Kasım 2011
Deprem Değil Kapitalizm Öldürüyor! Kapitalist Felaket Düzenine Son! • Halkların Demokratik Kongresi kuruldu • KCK operasyonları aynasında Kürt sorunu
80
• Yüzde 99’un öfkesi • Yalnız kalan devrimin kaderi /1 • Şark Islahat Planı /2 • Steve Jobs efsanesi
7,2 Değil Kapitalizm Yıktı! V
an, 23 Ekimde, Anadolu’nun son yüz yıldır tanık olduğu en büyük depremlerden biriyle sarsıldı. 7,2 büyüklüğündeki deprem sonucunda, Erciş başta olmak üzere Van’ın ilçelerinde ve merkezinde, çok katlı apartmanların yanı sıra, aralarında okulların, sağlık ocaklarının, otellerin, bir öğrenci yurdunun da bulunduğu binlerce bina yıkıldı. Pek çok köy adeta haritadan silindi. Binlerce insan yaralanırken, şu ana dek enkaz altından 600’den fazla insanın cansız bedeni çıkarıldı. Depremin ilk gününde, yıkılan binaların altında kalan yüzlerce insanın “kurtarın bizi” çığlığı etraftakileri kuru insan gücüyle hiçbir şey yapamamanın çaresizliğine sürüklerken, devlet akşam saatlerine kadar ortada yoktu. Kızılay deprem bölgesine ilk gün 1200 çadır ve 4500 battaniye götürmekle övünürken, on binlerce insan o geceyi sıfırın altına inen hava sıcaklığına rağmen çoluk çocuk sokakta geçirmek zorunda kaldı. Enkazı kaldıracak iş makinelerini, arama kurtarma ekiplerini ve sağlık görevlilerini derhal koordine edip devreye sokmaya sıra geldiğinde, “güçlü devlet” sırra kadem bastı. Çok açık ki, yüzlerce insanın ölmesinin, on binlercesinin evsiz kalmasının ve acılara sürüklenmesinin asıl sorumlusu, insan yaşamını hiçe sayan kapitalistler ve onların koruyucusu olan devlettir. Bir doğa olayı olan
depremi afet haline getiren şey kapitalizmdir. Daha fazla kâr uğruna eksik ya da bozuk malzeme kullanılırken devlet gerekli denetimi yapmamış, bu duruma göz yumarak depremin sonuçlarını hazırlamıştır. Bu toprakların deprem bölgesi olduğu bilindiği halde devlet hiçbir önlem almamış, dayanıklı konutlar inşa edilmemiştir. 26 saniyede yalnızca köylerde değil ilçe ve kent merkezlerinde de binlerce evin çökmesi, üstelik okul, yurt gibi devlet binalarının bile yerle bir olması bunun bir göstergesidir. Deprem bölgesinde pek çok insan halen enkaz altında. Elektrik ve suyun kesik olduğu bölgede, su, ekmek, battaniye ve çadır ihtiyacı had safhada yaşanıyor. Türkiye’nin dört bir yanındaki vicdanlı emekçi kitleler Vanlı kardeşlerinin yaşadığı acıları gönülden paylaşarak deprem bölgesine yardım malzemeleri yağdırmalarına rağmen, binlerce insana hâlâ en ufak bir yardım ulaştırılmamış durumda. Gölcük depreminden de bildiğimiz gerçek o ki, depolar ağzına kadar yardım malzemeleriyle doluyken, gerek organizasyon bozukluğu, gerek politik ayrımcılık, gerekse soysuz yetkililerin bu malzemeleri maddi çıkar kapısı olarak görmeleri yüzünden depremzedelere yardımlar ulaşmıyor, ulaştırılmıyor. Üstelik BDP’li belediyelerin ya da Kürt örgütlerinin gönderdiği yardımların Kızılay üzerinden dağıtılması dayatılıyor.
