Mt no 8

Page 1


AB Müzakereleri ve İşçi Sınıfı Levent Toprak

A

B ile müzakere sürecinin başlaması burjuva medyanın genelinde davul zurnayla kutlandı. Son dakikalara kadar uzayan sıkıntılı pazarlık sürecini yürekleri ağızlarında takip eden sağlı sollu AB’ci liberaller nihayet derin bir nefes aldılar. Artık makus talihimiz yenilmişti, bütün dertlerin son bulacağı bir aydınlık gelecek bizi bekliyordu vs. vs. Diğer tarafta ise tekelci medyada sesi daha az duyulan AB karşıtı burjuva kesimler bulunuyordu; onlar kaygılı, öfkeli ve biraz da mahzundular. Tabii bunlar yekpare bir görünüm arz etmiyorlar. Dişlerini gıcırdatarak “vatanın satıldığı”na vurgu yapanlardan tutun, “iyi pazarlık edilmediği”ni vurgulayanlara uzanan bir yelpaze söz konusu. Her iki kanat da, işçi ve emekçi kitleleri kendi davasının destekçisi yapmak istiyor. Bir taraf işçi sınıfını düğün derneğe, diğer taraf mateme davet ediyor. Ama işçi sınıfı için düğün dernek edilecek ya da matem tutulacak bir durum var mı? Yanıtı baştan verelim: yok! Her kim bunun aksini söylüyorsa, şunu çok iyi bilelim ki ya yanılıyordur ya da yalan söylüyordur. Enternasyonalist komünistlerin müzakere sürecine karşı tutumu genelde AB sorununa ilişkin tutumuyla aynıdır ve bu bağlamdaki görüşümüzü daha önce birçok kez ifade ettik: “Türkiye ve benzeri ülkelerde AB’ye katılım konusunda yürüyen tartışma ve kapışmalar, temelde burjuvazinin iç sorunudur. Bizler bu tartışmada ‘evet’ ya da ‘hayır’ biçiminde taraf tutmak zorunda değiliz. (…) AB’li ya da AB’siz kapitalizm işçi sınıfının sorunlarına hiçbir çözüm getiremez. Çürüme çağına girmiş bulunan kapitalist sistem içinde kalarak, ‘kötü’nün karşısında ‘ehven-i şer’ bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın en kestirme yoludur.” (Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, s.52 ve 54) Özünde burjuvalar arasındaki bu tür sorunlarda bilerek ya da bilmeyerek burjuva taraflardan birinin kuyruğuna takılmak işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla bağdaşmaz. Buna karşı, “ama filler tepişince çimenler ezilir” diyenler olabilir. Doğrudur, fakat unutulan bir şey var ki, filler tepişse de tepişmese de çimenleri ezerler, ya da filler zaten şu ya da bu biçimde tepişmeden duramazlar. Ancak, ilkesel düzeyde AB yanlısı ya da karşıtı olmamak, ne genel olarak AB meselesine karşı ilgisiz kalmak ne de bu bağlamdaki süreçleri, somutlukları ve özgüllükleri içinde ele almaktan kendimizi alıkoymak anlamına gelir. Aksine AB sorunu Türkiye ve dünya siyasetinin önemli konularından biridir ve müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte özellikle

Müzakerelerin başlaması özünde burjuvalar arası bir meseledir, işçi sınıfının çıkarları açısından hayıflanacak ya da sevinilecek bir durum yoktur. Ancak bu, mevcut şartlarda statükocu burjuva kanadın aleyhine, AB yanlısı burjuva kesimlerin lehine bir gelişmedir. Bu süreç Türkiye’deki siyasal gelişmelerde Avrupa faktörünün çok daha yoğun ve doğrudan biçimde yer alacağı anlamına geldiği gibi, egemenler arası gerilimlerin yükselmesine de yol açabilir. Diğer taraftan ne AB ne de Türkiye’deki burjuva taraflar bu süreçte işçi sınıfının hayrına demokratik ve sosyal haklar verme niyetindedirler. Onların “AB reformları” özünde kendi aralarındaki sorunlarla ilgilidir.

1


marksist tutum

Türkiye’de siyasal gündemin temel belirleyenlerinden biri olmayı artarak sürdürecektir. Siyasal gelişmeleri doğru kavramak, sürecin çelişkilerini doğru çözümlemek ve doğru tutum almak, burjuvazinin ideolojik çarpıtmalarına karşı sınıf bilincini keskinleştirmek isteyen herkes bu sorunla ilgilenmek durumundadır.

Somutta ne getiriyor, ne götürüyor? AB sürecinin somutta ne getirip götürdüğüne dair AB karşıtı cephenin ağırlıklı vurgusu “vatanın satıldığı” demagojisidir. Bunun sık işitilen bazı temaları var. “Kıbrıs’ı satmak”, “ülkeyi böldürmek”, “içimize Truva atları sokmak”, “ülke zenginliklerinin yabancıya peşkeş çekilmesi” vb. bunlardan bazıları. Sol içinde açıktan milliyetçilik yapanlar ya da onun değirmenine su taşıyanlar ise, genel milliyetçi argümanların yanı sıra, hem genelde AB sürecinin hem de müzakerelerin başlamasının, işçi sınıfı ve diğer emekçi halk kesimleri için ağır saldırılar ve yıkım getireceğini savunmaktadırlar. Oysa onların bu bağlamda söyledikleri şeylerin tamamı, gerçekte AB sorunundan tümüyle bağımsız olarak tüm dünya ölçeğinde burjuvazinin yürütmekte olduğu saldırılardır. Bu saldırıların AB sorununun esasıyla ilgisi yoktur. Bunlar son çeyrek yüzyılda tüm dünya ölçeğinde sınıflar arası güç ilişkilerinde kapitalistler lehine yaşanan önemli değişimlerle ilgilidir. Bu saldırıları AB sorunuyla ilişkilendirmek ya da ona yamamak, gerçekte sol görünümlü bir demagojiden öteye gitmeyeceği gibi, bunlara karşı mücadelede işçi sınıfını silahlandırmaya da yaramaz. Ancak, ilkesel düzeyde AB yanlısı ya da karşıtı olmamak, ne genel olarak AB meselesine karşı ilgisiz kalmak ne de bu bağlamdaki süreçleri, somutlukları ve özgüllükleri içinde ele almaktan kendimizi alıkoymak anlamına gelir. Aksine AB sorunu Türkiye ve dünya siyasetinin önemli konularından biridir ve müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte özellikle Türkiye’de siyasal gündemin temel belirleyenlerinden biri olmayı artarak sürdürecektir. Soldaki bu savrulmaya kısmen bahane olan bir olgu ise, ters uçta yer alan AB yandaşlarının, AB sürecinin getireceği cennet meyvelerinden dem vuran demagojisidir. Yoksulluk ve işsizliğin ortadan kalkışı, herkesin nasipleneceği bir refah artışı, artan demokratik hak ve özgürlükler, artan sosyal kazanımlar vb… Halk kitlelerinin geniş bir bölümü bu demagojilerin de etkisiyle AB sürecinden birtakım somut beklentiler içinde ve bu nedenle bu sürece genel olarak olumlu bakıyor.

2

Kasım 2005 • sayı: 8

Bu bağlamda özellikle İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde AB üyeliğiyle yaşanan bazı değişimler örnek gösterilerek iddialara bir inandırıcılık kazandırılmaya çalışılmaktadır. Diğer taraftan AB süreci Türkiye’de fiilen bazı değişikliklere yol açmaktadır ve bundan sonra da yol açması olasıdır. Müzakerelerin başlamasıyla birlikte Avrupa sorunu Türkiye’nin iç gündeminde ve yaşamında daha doğrudan ve yoğun biçimde yer alacağından, somut bir değerlendirme yaparak bu değişikliklerin nitelik ve kapsamını ortaya koymak gerekiyor. Halkın beklentisinin en yoğun olduğu ve demagojinin de en çok iş gördüğü nokta işsizlik ve yoksulluğun son bulmasıdır. Bu boş beklentilerin dayandırıldığı mekanizmalar ise serbest dolaşım ve mali yardımlardır. Nitekim yakın zamana kadar kimi nispeten yoksul Avrupa ülkelerinin yararlandığı mekanizmalar bunlardı. Ancak köprünün altından çok sular aktı ve AB artık bu konularda pek cimri. Türkiyeli yoksul emekçiler için serbest dolaşım hakkı kimsenin bilmediği meçhul bir geleceğe atılırken, altyapıya, sosyal harcamalara ve genel refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik mali yardımlar da sembolik düzeylere inmiştir. Kaldı ki ancak genel bir ekonomik yükseliş durumunda mümkün olan bu tür olanaklar, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında göreli bir iyileşme sağlamış olsa bile kapitalizm altında bunlar kalıcı olamazlar. Bugün AB’nin en güçlü ülkelerinde dahi yaşanan gerilemeler bunun en güzel göstergesidir. Halkın somut beklentileri açısından geriye “demokratik açılımlar” meselesi kalıyor. Yüzlerce yıllık despotik devlet geleneğinin zulmünü yaşayan halk kitleleri açısından bunun anlamı, halkla devlet arasındaki ilişkilerde halk lehine dişe dokunur bazı düzelmelerdir. Ancak, o çok büyük ümitler bağlanılan Kopenhag Siyasi Kriterlerini sağladığı AB tarafından tescillenmiş olan Türkiye’de elle tutulur bir düzelmenin olduğunu ya da en azından yakın vadede olacağını kim söyleyebilir? Burjuva demokrasisinin işçi sınıfı için anlamını belirleyen somut ölçülerle baktığımızda bu daha da nettir. İşçi sınıfı açısından bu demokrasinin anlamı kendi dünya görüşünü ifade etme, yayma ve örgütlenme olanağıdır. Oysa uygulamaya baktığımızda, ne sosyalist basının ve örgütlenmelerin maruz kaldığı baskılarda bir azalma, ne Kürt sorununun çözülmesine dair ciddi bir adım, ne de işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlenmesini, faaliyetini nispeten bile olsa kolaylaştıracak düzenlemeler mevcut. Hatta bıraktık sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi, düzen içi muhalefet açısından bile işler kolaylaşmış değildir. Orhan Pamuk ve Hrant Dink davaları, Ermeni konferansının başına gelenler bunun yalnızca göz önündeki örnekleridir. AB’nin yaptığı, yalnızca makyajın göze batacak kadar aktığı bu gibi durumlarda göstermelik uyarılardan ibaret olmuştur. Diğer hususlarda ise AB’nin bugüne kadar kılını kıpırdattığı görülmedi. İşin gerçeği, dünya kapitalizminin içine girdiği buna-


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

O çok büyük ümitler bağlanılan Kopenhag Siyasi Kriterlerini sağladığı AB tarafından tescillenmiş olan Türkiye’de elle tutulur bir düzelmenin olduğunu ya da en azından yakın vadede olacağını kim söyleyebilir? Bu kriterleri sağlayan Türkiye'de, Kürt sorununa çözüm talep eden bir gösteriye katıldıkları için 17 yaşındaki gençler İstanbul'da hâlâ polis kurşunlarıyla can vermeye devam ediyorlar!

lım genel olarak gerici eğilimlerde bir güçlenmeyi beraberinde getirmekte ve emperyalist burjuvazinin önemli bir bölümünü oluşturan AB burjuvazisi bağlamında da bu böyle. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal kazanımlarına dönük ağır saldırılar Avrupa’da da tüm hızıyla sürüyor. Başta İngiltere (Türkiye’nin AB’ye girmesini en çok destekleyen ülke) olmak üzere hemen tüm Avrupa ülkelerinde çıkarılmakta olan “anti-terör” yasaları demokratik hak ve özgürlükleri tırpanlamakta, en genel anlamda protesto ve eylem hakkı yok edilmeye ve polis devleti uygulamaları güncel hayatın doğal parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bir emekçinin Londra sokaklarında âdeta bir sürek avıyla polis tarafından güpegündüz hunharca infaz edilmesi, İşçi Partisi kongresinde Jack Straw’un konuşmasına salondan “saçmalık” diye sesini yükselten 82 yaşındaki bir parti üyesinin terör yasalarına dayanılarak derdest edilmesi gibi örnekler çok şey anlatıyor. En az bunlar kadar anlamlı olan, Türkiye’de generallerin ve polisin de, “biz de Avrupa’daki kadar yetki istiyoruz, daha fazlasını değil” demeleridir. Dolayısıyla şunu görmek gerekiyor ki, Türkiye’deki alaturka despotik burjuva rejimin Avrupa tipi burjuva demokrasisi ölçülerine yaklaşmasından ziyade, Avrupa’daki burjuva demokrasisinin Türk tipi burjuva rejime daha fazla benzeme eğilimi söz konusu. Bu da, en azından işçi sınıfı adına Avrupa’dan demokrasi beklemenin sağlam bir dayanağının olmadığını göstermektedir. Yine tüm Avrupa ülkelerinde işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren çalışma yasaları, sendikal haklar, sosyal sigortalar ve haklar (işsizlik, emeklilik, sağlık), eğitim ve sağlık hizmetleri, diğer sosyal harcamalar alanlarında ciddi gerilemeler yaşanmakta. Bu tablonun bir parçası olarak işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik de artmaktadır. Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin en yakıcı sorunlarından biri olan sendikal alana ilişkin baskılar, ICFTU’nun 2005 yılı raporuna göre Avrupa’da da artmaya başlamış durumda. Rapora göre grev hakkına ve sendikal faaliyete ilişkin yasal kısıt-

lamalar Almanya, Belçika ve İngiltere’de de mevcut. Almanya’da hükümet grev yasaklıyor, şirketler sendikal faaliyeti engelleyici baskılar yapıyor ve artan ölçüde sendika düşmanı politikalar güdüyor, sendikal faaliyet nedeniyle işten atılmalar yaşanıyor. Nitekim son yıllarda Avrupa genelinde artan geniş çaplı grev ve gösteriler de, çeşitli referandum ve seçimlerden eskisi gibi “istikrarlı” sonuçlar çıkmamaya başlaması da bütün bunların yarattığı hoşnutsuzluktan kaynaklanmaktadır. Hatta ırkçı, faşist, yabancı düşmanı eğilimlerin güçlenmesi de bu gidişatın, tarihten iyi bildiğimiz habis sonuçlarından biridir. Hal böyleyken Avrupa’dan sosyal haklar, işçi hakları beklemek de boşuna oluyor. Doğrusu işin bütününe ve genel gidişe baktığımızda AB’nin durumuna uyan bir atasözünü hatırlamadan edemiyor insan: Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerede kaldı gayriye himmet ede! Kaldı ki, Türkiye’yi ucuz emek cenneti ve dikensiz bir yatırım alanı olarak kullanmak isteyen AB kapitalizmi, Türkiye ve Avrupa işçi sınıflarından bir zorlama olmadıkça neden kendi ayağına çelme taksın?

“AB reformları” O halde ülke gündemini uzunca süredir meşgul eden ve bundan sonra da edecek olan “AB reformları”nın anlamı ne? Birtakım yasalar değişiyor ve devlet organizasyonunda bazı değişiklikler yapılıyor. Dikkatlice bakıldığı zaman değişikliklerin ve çatışma yaratan konuların özünde egemenler arası ilişkileri düzenlemeye yönelik olduğu görülür. Zaten bu da burjuva demokrasisinin özünü yansıtmaktadır. Bu demokrasi burjuvalar için bir demokrasidir. İşçi sınıfının ve sosyalist hareketin dağınık ve örgütsüz oluşu da düşünüldüğünde egemenler arası siyasal mücadeleler alttan gelen bir basınca maruz kalmaksızın yürütülmekte. Bir yanda Türkiye’de kapitalizmin ulaştığı gelişme düzeyi, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durum ve

3


marksist tutum

gelişme eğilimleri, dünya ölçeğinde güç dengelerinde yaşanan değişimler, diğer yanda bunların gereklerine ayak uyduramayan Türkiye’deki burjuva siyasal rejim; işte bunlar büyük sermayenin önemli bir bölümü açısından bir yeniden yapılanma ihtiyacını doğurmaktadır. Bu kesimler ve onların uluslararası müttefiki durumundaki Avrupa burjuvazisi, Türkiye’deki yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek istiyor. İşte “AB reformları”, bu kesimlerin arzu ettiği değişikliklerin kodlamasıdır. Bunlar esasen, çıkarları Türkiye’deki rejimin mevcut durumuna özellikle bağlı olan ve gerçekte olması gerekenden çok daha büyük bir siyasal güce sahip olan statükocu-devletçi burjuva kesimleri (ki bu kesimlerin omurgasını asker-sivil bürokrasi oluşturmaktadır) geriletmek ve denetim altına almak istemektedirler. Bunun için de, ellerinde keyfi ve büyük oranda denetimsiz bir güç barındıran bu kesimlerin dayandığı ayrıcalıklı konumları ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak düzenlemeler arzulamaktadırlar. MGK’nın sivilleştirilmesi, Genelkurmayın Savunma Bakanlığına bağlanması, askeri harcama ve politikaların Meclis kontrolüne alınması gibi talepler bunu yansıtmaktadır. Bir diğer nokta ise, sermayenin kendi siyasal parti ve akımlarıyla arasındaki sorunlardır. Türkiye’deki özgün yapının da bir parçasını oluşturan burjuva siyasi partiler, benzer şekilde sermayenin günümüzdeki ihtiyaçlarına cevap verememektedirler. Özetle, büyük sermayenin mutlak surette hizmetinde olması gereken bürokrasi ve siyaset esnafı, kendi alanlarına özgü kısmi çıkarlara olması gerekenden fazla bağlı durumdadırlar ve değişmeleri gerekmektedir. Ancak daha da önemlisi, büyük sermaye, bu yapının toplumsal planda ortaya çıkan sorunları düzenin uzun vadeli çıkarları açısından tatminkâr biçimde yönetemediğini ve bir bütün olarak düzeni riske soktuğunu düşünmektedir. Kürt sorunu gibi önemli siyasal ve toplumsal sorunlarda gerekli “esnekliğin” gösterilememesi bunun bir örneğidir. Bu durum aynı zamanda büyük sermayenin doğrudan ekonomik çıkarları açısından da sorun çıkarmaktadır. Örneğin bürokrasi ve siyasetçilerin, özelleştirme sürecine bu denli direnç göstermeleri ve ipe un sermeleri büyük sermayeyi öfkelendirmektedir. Aynı şekilde onun yana yakıla gelmesini istediği yabancı yatırımlar için de Türkiye’deki bu yapı en büyük engeli oluşturmaktadır. Zaten AB’nin de bastırdığı “reformlar”ın önemli bir yönü, yatırımlar için güvenli ve istikrarlı bir ortamın oluşturulmasıdır. Abdullah Gül’ün müzakerelerin başlaması sebebiyle yaptığı bir açıklamada yer alan “artık öngörülebilir bir ülke olduk” sözü çok şey anlatıyor. “Hukukun üstünlüğü”nden, “yargı bağımsızlığı”ndan dem vurulmasının hikmeti buradadır. Bunların vatandaşın “adalet” talebiyle bir ilgisi olmayıp, hep bürokrasi ve siyaset esnafının keyfi hareket alanının sınırlanmasıyla ilgisi vardır. Bu vesileyle bazı eski solcu ve yeni liberaller tarafından öve öve bitirilemeyen hükümetin “demokratlığına” da kı-

4

Kasım 2005 • sayı: 8

saca değinmek gerekiyor. Bu sözde demokratlığın sınırları, esasen bir siyasi akım olarak kendisinin statüko karşısındaki konumunu güvenceye alma ve AB’nin ve AB’ci büyük sermayenin zorlamaları karşısında vitrini kurtarma güdüsüyle belirlenmektedir. Söz konusu zorlamaların kapsamını ise zaten yukarıda açıklamıştık. Bu sınırlar dışında ondan genel demokratik açılımlar beklemenin beyhudeliği her gün kendini gösteriyor. Bıraktık işçi haklarını, seçim sistemi ve siyasi partiler yasasını bile tüm basınca rağmen değiştirmemeleri bunun bir göstergesi. Diğer taraftan Erdoğan’ın Kürt sorununda başta farklı bir tutum takınacakmış gibi görünüp, ardından bilinen statükocu politikayı sürdürmesi bir başka örnek. Kasımpaşalı başbakanımızın o pek “cesur” sözlerini adeta yel aldı götürdü. Her ne kadar hükümet statükocuların basıncına direnmeye çalışıyor gibi görünse de, gerçekte direnci esasen bir siyasi akım olarak kendi bekasını ilgilendiren dinsel özgürlükler, başörtüsü, bürokrasinin siyasi denetime alınması, merkezi devlet mekanizmasının çeşitli bakımlardan yerellik lehine gevşetilmesi gibi noktalarda yoğunlaşmaktadır. Doğal olarak burjuvazinin hiçbir kesiminin sahip çıkmadığı işçi hakları gibi talepler onu pek ilgilendirmemektedir. Onu statükoyla karşı karşıya getirecek diğer taleplerde ise, bunlar kendisine doğrudan zarar vermeyecek olduğu ölçüde, büyük sermaye ve AB’nin statüko üzerindeki baskısının arkasına saklanmayı tercih etmekte ve her iki tarafı idare ederek gerilimi en az hasarla atlatmaya çalışmaktadır. Yeni terörle mücadele yasası girişimi ve geçen günlerde MGK’da kabul edilen ve devletin “gizli anayasası” olarak adlandırılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde ordunun siyasete müdahale hakkının yerli yerinde bırakılması, hükümetin “demokratik direnişi” konusunda fikir vermektedir. Yine, YÖK’le bizzat kapışmasına rağmen, YÖK karşıtı öğrenci gösterilerine polisi vahşice saldırtabilmektedir. Özetlersek, müzakerelerin başlaması özünde burjuvalar arası bir meseledir, işçi sınıfının çıkarları açısından hayıflanacak ya da sevinilecek bir durum yoktur. Ancak bu, mevcut şartlarda statükocu burjuva kanadın aleyhine, AB yanlısı burjuva kesimlerin lehine bir gelişmedir. Bu süreç Türkiye’deki siyasal gelişmelerde Avrupa faktörünün çok daha yoğun ve doğrudan biçimde yer alacağı anlamına geldiği gibi, egemenler arası gerilimlerin yükselmesine de yol açabilir. Diğer taraftan ne AB ne de Türkiye’deki burjuva taraflar bu süreçte işçi sınıfının hayrına demokratik ve sosyal haklar verme niyetindedirler. Onların “AB reformları” özünde kendi aralarındaki sorunlarla ilgilidir. Öte yanda ise, işçi sınıfının bizzat kendi örgütlü mücadelesi ve müdahalesi olmadan bu süreçten kazanımlar elde edebileceği beklentisi gerçekçi değildir. İşçi sınıfı yalnızca kendi örgütlü gücüne güvenmeli ve mücadelesini yükseltmeye odaklanmalıdır. Reformlar da ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünleri olarak kazanılabilirler. 


Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı / 2 Mehmet Sinan Osmanlı’da “devlet”in ya da bürokratik korporasyonun oluşumu Yazımızın birinci bölümünde değindiğimiz üzere, Orta Çağ Avrupa’sında oluşan feodal sistem ile Osmanlı’nın asyatik-despotik sistemi arasında aynılıklar değil, niteliksel farklılıklar vardır. Nitekim temeldeki bu farklılıklar, her iki sistemin tarihsel gelişme eğilimine de yansımış ve neticede farklı toplumsal-siyasal sonuçlara yol açmıştır. Tekrarlamak pahasına da olsa, bu iki sosyo-ekonomik formasyon arasındaki önemli farklılık noktalarını burada bir kez daha hatırlatalım: Batı feodalitesinde bürokrasi, egemen sınıfa (büyük toprak sahibi feodal beylere) tâbi bir görevliler topluluğu iken, Osmanlı’da “bürokrasi” egemen sınıfın ta kendisi idi. Batı feodalitesinde büyük topraklar feodal beylerin (senyörler, lordlar) ve kilisenin özel mülkiyeti altında iken, Osmanlı’da toprak devletin mülkiyeti altında (mirî toprak) idi. Batı’da feodal beyler, sahibi oldukları toprakların gelirlerine (yani serflerin ürettiği artık ürüne) özel mülkiyet hakkına dayanarak doğrudan el koyarken, Osmanlı’da bürokrasi, toprağın gelirine (reayanın ürettiği artık ürüne) ancak devlet dolayımıyla ve devlet adına (vergi biçiminde) el koyabilirdi. Batı’da feodal bey, üzerinde bağımlı köylülerin (serfler) yaşadığı toprağı (fief) bireysel mülk edinirken, Osmanlı’da egemen bürokrasi devleti mülk edinmişti kendine. Batı’da feodal beyin fief sahibi oluşu, özel mülk sahibi oluştan biraz fazla bir şeyi ifade etmekteydi. Çünkü bu sahiplik, toprakla birlikte, üzerinde çalışanlara da hükmetme yetkisi veriyordu feodal beye. Oysa Osmanlı’da sipahi beyinin, tımarı ve reayası üzerinde bireysel olarak böyle bir hükümranlık yetkisi yoktu. Batı’da feodal senyörün veya lordun başlıca kaygısı, kendi özel mülkü (malikânesi ve fief ’i) üzerinde feodal egemenlik haklarını (dominium) merkezî krallığa karşı korumak ve sürdürmek iken, Osmanlı’da egemen sınıfı oluşturan bürokrasisinin temel kaygısı, kendi egemenliğinin

Osmanlı’da egemen bir sınıf niteliği taşıyan yönetici bürokrasinin tarihsel-toplumsal rolünü, Batı’daki bürokrasinin rolüyle karşılaştırdığımızda, gerçekten de ilginç sonuçlar çıkmaktadır ortaya. Bu bakımdan, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık dönemde, Osmanlı bürokrasisinin tarihsel-toplumsal evrimine biraz daha yakından bakmakta yarar var. Böylece, Doğu’nun despotik devletlerinde egemen bir sınıf olarak tezahür eden bürokrasinin, ne mene bir “bürokrasi” olduğunu daha iyi anlamış oluruz.

5


marksist tutum

başlıca kaynağı olan despotik devlet aygıtını, yani kendi merkezî iktidar gücünü merkezkaç güçlere (derebeyleşmeye) karşı korumak olmuştur hep. Batı Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren ekonomik ve siyasal feodalizm (feodal beyliklerin hâkimiyeti) tasfiye olurken ve mutlak krallık (merkezî devlet) güçlenirken, Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş; merkezî devletin gücü çözülüp zayıflarken, merkazkaç güçler (ayan, bey, ağa, derebeyi vb.) gelişmeye başlamıştır. Osmanlı’da egemen bir sınıf niteliği taşıyan yönetici bürokrasinin tarihsel-toplumsal rolünü, Batı’daki bürokrasinin rolüyle karşılaştırdığımızda, gerçekten de ilginç sonuçlar çıkmaktadır ortaya. Bu bakımdan, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık dönemde, Osmanlı bürokrasisinin tarihsel-toplumsal evrimine biraz daha yakından bakmakta yarar var. Böylece, Doğu’nun despotik devletlerinde egemen bir sınıf olarak tezahür eden bürokrasinin, ne mene bir “bürokrasi” olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bilindiği üzere, Osmanlı devletinin kuruluş süreci 14. yüzyılın başlangıcına dek gitmektedir. Ama onun gerçek anlamda asyatik despotik bir imparatorluk devleti olarak yapılanması, esas olarak Bizans’ın fethinden (1453) sonra olmuştur. Osmanlı devleti bu yeniden yapılanma ve yükseliş döneminde, Doğu örneği bir bürokratik imparatorluk olan Bizans’ın mirasını da devralarak çıkmıştır tarih sahnesine. Kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık tarihine baktığımızda, Osmanlı’nın birbirinden farklı özellikler taşıyan dört ayrı döneminden söz edebiliriz. 1300’lerin başından Bizans’ın fethine (1453’e) kadar olan birinci dönem, Osmanlı beyliğinin diğer Türk beylikleri üzerinde hegemonyasını kurmaya ve feodalizm karşıtı merkezî bir devlet gücü oluşturmaya çalıştığı dönemdir. Bizans’ın fethinden 17. yüzyıla kadar süren ve “klasik Osmanlı dönemi” diye adlandırılan ikinci dönem, Osmanlı devletinin despotik bir Doğu imparatorluğuna yükseldiği dönemidir. 17 ve 18. yüzyılları kapsayan üçüncü dönem, bu asya tipi despotizmin sosyo-ekonomik temellerinde ve merkezî siyasal yapısında bozulmaların olduğu (bozuk düzenli despotizm) ve büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir istikrarsızlık ve gerileme dönemidir. Ve nihayet 19. yüzyıldan itibaren gelişen dördüncü dönem ise, Batı kapitalizmi karşısında sürekli gerileyen ve giderek bir yarı-sömürge durumuna düşen despotik bir imparatorluğun çözülüş ve çöküş dönemidir.

Osmanlı Devletini kuranlar kimlerdi? Osmanlı devletini kuranların bir göçebe-aşiret topluluğu (Kayı aşireti) olduğu ve aşiret geleneklerini muhafaza ederek bir devlet kurmaya giriştikleri görüşü bir zamanlar çok yaygın bir inanıştı. Ne var ki bu inanışın Osmanlı tarihçileri tarafından sonradan uydurulmuş rivayetlere dayandığı ve tarihsel gerçeklerle bir ilgisinin bulun-

6

Kasım 2005 • sayı: 8

madığı anlaşılmıştır. Nitekim Osmanlı tarihi üzerine yapılan yerli ve yabancı pek çok bilimsel araştırma ve inceleme, bu tür rivayetleri doğrulayacak herhangi bir tarihî belge ve bilginin mevcut olmadığını ortaya koymuştur.1 Osmanlı devletini kuranların bir göçebe-aşiret topluluğu (Kayı aşireti) olduğu ve aşiret geleneklerini muhafaza ederek bir devlet kurmaya giriştikleri görüşü bir zamanlar çok yaygın bir inanıştı. Ne var ki bu inanışın Osmanlı tarihçileri tarafından sonradan uydurulmuş rivayetlere dayandığı ve tarihsel gerçeklerle bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Çağdaş tarihçilerin yaptığı araştırmalar da göstermektedir ki, Osmanlı devletini kuranlar, bir göçebe aşiret topluluğunun değil, “savaşçılığı zenaat edinmiş ve bunun için bir nevi şirket haline gelmiş”2 bir savaşçılar topluluğunun (gaziler ocağının) başındaydılar. Yani Osmanlılar bağımsız beylik kurmaya kalkıştıklarında, bir kabile aristokrasisine değil, bir savaşçılar birliğine mensuptular. Osmanlı ailesi etrafında gönüllü olarak örgütlenmiş meslekten savaşçıların oluşturduğu bu askerî çekirdek, gerçekte göçebe-aşiret topluluğunun çözülüşü döneminde ortaya çıkmış bir örgütlenmeydi. Yani bu savaşçı topluluğun üyesi olan “meslekten savaşçılar”ın ve onların başındaki Osmanlı ailesinin ne göçebelikle ne de aşiret yaşamıyla bir ilişkileri kalmıştı. Bir benzetme yapılacaksa eğer, “gazi ocağı” denen bu savaşçı topluluk, Orta Çağın başlangıcında Cermen aşiret topluluklarının içinden çıkan Cermen savaş şefleri ve askerî maiyetlerin (Comitatus) oluşturdukları savaşçı birliklere benzetilebilir ancak. Bilindiği üzere, Orta Çağın başlarında Avrupa’da, Cermen aşiret yapılarından kopan ve bir askerî şefin etrafında profesyonel bir savaşçı birlik oluşturan insanlar, ya doğrudan kendi hesaplarına ülke ve toplum zaptetmek üzere fetih savaşları yürütürler, ya da bir devletin (örneğin o dönemde Roma’nın) hizmetine girerek paralı asker olurlardı. Roma eyaletlerinin Cermen kavimler tarafından istilası döneminde, kendi hesaplarına fetih ve ganimet savaşları yürüten bu Cermen askerî şefleri ve maiyetleri, Cermen aşiretlerinin ortak mülkiyeti altında olan topraklara da el atarak, buraları da kendi özel mülkleri haline getirdiler. Böylece, bir zamanların askerî şefleri, bu yolla toprak beyliğine (senyör) terfi ederken, toprağını yitiren özgür Cermen köylüsü de giderek bağımlı bir köylü (serf) durumuna düşecekti. Nitekim, Batı Avrupa’da feodalizmin ekonomik, siyasi ve hukuki bir sistem olarak örgütlenmesi de bu taban üzerinde olmuştur. Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş olan askerî maiyetlerin (gazilerin) başlangıçtaki durumu da bir bakıma bu Cermen comitatus’unun durumuna benzemektedir. Çoktandır aşiret yapılarından kopmuş ve kişisel bağlılık


Kasım 2005 • sayı: 8

temelinde bir savaş şefinin etrafında toplanmış bulunan meslekten savaşçılar (Gaziler Ocağı), daha Anadolu’ya gelişlerinden itibaren, başlarındaki askerî şefleriyle birlikte Selçuklu devletinin hizmetine girmişlerdi. O dönemde Selçuklu Sultanından Bizans sınırında küçük bir uç beyliği alan Osmanlı ailesi, Selçuklu devletine bağlı onlarca askerî beylikten (uç ümerası) biriydi. Selçuklu ümerasının (askerî bürokrasinin) içinde yer alan Osmanoğulları, göçebe-aşiret reislerinin yaşadığı kır ya da yaylada değil, genelde olduğu gibi, ümeranın ikamet ettiği şehirlerde yaşıyordu. Yani gelecekte Osmanlı devletinin başına geçecek olan Osmanlı ailesi, bir göçebe-aşiret aristokrasisinin içinden değil, Selçuklu devlet ricalinden (devlet adamlığından) geliyordu.

