Ağustos 2011
Irkçı-Şoven Saldırganlığa Geçit Verme! Kürt Halkına Kaderini Tayin Hakkı! • Kürt halkının yükselen mücadelesi • “Demokratik özeklik” talebi
77
• Burjuva siyasetin aracı olarak futbol • Kolonyalizmden emperyalizme /3 • Dünya Devrimi hayal mi? • “Beyaz yakalılar”
Kürt Halkının Yükselen Mücadelesi ve Düzenin Çözümsüzlüğü Levent Toprak
H
aziran seçimlerinden bu yana yaşanan gelişmeler, seçim öncesinde Marksist Tutum’un yapmış olduğu tespitlere uygun biçimde, Türkiye’nin yeni bir siyasi dönemece girdiğini gösteriyor (bkz. Utku Kızılok, Seçime Doğru: İç ve Dış Siyasetin Eğilimleri). Çeşitli iç ve dış dinamiklerle belirlenen bu dönemeç, daha önce de vurguladığımız gibi işçi sınıfı açısından yeni ve zorlu bir mücadele döneminin açılması anlamına gelmektedir. Bu mücadele döneminin ana başlıklarını Kürt sorunu, yeni anayasa, Ortadoğu bağlamında emperyalist savaş sürecinin geldiği yeni aşamada Türk burjuvazisinin izlemekte olduğu emperyal politikalar ve sermayenin işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına dönük devreye sokmaya hazırlandığı yeni saldırılar oluşturmaktadır. Son haftaların gelişmelerinin de bir kez daha açıkça gösterdiği gibi, Kürt sorunu tüm bu sorunlar kümesi içinde özel bir ağırlık ve yakıcılık arz etmektedir. Bu bakımdan son haftaların gelişmelerini değerlendirmenin özel bir önem taşıdığı açıktır. Zeytinburnu örneğinde bir kez daha yaşanan faşist kudurganlık nöbetleri toplumun tehlikeli biçimde bir uçurumun kenarında dolaştırıldığını göstermektedir. Dünya ölçeğinde genel bir emperyalist savaş konjonktüründe olduğumuz da düşünüldüğünde, tarihsel deneyimlerin kanlı derslerini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Her ne kadar geniş halk yığınlarında derinlere yerleşmiş köklü bir nefret olduğu söylenemezse de, uzun yıllardır hoyratça zerk edilmiş ırkçı-şoven zehrin, faşist kışkırtmalara elverişli bir zemin yaratmadığını düşünmek saflık olur. Tarihsel deneyimle sabit olduğu üzere, işçi sınıfının çok büyük oranda örgütsüz, sosyalist hareketin de zayıf olduğu şartlarda bu durum ne yazık ki doğaldır. Hesapları ve siyasi manevraları ne yönde olursa olsun, egemenlerin şovenizm silahını asla tümüyle ellerinden bırakmayacakları, bunu her daim bir koz olarak kullanabilecekleri unutulmamalıdır. Bu hatırlatmalar eşliğinde son dönemin gelişmelerine baktığımızda ön planda üç gelişmeyi ayırt etmek mümkündür. Birincisi merkezinde Kürt hareketinin bulunduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçimlerde elde ettiği başarıdır. İkincisi Demokratik Toplum Kongresi’nin Demokratik Özerklik ilanı ve üçüncüsü Demokratik Özerkliğin ilan edildiği gün aşağı yukarı aynı saatlerde gerçekleşen ve 13 asker ile 2 gerillanın ölümüyle sonuçlanan Silvan çatışmasıdır. Ancak ön plandaki bu gelişmelerin yanı sıra, medyanın uyguladığı karartma nedeniyle pek bilinmeyen en az iki önemli olgu daha var. Birincisi, Kürt illerinde yaklaşık dört ay öncesinden itibaren başlayan ve geniş ölçüde yaygınlaştırılan askeri operasyonlar ve bu operasyonlarda
1
marksist tutum
sayısı 50’ye yakın gerillanın öldürülmesi; ikincisi ise 16 Temmuzdan bu yana kesintisiz biçimde İran’ın Kandil’i hedef alan kapsamlı bir askeri saldırı düzenliyor oluşu. Bu tabloya sadece kaba bir bakış bile Türk ve İran egemenlerinin Kürt hareketini köşeye sıkıştırmaya dönük yeni bir hamleye giriştiklerini göstermeye yetmektedir. Hele hele İran’ın yürüttüğü askeri harekâta Türkiye’nin gizli olarak katıldığına ve saldırının PJAK’ı aşarak PKK’yi de kapsayacak bir perspektifle yürütülmekte olduğuna ilişkin gittikçe artan verilere bakıldığında bu sonuç daha belirgin bir hal almaktadır. Ama belki de bu sonucu tüm bu olgu ve gelişmelerden daha önemli ölçüde belirleyen bir başka sürece dikkat çekmek gerekiyor. O da, son birkaç ayda Türkiye ve ABD’nin Suriye’ye dönük emperyalist siyaset konusunda aralarındaki anlaşmazlıkları aşma yoluna girmeleri, birbirlerine açıkça yakınlaşmalarıdır. ABD ile yakınlaşmış bir Türkiye’nin Kürt hareketine saldırma konusunda elinin daha serbest hale geleceği açıktır. Normal şartlarda İran’ın Irak’ın sınırlarını ihlal ederek bir askeri operasyona girişmesinin ABD tarafından sessizlikle geçiştirilmesi düşünülemez. Ancak bu durumda ABD’nin yaptığı tam da budur. Öte yandan Irak merkezi devleti ve bölgesel Kürt yönetimi de, dostlar alışverişte görsün tarzı düşük tonlu mesajlar vermekle yetinmişlerdir. Bu da manidardır ve doğrusu söz konusu operasyonun geniş bir mutabakatla yürütüldüğünü düşündürmektedir. Burada sorulması gereken temel soru hiç kuşkusuz Kürt hareketine yönelik böyle bir genel saldırı hamlesini neyin güdülediğidir. Bu sorunun özet yanıtı, son dönemde çeşitli iç ve dış etmenler neticesinde Kürt hareketinin elinin çok daha güçlü hale gelmesidir. Yeni bir anayasanın gündemde olduğu bugünlerde Kürt hareketinin masaya yüksek bir moral ve istimle, eli güçlenmiş olarak girmesi istenmemekte, onun beklenti ve talepleri düşürülmeye çalışılmaktadır. İşin özü bizce budur.
En az taviz ve boyun eğdirme stratejisi Düzen cephesi çoktandır Kürt sorununun eskisi gibi kaba inkâr, imha ve asimilasyon politikaları ile bertaraf edilemeyeceğini ve Kürt silahlı hareketinin de askeri yöntemlerle bitirilemeyeceğini görmüş durumdadır. Son yıllarda ordu bile bunu defalarca itiraf etmiştir. Dolayısıyla inkâr, imha ve asimilasyon temelli politikanın iflas ettiği artık tescillenmiştir. Bu noktaya gelindiği andan itibaren düzen cephesi, öldürücü yavaşlıkta ve isteksizce de olsa, genel olarak yeni bir stratejiye geçiş yapmıştır. Bu yeni strateji rejimin genel yapısında mümkün olduğunca az değişiklik yaparak ve dolayısıyla mümkün olan en az düzeyde hak ve tavizler vererek Kürt hareketinin silahlı mücadeleden vazgeçmesini sağlama stratejisidir. Egemen sınıf içinde bazı ayrılıklar olmakla birlikte sorunu en genel biçimiyle böyle formüle etmek mümkün-
2
Ağustos 2011 • sayı: 77
dür. Bazısı için bu sadece bazı bireysel-kültürel haklar vermekle sınırlıdır (örneğin Genelkurmay). Bazısı içinse anadilde eğitim, özerklik ve Öcalan’ın durumunun ev hapsine çevrilmesi gibi maddeleri içeren bir pakettir. Bu farklılık yelpazesi genel olarak geniş olmadığı halde, bu düzeydeki farklar bile egemen sınıf içinde ciddi kavgalara sebep olmaktadır. Kürt sorununun inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla bertaraf edilemeyeceğini gören düzen cephesi, öldürücü yavaşlıkta ve isteksizce de olsa, genel olarak yeni bir stratejiye geçiş yapmıştır. Bu yeni strateji rejimin genel yapısında mümkün olduğunca az değişiklik yaparak ve dolayısıyla mümkün olan en az düzeyde hak ve tavizler vererek Kürt hareketinin silahlı mücadeleden vazgeçmesini sağlama stratejisidir. İşin bir diğer boyutu ise Kürt hareketini silahlı mücadeleden vazgeçirme noktasındaki yaklaşım farklılıklarıdır. Egemen sınıfın çoğunluğu eski baskı politikalarını gevşetip, Kürt halkına birtakım haklar vererek onun gönlünün kazanılabileceğini ve böylelikle PKK’den önemli ölçüde koparılabileceğini düşünmektedir. Bu yapılabildiği ölçüde geride kalan silahlı unsurların beklentilerini düşürüp ikna etmenin o kadar zor olmayacağını hesap etmektedir söz konusu kesimler. Esasen AKP’nin uzunca zamandır ikili bir biçimde izlediği çizginin bu olduğu söylenebilir. Bu noktada din faktörüne özellikle güvenen AKP ve onunla ittifak halindeki çeşitli dinsel çevreler, güreşe yeni dalan taze pehlivan misali çok hevesli hamleler yapmıştır, ama sonunda son seçimlerin de gösterdiği gibi boyunun ölçüsünü almıştır. Sonuç olarak, Kürt sorununda son yıllarda yaşanan gelişmeler asıl olarak bu “mümkün olan en azı vererek çözüm” stratejisinin gelgitleri, zikzakları ve oynaklıkları ekseninde cereyan etmektedir diyebiliriz. Tabii burada iç ve dış birçok faktör rol oynadığı gibi, birçok da belirsizlik bulunmaktadır. Sürecin gidişatı da bu çeşitli faktörlerin ve belirsizliklerin sürekli olarak değişen kombinasyonuyla şekillenmektedir. Bu çerçevede son aylarda oluşan duruma bakacak olursak, Kürt hareketinin yeni anayasanın şekillendirilmesi sürecinde yapılacak müzakereler düzlemine hem güçlenmiş hem de özellikle Suriye’deki kalkışma dolayısıyla daha elverişli bir durumda girmekte olduğunu görürüz. Kürt hareketinin Kürt halkı nezdindeki tabanı, sempatisi ve meşruiyeti son dönemde gözle görülür biçimde artmıştır. Kürt illerinde eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde farklı bir atmosferin oluştuğunu birçok burjuva gazeteci bile şaşkınlıkla ifade etmektedir. Kürt halkı kendisine yönelik her türlü havuç ve sopa taktiğini boşa çıkarmayı başarmıştır. Bu genel güçlenmenin sonucu olarak seçimlerin çok öncesinde parlamentoya çok daha büyük bir güçle girileceği
sayı: 77 • Ağustos 2011
belli olmuştu. Diğer taraftan nicedir Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) çalışmalarının olgunlaştığı ve bölgede bunun fiili yerel organlarının örgütlendiği bir süreç yaşanmaktadır. DTK çalışmalarının Demokratik Özerkliği bilfiil ilan etme yönünde ilerlediği de açıkça bilinmekteydi. İşte bir yandan bu nitel ve nicel gelişmeyi, bir yandan da Suriye’de Irak Kürdistanı’ndakine benzer bir sürecin şekillenmesi ihtimali dolayısıyla oluşan moral dinamiği kırmak maksadıyla düzen güçleri seçimlerin aylar öncesinden bir saldırı hamlesi başlattılar. Bu saldırı kampanyası birkaç mecradan yürütüldü ve halen de yürütülmektedir. İlk başta askeri boyut devreye sokulmuştur. PKK genel hatlarıyla çatışmasızlık durumunu koruyor olmasına rağmen, yaklaşık olarak Nisandan itibaren yaygın askeri operasyonlar devreye sokuldu. Tam bir medya karartması altında yürütülen bu operasyonlarda Kürt kaynaklarına göre 50’ye yakın gerilla öldürülmesine rağmen bunlar pek haber konusu bile yapılmadı. Görünen o ki bu baskı ve sıkıştırmalarla PKK’nin karşılık vermesi için elden gelen her şey yapılmış, sonunda asker ölümleri de gündeme geldiğinde ise bunlar Kürt halkı ve hareketi aleyhine kullanılmaya çalışılmıştır. İkinci olarak, zaten mevcut KCK davası nedeniyle yürütülmekte olan provokasyona bir yenisi eklenerek, yine yargı eliyle hukuk cephesinde yeni bir saldırı gerçekleştirildi: Seçim öncesinde yapılan açık bir provokasyonla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun çeşitli adayları YSK tarafından veto edildi. Ancak yaygın ve militan eylemliliklerle bu provokasyon boşa çıkarıldı ve düzen güçleri tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar. Sonuç olarak tüm bu saldırıları boşa çıkaran Kürt halkı ve hareketi seçimden ciddi bir başarı elde ederek çıkmayı başardı. Ve daha önceki değerlendirmelerimizde de
marksist tutum
vurguladığımız gibi dost düşman bu başarıyı teslim etmek zorunda kaldı. Böylece genel olarak yeni meclis, yeni anayasa ve Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt hareketi lehine olumlu bir hava esmeye başladı. Ancak sürecin bu noktaya kadar seyrinden keyfi kaçan düzen güçleri fazla gecikmeden bu havayı kundaklamak için yeniden devreye girerek başta Hatip Dicle olmak üzere 6 tutuklu milletvekilinin meclise girmesini engelleyici hamleleri devreye soktular. Böylece yine yargı üzerinden yapılan saldırıyla yeni bir gerilim atmosferi yaratıldı. Seçimlerde yüksek bir oy oranı elde etmesine rağmen anayasayı tek başına yapacak sayıda sandalye kazanma hevesi kursağında kalan AKP’nin de yine burada etkin bir rol aldığını hatırlatalım. Bu arada askeri operasyonlar dur durak bilmeksizin devam ettirildi. Ve sonunda iş Silvan’a kadar gelmiş oldu. Silvan da yeni bir şovenist kudurganlık dalgasının köpürtülmesi için kullanıldı. Bizzat başbakanın ağzından dökülen savaş çığırtkanı sözlerle (“artık bizden iyilik beklemesinler”, “bu kırılma noktasıdır” vb.) başlama işaretini alan salyalı faşist sürüsü, başta Zeytinburnu olmak üzere değişik yerlerde Kürtlere yönelik saldırıları başlattı. Bu saldırıların hükümetin göz yummasıyla gerçekleştiğine şüphe yoktur. Nitekim Zeytinburnu’ndaki saldırı süreçlerinde polisin saldırganlara müsamaha göstermenin ötesinde bizzat yol ve hedef gösterdiği ortaya çıkmış durumda. En son olarak da, saldırganların güya gözaltına alındığı yolunda haberler çıkmasına rağmen, gerçekte gözaltına alınanların çoğunun saldırıya uğrayan Kürtler olduğu ve bunların Terörle Mücadele Şubesi’ne götürülerek “terörist” muamelesine tâbi tutuldukları ortaya çıktı. Buna mukabil, gözaltına alınan ırkçı-şoven güruhtan kişilerin ise Asayiş Şube’de misafir edildikleri ve sonrasında serbest bırakıldıkları görüldü. Ve Zeytinburnu kadar öne çıkmasa da başka yerlerde de daha küçük çaplı benzer hadiseler yaşandı. Bizzat başbakanın ağzından dökülen savaş çığırtkanı sözlerle başlama işaretini alan salyalı faşist sürüsü, başta Zeytinburnu olmak üzere değişik yerlerde Kürtlere yönelik saldırıları başlattı. Bu saldırıların hükümetin göz yummasıyla gerçekleştiğine şüphe yoktur. Nitekim Zeytinburnu’ndaki saldırı süreçlerinde polisin saldırganlara müsamaha göstermenin ötesinde bizzat yol ve hedef gösterdiği ortaya çıkmış durumda.
3
marksist tutum
Ağustos 2011 • sayı: 77 Kürt hareketinin attığı önemli bir adım olarak Demokratik Özerkliğin ilanı, bir bakıma düzen güçlerinin yüzüne atılmış bir şamardır. Zira Kürt halkı bu hamleyle düzenin çözümsüzlüğü ve ayak sürümeleri karşısında kendi çözümünü bilfiil hayata geçirmeye başladığını ve artık kimseyi beklemeye tahammülünün olmadığını ilan etmiştir. Bunun aynı zamanda düzen güçlerini de çözüm yolunda zorlayıcı bir adım olduğu açıktır.
Son olarak saldırının bu boyutlarına değişmez biçimde ideolojik saldırı eşlik etti. Medya genel olarak manşetlerinde her zamanki gibi isterik çığlıklarını attı. Ama bu kez belki daha dikkat çekici olan, “liberallerin büyük ricatı” denilebilecek bir manzaranın ortaya çıkmasıydı. Kürt sorunu konusunda oldukça duyarlı görünen bazı liberal köşe yazarları bile, Kürt hareketine karşı saldırıya geçmiş ve bununla yetinmeyip Kürt halkına destek çıkarak Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu destekleyen liberal demokrat kalemlere de hücum etmeye yönelmişlerdir. Saldırının bu son boyutuna liberaller arasında pek telaffuz edilmeyecek “Kandil muhipleri” gibi ifadelerin de eşlik etmesi manidardır. Ve anlaşılmaktadır ki, bununla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku dolayımıyla Kürt illeri dışındaki bazı büyük kentlerde de oluşan nispeten olumlu hava ve kısmi aydın desteği kırılmak istenmektedir. Bu husus saldırının komple bir saldırı olarak yürütüldüğünü açıkça göstermektedir.
Liberallerin sınırları Bu çalkantılı süreç içinde Kürt hareketinin attığı önemli bir adım DTK tarafından Demokratik Özerkliğin ilanı olmuştur. Bu adım bir bakıma düzen güçlerinin yüzüne atılmış bir şamardır. Zira Kürt halkı bu hamleyle düzenin çözümsüzlüğü ve ayak sürümeleri karşısında kendi çözümünü bilfiil hayata geçirmeye başladığını ve artık kimseyi beklemeye tahammülünün olmadığını ilan etmiştir. Demokratik Özerklik ilanının başlıca anlamı budur. Bunun aynı zamanda düzen güçlerini de çözüm yolunda zorlayıcı bir adım olduğu açıktır. Ne var ki bu ilanın ardından, gerici düzen güçlerini bir kenara bırakalım, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünden yana olduklarını beyan eden liberal yazarların büyük bir bölümünün bile “nereden çıktı şimdi bu
4
damdan düşer gibi” teranesine sarılmaları tam anlamıyla riyakârlıktır. Milyonlarca Kürdün katıldığı seçim mitinglerinde aylar boyunca bu talep yüksek sesle dile getirilmiş, seçimde Blok adaylarının alacağı oyun aynı zamanda bu talebe ne ölçüde sahip çıkıldığının da bir göstergesi olacağı söylenmiş ve nihayetinde seçim sonuçları açıklandığında, bu seçimlerde Kürt halkının Demokratik Özerkliği büyük bir çoğunlukla onayladığı BDP tarafından açıkça ifade edilmişti. Kürt halkının iradesini ayaklar altına alarak 6 milletvekilinin meclis dışı bırakılması, aradan bir ay geçmesine rağmen AKP’nin sorunun hukuki düzenlemelerle aşılması konusunda hiçbir adım atmaması ve Kürtlerden açıkça tam teslimiyetin istenmesi karşısında, gerçekleştirilen meclis boykotunun Demokratik Özerklik ilanıyla bir adım ileriye taşınması, görülüyor ki, AKP yandaşı liberalleri çok rahatsız etmiştir. Nitekim bunlar, yıllardan beri “şimdi durduk yerde niye sorun çıkarıyorsunuz” diyerek Kürtlerden “çıkıntılık yapmamalarını” isteyenlerdir aynı zamanda. Örneğin Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’na göre, özerklik önemli bir çözüm aracıyken, Kürt siyasi hareketi özerklik tartışmasını bir çatışma aracı gibi kullanıyor ve “özerklik fikrini yaralayan, önünü tıkayan, özerklikle ayrılık arasında bir bağ kurulmasına yol açan” bir tutum izliyor. Bu sözleri Mayıs ayında sarf eden Bayramoğlu, özerklik ilanı sonrasında da şunları söylemektedir: “BDP’nin bunu mecliste dile getirme, yeni anayasa çerçevesinde ve yerel yönetimler reformu üzerinden zorlama imkânı varken, tek taraflı ilan yoluna gidilmesi, imkânsızın zorlanması da bir meydan okumadır. Ama meydan okuma kadar, diyalog ve siyasetin önünü kesme tercihidir.” (Yeni Şafak, 12 Mayıs ve 16 Temmuz 2011) Bu anlayıştan kendiliğinden doğan sonuca göre, “meydan okuma”ya sadece TC’nin hakkı vardır, Kürtlerin değil! Onlar ortamı germeden, dar yasal sınırları zorlamadan
sayı: 77 • Ağustos 2011
siyaset yapmalı ve münasebetsiz çıkışlarda bulunmamalıdırlar! Neyin, ne zaman ve hangi sınırlarda yapılacağına AKP karar verir, o zor duruma düşürülüyorsa bu statükocu düzen güçlerinin elini güçlendireceğinden buna asla zemin hazırlanmamalıdır! AKP’nin korkak adımlarla, şoven güdülerle ve dar siyasi çıkar kaygısını başa alarak izlediği çizginin, dışarıdan zorla karşılaşmadıkça kaplumbağa hızıyla ilerlemeye yazgılı olduğunu görmek liberallerin büyük bölümünün işine gelmemektedir. Biat geleneğinin son derece yaygın olduğu bu topraklarda, radikal geçinmekten pek hoşlanan liberaller de gerçekte her türlü radikal çıkış ya da görüşten son derece rahatsız olmaktadırlar. Onlara göre, sürecin, uzlaşmalarla, yarım yamalak reformlarla ve kaplumbağa hızıyla ilerlemesini beklemek gerekir. Demokratik Özerklik ilanının zamanının da AKP’ye ve TC’ye sorulması ve onların yüce gönülleri nasıl arzu ederse öyle davranılması lazımdır! Kürt hareketine parmak sallama ve akıl verme konusunda özellikle son günlerde mebzul miktarda mürekkep akıtıldığı malûm. Aslında bu durum liberallerin sınırlarının şimdi daha belirgin biçimde açığa çıkması anlamına gelmektedir. Askeri vesayet mekanizmaları önemli ölçüde tasfiye edildiğinden liberallerin özgürlükçülüğünün dibi de daha açık biçimde görünmeye başlamıştır. Onlar hiç şüphesiz bu Asyatik topraklarda belirli bir tarihsel işlev görmüşlerdir ve bu tümüyle bitmiştir de diyemeyiz. Zira askeri vesayet henüz tümüyle ve geri dönüşsüz biçimde tasfiye edilmiş değildir. Ama bu alanda asıl kritik adımlar büyük ölçüde atılmış olduğu için liberallerin büyük bölümünün de reel siyasi barutu önemli ölçüde tükenme sürecine girmiştir. Hiç şüphesiz liberal kesimde sola daha yakın duran ve daha tutarlı bir demokrat duruşa sahip olanlar işlevlerini sürdüreceklerdir. Ancak genel olarak hem AKP’nin hem de liberallerin AKP’ye fazlasıyla angaje olmuş genişçe bir bölümü işlevlerini önemli ölçüde doldurmuşlardır. Bu süreç AKP’nin muktedirlerin alanına artık enikonu yerleşmesiyle yakından alâkalıdır. AKP’nin geçirdiği evrim öncelikle ve en çok İslamcı kökenden gelen ve liberal konumları savunanları teşhir etmiştir. AKP iktidardaki konumunu statükocu nizam güçleri karşısında güçlendirdikçe nasıl o kısmi demokrat söylemini terk etmeye daha teşne olduysa, aynı şekilde çeşitli renklerden liberal cenah da tutucu bir konuma sürüklenmektedir. Birkaç istisna hariç, özellikle İslamcıların demokratlığının iktidar nimetlerine erişim olanaklarıyla ters orantılı gittiği çok iyi görüldü. Burada giremeyecek olsak da, bu durumun son dönemde Suriye’ye dönük tutum konusunda da net biçimde ortaya çıkmaya başladığını ekleyelim. Söz konusu İslamcı kesimler geçmişte Irak’a saldırıya karşı çıkarken şimdi Türkiye’nin Suriye’ye dönük emperyalist müdahalesini savunan ve hatta bunun bayraktarlığını yapan bir konuma gelmişlerdir. İbret vericidir. Tüm bu ibretlik dönüşümlerin gösterdiği değişmez gerçek ise şudur: demokratlığı sonuna
marksist tutum
kadar tutarlı olabilecek tek politik hat işçi sınıfının devrimci mücadele hattıdır!
Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı! Bugün mazlum Kürt halkını fiziken ve manen hedef alan şovenist, kibirli, aşağılayıcı bir saldırı kampanyası yürütülmektedir. Devlet, silahlarıyla, bombalarıyla Kürt çocukları öldürmekte, salyalı faşist sürüleri Kürtlerin ev, dükkân vb. mekânlarını basmakta iken, medyanın sözde demokrat okumuşları da bir halkın mevcut aşamada kendi kaderini tayin etme yolu olarak benimsediği Demokratik Özerkliğe ya ateş püskürmekle ya da kulp takmakla meşguller. Beri yandan kendine sosyalist diyen kimi şovenistler daha da geriye düşerek gerici düzen güçleriyle aynı dalga boyuna girip özerklik talebine kin kusmaktan geri durmuyorlar. Üstelik bunu Kürt ulusal hareketi temel siyasi hedefini özerklik noktasına çektiği halde yapmaktalar. Lenin’in döne döne anlattığı gibi, ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamak, ezilen ulusun kendi kaderini tercih biçimine saygı duymak bu tutarlı demokratlığın temel ilkeleridir. En başından beri, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini ve Kürt halkının tercihine saygı duyulmasını savunan enternasyonalist komünistler, bu somut tercihinde Kürt halkının yanındadırlar. Oysa sadece tutarlı bir demokrat olmak bile bir ulusal sorunun elifbası olan ezen ulus/ezilen ulus ayrımını yapmayı, öncelikle sağlam biçimde haksızın/zalimin karşısında, haklının/mazlumun yanında durmayı gerektirir. Lenin’in döne döne anlattığı gibi, ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamak, ezilen ulusun kendi kaderini tercih biçimine saygı duymak bu tutarlı demokratlığın temel ilkeleridir. En başından beri, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini ve Kürt halkının tercihine saygı duyulmasını savunan enternasyonalist komünistler, bu somut tercihinde Kürt halkının yanındadırlar. Egemenler Kürt halkının tümüyle haklı demokratik taleplerini karşılamamak uğruna, talepleri en aza indirtmek uğruna, yeni anayasa çalışmalarında Kürt halkının beklentilerini düşürmek uğruna, ille de boyun eğdirmek, gözdağı vermek ve “bir şey verirsem elimi öpeceksin” despotluğu uğruna, ülkeyi kan gölüne çevirebilecek son derece tehlikeli bir oyun oynuyorlar. Sınıf bilinçli işçilerin görevi bu oyunu bozmak için var güçleriyle çaba harcamak, şovenist kışkırtmalara karşı işçi sınıfı saflarında enternasyonalist mücadele bayrağını yükseltmek, şayet yapılacaksa yeni anayasa sürecinde işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren ekonomik-sosyal-demokratik taleplerin yanı sıra Kürt halkının demokratik talepleri için de kararlı bir mücadele vermektir.
5
Norveç’te Faşist Katliam N
orveç, 22 Temmuz Cuma günü, iki saat arayla gerçekleştirilen iki büyük saldırıyla sarsıldı. Saldırıların ilki, Oslo’daki bir hükümet binasına yönelikti. Bir minibüse yüklendiği belirtilen tahrip gücü yüksek bir bombayla, yerel saatle 3:30’da gerçekleştirilen bu saldırıda 8 kişinin hayatını kaybettiği, 30 kişinin yaralandığı açıklandı. Bu saldırının üzerinden iki saat geçmeden bu kez Oslo’ya 25 kilometre mesafedeki Utoya adasında tam bir katliam yaşandı. Polis kılığındaki silahlı biri, Norveç İşçi Partisinin gençlik kampının yapıldığı adada, bir araya toplanmalarını söylediği 14-19 yaş arasındaki 68 genci tarayarak öldürdü, 67’sini yaraladı. Binalarda ağır tahribata da neden olan ilk saldırı, dünya medyasına “Norveç’in 11 Eylül’ü” başlıklarıyla düşerken, fail hiç beklemeden ilan edilmişti bile: El Kaide! Norveç Afganistan’a ve Libya’ya asker göndermişti, El Kaide’yle işbirliği halindeki bir İslamcı örgütün lideri de Norveç’ten sınır dışı edilmişti ve örgüt şimdi intikam alıyordu!* Burjuva medyanın ırkçı, şoven, Kürt ve Müslüman düşmanı bu yorumlarına, Avrupalı liderlerin ve Obama’nın vakit kaybetmeden yükselttikleri “teröre karşı savaş” çığlıkları da eşlik etti. Fakat bu “derinlikli” yorumların hükmü birkaç saati geçmedi.