1
marksist tutum
Ancak, büyük çoğunluğunu yoksul Kürt emekçilerin oluşturduğu depremzedelerin tek sorunu bu değil. Onlar kayıplarının acısıyla yanarken, açlıkla, soğukla boğuşurken, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de insanlıktan çıkmış şoven sürüsünün hışmına uğruyorlar. Kürt sorununu çözümsüzlüğe hapseden ve savaşı yeniden tırmandıran TC, burjuva medyayı da dördüncü kol olarak kullanıp, halklar arasında kin ve nefret tohumları ekmekte pek mahir. BDP’li belediye başkanları, parti meclisi üyeleri ve her düzeyden partili KCK operasyonu adı altında her gün beşer onar hapse atılırken, Genelkurmay 17 Ağustostan bu yana 270 PKK’linin öldürüldüğünü açıklarken, Kürt ve Türk anaların yüreği her gün yeni ölüm haberleriyle dağlanırken, Kürt halkı baskıyla susturulmaya çalışılıyor, Türk halkı ise üzerine boca edilen şovenizm zehriyle devletin yanına çekiliyor. Çukurca’da ölen askerlerin ardından dozu artan kışkırtmalar sonucunda, Kürtlerin evleri, dükkânları basıldı, batıdaki Kürt öğrenciler dövülüp evlerinden atıldı, faşistler sokaklara döküldü. Devletse intikam çığlıklarıyla kelle avına çıktı. İşte deprem tam da bu süreçte meydana geldi. “Deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz üzüldük!” Irkçı zihniyeti faş eden bu ibretlik ifadeyi Habertürk spikeri canlı yayında kullanıyor. Benzer ifadeler başka spikerlerin ağızlarından da dökülüyor. Bir atv sunucusu, “Herkes haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın, sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” diyerek Kürtlere duyduğu ırkçı nefreti saçıyor ekranlardan. BDP’nin depremzedelere yardım için “seferberlik kam-
2
Kasım 2011 • sayı: 80
panyası” başlatmasının hemen ardından devlet ve “iliştirilmiş” medyası harekete geçiyor ve üstüne basa basa, “örgüt depremi bahane edip para topluyor, bağışlarınızı Başbakanlık Afet Koordinasyon Merkezine yapın” uyarılarında bulunuluyor televizyon kanallarında. Facebook’ta, Twitter’da, internet gazetelerinin okuyucu yorumlarında ise daha korkunç bir ırkçılık kusuluyor. Burjuva devletin on yıllardır topluma enjekte ettiği şovenizm zehri, bu zehirle insanlıktan çıkmış olanlara, yüzlerce insanın öldüğü, on binlerin acılar içinde kıvrandığı bir yıkım karşısında bile böylesine rezil ırkçı tepkiler verdirebilmektedir. Bunların milyonların izlediği medya organlarında boy göstermesi elbette tesadüf değildir. Zira burjuva medya, geniş emekçi yığınları, sermayenin çıkarları doğrultusunda paralize etmenin temel aracıdır. Onları ezilen halkların, sömürülen sınıfların acılarına tepkisiz kıldırmanın, on yıllardır yürüyen kanlı bir savaşı “terör eylemleri” olarak manipüle etmenin, deprem Kürt illerini vurduğunda içten içe “oh olsun” dedirtmeye çalışmanın en kirli aracı! Burjuvazi bir yandan halkları birbirine düşürüp kendi gemisini yürütmeye çalışırken, öte yandan daha fazla kâr uğruna emeği ve doğayı iliklerine dek sömürmektedir. Olağan doğa olayları olan yağmurların, depremlerin, tsunamilerin afete dönüşmesinin tek sorumlusu, bu akıldışı kâr düzenidir. Emekçi kitleler bu sömürü düzeninin yaşamasına izin verdikçe, “doğal” sıfatı takılarak mazur gösterilen afetlerin de, haksız ve emperyalist savaşların da, iş cinayetlerinin de, yoksulluğun da, açlığın da sonu gelmeyecektir. İnsanlığı yok etmeye programlı bu sistemi toplumsal bir depremle yerle bir etmek için örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
