“İkinci Cumhuriyet” Tartışmaları Levent Toprak
H
er yıl olduğu gibi bu Ekim ayında da Türkiye’de cumhuriyetin kuruluş yıldönümü kutlamalara sahne olacak ve burjuva cumhuriyet 88 yaşına girmiş olacak. İşçi sınıfı ve diğer yoksul emekçiler için, komünistler için, Kürtler için, gayrimüslimler için, her türlü mezalimle, katliamlar, işkenceler, zindanlar, sürgünler, açlık, yoksulluk ve mahrumiyetlerle dolu 88 yıl geride bırakılmış olacak. Tam da bu sebeplerle olsa gerek, ne denli şaşaalı olursa olsun, diğer birçok resmi kutlamalar gibi 29 Ekim kutlamaları da onca zorlamalara rağmen geniş yoksul emekçi kitlelerde pek ilham uyandırmıyor, yankı bulmuyor. Ancak kutlamalar bir yana bırakılacak olursa, bu yılki yıldönümünün burjuva cumhuriyetin bünyesinde bazı ciddi değişimlerin yaşandığı günlere denk geldiğini tespit etmek gerekiyor. Bu açıdan burjuva cumhuriyetin 88. yaşına yoğun tartışmalara konu olarak girdiği açık. Yeni bir anayasa yapılmasının da gündemde olduğu bugünlerde, adı açıkça öyle konmasa da, “nasıl bir cumhuriyet” sorusu ister istemez gündeme geliyor ve tartışılıyor. Liberallerin ve İslamcıların söylediklerine bakılacak olursa, son yıllarda yaşanan değişimlerle cumhuriyet nihayet halka yaklaşıyor, onunla kucaklaşıyor, barışıyor. Bu kesimler özellikle son bir yıl içinde yaşanan gelişmelerle büyük bir kırılma noktasının geçildiğini, sivilleşme ve demokratikleşme yolunda büyük adımlar atıldığını, böylelikle demokratik cumhuriyete yaklaşıldığını iddia ediyorlar. Bu gelişmeler zincirinde son halka olarak, Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura sürecinde generallerin istifasının ve yapılan yeni atamaların altını da özellikle çiziyorlar. Bu
son gelişme onlara göre ordunun sivil yönetimin emrinde zapturapt altına alınması açısından büyük önem taşıyor. Bu sürecin takvimi konusunda belki vurgu farklılıkları olsa da, karşı cenahta yer alan sağlı sollu Kemalist çevreler de, benzer şekilde “artık farklı bir cumhuriyet”te yaşadığımızı söylüyorlar. Bu iki kesim arasındaki fark, birincilerin değişimi bir “ilerleme” olarak görmesi ve sevinç çığlıkları atması, ikincilerin ise değişimi bir “gerileme” ya da “gericilik” olarak görmesi ve öfke/yeis içinde olması. Özellikle bir kesim liberalin markası haline gelmiş olan kavramla ifade edersek, her iki kesimin gözünde de, artık “Birinci Cumhuriyet” sona ermekte “İkinci Cumhuriyet” kurulmaktadır. Yeni anayasa yapımı sürecinin de başlamak üzere olduğu şu günlerde, yaşanmakta olan değişimin niteliği ve kapsamının ne olduğu, bu değişime farklı kesimlerin yaklaşımlarının anlamı ve işçi sınıfının buna nasıl yaklaşması gerektiği konusuna açıklık getirmekte yarar bulunuyor.
Değişen ne? Türkiye’de siyasal alanın genel olarak bir dönüşüm geçirmekte olduğu tartışmaya yer bırakmayacak ölçüde açık bir konu. Aslında Özal döneminden beri bu yönde işleyen bir eğilim olmakla beraber, asıl olarak 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle bu süreç belli bir istim kazanmış ve son birkaç yılda da oldukça hızlanmıştır. Türkiye kapitalizminin ulaşmış olduğu genel düzeyin icapları ve burjuvazinin genel olarak AB projesine angaje olup AB’nin prosedürleri dairesine girmesiyle temel itilimini almış olan
1
marksist tutum
bu süreç, kaçınılmaz olarak devlet yapısında bazı düzenlemelerin yapılmasını gerektiriyordu. Bu düzenlemeler son tahlilde, devlet yapısı içinde asker-sivil bürokrasinin sahip olduğu anormal gücün kırılmasını ve şu ya da bu ölçüde bir demokratikleşmeyi içerecekti. Genel olarak vesayet mekanizmaları diye anılan ve özde asker-sivil bürokrasinin devlet ve siyasal alan üzerinde hâkim bir konum edinmesini sağlayan mekanizmalar eninde sonunda tasfiye edilmeli ve devlette ipler asıl olarak seçilmiş burjuva siyasetçilerin eline verilmeliydi. AKP’nin 2003 ve 2004 yıllarında AB’ye uyum bağlamında gerçekleştirdiği değişiklikler bu konuda bazı önemli adımlar anlamına geliyordu. Ancak tam da bu değişimler statükocu asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla ürküttüğünden, bu kesimler tarafından hükümeti gayrimeşru yollardan yıpratıp devirmeye yönelik kapsamlı bir faaliyete girişildi. 27 Nisan 2007’de ordunun hükümete verdiği muhtıra bir anlamda bu sürecin doruk noktası oldu. Ancak tüm bu girişimleri atlatan hükümet, 2007’de hem cumhurbaşkanlığı muharebelerinden hem de seçimlerden galip çıktıktan sonra, statükocu güçler için gerçek anlamda aşağı doğru bir eğik düzleme girilmiş oldu. Nitekim başta aynı dönemde başlatılan Ergenekon soruşturması olmak üzere, statükocu güçleri hedef alan birçok operasyona kısa sürede hız verildi. Süreç içinde devlet içine daha derinlemesine nüfuz ederek mevziler kazanan ve bu arada hem uluslararası desteği hem de seçmen desteğini genel olarak yitirmeyen AKP’nin, kendisini doğrudan hedef alan vesayet sistemini sınırlama ve mümkünse tasfiye etme yönünde ilerlemek için özgüveni arttı. Gittikçe genişleyen soruşturmalar, operasyonlar, davalar ve medya teşhirleri sonucunda darbeciliğe heveslenen statükocu Kemalist güçler ciddi ölçüde geriletildi. Ancak son bir yıla kadar bu güçlerin üst yargı kurumlarındaki mevzilerine pek dokunulamamış, keza ordu ile hükümet arasındaki ilişkilerde de hükümetin ye-
2
Ekim 2011 • sayı: 79
terli ölçüde belirleyiciliği sağlanamamıştı. Son bir yıl içinde ise bu meyanda bazı tayin edici gelişmeler olmuştur. Geçen yıl Eylül ayında referandumla gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri ile üst yargı alanında statükocu güçlere ağır bir darbe vurulmakla kalınmadı, sürecin tümü açısından kritik bir dönemeç alınmış oldu. Bu durum, yürümekte olan kritik davaların seyri açısından özellikle önemli olduğu kadar, AKP hakkında yeni kapatma davaları açılmasının hemen hemen imkânsız hale getirilmesi anlamına da geliyordu. Ardından geçtiğimiz Haziran ayında AKP’nin üçüncü kez genel seçimleri kazanması ve bunu oylarını yüzde 50 düzeyine çıkararak yapması statükocular açısından ikinci büyük darbe oldu. Söz konusu kesimler seçimlerde AKP’nin kendi başına hükümet kurmasına yetmeyecek bir sonuç alması için tüm çabalarını yoğunlaştırmışlardı. Bu sonuçla kendi gücüne olan özgüveni adeta sınırsız ölçüde artmış olan AKP, Erdoğan’ın mutlak liderliğinde yeni hükümeti kurdu ve bir dizi yeni kanun hükmünde kararnamelerle kendi konumunu daha da pekiştirerek yoluna devam etti. Son darbe ise geçtiğimiz Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura sürecinde gerçekleşti. Şura’da istedikleri tayin ve terfileri elde edemeyeceklerini gören Genelkurmay başkanı ve biri hariç diğer tüm kuvvet komutanları topluca istifa ettiler. Bu fiyakalı hareket umulan yankıyı bulmadığı gibi, ardından hükümet hiç istifini bozmadan, boşalan makamlara kendi istediği tayin ve terfileri yaptı. Tüm bu süreçteki tutumuyla hükümet, Yüksek Askeri Şura’nın da artık efendisi olduğunu ortaya koymuş oldu. Bu arada anayasa değişikliğinden bu yana gerçekleşen bir başka olgu da, daha önce ordudan irtica suçlamasıyla YAŞ kararları marifetiyle atılanların geri dönmeye başlamasıydı. Kaba bir özet yapılacak olursa, 2003’ten bu yana MGK’nın elindeki yetkiler sınırlandırılmış, içindeki asker rolü kısıtlanıp hükümet rolü arttırılmış, üst yargının kapalı kast sistemi kırılmış, askeri yargının kapsama alanı daraltılmış, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının kapsamı genişletilmiş, cumhurbaşkanlığı makamı ve YÖK Kemalist statükonun elinden alınmış, ordunun üst kademesini düzenleyen Yüksek Askeri Şura tümüyle generallerin elindeki bir kurum olmaktan çıkarılmış, statükocu güçlerin medya üzerindeki tekelci hâkimiyeti kırılmıştır. Böylece cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tabu olan birçok kuruma dokunulmaya ve bu kurumlar görülmemiş ölçüde sorgulanmaya başlanmıştır. Bunların anlamını da tek cümleyle özetlemek gerekirse, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süren, değişik tarihsel dönemler itibariyle etkisi dalgalı bir se-
sayı: 79 • Ekim 2011
yir izleyen asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki ağırlığı azaltılmakta, giderek tasfiye edilmektedir. Şimdiye kadar parça parça gelmiş olan bu süreçte asıl bütünleyici hamlenin ise yeni anayasayla yapılmaya çalışılacağı anlaşılıyor. Pek muhtemelen yeni anayasa ile birlikte tüm bu değişiklikler kendi içinde az çok tutarlı bir anayasal temele de kavuşturularak bu değişim nihai şeklini alacaktır. Görünen budur.
Bir olağanüstü rejime mi geçtik? Türkiye’deki burjuva siyasal yapılanmada ciddi bir değişim anlamına gelen söz konusu süreç, aynı zamanda egemen sınıf içi dengelerde yaşanan değişimi yansıtmaktadır. Bu değişim karşısında kaybeden taraflar öfke ve hezeyan içinde, ki bu da doğal. Onlara göre cumhuriyet elden gitmektedir/gitmiştir ve yerine “dinsel gericiliğin”, “İslam faşizminin” vb. hâkim olduğu karanlık bir rejim gelmektedir/gelmiştir. Ya da bir başka anlatımla, “Birinci Cumhuriyet”e son verilmekte ve meşum “İkinci Cumhuriyet” kurulmaktadır! Burjuvazinin statükocu Kemalist kesimlerinin böylesi feryatları anlaşılır olsa da, tuhaf olan sosyalist sıfatını taşıyan, devrimcilik iddiasında olan çeşitli çevreler arasında da benzer tutum ve yaklaşımların mevcut olmasıdır. Gerçekten de sosyalist solun belli bir kesimi Türkiye’de yaşanan değişimleri “Birinci Cumhuriyet’in sona ermesi, İkinci Cumhuriyet’in başlaması” olarak değerlendiriyor. Bunlar arasında bu İkinci Cumhuriyet’i araya kelime oyunu da karıştırarak “2. el-cumhuriyet” olarak nitelendirenler de mevcut.1 Bununla Arap ve İslam göndermesi yapılmakta, devletin bu yeni yapılanmasının adeta bir İslam cumhuriyeti olduğu ima edilmektedir.2 Bu nitelemelerde yansıdığı üzere, söz konusu kesimler bu İkinci Cumhuriyet’i bir geriye gidiş olarak, olumsuz bir gelişme olarak görüyorlar. Kimi zaman açık, ama çoğu zaman kapalı ve muğlâk biçimde de olsa bunlar “Birinci Cumhuriyet” dedikleri cumhuriyete olumlu/ilerici/devrimci yönler atfediyorlar. Zaten esasen bu nedenle “İkinci Cumhuriyet”in gerici bir gelişme olduğunu vurguluyorlar. Örneğin son YAŞ sürecinde yaşanan komuta kademesi istifaları dolayısıyla yaptıkları resmi açıklamada TKP “İkinci Cumhuriyet ordusunu kuruyor” başlığını atıyor ve şunları söylüyor: “Türkiye büyük bir hızla sadeleşmektedir, İkinci Cumhuriyet Birinci Cumhuriyet’ten arta kalanları sahnenin dışına süpürmektedir. Birinci Cumhuriyet’in kazanımları artık sadece ve sadece bu ülkenin sosyalist geleceğinde ve farklı bir temelde yaşatılabilir.” Buradan “Birinci Cumhuriyet”in üzerine titrememiz gereken bazı önemli kazanımları olduğunu anlıyoruz. Buna geleceğiz, fakat daha önce İkinci Cumhuriyet’in nasıl nitelendiğine bakalım. Şöyle diyor TKP önde gelenlerinden Aydemir Güler: “TKP geçmiş burjuva cumhuriyetin kendisini reddederek islamcı-faşist bir rejime dönüş-
marksist tutum
mesinin karşısında, sosyalizmin biricik alternatif haline geldiğini iddia etmektedir.” Topladığımızda şöyle bir şey çıkıyor ortaya: sosyalistlerin de sahiplenip geleceğe taşıması gereken birtakım kazanımlara/değerlere sahip Birinci Cumhuriyet gitmiş, yerine “İslamcı-faşist” bir rejim anlamına gelen İkinci Cumhuriyet gelmiştir! TKP bizzat son kongre kararlarıyla bu dönüşümün tamamlandığı dönüm noktasını da 12 Haziran seçimleri olarak ilân etmekte. Yani 75 milyonluk Türkiye toplumu 12 Hazirandan beri, hem de İslami versiyonuyla faşizm altında yaşamaktadır! Doğrusu insan bu tahlillere söyleyecek söz bulmakta zorlanıyor. TKP’nin Kemalist olduğu iyi biliniyordu da, gerçekler dünyasından bu denli kopmalarına yol açan derin bir travma yaşadıkları herhalde pek tahmin edilemezdi. Altı üstü Kemalist vesayet mekanizmalarının şu ya da bu ölçüde tasfiye ediliyor olmasının kendine komünist diyen bir hareketi bu denli naçar hale getirmesi, Marksizmi tahrifat okuluna bir katkı olarak tarih sayfalarına geçmeyi hak ediyor. Marksistler rejim değişikliğinden, hele de “faşist rejime geçildiğinden” kolayca söz etmezler, edemezler. Bunlar işçi sınıfının siyasal mücadelesi açısından son derece ciddi, önemli konulardır. Burjuva düzenin olağanüstü rejimleriyle olağan rejimlerini birbirine karıştırmak, bunları doğru teşhis edememek vahim hatalardır. Elbette TKP ve diğerleri bu tür tahlilleri feraset eksikliğinden yapmıyorlar. Bu hareketler tüm sosyalizm söylemlerine rağmen, esasen sol Kemalist bir çizgiye oturmakta ve kendilerine gerçek hedef kitle olarak da toplumun Kemalist değerleri benimsemiş kesimlerini seçmektedirler. CHP’nin Kemalist tabanına oynamaktadırlar ve kendi tabanları da baskın olarak bu duyarlılıklar temelinde harekete geçmektedir zaten. Son seçimlerde yaşanan tablo da bunu açıkça ortaya koymuştur. TKP iddialı hedefine rağmen bir önceki seçimden bile daha az oy almıştır. Çok açık biliniyor ki o kitle Kılıçdaroğlu hamlesiyle sol bir kılığa büründürülmeye çalışılan CHP’ye oy vermiştir. Aynı şey ÖDP (ve Halkevleri) için de geçerlidir. ÖDP her ne kadar seçime girememişse de, ayrıntılı seçim sonuçları ÖDP seçmeninin Blok adaylarından ya da diğer bağımsız sosyalist adaylardan ziyade, CHP’ye oy verdiğini göstermektedir. ÖDP’nin belediyeye sahip olduğu Hopa’da CHP’nin aldığı oylar bunu özellikle çarpıcı biçimde göstermiştir. Marksistler rejim değişikliğinden, hele de “faşist rejime geçildiğinden” kolayca söz etmezler, edemezler. Bunlar işçi sınıfının siyasal mücadelesi açısından son derece ciddi, önemli konulardır. Oysa burada andığımız sosyalist olma iddiasındaki çeşitli çevreler faşizm ya da şeriat konusunda son derece ciddiyetsiz tutumlar sergilemektedirler. Burjuva düzenin olağanüstü rejimleriyle olağan rejimlerini birbiri-
3
marksist tutum
ne karıştırmak, bunları doğru teşhis edememek vahim hatalardır. Bugün Türkiye’de, içinde birçok sosyalist partinin de olduğu çok partili seçimlere dayalı parlamenter demokrasinin yürürlükte olduğu bir rejim hüküm sürmektedir. Önceki dönemlerde olduğu gibi sosyalist partilerin, sendikaların kapısına kilit vurulduğu, sosyalist yayınların yasak olduğu vs. bir Türkiye’de yaşamıyoruz herhalde! Gerçi bu noktalarda bugün de ciddi sorunların varolduğu ve baskıların yaşandığı gözardı edilemez. Bununla beraber, faşizm ile çok partili parlamenter demokrasi arasındaki farkın kof ajitasyonlarla ve ciddiyetsizce karartılmasına da asla prim verilemez. Bu farkı bilmeyenlerin ya da bilmezden gelenlerin faşizm gerçekten geldiğinde nerelere savrulduğu iyi bilinir. Öte yandan dikkat çekilmesi gereken gerçek bir husus var ki, o da tüm dünyada bir otoriterleşme eğiliminin işlemekte olduğudur. Bu gelişmenin Türkiye’ye yansımasının, AKP hükümetinin “dinciliğiyle” vb. ilgisi yoktur. Bu, kapitalist sistemin tarihsel bunalımının doğurduğu genel bir sonuçtur. Burjuvazi dünya ölçeğinde şiddetli bir sınıf mücadelesine hazırlanmakta ve işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırma yolunda tedbirler almaktadır. Evet, bu anlamda tüm dünyada polis devleti uygulamaları yaygınlaşmaktadır. Bunun en belirgin tezahürü de “terörle mücadele” bahanesiyle çıkarılan sözde anti-terör yasaları ve bu temelde geliştirilen uygulamalardır. Bu tür yasa ve uygulamalarla çeşitli demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmakta ve demokrasinin beşiği diye tanıtılan Avrupa ülkelerinde bile geçmişin büyük mücadeleleriyle elde edilmiş kazanımları hızla aşındırılmaktadır. Ama bu otoriterleşme eğilimi henüz faşizme ya da Bonapartizme geçildiği anlamına gelmemektedir. İleride sınıf mücadelesi çok daha keskin biçimler aldığında, parlamenter demokrasiler pekâlâ rafa kaldırılabilecek ve olağanüstü rejimler kurulabilecektir. Bu konuda kimse pembe demokrasi hayallerine kapılmamalıdır. Ancak henüz böylesi bir değişiklik yaşanmadığı gibi, Türkiye sözkonusu olduğunda da otoriterleşmeyi düşündüren uygulamaların şeriatçılıkla ya da İslami faşizmle vb. bir ilgisi yoktur. Askeri biçimiyle olsun sivil biçimiyle olsun, faşizm ya da Bonapartizm gibi olağanüstü rejim biçimlerinin tarihsel pratikle ortaya çıkmış tanımları ve göstergeleri bellidir. Kimse Marksizmin bilimsel kazanımlarını tarumar etmeye kalkmamalıdır. (Bu konuda ayrıntılı bilgi ve Marksist bir tahlil için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili, Tarih Bilinci Yayınları)
“Birinci Cumhuriyet” Sosyalist solun Kemalist kesimlerinin önceleri “numarasız” olarak telaffuz ettikleri, şimdi ise “Birinci” dedikleri Cumhuriyet’te buldukları pek değerli şeyler nelerdir? Çoğu bunu açık biçimde tarif etmekten utangaçça kaçın-
4
Ekim 2011 • sayı: 79
sa da, ilgili metinlere bakıldığında genel olarak “bağımsızlıkçılık”, “laiklik” ve “aydınlanmacılık” gibi hususların sayıldığını görüyoruz. Yine iddiaya göre, yeni gelen cumhuriyet bunları tasfiye etmiştir. Günümüz dünyasında işçi sınıfının öncelikle üzerine titizleneceği değerler olarak böylesi hususların sıralanıyor olması bile, önümüzde duran şeyin açıkça bir işçi sınıfı sosyalizmi değil burjuva sosyalizm anlayışı olduğuna işaret ediyor. Aynı şekilde, bir ülkede rejim değişikliği tespitinin bu tür ölçülere (bağımsızlıkçılık, laiklik, aydınlanmacılık) bağlanması da doğrusu Marksist siyasal analiz sahasında yeni bir buluş (!) olarak nitelendirilmeyi hak ediyor! Ama bu sıralanan öğelere somut olarak baktığımızda daha gülünç bir manzarayla karşılaşırız. Örneğin bağımsızlık meselesine baktığımızda, söylenenlerden sanırsınız ki Türkiye bağımsız bir burjuva devlet olmaktan çıkmış ve bir sömürge durumuna girmiştir. Bugün artık dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında girmiş ve bunu temsil eden G-20’de yer alan, sermaye grupları dünyanın dört bir yanında yatırımlar yapan ve bölgede yayılmacı politikalar güden alt-emperyalist (emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında) bir ülke konumundaki Türkiye’nin bağımsızlığını yitirdiğini iddia etmek iyice gülünç olmaktadır. Artık bıktırıcı hale gelmiş olsa da temel gerçekleri yinelemek durumundayız. Entegre bir dünya ekonomisi üzerine yükselen bir dünya sistemi olarak kapitalizmde tüm ülkeler hiç kuşkusuz eşitsiz bir temelde ama karşılıklı olarak birbirine bağlı ve dolayısıyla bağımlıdır. Elbette bu genel karşılıklı bağımlılık temeli üzerinde farklı ülkelerin göreli bağımsız hareket yetenekleri farklı farklıdır ve bu da esas olarak güçle orantılıdır. Geleceğin sosyalist dünyasının sözde “tam bağımsızlık” adalarının toplamından oluşmayacağı açık olduğu gibi, bunun sosyalist ideallerle bağdaşmadığı da açıktır. Bu nokta bir kez netleştirilince, bağımsızlık denen sorunun da siyasal bir sorun olduğu ve bunun da tümüyle siyasal olarak bağımsız bir devlet anlamına geldiği açıklığa kavuşur. Bunun da tek anlamı, bir ülkenin, geçmişte dünyada yaygın bir durum olan sömürge ya da yarı-sömürge statüsünde olmamasıdır. Bunun dışında bağımsızlık/bağımlılık sorunun devrimci işçi sınıfı ve Marksizm açısından bir politik mücadele konusu olarak anlamı yoktur. TC 1923’ten beri bağımsız bir devlettir. Laikliğe gelince, Türkiye’de burjuva devletin hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmadığını, devletin her zaman o uzun burnunu dinin içinde tutmuş olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek var mıdır? Türkiye’de laikliğin olmadığının en temel kanıtı ve dev bir abidesi olan Diyanet, o yüce “Birinci Cumhuriyet”in eseridir. AKP’nin gelmesi ve son dönem yaşanan değişimlerle bu noktada anayasal ve yasal açıdan bir değişiklik olmamıştır. Okullarda zorunlu din dersi eğitimi ise bilindiği gibi 12 Eylül faşizminin bir ürünüdür. Yok eğer, “laikliğin elden gitmesi” gibi feryatlarla kastedilen, üniversitelerde türban yasağının şu an için fiili
sayı: 79 • Ekim 2011
olarak önemli ölçüde kaldırılmış olmasıysa, bu konuda ilk söylenecek şey, bu uygulamanın bizzat laikliğin evrensel ilkelerinin bir gereği olduğudur. Laik bir devlet kişilerin eğitim hakkını inanca göre sınırlayamaz! Kaldı ki bu sorun bile yasal olarak kesin biçimde çözülebilmiş değildir. Dini inançlarının gereği olarak bir başörtüsü takıyorlar diye –üstelik reşit olma yaşına gelmiş– genç kızların eğitim hakkından mahrum bırakılmalarını sosyalizm adına savunmak, ancak utanç verici bir tutum olabilir. Kemalist cumhuriyetin aydınlanmacılığı konusunda ise Marksist Tutum olarak daha evvel söylediğimiz şu sözleri hatırlatmak isteriz: “Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti «Aydınlanma devrimi» olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır. Bırakalım komünizm kisvesine bürünmüş Kemalistler bizzat Kemalizmin paçavraya çevirdiği Aydınlanmaya «elden gitti» diye ağıtlar yakadursunlar, devrimci işçi sınıfını aydınlatan ışık burjuva Aydınlanmanın değil Marksizmin ışığı olmaya devam edecektir.” (İlkay Meriç, Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm/2, MT, Şubat 2011) Sadece bu sınırlı ölçüde ele aldığımız hususlara bakmak bile 1923’te kurulan burjuva cumhuriyetin bugün işçi sınıfı açısından savunulacak ya da bağra basılacak pek büyük bir değeri olmadığı ortaya çıkar. Elif Çağlı’nın ifade ettiği gibi, “M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. (…) Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini
marksist tutum
peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.” (Bonapartizmden Faşizme, s.222-3) Aynı eserde bizim burada eleştirdiğimiz sosyalist kılığındaki sol Kemalizmin tutumları ve cumhuriyetin kuruluşunu damgalayan Kemalizmin niteliği konusu da şöyle değerlendirilmektedir: “Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar. (…) Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir. “(…) Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir.” (s.230-1) Bu tepeden inme burjuva devrimciliği sonucunda oluşan rejim ise sıradan bir burjuva demokrasisi bile olmayıp, despot bir baskı rejimidir. “Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıy-
5
Ekim 2011 • sayı: 79
marksist tutum
la somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. (age, s.225)
* * * Tüm bu hususları alt alta koyup topladığımızda, TC devletinin 88. yılına girmekte olduğu şu günlerde, önümüzde beliren gerçek durumu ve bunun işçi sınıfı açısından ifade ettiği şeyleri kısaca şöyle ortaya koyabiliriz: Türkiye’de son yıllarda yaşanmakta olan değişikliği olağan burjuva rejimden olağanüstü bir rejime geçiliyormuş ya da tersiymiş gibi göstermek abartılıdır ve gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Ne olağan parlamenter rejimden faşizmin ya da Bonapartizmin bir türüne geçilmektedir ne de tersi geçerlidir. Yaşanmakta olan, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süregelen asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki hâkimiyetini sağlayan özgün mekanizmaların şu ya da bu ölçüde tasfiyesidir. Bu tasfiye mevcut olağan burjuva rejimin genel çerçevesi içinde gerçekleştirilmektedir. Bir yönüyle Kemalizm de demek olan vesayet mekanizmalarının tasfiyesi, son tahlilde yüksek rütbeli subayların, diğer bürokratların ve onların etrafındaki egemen sınıf kesimlerinin oluşturduğu kast tipi yapının çözülmesi sorunudur. Burada belirtilmesi gereken bir husus, bu sürecin tamamlanmamış olduğudur. Bazı hassas olgular hâlâ yerinde durmaktadır. Birincisi bu fiili durum henüz tümüyle hukuki olarak tescillenmemiştir. Yani somutlamak gerekirse, örneğin Genelkurmay Savunma Bakanlığı’na bağlanmamıştır. İkinci bir baş çeken askeri yargı sistemi hâlâ yerinde durmaktadır. Darbelere hukuki bir meşruiyet zemini sunan 35. madde yerli yerinde durmaktadır. Yeni anayasa sürecinde muhtemelen bu hususlara da el atılacaktır. Öte yandan, bu hukuki tescil boyutu kendi başına önemli olmakla beraber, bir diğer önemli husus Türkiye’de ordunun subay yetiştirme düzeneğidir. Daha lise çağında çocukların özel bir kast doktriniyle yetiştirildikleri bir sistemden bahsediyoruz. Elbette genel toplumsal gelişme ve vesayet sisteminin fiili ve hukuki olarak bitirilmesi anlamına gelen değişiklikler zaman içinde subayların özel dünya görüşünü törpüleyecektir. Ancak Kemalist doktriner askeri eğitim sistemi yine de uzun süre etkisini sürdürecektir. İstifa eden genelkurmay başkanı Işık Koşaner’in açığa çıkan ses kaydında sarf ettiği sözler bu anlayışı açık biçimde ortaya koymaktadır. Koşaner bu konuşmasında 35. maddenin kaldırılıp kaldırılmamasının hiçbir önemi olmadığını, kim ne derse desin “rejimi koruma ve kollama vazifesinin” TSK’nın en doğal ve temel görevi olmaya devam edeceğini vurguluyor. Dolayısıyla zayıf bir hükümet geldiğinde vesayetçi reflekslerin yeniden hortlayabileceği ihtimalini hatırda tutmak gerekiyor. Bu hususlar elbette Türkiye ve benzeri ülkelerde hüküm süren bu tür özgün yapılara ilişkin yönleri ortaya
6
koymaktadır. Diğer yandan bu özgünlükler temizlendiğinde ortalık günlük güneşlik olmayacaktır. Çünkü geriye kapitalist sömürü düzeninin “evrensel norm” niteliğindeki baskı mekanizmaları kalacaktır. Ve bu çerçevede konuşacak olursak, askeri darbeler, olağanüstü rejimler kapitalizmin doğasında vardır. Vesayet mekanizmalarının tasfiyesi, sosyalist geçinen sol Kemalistlerin aksine, işçi sınıfı açısından üzülecek bir şey değildir. Diğer birçok anlamının yanı sıra devlet aygıtında iplerin bürokrasiden siyasetçilere, seçilmemişlerden seçilmişlere doğru geçmesi anlamına gelen bu süreç genel olarak burjuva demokrasisinin normuna doğru bir ilerlemedir. Ancak tüm bunların işçi sınıfının demokratik talepleri asçısından son derece yetersiz olduğu açıktır. Bugün işçi sınıfının önündeki asıl gündem ve sorunlar güya cumhuriyetin elden gitmesi, ya da aynı anlama gelmek üzere, “laiklik”, “Türkiye’nin bağımsızlığı” ya da “aydınlanma” değil; işçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal hak ve özgürlüklerine yönelik yoğunlaşan saldırıları püskürtmek, başta işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesinin önündeki engeller olmak üzere Türkiye’de her zaman kısıtlı olmuş olan demokratik hak ve özgürlükleri ilerletmek, Kürt halkına yönelik baskı ve şiddete karşı çıkarak onun kendi kaderini özgürce tayin etmesini sağlamak, emperyalistleşen Türkiye’nin bölgede girişmeye hazırlandığı yayılmacı ve militarist politikaları boşa çıkarmak ve tüm bunları proleter devrimci bir perspektif içinde gerçekleştirmektir. İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu bu gerçek sorunların çözümü, Stalinist bir ufukla, yani devletçi bir sosyalizm anlayışıyla mümkün değildir. Bu anlayışa sahip TKP gibi kesimler, “İkinci Cumhuriyet”in karşısına “sosyalist cumhuriyet” projesini koyuyorlar sözümona. Ancak bu sosyalist cumhuriyetin işçi sınıfının egemenliğini somutlayan bir işçi devleti olmadığını biliyoruz. Bu anlayışta olanların “sosyalist cumhuriyet”i, tepeden inme bir bürokratik kararname cumhuriyetidir. Devrimci Marksistler ise 1917 Ekim Devriminde olduğu gibi, hakiki bir işçi sınıfı devrimi ve işçi sovyetleri üzerinde yükselen bir işçi devletinden yanadırlar ve bunun için mücadele ederler. Böylesi bir devletin ifade ettiği cumhuriyet enternasyonalist karakterde bir işçi sovyetleri (konseyler) cumhuriyeti olacaktır.n ________________________ 1
ÖDP’deki hâkim siyasal eğilimin önde gelen isimlerinden Melih Pekdemir.