Osmanlı devletinin doğuşu 13. yüzyılın sonlarına doğru, Anadolu-Selçuklu devletinin Moğol (İlhanlılar) istilası altında çözülüp dağılması ve Selçuklu tahtının boşalmasıyla birlikte, Anadolu’nun siyasal durumu tamamen değişmişti. O dönemde Bizans sınırında Selçuklu Sultanı adına küçük bir uç beyliğini deruhte etmekte olan Osmanlı beyliği, Selçuklu devletinin yıkılmasıyla birlikte, Anadolu’daki pek çok Türkmen beyliği gibi (Karamanoğlu, Eşrefoğlu, Tekeoğlu, Çandaroğlu, Menteşe, Germiyan, Saruhan, Aydınoğlu, Umur Bey, Karasi vb.) bağımsız bir beylik haline gelmiş ve çok geçmeden de “hanedanlık” ilan ederek kendi “devletini” kurmaya girişmişti. Selçuklu ümerasının (askerî bürokrasinin) içinde yer alan Osmanoğulları, göçebe-aşiret reislerinin yaşadığı kır ya da yaylada değil, genelde olduğu gibi, ümeranın ikamet ettiği şehirlerde yaşıyordu. Yani gelecekte Osmanlı devletinin başına geçecek olan Osmanlı ailesi, bir göçebeaşiret aristokrasisinin içinden değil, Selçuklu devlet ricalinden (devlet adamlığından) geliyordu. “Savaş gücü ile ülke ve toplum zaptederek bunların üstüne siyasal güç kuranlar çeşitli kaynaklardan gelirler. Bazan bir göçebe aşiret önderi bu işi yapar, bazan aşiret değil de, savaşçılığı zenaat edinen ve bunun için bir nevi şirket haline gelen ‘savaşçı ocakları’ görülür. … Eğer şartlar elverişli ise, kendi teşebbüsleriyle savaşlar yapıp servetler edinirler, güçlenir, devlet kurarlar. … Fakat hangisi olursa olsun, kazandıkları serveti ekonomik üretime yatırmazlar. Önemli fark burada. Onu bir fon olarak kullanıp, idare ve savaş yolu ile bu serveti daha da arttırmanın yolunu tutarlar. Kendilerine ‘din uğruna gaza’ etme süsünü de verebilirlerse milyonlarca insana hükmederler; ekonomik

marksist tutum

üretimin herhangi bir kolunda bulunan bir sınıf olmadan, sınıfların tepesinde bir ‘süper sınıf ’ haline gelirler, devleti bu nitelikte güderler.”3 İşte Osmanlılar da kurdukları askersel temelli ilkel devlet aygıtına dayanarak, kendilerine memleket (üzerinde tarımcı toplulukların yaşadığı topraklar) edinmeyi ve Anadolu’daki diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmayı bu süreçte başlıca stratejik amaç edinmişlerdi. Gerek Bizans’la ve gerekse Anadolu’daki Türkmen beylikleriyle olan ilişkilerinde hep bu stratejik hedefi gözeten bir politika güttüler. Osman Gazi’den Fatih Sultan Mehmet’e kadar uzanan birinci dönemin karakteristik çizgisi budur. Bu dönem boyunca, toprak fethi için savaşmak ve fethedilen topraklardaki tarımcı toplulukları (müslim ve gayrimüslim reayayı) merkezî devletin bağımlı kiracısı konumuna sokan bir toprak düzeni kurmak, Osmanlıların temel politikası oldu. Bu ilk kuruluş döneminden itibaren, devletin ekonomik temelini sağlamlaştırmak ve Osmanlı Beyliği’nin birliğini ve dirliğini sağlamak üzere, fethedilen toprakların devlet mülkiyetine geçirilmesi (mirî arazi yapılması) Osmanlılar için yaşamsal önem taşıdı. Osmanlılar kendilerinden önce Selçukluların uygulamış olduğu despotik devlet geleneklerine uyarak, daha kuruluş döneminden itibaren, merkezin (hanedanın) otoritesini güçlendirecek ve merkezkaç güçlerin oluşmasına fırsat vermeyecek bir mülkiyet ilişkisini (mirî arazi) ve toprak rejimini (dirlik düzeni-tımar sistemi) tesis etmeye büyük özen gösterdiler. Dolayısıyla, Osmanlı devletinin uyguladığı bu rejim, başlangıçta özel mülkiyete ve feodal oluşumlara kapı açabilecek kimi mülkiyet biçimlerini (örneğin malikâne, yurtluk, vakıf mülkler gibi) içermiş olsa bile, bunlar genel uygulamanın yanında birer “istisna” olarak kalmıştır. Esasen toprakta hâkim mülkiyet biçimi “devlet mülkiyeti” olduğu için, Osmanlı toplumunda özel mülkiyete dayalı feodal oluşumlar asla yaşama fırsatı bulamayacaklardı. Batı Avrupa’daki feodal toprak sistemine (feodal beylerin, toprağın bireysel-özel mülkiyetine ve bağımlı köylüler üzerinde hükümranlık hakkına sahip olmaları) karşıt olan Osmanlı toprak sistemi, özel olarak Osmanlıların bir keşfi değildi elbette. Onlardan çok önce, hem Arapİslam, hem de Türk-İslam devletlerinde Doğu despotizmine özgü bir gelenek olarak uygulanmaktaydı bu sistem. Buna göre, başlıca üretim aracı olan toprakların ve doğal kaynakların mülkiyeti, hükümdarın şahsında somutlanan devlete aitti. Dolayısıyla, yalnızca devletle özdeşleşmiş olan hükümdar toprağı dilediği gibi temellük edebilirdi. Nitekim bir Türk-İslam devleti olan Selçuklu Devleti’nin sultanları da, mülkiyeti devlete ait olan toprakları askerî ikta (tımar) olarak ümeraya (askerî bürokrasiye) tahsis etme geleneğini hep sürdürmüşlerdi. Buna göre, toprağın rakabesi (kuru mülkiyeti) devlete ait olmak üzere, kullanım (tasarruf) hakkı çiftçiye (reayaya) ve gelirinden yararlanma (intifa) hakkı da askerî hizmet kar-

7


marksist tutum

şılığı olarak ümeraya bırakılmıştı. İşte Osmanlılar da bağımsız bir beylik haline gelip, kendi hesaplarına toprak fethine girişince, zaptettikleri topraklar üzerinde bu asyatik-despotik geleneği aynen sürdüreceklerdi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, kuruluşundan Bizans’ın fethine kadar olan birinci dönem, Osmanlı Beyliği’nin bir yandan yeni topraklar zaptetmek, diğer yandan da merkezî otoritesini Anadolu’daki Türkmen beyliklerine kabul ettirmek için savaştığı dönemdir. Bir başka deyişle bu dönem, Osmanlı’nın küçük bir hanedanlık devleti olmaktan, gerçek bir asya tipi despotik imparatorluk devleti olmaya doğru ilerlediği dönemdir. Yaklaşık yüz elli yıl (1300-1453) süren bu tarih kesiti, hanedanlık ilan eden savaşçı-fetihçi bir topluluğun (uç beyliğinin), asya tipi bir imparatorluğa nasıl yükselebildiği ve mutlak otoritesi altına soktuğu bölgelerde, tarımcı toplulukları yüzyıllar boyunca nasıl duragan bir asyatik yapı içerisinde tuttuğunu göstermesi bakımından çok önemli bir tarihsel kesittir. Bu Doğuya özgü tarihî olayın sırrına ilk vakıf olan insan, günümüzden yüzyıllarca önce (14. yüzyılda) yaşamış büyük tarihçi İbn Haldun’dur. Kuzey Afrika’da yetişmiş olan bu tarihçi, yazdığı eserde (Mukaddime) bize “despotik devlet” denen türün bir çeşit anotomisini vermektedir. Buna göre, Doğuda kurulan devletlerin tarihsel yaşamı şunu göstermekteydi: Doğuda her devlet, tıpkı bir insanın yaşamında olduğu gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama devletlerin yaşamında meydana gelen bu değişikliklerden alttaki toplumlar (tarım toplulukları) hiçbir biçimde etkilenmezler. Bunlar oldukları yerde dururlar. Ve kurulacak olan yeni “despotik” devletler de gene bunların tepesine çöreklenerek kurulurlar. Nitekim İbn Haldun’dan yüzyıllarca sonra gelen Karl Marx da aynı sonuçları çıkartacaktı Doğu toplumlarına ilişkin olarak.

Osmanlı’da egemen sınıfın oluşum tarzı Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, henüz Sultan ya da Padişah unvanıyla değil, savaşçı-fetihçi bir askerî şefi simgeleyen Gazi ya da Bey unvanıyla anılırlardı. Arapçadan gelme bir sözcük olan sultan, aslında “egemenlik” demektir. Farsçadan gelen padişah ise, hükümdarların hükümdarı anlamına gelir. “Sultan” unvanını ilk kullanan, dördüncü Osmanlı hükümdarı I. Bayezid olmuşur (1389-1402). Bu ayrıntı, ilerde göreceğimiz gibi, kuruluş dönemindeki bir devletin durumu ile daha sonra imparatorluk haline gelmiş bir devletin durumu arasındaki farkı yansıtması bakımından oldukça önemli bir “ayrıntı”dır. Savaş, Orta Çağın tüm despotik devletleri için olduğu gibi, Osmanlı devleti için de biricik ekonomik görevdi. Çünkü o dönemde devletin gelirlerini arttırmanın başlıca yolu, savaşarak toprak ve ganimet elde etmekti. Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde fethedilen ve yerleşilen

8

Kasım 2005 • sayı: 8

topraklar, Osmanlı hükümdarının akrabalarına, silah arkadaşlarına (Gazilere) ve gördükleri hizmetlere karşılık şeyh ve dervişlere (dinsel ve mesleksel kökenli tarikat ehline) paylaştırılmakta idi. Ama bunlar toprağa yerleşsin ve çiftçilik yapsınlar diye değil! O topraklar üstünde zaten çitçilik yapmakta olan reayanın ürettiği üründen bir pay alarak geçimlerini sağlasınlar ve aynı zamanda bu toprakları ve reayayı hükümdar (devlet) adına denetlesinler diye! Genel anlamda toplumsal bir sınıf, üretim araçlarıyla olan ilişkisine ve toplumsal üretim sürecinde tuttuğu yere göre tanımlanan somut bir insan grubunu ifade eder. Bu insan gruplarından biri veya birkaçı egemen-yönetici durumunda iken, diğerleri egemenlik altındadır yani yönetilen durumdadır. Osmanlı toplumunda egemenlik altında olan reaya olduğuna göre, bu durumda egemen sınıf kimlerden oluşuyordu? Elbette ki reayanın ürettiği artık ürüne el koyanlardan, onun sırtından geçinenlerden başkası değildi bu sınıf. Yani devletin sahip olduğu ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran ve bu güce dayanarak reayayı sömüren Osmanlı hükümdarı (saray) ve aristokratik bürokrasi! Demek ki Osmanlı hükümdarının maiyetlerine bağışladığı şey, toprağın mülkiyeti ya da kullanım (tasarruf) hakkı değil, yalnızca gelirinden (vergi-rant) yararlanma (intifa) hakkıdır. Osmanlıların kullandığı terimle söylersek, bağışlanan bir geçim kaynağı, yani “dirlik” idi. Üstelik, bağışlanan bu dirlik, verasetle geçmez ve dirlik sahibi onu başkasına devredemezdi. Genellikle dirlikler, sahiplerine ömür boyu kaydıyla verilirdi. Topraklar üzerinde mutlak hakka sahip olan ise, devletle özdeşleşmiş Osmanlı hükümdarıydı ve dirlik alıp vermeye yalnızca o yetkiliydi. Toprağın tek ve gerçek sahibinin devlet olduğu ve tabandaki üreticinin (reayanın) ise devletin daimi kiracısı sayıldığı böyle bir sistemde, acaba egemen sınıf kimdi? Yoksa devlet mi? Soyut bir kavram olan “devlet”in kendi başına bir sınıf olarak tanımlanamayacağı çok açık. Çünkü genel anlamda toplumsal bir sınıf, üretim araçlarıyla olan ilişkisine ve toplumsal üretim sürecinde tuttuğu yere göre tanımlanan somut bir insan grubunu ifade eder. Bu insan gruplarından biri veya birkaçı egemen-yönetici durumunda iken, diğerleri egemenlik altındadır yani yönetilen durumdadır. Osmanlı toplumunda egemenlik altında olan reaya olduğuna göre, bu durumda egemen sınıf kimlerden oluşuyordu? Elbette ki reayanın ürettiği artık ürüne el koyanlardan, onun sırtından geçinenlerden başkası değildi bu sınıf. Yani devletin sahip olduğu ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran ve bu güce dayanarak reayayı sömüren Osmanlı hükümdarı (saray) ve aristokratik


Kasım 2005 • sayı: 8

bürokrasi! O halde, burada açıklığa kavuşturulması gereken asıl nokta, Osmanlı’da bu egemen “devletlû sınıf ”ın nasıl oluştuğu ve hangi unsurlardan teşekkül ettiğidir. Osmanlı’da egemen sınıf bileşiminin zaman içinde değişikliğe uğradığını biliyoruz. Örneğin, kuruluş döneminde egemen sınıf korporasyonu içinde yer alan kimi unsurların yerini, ilerleyen dönemlerde başkaları devralmıştır. Bu bakımdan, Osmanlı’daki egemen sınıf bileşiminin tahlilini, ilgili dönemlere göre ayrı ayrı ele almak gerekiyor.

Kuruluş dönemindeki egemen sınıf korporasyonunun bileşimi Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde öncü bir görev üstlenmiş olan askerî unsurlar, aynı zamanda Osmanlı yönetici (egemen) sınıfının da ilk kuşağını oluşturuyorlardı. Egemen sınıfın bu ilk kuşağı, değişik toplumsal kökenden gelerek Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş savaşçı gaziler ile, tarikat mensubu şeyh ve dervişlerin (şehirlerde ahîler, kırlarda babailer) seçkinlerinden oluşuyordu. Bunlardan birinci gruba girenlerin seyfiye (askerî), ikinci gruba girenlerin ise ilmiye diye adlandırıldığı biliniyor. Bu ilk kuşak yöneticiler içinde hegemon durumda olanlar ise askerî şefler idi. Fakat devlet örgütlenmesinin en tepesinde, savaşçı birliğin başı olarak, her zaman Osmanlı hükümdarının üstün egemenliği vardı. Osmanlı yönetici sınıfının bu ilk kuşağının oluşmasında başlıca rolü, kabile yapılarından derlenen “askerî güç” ile toprakta uygulanan “dirlik” düzeni oynamıştır. Buna göre, fethedilen ve devlet mülkiyetine geçirilen topraklar, bir geçim kaynağı (dirlik) olsun diye seyfiye ve ilmiye mensuplarına tımar verilmekteydi. Tımarlar büyüklüğüne göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılıyor ve bunlar bulundukları mertebeye göre seyfiye ve ilmiye mensuplarına tahsis ediliyordu. Osmanlı’nın devlet yapılanmasına göre, toplum karşısında devletin otoritesini temsil eden seyfiye ve ilmiye mensupları, aynı zamanda devletin mülkiyeti altında bulunan tımarların yönetim ve denetimini de hükümdar adına ellerinde bulunduruyorlardı. Toplumun üretmen sınıfı (reaya) karşısında, seyfiye ve ilmiye bürokrasisinin bu örgütlü üstün konumu, giderek kolektif sömürücü bir sınıf niteliği kazandıracaktı onlara. Nitekim, Osman Gazi’den I. Murad’a kadar olan birinci dönemde (1300-1360), devleti yöneten ve aynı zamanda toplumun egemen sınıfını oluşturanlar, bu ilk kuşak seyfiye ve ilmiye mensupları olmuştur. Şimdi bu iki kesimin, mülkiyet ilişkileri açısından durumlarına bakalım. Osmanlı devletinin ilk zamanlarında askerî sınıfın önde gelen kesimini alpler, gaziler ve akıncı beyleri oluşturmaktadır. Osmanlı’nın ilk zamanlarında ordunun belkemiğini oluşturan tımarlı sipahinin (süvari birliğinin) ilk nüvelerini de bunlar oluşturacaktır. Tımar sahibi askerî sınıf (sipahi beyleri), reayadan toprak rantı

marksist tutum

karşılığı olarak topladığı vergilerle hem kendi geçimini sağlamakta, hem de savaşta orduya tam teçhizatlı asker yetiştirmekte idi. Türkmen ahaliden derlenen bu sipahi askerleri, seferde Osmanlı ordusunun asıl gücünü temsil ediyordu. Osmanlı devleti bu tımar usulü sayesinde, en önemli asker gücüne maaş vermekten, iaşesini temin etmekten, savaş alet ve edevatı hazırlama masraflarından da kurtulmuş oluyordu. Kuruluş dönemindeki Osmanlı askerî teşkilatında, tımarlı sipahi dışında iki cins örgütlenme daha bulunuyordu: Azap askeri ile yaya ve müsellemler. Azap askeri nakdi ücretle tutulmuş olup, Osmanlı hükümdarının şahsına bağlı hassa ordusunu oluşturmaktaydı. Osmanlı Beyliğinin ilk dönemlerinde büyük bir şöhrete sahip olan bu askerler, yeniçerilik kurulmadan önce devletin ücretli daimi ordusunu meydana getiriyorlardı. Yaya ve müsellemler (atlılar) ise, çoğu Türk olan köylü halktan toplanan askerlerdi. Başlangıçta bunlara askerî hizmetleri karşılığı olarak ulufe (gündelik) dağıtılır ve toprakta çalıştıklarında birtakım vergi muafiyetleri tanınırdı. Bu askerler yalnızca sefer zamanlarında çağrılır ve diğer zamanlarda kendi işlerini (tarımcılık) yaparlardı.4 Mülkiyet ilişkileri bakımından ilmiye sınıfının (ulema) durumuna gelince: Osmanlı beyliğinin kuruluşunda, şehirlerde ahîlerin, kırlarda babailerin büyük roller üstlendiğini daha önce belirtmiştik. Bu her iki teşkilât da dinsel kökenli idi. Bu teşkilâtların mensubu olan şeyh ve dervişlere başlangıçta hem tımar olarak, hem de malikâne biçiminde toprak bağışlandığı bilinmektedir. “Mirî arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlâl yoluyla yapılmakta ve karşımıza, bazan hayrî, bazan da aile vakıfları olarak çıkmaktadır. Bu vakıfların bazan öşürü (ürün vergisi -M.S.) alınmakta, fakat bazan öşürü bile zaviyeye terkedilmektedir.”5 Osmanlı’da egemen sınıf bileşiminin zaman içinde değişikliğe uğradığını biliyoruz. Örneğin, kuruluş döneminde egemen sınıf korporasyonu içinde yer alan kimi unsurların yerini, ilerleyen dönemlerde başkaları devralmıştır. Bu bakımdan, Osmanlı’daki egemen sınıf bileşiminin tahlilini, ilgili dönemlere göre ayrı ayrı ele almak gerekiyor. Ulemaya dirlik olarak verilen, fakat zamanla vakıf mülk niteliği kazanan bu topraklar, aslında mirî toprak sisteminden bir hayli sapmış ve neredeyse özel mülkiyete yaklaşmış topraklardı. Osmanlı hükümdarlarının, yaptıkları hizmetlere karşılık şeyh ve dervişleri devamlı mükâfatlandırmaları, bu zümreyi, diğerlerine kıyasla oldukça zenginleştirmişti. Nitekim, şeyh ve dervişlerin ileri gelenlerinin 15. yüzyıldan itibaren egemen sınıf korporasyonu içinde en varlıklı kesim haline gelmeleri de bunu teyit et-

9


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

mektedir. I. Bayezid (Yıldırım) devrinden itibaren şehirlerde ulema olarak anılmaya başlayan bu kesim, devlet ve toplum içinde artan nüfuzları sayesinde önemli bir güç sahibi kişiler haline geldiler. Artık Osmanlı devlet yönetiminde iktidar, egemen yönetici sınıfın ikinci kuşağını oluşturan bu ulema kesimin elinde yoğunlaşacaktı. Ulemanın, Osmanlı sultanları üzerindeki nüfuzu ve devlet içindeki otoritesi, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar tartışmasız devam edecekti. “Bu ulema Osmanlı hükümdarlarının yanına geldikleri zaman dünyayı her türlü düzenbazlıklar ile doldurdular. Evvelleri hesap ve arazi defterleri bilinmiyordu. Bunlar gelince hesap ve arazi defterleri yaptılar. Para yığmak ve hazine vücuda getirmek âdetinin başı da onlardır.”6 Fakat bu birinci dönemde, gerek askerî seçkinlerin gerekse ulemanın arazi temlikleri ve aile vakıfları dolayısıyla artan ekonomik güçleri, mirî toprak düzenine dayanan Osmanlı’nın despotik devlet yapısını gene de bozamamış ve sistemi feodalizm yönünde bir çözülmeye ya da parçalanmaya uğratamamıştır. Sözü edilen bu özel mülkiyet benzeri malikâneler ve vakıf-mülkler, Osmanlı toprak sistemi içinde, kaideyi bozamayan birer istisna olarak kalmışlardır. “Osmanlı toplumunda toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu ve devletin saray, asker ve ulema gibi hâkim zümreler tarafından temsil edilişi, bu devirlerde hâkim sınıf içindeki iktisadi çatışmaların, çok kere siyasi çatışmalar şeklinde tezahür etmesine sebep olmuştur.”7 Nitekim egemen sınıf korporasyonu içinde, gerek şehzadeler arasındaki saltanat kavgaları olsun, gerekse bürokrasi içinde

ulema, ümera ve kapıkulları arasındaki siyasal çatışmalar olsun, bunların hepsinin altında yatan şey aslında iktisadi çıkar çatışması idi. Burada şu soru akla gelmektedir: Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde temel bir rol oynayan askerî maiyetlerin (gazilerin, akıncı beylerin) pozisyonu, Orta Çağdaki Cermen askerî maiyetlerinin (comitatus) pozisyonuna çok benzemesine rağmen, neden Osmanlı toplumunda da Cermenlerde olduğu gibi bir feodalleşme süreci yaşanmamıştır? Ya da toprakta bir servaj sistemi (serf-senyör ilişkisi) neden gelişmemiştir? Bu soruların yanıtı, mükemmel biçimine Bizans’ın fethinden sonra ulaşan Osmanlı Devleti’nin despotik örgütlenmesinde aranmalıdır. Bu örgütlenmenin yarattığı “yönetici sınıf ” (kapıkulu bürokrasi) yalnızca Doğu’ya özgü olup, Batı Orta Çağının hiçbir devletinde görülmeyen bir sınıftı. Sorunun bu yönleri üzerinde yazımızın üçüncü bölümünde duracağız. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

—————————————— 1 Bu konuda Mustafa Akdağ, Ömer Lûtfi Barkan, Halil İnalcık, Niyazi Berkes gibi tarihçi ve araştırmacıların eserlerine bakılabilir. 2 Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, cilt I, Gerçek Yay., 1972, s. 12 3 age, s.12 4 M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.1, Cem Yay., 1974, s.276 5 Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köz Yay., 1971, s.60 6 P. Wittek’den aktaran Sencer Divitçioğlu, age, s. 61 7 age, s.63

MARKSİZMİN IŞIĞINDA bir tarihsel dönemin sorgulanması Elif Çağlı Marx’ın bilimsel sosyalizm kuramı, “tek ülkede sosyalizm”in olabilirliğini içermekte midir? Marx’ın teorisinde, komünizm dışında ayrıca “sosyalizm” diye, kendi başına bir bütünlük oluşturan bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon var mıdır? Toplumun sosyalist örgütlenmesi (sınıfsız toplum) ile aynı anda bir “ulus-devlet”in varlığı bağdaşabilir mi? Profesyonel ordusu ve polisiyle, adli ve idari mekanizmasıyla, bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devlet, işçi sınıfı “adına” hareket ediyor olsa bile, eğer işçiler yönetemiyorsa, orada gerçekten bir işçi demokrasisi işleyebilir mi; ya da böyle bir “işçi” devletinde gerçek egemenlik işçilerde mi yoksa başkalarında mı olur? İşte bu kitapta, yazarın bu ve benzeri teorik sorunlara Marksist yöntemle verdiği yanıtları bulacaksınız. (2. baskı, Haziran 2005, 266 sayfa, 10 YTL)

10


Kılıçlı Bürokrasinin Düzeni Utku Kızılok Burjuva iktidar bloğu içindeki çatışma büyüyor Avrupa Birliği yanlısı burjuva kesimler ile AB’ye girilmesine karşı duran statükocu-milliyetçi burjuva kesimler arasında süren çatışma OYAK tartışmasıyla yeni bir boyut kazanmış bulunuyor. Uzunca bir süredir muhtelif siyasi konularda karşı karşıya gelen bu taraflar bu kez de özelleştirilecek devlet işletmeleri üzerinden karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar. Telekom, Tüpraş ve Erdemir’i kapma kavgası üzerinden başlayan çatışma, bu kesimleri daha açıktan savaşa itmektedir. Tüpraş’ın talibi olan OYAK tüm çabalarına rağmen ihaleyi kazanamadı ve Türkiye’nin bu en büyük şirketini Koç grubu satın aldı. Buna karşılık Erdemir’in sahibi ise OYAK oldu. Özel bir yasayla kurulup kollanan, devletin tüm olanaklarını kullanan ve hemen her alanda faaliyet gösteren OYAK, Erdemir’i yutmasıyla birlikte Türkiye’de Koç ve Sabancı’dan sonra en büyük tekelci sermaye kuruluşu düzeyine yükselmiştir. Fakat bu durum, aynı zamanda şimdiye kadar gözlerden uzak bir muamma olarak kalmış olan OYAK’ı spot ışıklarının altına getiren yeni bir tartışmayı başlatmış bulunuyor. Bu tartışma doğal olarak ordunun siyasal ve iktisadi alan üzerindeki etkisinin bu kez OYAK bağlamında göz önüne gelmesini sağlamıştır. Askeri bürokrasinin yönetiminde olan ve devletin olanaklarını kullanmayı doğal hak olarak gören OYAK, özelleştirilecek Tüpraş, Telekom ve Erdemir gibi işletmelerin kendisine verilmesi gerektiği yönünde görüş beyan etmişti. Tüpraş’ın ihalesi yapılmadan önce OYAK genel müdürü, Koç ve Sabancı grubunu eleştiren açıklamalarda bulundu. Yapılan açıklamaya göre OYAK diğer iki gruptan da daha kârlı bir işletmeydi ve onların önüne geçmiş bulunmaktaydı. Tüpraş ve Erdemir’i yutmaya dönük bu manevra özellikle Koç grubuyla OYAK arasında polemik başlatmıştır. Koç grubundan yapılan açıklama üstü kapalı bir mesaj olsa da dikkat çekicidir: “Tamamen farklı muhasebe standartlarına dayanarak, farklı kanuni statüde

OYAK’ın Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalist sermayeleri ile pek çok ortaklığı bulunmaktadır. AB yanlısı burjuvazinin karşısında milliyetçi bir söylemle mevcut statükoyu korumaya geçen, AB’ye girince TC’nin emperyalistlerce bölüneceği tehdidiyle emekçi kitlelerin bilincini bulandıran askeri bürokrasi, gerçekte çoktandır AB’ye “girmiş” bulunuyor! Tüpraş ve Erdemir’in özelleştirilmesi sürecinde “yabancı sermaye” düşmanlığı yapan, “Türkiye’yi elin yabancısından iyi düşünürüz” diyen OYAK’ın, bankacılık, sigorta, otomotiv gibi önemli sektörlerde ortaklarının yarısının “yabancı sermaye” olması bir ironi olsa gerek! Ve bir başka ironi ise, OYAK’ın ortağı Fransız Axa şirketinin, ordunun pek hassas olduğu Ermeni soykırımını kabul etmiş ve mağdurlara tazminat vereceğini açıklamış olmasıdır.

11


marksist tutum

olan ve farklı bir biçimde vergilendirilen kurumların karşılaştırılmasının yapılabilmesi için önce tüm verilerin şeffaflıkla ortaya konularak aynı baza getirilmesi gerekir.” Aynı günlerde Emekli Astsubaylar Derneği, astsubayların maaşlarından her ay yüzde 10 kesinti yapıldığını, buna karşın kendilerine OYAK yönetiminde yer verilmediğini, mahkemeye başvurduklarını ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) gideceklerini açıkladı. Liberal geçinen burjuvalar ve onların yazar-çizer takımı, kendine devlet kurucu ve düzen koruyucu misyonu biçmiş olan kılıçlı bürokrasiye “paşam” diye hitap ederek yaltaklanmayı pek severler. “Paşa”larının bağımsız bir sınıf gibi hareket etmesine ve devlet olanaklarıyla sermaye yatırımları yaparak dev bir kapitalist tekele dönüştürdüğü OYAK’a yakın döneme kadar haşa dil uzatmazlardı. Şimdilerdeyse onun hikmetini sorgular oldular. OYAK’ın kollandığı, devlet tarafından denetlenmediği, çeşitli vergilerden muaf tutulduğu ve haksız rekabete yol açtığı yönündeki açıklamalar liberal geçinen burjuva kesim tarafından giderek yüksek sesli dillendiriliyor. AB ile müzakerelerin başlamasıyla, statükocu-milliyetçi güçlere daha fazla yükleniliyor. Kuşkusuz başlayan tartışma tek başına OYAK’la ilgili olmayıp, aynı zamanda bu kapitalist işletmeyi elinde tutan askeri bürokrasinin siyasal alandaki rolünü kırmaya dönük çabalara bir destek niteliğindedir. Olağan burjuva demokratik işleyişin egemen olduğu ülkelerde askeriye ne siyasal alana bu ölçüde müdahale edebilmekte ne özel kanunlar yapıp kendi yönetiminde ve denetiminde şirketler kurarak bir kapitalist müteşebbis olabilmekte ne de katrilyon-

Kasım 2005 • sayı: 8

luk sermaye fonlarını yönetmektedir. Oysa Türk ordusu hem devlet mekanizması üzerindeki tahakkümü ile siyasal gelişmelere doğrudan müdahale edebilmiş hem de devletin koruması altında bir kapitalist müteşebbis olarak iktisadi alanda da söz sahibi bir güç olabilmiştir. Osmanlı’nın Asyatik despotik yapısı dolayısıyla devletin sahibi olan (devletlû) bürokrasi, devleti mülkü olarak görme alışkanlığını ve düşüncesini kurucusu olduğu TC’ye de taşımıştır. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde de vurguladığı üzere TC’nin sivil-asker bürokrasisi devlet kurucu ve rejim koruyucu bir misyon üstlendiğinden, devlet içinde mevki ve çıkarlar elde etmekle kalmamış, bir “devletlû sınıf ” gibi davranmayı sürdürmüştür. Avrupa’daki kapitalist işleyişten farklı olarak kendini açığa vuran bu özgün yapı, Türkiye’de sivil-askeri bürokrasiyi statükocu-devletçi burjuva kesimin öncüsü yapmıştır. AB ile bütünleşmek isteyen burjuva kesim, olağan olmayan bu işleyişin değişmesini, devlet yapılanmasının uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, Avrupa ülkelerindekine benzer şekilde reorganize edilmesini, sivil-askeri bürokrasinin siyasal ve iktisadi alan üzerindeki etkisinin kırılmasını ve bürokrasinin burjuvazinin hizmetkârı olarak devlet işlerinin yürütümüyle meşgul olmasını istemektedir. Ama “devlet kurucu ve rejim koruyucu misyonların tümünü kendi üzerinde topladığına yıllar boyunca kani olmuş asker ve sivil bürokrasiyi, son tahlilde burjuva iş âleminin hizmetkârı olduğuna ikna edebilmek hiç de kolay değildir” (Elif Çağlı, age, s.228). Sözünü ettiğimiz özgün yapıdan dolayı sivil-asker bürokrasi sahip olduğu mevki ve ayrıcalıkları bırakmak istememekte, burjuva iktidar bloğu içindeki geleneksel konumunu korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle AB karşıtı diğer burjuva kesimleri de yanına alarak statükoculuk-milliyetçilik zemini üzerinden AB yanlısı burjuva kesime karşı durmaktadır.

OYAK: Bir yardımlaşma sandığı mı? 50’li yıllara gelindiğinde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altındaki burjuva iktidar bloğu çatlamış ve büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olan Demokrat Parti (DP) hükümeti sivil-askeri bürokrasiyi iktidardan dışlamaya başlamıştı. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanarak askeri bürokrasinin siyasal gücü kısıtlandı. Askerleri adeta cezalandırmak isteyen DP hükümeti, maaşlarını bilerek düşük tuttu. Aristokratik bürokrasinin buna tepkisi çok sert oldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle iktidara oturan bürokrasi kılıcını kınından çıkartmış, Adnan Menderes ve iki bakanını idam sehpasına göndermişti. Böylece askeri bürokrasi, despotik geleneğini modern TC’de de sürdürdüğünü “kelle” alarak, mülk sahibi sınıfları paylayarak göstermiştir.

12


Kasım 2005 • sayı: 8

OYAK 1960 askeri darbesinden sonra, Ocak 1961’de, Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu adı altında özel bir kanunla kuruldu. Askeri bürokrasinin darbeyi fırsat bilerek bir dizi önlem alması ve OYAK’ı kurarak sermaye yatırımlarına girişmesinin esas nedeni kendini güvenceye almaktı. İşte OYAK ve aynı zamanda MGK da “özgürlükçü” sayılan ’60 darbesinin ve ’61 Anayasasının ürünüdür. OYAK, kuruluş yasasıyla devlet güvencesine alınmış, kuruma zarar vermek devlet malına zarar vermekle eş tutulmuştu:“Kurumun her çeşit malları ile gelir ve alacakları, devlet malları hak ve rüçhanlığını haizdir. Bunlara karşı suç işleyenler, devlet mallarına suç işleyenler gibi takibata tabi tutulurlar.” OYAK, kurulduğu andan itibaren, özel sermayenin yanında, devletin koruması altında gelişti ve palazlandı. OYAK’a üye olması zorunlu koşulan subay ve astsubayların maaşlarının yüzde 10’u, yedek subay maaşlarınınsa %5’i her ay kesilip bu kuruma fon olarak aktarıldı. Bunun sonucunda OYAK’ın kasalarında devasa bir fon birikti. Ordu mensuplarının yardımlaşma sandığı olarak kurulan OYAK, generallerin yönetimi altında* her alanda faaliyet gösteren tekelci kapitalist bir işletmeye dönüştü. OYAK’ın açıkladığı kâr ve büyüme oranları, gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. OYAK 2000 yılında 633 trilyon lira olan özkaynaklarını, 2004 yılında 3,3 katrilyona yükseltmiş ve sadece 2004 yılında 925 trilyon kâr elde etmiştir. Bu rakamlar OYAK’ın nasıl da sıçramalı büyüdüğünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. OYAK genel müdürü şöyle diyor: “Sonuçta iş hayatı da bir savaştır. Binlerce yıl kanla sınanmış askeri prensipler iş hayatına uygulanırsa, hata olasılığı sıfırdır. ... Askeri ilkelerden hiç şaşmayız”. 2001 krizinde ciddi mali sıkıntı içinde olmasına karşın devlet Oyakbank’a dokunmadı; oysa aynı krizde onlarca banka battı. OYAK’a ait bu banka devletin bu sıcak koruması altında batmaktan kurtulmakla kalmadı diğer rakiplerini yutarak finans sektöründe de tekelci büyümesini sürdürdü. Askeri prensipleri ilke edinen OYAK’ın genel müdürü bu durumu veciz biçimde ifade etmektedir: “kriz varsa fırsat vardır”! Gerçekten de OYAK yaşanan krizi bir fırsata dönüştürdü; Bank Kapital, Egebank, Yaşarbank, Yurtbank ve Ulusal Bank Sümerbank bünyesinde birleştirilerek OYAK’a devredildi. Bu devir işleminin ardından, o güne kadar 12 şubesi olan Oyakbank’ın şube sayısı 300’e çıktı. Bunun yanı sıra tüm subay, astsubay ve yedek subay maaşlarının sadece bu bankaya yatırılmasıyla, Oyakbank’a ordu eliyle muazzam bir ek kaynak yaratılmaktadır. İşçi ve emekçi sınıfların devrimci yükselişi karşısında endişeye kapılan Türk burjuvazisi her başı sıkıştığında ordusunu yardıma çağırdı. 1960-1971-1980 askeri darbeleri ile işbaşına gelen generaller, yönetimlerindeki OYAK’ın her alanda önünü açtılar. OYAK’ın iştirakçisi olduğu pek

marksist tutum

çok şirketin zararları, çeşitli dönemlerde devlet bankalarının ve hatta SSK’nın sırtına yıkıldı. 40 yıllık tarihinde ilk kez 2001’de faaliyet raporu yayınlayan OYAK, 40’ı aşkın şirketi bünyesinde barındırdığını açıklamıştır. Bankacılık, sigorta, otomotiv, enerji, çimento, haberleşme, turizm, ilaç, lastik, çelik, kâğıt, inşaat, gıda sektörlerinde OYAK büyük tekellerden biri konumuna yükselmiştir. Aynı zamanda bir mali sermaye devine dönüşmüş bulunan OYAK, yeni yatırımlar yapmaya devam ediyor. OYAK’ın uluslararası finans kapitalin bir parçası olduğu gerçeği gözlerden kaçmamalıdır. OYAKın Almanya, Fransa, Rusya, Romanya, Azerbaycan, Bulgaristan gibi ülkelerde yatırımları var; ayrıca geçen seneki faaliyet raporuna göre Oyakbank uluslararası bankalardan 115 milyon dolar kredi (sendikasyon) almış bulunuyor. OYAK’ın Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalist sermayeleri ile pek çok ortaklığı bulunmaktadır. AB yanlısı burjuvazinin karşısında milliyetçi bir söylemle mevcut statükoyu korumaya geçen, AB’ye girince TC’nin emperyalistlerce bölüneceği tehdidiyle emekçi kitlelerin bilincini bulandıran askeri bürokrasi, gerçekte çoktandır AB’ye “girmiş” bulunuyor! Tüpraş ve Erdemir’in özelleştirilmesi sürecinde “yabancı sermaye” düşmanlığı yapan, “Türkiye’yi elin yabancısından iyi düşünürüz” diyen OYAK’ın, bankacılık, sigorta, otomotiv gibi önemli sektörlerde ortaklarının yarısının “yabancı sermaye” olması bir ironi olsa gerek! Ve bir başka ironi ise, OYAK’ın ortağı Fransız Axa şirketinin, ordunun pek hassas olduğu Ermeni soykırımını kabul etmiş ve mağdurlara tazminat vereceğini açıklamış olmasıdır. Görülüyor ki, burjuvazi kendi çıkarları için ulusal çitler çekip emekçileri ulusal çerçeveye hapsederek ve diğer ülkelerin işçilerine karşı kışkırtarak düşmanlıklar yaratırken, kendisi gayet “enternasyonalist” davranmaktadır. AB’ye girilip girilmemesi üzerinden saflaşan burjuva kesimler, bir yandan da çeşitli ideolojik argümanlarla kendi çıkarlarının üzerini örtmekte ve işçi-emekçi kitleleri kendi saflaşmalarına taraf yapmaya çalışmaktalar. Fakat işçi sınıfının çıkarı burjuva kesimler arasında taraf olmak değil, tarihsel misyonunu yerine getirmek üzere bağımsız sınıf perspektifiyle örgütlenmektir. Ulusalcı olanından olmayanına, yerli sermayesinden yabancısına, tüm dünya burjuvazisi ve onların kapitalist düzeni işçi sınıfı tarafından hâlâ yıkılmayı bekliyor.