Halkların Demokratik Kongresi Kuruldu 12
Haziran seçimleri öncesinde oluşturulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, ezilen Kürt halkıyla birlikte işçi sınıfının ileri kesimleri arasında da olumlu bir yaklaşımla karşılanmış, düzen partileri karşısında anlamlı bir alternatif olarak ortaya çıkmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte, başta Kürt sorunu olmak üzere demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde ileri adımlar atılmasının işçi sınıfı açısından taşıdığı önemin bilinciyle bu Blok’u olumlu bir adım olarak değerlendirmiş ve desteklemiştik. Enternasyonalist komünistler olarak, “seçimlerden sonra Kürt sorununun bir kez daha gündemin ilk sırasına yerleşeceği” saptamasını yaparak, “bu sorunun Kürt halkının talepleri doğrultusunda demokratik bir çerçevede çö-
zülmesinin, milliyetçiliğin ve şovenizmin geriletilebilmesi açısından hayati bir önem taşıdığı”nı vurgulamıştık. Diğer taraftan, seçimlerden sonra yeni bir anayasanın gündeme geleceğini, bu anayasayı yapacak mecliste Kürt halkının temsilcileriyle birlikte sosyalist vekillerin de bulunmasının, ezilen ve sömürülen kesimlerin seslerinin duyurulabilmesi açısından anlamlı olacağını belirtmiştik. Seçimlerde Blok’un elde ettiği başarı ve ardından yaşanan gelişmeler, bu saptamaların doğruluğunu kanıtlamıştır. Blok’un elde ettiği başarı, seçimlerden sonra da Blok’un devam ettirilmesine dönük güçlü bir dinamik ortaya çıkarmıştı. Blok güçlerinin bu seçim başarısından sonra başta AKP olmak üzere düzen güçleri, bir yandan gerginliği tırmandırırken diğer yandan Kürt hareketine ve Blok vekillerine karşı çok boyutlu bir gerici saldırıya geçti ve haksız savaşı yeniden alevlendirme girişimlerine hız verdi. Bu konuda hem özelde AKP yanlısı hem genelde tümü olmak üzere burjuva medya da şovenizmi tırmandırıcı ve kitleleri manipüle edici yayın faaliyetine koyuldu. Bütün bu gelişmeler karşısında, bir seçim ve eylem birliği platformu olarak başlayan Blok, yeni bileşenleri de kendisine çekerek bir Kongre Hareketine dönüşmüştür. Bugün geldiğimiz noktada bu hareket, 1516 Ekimde Ankara’da bir merkezi kongre toplamayı başarmış ve kendisini Halkların Demokratik Kongresi (HDK) olarak somutlamıştır.
3
marksist tutum
Kasım 2011 • sayı: 80 Burjuvazinin ve sermaye devletinin Kürt halkına ve emekçi sınıflara yönelik saldırılarının doruğa tırmandığı, emperyalist savaşın bölgeyi kasıp kavurduğu mevcut konjonktürde, işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların ortak mücadelesi her zamankinden daha yakıcı bir gereklilik halini almıştır. Halkların Demokratik Kongresi bunu hayata geçirme yolunda anlamlı bir girişim olarak desteklenmeyi hak etmektedir.
Türkiye’nin 20 bölgesinden 825 delegenin il, ilçe ve bölge meclislerinden seçilerek oluşturduğu ve Marksist Tutum’un da içinde yer aldığı Halkların Demokratik Kongresi’nde, başta BDP olmak üzere 40’ın üzerinde siyasi parti ve çevre, etnik ve inanç grubu, dernek ve toplumsal hareket yer alıyor. İlerici-demokratik bir nitelik taşıyan programın kabul edildiği kongrede, yıllar yılı hakları, dilleri, kimlikleri ve kültürleri yok sayılan halkların temel taleplerinin kabul edilmesi ve anti-demokratik uygulamaların, siyasal yasakların kaldırılarak, hak ve özgürlüklerin kazanılması