2
Bu Arap ve İslam düşmanlığının Kemalist kesimde çok hâkim bir duygu olduğunu vurgulamakta fayda var. Bunun skandal boyutlardaki son bir örneği Kemalist kesimlerin bugünlerdeki gözde gazetesi Sözcü tarafından verildi. 22 Eylül tarihli nüshası sekiz sütuna çift satır verilen devasa manşette Erdoğan kastedilerek, “Tertemiz Alnını Arap’a Öptürdü” yazıyordu. Keza aynı gazetenin yazarlarından birinin (Mehmet Türker) bundan birkaç gün sonraki yazısının başlığı şöyle: “Bıktık bu Arap aşkından”
Türkiye’nin Emperyalist Atakları Utku Kızılok
T
ürk burjuvazisi kendisi için yatırım ve pazar alanları oluşturmak, uluslararası siyaset arenasında dikkate alınacak bir nüfuz elde etmek ve dolayısıyla yürüyen emperyalist paylaşımdan pay kapmak amacıyla Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar dört bir yana ulaşmaya, buralarda yerleşmeye çalışıyor. Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın kapitalistlerin de içinde bulunduğu kalabalık bir grupla Kuzey Afrika’ya yaptığı “Arap Baharı” turu, Türkiye’nin emperyalist hamlelerinde önemli bir evreyi temsil etmektedir. Bir zamanlar, meselâ 1950’lerde Adnan Menderes’e hüsnü kabul göstermeyen “Arap sokağı”nın; Mısır, Tunus ve Libya’da Başbakan Erdoğan’ı bağrına basması uluslararası siyasetteki değişimin ve Türkiye’nin bölgede ulaştığı ekonomik ve siyasi gücün bir göstergesidir. Aslında Erdoğan’ın Kuzey Afrika çıkartmasını, hemen bu gezi öncesine denk gelen İsrail’e yaptırım kararını, Filistin sorununun gündeme taşındığı New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmayı bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Türkiye, İsrail’i hedefine oturtarak uluslararası siyasal arenada, emperyalist çıkışını yüksek perdeden dile getirmiştir. Şurası çok açık ki, mazlum Filistin halkının davasını emperyalist yükselişine kaldıraç yapmaya çalışan Türkiye, Filistin’in
hamisi rolünde Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmayı amaçlıyor. Dolayısıyla Filistin sorununun sahiplenilmesi Türkiye’nin emperyalist strateji ve taktiklerinin bir tezahürüdür. Bugün için söylersek, Türkiye burjuvazisi büyük emperyalist rakipleri karşısında ekonomik ve askeri açıdan henüz güçsüzdür. İşte bu güçsüzlüğünü, Müslüman kimliğini ve bölgedeki halklarla tarihsel bağlarını daha fazla öne çıkartarak ve başta Filistin halkı olmak üzere yoksul ve mazlum halkların hamisi rolüne soyunarak aşmaya çalışıyor. Erdoğan’ın, BM kürsüsünden dünya kamuoyu önünde İsrail’i alabildiğine sert bir dille eleştirmesi, Avrupalı emperyalistlerin sömürgeciliğinden, Afrika’nın yağmalandığından, açlıktan kırılan Somali halkına yardım edilmediğinden, Birleşmiş Milletler’in ise bu adaletsizlikler karşısında çözüm üretemeyerek acze düştüğünden dem vurması, “mazlumların hamisi” yaklaşımının bir yansımasıdır. Burada kavranması gereken husus, yükselmekte olan ve paylaşım sofrasında kendilerine yer açılmasını isteyen yeni güçlerin, bu amaç doğrultusunda ezilen halkların davasını kullanmaktan geri durmayacaklarıdır. Time dergisine verdiği mülakatta ise, Erdoğan’ın, BM’ye dönük eleştirileri daha da sertleşiyor. BM’nin verili yapısını, bilhassa tüm ipleri elinde tutan ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan Güvenlik Konseyi
7
marksist tutum
Ekim 2011 • sayı: 79
Türk burjuvazisi kendisi için yatırım ve pazar alanları oluşturmak, uluslararası siyaset arenasında dikkate alınacak bir nüfuz elde etmek ve dolayısıyla yürüyen emperyalist paylaşımdan pay kapmak amacıyla Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar dört bir yana ulaşmaya, buralarda yerleşmeye çalışıyor. Daimi Temsilciliğinin niteliğini eleştiriyor. Bu çıkışıyla Türkiye, eski güç ilişkilerine göre oluşturulmuş BM’nin ve onun mekanizmalarının, mevcut durumuyla devam edemeyeceğini ve kendisi gibi yükselen emperyalist güçlere yer açılması gerektiğini ilan etmiş oluyor. Şu hususun altını önemle çizmek gerekiyor: Paylaşım sahnesine yeni ve atak güçlerin çıkmasıyla emperyalist odaklar arasındaki güç ilişkileri değişmeye başlamış ve bu değişim uluslararası siyasette yansımalarını da bulmuştur. Nitekim devamlı işaret ettiğimiz üzere ABD emperyalizmi bu değişimi fark ettiğinden, arkadan gelenlerin kendi hegemonyasını sarsıp üste çıkmaması için uzun soluklu bir savaş başlatmış, özellikle Çin ve Rusya gibi rakiplerini henüz erken aşamada kuşatmaya girişmiştir. Bir süredir dünya siyasetinde Türkiye’nin yanı sıra, geleneksel güç Çin ve Rusya’nın haricinde Hindistan ve Brezilya’yı daha fazla görüyoruz. Hâlâ dünya ekonomisinin motor gücü olan ABD emperyalizmini bir kenara bırakacak olursak, tarihsel emperyalist güçler, özellikle de Avrupalı emperyalistler geçmişteki konumlarına nazaran, uluslararası siyasete yön verilmesi noktasında bir gerileme içindedirler. Avrupalı emperyalist güçlerin derdine derman olması amacıyla hayat verilmeye çalışılan AB projesi, ekonomik bir birlik olmaktan ileri gidememiş (kriz bu ekonomik birliği de parçalama yönünde ilerliyor) ve hüsranla sonuçlanmıştır. Neticede, Avrupalı emperyalist güçler ABD’nin karşısına bir blok olarak çıkmayı başaramamışlardır. Avrupalı emperyalistler bir blok olarak paylaşım alanlarına inemedikleri için, her birisi bağımsız olarak kendi gemisini yürütmeye çalışıyor. İngiltere’den sonra Fransa’nın da ABD’ye yanaşması ve onun açtığı yoldan ilerlemesi bu duruma örnektir. Fransız burjuvazisi, yeniden Kuzey Afrika’ya etkili bir şekilde dönmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da Fransa ile Türkiye’nin rekabeti de dikkat çekiyor. Fransa ve İngiltere liderleri Sarkozy ve Cameron’ın apar topar Libya’ya gitmeleri ve Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezi-
8
sinin etkisini kırmaya çalışmaları, aslında uluslararası siyasetteki değişimleri de gözler önüne sermektedir. Türkiye, hâlihazırda Batı ekseni dâhilinde hareket etmektedir ve ABD’nin oluşturduğu planların ana çizgisinin ötesine taşan bir siyaset izlememektedir. Alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş Türkiye gibi ülkeler, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının ana kutuplarından birinin arkasına takılmadan emperyalist üst basamaklara tırmanamazlar. Alt-emperyalist bir ülkenin büyük emperyalist güçlerden tümüyle bağımsız hareket etmesi ve kendi başına oyun kurmasının olanağı yoktur. Dolayısıyla böylesi ülkelerin büyük emperyalist güçlerden birinin ya da ötekinin oluşturduğu eksene girmesi bir zorunluluktur. Ancak bu demek değildir ki, bu alt-emperyalist ülkeler tümüyle büyük emperyalist güçlere tâbi olurlar. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği şu husus oldukça önemlidir: “Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür.” Gerçekte Türkiye’nin durumu tastamam budur. Kaldı ki, emperyalist kutupların kesin çizgileriyle ortaya çıkmadığı, saflaşma ve hazırlık sürecinin devam ettiği günümüz benzeri konjonktürler, Türkiye gibi ülkelerin rakip emperyalist güçlerle aynı anda ilişkiye geçmesine ve kendilerine daha fazla manevra alanı yaratmalarına olanak tanımaktadır. Nitekim emperyalist paylaşım kavgasında oluşan çatlaklardan yararlanmaya çalışan Türkiye, bir yandan Batı ittifakı içinde yer alırken öte yandan Rusya ve Çin ile ekonomik ve askeri anlaşmalar yapmaktan, Ortadoğu’da, özellikle İsrail konusunda ABD’den farklı adımlar atmaktan geri durmamaktadır. ABD ise, altemperyalist bir güç haline gelen ve bölgede ekonomik ve
sayı: 79 • Ekim 2011
siyasi nüfuzu artan Türkiye’yi rakiplerine kaptırmamak ve planları dâhilinde kullanmak istemektedir. Bu durumda, alt-emperyalist bir güç olarak hareket eden Türkiye, ABD’nin planlarına bir jandarma, “uşak” ya da “taşeron” rolüyle mi dâhil edilmiş oluyor? Bu tür analizlerle uluslararası siyasetteki gelişmelerin açıklanamayacağı ve işçi sınıfına doğru bir bakış açısı sunulamayacağı açıktır. Özellikle son üç-dört yıldır geliştirdiği emperyalist strateji, siyaset ve taktiklerle Türkiye, ABD’nin planlarında kendine daha fazla yer açmaya ve böylece uluslararası siyasal arenada daha fazla söz sahibi olmaya çalışıyor. Bu ilişki biçimi ve düzeyi, sosyalist hareketin geneline hâkim olan ve politik kavrayışsızlığın bir ifadesi olan “taşeron/uşak” Türkiye yaklaşımının çok ötesindedir. Eğer kavramlara takla attırılmıyorsa Türkiye’nin nasıl bir “taşeron” ve “uşak” olduğu açıklanmalıdır. Emperyalist-kapitalist dünyada ilişkiler karşılıklı bağımlılık temelinde ama güçler dengesine göre şekillenir. Uluslararası siyasal arenada yaşanan değişimi açıklama ihtiyacı duyan, eski şablonlarla yol alamayacaklarının farkına varan çevrelerin Türkiye vb. ülkeler için ortaya attığı “taşeron” kavramlaştırması ise, emperyalist-kapitalist sistemin yapısının kavranamamasını gözler önüne seriyor. Bir patronun işlerinin bir bölümünü yapan, bu işi yaparken finansal olarak da tümüyle patrona bağımlı, onun denetlemesi ve yönlendirmesi altında olan, ilişkinin ne kadar süreceğini patronun belirlediği bir taşeron ile daha küçük sermayesiyle ve dolayısıyla daha az söz hakkıyla bile olsa o büyük patronla belli bir şirket ortaklığı kuran bir sermayedarın konumu aynı olabilir mi? Altemperyalist bir düzeye yükselen, bölgesinde ekonomik ve siyasi nüfuz elde eden, kendi arzularını “bağımsız” politik açılımlarla ortaya koyan ve bunu uluslararası siyaset arenasında dillendiren Türkiye’nin durumu bir taşerona değil, büyük patronun küçük ortağına denk düşmüyor mu? Bir örnekle somutlarsak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine dâhil olan Türkiye, genel çerçevenin dışına çıkmasa da, geliştirdiği hamlelerle basit bir oyuncu olarak kalmak istemediğini ortaya koymuştur. Emperyalist arzularını hayata geçirmek için yanıp tutuşan Türkiye burjuvazisi, özellikle emperyalist strateji ve taktikleri oluşturan AKP hükümeti, AB’nin geleceğinin belirsizleşmesi ve dünya krizinin derinleşmesini de hesaba katarak Ortadoğu’ya daha fazla müdahale etmeye başlamıştır. ABD’nin ve İsrail’in karşı durmasına rağmen Suriye ve İran’la çeşitli anlaşmalar yapmaktan, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplamaktan, askeri tatbikatlar gerçekleştirmekten, vizeleri kaldırmaktan, Ortadoğu’da AB benzeri bir ekonomik birlik oluşturmak için harekete geçmekten geri durmamıştır. Daha da önemlisi ABD ve AB emperyalistleri, nükleer silah üretmek istediği gerekçesiyle İran’a yaptırım kararı aldığında Türkiye, BM Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada “hayır” oyu kullanmaktan çekinmemiştir. Kuşkusuz Türkiye’nin amacı İran’ı korumak değil, Ortadoğu’da kendi önünü açmaktı. Şu gerçeği unutma-
marksist tutum
mak lazım: Türkiye ile İran Ortadoğu’da nüfuzlarını arttırmaya çalışan rakip güçlerdir. Batı ekseni içinde olan Türkiye’nin çıkarları İran’dan ziyade ABD ve AB ile kesişmektedir. İran, Filistin sorununu sahiplenerek, Batı ve İsrail karşıtı bir çizgi tutturarak Ortadoğu’da etkisini artırmaya çalışıyor. İşte bu nedenle Türkiye, Batılı emperyalistlerin İran’a dönük yaptırımlarına karşı durarak Ortadoğu’da etkisini güçlendirme yolunu açmaya girişmiştir. Emperyalist stratejiyi oluşturan AKP hükümeti bilmektedir ki, Ortadoğu’da ilerleyebilmek için Filistin halkına zulüm uygulayan İsrail’e tutum almak bir zorunluluktur. Bir taraftan Kürt halkına zulüm uygularken, öte taraftan tam bir ikiyüzlülükle Filistin halkının hamisi rolüyle uluslararası siyasette boy gösteren Türkiye, Batılı emperyalist güçleri karşısına alma pahasına İsrail’in burnunu sürtmeye dönük hamleler yapmaktadır. Davos’ta İsrail’in simge isimlerinden cumhurbaşkanı Şimon Perez’in âlemin önünde azarlanması ile başlayan süreç, Mavi Marmara hadisesi ile devam etmiş ve diplomatik ilişkilerin en alt düzeye indirilmesi noktasına gelmiştir. Emperyalist stratejiyi oluşturan AKP hükümeti bilmektedir ki, Ortadoğu’da ilerleyebilmek için Filistin halkına zulüm uygulayan İsrail’e tutum almak bir zorunluluktur. Bir taraftan Kürt halkına zulüm uygularken, öte taraftan tam bir ikiyüzlülükle Filistin halkının hamisi rolüyle uluslararası siyasette boy gösteren Türkiye, Batılı emperyalist güçleri karşısına alma pahasına İsrail’in burnunu sürtmeye dönük hamleler yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi bu hamlelerinin meyvesini toplamaya başlamıştır. Bilhassa Davos’ta Erdoğan’ın Şimon Perez’i azarlamasından sonra, Türkiye’nin prestiji Ortadoğu halkları nezdinde bir yükseliş kaydetmektedir. Nitekim Erdoğan’a olan ilgi Kuzey Afrika turunda da devam etmiştir. Türkiye, halk kitleleri nezdinde kazandığı itibarı ekonomik ve siyasi çıkara tahvil etmeye çalışıyor. Arap kitlelerin Türkiye’ye olan sempatisi, Müslüman bir ülke olmasına karşın gelişmiş, parlamenter sisteme dayalı görece demokratik bir işleyişi oturtmuş, seküler bir toplum oluşturmuş olmasından da ileri gelmektedir. Neticede her şey görecelidir: Bugün Türkiye’deki yaşam biçimi, pazardaki çeşitlilik ve toplumsal alandaki ilişkiler Ortadoğu’daki kitlelere çekici gelmektedir. Türkiye’nin televizyon dizilerinin Arap sokağında yoğun ilgi görmesi, kültürel davranışların kodlanmasını, Türkiye’den gidecek malların daha kolay pazar bulmasını, yatırım alanlarının önünün açılmasını da beraberinde getirmektedir. Şüphesiz AKP gibi İslamcı gelenekten gelen bir partinin iktidarda olması, Türkiye’nin Ortadoğu’da rol kapmasında önemli bir faktördür. “Arap Baharı”yla birlikte Mısır, Tunus ve Libya’da iktidar adayı haline gelen İslamcı partilerin AKP’yi örnek aldıklarını söylemeleri oldukça
9
marksist tutum
anlamlıdır. Sonuçta unutmayalım ki, Müslüman Kardeşler dâhil bu İslami hareketlerin tepesi çoktandır kapitalistleşmiş durumdadır. Bu kesimler, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlar. Kapitalist-emperyalist sisteme derinden entegre olmuş ve kapitalist piyasa ekonomisini içselleştirmiş Müslüman Türkiye’nin model ülke olarak ortaya çıkması, zeminsiz bir böbürlenmeden ziyade nesnel bir gerçekliği ifade etmektedir. Batı’da kök bulmasına karşın kapitalizm evrensel bir sistemdir: Tüm eski ilişkileri kendi potasında eritir ve doğasına uygun yeni ilişkiler yaratır. Kapitalist sistemin dışında olmayan ve derinden entegrasyon yoluna giren Ortadoğu coğrafyasındaki ilişkiler de kapitalizmin evrensel ilişkiler potasında daha fazla eriyecektir. Bu potaya çekilirken Türkiye’nin model olması ve rol oynaması hiç de gerçek dışı değildir. Dolayısıyla Ortadoğu’nun dönüştürülmesinde ABD’nin “model ortaklık” kavramlaştırması üzerinden Türkiye’ye rol biçmesi, Türkiye’nin “uşak” ve “taşeron” olmasından değil, ekonomik ve askeri açıdan önemli bir düzeye ulaşmış olmasından, bölgede etkili olabilmesinden ileri gelmektedir. Erdoğan’ın, İslami akımlardan gelebilecek eleştirileri ve yüz çevirmeleri göze alarak Mısır, Tunus ve Libya’da laikliğe vurgu yapması, yalnızca eksen tartışmalarına verilmiş bir yanıt değil, aynı zamanda Arap coğrafyasında Türkiye’nin rolünü başka bir ülkenin oynayamayacağını ortaya koymak içindir. ABD’nin “ılımlı İslam” projesine model olarak Türkiye’yi göstermesi boşuna değildir. Beyni dumura uğramış ulusalcı kesimlerin bunu
Ekim 2011 • sayı: 79
Türkiye’yi şeriata götürmek isteyen bir proje olarak sunmaları garabeti bir yana, bu proje tam da yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olarak sunulması projesidir. ABD emperyalizmi, bölgenin dönüştürülmesi bağlamında Türkiye’nin önünü açarken, beri taraftan da Türkiye’nin “bağımsız” hamlelerini dizginlemeye ve kendi kontrolü altına almaya çalışıyor. Bu noktada en sorunlu konuyu İsrail ile ilişkiler oluşturmaktadır. Hiç şüphe yok ki, Yahudi burjuvazisinin Amerika’da oynadığı rol, ilişkilerin derinliği ve ABD’nin bölgedeki ihtiyaçları İsrail’i ayrıcalıklı ve dokunulmaz yapmaktadır. Tam da bu nedenle, Birleşmiş Milletler’in Mavi Marmara gemisi baskınını inceleyen raporunun (Palmer Raporu) İsrail’e bir yaptırım uygulanmasını önermemesi ve hatta İsrail’in Gazze ablukasını haklı göstermesi, ABD’nin etkisinden bağımsız düşünülmez. Hülasa, ABD emperyalizmi elindeki manevra olanaklarına başvurarak şimdilik İsrail ile Türkiye’yi aynı anda idare etmektedir. Ancak belli bir noktada İsrail sorununun da bir biçimde çözümü gündeme gelecektir. Ortadoğu’daki statüko parçalanırken İsrail’in durumu aynı kalabilir mi? İsrail’in durumunu emperyalist savaş sürecinin nasıl şekilleneceği, Ortadoğu’da ittifakların kimler arasında olacağı, İran konusunda Türkiye’nin nasıl bir tutum alacağı belirleyecektir. Şu anda tüm emperyalist ve kapitalist güçler, aynı anda çok yönlü hamleler yapmaktadırlar. Türkiye emperyalizmi, NATO’nun füze kalkanı radar sisteminin kendi topraklarında kurulmasını kabul ederek önemli bir manevra yapmış bulunuyor. Bu hamlesiyle Türkiye, hem Batılı emperyalist kampta yer aldığının mesajını vermiş, İsrail’e yüklenme noktasında elini güçlendirmiş, PKK’ye karşı giriştiği operasyonlara ABD’nin göz yummasının ve daha da önemlisi kendisine insansız hava araçları vermesinin yolunu açmış, hem de İran ve Rusya’dan gelebilecek tehlikelere karşı önlem almıştır. Radar sistemi görünürde İran’a karşı kuruluyorsa da, esasında asıl amaç Rusya’dan gelebilecek füzelerin fark edilip imha edilmesidir. Türkiye burjuvazisi, radar sistemini kabul ederek bölgede çelişkileri biraz daha keskinleştirmiş ve savaş alevlerini bu topraklara doğru çekmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz Türkiye’nin bölgeye dönük emperyalist hamleleri, emperyalist savaş sürecine yeni bir Ortadoğu’nun dönüştürülmesinde ABD’nin “model ortaklık” dinamik getirmiştir. Düne kadar kavramlaştırması üzerinden Türkiye’ye rol biçmesi, Türkiye’nin “uşak” ve “taşeron” olmasından değil, ekonomik ve askeri açıdan “komşularla sıfır sorun” politikası önemli bir düzeye ulaşmış olmasından, bölgede etkili olabilmesinden güden Türkiye, gelinen evrede neileri gelmektedir. redeyse tüm komşularla “sorunlu”
10
sayı: 79 • Ekim 2011
hale gelmiştir. Elbette bu “sıfır sorun” yaklaşımı tümüyle Türkiye’nin emperyalist taktiklerinin bir ifadesiydi. Fakat Ortadoğu’daki parçalayıcı dinamikler bu taktiği çok geçmeden eskitmiş ve açığa düşürmüştür. “Arap Baharı”yla birlikte Türkiye burjuvazisi taktik değişikliğine gitmek zorunda kalmış ve meselâ aylar öncesine kadar can ciğer kuzu sarması olduğu Suriye’ye savaş ilan etme noktasına gelmiştir. Gerek radar sisteminin kurulmasını kabul ettiği, gerekse Suriye meselesinde ABD ile ortak bir çizgi izlemeye başladığı için, taktiksel olarak yakınlaştığı İran ile uzaklaşma sürecine girmiştir. Ayrıca İran, “liberal İslam”ı teşvik etmekle suçladığı Türkiye’nin, bu minvalde Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi lehine kullanmaya çalışmasından da rahatsız durumda. Diğer taraftan, İsrail’e karşı açıklanan beş maddelik yaptırım paketiyle ilişkiler iyice gerilmiş, İsrail’in Kıbrıs’ı fişteklemesiyle Akdeniz’de başlayan petrol arama çalışmaları ve dolaşan savaş gemileri tehlikeli süreci tırmandırmaya başlamıştır. Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da gerilim süreci daha da tırmanacak gibi gözüküyor. Suriye’ye dönük müdahale pişirilmekte, süreç olgunlaştırılmaya çalışılmakta. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist kapışmanın eninde sonunda İran’a uzanacağı, öncesinde ise Suriye’nin defterinin dürülmek istendiği yeterince açıktır. Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da gerilim süreci daha da tırmanacak gibi gözüküyor. Suriye’ye dönük müdahale pişirilmekte, süreç olgunlaştırılmaya çalışılmakta. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist kapışmanın eninde sonunda İran’a uzanacağı, öncesinde ise Suriye’nin defterinin dürülmek istendiği yeterince açıktır. 11 Eylül 2001 saldırısıyla başlayan süreçten bugüne değin Türkiye’nin, gerek bulunduğu bölge gerekse emperyalist arzuları nedeniyle savaşın dışında kalamayacağına işaret ediyoruz. Dün “komşularla sıfır sorun” nutukları çeken AKP hükümetinin şimdilerde yüksek perdeden savaş naraları atması bunun bir ifadesidir. Fakat Kürt sorununun varlığı ve hareketin ulaştığı düzey Türkiye emperyalizmine yaman bir dert oluşturmaktadır. Bölgede başlayacak bir savaş yalnızca Arap ve Türk emekçileri değil, aynı zamanda Türk ve Kürt emekçileri de karşı karşıya getirme tehlikesi barındırmaktadır. Özellikle son günlerde gerek Kürt düşmanlığı üzerinden gerekse Ortadoğu’daki emperyal hamleler üzerinden Türklük böbürlenmesi eşliğinde milliyetçilik yükseltilmeye çalışılıyor. İşçi-emekçi kitleler yürütülen emperyalist siyasetin peşine takılmak amacıyla, Türkiye’nin ne kadar büyüdüğüne, bölgesinde ne denli itibar gördüğüne, bunun gurur verici olduğuna, ekonominin büyüyeceğine ve bundan halkın da yararlanacağına bizzat vurgu yapılıyor. TÜSİAD’ından MÜSİAD’ına kadar sermaye örgütleri genel hatlarıyla AKP’nin oluşturduğu emperyalist siyasetin arkasına yığıl-
marksist tutum
mış durumdalar. Düne kadar AKP’nin karşısında yer alan –iç siyasette karşıtlığını hâlâ sürdüren–, statükocu güçlerin alanında hareket eden burjuva yazar-çizer takımı, şimdilerde AKP’nin emperyalist hamlelerinin arkasında durmak gerektiğini söylüyorlar. Geçen seneye kadar Ergenekoncuların sesi olan Hürriyet gazetesinin tepesinde oturan Ertuğrul Özkök şimdilerde şunları yazıyor: “Hazır olacaksın… Bu politika kafana yatmıyorsa da hazır olacaksın. Bak biri orada denizin dibini kazıyor; öteki burada senin başkentinin altını oyuyor. Büyük devletsen eğer; hele hele büyük lokma yemişsen; gemilerini Gazze’ye de göndereceksin; Doğu Akdeniz’i gölü ilan edenin başına da tebelleş olacaksın. (…) …Ankara’da seçilmiş bir hükümet varsa; o «Büyük politika» diyorsa, «Güçlü devlet» diyorsa; kafana yatmasa da; arkasında duracaksın. Durmalıyız…” Bir zamanlar Erdoğan için, “bilgisi zayıf, deneyimi eksik, eğitimi yetersiz, yabancı dil bilmez bir adam”, “Türk siyasetine yakışmıyor” diyen Fatih Altaylı ise, ABD gezisinden notlar aktarıyor: Balkan kökenlilerin bir toplantısında Erdoğan’ın ne denli sevildiğini, Balkan ülkelerin liderlerinin Erdoğan’a büyük saygı gösterdiğini, liderlerin lider gibi olduğunu, Arap halklarından sonra bu manzaranın kendisini şaşırttığını dile getiriyor ve Türkiye’nin, Erdoğan’ın deneyimlerinden yararlanabilmesi için siyaseti bırakmaması gerektiği çağrısında bulunuyor. Yiğit Bulut gibi milliyetçiler, İslamcı ve liberal çevrelerden yalakalarsa, adeta vecd halinde Erdoğan güzellemeleri döşeniyorlar. Asker-sivil bürokrasinin vesayetini gerileten AKP hükümeti, burjuva kesimler arasındaki çelişkiyi ve çatışmayı emperyalist siyaset üzerinden aşmaya çalışıyor. Türkiye’nin, Özal’la birlikte bir emperyal vizyonu olmasına rağmen, bu vizyonun ideolojik temellerini döşeyen ve uygulanabilir bir siyaset haline getiren esas olarak AKP hükümetidir. Böylece Türk burjuvazisi, AKP nezdinde emperyalist siyaset güdecek bir iradeye ve hatta ekonomik gücün önüne geçen bir siyasal perspektife kavuşmuştur. İşte AKP ve burjuvazi, geniş emekçi yığınları bu perspektifin arkasına yığmaya çalışıyor. Hayata geçirilen emperyalist hamleler neticesinde Türkiye’nin uluslararası siyasette dikkate alınması ve bölge halkları nezdinde itibar kazanması, yıllar yılı Batı toplumları karşısında aşağılık kompleksi yaşamış bu toprakların insanlarının gururunu okşamaktadır. BBC Türkçe web sitesinde çıkan bir yazı bu durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir: “Türk olmak birden bire havalı bir şey haline geldi. Her ne kadar kimse sizin dilinizi konuşmasa da.” Bu ulusal gururlanma emperyalist siyasetin savaş makinesine koşulursa, emekçi yığınlar için tam bir yıkım olur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında emekçi yığınlar bu ulusal gururlanma üzerinden körleştirildi ve birbirine kırdırıldılar. Bu bakımdan sosyalist hareket Türkiye’nin emperyalist yükselişi ve saldırganlığı karşısında çok uyanık olmalıdır.n
11
Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları /1 İlkay Meriç
B
askı, imha, inkâr ve asimilasyon politikaları nedeniyle kangrene dönüşmüş olan Kürt sorunu, üzerinde yaşadığımız topraklarda yaklaşık 150 yıldır varlığını sürdürüyor. Fakat bugün bu sorunun böyle köklü bir tarihi olduğu geniş kitleler tarafından ne yazık ki bilinmiyor. Aksine, tümüyle bilinçli bir devlet politikasının ürünü olarak, mesele, son otuz yılda ortaya çıkmış, dış güçler tarafından yapay olarak yaratılmış, bir avuç “eşkiya” tarafından başlatılmış bir “terör” sorunu olarak algılatılıyor. Yaratılan bu algı nedeniyle, kitleler sorunun gerçek niteliğini, meşruiyetini kavramak ve kabullenmekte zorluk çekmekte, şovenizme teslim olup akıl tutulmasına uğramaktadır. Oysa Kürt sorunu derin tarihsel kökleri olan ve bugün dört ülkeye dağılmış 20 milyondan fazla nüfusa sahip bir halkın bağrında hissettiği yakıcı bir sorundur. O nedenle Kürt sorunuyla ilgili temel tarihsel gerçekliklerin ortaya konması ve geniş emekçi yığınların bu temelde bilinçlendirilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Kürt sorununda izlenen devlet politikalarının en önemli boyutlarından birisi de zora dayalı asimilasyondur. Bu soruna ilişkin devlet politikalarının imha ve inkâr boyutunda dönem dönem değişiklikler olsa da, asimilasyon boyutu bu uzun tarihsel süreçte genel çizgileri itibarıyla değişmeden bugüne kadar gelmiştir.