6
İki saat sonra, 600 gencin bulunduğu adaya polis kılığında gelip, bomba araması yapacağını söyleyip, gençleri biraraya toplayıp, ardından mermi yağdırmaya başlayan katil, uzaktan tanıyanların “iyi eğitimli gibi görünen, iyi giyinen, ılımlı bir insandı” diye nitelendirdikleri, 32 yaşlarında, sarışın, mavi gözlü, Hıristiyan ve halivakti yerinde bir Norveçli çıkıverdi: Anders Behring Breivik. Böylece burjuva medyanın aceleci yorumları yerini büyük bir şaşkınlığa bıraktı. İkinci saldırıdan hemen sonra yakalanan ve avukatı aracılığıyla, “saldırıyı uzun süredir planladığını ve gerekli olduğunu” söyleyen Breivik, Müslümanlara, yabancılara ve en önemlisi de onlara sempatiyle yaklaşan Marksistlere büyük bir kin ve öfke besleyen tipik bir faşist. Ona göre, Avrupa’yı “kültür Marksizminden” korumak gerekiyor! İnternette faşist forumlara yazılar yazan, kendini Hıristiyan muhafazakâr olarak tanımlamakla birlikte Siyonizme sempatiyle yaklaşan Breivik, göçmen karşıtı İlerleme Partisine üye ve çeşitli faşist gruplarla bağlantı içinde. Bütün Avrupa’da burjuvazi, derinleşen ekonomik krizin işçi sınıfını sola yöneltmesinin önüne geçmek üzere, genel olarak ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını körüklüyor ve faşist oluşumların önünü açıyor. Tıpkı diğer Avrupa ül-
sayı: 77 • Ağustos 2011
kelerinde olduğu gibi Norveç’te de ırkçılık giderek tırmanıyor. “Norveç Norveçlilerindir” sloganına sarılan faşist oluşumlar ve sağ partiler, göçmenlerin, özellikle de Müslümanların Norveç’i terk etmelerini savunuyor ve çokkültürlülük temelinde bir arada yaşama anlayışına saldırıyorlar. İki dönemdir iktidarda olan Norveç İşçi Partisi de benimsediği bu anlayış nedeniyle aşırı sağın hedefi durumunda bulunuyor. Dolayısıyla, doğrudan Müslümanları ya da göçmenleri hedef alan bir saldırı yerine, Avrupa’nın İslamlaştırılmasına katkıda bulunduğu düşünülen iktidardaki İşçi Partisinin ve bu partinin “Marksist” gençlerinin hedef alınması hiç de şaşırtıcı değil. Büyük bir saldırı gerçekleştireceğini kimseden gizlemediğini belirten Breivik, birkaç ay önce patlayıcı imal etmek için 6 ton gübre almış. Breivik, sahip olduğu çiftliğe iki gün önce bir sivil polisin geldiğini ve resimler çektiğini, bu nedenle eylemi öne aldığını söylüyor. Yani polis ya da istihbarat örgütleri bu faşisti izlemiş ama müdahale etmemiş. Breivik’in bu işi tek başına yapıp yapmadığı araştırılıyormuş. Bu araştırmanın ne kadar derinleştirileceğini hep birlikte göreceğiz. Ama şimdiden burjuva devlet ve medyanın, Breivik’i “deli bir adam” olarak resmedip bu saldırıyı “münferit” bir vaka addetmeye çalıştığı ortada. Tıpkı Hrant Dink’i katleden Ogün Samast’ın “tahriklere kapılan dengesiz bir çocuk” olarak ya da Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alpaslan Arslan’ın dinci bir deli olarak resmedilmesi ve son derece organize olan ve kökü devletin derinlerine uzanan bu saldırıların münferit vakalar olarak örtbas edilmeye çalışılması gibi. Bu tür büyük eylemlerin münferit vakalar olması ihtimalinin son derece zayıf olduğunu gayet iyi biliyoruz. Yerli veya yabancı istihbarat örgütlerinin yönlendirdikleri, önünü açtıkları veya doğrudan planladıkları böylesi eylemlerin sayısız örneği bulunmaktadır. Kapitalizmin çok derin bir ekonomik kriz içinde olduğu, rekabetin alabildiğine sertleştiği ve bunun bir ürünü olarak emperyalist savaş da dahil pek çok aracın devreye sokulduğu tarihsel bir dönemden geçtiğimizi sık sık yineliyoruz. Bu dönemde burjuva güçler emekçi kitleleri sindirip pasifize etmek ya da milliyetçilik temelinde seferber etmek amacıyla olduğu kadar, birbirlerine bazı konularda ayaklarını denk almalarına yönelik çeşitli mesajlar vermek üzere de bu tür yöntemlere sıkça başvuruyorlar. Dolayısıyla son saldırının amacı ve hedefine yönelik olarak da, böylesi bir olasılığı
marksist tutum
hesaba katmak gerekiyor. Altını çizebileceğimiz bir diğer husus ise, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde, Norveç gibi düşük nüfuslu ve zengin bir ülkenin bile kendini dünyadaki gidişattan yalıtamayacağıdır. Nitekim ekonomik krizin yerle bir ettiği “sosyal devlet, barışçıl, güvenli ve müreffeh toplum” algısına bir darbe de bu eylem indirmiştir. Derinleşen ekonomik krizden, yükselen faşist tehditten ve burjuvazinin kanlı ve kirli oyunlarından sadece geri ülkelerin emekçilerinin değil, Norveç işçi sınıfının da kaçıp kurtulmasının mümkün olmadığı çok sarsıcı biçimde görülmüştür. İşçi sınıfının, kendisine yöneltilen hayati tehdidi bertaraf etmesinin yolu enternasyonalist birlik ve mücadelesinden geçmektedir. Bu mücadelenin örülmesi, Asya’dan Avrupa’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya tüm dünya emekçileri için ölüm-kalım sorunu haline gelmiştir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
_______________________ *
New York Times, Amerikalı bir analiste dayandırarak, saldırıyı Ensar el Cihad el Alemi adlı bir örgütün üstlendiğini duyurdu ve Türkiye de dahil tüm dünya medyası bu haberin üstüne atladı. Ancak sonrasında, bırakalım üstlenmeyi böyle bir örgütün mevcut bile olmadığı ortaya çıktı. Bu arada devletinin sesi Hürriyet’in bu yalanlar silsilesine özgün katkısını da ihmal etmeyelim. Hürriyet’in haberinde örgüte ufak bir sıfat eklenmişti: “İslamcı Kürt grubu”! Hürriyet şüphelileri şöyle sıralıyordu: “Biri ElKaide, diğeri ise İslamcı Kürt grubu Ensar el İslam’ın kurucusu olan Iraklı Müslüman din adamı Molla Krekar.” Haberin başlığı ise tam da Hürriyet’e yaraşır bir çarpıcılıktaydı: “Kürt molla mı yaptı, el Kaideciler mi?” Böylece geçerken “Kürt=Terörist” denklemi bir kez daha zihinlere çakılmış oluyordu! Bir gün sonra, suçu New York Times’a ve onun iddiasını dayandırdığı analiste atıp işin içinden sıyrılan bir makale de aynı Hürriyet’te yayınlandı, elbette bu kez Hürriyet’in özgün katkısı olan “Kürt molla” meselesine değinilmeden.
7
Kürt Halkının “Demokratik Özerklik” Talebi İlkay Meriç
K
ürt hareketinin temel siyasi taleplerinden biri olarak özellikle son bir yıldır yoğun bir şekilde tartışılan “demokratik özerklik” konusu, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçimlerde kazandığı başarının ardından çok daha sıcak bir gündem maddesine dönüşmüştü. Zirve noktası ise, Demokratik Toplum Kongresi’nin 14 Temmuzda yaptığı “demokratik özerklik” ilanı oldu. Demokratik Toplum Kongresi’nin Diyarbakır’da 850 delegeyle gerçekleştirdiği olağanüstü toplantı sonrasında duyurduğu bildiride, “Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında, ortak vatan anlayışı temelinde, toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz” denerek beklenen karar deklare edildi. Bildirinin ilerleyen bölümlerinde şunlar dile getirildi: “Dünyada Kürtler gibi 40 milyonu aşkın nüfusa sahip olan, ama hakları bu kadar yok sayılan ve ulusal varlığı yok edilmeye çalışılan başka bir halk yoktur. Kürt halkı olarak inkâr ve imha politikası temelinde kurulan siyasi statüsüzlüğü reddederek özgürlük temelinde kendi toplumsal demokrasimizi de kurarak yeni bir statüye kavuşturmak istiyoruz. Kendimizi yönetme güç ve iradesine sahip olduğumuzu belirtiyoruz. Demokratik özerklik; sadece Kürt halkı için değil, tüm Türkiye halklarının, inanç
8
ve kültürlerin kendisini özgürce ifade edeceği ve kendi kendilerini yöneteceği bir çözüm modelidir.” Aynı gün Silvan’da operasyon yapan askerlerden 13’ünün ölümü nedeniyle gölgede kalan bu ilan karşısındaki şoven tepkilere rağmen, gelinen nokta, Kürt halkının uzunca bir süredir dillendirdiği bu talebi yeni anayasa tartışmaları başta olmak üzere siyasetin merkezine oturtmuştur. Düzen güçlerinin, artık sorunu görmezden gelme, öteleme, göstermelik hak kırıntılarıyla geçiştirme lüksleri kalmamıştır. Karşılarına son derece net bir ilanla dikilen Kürt halkı, böylelikle, “siz adım atmazsanız biz atarız” demiştir. Düzen güçlerinin ancak fiili zorla karşılaştıklarında çözüm doğrultusunda adım atmaya razı oldukları, son otuz yıllık deneyimden gayet iyi bilinmektedir. Tam da bu yüzden, Kürt hareketi bu somut adımı, masa başına oturma sürecini hızlandıracak ve oturulduğunda elini güçlendirecek fiili bir baskı aracı olarak kullanmak istemektedir. Sonuç olarak, bütün efelenmelere, diklenmelere rağmen hayat düzen güçlerinin önünde, onyıllardır uygulanan ve Kürt hareketini güçlendirmek dışında hiçbir sonuç vermeyen savaş politikasının devam ettirilmesi dışında tek seçenek bırakmıştır: Kürtlerle masaya oturmak ve son derece somut hale gelen demokratik taleplerini karşılamak! Devletin savaş politikasını izlemeyi sürdürmesi halinde ise, yıllardır ayakta olan Kürt halkının özerklikten çok daha farklı çözümlere yönelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
sayı: 77 • Ağustos 2011
“Demokratik özerklik” olarak formüle ettikleri yerinden yönetim talebini yıllardır yüksek sesle dile getiren Kürt halkı bu noktaya bir gecede gelmiş değildir elbette. Kuruluşundan itibaren asimilasyoncu, despotik ve monolitik bir merkeziyetçilik anlayışıyla her türlü yerel inisiyatifi yok etme ve tepeden dayatmalarla yönetme geleneğine sahip olan TC, en ufak bir yerinden yönetim talebini şiddetle bastırmış, bu tür talepleri isyan olarak addetmiş ve bölücülükle suçlayarak imha yoluna gitmiştir. Avrupa’dan Afrika’ya dünyanın pek çok ülkesinde geniş yetkilere sahip yerel yönetimler, özerk bölgeler, federatif ya da konfederatif oluşumlar söz konusuyken, TC devleti, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” sözleşmesinin en temel maddelerini imzalamaktan dahi kaçınmıştır. Bu maddeler, kendilerini ilgilendiren planlama ve karar süreçlerinde yerel yönetimlere danışılması, yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesi, mali kaynak sağlanırken yerel yönetimlere önceden danışılması, kendilerine tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmeleri gibi demokratik hususları içermektedir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini ve özerkliklerinin teminat altına alınmasını öngören bu sözleşme, daha çok belediye yönetimlerinin özerkliği meselesiyle ilgilidir ama TC Kürtlerin özerklik taleplerine açık kapı bırakmamak için bunu bile engellemektedir. Ancak Kürt hareketinin geldiği nokta, adım atmaktan kaçındıkları her aşamada düzen güçlerinin kafalarını daha şiddetli bir şekilde duvara toslamalarına yol açmaktadır. Bu arada gencecik insanlar TC egemenlerinin çıkarları uğruna yaşamlarını yitirmeye devam etmektedir.
“Demokratik özerklik” Yukarıda da belirttiğimiz gibi, demokratik özerklik talebi, şoven koronun “nereden çıktı şimdi bu” çığırtkanlığına rağmen, Kürt halkının yıllardır gündemindeydi ve son birkaç aydır çok daha sıcak bir gündem maddesi oluşturduğu için ilan onlar açısından hiç de sürpriz olmadı. Demokratik Toplum Kongresi, 2010 Aralığında gerçekleştirdiği toplantıda, “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli” başlığı altında bir taslak metnin duyurusunu da yapmıştı. Bu metinde, “Demokratik özerklik sınırların değişmesini değil, sınırlar içinde halkların kardeşliğini ve birliğinin pekişmesini sağlayacak, böylece Türkiye’de oluşan karşıtlanmayı durdurup Kürt halkı ile Türkiye’nin yeni bir sözleşme ile Türk Kürt ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacaktır” deniliyor ve ortak yaşam vurgusu yapılıyordu. Köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle ve kent meclisleri üzerinde yükselecek bir “bölge meclisi”ne dayanacak bu sistemin, katılımcı, çoğulcu, demokratik bir işleyişe sahip olması öngörülüyordu. Özerk bölge yönetimlerinin merkezi hükümetin birtakım görev ve sorumluluklarını devralması, merkezi hükümetin ulusal politikaları ilgilendiren konularda yetki sahibi olması, sağlık, eğitim, sosyal poli-
marksist tutum
tikalar, yerel ekonominin güçlendirilmesi gibi konularda ise yetki ve karar hakkının yerel meclislere devredilmesi savunuluyordu. Kürdistan özerk bölgesinde belediye hizmetlerinin Kürtçe verilmesi, yerleşim yerlerinin orijinal isimlerinin iade edilmesi, anaokulundan üniversiteye dek tüm kademelerde anadilde eğitim verilmesi, demokratik özerkliğin anayasal statü haline getirilmesi ve yasalarda da bu doğrultuda değişikliklerin yapılması istenmekteydi. Bugüne gelinceye dek tüm bunlar miting alanlarında, çeşitli toplantılarda kamuoyuna geniş bir şekilde duyuruldu, tartışmaya açıldı ve nihayet 14 Temmuzdaki Demokratik Toplum Kongresinde “demokratik özerklik” ilan edildi. Kürt halkı mevcut aşamada kendi kaderini “demokratik özerklik” olarak tayin etmek istediğini deklare etmiştir ve ilerici, devrimci güçlere, Türkiyeli emekçilere, Türk hükümeti ve devletine ve tüm ülkelere bu ilanın tanınması ve desteklenmesi çağrısında bulunmuştur. Bu çağrıya destek vermek demokratım diyen herkesin boynunun borcudur. TC devleti, Kürt sorununun çözümü doğrultusundaki burjuva demokratik adımlara sonuna kadar direnirken, Kürt halkının en doğal taleplerine kulak tıkarken ve Kürt hareketinin fiili adımları karşısındaki hazımsızlığını sürdürürken, bu karara en sert tepkiyi gösterenlerden biri de “hiçbir ülkede böylesi talepler ileri sürülmemektedir ve hiçbir devlet buna izin vermez” yolundaki söylemleriyle Tayyip Erdoğan oldu. Seçim sürecinde takındığı aşağılayıcı, dışlayıcı, şoven dili seçim sonrasında da aynı sertlikte devam ettiren Erdoğan’ın bu iddiası, egemenlerin yıllardır söyleyegeldikleri yalanlardan sadece biridir. Bu yalanın özü, özerkliğin, birden fazla resmi dilin ve anadilde eğitimin üniter devlet yapısına aykırı olduğu iddiasına dayanmaktadır. BDP gelinen noktada özerkliği savunsa da, ulusal sorunun çözümü konusunda federasyonu savunan Kürt siyasal çevreleri de bulunmaktadır. Bu noktada da aynı egemen devlet ağzı, federasyonun ulus-devletle bağdaşmayacağı yalanına sarılmaktadır. Bu noktada dünyadaki çeşitli uygulamalara kabaca bakmak bile, bu iddiaların kuyruklu yalan olduğunu görmek için yeterlidir: “Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır.” (Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları
9
marksist tutum
ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, Ekim 2009) Ulus-devlet normunun bir biçimi olarak federasyon yapısı ülkeler toplamı içinde azımsanmayacak bir orana sahipken, üniter devlet biçiminin yürürlükte olduğu ülkelerde özerklik uygulamaları da son derece yaygındır. Levent Toprak’ın vurguladığı gibi “Özellikle nispeten büyük ve milliyetler anlamında yerel çeşitlilik arz eden bir nüfusa sahip ülkelerde, özerk bölgeler, bölgesel meclisler vb. bulunmaktadır. Doğrusu Türkiye, etnik açıdan türdeş olmayıp da hem tek resmi dili olan hem de özerklik ya da federalizm türü yerel iktidar yapılanmalarına izin vermeyen neredeyse tek büyük nüfuslu ülke olma onuruna (!) sahiptir.” Federal devletle üniter devlet arasındaki farkı netleştirmek için, Levent Toprak’ın aynı yazıda belirttiği şu hususa da dikkat çekmekte fayda görüyoruz: “Üniter ve federatif (federal) devlet arasındaki fark, özerklik sahibi yerel özyönetim birimlerinin üniter devlette olmaması ve buna mukabil federal devlette olması değildir. Yeryüzündeki üniter devletlerin önemli bir bölümünde, derecesi değişen biçimlerde özerkliğe sahip ulusaltı yerel birimler bulunmaktadır. (…) O halde üniter ve federal devlet arasındaki fark nedir? Üniter devlette yerel birimlerin özerkliğinin derecesi ne denli büyük olursa olsun, bunlar merkezi iktidar tarafından verilir ve deyim yerindeyse müktesep hak değildir. Yani söz konusu yetkilerin ana kaynağı merkezi iktidar olmaya devam eder. Bunun anlamı şudur ki, bugün verilen yetkiler yarın yine merkezi iktidar tarafından hiçbir hukuki zorluk olmaksızın tek taraflı olarak geri alınabilir. Nitekim Birleşik Krallık’ta Kuzey İrlanda meclisi 4 kez askıya alınmıştır. İşte federal devletlerle aradaki fark buradadır. Federal devleti oluşturan birimlerin (devletler/eyaletler) merkezi devlet tarafından çiğnenemeyecek ya da tek taraflı olarak alınamayacak yetkileri vardır. Her durumda tamamen geçerli olmasa da birçok durum için denebilir ki, alt-birimlerin varlığı merkezi devletin varlığından kaynaklanmamakta, aksine merkezi devletin varlığı federe devletlerin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, federasyonu oluşturan birimler (devletler/eyaletler) kendi yetkilerinin bir bölümünü kendi iradeleriyle merkezi devlete devretmişlerdir ya da öyle addedilirler.” Kürt hareketinin çeşitli değerlendirmelerine bakıldığında, “demokratik özerklik” olarak formüle edilen özerklik yapısının İspanya’daki Bask ya da Katalan modeliyle veya İrlanda modeliyle önemli oranda benzeştiği görülüyor. Bu örneklere daha yakından bakacak olursak şunları görüyoruz.
Ağustos 2011 • sayı: 77
likte özerklik hakkını tanımıştır. Bu anayasayla İspanya 17 özerk bölgeye ayrılmış ve bu özerk bölgelerden 4’ü, farklı ulusal topluluklara ait olmaları nedeniyle diğerlerinden daha geniş yetkilerle donatılmıştır. Bunlar Bask, Katalonya, Galiçya ve Navara özerk bölgeleridir. Diğerlerinden farklı olarak bu bölgeler resmen ülke olarak adlandırılmaktadır: Bask ülkesi, Katalan ülkesi gibi. Bask bölgesi 2,2 milyon nüfusa sahipken, Katalonya’nın nüfusu 7 milyonu geçmektedir. Etnik köken olarak Basklıların ağırlıkta olduğu Navara 560 bin, Galiçya ise 2,8 milyon nüfusa sahiptir. Bu özerk bölgelerin kendilerine ait parlamentoları, başkentleri, hükümetleri, bayrakları bulunmaktadır. Anadilde eğitim her kademede hayata geçirilmektedir. Özerk bölgelerde kullanılan diller ikinci resmi dil statüsündedir. Eğitim, sağlık, yargı, ulaşım, kültür, turizm, spor, tarım, ormancılık, sanayi, ticaret, çevre gibi konular özerk yönetimlerin yetki alanına girmektedir. Özerk bölgeler mali özerkliğe de sahiptirler. Merkezi hükümetin yanı sıra özerk hükümetlerin de vergi koyma ve toplama hakları bulunmaktadır. Bu bölgelerdeki polis gücü de özerk yönetimlere bağlıdır. Önemli bir nokta olarak şunu da belirtelim ki, Bask ve Katalonya sanayinin yoğunlaştığı bölgeler olmalarından kaynaklı olarak İspanya’nın kişi başına milli gelirin en yüksek olduğu bölgeleridir. Bu bakımdan bu iki örnek, ulusal sorunun “iş, aş, yoksulluk” sorunu olmadığının tipik bir örneğidir de. Franco faşizmi döneminde dili ve isimleri yasaklanmış, on binlerce evladı toplama kamplarına ve zindanlara tıkılmış, sürgüne gönderilmiş, işkencelerden geçmiş Bask halkının gördüğü zulüm, ezen ulus zorbalığının tipik bir örneğidir ve bu zorbalık güçlü bir isyanı da beraberinde getirmiştir. 1960’ların başlarından bu yana Bask ülkesinin bağımsızlığı için mücadele yürüten ETA (Euskadi Ta Askatasuna – Bask Anayurdu ve Özgürlük ) bu zulme karşı mücadele ihtiyacından doğmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1978 anayasası Bask bölgesine özerklik hakkı tanımış, ancak ezilen uluslara kendi kaderini tayin hakkını tanımamıştır. Tersine, ana-
İspanya’daki durum ve Bask sorunu Meşruti bir krallık olan İspanya’da, Franco faşizminin çözülmesinin ardından yapılan 1978 anayasası, ezilen uluslara kendi kaderini tayin hakkını tanımamakla bir-
10
Bask sokaklarında sıkça rastlanan pankartlardan biri: “Turist Hatırla: Burası İspanya Değil, Bask Ülkesi. Bask Ülkesine Özgürlük!
sayı: 77 • Ağustos 2011
yasanın ikinci maddesine, ezen ulus şovenizmini yansıtacak şekilde, “İspanyol ulusunun bölünmez birliği, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez anavatanı” ifadeleri koyulmuştur. Bunun yanı sıra, “özerk topluluklar arasında herhangi bir federasyona hiçbir koşul altında izin verilmeyecektir” ifadesi de anayasa maddesi haline getirilmiştir. Bu süreçte bir genel afla politik tutsaklar serbest bırakılırken, polisleri ve askerleri vurdukları gerekçesiyle ETA militanlarının bir bölümü bu affın kapsamı dışında tutulmuşlardır. Tüm bunlardan ötürü söz konusu anayasa Bask ülkesinde yüksek oranda boykot edilirken, ETA da silahlı mücadeleyi terk etmekten vazgeçmiştir. Hemen takip eden aylarda İspanyol hükümeti özellikle Bask bölgesinde uygulayacağı yeni faşizan yasalar yürürlüğe koymuş, yüzlerce Basklıyı tutuklamış ve Bask bölgesindeki askeri birliklerin sayısını arttırmıştır. ETA’yı terör örgütü olarak kabul eden İspanyol devleti, ETA’yı desteklediği gerekçesiyle Batasuna ve onun devamı olarak kurulan partileri kapatmaktadır. Diğer yandan Katalanların kendilerini resmen ayrı bir ulus olarak ifade etmeleri yönündeki girişimleri de geçtiğimiz yıl anayasaya aykırılık gerekçesiyle reddedilmiştir. Sonuç olarak, ezilen ulusların demokratik taleplerini tam olarak karşılamayan bu özerklik modeli nedeniyle gerek Katalonya’da gerekse Bask bölgesinde ulusal sorun halen devam etmektedir.
Birleşik Krallık’taki durum Ulusal sorunun yaşandığı topraklardan biri de, İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşan, bir zamanların üzerinde güneş batmayan sömürge imparatorluğu Birleşik Krallık’tır. 5,5 milyonluk nüfusuyla İskoçya, 3 milyon nüfusuyla Galler ve 2 milyon nüfusuyla Kuzey İrlanda yüzyıllardır İngiliz sömürgesi konumunda bulunmaktadırlar ve uzun yıllardan sonra şu anda özerklik statüsüne sahiptirler. Üniter devlet olarak şekillendirilen Birleşik Krallık’ta ezilen ulusların demokratik haklarını gasp eden İngiliz egemen sınıfı, 1997 yılında İskoç ve Galler parlamentolarının kurulmasına izin vermiştir. Böylece İskoçya, 300 yılı aşkın bir sürenin ardından ilk kez kendi parlamentosuna sahip olmuştur. Galler ise tarihinde ilk kez bu hakka kavuşmuştur. İrlanda sorunu ise diğerlerinden çok daha sıkıntılı bir seyir izlemiştir. Yükselen devrimci mücadele sonucunda Güney İrlanda 1922’de bağımsızlığını kazanırken Kuzey bölümü İngiliz egemenliği altında kalmış ve o zamandan bu yana gelgitlerle dolu son derece sancılı bir süreç yaşanmıştır. Diğer iki bölgeden farklı olarak Kuzey İrlanda’da bağımsızlık talebinin her daim canlı olması ve IRA’nın büyük bir kitle desteğine sahip olması nedeniyle İrlandalılara her türlü zulmü uygulayan İngiltere, dönem dönem özerklik hakkını tanımış, ancak bu süreç sürekli kopuşlarla ilerleyegelmiştir. 1998 yılında İngiliz hükümeti ile IRA arasında imzalanan “Hayırlı Cuma” Anlaşmasının
marksist tutum
ardından yeniden tanınan özerklik statüsü sonrasında Kuzey İrlanda’da da geniş yetkilere sahip bir parlamento kurulmuştur. Bu üç özerk bölge, kendi parlamentolarına sahip olmanın yanı sıra, Birleşik Krallık parlamentosuna da temsilci göndermektedir. Örneğin Kuzey İrlanda’da iktidar ortağı olan Sinn Fein’in Birleşik Krallık parlamentosunda seçilmiş milletvekilleri bulunmakta, ancak bunlar milletvekilleri için zorunlu tutulan “kraliçeye bağlılık” yeminini protesto ettikleri için parlamento çalışmalarına bilinçli olarak katılmamaktadırlar. Yerel parlamentolar, tıpkı İspanya’da olduğu üzere, eğitim, sağlık, adalet, ulaşım gibi konularda karar alma yetkisine sahiptirler. Galler dışındaki diğer iki bölge parlamentolarının vergi koyma hakkı da bulunmaktadır. Anadilde eğitim, anadilin resmi dil olarak tanınması ve kullanılması, ayrı bayraklarının bulunması, özerklik statüsünün doğal ürünleridir. Kuşkusuz İspanya’da olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da özerklik statüsünün kapsamı, sınırları ve sürekliliği, yasal olarak ezen ulus egemenlerinin iki dudağı arasındadır. Kuzey İrlanda meclisinin 4 kez askıya alınması, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içerecek şekilde tanınmaması, Galler’in daraltılmış özerkliği vb. ilk elden sayılabilecek anti-demokratik örnekler arasındadır. Ancak Kürt sorununa dönecek olursak, gerek İspanya gerekse Birleşik Krallık’ta ezilen uluslar bakımından Kürtlerin mevcut durumu ve haklarıyla karşılaştırılamaz derecede ileri bir durum söz konusudur. Bu iki ülkedeki sınırlı statülerden bile daha mütevazı talepler ileri süren Kürtler, bugün bile görülmedik zulümlere uğramaktadır. Halk üzerindeki devlet terörü devam etmekte, en basit bir beyan yüzünden binlerce Kürt siyasetçisi içeri atılmakta, askeri operasyonlar sürmekte, Kürt halkının en demokratik hakları engellenmektedir. Kürt halkı mevcut aşamada kendi kaderini “demokratik özerklik” olarak tayin etmek istediğini deklare etmiştir ve ilerici, devrimci güçlere, Türkiyeli emekçilere, Türk hükümeti ve devletine ve tüm ülkelere bu ilanın tanınması ve desteklenmesi çağrısında bulunmuştur. Bu çağrıya destek vermek demokratım diyen herkesin boynunun borcudur. Meclise girmeleri engellenen 6 BDP milletvekilinin önündeki engel hemen kaldırılmalıdır; yeni anayasa çalışmalarında işçi örgütlerinin ve Kürt halkının siyasi temsilcilerinin dışlanması kabul edilemez. Demokratik özerklik ve kendi kaderini tayin hakkı anayasal güvence altına alınmalıdır. Kürt halkı üzerindeki baskılara derhal son verilmeli, tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılmalıdır. Anayasa ve yasalardan her türlü ırkçı ve şoven maddeler kaldırılmalı, terörle mücadele yasası derhal lağvedilmelidir. Barışın ve gönüllü birliğin asgari kriterleri bellidir ve bu koşullar sağlanmadığı müddetçe çekilmeye devam edilecek tüm acıların sorumlusu, demokratik çözüm taleplerine ayak direyen TC egemenleri olacaktır.
11
Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol Kerem Dağlı
S
on haftalarda futbol camiası üzerinden Türkiye’nin gündemine oturan gelişmeler ve ortaya dökülmeye başlayan kirli çamaşırlar, “futbol sadece futbol değildir” deyişini tekrar hatırlatmış ve profesyonel futbolun neye hizmet ettiğini bir kez daha göstermiştir: kapitalizme ve burjuva siyasete! Futbol da, tüm diğer popüler profesyonel spor dalları gibi, egemenlerin kitleleri manipüle etme araçlarından biridir. Popüler sporların ya da eğlencelerin, tam da popüler olmalarından yani geniş kitlelerin ilgisini çekiyor olmalarından dolayı siyasi çekişmelerin de bir alanı-aracı olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü tarih boyunca bu alanı ve aracı kullanarak iktidar sahipleri ve adayları, kitleleri kendi siyasetlerine çekmeye çalışmışlardır. Bu bakış açısı, Fenerbahçe kulübü başkanı Aziz Yıldırım’ın tutuklanmasıyla zirve yapan süreçteki tartışmalarda ortaya atılan soruların birçoğuna kolayca cevap verebilmemizi de sağlayacaktır. Bunların başında “neden şimdi” sorusu gelmektedir. Öyle ya, dünya çapında milyar dolarların döndüğü devasa bir sektör haline gelmiş futbolda şikenin varlığı yeni bir şey değildir. Şikenin yanı sıra, mafyanın futbol kulüpleriyle olan ilişkisi, kara paraların aklandığı gibi gerçekler de uzun yıllardır bilinen olgulardır. O halde AKP neden şimdi düğmeye basmış ve futbolda “temiz krampon” operasyonu başlatmıştır? Burjuva medyada yer alan yorumcular, meseleye kendi durdukları noktadan çeşitli cevaplar getirmektedirler. Kimileri, özellikle AKP’ye yakın olanlar, AKP’nin Ergenekon davasıyla başlattığı “toplumu temizleme” sürecinin devam ettiğini ve futboldaki şike soruşturmalarının da bunun bir parçası
12
olduğunu söylüyorlar. Daha çok statükocu-Kemalist cenaha yakın duranlar veya AKP karşıtı kesimde yer alanlar ise, iktidarını her alanda adım adım inşa eden AKP’nin şimdi de bu alana el attığından, futbolda da tarikatların önünün açıldığından vs. dem vuruyorlar. Bu görüşlerin her ikisinde de belli ölçüde doğruluk payı vardır. Ancak daha önemlisi, bu tür yorumların hepsi de futbolun nasıl da siyasetin bir parçası haline geldiğini, bir başka açıdan somut olarak ortaya koymaktadır. Tabloyu tam olarak görebilmek ve burjuva düzende, her alanda olduğu gibi, futbolda da nasıl bir kirlenmenin yaşandığını kavrayabilmek için meseleye biraz daha geniş açıdan bakmak gerekiyor.
Neden şimdi? Dikkat etmek gereken husus, meselenin çıkış kaynağının yalnızca Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgisinin olmayışıdır. Hatırlanacak olursa, 2008’de küresel piyasaları sarsan ekonomik krizin ilk dalgasının ardından yapılan G-20 ve IMF-DB toplantılarında alınan kararlardan bir kısmı da kayıt dışı ekonomiye müdahale edilmesiyle ve kredi mekanizmasının sıkılaştırılmasıyla ilgiliydi. Başta IMF olmak üzere uluslararası kredi kuruluşları ve bankalar, kredi verilecek veya yatırım yapılacak ülkelerin kayıt dışı ekonomiye el atmasını, mali saydamlığın getirilmesini; yolsuzlukların, kara para ticaretinin, rüşvetin, mafya ekonomisinin üzerine gidilmesini şart koşmaya başladılar. Bu açıdan bakıldığında, ekonomisi içinde yabancı sermayenin oldukça önemli yer tuttuğu bir ülke olan Türkiye için bu
sayı: 77 • Ağustos 2011
tür düzenlemeleri yapmak kaçınılmaz bir gerekliliktir. Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün 178 ülke arasında “temizlik derecesi”ne göre yaptığı sıralamada Türkiye sonlarda yer alıyor. Yani kirli ülkeler gurubunda. Benzer biçimde, OECD bünyesinde kurulmuş olan FATF’ın (Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu) hazırladığı bir rapora göre, sadece Avrupa’da futbolun yıllık cirosu 20 milyar avroya yaklaşmıştır. Yan kollarıyla birlikte sektörün dünya genelindeki hacmi ise 500 milyar dolara ulaşmıştır. Bu iştah açıcı pasta nedeniyle şike, yolsuzluk, vergi kaçakçılığı ve kara para aklama açısından futbol sektörü oldukça cazip hale gelmiştir. Raporda yer alan ifadelere göre sektörde, TV ve sponsorluk gelirleri sürekli arttığından, futbolcuların transfer bedelleri astronomik rakamlara ulaştığından büyük hacimli para işlemlerinin yapılması olağan hale gelmiş durumdadır ve bu da para akışında hileli işlemlerin gizlenmesini kolaylaştırmakta, kara para aklanmasına fırsat tanımaktadır. Futbol kulüplerinin başkanlarının çoğunlukla mafyatik ilişkileri olan kişilerden ve yöneticilerin ağırlıklı bölümünün inşaat sektöründe faaliyet gösteren işadamlarından oluşması (çünkü devletten ihale almakta kulüp yöneticiliği önemli avantajlar sağlamaktadır) da raporda yer almaktadır. Bahis oyunlarından kazanılan paraların büyüklüğü, medyayla ve siyasetle ilişkiler, şike olayları, dopingler ve ilaç şirketleriyle bağlantılar ve hatta yasadışı insan trafiği bile raporda yer alan hususlardandır. FATF’nin raporu çerçevesinde Türkiye’nin gri listeye alınması da AKP hükümetini tetikleyen bir gelişme oldu. Çünkü gerekçe, Türkiye’nin kara paranın aklanması ve yolsuzluk, rüşvet gibi konuların üzerine yeterince gitmemesiydi. Mali alanda gördüğü bu küresel baskı, AKP’yi ekonomisini temizlemek anlamında bir şeyler yapmaya itmekte ve bunun bir ayağını da futbol sektörüne yönelik “temizlik” operasyonları oluşturmaktadır. Seçimlerin hemen ardından Deniz Feneri davasına ve şike soruşturmalarına hız kazandırılmasında bu basınçların etkisinin olduğunu gözardı etmemek gerekir. Ergenekon ve KCK davalarında uluslararası kamuoyunda olumsuz tepkiler uyandıran AKP hükümeti, biraz bu imajını düzeltmek, biraz finans kuruluşlarının baskısı, biraz da Almanya’da süren soruşturmaların sonucunda bu adımları attı. Bir diğer önemli faktör de son söylediğimiz husustur. Futbol kulüplerine yönelik şike soruşturmaları Türkiye’yle veya AKP’yle başlamış değildir. Uluslararası finans kuruluşlarının yukarıda bahsettiğimiz kararlarının ardından FIFA ve UEFA harekete geçmiş ve başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede benzer operasyonlara girişilmiştir. Türkiye’den hemen önce Yunanistan ve Almanya’da, daha evvel de İtalya’da başlayan soruşturmalar bu durumun örneklerindendir. Zaten şike soruşturmalarının Türkiye’ye sıçraması da Almanya’daki bir mahkemenin aldığı karar sonucu olmuştur. Kuşkusuz bunlara AKP’nin burjuvazinin iç kapışması
marksist tutum
sürecinde ileriye dönük hamleler yapma güdüsü de eklenmelidir. AKP’nin niyeti bir taşla iki kuş vurmak, yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı belirli ölçüde girişmek zorunda olduğu “temizlik” operasyonlarını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır.