için mücadele etme kararlığı ilan edildi. Bu çerçevede Kongre’nin hemen başlangıcında Kürt, Ermeni, Asuri, Süryani, Çerkez, Laz, Ezidi, Arap, Pomak, Roman, Rum, Afrikalı, Alevi temsilcilerin anadillerinde Kongre’yi selamlamaları anlamlıydı. Yapılan konuşmalarda Kongre’nin Türkiye’nin gerçek fotoğrafını temsil ettiği, halkların ve emeğin üzerindeki baskı ve yasakların ortak mücadeleyle püskürtüleceği vurgulandı. Emperyalist işgallere karşı mücadele çağrısında bulunan Kongre, Türkiye’nin saldırı üssü olmasına karşı mücadele edeceğini vurguladı. Kürt sorununun çözülmesi için çağrı yapan Kongre, demokratik özerkliğin bütün topluma yayılması gerektiği hususuna dikkat çekti. Biz enternasyonalist komünistler olarak, bir eylem ve cephe birliği bağlamında bugün ulaşılan noktayı anlamlı bir adım olarak değerlendiriyoruz. Bizler açısından Kongre’nin anlamı, işçi ve emekçi kitlelerin demokratik haklarının yaşama geçirilmesi ve ezilen Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin karşılanması için bir mücadele ve güç birliği platformu oluşturmasıdır. Bu platform aynı zamanda haksız savaşa, şovenizme, ezen ulus milliyetçiliğine ve Türk burjuvazisinin heveslendiği emperyalist maceralara karşı durmayı da önüne koymuş bulunmaktadır. Kürt sorununun çözülmesi, ezilen Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanmasının yanı sıra, şovenizmin ge-
4
riletilmesine ve işçi sınıfının birliğinin güçlendirilmesine de hizmet edecektir. Bu sorunun çözümü doğrultusunda atılacak adımların, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini de ileriye taşıyacağı ve böylelikle işçi sınıfının örgütlülüğü önündeki yasal ve fiili engellerin aşılması bakımından da önemli bir dinamik ortaya çıkaracağı apaçıktır. Enternasyonalist komünistlerin bugün bu eylem birliğinin içinde olması, onların demokratik, enternasyonalist, anti-militarist ve anti-şoven mücadelesinin bir somutlanışıdır. Bu platform, işçi sınıfının mücadelesi açısından da önem taşıyan temel ve yakıcı demokratik sorunlar bağlamında bir demokratik mücadele platformu olarak görülmelidir. Bu öz iyi anlaşılarak platforma yönelik kavrayış yerli yerine oturtulmalıdır. Örneğin bu bağlamda, bu tür bir demokratik platformdan, sosyalist devrimci görevleri yerine getirmesini beklemek yanlıştır. Keza bu platforma boyundan büyük anlam ve misyon biçerek, onu sosyalistlerin parti birliği doğrultusunda atılmış bir adım olarak görüp göstermeye çalışmak ya da bu doğrultuda zorlamalara girişmek de bir başka yanlıştır. Bir eylem birliğini ya da cephesel bir platformu parti birliği olarak göstermenin, onu “son umut” vb. sıfatlarla adlandırmanın yaratacağı yanlış izlenim ve hayaller, büyük hayal kırıklıklarına ve tasfiyeci eğilimlerin güçlenmesine yol açacaktır. Kongre’nin, misyonuna uygun olarak önüne koyduğu görevlerde birleşik bir mücadeleyi örgütleyebilmesi Türkiyeli emekçiler açısından son derece önemlidir. Burjuvazinin ve sermaye devletinin Kürt halkına ve emekçi sınıflara yönelik saldırılarının doruğa tırmandığı, emperyalist savaşın bölgeyi kasıp kavurduğu mevcut konjonktürde, işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların ortak mücadelesi her zamankinden daha yakıcı bir gereklilik halini almıştır. Halkların Demokratik Kongresi bunu hayata geçirme yolunda anlamlı bir girişim olarak desteklenmeyi hak etmektedir.