12
Hatırlanacak olursa bir yıl önce Tayyip Erdoğan, Almanya’daki Türklerin anadilde eğitim haklarının gasp edilmesi karşısında, “asimilasyon insanlık suçudur” diyerek Angela Merkel’den Türk okullarına izin verilmesini istemişti. Oysa bu sözü söyleyen Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı ülkede, Kürtlere, anadillerinde eğitim görmek şöyle dursun, bu dili çarşı pazarda rahatça konuşmak bile ancak son yıllarda nasip olmuştu. Nitekim AKP’nin önde gelen kadrolarından ve “Kürt açılımı”nın mimarlarından olan Dengir Mir Mehmet Fırat geçtiğimiz aylarda verdiği bir röportajda şunları söylüyordu: “Başbakan «ret, asimilasyon ve inkârı kaldırdık» dedi ama bence ret ve inkâr bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, anadilinizi geliştirme imkânına sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.” (Vatan, 15.08.2011) Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının kökeni Osmanlı’nın son dönemlerine1 uzanmaktaysa da, bu politika “Türk ulusu” yaratma operasyonuna paralel olarak cumhuriyet döneminde büyük bir ivme kazanmıştır. Osmanlı’nın İttihatçı paşalarınca kurulan yeni cumhuriyetin birincil hedefi, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimlikleri Türkleştirmek ve bir Türk ulus-devleti inşa et-
sayı: 79 • Ekim 2011
mekti. 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.”2 Aynı anlayış Mustafa Kemal’in sözlerinde de yansımasını buluyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”3 TC’nin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini çekinmeksizin dile getirenlerin başını ise İsmet İnönü çekiyordu: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelikler] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” (Vakit, 27 Nisan 1925). İlerleyen yıllarda İnönü’nün ırkçı dili daha sertleşiyordu: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki birtakım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930). Aynı zihniyete sahip Nazi hayranı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930) Kuruluşundan itibaren TC egemenlerinin anlayışına damgasını basan bu ırkçı zihniyet, Kürt ulusal hareketini süngüyle bastırmayı ve zora dayalı asimilasyon politikalarıyla Kürt kimliğini yok etmeyi amaçlayan Şark Islahat
marksist tutum
Planında da tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Şeyh Sait isyanının kanla bastırılmasını takiben 1925 Eylülünde yürürlüğe konan ve Dersim katliamına giden yolda önemli bir dönemeç noktası teşkil eden bu plan, uzun yıllar boyunca yürürlükte kalması ve birçok maddesinin içerik olarak günümüze dek uygulamada varlığı koruması bakımından da büyük önem taşımaktadır.
Şark Islahat Planı
Milli Mücadele döneminde ve 1920’de oluşturulan Mecliste kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine yükselen Kürt halk hareketi, Türklük temelinde bir cumhuriyet oluşturmaya girişen Kemalist rejim tarafından şiddet yoluyla bastırılmak üzere hedefe konmuştu. Bu süreçte TC devletinin Kürt hareketinin önünü kesmek amacıyla hareketin önderlerine yönelik başlattığı tutuklama dalgası ve Kürt halkı üzerindeki baskıyı tırmandırması, 1925 Şubatında Diyarbakır, Malatya, Dersim, Elazığ, Bingöl ve Muş çevresinde bir Kürt isyanının patlak vermesine yol açtı.4 Şeyh Sait isyanı olarak anılan bu isyan, devletin Kürtlere yönelik yeni bir imha harekâtına girişmesinin bahanesi yapıldı. Bariz bir şekilde bir Kürt isyanı olmasına rağmen, Kemalist devlet bu imha hareketini ulusal ve uluslararası alanda meşrulaştırmak için bu isyanı bir irtica hareketi olarak lanse etti.5 İsyanı takip eden günlerde Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kanunu ve Hıyaneti Vataniye Kanunu sertleştirildi ve bunu Mart ayında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu izledi. Bu kanuna dayanarak oluşturulan İstiklal Mahkemeleri ise verdikleri idam kararlarını Meclisin onayını almaksızın infaz etme yetkisine sahiplerdi. Nisan ortalarında yakalanan ayaklanma önderlerinden Şeyh Sait ve beraberindeki 47 isyancı Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesinde göstermelik bir yargılamanın ardından idama mahkûm edildi ve infaz hemen ertesi gün, 29 Haziran 1925’te gerçekleştirildi. Ancak devlet terörü burada bitmedi. Eylül ayına gelindiğinde, Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı sıfatıyla imzaladığı çok gizli bir kararname hazırlandı: “Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname”. Bu kararname doğrultusunda hazırlanan “Şark Islahat Planı” ise 24 Eylülde Bakanlar Kuruluna sunularak onaylandı. Kemalist rejimin Kürt halk hareketinin bir daha belini doğrultamaması gayesiyle yürürlüğe koyduğu bu plan, her türlü baskı ve şiddetin yanı sıra, sistemli bir asimilasyonu da öngörüyordu. 27 maddeden oluşan bu planın ilk maddesi, “şark” illerinde yürürlükte olan Şeyh Sait ve beraberindeki 47 isyancı Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesinde göstermelik bir yargılamanın ardından idama mahkûm sıkıyönetimin bu programın uygulanmaedildi ve infaz hemen ertesi gün, 29 Haziran 1925’te gerçekleştirildi sı sona erene kadar devam etmesini ön-
13
marksist tutum
Ekim 2011 • sayı: 79
görüyordu. Ancak ne bu program kısa vadeli bir program Trabzon, Rize ve Erzurum’un kuzeyinden getirilen Türkler olacaktı ne de bölge sıkıyönetim uygulamasından kolayına de Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van Gölünün kuzeyikurtulabilecekti. Nitekim 1925’ten 2002 yılı sonuna kane naklolunacaktı. Buralara yerleştirilecek Türklerin nakil dar bölgede sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulaması masrafları ve bir yıllık iaşe giderleri devlet tarafından sağneredeyse kesintisiz bir şekilde devam etti. 1946’ya kadar lanacak, bunlara ev, hayvan ve tarım aletleri verilecekti. süren tek parti diktatörlüğü dönemini bir kenara bıraSekizinci maddeye göre, “isyandan kaynaklanan” zarar, kacak olursak, sıkıyönetimin en katı uygulandığı dönem özel bir vergi ile isyana katılan bölgelerdeki halktan tahsis 12 Eylül rejiminin damgasını bastığı 1980-2002 dönemi edilecekti. Yani devlet hem saldırıyor, imha ediyor, hem oldu. 12 Eylül 1980 faşist darbesinden başlayarak 1986 de katliamın tüm askeri masraflarını Kürt halkına yüklüyılına kadar özellikle Kürt illerini kapsayacak şekilde süryordu. dürülen kesintisiz sıkıyönetim, 1986’da sözde hafifletilerek Planın dokuzuncu maddesi ise şöyleydi: “Kürt isyanını yerini olağanüstü hale bıraktı ve Olağanüstü Hal Bölge yönlendiren ve yönetenlerle, bunların yakınları, yandaşları Valiliği aracılığıyla yürütülen bu uygulama Meclis tarafınve aşiret reislerinden hükümetin doğuda kalmalarını uydan dört ayda bir uzatılarak 2002 Kasımına kadar devam gun görmediği kişi, aile ve gruplar batıda hükümetin gösettirildi. tereceği yerlerde iskân edileceklerdir.” Bu tam bir sürgün Şark Islahat Planının ikinci maddesi Türkiye’yi beş anlamına geliyordu. 10 Haziran 1927’de çıkarılan “Bazı “umumi müfettişlik” bölgesine ayırıyor ve Hakkari, Van, Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, SiveDair Kanun”la bu sürgün isyan bölgesiyle sınırlanmaksırek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile zın çok daha geniş bir alandaki Kürtleri kapsayacak şekilde Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarını beşinci müfettişlik emgenişletilecekti. 1934 yılında yürürlüğe konan “Mecburi rine veriyordu. İskân Kanunu” ve sonrasındaki “Tunceli Kanunları” da Esas olarak Kürt illerini kapsayacak şekilde yürürlüğe bu sürgünlerin süreklilik kazanmasını sağlayacaklardı. Bu konulan ve 1948’e kadar varlığını sürdüren umumi müsürgünler aynı zamanda sistemli asimilasyon politikasının fettişlik (genel valilik) sistemi, 1986’dan sonra uygulamaya tipik göstergelerinden biriydi. konulan olağanüstü hal bölge valiliğiyle büyük bir benzerŞark Islahat Planıyla başlatılan kitlesel sürgün kampanlik taşıyordu. Sistemin özü, siyasi iktidarın Kürt halkının yası, ilerleyen yıllarda da çeşitli kanunlarla ve gizli kararzincirlerini sıkmak için aldığı kararların olağanüstü yetnamelerle devam ettirildi. 80’lerin ve 90’ların Türkiye’sine kilerle donatılan ve hesap verme yükümlülüğü bulunmagelindiğinde ise Kürtler geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde yan bir genel vali aracılığıyla uygulanmasına dayanıyordu. genişletilmiş bir sürgünle karşı karşıya kalacaklardı. Bu Seyyar jandarma alayları da bu valinin emrine veriliyordu dönemde 4000’den fazla köy boşaltıldı; tarlası, merası, orÜçüncü madde, olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim manı, hayvanı, evi yakılan Kürt köylüleri amansız bir devmahkemelerinde asker ve sivil “yerli” hâkim bulunmasını let terörü eşliğinde göçe zorlandılar. 2000’li yıllarda ise bu yasaklıyordu. Yani Kürt hâkimlerin bölgede görev yapmazorunlu göç yerini, tarımın ve hayvancılığın yok edilmesi ları yasaktı. sebebiyle tüm geçim olanaklarından yoksun bırakılan milBeşinci madde, Van ile Midyat arasındaki hattın bayonlarca Kürdün ekonomik nedenlerle büyük kentlere ve tısında Ermenilerden kalan boş araziye Türk göçmenleçoğunlukla da batıya göçüne bıraktı. rin yerleştirilmesini, sıkıyönetim bölgesindeki Ermeni Kitlesel sürgünlerin temelini döşeyen Şark Islahat mallarının maliyece satılmamasını “ve hatŞark Islahat Planıyla başlayan sürgünler aynı ta Kürtlere kiraya dahi verilmemesini” emzamanda sistemli asimilasyon politikasının da tipik rediyordu. Ermeni mallarını işgal etmiş bir göstergesiydi Kürtlerin derhal buralardan çıkarılarak eski yerlerine ya da batıya gönderileceklerini, onlardan boşaltılan yerlere Türklerin yerleştirileceğini ve bunların Kürtlere karşı koruma altına alınacaklarını söylüyordu. Aynı madde Balkan ve Kafkas göçmenlerinin yerleştirileceği yerleri de belirliyordu. Buna göre, Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek göçmenler (toplam sayılarının on yılda 500 bin olması öngörülüyordu) öncelikle Elaziz, Diyarbekir, Muş, Bitlis, Bingöl dağının doğu ve batısı, Murat vadisi ve Van Gölü havzasında iskân edileceklerdi.
14
sayı: 79 • Ekim 2011
Planı, bölgede “tali memuriyetlere dahi Kürt memur tayin olunmamasını” da emrediyordu. Bölgede görev yapacak memurların, jandarma da dahil, en az üç yıl görev yapması, altı yıldan fazla aynı mevkide kalmaması ve maaşlarının yüzde 75 zamlı olması kuralı getiriliyordu. Daha sonra çeşitli raporlara da yansıdığı üzere, Kürt memurlar açık açık düşman ajanlar olarak görülüyor ve güvenilmez bulunuyorlardı. Bu nedenle de Kürtlere bölgede görev yaptırmama politikası birkaç onyıl boyunca sürdürüldü. Uygulamanın bu noktası daha sonra terk edildiyse de, diğer unsurlarının çeşitli biçimlerde günümüze kadar devam ettirildiği görülmektedir. On ikinci maddesi Kürtlerin silahsızlandırılmasını ve ruhsatsız silah bulunduranların sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmalarına hükmeden Şark Islahat Planı, bölgede hükümet binalarının ve jandarma karakollarının süratle inşa edilmesini, bölgedeki tüm yolların inşaat programının Umumi Müfettişlik tarafından düzenlenmesinin zorunluluğunu vurguluyordu (ilerleyen yıllarda askeri inşaatlarda Kürt köylüler kadınlar da dahil olmak üzere kamçı altında zorla çalıştırılacaklardı). Şark treninin bölgeye mümkün olan en kısa zamanda ulaşmasının sağlanmasına yapılan vurgudaki amaç da tıpkı yeni yol inşatlarında olduğu gibi bölgeye asker sevkıyatını kolaylaştırmaktı. Plan, bölgeye “ecnebi şahıs ve kurumların” hükümetin izni olmaksızın girmesini ve yerleşmesini de yasaklıyordu. Planın asimilasyona yönelik en çarpıcı maddeleri ise 13, 14, 16 ve 17. maddeleri idi. Bu maddeler, bölgedeki vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurumlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe dışında bir dil kullanmayı yasaklıyordu. Kullananların hükümete ve belediyeye muhalefet ve mukavemetten cezalandırılacaklarını söylüyordu. Kürtlerin ve Arapların ağırlıklı olduğu bölgelerde “Türk Ocakları ve mektepler açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak [gösterilerek] mükemmel kız mektepleri tesis ve kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile [fazla miktarda] temini lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen [acil olarak] leyli iptidailer [yatılı ilkokullar] açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır” deniyor ve bu noktada Dersim’e özel bir vurgu yapılıyordu. Üstelik Kürtçe konuşma yasağı sadece Kürt illerini kapsamıyor, Fırat’ın batısını da içine alıyordu. Şöyle diyordu 16. madde: “Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.” TC egemenleri, Kürtlere kimliklerini unutturmanın birincil şartının bu halka anadilini unutturmak olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bunun için Kürt kadınlarına Türkçe öğretilmesi ve yeni doğan Kürt kuşakların asimile edilme-
marksist tutum
sinin kolaylaştırılması bakımından bunların analarının dillerinin değiştirilmesi kritik önem taşıyordu. Ulusal bilincin en önemli aracının anadil olduğunun farkında olan Kemalist rejim, Türkçe dışındaki dilleri zor yoluyla yasaklarken, çok geçmeden “Kürt” sözcüğünü de tedavülden kaldıracaktı. Bu planda dahi “aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan” ya da “aslen Türk olup Kürtlüğe benzemek üzere olan” gibi ifadelere yer verilmeye başlanmıştı ve ilerleyen süreçte Kürt lafının bu kadarıyla bile kullanılmamasına özen gösterilmeye çalışılacaktı. (devam edecek)
_________________ 1
İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan Tehcir Kanununun 12. maddesi şöyleydi: “Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt mültecileri yerlerine geri gönderilmeyecektir.” (akt. Berna Akçura, Devletin Kürt Filmi, Ayraç Yay.)
2
akt. İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Alan Yay., s.71
3
akt. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay., 1993, s.526
4
Şeyh Sait isyanının ardından başlayan katliam dalgasından kurtulup yurtdışına çıkan Kürt aydınları, 20 Mayıs 1926’da dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdikleri bir mektupta, kan dökülmesinden yana olmadıkları halde, saldırılar karşısında Kürt halkını savunmak için “Şubat 1925 İhtilaline” (Şeyh Sait isyanı) mecbur kaldıklarını belirterek şunları söylüyorlardı: “Ne yapalım ki, bıçak kemiğe dayandı, acı gerçek dolayısıyla Şubat 1925 İhtilalini yapmakla milletimizi savunmaya mecbur kaldık. İhtilalde yer alan kişilerin, nefis savunması ya da kişisel çıkarlar için değil; Türk ve Kürt milletinin karşılıklı haklarına saygılı olmak kutsal idealleri uğruna hareket ettiklerine lütfen inanınız. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yeni esasları belirlenen Teşkilat-ı Esasiye Kanunnamesi’nde (Anayasa) Türk ve Kürt milletlerinin ulusal sınırları içinde hür ve serbest yaşayacaklarına ve birbirlerinin haklarına karşılıklı saygılı olacaklarına dair açık bir madde yok mudur? İşte İhtilalciler onu, Türk milletinin liderlerinin Kürtlüğe reva gördüğü medeni ve milli hakları istemek ve savunmak amacındadırlar.” (akt. Mehmet Bayrak, age, s.494-495)
5
Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın Şeyh Sait isyanı kısmında bir yandan bu ayaklanma şeyhlerin, ağaların öncülüğündeki silahlı bir irtica hareketi olarak nitelenirken, öte yandan Kürtler süzme ırkçı söylemlerle aşağılanıyor. Cumhuriyet öncesi döneme gidilerek yapılan “tespit”lerde şunlar söyleniyor: “… Tanzimatın ve Meşrutiyetin, Kürtlerin yaşayışı üzerinde yapacağı değişiklik, doğrudan doğruya ağa, bey, reis, şeyh ve hocaların bu ilkel sürüler üzerindeki nüfuzlarını kıracak nitelikte idi. İnsanlığı bile idrak etmemiş bu kitleye ise, Kürtlük telkin etmeye imkân yoktu. Bu kitle varlığının manasını bir avuç gulgul (bir nevi darı) ve bir avuç arpa yemekten ibaret zanneder, cumhuriyet nedir, yaşadığı dağın arkasında ne vardır, bilmez ve bilmek de istemezdi. Hemen hemen hepsi bu bilgilerden yoksun bu kitleyi tahrik için, propagandayı din yönünden yapmak lâzımdı. Gerçekte de öyle oldu.” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-1, Kaynak Yay., 1992, s.115)
15
Sosyalistler ve İşçi Sınıfı Arasındaki Güven Bunalımı /1 Kerem Dağlı
Y
eni bir döneme girildiğine dair uzun zaman önce yapmış olduğumuz saptama, neredeyse tüm ana hatlarıyla geçerliliğini koruyor. Aradan geçen yıllar bu saptamamızı doğrulayan sayısız gelişmeye tanıklık etmemizi sağladı. Dergimizin 2005 Nisanında yayınlanan birinci sayısındaki Çıkarken yazısında özetle şunları söylemiştik: “Dünya çapında büyük bir toplumsal bunalım mayalanıyor. Genel bunalımın işaretlerini hemen her alanda görmek mümkün.(…) İşçi sınıfının uzun mücadeleler ve ağır bedeller sonucu elde ederek insanlığa mal ettiği ekonomik, sosyal ve demokratik kazanımlar yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor. Buna paralel olarak otoriter ve militarist eğilimler dünya çapında güç kazanıyor. (…) Bu tablonun temel bir bileşeni olarak, yaklaşık çeyrek yüzyıldır dünya kapitalist sınıfı hücumda ve dünya işçi sınıfı ile sosyalist hareket de ricat halinde. (…) Ancak bir yandan barbarlığın dinamikleri böyle doludizgin işlerken, insanlığın kurtuluş mücadelesinin dinamikleri de yavaş yavaş kendini tekrar göstermeye başlıyor. (…) Ancak asıl sorun bu noktadan sonra başlıyor, çünkü bize tarihsel iyimserliğimizi veren bu kaynak, temel meseleyi çözmeye yetmiyor. Bu enerjinin uçup gitmemesini sağlayacak bir pistona ihtiyaç var: devrimci önderlik! (…) Milliyetçiliğin yükselme eğiliminde olduğu ve «yurtseverlik» türü kavramlarla muhtemelen daha da güçlenip sol bir kisveye büründürüleceği bir sürece girdiğimiz şu yeni dönemde, kararlı bir enternasyonalist duruş giderek daha güncel ve acil bir önem kazanıyor.” Belirtmek gerekir ki, süreç ana hatlarıyla aynı doğrul-
16
tuda ilerlemektedir. Küresel ekonomik krizle birleşen emperyalist savaş ve hegemonya kavgası derinleşerek devam ediyor. Bu paylaşım kavgasının üzerinde yürüdüğü bölgelerin başında Ortadoğu coğrafyası gelmektedir. Amerikan emperyalizminin şekillendirdiği Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), taktiksel değişiklikler ve kimi rötuşlar yapılmış olsa da, işlemeye devam ediyor. Bu bağlamda emperyalizm, Arap halklarının isyanlarından bile kendi planları doğrultusunda faydalanmaktadır. Güya insancıl sebeplerle Libya’ya müdahale eden emperyalistlerin namlusunun ucunda nicedir Suriye, İran gibi ülkeler bulunmaktadır. Bölgenin yükselen gücü Türkiye de bu paylaşım kavgasından pay almaya çalışan alt-emperyalist (emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan) güçlerden biridir. Türkiye burjuvazisi Ortadoğu gibi zor bir coğrafyada hem kendi çıkarlarını korumanın hem de ABD ile daha fazla ters düşmemenin hesaplarını yapmaktadır. Ortadoğu ülkeleri üzerindeki nüfuzunu “komşularla sıfır sorun” politikalarıyla kurmayı planlamış olan Türkiye, son gelişmelerden sonra bu politikalarında ciddi revizyona gitmek zorunda kalmıştır. Önümüzdeki süreçte Türkiye burjuvazisi, eğer pastadan pay kapmak istiyorsa, emperyalizmin hiç de “barışçıl” olmayan yollarına çok daha aktif olarak koyulmak zorunda kalacaktır. Bu koşullar sosyalistlerin işini bir yandan zorlaştırırken diğer yandan da ortaya önemli fırsatların çıkmasını sağlayacaktır. Milliyetçiliğin, militarizmin, olağanüstü dönemlere has baskıcı uygulamaların artması madalyonun
sayı: 79 • Ekim 2011
bir yüzüdür. Örnek istenirse, burjuvazinin Kürt hareketi karşısında baskının dozunu arttırması verilebilir. Burjuva devlet, hiçbir zaman sosyalistleri bu baskının dışında tutmamıştır, bundan sonra da tutmayacaktır. Madalyonun diğer yüzünde ise fırsatlar bulunmaktadır. “Devrim olmadan karşı-devrim olmaz” sözünü doğrularcasına, gelişmeler bunu göstermektedir. Dünyanın hemen her yerinde emekçi sınıflar yavaş yavaş silkinmekte, üzerlerindeki ölü toprağını atarak ayağa kalkmaya çalışmaktadırlar. Şu halde Türkiye’de sosyalistlerin üzerine düşen görevler ve sorumluluklar da artmaktadır. Olağanüstü koşullara hazırlık yapmak, buna uygun örgütlenme ve politikalar geliştirmek birinci husustur. Küreselleşmiş bir dünyada, ister emperyalistlerin cenahında ister işçi-emekçi sınıfların cenahında olsun, yaşanan hiçbir gelişme lokal düzeyde kalmadığından ve adeta “domino etkisi”yle yayıldığından, uluslararası düzeyde merkezileşmiş bir siyasal örgütlülüğün, yani enternasyonalin yaratılması daha da aciliyet kazanmıştır. Bu da ikinci husustur. Türkiye özelinde ve Kürt ulusal hareketinin varlığı koşullarında, siyasi demokrasi mücadelesi, demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele konusu da ayrı bir önem kazanmaktadır. Buna uygun bir siyasi hattın örülmesi bilhassa önemlidir, bu da üçüncü husustur. Sonuncusuyla bağlantılı ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesinin bir önkoşulu olarak, devrimcilerin sendikalarda mevziler tutması ve tabanda örgütlülüğü geliştirmek zorunda olması da dördüncü husustur. Ne var ki, tüm bu görevlerin yerine getirilmesinin önünde çok ciddi bir engel bulunmaktadır: sosyalist hareketin içinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel tıkanıklıktan kurtulamaması. Bu tespiti sosyalist hareketin hemen her kesimi yapmaktadır ve konu üzerine az tartışma yürütülmüş değildir. Ancak sonuç alınmış ve tıkanıklık aşılmış da değildir. Sonuç olarak, sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında ciddi bir açı ve mesafe bulunmaktadır. Bu durumun tarihsel, ideolojik ve politik birçok sebebi vardır. Türkiye özelinde bu tıkanıklığın aşılamamasının sebeplerini ortaya koymak ve çıkış yoluna ışık tutmak önem taşımaktadır.
İşçi sınıfı sosyalistleri nasıl görüyor? Meselenin derinine inmeden ve arka planına geçmeden önce, güncel durumdan bahsetmek ve konunun önemini ortaya koymak daha faydalı olacaktır. Tüm dünyada işçiemekçi sınıflar ekonomik krizin daha da derinleştirdiği işsizlik ve yoksulluk altında inlerken, emperyalist savaşın alevleri çok sayıda insanın canını yakarken, hatta pek çok ülkede işçi sınıfı ve emekçiler ayağa kalkıp isyan ediyorken, neden Türkiye’de işçi sınıfı ağırlıklı olarak bir burjuva partisinin, AKP’nin peşine takılmakta ve sınıf mücadelesinde genel bir canlanma olamamaktadır? Bu sorun sosyalist hareketin kadrolarının kafasını kurcalayan (veya kurcalaması gereken) mühim bir sorudur. Bu soruya verilen
marksist tutum
çeşitli türde cevaplar da vardır, ama ilk elde söylenebilecek olan sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında kopukluğa yol açan yanlış politikalardır. Örneğin geçtiğimiz ay yapılan 12 Eylül mitinginde de açıkça görüldüğü gibi, sosyalist hareket, kendisine ve işçi sınıfına son derece ağır bir darbe vurmuş olan 12 Eylül faşizminin sorumlularından hesap sormak noktasında bile işi sahipsiz bırakmış, miting yeterli ilgiyi görmemiş, sosyalistlerin de konuya yeterince ilgili olmadıkları ortaya çıkmıştır. En önemlisi ve bize ipucu veren detay da, kimi sol kesimlerin mitinge katılmama gerekçesidir. Bu gerekçe, yeni bir anayasa talebinin politik olarak doğru bulunmamasıdır! Akla “eski anayasanın devam etmesi mi isteniyor” sorusunu getiren bu gerekçenin altı deşildiğinde, solun geniş kesimlerinin son yıllarına damgasını vuran “politik hattını AKP karşıtlığına indirgeme” yanlışı çıkacaktır. Bu yanlış, 12 Eylül’ün sorumlularından hesap sorulması ve demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına alacak bir anayasa yapılması taleplerine karşı çıkma garabetini doğurmuştur. Bu garabetin gerekçesi ise, “dinci, gerici, faşizan” olarak adlandırdıkları AKP hükümetinden bunları yapmasının talep edilemeyeceğidir. Bu yanlış bakış açısı, sadece sahipleriyle sınırlı değildir. Sosyalist hareketin geniş bir kesimi benzer yanlış yaklaşımlardan hareketle politika üretmeye çalışmakta ve çeşitli konularda benzer hatalara düşülmektedir. Bu bağlamda, sosyalist hareketin çoğunluğunun siyasal demokrasi mücadelesine bakış açısının yetersiz kaldığını da ifade etmek gerekir. Oysa 12 Eylül rejiminin kalıntıları halen siyasi ve toplumsal hayatın üzerinde ciddi bir ağırlık oluşturmayı sürdürmektedir. Mevcut anayasa 12 Eylül ürünü bir anayasadır. Gündemde ise yeni bir anayasanın yapılması bulunmaktadır. Kimileri anayasanın işçi sınıfını ilgilendirmediğini söyleyecek kadar işi gayri ciddi bir havaya büründürmüş olsa da, aklı başında her sosyalistin pekâlâ bileceği gibi, işçi sınıfının kendi hak ve özgürlüklerini anayasa metnine geçirmek için vereceği mücadele, sınıf hareketinin ivme kazanması noktasında da son derece önemli bir kaldıraç olma potansiyeli taşımaktadır. Yeni anayasanın yapılması sürecinde işçi sınıfının kendi istemlerini güçlü bir şekilde dillendirmesinin taşıdığı önem ortadadır. Reformlar ve siyasi demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesinde tuttuğu yerin önemini ise tekrar etmek bile abestir. Bu tabloya işçi kitlelerinin gözünden bakıldığında, toplumun her kesimini çok yakından etkileyecek olan yeni bir anayasanın hazırlanması sürecinde etkisiz ve ilgisiz bir sosyalist hareket manzarası ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, kendisini yakinen ilgilendiren konulara etkisiz ve ilgisiz kalan sosyalistlere itibar etmesi zaten beklenemez. Referandum konusu da benzer bir konudur. Evethayır denmesi veya boykot edilmesi tartışmalarından öte bir biçimde, sosyalist hareketin ezici çoğunluğu meselenin özünü kavramadığını göstermiştir. Tartışmalar sürekli ola-
17
marksist tutum
rak “AKP’nin elinin güçlenip güçlenmeyeceği” çerçevesine hapsolmuş, referandumda yer alan değişiklik önerilerinin içeriği biraz da kasıtlı olarak gözden kaçırılmıştır. Oysa işçi sınıfının çoğunluğu referanduma evet diyerek, bir anlamda 12 Eylül rejiminin kalıntılarını temizlemek noktasındaki istekliliğini beyan etmiştir. Kimi sosyalistlerin maalesef anlayamadığı olgu da zaten budur. İşçi sınıfı açısından mesele, daha demokratik bir işleyişe doğru gidilip gidilmediğidir. AKP’nin hükümet olduğu 2003 yılından bu yana, sosyalist hareket genel olarak demokrasi mücadelesinde tüm inisiyatifi “dinci gerici, şeriatçı, faşist” dediği AKP’ye kaptırmıştır. Ortaya son derece traji-komik bir manzara çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan beri işçi-emekçi halkın illallah dediği ceberut, baskıcı devlet geleneğinin sembolü olan ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin vesayet sistemiyle mücadele eden ve nihayetinde askeri vesayeti ciddi biçimde gerileten AKP hükümeti olmuştur. Her daim devrimcilerin, sosyalistlerin ve Kürtlerin başına musallat olmuş olan devletin kontr-gerilla yapılanmasının önemli bir kısmını oluşturan unsurları Ergenekon davasıyla yargılayan AKP olmuştur. Kürt sorununda tartışmayı daha önceki dönemlere göre daha açık bir ortamda yürüterek Türkiye’yi farklı bir atmosfere sokan yine AKP hükümeti olmuştur. Bu listeye, 2003’ten bu yana Türkiye kapitalizminin geçirdiği muazzam gelişmeyi, Türkiye’nin bölgesel ve altemperyalist bir güç haline gelişini, Ortadoğu’nun en yakıcı sorunlarından Filistin meselesinin hamiliği rolüne soyunmayı vs. ekleyebiliriz. AKP’nin son seçimlerde aldığı yüksek oy oranı ve üçüncü dönem seçilebilmesi bunların bir sonucudur. Elbette sosyalistler olarak bizler, burjuvazinin ve sermayenin has partisi olan, neo-liberal saldırı politikalarını en katışıksız biçimde uygulayan AKP’nin, tam anlamıyla “zoraki ve kendine demokrat” olduğunu biliyoruz. AKP’nin Türkiye emperyalizminin öncüsü bir parti olduğunu da biliyoruz. Fakat işçi-emekçi sınıfların çoğunluğu açısından algı son derece farklıdır ve görevi tam da bunu anlatmak olan sosyalist hareket, içinde bulunduğu yanılsamalar yüzünden farklı noktalara savrulmuş durumdadır. Kürt sorununda dahi, üstelik halkın önemli bir kesimi “ne olacaksa olsun, yeter ki bu sorun çözülsün ve barış gelsin” noktasına gelmişken, sosyalistlerin önemli bir kesimi iyi sınav verememiş, küçük-burjuva milliyetçiliği ağır bastığından, ulusalcı, yani statükocu-Kemalist burjuva kesimlerle aynı çizgiye düşmüştür. Bu tablo içinde ve işçi-emekçi halkın çoğunluğunun gözünde sosyalistlerin, devrimcilerin yeri maalesef şudur: toplumsal ilerlemeye karşı durmaya çalışan, demokrasi mücadelesinden geri duran, eskinin devletçi yapısını savunan (ki halkın gözünde bu devletçilik Kemalist despotizmi çağrıştırmaktadır), ne dediği anlaşılmayan ve net olmayan, etkisiz (ne fabrikalarda ne de sendikalarda esamisi okun-
18
Ekim 2011 • sayı: 79
mayan) ve marjinal bir avuç hayalci insan! Kabullenmesi zor gelse de algı budur.