—————————————

*

OYAK’ın yönetim kurulu yasaya göre 7 kişiden oluşmaktadır ve bunların üçü o sırada TSK’da görev yapanlardan olmak zorundadır. Bugün OYAK yönetiminde 2’si emekli olmak üzere toplam 5 general bulunmaktadır.

13


Felâketleri Yaratan Kapitalizmdir İlkay Meriç

D

ünya, son bir yıldır üst üste yaşanan ve yüz binlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının sakat ve evsiz kaldığı doğa olaylarıyla sarsılıyor: bir yıl önce Güney Asya’yı vuran deprem ve tsunami, sıklıkları ve şiddetleri giderek artan seller ve kasırgalar ve son olarak da Pakistan-Hindistan sınır bölgesinde 8 Ekimde meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem. Hindistan’da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal olan bu depremin en ağır faturasını Pakistanlılar ödedi. Ezici bir çoğunluğu yoksullardan oluşan 90 bini aşkın insan yaşamını yitirdi, bir o kadarı yaralandı ve sakat kaldı. Bunların önemli bir bölümünü, o sırada içinde bulundukları çürük okul binalarının altında kalan çocuklar oluşturuyordu. 3 milyon insanın evsiz kaldığı Pakistan’da, barınak, gıda, temiz su ve ilaç yetersizliği ve kötü hava koşulları insanların yaşamını ciddi biçimde tehdit ediyor. Depremin üzerinden haftalar geçmesine rağmen yüz binlerce insana hiçbir yardım götürülmüş değil. Açıkta kalan milyonlarca insan için kışı donmadan geçirebilecekleri 260 bin kışlık çadıra ihtiyaç var. Ne var ki dünyanın en büyük çadır üreticisi olan Pakistan, bu çadırları ihtiyacı olanlara dağıtmak yerine dünya pazarlarında satmaya devam etti. Ancak Birleşmiş Milletler’in acil çadır yardımı çağrısı üzerine, zevahiri kurtarmak için çadır ihracatını yasaklamak zorunda kaldı. Hikmetinden sual edene deli gözüyle bakılan “yüce” kapitalizmin egemen olduğu dünyada ve bizzat çadır üreticisi bir ülkede 260 bin çadır bulunamıyor! Çünkü kapitalist üretim insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr amacıyla yapılıyor ve kapitalistler ölümle burun buruna olan insanları değil kendi kârlarını düşünüyorlar. Nasıl savaş kapitalistler için muazzam kârlar demekse, kapitalizmin yol açtığı diğer felâketler için de aynı şey geçerli. On binlerce insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının soğuğa ve açlığa karşı yaşam mücadelesi verdiği bir felâketi kazanç kapısına dönüştürmek isteyen kapitalistler sayesinde battaniye, çadır, yiyecek gibi en hayati ihtiyaç maddelerinin fiyatları hızla birkaç katına çıkabiliyor. Benzer durum taşıma şirketleri için de söz konusu.

14

Kurban sayısı ne kadar artıyorsa kapitalistlerin kasalarına giren paralar da o oranda artıyor.

Kimin devleti ve ordusu? Yaşanan her benzeri felâket, kapitalist devletin ve ordunun hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini ve kimin için var olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Pakistan’ın depremden etkilenen bölgelerinin büyük çoğunluğunda, gelen yardımlar doğrudan ordu aracılığıyla “dağıtılıyor”. Yardım konvoyları getirdikleri malzemeleri askeri merkezlere teslim ediyorlar ve halk ordunun “lütufkâr” elleriyle dağıtılacak yardımı bekliyor. İnsan hakları örgütleri, gelen yardımların ve çadırların ordu tarafından depolara yığıldığını ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmadığını rapor ediyorlar. Aslında bu manzara bize hiç de yabancı değil. Gölcük depreminde de tonlarca yardım malzemesi depolarda çürütülmüş ve dağıtımı halkın kendisinin örgütlemesinin önüne geçmek için her türlü önlem alınmıştı. Zira emekçi kitlelerin yardımları bizzat örgütlemesi durumunda burjuva devletin otoritesinin sarsılma olasılığı egemenlerin yüreğine korku salmaktadır. Bugün aynı durum Pakistan’da yaşanıyor. Pakistan devleti, deprem zararlarının onarılmasında da birinci önceliği askeri karargâhlara, askeri binalara veriyor. Dağ köylerine ulaşımı sağlayacak ve oralarda yaşayan yüz binlerce insan için hayati öneme sahip yol ve köprülerin, hastanelerin onarımına ancak bunlardan sonra sıra geliyor. Kitlesel bir yıkıma yol açan böylesi bir felâket durumunda bile Pakistan ve Hindistan devletlerinin güttüğü azgın milliyetçiliğin sınır tanımaması yaşanan bir başka olgudur. Depremin meydana geldiği Keşmir bölgesi bilindiği gibi iki ülke arasında bölünmüş ve yıllardır kangrene dönüşen bir çatışma konusu olmuştur. Bu sorun üzerinden her iki ülke halkı da egemenler tarafından sürekli birbirine karşı milliyetçilik temelinde kışkırtılmaktadır. On binlerce insan için ölüm-kalım sorunu olan son felâkette bile bu iki kapitalist ülke milliyetçiliği elden bı-


Kasım 2005 • sayı: 8

rakmayıp sınır kapılarını haftalarca açmadılar. Pakistan devleti, Hindistan’dan gelen tıbbi yardım ekiplerinin ve yanlarında getirdikleri malzemelerin ülkeye girişine bile “güvenlik gerekçesiyle” engel oldu. Hatırlanacağı gibi, bizde de benzer bir durum Yunanistan’dan gelen ekipler için yaşanmış ve her ne kadar ülkeye girişleri engellenmese de devletin gözleri sürekli üzerlerinde olmuştu. Üstelik zamanın MHP’li Sağlık Bakanı, “asil” Türk kanının Yunan kanıyla bozulmaması için Yunanistan’dan gelen kan bağışlarını geri çevirmişti! Halklarının büyük bir bölümü yoksulluğun pençesinde kıvranan Hindistan ve Pakistan, aynı zamanda dünyada atom bombasına sahip sayılı ülkelerden ikisini oluşturuyorlar. Bu iki ülke silahlanma ve militarizasyonda birbirleriyle yarış içindeler. Hindistan’ın sadece Keşmir’de konuşlandırılmış 500 binden fazla askeri bulunuyor. 48 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve doğan her 100 çocuktan 9’unun bir yaşına gelmeden öldüğü 152,5 milyon nüfuslu Pakistan’da da, gayrisafi milli hasılanın %5’e yakın bir bölümü “savunma” harcamaları adı altında, dünya silah tekellerine aktarılmaktadır. Askeri harcamalara 2005 yılında 277 milyar rupi bütçe ayıran Pakistan devleti, eğitime ve sağlığa ise toplam 16 milyar rupi ayırmıştır. Dolar bazında karşılaştırma yapacak olursak, kişi başına yıllık ortalama gelirin 736 dolar olduğu Pakistan’da, askeri harcamalara 3,3 milyar dolar ayrılmaktadır. Burjuvazinin, başka hiçbir alternatifi olmayan, insan doğasına en uygun, ebedi bir sistem olarak allayıp pulladığı kapitalizm, böylesine çürümüştür, akıl dışıdır ve gerçekte insanlık için en ölümcül tehdittir. Bu gerçek her geçen gün bir kez daha kanıtlanmaktadır.

marksist tutum

Kurban her yerde yoksullar Büyük can kayıplarına yol açan ve afet olarak nitelenen her olaydan sonra, toplumun geniş kesimlerine bu bir takdiri ilâhiymiş, bir kadermiş gibi gösterilir ve işin içine Tanrı parmağı sokulmaya çalışılır. Tanrı, buyruklarına uymayan kullarını cezalandırmıştır! Ama her nedense kurbanların ezici çoğunluğunu, genellikle toplumun en inançlı kesimleri olan yoksullar oluşturur. Onlar ne günah işleyip de böyle bir belâyı davet ettiklerini düşünedururken, burjuvazi felâketi nasıl kâra dönüştürebileceğinin hesabı peşindedir. Geçtiğimiz Aralık ayının son günlerinde Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle 300 binden fazla insan hayatını kaybetmişti. Depremin ardından ABD ve Avustralya hükümetleri tsunamiye karşı uyarılmasına rağmen, bundan en çok etkileneceği gün gibi açık olan Endonezya, Sri Lanka gibi ülkelere hiçbir uyarıda bulunulmamıştı. Oysa 150 milyon dolarlık bir yatırımla tüm dünyanın tsunami uyarı sistemiyle donatılması mümkündü, ama kapitalist devletler yüz milyarlarca dolarlık silah harcamalarının yanında devede kulak kalan bu parayı böyle “gereksiz” alanlara gömemezlerdi! Sonuçta burjuvazinin harcamaya kıyamadığı 150 milyon dolar nedeniyle, 300 bini aşkın can yok olurken milyarlarca dolarlık maddi hasar meydana geldi ve milyonlarca insan daha da yoksullaştı. Ölenlerin ve yaralananların ezici bir çoğunluğu elbette yine yoksullardı. Ağustos sonunda ABD’nin güney eyaletlerinde büyük bir yıkıma neden olan Katrina kasırgası sonucunda resmi açıklamalara göre 1000’e yakın insan yaşamını yitirdi. Kasırganın şiddeti, etki alanı haftalar öncesinden belliyken, Amerikan devleti sadece halkı uyarmakla yetinmişti. Bu uyarı sonucunda zengin beyazlar arabalarına binip bölgeyi terk ettiler. Ne var ki büyük bir çoğunluğunu siyahların oluşturduğu yoksullar o kadar şanslı değillerdi ve kasırganın kurbanları onlar oldular. Amerikan devleti, kasırgayı adeta siyahlardan kurtulma aracı olarak kullanmak istedi. Açlıktan ve susuzluktan ölmemek için buldukları marketlerdeki gıda ürünlerine el koyan yoksul siyahlar yağmacı olarak teşhir edildiler ve polise onları özgürce vurma izni verildi. Bu arada

15


marksist tutum

“yağma”yı yapanlar beyazlar olduğunda iş değişiyordu. Onlar “yağmacı” değil “zavallı mağdurlar”dı ve ırkçılığını ele veren burjuva medya onlar için gözyaşı döküyordu. Dünyanın en ileri kapitalist ülkesinde ortaya çıkan bu manzara pek çok gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Eşitlik, özgürlük, zenginlik mavallarından geçilmeyen bu ülkede siyahlar ve işçiler insan yerine bile koyulmuyor ve göz göre göre ölüme terk edilebiliyorlardı. Katrina’dan birkaç hafta sonra bu kez Guatemala’yı ve El Salvador’u etkisi altına alan Stan kasırgası da yine yoksulları vurdu. Kasırga sonucu oluşan sel, Guatemala’da birkaç dağ köyünü metrelerce çamurun altında bıraktı ve bu bölgeler 1500 kişinin diri diri gömüldüğü bir toplu mezar haline geldi. Yoksulluğun kol gezdiği Pakistan için de aynı durum geçerliydi kuşkusuz. ILO, Pakistan depreminin ardından yaptığı açıklamada ülkede deprem nedeniyle 1,1 milyon kişinin işsiz kaldığını açıkladı. Depremden etkilenen bölgelerde, deprem öncesinde toplam 2,4 milyon işçi bulunuyordu ve bunların 2 milyondan fazlası, aileleriyle birlikte yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Şimdi işsizler ordusuna 1 milyonu aşkın insan (ve bunların aileleri) daha katıldı. İster dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde olsun, ister en yoksul ülkesinde, işçilerin, emekçilerin, yani toplumun en yoksul kesimlerinin başına gelenler hep aynı oluyor. Onlar nerede olurlarsa olsunlar “yangında en son kurtarılacak” kesimi oluşturuyorlar!

Takdiri ilâhi mi, kapitalizmin takdiri mi? Sermayenin kâr güdüsünün her şeyden önemli olduğu kapitalizm, doğası gereği ne üretimin ne de yerleşimin planlanmasıyla bağdaşıyor. Fay hatları üzerine kurulu kentler, anarşik biçimde çoğalan çürük binalarla doluyor, başını sokacak yeri olmayan milyonlarca insan dere yataklarına, sağlam olmayan zeminlere, sel ve çığ tehlikesi olan dağ yamaçlarına derme çatma gecekondular yapmak zorunda kalıyor. Acil durumlarda hayati önem taşıyan yollar, köprüler, hastaneler, gerekli standartlara uymadan inşa ediliyor. Üstelik yine kâr güdüsü nedeniyle doğa her geçen gün biraz daha tahrip ediliyor, atmosfer zehirli kimyasallara boğuluyor, dünya geri dönüşsüz bir yok oluşa sürükleniyor. Bilimcilerin uzun süreden beri uyarı çanlarını çaldıkları küresel ısınmanın sonuçlarını bugün bizzat yaşıyoruz. Son birkaç yıldır sayıları ve şiddetleri giderek artan kasırgalar, eriyen buzullar, iklim dengelerinin altüst olmaya başlaması, Avrupa’yı, Asya’yı günlerce etkisi altına alan sağanak yağışlar ve seller, buna karşın Afrika’nın giderek daha fazla kuraklaşması ve temiz su sorununun dünyayı yakın gelecekte tehdit eder boyutlara ulaşması… Bütün bunlar bilimciler tarafından küresel ısınmanın en somut verileri olarak görülüyor. Fakat burjuvaziyi dünya-

16

Kasım 2005 • sayı: 8

nın geleceği değil ertesi gün cebine indireceği paralar ilgilendiriyor. Şu çok iyi bilinmeli ki, doğa olaylarını afet haline getiren, onları her yıl on binlerce insanın canını alan felâketlere dönüştüren bizzat kapitalizmdir. Sağlam zeminli yerlerde inşa edilen depreme dayanıklı binalarda yaşayan insanlar için deprem korkulacak bir şey değildir. Bugünkü teknolojiyle geleceği önceden belli olan kasırgalar, tsunamiler, önceden tahliye edilen bölgelerde hiçbir can kaybına yol açmazlar. Bu bölgelerin riskleri hesaba katılarak yapılan planlı yerleşimler mal kaybını da en aza indirir. Oysa bu, kapitalizm için çoğu zaman bir kaynak israfıdır. 1902 yılında, Martinique (Martinik) adasında günler öncesinden sinyaller vererek patlayan ve 40 bin kişinin ölümüne yol açan bir volkan faciası üzerine kaleme aldığı bir makalede Rosa Luxemburg şunları söylemekteydi: “Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.” (Martinique, www.marksist.com) Bu satırların üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, bugün tüm insanlığın kaderi hâlâ yeryüzünün efendiliğine soyunan bir avuç asalağın, sömürücünün elindedir. Bu efendi, emekçilerin yaşadığı yerleşim yerlerinin kaderinden çok, üretim yerlerinin, fabrikaların, petrol kuyularının kaderiyle ilgilenir, onları sağlama alır. Bu arada tek tek bireyler olarak kendi güvenliklerini de asla tehlikeye atmazlar. Örneğin Türkiye’nin en yoğun nüfuslu kentini birinci elden etkileyecek olan Marmara depremine karşı devlet ve belediyeler hiçbir önlem almazken, burjuvalar sağlam zeminli bölgeleri çoktan parselleyip buralara depreme dayanıklı villalarını diktiler. Hatta bununla da kalmayıp, her türlü olası “yağma” ve saldırıya karşı kendilerini güvence altına almak için bu “villa-kentlerin” etrafını kale duvarlarıyla çevirdiler. O kale duvarlarının onları korumaya ne kadar yeteceğini zamanı gelince hep birlikte göreceğiz. Son sözü yine Rosa’ya bırakalım: “bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükselecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.” (age)


Sahte Cennetlerin Öteki Yüzü Göçmen İşçilik Olgusu Nazım Yıldırım

A

kıldışılık ve çürüme, toplumsal hayatın bütün alanlarına her geçen gün daha fazla hakim oluyor. Kapitalist üretim tarzı, bir taraftan insanlığın kurtuluşunun maddi olanaklarını yaratmayı sürdürse de, diğer taraftan emekçi kitleleri dünyanın her yerinde felâketlerin bin bir türüne maruz bırakmaya devam ediyor. Sermayenin dillendirmekten bıkmadığı kurtuluş vaatleri ise, işçi sınıfı için yeni cehennem azaplarından başka sonuçlar vermiyor. Yaratılan yanılsamalardan biri de gelişmiş kapitalist ülkelerde işçileri sorunsuz bir refah ortamının beklediğidir. Boş propagandalara kanıp gelişmiş ülkelere kapağı atmak için çabalayan binlerce işçi, göç yollarına düşüyor. Kapitalizmin sahte cennetlerine kurtuluş umudu ile akın eden bu göçmen işçi kitleleri, kapitalist düzenin sorunlarını en berbat sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalan emekçi kesimlerin başında geliyor. Emek-güçlerini daha iyi koşullarda satmak üzere kendi ülkelerindeki metropol kentlere ya da başka ülkelere göç eden işçi kitleleri, kapitalist üretim tarzının tüm dünyaya yayılması sürecinin ortaya çıkardığı önemli bir gerçekliktir. Emperyalizm döneminde kapitalist üretim sürecinin önemli bir eğilimi, ucuz ve örgütsüz emek-gücünün bulunduğu az gelişmiş kapitalist ülkelere yatırım yapılmasıdır. Bununla birlikte, yerli işçilere göre daha kötü koşullarda çalışmaya razı göçmen işçilere duyulan ihtiyacın belirlediği göç olgusu da dönemin bir başka önemli eğilimidir. Lenin’in isabetle “emperyalizmin özelliklerinden biri de, emperyalist ülkelerden göçte azalma ve bu ülkelere, ücretlerin daha düşük olduğu geri ülkelerden göçte artıştır” şeklinde belirlediği bu eğilim, 20. yüzyıl boyunca ekonomik koşullara göre daralıp genişleyen, ama hemen hemen hiç kesilmeyen bir süreç olarak gerçekleşmiştir. Çünkü ileri kapitalist ülkelere gelen göçmen işçilerin görece ucuz emek-güçleri, kapitalistlerin muazzam miktarlarda artı-değer elde etmesine yol açmaktadır

Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Göçmen İşçi Sayısı Sürekli Artmaktadır! Dünya Bankasının verilerine göre günümüzde dünya üzerinde 130 milyon kişi doğdukları ülkelerin dışında yaşamaktadır. Bunların çok önemli bir bölümünü işsiz ya da istihdam edilmiş işçilerin oluşturduğu gün gibi açıktır. 19601990 yılları arasında dünyadaki göçmen nüfusun büyüme oranı iki kattan fazla artmıştır. 1970-1990 yılları arasında yabancı işçi çalıştıran ülkelerin sayısı 42’den 90’a çıkmıştır. Kapitalizmin dünyanın en ücra köşelerine dahi girmesi sonucu geri ülkelerde kırın hızla çözülmesi, ortaya çıkan işsiz kitlelerin aynı hızda gelişemeyen sanayi tarafından emilememesi, gelişmiş ülkelerle az gelişmişler arasındaki gelir uçurumunun katlanarak artması gibi nedenler, bu sürece hız kazandırmıştır. Bu eğilimin Avrupa Birliği ülkelerinde yol açtığı sonuç ise oldukça çarpıcıdır. Bugün AB ülkelerinde toplam 19 milyon göçmen işçi bulunmaktadır. Bu sayı AB’nin toplam nüfusunun %5’ine eşittir. Bu miktara bir de 3 milyon olarak tahmin edilen “kaçak” statüsündeki işçiler katıldığında ortaya 22 milyon gibi bir sayı çıkmaktadır ki, bu sayı birçok AB ülkesinin toplam nüfusundan daha fazladır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde emek-gücü talebinin göçmen işçilere yönelmesini belirleyen temel sebep, bu işgücünün görece ucuzluğudur. Örneğin Almanya’da çalışan Türk işçiler aynı sektörlerde çalışan Alman işçilerin aldıkları ücretlere göre ortalama %25 daha az ücret almaktadır. Göçmen işçilerin kapitalistlere sağladığı bu türden “olanaklar” yüzünden, Almanya’da bugün 4,5 milyon işsiz bulunmasına rağmen, diğer ülkelerden vasıflı işçi “ithal” edilmektedir. Örneğin resmi rakamlara göre Almanya’da 35 bin bilgisayar uzmanı işsiz olduğu halde, bunların işe alınması yerine Hindistan, Pakistan, Rusya, Türkiye gibi ülkelerden daha düşük ücretle çalışmaya hazır olanlar getirilmeye başlanmıştır.

17


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

Gelişmiş kapitalist ülkelerin göçmen işçi ihtiyacını belirleyen diğer bir önemli unsur da demografik nedenlerdir. Düşen doğum oranları ve yükselen ortalama ölüm yaşı, bu ülkeler nüfusunun gittikçe yaşlanmasına, genç nüfus oranının azalmasına yol açmaktadır. Bu da göçmen işçi gereksinimini daha da yakıcı kılmaktadır. Örneğin Japonya’da, tüm veriler aynı seyirde devam ederse, üretim sürecinin gerektirdiği istihdam oranının korunabilmesi için her yıl 647 bin kişinin Japonya’ya göç etmesi gerekecek. Bu ülkedeki çalışan nüfusun emekli nüfusa oranının sabit tutulabilmesi için ise 10 milyon göçmen işçiye ihtiyaç var. İtalya’da aynı oranı sabit tutabilmek için her yıl 2,3 milyon göçmen işçi alınması gerekiyor. Kapitalistler için bir başka alternatif ise bu iki ülkede emeklilik yaşını 77’ye yükseltmektir. Genel olarak ABnin aktif çalışan nüfusun emekli nüfusa oranını koruyabilmesi için 2025 yılına kadar 135 milyon göçmen işçiye ihtiyaç duyacağı tahmin ediliyor! Göçmen işçilere duydukları ihtiyaç kapitalistleri bu konuda da rekabete zorlamaktadır. Bunun en açık ifadelerinden birini Alman Sanayiciler Birliğinin 2001 başında yayımladığı Göç Tezleri Raporunda görmek mümkün: “Almanya kalifiye eleman arayan tek ülke değil... Şu an ABD her yıl ortalama 327 bin, Japonya 609 bin, İngiltere 114 bin ve Fransa 99 bin kalifiye göçmeni ülkelerine getiriyor. Almanya ancak kendini göçmenler için çekici, yabancı dostu ve uyuma hazır bir ülke olarak gösterebilirse bu rekabette bir şansı olabilir.” Görüldüğü gibi gelişmiş kapitalist metropollerin göçmen işçi ihtiyacı çok açıktır ve kapitalizmin işçileri kitleler halinde göçmenliğe zorlaması ya da yönlendirmesi kaçınılmazdır. Ancak bu eğilim daha fazla kâr etme güdüsünden kaynaklandığı için kapitalizmin çelişkilerini de yansıtır. Yani ters eğilimlerle birlikte varolur. Daha ucuz işgücü istihdam etmek, bir yanda geniş işçi kitlelerinin yaşam standartlarının daha da düşmesiyle birlikte aşırı üretim bunalımını derinleştirirken, diğer yandan daha da genişleyen bir işsiz kitlenin yaratacağı “sosyal” sorunlar ağır basmaya başlar. Dolayısıyla yukarıdaki raporda dile getirilen düşünceler gerçekliğin ancak bir yönünü gösterir. Almanya vb. gibi kimi emperyalist ülkelerin demokratik bir imaj yaratma kaygılarının arkasında gerçekte çıplak kapitalist çıkarlardan başkaca bir şey yoktur. Ve bu nedenle dün ucuz emek-gücü ihtiyacıyla “yabancı dostu ve uyuma hazır” bir ülke görüntüsü çizen bu ülke burjuvalarının, yarın işsiz kitlelerin tepkisini maniple etmek için yabancı düşmanı, ırkçı, faşist hareketlerin önünü açacağı gün gibi ortadadır. Dahası tam da krizin derinleştiği bugünlerde, olası yeni göçler ve göçmen işçi sayısının gelişmiş kapitalist ülkelerde ulaşmış olduğu düzey nedeniyle, burjuva hükümetler birbiri ardına yeni sınırlayıcı ve baskıcı yasalar çıkarmaya, vize uygulamalarını sıkı tutmaya başlamışlardır. Yasal ya da yasadışı statüde bulunan göçmen işçilerin sayısını belirleyen temel faktör, sermayenin dönemsel çıkarlarıdır. İşçi ihtiyacının arttığı büyüme dönemlerinde, göçmen işçiler davul zurnayla karşılanmakta, kriz dönemlerinde ise günah keçisi ilan edilip kapı önüne konmaktadır.

18

“Kaçak” İşçilik Sorunu “Kaçak”lık yani yasadışı koşullarda çalışma statüsü, göçmen işçilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmının yaşadığı önemli sorunlardan biridir. Burjuva partiler, hükümetler ve dar kafalı akademisyenler, “kaçak” ya da “yasadışı” ilan ederek, bu işçilerin sınıfın elde ettiği kazanımlardan yararlanmalarının önüne geçiyor ve hiçbir sınırlamanın olmadığı keyfi koşullarda sömürülmelerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. “Kaçak” statüsündeki göçmen işçiler gittikleri ülkelerde, tıpkı diğer göçmen işçiler gibi daha düşük ücretlere mahkûm olmakla kalmıyorlar, dahası genellikle pis, tehlikeli ve sağlık koşullarına aykırı işlere koşuluyorlar. Yaşam koşullarının üzerlerinde yarattığı dayanılmaz basınçtan dolayı bu tür işlerde çalışmak zorunda kalan “kaçak” işçiler, yasal güvenceden yoksun geçici işlerde çalıştırılıyorlar. Örgütsüz ve korunmasız oldukları için de, ekonomik krizin ve işten atılmaların ilk kurbanları genellikle onlar oluyor.

İşsizliğin sorumlusu kapitalizmdir! Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, gelişmiş kapitalist ülkelerde de işsizlik önemli bir tehdit oluşturmaya başlamıştır. Bu ülkelerdeki işçilerin ilk tepkisi, doğal olarak başka yerlerden gelip onların olası işlerini “kapmaya” çalışan göçmenlere yönelmektedir. Kapitalistlerin göçmenliğin iflâh olmaz sorunlarıyla baş başa bıraktığı “kurbanlar”, burjuva ideolojisinin çarpıtma gücü sayesinde, yerli işçilerin gözünde varolan ekonomik ve toplumsal sorunların “suçlu”su haline dönüşmektedir. Burjuva ideologları, işsizlik gibi tamamen kapitalist ekonominin yapısal özelliklerinden kaynaklanan bir olguyu bile, ekonomi dışı kategorilerle tanımlayarak işçilerin kafalarını bulandırma görevlerini başarıyla yerine getiriyorlar. Hükümetlerin ve burjuva partilerin sistematik biçimde sundukları görünüme göre, işsizlik mevcut iktisadi sistem koşullarında geçici bir sorundur ve bunun sorumlusu da kesinlikle kapitalizm değil, sorumsuz “yurttaşlar” ve “gereğinden fazla miktarda bulunan” göçmen işçilerdir! Çünkü bunlar iş arama konusunda isteksizdirler ve çalışmak yerine sosyal yardımlarla geçinmeyi tercih ederler! Çünkü bunlar topluma entegre olmak için çaba sarf etmezler! Çünkü bunlar doğru düzgün yasal işler yerine yasadışı işlere meylederler vs. vs.. Yani işsizlikten ve bundan kaynaklanan sorunlardan kesinlikle kapitalist sistem değil işsizler sorumludur!... Dolayısıyla kriz dönemlerinde kapitalistlerin çıkarlarını yansıtan önlemler art arda sıralanmaya başlanır: Gerçek suçlu uzun süreli işsizlerdir, bunun için sosyal yardımlar azaltılmalı ve geçici olarak kesilmesi dahil tüm tedbirler alınmalıdır, suça eğilimli göçmenler sınır dışı edilmelidir, yeni göçmen alınmamalıdır, vize şartları ağırlaştırılmalıdır, vs. Örneğin, Almanya’da faşizan eğilimin temsilcilerinden olan Cumhuriyetçi Partinin seçim kampanyası yöneticisi Gerhard Tempel, “Alman kültürünü ve Alman milli kimliğini korumak istiyoruz, yabancılara ihtiyacımız yok. Sanayi, rasyonalizasyonla istihdamı daraltıyor. Dolayısıyla, daha az işçiye ihtiyaç var, ayrıca insanları Almanya’ya taşımak yerine, düşük ücretli işlerin dü-


Kasım 2005 • sayı: 8

şük ücretli ülkelere kaydırılması daha anlamlı” diyerek, Alman küçük-burjuvazisinin ve işsizlerinin oylarını istemektedir. Kökleri kapitalizmin derinlerinde olan ve yabancı işçilerin çoğu alanda toplumun en alt basamağında yer alıyor olmasından beslenen ırkçılık, göçmen işçileri işsizlik konusunda günah keçisi haline getirmektedir. İçinde bulunulan ekonomik kriz döneminde, gelişmiş kapitalist ülkelerde ırkçı ideoloji giderek yaygınlaşmakta ve işçi sınıfına yapılan (ya da yapılacak olan) saldırıların geleneksel payandası olma rolünü sürdürmektedir. Fransa’da, Danimarka’da, Almanya’da, Portekiz’de, Avusturya’da ve diğer pek çok ülkede, krizin etkisiyle yaşamları çekilmez hale gelen ve işsizlik kırbacı altında inleyen işçi yığınları, mevcut burjuva düzen partilerinden umutlarını kesip düzen dışı seçeneklere yönelme eğilimindedirler. Bu eğilim kendisini sola kayışta ifade ettiği gibi, sözde anti-kapitalist bir söylemle ortaya çıkan aşırı sağın güç kazanmasında da ifade edebilmektedir. Aşırı sağın işsizliğe son vermenin yolu olarak önerdiği çözümlerin başındaysa, göçmen işçilerin kapı dışarı edilip işlerinin yerli işçilere dağıtılması gelmektedir. Krizin etkilerini çok derinden yaşayan Türkiye’de de pek çok sağ partinin beyanatlarında, göçmen işçileri hedef alan ifadeler bulunmaktadır. Büyük bir çoğunluğu yasadışı statüde bulunan ve kaçak olarak çalışan 1,5 milyon göçmen işçi, işsizlere boy hedefi yapılmaktadır. Üstelik bazı sendikalar da

marksist tutum

bu tuzağa düşebilmekte, insanlık dışı koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlanan bu işçileri görmezden gelmekte, örgütlenmeleri ve yasal haklardan yararlanmaları doğrultusunda hiçbir çaba sarf etmemektedirler. Tüm bu anlatılanlar göstermektedir ki, kapitalizmin insanlığa giydirdiği deli gömleğinin sonuçlarını en fazla ve derinlemesine yaşayan işçi sınıfı kesimlerinden biri de göçmen işçilerdir. İşçileri bu koşullarda göçmenliğe zorlayan da, kapitalist düzenin ta kendisidir. İşçi sınıfının hiçbir zaman unutmaması gereken gerçeklik; işçilerin bir ulusun ya da bir etnik kimliğin mensubu olmaları nedeniyle değil, işçi olmaları nedeniyle eziliyor ve sömürülüyor olduğudur. Bu nedenle göçmen işçilerin sorunlarına etnik bir bakış açısı ile yaklaşmak, yerlisiyle göçmeniyle tüm işçi sınıfının bilincini bulandırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. Tüm sorunlarda olduğu gibi, göçmen işçi sorununda da proletarya açısından tek doğru bakış tarzı, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları ve kapitalizm karşıtı bir bilinç temelinde geliştirilebilir. İşçilerin vatanı yoktur ve kurtuluşları bu gerçeği bilinçlerine çıkarmalarına sıkı sıkıya bağlıdır. İşçi sınıfı dünya çapında bir sınıftır. Onun çıkarları da bu nedenle ne yerel ne de ulusal olabilir. Bu yüzden her durumda ısrarla, yerli ve göçmen işçilerin gerek sendikal ve gerekse siyasal alanda örgütlü birliğini yaşama geçirmeye çalışmak gerekiyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.