KCK Operasyonlarının Aynasında Kürt Sorunu Suphi Koray
K
ürt sorununda ibre saldırılar, baskılar yönünde ilerlemeye devam ediyor. Şovenist hezeyan Çukurca baskınından sonra tam gaz tırmandırılıyor. Başta sınır bölgelerinde olmak üzere Kürt illerinde askeri operasyonlar sürerken, birçok yerde ise faşist çeteler polis eşliğinde BDP binalarına ve Kürtlere saldırıyorlar. Öcalan üç ayı aşkın bir süredir avukatlarıyla görüştürülmüyor. Medya Kürtlere karşı 90’lı yılları aratmayacak bir dil kullanıyor. Bunların yanı sıra KCK operasyonları adı altında yürütülen saldırı dalgası hız kazanmış durumda. 14 Nisan 2009’da başlatılan KCK operasyonları kapsamında gözaltına alınanların ve tutuklananların sayısı binlerle ifade ediliyor. Düzen cephesi askeri operasyonları tırmandırırken, KCK operasyonları adı altında da Kürt hareketinin siyasi kadrolarını tasfiyeye girişiyor. Nerdeyse Kürt hareketiyle bağı olan herkes TC’nin zindanlarına tıkılıyor. Kürt sorununda son iki yıldaki ana dönemeçleri kısaca hatırlayalım. 2009 yılında “Kürt açılımı” adı altında sorunun çözümü yönünde olumlu bir hava yaratılmıştı. Ancak Kandil ve Mahmur’dan gelenlerin Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanmasının düzen güçlerini ürkütmesi ve ardından DTP’nin kapatılmasıyla süreç akamete uğramıştı. Yeni kurulan BDP’nin üyelerinin de daha baştan KCK operasyonları kapsamında gözaltına alınması ve
tutuklanması ise düzenin Kürt hareketine karşı olan tahammülsüzlüğünü ortaya koyuyordu. Statükocu güçlerin provokasyonları ve AKP’nin niyetsizliği Kürt sorununda milliyetçi hezeyanın galebe çalmasına yol açtı. CHP ve MHP AKP’yi suçlarken, AKP de milliyetçi-devletçi söyleminin dozajını arttırarak BDP’yi hedef gösteriyordu. Ancak AKP’nin tüm zorlamalarına rağmen Kürt hareketinin kan kaybetmemesi, tersine güç kazanması, hükümetin “açılım” politikasını terk etmesine yol açtı. AKP sorunu Kürt halkının demokratik taleplerini karşılamak yerine, Kürt hareketini tasfiye edip birtakım bireysel haklar vererek çözmeye kalkıştı. Bu anlayış “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” sözleriyle cisimleşti. Ancak bu mecrada işler hiç de AKP’nin istediği gibi gitmedi. Kürt hareketi bazı burjuva yazarların bile görmezden gelemeyeceği biçimde güçlendi. Ayrıca Kürt sorununun yaşandığı ülkelerden biri olan Suriye’deki gelişmeler de Türkiye burjuvazisi açısından ciddi tehlikeler barındırıyor. Suriye’de de Irak Kürdistanı’ndaki gibi bir yönetimin ortaya çıkma ihtimali Kürtler açısından bir moral kaynağı anlamına geliyor. Beri yandan Türk devletinin tüm baskılarına rağmen Kürt halkının kendisine olan özgüveni oldukça artmış durumda. Seçimlerde Kürt halkı tarafından desteklenen 36 vekilin parlamentoya seçilmesi ve DTK’nın demokratik özerklik ilan etmesi burjuva dü-
5
marksist tutum
zeni iyice tedirgin etti. Kürt sorunu her yandan çözümü dayatıyor. Gerek uluslararası konjonktür gerekse Kürt hareketinin gelmiş olduğu düzey, yıllardır sürdürülen inkâr ve imha politikalarıyla bu sorunun halledilemeyeceğini çok net bir biçimde gösteriyor. İktidar koltuğunda oturan AKP de bunun farkında. Ancak çözümün mümkün olduğunca az zararla sağlanmasının hesabını yapıyor. Bu yüzden son aylarda Kürt hareketine yönelik askeri ve siyasi baskılar giderek yoğunlaştı. Daha önce defalarca denenmiş olan ve hiçbir sonuç alınamamış olan sınır ötesi askeri operasyona tekrar başvuruldu. Kürt toprakları bir kez daha TSK tarafından bombalanırken, beraberinde Kürtlere karşı yoğun bir karalama kampanyası