendikalar ve sol ile uzlaşarak siyasi İslama karşı savaş açması, sosyalist solun da laiklik ve ilericilik adına buna cevaz vermesi, işçi hareketindeki yükselişin yarattığı fırsatın kaçırılmasına sebep oldu. Sendika yönetimi ile devlet arasında kurulan bu ittifak, işçi sınıfının rejime yedeklenmesini sağladı ve emekçi kitleler içinde sola karşı ciddi bir antipati yarattı. Rejim, devlet-sendikalar-işverenler arasında ortak ilişkileri geliştirmek amacıyla yeni bir çalışma başlattı. 1992’de UGTT’nin genel sekreteri hükümet destekli “rehabilitasyon” çalışmalarının başına getirildi. Genel sekreterin basın açıklamasında kullandığı ifadeler, yeni dönemde sendikalara biçilen rolü de özetliyordu: “Sendikamız, (…) uluslararası ekonomik sistemdeki değişikliklere, yapısal dönüşüm programına, yeni dünya düzenine ve pazar ekonomisine adapte olmaya uğraşmaktadır.” Arap dünyasının en kalabalık işçi nüfusuna sahip olması ve kapitalist gelişme bakımından da görece gelişkin bir ekonomiye sahip olması bakımından Mısır, genelde olduğu gibi işçi sınıfı hareketleri açısından da bölgede önemli ve belirleyici bir yer tutmaktadır. Arap dünyasının en kalabalık işçi nüfusuna sahip olması ve kapitalist gelişme bakımından da görece gelişkin bir ekonomiye sahip olması bakımından Mısır, genelde olduğu gibi işçi sınıfı hareketleri açısından da bölgede önemli ve belirleyici bir yer tutmaktadır. Mısır’da yeni ekonomi politikalarının başlangıcı olarak, 1974’te Enver Sedat tarafından “açık-kapı” politikasının ilan edilmesi verilebilir. Bu ilan, sendikalardan ve soldan gelen örgütsüz tepkilerle anında yanıtlanmış ama kalıcı sonuçlar elde edilememiştir. 1975 Ocak ayında Nasırcıların ve solcuların başını çektiği işçiler Kahire’nin güneyiyle işçi semtlerini birbirine bağlayan tren istasyonunu işgal ettiler. Bu arada diğer işçi grupları da aynı bölgedeki demir-çelik işletmelerinde eyleme geçtiler. Kahire’nin diğer ucundaki Şubra el-Kayma tekstil fabrikasının işçileri de dayanışma grevine gittiler ve birçok işletmeyi işgal ettiler. Ekonomik taleplerine ek olarak işçiler başbakanın istifasını içeren politik sloganlar da yükseltiyorlardı. “Açık-kapı” politikasının uygulamalarını takip eden 1975-76 yılları boyunca başkent Kahire’de, meşhur sanayi kompleksi Mahalla al-Kubra’da, Helwan’da, İskenderiye’de, Port Said’de ve daha birçok kentte grevler ve eylemler yapıldı. Bu eylemler asıl olarak kamu işletmelerindeki işçiler tarafından organize ediliyor, diğer şehirli yoksullar da yer yer küçük isyanlarla bu eylemlere eşlik ediyorlardı. İşçi-emekçilerin ayağa kalkmasına rağmen Enver Sedat
sayı: 75 • Haziran 2011
IMF programını uygulamaya devam etti. 1976 sonbaharında devletin ekmek, şeker, çay ve diğer temel gıda maddeleri üzerindeki desteği kaldırıldı, fiyatlar %25-50 arasında yükseldi. Bu pervasızlık, işçi-emekçi sınıflar tarafından 1977 yılından itibaren büyük gösteriler ve isyanlarla yanıtlandı. Eylemler, 1952’den beri yapılmış en geniş katılımlı ve güçlü protesto dalgasıydı. Protesto gösterileri İskenderiye ve Kahire’de yoğunlaşmıştı ama kısa sürede ülkenin tamamına yayıldı ve rejimi tehdit edecek güce ulaştı. Kamu işletmelerinde çalışan fabrika işçileri bu eylemlerde de başı çektiler ve onlara öğrenciler, işsizler ve diğer şehirli emekçi yığınlar katıldılar. Köylüler ise bu dalgadan uzak durdular. İktidara geldiğinde kendini Nasırcı rejimin anti-demokratik uygulamalarına karşı çıkan büyük bir liberal olarak tasvir eden Enver Sedat, bu dalgayı baskı tedbirlerini arttırarak karşılamaya çalıştı. Radikal İslamcılarca öldürüldüğü 1981 yılına kadar ülkede adeta terör estirdi. Protesto eylemlerine halkın geniş kesimlerinin katılmasına solun kendisi de çok şaşırmış olmasına ve eylemlerde fazla dahli olmamasına rağmen, baskılardan ilk nasibini alan yine sol oldu. Birçok sol yayın organı kapatıldı, sendikacılar ve liderler tutuklandı. Bu kitlesel protesto dalgasına katılan işçilerin çoğu kamu işletmelerinde çalıştığı için, temel talepleri Nasır döneminde elde ettikleri hakların ve işlerinin korunmasıydı. Bu eylemlerde sendikalı işçiler devletle iç içe geçmiş sendika bürokrasisinden kesinlikle destek alamıyor ve hatta çoğu durumda onlara rağmen harekete geçiyorlardı. Hareketin içinde yer alan diğer unsurlarda ise İslami duyarlılıklar daha öndeydi. Bu unsurlar çoğunlukla Müslüman Kardeşler gibi İslamcı örgütlenmelerin etkisi altındaydılar. Ancak sonuç olarak işsizlik, yoksulluk ve artan hayat pahalılığı hepsini aynı derecede etkilediğinden ve bunun sorumlusu olarak da mevcut rejimi gördüklerinden, kolayca bir araya gelebiliyor ve harekete geçebiliyorlardı. Sosyalist solun bu işçi ve emekçi unsurları birleştirebilecek bir programdan, örgütlülükten ve anlayıştan yoksun olması; hareketin ulusal düzeyde merkezileşememesi ve koordinasyonun sağlanamaması gibi eksikliklerle birleştiğinde ortaya çıkan tablo şuydu: İşçi ve emekçiler ellerinden geleni yapıyor ve çoğu durumda son derece radikal ve militan eylemlere girişiyor, ama kalıcı sonuçlar elde edemiyorlardı. 70’lerden 90’ların başına kadar geçen süreçte yaşanan bu eylemlerin ortak noktası, çoğu zaman kendiliğinden gelişmeleri ve asıl olarak da neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarından, örneğin gıda fiyatlarındaki aşırı artışlardan bezen halkın galeyana gelerek isyan etmeleridir. Bu yüzden de IMF-DB tarafından “gıda ayaklanmaları” olarak adlandırılmışlardır. Diğer örnekler olarak 1981 Fas, 1985 Sudan, 1989-96 Ürdün, 1988 Cezayir ayaklanmaları verilebilir. Başlangıçta daha ziyade ekonomik taleplerle başlayan bu protesto gösterileri, 90’lara doğru giderek siyasal bir hal alıyor ve yer yer rejimi temsil eden kurum-
marksist tutum
ları hedef alan şiddet eylemlerine dönüşüyordu. 1988’de Cezayir’de ve 1989’da Mısır’da patlak veren isyanları buna örnek gösterebiliriz. Kamu işletmelerinde başlayan grevlere şehirli emekçilerin isyanı eşlik ediyor, olaylar giderek tüm şehre veya bölgeye yayılıyor ve başta karakollar olmak üzere devlet kurumlarının ateşe verilmesi gibi olaylarla yükseliyordu. Ancak hepsi de dağınık ve seyrek oluyor, birbirlerinden kopuk gerçekleşiyor, kısa süreli patlamalarla karakterize oluyorlardı. Bu eylemlerin içinde sadece fabrika işçilerininkileri görece daha örgütlü, disiplinli ve uzun süreli olabiliyordu. Bu yüzden genelde hükümet temsilcileri büyük işletmelerdeki bu işçilerin geri çekilmesini sağlayacak ekonomik tavizler veriyor ve onlar geri çekilince de isyan dalgası kendiliğinden sönümleniyordu. Bu sürecin bir başka boyutu da, solun güçsüzlüğünden yararlanan İslamcı akımların hemen her ülkede ana muhalefet güçleri haline gelmeleridir. İslamcı akımlar büyük kamu işletmelerindeki işçilerin nezdinde pek fazla ilerleme kaydedemeseler de, sendikal hareketin genelinde sınırlı olmak üzere, diğer meslek kuruluşlarında ve çeşitli demokratik kitle örgütlerinde önemli ölçüde yer edindiler. Ezilen sınıflara bir alternatif yaratmaktaki başarısızlığı ve genel olarak rejimle ittifak yaparak muhalif İslamcı hareketleri dahi karşısına alması yüzünden, sosyalist solun toplumsal tabanı sürekli eridi.