Futbol ve siyaset Futbol, ulaştığı düzey ve gördüğü işlev bakımından, din, okul, sanat gibi burjuva ideolojisini ve politikalarını yayan bir kurum-aygıt haline gelmiştir. Bunun en önemli kanıtı ve sonucu da, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük futbol kulüplerinin siyasetle ve iktidar odaklarıyla yakından ilişkisidir. Örneğin üç büyüklerden biri olan ve “halk takımı” olarak nam salan Beşiktaş, daha kuruluş döneminde Osmanlı sarayıyla ilişkileri olan ve sarayın desteklediği (kurucuları ve yöneticileri arasında iki veliaht prens bulunmaktaydı) bir takımdı.* Zaten kulüp de Osman Paşa’nın konağında kurulmuştu. Sarayla bu yakın ilişkiler sayesinde oyuncuların her birinin o zamanın lüks arabaları sayılacak faytonlarla maçlara, antrenmanlara gidip gelmesi nedeniyle “arabalılar” takımı olarak anılmaya başlayan Beşiktaş’ın yöneticileri, sonradan bu “arabalılar” kelimesini “arabacılar” olarak –emekçi şoförlerin tuttuğu takım manasında– değiştirmiş ve Beşiktaş’ın “halk takımı” imajını desteklemekte kullanmışlardır. Kulüp başkanlarının tek parti döneminde CHP’den, sonrasında Demokrat Parti’den olması da üç büyüklerin geleneklerinden biriydi. Beşiktaşlı oyuncular, 27 Mayıs darbesinin sonrasındaki bir maça da göğüslerinde darbeci general Cemal Gürsel’in isminin harfleri yazılı olarak çıkmışlardı. 27 Mayıs’ın generalleri yerini Adalet Partisi’nin ileri gelenlerine, onlar da MİT’çi Süleyman Seba ve OHAL valisi Ünal Erkan gibilerin yönetimine bıraktı. Galatasaray’ın durumu da farklı değildir. Asıl dayanağı, adını aldığı Galatasaray Mekteb-i Sultanisi olduğundan, Osmanlı’nın ve sonrasında da cumhuriyetin üst düzey bürokratlarının takımı olmuş, bu kesimlerden destek görmüştür. Bu yüzden futbol federasyonundan beden terbiyesine kadar sporla ilgili devlet kademelerinde ağırlıklı olarak Galatasaraylılar, yani moda deyimle “monşerler” yer almıştır. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi sayesinde sarayla ilişkileri her daim iyi olan takım, bir dönem padişaha kombine bilet bile satmış, bu sayede Fenerbahçe’yi destekleyen İttihatçıların şerrinden korunabilmiştir. Bu gelenek, yani siyasi partilerden ziyade devletin seçim dönemlerinde değişmeyen üst düzey bürokrasisine dayanma geleneği, Galatasaray’da uzun süre devam etmiştir. 90’lardan itibaren ise, dönemin koşullarına uygun olarak Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar takıma el atmış, devletin derinlerinde kök salmış yapılanmaların uzantıları kulübe de yerleşmeye başlamış, bu sürecin görünürdeki sonucu olarak da milliyetçiliğiyle öne çıkan Fatih Terim hem Galatasaray’ın hem
13
marksist tutum
de milli takımın teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Bu sayede hangi futbolcuların kadroya alınacağından malzeme alımına, ihalelere kimlerle girileceğinden yönetime kimlerin seçileceğine kadar her konuda hâkim burjuva siyasetin isteği doğrultusunda adımlar atılmıştır. Türk futbolunun siyasetle ve iktidar odaklarıyla geliştirdiği ilişkilere en bariz örnekleri ise Fenerbahçe’den vermek mümkündür. Fenerbahçe’nin bu açıdan da rakiplerine fark attığını söylemek yanlış olmayacaktır. Fenerbahçe futbol kulübü en başından itibaren sırtını İttihatçılara dayamış ve yönetiminde de İttihatçı kadrolara yer vermiştir. İttihatçıların bu desteği, gerek İstanbul’un işgali sırasında gerekse de cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında kulübe ciddi sorun yaratmıştır. 30’lu yıllardan itibaren diğer takımlarda olduğu gibi Fenerbahçe’de de CHP’li Kemalist seçkinlerin hâkimiyeti kurulmuştur. Zaten, örnek alınan Nazi modeline uygun olarak, tüm kulüpler CHP’nin il veya ilçe başkanlıklarına bağlıdır ve oyuncular da CHP üyesidir. Dönemin maliye bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun başkanlığa getirilmesiyle arkasını epeyce sağlama alan Fenerbahçe, iktidarın nimetlerinden de uzun süre faydalanır. Ardından gelen DP döneminde, bu kez de bizzat Adnan Menderes Fenerbahçe’yle ilgilenir ve destek olur. DP’nin ileri gelenleri kulübün yöneticiliğini yapmaya başlarlar. Ancak bu durum da, 27 Mayıs darbesi sonrasında Fenerbahçe’ye problem yaratır. Kulüp, DP’li başkanı Medeni Berk’in Yassıada’da yargılananlardan olması yüzünden kapatılmanın eşiğinden döner. 60’ların başındaki koalisyona uygun olarak yönetimde de, başkanlığı CHP ve yardımcılığını da AP kapar. 12 Mart ve 12 Eylül’ün faşist darbecileri ise Fenerbahçe’yi pek severler. Bu ilgi Özal’la devam eder. “Boş verin cezaevlerini, Galatasaray’a bakın Galatasaray’a” lafıyla hatırlarda yer eden Özal, üçüncü ligi de kurarak özellikle Kürt illerinin takımlarının ve böylece Kürtlerin düzen dışına düşmesinin önünü almaya çalışır. Yine Özal döneminde mafya babaları ve hayali ihracatçılar futbola, özellikle de Fenerbahçe’ye el atarlar. Fenerbahçe’nin iktidarla bu sıkı fıkı görüntüsünün son örneği de Yaşar Büyükanıt olmuştur. 12 Mart’tan bu yana futboldaki tercihini ağırlıklı olarak Fenerbahçe’den yana
14
Ağustos 2011 • sayı: 77
koyan Genelkurmay’ın halkla ilişkilerini Yaşar Büyükanıt Fenerbahçe üzerinden yürütmüştür. Futbolda bugün hüküm süren siyasi ilişkilerin temelleri en belirgin anlamda Özal zamanında atılmıştır. Özal zamanında, Samsunspor’un başına Hasbi Menteşoğlu, Malatyaspor’un başına Nurettin Güven, Bursaspor’un başına Cavit Çağlar ve Trabzonspor’un başına da M. Ali Yılmaz gibi hayali ihracatçıların, Fenerbahçe’nin başına ise cuntacı generallerden askeri-NATO ihalelerini alan Ali Şen’in gelmesi tesadüf değildir. 90’lı yıllarla birlikte Kürtlerin özgürlük mücadelesi yükselişe geçmeye başlayınca, bunların yerini milliyetçi-faşist mafya babaları (veya onların adamları), polis şefleri ve Fethullahçılar almaya başladılar. Öncelikli amaç, futbol aracılığıyla Türk milliyetçiliğinin kitlelere empoze edilmesiydi. Kulüp başkanlarının yanı sıra federasyon başkanları, milli takım oyuncuları ve teknik adamları da bu anlayışa göre seçiliyordu. Hatta şampiyon olacak takım bile bu siyasi kriterlere göre belirleniyordu. Sedat Pekerlerin ve Mehmet Ağarların dönemiydi bu dönem… İktidarın ve siyasilerin futbola bu ilgisi boşuna değildir elbet. Özellikle darbe dönemlerinde ve öncesinde futbol yoksul kitleler için bir nevi afyon işlevini görmüştür. Futbolun bu yollu kullanımının Portekiz’den, Arjantin’den veya Brezilya’dan da örnekleri verilebilir. Futbolla yaratılan kültür sonucu ortaya çıkan lümpen ve saldırgan, milliyetçi, şoven ve hatta ırkçı tipoloji, ’80 öncesi dönemde işçi sınıfı içinde saygınlığı olan sol ve devrimci değerlerin kırılmasında önemli rol oynamıştır. Bir sektör olarak futbolun kara para aklama, fuhuş, kumar, şantaj, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, borsa spekülasyonu gibi konularda sunduğu kolaylık ve yarattığı cazibe tüm iktidarların ilgisini çekmiştir. Çünkü her burjuva iktidar, kirli ve illegal işlerini çaktırmadan yürütebileceği ve finanse edebileceği böylesi imkân ve ilişkilere ihtiyaç duyar. Daha önemlisi, 12 Eylül cuntacılarının veya 28 Şubat sürecini tezgâhlayan generallerin yaptığı gibi birtakım siyasetlerin topluma empoze edilmesinde de futbolun önemi büyüktür. 12 Eylül döneminin meşhur “ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” deyişinin kitlelerin bilincindeki etkisi hafife alı-
sayı: 77 • Ağustos 2011
namaz. AKP hükümeti de, kendinden önceki burjuva iktidarlarla aynı sebeplerden dolayı, Türkiye futbolu üzerinde kendisine bağlı siyasi ilişkilerin hâkim hale gelmesinin temellerini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında operasyonun Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım ile başlaması doğaldır. Çünkü statükocu “derin” kesimlerle olan ilişkileriyle, özellikle de MHP’ye yakınlığıyla tanınan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe önemli birer semboldür. Bu sembollerin devrilmesi yahut dize getirilmesi, AKP’nin Ergenekon davasıyla başlatmış olduğu sürecin bir adımını oluşturmaktadır.
Burjuvazi her maçı şikeyle alır Temizlik operasyonunu yürütürken kullandığı söylem ne olursa olsun, futbol gibi bacasız sanayi durumundaki devasa bir sektörü mafyatik ilişkilerden ve işlerden temizlemek AKP’nin boyunu fazlasıyla aşan bir husustur. En başta AKP’nin de bir burjuva partisi olması ve kapitalist düzende yaşıyor oluşumuz buna engeldir. Bu bağlamda, burjuva medyada yer alan tartışmalarda öne çıkan “bu soruşturmalar sonucunda futbol temiz hale gelecek mi?” sorusunu da kolayca cevaplamak mümkündür: Tabii ki hayır. Nasıl ki Ergenekon davasıyla devletin kontra örgütlenmeleri tümden ortadan kalkmadıysa, bu “temizlik” operasyonlarıyla futbolun temizlenmesi de olası değildir. Zaten yukarıdaki satırlarda anlattığımız üzere niyet de bu değildir. Her şeyin metalaştırıldığı ve bu ölçüde de kirlendiği kapitalizmin kendisi yıkılmadan, hem burjuva siyasetinin önemli bir alanı ve aracı konumunda olan, hem burjuva ideolojisinin kitlelere aktarılmasının önemli araçlarından biri olan ve hem de milyar dolarlık bir sektöre dönüşmüş bulunan futbolun temizlenmesi mümkün değildir. Futboldaki kirlenmenin en önemli sebeplerinden ve sonuçlarından biri olarak ortaya konulan ve güya ulusal ve uluslararası düzenlemelerle yasaklanmış olan “şike” meselesinin içyüzüne kısa bir bakış bile bu bağlamda burjuvazinin ikiyüzlülüğünü ele vermeye yetecektir. Çünkü burjuvazi bir yandan şikeyi yasaklamakta ama diğer yandan tüm gücüyle şike yapmaktadır. Tıpkı toplumsal yaşama dair diğer alanlarda olduğu gibi… Bizzat futbolun uluslararası alandaki en yetkili kurumu olan FIFA şike organizasyonunun başını çeken örgüt konumundadır. Bu kurumun yıllık bütçesi 1 milyar doları aşmıştır. Bir dünya kupası organizasyonunun cirosu 10 milyar dolar civarındadır. Ortadaki rant o kadar büyüktür ki, açığa çıkan şike vakaları, bu rantın paylaşımı için çevrilen ayak oyunları ve dolapların yanında devede kulak sayılmalıdır. FIFA yöneticileri dâhil futbol organizasyonlarının hemen her kurumunda ve her düzeyde, son yüz yılda sayısız şike vakaları açığa çıkarılmış, teşhir edilmiş, sorumluların kimisi yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Ama
marksist tutum
şike olayları ortadan kalkmamıştır. Bugün Türkiye’de başlatılan operasyonların nice benzeri ve âlâsı İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde yapılmış, Juventus gibi kalburüstü takımlar küme düşürülmüş, ama sorun çözülmemiştir. Örneğin 2009 yılı FIFA verilerine göre o yıl Almanya’da soruşturmaya konu olan 53 maçtan 32’sinde, Belçika’daki 19 maçtan 17’sinde, İsviçre’deki 35 maçtan 28’inde, Türkiye’deki 74 maçın 29’unda şike yapıldığı tespit edilmiştir. Liste uzayıp gidiyor… Neticede şike meselesinin arka planında da bahis oynanması yatmaktadır ve bu bahisler genelde yasal olarak devletler tarafından düzenlenmektedir. Örneğin Türkiye’de ligin sponsoru olan Spor Toto, bahisleri yasal olarak oynatan kurumun adıdır. Spor Toto, yılda 4 milyar TL’ye yaklaşan cirosuyla dünyanın en büyük bahis şirketleri arasında yer almaktadır. Bahis şirketleri, gelirlerinin yaklaşık %1520’sini futbol kulüplerine ödüyorlar. Çoğu ülkede bahis düzenlemesi devlet tekelinde olmasına rağmen, özel şirketlere bayilikler veriliyor. Türkiye’de bu bayilikleri Doğan Holding, Doğuş Grubu, Saranlar gibi burjuvalar kapmış durumda. Futbolu düzenleyen TFF de (Türkiye Futbol Federasyonu) bir tür şirkete dönüşmüş durumda ve bu bahislerden payını alıyor. TFF’nin yıllık bütçesi 200 milyon doları aşmış durumda. 17. yüzyılın ortalarında, bugünkü futbolun başlangıcı sayılabilecek oyunlar İngiltere’de halk arasında ilk yayılmaya başladığında ve bir yüzyıl sonra hemen hemen tüm Avrupa’da işçi sınıfının en gözde sporu haline geldiğinde, futbol, “kolektif mücadelenin ve bireysel yaratıcılığın bütünleştiği keyif verici bir oyun” olarak tanımlanıyordu. Maalesef kapitalizm, işçi sınıfının ve ezilenlerin yarattığı birçok güzel değer gibi futbolu da uzun zaman önce kirletmiş ve çıkarlarına alet etmiş bulunuyor. Futbol ve tüm diğer popüler spor dalları, kapitalizmin endüstriyel dallarından biri haline gelmiş durumdadır. Bu oyunlar artık spor olmaktan çıkmış ve burjuvazinin iktidar araçlarından biri durumuna gelmişlerdir. Artık siyasetsiz bir futbol düşünmek mümkün değildir. Mafyadan ve kirli ilişkilerden bağımsız bir futbol düşünmek mümkün değildir. Futbol, çocukluğumuzda veya gençliğimizde mahalle aralarında oynadığımız bir oyun olmaktan çıkalı çok oluyor. Yapılması gereken anıların peşine takılmak değil, futbol dâhil olmak üzere toplumsal yaşantının her alanını büyük bir hızla kirleten ve yozlaştıran kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. İşçi sınıfının devrimcileri olarak takımımızı iyi kurmalı, maça iyi hazırlanmalı, sonucu ve skoru belirleyecek golü atmasını becermeliyiz. Bugün avantaj burjuvazide olsa da unutmayalım, top yuvarlaktır ve maç henüz bitmemiştir…
_____________________ *
Bu bilgilerin derlenmesinde Yalçın Doğan’ın Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabından faydalanılmıştır.
15
Dünya Devrimi Bir Hayal mi? Oktay Baran
O
rtadoğu’daki emekçi halk seferberliği, Tunus’tan başlayarak giderek militanlaşıp bölgenin belli başlı tüm ülkelerine yayılmaya başladığında, burjuva medya bu olguyu domino etkisi olarak adlandırdı. Bir ülkede başlayan bir devrimci seferberliğin onunla doğrudan ilişkili ülkelere yayılması anlamında betimleyici bir işlevi olan bu “domino etkisi” kavramının olayları anlamamız bakımından bir yararı vardır kuşkusuz. Gerçekten de devrimci kabarış dalga dalga yayılarak bir ülkeden diğerine sıçrıyordu. Ama devrimci kabarışların kaçınılmaz uluslararası etkileri olduğunu bilen biz devrimci Marksistler için bu kavram hiç de yeni bir keşif anlamına gelmiyor. Bu kavramın çağrıştırdığı etkileşim olgusu, zaten Marksistlerin devrim olgusunu algılayışlarının temeline işaret etmektedir. Marx ve Engels’ten başlayarak Lenin ve Troçki’ye değin tüm enternasyonalist komünistler, devrim olgusunu, enternasyonalist bir içerik ve kapsamla ele aldılar. Onlar sosyalist devrimi hiçbir zaman bir ülkenin sınırları içinde başlayıp bitecek bir şey olarak tasavvur etmediler. Kuşkusuz ki devrim bir noktada başlayacaktı, ama orada durmayacak, kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü tüm coğrafyaları içine alarak yayılacak ve büyüyecekti. Aksi düşünülemezdi ve onlar da böyle bir şeyi düşünmediler bile. Dolayısıyla çok belirgin olarak söylemek gerekir ki, Marksizmde sosyalist devrim dendiğinde anlaşılan şey
16
proleter dünya devrimidir. Elif Çağlı konuyu temel boyutları itibarıyla şöyle açımlıyor: “Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz. İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı bir sorundur. “Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede
sayı: 77 • Ağustos 2011
sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır.” (Elif Çağlı, “Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkarıdır, MT, no.17)
Dünya devrimi fikri Sosyalizmin zaferinin ancak dünya devrimiyle mümkün olabileceği fikri, kapitalizmin, üretimi ve işbölümünü uluslararası ölçekte gerçekleştirmek zorunda olan ve bu nedenle bir dünya pazarı yaratıp ona dayanan bir dünya/ küresel sistem oluşuna dayanmaktadır. Kapitalizm yalnızca bugün ulaştığı düzey açısından değil, daha en başından itibaren bu küreselliği bir nüve olarak kendi içinde barındırmaktaydı. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da kapitalizmin bu boyutunu çarpıcı satırlarla tasvir ederler. Kapitalizm bir dünya sistemi olarak var olduğuna göre, onu aşan bir üretici güçler düzeyine, sınıfları ve dolayısıyla sınıf savaşını yok edecek bir bolluk, refah ve özgürlük toplumuna da ancak küresel düzeyde ulaşılabilir. Ne denli zengin kaynaklara sahip olursa olsun, tek başına hiçbir ülke kapitalizmin yarattığı uluslararası üretici güçler düzeyini bıraktık aşmayı tutturamaz bile. Bu durumda kapitalizmi devirecek işçi devrimi ancak dünyasal ölçekli, uluslararası içerikte bir devrim olabilir. Bunun için de işçi sınıfının ulusal sınırları aşan bir devrimci örgütlülüğe ve ortak devrimci eylemliliğe ihtiyacı vardır. Gerek Marx ve Engels gerekse Lenin çeşitli dönemlerde “devrimin merkezi”nin hangi ülke olacağını, hangi ülkeden başlayıp diğerlerine yayılacağını analiz eden sayısız yazılar kaleme aldılar; tek başına bu bile onların proleter devrimi ulusal değil, uluslararası ölçekte kavradığının açık bir göstergesidir. Bu onlar için çok açıktı, çünkü önemle üzerinde durdukları burjuva devrimleri bile zaten uluslararası kapsama ve etkilere sahip devrimlerdi. Marx ve Engels, kapitalizmin nasıl bir dünya toplumunun (bileşik gelişme) temellerini attığının çok iyi farkındaydılar. Bu nedenle kapitalizmin egemenliğini ilan etme girişimleri olan burjuva devrimlerinin nasıl da ulusal sınırları aşan bir kapsama sahip olduğunu her fırsatta vurgulamışlardır: “1648 ve 1789 devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimleri değillerdi; bunlar Avrupa tarzında devrimlerdi. Bunlar toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındaki zaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal düzen ilanlarıydılar. (…) 1648 Devrimi, 17. yüzyılın 16. yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 devrimi ise, 18. yüzyılın 17. yüzyıl karşısındaki zaferiydi. Bu devrimler, içinde yer aldıkları dünya kesiminin, İngiltere’nin ve Fransa’nın gereksinmelerin-
marksist tutum
den çok, o günkü dünyanın gereksinmelerini ifade ediyorlardı.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.171) Burjuva devrimleri, geliştirdikleri ve dayandıkları milliyetçilik ideolojisine rağmen, gerçekleştikleri ülkelerin sınırlarının çok daha ötesinde etkilere sahip oldular. Ulusu inşa etmeye girişmelerine rağmen, sadece o ulusun gereksinimlerini değil, “o günkü dünyanın gereksinimlerini” ifade ediyorlardı. Ulusal çıkarlarla nesnel olarak bölünmeyen, ayağında mülkiyetin prangasını taşımayan, uluslararası çıkarlara sahip bir sınıf olan proletaryanın girişeceği devrim hareketinin, çok daha organik ve örgütlü bir temelde uluslararası bir karakterde olacağı açık değil midir? Proletaryanın etkin bir şekilde ve kendi bayrağı altında katıldığı 1848 devrimlerinin iki yıl boyunca Avrupa’nın o dönemki önde gelen tüm ülkelerini sarıp sarmalaması bu yüzdendi. Marx ve Engels, bu devrimi dünya devrimi olarak ele alıyor ve devrimin merkezini önce Fransa, sonra da Almanya olarak saptıyorlardı. İlerleyen yıllarda Rusya’da kapitalizmin gelişimi ve isyanların patlak vermesiyle Engels, devrimin merkezinin Doğu’ya doğru kaymakta olduğunu tespit ediyordu. Sosyalizmin zaferinin ancak dünya devrimiyle mümkün olabileceği fikri, kapitalizmin, üretimi ve işbölümünü uluslararası ölçekte gerçekleştirmek zorunda olan ve bu nedenle bir dünya pazarı yaratıp ona dayanan bir dünya/küresel sistem oluşuna dayanmaktadır. 1905 devrimi, Marksistlerin dünya devrimi algılayışını doğruluyordu. 1905 Rus devrimi, üstelik de yenilgiye uğramasına rağmen, bir ulusal devrim olarak kalmadı, yarattığı etki 1911’deki Çin devrimine kadar devam etti. Türkiye’de, İran’da ve Çin’de yeni devrimleri tetikleyerek Doğu halklarının dünya siyaset arenasına girişinin kıvılcımını çaktı. Şöyle diyor Lenin: “Rus devriminin başarısı, Avrupa’nın en büyük ve en geri ülkesini nihayet uyandırmış ve devrimci bir proletaryanın önderliğinde devrimci bir halk yaratmış olmasında değildir sadece. Rus devrimi bundan fazlasını da başarmıştır. Bütün Asya’da bir hareket doğmuştur. Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905’teki yaman ayaklanmanın derin izler bıraktığını, yüz milyonlarca insanın ileriye doğru hareketinde göze çarpan etkisinin silinmez olduğunu ispat etmektedir.” (Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yay., s.263) 1917 devriminin doğrudan etkileri yirmi yıl boyunca tüm dünyaya hükmetti. İkinci Dünya Savaşının ardından gelen devrimci dalga Avrupa’da burjuva iktidarları fena halde köşeye sıkıştırdı, Asya ve Afrika’da ise çok daha büyük bir dalgaya yol açtı ve sömürgelerin kurtuluşuyla sonuçlandı. 1968 dalgası Avrupa’yı salladı, Portekiz ve İspanyol faşizmlerinin çöküşüyle kapanan yaklaşık on yıllık bir döneme damgasını vurdu. Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan yükseliş süreci de bize dolaylı
17
marksist tutum
olarak, devrimci süreçlerin nasıl uluslararası etkilere sahip olduğunun örneklerini sunmaktadır.
Dünya devriminin cellâdı Stalinizm Dünya devrimi fikri, 1920’li yılların ortalarına kadar komünist hareketin en temel fikirlerinden biriydi. Lenin’in büyük çabası ve ısrarı ile kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern), dünya devriminin dünya partisi olarak inşa edilmiş ve tüm bileşenleri tarafından da böyle algılanmıştı. Komintern’in tüm kararlarına dünya devrimi anlayışı çok açık ve net bir biçimde sinmiş, bu kavrayış onun program ve tüzüğünde de açık bir şekilde ortaya konmuştu. Şöyle deniyordu Komintern’in ilk tüzüğünün birinci maddesinde: “Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, değişik ülkelerin proleterlerinin, kapitalizmi yıkma, proletarya diktatörlüğünü ve sınıfların tümden ortadan kaldırılmasına ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin gerçekleştirilmesine yönelecek bir uluslararası Sovyetler Cumhuriyetini kurma hedefiyle girişecekleri ortak eylemleri örgütlemek için kurulmuştur.” Burada, sosyalizmin, komünist toplumun ilk evresi olan sınıfsız bir dünya toplumu olduğu, proletarya diktatörlüğünün sosyalizme geçiş dönemine denk düşen bir örgütlenme olduğu, onun da ancak uluslararası ölçekte anlamını kazanacağı ve tüm bunlar için işçi sınıfının dünya çapında ortak eyleminin gerekliliği fikri son derece açıktır. Komintern’in Üçüncü Kongresinde ise şunları söylüyordu Lenin: “Uluslararası devrime başladığımızda, bunu devrimin gelişiminin önüne geçebileceğimiz inancı yüzünden değil, bilakis bir dizi koşul bizi bu devrimi başlatmaya ittiği için yaptık. Şöyle düşünüyorduk: Ya uluslararası devrim yardımımıza gelir ve o zaman zaferimiz tam olarak sağlama alınmış olur; ya da mütevazı devrimci çalışmamızı yenilgi durumunda bile devrim davasına hizmet etmiş olacağımız ve deneyimlerimizin diğer devrimlere yararlı olacağı bilinci
Ağustos 2011 • sayı: 77
içinde yerine getiririz. Uluslararası dünya devriminin desteği olmadan proleter devrimin zaferinin olanaksız olduğu bizim için açıktı. Devrimden önce ve hatta sonra da şöyle düşünüyorduk: Ya devrim diğer ülkelerde, kapitalist bakımdan daha gelişmiş ülkelerde hemen veya en azından çok çabuk patlayacak, ya da yok olacağız.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.2, Maya Kitapları, s.160-161) Lenin’in katıldığı son kongrede bu temel fikrin altı bir kez daha çizilmişti: “Dördüncü Dünya Kongresi, bütün ülkelerin proletaryalarına, proletarya devriminin tek bir ülkede asla bütünüyle zafer kazanamayacağını, zaferin, dünya devrimi olarak uluslararası alanda kazanılması gerektiğini hatırlatır.” Ne var ki, buna benzer sayısız karar ve metne rağmen, Lenin’in ölümünün ardından işler hızla değişti. Yukarıdaki belirgin ve son derece net fikirlerin hepsi önce sulandırılıp muğlaklaştırıldı, ardından revize edildi ve nihayetinde de açıkça reddedildi. Lenin’in ölümü ve kısa bir süre sonra Bolşevik-Leninistlerin parti içerisinde yenilgiye uğramasının ardından, Stalin önderliğindeki bürokrasinin yeniden canlandırdığı ulusal sosyalizm anlayışı (tek ülkede sosyalizm) hem SBKP’nin hem de Komünist Enternasyonal’in (Komintern) resmi tezi haline getirilmişti. Böylelikle 1928’deki Komintern 6. Kongresinden itibaren, dünya devrimi kavramının kullanımı Stalinist bürokrasinin denetimi altındaki resmi komünist hareket içerisinde adeta yasaklandı. O yıllardan itibaren dünya devrimini savunmak “Troçkist” olmak ile eş anlamlı hale gelmişti. Bu kavrama gerek SBKP gerekse de Komintern belgelerinde rastlamak artık neredeyse imkânsızdı. Komintern’in kendisi giderek önem kaybetmeye ve unutulmaya başlamış, Komintern’in 7. ve son kongresi ancak aradan yedi koca yıl geçtikten sonra 1935’de toplanmış ve o son kongredeki ana rapor ve konuşmalarda dünya devrimi kavramı hiç kullanılmamıştır. Onu da bir tarafa bırakalım, 1933’ten itibaren Stalin’in Dünya devrimi fikri, 1920’li yılların ortalarına kadar komünist hareketin en temel fikirlerinden biriydi. Lenin’in büyük çabası ve ısrarı ile kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern), dünya devriminin dünya partisi olarak inşa edilmiş ve tüm bileşenleri tarafından da böyle algılanmıştı. Komintern’in tüm kararlarına dünya devrimi anlayışı çok açık ve net bir biçimde sinmiş, bu kavrayış onun program ve tüzüğünde de açık bir şekilde ortaya konmuştu.
18
sayı: 77 • Ağustos 2011
konuşma ve yazılarında Komünist Enternasyonal’in ismi bile ancak birkaç kez zikredilmiştir. Sonunda 1943’de Komünist Enternasyonal Stalin’in emriyle kapatılmıştır. Devrim olgusunun işçi hareketi içerisinde esasen ulusal bir olgu olarak algılanışının en büyük sorumlusu Stalinist bürokrasi ve onun “tek ülkede sosyalizm” dogmasıdır. Ancak Stalinizmin egemenliğiyle birliktedir ki, tek tek ülkelerde yaşanan devrimler, bizzat o ülkelerdeki devrimciler tarafından ulusal bir ölçekle sınırlı olarak ele alınmışlar ve çoğunlukla da ulusal kurtuluş mücadelesiyle sınırlı kalmışlardır. Bunun sonucu, enternasyonalist komünist kavrayış ve bilinci zehirleyen bir ulusalcılığın işçi hareketi içinde giderek yaygınlaşması olmuştur.