da yürütüldü. Gerçekler ya gizlendi ya da çarpıtıldı. Çatışmaların alevlenmesinden önceki süreçte aylar boyunca sürdürülen askeri operasyonlarla, ateşkes halindeki çok sayıda PKK militanının öldürüldüğü gerçeği gözlerden saklandı. Sınır ötesi operasyonlarda sivillerin zarar görmediği iddia edildi. Sanki her şey güllük gülistanlık da, hükümet barış istiyor da Kürt hareketi savaş istiyor havası yaratılmaya çalışıldı. Erdoğan Ramazan ayında yaptığı bir konuşmada “Bıçak kemiğe dayanmıştır. Ne söylerlerse söylesinler bunun faturası ağır olacaktır… Biz Ramazan’a hürmeten sabrediyoruz. Ramazandan sonra bu barışın miladı çok daha farklı olacak” diyerek Kürtleri alenen tehdit etmişti. Nitekim ardından da “Ramazanla ilgili sabrımız bitmiştir” diyerek sınır ötesi hava harekâtı başlatılmıştı. Aynı konuşmada Erdoğan BDP’yi kastederek “bunlarla aralarına mesafe koymayanlar da bundan böyle bedelini ödeyecekler” diyerek yaygın tutuklama ve gözaltıların kapıda olduğunun sinyalini vermişti. Hükümetiyle devletiyle Kürtlere karşı “asacağız keseceğiz” tonunda konuşmaların yapıldığı bu süreçte tutuklanacak 1400 kişilik
Kasım 2011 • sayı: 80
bir listenin bahsi geçiyordu burjuva medyada. Gerçekten de bundan sonra Kürt hareketine yönelik baskılar giderek arttı, KCK operasyonları yaygınlaştı. Başta Kürt illerinde olmak üzere İstanbul, İzmir, Mersin, Muğla gibi kentlerde evlere yapılan baskınlar sonucu yüzlerce Kürt siyasetçi, aydın vb. gözaltına alındı ve tutuklandı. BDP’nin Ekim ayı başında verdiği rakamlara göre bilanço şöyle: 2009’dan beri 7748 kişi gözaltına alındı, 3895 kişi ise tutuklandı. Son 6 ay içinde 4148 kişi gözaltına alındı, bunlardan 1548’i tutuklandı. Tutuklananlar arasında belediye başkanları, belediye başkan yardımcıları, il genel meclis üyeleri gibi BDP’li siyasetçiler var. Operasyonlar aralıksız devam ettiği için KCK kapsamında gözaltına alınanların sayısı da günbegün artmakta. Gözaltı ve tutuklama furyasının devam edeceğini burjuva medyada çıkan haberlerden anlamak mümkün. Öyle ki, tutuklanan KCK üyelerinin yerine başkalarının atandığı, bu isimlerin de tespit edildiği ve savcılık tarafından takip edildiği söyleniyor. Bu bağlamda Aysel Tuğluk’un da KCK ile ilişkisi araştırılıyormuş. Anlaşılan o ki TC, dışarıda Kürt siyasetçisi bırakmak istemiyor. Düzen güçlerinin başarmayı çok istedikleri fakat hayata geçiremedikleri amaçlarından birisi PKK çizgisine muhalif bir Kürt partisi kurmak. AKP milliyetçi, militarist söyleminin dozajını günbegün arttırırken, bir taraftan da Kürt hareketini bölmenin ve marjinalize etmenin hayalini kuruyor. Bunu da özellikle dini kullanarak yapabileceği zehabına kapılan Erdoğan şunları söyleyebiliyor: “Benim Müslüman din kardeşim olan Kürt kökenli kardeşlerime sesleniyorum: Bu mabetlerinizi roket atarlarla bombalayan bu örgüte nasıl destek veriyorsunuz? Bunlara karşı sizler de kalkıp bir direniş ortaya koyacaksınız. Bu, sadece bizim görevimiz değil. Bunu devlet, millet el ele yapmak durumundayız, beraber yapacağız. Bunu beraber yapıp, bunEzilen Kürt halkı baskılara, saldırılara, anti-demokratik uygulamalara karşı, ulusal demokratik talepleri için haklı bir mücadele vermektedir. Düzen cephesi ise bütün gücüyle Kürt halkına saldırmaktadır. İşçi sınıfına düşen görev haklıyla haksızı, ezenle ezileni ayırt etmek, şovenist dalgaya teslim olmamak ve bu bağlamda Kürt halkının haklı mücadelesine destek vermektir. Türkiye işçi sınıfı şu gerçeği aklından çıkarmamalıdır: Başkasını ezen uluslar özgür olamazlar!