Paris Varoşlarından Gelen Patlama Fransa’da günlerdir süren isyan dalgası çağımızın patlayıcı karakterini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Türkiye’nin kapağı Avrupa’ya atınca dünya dertlerinden kurtulacağını sanan her kim varsa Fransa’ya iyi baksın. O “uygar”, o “demokratik” Fransa’da kapitalizmin çirkin dişleri nasıl da sırıtıyor. O refah görüntüsünün altındaki sefalet, o demokrasi görüntüsünün altındaki polis devleti tüm çirkinliğiyle açığa çıkmış durumda. Paris sokaklarında eli silahlı polisler, gözaltına alınan binden fazla kişi, sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı… Ama tüm bu “kanun ve nizam” tedbirlerine rağmen isyan ateşi günlerdir yanmaya devam ediyor. Bu satırlar yazıldığı sırada isyan ikinci haftasını doldurmuştu. Oysa bu tür isyanların birkaç günü geçtiği nadirdir. Bu da bir yandan sorunun ne denli derin olduğunu, diğer yandan da altta biriken öfkenin ne denli bü-

yük olduğunu gösteriyor. Sorunların kaynağında kapitalizmin ta kendisi yatıyor. Üretici güçlerin mevcut gelişmişliğiyle bir bolluk ve özgürlük toplumunun temellerini kurmak işten bile de-

19


marksist tutum ğilken, bir tarafta göz alıcı zenginlikler ve israf, diğer tarafta yoksulluk ve mahrumiyet, her düzeyde artan eşitsizlik. Kapitalizmin yasaları işledikçe eninde sonunda işçi sınıfı için işsizlik, yoksulluk, mahrumiyet, baskı kaçınılmazdır. Kapitalizm için işlerin nispeten iyi gittiği ve işçi sınıfının nispeten örgütlü olduğu dönemlerde, kapitalistler işçi sınıfı için kazanımlar anlamına gelen bazı tavizler vermek zorunda kalırlar. Ancak işçi sınıfı örgütsüzleştiği ve kapitalizm kaçınılmaz kriz sancılarına girdiğinde işçi sınıfına yönelik saldırılar başlar. Son çeyrek yüzyıldır böyle bir saldırı dönemi yaşıyoruz. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımları adım adım elinden alınıyor. İşçi sınıfının en savunmasız kesimini oluşturan göçmenlerse, her zaman bu tür saldırılardan en başta ve en yoğun biçimde etkilenen kesimlerdir. En kolay gözden çıkarılanlar onlardır. İşsizlik ve yoksulluk belâsını en çok çeken onlardır. Paris’in ayaklanan bölgelerindeki işsizlik oranları Fransa genelindeki yüzde 10’ların çok çok üzerindedir. Bu bölgelerin çoğunda bu oran yüzde 50’den fazladır. İş bulabilenler de en düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalırlar. “Kâğıtsız” diye adlandırılan kaçak işçilerin durumu daha da vahimdir. Bir yandan kendi ülkelerindeki yoksulluk ve baskılar bu insanları göçe zorlarken, diğer yandan Fransız burjuvazisi ucuz işgücü temin etmek ve diğerleri üzerinde işsizlik kırbacı olarak kullanmak için bunlara göz kırpar. Böylece gözden uzak varoşlar göçmenlerle dolar. Bu sorunlara aynı zamanda dışlanma, aşağılanma, ırkçı baskılara maruz kalma gibi boyutlar eklenir. Geleceğin başkanı olarak parlatılan gerici içişleri bakanı Nicolas Sarkozy isyancı banliyö halkını “pislik”, “çeteci” olarak niteleyerek, düzenin gerici ve ırkçı bakış açısını ortaya koymaktadır. İşte tüm bu faktörler yıllardır göçmenlerde bir hoşnutsuzluk ve öfke biriktirmekteydi. Önceki aylarda göçmen banliyölerinde yaşanan apartman yangınları ve ölen göçmenler aslında gelen dalganın öncü sarsıntılarıydı. İsyan dalgasını tetikleyen olay da, bu varoşlarda mutat olan polis baskısının bir sonucuydu. Polis kovalamasından kaçan iki göçmen genç elektrik trafosunda akıma kapılarak can vermiş, Türk olan üçüncüsü de ağır yaralanmıştı. Bunun üzerine başlayan isyan sonucu bugüne kadar binlerce araç yakılmış ve sayısız bina da (bunlar arasında polis ve diğer bazı devlet kurumları da var) tahrip edilmiş durumda. Paris’le sınırlı kalmayan isyan diğer şehirlere ve bu arada kısmen Belçika’ya da yayıldı. İsyan sadece göçmenlerle sınırlı gibi gösterilse de gerçek öyle değil. Elbette isyancı gençlerin çok büyük bir bölümünü göçmenler oluşturuyor, ama onların yanı sıra işsizlik, yoksulluk, aşağılanma gibi sorunları aynen yaşayan yoksul beyaz gençler de isyancılar arasında. Düzen özellikle Sarkozy üzerinden bir fitilleme stratejisi izliyor. Konuşmalarında ve uygulamalarında özellikle kışkırtıcı bir tarz güden Sarkozy’nin hesabı daha sonra dayatmayı planladığı baskıcı tedbirlere zemin oluşturmak. 2007’deki başkanlık seçimlerinde faşist Le Pen’le ittifak yapma eğiliminde olduğu söylenen bu azılı gerici,

20

Kasım 2005 • sayı: 8 aslında tüm Avrupa’da olduğu gibi “terör” vs. söylemiyle, şimdiden Fransız halkını gerici düzenlemelere payanda etmeye hazırlanıyor. Elbette bu onun ve Fransız gericiliğinin hesabı. Onlar hangi hesapları yaparlarsa yapsınlar, sonunda isyan ateşine kömür atmış oluyorlar ve işçi sınıfının yapması gereken sadece bu kavga davetine icabet etmektir. Fransız işçi sınıfının tüm kesimleri, kendi sınıflarının doğal bir parçası olan varoş halkının isyanına sahip çıkmalı ve bu isyanı daha proleter mücadele biçimlerine doğru büyüterek düzen karşıtı bir mecrada ilerletmelidir. Nitekim, göçmenlere bu muameleyi reva gören Fransız kapitalizmi, aynı dürtülerle tam da bu günlerde Marsilya’da taşıma işçilerinin özelleştirme ve işçi çıkarma girişimi nedeniyle başlayan grevini yasadışı ilan etmektedir. Aynı Marsilya’da geçen ay da feribot işçilerinin özelleştirme karşıtı militan bir grevi ve polisle çatışmalara varan eylemlilik süreci vardı. İşçiler tarafından işgal edilen bir feribotu ele geçirmek için işçilerin üzerine ağır silahlı paramiliter güçler gönderildi. Tüm bunlar sorunların ortak kökenini göstermesi bakımından bu kadar isabetli olamazdı doğrusu. Bu nedenle görev, isyan ateşiyle dolu savaşkan varoş gençlerini, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bir parçası haline getirmek, bu gençlerin öfkesini sorunların gerçek sorumlusu olan kapitalizme yöneltmesini sağlamaktır. Burada ise işçi sınıfı örgütlerinin tutumu sorunu önümüze çıkıyor. Ne yazık ki başta KP kontrolündeki CGT olmak üzere sendikalar hiç de sağlıklı bir tutum almıyorlar. Marsilya’daki grev mücadelelerinde olsun, varoş isyanında olsun CGT işçi sınıfını frenleyici bir rol oynuyor. Göçmen gençlerle örgütlü işçilerin buluşmasını engellemek, işçilerin isyana katılmasını önlemek için elinden geleni yapıyor. Hiçbir sendika isyandaki polis vahşetini kınayan bir açıklama yapmış değil. CGT’yi yönlendiren FKP ve Sosyalist Parti gibi düzen solunu oluşturan partiler, isyanın polis zoruyla bastırılması konusunda düzenin diğer güçleriyle hemfikir durumdalar. İsyancı gençlerin en belirgin talebi olan polisin geri çekilmesi talebini bile desteklemiyorlar. Yıllarca hükümetlerde yer alarak işçi sınıfına dönük saldırılara ortak çıkan ve tek rolleri bu saldırıları yumuşatarak işçi sınıfının bunları benimsemesini sağlamak olan bu partilerin tutumu hiç de yadırgatıcı değil. Bu tablo da bizi döne döne önderlik sorununa getiriyor. Tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da devrimci bir işçi sınıfı önderliği ihtiyacı yakıcılığını hissettiriyor. Ne isyanlar ne savaşlar ne de devrimler son bulmuş durumda, aksine tarihin yeni bir hızlanma dönemine giriyoruz. Patlama dinamikleri tümüyle mevcut. Görev bunları düzenin kalbine yönlendirecek bir önderliği oluşturmakta düğümlenmektedir. Özellikle göçmenlerin söz konusu olduğu bir sorunda ulusalcı ve reformist solun ihanetten başka bir şey yapamayacağı açık olduğuna göre, bu görev ancak enternasyonalist bilinçle dolu komünistler tarafından yerine getirilebilir. İsyan ateşiyle dolu savaşkan varoş gençlerinin yeri enternasyonalist komünizmin saflarıdır.


Toplam Kalite Yönetimi mi, Toptan Köleleştirme Yöntemi mi? Kerem Dağlı

İ

kinci Dünya Savaşı sonrası Amerikalı uzmanlar tarafından Japonya’da uygulanmaya başlanan ve ardından 70’li yıllardan itibaren tüm dünyaya yayılan Toplam Kalite Yönetimi (TKY), özellikle yeni İş Yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye’de de hatırı sayılır bir uygulama alanına kavuştu. Adı, esnek üretim metotları ve ISO 9000 standartlarıyla birlikte anılan TKY, imalât sanayiinden kamu hizmetleri sektörüne değin pek çok alanda yoğun bir şekilde gündeme getiriliyor. Önemli bir boyutunu burjuvazinin işçi sınıfına yönelik ideolojik saldırısının oluşturduğu TKY, yoğun propagandalar eşliğinde işçilere dayatılmakta ve hatta bizzat sendikalar bu sistemin uygulayıcısı haline getirilmek istenmektedir. Burjuvazi bu yolla işçilere kendi ideolojisini aşılamaya, işçilerin kendilerini işyerinin sahibi gibi düşünmelerini sağlamaya, “biz bir aileyiz” safsatalarıyla onların bilincini bulandırmaya, böylelikle de işyerindeki örgütlülüğün, dayanışma duygusunun önüne geçerek işçilerin kendi sınıf çıkarlarını kavramasını engellemeye çalışmaktadır. Kapitalist üretimin temel güdüsü daha fazla kâr elde etmektir. Kapitalist için kârını çoğaltmanın ve rekabet gücünü arttırmanın yolu, işçinin daha fazla sömürülmesinden, yani onun sırtından daha fazla artı-değer elde edilmesinden geçer. Kapitalizm bunu sağlamak için hem üretim araçlarını hem de üretim organizasyonunu sürekli olarak geliştirir. TKY olgusunu da bu bağlamda, yani emeğin daha yoğun sömürüsü amacıyla hayata geçirilen uygulamaların bir parçası veya biçimi olarak ele almak gerekir. İçeriği ve pratiği itibariyle TKY’nin asıl işlevi kuşkusuz budur. Fakat bu işlevinin yanı sıra, sahip olduğu söylem ve sunulma biçimiyle de işçiyi ideolojik anlamda teslim almaktadır. TKY’nin kimin çıkarına hizmet ettiğini teşhir edebilmek, kullandığı söylemi ve bazı temel kavramlarını açmakla mümkündür. “Kalite”, “sıfır hata”, “tam zamanında üretim” ve “müşteri memnuniyeti” gibi kavramlar, bu anlayışın özünü oluşturur.

İşçilerin birbirleriyle rekabete girişerek yarışması, işyerinin yani kapitalistin çıkarlarını kendi sınıf çıkarlarının önüne alarak hareket etmeleri, tüm dayanışma ve kardeşlik duygularını öldürmekte, örgütlenmenin ve ortak çıkarlar uğruna mücadele etmenin önüne geçmektedir. Bir başka deyişle işçilerin bizzat kafalarının “burjuvalaşması”, onları kapitalistin kölesi haline getirmekte, işçilerin kendi faaliyetlerine ve birbirlerine karşı yabancılaşmasını daha da arttırmaktadır. Her cümlesine “kalite” sözcüğüyle başlayan kapitalistler, işçinin yaşam kalitesini, çalışma koşullarında ve ücretlerdeki kaliteyi, iyileştirmeyi ağızlarına bile almıyorlar. O yüzden işçilerin düşünmesi gereken, patronun kârını arttırmak değil sınıf mücadelesinin kalitesini yükseltmek olmalıdır.

21


marksist tutum

Kalite, ama ne için? Kapitalistler “kalite” ile, ürünün, çalışanların, onların yaptığı işin, kullanılan makinelerin, işyerinin, yöneticilerin, kısacası tüm sistemin kalitesini kastettiklerini söylerler. Ne var ki, bu kalite masalına kanıp da, insanlığın yararına bir kaliteden bahsedildiğini düşünmek saflık olur. “Kapitalistlerin kaliteden anladığı şey, metalarının daha çok tercih edilmesi, daha çok satılması, dolayısıyla daha çok üretim ve daha çok kârdır. Her şeyin artı-değer için değil gerçekten insan için üretileceği işçi iktidarı ve sosyalizm altındaki kaliteyle, kapitalizmin kalite anlayışı kıyaslandığında bu çok net görülecektir. Bugünün teknik ve bilimsel araştırmalarıyla dahi keşfedilen pek çok kalite arttırıcı buluş, kapitalizmin mantığı gereği üretime sokulmamaktadır. Ömrü yıllara varan ampuller üretilirse ampul fabrikaları nasıl harıl harıl çalışacak, dayanıksız plastik parçalar kullanılmazsa pek çok makine için nasıl yedek parça satılacak, vs.? Bırakalım bunları, insan yaşamının “kalitesini” arttıran ya da pek çok hastalığın önüne geçebilecek birçok yöntem salt pahalı olduğu gerekçesiyle uygulanmamaktadır.” (Deniz Moralı, Yapay Gündem: ISO 9000 ve TKY, www.marksist.com) Müşterinin gözünü boyayarak satışı arttırma amacını güden kapitalist kalite anlayışının bir sonucu olarak, “müşteriyi memnun etme” yükümlülüğü, sanki malların satışından elde edilecek kârlar onların cebine girecekmiş gibi, çalışanların sırtına yıkılır. Bu, işçiler için daha çok çalışmak, daha az hata yapmak ve çoğu durumda aslında kendi işi olmayan alanlarda veya işlerde fazladan, üstelik ücretsiz olarak çalışmak anlamına gelir. Örneğin, bir matbaa işçisi, bastığı fatura koçanında bir hata çıktığında bizzat müşterinin kendisiyle muhatap olmakta ve müşteriyi memnun etmesi gerektiğini düşündüğü için de maruz kaldığı onca hakarete rağmen sesini çıkaramamaktadır. Öte yandan, “müşteri memnuniyeti” kavramı ayrıca bir başka saldırının daha anahtarı haline gelmektedir. Bu anlayışa göre herkes müşteridir; hatta müşteriler iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılır. Dış müşteriler fabrikada üretilen mal veya hizmeti satın alanlar, iç müşteriler ise işyerinde çalışanlardır. Aynı bantta çalışan işçiler birbirinin müşterisi sayılarak, aslında çok yönlü bir saldırı hayata geçirilmiş olmaktadır. İşçilerin birbirini sınıf kardeşi olarak değil de “müşteri” olarak görmesi, algılarını ve bilinçlerini çarpıtarak aralarındaki ilişkinin ortak sınıf çıkarları temelinde oluşacak yerde, “alış-veriş” mantığı ile “bireysel çıkarlar” üzerinden kurulmasına yol açmaktadır. Örneğin bir tekstil fabrikasında, diyelim ki gömleğin cebini diken işçi, bunu düğmesini dikmek üzere yanındaki arkadaşına verdiğinde, arkadaşı onun “müşterisi” olduğundan yaptığı işi kontrol etmek ve hatta “müşteri memnuniyeti” sağlanamazsa işi iade ederek durumu ustabaşına bildirmek zorunluluğu hissedebilecektir. Böylece işçilerin birbirini kendiliğinden denetlediği, “kalitenin

22

Kasım 2005 • sayı: 8

sağlanması” adına eleştirdiği ve hatta ispiyonladığı, herkesin birbiriyle yarıştığı, kişilerin haftanın veya ayın işçisi seçilmek için birbiriyle kıyasıya rekabet ettiği bir ortam yaratılmaktadır. İşçiyi sıkıştıran, bunaltan ve daha yoğun ve daha uzun süre çalışmasını sağlayan “sıfır hata” ve “tam zamanında üretim” baskısı TKY’nin bir diğer ayağını oluşturur. İşçi psikolojik şartlandırmayla işin doğasından kaynaklanan hataları bile kendi hatası olarak görmeye zorlanır. Böylece işçinin fiziksel ve ruhsal açıdan aşırı yıpranması pahasına toplam ürün miktarındaki firenin azalması ve dolayısıyla ürün miktarının artması sağlanmış olur. İşçinin işine aşırı yoğunlaşması, “tam zamanında üretim” denilen ve belirli miktardaki işin yine önceden belirlenmiş olan sürede yapılması anlamına gelen uygulamalar emeğin yoğunlaştırılmasını mümkün kılmaktadır. Yanı sıra, makinelerin çalışma hızının arttırılmasıyla da desteklenerek, sonuçta işgünü uzamasa da iş yükü arttırılmaktadır. Ve hiç kuşkusuz, emeğin yoğunluğundaki bu artışın en doğrudan sonucu, kapitalistin kârındaki artış olacaktır. Tam bir cendere içine sokulan işçinin bu baskılara hiçbir tepki vermeden aynı tempoda çalışmaya devam etmesini sağlamak, kapitalistler için bile kolay iş değildir. Ancak TKY anlayışının, bu duruma uygun çözümleri de vardır. İşçiler, “kalite çemberi” denilen ekiplere bölünmekte ve her çemberin önüne bir görev alanı ve konusu konmaktadır. Doğal olarak bu konular, verimliliğin arttırılmasına yönelik olmaktadır. Bu çerçevede ve “katılımcılık” kisvesi altında, işçilerin sanki işyerinin sahibi kendileriymiş gibi düşünmeleri ve “kararların birlikte alındığı”na, herkesin “kendini ifade hakkı”nın bulunduğuna, çalışanlarla işverenler arasında bir “işbirliği” olduğuna inanmaları sağlanmaktadır. “Kalite çemberleri”nin yaptığı rutin toplantılarda veya işyerinde yapılan ve TKY felsefesinin anlatıldığı eğitim seminerlerinde konuşu-


Kasım 2005 • sayı: 8

lan, işçilere empoze edilen konular bunlardır. Böylece bilinci bulanan ve kafası karışan işçi, bir “aile”nin parçası olduğuna inandığı için “kalite”yi sağlamak ve “performansı arttırmak” adına ölesiye çalışır. Hatta gece rüyasında bile gündüz yaptığı işi görür hale gelir.

Yükseltilmesi gereken sınıf mücadelesinin kalitesidir TKY uygulamalarıyla işgünü kısalmadan iş yükü arttırıldığından, işçinin daha fazla yorulması, ter akıtması, yani fiziken ve manen daha fazla yıpranması gündeme gelmektedir. Ama ne kalite çemberlerinin toplantılarında ne de TKY felsefesinin anlatıldığı eğitim seminerlerinde işçilerin sorunları dile getirilir ve tartışılır. Bu toplantılarda tartışılması “yasaklı” konular özellikle ve net bir şekilde belirtilmiştir; ücretler, özlük hakları, sosyal haklar, kişisel problemler ve çalışma koşullarına dair sıkıntılar. TKY uygulamasını yaşayan bir işçinin anlattıklarına kulak verelim: “Katıldığım bir eğitim seminerinde hepimize kendimizi genel müdürün yerine koymamız ve karısı hasta olduğu için acil bir biçimde işten izin almak isteyen bir işçiye cevap vermemiz istendi. 15 dakikalık bir tartışmadan sonra tüm işçiler şu cevabı verdiler: ‘durumuna çok üzüldük, yönetim olarak elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız, ama biliyorsun ki bu işyerinin bazı kuralları var, eğer sana izin verirsek bu kuralları çiğnemiş oluruz, herhalde sen de bunu istemezsin!’ Halbuki gerçekte izin isteyen işçinin yerinde kendileri olduğunu bir anda unutuvermişlerdi…” Bilincin bu denli çarpılması, TKY’nin ne menem bir saldırı olduğunun da göstergesidir. Üstelik bahsi geçen eğitim seminerleri veya toplantılar, mesai saatlerinin sonrasında veya haftasonu tatil günlerinde yapıldığından ve

marksist tutum

bunun için işçiye hiçbir fazla mesai ücreti ödenmediğinden, bu yolla hem işçinin fazladan çalışması ve hem de bu tür angaryalara alışması sağlanmaktadır. İşin bir başka boyutu da, kalite çemberleri kalite kontrol departmanlarının yerini aldığından, patronların işgücünden %10’a varan oranlarda bir kazanç elde edebilmeleridir. Bunun anlamı, TKY uygulamasına geçen bir işyerinde, çalışanların %10’unun işini kaybetmesi ve bu işi üretimde çalışan diğer işçilerin üstlenmesidir. Yine TKY ile birlikte gündeme gelen performans kriterleri uygulaması sonucu, kalite çemberlerinde bulunan işçiler, kendi üretim süreçlerinin istatistiğini tutarak en fazla üretim yaptıkları düzeyi tespit ediyor ve bunu baz alarak çalışan arkadaşlarının bu seviyenin altına inmemesi için ne gibi önlemler alacaklarını tartışıyorlar. Bu uygulamanın sonuçlarının ne denli çarpıcı olduğunu anlamak bakımından en bilinen örnek ise, otomobil fabrikalarındaki preslemenin ABD’de 6 saatte gerçekleşirken Japonya’daki Toyota fabrikalarında 1 saat 12 dakikaya inmesidir. Ama bunun bedeli, iş kazalarındaki muazzam artışlar, işçilerin aşırı ve yoğun çalışmadan kaynaklı sağlık problemlerinin %40’lara varan oranlarda artması ve hatta bu yüzden ciddi boyutlarda intiharların ve ölümlerin meydana gelmesidir. Hiç kuşkusuz bir diğer önemli sonuç ise ücretlerde yaşanan düşüşlerdir. Çünkü uygulamada işçilerin ücretleri, performans kriterlerini yerine getirdikçe aldıkları “puan”lara göre hesaplanmakta, iyi performans gösteremeyen işçi iyi para alamamaktadır. İşçilerin birbirleriyle rekabete girişerek yarışması, işyerinin yani kapitalistin çıkarlarını kendi sınıf çıkarlarının önüne alarak hareket etmeleri, tüm dayanışma ve kardeşlik duygularını öldürmekte, örgütlenmenin ve ortak çıkarlar uğruna mücadele etmenin önüne geçmektedir. Bir başka deyişle işçilerin bizzat kafalarının “burjuvalaşması”, onları kapitalistin kölesi haline getirmekte, işçilerin kendi faaliyetlerine ve birbirlerine karşı yabancılaşmasını daha da arttırmaktadır. Her cümlesine “kalite” sözcüğüyle başlayan kapitalistler, işçinin yaşam kalitesini, çalışma koşullarında ve ücretlerdeki kaliteyi, iyileştirmeyi ağızlarına bile almıyorlar. O yüzden işçilerin düşünmesi gereken, patronun kârını arttırmak değil sınıf mücadelesinin kalitesini yükseltmek olmalıdır. 

23


Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının altıncı ve son bölümünü yayınlıyoruz.

Çatışma eğilimi azalıyor mu? Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası sermayenin küreselleşmesini ve büyük iktisadi birliklerin oluşumunu hızlandırırken, yanı sıra daha da büyük bir eşitsizlik ve kızışan bir rekabet üretiyor. İktisadi temelden kaynaklanan birlik eğiliminin, yine aynı kaynaktan beslenen rekabet eğilimiyle çatışarak yol almaya mahkûm olduğu çok açık. Nitekim günümüzdeki gelişmeler de ifadesini, büyük kapitalist güçlerin kendi iktisadi egemenlik alanlarını genişletme çabasında, rakip güçlerin nüfuz alanlarında üstün bir pozisyon sağlama ve yeni nüfuz alanları oluşturma hırsında bulmaktadır. Emperyalizm hiçbir zaman dünyaya bir barış dönemi getirmedi, bundan sonra da getirmeyecek. Küresel kapitalizmin saldırgan yüzü, dünyadaki verili dengelerin altüst olduğu ve ciddi hegemonya krizlerinin yaşandığı tarihsel kesitlerde iyice açığa çıkmaktadır. Kapitalizm, dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak veya rakip güçlerin yükselişini engellemek ya da onların gücünü zayıflatmak amacıyla çeşitli emperyalist savaşlara başvurmadan yol alamaz. Oysa kapitalizm altında ilerleyen küreselleşme, bazı burjuva ideologları ve onların kuyruğundan sürüklenen kimi dönek sosyalistler tarafından kapitalizmin yeni bir dönemi, savaşların sona ereceği bir barış çağı olarak tanıtıldı. Unutulmasın, vaktiyle Marksist geçinen bazı düşünürler de kapitalizmin kolonyalizmden emperyalizme sıçramasını, savaşçı yayılmacılık dönemini kapatacak barışçı bir kapitalist evreye yükseliş diye yorumlamışlardı. Bir

24

zamanlar Marksizmin papası geçinen Kautsky, bu ultraemperyalizm teorisiyle epeyce kafa karıştırmıştı. Bu gibi teorilerin asıl dikkat çekici yönü, dünyanın tam da emperyalist güçler tarafından yakılıp yıkıldığı ve kapitalist sistemin krizden krize sürüklendiği bir tarihsel kesitte barışçı bir dünya tablosu çizmeleridir. Nitekim Lenin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisini eleştirirken bu son derece önemli hususa işaret etmiştir. Dünya üzerindeki tüm ülkelerin tam bir iktisadi entegrasyonunu sağlayacak ve ulusal ayrımlardan kaynaklı çatışma olasılıklarını ortadan kaldıracak bir kapitalist işleyiş tahayyülü teoride pekâlâ mümkündür. Fakat pratikte bu entegrasyon eğiliminin yeni ve devasa çatışmaları kışkırtması kaçınılmazdır. O halde buradan türeyecek siyasal ve toplumsal gerçeklik, emperyalist savaşlara ve devrim olasılıklarına gebe bir dünyadan başkası olamaz. Zaman, Lenin’in bu yaklaşımının haklılığını gözler önüne serdi. Marksizm adına ileri sürülen “ultra-emperyalizm” benzeri görüşlerin tutarsızlığı ve daha da önemlisi kapitalizm yanlısı niteliği o dönemde yaşanan olaylarca ispatlandı. Ne var ki, kapitalizmin dünyayı tekrar büyük krizlere ve savaşlara sürüklediği tarihsel dönemeç noktalarında bu tip görüşler hep yeniden ısıtılıp gündeme sokuldu. Örneğin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla içine girilen dönemde burjuvazinin şişirdiği globalizm balonu, bazılarını yine barışçı bir kapitalizm yalanına savuracaktı. Ancak tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu kez de yalanın ömrü uzun olamadı. O kadar reklâmı yapılan küresel sistem, Balkanlar’dan başlayıp Afrika’ya, Ortado-


eşme /6 Elif Çağlı

ğu’ya ve Asya’ya uzanan haksız savaşlarla dünyayı tam bir yangın yerine çeviriyordu! Hatırlanacağı gibi, yayılmacı ülke ordularının eski dönemlerde yürüttükleri savaşların nedeni yeni bölgeler ve ülkeler fethedip kendi imparatorluklarına katmaktı. Oysa kapitalizmin ilerleyişiyle birlikte geçmiş dönemlerin toprak ilhaklarına dayanan imparatorluklarının yerini, siyaseten bağımsız ülkeleri bile iktisaden kendi nüfuz alanlarına katan büyük emperyalist güçler almıştır. Zamanla savaşların niteliği değişmiş, fakat egemen sınıfların kendi çıkarları için çeşitli halkları birbirine kırdırdığı haksız savaşlar ortadan kalkmamıştır. Emperyalist güçlerin çeşitli nüfuz alanlarında kozlarını paylaşmak üzere dünyayı kana boyayabilecekleri, günümüzde yaşanan gelişmelerle bir kez daha kanıtlanmıştır. Ayrıca günümüzde emperyalist savaşlar, sistemin hegemon gücü ABD örneğinde en çarpıcı biçimde görüldüğü üzere, savaşın alanı, savaş teknikleri ve araçları bakımından da çok daha karmaşık bir niteliğe bürünmüştür. 20. yüzyılın başında emperyalist güçler bazı sömürge alanlarını yeniden paylaşmak ve kendi nüfuz alanlarını genişletmek amacıyla birbirleriyle doğrudan kapışıyorlardı. Günümüzde rakip emperyalist güçler arasındaki çatışmalar, yeniden paylaşıma konu olan bölgelerde yürütülen hegemonya savaşlarıyla karakterize oluyor. Bugün emperyalist güçlerin, savaş çıkarttıkları bölgelerde yer alan ulus-devletleri tamamen haritadan silmek ve onların topraklarını ilhak ederek kendi sömürgelerine dönüştürmek gibi bir niyetleri yoktur. Elbette farklı güçler arasındaki çıkar ça-

tışmaları yüzünden, kimi ulus-devletlerin parçalanarak yenilerinin biçimlendirilmesi pekâlâ mümkündür. Ama esas hedef kontrollü siyasal yapıların oluşturulmasıdır. ABD buna “demokrasi ve medeniyet götürmek” diyor. Amerikan emperyalizminin birincil amacı ise, eski dönemde elde etmiş olduğu hegemonyayı şimdi değişen koşullarda yeniden kurabilmektir. ABD askeri alandaki üstünlüğüne dayanarak, diğer ülkeleri kendi savaş oyunlarının bir parçası durumuna indirgemeye çalışıyor. Rusya ve Çin gibi yükselişe geçen güçleri1 daha işin başında kontrol altına alabilmeyi ve böylece hegemonyayı başkasına kaptırmamayı planlıyor. Eski ve yeni nüfuz alanlarının çeşitli emperyalist güçler, uluslararası ölçekte at oynatan büyük mali sermaye grupları, tekeller tarafından paylaşılması bu güçler arasındaki rekabeti körüklerken, yeni emperyalist savaşları da gündeme getirecektir. Diplomasi masasında çözümlenemeyen sorunların silahların eşliğinde çözümlenmeye çalışılması emperyalist kapitalizmin değişmez özelliğidir. Burjuva yazarlar küreselleşen dünyada insanlığın kaderini ilgilendiren sorunları, “hepimiz aynı geminin içindeyiz” nakaratı eşliğinde dile getirmekten pek hoşlanıyorlar. Geçmişe nazaran çok daha küreselleşen kapitalizmin tüm dünya ülkelerinin kaderini birbiriyle yakın ilişki içine soktuğu tespiti tamamen doğrudur. Ne var ki bazıları bu kaderin belirlenmesinde diğerlerine oranla çok daha fazla söz ve güç sahibidir. Kısacası, bu gemide son derece eşitsiz ilişkilerin egemen olduğu ve kaptan köşküne kurulmuş bulunan hegemon gücün rotayı hiç de hayırlı bir istika-

25


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

mete yöneltmediği aşikârdır. Günümüzdeki gelişmelere bakıp, küresel kapitalizmin farklı güç odakları arasındaki çıkar çatışmalarını sürekli bir savaş durumuna dönüştüreceği gibi yanlış bir sonuç da çıkartılmasın. İşin aslında, rakip emperyalist güçler arasındaki gerilim hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Fakat bu gerilimin kendini dışa vuruş biçimleri (sıcak savaş, soğuk savaş, diplomatik çatışmalar veya görece barış koşulları) ve yarattığı sonuçlar dönemden döneme değişir. Unutulmasın ki kapitalizm fetihçi bir üretim sistemi değildir ve varlığını durduk yere savaşlar çıkartıp, yeni savaş ganimetlerine el koyarak sürdürmez. Emperyalizmle birlikte yükselen militarizm, artan askeri harcamalar ve savaş baronlarının sıcak savaş dönemlerinde vurdukları vurgunlar elbette küresel kapitalizmin gerçekleridir. Ama kapitalist sistemin olağan işleyiş biçimi yalnızca bu hususlara indirgenemez. Genelde olağan dönemlerde kapitalist iş âlemi, çok çeşitli alanlara dağılmış olan kârlı yatırım düzenini sürdürecek bir siyasal istikrara ve görece barış koşullarına ihtiyaç duyar. Olağan denilen dönemler ise, kapitalist sistemin esaslı bir hegemonya krizi yaşamadığı dönemlerdir. Kapitalist sistemin hiyerarşik yapısının sağlıklı işleyip işlemediği, hegemon ülkenin istikrarına ve güçlü konumuna bağlıdır. Bu yüzden yeni bir hegemonya krizi mayalanmadığı sürece, kapitalist sistem önceki dönemde paylaşılan kozlar neticesinde sağlanan “uzlaşma” temelinde yol alabilir. Bu “uzlaşma” dönemleri, sorunların henüz çözümlenmediği (veya yeni sorunların belirdiği) kimi bölgelerde pekâlâ yeni çatışmaları ve sıcak savaşları gündeme getirebilir. Ancak yine de dünyanın önemli bir bölümü için, yaygın savaşlar dönemine oranla bir anlamda görece “barış” dönemleridir bunlar. Nitekim ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında açılan “barış” döneminde kimi bölgesel savaşlar varlığını sürdürmüştü. Başta gelen bir örnek olarak Vietnam’daki savaş hatırlanabilir. Vietnam’da daha önce egemen pozisyona sahip olan Fransız emperyalizminin üstünlüğü 1954 yılında son bulmuş ve onun yerini Amerikan emperyalizminin müdahaleleri almıştı. 60’lı yıllardan savaşın sona erdiği 1973’e ilerleyen süreçte Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesinin kaydettiği başarı, bu bölgede ABD emperyalizminin çıkarlarına darbe indirdi. Ve uzunca bir süre kendisini demokrasi şampiyonu diye tanıtmayı beceren Amerika’nın dünya ölçeğinde prestij kaybetmesine neden oldu. Fakat bu gibi durumlar yine de, dünyadaki dengenin çok açık ve bütünsel olarak sarsıldığı ve yeni bir hegemonya krizinin iyiden iyiye patlak verdiği genel dengesizlik ve istikrarsızlık dönemlerinden farklıdır. Emperyalist güçler arasındaki çekişmeler diplomasi masasından savaş alanına taşındığında, açıktır ki askeri üstünlük büsbütün önem kazanır. Nitekim ABD’nin muazzam askeri gücüne güvenerek son dönemde başlattığı emperyalist savaş atağı bu gerçeği bir kez daha kanıtlıyor.

26

Ancak işçi sınıfı kendi örgütlü gücü ve bağımsız siyaseti temelinde seferber olur ve kitleleri harekete geçirirse, emperyalist savaşlara karşı anlamlı bir mücadele cephesi oluşturulabilir. Dünya tarihi tümüyle bu gerçeği kanıtlıyor. Nitekim bu tarihsel dersin doğruluğu, son dönemde yaşanan gelişmelerle de bir kez daha sınandı. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmış bir savaş karşıtlığı, nasıl yükseldiyse her an öyle de geri çekilmeye mahkûmdur. Aslında Amerikan emperyalizmi Avrasya’da uzun süreli bir savaş stratejisinin hayata geçirilmesine nicedir hazırlanmaktaydı ve 11 Eylül saldırısını bu yolda bir fırsat olarak değerlendirerek Irak’ı işgal etti. Bu savaşa hazırlıksız yakalanan ve askerî alanda ABD ile boy ölçüşemeyen Avrupa’nın kimi burjuva güçleri, başlangıçta tam manasıyla ikiyüzlü bir savaş karşıtlığı ve asıl olarak da Bush karşıtlığıyla vakit kazanmaya çalıştılar. Fransa ve Almanya’nın oynadığı kart, savaşçı ABD karşısında Avrupa Birliği’ni bir demokrasi ve barış projesi olarak yutturmaya çalışmak oldu. Bugün ABD ve AB’yi simgeleyen siyasal temalar arasında farklılıklar olsa bile, AB’nin de neticede bir emperyalist birlik olduğu asla unutulmamalıdır. İşine geldiğinde barış yanlısı geçinen bu birlik, değişen koşullar altında emperyalist savaş cephesine daha büyük bir güçle katılabilir. Son ABD seçimi öncesinde görüldüğü üzere, başını Avrupa emperyalistlerinin veya Bush’a muhalif Soros benzeri sermaye baronlarının çektiği “savaş karşıtı” cephelere asla güvenilemez. Ancak işçi sınıfı kendi örgütlü gücü ve bağımsız siyaseti temelinde seferber olur ve kitleleri harekete geçirirse, emperyalist savaşlara karşı anlamlı bir mücadele cephesi oluşturulabilir. Dünya tarihi tümüyle bu gerçeği kanıtlıyor. Nitekim bu tarihsel dersin doğruluğu, son dönemde yaşanan gelişmelerle de bir kez daha sınandı. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmış bir savaş karşıtlığı, nasıl yükseldiyse her an öyle de geri çekilmeye mahkûmdur.