Tek ülkede sosyalizm safsatası Stalinist bürokrasi 1928’deki 6. Kongrede kabul edilen Komintern programına “tek ülkede sosyalizm” anlayışını yerleştirmişti. Hangi teorik gerekçeye dayandırılıyordu bu anlayış? Eşitsiz gelişme yasasına! Buna göre eşitsiz gelişme “kapitalizmin kesin bir yasası” idi ve “emperyalist çağda daha da belirgin” idi. Dolayısıyla “sosyalizmin zaferi” tek bir ülkede mümkün idi! Ne var ki bu akıl yürütme baştan aşağıya yanlıştı. Lenin kapitalizmin eşitsiz gelişimine işaret ederek, tek bir ülkede sosyalizmin tam zaferinin mümkün olduğuna değil, proletaryanın diğerlerinden önce belli bir ülkede iktidarı alabileceğine (yani siyasal devrime) işaret ediyordu, hepsi bu. Stalin’in iddiasının aksine, eşitsiz gelişim yasasını keşfeden Lenin değildi. Bu yasa zaten Marx ve Engels tarafından yeterli açıklıkla ortaya konmuştu. Dahası Marx ve Engels gibi Lenin de kapitalizme özgü olan şeyin eşitsiz gelişim değil bileşik gelişim olduğunu çeşitli analizlerinde defalarca açıklamıştır. Eşitsiz gelişim yasası insanlık tarihinin yasasıydı, kapitalizmle birlikte ise ilk kez insanlık bileşik bir gelişimin yani ortak bir tarihin parçası olarak kaderini birleştiriyordu. Dolayısıyla Marksizmin kapitalizme dair tespit ettiği eşitsiz ve bileşik gelişim yasası, Stalin’in iddiasının aksine, tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı anlamına gelir. Stalin’in iddiası doğru olsaydı, yani eşitsiz gelişim yasası Lenin’in keşfi olsaydı, emperyalist çağa özgü bir yasa olsaydı ve bu yasadan sosyalizmin tek ülkede zaferinin mümkün olduğu sonucu çıksaydı, bu durumda Stalin’e gerek kalmaksızın zaten Lenin’in bu düşünceyi hem Bolşevik Parti programına, hem Komintern programına, hem de kendi yazı ve konuşmalarına nakşetmesi gerekmez miydi? Ama biliyoruz ki durum tam tersidir ve Lenin tüm siyasal yaşamı boyunca sosyalizmin sınıfsız bir dünya toplumu olduğunu ve proleter devrimin de bir dünya devrimi olarak zafere ulaşacağı fikrini savunmuştur. Stalinist önyargılardan kurtularak Lenin’in ve Komintern’in belgelerini inceleyecek her devrimci açısından bu son derece nettir. Bu durumda asıl dikkat çekici olan şey Stalinist bürokrasinin tek ülkede sosyalizm anlayışını
marksist tutum
SBKP’ye nasıl olup da kabul ettirebildiğidir. Bunun cevabını birbirini tamamlayan birkaç hususa işaret ederek verebiliriz. Bolşevik Devrimi tek ülke içerisinde yalıtık ve yalnız kalmış, Avrupa devrimi geri çekilmişti; bu durum dünya devrimine bağlanan umutları gerçekçi olmayan düşler olarak göstermek isteyenler için elverişli bir zemin yaratmıştı. İkincisi, iç savaşın getirdiği yıkım, sabotajlar, açlık, kıtlık ve savaştan bıkkınlık ve gelişen yılgınlık psikolojisidir. Bu durum, bir an önce olağanüstü koşullara son verilip, istikrarın ve normale dönüşün sağlanmasına dönük beklentinin geniş emekçi kesimler içerisinde hâkim olması anlamına geliyordu. Ve üçüncüsü, en iyi Bolşevik işçi ve militanların iç savaşta hayatlarını kaybetmesi ve hemen ardından partinin kapılarının bilinçsiz ve kariyerist unsurlara açılması ve neticede partinin niteliğinde ciddi bir dönüşümün yaşanmasıydı. Böylelikle, dünya devrimi fikri sonuçsuz bir maceracılık olarak propaganda edilmeye ve tek ülkede sosyalizm fikri yılgın kitleler için bir kurtuluş umudu olarak pompalanmaya başlamıştı. SBKP artık Lenin’in kurduğu Bolşevik Parti değildi, başkalaşmış ve Stalinist bürokrasinin bir enstrümanına dönüşmüştü. Komünist Enternasyonal de kısa süre içerisinde aynı başkalaşım sürecini yaşayacaktı. Stalinist bürokrasi, partiye yeni doluşmuş en geri üyelerin boğucu tezahüratları altında gerici fikirleri parti kongrelerinde kararlaştırırken, salonda ancak küçücük bir yer tutabilen 1917 devriminde sorumluluk üstlenmiş kadrolar çaresizce çırpınıyorlardı.
“Dünya devrimi geri çekildi” mazereti Lenin’in ölümünden hemen sonra, Stalinist bürokrasi tek ülkede sosyalizm anlayışını kabul ettirebilmek için, dünya devrimi dalgasının uzun süreliğine geri çekildiği ve Sovyet iktidarının emperyalist müdahaleye açık hale geldiği argümanlarını yükseltmiş ve bu korkuyla kitleleri ve partiyi uyutmaya girişmişti. Oysa bu argümanlar ancak işin yüzeydeki görüntüsünden ibaretti. Gerçekte Avrupalı emperyalist güçler SSCB’ye müdahale edebilecek durumda değillerdi, bunu denemişler, iç savaşı kışkırtmışlar ama işçi devletini yıkmayı başaramamışlardı. Yeni bir saldırı için ne İngiltere’de ne de Fransa ya da Almanya’da buna uygun bir iç siyasal atmosfer mevcuttu. Almanya’da 1918 devriminin yenilgisinin ardından 1921 ve 1923 isyanlarının da başarısızlığa uğraması Bolşevik saflarda dünya devriminin geri çekildiği algısını doğuran temel gelişmelerdi ve kuşkusuz bu değerlendirmede haklılık payı vardı. İtalyan işçi hareketinin yenilmesi ve faşizmin İtalya’da iktidara gelmesi de bu algıyı pekiştirmişti. Ancak buradan türetilen “dünya devrimini unutup kendi işimize bakalım” şeklinde özetlenebilecek politik psikoloji bürokratik gericiliğin temel dayanağı oldu. Bu mantalite bugün bile çeşitli Stalinist ve merkezci çevreler tarafından savunulmaktadır: “Tek ülkede sosyalizm bir
19
marksist tutum
tercih değil, tarihin dayatmasıydı; Avrupa devrimi geri çekilmişti, Sovyet devleti kendini korumanın ötesinde ne yapabilirdi” vb. 1924’ün boğucu atmosferinde bu safsataya inanmak mümkün olabilirdi belki, ama onca yaşanmışlıktan sonra 1924 tarihli bu mazeretin arkasına sığınmanın anlaşılabilir bir tarafı yoktur. Kapitalizm kapitalizm olarak sürdüğü müddetçe dünya devrim dalgasının tekrar kabaracağı kesindi. Kaldı ki bu dalganın hiç de tamamen sönümlenmediği ve yeniden canlanması için uzun süre beklenmesinin gerekmediği kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Nitekim bu psikoloji Rus işçi hareketi içerisinde hızla yayılırken, devrimci dalga büyük bir gürültüyle 1925’te Çin’de patlak verdi. Çin’in tüm büyük kentlerinde proletarya ayağa kalktı, Çin Komünist Partisi kısa bir süre içerisinde birkaç yüz üyeden onbinlerce işçiden oluşan büyük bir siyasal bir güce dönüştü. Çin kırsalı yoksul köylü ayaklanmalarıyla sarsıldı. Çin emekçileri arasında komünistlere ve Sovyetler Birliği’ne dönük muazzam bir sempati vardı. Tüm bu olumlu yöndeki gelişmelere rağmen Stalinist bürokrasi İngiliz emperyalizmini “kızdırmamak” için Çin’de devrimin ilerlemesini yavaşlatıp durdurmaya, o mümkün değilse bile en azından bu devrimin proleter bir yönelime girmemesi için her türlü dalavereyi çevirmeye girişti. Çin devrimine ihanet edildi. Bunu kabullenemeyen Çin komünistlerinin Kanton’daki çaresiz ayaklanması ise muazzam bir katliamla bastırıldı. Orada binlerce komünist katledilirken Stalinist bürokrasi ve onun egemenliğindeki Komintern yaşananları seyrediyordu. Stalinist bürokrasinin ürkütmemeye çalıştığı İngiltere’de de durum aslında hiç parlak değildi. Hemen ardından 1926’da İngiltere’de işçi hareketinde o güne dek görülmedik bir radikalleşme dalgası ve oldukça uzun bir süre devam eden büyük bir genel grev patlak vermişti. Bu dalga da, İngiliz emperyalizmiyle ve onun ajanı durumundaki oportünist İngiliz sendikacılarla aranın açılmaması adına genel grevin sonlandırılmasıyla bastırıldı. Bu iki büyük olay da gösteriyordu ki dünya devrimi dalgası uzun süreliğine ve tam olarak sönümlenmiş değildi. Ne var ki, SSCB’deki hızlı değişim çoktan bir ulusal içe kapanmacı ruh halini egemen kılmıştı ve SBKP ile Komintern’in yönetimini ele geçiren Stalinist bürokrasi, dünya devrimci dalgasındaki kısa süreli bir kesintiyi, dünya devrimi fikrinden kurtulmak için bir bahane olarak kullandı. Ardından dünya devrimi perspektifinin yerine geçirdiği “tek ülkede sosyalizm” anlayışıyla, yeni kabarışların önüne de daha baştan büyük bir engel dikilmiş oldu. Öyle ki, 1929’da patlak veren kapitalizmin büyük krizi 1930’lu yıllar boyunca tüm Avrupa’yı sarsıp, yeni bir devrim için olgunlaştırdı. 1936’da Fransa ve İspanya’da proleter devrimci hareket büyük bir yükseliş yaşadı ama bu yükselişler Stalinist partilerce dizginlenerek burjuva demokrasisine can vermek için kullanıldı. Ne de olsa, Komintern’e bağlı KP’lere biçilen misyon, kendi ülkele-
20
Ağustos 2011 • sayı: 77
rinde burjuva demokrasisini korumak ve SSCB’de yürüyen sözümona sosyalizmin inşa sürecine destek olmak idi. Bu politikaların da büyük katkısıyla, sonuç, Avrupa’da esen karşı-devrim ve faşizm rüzgârının ardından patlak veren İkinci Dünya Savaşında 50 milyon insanın katledilmesi oldu.
Zamandaş devrim karikatürü Stalinist bürokrasi, dünya devrimi perspektifini aşağılamak için, zamandaş, aynı anda gerçekleşecek bir dünya devrimi karikatürü icat etmiştir. Dünya devrimini tek bir eylem, aynı an ya da gün içerisinde tüm dünyada ya da en azından ileri ülkelerin tümünde gerçekleşecek bir devrim olarak tasarlayan birileri varmış gibi bir izlenim yaratılmış ve ardından bu saçmalığın mantıksızlığı üzerine, “eşitsiz gelişmeye” yapılan atıflarla sayfalar dolusu bir literatür geliştirilmiştir. Troçki’nin dünya devrimi anlayışının bu şekilde olduğu yönünde ileri sürülen büyük yalan, Stalinist propaganda aygıtı aracılığıyla maalesef komünist harekete yutturulmuştur. Oysa böylesi bir devrim anlayışını aklı başında hiç kimse savunmaya kalkışmamıştır, kalkışamaz da. Troçki de tıpkı Marx, Engels ve Lenin gibi dünya devrimi anlayışına bağlı kalmış ama onu tek bir eylem, saatlerin ayarlanmasıyla kapitalizme vurulacak tek bir darbe olarak görmemiştir. Bıraktık dünya devrimini, tek bir ülkenin sınırları içerisinde gerçekleşecek bir devrimin bile tek bir anda olabileceğini söylemek mümkün değildir. Devrimler duru bir gökte çakan yıldırımlar değildirler. Uzun mayalanma süreçleri olur, ardından sıkıntı kendini dışa vurur, devrimci durumlar doğar ve bu durumlar diğer koşullar uygun ise devrime doğru ilerlerler. Bu süreç içerisinde ülkenin şu ya da bu merkezinde yaşanan devrimci gelişmeler ülkenin diğer köşelerine de dalga dalga yayılarak yaygınlaşır. Tıpkı doğa olayları gibi bu dalga burjuvazinin dayattığı yapay ulusal sınırları da dinlemez, tanımaz. Devrim ateşi bulduğu tüm deliklerden sızarak diğer ülkelere de sıçrayıp onları da kendi girdabının içine katarak büyür. Bugüne dek yaşanan tüm devrimler ya da büyük devrimci dönemler, bu gerçeği çok açık olarak ortaya koymuştur. Ancak, dünya devriminin, Stalinistlerin karikatürleştirdiği gibi zamandaş/eş zamanlı vb. olmaması demek, onun tek tek ülkelerde birbirinden tamamen kopuk uzun zaman aralıklarıyla gerçekleşecek devrimlerin aritmetik bir toplamı olacağı anlamına da gelmez. Her şeyden önce böylesi bir tasavvur, devrimi ulusal ölçekle sınırlı bir şey olarak ele alıp, onun uluslararası etkilerinin olmayacağını varsayar. Diğer ülkeleri etkilemeyen devrimci ayaklanmalar tasavvurunun gerçek hayatta ve tarihte bir karşılığı yoktur. Kaldı ki, her birinin arasına tarihsel kopuş mahiyetinde uzun zaman aralıkları girmiş devrimlerin tamamına birden dünya devrimi diyen bir anlayış, besbelli ki, dünya kapitalist sistemini de tek tek ülkelerdeki kapitalizmlerin
sayı: 77 • Ağustos 2011
yan yana gelmesi şeklinde algılayan Marksizm dışı bir yaklaşımdır. Dünya devrimi, kapitalizmin uluslararası organik yapısından türer, bu nedenle bir ülkede başladığında, bu sarsıntı hızlı bir biçimde diğer ülkelere de ulaşır. Tek tek devrimlerin aritmetik bir toplamı değil organik bir bütündür. Devrim dalgasının içine çektiği her ülkedeki devrimci yükselişler, bu genel dalganın birer momentinden başka bir şey değildirler. Bu nedenle de dünya devrimini, çeşitli ülkelerdeki devrimler farklı anlarda gerçekleşseler bile araya uzun kopuşların girmediği bir devrimci dönem olarak, “kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler zinciri” olarak algılamak gerekir: “dünya devrimi süreci ancak kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.” (Elif Çağlı, Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır, MT, no.17)
Dünya devrimi bir hayal değil, tek çıkar yoldur Kapitalizm krizlerle sarsılıyor. Bu krizlerin kapitalist ekonominin işleyişine has periyodik krizler olmanın daha ötesinde bir anlama sahip olduğunu, kapitalizmin tarihsel bunalımına işaret etiğini Marksist Tutum sayfalarında birçok kez vurgulamıştık. Krize eşlik eden toplumsal huzursuzluk, dünyanın çeşitli coğrafyalarında farklı tempolarda bile olsa üç aşağı beş yukarı aynı toplumsal içerikle gelişip mayalanıyor. Düşen ücretler, yaygınlaşan ve derinleşen
marksist tutum
yoksulluk, sıçramalar kaydeden işsizlik oranları, ağırlaşan çalışma ve kötüleşen yaşam koşulları, sosyal hakların gaspı... Bunlar tüm dünya işçi sınıfını aynı anda vuran iktisadi göstergeler. Diğer yandan dünyanın dört bir yanında artan anti-demokratik uygulamalar, yaygınlaşan faşizan baskılar, ileri ülkelerde körüklenen ırkçılık ve faşist hareketler, bunların hepsine eşlik eden emperyalist savaş ve giderek artan militarizasyon. Tüm bunların doğurduğu huzursuzluk aslında tarihsel ölçekte tek bir şeye işaret ediyor: Yeni bir dünya devrimi dalgasının mayalanmakta oluşuna. Neresinden bakarsak bakalım, karşımızda olan bu mayalanma tablosudur. Milenyum dönemeciyle birlikte içine girdiğimiz çağın genel tablosu kapitalizmin bu tarihsel bunalımı ile karakterize oluyorsa, bu bunalıma bir tepki olarak küresel ölçekte yeni bir dalganın kabarmasının kaçınılmaz olduğunu söylemek için her türlü gerekçeye sahibiz. Avrupa’da burjuvazinin saldırılarına karşı işçi sınıfının göreli kuvvetli direnişiyle sergilediği tutum, savaş karşıtı gösterilerle gençliğin politize olması ve ardından onun da kriz karşıtı eylemliliklerde seferber olması önemli işaretlerdi. Arjantin’de başlayan ve ardından Venezuela ile harlanan devrimci ateşin tüm Latin Amerika’yı sarması ve bugün kıtanın neredeyse tamamında sol görünüm ya da söylemli iktidarların işbaşına gelmesi de bu doğrultuda gelişmelerdi. Güney Asya’da işçi hareketinin yükselen ivmesini ve en başta da geçtiğimiz yıl sergilediği militanlıkla Çin işçi sınıfının uyanmaya başlamasını da unutmamak gerekiyor. Ve nihayet, güney Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı ve gençlik hareketinin mobilizasyonuyla birlikte Ortadoğu’daki gelişmeler, emekçi kitlelerin yoksulluğa karşı ve aynı zamanda demokrasi ve özgürlük için başkaldırısı bu tabloyu tamamlamaktadır. Tüm bu olgular birbirleriyle yüzeyden bakıldığında ilişkisiz olarak görülebilir olsa bile derinlerde ilişkili ve bağıntılıdır. Hepsi de küreselleşen kapitalizmin şimdiye dek görülmedik ölçüde derin ve yaygın bir küresel krizine ve buna eşlik edecek olan çok güçlü bir devrimci dalganın mayalanmakta oluşuna işaret etmektedir.
21
Erdoğan’ın Kıbrıs Çıkartması Adil Aksu
B
aşbakan 20 Temmuzda sözde barış kutlamaları vesilesiyle Kuzey Kıbrıs’a düzenlediği ziyarette, adanın geleceğine ilişkin olarak Türkiye’nin emperyal politikalarından ödün vermeyeceğini duyurdu ve “haklıyız”, “güçlüyüz” nutukları attı. Kuzey Kıbrıs’a sermaye yatırımları yapacaklarını belirten Erdoğan, “Türkiye’nin KKTC’nin kararlıca arkasında olduğunu” vurguladı. Ada halkını aşağılayan Erdoğan, Rumlara “bunlar çağlarının çok gerisinde yaşıyorlar” derken, Kıbrıslı Türklere de “marjinal, besleme” demekten geri durmadı. Erdoğan’ın ziyareti adeta ikinci bir Kıbrıs çıkartması havasında geçti. Günler öncesinden Kuzey Kıbrıs yönetimi ziyareti medya eliyle abarttıkça abarttı. Yol boyunca panolara hoş geldiniz ilanları asıldı. Gazeteler tam sayfa ilanlarla başbakanın gelişini duyurdu. Erdoğan’ın geçeceği güzergâh temizlendi, mitinge gelen kalabalığa “Türkiye Seninle Gurur Duyuyor!” sloganı attırıldı. Erdoğan adaya adım attığı andan itibaren sıkı güvenlik önlemleriyle ve kraldan çok kralcı bürokratik elitle çevrelendi. Adadaki konuşmalarına saldırgan bir üslubun ve statükocu argümanların hâkim olduğu Erdoğan, 2012 Temmuzunda AB dönem başkanı olacak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımadıklarını, aynı masaya oturmayacaklarını ve dolayısıyla da AB ile ilişkileri donduracaklarını belirtti. 2012 yılı içerisinde Kıbrıs sorununun çözümü için referandum yapılmasının son şans olduğunu söyleyen Erdoğan, aksi takdirde Kıbrıs sorununun çözümü konusunda ne AB’yi ne de “Rum Yönetimi”ni tanırız dedi. Türkiye’nin garantörlüğe devam edeceğini ve Türk ordu-
22
sunun adadan çıkartılmasına onay vermeyeceklerini, 2004 yılında Annan Planında Rum yerleşimine açmayı kabul ettikleri Güzelyurt ve Karpaz’ı artık müzakere etmeyeceklerini, iki devletli, iki toplumlu eşit bir yapı temelinde referandum istediklerini söyledi. 1974 yılından bu yana kuzeyi Türkiye’nin işgali altında olan Kıbrıs’ta, sorunun çözümüne yönelik müzakereler yıllardır bir adım ileri, iki adım geri temposuyla devam ediyor. Yunanistan ve Türkiye iki devletli, iki toplumlu, federal bir çözümden yana olduklarını beyan etmekle birlikte, her iki kesim de güç paylaşımı konusunda onlarca maddede anlaşmaya yanaşmıyorlar. Yunanistan, AB üyesi olan Rum kesiminin pazarlıklardan avantajlı çıkmasına dönük bir siyaset izliyor. Türkiye ise Akdeniz üzerindeki stratejik konumunu Kıbrıs vesilesiyle sürdürmek, haksız işgalin yarattığı fiili durumu avantaja dönüştürmek istiyor. Erdoğan Kıbrıs’ta yaptığı konuşmada Yunanistan’ın durumuna dikkat çekti ve krizde olan Yunanistan’dan sonra “Kıbrıs Rum Yönetimi”nin de aynı yola gireceğini söyleyerek ve Türkiye’nin “güçlü konumu”yla övünerek, güneydeki Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, Yunanistan’a ve hatta AB’ye rest çekti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Larnaka kenti yakınlarındaki askeri üste meydana gelen patlama sonucunda elektrik santralleri zarar görmüş ve güneyde ciddi bir elektrik sıkıntısı meydana gelmişti. Bu durumda Rum kesimi Kuzey Kıbrıs’tan elektrik alarak sorunu gidermeye çalıştı. Erdoğan’sa kimi papazların Türk kesiminden elektrik alınmasını protesto etmesini, bütün Rum kesimi aynı mil-
sayı: 77 • Ağustos 2011
liyetçi ve şoven düşünce yapısına sahipmiş gibi gösterdi. Yaptığı konuşmada Rum kesimini “bunlar çağlarının çok gerisinde yaşıyorlar” diyerek aşağıladı. Peki, bu saldırgan siyaset gerçekten Kıbrıs Türk halkının çıkarlarına mı hizmet ediyor? Kesinlikle hayır! “Güçlü Türkiye”nin bırakalım Kıbrıs Türk halkının çıkarlarını, Türkiyeli işçi ve emekçilerin çıkarlarına uygun bir siyaset izlemediğini bizler çok iyi biliyoruz. AKP hükümetinin seçim sonrasındaki ilk icraatlarından biri kıdem tazminatının kaldırılması ve esnek çalıştırmanın yasalaşmasına dönük çalışmalara hız vermek olmuştur. Ayı şekilde, TC güdümünde uygulanan kemer sıkma programlarıyla ve özelleştirme saldırısıyla, Kıbrıs Türkleri daha düşük ücretlere, sosyal hak gasplarına ve işsizliğe mahkûm edilmişlerdir. Erdoğan ve TC, Kıbrıs Türk halkının bütün bunlara gözlerini kapayarak razı olmasını istemekte, ses çıkaranı da “marjinal, besleme” ilan etmektedir. Erdoğan adaya gittiğinde “KKTC”yi kalkındırmaktan, Kıbrıs’a yeni yatırımlar yapmaktan söz etti. Anamur’dan Kıbrıs’a deniz altından döşenecek su kanalıyla Kıbrıs Türklerinin su problemini çözeceklerini söyledi. Kıbrıs’ta yeni özel üniversiteler kurmayı ve turizm konusunda yeni yatırımlar yapmayı vaat etti. Özetle, Kıbrıs sorunun çözümünü Kıbrıslı Türkler açısından ekonomik yatırımlara indirgedi. Oysa Kıbrıslı işçi ve emekçiler, sendikalar ve emekten yana siyasi yapılar her fırsatta siyasi çözümden ve barıştan yana olduklarını, çözümün ada halkının kendi kaderini tayin etmesinden geçtiğini açıklıyorlar. Ocak ayında düzenledikleri “Toplumsal Varoluş Mitingi”nde on binlerce Kıbrıslı Türk işçi ve emekçi, Türkiye’nin içişlerine karışmasına karşı olduklarını açıklamışlardı. Bu mitingi katılanları “hain beslemeler” olarak niteleyen başbakan, Kıbrıslılara tehdit yağdırmaktan geri durmamıştı. Erdoğan’ın son ziyaretinde de benzer bir durum yaşandı. Sendikalar, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda izlediği politikaları protesto etmek üzere hazırlıklara giriştiğinde, Kuzey Kıbrıs hükümeti Erdoğan’a dikensiz gül bahçesi sunmak için sendikaları bastı, sendikacıları gözaltına aldı. Hükümet Erdoğan karşısında güç duruma düşmemek için Kıbrıslı Türklerin eylemlerine yasak koydu. Bütün bas-
marksist tutum
kılara rağmen Kıbrıslı işçi ve emekçiler Hamitköy’de ve KTHY binası önünde toplanarak protesto eylemi düzenlemeye kararlı olduklarını göstermişlerdi. Fakat bu duruma da tahammül edemeyen polis saldırıya geçerek kitleyi zorla dağıtmaya girişti. Erdoğan, 20 Temmuz konuşmalarında, sendikaların ve siyasi partilerin düzenledikleri eylemlere ilişkin olarak, “aramıza fitne fesat sokmak isteyenlere sakın ha aldanmayınız. Biz et ve tırnak gibiyiz. Kim bu vücudun azalarını, uzuvlarını birbirinden ayırmak istiyorsa yanlış bir yoldadır” diyerek tehditler savurdu. Erdoğan’ın kullandığı saldırgan dil, TC’nin izlediği emperyal politikaların bir yansımasıdır. TC ulaştığı konumla bölgesel sorunlarda kendi gücünü hissettirmeye çalışıyor, çıkarlarından taviz vermeyeceğini dile getiriyor. Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da barış ve halkların kardeşliği temelinde değil, emperyal çıkarlar paralelinde genişlemeye ve üstünlük elde etmeye yönelik politikalar yürütüyor. Nitekim bir burjuva kalemşor, “Başbakan «Yeni Kıbrıs Manifestosu»nu Tanımladı! Türk Halkı rahatladı!” başlığıyla yazdığı köşe yazısını, açık konuşmaktan çekinmeyerek şu cümlelerle bitiriyor: “Kıbrıs konusunda bir vatandaş olarak endişelerim, Başbakan Erdoğan’ın YENİ KIBRIS MANİFESTOSU ile rahatlama yoluna girdi. Bu manifestoyla 2012 sonrası tek bir yol kalıyor; KKTC toprakları «Türkiye’nin yeni vilayeti» olabilir! Yaşasın tam bağımsız güçlü emperyal Türkiye...” (Yiğit Bulut, 20/07/2011) Görüldüğü gibi, TC’nin ve AKP hükümetinin derdi, Kıbrıs Türk halkının çıkarları temelinde bir çözümü gerçekleştirmek değildir. Emperyalist güçlerin ve Türkiye ve Yunanistan’ın burjuva çıkarlar temelinde ortaya koydukları sözde çözüm planlarının Kıbrıs halkının sorunlarını çözmesi ve taleplerini karşılaması beklenmemelidir. Bu güçler çözümün aktörleri değil bizzat sorunun nedenidirler. Kıbrıs sorununun gerçek ve kalıcı çözümü ancak Kıbrıslı işçi ve emekçilerin enternasyonalist bir perspektifle hareket ederek, adanın kaderini tayin etme yönünde inisiyatifi kendi ellerine almalarıyla gerçekleştirilebilir. Azımsanmayacak oranda Kıbrıslı Rum ve Türk kitleler, her fırsatta çözümden yana olduklarını açıklıyorlar. Barış istediklerini, aralarındaki sınırların kaldırılmasını, ekonomik ve siyasi taleplerinin gerçekleşmesini istiyorlar. Kendi devletlerinin uyguladığı politikaları eleştiriyor ve geçmişteki gibi tek ada üzerinde kardeşçe bir arada yaşamak istediklerini dile getiriyorlar. Bu temelde gelişecek ortak sınıf örgütlenmeleri ve eylemleri Kıbrıs sorununun gerçek çözümünü sağlayabilir. Kıbrıs’ta milliyetçi politikalara son verilmesini sağlayacak temel güçlerden biri de Türkiye ve Yunanistan işçi sınıfıdır. Kapitalistlerin çıkarları uğruna yıllar yılı çözümsüz kalan ve ada halkının yaşamını dayanılmaz bir hale getiren bu kapitalist politikalara karşı Kıbrıs halklarının ortak mücadelesine enternasyonalist desteği yükseltelim.
23
Kolonyalizmden Emperyalist çağın ayrılmaz parçası: hegemonya savaşları Emperyalizm çağında sermayenin ulusal sınırları aşma gereksinimi nedeniyle, tekelci rekabet uluslararası boyuta sahiptir. Büyük kapitalist devletler, sürüm pazarları, hammadde pazarları ve sermaye yatırım alanları üzerinde egemenlik kurabilmek amacıyla birbirleriyle yarışırlar. Kapitalist üretimin yükseliş dönemlerinde bu yarış görece barışçıl koşullarda sürdürülebilir olsa da, büyük ve derin kriz dönemlerinde rekabet mücadelesini eski yöntemlerle sürdürmek olanaksız hale gelir. Böylesi dönemlerde emperyalist devletlerin nüfuz alanları üzerindeki hegemonya mücadelesi, açık paylaşım savaşlarına dönüşebilir. Emperyalist savaşlar, emperyalistler arası kapışma politikasının askeri yöntemlerle sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, kapitalist gruplar arasındaki çekişmelerin içeriğini çözümlemeye çalışmak yerine, bunların bugün için barışçı yarınsa barışçı olmayacak biçimlerine takılıp kalmak yanlıştır. Emperyalist ülkeler ve farklı sermaye grupları uluslararası alanda girift ilişkiler içinde olsalar da, bu rekabet içindeki bir birlikteliktir. Dolayısıyla bazı dönemlerde rekabetin alabildiğine kızışması, emperyalist ülkelerde daha çok silahlanma ve savaş yönünde bir eğilim doğurur. Kapitalist sistemin verili ekonomik güç dengesinde önemli değişimler yaşandığında ve hegemonya krizi derinleştiğinde, emperyalist güçler kozlarını yeniden paylaşmak üzere dünya siyasetini silahların eşliğinde yürütmek zorunda kalabilirler. “Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut «sermayeleri», «güçleri» oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu
24
olamaz.”1 Lenin, emperyalizm çağını karakterize eden bu gibi eğilimleri ortaya koyarken, kapitalizmin giderek “barışçı” bir işleyişe ulaşacağı iddialarına karşı da mücadeleyi sürdürmüştür. Örneğin, emperyalistlere akıl hocalığına soyunan dönek Kautsky (günümüz döneklerinin bu pîri), “sermayedeki yayılma dürtüsü emperyalizmin baskı ve şiddet yöntemleriyle değil, barışçı demokrasiyle en elverişli ölçülere ulaşabilir” der.2 Oysaki, emperyalist savaşlar, militarizm, dünyadaki nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasına eşlik eden şiddet politikası, tüm bunlar emperyalist çağın ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle, emperyalizmi mali sermayenin politikalarından biri, bir baskı ve şiddet politikası olarak ele alan ve böyle bir politikanın zorunlu olmadığını göstermeye çalışan Kautsky gibilerin siyasal açıdan mahkûm edilmesi gerekir. Kautsky, mali sermaye klikleri arasındaki uluslararası giriftleşmenin artış eğiliminden, “barışçı kapitalizm”in olanaklı olduğu sonucunu çıkartıyordu. Bu düşüncesini, tekelci birliklerin giderek tek bir dünya tröstünü yaratacağı ve böylece rekabet ve bunalımları ortadan kaldıracağı yolundaki “ultra-emperyalizm” çözümlemesinden türetmekteydi. Oysa Lenin, tekelci kapitalist birliklerin oluşumuyla rekabetin ve bunalımların bir üst düzeyde yeniden üretildiğini gözler önüne sermeye çalıştı. Emperyalizmin bir “barışçı” yayılma dönemi olacağı düşüncesi gerçeklerle bağdaşmayan tehlikeli bir düştü. Lenin, emperyalizmi bir “politika” biçimi olarak değil, çağdaş kapitalizmin bizzat kendisi olarak tanımladı; baskı ve şiddetin emperyalist kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladı. Öte yandan Kautsky, emperyalizmi sanayileşmiş ülkelerin gittikçe daha geniş tarım bölgelerini ilhak etme eğilimi olarak ele alıyordu. Halbuki emperyalist savaşlar geri ülkelerde toprak ilhaklarına yol açsa da, emperyalizm bundan ibaret değildi. Ve Lenin tam da bu noktada çok önemli bir gerçekliğe dikkat çekti. Emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin kızıştığı ve emperyalist bir savaşa dö-
Emperyalizme /3 Elif Çağlı
nüştüğü konjonktürde, bu ülkelerin rakiplerini zayıflatmak, hegemonyayı ele geçirmek amacıyla, bizzat sanayileşmiş kapitalist ülkelere de saldırabileceklerini hatırlattı. Almanya’nın, İngiltere’nin egemenliğini sarsmak amacıyla Belçika’ya saldırısı, bunun bir örneğini vermekteydi. Bu yolla Belçika, Almanya’nın sömürgesi olmuyor, fakat emperyalist savaşın alanı genişliyordu. Belçika burjuvazisi kendi ulus-devletini savunmak amacıyla, emperyalistler arasındaki bloklaşmada safını bu somut koşullara göre belirliyordu. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgasını yansıtan çeşitli bölgesel savaşlarla kanıtlandığı üzere, günümüzde de “barışçı kapitalizm” tehlikeli bir düştür. Bu “düş”, Kautsky benzeri “modern” döneklerin, işçi sınıfının devrimci mücadelesini baltalamak amacıyla ileri sürdükleri bir safsatadır. Emperyalist çağa damgasını basan hegemon güç ABD örneği, mali sermayenin saldırgan yayılmacılığının açık göstergesidir. Amerikan emperyalizminin hegemonyası altında geçen yıllar, bu hegemonyanın sürdürülebilmesinin ve çeşitli bağımsız devletlere dayatılabilmesinin yolunu da çok açık biçimde gözler önüne sermiştir. Emperyalizm, çeşitli uluslar üzerinde baskı, onların içişlerine karışma, siyasal komplolar, siyasal gangsterlik ve en önemlisi de emperyalist savaşlar demektir. Ve emperyalizm tüm bu kahrolasıca işleyişini, söz konusu ülkeleri sömürgeleştirmeksizin de pekâlâ yürütebildiğini kanıtlamış bulunuyor. Elbette ki, emperyalist ülkeler işlerine geldiğinde ulusal ayrılıkları körüklemekte, farklı ulusları birbirine düşürerek yeni ulusal sorunlar yaratmaktadırlar. Ayrıca, emperyalist güçlerin çıkarttığı bölgesel savaşlarda, savaşa konu olan ülkelerin toprakları işgale uğrayabilir ve bu nedenle de ulusal sorun yeniden ve yeniden gündeme gelebilir. Fakat tüm bu örnekler dikkate alındığında dahi, sonuç sömürgecilik döneminden farklı olarak yeni sömürgelerin yaratılması değil, egemen gelen emperyalist devlet yanlısı yeni burjuva iktidarların ya da yeni ulus-devletlerin kurulması olmaktadır.