6
sayı: 80 • Kasım 2011
ları yalnızlığa mahkûm etmek durumundayız.” Erdoğan böylelikle hem Kürt halkını hedef tahtasına oturtmakta, hem de PKK’nin bu halktan büyük destek gördüğünü itiraf etmektedir. Savcılığın “BDP ile KCK yapılanması arasında fiili bir bağlantının bulunduğu anlaşılmıştır” iddiasıyla BDP hakkında kapatma davası açması da gündemde. KCK operasyonlarıyla BDP’nin siyaset yapması zaten fiili olarak engellenmeye çalışılıyor. Belli ki burjuva devletin niyeti bununla yetinmek değil. DTP’den sonra BDP de kapatılarak Kürt hareketi köşeye sıkıştırılmak isteniyor. DTP’nin açılım rüzgârlarının estiği bir süreçte kapatıldığı göz önünde bulundurulursa, BDP için de bir kapatma davası açılması mümkün gözüküyor. Üstelik Kürt sorunu bağlamında milliyetçi politikaların gündemde olduğu, sınır ötesi operasyonların yapıldığı, düzen partilerinin şovenizm yarışına girdiği bu koşullarda zeminin daha da “elverişli” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki, bugüne kadar parti kapatma girişimlerinin hiçbirisi düzen güçlerinin istediği gibi Kürt hareketini zayıflatmadı. Kapatılan DTP Mecliste 21 milletvekili ile temsil ediliyordu, ardından kurulan BDP ise, yargının vekil gaspına ve tutuklu vekillerin serbest bırakılmamalarına rağmen Mecliste 29 sandalyeye sahip. Burjuva cenahtaki liberal yazarların da ne kadar liberal oldukları politik atmosferin değişmesiyle birlikte ortaya çıkmış bulunuyor. İstisnalar haricinde, bu liberaller hükümetin izlediği politikaya göre pozisyon alıyorlar. “Kürt hareketinin siyasi kolu olan BDP’nin siyaset alanının daraltılmaması” kerhen dillendirilirken ve AKP’ye bu konuda suya sabuna değmeyen eleştiriler yapılırken, Kürt hareketine karşı mangalda kül bırakılmıyor. Onların satırlarında
marksist tutum
kim haklı, kim haksız; kim ezen kim ezilen, her şey baş aşağı! Devletin Kürtlere karşı yürüttüğü baskılar bir kenara bırakılıyor, KCK’nın Kürt halkına ve BDP’ye baskı yaptığı söyleniyor. Bu yüzden de aslında KCK operasyonlarının siyasetin önünü tıkamadığını, tersine Kürt halkını özgürleştirdiğini söyleyecek kadar ileri gidiyor AKP yanlısı liberaller. Düzen yanlılarının canını en çok sıkan şeylerden biri de Kürt halkının sadece talepler ileri sürmekle kalmayıp bir de örgütlü bir siyasi güç olarak karşılarına çıkması. Bu temelde KCK’nın üstlendiği rol düzen güçlerini fena halde rahatsız ediyor. Kürt illerinde siyasi bir otorite olarak devlete alternatif bir örgütlenmenin varlığına tahammül edemiyorlar. Onlar istiyorlar ki Kürt halkı uslu uslu otursun ve kendisine bahşedilen kırıntılarla yetinsin. BDP, inkâr ve imha politikasına son veren AKP’ye karşı gelmesin ve PKK ile arasına mesafe koysun. KCK tutukluları savunmalarını “bilinmeyen bir dilde” yapmakta ısrar ederek sürecin tıkanmasına yol açmasınlar! Burjuva medya anadilde savunma yapmanın en doğal haklardan biri olduğunu görmezden gelip burada da suçluyu ilan etti: KCK. Meğerse KCK’nın yaptığı baskı yüzünden sanıklar Kürtçe savunmada ısrar ediyorlarmış. Ezilen Kürt halkı baskılara, saldırılara, anti-demokratik uygulamalara karşı, ulusal demokratik talepleri için haklı bir mücadele vermektedir. Düzen cephesi ise bütün gücüyle Kürt halkına saldırmaktadır. İşçi sınıfına düşen görev haklıyla haksızı, ezenle ezileni ayırt etmek, şovenist dalgaya teslim olmamak ve bu bağlamda Kürt halkının haklı mücadelesine destek vermektir. Türkiye işçi sınıfı şu gerçeği aklından çıkarmamalıdır: Başkasını ezen uluslar özgür olamazlar!