Sosyalist hareketin güçsüzlüğünün sebepleri nelerdir? Bu güçsüzlüğün en başta gelen sebebi, Türkiye’de sosyalist hareketin, uzun yıllar boyunca Stalinist ulusal sosyalizm anlayışının ya da “devlet sosyalizmi” ideolojisinin ezici etkisi altında biçimlenmiş olmasıdır. Tabii buna, Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik açıdan Kemalizmle bulaşıklığının yarattığı güçsüzlüğü da eklemek gerekiyor. Bunların yanı sıra, 12 Eylül’de alınan ağır darbeler ve SSCB’nin çöküşünün insanların gözünde sosyalizmin tarihsel yenilgisi olarak algılanması da Türkiye sosyalist hareketinin zayıflamasına ve dağılmasına yol açan başlıca nedenlerdir. Buna, uzun yıllar devam eden uluslararası işçi sınıfı hareketindeki durgunluğu ve burjuvazinin yine uzun yıllardır yürüttüğü ustalıklı karşı propagandayı, siyasi baskıları da eklemek gerekir. Bu koşullar altında ezilen sosyalist hareket, bir yandan belini doğrultmaya çalışırken bir yandan da dünya emperyalist-kapitalist sisteminin 90’lardan bu yana geçirdiği hızlı değişimleri ve gelişimleri takip etmeye, analiz etmeye çalışmış fakat fazlasıyla yetersiz kalmıştır. SSCB’nin çöküşüyle sembolize olan tarihsel yenilginin sonucunda, her alanda ciddi kayıplar verilmesine ve hareketin önemli kadroları yüzünü örgütlü sosyalizm mücadelesinden çevirmiş olmasına rağmen, bu yenilginin nedenleri (Stalinizm ve Stalinist bürokratik diktatörlükler) yeterince incelenip dersler çıkartılmamıştır.* Aksine, reel sosyalizm denen rejimlerde yaşananlar adeta bir kötü rüya gibi algılanmış ve hep bu kâbustan bir gün kendiliğinden uyanılacağı umuduyla yaşananlar geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ama gerçekler acı ve direngendir. Zamanında ve cesaretle yapılmayan hesaplaşma, sonunda geleneksel sosyalist hareketin sınıftan kopmasına, giderek erimesine ve işçi sınıfının gözünde inanılırlığını yitirmesine yol açmıştır. “Sosyalist blok”un dağılmasıyla kendine güveni artan ve önüne serilen muazzam bir coğrafyada yeni bir nüfuz ve paylaşım kavgasına tutuşan emperyalistler, önce ideolojik alanda bir karşı propagandaya girişerek artık tarihin sonunun geldiğini (yani kapitalizmden daha iyi ve öte –sosyalizm gibi– bir sistem olmadığını), kapitalizmin ehven-i şer (kötünün iyisi) olduğunu, yapılması gerekenin kapitalizmin “kötü yanlarını” gidermek için çabalamak olduğunu, zaten sınıf mücadelelerinin de ortadan kalktığını (işçi sınıfıyla birlikte) söylemeye başlamışlardı. Bu ideolojik propagandaya karşı sosyalist hareket ne dünyada ne Türkiye’de tatmin edici ve bütünsel bir duruş sergileyebilmiştir. Hatta bu propagandadan etkilenerek işçi sınıfından yüz çevirenler, “yeni” toplumsal dinamikler aramaya çıkanlar, işçi sınıfının niteliğinin değiştiğini savunanlar, sendikaların artık mücadele aracı olma vasfını yitirdiğini
sayı: 79 • Ekim 2011
ve kirlendiğini ve bu yüzden de yeni ve “temiz” araçlar yaratmak gerektiğini söyleyenler olmuştur. Bugün çoğunluğu AKP’ye oy vermiş bulunan işçi sınıfı içinde değil de, AKP’den hazzetmeyen Kemalist kentli orta sınıflar içinde örgütlenmeyi yeğleyen anlayışların kökü buralara kadar uzanmaktadır. “Reel sosyalizm”in çöküşünden itibaren burjuvazinin yürüttüğü ideolojik propagandayı, gene burjuvazinin neoliberal saldırı programları izlemiştir. Hemen her ülkede, farklı zamanlarda da olsa işçi sınıfının yıllar içinde nice mücadele ve fedakârlıklarla elde etmiş olduğu kazanımlar, bu neo-liberal saldırı programı çerçevesinde bir bir gasp edilmeye başlanmıştır. Henüz aldığı tarihsel yenilginin şokunu atlatamamış ve toparlanmaya dahi başlayamamış sosyalist hareketin dağınıklık koşullarında, aldığı darbelere cevap veremeyen işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü de giderek zayıflamıştır. Bu saldırı dalgası karşısında sosyalist hareket, genel olarak burjuva devletçilik uygulamalarını savunmaktan başka bir yanıt üretememiştir. Bu yanıt, sosyalist hareketin genelinin sosyalizmden ulusalcı ve devletçi bir sistemi anladığının bir dışavurumundan başka bir şey değildir. Sendikalarda da, işçi sınıfının tabanına ve militan mücadelesine dayanarak hakkını aramak anlayışı yerine, burjuva hükümetlerden ve patronlardan medet umarak bir şeyler koparmaya çalışan uzlaşmacı-işbirlikçi bürokratik sendikal anlayışlar giderek daha fazla egemen hale gelmişlerdir. Sosyalist hareketin gelişmeler karşısında politika üretmedeki basiretsizliği, onun, aslında emperyalistkapitalist sistemin yarattığı belâların ve zulmün altında inim inim inleyen ve bir çıkış arayan kitlelerin gözünde bir türlü alternatif ve umut haline gelememesi sonucunu doğurmuştur. Oluşan boşluğu ise, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası özelinde İslami hareketler, Avrupa’da ve Latin Amerika’da ise burjuva solu doldurmuştur. Stalinizmin çarpık ve Marksizm dışı kavrayışının bir sonucu olarak, Amerikan karşıtlığına indirgenmiş bir anti-emperyalizm anlayışıyla büyümüş olan sosyalist kadrolar, özellikle 90’lı yılların sonlarından itibaren açık hale gelmiş bir şekilde dünyanın dengelerinin değiştiğini, ABD emperyalizminin mutlak hegemonyasında geçen “soğuk savaş” döneminin aksine, farklı emperyalist güçlerin de kafasını kaldırmaya başladığını ve emperyalistler arasında hegemonya kavgasının kızıştığını, bununla at başı giden emperyalist savaşın giderek yayılma eğiliminde olduğunu, bu temelde yeni bir döneme girildiğini de algılayamamışlardır. Hal böyle olunca da, Yugoslavya’nın parçalanmasından Irak ve Afganistan’ın işgaline kadar pek çok gelişmeyi, salt Amerikan karşıtlığına dayalı indirgemeci ve dar bir bakış açısıyla açıklamaya çalışarak, geçmiştekilerin tekrarı sayılabilecek klişe ve soyut sloganlar atmaktan öteye geçe-
marksist tutum
memişlerdir. Sırf ABD’ye karşı göründüğü için Miloşeviç, Saddam veya Kaddafi gibi diktatörlerin desteklenmesi ve bunun işçi-emekçi halkın gözünde nasıl bir intiba bıraktığının farkına varılamaması boşuna değildir. Politika üretmek ve anti-emperyalizm adına kolayından ABD’yi baş düşman, AKP’yi de onun uşağı-taşeronu vb. ilan etmek ve bu ikisine karşı olan herkesi, her şeyi desteklemek, bu ikisinin düşmanını da işbirliği yapılabilecek dostlar olarak görmek gibi son derece sığ ve yanlış noktalarda patinaj yapılmıştır. Bu bağlamda geçerken değinmek gerekirse, bir burjuva partisi olarak AKP’nin misyonu (yani şeriatçılıkla ve dinci gericilikle alâkası olmayan “gerçek ajandası”) ve Türkiye kapitalizminin ulaştığı emperyalistleşme düzey hâlâ tam olarak kavranmış değildir. Sosyalist hareketin gelişmeler karşısında politika üretmedeki bu basiretsizliği, onun, aslında emperyalistkapitalist sistemin yarattığı belâların ve zulmün altında inim inim inleyen ve bir çıkış arayan kitlelerin gözünde bir türlü alternatif ve umut haline gelememesi sonucunu doğurmuştur. Oluşan boşluğu ise, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası özelinde İslami hareketler, Avrupa’da ve Latin Amerika’da ise burjuva solu doldurmuştur. Sosyalistlerin bir diğer büyük yanılgısı da bu noktada devreye girmiştir. Örneğin Latin Amerika’da, gerçekte kitlelerin devrimci kalkışmalarının ve yarattıkları dalganın sönümlendirilmesi, işçi sınıfı ve ezilenlerin hareketinin düzen içi kanallara çekilmesi işlevine sahip olan Chavez gibi liderler, 21. yüzyıl sosyalizminin kurucusu olarak selamlanmıştır. Kimi yerde devrimci durumlar “devrim başladı” denilerek abartılırken, kimi yerde önemsenmesi gereken halk hareketleri “emperyalizmin oyunu” gibi lanse edilerek küçümsenmiştir. Aslına bakarsak, bu yanlış yaklaşımların ortak noktası Amerikan karşıtlığına indirgenmiş ve anti-kapitalizmden kopartılmış çarpık bir anti-emperyalizm anlayışı ve Stalinizme dayanan çarpık bir sosyalizm kavrayışıdır. ABD’ye karşı olan ve devletçi uygulamaları hayata geçiren her örnek olumlanarak kutsanmış, diğerleri ise küçümsenmiştir. Türkiye sosyalist hareketini belirleyen bu zaafların arka planında ise, hareketin doğumundan beri varolan sakatlıklar ve burjuvazinin baskı uygulamaları bulunmaktadır. Hareketin içinde bulunduğu tıkanıklığı ve savrulmaları kavrayabilmek için, bu tarihsel arka plana da bir göz atmak zorunludur. (devam edecek) ________________________ *
Bu konuda enternasyonalist komünistlerin çabaları bir istisna olarak kalmıştır. Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında yer alan değerlendirmeler tarihsel öneme sahiptir ve sosyalistler tarafından önemle üzerinde durulup, kavranması ve tartışılması gereken bir içerik taşımaktadır. Buna rağmen sosyalist sol bu teorik çabaları tam bir “susuş kumkuması”yla (görmezden gelmek, yok saymak, hasıraltı etmek) karşılamış ve gerçeklerden kaçabileceği yanılgısını devam ettirmiştir.
19
“Ulusal İstihdam Stratejisi” Saldırısı Adik Aksu
B
ütün dünyada burjuva hükümetler işçi sınıfının ekonomik-sosyal haklarına ve sendikal örgütlenmelerine ilişkin saldırı programlarını hayata geçiriyorlar. Ekonomik krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek isteyen sermaye sınıfı, burjuva hükümetlerden yeni saldırı yasalarının bir an önce çıkartılmasını istiyor. Hemen her ülkede farklı adlarla hazırlanan ve uygulamaya sokulan saldırı yasalarının özü aynı: İşçi sınıfının kazanılmış haklarını geriletmek, dünyayı sermaye sınıfı için dikensiz gül bahçesine çevirmek. Sermaye sınıfı kârını yükseltmeyi, rakip güçler arasındaki kıyasıya rekabette ayakta kalmayı ve krizi en az darbeyle atlatabilmeyi, son tahlilde işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü arttırarak başarabilir. İşte bu amaçla, Türkiye’de de işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırılar dünyadaki uygulamalarla eş zamanlı sürdürülüyor. Saldırı paketleri “torba yasa”, “istihdam paketi”, “ulusal istihdam stratejisi” gibi adların ardına gizlenerek kitlelere benimsetilmeye çalışılıyor. Hükümet, işçilerin elinde ne var ne yok alarak patronlara kaynak akıtmaya devam ediyor. AKP hükümeti tarafından bu kapsamda hazırlanan “ulusal istihdam stratejisi” işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırı zincirinin yeni bir halkasıdır. 2009 yılında hazırlanan tasarı hükümet programına da dâhil edilmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre “ulusal istihdam stratejisi”nin ana amacı “politika ve tedbirlerle Türkiye işgücü piyasasında yapısal sorunların çözülmesi, orta ve uzun vadede büyümenin istihdama katkısının arttırılarak işsizlik sorununa kalıcı çözüm sağlanması”dır. Ekonomik ve Sosyal Konsey aracılığıyla patronlardan, işçi sendika konfederasyonlarından görüş ve öneriler alındığını da belirten Çalışma ve Soysal Güvenlik Bakanı projenin ana hedefini şöyle açıklıyor: 1) Eğitim-
20
istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi, 2) İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi, 3) Kadınlar, gençler ve dezavantajlı grupların istihdamının arttırılması ve 4) İstihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmesi. AKP hükümeti ve patronlar tarafından “her şey çok güzel olacak” aldatmacasıyla kitlelerin önüne sürülen bu projeye göre, istihdam edilen işçilerin sayısı artacakmış, kıdem tazminatı almayan işçiler de kıdem tazminatı alabilecekmiş. 2023 yılında işsizlik oranı yüzde 5’e düşürülecekmiş, Türkiye dünya piyasalarıyla rekabet edecek, uluslararası yatırımlar için avantajlı ülke haline gelecekmiş! Böylece bir saldırı programı daha işsizliğin önlenmesi, işçilerin eğitilmesi, engellilerin işe yerleştirilmesi, kayıtdışılığın önlenmesi ve sosyal korumaların arttırılması gibi kulağa hoş gelen sözlerle, işçilerin çıkarınaymışçasına propaganda ediliyor. Oysa madalyonun ikinci yüzünde ne yazıldığı isçi sınıfından gizleniyor. Türkiye ekonomisi son yıllarda işçi sınıfını sefalete sürükleye sürükleye sürekli büyüdü. Diğer yandan burjuvazi uluslararası piyasalarda yeni iş anlaşmalarına imza attı. Bölgesel güç olmanın avantajlarını kullanarak Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar pazar alanlarını genişletmekten geri durmadı. Sermayenin temsilcisi olan AKP hükümeti, “ulusal istihdam stratejisi” ile işçi sınıfının bütün kesimleri üzerindeki sömürüyü kat kat arttırmayı hedefliyor. “Ulusal istihdam stratejisi” kapsamında, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına ek olarak, asgari ücretin bölgelere göre yeniden düzenlenmesi ve deneme süresinin uzatılması da öngörülüyor. En düşük ve en yüksek asgari ücret tespit edildikten sonra her bölgede asgari ücret yeniden belirlenecek. Böylece açlık sınırının da altında olan asgari ücret düzeyi bir adım daha geriye çekilecek. Bölgesel asgari ücret uygulaması milyonlarca işçinin boynuna vurulacak bir
sayı: 79 • Ekim 2011
prangaya dönüşecek. Türkiye’de özel ve kamu kesiminde çalışan işçilerin büyük çoğunluğu sendikal örgütlenmeden mahrum durumdadır. Bu örgütsüzlük koşullarından da güç alarak sermaye sınıfı, bütün işkollarında güvencesiz ve esnek çalışmayı dayatmaktadır. Bilindiği gibi 2003 yılında hazırlanan 4857 sayılı İş Kanunu ile, çağrı üzerine çalışma, belirli süreli iş sözleşmesi, kısmi süreli çalışma, geçici iş ilişkisi yeniden tanımlanarak bu sayede esnek çalışma kısmen hayata geçirilmiştir. Kısmen diyoruz çünkü istihdam strateji belgesinde esnek çalışmanın kapsamına “geçici istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisi”, “iş paylaşımı”, “uzaktan çalışma” ve “esnek zaman modeli” de dahil edilmek isteniyor. “Esnek çalışmanın” güvencesizlik olduğunu bütün işçiler gayet iyi biliyor. AKP hükümeti de bu gerçeğin farkında. Esnek çalışma yöntemlerini çeşitlendirmek için bu “ulusal istihdam stratejisi”ne bu kez “güvenceli esneklik” aldatmacasını yerleştirmiş. “Ulusal istihdam stratejisi” saldırısında yer alan esnek çalışma, işçilere kadrolu işçiliği unutturmayı hedefliyor. Sosyal güvenlik primleri, servis, dinlenme, yıllık izin, işsizlik ödeneği, emeklilik dâhil birçok hak esnek çalışma modeliyle yok ediliyor. Peki, bu durum işçilere, işçi örgütlerine hangi bahanelerle yutturulmak isteniyor? Elbette AB veya modern kapitalist ülkeler örnek gösterilerek; işverenler üzerindeki maliyetlerin yüksekliğinden dem vurularak; işsizlere yeni iş kapılarının açılacağından dem vurularak; hatta hatta evinde çalışmak, uzaktan çalışmak, istediğin saatte istediğin kadar çalışmak gibi işçiye cazip gelecek tuzaklar kurularak. Tüm bu saldırıların iç yüzünü işçi kitlelerine teşhir etmesi gereken sendikacılarda ise ölüm sessizliği hüküm sürüyor. İşçi ve kamu emekçileri konfederasyonları, sendika salonlarında, işyerlerinde, işçi semtlerinde bu saldırıları teşhir etmek ve mücadeleyi örgütlemek yerine, Ekonomik ve Sosyal Konseye katılarak, diyalogla sermayenin imana gelmesini bekliyorlar. Sendikaların tepesindeki bürokratlar, hükümet ve patronların saldırılarına karşı işçileri oyalamaya, tabandaki huzursuzluğu göstermelik eylemlerle sönümlendirmeye çalışıyor. Konfederasyonların içindeki patron ve hükümet yanlısı tutumlara karşı sendikalar içinde de mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Aksi takdirde sendika bürokratları uğursuz rollerini oynamaya devam edecekler. Kıdem tazminatının gasp edilmesi de “ulusal istihdam stratejisi” kapsamındadır. Meclis tatile girmeden önce AKP ve patronlar tarafından gündeme getirilen tasarı, basın ve medya eliyle bir anda işsizliğe çözüm olarak lanse edildi. Sermaye medyası kıdem tazminatını dünyada neredeyse hiçbir ülkede uygulanmadığı yalanına sarılarak çağdışı ilan etti. Hükümet programında da yer alan kıdem tazminatının kaldırılması ve yerine kıdem tazminatı fonunun kurulması önerisi ortaya atıldı. Burjuva akademisyen takımı da medyada çene yarışına girerek, kıdem tazminatının kaldırılmasını, fon kurulmasını savunur oldu. Elbette
marksist tutum
tuzu kuru akademisyenlerden işçi sınıfının çıkarlarını dile getirmeleri beklenemezdi. Kıdem tazminatını kaldırmak işçi sınıfına yöneltilen sinsi bir saldırı hamlesidir. Kıdem tazminatı hesaplaması mevcut mevzuata göre işçinin bir yıl çalışması sonunda elde ettiği bir haktır. İşçi, çalıştığı her bir yıl için giydirilmiş brüt bir aylık ücreti kıdem tazminatı olarak almayı hak eder. Fakat yeni yasa tasarısı kıdem tazminatı hakkını bir fona devrediyor ve bu fondan kıdem tazminatı alınabilmesi için fona en az 10 yıl ödeme yapılması gerekiyor. Ayrıca kıdem tazminatı giydirilmiş brüt ücret üzerinden değil, çıplak brüt ücret (prime esas olan ücret) üzerinden ödenecek. Böylece işçinin eline gecikerek ve çok daha düşük bir tazminat geçmiş oluyor. Hükümet, bakanlar ve patronlar mevcut halde kıdem tazminatını işçilerin zaten zor aldıkları bahanesini ileri sürerek, işçilerin lehine bir yasa çıkartacaklardan dem vurup duruyorlar. Oysa bugüne değin kurulan “işsizlik sigortası fonu”, “konut edindirme fonu” gibi uygulamalardan da görüldüğü üzere fonlar, esas olarak sermeye sınıfı ve hükümete kaynak olarak aktarılmış, işçi sınıfının fondan yararlanması bin bir türlü yasal ve fiili engelle olanaksız hale getirilmiştir. Perşembenin gelişi Çarşambadan belli olur demişler. Kıdem tazminatı, patronların, istediği zaman istediği kadar işçiyi bir anda atmasının önünde kısmen de olsa bir engeldir. Sermaye sınıfı bu engeli de kaldırmak için harekete geçiyor. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden, uzlaşmacı sendika yöneticilerinden güç alan sermaye sınıfı bir kez daha krizi fırsata dönüştürüyor. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını tasfiye etmek için yeni adımlar atılıyor. Sermaye sınıfı işçi düşmanı yüzünü ortaya seriyor. İşçi sınıfının geçmiş kazanımlarını birer birer gasp eden sermaye sınıfı, örgütlü mücadeleyle korunamayan hakların kalıcı değil geçici olduğunu herkese bir kez daha gösteriyor. Sermaye sınıfı kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için işçi sınıfına darbeler indiriyor. İşçi örgütleri olan sendikaları teslim alıyor, kendi yedeğinde tutuyor. Ancak umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. İşçi sınıfı içindeki öfke, işsizlik ve yoksulluk sarmalıyla daha da yükseliyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sokak isyanları, grevler, gösteri ve eylemler işçi sınıfının uzun süre sessiz sedasız oturmayacağını gösteriyor. Kendiliğinden patlayan öfke seli, meydanlarda polisle çatışmalara, ayaklanmalara kadar varabiliyor. Sınıf çatışmalarının ısındığı bu evrede komünistlere düşen görev, sınıf içinde örgütlenmek, sınıf örgütleri içinde mevzilenmek ve bağımsız sınıf çıkarları temelinde sınıf içinde çalışmaya sabırla devam etmektir. İşçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, emekçi kadınların, gençlerin kaderi kapitalist sistemde her geçen gün daha da birbirine yakınlaşıyor. Milyonların düzen sınırları içinde umutlarının söndüğü böylesi dönemlerde devrimci hazırlığı yükseltmek, öncü işçilerin seferberliğinde militan eylemlerin hayata geçirilmesi için mücadeleye dört bir koldan atılmak gerekiyor. n
21
Özel Yetkili Mahkemeler Kapatılsın Aylin Dinç
S
on dönemlerde Özel Yetkili Mahkemeler meselesi sıkça haber konusu yapılıyor ve bu mahkemelerin kapatılması talebiyle basın açıklamaları, duyurular vs. gerçekleştiriliyor. Sermaye sınıfı içindeki iç hesaplaşmada AKP hükümetinin temsil ettiği taraf mesafe kaydettikçe ve buna paralel olarak diğer tarafı temsil eden kanadın içindeki pek çok kişi hapse tıkıldıkça yargı sistemi hararetli bir şekilde tartışılır oldu. AKP hükümeti sermayenin yeni ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği yargı kılıcını ara sıra da statükocu tayfaya salladıkça, yıllarca kendilerini toplumun üstünde görmüş bu kesimlerin feryat figanları sayesinde yargı sisteminin çarpıklığı burjuva medyanın bir kesimi tarafından da daha açıktan dillendiriliyor. Yargı bağımsızlığının elden gittiğinden, adil davranılmadığından bahsedilirken, hapishanelerdeki korkunç durumların teşhiri de bolca yapılıyor aynı cenah tarafından. Ve hemen her gün, yargının adil olmadığından, bağımsızlığını yitirdiğinden söz ediyor bu kesimler. İyi de yargı ne zaman bağımsız ve adildi ki, şimdi bu bağımsızlık ve adalet ortadan kaldırılmış olsun? 2004 yılında AB Uyum Paketi kapsamında DGM’ler Özel Yetkili Mahkemelere dönüştürüldü ve bu mahkemelerde görev yapan savcılar belirlendi. Özel Yetkili Mahkemelerin pozisyonu ile ilgili olarak şu alıntı açıklayıcı olacaktır: “«Terörle ilgili suçlar»da «alternatif» bir yargı sistemi işlemektedir. Artık suç olmaktan çıkmış fiillerde bile mahkemeler yargılamaya gitmekte ve ağır hapis cezaları yahut uzun tutukluluk süreleri söz konusu olmaktadır. Bu hukuksuz işleyişte devletin temsilcisi olan savcıların özel bir rolü
22
olduğunu da ekleyelim. Normal hukuk sisteminde savunma avukatının eşdeğeri konumunda bulunması gereken savcılar, Türkiye’de hâkimin eşdeğeri pozisyonundadır. Savcının dava açma konusundaki neredeyse sınırsız yetkisi, sanıkların boş yere uzun tutukluluk süreleri içinde hapis yatmalarına neden olmaktadır. Özellikle savcıların elindeki yetki ve hesap sorulamaz konumları, hukuk içindeki hukuksuzluğun yani hukukun üstünlüğü yalanının bariz delilidir, yargının nerelere bağlı olduğunun göstergesidir.” (Kerem Dağlı, Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsız Yargı Üzerine, MT, Ocak 2011) DGM’ler özel yetkili ağır ceza mahkemelerine dönüştürülürken CHP buna muhalefet etmemiştir. İronik olansa o dönemde en sert maddeleri önerenler kuruluş komisyonlarında yer alan Genelkurmay temsilcileri olmuştur ve yasalaşsın diye o kadar uğraştıkları maddeler bugün onları da vurmaktadır. 2006 yılında Terörle Mücadele Kanununda (TMK) yapılan değişiklikle terör örgütü kurma ve destekçisi olma suçlarının kapsamı alabildiğine genişletildi. Dolayısıyla örgüt üyeliğinden dolayı suçlanma ve destekçi olduğu iddia edilenlerin örgüt üyesi gibi yargılanması kolaylaştı. Özel Yetkili Mahkemeler olağanüstü yetkiler verilen mahkemelerdi. Bu mahkemelerin kuruluşuna sessiz kalan, onay veren, yetkilerinin sertleştirilmesi için kafa yoranlar, bugün hapishanelerdeki insanlık dışı uygulamalardan, keyfi tutuklamalardan, hapishanelerin kapasite sorunu yaşadıklarından bahsediyorlar. Evet bunların hepsi doğru. Peki devrimciler, Kürtler, bunları yıllardır dile getirirken, bu insanlık dışı uygulamaların kalkması için hapishanelerin içinde de dışında da mücadele eder-
sayı: 79 • Ekim 2011
ken, bu gerçekliğe gözlerini de kulaklarını da tıkayanlar bugün feryat eden beyler/hanımlar değil miydi? Bugün yargı bağımsızlığının elden gittiğinden bahsedenlere şunları sormak gerekiyor: Ağlaya sızlaya bize yutturmaya çalıştığınız hukuk siz sermaye sınıfının güvencesi olan yasalar sistemi değil mi? Yargı ne zamandan beri bağımsızdı ki? Darbecileri yargılamayan bir yargı bağımsız olabilir mi? Faili meçhul cinayetleri sorgulamayan ve son 30 yılda işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, azınlıkların yanında yer alan, burjuva devletin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmaya gayret eden aydınların katillerini ortaya çıkarmayan yargı bağımsız olabilir mi? 12 Eylül işkencehanelerinde olanların hesabını sormayan, Newala Qasabaları yaratanlardan hesap sormayan yargı bağımsız olabilir mi? Küçücük ellerde taş izi arayıp çocukların geleceğini karartan, gözaltında insanlık dışı işkencelerin uygulanmasına göz yuman, kaçar göçer bahanesiyle insanları yıllarca tutuklu vaziyette zindanlara tıkarak yargılayan yargı bağımsız olabilir mi? Bugün cezaevlerinde tutulan on binlerce insanın ancak parmakla sayılabilecek kadarı sermaye sınıfının bireyleri ve temsilcileri. Adalet tanrıçasının terazisi egemenler arasındaki paylaşım için, kılıcı ise teraziyi korumak için vardır! Üstelik bu kılıç giderek keskinleşmeye başlamıştır. Son yıllarda büyük bir sistem krizine girmiş bulunan kapitalizm, kanlı yüzünü tüm çirkinliğiyle göstermeye başlamıştır. Emperyalist savaşlarla açılış yaptılar, krize düştüklerinde işçi sınıfının gırtlağına yapıştılar, yavaş yavaş kafasını kaldırmaya başlayan kitlelerin uyanışı karşısında hazırlıklar yaptılar. Nerdeyse tüm Batı devletleri hızlı bir şekilde benzer gerekçelerle benzer baskı yasalarını getirdiler. Bu süreç Türkiye’de de aynen işledi. Cezaevleri öylesine dolup taşmaya başladı ki, bazılarında vardiyalı uyku düzenine geçildi. Koridorlarında bile yer kalmayan bazı hapishanelerde, bir yatağa birden fazla mahkûm ya da tutuklu düştüğü için, bunlar uyuyabilmek için diğerlerinin uyanmasını bekliyor. Mahkemelerin önüne geleni tutuklu yargılamak üzere cezaevlerine tıkmasından kaynaklanan bu sorunun gerçek nedenini görmek istemeyip sorunu kapasite sorunu olarak değerlendiren AKP’nin Adalet Bakanı ise, 2014’te 142 bin kişilik kapasiteye ulaşmak için yeni cezaevleri inşa etmeye gayret edeceğini açıklıyor! Eğer kapasite yetmiyorsa daha fazla cezaevi! Üstelik önümüzdeki 3 yıl içinde 20 bin kişiyi daha içeri tıkma hedefi! Bu da kendi yarattıkları sorunu çözme tarzı. 2005’te 52 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı, o yıl TMK’da yapılan değişikliğin de etkisiyle, bugün 125 bine ulaşmış bulunuyor. Hapiste olanların davaları yıllarca sürüyor. Avrupa Konseyi raporlarına göre 2009 yılında hapistekilerin %34,7’sinin davası halen sürmekteyken, bu oran 2011’de daha da artarak %46’ya çıktı. İçerde insan sağlığı hiçe sayıldığından ölümcül hastalar cezaevlerinde ölümü bekliyor. İHD’nin 2011 Martındaki raporlarına göre, 112’si ağır olmak üzere 266 hasta mahkûm gerekli
marksist tutum
tedavilerini görmeden ölümü bekliyor. Nisan 2011 verilerine göre, hapishanelerdeki 1808 çocuğun dörtte üçünü, hakkında hüküm olmaksızın cezaevinde tutulanlar oluşturuyor. Burjuva hukukun ilkesi, “kişi aksi ispat edilene kadar suçsuzdur” olarak propaganda edilmesine rağmen gerçekte mahkemeler kişileri daha baştan suçlu ilan edip onun suçsuzluğunu ispat etmesini beklerler. Burjuva devletin bekasını güvence altına alma misyonu olan özel yetkili mahkemeler ise düzen muhalifleri söz konusu olduğunda açıkça düşman muamelesi yaparlar. Kolluk güçleri istediği anda ve istediği yere baskın yapıyor, herkesi devlet güvenliğini zedelemeye niyetli şüpheliler olarak görüyor, izinsiz aramalar yapıyor, gerekirse tehlikeli gördüklerini gözaltında işkencelerde veya “dur” emrine uymadığı gerekçesiyle öldürüyor. Kolluk güçlerinin her türlü insanlık dışı uygulamalarıyla derdest edilip “içeri” tıkılmış olan düzen muhalifleri, bu defa da özel yetkili mahkemelerin özel yetkilerle donanmış savcılarının insafına bırakılıyor. Özel yetkilerle donanmış mahkemeler her türlü hak mücadelesi verenlerin önüne dikiliyor ve hak arayanları düşman ilan ediyor. Bu tür mahkemelere karşı mücadele etmek işçi sınıfının görevlerinden biridir. Bu topraklarda, 1976’da yaşanan DGM direnişi, işçi sınıfının örgütlü bir güce sahip olduğu koşullarda bu mücadelenin etkili bir tarzda verilebildiğinin çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır.n
23
Kolonyalizmden E Emperyalizm dönemi ve haklıhaksız savaşlar ayrımı Ulusal sorun tartışmaları kapsamında, Lenin, haklı ve haksız savaşlar ayrımına da geniş bir yer vermiştir. O dönemin savaş ortamı nedeniyle bu ayrımın yapılması gerçekten de çok önemliydi ve komünistlerin savaşlar karşısında doğru bir siyasal tutum alabilmeleri bakımından zorunluydu. II. Enternasyonal’in 1912 yılında Basle özel kongresinde oybirliğiyle kabul ettiği bildiri bu açıdan özel bir önem taşır. Bildiride, emperyalistlerin yağmacı bir savaşa hazırlandıkları açıklanıyordu; işçiler savaş tehlikesiyle mücadele etmeye çağrılıyorlardı. Bu savaş ortamının, aynı zamanda bir devrim durumuna işaret etmekte olduğu görüşü benimseniyordu. Savaşın patlak vermesi halinde, II. Enternasyonal’e dahil partilerin, sosyalistlerin görevinin, sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere ekonomik ve politik bunalımdan yararlanmak olduğu belirtiliyordu. Fakat 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, Basle bildirisine imza atan sosyalistlerin çoğu, verdikleri sözleri çiğneyerek parlamentolarda savaş bütçeleri lehinde oy kullandılar ve kendi burjuva hükümetlerinin yanında yer aldılar. Bu tutumlarına siyasal gerekçeler icat etmeye çalışan II. Enternasyonal dönekleri, aslında bizzat emperyalist paylaşım savaşını çıkartan saldırgan Avrupa ülkelerinin bile “anayurt savunması” yapmaya hakları olduğu yalanına sarıldılar. Politik literatüre sosyal-şovenizm olarak geçen bu siyasal eğilimle mücadele yakıcı bir önem kazanmıştı.