Anti-emperyalist mücadele ulusal kurtuluş mücadelesine indirgenemez Emperyalizmi çağdaş kapitalizm olarak değil de, yalnızca onun politikalarından biri olarak kabul eden Kautsky gibiler, bir sistem olarak emperyalizme cephe almazlar. Örneğin Kautsky, bir bütün olarak emperyalist ekonomik işleyişe değil de yalnızca ilhak politikasına karşı çıkılmasını savunur. Bu tamamen reformist ve pasifist bir düşünce tarzıdır ve sahte bir “anti-emperyalizm” anlayışına temel oluşturur. Nitekim Lenin’in Kautsky’ye yönelttiği eleştiri, bu tür yaklaşımların ipliğini pazara çıkarmaktadır: “Bu, ilk bakışta alkışlanacak bir yanıt gibi geliyor. Ama, aslında, emperyalizmle uzlaşmanın daha ince, daha iyi maskelenmiş (bu bakımdan da daha tehlikeli) bir propagandasını taşıyor; bankaların ve tröstlerin politikasına karşı yapılıp da bunların ekonomik temellerini kavramayan bir «savaşım», reformizmden ve burjuva pasifizminden başka bir şey değildir, masum ve iyi niyetli isteklerden öteye gidemez.”3 Buradan hareketle, bazı önemli hususları vurgulayalım. Emperyalizme karşı savaşımı, ulusların kaderlerini tayin hakkının kabulü ile sınırlayan bir siyaset burjuva reformizminden öteye geçemez. Emperyalizme karşı mücadeleyi, yalnızca ilhaklara karşı çıkmaya indirgeyen ve böylece emperyalizmin ekonomik temellerine cephe almayan bir siyaset, anti-emperyalist değildir. Ne zaman ki ilhaklara ya da ulusal baskıya karşı başlayan bir mücadele, emperyalist sistemin ekonomik temellerine karşı da yönelir, işte ancak o zaman anti-emperyalist bir nitelik kazanmış olur. Fakat mücadelenin bu boyutlara yükseltilmesi ne burjuvazinin ne de küçük-burjuvazinin derdi değildir. Ulusal ezilmişliğe karşı ortaya çıkabilecek herhangi bir mücadelenin antiemperyalist bir başkaldırıya dönüşebilmesi ancak ve ancak devrimci proletaryanın sorunudur. Belçika örneğinde olduğu gibi, topraklarının bir başka devlet tarafından ilhak edilmesine karşı çıkan ve ulusal
25
Ağustos 2011 • sayı: 77
marksist tutum İrili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın yakıcı sorunu, “kendi” burjuvazisinin “ekonomik bağımsızlığı(!)” değil, kapitalist sömürü düzeninden kurtuluştur
egemenlik hakkını koruyan burjuvazi kendi sınıfsal çıkarlarını savunmaktadır. Ama bu anti-emperyalizm değildir. Yalnızca, saldırgan emperyalist devlete karşı kapitalizm temelinde bir tavır alıştır. Bu nedenle de, örneğin Alman emperyalizmine karşı çıkan Belçika burjuvazisi İngiliz emperyalizmiyle çıkar birliğini ve dostane ilişkilerini pekiştirmeye çalışır. Burjuvazinin sınıfsal çıkarları asla kapitalist sistemden kopmayı değil, onun içinde daha güçlülere karşı kendi egemenlik haklarının kabul ettirilmesini gerektirir. O halde, devrimci proletaryanın emperyalizm karşıtlığını şu ya da bu emperyalist devletin politikasına karşı çıkma ya da “kendi” burjuvazisinin egemenlik hakkını savunma düzeyine indirgemek düpedüz sınıf işbirlikçiliğidir. 20. yüzyıl içinde ulusal kurtuluş mücadelelerini başarıyla sonuçlandıran pek çok sömürge ülke, ulusal (siyasal) bağımsızlığını kazanarak, kendi ulus-devletini kurdu. Ancak zaman içinde görüldü ki, siyasal bağımsızlığını kazanmış ülkeler kapitalist sistemin içinde kalmaya ve onun bir bileşeni olmaya devam ettiklerinde, ekonomik açıdan kaçınılmazlıkla emperyalizme bağımlı kaldılar. Böylece emperyalizm, siyasal bağımsızlığını kazanmış ülkeler üzerinde de egemenliğini sürdürebilen bir sistem olduğunu kanıtladı. Dolayısıyla kapitalizmin emperyalist aşamasını sömürgecilik temelinde ele almanın, örneğin onu “yenisömürgecilik” vb. olarak nitelemenin Marksizm açısından doğru bir tarafı yoktu. Ne var ki, gerçek yaşamda güncel siyasetin akışı içinde kavramlar çarpılabiliyor, ya da daha doğrusu çarpıtılabiliyor. Örneğin, 1960’larda sömürge ülkelerde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri sürecinde, emperyalist sistemi “yeni-sömürgecilik” diye nitelemek yaygın bir eğilimdi. Hatta bu niteleme, siyasal bağımsızlık için savaşan güçlerin dilinde kendileri için önemli bir anlam da ifade ediyordu. Bunun anlaşılabilir bir tarafı da vardı; zira bu ulusal kurtuluşçular, emperyalizm çağının içinde henüz geçmiş dönemin sömürgeciliğine karşı mücadele yürüt-
26
mekteydiler. Ancak, bu anakronizm nedeniyle onlar “yeni-sömürgecilik” dediklerinde bile aslında hedef tahtasına yeni dönemin gerçekliğini, yani emperyalizmi yerleştirmiş oluyorlardı. Örneğin, Gana’nın ulusal kurtuluşçu lideri Nkrumah’a göre yenisömürgecilik, “Afrika’ya bir elle bağımsızlığını verip öteki elle geri alma metodudur. ... yeni-sömürgeci devletin eski sömürgesine, onu bir müşteridevlet haline getirip politika dışı yollarla kontrol altına alabilmek için bir çeşit egemenlik tanıdığı yalancı bir bağımsızlıktır”.4 Nkrumah, “yenisömürgecik” diye bir şeyi tanımlamak isterken tam da emperyalizm çağının temel özelliğini anlatmış oluyordu. O, bu sözleriyle, siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı mücadelelerin, yani emperyalist işleyişi değiştiremeyen, emperyalizme gerçek bir darbe indiremeyen ulusal kurtuluş mücadelelerinin salt anti-sömürgeci karakterini de gözler önüne sermekteydi. Doğrudur, bir dünya sistemi olan emperyalist sistemden kesin bir kopuş olmadıkça, yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılmasıyla emperyalizmden bağımsız olunamayacağı gerçeği çeşitli örneklerle kanıtlanmıştır. O halde, emperyalizmden bağımsızlık sorunu ulusal bağımsızlık sorununa indirgenemez; anti-emperyalizm toplumsal kurtuluş sorunudur. Emperyalist ülkelerin, görece daha zayıf durumda bulunan kapitalist ülkelere dayatmaları elbette ki yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmıyor. Ancak bu durum, kapitalist düzenin genel bir yasasıdır. Kapitalizmde parayı veren düdüğü çalar! Büyük emperyalist devletlerden muazzam miktarlarda borçlanan kapitalist devletlerin burjuvazisi, eşitsiz ilişkiler ya da “iç işlerine” karışılması nedeniyle ne kadar sızlansa da, bu bir bütün olarak onların kapitalist düzenidir. Bu tür sızlanmalardan işçi sınıfına ne? Daha güçsüz burjuvazinin derdini dert edinmek, ya da işçi sınıfına kapitalizm temelinde “tam bağımsız ve ulusal bir düzen” propagandası yapmak ancak küçük-burjuvazinin şanına yakışabilir. Oysa, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın yakıcı sorunu, “kendi” burjuvazisinin “ekonomik bağımsızlığı(!)” değil, kapitalist sömürü düzeninden kurtuluştur. Kısacası, emperyalizm karşısında işçi sınıfının mücadele hedefi burjuva düzene son vermektir, yani siyasal iktidarın fethidir, proleter devrimdir. Anti-emperyalizm tartışmaları açısından çok büyük önem taşıyan hususlar, Lenin’in Emperyalizm kitabında dile getirilmiştir. Burjuvazinin hiçbir kesiminden anti-emperyalizm beklenemez! Bu saptamanın altında yatan ekonomik gerçekliği gözler önüne serer Lenin: “Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok
sayı: 77 • Ağustos 2011
ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır.”5 Aslında, küçük-burjuvaziden de tutarlı bir anti-emperyalizm beklenemez! Küçük-burjuva demokratların antiemperyalist mücadele anlayışları yarım yamalaktır; çünkü bunlar, emperyalist politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki çözülmez bağları görmezden gelirler. Emperyalizmin karşısına “ulusal kapitalizm”i çıkartarak, emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmin de pekâlâ mümkün olabileceği hayalini yayarlar. Emperyalizmi, tüm kapitalist ülkeleri kaçınılmazlıkla içine alan dünya kapitalist sistemi olarak kavramaktan acizdirler ya da böyle kavramak işlerine gelmez. Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan “anti-emperyalizm” anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla antikapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçükburjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Ne var ki, bütün bu tutarsızlıklarına rağmen küçükburjuva muhalif akımlar dünyada oldukça geniş bir yer tutar ve bu olgu kapitalizmin bir gerçekliğidir. Malioligarşi her alanda gericilik ve artan bir ulusal baskı yarattığından, bu durum genelde, zayıf ya da güçlü çeşitli kapitalist ülkelerde, küçük-burjuva demokratların muhalefetini ortaya çıkarır. Vaktiyle Lenin bu konuda somut bir örnek de vermiştir. 1898’de ABD’nin İspanya’ya karşı yürüttüğü yayılmacı savaşta, Birleşik Devletler’deki küçük-burjuva demokratların siyasal tutumuna değinir. Savaşın ekonomik özüne karşı çıkmak yerine yalnızca toprak ilhakını anayasaya aykırı bularak, bunu canice bir savaş olarak nitelemekle yetinmektedir küçük-burjuva reformistleri. Dün olduğu gibi bugün de, sözde antiemperyalist tutumun üzerine cafcaflı bir radikalizm cilası atmak –canice gibi sıfatlarla– tam da küçük-burjuvazinin meşrebine uygundur ve alayı haketmektedir. Zaten Lenin de öyle yapmıştır; “İspanya’ya karşı açılan emperyalist savaş, «anti-emperyalistler»in, burjuva demokrasisinin son mohikanlarının muhalefetini uyarmış oldu” der.6 Lenin, Emperyalizm kitabına 1920 Temmuzunda yazdığı Önsöz’ü ise şu sözlerle bitirmektedir: “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisidir. Bu 1917’den beri dünya ölçüsünde doğrulanmıştır.” Onun da üzerine basa basa açıkladığı gibi, emperyalizm çağı proleter devrimler çağıdır. Çünkü, kapitalizmin bu en yüksek aşaması, dünya ölçeğinde proleter devrimin koşullarının olgunlaşmasından, sosyalizmin maddi temellerinin döşenmesinden başka bir anlama gelmez. Bir dünya sistemi düzeyine yükselen kapitalizm, aslında kendi sonuna doğru
marksist tutum
ilerlemektedir: “Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.”7 Çağımızda kapitalist sömürü düzeni emperyalist sistemde somutlandığına göre, tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın devrimi anti-emperyalist bir devrim olacaktır. Bunun başarılabilmesi için değişik ülkelerde nasıl bir yol izlenmesi gerektiği, proleter devrimin genel karakterine oranla ikincil bir sorundur. Zaten Stalinizmin doğmalaştırdığı aşamalı devrim anlayışı karşısında, devrimci Marksizmin bayrağını yükselten Troçki’nin savunduğu sürekli devrim anlayışının özü de budur. Orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter devrim, gelişmiş kapitalist ülkelere oranla henüz çözümlenmemiş bazı ek sorunların da üstesinden gelmek zorundadır. İşçi sınıfının devrim programı, bu devrimin geçerken çözeceği demokratik kapsamlı görevleri de içerecektir. Ve son olarak da şu önemli hususu belirtelim: Günümüz dünyasında, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proleter devrimi kendi içeriğiyle değil de, örneğin “sömürge devrimi”, “ulusal kurtuluş devrimi”, “demokratik devrim” vb. şeklinde tanımlamak, işçi sınıfının devrim hedefini bulandırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmeyecektir.
Emperyalizm ve sömürge ülkelerdeki değişim “Mali sermaye tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor.”8 İşte 20. yüzyılın en kısa özeti. Emperyalizm çağında, farklı gelişme düzeyindeki ülkeler arasında işleyen eşitsiz fakat karşılıklı ilişkiler hesaba katılmadan, ne doğru bir emperyalizm çözümlemesi yapılabilir ne de doğru bir anti-emperyalizm anlayışı geliştirilebilir. Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle 1960’larda üçüncü dünyacılık eğilimine kapılan Marksistler, emperyalist sistemin iç işleyiş yasaları konusunda zihinleri bulandırdılar. Üçüncü dünyacılığa sunulan sempati ve destek nedeniyle, “ulusal” (!) ekonomiyi savunma kılığına bürünen burjuvaca edalar, nazlar bile anti-emperyalizm adına alkışlandı. 1960’lar dünyasının az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeleri, bu kez “yeni-sömürge”, “yarı-sömürge” ülkeler olarak nitelenip, ezilen uluslar kategorisinin içine sokuşturuldu. Böylece bu tür ülkelerde sanki hâlâ bir ulusal kurtuluş sorunu olduğu yanılgısı yaratılarak, proletaryanın kapitalist düzene karşı mücadele hedefi (yani gerçek anti-emperyalizm) unutturuldu. Emperyalizmin, her kapitalist ülkenin iç işleyişinde de somutlanan bir ekonomik sistem olduğu gerçeği gölgelendi. Bu sistemin dışına çıkılmadan bile, ekonomik açıdan “ulusal bağımsızlıkçı” bir işleyişin olabileceği yolundaki kof propagandalarla sahte bir anti-emperyalizm yaratıldı.
27
Ağustos 2011 • sayı: 77
marksist tutum
Bu tür siyasal akımların bilinçli yaratıcıları Stalininistler olsa bile, ne yazık ki kendilerini Troçkist olarak adlandıran bazı çevreler de bu bulanıklığın sürüp gitmesine az hizmet etmediler. Örneğin Mandel ve çevresinin günümüz dünyasına taşıdıkları “sömürge” nitelemesi bu tutumun tipik bir örneğini oluşturur. Sömürgelerin çöktüğü bir dünyada, eski sömürge ülkelerin emperyalist sisteme bağımlılığını hâlâ “sömürge” kavramları eşliğinde açıklamayı sürdürmek hiç doğru değildir. Böyle bir tutum aslında Troçki’nin çözümlemelerine de pek kulak asmamak anlamına gelir. Tıpkı Lenin gibi Troçki de, emperyalizm döneminin sömürgecilik döneminden farklı bir nitelik taşıdığını açıklamıştır. Nitekim Troçki, 1914 tarihli Savaş ve Enternasyonal başlıklı yazısında, emperyalizmin ve emperyalist savaşın dekolonizasyona yol açan genel eğilimine değiniyordu: “Bununla birlikte kapitalist ülkeler arasında kolonilerin yeniden bölüşümü kapitalist gelişimin temelini büyütmez, fakat sadece değiştirir. ... Buna belirleyici önemde diğer bir faktör eklenmelidir: Bu da kolonilerin bu savaştan kazanmış oldukları kendi kapitalist uyanışlarını sağlayan itici güçtür. Dünya ekonomisinin karışıklığı koloni ekonomisinin kökten değişimini gösterir ve bu, onların koloni karakterlerini kaybetmeye başladıklarının belirtisidir.”9 Mandel ve benzeri düşüncede olanlar, Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına dair önemli değerlendirmelerinin sanki yalnızca eşitsizlik yönünü kabul edip, bileşik yönünü unutturmak istediler. Bu yolu tutanlar, eski sömürge ülkelerde kapitalist gelişmeyi “engelleyen” (!), “geri bıraktıran” (!) bir emperyalist çağ tanımı geliştirdiler. Mandel’den aktaracağımız satırlar, yaşanan gerçeklerle bağdaşmayan içi boş genellemelere örnek oluşturuyor: “Oysa emperyalist çağın ... başlamasıyla birlikte, kapitalist dünya pazarının işleyişi, az-gelişmiş ülkelerin “normal” kapitalist gelişimini ve özellikle derinlemesine bir sanayileşmeyi kolaylaştırmak şöyle dursun, tersine bu gelişimi engelleyen bir etken oluşturdu. Marx’ın, her gelişmiş ülke daha az gelişmiş bulunan bir ülkeye geleceğinin resmini gösterir, şeklindeki, bütün serbest rekabetçi kapitalizm çağı boyunca anlamını korumuş olan formülü artık geçerliliğini yitirmiş oldu.”10 Sanki emperyalizm döneminde ulusal bağımsızlığını kazanan eski sömürge ülkeler, gelişmiş kapitalist ülkelerle ekonomik ilişki içine girmeyip yalnız başlarına kalsaydılar, daha çok gelişecekler ve sanayileşeceklerdi! Marx, “her gelişmiş ülke daha az gelişmiş bulunan ülkeye geleceğinin resmini gösterir” derken, kapitalist üretim tarzının temel bir özelliğine işaret ediyordu. Kapitalizm, farklı tarihsel geçmişlere, farklı gelişme düzeylerine sahip her ülkeyi ve bölgeyi önüne katıp bir dünya sistemine doğru ilerleyecekti. Nitekim emperyalizm çağı, kapitalizmin gidişatına ilişkin Marx’ın çözümlemelerini doğruladı. Bu gerçekleri görmezden gelerek, Marx’ın önemli tespitlerini, “serbest rekabetçi kapitalizm boyunca anlamını korumuş
28
formül”ler olarak nitelemenin, “eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını Lenin keşfetti” demekten ne farkı var? Boş sözler karşısında lâfı uzatmamanın en iyi yolu, bu türden iddialara verilmiş önemli bir yanıtı hatırlamak olacak: “İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.”11 Lenin’in belirttiği gibi, sömürge ülkelere yapılan sermaye ihracının doğurduğu sonuç, oralarda da kapitalist gelişmenin hızlanmasıydı. Peki hızlandı da ne oldu? Bu ülkeler yaşanmakta olan kapitalist gelişme nedeniyle sarsıcı bir değişim geçirirlerken, sömürge statüleri sürgit devam edemezdi. Onlar da eninde sonunda, emperyalist sistemin güçlüleri karşısında eşitsiz birer unsur olarak modern ulusdevletler sülâlesine katılacaklardı. Bu durum, emperyalist ülkelerin sömürge ülkelere siyasal bağımsızlıklarını kolayca lutfetmelerinin bir sonucu muydu? Yoksa mali sermaye çağındaki yayılmacılığın içsel özellikleri nedeniyle, emperyalist ülkeler isteseler de istemeseler de, bu sonucu yaratan maddi zemini bir yerde kendi elleriyle mi döşemiş olmaktaydılar? Sorduğumuz bu soruların yanıtı, 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında yaşanan olaylar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri tarafından verilmiş bulunmaktadır. Ne var ki Lenin daha l916’larda, sömürge ülkelerin geleceğinin maddi temelini döşeyen gelişme eğilimine dikkatleri çekmişti: “Emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmelerine karşı verilen mücadeleyi yaygın hale getirmesi ve şiddetlendirmesidir.”12 Böylece, kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık döneminde yaratılan fakat çözümlenemeyen ulusal bağımsızlık sorunu, emperyalizm döneminde yakıcı biçimde gündeme gelerek çözülüyordu. (devam edecek) ____________________ 1
Lenin, Emperyalizm, s.90
2
akt: Lenin, age, s.136
3
Lenin, age, s.112-113
4
akt: Basil Davidson, Afrika’da Milli Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri, Sosyal Yay., 1965, s.124
5
Lenin, age, s.132
6
Lenin, age, s.134
7
Lenin, age, s.32
8
Lenin, age, s.78
9
Troçki, Sürekli Devrim Çağı, Habora Yay., 1971, s.65
10
E. Mandel, Marksizme Giriş, Yazın Yay., 1. baskı, s.62
11
Lenin, age, s.78
12
Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.59
“Beyaz Yakalılar”: “Orta Sınıf” mı, İşçi Sınıfının Bir Kesimi mi? Utku Kızılok
K
apitalizmin ilerlemesi ve kentlerin gelişip büyümesiyle birlikte, bir zamanlar kentlerin merkezinde yer alan sanayi bölgeleri kentlerin çeperlerine doğru kaydı. Sanayi siteleri İstanbul’un merkezinden periferiye ya da diğer kentlere kayarken, bir zamanlar fabrikaların kurulu olduğu yerlerde ise çoktandır gökdelenler yükseliyor. Meselâ 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin önemli güzergâhlarından biri olan Levent’te, o dönem burada kurulu olan ve direnişçi işçilerin önünde toplandığı Tekfen ve Eczacıbaşı fabrikalarının yerinde şimdilerde gökdelenler var. Keza 15-16 Haziran direnişinde önemli bir yer tutan Otosan fabrikasının yerine de gökdelen kuleleri dikilmiş durumda. Maslak ve civarı adeta bir gökdelenler ya da plazalar şehri durumunda ve bundan dolayı da küçük Manhattan deniyor bu bölgeye. Aslında kentteki bu mekânsal dönüşüm önemli bir gerçekliği de gözler önüne seriyor: Finans, medya, sigorta, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, iletişim, bilişim vb. hizmet sektörüyle özdeşleşen bu gökdelenler/plazalar, aynı zamanda bu sektördeki hızlı gelişmenin de bir ifadesi. Nitekim işçi sınıfının önemli bir kesimi bugün artık hizmet sektöründe istihdam ediliyor. Plazalarda ya da alışveriş merkezlerinde yüz binlerce işçi çalışıyor. Kapitalist gelişmeye paralel olarak hizmet sektörü bugün artık oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır ve bu sektörde çalışanları homojen bir yığın olarak görmek son de-
rece yanlıştır. Meselâ, herhangi bir finans şirketinde kafa emeği harcayarak çalışan “beyaz yakalı” işçi de, aynı yerde kol emeği harcayarak çalışan “mavi yakalı” işçi de hizmet sektöründe çalışmaktadır. Dolayısıyla hizmet sektörü doğrudan doğruya “beyaz yakalı” çalışanların alanı olarak görülemez. “Beyaz yakalı” kavramı, hem hizmet sektöründe hem sanayi sektöründe yer alan, genellikle üniversite mezunu, bu bağlamda vasıflı, “kafa emeği” harcayarak çalışan işçileri anlatmaktadır. Plazalarda ya da benzeri mekânlarda yoğunlaşan finans, medya, sigorta, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, bilişim işlerinde çalışanlar gibi, mimarlar, mühendisler, doktorlar, avukatlar, öğretmenler de –eğer işgüçlerini ücret karşılığında satıyorlarsa– “beyaz yakalı” işçilerdir. Lakin işçi sınıfının “beyaz yakalı” bu kesiminin, özellikle de özel sektörde çalışan geniş kitlesinin örgütlenmesinin önünde, küçük-burjuva yanılsamalar nedeniyle büyük bir engel var. Kapitalist gelişme söz konusu meslekleri ayrıcalıklı meslekler olmaktan çıkartırken, bu meslek sahiplerini de büyük ölçüde ücretli işçi durumuna itmiştir. Bir zamanlar üniversiteli olmak gerçekten de ayrıcalıklı olmak anlamına gelirken, günümüzde üniversite mezunu yüz binlerce işsiz var. İş bulabilenlerin önemli bir kısmı çok düşük ücretlere talim etmek zorundalar. On binlerce öğretmenin ataması yapılmamış durumda, on binlercesiyse çok düşük ücretle ve güvencesiz, sözleşmeli olarak çalışı-
29
marksist tutum
yor. Finans, sigorta, medya, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, bilişim vb. işlerinde çalışan “beyaz yakalı” işçilerin çalışma koşulları en az “mavi yakalı” işçilerin çalışma koşulları kadar ağır, çalışma saatleri uzun ve üstelik de fazla mesai ücreti verilmiyor. Tam bir belirsizlik hâkim: Ne zaman işbaşı yapılacağı belli olmasına rağmen, işten ne zaman çıkılacağı belli değil. İşçiler arasında tükenmeyen ve tüketen bir rekabet var. Bu, özellikle patronlar ve işyeri yönetimleri tarafından kışkırtılıyor. Genelde herkes birbirinin üzerine basarak yukarılara tırmanmaya, önemli bir konuma yükselerek kariyer sahibi olmaya çalışıyor. Buna karşı çıkanlar ya da buna gelemeyenlere ise mobbing (bezdiri) uygulanıyor, kendiliğinden işten çıkmaları sağlanıyor. Rekabet, yoğun çalışma ve sosyal yaşamdan kopukluk psikolojik sorunları da beraberinde getiriyor. Ancak bu “beyaz yakalı” kesimlerin büyük çoğunluğu, bu ağır çalışma koşullarına karşı örgütlenmeyi istemek bir kenara, işçi olduklarını bile kabul etmiyorlar. Nesnel olarak işçi olmalarına rağmen, büyük çoğunluğuyla tam bir küçük-burjuva zihniyete sahiptirler. Burjuva ideolojisine karşı durmanın tek yolu hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının “mavi” ya da “beyaz” yakalı kesimleri örgütsüz oldukları müddetçe burjuva ideolojisine kendiliğinden karşı duramazlar. Ancak “mavi yakalı”lardan farklı olarak “beyaz yakalı” işçilerin okumuş olmalarından kaynaklı kendilerine vehmettikleri ayrıcalıklı oldukları düşüncesi, burjuvazinin bunu özellikle aşılaması ve çalışma ortamları bu kesimlerde ideolojik çarpılmayı büsbütün beslemektedir. Bu konuya geçmeden önce “beyaz yakalı”ların üretim ilişkileri içindeki konumuna biraz daha yakından bakalım.