Hegemonya mücadelesi Kapitalizmin tarihi içinde, daha emperyalist aşama öncesinden başlayarak, ileri atılan ve gerileyen ülkeler olduğu biliniyor. Örneğin kapitalizmin erken dönemlerinde İtalya ve Hollanda gibi ülkeler denizaşırı büyük ticaret temelinde öne fırlamışlardı. Daha sonra koskoca bir sömürge imparatorluğuna sahip olan ve sanayi kapitalizminde atılım yapan Britanya öne çıktı ve dünyanın hegemon gücü olarak sivrildi. Fakat 20. yüzyıl içinde bu kez Amerika emperyalist işleyiş temelinde muazzam bir atak gerçekleştirecek ve Britanya eski üstünlüğünü yitirecekti. Amerika’nın yükselişinin yanı sıra, Almanya ve Japonya


Kasım 2005 • sayı: 8

da emperyalizm döneminde devasa sıçramalı gelişmeler kaydettiler. 20. yüzyılın ilk yarısı emperyalizmin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Eski üretim ilişkilerini tasfiye ederek, kapalı ve yerel ekonomileri çözerek ilerleyen kapitalizm, küresel bir ekonomik sistemin ağlarını örmeye koyuldu. Artık kapitalist ilerleyiş, dünyasal ölçekte at oynatma kapasitesine sahip emperyalist ülkelerin öne fırlayışında somutlanıyordu. Dünya üzerine yayılan ekonomik ilişkiler çeşitli kapitalist ülkelerin kaderini giderek çok daha fazlasıyla birbirine bağlasa da, ekonomik entegrasyon hiç de bu ülkeler arasında kardeşçe ilişkilerin tesisi anlamına gelmedi. Kapitalist sistem, tepede hegemon gücün yer aldığı ve çelişkilerle yüklü hiyerarşik bir piramit biçiminde yapılandı. Emperyalist işleyiş temelinde güç kazanan kapitalist ülkeler arasında cereyan eden hegemonya mücadelesinin tarihi de geçmişe uzanır. Hegemonya kapışması 20. yüzyılda dünyayı iki kez büyük bir paylaşım savaşının ateşiyle kavurmuştur. Birinci Dünya Savaşını izleyen süreç, geçici bir ateşkes dönemini takiben kapitalist sistemin çelişkilerinin keskinleşmesi ve hegemonya iddiasındaki güçlerin yeni bir kapışmasıyla sonuçlanmıştır. Aslında Birinci Dünya Savaşı, emperyalist aşamaya yükselen kapitalist sistemin hegemon gücünü belirlemeye yetmemiştir. Bu yüzden kozlar ikinci bir dünya savaşıyla yeniden paylaşılmış ve hegemonya iddiasıyla dünyayı kana bulayan Hitler Almanyası boyunun ölçüsünü almıştır. Amerikan emperyalizminin hegemonyasını diğer kapitalist güçlere kabul ettirmesiyle, muazzam çalkantılı bir boy ölçüşme dönemi de kapanmıştır. Böylece kapitalist sistem, savaş sonrasının ABD öncülüğünde yürüyen uzun ekonomik yükseliş dönemine adım atmıştır. Bu dönem boyunca sermaye birikiminde görece istikrarlı bir yükseliş temposuna izin veren koşullar, dünya pazarının büyümesini mümkün kıldı ve artı-değer realizasyonunu da olumlu yönde etkiledi. Yanı sıra, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yaşam standartları yükseldi. Bütün bu süre içinde emperyalist güçlerin kendi nüfuz bölgelerine müdahaleleri ve bu temelde çıkartılan haksız savaşlar gerçeği varlığını sürdürdü. Fakat gelişmiş kapitalist ülkeler coğrafyasını kapsayan büyük savaşlar dönemi artık geride kalmış gibi görünüyordu. Dünya üzerinde belirli bir tarihsel kesit boyunca, ABD ve Sovyetler Birliği arasında kurulan güç dengesi temelinde Soğuk Savaş dönemi egemen oldu. İki süper gücün etkisi altında biçimlenen bu dönemde, dünya bir yanda “sosyalist” blok ve diğer yanda kapitalist blok olarak ikiye bölünmüştü. Dünya böylece uzunca bir süre iki sistem arasında cereyan eden sürekli bir gerilime tanık oldu. Kapitalist güçler açısından bu dönemin tartışmasız hegemon gücü ABD idi. Bu durum Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle dünya dengelerinin alt üst olmasına ve yeni bir denge ihtiyacının kışkırttığı hegemonya savaşlarının patlak vermesine

marksist tutum

dek böyle devam etti. Sınıflı toplumlar tarihine her zaman rakip güçler arasındaki savaşlar eşlik etmiştir. Büyük savaşlar arasında yaşanan görece barış dönemlerine ise, bu savaşlarla gücünü kabul ettiren krallıkların veya imparatorlukların egemenliği damgasını basmıştır. Dünyamız vaktiyle köleci üretim tarzı üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu’nun nice kanlı savaşlar ve başarılı fetihler neticesinde gücünü diğer ülkelere kabul ettirmesiyle bir pax Romana (Roma barışı) dönemi yaşamıştır. Uzun yıllar sonra bu kez sömürgeci kapitalizm temelinde Britanya’nın egemen olduğu pax Britannica dönemi yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise, kapitalist dünya açısından, hegemon Amerikan emperyalizminin belirlediği pax Americana dönemidir. Ne var ki, SSCB ve benzeri rejimlerin çöküşü, “ortak düşmana” karşı ABD etrafında oluşan kapitalist ittifaka da son vermiştir. Hegemonu olmayan bir hiyerarşik sistem düşünülemez. Hegemon gücün yer değiştirmesi ise son derece karmaşık ve verili tüm dengeleri en derinden sarsan sıradışı bir olaydır. Bu tür yer değiştirmeler, sistemin olağan işleyişi içinde gerçekleşen periyodik ekonomik krizlerle açıklanamaz. Sistemi yeni bir hegemonya krizine sürükleyen koşullar büyük alt üstlükler ve adeta bir kaos dönemiyle kendilerini açığa vururlar. Bu türden tarih kesitleri dünya işçi sınıfına bu sistemden kurtulmayı mümkün kılacak devrimci fırsatlar sunarken, burjuvazi açısından ise yeni bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar. Uzun bir dönem boyunca dengeye ulaşamayan bir sistem yaşayamaz, sürekli çatışmalar içinde parçalanıp gider. Artık koşullar değişmiş ve emperyalist güçler açısından yeni bir paylaşıma konu olan alanlar açılmış bulunuyordu. Yugoslavya’yı parçalayan emperyalist savaş, Avrupalı emperyalist güçlerin yeni nüfuz alanları üzerinde biraz da kendi borularını öttürmek istediklerini açıkça ortaya koymuştu. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa, art arda patlak veren uluslararası krizlerde, ABD hegemonyasının artık eski anlamını yitirdiğini hatırlatmaya çalışan bir tutum sergilemekteydiler. Bu durum karşısında ABD, değişen dünya koşullarında hegemon konumunu yeniden hem de daha şiddetli yöntemlerle kanıtlama ihtiyacıyla atağa kalkacaktı. Rusya, Çin gibi devasa büyük ülkelerin, artık kapitalist yolda kaydettiği yükselişler de dünya kapitalist sisteminin güçler bileşenini çeşitlendirmekteydi. Bu durum hiyerarşik dizilimde gerçekleşecek muazzam değişimleri ve dolayısıyla sistemin hegemonya krizinin derinleşmesini gündeme getirmişti. Hegemonu olmayan bir hiyerarşik sistem düşünülemez. Hegemon gücün yer değiştirmesi ise son derece karmaşık ve verili tüm dengeleri en derinden sarsan sıra-

27


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

dışı bir olaydır. Bu tür yer değiştirmeler, sistemin olağan işleyişi içinde gerçekleşen periyodik ekonomik krizlerle açıklanamaz. Sistemi yeni bir hegemonya krizine sürükleyen koşullar büyük alt üstlükler ve adeta bir kaos dönemiyle kendilerini açığa vururlar. Bu türden tarih kesitleri dünya işçi sınıfına bu sistemden kurtulmayı mümkün kılacak devrimci fırsatlar sunarken, burjuvazi açısından ise yeni bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar. Uzun bir dönem boyunca dengeye ulaşamayan bir sistem yaşayamaz, sürekli çatışmalar içinde parçalanıp gider. Dünya kapitalist sisteminin işleyişi içinde yeni bir denge, iktisadi, siyasi ve askeri güç ilişkileri temelinde üstünlüğünü kanıtlayan emperyalist ülke öncülüğünde kurulabilir. Sıralanan faktörler arasında son tahlilde belirleyici olan kuşkusuz iktisadi güç düzeyidir ve sistemin hegemon gücünün kim olacağını da özünde bu belirler. Burada iktisadi güç ölçütü, örneğin kişi başına ulusal gelir benzeri nispi kriterler olamaz. Zira buradan bakıldığında örneğin küçük ve zengin bir Avrupa ülkesinin ön sıralarda yer alması pekâlâ mümkündür. Nitekim 2004 yılı verilerine göre kişi başına milli gelirde Lüksemburg 69 bin 929 dolarla birinci, ABD ise 39 bin 934 dolarla yedinci durumdadır. Oysa belirleyici olan, küresel ölçekte gidişatı etkileyen mutlak üstünlüklerdir. Hegemonya, ABD örneğinde olduğu üzere geniş bir kapitalist coğrafyaya sahip olan ve dünya ekonomisi içinde mutlak anlamda en büyük yeri tutan ülke veya ülkeler topluluğuna nasip olabilir.2 İkinci Dünya Savaşı sonrasından günümüze dek geçen zaman dilimine damgasını vuran Amerikan hegemonyası gücünü mutlak üstünlüklerinden aldı. Tek bir birleşik ulus-devlet yapılanması nedeniyle de, örneğin Avrupa Birliği modelinden tamamen farklı olarak sağlam ve bütünlüklü bir siyasal-hukuksal güç kaynağına dayandı. Fakat her şey zamanla yıpranır ve eski gücünü yitirir. ABD emperyalizmine tartışmasız üstünlüğünü veren iktisadi faktörler bu ülkeyi zirveye taşıdıktan sonra görece bir iniş başlamıştır. Diğer ülkeleri yüksek faizlerle borç batağına sürükleyen bu kapitalist dev, şimdi kendi yatağında derin bir borç yüküyle boğuşuyor. ABD’nin dünya arenasındaki kükremesine, bütçe açıklarının ve cari açığın tetiklediği sorunlar eşlik etmektedir. Sistemin hegemon gücünün içine düştüğü krizin derinliği, sistemin tümünün ne denli kırılgan bir hale sürüklendiğinin de resmidir. Yıllarca önce Troçki, kriz döneminde ABD’nin hegemonyasının, yükseliş dönemine oranla daha açıkça ve daha acımasızca işleyeceğine değinmişti. Önemli gelişmelere dikkat çekiyordu. Örneğin Birleşik Devletler’in uluslararası gücü ve bundan kaynaklanan karşı konulmaz yayılışı, Kuzey Amerikan kapitalizmini modern çağın birincil karşı-devrimci gücüne dönüştürmekteydi. ABD, barış ya da savaş yoluyla gerçekleşmesine bakmaksızın, Avrupanın zararına kendi sıkıntı ve hastalıklarının üstesinden

28

gelmeye çalışacaktı. Böylece Amerikan politikasının genel çizgisi, özellikle onun ekonomik sıkıntıları ve krizi sırasında, tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da çok derin çalkantılara yol açacaktı. Troçki buradan hareketle, ileride devrimci durumların eksik olmayacağı ve Avrupa ile Amerika’nın karşılıklı ilişkilerinin nice devrimci kabarışı tetikleyeceği öngörüsünde bulunuyordu. “Birleşik Devletler’deki büyük bir kriz, yeni savaşlar ve devrimler için tehlike çanlarını çalacaktır”3 diyordu. Bu ve benzeri önemli tespitleri günümüz koşullarında tekrar tekrar hatırlamak gerekiyor. Bugün ABD’nin, dünyada değişen güç dengeleri karşısında yeniden tartışmasız hegemon güç olduğunu kanıtlama çabası en başta kendi çıkarları tarafından güdülüyor. Ancak bu durumun kapitalist sistemin bekasını ilgilendiren bir boyutu da var. Zira sistemin işleyişinin tehlikeye düşmesi durumunda, tek başına Amerikan emperyalizminin çıkarlarının da bir öneminin kalmayacağı çok açıktır. Rakip emperyalist güçler, uzun süren hegemonya savaşlarının dünya kapitalizmini işçi sınıfı karşısında kırılgan hale getirdiğini gördüklerinde hesaplarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalırlar. Nitekim Büyük Ortadoğu projesiyle atağa geçen ABD’ye başlangıçta karşı çıkan Avrupa ülkelerinin, bugünkü sallantılı ve uzlaşmacı tutumu bu gerçeklikle bağıntılıdır.

Uzatmalı kriz dönemi Sovyetler Birliği’nin ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte, kapitalist sistem karmaşık bir denklemin bilinmeyenlerinin tamamen değiştiği yeni bir döneme adım atmış oldu. Dünya üzerinde tek egemen sistem konumuna geçen kapitalizm, bu yeni durumun moral açıdan getirdiği geçici hazla sarhoş olmuşken kendini aniden ürkütücü bir istikrarsızlık ve dengesizlik uçurumunun eşiğinde buluverdi. Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir. Böylece içinden geçtiğimiz dönem, büyük güçlerin kozlarını yeniden paylaşmak üzere kıran kırana rekabete sürüklendikleri bir tarihsel kesit olarak belirginleşiyor. Bu kesit bazı açılardan Birinci Dünya Savaşı konjonktürünü hatırlatıyor. Ama aslında o dönemdekinden daha da derin bir sistem krizi yaşanmaktadır. Bu durum aynı zamanda bir hegemonya krizi olarak somutlanıyor. ABDnin hegemon konumunu tamamen yitirmesi ve yeni bir hegemon gücün kendini kabul ettirmesi şimdilik son derece zor görünüyor. Bu özellik, günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin uzatmalı karakteri hakkında bir fikir vermektedir.


Kasım 2005 • sayı: 8

Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir. Almanya ve Fransa gibi başta gelen Avrupa ülkelerinin burjuvaları, muazzam büyüklükte topraklara sahip bir birleşik devletler topluluğunun rekabetine tek başına karşı koymanın olanaksızlığını nicedir görmüşlerdi. Bu nedenle de daha 20. yüzyılın başlarında Avrupa Birleşik Devletleri ütopyasını geliştirmişlerdi. Ayrı ulus-devletler biçiminde örgütlenmiş kapitalist Avrupa’yı, ABD gibi bir birleşik devletler topluluğuna dönüştürme fikri nihayetinde bir düş olsa da, birleşik Avrupa fikri ekonomik bir topluluk oluşturma düzeyinde ürün verdi. Önce AET ve daha sonra da yeni katılımlarla genişleyen bir AB oluştu. Eğer 20. yüzyılın kapanışında eski dünya dengelerini altüst eden gelişmeler yaşanmamış olsaydı, AB ile ABD arasındaki gerilimin alışılmadık boyutlarda yükselişe geçmesi için bir neden de olmayabilirdi. Ne var ki “sosyalist” blokun çöküşüyle birlikte, eski hesapların mazi olduğu ve artık yeni stratejilerin gündeme getirilmesinin zorunlu hale geldiği nesnel bir ortam oluştu. İlk bakışta bütünüyle kapitalist sistemin yararınaymış gibi görünen bu değişim, kısa bir süre sonra sistemin zaaflarını açığa vurmaya başlayacaktı. Kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki görece sorunsuz yükseliş dönemini kapatmış olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, ABD ile AB arasındaki gerilim de iyice tırmanmaya başladı. Bugün sanki bu iki güç odağı arasında cereyan ediyor görünen hegemonya kapışmasına rağmen, dünya üzerinde egemenlik kurabilmek bakımından Avrupa, ABD ile eşit bir iktisadi ve askeri güce sahip bulunmuyor. ABD’ye rakip Avrupalı güçlerin biraraya gelerek oluşturduğu AB paktının geleceğinin ne olacağı bile belli değil. Bir zamanlar kapitalizmin yarattığı son mucize olarak tapınılan Japonya uzun süredir kendi derdine düşmüş vaziyette. Dünya hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan Rusya, daha bir süre güç toplamaya ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ABD’ye açıktan kafa tutmak henüz işine gelmiyor. Diğer namzetlerden Çin ise, asyatik geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki ataklara hazırlanıyor. Bu gibi nedenlerle şimdilik görünürde daha ziyade AB ve ABD çatışması yer alıyor. Oysa her bir güç odağı esasında yalnızca bugünün koşullarını değil, yarının olası koşullarını da hesaba katmaktadır. Asıl kavga, Rusya ve Çin gibi iki devasa ülkede eski rejimin çöküşüyle başlayan kapitalist inşa sürecinin sonucunda yarın emperyalist sistemin hegemon gücünün kim olacağı üzerine yürü-

marksist tutum

mektedir. Ayrıca, Brezilya ve Hindistan gibi büyük ülkelerde kaydedilen kapitalist gelişimin sistemin yeniden yapılanmasını nasıl etkileyeceği de çok önemli bir faktördür. Emperyalist güçlerin çeşitli bölgelerde sıcak savaşa dönüşen çatışmalarının nedeni, yaşanan gelişmeler sonucunda oluşacak yeni güçler dengesinde elverişli pozisyonlar kapmaya yöneliktir. ABD ideologlarının, içinden geçmekte olduğumuz dönemi uzun süreli savaş dönemi olarak nitelemeleri boşuna değildir. Dünyamız, kıran kırana bir hegemonya kapışmasında yer alacak yeni emperyalist güçlerin sahneye çıkmaya hazırlandığı büyük bir çalkantı dönemine girmiştir. Geçmiş dönemin güçler dengesi gereğince kapitalist sistemin hegemon gücü olmayı sürdüren ABD, karşısına daha önce hesapta bulunmayan yeni güçlerin dikileceğinin farkındadır. Ve aslında bu yeni durumun endişesi içindedir. AB ile ABD arasında artan gerilimin başlıca nedeni de yalnızca iktisadi kriz koşulları veya Ortadoğu petrolleri üzerindeki paylaşım kavgası olmayıp, gelişmekte olan bu yeni durumdur. ABD ile AB arasındaki çekişme yeni başlamamıştır, fakat 21. yüzyılda oluşan yeni dünya koşullarıyla birlikte bu çekişmenin niteliği ve şiddeti de değişmiştir. ABD, “medeniyetler çatışması” veya “uluslararası teröre karşı mücadele” biçimindeki propaganda motifleri eşliğinde yeni bir uluslararası stratejiyi yürürlüğe koymuş bulunuyor. Bu yeni strateji, hegemonya mücadelesini geçmiş dönemin AB veya Japonya gibi bilinen emperyalist güç odaklarına kaptırmamak gibi sıradan hedeflerle sınırlı değildir. Asıl önemli olan geçmiş dönemin emperyalist rakiplerinden çok, gelecek dönemde ABD’nin karşısına dikilecek Rusya ve Çin gibi yeni rakiplerin şimdiden önünü kesebilmektir. Zira, ortaya çıkmaya başlayan bu yeni emperyalist güçlerin daha da kuvvetlenmesi, zamanla bunların AB ya da Japonya gibi eski rakiplerle yeni iktisadi bloklar oluşturması, ABD’nin hegemonyasını yalnızca sarsmakla kalmaz. Bu tip gelişme olasılıkları, ABD açısından kendi hegemon konumunu sona erdirme potansiyeli taşıyan gerçek bir tehlike kaynağıdır. O nedenle ABnin nereye evrileceği, Türkiye gibi bir ortağı içine kabul ederek sınırlarını Ortadoğu’ya genişletip genişletmeyeceği muamması asla dinsel ve kültürel ya da salt günün görünebilir iktisadi sorunlarıyla sınırlı bir boyuta sahip değildir. Bu, yarınki büyük kapışmalara endeksli devasa bir problemdir. Yarınki büyük kapışmalar için bugünden önemli mevziler tutma yarışında ABD hanidir ipi öncelikle göğüsleme telâşı içindeydi. İşte bu koşullarda gündeme gelen 11 Eylül 2001 saldırısıyla birlikte ABD atağa geçti. SSCB egemenliğindeki blokun çöküşünden sonra Balkanlar’da yürütülmüş olan paylaşım savaşının ateşi doğru dürüst sönmemişken, bu kez Orta Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’ya koskoca bir bölge ateşe verildi. Avrasya denilen bu geniş coğrafyada biri bitmeden diğerinin başlatılmak is-

29


Kasım 2005 • sayı: 8

marksist tutum

tendiği bir emperyalist savaşlar zinciri gündeme getirildi. ABD, yarınki olası rakipleri Rusya ve Çin’in burnunun dibine sokulmaya, mümkünse içlerine doğru uzanmaya ve kontrol altına almayı tasarladığı bölgelerde askeri üsler, askeri birlikler konuşlandırmaya çalışıyor. Türkiye’nin ünlü 1 Mart tezkeresi sorunuyla patlak verip, takiben ABD’nin İncirlik üssüne yönelik istemlerinde somutlanan askeri planlar da bu durumun bir uzantısıdır. Amerikan emperyalizmi bu planlarını yaşama geçirerek, yarının olası gelişmelerini bugünden doğrudan kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Ortadoğu ve diğer bölgelerde çıkartılan emperyalist savaşlar, yalnızca üç beş savaş baronunu zengin etmek ya da o bölgelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak gibi alışıldık ve neredeyse sıradanlaşmış gayelerin ötesine geçen büyük bir paylaşım savaşının halkalarıdır. İçinden geçtiğimiz süreçte ortaya çıkabilecek geçici yumuşama evreleri ve dönemsel ateşkes aralıkları bizleri yanıltmasın. Kapitalist sistemin birikmekte olan ve daha da birikecek sorunları çok ciddidir. Bu bakımdan, Irak savaşının Bush’un aptallığı veya ABD’nin orada yeni bir Vietnam bataklığına saplandığı gibi argümanlar eşliğinde hafife alınarak geçiştirilmesi doğru bir eğilim değildir. Kuşkusuz daha önce benzeri örneklerde yaşandığı üzere, haksız bir savaşa karşı dünyada ve ABD içinde pekâlâ dikkate değer bir muhalefet gelişebilir. Veya Amerikan emperyalizmi, icabında kendini dünya kamuoyuna başka bir maskeyle sunabilmek için, misyonunu tamamlayan Bush’u ya da benzeri politikacıları günah keçisi ilan edip bir kenara atabilir. Ne var ki tüm bu olasılıklara karşın, ABD’nin Suriye ve İran gibi ülkeleri sıraya dizerek emperyalist savaş alanını genişletme planları mevcuttur ve bu gibi planları yalnızca bir blöf olarak değerlendirmek, emperyalist savaş gerçeğini küçümsemek anlamına gelir. Ortadoğu ve diğer bölgelerde çıkartılan emperyalist savaşlar, yalnızca üç beş savaş baronunu zengin etmek ya da o bölgelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak gibi alışıldık ve neredeyse sıradanlaşmış gayelerin ötesine geçen büyük bir paylaşım savaşının halkalarıdır. ABD emperyalizmi, Japonya’nın ilerdeki önlenemez yükselişini frenleyebilmek için İkinci Dünya Savaşı bitiminde Hiroşima ve Nagazaki’de yaşamı nükleer bombalarla kavurmakta tereddüt etmemişti. Rekabet hırsıyla gözü dönmüş kapitalist güçlerin bugün de aynı şeyleri yapabilecekleri aşikârdır. İran’daki siyasal rejimin İsrail’e yönelik tehditleri bahanesiyle bölgede nükleer bir savaşın gündeme getirilmesi pekâlâ olasıdır. Ayrıca, ABD’nin Rusya ve Çin gibi geleceğin rakip güçleriyle şimdilik sözde dostane ilişkiler sergilemesi kimseyi yanıltmasın. Sermayenin karakteri zaten bu ikiyüzlülüğüdür. Bir yandan bugün kuzu postuna bürünüp ticari ilişkileri geliştirirken,

30

diğer yandan rahatlıkla yarın kurt dişlerini göstereceği sinsi savaş planlarını yürütür. Rakip emperyalist güçler arasındaki kapışmalar nedeniyle çeşitli ülke halklarının başına örülen çoraplar, küreselleşen kapitalizm altında dünyayı daha nelerin beklemekte olduğunu göstermektedir.

Yalan imparatorluğuna son! Küreselleşmenin, iktisadi ilişkilerin artan entegrasyonu nedeniyle her yerde sağlıklı bir büyümeyi kamçılayacağı ve dolayısıyla kapitalizmin bunalımına son vereceği iddia ediliyordu. Oysa gerçekleşen, tüm dünyaya yayılan ve kapitalizm yanlısı yazarları bile derin endişelere sürükleyen bir durgunluk eğilimi ve art arda patlak veren iktisadi krizler oldu. Küreselleşmenin kitlelerin yaşam koşullarında iyileşme sağlayacağı söyleniyordu. Fakat ‘80 sonrası dönem, bir zamanlar gelişmiş kapitalist ülkelerde onca reklâmı yapılan “refah devleti” veya “sosyal devlet” balonunun patlamasıyla belirginleşti. Küreselleşme işsizliği azaltacak denildi, halbuki kronikleşen işsizlik artık çözüm bulunamayacak yapısal bir nitelik kazandı. Teknolojik gelişmenin iş saatlerini düşüreceği, robotlaşmanın insanı çalışmanın ağır yükünden kurtaracağı fantazileriyle sevimli bir kapitalist dünya tablosu çizen globalizm yanlılarının yalan balonları da çabuk söndü. Kapitalizm altında yaşanan gelişmeler, işçi-emekçi kitlelerin yaşamına daha uzun çalışma saatleri, daha ağır bir iş yükü ve artan işsizlik şeklinde yansıdı. Kapitalist gelişmeyle birlikte sermayenin organik bileşimindeki yükseliş ortalama kâr oranını düşürdüğünden, dünyanın tüm burjuvaları gözlerini işçi ücretlerine ve sınıfın tarihsel mücadelelerle elde ettiği sosyal kazanımlara dikmişlerdir. Ücretlerin düşürülmesi genel bir politika olarak benimsenmiştir. Burjuva hükümetler sosyal harcamaların bütçeye getireceği ek yüklerden kurtulup, işçi-emekçi kitlelerin sırtından sağlanan fonları daha fazlasıyla askeri harcamalara tahsis etmektedirler. Böylece işin gerçeğinde, küreselleşen kapitalizmin büyüyen krizlerinin işçi-emekçi kitlelere ne getirdiği bellidir. Günler, işçi ücretlerindeki düşüşler, sendikal hareketi güçsüz kılmaya yönelik tertipler, sosyal harcamalardaki kesintiler, artan militarizasyon, tırmanan gerginlikler ve yeni emperyalist savaş hazırlıklarıyla ilerliyor. Yaşanan tüm bu gelişmeler Marksizmin öngörülerini doğrulayıp, burjuva ideolojisinin yaydığı safsataları da çürütmektedir. Gerçekler, burjuva ideologların yıllardır sakız gibi çiğneyip durmaktan pek hoşlandıkları iddiaların tam tersi yöndedir. “Yeni dünya düzeni” dedikleri şey, dünya genelinde haksız savaşları, devlet terörünü, faşizan eğilimleri körükleyen, çeşitli ülkeleri belirsizlik ve kaos girdabının içine çeken bir dönem olarak çıkagelmiştir. Küreselleşme insanlığa küresel bir refah değil, sermayenin işçi haklarına küresel saldırısını, dünya işçi sınıfının


Kasım 2005 • sayı: 8

küresel yoksullaşmasını getirmiştir. Kapitalizmin küresel ölçekte yayılımının kapitalist işleyişi özde bir değişikliğe uğratmadığı ve uğratmayacağı çok açıktır. Bu sistem yine eskisi gibi işçi sınıfının alın terinden elde edilen artı-değer sömürüsü sayesinde varlığını sürdürüyor ve bu gerçeklik değişecek değildir. Teknoloji alanında kaydedilen sıçramalı gelişimin işçi sınıfını giderek ortadan kaldırdığı veya yoğun makinalaşma nedeniyle ucuz işçi ücretlerinin artık önemini yitirdiği iddialarının niteliği ortadadır. Tüm bunların, bizzat yaşanmakta olan gerçeklerin sınavından geçemeyen palavralar olduğu kanıtlanmıştır. Kapitalizm 20. yüzyılın son demlerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde haftalık çalışma saatlerinin ücret kaybı olmaksızın 30 saate indirilebileceği yönünde umutlar yaratmıştı. Fakat yeni milenyuma girildiğinde görüldü ki, işçi sınıfının iş bulabilen “şanslı” bölümü yaşayabilmek için fazla mesailer ve ek işlerle çalışma saatlerini ikiye katlamaktadır. Sınıfın işsiz kesimi ise, açlık, yoksulluk ve umutsuzluğun girdabında adeta “uçurum insanları”na dönüşmüştür. Bu bağlamda uzun söze bile gerek kalmadı. Bizzat emperyalist güç odaklarının seçkin ideologlarından, Dünya Bankası benzeri tepe organizasyonların içinden yükselen sesler ve bu çevreler arasında gün geçtikçe yitirilen iyimserlik, olası bir toplumsal kriz nedeniyle büyüyen korkularını yansıtıyor. Yaşam gerçekten de çelişkiler içinde yol alıyor. Küresel kapitalist gelişme bir yandan dünya ölçeğinde sosyalizmin nesnel temelini döşerken, diğer yandan kapitalizmi insan soyu açısından daha da tehlikeli ve katlanılmaz bir sistem kılmıştır. Bu nedenle küresel kapitalizmin savunulması değil, yıkılması gerekiyor. Diğer yandan günümüz koşulları, oportünist tutumların hafifmeşrepliğini kaldıramayacak kadar ciddi sorunlarla yüklüdür. Örneğin küreselleşmeye karşı çıkar görünüp kapitalizme esastan karşı çıkmayan bir muhalif anlayışın inandırıcılığı olmadığı gibi gerçek bir mücadele kapasitesi de yoktur. Hatta bu tür anlayışlar küreselleşme karşısında vurguyu ulusallığa ve ulus-devletin savunusuna yaptıkları ölçüde burjuva milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmekten başka bir işe de yaramayacaklardır. Dünya burjuvazisinin kapitalist küreselleşmeyi insanlığın çıkarına yeni bir dönem olarak sunması büyük bir yalandır. Tam tersine, kapitalist sistem insanlığı artık bir yokoluş tehlikesinin eşiğine getirmiştir. Kapitalizm altında üretici güçler çoktandır özel mülkiyet ve ulus-devlet engeline takılmıştır; artık bu engellerin ortadan kaldırılması gerekiyor. Mevcut üretici güçler, dünyaya huzur getirecek bir işçi iktidarı altında çok kısa sürede yeryüzünden açlığın, yoksulluğun, hastalıkların ve mutsuzluğun silinmesini mümkün kılabilir. Oysa kapitalist rekabet ve kâr hırsının esareti altındaki modern teknoloji, yer yuvarlağımız üzerindeki milyonlarca yoksul ve masum insanın üzerine her geçen gün daha da fazlasıyla ölüm kusmakta-

marksist tutum

dır.

Burjuva medyanın kitlelerin tarihsel hafızasını silmek amacıyla yoğun bir yaylım ateşini sürdürmesi boşuna değil. Emekçi kitlelerin bir an için bu ideolojik bombardımanın etkisinden kurtulup, kapitalizmin insanlık âlemine yaşattıklarını hatırlaması burjuva egemenliği için ölümcül bir tehlike olurdu. Kapitalizm büyük bunalımlarını nice insanın yaşamına kasteden haksız savaşlarla atlatabilen bir sistemdir. Bu sistemin yeniden “yapabilmesi” için önce yıkması gerekmektedir. Birinci emperyalist paylaşım savaşı on beş milyonu aşkın insanı yok etmişti, ikincisi elli milyondan fazla insanın canına kıydı. Ya bugünkü? Dünyayı parlak ışıkların yanıp söndüğü bir bolluk diyarına dönüştürdüğü söylenen kapitalizm, aslında dünyayı insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamayan zararlı bir tüketim cangılına çevirdi. Bu sistem artık, insanı, yeri, göğü, tüm doğayı katlamalı bir hızla mahveden bir terminatör (yok edici) gibi ilerliyor. Tüm canlı yaşamı bu terminatörün elinden kurtarmak için zaman daralıyor. İnsanlığın kurtuluşu, dünyanın tüm işçi ve emekçi kitlelerinin silkinip kendine gelmelerine ve bu vahşet düzenine son vermek üzere örgütlenip ayağa dikilmelerine bağlı. Bugünkü ve gelecekteki kuşakları kapitalizmin vahşetinden kurtarıp özgürlüğe kanat açmak ve gezegenimizi bu sömürü, baskı ve savaş düzeninin zehirli atıklarından kurtarıp yaşanabilir bir cennete dönüştürmek bu sayede mümkün olacak. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.

1

2

3

————————————— Bu iki ülke iktisadi büyüme oranları bakımından ABD’nin önünden koşuyorlar. Son tahminlere göre ABD’de yüzde 3,6 oranında büyüme beklenirken, bu rakam Rusya için yüzde 6’ya, Çin içinse yüzde 8’e yükseliyor. Burada yeri gelmişken, çeşitli ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumları hakkında fikir verecek olan bazı rakamları sıralayalım. IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü 2004İlkbahar raporuna göre dünya GSYH’si yaklaşık 37 trilyon dolardır. ABD 11,7 trilyon dolarla dünya GSYH’sinin takriben üçte birine sahip bulunuyor. İkinci sırada yer alan Japonya’nın GSYH’si 4,7 trilyon dolar. Diğerleri sırasıyla şöyle: Almanya: 2,7 trilyon dolar; İngiltere: 2,1 trilyon dolar; Fransa: 2 trilyon dolar; İtalya: 1,7 trilyon dolar. Kanada ve İspanya’nın GSYH’si ise 1 trilyon dolara yaklaşıyor. Dünyanın en büyük 21 ekonomisi sıralamasında gelişmekte olan ülkeler grubu içinde en başta yer alan Çin 1,7 trilyon dolarlık GSYH’siyle aslında İtalya ile aynı konumu paylaşıyor. Bu grupta yer alan belli başlı diğer ülkelerden Meksika: 677 milyar dolar; Hindistan: 661 milyar dolar; Brezilya: 600 milyar dolar; Rusya: 583 milyar dolar; Tayvan: 305 milyar dolar ve 21. sıradaki Türkiye: 300 milyar dolar. Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.14

31


Küresel Isınma Vedat Karpat

Bu üretim sistemi altında, yani kapitalist bir dünyada, ne doğanın ne de insanlığın kurtuluşu söz konusu olabilir. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu birbirinden bağımsız değil, tam tersine birbirine göbekten bağlıdır. Çevre sorunlarının özü toplumsaldır, yaşadığımız üretim sistemine bağlıdır. Ve bu üretim sistemi ortadan kaldırılmadığı sürece, doğanın bu şekilde kullanımı ve böylece de yok olma süreci durdurulamaz. Bir kez daha hep bildiğimiz ve yinelediğimiz o söz bütün gerçekliği ve canlılığı ile kendisini doğruluyor: Kapitalizm öldürür! Ya sosyalizm ya yok oluş!

32

K

apitalizm sadece savaşları ve sömürü mekanizması ile insanlığı tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda daha fazla kâr edebilme arzusu temelinde doğayı da mahvediyor. Bugün insanlık kapitalizmin yarattığı yoksulluk, açlık, sefalet ve savaşlar gibi büyük sorunlarla uğraşmakla birlikte, günümüzde bunlara küresel ısınmadan kaynaklı yıkıcı büyük afetler de eklenmeye başlandı. 1980’li yılların başında bilim adamları tarafından kabul edilen bir gerçeklik haline gelen küresel ısınmanın etkilerini özellikle 1990’lı yıllardan itibaren görmeye başladık. 19. yüzyıl ortalarından itibaren, iklimin doğal değişimlerinin yanında, bu değişimlere insanın etkisinin olup olmadığı konusu “sessizce” konuşulmaya başlanmıştı. Ancak bu konu üzerinde yüksek sesli tartışmalar 20. yüzyılın ortalarına kadar yapılamadı. 1970’li yıllardan itibaren yapılan bilimsel araştırmalarla “insanlığın küresel ısınma üzerindeki etkileri” ortaya çıkarıldı. İşte bu araştırmaların sonuçlarına göre, bugün “insan etkinlikleri” sonucunda, 1850 yılına göre atmosferdeki CO2 (karbondioksit) oranı %31, metan gazı %151 artış göstermiştir. Sera gazları olarak adlandırılan bu gazların atmosferdeki olağanüstü artışı, güneş ışınlarının atmosferde daha fazla hapsolmasına ve sonuç olarak yer yüzeyi sıcaklığının artmasına yol açmaktadır. Bilim adamları buna sera etkisi diyorlar. Bu durumun sonucu olarak, 1800’lü yıllardan itibaren ortalama yer yüzeyi sıcaklığının 0,4 ilâ 0,8 °C arasında arttığı tespit edilmiştir. Aynı zamanda sıcaklıkların 1976 yılından itibaren her on yılda 0,15 °C arttığı da bir başka bilimsel araştırmanın bulgusudur. Bu birkaç derecelik sıcaklık artışları küçük gibi görünebilir, ama gerçekte çok büyük değişiklikler anlamına gelmektedir. Bilim adamları bu artışın 2 °C’yi geçmesi halinde dünyanın geri dönüşsüz biçimde zarar göreceğini söylüyorlar. Bu yüzyılın sonuna kadar bu eşiğin aşılması büyük bir olasılık olarak görülüyor. Artışın en gözle görünür etkisi, gece-gündüz arasındaki sıcaklık değişimlerinin azalması, yaz-kış sıcaklıklarının birbirine yaklaşması ve iklim kuşaklarının değişmesidir. Bu


Kasım 2005 • sayı: 8

Yaşadığımız dünya defalarca buzul çağına girdi ve buzul çağından çıkarak ısındı. Bugün de dünya büyük çaplı bir iklimsel değişim sürecinin eşiğine gelmiş gibi görünüyor. Ancak bu değişim süreci dünyanın daha önceden defalarca yaşadığı doğal değişim süreçlerinden farklı olarak bu kez “insan faktörü”nü de barındırıyor ve bu faktör nedeniyle değişim süreci hızlanmış durumda. ise binlerce canlı türünün, yaşam koşullarındaki değişiklik nedeniyle yok olması demektir. Yaşanan tayfunların, kasırgaların, deniz suyunun sıcaklığının artması sonucu ortaya çıktıkları biliniyor. Dolayısıyla küresel ısınmayla birlikte bunların sayısında ve şiddetinde büyük artışların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. ABD’de yaşanan son tayfunun yol açtığı felâket tablosu, yaşanabilecekler hakkında bir ipucu sunsa gerek. Küresel ısınmanın bir başka sonucu da, yağış rejimlerinin değişmesi neticesinde, yağış alan bölgelerin daha çok yağış alması, kurak bölgelerin ise iyice kuraklaşmasıdır. Bu durum ise milyonlarca insanı açlık ve susuzluk tehlikesinin beklediğini gösteriyor. 20. yüzyıl boyunca zaman zaman inişler olsa da genel bir artış eğilimi içinde gördüğümüz sıcaklıklar, 1990’lı yıllar boyunca rekor üzerine rekor kırdı. 1998 yılı yüzyılın en sıcak yılı olurken, ardından gelen yıllar bu rekoru tekrar tekrar kırdı. En son yapılan ölçümlerde 2003 yılı en sıcak yıl olarak kayıtlara geçti. Son aylarını yaşadığımız 2005 yılının ise en sıcak yıl olması bekleniyor. Sonuç olarak her yıl bir öncekinden ortalama olarak daha sıcak olma eğilimindedir. Evren ve bunun içinde bulunan dünya başından beri sürekli değişimler, başkalaşımlar yaşadı. Yaşadığımız dünya defalarca buzul çağına girdi ve buzul çağından çıkarak ısındı. Bugün de dünya büyük çaplı bir iklimsel değişim sürecinin eşiğine gelmiş gibi görünüyor. Ancak bu değişim süreci dünyanın daha önceden defalarca yaşadığı doğal değişim süreçlerinden farklı olarak bu kez “insan faktörü”nü de barındırıyor ve bu faktör nedeniyle değişim süreci hızlanmış durumda. İşte tartışma da bu noktadan ortaya çıkıyor. Egemenlere göre, bilinçsiz olan insanlık doğayı kötü kullanarak, sürekli üreyip yeryüzüne yayılarak vb. doğayı değiştirmektedir. Peki gerçekten de doğanın yok olma sürecini tetikleyen insanlık mıdır, yoksa içinde yaşadığımız bu kapitalist üretim sistemi midir?