37
marksist tutum
Bu arada hemen tüm Arap ülkelerinde neo-liberal politikalar şu veya bu düzeyde hayata geçirilmeye devam ediyor, işçi-emekçi sınıfların durumu da artan oranda kötüleşiyordu. 90’ların başında Cezayir, Mısır, Suriye, Ürdün, Fas ve Tunus’ta imalat sanayindeki reel ücretler, 1970’deki seviyenin altındaydı. 1970-90 arası dönemde, örneğin Tunus’ta en zengin %20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay %50’ye çıkmış, en yoksul %20’lik kesimin payı ise %5’e inmişti. Mısır’da da reel ücretlerde %40’lık bir düşüş yaşanmıştı. Tarımın milli gelirdeki payı %13,2’ye geriledi. Kiralar ve faizler %71 arttı. Aynı yıllarda, resmi işsizlik oranı Fas, Tunus ve Mısır’da %15; Ürdün, Yemen, Filistin ve Cezayir’de %20-25 düzeyindeydi. Mısır’da yoksulluk sınırının altındaki kesim (aylık kazancı 30 doların altında olanlar) %30 oranında artmıştı. Neo-liberal saldırıların hayata geçirilebilmesi ve yapısal dönüşümlerin gerçekleşebilmesi için işçi hareketlerinin bastırılması ve sermayenin önünün açılması gerekiyordu. Tıpkı Türkiye ve Tunus’taki darbelerin yaptığı gibi… Bu yüzden de, uluslararası sermaye kuruluşları, ekonominin belli bir forma sokulabilmesi ve sınıf hareketinin zapturapt altında tutulabilmesi için Arap ülkelerindeki otoriter rejimlerin sürmesini desteklediler. Ancak işçi sınıfı boş durmadı ve kolay lokma olmayacağını gösterdi. 19982009 arasında, sadece Mısır’da 2 milyonun üzerinde işçi 3 binden fazla fabrika işgali, grev, gösteri ve diğer eylemlere katıldılar. Yaklaşık son on yılı kapsayan bu süreçte, önceki dönemden farklı olarak, kentli işçi sınıfının ağırlığı ve oranı artmış ve bunun sonucu olarak da daha uzun süreli ve başarılı, toplumsal etkisi daha geniş grevler yaşanmıştır.
38
Haziran 2011 • sayı: 75
Son dönemde gerçekleşen bu tür işçi eylemlerinin en güzel örneği, yine Mısır’daki Mahalla al-Kubra tekstil işçilerinin grevidir. Yeni dönemin ruhunu yansıtan 2004-09 arasındaki grev dalgasının adeta zirve noktasıydı bu grev. Mahalla al-Kubra’da (Büyük Mahalle) bulunan ve Mısır’ın kuruluş döneminin simgesi olan Mısır İplik ve Dokuma Şirketi’ne ait dev işletmeler bu bölgede bulunuyordu. Kamu sektöründeki tekstil-konfeksiyon işçilerinin dörtte birini oluşturan 25 bin işçi bu fabrikada çalışıyordu. 2006 Martında, bakanları ünlü büyük burjuvalardan oluşan “işadamları hükümeti”nin başbakanı Nazif, tüm kamu işçilerinin ikramiyelerinde 2 aylık maaş tutarında bir artış yapılacağını duyurdu. Ancak artış yapılmadığı gibi, vergilendirmeden dolayı mevcut ikramiyeler bile eksik ödenince işçiler ayağa kalktılar. 7 Aralıkta, giysi bölümündeki 3 bin kadın işçi bölümlerini terk ederek iş durdurdular ve tüm işletmeleri dolaşarak fabrikanın tamamının greve çıkmasını sağladılar. Güvenlik güçleri şehri ve fabrikayı kuşattı ama işçileri dağıtamadı. Tüm bölge halkının da grevcilere destek vermesi ve işçilerin fabrikayı işgal etmesi üzerine yönetim ve hükümet temsilcileri devreye girerek işçilere tavizler vermeye başladılar, ama onlar da işçileri ikna edemediler. Bunun üzerine işgalin 15. gününde hükümet görevlileri, 45 günlük ikramiye ödeneceğini ve fabrikanın özelleştirilmeyeceğini, ayrıca fabrika 15 milyon dolardan fazla kazanırsa kazancın %10’unun işçilere dağıtılacağını ilan etti. Bu zafer tüm tekstil sektörüne yansıdı. Takip eden 3 ay içinde 10 ayrı tekstil işletmesinde çalışan 30 bin işçi grevler düzenlediler, iş yavaşlattılar veya işverenleri eylem yapmakla tehdit ettiler. İşçiler Mahalla
sayı: 75 • Haziran 2011
al-Kubra işçilerinin kazandıklarını istiyorlardı. Hükümet yine geri adım atmak zorunda kaldı ve işçilerin taleplerini karşıladı. Grevin başarıya ulaşmasının ardından grev komitesi işi burada bırakmayarak sendika yönetimini de teşhir etmek ve değiştirmek amacıyla bir kampanya düzenledi. Yerel sendika komitesinin işçileri desteklemediğini ve değiştirilmesi gerektiğini açıkladı. 13 bin işçinin imzaladığı dilekçe genel merkeze yollandı. Genel merkez istedikleri cevabı vermeyince de 3 bine yakın işçi sendikadan istifa etti. Ancak sendika genel federasyonu işçilerin istifasını kabul etmedi ve aidatlarını kesmeye devam etti. Grev komitesi 100 kişilik bir heyeti federasyon merkezine göndermek isteyince polis fiilen işçileri engelledi ve Kahire’ye gitmelerine izin vermedi. Bunun üzerine işçiler 2007’de tekrar greve gittiler ve kazandılar. İkinci grev çok daha militanca organize edilmişti. Hükümet işçilere 70 günlük ikramiye ve 130 günlük maaş tutarında kâr payı dağıtmayı kabul etti. İşçilerin nefret ettiği genel müdürü de işten attı. İşçiler için daha da önemlisi, federasyon yönetiminin ve hükümet yetkililerinin bizzat bölgeye gelerek grev komitesiyle görüşmek zorunda kalmalarıydı. İşçiler rejimle bir düelloya girdiklerinin farkındaydılar. Grevler boyunca Nazif hükümetinin ekonomik politikalarına muhalefet eden sloganlar ve pankartlar yükseldi. İşçiler grevde şöyle bağırıyorlardı: “Dünya Bankası tarafından yönetilmeyeceğiz! Sömürgeciler tarafından yönetilmeyeceğiz!” Grev komitesinin liderlerinden biri de şöyle diyordu verdiği röportajda: “Biz bu ülkedeki sendika sistemindeki hiyerarşinin ve yapının değişmesini istiyoruz. Sendikaların mevcut yapılanması tamamıyla yanlıştır, yukarıdan aşağıyadır. Gerçekte hükümet tarafından atandığı halde temsilcilerimiz seçilmiş görünmektedirler. (…) Tüm hükümetin istifa etmesini istiyorum. Mübarek rejiminin sona ermesini istiyorum. İşçi hakları ve siyaset birbirinden ayrılamaz.” Mahalla al-Kubra grevinin toplumda ciddi etkileri oldu. Benzer hak talepleriyle sayısız grevler düzenlendiği gibi, işçiler giderek bağımsız sendikalar kurmak amacıyla eylemler düzenlemeye başladılar. Bunun ilk örneği vergi tahsildarlarının tüm ülkeye yayılan ve 55 bin memuru kapsayan grevleridir. 2007 sonbaharı boyunca süren grevden sonra vergi tahsildarları maliye bakanlığı önünde 11 gün süren bir oturma eylemi düzenlediler. Bu eylemler sonucu ücretlerine %325 oranında zam aldılar. Sonraki yıl bağımsız sendikalarını kurdular ve hükümet 2009’da bu sendikayı tanımak zorunda kaldı. Mahalla al-Kubra grevcilerinin mücadelesi ise henüz bitmemişti. Asgari ücretin ulusal düzeyde yükseltilmesi için grev komitesi 6 Nisan 2008’de hayata geçirilmek üzere bir genel grev çağrısı yaptı. Ama daha 2 Nisanda askeri birlikler ve polis bölgeyi ve fabrikayı işgal etti. Grev komitesine, genel grev çağrısını geri çekmeleri için muazzam baskı uygulandı. Bu arada şirket de işçilere yeni taahhütlerde bulunuyor ve çoğunluğun direncini kırmaya uğraşı-
marksist tutum
yordu. Baskılara dayanamayan grev komitesi çağrısını geri çekse de, 6 Nisan tarihinde fabrika içinden binlerce işçi vardiya çıkışında sloganlar atarak şehir merkezine yürüyüşe geçtiler. Çoğunluğu genç işçilerden oluşan bu kalabalık ekmek fiyatlarındaki artışa karşı sloganlar atıyordu. Hükümet yanlısı para-militer güçlerce taş yağmuruna tutulan işçilere polis de gaz ve tazyikli suyla saldırdı. Şiddet artınca kalabalık da hükümet binalarını ateşe verdi ve olaylar büyümeye başladı. Bir gün sonra daha kalabalık bir işçi grubu gösterilere devam edince polis göstericilerin üzerine ateş açtı ve 15 yaşındaki bir çocuğu kafasından vurarak öldürdü. 331 kişiyi tutukladı, yüzlercesini yaraladı. Bunun üzerine hükümet bölgeye bir heyet göndererek göstericilerle uzlaşma yoluna girdi. Çeşitli tavizlerle (1 aylık ikramiye, daha iyi ulaşım, ucuz ekmek üretecek özel fırınlar, ucuz pirinç, gaz, şeker, un ve tıbbi malzeme tedariki için kooperatiflerin tekrar canlandırılması ve hastanenin iyileştirilmesi) uzlaşma sağlandı. Bu grevin ardından Mahalla al-Kubra işçileri bağımsız sendikalarını kurmak yönünde oldukça çaba sarf ettilerse de başarılı olamadılar. Bu olayları takip eden 2009 yılında da tüm Mısır’da 700’ün üzerinde eylem ve 432 grev gerçekleşti.