“Orta sınıf” mı, işçi sınıfının bir kesimi mi? Kişiler için olduğu gibi sınıflar için de moralden söz etmek mümkündür. Dünyada 1917 Ekim Devriminin rüzgârları estiğinde işçi sınıfı burjuvazi karşısında moral üstünlüğü ele geçirmişti. Avrupa’nın ya da Amerika’nın herhangi bir köşesinde bir işçi, kendi sınıfının neler yapabildiğini ve burjuvazinin bundan nasıl korktuğunu görerek kıvanç duyuyor ve kendisine olan güveni artıyordu. Yükselen toplumsal mücadelenin ve yeni bir dünya kurma hayalinin hâkim olduğu böylesi dönemlerde burjuvazinin içinden de kopmalar olur. Aydınların önemli bir kesimi sosyalizmin safına geçer ve yeteneklerini işçi sınıfının hizmetine sunarlar. Ancak durum tersine döndüğünde ya da bu yöne girildiğinde, bu kez işçi sınıfı saflarında büyük kopmalar yaşanır. Özellikle burjuvazinin moral üstünlüğünün ve ideolojisinin altında kalan aydınlar, sözümona teorik açılımlar adına işçi sınıfı cephesinde düşünsel karmaşaya yol açarlar. Meselâ, “elveda proletarya” diyenler gibi, sınıfları, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinden atlayarak tüketim kalıplarına veya mesleklere göre değerlendirmeye girişenlerin ve “beyaz yakalı” işçileri önüne bir
30
Ağustos 2011 • sayı: 77
“yeni” sıfatı ekleyerek orta sınıf katına yükseltenlerin yaptıkları da budur. Ne yazık ki günümüzde kendilerine Marksist diyen birçok aydının düşünsel dünyası, burjuva sosyolojisinin temsilcileri (Max Weber gibi) tarafından belirlenmektedir. Bu tip burjuva sosyologlar kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlayarak topluma yaklaşırlar. Böylece üretim ilişkileri ve sınıfların bu üretim ilişkileri içinde tuttukları yere göre değil de, mesleklere, gelir düzeyine, yaşama biçimine bakılarak bir çözümleme yapılır. Bu durumda, “mavi yakalı” ya da “beyaz yakalı” olsun işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimleri işçi sayılmaz, kendinden menkul bir “orta sınıf ” icat edilir, “beyaz yakalı” işçiler doğrudan bu “yeni orta sınıf ”ın içine tıkıştırılır. Beri taraftan, makineleşmenin ve emek üretkenliğinin bir sonucu olarak sanayide çalışan işçilerin oransal olarak azalması ve hizmet sektörünün büyümesi, söz konusu nesnel olmayan değerlendirmelerle birleştirilerek “elveda proletarya” denir. Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında özellikle vurguladığı üzere, işçi sınıfının kapsamı ve bileşimi söz konusu olduğunda kafa ve kol emeği, mavi ve beyaz yaka, sanayi ve hizmet sektörü ayrımları belirli anlamlar ifade edebilir. Hatta bu ayrımlar sınıfın iç yapısı, örgütlenme ve mücadele sorunları bağlamında da kullanılabilir. Ancak bu ölçütler toplumdaki sınıfları ortaya koyacak nesnel ölçütler olamaz: “Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü, teknolojik değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.”1 Bireylerin sınıfsal konumunu tayin eden şey üretim araçlarıyla kurdukları ilişkidir. Marksizmin kurucuları bir buçuk asır önce kime işçi, kime burjuva dendiğini, bunun neden böyle olduğunu çözümleyip ortaya koydular. Engels, Komünist Manifesto’nun 1888 baskısına düştüğü notta modern sınıfları şöyle tarif ediyor: “Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.”2 Buradan
sayı: 77 • Ağustos 2011
da anlaşılacağı üzere genel meslek tanımları, örneğin avukatlık, mühendislik, doktorluk vs. sınıf ilişkileri bağlamında bir şey anlatmaz. Bu mesleklerden hareketle bu meslekleri icra edenleri “orta sınıf ” gibi bir kategorinin içine sokmak tümüyle keyfi ve çarpıtma amaçlı bir yaklaşımdır. Nesnel gerçekliği ortaya koyacak olan, üretim ilişkileri içinde bu meslek sahiplerinin nasıl bir yer tuttuğudur. Sermaye sahibi olan, işgücü satın alarak hastanesinde çalıştıran ve sermayesini büyüten bir doktorla, işgücünü söz konusu hastane sahibine satmak zorunda kalan ücretli doktor aynı olabilir mi? Birincisi sermaye sahibidir, sermayesinin düzeyine göre büyük ya da orta düzeyli bir kapitalisttir, ikincisi ise düpedüz işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan bir işçidir. Marx’ın deyimiyle birincisi “Mösyö Kapital” iken, ikincisi “Mösyö Kapital”e işgücünü satan konumundadır. “Beyaz yakalı”lar nesnel bakımdan herhangi bir şekilde “orta sınıf ” olarak görülemez. Kaldı ki, “yeni orta sınıf ” kavramı tümüyle içi boş, nesnel zemini olmayan bir kavramdır. “Orta sınıf ” kavramlaştırması küçük-burjuvaziyi anlatır ki, bu ara sınıfın kapitalist toplum içindeki yeri bellidir: Geleneksel anlamıyla küçük-burjuvazi mülk sahibi bir sınıftır ve hiç kuşku yok ki, bu sınıfın kendi içinde de bir farklılık vardır. Küçük-burjuvazinin üst kesimleri kapitalist sınıfa, daha ziyade kendi işgücünü harcayarak varlığını sürdüren kesimleri ise işçi sınıfına yakındır. Küçük-burjuvazi işgücünü işçi gibi gidip bir kapitaliste
marksist tutum
satmamaktadır, ama daima sallantılı bir konumu vardır. Kapitalist gelişme ilerledikçe, sermayenin merkezileşmesi ve tekellerde toplanması nedeniyle küçük-burjuvazi gittikçe eriyerek işçi sınıfının saflarına katılma eğilimindedir. İşgüçlerini ücret karşılığında kapitaliste satarak yaşayan “beyaz yakalı”ların küçük-burjuvazi gibi bir sınıf kategorisi içinde olmadığı apaçık ortadadır. “Beyaz yakalı”ların bıraktık “orta sınıf ” olmasını, kapitalist makineleşmenin ilerlemesiyle birlikte artan vasıfsızlaşma sonucunda, giderek ücretlerinin düştüğünü ve çalışma koşullarının ağırlaştığını görmekteyiz. Önemli bir kesimi ise işsizlik girdabından kaçamamaktadır. Marx, kapitalizmin temel yasalarını öylesine derin bir çözümlemeye tâbi tutmuştur ki, yüz elli yıl önceki satırlar adeta günümüzde yazılmış gibidir: “Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini, vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır.”3 Daha sonraki yıllarda Engels, Marx’ın bu tespitleri hakkında şunları yazacaktı: “Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman içersinde nasıl doğrulandığı, bütün ticarî işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır– London City’de boşuboşuna iş aramalarıyla görülmektedir.”4 Elif Çağlı’nın şu satırları ise nereye odaklanılması gerektiğine işaret ediyor: “Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır.”5
31
marksist tutum
Nesnel olarak işçi, zihinsel olarak küçük-burjuva Marx ve Engels, bir buçuk asır önce Komünist Manifesto’da şöyle diyorlardı: “Burjuvazi şimdiye kadar saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.” Bu tespitten günümüze kapitalizm bir hayli yol aldı ve Marksizmin kurucularının dikkat çektiği olgu, toplumda herkesin günlük yaşamında tanıklık edebileceği bir durum kazandı. Gerek bir zamanlar nitelik gerektiren işlerin vasıfsızlaşması, gerekse okul bitiren ve söz konusu alanlarda iş yapabilir duruma gelen insanların sayısının olağanüstü artması sonucunda, geçmişte ayrıcalıklı olan mesleklerin çok da kıymeti harbiyesi kalmadı. Bundan dolayı “beyaz yakalı” işçilerin çalıştığı alanlarda ücretler düştü, çalışma koşulları ağırlaştı ve daha da önemlisi yaygın bir işsizlik baş gösterdi. Lakin nesnel gerçeklik karşısında yasa boğularak zamana ah vah eden “beyaz yakalı”lar, bir taraftan kapitalist gelişmenin onları ortalama bir işçi düzeyine sürüklediğini görürken, diğer taraftan bunu hazmedemiyor, ayrıcalıklı olduklarına inanıyor ve bu duyguyla hareket ediyorlar. Nesnel olarak işçi olmalarına rağmen, zihinsel bir çarpılmaya uğradıkları için gelişmelere küçük-burjuva tepkiler veriyorlar. “Beyaz yakalı”ların üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesi, üzerinde yaşadığımız topraklarda daha bir yaygındır. Unutmayalım ki Asyatik devletlû gelenekten gelen bu topraklarda, okumak ve büyük adam olmak özdeş görülen kavramlardır. Okumuşların kendilerini aydın, üstün ve ayrıcalıklı görmelerinde Kemalizmin küçümsenmeyecek ölçüde katkısı vardır. Yıllar yılı “siz okuyacaksınız ve toplumu aydınlatacaksınız” propagandasına maruz kalan üniversiteli, her şeyi bilen, kültürlü ve aydın olduğu vehmine kapılmaktadır. Özellikle orta sınıf ailelerin çocuklarında
32
Ağustos 2011 • sayı: 77
bu çarpılma çok daha ileri boyutlardadır. Fakat bu yanılsama orta sınıf aileler kadar işçi sınıfı ailelerini de pençesine almakta. İşçi aileleri de, zor belâ geçinerek de olsa çocuklarını okutup “büyük adam” katına yükseltmeye çalışıyorlar. Ancak sınıf atlama hayaliyle doldurulan okumuşlar, okulları bittiğinde büyük bir sukûtu hayale uğramaktalar. Zira patronların kapıları açıp onları beklemediğini, okul bitirmenin “beyaz yakalı”ların çalıştığı sektörlerde bir iş bulmaya yetmediğini, iş bulsalar da ücretlerin beklentileriyle kıyaslanmayacak derecede düşük olduğunu, çalışma saatlerinin uzunluğunu, hayallerini kurdukları işlerin gerçekte yorucu ve bıktırıcı olduğunu ve sınıf atlamalarının pek de mümkün olmadığını görmeye başlıyorlar. Meselâ, Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları adına yapılan bir araştırmada, mimar ve mühendislerin %52,4’ünün meslekleriyle ilgili hayal kırıklığı yaşadığı tespit edilmiş. Bu hayal kırıklığının çeşitli sebepleri var. Ancak “sınıf atlayacakları hayali ile yetiştirilmeleri, çalışma yaşamında bir tür doğal yönetici olacaklarının öğretilmesi” beklentisinin suya düşmesinin, bu hayal kırıklığında önemli bir payı bulunuyor.6 KPSS sınavlarına hazırlanan, bunun stresiyle hastalanan, ataması yapılmayan bir öğretmenin söyledikleri, “beyaz yakalı”ların nasıl bir hayalle yaşadığını gözler önüne seriyor: “Ben okulu bitirecektim, atanacaktım, evlenecektim, ne bileyim işte evim olacaktı, arabam olacaktı. Böyle şeyler düşünüyordum sürekli.”7 İnsanın bu gibi şeyleri istemesi ve hayal etmesi gayet doğal. Sorun şu ki “beyaz yakalı”lar kendilerini ayrıcalıklı gördükleri için bunların kendiliğinden gerçekleşeceğini zannediyorlar. Gerçekliğin bir şekilde kendini dayatması ve bunun sonucunda yaşanan hayal kırıklığı “beyaz yakalı”ların düşünce dünyasında müthiş bir çelişkiye neden olmaktadır. Nesnel zemini ortadan kalkmasına ve gündelik yaşamda bu gerçek kendini tüm çıplaklığıyla dayatmasına rağmen, ayrıcalıklı ve üstün olma düşüncesi “beyaz yakalı”ların zihnini terk etmiyor. Hastalıklı bir ruh hali yaratan bu durum, ilginç tepkilerle kendini dışa vuruyor. “Beyaz yakalı”ların “boşuna mı okuduk?” biçimindeki tepkisi, aslında kurulan hayallerin yıkılmasının bir yansıması, bir hezeyanın ifadesi. Üstünlük taslayan “beyaz yakalı”lar kendilerini işçi olarak görmüyorlar. Onlara göre işçi, çalıştıkları işyerlerinde temizlik ve “güvenlik” gibi işleri yapanlara deniyor. Bilinç çarpılmasından ötürü kendilerini, sınıf kardeşlerine değil patronlara ve yöneticilere yakın buluyorlar. Üniversiteli olmaları, yaptıkları işle özdeşleşmeleri, birçoğunun fabrikada değil de mekân açısından daha rahat yerlerde çalışmaları, şık kıyafetleri onları ayrıcalıklı oldukları yanılsamasına itiyor. Sınıf atlama peşinde koşan bu kesimler böylece kendilerini psikolojik açıdan rahatlatmış oluyorlar. Finans sektöründen “beyaz yakalı” bir işsiz, eski çalıştığı işte nasıl bir tatmin yaşadığını ve bunun nasıl bir ayrıcalık olduğunu bakın nasıl anlatıyor: “Önünüzdeki ekranda bütün dünya piyasalarını takip edebilmek insana ayrı
sayı: 77 • Ağustos 2011
bir vizyon kazandırıyor. Sözgelimi Anayasa kitapçığının fırlatıldığı andan itibaren Ecevit açıklama yaparken, ekranda faizlerin nasıl adım adım günlük 7500’lere çıktığını, Deutsche Bank’ın nasıl 4,5 milyar dolar döviz talep ederek parayı yurt dışına çıkarttığını adım adım ekranda izleyerek tarihi bir ana tanık olmak, sonuçları hepimiz için çok acı da olsa o zaman için heyecan vericiydi. Ayrıca ekrandan o zamanki parayla trilyonlarca tutarında işlem yapmak adrenalini çok yükselten heyecan verici ve riskli bir işti.” Bir başkası ise şunları söylüyor: “Ben birilerinin portföyünü yönetmek, onlara finansal danışman olmak mevzuunu seviyorum, insan ilişkilerini seviyorum. Bana güvenip bir şey sormalarını seviyorum.”8 Burada kişiyi asıl güdüleyen faktör bir şeyleri yönetme, kendini önemli hissetme ve ayrıcalıklı olma duygusudur. Nesnel açıdan sınıf atlayamayan “beyaz yakalı”, bu şekilde, kendisinin önemli ve ayrıcalıklı olduğunu hissederek rahatlamış oluyor. Elif Çağlı, Küçük-Burjuvazinin Anatomisi adlı yazısında bu meselenin derinlikli boyutuna dikkat çekiyor: “Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. Gerçi bilinçsiz işçiler de tamamen burjuva düzenin etkisi altında yaşamlarını sürdürür, sınıflarının gücünden bihaber durumda, sınıf atlama, zenginleşme düşleri kurarlar. Ne var ki okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler. İşçilere oranla üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesiyle böbürlenir, burjuva düzene çok daha derinden görünmez binbir iplikle bağlı bulunur ve yaşamlarını çoğunlukla burjuvalaşma hayalleri temelinde sürdürürler.” Finans, sigorta, medya, pazarlamacılık, reklâmcılık gibi işlerde çalışan “beyaz yakalı” işçilerin pazarlama yapmak adına yalana dolana başvurmaları mesleklerinin bir gereği. Yani çelişkili olan “beyaz yakalı”nın kişiliği, bir de bu şekilde sakatlanıyor. Büyük ve gösterişli çalışma ortamlarında kendilerini şık elbiselerin içinde ayrıcalıklı zanneden, ağır çalışma koşullarına, sosyal yaşamdan kopukluğa, yükselme hayaliyle girişilen rekabete teslim olan insanlar, bozulan psikolojiler ve sakatlanan kişilikler. “Beyaz yakalı”lar böbürlenirken, burjuvazi onları iliklerine kadar sömürüyor. Plazalarda çalışan “beyaz yakalı”ların örgütlenmesi için çalışan bir “beyaz yakalı” işçi şunları dile getiriyor: “Krizin de etkisiyle giderek ağırlaşan koşullarda çalışıyoruz. İşyerlerinde emeğin ölçümü sistemi var. Mesai
marksist tutum
arkadaşını gizlice değerlendirmen isteniyor. Performans çizelgelerine sıkıştık kaldık. Ne kadar maaş aldığın gizli, zam oranları gizli. Gözetleniyorsun. Parçalanmışlık duygusu, sendikasızlık, sürekli uzatılan mesai saatleri, hakkını arayamamak ve rekabet… Hatta nasıl eğleneceğimize bile onlar karar vermeye başladı. Plazalar ve bu çalışma koşulları altında hayattan bize yaşanacak bir şey kalmıyor.”9 Kapitalizm hükmünü icra etmeye devam ediyor. Nitekim kapitalizm “beyaz yakalı”ları da kriz ve işsizlik sarmalına alarak mücadeleye zorluyor. Aslında “beyaz yakalı” denen işçi kesiminin bu durumda olması işçi sınıfının genel örgütsüzlük durumunun doğrudan bir yansımasıdır. İşçi sınıfı burjuvazinin karşısına örgütlü bir güç olarak dikildiği ve toplumsal bir değişim yönünde mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, “beyaz yakalı” işçiler de yükselen dalganın dışında kalmamaktadırlar. Kariyer ya da sınıf atlama hayalleri peşinde koşan “beyaz yakalı” işçiler, kendilerini tüketmekten ve şık elbiseleri içinde burjuvaziye kul köle olmaktan ileri gidemezler. İşçi sınıfının tüm kesimleri gibi, “beyaz yakalı” işçilerin de kurtuluşu kapitalizmi yıkmaktan geçiyor. O halde yapılması gereken, küçük-burjuva ideolojik çarpılmadan kurtulmak, sınıf saflarına dönmek, yanı başında çalışan tüm sınıf kardeşleriyle birleşmek ve mücadele etmektir. _____________________ 1
Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.15-16
2
Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.132
3
Marx, Kapital, c.3, s.264-265
4
age, s.265
5
Elif Çağlı, age, s.34
6
akt: Tanıl Bora vd., “Boşuna mı Okuduk”, İletişim Yay., s.60
7
age, s.287
8
age, s.293
9
Radikal, 3 Temmuz 2011
33
İşçi Sınıfı Büyüyor, Ev İşçileri Örgütleniyor! Ezgi Şanlı
İ
şçi sınıfı büyüyor. İşçi sınıfı büyüyüp geliştikçe, düne kadar görünmeyen, yok sayılan kesimleri de sınıf kardeşlerinin sesine çığlıklarını katmak istiyor. 15 Haziranda ev işçisi kadınlar bir araya geldiler ve yaşadığımız topraklarda bir ilke imza attılar. Bir basın açıklaması düzenleyerek Ev İşçileri Dayanışma Sendikasının kuruluşunu ilan ettiler. Böylelikle işçi sınıfının yok sayılan bu kesimi bir kez daha “artık yeter” demiş oldu. Ev işçileri her gün başka insanların evlerinde temizlik yapıyor, çocuk, yaşlı ya da hasta bakıyor, bahçe buduyor, yemek pişiriyor, ütü yapıyor, halı yıkıyor, cam siliyor. Belki kendi çocuk ve yaşlılarına, kendi evlerine böyle bakamıyorlar. Bütün bu işleri yaşamlarını sürdürebilmek, geçinebilmek için yapıyorlar. Ama bunun karşılığında sadece insan değil, işçi bile sayılmıyorlar, çünkü çok büyük oranda kayıt dışı çalıştırılıyorlar. Kayıt dışı çalışmak sosyal güvencelerinin olmaması anlamına geliyor. Sosyal güvence olmayınca asgari anlamda sağlık hizmetlerinden yararlanmak, emekli olmak, iş güvencesi, örgütlenebilme hakkı gibi en temel işçi haklarından yoksun kalıyorlar. Kanunların tanıdığı hiçbir sosyal hakkı kullanamıyorlar. Meselâ çalışma süreleri günde 8 saatin çok üzerinde. Doğum izni, hafta tatili, kıdem tazminatı vb. hakları yok. Ev İşçileri Dayanışma Sendikasını kuran kadınların vurguladığı bir gerçek var; ev işçilerinin sadece trajik hikâyelerinin medyada yer alması. Cam silerken pencereden düşüp iş cinayetine kurban gidenler, ev sahibi tarafın-
34
dan günlerce rehin alınanlar, hamile olduğu halde kurşunlananlar, tecavüze uğrayanlar gündem olabiliyor ancak. Ama bu hikâyelerin arkasında ne olduğuyla aynı düzeyde ilgilenilmiyor. Onların talebi bu kaderlerini değiştirebilmek için seslerinin duyulması ve işçi sınıfının dayanışmasının gücüyle sorunlarının çözülmesi. Ev işçileri genellikle kadın ve çocuklardan oluşuyor. İstanbul’da 400 bin kadın ve çocuk ev işçisi olduğu tahmin ediliyor. Ama bu işçilerin sayısı her geçen gün artıyor. Kapitalizmin gelişmesiyle beraber ev işlerinin yürütülmesinde değişiklikler gerçekleşti. Bu işleri geleneksel yöntemlerle yerine getirmek yerine bunu bir hizmet olarak satın almayı tercih edenlerin sayısı artıyor. Kadınlar artık çalışma yaşamına daha çok katılıyor. Ancak işçi kadınlar hem işyerlerinde hem de evde çalışırken, küçük-burjuva ve burjuva kadınlar ev işlerini yaptırmak için işçi çalıştırmayı tercih ediyorlar. Öyle ki, bu sektör dünya çapında yüz milyonlarca insanın geçim kapısı haline gelirken, yüz binlerce insanın da göçmen işçi olarak doğup büyüdükleri topraklardan kopmasına neden oluyor. Dünyada tahminlere göre yaklaşık 100 milyon ev işçisi var. Bu işçiler, tıpkı bir gölge gibi, para ve mülk sahibi olanların hayatını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için çalışıyor, onların her türlü hizmetini görüyorlar. Ama gün geçmiyor ki kendi hayatları biraz daha kararmasın. Özellikle göçmen işçiler bu alandaki işgücünün büyük bir kısmını oluşturuyor. Çoğunun kaçak çalıştırılıyor olması, göçmen ev işçilerinin gördükleri kötü muamelenin, uğra-
sayı: 77 • Ağustos 2011
dıkları haksızlıkların ve kötü çalışma koşullarının daha da gizli kalmasında etkili oluyor. Çoğu kadın ve çocuk olan bu işçiler için ne bir asgari ücret baremi belirleniyor, ne izin kullanabiliyorlar ne de diğer işçilerin kısıtlı da olsa kullandıkları haklardan yararlanabiliyorlar. Ev İşçileri Dayanışma Sendikası kuruluşunu duyururken, sendikanın basın sözcüsü Hatice Çiftçi ev işçilerinin sorunlarına ve yaşadıkları trajediye değinmişti: “Yaşadığımız trajedilerin ağırlığına karşın, ev işçileri olarak bizler, bu amansız şartlarla mücadele etmek için, haklarımız için, dayanışmak için örgütleniyoruz.” Ev işçilerinin kendilerine kader diye dayatılanın karşısında gösterdikleri örgütlenme çabası çok anlamlıdır. En zorlu engeller bile ısrarlı çaba ve mücadeleyle aşılır. Ev işçileri de işçi sınıfının bir parçası olarak kendi sınıflarının yöntemleri olan örgütlenme ve dayanışma yolunu seçmişlerdir.
Mücadele Türkiye ile sınırlı değil Ev işçilerinin mücadelesi elbette Türkiye ile sınırlı değildir. Türkiye’de yürüyen mücadele ile eş zamanlı olarak ev işçilerinin tüm dünyadaki çabalarıyla Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), geçen sene düzenlediği 99’uncu konferansında ev işçileri sorununu gündemine almak zorunda kalmıştı. Bu sene düzenlenen 100’üncü konferansında ise, “Ev İşçileri İçin İnsanca Bir İş” sözleşmesini üye devletlerin onayına sundu ve bu sözleşme kabul edildi. Geçtiğimiz senelerde ev işçilerinin yaşadığı sorunlar ve bu sorunları aşmak üzere mücadeleye girişmeleri nedeniyle Uluslararası Ev İşçileri Ağı’nın öncülüğünde, Uluslararası Gıda İşçileri Federasyonu, Kamu Hizmetleri Enternasyonali, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ve ILO İşçi Faaliyetleri Bürosu, ev işçileri için bir ILO sözleşmesi yapılmasını ILO’nun gündemine getirmişti. İmzalanan sözleşmeye göre ev işçileri daha insanca koşullarda çalıştırılacaklar. İlk olarak çalışma saatleri daha düzenli hale getirilecek. Fazla çalışmanın karşılığı ödenecek. Annelik izni kullandırılacak. Sağlık sigortasından yaralanabilecekler. Böylelikle kayıt dışı çalışma engellenmiş olacak. Ayrıca sözleşmeye göre ev işçilerinin işçi örgütlerine üye olması serbest hale gelecek ve toplu pazarlık şansı verilecek. Dinlenme zamanları belli olacak. Yapacakları iş konusunda net ve açık bir şekilde bilgilendirilecekler. Sendikalar bu sözleşmenin Türkiye tarafından da kabul edilmesini ve bir an önce imzalanmasını istiyorlar. Bu sözleşmenin hayata geçebilmesi için iç hukukun bununla uyumlu hale getirilmesi ve sıkı bir denetim gerekiyor. Ancak her şeyden önemlisi, daha önceki deneyimleri unutmadan, işçi sınıfının, haklarının bekçiliğini mücadeleyle yapmasıdır. Biliyoruz ki bugün, ILO sözleşmeleriyle
marksist tutum
elde edilmiş hakların birçoğu fiili anlamda işçi sınıfının kullanabildiği haklar değildir. Meselâ Türkiye’de işsizler, emekliler, öğrenciler hâlâ sendika kuramıyor. Ev işçilerine ilişkin ilk uluslararası sözleşme olması itibariyle bu sözleşme tüm işçiler için önemlidir. Bu sözleşme örgütün geçen seneki konferansında gündeme geldikten sonra Türkiye hazırlık sürecinde olmasına rağmen, yüz binlerce ev işçisini ilgilendiren bu sözleşmeyi imzalamaya yanaşmadı. Hükümetin, Çalışma Bakanlığı’nın, İşkur’un ve benzeri devlet kurumlarının bu konuya duyarsız olması, hatta karşı olması anlaşılır bir durumdur. Ancak ne yazık ki sendikalar da işçi sınıfının bu kesimine duyarsızlar ve sorunun temelini de bu duyarsızlık oluşturuyor. Araştırmalara göre, Türkiye’de kadınların yüzde 58’i, ev işçilerinin ise neredeyse tamamı kayıt dışı çalışmaktadır. Çalışma Bakanlığı’nın kayıt dışı çalışmayı önlemek gerekçesiyle teşvik ettiği özel istihdam büroları ise, kayıtsız ve kuralsız çalışmayı bırakalım engellemeyi daha da arttırmaktadır. Kayıt dışı çalışmanın sonucu olarak şiddetli sorunlarla boğuşmak zorunda kalan ev işçileri, bir de bu büroların sömürü ve sindirmesiyle karşı karşıya kalıyorlar. İşte burada devreye girmesi, işçilerin örgütlenmesine öncülük etmesi gereken sendikalar, Türkiye’de sanki işçi sınıfının böyle bir kesimi yokmuş gibi bir vurdumduymazlık ve atalet içindeler. Bu yüzden de ev işçileri kendi sendikalarını kendi çabalarıyla kurmak zorunda kalmışlardır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kabul ettiği sözleşmeyi Türkiye’nin de kabul etmesi, sözleşmedeki maddelerin hayata geçmesi ve ilerletilebilmesi için başta Ev İşçileri Dayanışma Sendikası ve diğer sendikalar olmak üzere tüm işçi örgütlerine görev düşmektedir. Gerek ev işçileriyle dayanışmayı yükseltmek, gerekse de işçi sınıfının işli-işsiz, kayıtlı-kayıt dışı tüm kesimlerini kucaklayan bir mücadele hattı izlemek hayati önemdedir. Ev işçileri tüm engellere rağmen, dağınıklığı aşarak örgütlenmeyi, sorunlardan kaçmadan dayanışma içinde mücadeleyi seçtiler. Bu ülkenin tarihinde bir ilk olan sendikalarını kurdular. Ev İşçileri Dayanışma Sendikasının ve mücadeleci işçi kadınların yolu açık olsun.
35
Srebrenitsa Katliamı ve Emperyalist Savaş Hakan Sönmez
S
rebrenitsa’da, 1995 Temmuzunda, 8 bini aşkın Boşnak, Sırp egemenleri tarafından katledildi. Katliamın 16. yıldönümünde, Sırplarca katledilen 613 kişinin kemikleri toplu mezarlarda bulundu. 11 Temmuzda, Saraybosna’da, dünyanın birçok ülkesinden gelenlerin de üç gün süren bir barış yürüyüşünün ardından katıldığı bir cenaze töreni düzenlenerek, toplu mezarda bulunan cesetler toprağa verdi. Avrupa’nın göbeğinde, Sırp kasap Ratko Mladiç’e bağlı güçler Srebrenitsa’ya girmiş, topluluktan ayırarak kamyonlara yükleyip götürdükleri 8 bini aşkın Boşnak erkeği birkaç kilometre uzakta katletmiş ve geride gözü yaşlı annelerle çocuklar bırakmıştı. O sırada BM ve NATO hiçbir müdahalede bulunmamış, tersine zulümden kaçan Boşnakları kendi elleriyle Mladiç’e teslim ederek ölüme göndermişlerdi. Katliamın sorumluları bugün hiçbir şey olmamış gibi törenlere katılıp timsah gözyaşları döküyorlar. Katliamı yapan Ratko Mladiç ise 26 Mayısta yakalandı ve Lahey’de yargılanıyor. Ancak Mladiç’in yakalanması büyük bir trajedi yaşayan Srebrenitsa halkının ve gözü yaşlı annelerin acılarını dindirmeye yetmiyor. Elbette Ratko Mladiç’in cezalandırılması gerekiyor. Ne var ki onu Lahey’de yargılayanlar bir zamanlar bu katliama seyirci kalan ve bizzat savaşı kışkırtan emperyalistlerden başkası değildir. Dolayısıyla onlardan gerçek suçluları cezalandır-
36
maları ve hesap sormaları beklenemez. Yapılan şey, emperyalistlerin yönettiği bir tiyatro oyunundan başka bir şey değildir. Bugün “halkı katliamdan koruma” yalanıyla Libya’ya bomba yağdıran NATO birlikleri, bundan 16 yıl önce Srebrenitsa’da yaşanan katliam karşısında kıllarını bile kıpırdatmamışlardır. Milliyetçilik zehriyle zehirledikleri halkları birbirlerine karşı kışkırtan ve kırdıran emperyalist güçler, halklar arasında derin yaralar açmışlardır. Katliamın ardından yıllar geçse de yaralar kapanmamış, yakınlarını kaybedenler yaşadıkları travmadan kurtulamamışlardır. O büyük acıyı yaşayan annelerden biri olan Meyra Cogaz, duygularını şöyle ifade ediyor: “Artık vücudum ve kalbim bu acıyı kaldıramıyor. Artık gözlerim bu dünyaya ve bu acılara bakmaktan bıktı. Çektiğimiz acılar sağlığımıza zarar veriyor, ancak elimizden de bir şey gelmiyor. Aşırı üzüntüden karaciğerimden ameliyat oldum. Hastaneden taburcu olup evime döndüğümde günlerce bir bardak su verenim olmadı. İşte Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözleri önünde işlenen soykırım bizi bu durumda bıraktı.” Bosna’da yaşanan katliam, emperyalist ve yerli burjuva güçlerin kendi çıkarları uğruna halkları birbirlerine kırdırmalarının ne ilk ne de son örneğidir. Sadece Ruanda’da emperyalistlerin kışkırtması sonucunda Hutular ve
sayı: 77 • Ağustos 2011
Tutsiler arasındaki savaşta 1 milyon insan katledilmişti. Tıpkı Srebrenitsa’da olduğu gibi Ruanda’da da bu katliam BM’nin gözünün önünde gerçekleşmişti. BM askeri gücünün komutanı dönemin BM Genel Sekreterini arayıp “müdahale edelim mi” diye sorduğunda, yanıt olarak “karışmaması” talimatını almıştı. Yine ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesiyle 1 milyondan fazla insan ölmüş, yüz binlercesi yaralanmış, milyonlarcası da göç etmek zorunda kalmıştır. Emperyalizm çağı savaşlar, yıkımlar ve katliamlarla damgalanmıştır.
Emperyalizmin av sahası: Balkanlar SSCB’nin çökmesi kapitalizm açısından bir milat olarak lanse edildi. Buna göre kapitalizm tek başına kalmıştı, artık dünyaya “yeni bir düzen” gelecekti. Bu düzen, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kendi aralarındaki hegemonya mücadelesine bağlı olarak belirlenecekti. Kuşkusuz SSCB’nin çökmesi yeni pazar alanları yaratmış, yetmişli yıllardan beri ekonomik durağanlığın içinde debelenen kapitalizm için bu durum bir fırsata dönüşmüştü. Bu “yeni dünya düzeni”nde Balkan halklarının bahtına da savaş ve katliam düştü. 1991 yılında Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti dağılmış, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Hemen ardından 1992’de Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etmiş, Yugoslavya’dan geriye Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Voyvodina kalmıştı. Bu gelişmeler üzerine, 80’li yıllardan beri devlet yönetimi ve ordunun kontrolünü elinde bulunduran Sırp egemenler, “büyük Sırbistan” hayaliyle ilk önce Hırvatistan’a, burada başarısız olunca da Slovenya’ya saldırdılar. Sırp milliyetçileri bu şekilde halkları zorla bir arada tutmayı ve arzu ettikleri “büyük Sırbistan”ı kurmayı düşünüyorlardı. Savaşan tarafların her birinin arkasında ise gerçekte farklı emperyalist güçler bulunuyordu. Savaşın kızışması ve katliamların hızlanmasıyla birlikte emperyalistler sözde “barış gücü” göndererek bölgeye doğrudan müdahalede bulundular. BM’ye bağlı “barış güçleri” bölgeye yerleştiğinde 5 binden fazla insan ölmüş, 14 bin insan kaybolmuş, 18 bin insan yaralanmış ve sakat kalmıştı. Ancak “barış güçleri” katliamların devam etmesini önleyip barışı sağlamak ve korumak bir yana, kendileri de yüzlerce sivili katlettiler ve yeni katliamlara seyirci kaldılar. Üç yıl sonra Srebrenitsa’da 8 bini aşkın Boşnak vahşice katledilirken BM güçleri orada bulunuyorlardı. Üstelik 1993 yılında BM Srebrenitsa’yı katliam tehlikesine karşı uçuşa yasak bölge ilan etmiş, silah ambargosu kararı almıştı. Katliam yaşanıp binlerce insan öldükten sonra BM tekrar müdahalede bulunmuş ve Dayton Anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşmayla Bosna-Hersek’in bağımsızlığı kabul edilerek bir federasyon kurulmasına karar verildi ve toprakların %49’u Sırp Cumhuriyetine, %51’i ise BoşnakHırvat Cumhuriyetine bırakıldı. Bu arada, dünyanın gözü
marksist tutum
önünde yaşanan bu savaşta on binlerce insan ölmüş, on binlercesi sakat kalmış, yerini yurdunu terk etmek zorunda bırakılmış, binlerce kadına tecavüz edilmişti. Aslında Balkanlar’da halklar arasındaki sorunların temeli Osmanlı egemenliği döneminde atılmıştı. Osmanlı döneminde Balkan haklarının yerleri değiştirilmiş, bir bölümü de Müslümanlaştırılmıştı. Osmanlı asıl olarak Müslümanlaştırmış olduğu Boşnakları ve Arnavutları kollamış ve bölgedeki egemenliğini esasen onlara dayandırmış, Sırplar ise Kosova’dan sürülmüş ve yerlerine Arnavutlar yerleştirilmiştir. Böylece halklar arasında ilk husumet Osmanlı egemenliği döneminde ekilmiştir. 1912 yılına başlayan Balkan savaşı emperyalistler için Birinci Dünya Savaşı öncesi bir prova olmuştur. Bu savaşta Balkan halkları yine birbirine düşürülmüş, yüz binlerce insan ölmüştür. Birinci Dünya Savaşının ardından sınırlar emperyalistlerin çıkarları temelinde yeniden çizilmiş ve iç içe yaşayan halkların suni olarak bölünmesi sorunu iyice derinleştirmiştir. İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı verilen ortak devrimci mücadele halkları yakınlaştırmış ve savaşın sonunda Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti kurulmuştu. Halklara kendi kaderlerini tayin haklarını tanıyan, her ulusal grubun kendi dilinde eğitim yapmasına, kültürünü geliştirmesine, kendi basınına, radyo ve televizyonuna sahip olmasına olanak tanıyan, üst düzey devlet görevlerini federasyonu oluşturan farklı ulusların temsilcilerinin dönüşümlü olarak yürütmelerini öngören bir anayasa oluşturulmuştu. Ne var ki, zaman içinde bürokratik diktatörlük kendini hâkim kıldıkça anayasada yer alan maddeler kâğıt üzerinde kalmış, fiiliyata geçmemişti. Dolayısıyla Yugoslavya’nın varlığını devam ettirdiği 1945-1992 yılları arasında halklar bir arada yaşasa da sorunlar yok olmamış, bastırılmakla yetinilmişti. “İşçi devleti” kılığında varlığını sürdüren, gerçekte ise tıpkı SSCB gibi despotik-bürokratik bir diktatörlük olan Yugoslav devletinin çözülmesiyle birlikte emperyalistler bu çelişkili sürece dâhil oldular ve ardından gelen katliamların yaşanacağı süreci doğrudan emperyalist hegemonya mücadelesi belirledi. Daha Yugoslavya çözülme sürecindeyken Alman emperyalizmi Hırvatistan ve Slovenya’yı kendi nüfuz alanı haline getirmek üzere hamlesini yapmıştı. Yugoslavya dağıldığında ilk bağımsızlığını ilan edenler bunlar olmuş ve Almanya’nın arzusu gerçekleşmişti. Hırvatistan ve Slovenya Almanya’nın nüfuz alanı olarak şekillenince, dünya jandarmalığını kimseye kaptırmak istemeyen ABD emperyalizmi sürece Bosna-Hersek üzerinden dâhil olmuş, bölünmeyi ve savaşı sürdürerek bir taraftan Almanya’nın etkisini kırmaya çalışmış, diğer taraftan da süreci kendi lehine değiştirmiştir. İlerleyen dönemde BM “Barış Gücü”nün yerini NATO almış, böylece soğuk savaşın sona ermesiyle misyonunu yitiren NATO bu süreçle birlikte ABD’nin hegemonya yarışında en önemli araçlarından biri olarak yeniden işlevli hale getirilmiştir.