Kapitalist üretim ve doğa Dünya üzerinde kapitalizmin nüvelerinin belirmesi ve sürecin ilerlemesiyle birlikte insanlık bambaşka bir yola girmiş oldu. Modern kapitalist üretime geçişle birlikte daha fazla kâr amacıyla üretimin arttırılması, çok daha fazla miktarlarda hammadde ihtiyacını doğurdu. Ham-

marksist tutum

maddenin temel kaynağı olan doğa her geçen gün bir öncekinden daha fazla sömürülmeye başlandı. Yeni hammadde kaynakları bulabilmek için yeni coğrafyalar keşfedildi. Kapitalist üretim biçiminin dünyanın her yerine yayılması, kendine yeni yeni hammadde kaynakları bulması çok uzun zaman almadı. Sanayileşme sürecinde gerek fabrikalara yer açmak amacıyla gerekse de tarımsal üretimi arttırmak üzere yeni tarım alanları elde etmek için ormanlar yakılmaya başlandı. Ayrıca bu fabrikalarda çalışacak işçilerin barınabilmeleri için de yer gerekliydi. Yeni yerleşim yerlerinin kurulması için dönümlerce ormanlık alan yok edildi. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde büyük sanayi şöyle anlatılır: “Dünya tarihini ilk olarak hakiki bir şekilde bu büyük sanayi yarattı. Ve bunu, bütün medeni milletleri ve bu milletlerin her ferdini, ihtiyaçlarını tatmin etmek bakımından dünyanın geri kalan bütününe tâbi kılabildiği ölçüde gerçekleştirdi ve böylece milletlerin daha önceki o tabii yalnızlığını ve birbaşınalığını ortadan kaldırdı. Tabiat bilimlerini sermayenin kölesi haline getirdi ve işbölümünün son tabii veçhesini de yok etti. Emek içinde mevcudiyeti mümkün olan bütün tabii unsurları, genel olarak ortadan kaldırdı ve bütün tabii ilişkileri para ilişkileri haline getirecek şekilde değişikliğe uğrattı. Tabii şehirlerin yerine, üç beş gün içinde yerden mantar gibi biten büyük sanayi şehirleri peydahladı. … Ticaret şehirlerinin kır üzerindeki zaferini kesin noktasına ulaştırdı.”1 Doğa, insanlığın doğuşundan bu yana, böyle bir toplu saldırı ile karşılaşmamıştı. Sanayi devriminin hemen ardından doğada büyük değişimler gözlenmeye başlandı. Daha sanayi devriminin ilk yıllarında büyük fabrikaların çevresinde bulunan yeşilliklerin renkleri solup grileşmişti. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında Engels’in bu dönemdeki değişmeleri tasvir ettiği bölümler bunu açık bir şekilde sergiler: “kasabalar ise çirkin konut bloklarıyla, yollarıyla, arka sokaklarıyla kötü ve düzensiz kurulmuştur; kömür dumanı kokar, buraların yaygın yapı malzemesi bir zamanlar parlak kırmızı olan tuğlalar zamanla siyahlaşmış, donuk bir renge dönüşmüştür.”2 Doğadaki bu değişimin o dönemdeki asıl kaynağı yoğun kömür kullanımıydı. Bugün kömürün yoğun bir biçimde kullanımı ortadan kalktı ve yerini çok daha fazla enerji içeren petrol, petrol ürünleri veya kapitalist piramidin üstünde bulunan ülkelerde nükleer enerji aldı. Çünkü ne kadar çok enerji üretilirse, o kadar fazla makine kullanılabilir ve böylece o kadar çok üretim yapılabilirdi! Kömürün ve ardından petrolün yoğun olarak kullanılması sonucunda değişen, sadece evlerin ve yeşilliklerin rengi değildi. Asıl değişim doğanın derinliklerinde karşılığını buldu. Yoğun kapitalist sanayileşme sonucunda atmosfer derinden yaralandı. 19. yüzyıldaki sanayi devriminin başlarında atmosfer-

33


marksist tutum

deki karbondioksit miktarı 270 ppm seviyesinde iken, 2004’te 375 ppm seviyesine ulaştı. Ancak bu artışın büyük bir kısmı son 30 yıllık zaman dilimi içinde yaşandı. Eğer kapitalizm hâlâ alaşağı edilmemiş ve dünya da yok olmamışsa, şu anki tahminle 21. yüzyıl ortalarında 450 ppm seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu rakam sanayi devrimi öncesi seviyenin iki mislidir. Kapitalizmden önceki toplumlarda varolan çevre sorunları lokal düzeylerde kalan ve doğanın üstesinden gelebileceği sorunlardı. Ancak, anarşik yapısı ve doğayı ve insan emeğini alabildiğine sömürme eğilimiyle, kapitalizm, doğanın kirlenmesinde, bozulmasında büyük bir sıçrama yaratmıştır. Bugün yaşadığımız iklimsel değişim her ne kadar doğanın yaşadığı bir sürecin başı ya da sonu gibi görünüyorsa da, bu değişim insanlığın kapitalist üretim sistemiyle körüklediği bir değişimdir. Bu değişim, doğayı hor kullanmanın, yaşadığımız dünyayı sadece sınai üretimin hammadde deposu ve bir çöplük olarak görmenin yarattığı bir değişimdir. Marx’ın açıkladığı gibi, insanoğlu doğaya egemen olduğu oranda doğayı sömürmeye başladı. Ve bugün doğa alarm sinyalleri veriyor. Ozon tabakası delindi, buzullar eriyor, hava sıcaklıkları artıyor, denizler, nehirler ve içme suyu kaynakları kirlendi. Artık nefes aldığımızda ciğerlerimize daha fazla karbondioksit giriyor. Her gün birçok canlı türü yok oluyor. Ve her geçen gün kapitalizm insanlığı bir yok oluşa doğru yaklaştırıyor.

Burjuvazinin çözüm arayışlarının ikiyüzlülüğü Küresel ısınma tezleri 1980’li yıllarda ciddi olarak incelenmeye başlanmıştı. 1992 yılında bir çözüm getirebilmesi umuduyla Rio toplantıları yapıldı. 1995 yılının sonlarına doğru IPCC (Uluslararası İklim Değişikliği Paneli)

34

Kasım 2005 • sayı: 8

tarafından açıklanan raporda, yaklaşık 2000 bilim adamından gelen verilere dayanılarak, iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, “insan etkilerinden” kaynaklı olduğu açığa kavuştu. Kuşkusuz bunlar burjuvazinin bilim adamlarıydılar ve suçu genel olarak insanlığın üzerine atarak kapitalizmi aklıyorlardı. Hatta dünyanın en büyük kapitalistlerinin temsilcisi olan G. W. Bush, dünyadaki karbondioksit salınım miktarının artmasının asıl sebebinin büyük baş hayvanların gaz çıkarmaları olduğunu bile iddia etmişti. Bütün ayak diremelere ve petrol tekellerinin karşı koyuşlarına rağmen, Nisan 1997’de, Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların salınımını engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Kyoto protokolü3 karbondioksit salınım miktarlarının 1990 yılı baz alınarak önce sabitlenmesini, ardından azaltılmasını şart koşuyordu. Kapitalizmden önceki toplumlarda varolan çevre sorunları lokal düzeylerde kalan ve doğanın üstesinden gelebileceği sorunlardı. Ancak, anarşik yapısı ve doğayı ve insan emeğini alabildiğine sömürme eğilimiyle, kapitalizm, doğanın kirlenmesinde, bozulmasında büyük bir sıçrama yaratmıştır. 1997 yılında ortaya çıkan Kyoto Protokolü ancak 2005 Şubatında yaşama geçirilebildi. Ama bu protokol adeta ölü doğan bir bebek gibidir. Nitekim dünya nüfusunun %5’ini barındırıp, karbondioksit salınımı olarak dünyadaki toplamın %25’ini gerçekleştiren ABD, Kyoto Protokolünü imzalamadı ve imzalamamaya devam ediyor. Öte yandan Kyoto Protokolü ile sadece 1990 yılının salınım miktarlarının geçilmemesi hedefleniyor. Bu ise burjuvazinin bir şey yapıyormuş gibi görünüp aslında yapmadığını açıkça ortaya koyuyor. Eğer karbondioksit emisyonunun tamamen durdurulmayıp da azaltılmasıyla yetinilirse, açıktır ki atmosferdeki karbondioksit miktarı azalmayacaktır. Küresel ısınmanın baş sorumlusu olan sera etkisi yaratacak gazlardan kurtulmak için fosil kökenli yakıtların kullanımının sınırlanması değil, tamamen bırakılması gerekir. Fosil yakıtlara alternatif olarak sunulmaya çalışılan nükleer enerji kapitalistlerin bir başka ikiyüzlülüğüdür (bkz: Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci


Kasım 2005 • sayı: 8

Yay.). Bu yakıtlar yerine çok daha zararsız olan hidrojen, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi ve füzyon teknolojisi gibi alternatif enerji kaynakları kullanıma açılabilir.

Tek çözüm kapitalizmi ortadan kaldırmaktır Kapitalistler dünyayı ve dünyadaki yaşamı hiçe sayıyorlar. Burjuvazi için önemli olan insanlığın nasıl ve hangi şartlar altında yaşadığı değildir. Burjuvazi dünyadaki sıcaklıkların artması ve buna bağlı olarak insanlığın yok olması olasılığını değil, sadece kendi cebine girecek olan paraların sıcaklığını düşünür. Çünkü onun için yaşamın yegâne anlamı daha fazla kâr etmektir. Kârlarının azalmasını istemeyen kapitalistlerin çözüm olarak ortaya sundukları projeler sahtekârlık ve göz boyamadan başka bir şey değildir. Kapitalizm daha fazla kâr edebilmek için bir yandan teknolojiyi geliştirirken, bir yandan da onun insanlığın yararına ve sınırsızca gelişmesinin önünde en büyük engeli teşkil ediyor. Teknolojik gelişme insanlığın yaşamını kolaylaştırmaktan çok burjuvazinin kârını arttırmaya endeksleniyor. Bütün bunların sonucunda doğa tahrip ediliyor ve insanlığın yaşam kaynakları bir bir kurutuluyor. Bu üretim sistemi altında, yani kapitalist bir dünyada, ne doğanın ne de insanlığın kurtuluşu söz konusu olabilir. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu birbirinden bağımsız değil, tam tersine birbirine göbekten bağlıdır. Çevre sorunlarının özü toplumsaldır, yaşadığımız üretim sistemine bağlıdır. Ve bu üretim sistemi ortadan kaldırılmadığı sürece, doğanın bu şekilde kullanımı ve böylece de yok olma süreci durdurulamaz. Bir kez daha hep bildiğimiz ve yinelediğimiz o söz bütün gerçekliği ve canlılığı ile kendisini doğruluyor: Kapitalizm öldürür! Ya sosyalizm ya yok oluş!

————————————— 1 Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sosyal Yay., 1968, s.106-107 2 Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay., 1997, s.92 3 bkz: Ozan Demirci, Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü, www.marksist.com

marksist tutum

Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Chris Thomas tarafından Nature dergisinde yayınlanan bir yazıda “küresel ısınma 2050’ye kadar bitki ve hayvan türlerinin dörtte birini ya da 1 milyondan fazlasını yok edecek” denmektedir. Otomobiller ve fabrikaların gaz yayılımında en büyük etkenler olduğunu vurgulayan Thomas, yayılan gazların, 21. yüzyılın son yıllarına doğru ortalama sıcaklıkları tarihte görülmemiş düzeylere yükselteceğini belirtmekte. Ve eğer bir çözüm üretilmezse, türlerin kitlesel tükenişlerinin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşabileceğine dikkat çekmekte. Yerkürede 1992 verilerine göre 12,5 milyon tür yaşamaktadır. Bu türlerin insan marifetiyle yok olma hızları doğal yok olma hızlarının 100 ila 1000 katı olarak tahmin edilmektedir, bu eğilim devam ederse 50 ilâ 100 yıl içerisinde mevcut türlerin %10-50’sinin yok olacağı hesaplanmaktadır. Bugün doğadaki kuş türlerinin yaklaşık %15’i –ki bu 1000 türe karşılık geliyor– tükenme tehdidi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Doğadaki besin zincirinin bir kez kırılması inanılmaz sonuçlara yol açacağından canlı türlerinin bazılarının ortadan kalkması, diğer canlı türlerini de doğrudan etkileyecektir. Dünya besin üretimi giderek sınırlı sayıda bitki türü ve çeşidine bağımlı hale gelmektedir. Balık stoklarının %47’si tamamen tüketilmiştir; %18’i aşırı tüketildiği için yok olmaktadır, %10’u ise aşırı tüketildiği için verimliliğini yitirmiştir. Okyanuslarda birikmiş olan karbon miktarları yüzünden okyanusların asitliği artmıştır. Bu, balıkların yaşamını doğrudan etkileyecek bir durumdur. Hepsi birer karbon emme makinesi olan mercanların yavaş yavaş ortadan kalktığı görülüyor. Böyle bir durum doğadaki karbon zincirinin kırılmasına ve buna bağlı olarak karbondioksit emisyon miktarlarının inanılmaz boyutlarda artmasına sebep olabilir. Yapılan araştırmalara göre, dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyıl boyunca 0,6 ºC kadar artmış, son kırk yıldır atmosferin 8 kilometrelik alt kısmında sıcaklıklar yükselmiş, kar örtüsü ve buzlanma ise %10 civarında azalmıştır. Bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, 11 bin 700 yıl önce Afrika’yı etkisi altına alan hava dalgasıyla oluşan Kilimanjaro buzulu erimeye başladı. Science dergisinde yayımlanan araştırmada, “uydu verilerine bakılırsa, 2020 yılında Kilimanjaro’nun beyaz şapkası yok olacak” deniliyor. Yok olacağından söz edilen Kilimanjaro’nun tepesinde bulunan buz tabakası, şu anda bile susuzluk çeken Tanzanya’nın nehirlerini besleyen ana kaynak. 2025 yılı itibariyle dünya nüfusunun neredeyse yarısının su kıtlığıyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Halihazırda dünyadaki her altı kişiden birinin mutlak açlık sınırının altında yaşadığı da dikkate alındığında, kapitalizmin yarattığı felaketin boyutları daha net kavranabilir.

35


“Zamanımız Yoktu, Mücadele Edemedik!” Aylin Dinç

B

ugün kapitalist sisteme mücadele etmeden koparıp atamayacağı zincirlerle bağlı her işçi, daha önceki sömürü sistemlerinde ezilenlerin hayatının ne kadar katlanılmaz olduğunu düşünülebilir. Geleceğin komünist toplumunun insanı için ise çok daha hayrete düşürecek veriler bırakacağımızdan kimse kuşku duymasın. Mücadele etmek için uygun ruh hali, uygun zaman ve uygun koşullar bulamamış, patronlardan arta kalan zamanı da kölece yaşamaya harcamış işçi kuşaklarını incelemeye değer bulurlar herhalde! İnsanın özelliği özgürlük, mutluluk ve insanca yaşamak için, kendisinden sonraki kuşaklara yani çocuklarına insanca bir yaşam bırakmak için mücadele etmektir. Ama ne yazık ki sınıflı toplumlar ortaya çıktığından bu yana, toplumda insanların büyük bir kısmı için özgürlüğün, mutluluğun anlamı değiştirildi. Binlerce yıl köle, serf ya da kul durumunda olan insanlar, içinde bulundukları sömürü sistemlerinin değirmenini döndürmek için gözleri dağlanan yük hayvanları gibi yaşadılar. Köleler, serfler ve Asyatik toplumun kulları, hem içinde bulundukları koşulların tanrı buyruğu olduğuna inandırıldıklarından hem de daha fazla zulüm görmemek için, aynı zulüm ve kölelik koşullarını çocuklarına devrettiler. Kapitalist sistem de işçi sınıfını razı ettiği yaşam tarzıyla, işçilerin kafasında binbir türlü yanılsama yaratmıştır. Kölelik düzeninde, azat edilmek istendiğinde, “efendim olmazsa ben kime hizmet edeceğim, efendim ona olan hizmetimden memnun değil mi?” diye sızlanan köle gibi, sınıf bilincinden yoksun işçiler de “patronlar olmazsa kim bize iş verecek, kim çocuklarımızın karnını doyurmamızı sağlayacak?” sorusunu sormaktadırlar. Oysa işçileri besleyen patronlar değil, tam tersine patronları besleyen, palazlandıran, onlara kâr üstüne kâr kazandıran işçilerin kendileridir. Ekmek kapısı olarak gösterilen fabrikaları, üretim araçlarını yapan, hammaddeleri çıkaran, işleyen, toplumdaki tüm zenginlikleri yaratan ama en sefilce yaşama lâyık görülen de yine işçi sınıfıdır. Köleler efendileri için “ses çıkarabilen aletler”di. Bugün burjuvazi egemen sınıf olarak geçmişteki egemen sınıflar kadar pervasızca davranamıyor, sınıf çelişkilerinin üzerini allayıp pulladığı renkli motiflerle kapatırken işçi sınıfına “siz de çok çalışırsanız bizim gibi olursunuz” diyor. Burjuvazi ne tür bir alet olduğumuzu açıktan tanımlamasa da, bizler onun için gerçek anlamda “kâr getiren aletleriz”. İşçiler hangi işyerinde, hangi patron için çalışırlarsa çalışsınlar, dünyanın

36

neresinde olurlarsa olsunlar aynı kaderle karşı karşıyadırlar. Onlar patronlar için kâr üreten araçlardır. Yeterince kâr üretmediklerinde işten atılırlar ve acımasızca en sefil koşullara terk edilirler. Patronlar için işçiler sanki insan değildir. Mücadele etmedikleri sürece işçiler de bunu kabullenmiş durumdadırlar. Boyun eğmekle her defasında hem kendilerine hem çocuklarına aynı kaderi, aynı insanlık dışı koşulları yaşatmaktan başka bir şey yapmazlar. Bu, hem patronların hem kendilerinin yarattığı bir kaderdir. Patronlar, bizleri kölelik koşullarına razı etmek için önce bizlerin ruhlarını köleleştirirler. Bizim korkak, ezik, kendini eksik gören, kendini insan yerine koymayan birer köle olmamızı sağlarlar. Köle olmayı kabul eden bir insan, efendisi olmadan yaşayamayacağını düşünür, tüm ömrünü ona adar ve ona kölece itaatten vazgeçmek istemez, ta ki ona köle olmadığı gerçeği tüm çıplaklığı ile gösterilene kadar! Sınıf mücadelesinin gerilediği dönemlerde, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun, nasıl bir dünyada yaşadığını, ne için yaşadığını, varlığıyla, davranışlarıyla, düşünceleriyle neye hizmet ettiğini anlaması kolay değildir. Kölelik koşullarında yaşamak istemediği bir şeydir ama bundan kurtulabilmesinin mümkün olup olmadığını düşünmesi, ne yapması gerektiği konusunda çaba sarf etmesi, olağan dönemlerde pek mümkün olamaz. Egemen ideoloji olan burjuva ideolojisi, yaşamının her hücresine sızmış, tüm yaşamını ele geçirmiş ve planlamış durumdadır. Bu dönemlerde herkes bir duvar örer etrafına. Bu duvarın kırılabilmesi ancak mücadeleyle ve kitle psikolojisinin vurucu darbesiyle mümkündür. Burjuvazi, işçi sınıfına dinlenebileceği, düşünebileceği, nasıl bir dünyada yaşadığını sorgulayabileceği boş zaman bırakmaz. Gün içinde işyerinde çalıştığı saatler, daha doğrusu işe başlama saati bellidir; akşam işten çıkma saati ise genellikle işin bitişine göre ayarlanmıştır. Bir işçi için işyerinde iş bittikten sonra eve geldiği saat, boş saatidir. Bu saatleri istediği gibi kullanabildiğini düşünür. İster sırt üstü yatar televizyon seyreder –ki genelde yapılan budur– ister bir arkadaşıyla ya da komşusuyla futbol veya magazin haberleri üzerine sohbet eder –bu da burjuvazinin işçi sınıfını uyuttuğu bir gündemdir– ister evde kavga çıkmasın diye geç saatlere kadar kahveye gidip iskambil oynar ya da maç seyreder. Okunacak materyaller ise maç yorumlarının verildiği gazeteler,


Kasım 2005 • sayı: 8

tüketimin özendirildiği dergilerdir. Bunlar sınıf bilincine sahip olmayan bir işçinin kendi özlemlerini gerçekleştiremeyeceğini bile bile üzerinde çok kolay yorum yapabileceği, hayal kurabileceği, hayranlıkla seyredebileceği, kendi bilinç düzeyindeki diğer insanlarla konuşabileceği konulardır. Bunlar onun sosyalleşme araçlarıdır. Burjuvazi, işçinin evinde geçireceği zamanı bile planlamıştır aslında. Eve gelindiğinde, iş yorgunluğu kendini daha çok belli eder. İşyerinde bir makine gibi çalışır, yorulduğunu bile düşünemez. Ancak eve geldiğinde insan olduğunu hatırlama fırsatı bulur. Evde güya canının istediğini yapmak ister. Oysa orada da zamanın büyük bir kısmını televizyon seyretmek alır. Her akşam ayrı bir dizi seyredilir. Özel olarak beklenen, bağımlılık yaratan diziler de vardır. Patronuyla “aşk” yaşayıp sınıf atlayan işçi kızlar, kısa yoldan para kazanarak “akıllı” olunması gerektiğini öğütleyen diziler, haksızlıklara karşı bireysel mücadelenin “erdemli” olduğunu öneren filmler, bu dünyada patronlarla mücadele etmek yerine dünyevi meselelerden el etek çekilmesi gerektiğini tavsiye eden mistik filmler izlenir. Sonra ertesi gün yeniden işe başlamak için, ailevi meseleler dışında hiçbir şeye kafa yormadan uyumaya çalışılır. Her şey burjuvaziye daha iyi hizmet etmek için! Gerçekten de olağan dönemlerde işçi sınıfının büyük çoğunluğu için, iş dışında geçirilen zaman tam da burjuvazinin planladığı gibidir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Çünkü burjuva ideolojisi çok güçlüdür. Olağan dönemlerde işçi sınıfı Marksizmle tanıştırılmadığı sürece burjuva ideolojisi onu esir alır. Hayatının her anını bu ideoloji belirler. Asıl sorgulanması gereken, kapitalist sistemle mücadele etmeye niyetlenmiş olanların burjuva ideolojisine karşı ne kadar direnebildiği, işçi sınıfının mücadelesine sarılırken kendini burjuva ideolojisinden ne kadar kurtarabildiğidir. Mücadeleye atılmış her işçi, her devrimci, çıktığı bataklığa sırtını tam olarak çevirmiyorsa, kapitalist sistemin yarattığı bir birey olduğunu ve sistemin onun üzerinde bıraktığı çamurları görmüyorsa, hayatını mücadeleye göre planlamıyorsa, değişmek için adım atmıyor, sürekli “zamanım yoktu, moralim bozuktu, kendimi iyi hissedemediğim için işlerimi yapamadım, maddi sıkıntılarım had safhada, eşimle problemlerim var, konsantre olamıyorum…” mazeretleriyle geçiştirmeye çalışıyorsa, gerçek anlamda mücadeleye atılmış olamaz. Mücadele etmeye karar vermiş bir işçi, iş dışında kalan zamanını ve patron için tüketmiş olduğu enerjiden geri kalanını sınıfının mücadelesi için yeterince kullanamıyorsa, kendini burjuva ideolojisinin çarkından kurtarabilmiş değildir. Kapitalizm devam ettikçe bu koşullara karşı mücadele gereği de devam edecektir. Yaşamak için çalışmak zorunlu olduğuna göre, işçiler hep yorgun, halsiz, canları sıkılmış olduklarını bir bahane olarak ileri sürerlerse, o takdirde bu mücadeleyi kim verecektir ki? Mücadele hep uygun olacağı bir zamana ertelenir: “Ücretim daha iyi olduğunda, ekonomik sıkıntılarla kafam meşgul olmadığında, daha bol zamanımın olacağı bir işte çalıştığımda, daha az yorulacağım zaman, moralimi bozacak durumlar ortadan kalktığı zaman, vs. vs.” Tüm bunlar kapitalizmde mümkün olsa bile mümkün olmayan bir şey var ki,

marksist tutum

işçi sınıfı mücadeleye kararlı bir şekilde, hiçbir engel tanımadan ileriye atılmadığı, örgütlü olmadığı, bilinçli olmadığı sürece, en rahat işte de çalışsa, çok iyi ücretler de alsa, bu sistemin yarattığı tüm pislikleri iliğine kadar yaşayacak, stres, yorgunluk, mutsuzluk, anlamsızlıklar içinde boğulacak ve onu mücadeleye itecek bir enerjiyi içinde kendiliğinden bulamayacaktır. Patronlar için son derece disiplinli, çalışkan olunur. Zamanında işe gidilip patron istediği zaman işten çıkılır, işler yetişmediyse, evde can sıkıcı bir durum olup olmadığı düşünülmeden, patronun canının sıkılmaması için sıkı bir şekilde çalışılır. Ama sıra mücadele için okumaya, öğrenmeye, bilinçlenmek için zaman ayırmaya, etkinlik ve eylemlere katılmaya geldiğinde, iş dışında kalan zamanın nasıl kullanılacağı ne yazık ki planlanmaz. Bu sanki, yorgun olunmayan, sevgili, eş, arkadaş ve dostlarla birlikteliklerden, sohbetlerden arta kalan zamanlarda rastgele yapılacak bir iş gibi görülür. İşyerindeki disiplin için, “Biz işyerinde disiplinli olmak zorundayız, çünkü bunu yapmazsak işten atılır, aç kalırız” diye düşünülür. Evet, gerçekten de bir işçi, patronun iş disiplinine uymazsa tam da bunlar olur! Ama işçiler, yalnızca patronların sistemi için ömürlerini tüketmek yerine, kendi kuracakları dünya için emek harcasalar, kendileri olmasa bile kendilerinden sonraki nesillere patronların işten atma tehdidiyle yaşayacakları bir dünya yerine, kimsenin yaşamak için köle gibi çalışmak zorunda olmadığı bir dünya bırakırlar. İşyerinde yapılması gerekenler eksiksiz yapılır, hatta diğer iş arkadaşlarından daha iyi çalışılmak istenir. Çok iyi bir işçi denilmesi, “herkesten iyi iş yapar, sıkı çalışır” denilmesi herkesin hoşuna gider. İyi bir işçi olmak elbette kötü bir şey değildir. Ama bunun anlamı özünde patrona daha çok kâr sağlamak, kapitalist sistemin varlığına can katmaktır. İşçilere tembel olmaları öğütlenmemelidir elbette ki; mücadeleci bir işçi çalışkan, iş disiplininde de örnek bir işçidir. Önemli olan iş disiplininden öğrendiklerimizi, sınıfımızın mücadelesi için kullanabilmek, iş saatleri dışında bize kalan süre içinde okumak, tartışmak, mücadele için yapılması gerekenlere zaman yaratabilmek, patronların bizi düşürdükleri yılgınlık psikolojisine kendimizi kaptırmamaktır. İş saatleri içindeki yıpratıcı koşullar, genellikle iş saatleri bittiğinde yorgunluk, adale ağrıları bezginlik, mide bulantıları, halsizlik, ateş basması vs. şeklide hissedilir. Bunlar aslında bizi insan olmaktan çıkaran iş koşullarının bedenimizdeki ve ruhumuzdaki yansımalarıdır. Ama iş saatleri içinde iş performansımızı genellikle etkilemezken, iş biter bitmez geriye kalan zamanımızı etkileyen, hatta mücadele isteğiyle yola çıkmış işçileri bile bir ölçüde engelleyen bir durumdur. İş süresi dışında, işin olmadığı günlerde sızlanmalar, yorgunluğun dile getirilmesi çok daha fazla olur. Yorgun hissedildiği için kitap, dergi, gazete okunmaz! Hafta sonu bir günlük tatil bile hemen ertesinde başlayacak işin stresi içinde geçer. İşten önceki gün “lanet olsun, yarın yine iş var” sözünü her hafta sonu söylemeyen bir işçi yoktur herhalde. İşe lanet edilir, ama işe köle olunduğu düşünülmez. Nefret edilen, sevilmeyen bir iş için her gün gidilir, çalışılır, ama bundan kurtulmanın tek yolu olan mücadele için aynı şey yapılmaz.

37


marksist tutum

Mücadele etmeyen işçiler kadar, mücadeleye kararlı bir şekilde devam etmeyenler de, aslında bu dünyada ortadan kaldırılması gerekenlerle ilgili görevlerini sonraki kuşağın sırtına bindirmekten, görevlerini onlara ertelemekten ve onlara daha beter yaşam koşulları bırakmaktan başka bir şey yapamazlar. Burjuvazinin sınıf deneyimi şunu göstermiştir: Örgütsüz işçi sınıfı asla bu sistemi ortadan kaldıramaz. Yanılsamalar dünyasında yaşamaya itilen işçi sınıfı, kendi gerçekliğinin ve gücünün farkında olmadan, değirmeni döndüren kör yük hayvanı gibi, göremediği gerçekleri yok saymaktan, kendi bireysel yaşamının nasıl bataklığa döndürüldüğünü, karanlıklar içinde tüm yaşamının kapitalizme kâr üretmekten başka bir anlam taşımadığını, açlık ve sefaletle karşı karşıya gelmesinin sorumlusunun kapitalizm olduğunu anla-

İşçilerin Avrupa Hayalleri Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç edip oralarda yaşayan işçilerin, Türkiye’deki işçilerden çok farklı bir hayatları yok. Fransa’da yaşayan bir işçi arkadaşımın sohbet esnasında çalışma ve yaşam koşullarıyla ilgili anlattığı şeyler, dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, biz işçilerin yaşadığı sorunların ortak olduğunu gösteriyor. Onlar da sabah kalkıp işlerine gidiyor, günün en az sekiz saatini fabrikada çalışarak geçiriyorlar. Gün bitip evlerine ulaştıklarında ise artık çocuklarıyla ilgilenecek kadar bile enerjileri kalmamış oluyor. Geriye enerji harcamadan yapılabilecek tek bir şey kalıyor o da televizyon seyretmek. Bizlere ne kadar da tanıdık gelen bir yaşam tarzı. İşçinin tek bir yerde çalışarak aldığı ücretle geçinmesi mümkün olmuyor. Dolayısıyla ek bir iş yapması gerekiyor ki, ailesinin ve kendisinin en temel ihtiyaçlarını karşılayabilsin. Türkiye’de olduğu gibi, kapitalizmin daha gelişkin olduğu Fransa gibi ülkelerde de ev sahibi olmak, işçiler için ya hayal, ya da insanüstü bir tempoyla gece gündüz çalışmayı gerektiriyor. Tabii eve sahip olduğunda da o evde geçirecek zaman kaldıysa! Fransa’dan gelen işçi arkadaşımın anlattıklarından; sağlık sisteminin giderek daha kötüye gittiğini, eskiye oranla daha yoğun tempoyla çalıştırıldıklarını, yaşam standartlarının gittikçe düştüğünü öğrendim. Türkiye’den gidip başka ülkelerde çalışan işçilerin, tıpkı Romanya ya da Yugoslavya gibi ülkelerden gelip Türkiye’de çalışan işçiler gibi, bir “yabancı işçi” olma sorunu da var. Göçmen işçi oldukları için en ağır ve pis işlerde bu işçiler tercih ediliyor. Ayrıca, o ülkenin vatandaşı olan işçiler, ücretleri düşürdükleri, sigortasız çalıştıkları ve işsiz ordusunu çoğalttıkları için göçmen işçilere düşman gözüyle bakıyorlar. Çalıştıkları ülkelerde yıllarca kalan, oralarda yaşayan, çocuklarını büyüten bu işçiler, içinde bulundukları topluma uyum sağlayamama nedeniyle de bir yığın sorun yaşıyorlar. O ülkenin kültürü ile kendi kültürleri arasında sıkışıp kalmamak veya kendilerini yalnız hissetmemek için, kendi vatandaşlarının toplaştığı getto gibi bölgelerde yaşıyorlar. Yeni nesil ile bu durum kısmen değişime uğramış olmakla birlikte, yaşlı kuşak için hâlâ geçerliliğini koruyor. Avrupa’da yaşayan işçilerin, orada birçok şeyden kısıp biriktirdikleri paralarını Türkiye’ye geldiklerinde biraz daha

38

Kasım 2005 • sayı: 8

madan ömür tüketir. Buna rağmen işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi kaçınılmazdır. Ama bu mücadeleye önderlik edecek, yığınların hareketine doğru siyasal çizgiyi gösterecek, omurga olacak doğru siyasal bir önderlik önceden yaratılmadığı sürece işçi sınıfı yenilmeye mahkûmdur, tıpkı geçmişte olduğu gibi. Kapitalizmi güçlü kılan işçi sınıfının güçsüzlüğüdür. İşçi sınıfının dönüştürücü gücü niceliğinde değildir. Onun asıl gücü, mücadeleye atılmış kararlı, bilinçli, örgütlü varlığına bağlıdır. Mücadeleye atılmış her işçi bu örgütlü omurgaya eklenmek için, onunla kaynaşmak için hareket ettiğinde, kararlı, sarsılmaz, yorulmaz, hayat dolu, enerjik ve mutlu olacaktır. Kaybedilecek olanlar, sadece kapitalist sistemin pislikleridir, oysa kazanacak koca bir dünya var! 