Arap işçi sınıfı hareketinin sınırlılıkları ve solun durumu Tüm bu tarihsel örnekler, Arap coğrafyasındaki işçiemekçi sınıfların yarattığı hareketin temel bazı karakteristiklerini net olarak ortaya koymaktadır. Hareketi temel olarak üç döneme ayırmak mümkündür: sömürgecilik dönemi (1950’lere kadar uzanmaktadır), bağımsızlığın kazanılması ve otoriter-devletçi rejimlerin kurulması (19501970 arası dönem), otoriter rejimlerin devam etmesi fakat devletçiliğin terk edilmeye başlanması ve 80’lerden itibaren neo-liberal programların hayata geçirilmesi (1970’lerden günümüze uzanan süreç). Birinci dönem işçi sınıfının doğuşuna, ikinci dönem büyümesine ve üçüncü dönem de modern anlamda gelişmesine tanıklık etmiştir. İlk iki dönem boyunca işçi sınıfı genel anlamda burjuva milliyetçi politikaların etkisinde kalmış, modern sınıf hareketinin araçları olan sendikalar ve partiler de devlet güdümünden ve/veya etkisinden kurtulamamıştır. Son dönem ise işçi sınıfının otoriter rejimlere karşı giderek daha muhalif bir kimlik geliştirdiği, ancak bağımsız sınıf politikalarının yokluğunda çeşitli burjuva muhalefet hareketleri arasında salındığı bir dönemdir. İşçi sınıfının bu salınımında sosyalist solun eksiklerinin ve hatalarının çok büyük rolü vardır. Bağımsız Arap devletlerinin kurulmasını önceleyen süreçte, “ulusal bağımsızlık ve toplumsal adalet” sloganlarıyla politik örgütlenmelerde ve sınıf hareketinde kendine önemli bir yer edinen Arap solu, sonradan otoriter rejimlere dönüşecek olan burjuva milliyetçi hareketlere verdiği desteğin bedelini oldukça ağır ödemiştir. Kabaca 80’li yıllara kadar uzanan bu
39
Haziran 2011 • sayı: 75
marksist tutum
dönemde sosyalist hareket genel olarak ağır baskılar altında ezilmiş ve fazlaca varlık gösterememiştir. Özellikle 80’li yılların sonundan itibaren Arap ülkelerinin dünya kapitalizmine daha fazla entegre olmak yönünde adımlar atmaları ve bunun gereği olarak da neo-liberal ekonomi politikalarına dümen kırmaya başlamaları karşısında, yoksul halk kitlelerinde ciddi bir tepki oluşmaya başlamış, fakat sosyalist hareket bu tepkiden beslenmeyi başaramamıştır. Bu basiretsizliğin temel sebebi, neo-liberal politikalar karşısında eskinin Stalinist-devletçi uygulamalarının savunulmasından öteye geçilememesi ve gerçek alternatiflerin ortaya konulamamasıdır. Sosyalist hareket BAAS’çı ve Nasırcı devletçiliğin tarafında yer almış, bir yandan işçi eylemlerinin artmasından kaynaklanan korkunun sonucu olarak baskılara maruz kalmış, diğer yandan da siyasi İslamın popülaritesinin artması sonucu etkisini giderek yitirmiştir. Bunun sonucu olarak da bugünün Arap dünyasında işçi ve emekçi sınıflar içinde etkili bir sosyalist hareketin varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak Arap coğrafyasında işçi sınıfı hareketinin sınırlılığını belirleyen tek etken solun durumu değildir. Anlatmaya çalıştığımız tarihsel ve sosyal sebeplerden ötürü, hemen tüm Arap ülkelerinde işçi sınıfı yerel ve kapalı bir ilişki ağına sahiptir. Bu yüzden de ulusal ölçekte bir hareket geliştirmekte hayli zorlanılmaktadır. Son birkaç ayda yaşanan gelişmeleri bir yana bırakırsak, hareketin içinde siyasi taleplere rastlamak sık rastlanan bir durum değildir. Ulusal sendika federasyonları genelde devlet güdümünde ve hatta rejimin uzantısı konumundadırlar. Ayrıca yasal düzenlemelerle sendikal alan üzerinde tekel kurmaları da sağlanmıştır. Böylece devlet sendikal alanı tam olarak kontrolü altında tutabilecek araçlara sahiptir. Yerel sendika şubeleri, branşları veya komiteleri, genellikle işçilerin alttan gelen taleplerinin gerçekleşmesini engelleme işlevi görmektedirler. Çoğu ülkede grev hakkı kanunlarla düzen-
40
lenmiştir, yani yasaldır. Fakat hem son derece sınırlı olarak tanınmış bir haktır, hem de ulusal düzeyde örgütlü federasyonların izni olmadan bir işletmedeki işçilerin greve çıkma hakkı olmadığından, yasal olarak greve çıkılması nadir görülen bir olaydır. Çoğu durumda işçiler grevleri fiilen ve yasadışı olarak örgütlemektedirler. Muhalefet partilerinin de, İslamcı örgütler hariç tutulmak kaydıyla, başkentler dışında ciddi mevcudiyetleri bulunmamaktadır. Bu partilerin veya akımların taban unsurları kitlesel eylemlerin içinde yer almakta, hatta bazı durumlarda başı çekmekte, ancak siyasi gruplar eylemlerin öncülüğünü yapamamaktadırlar. Şehirli orta sınıfların, muhalif aydınların sınıf hareketleriyle ilgisi sınırlıdır. İşçiler, bağımsız örgütlenmelere sahip olmadıklarından, eylemlilik dönemlerinin dışında eski yaşantılarına geri dönmekte ve her seferinde sürece sıfırdan başlamak zorunda kalmaktadırlar. Bu olumsuz nesnel ve öznel koşullara rağmen Arap ülkelerinde isyanların, toplumsal eylemlerin ve ayaklanmaların eksik olmamasının temel nedeni ise, hiç kuşkusuz, aşırı derecede kötü yaşam ve çalışma koşullarıdır. İşsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvrandıkları yetmiyormuş gibi, bir de tepelerindeki diktatörlerin zulmüne maruz kalmaları, onlarca yılın ardından gelen ve tüm coğrafyayı bir anda saran halk ayaklanmalarını hazırlamıştır. Bu ayaklanmaların yarattığı devrimci durumların ve fırsatların değerlendirilebilmesi ise, işte yukarıda bahsettiğimiz nesnel ve öznel koşulların sınırlandırıcı etkilerine bağlı kalmaktadır. Önümüzde duran tablo ve tarihsel arka plan, tüm bölgeyi altüst eden devrimci ve uzun vadeli etkilerine rağmen, yaşanmakta olan isyan dalgasından kısa vadede çok fazla beklentilere kapılmamamız gerektiğini ortaya koymaktadır. İlerlemekte olan sürecin önemli sonuçlarından bazıları şunlardır; otoriter rejimlerin miadını doldurduğunun ortaya çıkması ve bunun sonucu olarak bazı diktatörlerin devrilmesi, kalanların da son derece sallantılı durumda olmaları; yaşanan isyan dalgasının yarattığı özgürleştirici ortamda işçi sınıfının sendikal ve siyasal bağlamda bağımsız örgütlenmeler geliştirmesi için uygun fırsatların ortaya çıkması ve bunun nüvelerinin de hayata geçmeye başlaması. Tarihin daha önce de defalarca gösterdiği üzere, işçi sınıfının başarıya ulaşması ve kalıcıbağımsız örgütlenmelerini yaratması kolay olmamaktadır. Önümüzdeki süreç işçi sınıfının sayısız ileri atılmalarına, geri çekilmelerine, yenilgilerine ve zaferlerine tanık olacağımız uzun bir altüst oluş sürecidir. ____________________ *
1974’de Enver Sedat tarafından, infitah (“açık-kapı”) adıyla ilan edilen ve genel olarak devletçi ekonomi politikalarının terk edilmesini, yabancı sermayenin önünün açılmasını öngören ekonomik programın adıdır.