37
marksist tutum
Yine bu sürece Rusya ve Çin Sırbistan’ı destekleyerek eklemlenmişlerdir. Balkan halklarının kanı üzerine kurulmuş bu emperyalist denklem, hegemonya yarışının kızışmasıyla birlikte daha karmaşık bir hal almıştır. Bu çekişme şimdilerde Kosova üzerinde yaşanmaktadır. Kosova 2008 Şubatında bağımsızlığını ilan ettiğinde, başta ABD ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını hemen tanımış, Çin ve Rus emperyalizmi ise Sırbistan’dan yana tavır koyarak Kosova’nın BM tarafından tanınmasını engellemişlerdir. Bu sürece alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye de bölgedeki tarihsel bağları üzerinden dâhil olmaktadır. Savaşın başından beri bölgeyi yakından izleyen Türkiye, emperyalist planları doğrultusunda hem NATO bünyesinde hem de BM bünyesinde bölgede asker bulundurmaktadır. Son olarak 11 Temmuzda yapılan anma törenine başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın da katılıp timsah gözyaşları dökmesi, Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik emperyalist hesaplarıyla doğrudan ilişkilidir.
Enternasyonalle kurtulur insanlık Kapitalizmin krizi derinleştikçe emperyalistler arasındaki rekabet gittikçe kızışıyor. Emperyalistler her türlü ulusal, etnik ve dinsel farklılığı kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtarak buradan nemalanmaya çalışıyorlar. Nitekim Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar olan birçok bölgede ulusal sorunları kendi çıkarları doğrultunda kaşımaya, yönlendirmeye uğraşıyorlar. Örneğin ABD güya Kosova’nın özgürlüğünü savunuyor ve Sırbistan tarafından ezilmesine karşı çıkıyor, ama on yıllardır kangrene dönüşmüş bir sorun olarak ortada duran Filistin’in İsrail tarafından ezilmesi ve özgürlüğü sorununda tam tersi bir konumlanış içinde. Veyahut Çin Sırbistan’ı desteklerken kendi ezdiği Uygurları gözü görmüyor. Keza Rusya Sırbistan’ı kolluyor ama Kafkas halklarına zulmetmeyi sürdürüyor. Ya Türkiye’ye ne demeli? Kendi içindeki Kürt sorununu unutup dünyaya “barış” dağıtmaya soyunuyor! Üstelik emperyalist açlığını Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya her yere el atmaya çalışarak gösteriyor. Tüm bunları yaparken gerçek niyetlerini insancıl kılıflara bürümeyi ihmal etmiyor elbette. On yıllardır sistemli bir asimilasyona tâbi tutulan Kürt halkı üzerine kurşunlar, gazlar, coplar yağmaya devam ediyor ve tüm bunlar yokmuş gibi Bülent Arınç Srebrenitsa’da insanlık adına nutuk atıyor. Diğer taraftan milliyetçilik yükseltilerek kitleler burjuvazinin emperyal politikalarına alet edilmeye çalışılıyor. Nasıl Sırp egemenleri Sırp emekçilerini “Büyük Sırbistan” hayali ile Boşnaklara, Hırvatlara karşı kışkırtıyorsa, Türkiye de “Güçlü Türkiye” hayaliyle emekçileri bölge halklarına karşı kışkırtmaktadır. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı burjuvazinin işçi-emekçi kitleleri savaş cephesine sürmekte kullanacağı en temel araçtır.
38
Ağustos 2011 • sayı: 77
Kapitalist kriz derinleştikçe, burjuvazi, olabilecek toplumsal patlamalara karşı bu araca daha sıkı sarılmakta, böylece emekçi kitlelerin gerçekleri görmelerini engellemeye çalışmaktadır. Milliyetçilikle, şovenizmle gözü kör edilen emekçi kitleler gerçek düşmanın kim olduğunu göremezler. Nitekim krizin yükü sırtlarına yıkılan emekçiler, sorunun kapitalizmden değil de burjuvazinin düşman olarak gösterdiği unsurlardan kaynaklandığı yanılgısına düşüyorlar. Bu düşman kimi yerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren bir halk olurken, kimi yerde göçmen işçiler, kimi yerde solcular, komünistler oluyor. Özellikle Avrupa’da yabancı düşmanlığına paralel olarak ırkçı faşist partiler de gittikçe güç kazanıyor. Nitekim yabancı düşmanlığının, ırkçılığın giderek tırmandığı Norveç’te, gözü dönmüş Anders Behring Breivik adındaki bir faşist, Oslo’daki bombalı saldırıda 8 kişinin ölümüne yol açtıktan sonra, İşçi Partisinin gençlik kampında bulunan 68 genci katletti, 70’ini yaraladı. Burjuva medya suçu El-Kaide’nin üzerine yıkmaya çalışıp “uluslararası terörizm” safsatasına sarılsa da, iki saat bile geçmeden katilin kendi milliyetçi, ırkçı politikalarının ürünü olan gözü dönmüş Anders Behring Breivik olduğu ortaya çıktı. Kapitalist sistem var olduğu sürece savaşlar, katliamlar bitmeyecektir. Kapitalizme karşı halkları, emekçileri birleştirecek, sömürüye karşı örgütleyecek ve kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderecek olan işçi sınıfının enternasyonal mücadelesidir. Tarihte bunun örnekleri de mevcuttur. Balkan halklarının İkinci Dünya Savaşı sürecinde faşizme karşı verdiği mücadele halkları birbirine yakınlaştırıp kaynaştırmıştır. Yine İspanya iç savaşında, Avrupa’dan Amerika’ya birçok ülkeden İspanya’ya sınıf kardeşlerine yardıma gelen emekçiler, aynı bayrak altında faşizme karşı mücadele vermişlerdir. Halkları birbirine kaynaştıran ve şovenizme karşı panzehir görevi gören enternasyonalizmin ilkelerinden biri de ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktır. Nitekim Ekim Devrimi gerçekleştiğinde bir numaralı kararname ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıydı. Bu kararname sonucunda Finlandiya ve Polonya bu hakkı ayrılma yönünde kullanmış ve kendi ulus-devletlerini kurmuşlardı. Böylece yıllardır egemenlerin Rus ve Fin halkı arasında yarattıkları husumetler ortadan kalkmış, Finli emekçiler devrime büyük bir sempati beslemişlerdi. İşçi sınıfının birliği farklı ülkelerin işçileri arasında her türlü ırksal, dinsel, mezhepsel ayrımların ortadan kalkmasına bağlıdır. Sınıf devrimcilerine düşen görev bu ayrılıkların panzehiri olan enternasyonal mücadeleyi yükseltmektir. Kokuşmuş, çürümüş kapitalist sistem yıkıldığında ve yerine sömürünün, savaşların olmadığı özgür bir dünya kurulduğunda, Srebrenitsa’da ve haksız savaşlarda evlatlarını kaybedip gözleri ağlamaktan kurumuş emekçi anaların yanan yüreğine de serin bir su serpilmiş olacaktır.
Eşitsiz, Kalitesiz ve Soyguncu Eğitim Derya Çınar
R
adikal gazetesinde çıkan “eğitimde değil ama parada fark attık” başlıklı haberde Türkiye’de özel üniversitelere ilişkin ilginç bir tablo ortaya konmuş. Dünyada en fazla özel üniversiteye sahip ülkelerden birinin Türkiye olduğunun, ancak buralarda verilen eğitimin kalitesinin yani yetiştirilen öğrencilerin başarı düzeyinin trajik denecek kadar düşük olduğunun altı çizilmiş. Akademik kriterlerle yapılan sıralamada, ilk 1000 üniversitenin içinde Türkiye’deki hiçbir özel üniversitenin yer almadığı tespit edilmiş. ODTÜ’deki bir araştırmadan yola çıkılarak yapılan habere göre, on binlerce öğrencinin gittiği bu üniversitelerin verdikleri eğitim, çeşitli Avrupa ülkelerindeki benzer özel okulların eğitimi ile kıyaslanınca Türkiye’dekiler sıralama dışı kalmışlar. Bilindiği gibi, yüksek miktarlarda paralar akıtılarak devam edilebilen özel üniversitelerde, burjuva ve gelir durumu yüksek olan küçük-burjuva ailelerin çocukları okumaktadır. Dolayısıyla konunun bizi ilgilendiren boyutu, bu okullarda yetişen öğrencilerin başarı düzeylerinin düşüklüğü değil, özel eğitim alabilen bu azınlıkla alamayan geniş yığınlar arasındaki uçurumun her geçen gün daha da büyümesidir. Bir yanda toplumun büyük kesimine yani geniş emekçi yığınlara reva görülen eğitimin düzeyi, sınırlılığı, diğer yanda ise bir grup insanın yıllık 10-30 bin dolar karşılığında sahip olduğu eğitim olanağı. Bu azınlığın avuç avuç para saçarak aldığı eğitimin düzeyi bu kadar trajik bir tablo olarak ortaya konulunca, işçi ve emekçi yığınlara eğitim adı altında dayatılanın düzeyi insanı kaygılandırıyor doğal olarak. Devlet okullarında emekçi çocuklarına reva görülen eğitimin niteliğini sorguladığımızda, söz konusu olan şeyi tıpkı fabrikalardakine benzer bir “seri üretim” olarak adlandırabiliriz. Sürüler halinde aldıkları çocukları, seri üretimle, bilimsellikten uzak, emre ve amire sorgusuz itaat eden, tektip robotlara dönüştüren “eğitim” fabrikaları!
Kapitalizmde eğitim denilen şeyin amaçlarından biri de, burjuvazinin kendi çıkarlarının gerektirdiği düşünme biçimini milyonlarca insanın benimsemesini sağlamak ve sisteme uyumu yani boyun eğişi kolaylaştırmaktır. Kapitalizmde eğitim kurumları, burjuva ideolojisinin yayılmasında, kuşaktan kuşağa taşınmasında önemli bir rol üstleniyorlar. Eğitim sektörü Türkiye’de burjuvazi açısından kârlı ve yıldızı parlayan bir sektör haline gelmiştir. Kapitalistler yatırımlarını her zaman kârlı alanlara kaydırırlar. Eğitim alanı da burjuvazi açısından hem son derece kârlıdır hem de kendine adam yetiştirmek gibi daha pek çok avantajları bulunmaktadır. Bu yüzden, burjuva devletin kaynak aktardığı, vergilerden muaf tuttuğu, devlet arazilerini peşkeş çektiği bu özel okulların sayıları giderek artmaktadır. Türkiye’de tanınıp bilinen büyük burjuvaların neredeyse hepsinin üniversiteleri bulunuyor. Özel eğitim kurumları, 7 özel meslek yüksekokuluyla birlikte sayısı 69’a çıkan özel üniversitelerle de sınırlı değil; anaokulundan ilköğretimine, ortaöğretiminden dershanesine kadar tüm kademelerde binlerce özel eğitim kurumu var. Eğitim-Sen’in hazırlamış olduğu rapora göre, Türkiye’de 2010-2011 öğretim yılı itibariyle 1054 özel anaokulu, 898 özel ilköğretim okulu, 798 özel lise bulunuyor. Bu okullarda 498 bin öğrenci okuyor. Özel dershanelerin sayısı ise 4098’e çıkmış durumda. 2002 yılında dershanelere giden öğrenci sayısı 606 bin civarındayken, 2011’de bu sayı 1 milyon 235 bine fırlamış. Özel okul ve kolejlerin sayıları hızla artarken, yıllık ücretlerinin yüksekliği karşısında insanın dudağı uçukluyor. Örneğin TED kolejinin Ankara’daki anaokulunun ücreti yıllık 32 bin lira, İstanbul’da Bahçeşehir eğitim kurumlarının ilköğretim kısmının yıllık minimum ücreti 22 bin lira civarında. Bir tarafta bunlar varken, diğer tarafta ise maliyeti öğrenci ve velilerin sırtına yıkılarak karşılanan sözde
39
marksist tutum
Ağustos 2011 • sayı: 77
Eğitim sektörü Türkiye’de burjuvazi açısından kârlı ve yıldızı parlayan bir sektör haline gelmiştir. Burjuva devletin kaynak aktardığı, vergilerden muaf tuttuğu, devlet arazilerini peşkeş çektiği bu özel okulların sayıları giderek artmaktadır. Türkiye’de tanınıp bilinen büyük burjuvaların neredeyse hepsinin üniversiteleri bulunuyor. Bir tarafta bunlar varken, diğer tarafta ise maliyeti öğrenci ve velilerin sırtına yıkılarak karşılanan sözde parasız devlet eğitimi var. parasız devlet eğitimi var. Yine bir tarafta özel üniversitelere astronomik paralar akıtan bir azınlık varken, diğer tarafta asgari ücretle geçinip, çocuğunun Anadolu’nun uzak köşelerindeki binalarda yer alan sözde üniversitelere giderek “üniversite mezunuyum” diyebilmesi için dershanelere her yıl kendi rızkını yatırmak zorunda kalan milyonlar var. Eşit koşullara sahip değiliz. İşçi ve emekçilerin çocukları devlet okullarında 50-60 kişilik sınıflarda okurken, burjuva sınıfın çocukları özel okullarda, özel şartlar ve akıllı tahta, bilgisayar laboratuvarı benzeri olanaklarla eğitim görmekteler. Bizim çocuklarımızın okudukları okulların ısınma, bakım, onarım, temizlik ve hatta kimi zaman öğretmen ihtiyacı bile, “kaynak yokluğu” gerekçesiyle “katkı payı” adı altında zorla alınan haraçlarla karşılanıyor. Asgari ücretli bir işçi, çocuğuna doğru dürüst defter kalem bile alamazken, tercih edeceği okul doğal olarak “kaynak yokluğu” bahanesiyle kendi kaderine terk edilmiş okullar oluyor. Bu okullarda öğretmen eksikliği nedeniyle boş geçen derslerde diğer branş öğretmenleri kendi deyimleriyle “çobanlık” yapıyorlar. Üstelik örneğin fizik derslerine beden eğitimi öğretmeninin girdiği bu çocuklar bu eşitsiz koşullardaki eğitimin ardından bir de diğerleriyle aynı sınavlara tâbi tutuluyorlar. İşte o eşitsiz, adaletsiz, hep işçi ve emekçi sınıfların aleyhine çalışan sınav sistemiyle de ne kadar “kaliteli” bir eğitim aldığımız tescillenmiş oluyor. Eğitimi burjuva devlet, kendi okulunda veriyor. Çocukları ve gençleri kendi istediği gibi yetiştiriyor. Sonra da beğenmiyor. İşin trajik yanı, eskilerin deyimiyle “suçlu bağırmış, suçsuzun ödünü yarmış” misali, adeta alay eder gibi, “çalışınca oluyor”, “çadırda çalıştı başardı”, “dağda çobandı, tıp fakültesini kazandı” gibi sansasyonel manşetlerle, burjuvasıyla medyası el ele verip işçi ve emekçi sınıfın çocuklarının yüksek okul vb. kazanamayışını tembelliğe ve zeka geriliğine yoruveri-
40
yorlar. Oysa gerçekliğin farkında olanlar açısından durum o kadar basit değil ve iş “çalışınca oluyor”la geçiştirilemez. Burjuvazinin namussuzluğunun üstü bu kadar kolay örtülemez. Yüksek öğrenimde çok çarpıcı bir sınıfsal ayrışma yaşanmış durumda. Bugün cumhurbaşkanının üniversite öğrencilerini temsilen görüşmelere kabul ettiği Bilkentli Jaguar marka araba kullanan öğrenciler var. Bunun yanı sıra eğitimin her kademesi bilimsellikten ve demokratiklikten son derece uzak. Burjuva devletin dayattığı resmi müfredatın içeriği milliyetçilikle, şovenizmle, militarizmle, dini hurafelerle doldu. İtaat kültürünü yeniden ve yeniden üreten, düşünmeyi ve sorgulamayı yasaklayan, tektipleştirici, hayattan kopuk bir eğitim anlayışı hâkim. Çocuklarımıza dün şehirlerin kurtuluş günlerinde kurşun sıktırıp Türk bayrağına saranlardan da, bugün yağmurun nasıl oluştuğunu anlatmak için parklara yağmur duasına çıkaranlardan da bilimsel bir bakış, nitelikli bir eğitim beklemek saflık olur. Bu tablo karşısında işçi ve emekçi çocuklarının geleceğinin kurtulması, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin daha da güçlenmesine bağlıdır. Çünkü işçi ve emekçi sınıfların tüm diğer talepleri gibi parasız, eşit ve bilimsel eğitim talebi de ancak sermayeye karşı mücadele yükseldikçe hayata geçebilir. Daha ileri talepler için, daha güzel bir dünya için gelecekte değil bugünden mücadele vereceğiz. Bugünlerin mücadelesi verilmeden istediğimiz yarınları yaratamayız. Yeni ve özgür bir dünyanın mücadelesini verenler, kapitalizmin her yanımızı saran esaret zincirlerini parçalayıp, yepyeni bir ufka ve hayallere sahip yeni bir kuşakla bu dünyayı tanıştıracaklar. Geleceğin komünist gençleri, kendilerinden önceki kuşakların bu mantıksız sistemine bunca zaman boyun eğmiş olmalarını ibretlik bir ders olarak okuyacaklar.
sayı: 77 • Ağustos 2011
marksist tutum
Norveç Katliamının Ardından B
undan kısa bir süre önce, 22 Temmuzda, zengin İskandinav ülkelerinden Norveç’te meydana gelen faşist katliamda, çoğunluğu Norveç İsçi Partisinin gençlik örgütü üyesi olan 76 insan hayatını kaybetti. Hükümet binalarının olduğu bölgede şiddetli bir bomba patlatan hasta ruhlu faşist Anders Breivik, daha sonra İşçi Partisinin gençlik kampının bulunduğu adaya polis kılığında gelerek otomatik silahla onlarca genci kurşuna dizdi ve bir kahraman edasıyla polise teslim oldu. Olay bütün dünyada büyük bir nefret ve üzüntüyle karşılanırken, Breivik’in bu eylemini ırkçı, faşist, hastalıklı fikir ve düşüncelerini ortalığa kusmak için bir fırsat olarak değerlendiren neo-Naziler de yok değildi tabii. Bunlardan en çok ses getiren ise göçmen düşmanı söylemleriyle yüzde 20’lik oy potansiyeline ulaşan sağcı, gerici Avusturya Özgürlük Partisinin (FPÖ) Tirol eyaleti milletvekili Werner Königshofer oldu. Partinin en gerici uç kanadını temsil eden bu sabıkalı faşist, daha önce de bazı beyanatları yüzünden Avusturya burjuva siyaset arenasında sansasyona neden olmuş, sosyal demokrat ve yeşil politikacılarla sık sık başı derde girmiş bir isim. Sosyal iletişim platformu Facebook’taki profilini ve kendisine ait homepage’i adeta bir neo-Nazi forum sitesine dönüştürerek buradan zehirli fikirlerini yayan ve kendisi gibi diğer ırkçı faşistlerle diyaloglar kuran bu mağrur ve milliyetçi zat-ı muhtereme göre, Avrupa’da her yıl kürtaj yoluyla milyonlarca bebek henüz anne karnındayken hayatını yitiriyormuş. Bununla kıyaslandığında Oslo katliamı çok masum kalırmış! Bu kadar büyütecek bir şey yokmuş! Ayrıca son yıllarda Avrupa’da El-Kaide tarafından girişilen çeşitli terör eylemlerinde Oslo’dakinden çok daha fazla insan hayatini yitirmişmiş! Sadist ve hastalıklı bir ruh halini yansıtan bu beyanlarıyla bütün şimşekleri üzerine çeken, burjuva politi-
kacıları ve burjuva medyası tarafından bile yuhalanan Königshofer, ilk önce partisinin üst yönetimi tarafından “ölçülü ve sağduyulu” olmaya davet edildi. Internet üzerinden yaptığı açıklamalarını bu uyarıya rağmen sürdürmeye devam eden ve bir türlü hızını alamayan bu azılı neo-Nazi en sonunda parti başkanı Hans Strache’nin emriyle partiden ihraç edilerek politik ortamdan uzaklaştırıldı. Königshofer bu kararı tanımayacağını, bütün hukuksal yollara başvurarak bu kararın geçersiz kılınmasına çalışacağını açıkladıysa da artık FPÖ’nün imajına zarar vermeye başlayan bu “haşarı” çocuk için en azından bu parti içinde siyasete devam etmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü FPÖ göçmen düşmanlığına dayanan söylemlerine rağmen gerektiğinde yabancıların oylarını çalmak için her türlü taktik ve demagojiye başvuran bir seçim stratejisi izliyor. Dünyanın çok çeşitli ülkelerinden yüz binlerce göçmenin yaşadığı, ırkçılık ve faşizm konusunda sicili pek de parlak olmayan Avusturya’da Königshofer gibilerden daha yüzlerce mevcut. O ve onun gibiler bu ülkenin burjuva demokratik siyasi ortamında istedikleri gibi kinlerini kusma ve hasta ideolojilerini propaganda etme fırsatını buluyor ve emekçi halkın en bilinçsiz, en eğitimsiz marjinal kesimlerinin destek ve sempatisini kazanmayı başarıyorlar. Küresel ekonomik krizin şiddet ve süreğenliğine paralel olarak burjuvazinin bilinçli şekilde tırmandırıp körüklediği ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı bütün Avrupa demokratik ve devrimci güçlerinin anti-ırkçı ve anti-faşist mücadele temelinde bir an önce saflarını sıklaştırması ve savaş bayrağını yükseltmesi gerekiyor. Aksi takdirde daha yeni Oslolar yaşamaya elverişli bir zeminin hızla olgunlaşmakta olduğunu görmek için kâhin olmaya gerek yok.
Avusturya’dan A.E.
41
Okurlarımızdan
Kapitalizm Altında Eşitlik Yalanları
B
urjuva devletler yasalarına ve anayasalarına eşitlik sözlerini ve yasaların herkese eşit uygulanacağını yazarlar. Oysa işçi ve emekçileri kandırmak için yalanların bir tülle örtülmesinden başka bir şey değildir yazılanlar. TC devletinin anayasasında eşitlik ilkesi şöyle yazılı: “10. madde: Kanun karşısında herkes eşittir.” Peki, bu madde burjuva sınıftan biriyle işçi sınıfından birine aynı mı uygulanır? Elbette ki hayır! 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ardından anayasaya konan geçici 15. madde kaldırılmıştı. Bunun sonucunda başta dönemin cuntacı 5 generaline yargı yolu açılmıştı. Faşist “paşaların” üçü öldüğü için haklarında soruşturmaya lüzum görülmedi. Henüz yaşayan cunta başı Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında ise soruşturma başlatıldı. Faşist generalleri koruyan 15. madde 12 Eylül 2010’da kaldırıldı, ama ortada hâlâ dava yok, 8 ay sonra bir soruşturma açıldı o kadar. Üstelik bırakın bu eli kanlı faşistlerin diğer “suçlular” gibi yaka paça gözaltına alınıp ellerine kelepçe vurularak mahkemeye götürülmelerini, saygıda kusur etmeden ifadelerine başvuruldu. Ne zaman gelmek isterlerse gelebilirlerdi ifade vermeye. “Uygun olduğunuz bir gün biz gelip size birkaç soru sorarız izninizle” denerek mesaj gönderildi kendilerine. Bu faşist generallerin
ifadelerinin alınması da tam yılan hikâyesine döndü. “Paşa ifadeye çağrıldı”, “paşanın ifadesi evinde alınacak”, “paşa ifade vermem dedi”, “paşa pişman değilim, bugün olsa yine yapardım dedi”, “paşa savcıya tatile gidebilir miyim diye sordu” gibi başlıklarla birbirinin aynısı haber ve yorumlar burjuva medyada uzayıp gitti. Fakat faşist generallerin önünde esas duruşta bekleyen savcılar, Ankara’da yürüyemeyen ve göremeyen Dursun Erselligil hakkında 45 liralık su faturasını ödeyemediği için hiç gecikmeden dava açtılar. Erselligil tekerlekli sandalyesinde polis eşliğinde
42
mahkemeye götürüldü. Devletin “tarafsız” hâkim ve savcıları, 45 liralık su parasını ödeyemeyen, yürüyemeyen ve göremeyen yoksul birini tekerlekli sandalyesi ile mahkeme salonuna getirttiler. Mahkeme heyetinin arkasında büyük harflerle şu yazılıydı: “Adalet mülkün temelidir.” Mahkeme heyeti, yürüyemeyen, görmeyen kendi ihtiyaçlarını bir başkasının yardımı olmadan gideremeyen Dursun Erselligil’i cezaevine atarken nasıl yaşayacağını sormak bir yana, ayağa kalkmadığı için yaşlı adamı “yüce mahkemeye” saygı göstermedi diye azarlamıştı. Aslında mahkeme heyeti, Dursun Erselligil üzerinden işçi ve emekçilere, “sakın ha kendinizi paşalarla karıştırmayın, siz de Dursun Erselligil gibi işçi-emekçi sınıftansınız. Faturanızı zamanında ödemezseniz sizi de hapse tıkarım” mesajını vermiştir. Burjuva devlet gerçekleri gizler. İşçi ve emekçilerin gözüne perde çekmek ister. Bu perdenin ardında sakladıklarının ancak ve ancak görülmesini istediği kadarını işçilere gösterir. Bu eşitsiz uygulamaların kendi üzerine düşen kısmını yerine getirir burjuva devletin her kurumu. Polis işten atılan işçiyi değil, işçiyi haksız ve düzmece gerekçelerle işten atan patronu ve mülkünü korur. Patronu değil işçiyi gözaltına alır. Bunun adı da “iki tarafa da eşit davranmak” olur. Polis, işten atıldığı için fabrikanın önünü terk etmeyen işçilere “Burada beklemeniz yasak. Gidin hakkınızı yasal yollardan arayın” diyerek onları fabrika önünden uzaklaştırmaya çalışır. “Yüce” mahkemeler Kürt halkının seçilmiş temsilcilerini elleri kelepçeli, tek sıra ayakta bekletir. Kürtler kendi anadillerinde savunma yapmak istediklerinde “bilinmeyen” dilde konuştukları gerekçesiyle mahkeme salonundan sürüklenerek çıkartılırlar. Yıllarca mahkemeye çıkartılmadan cezaevinde tutulurlar. 12 Eylül 1980’de işçi sınıfının tüm örgütlerini dağıtan, binlerce işçiyi işkenceden geçiren, cezaevlerine tıkan, 17 yaşındaki gencecik fidanları ipe çeken eli kanlı fa-
Okurlarımızdan şist cuntanın başı Kenan Evren’in ise ifadesi evinde alınır. İfadesini almaya giden savcı süklüm püklüm söze şöyle başlıyor: “Paşam 12 Eylülde niçin darbe yaptınız?” Evren de kendi evinde, özel koltuğunda oturarak “Ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için yönetime el koyduk, şimdi aynı koşullar olsa yine aynısını yapardım. Pişman değilim” diyor. Siz bunu şöyle okuyun: “Patronlar bizim yönetimi ele almamızı istediler. İşçiler öyle örgütlüydü ki patronlar kan ağlıyordu. Grevler birbirini izliyordu. Patronlar, nefes alamıyoruz, bir an önce darbe yapın, işçiler ve onların örgütleri ezilmeden gülme sırası bize gelmeyecek dediler!” Burjuvazinin dili, gözü ve kulağı olan burjuva medyanın görevi ise işçi ve emekçilere burjuvazinin mesajını iletmek için her yöntemi kullanmaktır. Örneğin yürüyemeyen ve görmeyen yoksul adamın cezaevine götürülüşünü arkadan çok hüzünlü bir fon müziği eşliğinde verir. Haber sunucusu yüz ifadesiyle ne kadar üzgün olduğunu göstermeye çalışır. %85 görme engelli ve kanser hastası siyasi tutsak Hediye Aksoy, Erol Zavar ve diğerleri ağır ağır ölüyorlar Güler Zere gibi. Ama bıraktık tahliye edilmeyi hastaneye bile götürül-
Pişkin Kumarbazlar: “Alışkınız, Güzel Çekin”
B
u başlık gazetelerde veriliyordu. Geçenlerde polis Şişli’deki bir kumarhaneye müşteri kılığında girerek mekânı bastı ve 25 kişiyi gözaltına aldı. Bu kişiler gözaltına alındıktan sonra kabahatler kanununa uygun biçimde 154 TL ceza ödeyerek serbest bırakıldılar. Haber oldukça dikkatimi çekti, çünkü kabahatler kanununu ihlal eden bir “suçu” bir süre önce ben de işlemiştim. Yalnız benimki ile bu haber arasındaki tek benzerlik 154 TL’lik ceza kesiminin aynı olmasıydı. Ben cezayı ne kumarbazlıktan, ne de kumarhane işlettiğimden dolayı yedim. Benim suçum işçi sınıfının uluslararası mücadele günü olan 1 Mayıs için afiş yapıştırmak idi. Bizler onurlu şekilde ayakta kalabilmek için patronlara ve onların bu lanet olası sistemine karşı mücadele ediyoruz. Bu sistem o kadar çelişkilerle dolu ve o kadar anlaşılması zor ki, kendi ilan ettiği yasal tatil günü olan 1 Mayıs’ı kutlamak için yaptığımız hazırlıklarda bize verilen ceza ile kumarhane işleten adama verilen ceza bir tutuluyor. Kapitalist Sistemi Yıkacağız, Onurlu Bir Dünya Kuracağız! Bağcılar’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
müyorlar. Oysa Aziz Yıldırım, tutuklu “paşalar” veya Mehmet Haberal istedikleri hastanelerde özel odalarında, özel bakıcılar tarafından bakılıyorlar. Yasaya göre tutuklu ve hükümlüler haftada bir kere sadece birinci dereceden akrabaları yani anne, baba, eş, çocuk ve kardeşleriyle görüşebilir. Ayda bir yapılan açık görüşte ise anne, baba, eş ve çocuklarıyla görüşebilir. Peki, nasıl oluyor da Ergenekon, Balyoz tutukluları, Aziz Yıldırım ve diğer şike sanıkları her gün akrabası olmayan kişiler tarafından ziyaret edilebiliyor? Hani kanun karşısında herkes eşitti? Burjuvazi kulağımıza çok güzel gelen “eşitlik” sözünü, milyonlarca işçinin sömürüyü görmesini engellemek için kullanır. Sömürü düzenini devam ettirmek için elinden geleni yapmaya devam edecektir burjuvazi. Onların yasalarında, anayasalarında ne yazarsa yazsın, sömürü düzenine kanmayalım, boyun eğmeyelim. Devrimci işçi sınıfının ayağa dikilip insanın insanı sömürmesini yok etmesi için çalışalım. Sömürü sistemi olan kapitalizm yıkılmadan adalet ve eşitlik olamaz. Herkesin eşit ve özgür olacağı günler mücadeleyle kazanılacaktır. Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
Örgütsüzlük Onursuzlaştırıyor
F
abrikada çalışırız, çalışırız, çalışırız... Gecemiz gündüzümüze karışır, biz yine çalışırız. Baskı, zulüm, haksızlık peşimizi bırakmaz, boyun eğer çalışırız. Üç kuruş para için alınteri döker, uzun saatler cumartesi pazar demeden biz hep çalışırız. Peki, neden yaşamlarımızı hâlâ bu koşullarda sürdürüyoruz? Çünkü örgütsüzüz. İşçi örgütsüz olmayagörsün, başına gelmeyen kalmaz. Uzun saatler çalıştırılırız gıkımız çıkmaz, fazla mesailerimiz ödenmez bir şey diyemeyiz, yemediğimiz küfür kalmaz boynumuzu büker geçeriz. Onurumuz şerefimiz iki paralık olur, hiçbir şey yapamayız. Örgütsüzlük yüzünden, patronlar işçiye etmedik zulüm bırakmazlar. Örnek o kadar çok ki, anlat anlat bitmez. Aslında hepsini zaten biliyorsunuz, çünkü hepimizin başına geliyor. İşyerinde patronlarımızın bize istediği gibi davranması, küfretmesi, taciz etmesi, aşağılaması, hakkımızı vermemesinin, bizi köleleri haline getirmesinin tek bir sebebi var, bir kez daha tekrarlayalım: Örgütsüzlük! Peki, buna izin mi vereceğiz? Hayatlarımızı yaşanmaz hale getiren bu sömürücülere, bu ahlâksızlara boyun mu eğeceğiz? Boyun eğersek hayatımızın sonuna kadar onursuz bir yaşam süreriz. Yok boyun eğmeyip örgütlü olursak, işte o zaman her şey istediğimiz gibi olur. Hadi o zaman o patronlar gelsin de bizim hakkımızı vermesin, gelsin hadi cesareti varsa küfretsin, eğer yapabiliyorsa bizi aşağılamaya çalışsın. Sizce yapabilir mi? Kocaman bir HAYIR! Tabii ki yapamaz, çünkü bu örgütlü güç karşısında hiç kimse duramaz. İşte bu yüzden fabrikalarımızda, işyerlerimizde örgütlenmeli, sınıf kardeşlerimize güvenmeliyiz. Ancak o zaman onurlu bir yaşam sürebiliriz. Her zaman dediğimiz gibi ÖRGÜTLÜYSEK HER ŞEYİZ, ÖRGÜTSÜZSEK HİÇBİR ŞEY! Aydınlı’dan bir işçi
43
Okurlarımızdan
Zenginin Çocuğunu Sevdi Diye İşsiz Kaldı 14
yıldır işçiyim, neredeyse çalışmadığım sektör kalmadı. İlk işçiliğe boya fabrikasında başladım. O zamanlar evli ve bir çocuk anasıydım. Çocuğum daha 1 yaşında bile değildi ama ben onunla ilgilenmek yerine çalışmak zorundaydım. Vardiyalı çalıştığım için bazen sabah giderdim işe, bazen de gece. Henüz 1 yaşında bile değildi, kokumu özlediğini koynuma sokulduğunda hissederdim. İşe gitmeden uyutmaya çalışırdım arkamdan ağlamasın diye, sessizce ona gözükmeden çıkardım evden tıpkı kaçar gibi. Aradan çok zaman geçmedi, çocuğuma hem anne hem baba olmak zorunda kaldım. Birkaç yıl dedemlerle kaldım, bu süre içinde de çalıştığım için yine ağladığında ben yanında olamadım. Geceleri uyutamadım, sabahları uyandıramadım. Eski kumaşlardan elbiseler dikerek, işyerinde verilen meyveleri yedirerek büyüttüm. Kendi sütümü veremediğim gibi süt yerine su içirdim. Şimdi diyebilirsiniz “bunları neden anlatıyorsun, senden başka böyle yaşayan yok mu?” diye. Kuşkusuz ki var, biliyorum ve bildiğim için anlatıyorum. Şu anda özel bir hastanede taşerona bağlı temizlik işçisi olarak çalışıyorum. Tamamen parası olanın geldiği, en küçük tedavinin bile milyarlarla başladığı bir hastanede. Sağlıklarına öyle dikkat ediyorlar, öyle titiz davranıyorlar ki… Kuşkusuz ki olması gereken de o, her insan kendine önem vermeli sağlıklı yaşamalı. Ama bugün bunu sadece parası olan yapabiliyor. Bu parababalarının gözünde hastane çalışanları insan bile değil, onların ihtiyaçlarını karşılayan birer yaratık. Bugün çocuk bölümünde çalışan arkadaşımın yanına çıktım. Gördüklerime ve duyduklarıma inanamadım; arkadaş hastaneye gelen bir çocuğu kucağına almış seviyordu. Birden annesi geldi “sen kimsin benim çocuğumu elliyorsun, sen kendini ne sanıyorsun, altı üstü bir temizlikçisin” diyerek yere savurdu, vurmaya başladı. Şaka gibiydi, şok olmuştum, bir an ne yapacağımı şaşırdım. Hem olaydan kaynaklı hem de benim orada olmamam gerekiyordu. Herkes çalıştığı bölümde olmak zorundaymış, bir anda beynimde fırtınalar döndü.