rahat harcamaları, Türkiye’de yaşayan işçilerde bir yanılsama yaratıyor. Sanki oralarda daha çok para kazanılıyor ve çok daha rahat yaşanabiliyormuş gibi düşünceler üretiliyor. Türkiye gibi ülkelere göre, Avrupa’da yaşam standartlarının biraz daha yüksek olduğu doğrudur. Fakat yaşam standartlarımızdaki bu fark, o ülkelerin burjuvazilerinin işçilerini düşünerek yaptıkları bir bağış değil elbette. Çünkü kapitalist sistemden bahsediyorsak eğer, mücadele etmeden hiçbir şey elde edilemez. Avrupa’daki işçiler de bugün var olan kazanımlarını mücadele ederek elde ettiler. Avrupa ve Amerikan işçi sınıfının kanları pahasına elde ettiği birçok kazanım, bugün Türkiye işçi sınıfının da çalışma ve yaşam koşullarını değiştiren kazanımlardır. Ne var ki burjuvazinin işçi haklarına saldırısı, dünya genelinde gün geçtikçe daha da artıyor. Avrupa’da işçi sınıfının nice mücadelelerle elde ettiği kazanımları patronlar sınıfı bir çırpıda geri alamıyor. Türkiye’de ise işçi sınıfının dağınıklığı ve sendikal alanda bile örgütsüz oluşu, kazanımlarımızın daha hızlı ve kolayca elimizden alınmasına neden oluyor. Dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının durumu bundan ibaret. Avrupa’da kapitalist sınıf işçi sınıfının kazanımlarına nicedir saldırıyor. Ama örgütlü mücadele geleneği, sırasında birçok saldırının geri çekilmesini de sağlıyor. En azından bugün Türkiye’ye kıyasla Avrupa’da işçiler, saldırılara karşı tepkilerini daha örgütlü bir biçimde gösterebiliyorlar. Bunun en yakın örneği ise geçtiğimiz ay Fransa’da işçi sınıfının hayatı durduran genel grev eylemleridir. Bizler yaşamlarımızı sürdürebilmek için nerede olursa olsun çalışmak zorundayız. Sorunlarımızdan ülke, şehir veya iş değiştirerek kurtulamayız. Kapitalizm bütün dünyayı sarıp, pisliklerini her tarafa yaymıştır. Kapitalizm her yerde kapitalizmdir ve aynı şekilde dünyanın neresinde olursak olalım işçi de her yerde işçidir. Biz işçiler kapitalist sistemi tanıyıp, onurumuz, geleceğimiz, çocuklarımızın geleceği için ona karşı mücadele vermeliyiz. Bu mücadelemizi doğru bir şekilde verebilmemiz için bize gerekli olan mücadele araçlarımızı şimdiden edinmeliyiz. Bunu yapabilmek de kendi sınıf çıkarlarımızı bilmeyi, örgütlenmeyi ve bilinçli bir işçi olabilmeyi zorunlu kılıyor. Kendi fenerimize, Marksizmin ışığına doğru yürümenin zamanıdır. Kurtuluşumuz ancak bu yolla mümkündür. İNSANCA YAŞAM İÇİN KAPİTALİZMİ YIKALIM! Marksist Tutum okuru bir büro işçisi


marksist tutum

Sınıf Belleği

1986 NETAŞ Grevi “Evet, biz işçiler ... kaldırılamaz bir baskı ve acılarla dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Bizim kuşağın karşı karşıya oldukları güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur. Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz, hem de en iyisini. Babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, ... burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.” (Lenin)

D

ünyanın kapitalist blok ve sözümona “sosyalist” blok olarak ikiye bölünmesinin 1980’li yılların sonunda ortadan kalkmasıyla birlikte burjuvazi, ekonomik, politik ve ideolojik alanda işçi sınıfına karşı fütursuz bir yeni saldırı başlattı. Tüm küremizi işçi sınıfının o güne kadar yarattığı değerlere, hak ve kazanımlara karşı azgınca bir saldırı furyası kapladı. 1980’li yılların sonları ve 1990’lı yıllar işçi sınıfı için gericilik yıllarıydı. İşçi sınıfı hareketinde durgunluk ve dağınıklığın, ümitsizlik ve yılgınlığın yaşandığı bu yıllarda, grevler, direnişler ve çeşitli işçi eylemleri yaşandıysa da, bunlar genel eğilimi değiştirememişti. Türkiye açısından bu gericilik dönemi aslında 12 Eylül 1980’deki askeri darbeyle birlikte başlamıştır. Burjuvazinin ekonomik saldırılarını göğüsleyecek işçi örgütlenmelerinden biri olan sendikalar ya dağıtılmış ya da sendika bürokrasisi aracılığıyla etkisizleştirilmiş, ehlileştirilmiştir. İşçi sınıfının önderliğine soyunan siyasal çevre ve örgütlenmelerin yanlışları, yanılgıları ve askeri diktatörlük altında ör-

gütsel varlıklarını koruyamamaları, bu alanda da bir dağılma ve tasfiyeye neden olmuştur. Bu nedenle mücadeleler yaygınlaştırılamamış ve genelde yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bu da genç işçi kuşaklarında yılgınlık ve hiçbir zaman “kazanılamayacağına” dair bir ruh hali yaratmış ve onları örgütlü sınıf mücadelesinden uzaklaştırmıştır. Bugün sendikalara çöreklenen bürokrasi işçi sınıfının bu olumsuz durumdan kurtulması için hiçbir şey yapmamakta, bir şey yapmaya girişen öncü ve bilinçli işçileri de kendisi için bir tehlike olarak görüp ya etkisizleştirmekte ya da tasfiye etmektedir. Sendika bürokrasisi uzunca bir süredir işçi sendikalarını burjuva siyasetinin yedek gücü haline getirmiştir. Genç işçi kuşakları bu örgütsüzlük ve dağınıklığın sonucu olarak, geçmiş örgütlenme ve mücadele deneyimlerinden çıkarılacak ve bugünün mücadelelerine ışık tutacak derslerden mahrum bırakılmaktadır. Şubeler düzeyindeki mütevazı çabalar bir kenara bırakılırsa, sendikalar genelde görevlerini yerine getirmekten çok uzaktırlar. İşçi sınıfının tarihsel mirasını ve hafızasını bugünün ve geleceğin işçi kuşaklarına aktaracak olan, sınıf bilinçli ve öncü işçileri devrimci bir siyasal örgütlülük içerisinde birleştirebilecek bir önderliğin olmadığı koşullarda, sınıf hareketinin ve sendikaların mücadeleci bir zemine çekilmeleri de olanaklı değildir. İşçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadele tarihinde, sayısız yenilgilerin yanı sıra başarıyla çıktığı çok sayıda mücadeleler de olmuştur. İşte bu mücadele deneyimlerinden, yenilgilerden ve zaferlerden öğreneceğimiz muazzam dersler bulunmaktadır. Bu deneyimlerden biri de 12 Eylül askeri diktatörlüğünün uyguladığı baskı ve ya-

saklara rağmen başarıyla yürütülen ve birçok açıdan kazanımla bitirilen 1986 yılındaki Netaş grevidir. Netaş (Northern Elektrik Malzemeleri Fabrikası) Kanadalı Northern şirketi ile PTT ortak yatırımı olan, telefon santralleri ve malzemeleri üreten, İstanbul Ümraniye’de 1969 yılından bu yana faaliyette bulunan bir fabrikadır. Netaş fabrikasında mücadele geleneği 1986’lardan çok daha öncelere dayanır. 1975 yılında üyesi oldukları sarı Tek-Met-İş sendikasından ayrılarak DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasına geçmelerinden dolayı işten çıkarmalar başlayınca işçiler iş bırakmış, işyerini işgal etmiş, polisle ve eylem kırıcılarla çatışmalar yaşamış, ancak sonunda talepleri yerine getirilince direnişi bitirmişlerdi. 70’li yıllarda işçi hareketindeki yükseliş Netaş işçilerini de içine almış ve mücadele geleneği Netaş’a da taşınmıştı. 12 Eylül 1980’den sonraki en önemli ve en büyük grev ise yine Netaş fabrikasında 18 Kasım 1986 yılında başladı. Toplu sözleşme maddelerindeki anlaşmazlık nedeniyle başlayan ve 3150 işçiyi kapsayan grev 93 gün sürdü. Grev, Ümraniye’deki ana fabrikanın yanı sıra diğer şehirlerdeki montaj tesislerinde çalışan işçileri de kapsıyordu. O günün koşullarında Netaş grevinin öne çıkan özelliği; coşkusu, militanlığı ve işçi sınıfı dayanışmasının pratik olarak örgütlenebilmiş olmasıydı. Askeri diktatörlüğün baskı ve yasaklarla çevrelediği ve grev hakkını, örgütlenme hakkını, ekonomik ve siyasal hakları budadığı bir ortamda Netaş işçileri, Maden-İş kapatıldıktan sonra örgütlendikleri bağımsız Otomobil-İş sendikasıyla birlikte grev kararı almışlardı. O dönemde sendikacılar ve sol çevreler arasında “bu yasalarla grev yapılmaz” anlayışı yaygındı. Evet bu yasalarla grev yapmak çok zordu. Ama işçiler isterlerse her türlü zorluğu yenebilirlerdi. Netaş işçileri biliyorlardı ki, savaşı kazanabilmek için ör-

39


marksist tutum

Sınıf Belleği gütlü ve hazırlıklı, yani güçlü olmalıydılar. Sendika ve grev yasalarındaki sınırlamalara ve yasaklara rağmen, Netaş işçileri 93 günlük grevin sonunda, taleplerini büyük oranda kabul ettirerek işvereni dize getirmişlerdi. Üstelik işçilerin talepleri salt ücret artışı değildi. 6 yıl önce kaybettikleri ekonomik, sosyal ve demokratik haklarının en azından bir kısmını geri almak amacındaydılar. Örneğin yılda 6 ikramiye almışlardı, oysaki yeni yasada ikramiyeler 4 ile sınırlandırılmıştı. Disiplin kurullarında işçi ve işveren eşit sayıda temsil edilecek ve başkanlığı dönüşümlü olacaktı. İşten çıkarılan işçiye 3 ay daha ücret ödenmesini öngören işsizlik tazminatı talep ediliyordu. Bu taleplerin birçoğu bugün işçiler için hayal bile edilemez durumdadır. Ama Netaş işçileri, sendikaları ile birlikte aylar öncesinden tüm işçileri kapsayan çeşitli komiteler kurarak hazırladıkları 88 maddelik toplusözleşme taleplerine sahip çıkarak sonuna kadar savunmaya kararlıydılar. Ve bu kararlılık onları her türlü yasal sınırlamalara, baskıya ve grevi kırmaya yönelik tertiplere rağmen başarıya taşıyacaktı. Grevin başarısı sadece toplu sözleşme maddelerinde elde ettikleri kazanımlar mıydı? Netaş grevinin gerçek başarısı, işçilerin yarattığı örgütlü disiplin, mücadele ve sınıf dayanışması geleneğini hayata geçirerek bugünün genç işçi kuşaklarına kadar ulaşan bir deneyimi yaratmış olmasındadır. Ne kadar baskıcı olursa olsun, yasalardaki açıkları bularak kullanma yaratıcılığını gösterebildiler. Grevin yürütülmesi sırasında her gün en az 500 işçi aktif bir şekilde görev ve sorumluluk üstleniyordu. 163 grev gözcüsü vardı ve bu 163 grev gözcüsü her gün değişiyordu. Grev boyunca tek bir işçi bile başka bir işte çalışmamıştı ve “kendi dayanışma işlerimizde çalışırız, dayanışmamızı kendimiz örgütleriz” demişlerdi. Bir iş yerinde işçiler ne kadar örgütlü olurlarsa olsunlar bunun

40

yeterli olmayacağını anlamışlardı ve sınıf dayanışmasını, fabrikalara, sendikalara, mahallelere, ailelere ve gençliğe giderek bizzat örgütlemişlerdi. Türkiye’nin her yerinden ve Avrupalı sınıf kardeşlerinden destek mesajları ve maddi yardımlar aldılar. İşçi sınıfını “Netaş işçileri için bir saatini ver” sloganıyla dayanışmaya çağırdılar. Sadece yardım toplamakla yetinmediler. Anahtarlık, mendil, kalem vs. üreterek bunları sattılar ve dayanışma fonuna aktardılar. Netaş grevcileri oluşturdukları dayanışma fonunu grev bittikten sonra da grevci işçilerle dayanışma fonu olarak sürdürmeye çalıştılar. Bu çerçevede aynı dönemde mücadele yürüten grevci Derby işçilerine (o zamanın parasıyla) bir milyon lira nakit ve bir kamyon dolusu gıda ve ihtiyaç maddesini dayanışma olarak sundular. İşte Netaş grevinin gerçek başarısı bu mücadeleciliğinden ve sınıf dayanışmasını örgütlemedeki kararlılığından doğmuştur. Netaş grevcileri, sağlam bir şekilde oluşturdukları kendi iç örgütlülüklerinin yanı sıra, diğer sendikalarla, çevre fabrikalarda ve işyerlerinde çalışan işçilerle, bölge halkıyla, çeşitli gençlik kesimleriyle de ilişkiler kurup o dönemin siyasal baskı koşullarında umulandan daha güçlü bir sınıf dayanışmasını örgütleyebilmişler ve ilgi odağı haline gelmişlerdi. Diğer birçok sektördeki grev ve direnişlere ilham ve örnek olmuşlardı. Fabrikanın önünde ve sendika şube binasında grevin hemen her günü dayanışma ve destek için gelen ziyaretçi gruplarıyla birlikte sınıf mücadelesinin coşkusunu yaşıyorlardı. İşçi eşleri ve aileleri de grevcileri hiçbir zaman yalnız bırakmamışlar ve grev mücadelesini sonuna kadar sahiplenmişlerdi. Sendikaların bölünmüşlüğüne rağmen tabanda militan, mücadeleci bir birlik zemini sağlanabilmişti. Onlar, grevin yürütülmesi işini sendikacılara havale ederek bir kenara çekilmek yerine, bizzat kendi öz güçlerine dayanarak, grev mücadelesi-

nin öncesiyle-sonrasıyla nasıl yürütüleceğini gösterdiler. Netaş işçilerinin bu militan, mücadeleci tutumları sendika merkezinin uzlaşmacı ve mücadeleyi geriletici tutumlarının önüne geçilmesini de sağladı. Netaş işçileri biliyorlardı ki; sendika da onlardı, grev de onların greviydi. İşçiler sendikacılara şöyle seslendiler; “grevi yürütmeye niyetli değilseniz biz yürütürüz. Gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz.” Netaş Grevi, sınıf mücadelesinin ve sınıf dayanışmasının sadece bir fabrikayla sınırlı olmadığını, yerel, ulusal ve uluslararası mücadele ve dayanışmanın zorunlu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Netaş işçileri uluslararası dayanışmayı örgütlemenin her koşulda mümkün olduğunu da bu alanda yaptıklarıyla kanıtlamışlardır. Avrupalı sınıf kardeşlerinden önemli miktarda maddi destek görmüşlerdir. İşçi sınıfının sindirilmeye çalışıldığı 12 Eylülün bu karanlık döneminde örgütlenebilen Netaş grevi, tüm işçi sınıfı için bir umut, “bu yasalarla grev yapılmaz” anlayışının yaygınlaştığı bir ortamda, yılgınlara, yorgunlara ve uzlaşmacılara ise bir tokat olmuştu. Gazetelerde, televizyonda ve her platformda burjuvazi, işçi sınıfının her türlü hak mücadelesini ve grevlerini cinayet, soygun, hırsızlık vs. gibi toplumun nefretini kazanacak haberlerle birlikte sunuyor ve işçi sınıfını sindirmeye, emekçi kesimlerin ve gençliğin örgütlü mücadeleye yönelen ilgisini kırmaya çalışıyordu. Netaş grevcilerinin inancı, bilinci, örgütlü mücadeleye yatkınlığı, burjuvazinin bu azgın saldırılarını zayıflatmada önemli bir işlev görmüştür. Netaş işçileri, grevleri sırasında, sınıfın kurtuluşu ve toplumsal özgürlük mücadelesinde örgütlü politik mücadeleyi sürdüren devrimcilere de sempatiyle yaklaşmışlardır. Grev mücadelesini salt bir ekonomik hak mücadelesi olarak değil Türkiye işçi sınıfı adına da mücadele ettikleri bilinciyle ele


marksist tutum

Sınıf Belleği almışlar ve yürütmüşlerdir. Çünkü bu grevin kazandığı zafer, sınıf mücadelesi ve dayanışması geleneklerini sahiplenme ve hayata geçirme tutumu, daha sonraki mücadelelere esin kaynağı olacak, ‘89 bahar eylemlerinin ve kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelelerinin yolunu açacaktı. Netaş grevi, işçi sınıfının içinde bulunduğu sendikal bölünmüşlüğe rağmen, Hakİş, Türk-İş ve diğer bağımsız sendikalara bağlı pek çok işyeri ve fabrikadan işçilerin hak alma mücadelelerine esin kaynağı olmuştur. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Netaş grevi ve diğer bütün mücadele deneyimlerinin ortaklaştırılması, yaygınlaştırılması ve yeni işçi kuşaklarına aktarılması sağlanamadığından, bugünün genç işçileri her şeye sıfırdan ve el yordamıyla başlamak durumunda kalmaktadırlar. Bugün, orada burada patlak veren grev ve direnişlerde, örgütlenme çabalarında işçiler tecrübesizlik ve bilinçsizlikten kaynaklı hata ve eksikliklerle dolu, genelde başarısız deneyimler yaşamaktadırlar. Eğer, Netaş grevcilerinin yaptıkları gibi örgütlü bir güç oluşturarak mücadeleyi yürütebilseydiler, bu süreçte ortaya çıkabilecek olan işçi mücadelelerine büyük bir moral güç katacak olan Paşabahçe direnişi deneyimi de göstermiştir ki,

sürekli yenilgilerin yarattığı moral bozukluğu ve kayıtsızlık, sendikal bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin devam etmesine zemin yaratmaktadır. İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu dağınıklığa rağmen, kapitalist düzeninin yarattığı yoğun sömürü, işsizlik, açlık ve sefalet koşulları, işçiler arasında derin bir kin ve nefret uyandırmaktadır. Burjuvaziye karşı içten içe gelişen bu nefreti örgütlü ve bilinçli bir sınıf mücadelesine dönüştürmek için, Netaş grevi gibi militan mücadele deneyimlerinin unutulmaması gerekir. Daha dün yaşadığımız ve işçilerin örgütsüz, bilinçsiz ve geçmiş mücadele deneyimlerinden habersiz oluşları nedeniyle, sendikal bürokrasinin etkisiyle dağılmayla sonuçlanan Paşabahçe direnişini de hatırlayalım. Gerek başarılı, gerekse başarısız deneyimlerden doğru derslerin çıkarılması, sınıf bilinçli işçilerin ve sosyalistlerin en önemli görevlerinden biri olmalıdır. Netaş grevi deneyiminden çıkarılacak ilk önemli ders şu olmalıdır: eğer işçiler örgütlü, bilinçli ve kararlı olurlarsa en olumsuz koşullarda bile zafer kazanabilirler. 12 Eylül öncesi dönemdeki sınıf mücadelesi deneyimlerini yaşamış iş-

çiler ve sınıf devrimcileri, grev öncesinde ve grev süresince mücadelenin fiilen içinde olmasalardı grevin örgütlenmesi ve yürütülmesi aynı başarı düzeyine ulaşamazdı. Örgütlülük bilincine ulaşmış işçiler sınıf mücadelesinin araçlarından biri olan sendikalarına sahip çıkarlar, denetlerler ve “sendika biziz” bilinciyle hareket ederlerse sendikalar bürokrasinin denetiminden kurtarılabilir. Ancak bu görevin yerine getirilebilmesi için sınıf mücadeleci bir sendikal anlayışın sahiplenilmesi ve yerleştirilmesi zorunludur. 15-16 Haziran genel direnişi, DGM direnişleri, Alpagut ve Profilo direnişleri, Netaş grevi, ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekleşen diğer tüm işçi mücadeleleri göstermiştir ki, sonucu işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi belirlemektedir. İşçi sınıfının mücadelesini devrimci siyasal temelde örgütleyebilecek, sınıf bilinçli ve öncü unsurları içinde barındıran uluslararası devrimci bir önderlik yaratılmadıkça, mücadelenin sürekliliği ve zaferi garantilenemeyecektir. Lenin’in de dediği gibi, “işçi sınıfı ya örgütsüzdür ve hiçbir şeydir ya da örgütlüdür ve her şeydir.” www.marksist.com sitesinden alınmıştır

41


marksist tutum

İşe alındık: Haydi işbaşına! Biz işçiler yaşamımızı sürdürebilmek için işgücümüzü satacak bir patron, çalışacak bir işyeri bulmak zorundayız. Bu yüzden hayatımız boyunca en az bir kere iş aramanın yani bir iş bulup işbaşı yapmanın sıkıntısını, zorluğunu yaşayarak öğrenmişizdir. Bazı dönemlerde ilk gittiğimiz işyerine ilk görüşmede alındığımız olduğu gibi, bazense aylarca her gün başka bir işyerinin yollarını aşındırsak da, fabrikalar arasında koşturup dursak da bir türlü bir iş bulamayız. Çünkü bizden istenen niteliklere ve koşullara “uygun” olmamız imkânsız değilse de oldukça zordur. Bize iki seçenek sunuluyor: Ücretli köle olmak ya da açlıktan ölmek! Her geçen gün içimizden daha fazla işçi kardeşimiz ikinci seçeneğe zorlanıyor. Patronlar sınıfı işe almadan önce bizden neler ister? İlk olarak genç olmamız gerekiyor. Bir yandan emeklilik yaşını yükseltme çalışmaları sürerken bir yandan da her iş ilanında 18-30 yaş arası olanlarımızın tercih edildiği belirtiliyor. Bizden en yüksek verimi almaları için taze işgücü olmamız gerekiyor. 30 yaş üzerindekiler mi? Açlıktan ölmekte serbestler! Oturduğumuz semt işyerine yakın olmalı. Servis güzergâhı üzerinde veya en azından işyerine “sorunsuz” ulaşabileceğimiz bir yerde yaşamalıyız. Çünkü işyerine gelmemizin de maliyeti düşük olmalı. Hem maazallah, olur da iş yerine zamanında ulaşamayıp üretimi aksatırsak? Patronumuzun o günkü kârını azaltırsak? Gireceğimiz işin gerektirdiği vasıflara uygun ve o işi yapmak için gerekli eğitimi almış olmalıyız. İşe alınınca patrona masraflı olmamak için bu şarttır. Diplomalı olmakta fayda var. Hatta sokaktan rasgele çevrilip getirilen bir insanın bir saat içinde öğrenip maharetle yapabileceği bir iş için bile. Bir yandan işi vasıfsızlaştıran patronlar bir yandan da diplomalı işgücü arıyor. Tecrübeli olmak “avantajdır”. Daha önce başka bir patron bizi sömürmüşse ve biz iyi sömürüldüğümüze dair referans verebiliyorsak y ne âlâ! Önceden çalışılan her fabrika iyi bir referanstır. İşe girmek istiyorsak kişisel özelliklerimiz de patronlarımız için önemli. Haklarını bilen “uyanık” bir işçi olmamalıyız. “Su içtiği kuyuya taş atmayacak” bir işçi izleni-

Kasım 2005 • sayı: 8

mi veremezsek o işi unutmalıyız. Patron başına belâ değil işçi alıyor, tedbiri elden bırakamaz. Tembel, disiplinsiz, yükselme hırsıyla başkasını ezemeyen yahut alınmak istediğimiz işe burun kıvıracak kadar gözü yükseklerde vs. olmamalıyız. Eskiden atlar satın alınmadan önce dişlerine bakılmak suretiyle yaş ve sağlık testinden geçirilirlerdi. Sahibi atın daha uzun süre sağlıklı ve güçlü olup işine yaramasını istediği için bu kontrol şarttı. Biz işçilerin verimi atlarınkinden önemsiz mi?! Elbette biz de diğer koşullarımız uygunsa muayene edilerek işe alınıyoruz. Bacağımızda varis, ciğerimizde verem, belimizde fıtık, ailemizde kalıtsal hastalık ... olmamalı. İşgücümüz de bir meta. Dolayısıyla patronlar takımı en iyisini, en kalitelisini alabilir. Hem de çok ucuza! Ucuz, çok ucuz, daha da ucuz! Patronların işgücü için düsturları budur. Bu sebeple işe alınmak için belirlenen ücrete sesimizi çıkaramayız. Bizden önce işe başvuranlar aynı ücrete “razıydı”, bizden sonra başvuracak olanlar da “razı”. Fazla mesai yapmayı baştan kabul etmezsek, iş için seyahat engelimiz var dersek işe alınmayacağımızı bilelim. İşgünü bizim için uzun olabilir ama patronlarımız için çok kısa. Zaten dinlenmek de neymiş? Biz köle değil miyiz? Daha birçok engeli aştıktan sonra diyelim ki işe alındık. Bizi bekleyen işler var. Muhtarlıktan ikametgâhı, savcılıktan temiz kâğıdını, Verem Savaş Dispanserinden ciğer filmini, diploma fotokopisini, yeni çekilmiş resimlerimizi sakın unutmayalım! Uzun süre işsiz kalmışsak ve belgeler için gerekli paramız yoksa ne yapıp edip bulalım. Çalışıp ilk ücretimizi aldığımızda borcumuzu kuruşu kuruşuna ödeyebiliriz?! Bizi sömürmeye can atan yeni patronumuz ve günümüzün büyük bölümünü tükenerek tüketeceğimiz yeni fabrikamız “hayırlı olsun”! İşe alındıktan sonra bizim için her şey bitiyor mu? Çalışma şartlarımız bizi mutlu ediyor mu? O işte kalıcı olabiliyor muyuz? Kesinlikle hayır! O halde değişmesi ggereken bir şşeyler y var! Çalışmayı, üretmeyi daha doğrusu yaşamayı biz işçiler işç için tam bir eziyet haline getiren kokuşmu kokuşmuş sermaye düzeninden kurtulmalıyız. Bu Bunun için bize gereken silahlar işçi sınıfı ol olarak birliğimiz ve Marksizmdir. Bizi sömü sömürenlere karşı kinimizi bilinçle bileye yelim. Sınıf kardeşlerimizi insanlığı bu sö sömürü düzeninden kurtarabileceğimize ikna edelim. Onları örgütlü mücade deleye çekelim. Devrimci Marksizmin ış ışığını güçlendirelim, yayalım. Bu ışığğı yaymaya kendi fabrikamızdan başllayalım. Yeni sınıf kardeşlerimizle tannışacağımız yeni fabrikamız bu billinçle “hayırlı olsun”.

tekstil sektöründen bir kadın işçi

42


Kasım 2005 • sayı: 8

Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Ben İstanbul’dan bir işçiyim. Sizlere, bilinçlenmeye başladığımda yaşadığım sorunları anlatacağım. Belki benim yaşadıklarım, bugün Marksizmle bilinçlenip, mücadeleye atılan herkesin başından geçmiş ve geçecektir. Benim mücadeleye atılmam, işyerindeki baskılara son vermek için başlattığımız sendikal mücadele ile başladı ve bu sayede Marksistler ve Marksizmle tanıştım. Örgütlenme sürecinde aldığımız eğitimler sırasında sınıflı toplumda yaşadığımızı ve işçi sınıfının bir üyesi olduğumuzu ve yaşadığımız sorunların kapitalistlerin sömürü sisteminden kaynaklı olduğunu öğrendik. Bilinçlendikçe, bu sistemin fikirleriyle hareket eden ailem, beni mücadeleden geri bırakmak istiyordu. Eskiden nereye gittiğimle ilgilenmezlerken, şimdi gittiğim yerleri sormaya, “ne işin var otur evinde” demeye başlamışlardı. Bu sorunları her gün yaşıyordum. Bundan önceki sorunlar daha çok parasal konularda çıkıyordu. Daha önce, gitmek istediğim yerlere gidip eve geç saatlerde gelebiliyordum. Çalıştığım işyerinde mesailer çok yoğun olduğundan iki üç gün eve gitmediğim oluyordu. Ama onlara göre yerim belliydi ve sorun yoktu. Kazandığım paranın yarısını eve veriyor diğer yarısını da kendime harcıyordum. Bir ay boyunca, dişimi tırnağıma taktığım o parayı nasıl kazandığımı unutarak çarçur ediyordum. Tabii bunları yaparken patronların istediği gibi duyarsız ve bencildim, yani sorgulamadan yaşayan biriydim. Bu duyarsızlık yalnızca ekonomik anlamda değildi, toplumsal sorunlara karşı da duyarsızdım. Televizyonda çıkan iş kazaları haberlerini umursamadan geçip, magazin haberleri seyretmeyi tercih ediyordum. Nasıl olsa benim başıma gelmez diye düşünür veya “kaderi buymuş” derdim. Halbuki o işçinin patronlar için kaç saat çalıştığını, uykusuz kaldığını ve aldığı 3 kuruşla ailesini geçindirememenin huzursuzluğunu yaşadığını hiç düşünmezdim. Ailem de benim çalışma koşullarımla hiç ilgilenmiyordu, para götürdüğüm sürece çok değerliydim. Ancak işyerindeki mücadelemiz için uğraştıkça ailemle sorunlarım büyümeye başladı. Yaptığımın yanlış bir şey olduğunu, büyüklerimin sözünü dinlemezsem hiçbir işimin rast gitmeyeceğini, gittiğim insanların beni kötü yola süreceğini hatta beni satacaklarını söylediler. Bu devirde kardeşin kardeşe güvenemeyeceğini, onların bana bir faydasının olmayacağını bıkmadan usanmadan tekrar edip durdular. Annem bana sürekli duygu sömürüsü yapıyor, bu işe yaramayınca da doğduğum güne lanet ediyordu. Evden her çıkışımda bana “inşallah yolda araba çarpar da ölürsün” diyordu. Bu durum kapitalist sistemin aileleri içine sürüklediği bilinçsizliğin sonucuydu. Çocuklarının mücadeleye atılmaktansa ölmelerini tercih etmelerinin sebebi, kaza sonucunda ölümlerinin bir “kader” ama mücadelede anlamlı bir şekilde ölmelerinin on-

marksist tutum lar için “utanç verici” olmasıydı. Evden her çıkışımda ailem “sen iyice teröristleştin, bu evden çıkarsan bir daha giremezsin” diye tehdit ediyordu. Evden bir şekilde çıkıp yolda sürekli ağlayıp üzülüyordum. Çünkü gerçek terörist ben değil kapitalist sistemdi. Bunu fark edemiyorlar diye kızıyordum. Bilinçlenmeye başladıkça anladım ki aileme kızmak yersizdi. Benden daha çok televizyonla, geri düşüncelere sahip olan komşular ve akrabalarla yaşamlarını doldurdukları için, benim anlattıklarım onlara bir anlam ifade etmiyordu. Ama ailemi de mücadele ederek kazanacağımı biliyordum. Evden her gün kovulduğum halde yine de eve gidiyordum. Eve her dönüşümde “yüzsüz, kovuyoruz yine geliyorsun” şeklinde konuşuyorlardı. Ve benim kendi seçimimle değil başkalarının zoruyla mücadele içinde olduğumu söylüyorlardı. Hatta ailem diğer akrabaları bile araya sokarak beni mücadeleden alıkoymayı denedi. Onlar da “ailenin sözünü dinle, karşı gelme” diyorlardı. Yurtdışındaki akrabalar bile beni aramaya başladılar, gelmeyi bile düşündüler. Bana, “evin tek çocuğusun mücadele etmek sana mı kaldı?” dediler. Bu sözü duyunca nevrim döndü. Bu nasıl bir düşünceydi. Ben işyerinde gece gündüz çalışıp eve bile gelmezken hangi şartlar altında çalıştığımı hiç sormazlarken, şimdi birden “sen evin tek çocuğusun” diyebiliyorlardı. Söz konusu mücadele oldu mu, kız erkek ayrımı yapmak tabii ki kapitalist sistemin bizlere empoze ettiği bir bilinç geriliğiydi. Daha sonraları ailem kitaplarımı saklamaya başladı. Kendilerince kitaplar olmayınca beni vazgeçireceklerdi. Ama ya beynimdekileri nasıl silecekler, benim zor günümde yanımda olan İşçi Özeğitim Gruplarındaki arkadaşlarımı nasıl saklayacaklardı? Ailemle bu sorunları uzunca bir süre yaşadım. Ailem inatla, benim sahip olduğum bu doğru fikirlere ayak diredi. Ancak bu sömürü sisteminin sona ermesinin yine işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle gerçekleşebileceğini, sürekli bir şekilde bıkmadan, usanmadan onlara anlattım. Onların karşısında sürekli sağlam ve dik durdum. Her türlü aşağılamaya rağmen öğrendiklerimi sürekli onlara anlattım. Annemin beni anlaması ancak işyerinde patronuyla sorunlar yaşamaya başlamasından sonra oldu. Benim verdiğim mücadelenin ne kadar doğru olduğunu söylemeye başladı. İşyerinde yaşadıkları sorunlara karşı nasıl mücadele etmesi gerektiğini artık bana soruyordu, “öğrendiklerini bana da anlat” diyordu. İşçi Özeğitim Gruplarından öğrendiklerimi artık ona da anlatıyordum. Davamızın ne kadar haklı olduğunu söylüyordu. Ve artık bu sorunların ne benim, ne onun sorunları değil, tüm işçilerin sorunu olduğunu anladığını söylüyordu. Sorunlarımızın ortak olduğunu öğrendikçe, çözümünün de ortak olması gerektiğine inanmaya başlamıştı. Biz genç işçiler mücadele ederken ailelerimizin baskılarına boyun eğmek yerine onlara doğru bildiklerimizi anlatarak, karşılarında dimdik durmalıyız. Bizler sınıf mücadelesini sahiplendiğimizde, bu yolda kararlı olduğumuzda, bunu ailelerimizin de sahiplenmesini sağlayabiliriz.

grevci bir kadın işçi

43


marksist tutum

Sınıfını Bil, Safına Katıl! Büyük ölçekli bir fabrikada çalışıyorum. Fabrikada biz işçilerin hiçbir hakkı yok. Bine yakın işçi karın tokluğuna çalışıyor. Ama gün geçtikçe fabrika büyüyor. Yeni binalar kuruluyor, yeni anlaşmalar yapılıyor, yeni makineler alınıyor, yeni işçiler alınıyor… Bizim durumumuzda hiçbir değişiklik yok. İstedim ki fabrikadaki durumu sizlerle paylaşayım. Uşakların Değil İşçilerin Toplantılarına Katıl! Öğlen dinlenme saatimizde veya paydos saatlerimizden sonra patron uşakları sık sık toplantı düzenliyorlar. Bu toplantılar doğrusu çok can sıkıcı oluyor. Hep aynı sözler: “Kalite, daha fazla üretim, daha az hata, daha fazla dikkat, fedakârlık, fabrikanın çıkarları, kâr vs. vs.” Her toplantı sonrasında suçlu, hatalı, yanlış veya dikkatsiz olanlar biz işçiler oluyoruz. Başka türlüsü olabilir mi? Patronların ve uşaklarının toplantılarından işçiler lehine bir söz, bir karar çıktığı bugüne dek görülmemiştir, görülmeyecektir. O halde işçilerin birliğini, mücadelesini ve çıkarlarını savunan işçi toplantıları örgütleyelim ve onlara katılalım.

44

Kasım 2005 • sayı: 8 Kalite Toplantıları Kalite toplantıları bitmek bilmiyor. Genelde bu toplantılarda biz işçilerin hataları slaytlarla anlatılıyor. Öyle ki en ufak hatamız dahi patronların uşaklarının gözlerinden kaçmıyor. “Günde 10 saatimizi, haftada 7 günümüzü verdiğimiz fabrikaya, bir buçuk saat vermişsiniz çok mu?” diyerek savunuyor yapılan toplantıları bay akıl hocası! Çok, hem de her dakikası! Bizler yıllar yılı bu fabrikaya terimizi, emek gücümüzü, yeri gelir kolumuzu bacağımızı veririz. Ama karşılığında aldığımız ücret ne bizi ne ailemizi geçindirmeye yetiyor. Ama açgözlü patronlar sınıfı şimdi bir de 8 saatin ardından dinlenme saatlerimize gözlerini diktiler. Bilelim ki patronlar çok açgözlüdürler, her kuruşun, her dakikanın hesabını çok iyi biliyorlar. Ya biz? “İtiraf etmeliyim ki hatalarda %5 insan faktörü %95 sistem etkilidir” diyor akıl hocamız. Evet bay lafazan, bir buçuk saat boyunca ettiğin tek doğru cümle bu oldu. Nasıl ki bir ülkede hırsızlık, cinayet, fuhuş, rüşvet, adaletsizlik, eğitimsizlik gibi sorunlar bir sistem sorunuysa! Yani tüm bu toplumsal çürümenin, işsizliğin, açlığın, krizlerin nedeni nasıl kapitalist kâr düzeniyse, fabrikadaki hataların tek nedeni de sizin kurmuş olduğunuz bu sistemdir. Bu öyle bir sistemdir ki makineler, malzemeler en kalitesiz mallardan oluşur. Bu sistemde işçinin mutluluğu, insan olduğu hiçbirinizin aklına dahi gelmez. Haklısınız patronların sisteminde işçiler ücretli köle olarak kalacaklardır. Ta ki işçiler birleşip dünyada kapitalist sistemi yok edene kadar.