“En Az Gelişmiş Ülkeler” Zirvesi ve Türkiye Selim Fuat
“
Günlük harcaması 1,25 doların altında on milyonlarca insanın bulunduğu bir dünyada, açık söylüyorum, hiç kimse ama hiç kimse masum değildir ve olamaz” diye konuşuyordu suçluların başlıca temsilcilerinden biri. Onun dışişleri bakanı ise “komşusu açken tok yatan bizden değildir” sözlerini böylesi konulardaki hassasiyetlerinin ifadesi olarak anımsatıyordu. Birleşmiş Milletler örgütünün “En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”nın dördüncü zirvesi 9-13 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı. Bu sözler de o zirvede söylendi Erdoğan ve Davutoğlu tarafından. Ne var ki, başarıyla yönettiklerini söyledikleri Türkiye’de, resmi verilere göre bile 12 milyon 751 bin kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 339 bin kişi ise resmen açtı, onlar tok girerken yataklarına. Bu rakamlardan kat kat fazla sayıda insan ise, kapitalist sistem tarafından tüm dünyada sürekli olarak bu koşullar altında “yaşamaya” mahkûm ediliyordu. Bugün Birleşmiş Milletler tarafından “en az gelişmiş ülkeler” olarak nitelenen 49 ülke var. Bu ülkelerin 33’ü Afrika kıtasında, 15’i Asya Pasifik bölgesinde, 1’i Amerika’da Karayipler’de bulunuyor ve dünya nüfusunun yaklaşık altıda biri bu ülkelerde yaşıyor. Birleşmiş Milletler de on yılda bir söz konusu zirveyi toplayarak, güya çözümler arıyor bu en az gelişmiş ülkelerin sorunlarına. Son zirve, on binin üzerinde katılımcıyla İstanbul’da gerçekleştirildi. 1971’de “en az gelişmiş ülke” kategorisinde 25 ülke varken bugün bu sayısının 49’a çıkmış olması,
bu zirvelerde alınan kararların, ortaya konan çözüm önerilerinin ne kadar işe yaradığının çarpıcı bir göstergesiydi aslında! Yine de on yılda bir oynanan oyunun bu seneki ayağı da yerine getirilmiş oldu ve sözde sorunları aşmak için pek çok toplantı düzenlendi. Bu toplantılarda çeşitli kararlar alınırken, 2020 yılına kadar yapılacak çalışmalarla ilgili eylem planları da hazırlanarak görev yerine getirildi.
“Bu ülkelere yardım etmek bir hayır işi değil, fırsattır” Kapitalist sistemin temsilcileri bütün çabalarını sermayenin büyümesini sağlamaya hasrederler. Yaptıkları tüm çalışmalar bu ana hedefe doğru yönlenir. Hangi kılıfa sokmaya çalışırlarsa çalışsınlar, nasıl makyajlarsa makyajlasınlar yaptıkları bütün işlerin gerçek özü budur. Birleşmiş Milletler’in yoksullukla, açlıkla boğuşan insanların sayısının olağanüstü fazla olduğu ülkelere dönük politikalar geliştirme çabası da bu yüzden “hayır faaliyeti” olarak değerlendirilmemelidir. Birleşmiş Milletler ve benzeri kapitalist örgütler söz konusu faaliyetleriyle bu bölgeleri sisteme entegre etmek, böylelikle de kapitalist pazarın genişlemesini sağlamak derdindedirler. Aynı zamanda bu bölgelerde sistemi tehdit edecek siyasi gelişmelerin önünü almak da bu çalışmaların sebeplerindendir. Nitekim İstanbul’daki toplantılar sırasında da göz boyayıcı bin türlü laf salatalarının arasında kapitalist yöneticilerin ileriye sürdükleri kimi yaklaşımlar bu özü ortaya
41
marksist tutum
çıkarmıştır. Örneğin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’un zirve sırasında dile getirdiği şu sözler, kapitalistlerin ana yaklaşımını özetlemekteydi: “En az gelişmiş ülkelerin ihtiyaçlarına cevap verilmeli, herkes yardım sözünü yerine getirmelidir. En az gelişmiş ülkeler kalkınmanın bir sonraki adımını oluşturmaktalar. En az gelişmiş ülkelere yardım etmek bir hayır işi değil, bir fırsattır. Bu yolu beraber yürüyelim.” Zirve sırasında kapitalistlerin meseleye bakışlarına dair en açık ifadeleri ortaya koyan ise TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül oldu. Gül konuşmalarında hem bu ülkelerin içerisinde bulundukları durumun sistem için yarattığı siyasi tehlikelere hem de bu ülkelerin kapitalist sistemle bütünleşmelerinin sağlanması durumunda oluşacak imkânlara dikkat çekti. Gül, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda yaptığı açılış konuşmasında, “Bu durum bu şekilde devam edemez ve sürdürülemez. Günde 1 dolardan daha az gelirle yaşayan 1 milyardan fazla kişi varken, uluslararası toplumun geri kalanı bu kişilerin acılarına gözlerini kapatamaz, bunları ihmal edemez. Bu çok alarm verici bir durumdur. Sadece ahlâki açıdan değil, aynı zamanda siyasi açıdan da alarm verici bir durumdur” dedi. Gül kendi dilince, kapitalist sistemin bu ülkelerde yaşayan yüz milyonlarca insana reva gördüğü koşulların dönüp kendilerini vurabileceği uyarısında bulunuyor; “Bu çerçevede en az gelişmiş ülkelerin giderek daha marjinal hale geldiğini gördüğümüzde kimse dünyada barış ve güvenliğin egemen olmasını bekleyemez” diyerek endişesini dile getiriyordu. Ancak Gül kendisini endişelendiren bu durumun kapitalistler açısından aynı zamanda bir fırsat yarattığını da eklemeyi unutmuyordu: “Bunun yanı sıra en az gelişmiş ülkelere yardım edebilmek sadece güvenlik açısından bir bakışla da değerlendirilemez. Gerçekten büyük nüfusları ve zengin doğal kaynaklarıyla en az gelişmiş ülkelere yatırım yapmak aynı zamanda karşılıklı bir yarar sağlayacak olan ticari bir karardır.” Gül, Türkiye’nin de konuda üzerine düşen “görev”leri yerine getireceğini sözlerine ilave ediyordu. Emperyalist hiyerarşide alt-emperyalist bir pozisyon edinen TC’nin egemenleri de böylelikle “en az gelişmiş ülkeler” için zirvede neden ön plana çıkma gayretinde olduklarını ortaya koymuş oluyorlardı: Bu ülkeler üzerinde daha fazla siyasi ve ticari etki kurma! Zaten dışişleri bakanı Davutoğlu’nun zirve boyunca altını önemle çizdiği sözler de hep bu yöndeydi. Hatta daha zirve başlamadan önce Davutoğlu, “Dünyada yükselen güçler var. Türkiye de bu yükselen güçlerden birisi, ekonomik bakımdan… Eskiden beri süregelen çok büyük ekonomik merkezler var AB gibi, ABD gibi. Ama eğer bu yükselen güçler ve yerleşik güçlü ülkeler, en az gelişmiş ülkeleri ihmal ederlerse, dünyada barışı sağlamak mümkün olmaz. 49 en az gelişmiş ülkenin adalet arayışına ve ihtiyaçlarına cevap bul-
42
Haziran 2011 • sayı: 75
mak durumundayız” diyor, 10 yıl boyunca “en az gelişmiş ülkeler”le ilgili koordinatörlüğü üstlenen Türkiye’nin artık daha fazla inisiyatif alacağını belirtiyordu. Davutoğlu’na göre, Türkiye “en az gelişmiş ülkelerin sesiydi ve sesi olmaya devam edecekti”! Burjuva gazetelerde yazan tüccar zihniyetli gazeteciler de TC’nin nüfuzunu artırmaya dönük bu çabalarına destek olmayı zirve boyunca ihmal etmiyor, “Bu konferans nedeniyle İstanbul’a gelen ve en az beş gün kalan binlerce yabancı insana vereceğimiz Yeni Türkiye, Güçlü Türkiye imajı ileride yapılacak olan işler için, ticaret için, yatırım için çok yararlı olacaktır” minvalinde yazılar döşeniyorlardı. Yani tüm burjuva kesimleriyle TC’nin egemenleri “fırsat”tan istifadeye gayret gösteriyor, bir yandan mazlumların kaderine kahreden süslü kelâmlarını ortalığa saçarken, diğer yandan da ellerini ovuşturmaktan geri durmuyorlardı.