44
Bir taraftan arkadaşıma yardımcı olmaya çalışıyorum, bir taraftan burada ne işin var dediklerinde ne cevap vereceğim diye düşünüyorum. Arkadaşım “ben çocuğu seviyordum” diyerek boynuma sarıldı. Etraftakiler “tamam efendim, sakin olun, küstah haddini bilmemiş” dediğinde delirdim, avazım çıktığınca bağırdım. Asıl küstah sizsiniz, biz de anneyiz, bizim de çocuklarımız var, ama bakın yanımızda değil. Size hizmet etmek için çoğumuz köye gönderiyoruz, senelerce yüzlerini göremiyoruz, sizlerinki kıymetli, siz annesiniz de biz değil miyiz? Kucaklayıp öptü diye incileri mi döküldü çocuğun, dedim. Daha beş yaşında olan ve dünyanın pisliklerinden habersiz çocuk korkmuş bir şekilde ağlayarak “anne ablalar beni seviyordu” dedi. Terbiyesizlikten gözü hiçbir şeyi görmeyen kadın “sen niye kendini onlara sevdiriyorsun” demez mi! Tabii bu arada bizim şefler, müdürler hepsi geldi ve ilk söyledikleri şey “özür dileriz efendim, kusura bakmayın, hemen sorunu halledeceğiz” oldu. Beni de görür görmez “senin ne işin var burada, niye yerinde değilsin” diye bağırdılar. Hiç sesimi çıkarmadım, arkadaşımla ilgilenmeye devam ettim. Bu arada çocuk da benim kucağımda, annesinin gürültüsünden onunla ilgilenen kimse yok. Arkadaşı ve beni çektiler odaya, sorgu ve fırça başladı. Arkadaşa işten
çıkarıldın hemen istifanı yaz dediler, dinlemediler bile. Doktorlardan birisi beni kendisinin çağırdığını söylemiş, onun için beni bir daha bölümünden ayrılma diyerek odadan çıkardılar. Şu an dayaklık bir zengin yüzünden işsiz kalan arkadaş, kendisi çalıştığı için çocuklarını köye annesine göndermiş. Önceki gün oğluyla telefonda konuşurken ağlayarak “ben de sizi çok özledim yavrum ama çalışmam lazım, para kazanayım bakın size neler alacağım. Biraz daha büyüyün getireceğim, işe girer siz de çalışırsınız” dediğini duymuştum. Akşam iş çıkışı birlikte yürüdük. Çocuklarını çok özlediğini, hastanede çocukları gördükçe kendi çocuklarının aklına geldiğini anlattı. Zaten yanına da onu merak ederek akşam birlikte gidelim demek için gitmiştim. Arkadaşlar, kardeşlerim, bizler çocuklarımıza, sevdiklerimize hasret kalarak işyerlerinde ömrümüzü harcıyoruz. Mutluluğu ve sevgiyi hep uzaktan seyrediyor, sınırlı yaşıyoruz. Hayatı biz yaratıyoruz ama zorluklarını da biz çekiyoruz. Her türlü yoksulluk, yoksunluk bizde, hep aşağılanan, horlanan, küçük görülen biz işçiler oluyoruz. Bunun tek bir sebebi var, bir arada olmamamız, birbirimize sahip çıkmamamız. İşçiler olarak örgütlü olsaydık arkadaşımıza sahip çıkardık. Eğer biz örgütlü olsaydık saçma sapan sebeplerle, sırf patronların keyfi yüzünden işten atılmazdı. Ama bugün sırf hastaneye gelen çocuklardan birini kucakladı, öptü diye bizim sınıfımızdan biri işten atıldı. Ben de çok işsiz kaldım, her işsiz kaldığımda çocuğuma nasıl söyleyeceğim diye düşünürüm. Şimdi kendimi işsiz kalan arkadaşın yerine koyuyorum, işten atılmasına engel olamadığım için suçluluk duyuyorum ve utanıyorum. Kardeşlerim sıranın bize gelmesini beklemeyelim, bu kan emici zalimlere artık dur diyelim! Anneler, babalar, kendimiz için değilse bile çocuklarımız için örgütlenmek zorundayız. Onlara güzel bir gelecek bırakmak boynumuzun borcu, çocuklarımıza yalan vaatlerde bulunmak yerine güzel bir gelecek için mücadele edelim. Söğütlüçeşme’den bir kadın işçi
Okurlarımızdan Meğer Çözüm Balıktaymış! M alûm, bu aralar Kıbrıs sorununda görüşme trafiği hızlanmış durumda. Ama egemenler barış adına masaya otururken savaşı daha da kızıştıracak laflar etmeyi alışkanlık haline getirmişler bir kez. Karşılıklı tehditlerin, restleşmelerin sınırı yok. Böyle yaparak ellerini güçlendirmeye çalışıyorlar güya. Ezilen, acı çeken, kardeşlik isteyen halklar onların umurunda değil. Ortamı sertleştirerek, milliyetçiliği körükleyerek toplumların bağrında nasıl yaralar açtıklarını düşünmüyorlar bile. Ama gündüz gırtlak gırtlağa gelmişçesine sert açıklamalar yaparken ve burjuva medyada bunlar köpürtülürken, akşamları kapalı kapılar ardında kadeh tokuşturduklarını da biliyoruz biz. Onlar tuzukurular, büyük mülk sahipleri, ezenler, egemenler. Sahip oldukları tek şey üç metrekare toprakla iki odalı bir evden ibaret olan, onu da savaş sonrasında çizilen sınırın karşı tarafında bırakmak zorunda kalan, kırk yıllık komşularıyla aralarına düşmanlık sokulan emekçilerle onların hiçbir ortaklıkları yok. Kıbrıs Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Hristofyas “Erdoğan’la boğazda balık yiyerek bu sorunu çöze-
riz” demiş. Erdoğan da “Yorgo’yu alalım, Eroğlu’nu da alalım, balığı dörtlü olarak yiyelim” diyerek daveti genişletmiş. Demek ki, onlarca yıllık bu husumetin, yitip giden canların, çekilen acıların dindirilmesi bir balığa bakıyormuş. Birader, derdiniz balıktıysa söyleseydiniz size boğazda mükellef bir sofra hazırlatırdık, yıllardır beklemenize gerek kalmazdı. Aslında çözüm gerçekten de bu kadar basit; arada egemenlerin iktidar, mal, mülk savaşları olmasa tabii ki! Eğer onların iktidar savaşları ve şoven kışkırtmaları olmasa, bu iş emekçilere bırakılsa, bir avuçluk adada halklar gırtlak gırtlağa gelir miydi? Hadi diyelim gelindi, barışıp el sıkışmak için 40 yıl beklenir miydi? Elbette hayır. O balıklar hep birlikte yenir, rakı kadehleri hep birlikte dostluğa kaldırılırdı, hem de onyıllar önce. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Patronların İpine Güvenerek Kuyuya İnme! M
emnuniyet testini hiç duydunuz mu? İlkokulu bitirdikten sonra işçilik hayatım başladı. O zamanlar test mest yoktu. Ne zaman ki küçük atölyelerden büyük işletmelere geçtim, o zaman işe girişlerde testler ve mülâkatlar da başladı. Bunlar genellikle yazılı ve sözlü testlerdi. Eh, patronlar çalıştıracakları ve iliklerine kadar sömürecekleri işçileri iyi seçmeliler ki, araya hakkını arayan (onlara göre kışkırtıcı) işçiler girmesin! Patronların tercihi her türlü baskıya boyun eğecek, işini her şeyin üstünde tutacak, gerektiğinde orada yatıp kalkacak, fedakâr, dürüst işçilerdir. İş yapacak kadar akıllı olmaları onlar için yeterlidir, “fazlası zarar” diye düşünürler. Geçmişte hiç anlamıyordum iş başvuru formlarındaki soruları. “Hangi gazete, dergi veya kitapları okuyorsunuz? Hobileriniz nelerdir? Boş zamanlarınızda neler yaparsınız? Herhangi bir dernek ya da sendikaya üye misiniz?...” Aslında patron işi baştan sağlama alıp işçilerin birleşip örgütlenmesinin önüne geçme eğilimindedir. Yani bu sorular boşa değil. “Kurt uyur, kuş uyur, düşman uyumaz” demiş atalarımız! Evet, dostlar ben de bu testlerden geçerek bir otomotiv fabrikasında çalışmaya başladım. Çalışma koşulları her fabrika gibi ağır. İşçi arkadaşlarımın yüzde 80’inde bel, boyun, el ve bacak ağrıları had safhada. Bu rahatsızlıklar maalesef 20’li yaşlarda ortaya çıkmakta. Yeteri kadar dinlenme molamız yok, dahası gittikçe ağırlaşan iş koşulları durmadan yoğunlaşıyor. İşçi arkadaşlarımız bu sorunları yaşarken, düşman misali patronumuz da boş durmuyor tabii ki. Patron merak içerisinde, “bu işçiler acaba bu kadar haksızlık karşısında kendilerini nasıl his-
sediyorlar, acaba çalışma koşullarından ve “iş barışından” mutlular mı?” diye. Ve memnuniyet testi başlıyor, süre 30 dakika, kolay gelsin: Yaptığınız iş karşılığında yeteri kadar ücret alabiliyor musunuz? Müdür ve amirlerinizden memnun musunuz? Yemekler kaliteli ve yeteri kadar doyurucu mu? İş saatleri uygun mu? İş ortamınız sağlığınızı etkiliyor mu? On sayfalık bir memnuniyet testi. Ne yazacağımızı şaşırdık, acaba şikâyetçi mi olsak (gerçekleri mi yazsak) yoksa iyi güzel (yalanları mı) şeyler mi yazsak diye. İlk bakışta birçoğumuz belki bu testi masumca buldu. İşverenin aslında ne kadar iyi niyetli olduğunu bile düşünenimiz vardır aramızda. “Bakın biz bir aileyiz, elbette bir sorunumuz varsa bunu aile içerisinde çözmeliyiz!” İmaj süper ama altı boş ve iğrenç kokular yükselmekte. Patronlar sınıfı bu tipte sondaj çalışmalarında neyi hedeflemektedir? Verilecek en kestirme cevap, “işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi nedir” sorusunun yanıtını almaktır. Ayrıca bu kötü çalışma koşulları altında işçileri nasıl yönetiyorumun cevabını aramaktır. Biz işçiler boş hayaller peşinde koşmayıp her şeyden önce kendi gücümüze, örgütlülüğümüze güvenmek zorundayız. Bizim sorunlarımızın bir testle çözülmeyeceği aşikâr. Eğer öyle olsaydı bir testle patronlara biz sizi istemiyoruz deyivererek bu işi halleder ve sorunlarımızın kaynağı olan bu köhnemiş sistemden kurtulurduk. İşçi arkadaş, patronların testleriyle, “biz bir aileyiz” teraneleriyle, ölçü bilmez istekleriyle onların dipsiz ve kör kuyularına girme! Yalnızca sınıfımızın mücadelesine güven. Gebze’den bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan
Altı
Ağırlığında Yemek Yemek!
B
ir insan bütün yaşamı boyunca 6 fil ağırlığında yemek yiyormuş. Bu bilgiyi büyük alışveriş merkezlerindeki reklâmlar vesilesiyle öğrendim. Ortalama bir filin ağırlığı 7 tondur. Demek ki bir insan yaşamı boyunca 42 ton yemek yiyormuş! Bu rakamı çok abartılı bulanlar olabilir. Asgari ücretle, açlık ve yoksulluk sınırlarında yaşayanların ve açlıktan ölenlerin var olduğu bir dünyada nasıl olur da bir insan 6 fil ağırlığında yemek yer? Fakat biz yine de yediğimizi düşünelim. Varsayalım ki gerçekten 6 fil ağırlığında yemek yedik, peki bu bilginin sonuçları biz işçiler için ne olabilir dersiniz? Her insan yaşamını beslenerek sürdürür. Yediğimiz yemeklerin büyük çoğunluğunu nerede harcarız? Elbette işyerlerinde çalışarak harcarız. Ortalama 8 ilâ 10 saat arasında çalışıyoruz. Bu çalışma neticesinde dünyada her çeşit üretim yapılıyor. Ama bu ürettiği ürünlerden işçi sınıfının payı, patronların payı karşısında devede kulak kalıyor. Böylece emek ve sermaye arasında kapanmaz büyük bir uçurum meydana geliyor. Şimdi bu
durumda ortaya çıkan sonuca göre biz, yediğimiz 6 fil ağırlığındaki yemeğin de çok büyük kısmını patronlar için, yani sermaye için üretim yapmaya harcıyoruz. Yani fil ağırlığındaki yemekleri fabrikada çalışmak ve üretime devam etmek için tüketiyoruz. Ortalama bir hesapla 6 filin 5’ini patronlara çalışmak için yiyoruz, eğer gerçekten yiyebiliyorsak. Geriye kalanla da yaşamımızı zar zor idame ettiriyoruz. Patronlar, işçilerin ürettiklerini kullanarak lüks bir yaşam sürüyorlar. Bu haksızlık karşısında yapılacak tek şey var: Birlikte mücadele etmek! Hakkımız olanı patronların burnundan fitil fitil getirmek için, mücadeleden başka yol yok. Patronlar karşısında bir fil gibi güçlü olmak için örgütlenelim. Lokmalarımızın hesabını tutan patronlara verilecek cevap, mücadele ederek bu sisteme son vermektir. Aksi takdirde yaşam boyu 10 fil ağırlığında yemek yesek dahi bu kendimiz için değil patronlar için olacaktır. Kartal’dan bir işçi
İşçiler Yüzünden Okulum Uzadı! M
erhaba işçi ve öğrenci kardeşlerim. Ben bir üniversite öğrencisiyim ve iktisat bölümünde okuyorum. Bir derste yaşadığım olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. İşletme dersindeydik ve konumuz grev, lokavt, toplu sözleşme haklarıydı. Öğretim görevlisi hocamız grev konusunu tamamıyla dalga geçerek anlatıyordu. Grev hakkında aynen şu sözleri söyledi: “İşçiler toplanıp fabrika önünde tuhaf tuhaf önlükler giyip davul zurnayla halay çekiyorlar, sanki düğüne gelmişler gözcüsü sözcüsüyle!” Bunları anlatıyorken bir de gülüyordu. Dayanamayıp hocaya siz de bir işçi değil misiniz, sizin de haklarınız sömürülse aynı şeyleri yapmaz mısınız dedim. Ben hakkımı alıyorum, ayrıca her hakkını alamayan halay mı çekecek dedi. Bir süre tartıştık ve konuyu kapatıp beni dersten çıkarttı. Bu sene 3. sınıfa geçtim ve 1. sınıf dersi olan işletmeyi hâlâ alttan alıyorum, sırf bu tartışma yüzünden. Ama bu tartışmayı açmaktan hiç pişman değilim. Çünkü bir üniversite hocasının bu kadar bencil ve bilinçsiz olmasını ben hazmedemezdim. Sadece hoca
46
değil sınıftaki diğer öğrenciler de bu konunun ciddiyetinin farkında olmadığı için gülerek hocaya katılıyorlardı. Bir üniversite hocasının yaşamın gerçekliğinden bu kadar uzak olması ve öğrencilerin bu kadar kayıtsız kalması beni gerçekten fazlasıyla düşündürdü. Ben biliyorum ki sınıftaki birçok arkadaşımın babası işçi ve kendileri de yazın okul harçlığı için çalışmak zorunda olan insanlar. İşte dostlar bizlere üniversitede öğretilen şeyler bunlar. Yani bugün dünyanın birçok yerinde sömürüye karşı direnen işçileri (h)alay konusu yapıyorlar. Okulu bitirdiğimizde birçoğumuzun işsiz kalacağını anlatmıyorlar. Bugün atama bekleyen öğretmenlerin yaptığı eylemlerle dalga geçiyorlar. Arkadaşlar bu hepimizin gerçeği, bizler bunları öğrenmeli ve bence gidip grevde olan işçilerin ağzından dinlemeliyiz bu halayın aslını. Bu utanç verici olayı sizlerle paylaşmak istedim, gerisi size kalmış… Bir üniversite öğrencisi
Okurlarımızdan
Rüyalar Ülkesi mi Dediniz?
M
erhaba dostlar. Size “hayaller ülkesi” ABD’den söz etmek istiyorum. Tozpembe düşlerin sözümona gerçekleştiği kocaman bir ülke. Her şeyin güllük gülistanlık olduğu söylenen bir ülke! İnsanların mutlu mesut olduğunun iddia edildiği bir ülke! Acının, kederin, hüznün olmadığı masalsı bir diyar! İşçilerin sömürülmediği, insanların ağlamadığı, sokakta yatıp açlıktan ölmediği bir ülke! Öyle bir ülke ki ekonomisi dünya standartlarının üzerinde. Öyle bir ülke ki savaş başlatıp bitirebilen bir ülke. Öyle bir ülke ki kişi başı milli gelirin, hayat standartlarının yüksek olduğu bir ülke! Oysa gerçek söylenenlerin tam tersi. Milyonlarca insanın sokakta yattığı bir ülke. Her sokak başında gece kulübü olan ve bir o kadar da evsizi barındıran bir ülke. Acı öksürük sesleriyle, sarhoşluğun ver-
Her Şey Halkımız İçin! D
evletimiz, patronlarımız halkını çok düşünür. Bizim için yapmadıkları yoktur. Her zaman bizlerin gelir seviyesinin yükselmesini isterler. Refah içinde yaşamamızı isterler. Durun bunlara sakın inanmayın, bunlar onların yalanları. Bizim için böyle şeyler istemezler. Hemen geçenlerde okuduğum bir haberden bahsedeyim de kafamızdaki sorulardan kurtulalım. İspanya’da geçtiğimiz Mart ayında petrol tasarrufu için hız sınırı 110 kilometreye düşürülmüş. “Ne var ki bunda? Güzel bir şey” diyorsunuzdur. Durun, devamını İspanyol İçişleri Bakanı Rubalcaba’dan dinleyelim: “Petrol fiyatlarının düşmeye devam edeceğini düşünerek, tekrar saatte 120 kilometreye dönülmesinin doğru olacağını düşündük.” Evet, yanlış okumadınız. Petrol fiyatları düştüğü için hız sınırı artıyor. Yani sürücüler daha çok hız yapacak ki, daha çok benzin satılsın. İşte devletler işçileri ve halkı böyle düşünüyor. Peki, bu durumda hız sorunu yüzünden yaşanabilecek trafik kazalarından sürücüler mi sorumludur? Tabii ki hayır, buna göz yuman devlet sorumludur. Şimdi diyeceksiniz ki, “orası İspanya, bizim ülkemizde böyle şeyler olmaz”. Oysa yakın zamanda Türkiye’de de karayollarında hız sınırı yükseltildi. Patronların ve sermaye devletinin derdi halkın can güvenliği, sağlığı, rahatı değildir. O attığı her adımı para hesabıyla atar. Bizler birleşmezsek, mücadele etmezsek, örgütlenmezsek hız sınırları da artar, milyar dolarlar da patronlara peşkeş çekilir. Tüm bunlara izin vermeyecek olanlar bizleriz. Tuzla’dan bir işçi
diği kahkahaların birbirine karıştığı sokaklar. Bir tarafta evsiz, her gün dışarıda yatmaktan dolayı zatürree olup öksüren bir yaşlı adam ve diğer tarafta en lüks arabalarıyla gece kulüplerine gelen takım elbiseli insan kılığındaki kan emiciler. Kendine insan derken içi sızlamayan caniler. Ama gün gelir yıkılır bu devran. Gün gelir ağlayanlar gülmeye başlar elbet. Gün gelir açlık tarihe karışır. Gün gelir dünyayı yaratan işçi sınıfı dünyanın sahibi olur. Yakındır o günler yakın. Gecenin gündüzü takip etmesi kadar yakındır güzel günler. Nefes alabilmek kadar anlıktır gelecek güzel günler. Yeter ki birlik olalım. Yeter ki gücümüzün farkına varalım. Örgütlü olursak eğer, bir olursak eğer, yıkamayacağımız zorba kalesi kalmaz. Yeter ki sınıf dayanışmasının önemini kavrayalım ve örgütlenelim. Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Marksist Tutum okuru bir işçi
İ
Patronların Silahı: İşsizlik!
şsizlik sorunu biz işçilerin sırtında adeta kırbaç gibi şaklıyor. Milyonlarca işsiz işçi ve çalışan işçilerin de iş güvenceleri yok. Patronlar, mücadele etmemizi engellemek için sayıları her geçen gün artan işsiz kardeşlerimizi kullanıyorlar. İş başvurusu yapan işçilere düşük ücret ve kötü çalışma koşulları dayatılıyor. Geçenlerde Ziraat Bankası 1545 kişilik bir kadro açtı. Ne güzel değil mi? İşsizler iş sahibi olacak. Peki, bu açılan kadroya kaç kişi başvurdu dersiniz? Tam tamına 88 bin 206 üniversite mezunu başvuru gerçekleştirdi. Yani bu ülkede de üniversite mezunu olmak işsizliği ortadan kaldırmıyor. Yine işsizlikle boğuşuyoruz. Sadece bu kadarla kalmıyor tabi ki, on binlerce üniversite mezunu KPSS sınavına girip atanmayı bekliyor, binlerce mezun iş bulamadıkları için askere gidiyor. Binlerce hatta yüz binlerce üniversite mezunu da kendi mesleğini yapmıyor. Peki, şimdi soruyorum, üniversite mezunu olmak sınıf atlatıyor mu? Tabii ki hayır! Ne olursan ol, ister üniversite mezunu ya da yılların ustası veya yılların en deneyimli işçisi ol. Hiçbirimizin işsiz kalmama veya iş bulma garantisi yok. Demek ki, işsizliğin nedeni bilgisizlik, deneyimsizlik değilmiş. İşsizliğin nedeni örgütsüzlüktür. Eğer biz işçiler birleşip mücadele etmezsek, örgütlenmezsek, işsizlik kırbacı sırtımızdan eksik olmayacak. Aydınlı’dan bir deri işçisi
47
Okurlarımızdan
Bu Yaz Tatile Nereye Gidiyorsun? K
oca bir kış yazın gelmesini dört gözle bekledim. Eminim diğer işçi arkadaşlarımız da aynıdır. Çünkü işyerinde ısıtıcılar çok kısık ayarda çalışıyor ve kendine bile faydası yok. Bizler de doğal olarak koca bir kışı yazın sıcaklık özlemiyle geçirdik. Sadece işyerlerimiz değil evlerimiz, servis beklediğimiz duraklarımız, her yer soğuktu. Kış demek her şeyin pahalanması demekti, sebzenin, meyvenin, doğalgazın, tüpün, elbisenin fiyatları arttığı gibi ek masraflar da çıkıyordu. Aldığımız maşların az olması ve sosyal bir güvencemizin olmaması, tüm haklarımızın yağmalanması yüzünden üç kuruş maaşla koca bir kışı oradan buradan kısarak geçirmek zorunda kalıyoruz. Nihayet kış geride kaldı, ama sıkıntılar ne yazık ki yakamızı bırakmıyor. Yazın gelmesiyle birlikte sıcağa biraz doyduk, ama fazlası da boğmaya başladı. Her tarafı denizlerle kaplı bir ülkede yaşamamıza rağmen tatil yapma fırsatı bulamıyoruz. Birçok işçi arkadaşımız yıllık izine çıkmasına rağmen ya tatile gidemiyor ya da en fazla memleketine gidebiliyor. O güzelim İstanbul’un her tarafı resmen bok çukuruna dönüşmüş durumda. Yıllardan bu yana fabrika atıkları denizlere boşaltıldı ve şimdi yanından geçilmiyor. Haliyle işçiler ya bu hastalık saçan sulara girmek zorunda kalıyor ya da uzaktan denizi görüp yutkunuyor. Çünkü tatil köylerine gidebilmen için birkaç aylığını hiç harcamadan biriktirmen gerekiyor. Kış bitmesine bitti, ama çalıştığımız işyerlerinde adam gibi bir havalandırma sistemi olmadığı için resmen sırtımızdan ter akarak çalışıyoruz. İşin daha da acı tarafı, bizler o fabrikalarda boğularak çalışırken hatta birçok işçi sıcağa dayanamayıp bayılırken sevgili patronumuzun Bodrum’da
deniz sefası yaptığının haberini alıyoruz. E adam çok çalıştı, tatil onun hakkı, bizler ise bırak tatili yediğimiz ekmeği hak edemedik daha! Ne yazık ki böyle düşünen işçiler de var. İşte bu örgütsüzlüğün bir göstergesidir. Sanki gece gündüz demeden üç kuruşa çalışıp ona milyarları kazandıran biz değilmişiz gibi. Biz işçilere ise işin şakası kalıyor. Arkadaşlar kinayeli bakışlarla birbirlerine soruyorlar, “bu yaz tatile nereye gideceksin?”. Televizyonlarda da zenginlerin, sanatçıların, işadamları ve siyasetçilerin nasıl tatil yaptığını izleyip sanki onlar bu dünyadan değillermiş gibi bakıyoruz tüm bu olan bitenlere. Onlar da bu dünyada yaşıyorlar. Ama dünya var, dünya var. Yani bir yanda patronların, diğer yanda işçilerin dünyası var. Biz işçiler dünyanın zenginliğini ellerimizle, kanımızla, canımızla yaratıp üretirken boklu sulara giriyoruz. Patronlar ise zaten kanımızı emerek dünyanın bütün güzelliklerinden faydalanıyorlar. O pırıl pırıl denizler onların emrinde. Sen “acaba nasıl fazla mesai yaparım” derdine düşerken, onlar “acaba tatilimin kalanını nerede geçirsem” diye düşünüyor. Biz işçiler örgütsüz olduğumuz sürece yazımız ayrı bir cehennem, kışımız ayrı bir cehennem olmaya devam edecektir. Ne zaman ki, diğer işçi kardeşlerimizle omuz omuza verip sorunlarımızı konuşmaya başlar ve çözümü için bir araya gelmeye başlarız, işte ondan sonra o mavi suların yolları biz işçilere de açılır. “Yok, böyle iyi” ya da “aman canım sen de” demeye devam ettiğimiz sürece, şu mavi dünyada kara talihimizle baş başa kalacağız demektir. İstanbul’dan bir metal işçisi
Çocuk İşçiler K
apitalizm biz işçilerin ve çocuklarımızın omuzlarında yükseliyor. Patronlar ucuz işgücü olarak gördükleri çocuklarımızı acımasızca sömürmekten çekinmiyorlar. Gelişmiş ülkelerde 5-14 yaşlarında bulunan 250 milyon çocuk çok kötü koşullarda çalıştırılıyor. 250 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün, 130 milyonu ise haftada 64 saatten fazla çalıştırılıyor. Çocuk işçiler emek yoğun sektörlerde kayıt dışı olarak çalıştırılmaktadırlar. Bu çocuk işçilerin yüzde 61’i Asya, yüzde 32’si Afrika ve yüzde 7’si Latin Amerika’da bulunuyor. Bir çocuk işçinin aylık ortalama kazancı 110 dolar civarında. Çocuklar çağdaş kölelik sisteminde yani kapitalist sistemde tarım alanlarından küçük atölyelere, fabrikalardan hizmet sektörüne kadar her alanda ucuz işgücü olarak çalıştırılmaktadırlar. Türkiye’de ise 6-17 yaş grubunda yer alan 16 milyondan fazla çocuğun yaklaşık 6,5 milyonu çalışıyor. Tarım, sanayi ve hizmet sektöründe çalışanların sayısı 1 milyon 700 bin. Yaklaşık 350 bin çocuk sanayide çalışırken 1 milyon çocuk da tarımda çalışıyor. 4 milyon
48
800 bin çocuk ise ev işlerinde. Çocuklar işyerindeki koşullardan doğan problemlerden kaynaklı enfeksiyon, kırık, çıkık, zehirlenme ve işitme kaybı gibi sorunlarla karşılaşıyorlar. İş kazası geçiren 3 çocuktan sadece 2’si tedavi ettiriliyor. Peki bütün bunların çaresi nedir? Çare sosyalizmdir. Çünkü kapitalizmi tarihin çöp sepetine atmadığımız sürece çocuklarımıza yaşanası bir dünya bırakamayacağız. Kıraç’tan Marksist Tutum okuru bir işçi