24
Dolayısıyla, haklı ve haksız savaşlar ayrımının, artık kapitalizmin emperyalist aşaması koşullarında yeniden netleştirilmesi zorunluydu. Bir savaşın niteliğini belirleyebilmek için, bir kere her şeyden önce o savaşa yol açan politikanın karakterinin açıkça ortaya konması gerekir. Çünkü genelde her savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu nedenle de, yürüyen bir savaşın nasıl değerlendirileceği, haklı mı haksız mı bulunacağı konusunda soyut bir ölçüt olamaz. Fakat örneğin, “yurtseverlik”in sosyalizm adına göklere çıkarılması konusunda sicilleri bir hayli lekeli olan Fransız sosyalistleri (meşhur Jauréscilik), bu “ün”lerini emperyalist paylaşım savaşı ortamında da sürdürdüler. Onlar, rekabet ve nüfuz alanlarının paylaşımı nedeniyle emperyalist ülkeler arasında patlak veren savaşta, “saldırıya uğrayan ülkenin savunma hakkı vardır” ölçütüne göre hareket edebiliyorlardı. Lenin bu türden şoven yaklaşımları eleştirirken tam da sorunun özüne işaret ediyor ve şöyle diyordu: “Sanki soru: Savaşın nedenleri nedir? Savaşın amaçları nedir? Savaşı hangi sınıf veriyor? değilmiş de, ilk saldıracak olan kimdir? sorusuymuş gibi.”1 Ancak belirli tarihsel şartlarda haklı ve ilerici nitelik taşıyan “anayurt savunusu”nun emperyalistler arası bir savaşa uygulanması, düpedüz işçileri aldatmak ve gerici burjuvazinin yanında yer almak demektir. Sosyal-şovenlerin hilekârlığını sergileyebilmek için, her şeyden önce Marx ve Engels’in 1789-1871 arasındaki ulusal kurtuluş savaş-
Emperyalizme /5 Elif Çağlı
larını neden ilerici, haklı ve desteklenebilir savaşlar olarak değerlendirdiklerini hatırlamak gerekir: “Böyle bir dönemin savaşları ile ilgili olarak «savunma» savaşının meşruluğu üzerine söz ederken sosyalistler, daima, sonu ortaçağ kurumlarına ve köleliğe karşı devrime çıkacak olan bu amaçları gözönünde bulundurmuşlardır. «Savunma» savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda «haklı» bir savaşı kastetmişlerdir. … Sadece bu anlamda sosyalistler, «anayurdun savunulması için» verilen savaşlara ya da «savunma» savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar.”2 Oysa 1914’te patlak veren savaş, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla başlattıkları haksız bir savaştı. Böyle bir savaşta emperyalist ülkeler proletaryasına “yurt savunması” fikrinin empoze edilmeye çalışılması, doğrudan doğruya emperyalist güçlerin değirmenine su taşımak anlamına geliyordu. Lenin’in sözleriyle, “... bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.”3 Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında “saldıran” da “saldırıya uğrayan” da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın “anayurdun savunulması” gibi
bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler. Bu siyasetin yerine “anayurt savunması” siyasetinin geçirilmesi, proleter devrim amacına açıkça ihanet etmek demektir. Çünkü, emperyalist niyetlerle savaşa tutuşan ülkelerde, proletaryanın “anayurt savunması” yanılgısına kapılarak bu savaştan yana çıkması, “kendi” burjuvazisinin zaferi uğruna diğer ülkeler proleterleriyle boğazlaşması anlamına gelir. Bu tutum, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” parolasında ifadesini bulan proletarya enternasyonalizmi hedefinin açıkça ayaklar altında çiğnenmesidir. Tıpkı Lenin’in belirttiği gibi: “Her kim ki, Marx’ın, gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken «işçilerin anayurtları yoktur» sözünü unutarak burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marx’ın tutumuna atıfta bulunursa, Marx’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur.”4 Ne var ki “anayurt savunması” siyasetine karşı olmak,
25
marksist tutum
her türlü ulusal savaşı reddetmeyi ya da olanaksız görmeyi, bu kez de böyle bir uç noktaya savrulmayı haklı kılmıyor. Emperyalist bir savaş içinde paylaşıma konu olan sömürgeler ve ezilen uluslar açısından durum farklıdır. Çünkü bu ülkelerde “anayurt savunması”, gecikmiş bir tarihsel sorunun, yani ulusal bağımsızlık sorununun çözümünü içerir. Ve bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarını, komünistler haklı ve ilerici savaşlar olarak değerlendirmeyi sürdürürler. “Ata toprakları ve ulus”un tarihsel kategoriler olduğunu belirten Lenin; “Ben, demokrasiyi savunmak ya da ulusal baskıya karşı durmak amacıyla verilen savaşlara hiçbir biçimde karşı değilim; bu savaşlar ya da başkaldırılar söz konusu olduğu zaman da «ata topraklarının savunulması» sözünden korkmam” der.5 Gerçekten de, sosyalistler her zaman zulüm görenin yanında yer alırlar ve kapitalist baskılara karşı yürütülen demokratik ya da sosyalist içerikli savaşlara karşı çıkmazlar. Emperyalizm döneminde bir ulusal savaşın haklı kabul edilebilmesi için her şeyden önce, yürüyen savaşın özü ortaya konulmalıdır. Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. “Peki, bir savaşın «özü»nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”6 Sömürge ülkelerde ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşlarının haklı savaşlar olduğu hususu yeterince açıktır. Asıl tartışılması gereken sorun, siyasal bağımsızlığa sahip ve zaten burjuvazinin egemen olduğu bir kapitalist ülkenin emperyalist paylaşım savaşına konu olması, topraklarının işgal edilmesi durumudur. Böyle bir durumda da, yine haklı bir ulusal savaştan söz edebilir miyiz? Komünistler, sosyal-şovenizme bulaşmama gerekçesiyle, böylesi koşullarda “yurt savunması” için ayağa kalkan emekçi kitlelere ve onların mücadelesine kayıtsız mı kalmalıdırlar? Bir kere her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, egemen olan bir ulus-devletin topraklarının işgale uğraması ya da ilhak edilmesi durumunda komünist yaklaşım
26
Ekim 2011 • sayı: 79
açısından temel sorun, üzerinde yaşanan toprakların savunulup savunulmayacağı sorunu değildir. Sorun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin, yaşadıkları topraklara yönelik bir saldırı ve ilhak karşısında neyi, nasıl, kime karşı, hangi temelde vb. savunacakları sorularının yanıtındadır. Lenin’in tutumunda örneklendiği gibi, komünistlerin karşı çıktığı “anayurt savunusu”, proletaryanın savaş bahanesiyle kendi ülkesindeki burjuva iktidarını savunur ve destekler bir duruma düşürülmesidir. Peki doğru tutum ne olmalıdır? Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” kapsamında bir ön deneyim olarak geçen Paris Komünü, bu konuda da bir ön örnek oluşturmaktadır. Marx’ın deyimiyle “göğü fethe çıkan komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası siyasal deneyim açısından henüz çok gençti. Emekçi kitlelerin desteğini henüz kazanmamıştı, yalnızdı. Ne yapması gerektiği konusunda bilgisizdi, çeşitli yanılgıları oldu ve sonunda yenildi. Fakat her şeye rağmen, yine de işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi. Siyasal deneyim açısından çocukluk dönemini yaşayan Paris proletaryası, daha sonraları işçi sınıfının bilincini aşamalara bölüp duran kartlaşmış Stalinist “önder”lerin stratejileriyle (önce burjuvaziyle birlikte dış düşmana karşı mücadele, sonra içte burjuvaziyle hesaplaşmaya sıranın gelmesi; yani gelmemesi!) kirlenmemişti. Fakat yine de bu örnek yalnızca bir ön deneyimdi; eksikleri, hataları görmezden gelinemezdi. Bu nedenle Lenin, Paris Komününün hatalarından alınması gereken derslere dikkat çekti. Paris işçilerinin bir bölümünün “ulusal ideolojiye” saplanıp kalmalarının, bu tür küçük-burjuva zayıflıkların affedilmez yanılgılara örnek oluşturduğunu belirtti. Bir başka örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı içinde Almanya tarafından işgal edilen Belçika’da ortaya çıkan “ulusal sorun”un sömürge ülkelerden farklılığı hatırlanabilir. Lenin, eğer Almanya Belçika topraklarını ilhak ederse böyle bir kapitalist ülkede de bir ulusal savaşın gündeme gelip gelmeyeceğini ve şayet gündeme gelirse komünistler tarafından haklı bulunup bulunmayacağını tartışıyordu. O, böylesi durumlarda da toprak ilhaklarına karşı çıkılması ve ulusların kaderini tayin hakkının kabul edilmesinden yanaydı. Çünkü Lenin, zorla gerçekleşen toprak ilhaklarını bir “oldu-bitti” olarak kabul eden ve bu tür sınır değişikliklerini sosyalizmi hazırlayan bir siyasal-iktisadi merkezileşme adına kayıtsızlıkla karşılayan mantaliteye karşıydı. Bu nedenle, “Avrupa’da yeni sınır taşlarının dikilmesine, emperyalizmin yıktıklarının yeniden konmasına kesin olarak karşıyız” diyen Polonyalı Marksistleri eleştirdi. İlhakların bu temelde haklı gösterilmesini Marksizmin
sayı: 79 • Ekim 2011
yozlaştırılması olarak değerlendirdi. Ulusların kaynaşmasının ancak gönüllülük temelinde gerçekleşebileceğini savunan Lenin, bir halkın arzusu dışında zorla gerçekleştirilen toprak ilhaklarına karşı çıkılması gerektiği fikrinden ödün vermedi. Ulusal bağımsızlık sorununun çok önceden çözülmüş olduğu bir kapitalist Avrupa ülkesinde bile –Belçika örneğinde olduğu gibi– ulusların kaderini tayin hakkını savunmanın yeniden gündeme gelebileceğini hatırlattı. Konuyu netleştirmek için birkaç önemli noktayı vurgulayalım. Belçika’daki bir “ulusal savaş”ın, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarıyla özdeşleştirilebilecek bir tarihsel boyutu yoktu. Belçika, sömürge ülkelerdeki gecikmeli tarihsel koşulların tamamen uzağındaydı. Bir işgal ya da toprak ilhakı gerçekleşti diye, Belçika gibi bir ülkede, onca yıldır proletaryanın düşmanı olan burjuvazi gerici bir sınıf olmaktan çıkıp görece “ilerici” bir konum kazanacak değildi. Bu nedenle, kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden “ulusal sorun”lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. Yani proletarya, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten böyle bir ortamdan yararlanabilmeli, “yurt savunması” diyerek ayağa kalkan kitlelerin önderliğini ele geçirebilmeli ve böylece onları toplumsal devrime yöneltmelidir. Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan “ezen ve ezilen ulus” sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında “ezen ve ezilen sınıf ” sorunu almıştır. Fakat yine de, çeşitli emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinde, herhangi bir nüfuz alanını yeniden paylaşmak amacıyla çıkarttıkları ve çıkartacakları savaşlar karşısında doğru bir tutum alma gereği devam ediyor. Örneğin, bugün iyice saldırganlaşan ABD’nin bütün dünyanın gözü önünde açıkça hücuma hazırlandığı Irak sorununda tarafsız kalmak mümkün müdür? Irak’ta
marksist tutum
Saddam rejiminin desteklenebilecek hiçbir yönü olmasa da, dünya ölçeğinde proletaryanın emperyalist savaş karşıtı bir mücadeleyi yürütmesi gerekiyor. Amerikan emperyalizminin artık haksızlığı ayan beyan ortada olan zalim savaş hazırlığına açıkça karşı çıkmaksızın, işçi sınıfının ne Irak’ta ne de bir başka ülkede emekçi kitleleri kendi devrim hedefine kazanması mümkün değildir. Emperyalist savaş tehditlerine ve emperyalist savaşlara karşı tutum almamak büyük bir suç olur. Olası bir savaş ve ABD’nin Irak topraklarını işgali durumunda ise, Irak halkının Amerikan emperyalizmine karşı yürüteceği savaş elbette ki haklı bir ulusal kurtuluş savaşı olacaktır. Ya da yine Ortadoğu’da Filistin halkına kan kusturan İsrail’in yürüttüğü haksız savaş karşısında Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin haklılığını tartışmaya gerek bile yoktur. Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle “ulusal birlik”i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva “ulusal ideoloji”nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. Evet, komünistler ulusların kaderini tayin hakkını savunurlar, emperyalist ülkelerin askeri müdahalelerine ve toprak ilhaklarına karşı çıkarlar. Ezilen ulusların siyasal bağımsızlık mücadelelerini haklı bulur ve desteklerler. Fakat tüm kapitalist ülkelerde, komünistler, savaşın yarattığı devrimci durumdan proleter devrimin gerçekleşmesi için yararlanmayı başa alırlar. Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle “ulusal birlik”i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva “ulusal ideoloji”nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. Irak örneğinin açıkça sergilediği gibi, emperyalist güçlerin haksız ve zalim askeri müdahalelerinden kurtuluşun yolu; “mazlum” rolünü oynayan gaddar burjuva iktidarların desteklenmesinden ve neticede bu iktidarların sürekli kılınmasından geçmiyor. Haksız bir emperyalist saldırı karşısında, saldırıya uğrayan ülkenin kendi kaderini tayin hakkı doğuyorsa da, devrimci proletaryanın görevi asla bu hakkın kabulü noktasında bitmemektedir. Tam tersine, asıl görev tam da bu noktada başlamaktadır. Çünkü, ulusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitlelerin, elde silah cephelerde ölümlere koşup ülkeyi işgalden kurtarmaya çalıştığı haklı savunma savaşlarında bile, burjuvazinin tek bir amacı vardır. Yalnız ve yalnızca kendi burjuva düzeninin korunması ve güçlendirilmesi!
27
Ekim 2011 • sayı: 79
marksist tutum
Egemen burjuvazinin, ulusun kaderini tayin hakkından anladığı budur, asla daha ötesi değil! O halde böylesi koşullarda mücadele yürüten devrimci proletaryanın görevi, ulusun öncüsü olabilmek ve emekçi kitlelerin gerçekten de kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin yolunu açmaktır. Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar. Günümüzün somut koşulları nedeniyle, bir zamanlar Lenin’in emperyalist ülkelerin sosyal-şovenlerini mahkûm etmek için dile getirdiği uyarılar, bugün tüm kapitalist ülkelerdeki komünistlerin kulağına küpe olmalıdır. Yayılmacı maceralarla kendi uluslarını haksız savaşların içine sürükleyen burjuva iktidarların hegemonyası altında, onların ordularını güçlendirmek üzere savaşa katılmayı, “yurt savunması” bahanesine sığınarak haklı göstermek düpedüz milliyetçiliktir, sosyal-şovenizmdir. Tam da bu noktada bir tartışma hususunu daha öne çıkarmamız gerekiyor; o da şudur: Büyük bir emperyalist devletin, görece zayıf, küçük bir kapitalist devlete saldırması durumunda (örneğin ABD’nin Irak’a saldırdığı Körfez Savaşında), küçük kapitalist devletin savaşı kazanmasının (Saddam’ın kazanması diye de okuyabilirsiniz!) emperyalizme indirilmiş bir darbe olacağı söylenir. Bu yaklaşıma göre, büyük kapitalist devletin aldığı yenilgi nedeniyle durumu sarsılacak ve bu da proletaryanın mücadelesi açısından önemli olanaklar yaratacaktır. Bu doğrultudaki değerlendirmeler, emperyalist güçlerin manevra olanaklarını hafife alan ve proletaryanın enternasyonal örgütlülüğünün ve mücadelesinin zorunluluğunu atlayan spekülatif tutumlardır. Aslında bu gibi tutumlar da çarpıtılmış bir anti-emperyalizm anlayışının uzantılarıdır. Şu ya da bu emperyalist ülkenin küçük bir ülkede giriştiği maceranın yenilgiyle sonuçlanması, dünya genelinde işçi ve emekçi kitlelerin moralini yükseltse de, muhakeme tek boyutlu yürütülmemeli ya da böyle bir olasılık asla abartılmamalıdır. Enternasyonal düzeyde devrimci öncü ve örgütlülük olmaksızın, söz konusu durumların işçi sınıfının mücadelesinde kendiliğinden büyük fırsatlar yaratacağını ummak büyük bir hata olur. Aslında, büyükküçük devlet muhasebesinde atlanan önemli bir nokta var. Büyük emperyalist güçler, kışkırttıkları bölgesel savaşlarda ya da nüfuz alanlarına yönelik askeri operasyonlarda, kendi çıkarlarına ters düşecek durumların içinden sıyrılabilmek, yenilgili bir durumu bir “zafer” olarak sunabilmek bakımından gerçekten de büyük bir manevra gücüne sahipler. Oysaki, aslında askeri bir müdahaleye konu olan küçük kapitalist ülkenin burjuva iktidarı aldığı bir yenilgi karşısında gerçekten de sarsıntı geçirebilmektedir. Kısacası, günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttı-
28
ğı bölgesel savaşlarda “burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim” diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler. Ve zaten tüm emperyalist devletlerin esas korkusu da, küçük bir kapitalist devletin büyüğüne kafa tutması değil; küçük büyük herhangi bir kapitalist ülkede proleter devrimin patlak vermesidir. Konuyu biraz da değişik bir açıdan ele alarak tartışmayı sonuçlandıralım. Lenin dönemindeki sömürge ve yarısömürge ülkelerin ezici çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarını kazandılar, kendi ulus-devletlerini kurarak kapitalist devletler kervanına katıldılar. Hatta Türkiye, Hindistan vb. örneklerde olduğu gibi, bu ülkelerin bir kısmı diğerlerine oranla ekonomik açıdan bir hayli mesafe katettiler. Bunlar emperyalist hiyerarşide alt basamaklarda yer alıyor olsalar da, palazlandıkları ölçüde bölgesel bir güç olmaya soyunmakta ve kendi çıkarları doğrultusunda sağa-sola sataşmaktadırlar. Bu nedenle günümüzde savaşlar karşısında doğru bir tutum takınabilmek için, içinde yaşadığımız dünyanın somut koşullarından hareket etmek, düne oranla değişen yönleri hesaba katmak zorunludur. Unutmamalıyız ki, yayılmacı maceralara yalnızca büyük emperyalist ülkeler başvurmuyor. Bugün, kendi bölgelerinde emperyalistleşmeye, bir alt emperyalist güç olmaya çabalayan kapitalist ülkelerin (örneğin Türkiye, İran, Hindistan gibi) durumu çarpıcıdır. Bu ülkelerin, kendilerine nüfuz alanı yaratabilmek amacıyla kendi bölgelerinde kışkırttıkları çatışmalar, giriştikleri gerici maceralar ve çıkarttıkları haksız savaşlar var. Bu tür savaşlar karşısında da devrimci proletaryanın tutumu, bir başka ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisiyle aynı cephede bir “ulusal” savaşın, bir “anayurt” savaşının sürdürülmesi olamaz. Günümüzün somut koşulları nedeniyle, bir zamanlar Lenin’in emperyalist ülkelerin sosyal-şovenlerini mahkûm etmek için dile getirdiği uyarılar, bugün tüm kapitalist ülkelerdeki komünistlerin kulağına küpe olmalıdır. Yayılmacı maceralarla kendi uluslarını haksız savaşların içine sürükleyen burjuva iktidarların hegemonyası altında, onların ordularını güçlendirmek üzere savaşa katılmayı, “yurt savunması” bahanesine sığınarak haklı göstermek düpedüz milliyetçiliktir, sosyal-şovenizmdir.n
_______________________ 1
Lenin, age, s.294
2
Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.13
3
Lenin, age, s.13-14
4
Lenin, age, s.22
5
Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.290
6
Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.29
İşsizlik Artıyor, AB ve ABD’de Kriz Gittikçe Derinleşiyor Hakan Sönmez
B
urjuvazinin “ebedi” sistem olarak lanse ettiği kapitalizm derin bir kriz içinde debeleniyor. Bir daha kriz, işsizlik, savaş olmayacak yalanlarının üstünden çok geçmedi ve kapitalizm, tarihindeki en büyük krizle karşı karşıya kaldı. Kapitalist tekeller ardı ardına batmaya başladı. Ölümcül bir hastalığa yakalandığını bir türlü kabul etmeyen hasta gibi kapitalizmin temsilcileri de yaşanan krizi kabul etmemek için direndiler. Onlara göre yaşanan sadece bir finansal krizdi ve bu kriz esas olarak yatırım bankalarını vurmuştu, finansal sistemin bile tamamını etkilemeyecekti. Oysa yaşanan şey, kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı aşırı üretim krizinden başka bir şey değildi. Kriz tam da reel sektörden kaynaklıydı ve bu durum inkâr edilmez bir hâl alınca kriz kelimesinin yerine kulağa daha hoş gelen ve daha az tedirgin edici olan, durgunluk anlamına gelen resesyon deyimi kullanılmaya başlandı. Fakat bir olguya yeni adlar takmak onu o olgu olmaktan çıkarmaz. Nitekim kapitalizm 1929 yılında yaşadığı “büyük buhran”ı da aşan bir aşırı üretim krizinin içindedir. Artan işsizlik ve yoksulluğun boyutu da bunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kapitalist devletler “krizi önleme” adı altında batan tekelleri kurtarma paketleri hazırlayıp faturasını işçi sınıfına kesiyorlar. Bunun anlamı emekçiler için daha çok çalışma, hak gaspı, işsizlik, yoksulluk ve sefalettir. Diğer taraftan alınan bu önlemler burjuva ideologları tarafından krizin içinden kısa sürede çıkılacağı, önlemler sayesinde krizin atlatılacağı şeklinde lanse edilip duruldu. Ne var ki kapitalist kriz derinleştikçe derinleşti ve yaşanan yeni gelişme-
lerle kendini sürekli dışa vurdu. Krizle birlikte işsizlik had safhaya ulaştı, gıda fiyatları aşırı derece arttı, başta Afrika ülkeleri olmak üzere birçok ülkede ayaklanmalar baş gösterdi. Tunus’ta başlayan isyan kısa sürede Cezayir, Mısır, Yemen, Umman, Libya ve Suriye’ye sıçradı. Şimdilerde Yunanistan’da yaşananlar kitle hareketlerinin diğer Avrupa ülkelerini de saracağını açıkça gösteriyor. Nitekim İspanya da aynı Yunanistan gibi iflasın eşiğinde. Geçtiğimiz haftalarda İngiltere’de yaşanan isyan da çöküş sürecinin bir sonucu olarak görülmelidir.
Bütün sektörlerde işsizlik artıyor Krizin ilk büyük dalgasında birçok tekel binlerce işçiyi işten atmıştı. Avrupa’nın dördüncü büyük bankası ve Yapı Kredi’nin ortağı olan İtalyan UniCredit, 9 bin çalışanının işine son vermeyi planladığını açıklamıştı. Yine Alman tekeli Siemens de işgücünün yüzde 4’ünü oluşturan 17 bin 200 çalışanının görevine son vereceğini açıklamıştı. İşten atmalar bir süre yavaşlasa da, şimdilerde yeniden hız kazanmış bulunuyor. Geçtiğimiz ay dünyanın en büyük bankalarından olan HSBC 30 bin kişiyi işten çıkaracağını açıkladı. Dünya genelinde 330 bin çalışanı olan bu banka, küçülme bahanesini öne sürerek 30 bin işçinin işine son vereceğini söylerken, daha yıl bitmeden elde ettiği kârı 10,9 milyar doları buluyor. Bank of America da 2013 yılına kadar 30 bin işçiyi işten atacağını, yani işgücünün yüzde 10’unu kapı dışarı edeceğini duyuran mali sermaye devleri arasında yer alıyor. Yine dünyanın en bü-
29
Ekim 2011 • sayı: 79
marksist tutum
yük cep telefonu üreticisi Nokia’dan yapılan açıklamaya göre, “akıllı telefon pazarında daha iyi rekabet edebilmek için maliyetleri azaltmak üzere” 2012 yılına kadar 4 bin işçi işten çıkarılacak. İşten çıkarmaların büyük çoğunluğu Danimarka, Finlandiya ve İngiltere’de olacak. ILO 2011 Küresel İşsizlik Trendi Raporuna göre dünya çapında işsizlik 2010 yılında 205 milyonu bulurken, bunun 34 milyonunu 2007’den bu yana işten atılanlar oluşturuyor. Ayrıca 2007 yılında 73,5 milyon olan genç işsiz sayısı 2009 yılında 80 milyona ulaştı ve genç işsizlik oranı yetişkin işsizlik oranının 2,6 katı oldu. Ayrıca iş bulabilenlerin 630 milyonluk kısmı aileleriyle birlikte günlük 1,25 dolarla açlık ve sefalet koşullarında yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Durum Türkiye’de de bu seyirde devam etmektedir. TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranlarında yetişkin işsizlik oranı %11, genç nüfusta işsizlik oranı %17 olarak belirtilmektedir. Gerçek oranlar bunun üzerinde olsa da, resmi oranlar bile işsizliğin ne denli fazla olduğunu göstermeye yetmektedir. İşçi sınıfının “beyaz yakalı” olarak tanımlanan kesimleri de işsizlik girdabından kurtulamamıştır. Üstelik bu sektörlerde çalışanların çalışma koşulları da gün be gün ağırlaşmaktadır. İşten atmalar işçiler için açlık, yoksulluk anlamına gelirken sermaye sınıfı için sıradan bir iş haline gelmiştir. Nitekim bu gerçeği Capital dergisinde “İşten Çıkarmanın En Etkin Yolu” başlıklı makalede Lee Hecht Harrison Türkiye İş Geliştirme Müdürü İpek Akyıldız şöyle ifade ediyor. “Krizle birlikte daha çok şahit olduk, ancak işten çıkarmalar hayatın ayrılmaz bir parçası… Özellikle son ‘işten çıkarma’ politikalarına bakış çok değişti. Çünkü artık, sadece performans değerlendirmeleri nedeniyle işten çıkarmalar gündeme gelmiyor. Ekonomik kriz ya da benzeri yönetim politikalarının yanı sıra, satın almalar ve birleşmeler iyi elaman ve yöneticilerin de işten çıkarılmasını zorunlu kılabiliyor. Böylece tüm bu gelişmeler ‘işten çıkarmaya’ bakışı değiştiriyor.” Sermaye için önemli olan kârdır ve bunun için yapamayacağı şey yoktur. Sermaye sınıfı “gölgesini satamadığı ağacı keser”, yani söz konusu kâr olunca değil işçileri işten atmak üst düzey yöneticiler bile kolayca işten atılabilmektedir. Bu bakımdan sermaye sınıfı işten atarken “beyaz yakalı”, “mavi yakalı” diye bir ayrım gözetmemektedir. İşçi sınıfının her kesimi HSBC örneğinde olduğu gibi işsizlik belasıyla her an karşı karşıyadır. İşsizliğin nedeni bizzat kapitalizmdir. Kapitalizmde kâr oranlarının artması ve sermayenin büyümesi işçi sınıfının artı-değerinin sömürüsüne bağlıdır: “Kapitalistler kârlarını arttırmak için emek verimliliğini arttırmak, makineleri daha da yetkinleştirmek isterler. Makinelerin yetkinleşmesi ve emek üretkenliğinin artmasıyla, eskiden iki işçinin yapabildiği işi artık yenilenen teknolojiyle bir işçi tek başına yapabilir hale gelir. Yani kapitalist aynı zaman diliminde çok daha az işçiyle aynı miktarda ürünü üretmeye devam eder. Bunun anlamı giderek büyüyen bir işsizler ordusu ve
30
işsizliğin kronik hale gelmesidir. Böylece sınıfsız bir toplum kurulmasının kaldıracı olacak olan emek üretkenliğindeki artış, kapitalizmde işgücünün yoğun sömürüsünün, milyonların işsiz, aç ve yoksul kalmasının araçlarına dönüşür, iktisadi krizlerin yolunu döşer. Emek üretkenliğinin artması nedeniyle işsizliğin büyümesi kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur. Bunun yanı sıra, kapitalist, işgününün uzatılması ve iş temposunun yoğunlaştırılması sayesinde üretim sürecinde daha az işçiye ihtiyaç duyar ve böylece işsizler ordusu bu yolla da büyümeye devam eder. Kuşkusuz bunlar sınıf mücadelesinin düzeyine ve sınıfsal güç dengelerine bağlı olarak belirlense de, kapitalistlerin her daim hâkim kılmak istediği şeydir. Bu saldırılar kriz dönemlerinde daha da tırmandırılır ve işsizler ordusu alabildiğine büyür. Kapitalistlerin çalışan işçiler üzerinde bir kamçı olarak kullandığı işsizlik, kriz dönemlerinde işçilerin sırtında çok daha şiddetli şaklamaya başlar. Sosyal haklar gasp edilir, ücretler düşürülür, işgünü uzatılır ve iş temposu alabildiğine yoğunlaştırılır.” (Utku Kızılok, Genç Nüfusta İşsizlik Artıyor, Burjuvazi Korkuyor!, MT, no:63) İşsizlikle birlikte ağır iş koşulları işçi sınıfına dayatılmakta, esnek çalışma adı altında işgünü uzatılmakta, ücretler düşürülmekte, taşeron sistemi yaygınlaştırılarak örgütlenmenin önüne geçilmektedir. İşçi sınıfının büyük mücadeleler sonucu kazandığı 8 saatlik işgünü giderek ortadan kalkmakta ve yerini 12 saatlik işgünü almaktadır. İşçiler için olabilecek tek gerçek güvence örgütlülüktür. Bunun dışında çalıştıkları sektör ve burada yaptıkları iş ve konumları güvence değil burjuvazinin işçilerin kafalarında oluşturduğu bir yanılsamadır. Yani işçi sınıfının hiçbir kesiminin güvenceli olmak gibi bir lüksü yoktur. İşsizliğe karşı mücadele işçi sınıfının hem çalışan hem de işsiz kesimini kapsayan ortak talepler etrafında militan bir mücadele olarak örgütlenmelidir. Çünkü küresel kriz daha derinleşmekte ve işçi sınıfına yönelik saldırılar artmaktadır.