Sorunları ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi çözer! Kapitalist sistemin yarattığı tablo ortada. Milyonlar aç, milyonlar işsiz. Her gün 1 milyar 200 bin insan yatağa aç giriyor, milyonlarca kişi salgın hastalıklarla boğuşuyor. Kapitalist üretimin sistemsel hastalığı küresel ekonomik kriz yüzünden işsizlik ve onun doğrudan sonucu sefalet artıyor. Bir değil, beş değil, on değil, milyarlarca insan en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. Gıda fiyatları sürekli yükseliyor. İklim değişiklikleri hem bugün milyonlarca insanı göç yollarına düşürüyor hem de gelecekte yaşanacak daha büyük felâketlerin zeminini döşüyor. Bütün bu sorunları yaratan kapitalizmin temsilcileri ise meşrepleri gereğince ikiyüzlü tutumlarını ve sorunları katmerleştiren politikalarını sürdürüyorlar. İşçileri de kandırma gayretlerine devam ediyorlar. Ama işçiler iyi bilmeli ki kapitalistlerin kendilerinden gayrı kimseye bir hayırları dokunmaz. Onların bütün düşüncesi sermayelerini büyütmek ve bunu sağlayacak koşulları korumak üzerinedir. “En az gelişmiş ülkeler” zirvesinde ortaya koydukları düşünceler de bunu doğrulamaktadır. Koyun can derdindedir kasapsa et. Koyun koyun, kasap da kasap olarak kaldığı sürece bu durum değişmeyecektir. Kapitalizm tüm iddiasına rağmen yoksulluğa ve sefalete son verememiştir. Bundan sonra da bu durumu değiştirebilecek bir imkâna sahip değildir. İstediği kadar zirveler düzenleyip umutkâr vaatlerde bulunsun, bu çabalar “en az gelişmiş ülke” sayısının 25’ten 49’a çıkması misali sonuçların dışında bir neticeye yol açmayacaktır. Kapitalistler sermayelerini hep büyütecek, buna karşın işçilerin yoksulluğu devam edecektir. Elbette işçi sınıfı buna bir dur demedikçe! İşçi sınıfı kapitalistlerin bu akıl dışı düzenine dur dediğinde ise işçilerin ürettikleri bolluk kardeşlik sofrasında herkese yetecektir.
Ekolojik Cinayet: Siyanürlü Liç Zehra Aras
“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” (Marx)
K
apitalizmin doğa ve insan yaşamına yönelik katliamlarına bir yenisi daha eklenmek üzere. Kütahya’daki Eti Gümüş A.Ş. tesislerinde siyanürlü atığın biriktirildiği baraj 7 Mayısta taştı. Siyanür yeraltı sularına ve tarım arazilerine karışmaya başladı. Devlet yetkilileri her zaman olduğu gibi her şeyin kontrol altında olduğunu, gerekli önlemlerin alındığını, siyanür sızıntısı olmadığını açıklıyor. Kütahya Valiliği bölgede yapılan analizlerin sonuçlarını kamuoyuna açıklamıyor. Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) yetkilileri ise tesisin yakınındaki köylerde kullanılan içme suyunu tahlil ettirerek sonuçları kamuoyuna açıkladı. İçme suyunda, müsaade edilen üst limitin %40 üzerinde siyanür tespit edildi. ÇMO zaman ilerledikçe yeraltı sularındaki siyanür oranının daha da artacağına dikkat çekiyor. Kütahya depreminin ardından siyanür atık barajını incelemek isteyen ÇMO yetkililerinin ziyareti ise engellendi. Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) açıkladığı raporda, barajdan buharlaşan hidrojen siyanürün ölçümünün yapılmadığı, atık barajında yapılan siyanür ve ağır metal analizlerinin açıklanmadığı, işletmenin atıklarında insan sağlığı açısından siyanürden daha tehlikeli ağır metallerin de bulunduğu belirtildi. Bergama, Uşak, Erzincan, Gümüşhane ve daha başka bölgelerde siyanürle maden üretimi sürüyor. Dev tekel-
lere peşkeş çekilmek üzere yeni maden sahaları açılıyor. Eti Gümüş A.Ş. 2003’te özelleştirildi. Eti Gümüş’ün üretim tesislerini Söğütsen Seramik A.Ş. işletmeye başladı. Özelleştirmenin ardından üretim kapasitesi gerekli önlemler alınmadan iki katına çıkarılmıştı.
Siyanürlü liç yöntemi: Toprağı zehirleyerek altın üretimi! Altın üretiminde üç yöntem kullanılıyor. Dünya altın üretiminin %85’i “Siyanürlü liç” yöntemiyle gerçekleştiriliyor. Altın zerreciklerini topraktan ayırmak için toprağa sıvı siyanür çözeltisi püskürtülüyor. Siyanür altın elementi ile kimyasal bağ kuruyor. Siyanür ve oksijen çözeltisi altını sıvılaştırarak topraktan ayırıyor. Siyanürlü altın çözeltisi bir dizi kimyasal işlemden geçirilerek ayrıştırılıyor. Bu arada siyanürlenmiş toprak-çamur suni göletlerde biriktiriliyor. Göletlerden sızıntı olduğunda siyanür yer altı sularına karışıyor ve geri dönülmez çevre yıkımları yaşanıyor. Piyasa değeri yaklaşık 1000 dolar eden 1 ons (yaklaşık 30 gram) altın elde etmek için 200 ton toprak siyanürle zehirleniyor. Bir altın üretim tesisi milyonlarca ton toprağı zehirliyor. Zehirlediği araziden alacağını aldıktan sonra, para kazanma faaliyetine başka bir yerde devam ediyor. Siyanür dünya üzerindeki en zehirli bileşiklerden biri-
43
Haziran 2011 • sayı: 75
marksist tutum
layca aşıyorlar. Yatırım yaptıkları ülkelerde, hükümetlerle ve ilgili bakanlıklarla çıkar ilişkileri geliştiriyorlar. Kimi zaman bürokratları, kimi zaman medya şirketlerini satın alıyor, çevre katliamlarının üzerini örtüyorlar.
Çevreci bir kapitalizm asla olmayacak!
dir. Az miktarları dahi insan ve diğer canlı türlerinin çoğu için zehirlidir. Siyanürün diğer kimyasal bileşiklerle tepkimeye girerek normal biyolojik aktiviteleri sekteye uğratma kapasitesi bulunuyor. Siyanür, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Nazi toplama kamplarında biyolojik silah olarak kullanılmıştır.