Kasım 2005 • sayı: 8 İş Kazaları Değil Cinayet Var! Gün geçmiyor ki bir kardeşimiz iş kazası geçirmesin. Kiminin parmağı kopuyor, kiminin ciğerleri çürüyor, kiminin ayaklarında sorun çıkıyor, kiminin gözleri görmez oluyor, kiminin kulakları işitmez oluyor. Zamanla hepimiz ya iş kazası geçirerek ya da bir meslek hastalığına yakalanıp çürüğe çıkıyoruz. Peki tüm bunlar neden oluyor? Patronlara kalırsa baş suçlu işçilerdir. Çünkü onlar dikkatsizdirler! Ama bu, kazaları engelleyen bir açıklama değil. Onlar mahkemelerde suçlu çıkmamak için suçu bizlerin sırtına yüklüyorlar. Gerçek suçlu kim öyleyse? Suçlu; tek derdi üretimi arttırmak olan, işyerinde az zamanda çok iş isteyen, güvenlik ekipmanlarını almayan, mesaileri zorunlu kılan, bizleri sağlıksız ortamlarda çalışmaya mecbur bırakan patronlar sınıfıdır. Bizim suçumuzsa bir arkadaşımız kaza geçirdiğinde yeterince yardımcı olmamak, sıranın bize geleceğini düşünmeyerek çalışmaya devam etmektir. Bizim en büyük suçumuz kapitalizme karşı savaşmayışımızdır. Fazla Mesailer 8 saat, 6 gün yetmiyormuş gibi patronlar sınıfı bizim dinlenme saatlerimize de göz koyuyor. 8 saatin ardından, 6. günün sonunda ve bayramlarda dahi çalışmamızı istiyor. Yetmiyor, onlar rüyalarımızda dahi işyerini ve işi görmemizi istiyorlar. Arkadaşlar, fazla mesai demek sosyal hayatımızın ölmesi demektir. Fazla mesailere kalarak ailemizi, sevdiklerimizi, dostlarımızı dahi göremiyoruz. Fazla mesai demek işsizliğin sürmesi demektir. Biz iki vardiya çalıştıkça, iki iş birden yaptıkça, Pazar günleri çalışmaya geldikçe patronlar yeni işçi almayacaklardır. Fazla mesai demek erkenden çürümek demektir. Dinlenmen gerekirken çalışıyorsan, iş kazası riskini arttırıyorsun, sinirlerini, kaslarını yıpratıp erkenden çürümene, çalışamaz duruma gelmene neden oluyorsun. “Ama maaşımız yetmiyor” diyeceksiniz. Doğru, ama geçinmek için, insanca yaşamak için iki iş yapmak, fazla mesailere kalmak, yememek, içmemek zorunda değiliz. İnsanca yaşamak için ömür boyu fazla mesaiye kalmak yerine mücadele etmeliyiz. Haklarımızı birlikte mücadele ederek kazanabiliriz. Eğer çok istiyorlarsa asalak patronlar kendileri gelip mesai yapsınlar; biz bu kısacık hayatta sevdiklerimize ve sevdiğimiz uğraşlara daha fazla zaman ayıralım. Gece Vardiyası Kimin İçin Kârlı? Gece vardiyasında yemek saatindeydik. Bir işçi “bu saatte yemek olur mu?” diye sordu. Öbür işçi “bu saatte çalışma olur mu?” diye karşılık verdi ve devam etti konuşmaya... “İnsanoğlu yaklaşık 2 milyon yıldır var. İnsanlar son 200 yıldır gündüz-gece çalışıyorlar. Önceleri karanlık basınca insanlar evlerine çekilirlerdi. Ancak bilimi, teknolojiyi ve yeni buluşları hayatımıza sokan sanayi devrimi ile birlikte artık gece çalışmaları da başladı. Gece çalışması sağlığa zararlıdır. İnsanların erken yıpranmasına neden olur. Gece çalışmasının sorumlusu kapitalistlerin rekabet ve kâr isteğidir. Patronlar gece uyurlar, bizlerse onlar için çalışırız!” Hepimiz onu haklı

marksist tutum bulduk. Panoda Kimler El Sıkışıyor? Her mesaiye başladığımızda kart basma makinesinin arka tarafındaki panoya gözümüz takılır... Bu pano her 15 günde bir yenilenir. Bir gün şu konuşmaya şahit oldum. Bir işçi arkadaş: “dalmışsın...” dedi bir başka arkadaşımıza. Öbürü: “Ha, evet. Şu fotoğraflara bak... Her zaman birileri el sıkışıyor. Çoğunlukla müdürler oluyor, sonra ustabaşları ve biz işçilerden bazıları... Bakarken, günün birinde ben de olacak mıyım diye düşünüyorum. Örneğin bir müdür güler yüzle benim elimi sıkarken olabilir mi?” diye sordu. Öbür işçi: “Arkadaş amma dalmışsın sen. Hem günün birinde bu dediğin olsa, bundan kazançlı çıkan sen değil müdürler olur. Senin gibi diğer işçiler sıranın kendilerine gelmesi için sesini çıkarmadan daha fazla çalışırlar, ama ellerine geçen şu sahte gülüşler ve bir el sıkışması olur... Unutma, müdürlerin değil işçilerin elini sıktığında güç, güven ve moral kazanırsın...” İşçi Arkadaş Neden Bağırıyor? Bir işçi anlattı: kendi bölümlerinde bir işçi çalışırken sürekli “hadi arkadaşlar, daha hızlı, daha hızlı, durmayın” diye bağırıp duruyormuş. Tam soracaktım ki kendisi cevapladı: “Yok, yok, bu arkadaş şef değil, ustabaşı değil, usta da değil. Bak bu işçinin vücudu, beyni kısacası tüm yaşamı bu işyeri olmuş. Bir saniyesi bile boşa geçmez. Diğer işçilerle iletişimi bundan ibaret. On yıllık işçi. Göze girmeye de çalışmıyor. Ama bu çalışma disiplininin kölesi olmuş. Şimdi kraldan daha kralcı.” Umarız gün gelir, işçiler birbirine “daha hızlı örgütlenelim” diye bağırır dedik ve işimizin başına döndük. Şans Oyunlarından Kimler Kazanıyor! Her işçinin elinde çeşitli kuponlar var. Maalesef futbol sezonunun açılmasıyla bu şans oyunları da artmaya başladı. Sadece Türkiye ligi de değil dünyanın her ülkesindeki maçlar takip ediliyor. İşçiler bu şans oyunlarının müptelâsı oluyorlar. Ödedikleri para bir yana, bir hafta boyunca umuda kapılıyorlar, “kazanırsam bu berbat hayattan kurtulurum” diye. Bu umut patronlarımıza çok şey kazandırıyor. Hem işçileri madden soyuyorlar hem de fikren! Şükür! Bir işçi ile kötü hayat şartları hakkında konuşurken, hemen kendisiyle bir kıyaslama yapıyor ve “halimize şükredelim” diyor. Arkadaşa soruyoruz: “Senin halinin, bizim halimizin hep aynı kalacağının bir garantisi var mı? Meselâ burada iş güvencen var mı? İş kazası geçirebilirsin, meslek hastalığına yakalanabilirsin, her an işten atılabilirsin. Sana ve ailene kim bakacak bu durumda?” Her geçen gün işsizlik, hayat pahalığı artıyor. Savaşlar ve krizlerle dolu bir dünya var. Tüm bunları düşününce insanın içinden şükretmek gelmiyor... İnsanın içinden sömürüsüz bir dünya kurmak için daha fazla mücadele etmek geliyor. Şükür ki insanlığın yüreğindeki mücadele ateşi sönmüş değil! bir matbaa işçisi

45


Okurlarımızdan Geçen yıl çocuğumuz 7 yaşına basmıştı ve okula gidecekti. Okula yeni başlayacak oluşu bizi heyecanlandırsa da, kayıt parasını düşündükçe geriliyor ve üzülüyorduk. Asgari ücretle geçinen aileler olarak bağış parasını vermemiz ve diğer ihtiyaçları karşılamamız mümkün değildi. Çünkü eve giren para, kira, elektrik, telefon, su gibi harcamalara bile zor yetiyor. Eğitime ve sağlığa, hatta karnımızı doyurmaya bile paramız kalmıyordu durum böyle olunca. Okullar açılıyor diye duyduğumuz o sevincin yerini de hüzün alıyordu. Benim size anlatacaklarımı inanın bütün aileler yaşıyor. Öyle ki, kayıt yaptırmaya gittiklerinde çocuk sayısına göre pazarlıklar yapıldığını ve işçi olduklarını belirtseler bile zorlayıp “çocuğunuzu okula almayız” denildiğini duyuyordum. Bir yakınım da kayıt yaptırmaya gittiğinde “hanım madem bakamayacaktın neden doğurdun?” diye öğretmenin çıkıştığını, kendisinin gözyaşlarını tutamadığını anlatmıştı. Çok geçmeden kayıt yaptırmamız gerekiyordu. Okula gittim. Kaydın başladığı ilk günler kalabalık değildi. Dört tane öğretmen oturuyordu. Kızımın nüfus cüzdanını verdim, kayıt edildi, “hayırlı olsun” dedikten sonra “okula bağış yapabilir misiniz?” diye sordular. Sadece “yapamayacağım” deyip geçmek yeterli miydi? O an “karnımızı bile zor doyuruyoruz” demek geldi içimden. Daha bir sürü alınacak önlük, çanta ve diğer ihtiyaçlar var, ne olacak bunlar diye düşündüm. Sözün kısası veremeyeceğimi söyledim. Kayıtların ilk günleri olduğundan karşı çıkılmadı, ama kayıtların son günlerinde giden aileler ne kadar zor durumda olduklarını söyleseler de yüklü miktarlarda “bağışlar” ödemişlerdi. Milli Eğitim Bakanı açıklamalarında “kayıt parası vermeyin” diyor, ama eğitime ayrılan bütçe açıklandığında eğitimi ne kadar hafife aldıklarını görüyoruz. Hemen ardından da “bütçemiz ma-

lum, çocuklarınızın sağlıklı koşullarda öğretim görmesini istiyorsanız bize yardımcı olun” diyerek nasıl ikiyüzlüce davrandıklarını görüyoruz. İşçi sınıfının çocuklarının okula başlarken karşılaştıkları sıkıntılar hiç bitmiyor, önlük, çanta, ayakkabı derken asgari ücreti aşan rakamlar ortaya çıkıyor. Arkadaşlarım ve ailemin yardımıyla eksiklikleri tamamladık, okullar açıldı. Daha ilk günden 20 milyon temizlik parası istendi. Ben bu parayı bir hafta geciktirdim, öğretmen eve haber yollayarak “paranız yoksa borç alın” demiş. Hayat bir engelli koşudan ibaret bizler için, biri bitti derken bir başka sorun başlıyor. Öğretmeni dinledim, borç aldım, okulun sorunu “çözüldü”! Okuldaki beslenme ise başlı başına bir sorun. Her gün değişik bir şeyler koymak gerekiyor, artık öyle olmuştu ki, eve sadece kızımızın yedikleri alınıyordu, yani biz onunla beraber yiyorduk ekstra bir masraf yapmayalım diye. Ayda bir kez okula tiyatro geliyordu, oyun başına en az 1,5 milyon, veremeyen çocuklar sınıfta tek başına bırakılıyordu. Her ay beslenme, fotokopi, temizlik, tiyatro parası olarak en az 50 milyon cepten çıkıyordu. Servis sorunumuz olmadığı halde (en kısa mesafenin aylık 120 milyon) durum içinden çıkamayacağımız bir hal almıştı. Uzun lafın kısası, bizler sorunun kaynağını göremiyoruz, ya öğretmeni ya müdürü suçluyoruz. Sorunun kaynağını kişiler olarak gördüğümüz zaman bile onlara karşı tepki gösteremiyor hep sessiz kalıyoruz. Asıl suçlu, eğitimi paralı hale getiren kapitalist sistemdir. Bu sorunları yaşayan biz aileler, eğitim sorunuyla beraber yaşadığımız tüm sorunları, ancak örgütlenip mücadele ederek ve bu sistemi ortadan kaldırarak çözebiliriz.

Sevgili Marksist Tutum okurları ve çalışanları, Ben yirmi dört yaşında bir garsonum. Sizlerle karşılaştığım ve yaşadığım haksızlıkları paylaşmak istiyorum. Gece yarısı saat 1 gibi idi. Adam yolda yürüyemeyecek kadar alkol almış ve ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Yolun tam ortasında yere yığıldı. Garson arkadaşım koşarak onu yolun ortasından kaldırdı. Hemen karşı tarafta görevli polise götürdü. İlgilenip onu hastaneye götürsünler diye ısrar etti. Adam kan revan içinde acıyla kıvranırken, polisin arkadaşa verdiği cevap “seni ilgilendirmez, sen işine bak oldu” oldu. Arkadaş şaşkınlıklar içinde geri geldi. Ve daha nice nice haksızlıklar. Peki, ama nereye kadar? Ben sizin derginizi okumaya başladıktan sonra bütün gerçekleri anlamaya ve çev-

remdekilere anlatmaya başladım. İlk olarak işçilerle patronlar arasındaki sınıf ayrımını daha iyi kavradım. Birçok yerde, farklı farklı mesleklerde çalıştım; ama her yerde patronların işçilere karşı aynı olduğunu gördüm. Bizleri sigortasız, asgari ücretten az bir maaşla 12 saat çalıştırıyorlar ve halen de öyle çalışıyorum. Sigortamız yok, hastalansak öylece açıkta kalacağız, patronların umurunda bile olmayacak. Patron denilen bu sömürücüler, Türk işçileri Kürt halkına karşı kışkırtarak aynı sınıftan insanları birbirine kırdırmak isteyen burjuvalar. İşte gerçek düşmanımız onlar! Unutmasınlar ki bir gün işçi sınıfı, hiçbir ulusal ayrım gözetmeden birleşecek. Marksist Tutumcu arkadaşlar, zafer bizim, işçi kardeşlerimin olacaktır.

46

Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi

Kumkapı’dan bir lokanta işçisi

Geçenlerde bir gazete haberinde şu satırlara rastladım: “Federal Mali Muhasebe Dairesi’ne göre, 2002-2005 yıllarında yaklaşık 6 milyar mermi harcandı.” Evet, 3 yılda emperyalist kapitalizmin ana merkezi konumundaki bir ülke, ABD, tüm dünya nüfusu kadar mermi saçtı. Ve kendi ürettiği yetmezmiş gibi başka ülkelerden de mermi ithal etti. Bir diğer istatistiğe göre ise Irak’ta üç yılda öldürülen her bir direnişçi başına yaklaşık 250 bin mermi düşüyor. Yanlış okumadınız 250 bin kurşun. 250 bin ölüm saçan demir parçası! Dehşet verici bu rakamların da ötesinde bir başka açıklama ise ABD’li bir burjuvadan geliyor: “bombayla değil de mermiyle kaç şer eylemcisini cehenneme yolladığımızı bilmiyorum. Onlar ceset saymıyorsa, ben nasıl sayabilirim.” İşte kapitalizm, işte kapitalist! Ne söylenebilir ki? İnsanlık suçu değildir de nedir bu? İnsanlık nereye gidiyor böyle? Hiç durup düşünüyor muyuz, rakamlar neyi gösteriyor diye? Rakamlar sadece matematikte, fizikte kullanılmıyor. Katledilen insan başına düşen mermi sayısını da gösteriyor rakamlar. Rakamlar artık susuzluktan, açlıktan ölen insanları gösteriyor. Rakamlar Iraklı anaların daha gün yüzü göremeden ölen çocuklarını gösteriyor. Rakamlar ölümü, sadece ölümü gösteriyor bu kokuşmuş, aşağılık düzende! Ama o rakamlar ki 1848, 1871, 1917 dedi bir zamanlar. Rakamlar bir dönem dünyayı yerinden oynattı. O rakamları duyunca korktu katil. Korktu kan emici burjuvalar. Rakamlar ne kadar da acımasız bu düzende. Her şey o kadar açık ki rakamlarda. Ve her şey o kadar kapalı ki bu dünyada, görmek istemeyen gözlere. O kadar uzak ki sokakta yaşayan insanların titremeleri. O kadar kapalı ki gözler, Afrika’da açlıktan ölen çocuğa bakışına akbabanın. Peki bu aşağılık, kokuşmuş düzenden kurtulmayı nasıl başaracak insanlık? 150 yıl önce devrimci önderler, Marx, Engels ve daha sonra Lenin, Troçki ve daha birçoğu göstermiş bunun yolunu. Hayatı yaratan, çarkları döndüren işçi sınıfı tarihin çöplüğüne gönderecek bu düzeni zamanı gelince. Kurtuluş yolu Marksizmde, işçi sınıfında! İstanbul Üniversitesinden Marksist bir öğrenci


Okurlarımızdan Bugün yaşadığımız bu coğrafyada yozlaşmış, yabancılaşmış, çürümüş ve dahası atomize olmuş bir toplumdan dem vurur dururuz. Peki, hiç soruyor muyuz neden böyle? Neden bu kadar bireyci, benmerkezci insanlar içeriyor bu toplum ve neden herkes kendi paçasını kurtarmaya çalışıyor, küçük-burjuva hayaller peşinde tükenip gidiyor. İnsanlık değerlerine yeterince önem vermeyen, güvensiz, boyun eğen, ürkek bireyler olmuş vaziyetteyiz. Bunun nedeni acaba 12 Eylül çocukları olmamızda mı yatıyor? Bu sorunun cevabının 12 Eylül olduğunu İşçi Özeğitim Gruplarınca düzenlenen, pek çok işçi ve benim gibi genç öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen 12 Eylül ile ilgili bir toplantıda aldım. Evet, 12 Eylül’ü duymuştum ama o, “anarşistlere karşı, toplumsal kaosu durdurmaya yönelik bir inkılâp” değil miydi? Tam tersiymiş! Eee, ne de olsa burjuva devlet bize öyle yansıtmış ve biz de bu yalan senaryoyu benimsemiş ve hatta özümsemişiz. Neyse ki ben şanslı bir gencim, ne kadar 12 Eylül çocuğu olsam da! O toplantıda duyduklarım, o günün tanığının anlattıkları ve slayt gösterisi, 12 Eylül’ün inkılâp değil faşist bir diktatörlük olduğu gerçeğini gösteriyordu: yükselen işçi hareketini boğazlayan, gencecik insanları darağacına çekmekten, işkencelerden geçirmekten çekinmeyen eli kanlı bir diktatörlük. Bugün yaşadığımız ve sürekli dem vurduğumuz sorunların sorumlusu olan tarih kesitidir 12 Eylül. İşçi sınıfı hareketine ve onun devamı olan biz işçi çocuklarının sırtına vurulmuş ağır bir darbedir. Bizi şekillendiren, sorgulamamaya iten, yozlaştıran, yalnızlaştıran, kısacası atomize eden o illet faşist diktatörlük hakkında duyduklarım ve öğrendiklerimden sonra, devrimci öfkem doruklara çıktı. Eli kanlı kapitalistlerden ve onun işbirlikçi generallerinden hesap sorulması gerektiğine; bununla yetinmeyip bu kapitalist dünyanın yıkılması ve bütün insanlık düşmanlarından hesap sorulması gerektiğine inanıyorum. Bu hesabı da işçi sınıfı iktidara geldiğinde soracaktır. İTÜ’den bir öğrenci

Merhaba Marksist Tutum. Bu sene yüz binlerce öğrenci birbirini ite kaka, biri diğerinin üzerine basarak ÖSS sınavında öne geçmeye, üniversiteyi kazanmaya çalıştı. Maratonda ipi göğüsleyen on binlerce öğrenci, üniversitelerin açılmasıyla birlikte hülyalar kurarak okullarının yolunu tuttular. Bu arkadaşların çoğu beklentilerinin boşa çıkacağını görecekler ve hayal kırıklığına uğrayacaklar. Ben de geçen sene aynı hayal kırıklığını yaşamıştım; sizlerle bunu paylaşmak istiyorum. Üniversiteye başlamadan önce kurduğum bir yığın hayal vardı. Muhteşem bir kampüs, kaliteli bir eğitim ve buna bağlı olarak önümde mutlu, sorunsuz bir hayat olacağını düşünüyordum. Çünkü üniversite okuyacaktım. Arkadaşlarımla konuştuğumda, çok mutlu olduklarını, üniversiteli olmanın daha farklı, hatta bir ayrıcalık olduğunu söylüyorlardı. Meğer hepsi sorunları olan, mutluluk oyunu oynayan insanlarmış. Bunu daha yakından tanıyınca anladım. Sonunda ben de üniversiteyi kazandım. Büyük hayallerle bekliyordum, nasıl bir hayatım olacağını. Fakat kampüsu gördüğüm anda yıkıldım adeta. Duvarlarındaki boyaları dökülmüş, sadece bir katının bize ait olduğu, bodrumda kantini olan dört katlı bir binaydı. Hiç de bilim üretilen bir yere benzemiyordu. Diğer öğrencilerle tanıştığımda daha çok üzülmüştüm. Hepsi okulun durumundan şikâyetçiydi ama bunu yüksek sesle dile getirmiyorlardı. Çoğunluğu okuduğu bölümü beğenmiyordu. Bu mesleği yapmak istemiyorlardı. Zira onlar üniversiteye kariyer için gelmişlerdi. Hepsi de daha statü sahibi mesleklerde okumak istiyordu; iyi para kazanma derdindeydiler. Kendilerini statüyle var ediyorlardı, çünkü bugüne kadar onlara bu öğretilmişti. Aradan iki hafta geçti; ben ne okula ne de arkadaşlarıma ısınabilmiştim. Derken, tüm zorluklara karşın yaşamı üretmekten memnun olan birkaç kişiyle tanıştım. Benimle ilgileniyorlar, sorunlarımı paylaşıyorlardı. Kendi arkadaş gruplarıyla yaptıkları etkinliklere çağırıyorlardı; onlarla çok iyi anlaşmıştım. Tüm bunlar beni çok mutlu ediyordu. Daha sonra fark ettim ki bu gü-

zel insanlar devrimciymiş. Hoş o insanlar kendilerini saklıyor değillerdi; ben biraz geç kavradım. Önce tereddütte kaldım onlarla beraber olurken, sonra onların gözlerindeki ışıltıyı görünce ben neden böyle olmayayım ki dedim kendime ve aralarına katıldım. Ben de devrimcileşmeye başladım, demek devrimci olmak böyle bir şeydi. Haksızlığa boyun eğmemek, insanlığın açlıktan, hastalıktan ölmesine karşı çıkmak, kısacası sınıf ayrımını yok etmek ve bu sistemi ortadan kaldırmak istiyorduk. Yani ben bu dünyayı değiştireceğim diyebiliyordum. Dünyaya meydan okuyabiliyordum. Daha sonra bu düşüncenin teorisini okumaya başladım, bilinçlenmeye çalışıyordum. Eskiden bakıp da göremediğim şeyleri şimdi görüyordum. Adına kapitalizm denilen sistemin çelişkilerini görmeye başlamıştım. Marx, Engels, Lenin ve Troçki! Bu insanların kim olduklarını öğrenmiştim ve onların bu mücadeleye hayatlarını nasıl adadıklarını görünce ben de yapabilirim, yapmalıyım diyordum. Böylece kalan hayatımı devrimci olarak geçirmeye karar verdim. Çünkü komünist olmak başka bir şeydi. Şimdi devrimci bir kişi olduğumu görüyorum. Kendi ayaklarım üstünde durabiliyorum, kapitalizme karşı mücadele ediyorum. Devrimci olmak bana çok şey katmıştı. Elbette boşluğa düştüğüm zamanlar oluyor ama üstesinden gelmeye çalışıyor ve geliyorum. Çünkü içimizdeki küçük-burjuva kişilik kolayca alt edilebilecek bir şey değil. Burjuva ideolojisi en ufak bir aralıktan içeri sızıyor ve bizi boşluğa düşürüyor. Tam anlamıyla komünist olmak için, önce kapitalist sistemin yaratıp şekillendirdiği kişiliğimizi düzeltmeliyiz. Kendi iç dönüşümümüzü sağlamalıyız. Bu da mücadeleye yeterince inanmakla ve uygulamakla olur. Biz gençlerin önünde uzun bir hayat uzanıyor. Mücadeleyi ileriye taşımalı ve etrafımızdakileri de bu mücadeleye katarak yeni bir dünya kurmak için tüm gücümüzle savaşmalıyız. Çünkü komünist olmak bunu gerektiriyor.

Kapitalist sistemin insanları apolitik hale getirmek için kullandığı araçlardan biri de burjuva eğitim sistemidir. Kapitalizm kendi ideolojisini insanlara bu yolla aktarır. Düşünmeyen, eleştirmeyen, resmi ideolojinin dışına çıkmayan, patronuna, amirine, öğretmenine itaat eden “ideal” öğrenciler, “ideal” vatandaşlar, “ideal” işçiler yaratılmaya çalışılır. Bu sistemde eğitim biz emekçileri ve emekçi çocuklarını daha fazla baskı altında tutmak için burjuvazinin elini güçlendiren bir araçtır. Sosyal devlet kandırmacasının kendi üzerinde büyük bir yük haline gelmesi ile burjuvazi eğitimi de artık kapitalist bir sektör haline getirmiştir. Elde ettiği ücretle yaşamını bile idame ettirmekte güçlük çeken emekçiler için çocuklarını okutabilmek artık bir lüks haline gelmiştir. Bağış adı altında alınan haraçlar, aidatlar, servis parası ve daha nice gereksiz ödemeler bir kez daha emekçinin belini bükmektedir. Her şeyin alınabilir ve satılabilir olduğu bu sistemde eğitim de parayla satın alınmaktadır. İşsizli-

ğin had safhaya çıktığı, asgari ücretin 350 YTL olduğu bir ülkede insanlar nasıl çocuğunu okutsun? Daha iyi şartlarda okumak, daha iyi şartlarda yaşamak için, okul duvarına “barış” sözcüğünü yazan çocuklarımız işkence görüp hapse atılıyor. Nazım’ın şiirlerini okuyanlar gözaltına alınıyor. Düşünmesin, isyan etmesin diye okul kapılarında uyuşturucuya alıştırılıyor çocuklarımız. Burjuvazi sopasını yalnızca bizlere ve çocuklarımıza doğrultmaktadır. Kapitalist sistemde özgür ve bilimsel bir eğitim gerçekleştirilemez. Bizim gerçek okullarımız Marksist bilinci edindiğimiz yerlerdir. Bizi birbirimize bağlayan örgütlülüğümüz ve mücadelemizdir. Gencecik beyinlerin burjuva ideolojisi ile yıkanmasını istemiyorsak Marksizmi, işçi sınıfının bilimini onlara öğretmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bizler zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan ve kapitalizmi bu zincirlerle boğacak tek sınıfız.

Marmara Üniversitesinden Marksist bir öğrenci

Marksist Tutum okuru bir işçi

47


Okurlarımızdan Aslanlara yedirilen işçinin hikayesi İnternetteki bir siteden şu haberi okuyoruz, “Güney Afrika’da bir beyaz çiftlik sahibi, siyahi işçisini aslanlara yedirdiği için ömür boyu hapis cezası aldı!” İnsanın okuduklarına inanası gelmiyor, ama haber tamamen gerçek. İlk önce, acaba aralarında nasıl bir anlaşmazlık veya husumet doğmuş olabilir ki, bir insan diğerini böylesine vahşi bir ölüme terk etsin diye düşünüyorsunuz. Ancak bu iki insandan birinin “kara derili” diğerinin ise “beyaz” olması ve olayın Güney Afrika gibi ırkçılığın yakın zamana kadar “ulusal politika” olduğu bir ülkede geçiyor oluşu, ve hatta “beyaz” olanın çiftlik sahibi patron “kara derili” olanın ise çiftlikte çalışan bir işçi olması, işin farklı bir boyutu olduğunu görmemizi sağlıyor. “Beyaz” patronun bu kadar sinirlenmesine neden olan şey ise, “kara derili” işçinin hakkını aramak üzere kendisini Çalışma Bakanlığına şikâyet etmesi. “Beyaz adam” o kadar sinirleniyor ki, haddini bilmeyen işçisini önce dövüyor ve başına silah dayayarak dua ettiriyor, ardından vazgeçmediğini görünce evini yakmakla tehdit ediyor. “Kara derili” işçi tüm bunlara rağmen pes etmeyince de, onu

Neden bilmiyorum ama ne zaman bir mektup yazmak istesem hemen sevgili sözcüğünü kullanasım gelir. Ardından uzunca düşünülmüş bir giriş bölümüyle başlamak isterim. Fakat burada da bir duraklama hem de gelişme bölümüne dek sürecek bir duraklama yaşarım. Ama her ne olursa olsun bir şekilde başlanır. Çünkü aklımdan kalbimden geçenler sessizce dökülür kalemimin ucuna. Bunlar ki bir işçi çocuğunun, bu kapitalist toplumun bir bireyi olan ama onu devireceğine sonsuz inancı olan ve öylesine öfkeli bir gencin duygularıdır. Bu öfke ve başkaldırış o kadar büyüktür ki, bu lanet sistemin adını daha bilmediğim zamanlarda bile ondan nefret eder ve soyut bir özgürlük, kardeşlik, sevgi dünyası hayal eder dururdum. Kendimce teoriler, çözümler bulur ama her defasında kendimi çürütürdüm. Zaten zamanla her şey akıp gidiyordu. O masum, çocuksu ama bu lanet sisteme tam anlamıyla bulaşmamış iç dünyamız bizi daha umutlu, düşünür ve duyarlı kılıyordu. Belki de bana öyle geliyordu veya bu kapitalist sistem daha hayallerimizi ve fikirlerimizi satın alacak güçte değildi, olmayacak da. Çünkü buna gücü

48

doğada son derece ender olarak bulunan (!) “beyaz aslanların” kafesine atıyor. Neresinden ele alırsak alalım tüylerimizi ürpertecek kadar insanlık dışı bir hadise. Herhalde birçoğumuz, kapitalist toplumun sınıflı yapısının, bir insanın öldürülmesinde bile bu denli açığa çıkabileceğini düşünmemişizdir. Yaşayanlar olarak, hayatın güzelliklerini sunarken ne kadar eşitsiz ve adaletsiz davrandığının elbette farkındayız. Ama en azından ölümün bu çileye son verdiğine ve daha adil olduğuna inanmaya alıştığımız için, bu tür olayları kavramakta zorlanıyoruz. Yine de hayat, kafamızdaki yanılsamaları özellikle yıkmak istercesine gerçeklerini sürekli olarak önümüze koyuyor, “gör ve anla” diyor, “dünyanın gerçek yüzü budur!” Anlıyoruz ki, bu dünyada “beyaz”larla “kara derili” olanlar arasında, patronlarla işçiler arasında ciddi bir fark var. Tıpkı, New Orleans’taki felâketi yaşayan binlerce insana “kara derili” ve yoksul oldukları için geç yardım gönderilmesi gibi. Ve tıpkı ataları olan binlerce “kara derili” kölenin onyıllarca çektikleri eziyetlerin, işkencelerin, acıların, ıstırapların da tamamen gerçek oluşu gibi. Ve yine anlıyoruz ki, dünyada ender bulunan asıl şey beyaz aslanlar değil, insanlık onuru ve insan olma bilinciymiş.

yetmez. Ona karşı direnenler onun ne kadar çürümüş lanet bir şey olduğunu görebiliyor. Ve ben de hem kendi içimde var olan bu değişimi, hem de çevremde gördüğüm işçi ve öğrenci dostların bunu başardıklarını görebiliyorum. Başlangıçta korkularım, burjuva hayallerim vardı ama bugünlerde grevde haklarını arayan, direnen, sömürüye ve patrona başkaldıran, bu sisteme öfke duyan Serna-Seral işçilerini, emekçilerini gördükten sonra savunduklarımın, düşündüklerimin doğruluğuna bir kez daha inandım. Serna-Seral işçileri teoriyi pratiğe uygulamış, direnen, ayakta olan işçi sınıfının bir parçasıydı benim için. Kimilerine göre ölen, yok olan o muhteşem işçi sınıfını ayakta gördüm. Hepsi kafalarındaki, o burjuva sınıfın yıllardır propaganda ile soktuğu boş düşünceleri, hayalleri kırmış, birbiriyle kenetlenmiş, safları sıklaştırmış ve gülen gözlerle geleceğe bakıyorlardı. Bu somut gerçek gösteriyor ki işçiler kendileri-için-sınıf olduklarında ve bu sınıf bilincini algılayıp, benimseyip, sahip çıktıklarında kızıl bayrak altındaki yaşam hiç de uzak değil. İTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Üstelik bu olay ne ilk ne de sondur. “Uygar” dünyanın efendileri olan emperyalist güçlerin, bu hikâyedeki “beyaz” çiftlik sahibinden hiçbir farkları yoktur. Dünyayı kendilerine ait bir “çiftlik” olarak gören burjuvaların gözünde, aslında bütün işçiler birer “kara derili” köledir. Lafa gelince eşitlik ve özgürlük havarisi kesilseler de, kapitalizmin tarihi bu özgürlüğün ve eşitliğin burjuvaların çıkarları doğrultusunda nasıl iğdiş edilip kullanıldığının örnekleriyle doludur. Amerika’nın keşfinden bu yana milyonlarca insan kızıl derili, kara derili, sarı derili denerek, uygarlık götürüyoruz maskesi altında katledildi, ezildi ve sömürüldü. Tıpkı kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi, kapitalizmin tarihi de milyonlarca insanın kanıyla yazılmıştır. Ve bu kan, ancak her türlü ayrımcılığın ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasıyla, yani kapitalizmin son bularak sosyalizmin kurulmasıyla temizlenebilir. Uzağa gitmeye gerek yok, burjuvazinin egemen olduğu her yerde mutlaka bir “beyaz” ve “kara” ayrımı vardır. Kapitalist sistemin yarattığı her türlü ayrımcılığa ve ırkçılığa, en başta da tüm bu ayrımların ve eşitsizliklerin temeli olan sınıflı toplum yapısına karşı mücadele etmeliyiz. Tuzla’dan bir işçi Merhaba Marksist Tutum, Ben bir üniversite öğrencisiyim. Bu yaşıma kadar herkes gibi ben de burjuva ideolojisi ve kültürüyle yetişmiş bir insandım. Edindiğim küçük-burjuva kişilik bir yerden sonra beni bunaltmaya, sıkmaya başladı. Kendimden bile nefret eder oldum. Ama ne yapacağımı, nerden başlayacağımı bilemiyordum. Bir çıkar yol, bir ışık arıyordum. Kapitalist sistemin yarattığı yalnızlık duygusu beni de sarmıştı ve kimseyle bu sorunlarımı paylaşamıyordum. Konuşacak tek bir kişi dahi yoktu. Etrafımda bir sürü arkadaşım dediğim insan vardı ama hipnoz olmuş gibilerdi. Düzenin onları nasıl insanlıktan çıkartıp birer robot haline getirdiklerinin farkında değillerdi. Onlarla dertlerimi paylaşmam imkânsızdı. En sonunda üniversitede Marksistlerle ve Marksist Tutum’la tanıştım. Beni anlayacak birilerini bulmuştum, artık yalnız değildim. Bu sistemi, bu sıkıcı hayatı hep birlikte değiştirebileceğimizi anladım. Artık bana yol gösterecek dostlarım, yoldaşlarım ve Marksist Tutum vardı. Kapitalist düzeni nasıl yıkacağımızı, nasıl devrimci bir kişi olacağımı anladım. Tek yol mücadeleydi. Her yerde, her koşulda mücadele etmek, Marksist fikirleri yaymaktı artık görevim. Bunun için hayatımın sonuna kadar çalışmaya, bu yola hayatımı koymaya karar verdim. Ancak bu şekilde kapitalizmin iğrenç çıkarlarına alet olmaktan kurtulabilirdim. Bu yolda bize en büyük yardımcı Marksist Tutum’un sönmeyen ışığı olacaktır. Yaşasın Devrimci Mücadelemiz! İstanbul’dan bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.