Kapitalist kriz ABD ve AB’de giderek derinleşiyor Kapitalizmin tarihsel küresel krizi ABD ve AB ülkelerinde derinleşerek devam ediyor. 2008 yılıyla birlikte ABD’de mortgage sisteminin çökmesinin ardından 158 yıllık Lehman Brothers gibi büyük tekellerin batması ve trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri, kapitalizmi krizden çıkarmaya yetmedi. Burjuva ideologlar krizden U şeklinde mi yoksa V şeklinde mi çıkılacağını tartışadursunlar, kapitalizm baş aşağı gitmeye devam ediyor. 2011 yılının hemen başında gıda fiyatları fahiş derecede artmış ve Kuzey Afrika’da halk ayaklanmalarının fitilini ateşlemişti. Böylelikle krizin bitmediği, gittikçe de derinleşerek dünyanın birçok ülkesinde sosyal patlamalarla sonuçlanacağının işaretini vermişti. Nitekim bugün Yunanistan’da yaşananlar bunun bir göstergesidir. Bu günlerde ABD ve AB ekonomisi krizle boğuşuyor ve hatta İspanya ve
sayı: 79 • Ekim 2011
İtalya ekonomilerinin çökeceği söyleniyor. Diğer taraftan ABD’de Standard and Poor’s kuruluşunun ABD’nin kredi notu görünümünü negatife indirmesi, Türkiye dâhil dünya borsalarında hızlı ve sert düşüşler yaşanmasına, altın fiyatlarının tırmanmasına neden oldu. Bu ve ABD ekonomisinin beklenenin altında büyümesi krizin daha da derinleşeceğini bir kez daha gündeme getirmiş durumda. Onca kurtarma paketlerine rağmen ABD ekonomiyi rayına oturtamadığı gibi, tam tersine ekonomi gittikçe çöküntüye doğru gitmektedir. “Rüyalar ülkesi”nde, yoksulların sayısı 43,7 milyona yükselmiştir. 2000 yılında işsizlik oranı %4 iken, 2011 yılında %9’u geçmiştir. Geçici işlerde ve part-time işlerde çalışanları eklediğimizde bu oran daha artmaktadır. Ayrıca ABD’nin dış borcu GSMH’sini aşmış durumdadır. Gerek ABD’de gerekse Avrupa Birliği’nde kurtarma paketleri devasa borç yükü ve bütçe açıklarına neden olmuş, bu durum ekonomide yeniden bir kırılma noktası yaratmıştır. Nihayetinde her yama başka bir deliğin açılmasına sebep olmakta, her müdahale krizi daha da şiddetlendirmektedir. Bugün AB içinde Macaristan, Romanya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz ekonomileri batmanın eşiğine gelmiş durumda. AB’nin çökmekte olan Yunan ekonomisine 110 milyar avro yardımda bulunması bile krizin yayılmasını önleyemedi. Krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek isteyen Yunan burjuvazisi %13,5’lik bütçe açığını AB standartları olan %3’lere çekmek için kemer sıkma politikalarına başvurmaktadır. Hazırlanan kemer sıkma planında kamu harcamalarında 30 milyar avroluk bir kesintiye gidilmesi, bu doğrultuda ücretlerin 2014 yılına kadar dondurulması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, vergilerin artırılması gibi işçi sınıfına yönelik saldırılar yer almaktadır. Ancak işçi sınıfının buna yanıtı sert olmuş, işçiler grev, direniş ve kitlesel gösterilerle krizin bedelini ödemeyeceklerini haykırmışlardır. Tabii ki bu durum AB içinde burjuvaları yeterince tedirgin etmiş, yükselen mücadelenin başka Avrupa ülkelerine sıçramaması için önlemler almaya itmiştir. Bizzat burjuva kurum ve kuruluşlarının ve uzmanlarının açıkladıkları raporlar AB’de krizin gittikçe derinleşeceğini söylüyor. Time dergisinin “Avrupa’nın Düşüşü” başlığı altında yayımladığı bilgilere göre, 2008 yılında yirmiyedi AB ülkesi %4 oranında küçüldü. Kapitalist ekonomide %4’lük bir küçülme çok derin çöküntülere neden olabilecek bir orandır ve bugün yaşanan durum bunun bir göstergesidir. Yine Avrupa Birliği’nin en büyük ekonomilerinden biri olan İngiltere’de enflasyon beklenenin tam iki katı olan %4,4 oranında gerçekleşmiştir. Bu da hayat pahalılığının iki kat yükseldiğini, buna bağlı olarak da yoksulluğun arttığını göstermektedir. Diğer taraftan bugünlerde iflas edeceği söylenen Portekiz’de milli gelir %2 oranında azalmıştır. Avrupa Birliği’nde de işsizlik gittikçe tırmanmaktadır. Örneğin 2000 yılında %8,8 olan işsizlik oranı 2011 yılında %9,4 olmuştur. Ekonomisi batmakta olan diğer bir ülke de İspanya’dır. İspanya’da işsizlik ora-
marksist tutum
nı %21’e yükselirken bu oran gençler arasında %40’a dayanmış durumdadır. Krizin bedelini ödemek istemeyen İspanya işçi sınıfı, saldırılara karşı eylemlerle karşılık vermeye devam ediyor. Kriz İspanyol futbolunu da etkilemiş, 1. ve 2. ligde oynayan futbolcular bile greve çıkmıştır. Bugün kapitalizm küresel krizle sarsılmakta ve krizini atlatmak için bir taraftan işçi sınıfına saldırmakta, diğer taraftan emperyalistlerin arasındaki savaş süreci kızışmaktadır. Böylesi kriz ve savaş koşulları işçi sınıfına kapitalist sömürü düzenini tarihin çöplüğüne gönderme fırsatını tanımaktadır. Bu fırsatı değerlendirmek ve bu süreci işçi iktidarıyla taçlandırmak için sınıf devrimcilerine büyük iş düşüyor. Bunca yaşananlar Marksistleri yanıltmamış, tarih her defasında Marksizmi haklı çıkarmıştır. Marksizme kara çalanlar her kriz döneminde dönüp dönüp Marx’ın Kapital’ini okuyup acaba Marx haklı mıydı diye söylenip durmaktalar. Burjuva ideologlar kapitalizmin küresel krizini geçici bir durgunluk olarak tanımlayıp krize resesyon gibi adlar taksalar da, Marksizmin ortaya koyduğu üzere, yaşanan şey kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı aşırı üretim krizidir. Elif Çağlı’nın da dediği gibi, “İktisatçıların krizlerin kapitalizmin doğasına içkin olduğu gerçeğini gizleyebilmek amacıyla ileri sürdükleri boş gerekçeler ve sözde tahliller yıllar boyunca birbirini tekrar edip duruyor. Onların işi, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz sonuçları hükümetlerin yanlış mali uygulamalarına, hatalı para politikalarına bağlayarak bilinç bulandırmak ve böylece sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Her seferinde krizin nedeni ya da krize çözüm olarak ele aldıkları unsurlar, faiz oranları gibi aslında ekonomik duruma bağımlı olan parametrelerdir. İktisatçıların faiz oranlarıyla oynanmasını bunalımın çözümü gibi göstermek istemelerine karşın, gerçeklik hiç de böyle değildir. Marx’ın dediği gibi, «hatalı banka yasaları bu para bunalımını daha da yoğunlaştırabilir. Ama hiçbir banka yasası bu bunalımı önleyemez». Çünkü kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum) Bugün kapitalizm küresel krizle sarsılmakta ve krizini atlatmak için bir taraftan işçi sınıfına saldırmakta, diğer taraftan emperyalistlerin arasındaki savaş süreci kızışmaktadır. Böylesi kriz ve savaş koşulları işçi sınıfına kapitalist sömürü düzenini tarihin çöplüğüne gönderme fırsatını tanımaktadır. Bu fırsatı değerlendirmek ve bu süreci işçi iktidarıyla taçlandırmak için sınıf devrimcilerine büyük iş düşüyor. Kapitalizmin küresel saldırısına, açlığa, yoksulluğa, emperyalist savaşlara karşı işçi sınıfının enternasyonal mücadele bayrağını yükseltelim. n
31
Kaddafi Sonrası Libya Üzerine Pazarlıklar Suphi Koray
L
ibya’da süren iç savaş muhalif güçlerin 22 Ağustosta Trablus’u ele geçirmesiyle yeni bir evreye girmiş oldu. Askeri müdahale konusunda başlangıçta çekimser kalan Rusya da dâhil olmak üzere emperyalist güçler yeni rejimi tanıdıklarını ilan ettiler. Eylül ayında ise BM Genel Kurulu da Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ni (UGK) resmen tanıdı ve BM’de Libya sandalyesine UGK başkanı Abdülcelil oturdu. UGK’nın hedefinde ise şimdi Kaddafi’nin doğum yeri olan Sirte ve Beni Velid kentleri yer alıyor. Emperyalist güçlerin desteğini arkasına alan UGK güçlerinin bu iki kentteki Kaddafi yanlısı direnişi sona erdirmeleri zor gözükmüyor. Nitekim NATO bu güçlere verdiği hava desteğini 90 gün daha uzatmış bulunuyor. Kaddafi’nin nerede olduğu ise tam olarak bilinmiyor. Kaddafi Trablus’un düşmesinden sonra sesli mesajlar göndererek sonuna kadar savaşacaklarını söylese de, 42 yıllık iktidarı resmen son bulmuş durumda. Eski adı Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyesi olan ülkenin adı Libya olarak değiştirildi bile. Yeni rejimin ilanıyla birlikte emperyalist güçler arasındaki pay kapma yarışı da hızlandı. Emperyalist güçlerin temsilcileri bölgeye ziyaretler düzenlerken, petrol tekelleri de Libya’nın yeraltı kaynaklarından en büyük payı alabilmek için hazırlıklarını yoğunlaştırdılar. Dikkati çeken önemli noktalardan biri Türkiye’nin de
32
emperyalist paylaşım pazarlıkları içerisinde etkin bir rol oynamaya çalışmasıdır. Türkiye sosyalist solunun bir kesimi tarafından Türkiye bağımlı, yeni-sömürge ya da yarısömürge bir ülke olarak görülse de, gerçekliğin bununla yakından uzaktan ilgisinin olmadığını Arap coğrafyasında Türkiye’nin attığı adımlar ve izlediği politika çok net bir biçimde göstermektedir. Çin’den sonra dünyanın en çok büyüyen ikinci ekonomisi pozisyonunda olan Türkiye, olanca iştahıyla hinterlandında söz sahibi olmaya ve emperyal niyetlerini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu durumun Türk solu tarafından neden kavranamadığını Elif Çağlı şöyle açıklıyor: “Ulusalcı solun tipik özelliklerinden birisi, dünyadaki gelişmelerin analizini sınıf ekseninden kopartması ve küçük-burjuvazinin zihniyetini yansıtan bir «zayıf-güçlü» ekseninden değerlendirmesidir. O nedenle ulusalcı sol akımlar devrimci görünümlere büründüklerinde dahi, kapitalizme ya da emperyalizme karşı tutarlı bir devrimci tavır geliştirememektedirler. Bu durumun tipik yansıması, büyük emperyalist güçlerin altında yer aldığı için «zayıf» addedilen Türkiye gibi ülkelerin durumuna vahlanarak yabancı sermaye karşısında «ulusal» sermayeyi savunma pozisyonuna kaymaktır. İşte Türkiye gibi, yıllardır ezilen Kürt ulusunu sömürüp anasını ağlatan ve bölgesinde büyük güç olma peşinde koşan bir kapitalist ülkeye altemperyalist denilmesine karşı çıkmanın temelinde de bu
sayı: 79 • Ekim 2011
marksist tutum
küçük-burjuva ulusalcı zihniyet yatmaktadır.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye /I, www. marksist.com) Türkiye bölgede yoğun bir faaliyet içerisinde bulunuyor. Erdoğan ziyaret edeceği ülkelerin arasında Libya’nın da bulunduğu bir “Arap baharı” gezisine çıktı. Erdoğan’ın gezisinin bölgede yarattığı etkiyi kırmak üzere İngiltere başbakanı Cameron ve Fransa başkanı Sarkozy apar topar Libya’ya gittiler. Hatırlayacak olursak Libya’da ayaklanma başladığında Fransa askeri müdahalenin başını çekmiş ve Türkiye ile Fransa arasında açıktan bir çekişme yaşanmıştı. Bu gezinin genel olarak dünyada, özel olarak da bölge halkları üzerinde yarattığı etki Türkiye burjuvazisinin ulaşmış olduğu noktayı da göstermektedir. Bu durum görmezden gelinerek ya da kavranmaksızın devrimci politikalar üretmek mümkün değildir.
herhangi bir sorun teşkil etmez. Yeter ki kırmızı çizgilerine halel gelmesin, yeter ki çıkarları zarar görmesin. Sarkozy bundan sadece birkaç yıl önce Kaddafi’yi Paris’te ağırlamış, Libya ile milyarlarca dolarlık askeri ve ticari anlaşmaları imzalamıştı. Ayrıca 2007 Fransa seçimlerinde Kaddafi Sarkozy’nin seçim kampanyasına maddi destekte bulunmuştu. Ne ilginçtir ki askeri müdahalede başı çeken ülkelerin tümü yakın zamana kadar Kaddafi rejimi ile dostane ilişkiler içindeydiler. Libya zengin enerji kaynaklarıyla özellikle AB ülkeleri için önemli bir ülkeydi. Emperyalist müdahaleden önce Libya petrolünün %28’ini İtalya’ya, %15’ini Fransa’ya, %10’u ise İspanya ve Almanya’ya ihraç ediyordu. Şimdi petrol kaynaklarının işletimi yeniden şekillendirilecek. Pastadan en büyük dilimi almak için emperyalistler arasında yoğun paylaşım pazarlıkları yürüyor. Libya’nın yeni liderlerinden Abdülcelil’in “Fransa ve İngiltere’nin destekleyici rollerinin, gelecekte etkisi olacak. Şimdiye kadar kontrat imzalamadık ve önceki kontEmperyalistlerin her zamanki ikiyüzlülükleri ratlara bağlı kalacağız. Ancak dostlarımızın, Libya’yı desteklemedeki çabalarıyla orantılı rolleri olacak” sözleri bu Bütün burjuva liderler “Libya halkının tercihine saygı pazarlıkların tezahürüdür. Nitekim bir Fransız gazetesinde duyuyoruz”, “yardıma hazırız” minvalindeki sözler eşliğinFransa’nın Libya petrollerinin %35’ini işletmek üzere bir de barış ve demokrasi yanlısı pozlar takınsalar da asıl nianlaşmaya varmış olduğu haberi yayınlandı. Fransız dışişyetleri bellidir. Hepsinin amacı, şekillenecek yeni Libya’da leri bakanı bunu yalanlasa da şunları söylemekten de imtibaşta petrol olmak üzere tüm sektörlerde ihaleleri kapıp na etmedi: “Ama bildiğim kadarıyla muhalifler, Libya’nın ceplerini doldurmaktır. Süslü sözlerin ardında Libya payeniden inşasına en çok destek veren ülkelere öncelik tazarından gelecek ganimetin hayali vardır. Sarkozy, Libya nıyacaklarını açıklamıştı. Bu bana mantıklı ve adil geliyor. ziyaretinde umduğundan çok daha az olan birkaç yüz kişiAyrıca yalnız da değiliz; Amerikalılar, İtalyanlar var. Hepsi lik bir kitle karşısında, “Bingazili gençler, Libyalı gençler, de ‘Libya’ya müdahale pahalı; ancak bu geleceğe yatırım’ Arap gençleri, Fransa size dostluğunu ve desteğini sunudediler.” yor. Barış istediniz, özgürlük istediniz, ekonomik kalkınTürkiye burjuvazisi de yıkılan Libya’da özellikle inşaat ma istediniz, Fransa, İngiltere ve Avrupa Libya halkının sektöründe pay sahibi olmak istiyor. Libya’da ayaklanmayanında olacaktır” diye konuştu. nın başladığı ilk günlerde, sürecin nereye varacağı henüz Kaddafi’nin zulmü altında inleyen Libyalılara bugün belli olmadığı için iki arada bir derede ikircikli tutumlar “yanınızdayız” diyenler dün Kaddafi’nin yanındaydılar. sergileyen AKP, ancak Kaddafi’nin kaybedeceği kesinleşinEmperyalistler sadece çıkarlarının tarafında olurlar. Onlar ce tutum değiştirmişti. Türkiye’nin Libya’da inşaat sektöiçin iktidarda halkına kan kusturan bir diktatörün olması ründeki milyarlarca dolarlık yatırımı söz konusuydu. Bu anlaşmaların Libya’da yaşanan ayaklanma yüzünden sekteye uğraması ciddi bir kayıp anlamına gelmekteydi. Bu yüzden, daha sonra Libya halkının “demokrasi, insan hakları, adalet, özgürlük taleplerinin karşılanmasını” isteyecek olan AKP, o sırada NATO’nun askeri müdahalesini onaylamamış, hatta Erdoğan Libya’ya NATO’nun müdahale etmesini “saçmalık” olarak değerlendirmişti. Ancak işin rengi değişince NATO’nun operasyonuna Türkiye de dâhil olmuştu. Yine önce muhaliflerin silahlandırılmasına karşı çıkan AKP, daha sonrasında ise Libya ziyaretinde Erdoğan ve Abdülcelil Abdülcelil’i İstanbul’da kabul etmiş,
33
marksist tutum
Davutoğlu UGK’yi halkın muteber temsilcisi olarak kabul ettiklerini açıklamıştı. Hatta Ağustos ayında İstanbul’da yapılan Libya Temas Grubu toplantısında Türkiye’nin muhaliflere 100 milyon doları güvenlik sebebiyle elden verdiği açıklanmıştı. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezdi. Nitekim Türk müteahhitler Libya’ya geziler düzenlemeye başladılar bile. Bir yandan uğradıkları zararı tazmin ettirmeye çalışıyorlar, diğer yandan da yıkılan Libya’da alacakları yeni ihalelerle daha büyük kârlar elde etmenin derdindeler. Bu yüzden Erdoğan BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada alınan kararların uygulanmasını ve Libya’ya ait malvarlıklarının serbest bırakılmasını istemiştir: “Libya’da demokrasinin inşa edilmesi sürecinde, Libya’nın yurtdışındaki malvarlıklarının serbest bırakılması gerekir ki bir an önce kendi ayakları üzerinde doğrulsun. Varlık içinde Libya halkı yokluk çekmesin. Zira Libya’nın şu anda yurtdışında yaklaşık 170 milyar dolar keş parası var. Ama bu paranın nemasından Libya istifade edemiyor. Dolayısıyla, bir an önce 2009 sayılı karar yürürlüğe girmeli ve Libya halkı bu imkânlarından istifade etmelidir.” Askeri müdahale sonrası yakılıp yıkılan Libya’nın neredeyse baştan inşa edilmesi gerekiyor. Bu da Libya’yı eskisinden çok daha büyük bir yatırım alanı haline getiriyor. Müteahhitlerin gözünde şu anda Libya kocaman bir şantiye, aç gözlü kurtlar gibi altyapı, petrol tesisleri, havaalanları, konut ve işyerleri için alacakları ihalelerin hesabını yapıyorlar. Rakamlar onlar için dolar işaretinin önüne geldiğinde bir anlam ifade ediyor sadece, kaç bin kişinin öldüğü, kaç bin kişinin yaralandığı onlar için hiç mi hiç önemli değil! Savaşlardan her zaman kârlı çıkanlar ise savaş tekelleridir. Radikal gazetesinin haberine göre 6 savaş tekeli müdahalenin ilk ayında 2 milyar doların üzerinde kâr etti. ABD’li savaş tekeli Boeing’in hisseleri bir haftada %6,1 arttı ve değeri 54 milyar doları buldu. Müdahalenin başını çeken İtalya, Kanada ve İngiltere, Fransa menşeli savaş tekelleri de benzer şekilde kazançlarını arttırdılar. Dün Kaddafi’ye silah satan bu tekeller bugünse emperyalist müdahale ile kasalarını dolduruyorlar. Bu yüzden de NATO muhaliflere üç ay daha askeri destek verecek. Savaş ne kadar uzun sürerse, halkın tepesine ne kadar çok bomba yağdırılırsa bu tekeller o kadar çok para kazanacak.
“Anti-emperyalist” Kaddafi Kaddafi’nin sarayında ele geçirilen bazı gizli belgeler Kaddafi yönetimi ile CIA ve MI6 arasındaki anlaşmaları da ortaya çıkardı. Belgelerde Libya istihbaratının CIA tarafından nasıl eğitildiği, İngiltere’ye kaçan muhaliflerin MI6 tarafından nasıl Kaddafi’ye teslim edildiği, CIA’nın El-Kaide militanlarıyla mücadele etme konusunda işkence ve yok etme tavsiyeleri yer alıyor. ABD konsolosluğu-
34
Ekim 2011 • sayı: 79
nun telgraflarından birinde ise Libya’nın terörle mücadele konusunda önemli bir partner olduğu ifade ediliyor. ABD’nin başka ülkelerde de birçok işkencehanesinin olduğu hiç kimse için zaten sır değil. Yasal kılıfına uydurmak için uçakları bile havadayken işkence üssü olarak kullanıyor ABD. Libya’da da Kaddafi döneminde CIA’nın tutukladığı kişilere işkence yapılmış. Bunların arasında bugün muhalif saflarda yer alan komutanlar da var. İşte anti-emperyalist olarak lanse edilen Kaddafi! Halkına kan kusturan, emperyalist güçlerin istihbarat servisleriyle işbirliği yapan bir rejimin anti-emperyalist olması mümkün müdür? Bıraktık anti-emperyalistliği, son dönemlerde Kaddafi’nin anti-Amerikancılığından bile söz edilemeyeceğini, ele geçirilen bu belgeler açıkça gösteriyor. Halkına kan kusturan, emperyalist güçlerin istihbarat servisleriyle işbirliği yapan bir rejimin anti-emperyalist olması mümkün müdür? Oysa küçük-burjuva sosyalistler Batı’ya ve ABD’ye diklenir pozlar takındığı için Kaddafi’yi anti-emperyalist ilan etmişlerdi. Oysa küçük-burjuva sosyalistler Batı’ya ve ABD’ye diklenir pozlar takındığı için Kaddafi’yi anti-emperyalist ilan etmişlerdi. Milliyetçi solun bir diktatör olan Kaddafi’yi neden savunduğunu daha önce şöyle yazmıştık: “Dün Miloşeviç’i ve Saddam’ı anti-emperyalist diyerek savunanlar, bugün de Kaddafi’yi açıktan yahut utangaçça savunarak aslında kendilerince tutarlı bir çizgi izlediklerini ortaya koymaktadırlar. Bu çizgiyi savunanların ortak paydasının Stalinizm olduğunu belirtmiştik. Karşı-devrim yoluyla tarihteki tek muzaffer proletarya devrimini yıkan Stalin’in katliamlarını onaylayan, kurulan bürokratik diktatörlükleri «sosyalizm-komünizm» diye adlandıran, yıkıldıklarında da halkı karşı-devrimci olmakla suçlayan, Miloşeviç gibi bir insan kasabını veya Saddam gibi bir diktatörü «anti-emperyalist» sayarak savunan, Küba’yı son sosyalist devlet ve Chavez’i de 21. yüzyıl sosyalizminin kurucusu olarak gören bir anlayışın, Kaddafi’yi savunmaması garip olmaz mıydı?” (Kerem Dağlı, Anti-Emperyalizm Adına Diktatörleri Savunanlar, MT, Nisan 2011) Ne diktatör Kaddafi ne de emperyalist güçler Libya halkının çıkarlarını savunabilir. Libya’da Kaddafi’ye karşı başlatılan ayaklanma diğer ülkelerden farklı bir süreç izlemiş ve emperyalist güçlerin askeri müdahalesi ile süreç burjuva kamplar arasındaki gerici bir iç savaşa dönüşmüştür. Türkiye’den Fransa’ya, ABD’den İngiltere’ye bütün emperyalist güçler pastadan büyük dilimi kapmanın pazarlıklarını yürütüyorlar. Bu güçlerin demokrasiden ve halkın taleplerinden bahsetmeleri ise tam bir riyakârlıktır. Bugün Arap halkları nezdinde yıldızı giderek parlayan Erdoğan’ın sözleri de kimseyi aldatmasın. Bölge halkları ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle baskıdan ve yoksulluktan kurtulup refaha erebilir.n
Sermayenin Açgözlü Büyüme Anlayışı Doğayı Tahrip Ediyor Selim Fuat
T
ürkiye İstatistik Enstitüsü’nün açıkladığı son verilere göre, Türkiye ekonomisinin 2011 yılının ilk yarısındaki GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla) artışı %10,2 oranına ulaştı. Bu büyüme oranı Çin’den sonra en yüksek oranı oluşturuyor. Kapitalistlerin mutlulukla ifade ettikleri bu büyüme oranları, bir taraftan işçi sınıfının düşük ücretlerle ölesiye çalıştırıldığına işaret ederken diğer taraftan da doğanın pervasızca tahrip edildiğini söylüyor bize. Çünkü kapitalist sistem doğası gereği işçi sınıfını ve doğayı sömürüp tahrip etmek zorundadır. AKP hükümeti, hızlı büyüme politikalarının gerektirdiği miktarda enerjiyi üretebilme kapasitesine sahip olabilmek için, her türden teknolojiyi ve doğal kaynağı kullanmak istiyor. En ufak dereye varıncaya kadar bütün akarsulara hidroelektrik santralleri (HES) kurma çabaları, altın ve gümüş madenleri başta olmak üzere doğa koruma alanlarını bile madenciliğe açma uğraşları bu isteğin ortaya çıkan sonuçlarından bazıları. Akkuyu’da nükleer santral kurmak için gösterilen cansiperane mücadeleyi ve kömürle çalışıp çevresinde muazzam kirliliğe yol açan termik santrallere hız verme kararlılığını da bunlara eklemek gerek. Türkiyeli kapitalistler ve onların temsilcisi olan AKP hükümeti, 2023’te dünyanın en büyük on ekonomisinden
biri olma hedefine kilitlenmiş durumda. Bu hedefe ulaşmanın gereği olarak doğayı yıkıma uğratacak kararları da aceleyle bir bir uygulamaya koyuyorlar. Büyük inşaat ve enerji projelerini de “çılgın” ibaresiyle sıraya koymuş durumdalar. Yüksek hızla büyüme politikalarının yarattığı enerji açlığının yol açtığı en büyük yıkımlardan biri ise büyük bir ekolojik tahribata yol açan HES’ler. Bugüne kadar iki binden fazla HES yapımı tamamlanmış durumda. Hükümet özellikle Karadeniz ve Akdeniz bölgesindeki en ufak dereye, hatta dereleri besleyen küçük su akıntılarına kadar bütün akarsuları doğal mecralarından çıkarıp tünellere ve borulara hapseden, böylelikle de doğal ortamda yıkıcı bir deformasyona neden olan binlerce HES’in yapımını özellikle teşvik ediyor. Böylece “boşu boşuna akan dereler” ekonomiye kazandırılmış oluyor! Yatırılan sermayenin iki üç senede geri kazanıldığı bu yatırımların kârlılığı yüzünden çok sayıda şirket bu işe girmeye heves ediyor ve hükümetin işlerini kolaylaştırıcı tutumu yüzünden yüzlerce HES pıtrak gibi bitiyor. Sonuçta HES’lerin kurulduğu akarsular cılızlaşıyor, bunun sonucu olarak da akarsu ve çevresindeki doğal yaşam döngüsü bozuluyor. Bitkiler ve hayvanlar yok olma tehlikesiyle
35
marksist tutum
yüz yüze kalıyorlar. Akarsuyu kullanan köylülerin tarımsal üretim faaliyetleri de sekteye uğruyor. Kapitalizm eski üretimin yerine hiçbir şey koymadan köylülerin yıkıma uğramasına yol açıyor. AKP’nin seçim bildirgesinde 2023 yılına kadar Türkiye’nin su potansiyelinin aşağı yukarı tamamının enerji üretiminde kullanılacağı açıklandığına göre, HES’ler ile akarsuların, vadilerin tahribine büyük bir hızla devam etme niyeti açık. Yapımına izin verilen HES’lerin bazılarında doğa ile birlikte tarihsel ve kültürel mirasların da tahrip olması ise üzerinde neredeyse hiç durulmayan konulardan biri. Üç beş çanak çömlek, birkaç viran yapı yüzünden ekonomik ilerleme feda edilecek değil ya! Yortanlı barajının suları altında kalan İzmir Bergama’daki 2000 yıllık Allianoi antik kentinin kaderini de kapitalistlerin bu açgözlü anlayışı belirlemedi mi? Madencilik alanındaki hızlı gelişme de benzeri yıkımlara yol açıyor. Siyanür ile altın, gümüş vb. madenlerin çıkarılması faaliyetleri başta olmak üzere insan yaşamı ve çevresel etkiler göz ardı edilerek gerçekleştirilen madencilik çalışmaları yaygın biçimde sürdürülüyor. Maden çıkarmak için ormanlar talan ediliyor. Yeraltı sularının kirlenmesine yol açılıyor. Ancak her şeye rağmen, Kütahya Gümüşköy’deki gümüş madeninde göçükle birlikte siyanür sızıntısı olması ve siyanürün içme sularına karışması örneğinde olduğu gibi yola aynı düzenle tam gaz devam ediliyor. Çünkü kapitalistler için “ekonomik fayda” her şeyin önünde.