Bozacının şahidi şıracı Bergama’daki Koza Altın İşletmeleri’nin sahibi olan Koza Grubu’na ait bir günlük gazete (Bugün gazetesi) Kütahya’daki Eti gümüş tesislerindeki siyanür sızıntısının bölgede yaşayanlar için bir tehlike oluşturmadığını, siyanürün 140 yıldır madenlerde kullanıldığını ve tek bir kişinin bile ölmediğini iddia etti. Bugüne kadar yaşanan siyanür kazaları, devletinden medyasına kadar sermaye sınıfının ve ruhunu sermayeye satmış sermaye sözcülerinin sahtekârlıklarını sergiliyor. İşte yaşanan siyanür kazalarından bazıları: Batı Virginia’da atık barajının çökmesi sonucu 155 kişi öldü. Şili’de deprem sonrası atık barajlarındaki sızıntı yüzünden 22 insan öldü. Nevada’da binlerce hayvan siyanür zehirlenmesinden öldü. Güney Carolina’da yağmur sonucu süzme altın rezervi çöktü, on binlerce balık ve canlı öldü. Ekvator’da maden bölgesinde meydana gelen heyelan neticesinde 300 kişi, Nobnibya’da 100 kişi öldü. Bolivya’da tepeleme biriktirilen maden artığının aşağıya kayması sonucu yüzlerce insan öldü. Güney Afrika’da siyanürlü havuz yağmur nedeniyle taşınca 150 kişi öldü. Dev Maden şirketlerinin kazıları ve atıklarının yarattığı çevre felâketleri yüzünden bugüne değin binlerce canlı zarar gördü, milyonlarca dönüm arazide canlı yaşamı sona erdi, ormanlar talan edildi, tarım arazileri zehirlendi, on binlerce insan yaşadıkları bölgelerden göç etmek zorunda kaldı. Uluslararası dev tekeller önlerine çıkan engelleri ko-
44
Sermaye, kârının önüne çıkan engelleri alt etmek için her tür oyuna başvuruyor. Çevreyi korumak üzere çıkarılan kanunlar, kurulan çevre bakanlıkları, kitlelerin gözünü boyamaktan başka bir işe yaramıyor. Parayı bastıran şirket, Çevre Etkileşim Değerlendirme (ÇED) raporunu istediği yönde çıkarttırıp, halkı zehirleme lisansını alıveriyor. Hükümetler gerektiğinde lisans alamayan işletmelere geçici izin belgeleri düzenliyor. Söz konusu olan dev tekellerin büyük yatırımları olunca işler en tepeden hallediliyor. Eurogold firmasının siyanürlü altın üretimine karşı çıkan Bergama köylüleri ve çevreciler vatan hainliğiyle ve dış güçlerin maşası olmakla suçlandılar yıllar boyunca. Yoksul köylüler, topraklarından vazgeçmeleri ve doğa katliamına karşı çıkmamaları karşılığında iş bulma vaatleriyle satın alınmaya çalışıldılar. Doğanın katledildiğini açıklayan akademisyenler, devletin ve YÖK’ün baskısıyla susturuluyor. Dilovası’nda yaşanan çevre ve sağlık sorunlarını kamuoyuna duyuran, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu basına, “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” açıklamasını yapmıştı. İşte bu açıklama yüzünden, “basın yoluyla halk arasında panik yarattığı” gerekçesiyle dava ediliyor Hamzaoğlu. Hamzaoğlu’nun 2 yıldan 4 yıla kadar hapsi isteniyor. Halk sağlığını düşünerek büyük tekellerin yarattığı çevre kirliliğini ve sağlık sorunlarını dile getirenlere gözdağı veriliyor.
Kapitalizm zehirliyor! Kapitalizmin zehir çarkları, dev tekellerin kârı için dönüyor. Dev maden tekelleri doğayı hunharca katlediyor. Hava, su ve toprak zehirleniyor, doğadaki biyolojik çeşitlilik günden güne yok ediliyor. Doğa ve insan sağlığı sermaye çıkarlarına peşkeş çekiliyor. Kapitalizm yarattığı çevre felâketleriyle insanları öldürüyor veya yaşam alanlarını terk etmeye zorluyor. Sermaye denilen canavar, işgücünü ve doğayı acımasızca sömürüyor, insanların ve diğer canlıların yaşamını hiçe sayıyor, gezegeni tüketmek pahasına büyüyor. Doğadaki canlı yaşam ve onun bir parçası olan insanoğlu, işçi sınıfının kapitalizme son vermesi ile kurtulacak. İşte o zaman, üzerinde yaşadığımız gezegen, tüm insanların katılımının sağlandığı, planlı bir üretim temeli üzerinde hem sınıfsız ve devletsiz bir topluma, hem de doğa ve insanın uyumlu birlikteliğine kavuşacak.
Batı’nın İkiyüzlülüğü ve Göçmen Emekçiler Hakan Sönmez
S
ovyetler Birliği’nin çökmesiyle kapitalistler zafer naraları atıyor, tarihin sonunun geldiğini, bundan sonra savaşların, ekonomik krizlerin yaşanmayacağını, insanların mutlu, barış içinde bir yaşam süreceğini söylüyorlardı. Bu tozpembe yalanların üzerinden çok geçmeden kapitalizmin ekonomik krizi baş gösteriyor, ABD krizini atlatmak için “terörle mücadele” ve “demokrasi” bahanesiyle önce Afganistan’a, ardından Irak’a saldırıyor, yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının da evsiz barksız kalmasına neden oluyordu. Gözü dönmüş emperyalist devletlerin kışkırttıkları bölgesel savaşlar dünyanın dört bir yanını ateşe veriyordu. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika’da milyonlarca insan ölüyor, milyonlarcası da bu savaşlar yüzünden yaşam alanlarından kopuyor, kitlesel göçe zorlanıyor ve mülteci durumuna düşüyordu. Bugün demokrasiden, insan haklarından bahseden Batılı emperyalist güçler, demokrasi adına Libya’ya saldırıp “insaniyet” nutukları çekiyorlar. Ne var ki ikiyüzlülükleri çok geçmeden ortaya çıkıveriyor. Sözde “insanlık” adına Libya’ya müdahale eden ve bomba yağdıran emperyalist güçler, gözlerinin önünde batmakta olan bir tekneye yardım etmeye bile lüzum görmüyorlar. 25 Martta, içinde İtalya’ya ulaşmaya çalışan 72 kişinin bulunduğu bir teknenin, batmak üzereyken İtalya sahil güvenliği ve NATO’dan yardım istediği halde yardım çağrısının karşılıksız bırakılması ve içindekilerin ölüme terk edilmesi bunun bir örneği. Her gün onlarca insan Libya’dan ve Tunus’tan tek-
nelerle İtalya kıyılarına ulaşmak için ölüm yolculuğuna çıkıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yapılan açıklamaya göre, son dönemde batan teknelerde Avrupa sahillerine varamadan ölenlerin sayısı 800’ü buluyor. Ekonomik krizden dolayı iş bulma umuduyla her yıl binlerce işçi, konteynırlarda, kamyon kasalarında üst üste yığılarak bir başka ülkeye gitmeye çalışırken ölüyor. Örneğin her yıl 400 kişi ABD sınırını geçmeye çalışırken vurularak öldürülüyor. Unutmamak gerekiyor ki krizsiz, savaşsız bir kapitalizm düşünmek mümkün değildir. Kapitalizmin tarihi, açlık, yoksulluk, savaş ve kıyımla damgalanmıştır.
Savaş, kriz, işsizlik ve göçmen işçilik Bugün milyonlarca insan, kapitalizmin yaratmış olduğu sorunlar yüzünden göç etmek zorunda kalıyor. Her yıl insanlar köylerden metropol kentlere, az gelişmiş ülkelerden emperyalist ülkelere daha iyi bir yaşam umuduyla göç ediyor. Açlıkla, yoksullukla baş başa bırakılan milyonlarca insan sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak üzere yaşam alanlarından kopuyor. Sermaye bir taraftan ucuz işgücü ihtiyacını karşılarken diğer taraftan da yedek işgücü oluşturarak işçi sınıfına en ağır şartları dayatmış oluyor. Bugün dünya üzerinde göçmen durumundaki nüfus 300 milyonu geçiyor. Uluslararası Göçmen Teşkilatı
45
Haziran 2011 • sayı: 75
marksist tutum
IOM’nin yayınladığı raporda bu sayının 2050 yılında 400 milyonu geçeceği belirtiliyor. Ne var ki verilen rakam kapitalizmin gerçekleriyle uyuşmuyor. Bir taraftan emperyalist savaş süreci kızışıyor, diğer taraftan krizle birlikte kapitalizmin ucuz işgücüne ihtiyacı gittikçe artıyor. Bu da gösteriyor ki, daha fazla insan göç etmek zorunda kalacaktır. Bugünkü koşullarda bile dünya nüfusunun %5’i göçmen durumundadır. 300 milyonluk göçmen nüfusun 12,5 milyonu yarı-köle, 2,5 milyonu insan ticareti mağduru, 30 milyonu “kaçak” ve 50 milyonu da mülteci konumunda bulunuyor. Mülteci konumunda ve yarı-köle konumunda olan göçmen emekçilerin büyük bir bölümünü bizzat bölgesel savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalanlar oluşturuyor. Sayısı birçok ülkenin nüfusundan fazla olan 12,5 milyonluk yarı-köle işçiler, kapitalizmin ikiyüzlülüğünü ve çürümüşlüğünü yeterince ortaya koymuyor mu? İnsanlık nutukları atan asalaklar bu gerçekleri neyle açıklayabilirler? Demokrasi, özgürlük bunun neresinde? Libya’ya, Irak’a, Afganistan’a demokrasi götürdüklerini söyleyenler, insanları yarı-köle olarak kullanıyorlar. Sermayenin neo-liberal saldırıları ve emperyalist savaşın kızışmasıyla birlikte göç oranında büyük bir artış yaşanmıştır. Örneğin 1985 yılında 105 milyon olan göçmen sayısı son yirmi yılda iki kat artarak 300 milyonu aşmıştır. Son yirmi yılda Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da meydana gelen bölgesel savaşlarla milyonlarca insan mülteci durumuna düşmüş, on binlercesi de tıpkı Libyalı göçmenler gibi göç sırasında hayatlarını kaybetmişlerdir. Burjuvazi göçmen emekçilerin sırtından büyük kârlar elde ederken bir taraftan da derinleşen krizin sonucu gelişecek toplumsal patlamalara karşı göçmen işçileri günah keçisi ilan ediyor. Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gittikçe tırmandırılırken, bundan en çok zarar görenler göçmen işçiler oluyor.
Göçmen işçilerin sorunları Gerek açlık, yoksulluk nedeniyle, gerekse savaş nedeniyle yaşam alanlarından kopan milyonlarca göçmen işçi, göç ettikleri yerlerde büyük sıkıntılar, acılar ve trajediler yaşamaktadırlar. Büyük umutlarla geldikleri metropollerde, insani olmayan koşullarda, en ağır işleri yapmak zorunda kalıyorlar. Hiçbir iş güvencesi olmadan, çok düşük ücretlerle, uzun saatler, en ağır işlerde çalıştırılıyor göçmen işçiler. En ufak bir itirazda hiçbir hakkı verilmeden kapı önüne koyuluyorlar. Bir de “kaçak” statüsünde olanlar ise sağlık, eğitim, sosyal ve siyasal haklardan tamamen yoksun yaşıyorlar. Sadece düşük ücretler ve sosyal haklardan yararlanamamakla kalmıyorlar, bir de aşağılanma, dil ve kültürel farklılıklardan kaynaklı sorunları da sıkça yaşıyorlar. Burjuvazi en ağır koşullarda çalıştırdığı göçmen işçileri, artan işsizliğin asıl suçlusu olarak göstererek işçi sınıfı karşısında bu kesimi günah keçisi ilan etmektedir. Böylece,
46
“BİZ İŞÇİYİZ, KÖLE DEĞİL!”
işsizlikle birlikte artan açlık, yoksulluk ve sefalet sonucu biriken öfke, bunları yaratan kapitalizme değil göçmen işçilere yönelmektedir. İşsizliğin sebebi kapitalizm değil göçmen işçilerin ucuza çalışması olarak gösterilmektedir. Bu sayede burjuvazi milliyetçiliği şovenizmi, ırkçılığı körükleyerek kitlelerin gözünü kör edip gerçeği görmelerini engellemiş oluyor.
İşçi sınıfının enternasyonal bayrağını yükseltelim Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde sağcı partilerin söyleminin ana eksenini göçmen karşıtlığı oluşturuyor. Bu partiler bu yolla oy oranlarını da artırıyorlar. Libya’ya bombalar yağdıran koalisyon güçlerinin baş aktörlerinden Fransa’da, baskıcı yasalar yürürlüğe konulmuş ve göçmen işçilerin ülkeye girişi zorlaştırılmıştır. Yine bu ülkelerde faşist-ırkçı gruplar göçmen işçilere saldırmakta, tacizde bulunmakta, kolluk güçleri ise bunlara göz yummaktadır. Artan milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı karşısında işçi sınıfının birliği temelinde sağlam tutumlar almak gerekiyor. Ancak Avrupa’da sendikalar milliyetçi söylem ve yaklaşımlarıyla bunun tersine yapıyor ve işçi sınıfının birliğine ağır darbeler indiriyorlar. Öte yandan solun önemli bir kesimi de aynı zafiyeti göstermektedir. Bunlar 2005 yılında göçmen işçilerin Fransa’da başlattıkları isyanı desteklememiş ve göçmen işçilerin isyanını kontrolsüzlükle eleştirmişlerdir. Kapitalistlerin körüklediği milliyetçiliğe, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı dünyanın her ülkesinde yerli işçi sınıfı göçmen işçilerin sorunlarına sahip çıkmalı, siyasal, ekonomik ve sosyal haklar için hep birlikte örgütlenmelidir. İşçi sınıfının birliği farklı ülkelerin işçileri arasında her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımların ortadan kalkmasına bağlıdır. Kapitalizmin yaratmış olduğu ve körüklemekten hiç geri durmadığı bu ayrımların ve köhnemiş ikiyüzlü bu sömürü düzeninin ortadan kalkması için işçi sınıfının enternasyonal devrimci bayrağını yükseltelim.
sayı: 75 • Haziran 2011
marksist tutum
En Büyük Engel Örgütsüzlüktür B
urjuvazinin biz işçileri nasıl gördüğüne dair örneklere, her gün, her saat işyerlerinde tanık oluyoruz. Geçenlerde, hem de “Engelliler Haftası”nda, burjuva sınıfın temsilcilerinden bir bakanın engelli bir işçi kardeşimize sarf ettiği cümleler, burjuvazinin işçi sınıfına bakışını çarpıcı bir şekilde özetliyordu. Bu aynı zamanda, işçi sınıfını örgütsüz, güçsüz ve sahipsiz görenlerin nasıl da pervasızlaştığını gösteriyordu. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’le birlikte, Batman Devlet Hastanesine gitti. Yemekhanede işçilerle birlikte yemekler yendi, AKP övüldü ve Mehmet Şimşek’in Batman milletvekili adayı olduğu hatırlatıldı. 6 çocuk babası görme engelli işçi Nurullah Mehmetoğlu, işçi derdi dinliyor görünen bakan Recep Akdağ’a yaklaşıp “bir dakikanızı alabilir miyim?” diye sordu. Bakan bey tenezzül edip işçinin derdini dinlemedi bile. “Bu arkadaşa bir yemek ısmarlayın ve oturtun” dedi. 3 yıldır çalışıyor olmasına rağmen SSK’sı yapılmayan, 7 ay boyunca ücreti verilmeyen ve taşeron kadrosunda bulunan işçi, düşünüp taşınıp çözüm yolu olarak derdini bakana anlatma yolunu seçmişti. Ama hakkını ararken, hakkı olmayan bir şeyi isteyen bir dilenciymiş gibi aşağılanmıştı. Ama daha beteri, Mehmet Şimşek’in işçiyi tekrar Recep Akdağ’ın yanına götürüp derdini anlatmasını istemesinin ardından yaşandı. Nurullah Mehmetoğlu, Sağlık Bakanına, “Biz burada asgari ücretle çalışıyoruz. Koşulların iyileştirilmesini istiyoruz. Müteahhit şirketlerin elinden ne zaman kurtulacağız?” diye sordu. Bakan öncekinden beter bir yaklaşımla, bu defa engellileri de aşağılayan, onların üretim içindeki pozisyonlarını lütuf sayan sözler sarf etmeye başladı: “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz. Para kazanıyorsun değil mi?” İşçi ısrarla derdini anlatmaya devam etti: “Müteahhit
şirketlerin yanından ne zaman kurtulacağız?” Bu defa da, “müteahhit şirketlerde çalışacaksınız, para kazanacaksınız, hadi bakalım” yanıtını aldı. Bu düzen böyle devam edecek, taşeron şirketlerde sürünmeye devam edeceksiniz demek istiyordu bakan. Onu dinleyen örgütlü işçiler, bakan beyin ne demek istediğini daha iyi anlıyor. “Bugün güç bizde, bizim borumuz öter. Siz işçiler örgütsüzsünüz, tek tek karşımıza gelmenizin bizim için hiçbir anlamı yok. Hele engelliyseniz sizi sahiplenen işçi sınıfının örgütlülüğü de olmadığına göre ister fırçalarız, ister aşağılarız sizi. Madem gücünüz yok sizi daha çok uzun yıllar sömürürüz, hadi bakalım, biz ne diyorsak onu yapın, bizim size dayattığımız koşullarda çalışın bakalım!” Söyledikleri tam da bu anlama gelmiyor mu? Medyaya yansıyan bu olayın devamında işçi susmuyor, bu işin peşine düşeceğini, engelli bir işçi olarak ezildiğini, hem de sorunlarını dinlemeye geldiğini söyleyen bir bakan tarafından aşağılandığını, bunu içine sindiremediğini söylüyordu. Uğradığı davranışlar karşısında şoke olduğunu ifade ediyordu. Bakanın aşağılamaları, fırçaları yetmezmiş gibi bu defa da onu telefonla arayan