36
Ekim 2011 • sayı: 79
Kimi zaman yöre sakinlerinin basıncıyla hareket etmek zorunda kalan yerel yönetimlerin engellemelerine karşı da yakın zamanda çıkarılan yasa ile çözüm bulundu. 3 Temmuz 2011 tarihli resmi gazetede yayımlanan “İşyeri açma ve çalışma ruhsatlarına ilişkin yönetmelikte değişiklik yapılmasına dair yönetmelik” ile işletmeler artık tek bir ruhsatla tüm tesislerini çalıştırabilecek. Ruhsat verilirken belediyeler yetkili olmayacak. Belediyeler denetimlerde de bulunamayacakları için kaçak yapılar hakkında yıkım kararı alıp, uygulayamayacaklar. Aynı zamanda madencilik yapılacak alanlarda imar planı ve yapı ruhsatı da aranmayacak. Böylece işini merkezden bağlayabilen madencilerin önündeki yerel engeller de kaldırılmış oldu. AKP hükümetinin, kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda, üzerinde durduğu en önemli projelerden biri de Akkuyu’ya yapılması düşünülen Nükleer santral. Japonya’da Fukuşima Daiiçi nükleer santralinde yaşanan sızıntının yarattığı felâketin hafızalardaki izleri tazeliğini korurken ve Çernobil’deki kazanın uzun yıllar boyunca yaşanmış etkileri açıkça ortadayken, hükümet nükleer santral kurma çalışmalarına bütün itirazlara rağmen kararlılıkla devam ediyor. AKP zaten seçim beyannamesinde “büyük ekonomi” programının bir parçası olarak 2023’e kadar Mersin Akkuyu ve Sinop’ta toplam 10 bin megavat gücünde 8 nükleer reaktörün inşasına başlanacağını ve ayrıca 5 bin megavat gücünde 4 reaktör daha inşa edeceğini müjdelemişti! Yakıt olarak kömür kullanan termik santrallerin yapımı konusunda da AKP’nin hedefleri yüksek. Afşin Elbistan ve Konya Karapınar havzasında bulunan kömürleri kullanarak 18 bin 500 megavat ve ithal kömür veya doğal gaz kullanarak 8 bin megavat enerji üretecek termik santralleri inşa etmek de hükümet programında yer alıyor. AKP hükümeti, ki bu konuda başka hiçbir burjuva partisinin anlamlı sayılabilecek karşıt bir programı yok, 2023 yılında 120 bin megavat olacağını iddia ettiği kurulu enerji gü-
sayı: 79 • Ekim 2011
cünün sadece 20 bin megavatlık bölümünü rüzgâr, güneş ve diğer alternatif enerji kaynaklarından sağlamayı planlıyor. Bu hedefler eğer gerçekleşirse, 2023 yılında Türkiye’de kişi başına düşen sera gazı salımının 12 tonun üzerinde olacağı hesap ediliyor. Yani bu yöndeki programlar hayata geçerse Avrupa için kabul edilen ortalamanın çok üzerinde bir sera gazı salımı gerçekleşecek. AKP hükümeti Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin gereği olarak zaman zaman “çevreci” yasalar hazırlamak zorunda kalsa da, hızlı sermaye birikimi için alabildiğine açgözlü davranan ve AKP’nin politikalarını belirlemede en etkili unsurları oluşturan burjuva kesimler, bu yasalarda boşluklar yaratmayı iyi beceriyorlar. Çevreyi koruyucu yöndeki maddelere istisnalar getirerek ya da ağırlıklı olarak bakanlık bürokratlarından oluşan kurullara “koruma alanı” belirleme yetkisi vererek kendilerine alan açıyorlar. “Üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren” durumlarda Bakanlar Kurulu kararı ile kullanma izni tanınması bu durumu iyi açıklayan örneklerden biri. Nitekim Bergama’da siyanürle altın çıkarma faaliyetine karşı alınan yargı kararının uygulanmayıp, Bakanlar Kurulunun şirketin faaliyetine devam etmesi yönünde karar alması, bu maddenin ne amaçla kullanılacağını açıkça ortaya koyuyor.
Doğanın tahrip edilmesine karşı yükselen tepkiler Doğanın pervasızca tahribine yönelik bu ekonomik programa karşı toplumda yeterince güçlü bir tepkinin yükselmediği açık. Ancak her şeye rağmen eskisine nazaran daha fazla tepkinin ortaya konduğunu da gözlemleyebiliyoruz. Özellikle Karadeniz bölgesi ve çevresinde HES’lere karşı bugüne kadar örneği görülmemiş yaygınlıkta bir mücadele var. Derelerin Kardeşliği Platformu gibi yapılarda bir araya gelerek yerel mücadeleleri yürüten unsurlar seslerini duyurma konusunda etkili çalışmalar yapıyorlar. En son Sinop Gerze’de örneğini gördüğümüz, yöre halkının termik santral inşaatını engellemek için gece gündüz nöbet tutması türünden mücadele örneklerine pek çok başka bölgede de tanık oluyoruz. Üstelik buralarda bu insanlar jandarma ya da polisle karşı karşıya geldiklerinde çatışmaktan da geri durmuyorlar. Mücadeleciliklerinin sonucunu da kısmen de olsa alabiliyorlar. Gerze’de 2009 yılından beri Anadolu Grubunun yapmaya çalıştığı termik santralin inşaatına bir türlü başlanamadı örneğin. En son
marksist tutum
23 Ağustosta gece saat iki civarında sondaj yapmak için bölgeye girmeye çalışan iş makineleri polis ve jandarmayla birlikte geri çekildi. Aynı durum 26 Eylülde, Erzurum’da, HES inşası için bölgeye çevik kuvvet gözetiminde gelen iş makinelerinin başına da geldi. Buna rağmen bu yerel mücadelelerin gücünün sınırlı olacağını ve bu sınırlılık aşılamazsa kapitalistlerin emellerine eninde sonunda kavuşacaklarını bilmek gerekir. Gücünün sınırları nedeniyle mahkeme kararlarına güvenen bu mücadelelere mahkemelerin de yüz çevirmesi yakındır. Doğanın tahrip edilmesinin en büyük etkilerini emekçilerin yaşadığı açıktır. Gıdasızlıktan temiz su kaynaklarına ulaşamamaya, kuraklıktan salgın hastalıklara kadar bütün acı sonuçlara emekçiler katlanmaktadır. Bunun sorumlusu da tüm dünyada hüküm süren kapitalist sistemdir. Dünyanın fiziksel yok oluşuyla dahi sonuçlanabilecek düzeyde tahripkâr olan kapitalistlerin “çevreci” kisvesiyle pazarlamaya çalıştıkları da dâhil hiçbir politik yaklaşımı doğanın yıkımının önüne geçme kabiliyetine sahip değildir. Kapitalizmin yarattığı tüm sorunlarda olduğu gibi çevre sorunlarında da gerçekten çözüm sağlayabilecek yegâne güç işçi iktidarı ile ortaya konabilir. Kapitalistlerin kâr hırsına göre değil, işçilerin çıkarlarına göre düzenlenen planlı bir ekonomi dâhilinde çevre ile uyumlu bir üretimin gerçekleşmesi mümkündür çünkü. Bu yüzden bugün de doğanın tahribatına karşı tutarlı bir mücadele ancak işçi sınıfının bağrından yükselebilir. Doğanın tahrip edilmesine karşı mücadele etmek isteyenler de işçi sınıfının saflarında yer tutmalıdır. Çünkü onların yanında olabilecek tek etkili güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının tüm örgütleri de bu bilinçle kapitalizmin doğayı tahribine karşı mücadelenin önüne geçecek, inisiyatif alacak bir mücadele çizgisi oluşturmalıdır. Aksi halde dünya sermayenin kâr hırsı nedeniyle adım adım yok oluşa sürüklenmeye devam edecektir.n
37
Ş Şili’de Mücadele Yükseliyor Dicle Yeşil
38
ili’de öğrencilerin grev ve direnişleri aylardır devam ediyor. Aynı zamanda işçiler de öğrencilerin taleplerine sahip çıkarak mücadele çıtasını yükseltiyorlar. Eğitim ve sağlıkta özelleştirmelerin durdurulmasını, sosyal hak gasplarına son verilmesini ve daha iyi yaşam koşullarının sağlanmasını talep eden Şilili işçi ve öğrenciler anayasanın değiştirilmesi için sokaklara çıkıyorlar. Şili anayasası da tıpkı TC anayasası gibi darbecilerin kan damlayan kaleminden çıkmış bir anayasadır. 1973 yılında kanlı bir darbeyle iktidara gelen faşist Pinochet diktatörlüğü, birçok yasakçı ve gerici uygulamayı da getirerek burjuvazi için dikensiz gül bahçesi yaratmaya girişti. Burjuvazinin ihtiyaçlarına dönük hazırlanan anayasayla özelleştirmelerin önü açıldı, siyasal ve demokratik haklar budandı, eşitsizlik ve adaletsizlik yaygınlaştırıldı. “Şili mucizesi” olarak adlandırılan neo-liberal dönüşüm programı, devlet işletmelerinin ve özellikle de sağlık alanının hızla özelleştirilmesi adımlarıyla devam etti. Şilili öğrenciler, eğitim sisteminde de yansımasını bulan, adaletsizliği ve eşitsizliği tırmandıran bu anayasaya karşı aylardır ülke çapında grevler düzenliyorlar. Öğretmenlerin “satıcı”, öğrencilerin “müşteri” olarak görüldüğü bir sistemin hâkim kılınmak istendiği eğitim sektörü hızla ticarileştiriliyor ve eğitim fahiş fiyatlı bir meta haline getiriliyor. Milyarlara varan servetiyle burjuvazinin bir üyesi olan başbakan Pinera, ait olduğu sınıfın zihniyetini şöyle açıklıyor: “Eğitim bir metadır, alınıp satılır. Hayatta hiçbir şey bedava değildir.” Parası olanın düdüğü çalacağını söyleyen Pinera
sayı: 79 • Ekim 2011
hükümeti, talepleri için sokaklara çıkan 12-14 yaşındaki çocukların üzerine polisi saldırtmaktan, öğrencileri, işçileri tutuklamaktan da geri durmuyor. Ancak bu baskı ve yıldırma çabalarına rağmen işçiler ve öğrenciler her geçen gün daha da kararlı bir biçimde sokaklara çıkmaktan ve “parasız eğitim, parasız sağlık” istemlerini yükseltmekten vazgeçmiyorlar.
Şili’de eylem günlüğü 13 Mayısta başlayan öğrenci grevleri, öğrenci derneklerinin ve federasyonlarının bir araya gelmesiyle giderek kitleselleşti. Şili Öğrenci Federasyonu (FECH) önderliğinde yürütülen hareket, kısa süre içinde başkent Santiago’nun sınırlarını aşarak tüm Şili’ye yayıldı. 1 Haziranda 15 bin öğrenci Santiago’da, 7 bin öğrenci Valparaiso’da bulunan ulusal kongre binasının önünde toplandı. Şili’nin Concepcion, Valdivia ve Iquique gibi şehirlerinde de benzer eylemler yükseltildi. 30 Haziranda Şili sokaklarında 120 bin öğrenci ve öğretmen yürüdü. Eğitimde reform talebini yükselten öğrencilerin sesine, daha iyi yaşam koşulları talep eden öğretmenlerin sesi de eşlik ediyordu. 11 Temmuzda bakır madenlerinden de grev sesleri yükseldi. Devlete ait CODELCO bakır madenlerinden binlerce işçinin katıldığı ve farklı madenlerden de destek gören greve 45 bin işçi katıldı. Bir günlük uyarı eylemi yapan işçiler, madenlerdeki özelleştirmeleri protesto ettiler. Madenlerin yeniden kamulaştırılmasını, taşeronlaştırmanın durdurulmasını, ücretlerin yükseltilmesini, iş güvenliği önlemlerinin arttırılmasını isteyen işçiler, eğitimin ve sağlığın parasız olması taleplerini de dile getirdiler. Maden işçilerinin yanı sıra binlerce öğretmen ve öğrenci de bu grevlere destek verdi. 21 Temmuzda ise bu kez Escondida bakır madenlerinde çalışan işçiler, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve ikramiyelerinin ödenmesi talebiyle greve çıktılar. 5 gün sonra, 9 bin sözleşmeli maden işçisi de greve destek verdi. “Ölümüne!” sloganını haykırarak kararlı olduklarını vurgulayan Şilili madenciler, dayanışma sloganlarının yükseltildiği grevde “çocuklarımız için savaşıyoruz” diyerek öğrencilerin mücadelelerine de sahip çıktılar. 20 Temmuzda 31 öğrenci açlık grevine başladı. 4 Ağustosta Ortaöğretim Öğrencileri Meclisi (ACES) ve Ortaöğretim Öğrencileri Komitesine (CONES) üye liseli öğrenciler Santiago’nun Plaza Italia meydanına yürümek istediler. 12 yaşındaki çocukları yerlerde sürüklemekten geri durmayan “carabinero” adı verilen polisler, 874 öğrenciyi gözaltına aldılar. Ancak 5 gün sonra öğrenciler yeniden sokaklara çıktılar. Polisin yanıtı yine sert oldu. UNICEF bile bu vahşi saldırılar karşısında, Şili hükümetine, çocukların toplanma ve protesto hakları olduğuna dair anlaşmaya imza attığını hatırlatmak zorunda kaldı. Sağcı Pinera hükümeti, öğrencilerin kararlılığı karşısında, eylemleri yumuşatmak amacıyla, Ağustos ayı başında, eğitime 4 milyar dolarlık ek kaynak aktarılmasını içeren
marksist tutum
21 maddelik bir öneri paketi sundu. Ancak köklü reform taleplerini yineleyen işçiler ve öğrenciler, bu kandırmacaya 24 ve 25 Ağustos tarihlerinde gittikleri iki günlük genel grevle karşılık verdiler. İşçi sendikaları federasyonu CUT ve öğrenci federasyonu FECH öncülüğünde gerçekleştirilen bu greve, kamu işçileri, öğretmenler, ulaşım ve liman işçileri ülke çapında geniş katılım gösterdiler. Hükümete “devleti şirket gibi yönetme” diye seslenen işçiler ve öğrenciler, eğitim ve sağlıkta reforma gidilerek paralı eğitim ve sağlık politikalarından vazgeçilmesini istediler. Vergilerin zenginlerden ve şirketlerden alınması, eğitimde kaynak değişikliği değil anayasal değişiklik yapılması, geç yaşta düşük ücretle emekliliği dayatan emeklilik sisteminin değiştirilmesi talebini de yükselttiler. Grevler esnasında polis yine terör estirdi ve 14 yaşındaki Manuel Gutierrez Reinoso adlı öğrenciyi katletti. Göğsüne aldığı sert cop darbesi nedeniyle hastaneye kaldırılan Manuel hayatını kaybetti. 18 yaşındaki bir başka öğrenci ise gözünden ağır yaralandı. Bu vahşi saldırıda binlerce insan yaralanırken 1400 kişi de gözaltına alındı. Manuel’in ölümünün ardından ülkede yas ilan edildi ve 600 bin kişi daha sokaklara çıktı. Üniversite işgalleri yaşandı. İşçiler ve öğrenciler anayasal referandum yapılmasını talep ettiler. 1973 faşist darbesinin yıldönümü olan 11 Eylülde de Şili sokakları darbeyi lanetleyen yüz binlerin katıldığı protesto gösterisine sahne oldu. Darbe protestosunda polis meydanlara toplanan halkı tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz kullanarak dağıtmaya çalıştı. Ancak başarılı olamadı. Darbecilere karşı militan mücadele geleneğine sahip Şilili işçi ve öğrenciler polisle çatıştı. 1973 faşist darbesinin yıldönümü olan 11 Eylülde de Şili sokakları darbeyi lanetleyen yüz binlerin katıldığı protesto gösterisine sahne oldu. Darbe protestosunda polis meydanlara toplanan halkı tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz kullanarak dağıtmaya çalıştı. Ancak başarılı olamadı. Darbecilere karşı militan mücadele geleneğine sahip Şilili işçi ve öğrenciler polisle çatıştı. 21 kişiyi tutuklayan polis, onlarca kişiyi de yaraladı. 1973 darbesi sonrasında, faşist cunta, on binlerce insanı gözaltında, işkencelerde katletmiş ve binlerce insanın ömrünü zindanlarda geçirmesine neden olmuştu. 13 ve 14 Eylülde, Şili Ulusal Sağlık Çalışanları Konfederasyonunun çağrısıyla, 25 bin işçi, öğrencilerle dayanışmak için 48 saat iş durdurdu. Sağlıkta özelleştirmelerin durdurulmasını, çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep eden işçiler, hükümetin sağlığa daha fazla yatırım yapmasını istediler. Şili’de sağlık uzmanlarının %80’i özel sektörde istihdam ediliyor ve kamu hastaneleri yarım gün çalışıyor. Özel sektör yalnızca 2 milyon kişiye, sınırlı sayıda personelle çalışan kamu hastaneleri ise 15 milyon Şililiye sağlık hizmeti veriyor.
39
marksist tutum
Ekim 2011 • sayı: 79
Şili, Güney Amerika ülkeleri ve dünyanın pek çok ülkesi arasında en eşitsiz eğitim sistemine sahip ülke olarak sivriliyor. Pinochet diktatörlüğünün eğitime ayrılan payın sürekli kısılması yönündeki eğitim politikasının bir ürünü olarak, Şili’de 1990 sonlarında bütçeden eğitime ayrılan pay %2,4’e düşmüştü. 2010 yılına gelindiğinde ise bu oran %0,84’e indi. 22 Eylülde ise Şilili öğrenciler, öğretmenler ve işçiler hükümetin eğitim politikasını değiştirmesi ve reform yapılması talebiyle yeniden Santiago’daki Almagro Parkında protesto gösterileri düzenlediler. Bakır İşçileri Federasyonunun da destek verdiği grevde, eğitimde kâr anlayışının terk edilmesi talep edildi. Eğitimin tamamıyla parasız hale getirilmesini isteyen öğrencilere Şili halkının %80’i destek veriyor.
“İşçi çocukları okumasın” politikası Şili’de özelleştirme saldırısına Pinochet diktatörlüğünün son dönemlerinde, devlet bütçesinin büyük oranda kesilmesiyle başlandı. Bugün 3,5 milyon lise öğrencisinin yalnızca %40’ı büyük oranda parasız olan kamu okullarına gidiyor. %50’lik kısmı ise ailelerin maliyetin önemli bir kısmını ödemesi koşuluyla devletin kısmi olarak sübvanse ettiği okullara gidiyor. %10’luk bir dilim ise tümüyle paralı olan özel okullara gidiyor. Kolej ve üniversite öğrencileri ayda 1000 dolara kadar varan harç paraları ödüyor ve üniversiteden mezun oluncaya kadar bu eğitimin maliyeti 40 bin dolara kadar ulaşabiliyor. Binlerce öğrenci harç parasını yatıramadığı için mezun olamıyor. Şili, Güney Amerika ülkeleri ve dünyanın pek çok ülkesi arasında en eşitsiz eğitim sistemine sahip ülke olarak sivriliyor. Yüksek öğretimin maliyetinin dörtte üçü öğrenciler ve aileleri tarafından karşılanıyor. Binlerce Şilili öğrenci, yüksek öğrenimin aşırı derecede pahalı oluşu nedeniyle komşu Arjantin’deki üniversitelerde eğitim görmeyi tercih ediyor. Pinochet diktatörlüğünün eğitime ayrılan payın sürekli kısılması yönündeki eğitim politikasının bir ürünü olarak, Şili’de 1990 sonlarında bütçeden eğitime ayrılan pay %2,4’e düşmüştü. 2010 yılına gelindiğinde ise bu oran %0,84’e indi. Şili’de gelir dağılımı aynı adaletsizliği yansıtıyor. Şöyle diyor, öğrenci hareketinin liderlerinden Camila Vallejo:
40
“Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, eğitim ve daha birçok temel hizmet, örneğin sağlık veya konut ihtiyacı akıl almaz bir pahalılıkta. Ayrıca bu gibi hizmetlerde kalite aramak sadece yüksek gelirli insanlara sağlanmış bir hak. Bu yüzden bugün verdiğimiz mücadeledeki en önemli prensibimiz parasız kaliteli eğitimi, hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün Şilililere kazandırmak.” Hayatın her alanında olduğu gibi eğitimde de tırmanan bu eşitsizliğin sorumlusunun kapitalist sistem olduğu açıktır. Pinochet ve onun ardından iktidara gelen tüm hükümetler, dünya çapında yürütülen neo-liberal saldırı politikalarının katı uygulayıcıları olmuşlardır. Bunlar arasında Sosyalist Partinin de içinde olduğu reformist koalisyon hükümetleri de bulunmaktadır. 2006 yılından 2010 yılına kadar iktidarda olan ve babası Pinochet tarafından öldürülen bir generalin kızı Sosyalist Partili Michelle Bachelet döneminde de, eğitimde ve sağlıkta özelleştirmeler tam gaz devam etmiştir. Öğrencilerin bugün dile getirdikleri talepler sol koalisyonun iktidarda olduğu dönemlerde de yükseltilmişti. 2006’da, Bachelet iktidarı döneminde, 600 bin öğrenci, Pinochet darbesiyle gelen uygulamaların geri çekilmesi ve darbe anayasasının kaldırılması talebiyle sokaklara çıkmıştı. Ancak iktidarda bulunanlar bu talepleri görmezden gelmişlerdi. Aynı şekilde maden işçilerinin taleplerine kulak tıkayan, grevlere saldıran ve greve çıkan işçileri tutuklatan da bu hükümetti. Şilili öğrencilerin ve işçilerin yükselttiği parasız ve kaliteli eğitim ve sağlık talebi, neo-liberal saldırıların doruğa ulaştığı günümüzde önemli bir mücadele dinamiği oluşturmaktadır. Sorun sadece Şilili emekçilerin sorunu değildir, benzer saldırılar tüm dünyada yürütülmektedir. Bu saldırıların sorumluluğunu mevcut hükümetlerin politikalarına indirgeyen reformist yaklaşımların aksine, sorunun kapitalist sistemden kaynaklandığı gerçeğini öne çıkartan bir yaklaşımla hareket edilmelidir. Ancak böylesi bir doğru yaklaşım mücadeleyi güçlendirip ilerletebilir.n
Bir Yanda Zayıflamaya Çalışanlar, Diğer Yanda Açlıktan Ölenler Ilgın Çevik
Ç
elişkilerle dolu bir sistem olan kapitalizmin neresinden tutarsanız elinizde kalıyor. Sistemin bütün mantığı ihtiyaçlar değil de kâr güdülü rekabet üzerine kurulu oldukça da bu hep böyle devam edecek. İnsanları ve doğayı hasta eden bu çürümüş sistemi yerle bir etmeden insanlık kurtulamayacak. Bir taraftan patlayan nükleer santrallerle milyonlarca insanın yaşamı riske atılıyor, insanlar ölüyor; öte taraftan bu büyük risk biline biline yenileri kuruluyor. Bir taraftan aşırı stoklar, satılamayan mallar; diğer yandan tam da bu nedenle yaşanan ekonomik kriz. Gene dünyanın bazı ülkelerinde yaşanan obezite ve aşırı kilo sorunu, öte taraftan açlık çeken milyonlar... Sistemin akıl dışı olduğunu gösteren yüzlerce çelişki saymak mümkün. Dünyanın birçok yerinde ve Somali’de bugün açlık sorunu yaşanıyor. Somali’de açlıktan her 6 dakikada bir çocuğun öldüğü söyleniyor. 15 milyon insanın ekmek, su gibi en temel ihtiyaçları karşılanamıyor ve her geçen saat açlıktan yüzlerce çocuk ölüyor. Fakat gene aynı yaşanılası dünyada şişmanlıktan ve aşırı kilolardan muzdarip insanlar var. Kabaca biri yokluktan diğeri bolluktan ölüyor. Obezite, aşırı şişmanlık hali. Bu duruma çevresel ve genetik faktörler yol açıyor. Her sorunun çözümü için olanak varken; eşitsizlik ve
sömürüye dayalı bu kapitalist sistemde, en küçük bir sorunda bile çözümsüzlükle karşı karşıya kalınabiliyor. Kapitalizm, kâr ettirmeyen bütün çözümlere kapıları kapatan bir zihniyetle işliyor. Obezitenin temel nedeni besin değeri düşük ancak kalori değeri yüksek yiyeceklerdir. Protein içeren besinlerin, yani etin, sütün, peynirin vb. pahalı olması insanları karbonhidrat değeri yüksek besinlere yöneltiyor. Yani daha ucuz olan makarnaya, patatese, hamur işlerine vb. Sağlık Bakanlığı ve Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, Türkiye’de sekiz buçuk milyon civarında obez var. Avustralya’nın Melbourne Üniversitesi bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, dünyada obez yetişkinlerin sayısı 1,5 milyarı geçmiş durumda. Çin’de her 20 kadından biri obezken, bu sayı ABD’de her üç kadından birine çıkıyor. ABD veya Avustralya’nın batısında obezitenin, insan sağlığı için sigaradan daha büyük tehdit oluşturduğuna değiniliyor. Ayrıca şişmanlık artık yoksul ülkelerde de görülüyor. Bu verileri ortaya döken bilimadamlarının çözüm olarak önerdikleri ise sadece bir vergi düzenlemesinden ibaret: Boston’daki
41
marksist tutum
Harvard School of Public Health, hükümetlerden şişmanlığın önüne geçebilmek için sağlıksız gıda ürünlerine ve içeceklere ek vergi getirmesini istedi. ABD’de zayıflamaya ve obezite tedavisine harcanan para, yılda 40 milyar doları geçiyor. Hal böyle olunca bunun kendisi bile başlı başına bir sektör. Devlet politikaları bu sorunu çözmeye değil, tekelci sermayenin bu sorundan kâr edebilmesini teşvik etme mantığına dayanıyor. Zayıflama ile ilgili olan cihazlara muazzam yatırımlar yapılarak estetik sektörü hızla büyüyor. Diğer taraftan, diyet ürünleri sektörü de her geçen gün çığ gibi büyüyor. Televizyon programlarında diyetisyenleri ya da zayıflama programlarını görmemek mümkün değil. Tıp alanındaki yatırımların önemlice bir bölümü “estetik sanayiine” kaymış durumda. Zayıflatma çayları, bitkileri, sabunları gibi pek çok ürün var. Light ürünler pahalı olmalarına karşın büyük bir hızla tüketiliyor. Diyet sektörü gitgide büyüyor. Bunu medyanın, televizyon programlarının, modanın her gün nasıl gündeme getirdiğini hatırlarsak bu sektörün daha da büyümeye devam edeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Reklâmlarda, bir yandan bağımlılık yapan bol kalorili yiyeceklerin tanıtımı yapılırken, öte yandan “zayıflık ve güzellik” gündemden düşmüyor. Gelecek nesillerin sağlığını, gelişimini engelleyen obezite sorunu sözüm ona çözülmeye çalışılırken, tüm sorunlarda olduğu gibi bu soruna da samimiyetsiz ve sahtekârca yaklaşılıyor. Tüm sektörlerde olduğu gibi gıda sektöründe de satılabilecek olandan çok daha fazla bir üretim söz konusu. Bu yüzden toplum sürekli olarak aşırı tüketime yönlendiriliyor. Ancak işçiler aldıkları asgari ücretlerle sadece bol kalorili, ucuz ve sağlıksız besinler tüketebiliyorlar. Gece vardiyalarında ve işyerlerinde çıkan yemeklerle mideler besin değeri düşük, sağlıksız yiyeceklerle doldurulmuş oluyor. Patronların ya da devletin işin sağlık kısmıyla ilgilendikleri yok. Patron için önemli olan maliyeti en düşük yemeklerle, işçileri yeniden işbaşına göndermek. İşçinin sağlığı umurlarında değil, çünkü işsizler, yani yedek işçi ordusu emirlerine amade. Zenginler şişmanladıklarında aletlerle, diyetlerle,
42
Ekim 2011 • sayı: 79
sporla zayıflayacak vakti ve nakdi bulabilirken, işçiler ve işçi çocukları sağlıksız ve dengesiz beslenerek şişmanlıyor. Sağlık Bakanının çözüm olarak ileri sürdüğü argümanlar işçilerin aldıkları ücretlerden ve çalışma koşullarından habersiz olduğunu gösteriyor. Ücretsiz havuzlardan, spor salonlarından, sağlıklı gıda ürünlerinin fiyatlarında indirim yapılması gereğinden ya da ucuz etten hiç söz etmeyen Sağlık Bakanı Recep Akdağ, obezite sorunu ve sağlıklı bir yaşam için, “yavaş yemeyi” ya da 5 ara öğün yemeyi öneriyor. İşyerlerinde yemek molaları 20 dakikaya düşmüşken ya da işbaşında su içmek bile yasakken, işbaşında su içtiği için işten atılan işçilerin olduğunu bilmezmiş gibi konuşuyorlar. Aynı Bakan, “okul kantinlerinde taze meyve, süt satılacağını müjdeleyerek önümüzdeki dönem sağlıksız ürünlerin yasaklandığını” belirtiyor. Asgari ücretle geçinen işçi ailelerinin çocukları her gün nasıl taze meyve ve süt alacaklar? İşçi çocuklarına beslenme ücretini ödemeyi her nedense akıl etmiyorlar! Birçok okulda çocuğun okula yiyecek getirmesi yasak, kantin fiyatları ise ortada. Çözüm gerçeklikten uzak. Tokluk sorununa yüzeysel yaklaşan bürokratlar, açlık sorununa da aynı yüzeysellikte yaklaşıyorlar. Birkaç demeç verip ilgileniyormuş gibi gözükerek sorunu çözecekleri yanılsamasını yaratmaktan geri durmuyorlar. Oysa işçilerin ne konut, ne işsizlik, ne obezite, ne de açlık sorunu onların umurlarında. Dünyadaki kitlesel kronik açlık sorunu kuşkusuz işçi sınıfının mücadele etmesi gereken bir konu. Buna işçi sınıfının duyarsız kalmaması, dayanışma bilincinin gelişmesi çok önemli. Ancak bu doğal ve insani tepkiyi suiistimal eden burjuva devletler, kendilerinin nasıl yardımsever ve güçlü birer ülke olduklarını gösterme peşindeler. Oysa açlık sorunu dönemlik yardım kampanyaları ile çözülecek bir sorun değil. İşçilerin bugün aldıkları asgari ücretlerden bağış yapmaları istenirken, patronların yatırımlarından, milyar dolarlık kârlarından söz edilmiyor. Çalışan biziz kazanan onlar, tasarruf istenen biziz savuran onlar. Sağlık Bakanı, Diyanet İşleri Bakanı vb. büyük sermayeye, gıda ve ilaç tekellerine seslenmek yerine işçilerden
sayı: 79 • Ekim 2011
online bağışta bulunmalarını ya da SMS göndermelerini istiyorlar. Hatta Diyanet İşleri bağışlanacak fitre miktarını SMS ile göndermelerini istemekte. İşçilerden tırtıklayarak vicdanları sömürmeye çalışanlar, patronların nasıl yardım edeceklerine dair fikir yürütmeye bile korkuyorlar. Onların kampanyalarla sorunu ertelemeye çalıştıkları, çözümden yana olmadıkları ortada. Olsa olsa kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyorlardır. Arap halkları açlık ve işsizlik sorununa ayaklanarak tepki gösterdiler. Krizlerin ve açlık sorununun kaynağı kapitalizm ve kapitalist hükümetlerin politikalarıdır. Onların kâr hırslarıdır. O çok övdükleri kapitalist sistemin insanlığı nasıl açlığa mahkûm ettiği görülmeli ve buna karşı mücadele edilmelidir. Açlık sorunu ne tsunami gibi habersiz, ani gelen bir dalga ne de patlayan bir volkan felâketidir. Kitlesel açlık sorunu devletlerin ve BM’nin ve onlara bağlı bütün örgütlerin gözleriyle gördükleri, izledikleri, bildikleri bir olgudur. BM, Dünya Gıda Örgütü (FAO), Dünya Sağlık örgütü (WHO) ortaya koydukları raporlarla böylesi bir insanlık sorununun kapsamını ve sonuçlarını çoktan ortaya koymuşlardır. Ancak sadece sorunlar ortaya konulup, çözüm üretmediklerinde sorunu havanda su döverek geçiştirmiş oluyorlar. Yardım çadırları kapitalist devletlerin sorunun üzerini örtmeye çalıştıkları ne ilk ne de son kampanyalardır. Kapitalist sistemde bu sorun aşılabilir mi? Gelinen gelişmişlik düzeyi ve teknolojiyle, insanlık doğa üzerinde büyük bir denetim gücü elde etmiş durumda. Uzay teknolojisinden, genetik biliminden, insansız uçaklardan, onlarca katlı plazalardan, dağların yarılıp yollar açılmasından vb. bahsettiğimiz bir çağdayız. Ama kapitalist sistemde yatırımın ve teknolojinin nereye ve kime hizmet ettiği ortada: Milyonlarca işçi aç ve yoksul. Oysaki bütün zenginlikleri