“milletvekilleri” bu tavrını devam ettirmesinin kendisi için iyi olmadığını söyleyerek tehdit ettiler Nurullah Mehmetoğlu’nu. Kimse ona koşulları düzeltme sözü vermiyor, hatta daha beter koşullarla tehdit ediyorlardı. İşte örgütsüzlüğün sonucu! Basına yansıyan bu fırça diyaloguna gelen tepkiler üzerine, bakan gayet pişkin bir şekilde, “görme engelli kardeşimizle gayet nezaket içerisinde konuşma yaptım, gerginlik falan da olmadı, ama bu şekilde yansıtanlar oldu” dedi. “Bizim engelli kardeşlerimize, görme engellilere bakışımız bellidir. Hepsinin başımın üstünde yeri vardır” diye kıvırması ise seçim dönemi nasıl böyle bir dikkatsizlik yaptığına dair üstlerinden yediği fırçanın ürünü olsa gerek. Nitekim ardından, yine medyanın gözleri önünde telefon edip işçiden özür diledi. Çok yorgunmuş da o yüzden istemeden öyle davranmışmış bakan! Düzen partilerinde patronlar için canla başla çalışan burjuva siyasetçilerin işçilere de, engelli işçilere de bakışı belli. Hükümetin torba yasada engelli işçiler için çıkarmaya çalıştığı ama yine bu konuda gelen tepkiler (seçim öncesi doğru olmayacağının düşünülmüş olması da) üzerine tasarıdan çıkardığı yasa maddesi
47
Haziran 2011 • sayı: 75
marksist tutum
bunu yeterince anlatıyor. Engellileri etraflarında görmeye bile tahammül edemeyen patronlar o torbaya, “engellileri bizden uzak tutun” yasası koydurmak istemişlerdi. Tasarının engellilerin karşı çıktığı 63. maddesi şu şekildeydi: “İşin niteliği veya teminde güçlük nedeniyle işyerlerinde özürlü çalıştırma konusunda güçlük yaşayan işverenler başka işverene ait işletmelerde, kurulan ortak işletmelerde veya özürlü çalıştırmak amacıyla kurulan işletmelerde ilk defa işe alınan özürlülerin ücretlerini karşılayarak özürlü çalıştırma zorunluluğunu yerine getirebilir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işverenin başvurusu üzerine işin niteliği veya teminde güçlük nedeniyle işyerinde özürlü çalıştırma konusunda güçlük yaşanıp yaşanmayacağını karara bağlar.” Engelli işçileri işyerlerinde görmeye tahammül edemeyen patron-
lar, onları özel gettolara tıkıştırmak niyetindeler. Vekilleriyse, seçim dönemlerinde oy kapma derdindeyken bile işçinin derdini dinlemeye yanaşmıyorlar. Ne işyerinde engellilerle muhatap olmak istiyorlar ne de engellilerin dertlerini dinlemek istiyorlar. Burjuvazi ikiyüzlülüğünü yaşamın her ayrıntısında sergiliyor. Engelliler Haftasında bir yandan görme engelli bir işçiyi dinlemeye bile tenezzül etmezken ve onu aşağılarken, burjuva eğlence sofralarının mezesi görme engelli Metin Şentürk’ü “başarılarından” dolayı plaketlerle ödüllendiriyorlar. Ama o da bir yere kadar; milletvekili adaylığıyla kandırıp reklâm malzemesi olarak kullandıktan sonra bir kenara atıyorlar. Engelliler Haftasında haklarından bihaber, bilinçsiz engellilerle mutlu mesut fotoğraf karelerinde “bakın nasıl çalışıyoruz” mesajları
verirlerken, sıra hak istemeye geldiğinde karşılarındakine bir böcekmiş gibi tiksintiyle bakıyorlar. Kapitalist düzenin kendisi engelliler için gerçek bir engel. Bu engeli kaldıralım. İnsan endeksli bir sağlık sistemi aracılığıyla engelli sayısının azaldığı, engellilerin toplumsal yaşamdan dışlanmadığı, horlanmadığı, paylaşılan zenginlik ve mutluluktan paylarını doya doya aldıkları bir dünya yaratmalıyız. Bugün gerçek engel kapitalizmdir ve örgütsüzlüktür. İnsanları düşünemeyen, birlikte hareket edemeyen, insani duygular hissedemeyen hale getirerek insan olmaktan çıkaran bu sömürü düzenine karşı ortak bir mücadeleyi örgütlemek gerekiyor. Bunu yaparsak tüm engelleri aşarız. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir öğretmen
Kurtuluş Yüksek Puanlarda Değil, Mücadelede!
P
atronlar sınıfı geleceğimiz için istediklerimize, yaptıklarımıza bile karışıyor. Yüz binlerce gencin korkulu rüyası haline gelen, geleceğimiz için girdiğimiz sınavların biri bitiyor, öbürü başlıyor. Ben de 8. sınıfa giden bir öğrenciyim. 4 Haziranda SBS sınavına gireceğim. Benim gibi daha birçok genç bu sınava girecek. Herkes harıl harıl sınava hazırlanıyor, dershanelerin verdiği çalışma takvimlerine uyuyor, okulda hemen hemen her gün “rakiplerinizi geçmek için çok çalışmanız gerek” sözlerini duyuyoruz. Hele o gün yaklaştıkça isterse okula sadece ailesi gönderdiği için gitsin tüm öğrencilerdeki stres artıyor. Sosyal hayattan uzaklaşmaya, arkadaşlarıyla sohbet etmek, sorununu veya mutluluğunu paylaşmak yerine gününü gecesini test çözmeye ayırmaya başlıyor pek çok öğrenci. Bu önceden genellikle üniversite sınavlarında karşımıza çıkan bir tabloydu. Ama şimdi yaşı henüz 14-15 olan gencecik öğrencilerde bile görebiliyoruz bunu. Hem de patronların bizlere vaat ettiği boş hayaller uğruna. “SBS sınavında iyi puan alırsan iyi bir liseye gidersin. YGS-LYS’de iyi bir puan alırsan, iyi bir üniversiteye gidersin. KPSS’de iyi bir puan alırsan devlet memuru olursun, kesin bir işin olur, aileni de kendini de kurtarırsın, onlara rahat bir hayat verirsin” diyorlar. Hangisi doğru bu söylediklerinin? Belki sınavlardan iyi puanlar alarak iyi yerlerde okuyabiliriz. Peki ya sonunda bize sunulan kurtuluş gerçek kurtu-
48
luş mu? Bin bir güçlükle üniversiteye gidip işsiz kalan birilerini hepimiz tanırız ya da tüm çabalara rağmen hiç gidemeyenleri… Tabii aileler de nasibini alıyor bu kurtuluş hayalleri uğruna çalışma tufanından. Dershane masrafları zaten güç durumda olan ev ekonomisini tam 12’den vuruyor. Güya parasız eğitim gördüğümüz okullara verilen aidatlar, fotokopi paraları yetmiyor, bir de dershane sahiplerine kimi zaman ev kiralarımızdan bile yüksek miktarlarda para veriyoruz. İşçiler çocuklarını iyi bir liseye gitmesi için dershaneye gönderiyor. Dershane parasını ödeyebilmek içinse mesailere kalıyor. Bu hazin resme bir de patronların dayattığı bu sınavları kazanamayıp intihar eden, yanlış hesaplamalar yüzünden baygınlıklar geçiren ya da bu sınavları geçip işsiz kalan gençler eklenince eğitim sisteminin içler acısı haliyle bir kez daha karşılaşıyoruz. Tüm bunlar yaşanırken SBS, YGS, LYS, KPSS ve gelecekte türeyecek daha nice sınavdan yüksek puanlar almak kurtuluş sayılabilir mi? Patronlar sınıfı saymamızı istiyor, ama sayılamaz. Kurtuluş bu değil. Kurtuluş, fabrikalarda 12-16 saat çalışan işçilerin, ailesine patronların tabiriyle “rahat bir yaşam” verebilmek için sınavlara girenlerin, kısacası işçi sınıfının birlik, beraberlik ve doğru bir bilinçle ördüğü örgütlü mücadelede! İstanbul’dan bir öğrenci