marksist tutum
yaratan işçi sınıfıdır. Bu kapitalist sistemin nasıl çelişkili ve nasıl akıl dışı olduğunu gösteriyor. Bir yandan inanılmaz bir zenginlik ve üretkenlik, öte yandan ölümler ve açlık. Emperyalist tekeller ve onların emperyalist hükümetleri, örgütleri, açlığın sorumlusu olarak kendileri dışında her şeyi gösteriyorlar. Kuraklık, sel, don olayları, çok çocuk yapma, israf vb. nedenler sıralanıyor. Oysaki bugün üretici güçlerdeki gelişim dünya nüfusunun temel besin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde. Tüm bunlar olurken gıda fiyatları neden bu kadar yüksek, neden tarıma kota konuluyor ya da tarım alanları sadece daha çok kâr getirecek gıdalarla sınırlandırılıyor? Tarım tekelleri, tekel dışı üretimi nasıl caydırıyor, bunlardan söz edilmiyor. Metalde, kimyada, tekstilde kıyasıya olan rekabet insan yaşamı gözetilmeksizin gıdada da devam ediyor. Açlığın sorumlusu kim? Kapitalistler mi, dünyanın her yerinde çalışmaya hazır işçiler mi? IMF, Dünya Bankası, ABD, AB, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok kapitalist devlet, tarım politikalarını uygularken sonuçlarını bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar, ancak onlar işçilerin, yoksulların sorunlarıyla değil, patronlara sağlayacakları kârla ilgileniyorlar. Çözüm kapitalist hükümetlerin kendilerini aklamaya çalıştıkları geçici ve yetersiz yardımlarda değildir. Çözüm, üretime hükmeden, insanları açlığa mahkûm eden, savaşlarda insanları ölüme gönderen, kimyasal atıklarla, radyasyonla bütün bir insanlığı zehirleyen kapitalist sistemin yıkılmasındadır. Kapitalizm felâketler yaratarak ayakta kalmaya çalışırken, burjuva ekonomistler insanlığı bundan daha iyi bir sistemin olamayacağına inandırmaya çalışıyorlar. Oysaki işçilere ve yoksullara dayatılan açlık ve ölümden kurtulmanın tek yolu var, örgütlenmek ve kapitalizmi yıkmak. Açlığa, savaşlara, hastalıklara, düşük ücretlere karşı olan ve insanca yaşama inanan tüm işçiler örgütlenerek bunu başarabilir. n
43
Okurlarımızdan
Ulucanlar Katliamı ve “Bağımsız Yargı”
B
undan 12 yıl önce, 26 Eylül sabahı saat 4’te, sermaye devleti tarafından Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 10 devrimci tutsak katledildi. Burjuva devlet bir taraftan dışarıda bu sömürü düzenini yıkmak için çalışan devrimcilerin önünü şiddetle kesmeye çalışırken, öte taraftan da tutsak aldığı devrimcilerin varlığından rahatsız oluyor. Ulucanlar’da yaşanan katliam sıradan bir durum değildir. Devletin en üst organlarında planlanan ve hayata geçirilen bir katliamdır. Devlet böyle bir katliamın ön koşullarını önceden hazırlamaya başlamıştı. Ulucanlar Cezaevi’nde bulunan devrimci tutsaklar, cezaevi yönetimi tarafından türlü baskı yöntemleriyle yüz yüze bırakılıyorlardı. Kapasitesi 20-30 kişi olan koğuşlara, 100 ve üzerinde devrimci tutsak zorla yerleştiriliyordu. Sonra da koğuşlara girip “sayım alamıyoruz” denerek katliam hazırlığı yapılıyordu. Bu cezaevi koşullarını kabul etmeyen devrimciler, birleşerek direnme yolunu seçtiler ve bir koğuşu işgal ettiler. Devrimci tutsaklar, talepleri karşılanana kadar direnişlerinin süreceğini ifade ettiler. Aradan geçen zaman içinde direniş sayesinde devrimciler belli kazanımlar elde ettiler. Fakat katliamcı devletin çıplak yüzü kendini orta yere serdi. Devletin zirvesi cezaevlerini yeniden organize edecek bir düzenin ön koşullarını yaratmaya başlamıştı. Bugünkü F tipi hücre sisteminin temellerini burjuva devlet 12 yıl önce Ulucanlar katliamıyla atmaya başlamış ve provasını yapmıştı. Amaç devrimcileri tek tip hücrelere atıp yalnızlaştırmak, birbirinden soyutlamak, kişiliksizleştirmek ve fiilen öldürmekti. Ancak devlet şunu çok iyi biliyordu ki, devrimci tutsaklar teslim alınamazlar. Bu nedenle devlet katliam silahını kuşanıp sadece bedenlerini siper etmiş devrimcilerin üzerine yürüdü. Sermaye devleti, savaşa hazırlanır gibi örgütlenmişti. Yüzlerce özel tim polisi, bombalar, zehirli kimyasal gazlar ve silahlar eşliğinde devrimcilerin üzerine saldırdı. Bedenlerini birbirlerine siper eden devrimcilerin bir grubu açılan ilk ateş sonucunda öldü. Sağ kalanlar tek tek alınıp yüzlerce metre sürüklenerek işkence yapıldı. Gaz bombalarından etkilenmiş ve saldırılarda yaralanmış devrimcilerin üzerinde işkence yöntemleri uygulanarak vahşice katledildiler. Katliamın hesaplı olduğu o kadar belliydi ki, katliamı yapan ekibin ellerinde katledecekleri devrimcilerin resimleri ve isimleri vardı. Katledilen 10 devrimcinin yanı sıra 100’e yakın devrimci tutsak yaralandı. Üstelik yaralı olan tutsaklar tedavi bile edilmeden tekrar hücrelere konmuşlardı. Devletin yapmış olduğu bu katliamdan sonra, tutsakların ne aileleriyle ne de avukatlarıyla görüşmelerine izin verildi. Ulucanlar katliamını yapan devlet tüm delilleri ka-
44
rarttı ve cezaevine hiçbir şekilde gözlemci girişine izin vermedi. Koğuşlar temizlendikten, deliller karartıldıktan ve devrimciler öldürüldükten sonra cezaevi basına açıldı. Ve ardından medya aracılığıyla bin bir türlü yalan yayıldı. Devrimcilerin ellerinde silahlar olduğu ve bu silahlarla güvenlik güçlerine ateş açıldığı, bununla da kalmayıp birbirlerine ateş açıp kendilerini öldürdüğü safsataları ileri sürüldü. Ulucanlar katliamından yaklaşık 10 ay sonra yapılan ve Türkiye tarihinin en vahşi cezaevi katliamı olan 19 Aralık katliamında da aynı yalanları söylemişti devlet. Ulucanlar katliamının üzerinden tam 12 yıl geçti. Yapılan bu katliam devletin bütün kurumlarınca sahiplenildi. Özellikle de çokça söz edilen “bağımsız yargı” tarafından. Ulucanlar katliamında ölen tutsaklardan İsmet Kavlaklıoğlu’nun ailesi, İçişleri ve Adalet Bakanlığı aleyhine tazminat davası açtı. Ankara 5. İdare Mahkemesi, mahkûmların yaşam hakkının devletin yükümlülüğü altında olduğunu vurgularken, idarenin “ağır hizmet kusuru” nedeniyle aileye toplam 5 bin TL tazminat ödenmesine karar verdi. Ancak bu karar bakanlıklar tarafından temyiz edildi ve dosya Danıştay 10. Dairesine gönderildi. Danıştay, idare mahkemesinin kararını onadı. Fakat İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı bir kez daha itiraz etti. Aynı Daire bu sefer tam tersi yönde karar vererek, devletin bir kusuru olmadığı yönünde karar verdi ve devlet aklandı. “Bağımsız yargı”ya göre devrimci tutsaklar “Müdahaleye zemin hazırladılar, kendi kusurları nedeniyle öldüler. ” Ulucanlar katliamı ne ilktir ne de son olacaktır. Kapitalist sistem var oldukça burjuva devlet daha nice katliamlara girişmekten geri durmayacaktır. Ama bu katliamlar devrimcilerin kapitalizme karşı mücadelesini engelleyemez! Bütün katliamların hesabını soracak, karartılan delilleri ortaya çıkartacak ve burjuva sistemi yerle bir edecek tek yol işçi devrimidir. Kocaeli’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan Emek Tadında Bir Dünya Kurmak İçin bir dağ zirvesidir umut dik bir yamaç, sarp bir kayalıktır başı göklere değen her yandan yol çıkmaz zirvesine usul-usul, adım-adım, emek-emek çıkılır patika yollarından dağ keçisi kıvraklığı, eyüp sabrı ister ulaşmak için zirvesine şimşekler çakar peygamber çiçeği mavisi gözlerinde kirpiklerinde; beyaz gelinlik giymiş bulutlar salınır göklere dost, bulutlara kardeştir fırtınalar koparan tepesi mağrur ve yalnızdır gönlü bol, eli açıktır isteyene, istendiği kadar verir yüreğinden ama asla eli boş göndermez kapısına geleni yol açar sarp yamaçlarından durdurur dünya deviren fırtınaları ya da uzatıp güçlü kollarını yüreğinin en kuytu yerinde yer açar, savrulup gitmesin diye umutsuzluk denizine bitmez tükenmez bir varoluş kaygısıdır ipek böceğinin kelebek olma kavgasıdır kozasında yere düşmüş tohumun yekini yekini toprağı yırtmasıdır daha yüzlerce yıl yaşamak için güneş güneş yanan tarlaların yağmur yağmur sevdasıdır yüreğine su serpilen başak sarısı berekettir paylaşıldıkça bereketlenen yorulup yıkılmışın dizinde dermandır binlerce kilometre gitmek için dere tepe yolları bir dağ zirvesidir umut zirvesinde kartalların kanat açtığı yuva yaptığı el ayak ulaşılmazlarında Ferhat’ın dağları deviren sevdası Spartaküs’ün öfkesidir egemen sınıflara karşı ellerinde meşaledir ışık ışık yürüyenlerin alev alev yanarken yürekleri fabrika bacalarından tüten emektir devrimci militanın inancıdır Prometheus’un ateşidir tanrılardan çaldığı o yaşamın kendisi filiz filiz büyümesi fidanın çarkların herkes için dönmesidir kara Afrika’da çocukların Filistin’de isyanın emek emek alınteri dökenlerin, yürek yürek çoğalttıkları ÖRGÜTLERİDİR EMEK TADINDA BİR DÜNYA KURMAK İÇİN Adana’dan inşaat işçisi bir Marksist Tutum okuru
Kapitalist Sistemde Kadın Olmak G
ün geçmiyor ki kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklenmesin. Kadının yeri toplum tarafından öyle dar kalıplar arasına alınmış ki, bu sınırları tanımayıp kendi fikirleriyle, değer yargılarıyla yaşamak isteyen kadınlar; eşleri, sevgilileri, babaları veya ağabeyleri tarafından katledilebiliyorlar. Üstelik bu durum töre cinayetlerinden farklı olarak toplumun her kesiminde görülebiliyor. Kadınları öldürmek için çok basit sebepler yetebiliyor. Daha da kötüsü bu nedenler, toplum tarafından maalesef kabul görüyor. Kadının camdan bakması, sokakta ailesi dışında bir erkekle konuşması bile “namusunun kirlenmesi” için yeterli. Kadın, doğduğu günden evlenip başka bir erkeğin, yani eşinin himayesi altına girene kadar zaten baba ya da ağabeyin gözetimindedir. Biz kadınların kendimizi korumak için hukuki bir dayanağı dahi yok. Eşinden dayak yediği için polise gidip şikâyet eden kadına “aile içi mesele” denip, dayak atanlar hakkında herhangi bir yasal işlem dahi yapılmıyor. Toplumdaki erkek egemenliğinin en belirgin özelliği erkeklerin dilinde ortaya çıkıyor. Erkekler bir başka erkeği küçümserken, küfrederken bile ilk akılarına gelen kadın cinselliği oluyor. Yoksulluk ve kredi kartı borçları yüzünden bataklığın kenarında olan erkekler aile içinde huzursuzluğun baş göstermesiyle eşlerini hatta çocuklarını dahi katlediyorlar. Kadınlar o kadar savunmasız hale getirilmişlerdir ki gece belli saatten sonra dışarı ya çıkamıyorlar ya da korkuyorlar. Bunların yanı sıra kadınlar çalıştıkları işyerlerinde de benzer problemlerle karşı karşıya kalıyorlar. Ailelerimizle evde yaşadığımız sorunların yanı sıra bir de işyerlerinde ucuz işgücü muamelesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Patronların veya ustaların tacizine maruz kalıyoruz. Toplumda “Kadın evde temizlik yapsın, çocuk baksın. Bu işler iş değil zaten, kadının biyolojik görevi. Erkeğin görevi ise eve ekmek parası getirmektir” anlayışı oldukça yaygın. Ama bu da yetmiyormuş gibi erkeklerle aynı işi yapmamıza rağmen işyerlerinde ucuz işçi gözüyle bakıldığımız için, erkeklerden daha düşük ücrete çalıştırılıyoruz. Ekonomik krizlerde ilk işten atılanlar kadınlar oluyor. Sistemin saldırılarından ilk nasibini alan kadın oluyor. Hamile kalmak dahi kapının önüne konmak için bir sebep olabiliyor. Kadını köleleştiren kapitalist sistem kadına özgürlük veremez. Cinsel, sınıfsal ezilmişliği bir arada yaşayan işçi-emekçi kadınlar ancak bu sorunu kadınıyla erkeğiyle birlikte örgütlü mücadele ederlerse yenebilirler. Sorunların kaynağı kapitalist düzendir. Ve unutmayalım ki bu düzene karşı mücadele etmek erkek, kadın tüm işçilerin ortak görevidir. Aydınlı’dan bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan
Açlar Dizilmiş Açlar! Değil birkaç değil beş on 30.000.000 30.000.000! Açlar dizilmiş açlar! Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız sıska cılız eğri büğrü dallarıyla eğri büğrü ağaçlar! Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız açlar dizilmiş açlar! Bunlar! Yürüyen parçaları o kurak toprakların!
S
(Nazım Hikmet)
ermaye sınıfının kâr hırsı insanlığı her gün biraz daha yok oluşa sürüklüyor. Gözü paradan başka bir şey görmeyen patronlar ve onların siyasetçileri, insanlığın yaşamış olduğu yoksulluk, açlık ve ölümler karşısında sadece timsah gözyaşları döküyorlar. Yıllarca sömürdükleri Afrika toprakları kuraklıkla ve kıtlıkla karşı karşıya ve bu da açlığı, toplu insan ölümlerini beraberinde getiriyor. Bu durum gelişmiş ülkelerin ve gelişmekte olan ülkelerin dikkatini nedense yeni çekiyor. Kendilerinin yaratmış oldukları sonuçlarla yüzleşmekten kaçınarak insanların açlığından, yoksulluğundan, ölümlerinden de faydalanmaya çalışıyorlar. Bunun için sözde yardım kampanyaları düzenliyorlar. İnsanların duygularını, vicdanlarını sömürmeyi de ihmal etmiyorlar. Evet, bugün bazı Afrika ülkelerinde kuraklık ve açlık ölümcül boyutlara ulaşmış durumda. Özellikle basına yansıyan görüntüler ve yaşananlara baktığımızda Somali’de toplu ölümler yaşanmakta. İnsanlar bir parça ekmeğe, bir damla suya ulaşabilmek için kilometrelerce yolu ölüm pahasına yürümekte. Milyonlarca insan açlık nedeniyle yardım edilmezse ölecek. Mülteci kampları kapasitelerinin üzerinde insan barındırıyor şu an. Bir insanlık dramı yaşanıyor. Bu dramı bile egemen sınıf kendi çıkarları için kullanıyor. Bugün siyasetçiler, sanatçılar, işadamları insanların vicdanlarına seslenip Somali’ye yardım çağrılarında
46
bulundular. Bu yardımı ihtiyacı olan insanlara ulaştırdıklarını belgelemek için kameralar eşliğinde Somali’ye gittiler. Timsah gözyaşlarıyla kameralar eşliğinde Somali’deki açlıktan ölmekte olan insanlara gıda götürdüler. Bol bol kameralara görüntü verdiler ve herkesi yardım etmeye davet ettiler. Tabii ki açlıktan insanların ölmemesi için o insanlara yardım edilmeli. Fakat bunu bir reklâma çevirmek için değil. Bu yardım karşılığında Somali egemenleriyle hangi antlaşmalar imzalandı ya da imzalanacak bunu biz bilemiyoruz. Afrika kıtasında yaşananlar bir felaket. Fakat bu felaketin, açlıktan insanların ölmesinin nedeni doğa değil kapitalist sistemin ta kendisidir. Savaş sanayiine ayrılan trilyonlarca dolar yiyeceğe ayrılmış olsaydı, değil Somali’de Afrika’nın tümünde açlığın kökü kazınırdı. Dökülen tonlarca sütü, yakılan tonlarca buğdayı düşündüğümüzde sermaye düzeninin paraya dönüştüremediği ürünleri imha ettiklerini, ihtiyacı olan insanlara dağıtmadıklarını da görmekteyiz. Ayrıca bugün gelinen düzeyi düşündüğümüzde teknoloji insanlık için kullanılmış olsa insanlar açlıktan ölmez. Oysa milyonlarca insan açlık nedeniyle ölümle karşı karşıya. Yaşanan bu trajedinin sorumlusu gözünü kâr hırsı bürümüş olan patronlar sınıfı ve onların düzenidir. Bir yanda bolluk diğer yanda yoksulluk, açlık ve ölüm. Kapitalist sistemin insanlığa dayattığı yaşam işte bu. Tüm dünyayı her gün yeniden yaratan biz işçi-emekçiler olmamıza rağmen yine yoksulluğu, açlığı ve ölümleri yaşayanlar bizler olmaktayız. Oysa açlığın, yoksulluğun, savaşların, açlıktan ölümlerin olmadığı bir dünya mümkün. İnsanın insanca yaşayacağı bir dünya kurmak için kâr düzeni olan bu kapitalist sistemi yıkmalıyız. Kapitalist sistem yıkılmadan insanlığın kurtuluşu gerçekleşmez. Kapitalist sistemi yıkıp, insanın insanı sömürmediği, açlığın, yoksulluğun, savaşların olmadığı bir dünya için örgütlenelim, örgütlü mücadele edelim. Esenyurt’tan bir işçi
İşçisiz Kapitalizm Olmaz
M
erhaba dostlar. Sizlere geçen gün televizyon seyrederken rastladığım bir çizgi filmden bahsetmek istiyorum. Çizgi filmde yıllar 2025’i gösteriyor ve teknoloji o kadar çok gelişmiş, ilerlemiş ki, bir adamın sabah kalkıp bir tuşa basması ile duşunu alması, üstünü giymesi, kahvaltısını yapması, dişlerini fırçalaması ardı ardına gerçekleşiyor. İşe geç kalma gibi bir derdi de yok! Çünkü evi de yok! Tabii bu adam sokakta da yaşamıyor. Yaşadığı yer aslında çalıştığı işyeri. Ve görüntü büyüyünce kendi gibi birçok işçi ekrana geliyor. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan birer robot haline gelmiş yüzlerce örgütsüz işçi yığını yani. Aslında patronların istediği işçi profili geliyor ekrana. Çizgi filmin devamında ise ekrana bir patronun yaşamı geliyor. Yukarıda bahsi geçen işçilerin patronu. Gelişmiş teknolojiye rağmen patronun işlerini işçiler yapıyor, yani işçiler kaldırıyor patronu yatağından, duşu aldırıp, üstünü giydirenler işçiler ve yine kahvaltısını işçiler yaptırıyor ve hatta dişlerini fırçalıyorlar. Çok gelişmiş teknolojiye rağmen patronun işlerini işçiler yapıyor. Burada bir kez daha görüyoruz ki teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin patronların her zaman işçilere ihtiyacı olacaktır. Zaten patronu patron yapan biz işçiler değil miyiz? Yapmamız gereken bir şey var o da örgütlenmek! Çünkü ancak örgütlenirsek patronları başımızdan atabiliriz. İstanbul’dan bir işçi
Okurlarımızdan
Bizim Evin Başköşesinde 12 Eylül Generallerinin Fotoğrafları Asılıydı A
radan tam 31 yıl geçti ama darbenin etkisi hâlâ geçmedi. Ben Kürt Alevi kökenli bir aileden geliyorum. Herkesin evinde var mıdır bilmiyorum ama bizim evin başköşesinde 12 Eylül generallerinin fotoğraflarının bulunduğu bir tablo asılıydı. Çocukken tüm kardeşler sorgulamışızdır, bu fotoğraf ne, bu adamlar bizim akrabamız mı ki duvarımızda yer alıyor diye. 15 yaşına geldiğimde onların akrabamız olmadığını, bizi yok ettiğini öğrendim arkadaşlardan. 1980 öncesinde yükselen bir işçi sınıfı hareketi olduğunu, faili (malûm) meçhullerin olduğunu, sınıf örgütlerinin, sendikaların tasfiye edildiğini, devrimcilerin asıldığını öğrendim. Meğer evimizde, daha 17’sinde olan Erdal Eren’i yaşını büyütüp idam ettirenlerin, Diyarbakır zindanlarında işkencelerde katledilen Kürt önderlerinin ve grevlerde, direnişlerde işçi mücadelesini yükseltenle-
rin katillerinin fotoğrafı asılıymış! Bunu öğrendiğim an soluğu evde almıştım. Babama bunlar neden hâlâ burada asılı diye sorup, bizi öldüren, yok eden insanların fotoğraflarını indirin oradan demiştim. Babam, o tabloyu indiremeyeceğini çünkü tekrar böyle bir şey yaşanırsa eğer, bize bu tablo sayesinde dokunmayacaklarını ve rahat bırakacaklarını söyleyip gitmişti. Ama biz, 12 Eylül faşistlerine karşı içimizdeki kin ve nefretle o fotoğrafları indirip yerine hayatımızda önemli yer tutanların olduğu fotoğrafları astık. İlk adım buydu belki bizim için. Babam gördüğünde anlam verememişti ama biz ona korkmadığımızı ve bunun hesabının sorulması gerektiğini söylemiştik. 12 Eylül’ün hesabını darbecilerden ve sermaye sınıfından soralım. Bunun için sınıf saflarını sıklaştıralım ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesini büyütelim. Ankara Üniversitesinden bir öğrenci
“Selametle, Hayırlı İşler” “Selametle, Hayırlı İşler!” Bu yazı maden ocaklarının giriş kapısında yazılı. Madenlerde bugüne kadar ölen işçilerin sayısını sadece devlet ve patronlar biliyor. O da resmi kayıtlara geçenleri. Maden işçileri işe gitmek için evlerinden her çıktığında dönüp şöyle bir bakarlar: onları işe uğurlayan eşleri, anneleri ise “selametle” derler. Maden işçisi ise içinden “inşallah” der ve yoluna devam eder. Geçen sene 17 Mayısta Karadon maden ocağına giren işçilerden 30’u grizu patlaması sonucu feci şekilde yanarak ölmüştü. İkisinin yanarak kömüre dönen cansız bedenini aylar sonra işçi arkadaşları çıkarmıştı.
Zonguldak’taki 30 maden işçisinin ölümünün üzerinden 14 aydan fazla bir zaman geçti. 30 maden işçisi kardeşimizin ölümünü çoğumuz unuttuk bile. Bize onları unutturan iş cinayetlerinin ardı arkası kesilmediği için bu iş cinayetlerini kanıksıyor veya unutuyoruz. Ancak patronların kâr hırsına kurban verdiğimiz işçi kardeşlerimizi aileleri asla unutmazlar. Her yeni iş cinayetinde, madende can veren bu işçilerin ailelerinin yaraları tekrar kanar. Çoğumuz unuttuk ama bu 30 madencinin yakınları unutmadı, unutamazlar. 30 Karadon maden işçisi de 17 Mayıs günü madene son kez selametle indi. Patron için “hayırlı işler” yani kâr üretti! Patron kârına kâr kattı. Ama 30 işçi selametle dönemedi, madenden cansız bedenleri çıkarıldı. Gerekli tedbirler alınsaydı 30 maden işçisi bugün aramızda olabilirdi. Ne yazık ki bu olay ne ilk ne de son iş cinayeti vakasıydı. İşçiler patronların kuralsız ve aşırı kâr hırsına kurban olmaya devam ediyorlar. Her işçi kendisi ve işçi kardeşlerinin can güvenliği için, çalıştığı işyerinde gerekli güvenliğin sağlanması için mücadele etmelidir. Aksi takdirde biz de bir gün işe selametle gidip bir cinayete kurban gidebiliriz. İş cinayetinde kaybettiğimiz sınıf kardeşlerimizi unutmamak ve patronlardan hesap sormak için tek seçeneğimiz var: örgütlenmek! Sefaköy’den bir işçi
47
Okurlarımızdan Parklar Yerine Büyük Alışveriş Merkezleri!
K
imimiz günde sekiz, kimimiz on iki saat, kimimiz de sabahlara kadar gece vardiyalarında çalışarak işten eve dönüyor. Artık iş çıkışı gidip bir yerde çay içmek, soluklanmak, dertleşmek az rastlanılır şeyler oldu. Ne ağaçlık açık mekânlar kaldı ne de çalışma mesaisi birbirine denk gelen hane halkı ya da arkadaşlar. Mahallemizde, işyerlerimizin etrafında oturabileceğimiz bir gölge altından, bir ağaçtan daha çok otoparklar, alışveriş merkezleri yükseliyor. Temiz hava alabileceğimiz bir parka ya da deniz kıyısına ulaşabilmek için bilmem kaç otobüs değiştirmek gerekiyor. Bu da para ve zaman demek. Bedenimiz “dinlen” derken, cebimiz “aybaşına daha çok var” diyor. Böylece çoğumuz doğal olan dinlenme, eğlenme, hava alma ihtiyacımızı erteledikçe erteliyoruz. İnsanlara, aileleri ile birlikte vakit geçirme mekânları olarak alışveriş merkezleri alternatif olarak sunulmaya başlandı. Parklar, havuzlar, oyun bahçeleri değil, alışveriş merkezleri! Son yıllarda alışveriş merkezleri mahallelerin içinde mantar gibi bitmeye başladı. Kesilen ağaçların, yıkılan çocuk bahçelerinin yeri hızla yüksek devasa büyüklükteki binalarla dolduruldu. Hatta akıl almaz şekilde oyun salonları da bu alışveriş merkezlerinin içine tıkıştırıldı. Tabii çocuklar buralarda ancak para karşılığında oynayabilirler. Bu ansızın yükselen koca binalar bir süre sonra doğal çevremiz olmaya başladı. Pazar günleri birlikte çıkıp bir şeyler yapma ihtiyacı bu mekânlarda tüketilmeye başlandı. Ayda bir birlikte yenilen döner ekmekler Pazar pikniklerinin yerini aldı. Çünkü piknik alanları araba ol-
maksızın gidilemeyecek kadar uzakta, üstelik girişler ücretli. Burjuvalar bu gibi yerlerde çılgınca alışveriş yapıp, sinemalara, tiyatrolara gidip spor yaparlarken, asgari ücretle geçinen milyonlarca işçi, alışveriş merkezlerinde geçirilen zamanlarda sadece dolaşıp vitrinlere bakmakla yetinmek zorunda kalıyor. Sinemaya gidemeden afişlerine bakarak izlemiş gibi oluyor ya da vitrinlere bakarak ihtiyaçlarını karşılamış hissine kapılarak tuhaf bir yanılsamayla evlerine dönüyorlar. Çoğu işçi ailesi için haftalarca beklenilen, birlikte çoluk çocuk geçirilecek o tatil günü, böylece bitmiş ve bedenler yorulmuş bir şekilde evlere yarın mesaiye gitmek üzere dönülmüş oluyor. Kapitalizm insanın ihtiyaçlarını karşılamak değil, patronları kâr hırsı üzerine yükselen bir sistem. Bu sistemin bizlere sağlıklı ve ucuz bir yaşam sunmadığı ortada. Çoğumuz toplu taşıma araçlarında uyuyarak dinlenmeye çalışıyor. Binlerce markanın olduğu bu mağazalardan çoğumuz alış-veriş yapamıyoruz. Havasız, insanın enerjisini öldüren bu mekânlarda “harca! harca!” dedirten kampanyaların ya da afişlerin çoğumuzu kandırmaya çalıştığı çok açık. Oysaki bu mağazaları da, içinde satışa sunulan dünyaca ünlü markaları da işçi sınıfı üretiyor. Bu kale gibi binaları yapanlar da bizleriz. O halde parklar, bahçeler, insanca yaşayabileceğimiz bir dünya için mücadele etmeliyiz. Kendi yaşamlarımıza vitrinden bakar gibi dışarıdan bakmamalı ve önümüze konulanı kabullenmemeliyiz. Gelecek güzel günler için mücadele bugünlerin sağlam örgütlülüğünden geçiyor. Sarıgazi’den bir eğitim işçisi
“Diriliş” ve Bizim Dirilişimiz
S
izlere yeni okuduğum “Diriliş” adlı romandan söz etmek istiyorum. Ünlü Rus yazar Tolstoy’un bu romanı, suçsuz yere hapse mahkûm edilmiş Katyuşa ve onun ceza almasından, hayatının değişmesinden kendini sorumlu tutan Dmitriy’i anlatıyor. Dmitriy romanın başlarında paraya ve zevkine düşkün biri olarak çıkıyor karşımıza. Ancak daha sonra Katyuşa’ya verilen cezadan kendini sorumlu tutup bunu düzeltmek için uğraşınca ve başka mahkûmlarla tanışıp onların hayatlarına uzandığında, paradan daha değerli ve önemli şeyler olduğunu düşünmeye başlıyor. Aslında ben kitabın genelini anlatmak değil de, yazarın özellikle vurguladığı bir şeye değinmek istiyorum. Katyuşa için mahkemeye bir temyiz dilekçesi sunup mahkeme “dayanak yetersizliği” gerekçesiyle dilekçeyi kabul etmediğinde avukat, Dmitriy’e para ve şöhrete sahip yüksek görevlilerin yaptığı dolandırıcılıkları, soygunları anlatıyor. Kimisi tüm bu yaptıklarından sonra başka bir şehre vali tayin edilmiş, kimisi terfi almış vs. vs. Yani tüm bu suçlardan paraları ve şöhretleri olduğu
48
için aklanmışlar, ya da suçlarını itiraf etmelerine rağmen bulundukları yerlerden çok iyi mevkilere yükselmişler. Gerçekten de böyle değil mi? Sadece suç işleyip bundan sıyrılmak anlamında değil, genel olarak hayatın her yerinde parası olanın daha rahat hareket edebildiğini görüyoruz. Peki hangi işçi ailesinin bu kadar rahat yaşayabilecek parası var? Hangisinin iyi bir sağlık, iyi bir eğitim ve ulaşım hizmetlerinden yararlanabilecek kadar parası var? En azından bizim yok. Ve bu düzen değişmedikçe ne adalete ne de bu olanaklara sahip olabileceğiz. Birileri kasalarını bizler sayesinde doldurup en iyi hizmetleri, en iyi eğitimi alırken, işçilerin fabrikalarda 12-16 saat çalışmaları, işçi çocuklarının 40 kişilik sınıflarda doğru düzgün bir eğitim alamamaları reva değil. İşçi sınıfının kendi ürettiklerinden kendinin de yararlanabildiği, hem üreten hem yöneten olduğu bir dünya mümkün. Bunun için dirilip örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Her şeyin en iyisini ve en güzelini hak eden ellerimizin hak ettiğine ulaşabilmesi için! Sefaköy’den bir işçi