7
Yüzde 99’un Öfkesi ya da Yeni Alâmetler
Levent Toprak
1
5 Ekim günü tüm dünyada önemli bir eylem dalgası yaşandı. 82 ülkede, 951 şehirde, yüz binlerce insan kapitalizmin yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı tepkilerini ortaya koydular. Alanlara akın eden kitleler temel olarak toplumsal ve ekonomik eşitsizliğe, şirketlerin açgözlülüğüne ve tahakkümüne bir son verilmesini ve adil bir dünya taleplerini dile getirdiler. ABD’de “Wall Street’i İşgal Et!” şiarıyla geçen ay başlayan hareket 15 Ekim eylemiyle bir doruk noktası yaşarken, Roma’da ve İspanya’nın genelinde eylemler yüz binlerce kişinin katıldığı büyük gösteriler halini aldı. İspanya’da bu sayı yarım milyonu aşarken, bazı işçi sendikalarının da katıldığı Roma’daki 200 bin kişilik yürüyüş ve gösteride ayrıca büyük bankalara ve mağazalara yönelik saldırılar ve polisle çatışmalar da yaşandı. “Biz %99’uz” sloganını yaygın biçimde benimseyen kitlelerin eylemdeki temel şiarı “işgal et” idi. Eylemin temel formunu ve esinini Mısır’daki halk isyanında kilit bir rol oynayan Tahrir Meydanının işgali oluşturuyor. Hatırlanacağı gibi Mısır’daki halk isyanından sonra Mayıs ayında İspanya’da da, özellikle gençlerin başını çektiği kitleler Puerta del Sol meydanında benzer
8
biçimde oturma ve işgal eylemine başlamıştı. Sonunda ABD’ye de ulaşan bu süreç orada da “Wall Street’i işgal et” şiarı altında dünya kapitalizminin Kabesi olan finans kapital merkezi Wall Street’in işgal edilmesi çağrısı şeklini aldı ve Wall Street ve civarında birçok yürüyüş yapıldı. Ayrıca polisle çatışmalar yaşanarak bölgedeki bir park işgal edildi ve bu işgal tüm polis baskısı ve saldırılarına rağmen sürüyor. Eylemlerden somut ve dolaysız olarak geriye ne kalacağı tümüyle ayrı bir tartışma konusudur, ancak her halükârda açık olan şey, bu tepkilerin, yeryüzünün tamamında derinlerde büyük bir toplumsal hoşnutsuzluğun var olduğunu ve bu temelde sınıf mücadelelerinde yeni bir yükseliş dönemine girildiğini kesinleştirmesi, tescillemesidir. Artık dünyada geniş emekçi yığınlar kapitalizme karşı ellerini toprağa basarak ayağa kalkıyorlar, üzerlerindeki uzun yılların ölü toprağını silkeliyorlar. Hiç şüphesiz tarihsel ölçekte bakıldığında ve üstesinden gelinmesi gereken sorunlar düşünüldüğünde bu yükseliş henüz erken aşamalarındadır. Ama ne olursa olsun, büyük çaplı sınıf çatışmaları ve yenilgiler olmadan eski
sayı: 80 • Kasım 2011
uyuşukluk durumuna dönülmesi mümkün olmayan büyük bir devinim dönemine çoktan girmiş bulunuyoruz. Bu kesindir.
Marksizmin tarihsel haklılığı 80’li ve 90’lı yıllar boyunca uzun bir gericilik dönemi yaşandı ve tarihte hep olduğu gibi bu birçok kişiyi demoralize etti. Ancak Marksist kavrayışı yeterince derin olanlar ve bu temelde devrimci iradesi ve inancı sağlam olanlar karanlığın tüm ağırlığına direnmeyi ve tarihsel iyimserliği diri tutmayı başarabildiler. Küçük-burjuva sosyalizminin sabırsızlığı ve demoralizasyonu karşısında Marksizmin geniş ufku ve tarihsel iyimserliği bir kez daha üstün gelmiştir. Marksistlerin iyimserliği onların manevi dünyalarında hayat bulan boş ümitlere, hüsnü kuruntuya ya da Mesih beklentisi gibi bir sofu inanca dayanmıyordu. Aksine kapitalizmin doğasının ve tarihin işleyiş yasalarının bilimsel temellere dayalı sağlam bir bilincine dayanıyordu. Kapitalizm doğası gereği krizlerden ve savaşlardan bağışık olamazdı ve işçi sınıfına asla kuşaklar boyu kalıcı bir refah getiremezdi. Yaşam koşulları dayanılmaz bir hal aldığında işçi-emekçi yığınların tekrar mücadeleye yönelmekten kaçınamayacağı da aynı derecede muhakkaktı. İkinci emperyalist dünya savaşı sonrası dönemde gelişmiş kapitalist ülkelerde varlık bulan kapitalizmin görece canlılık durumu, burjuvazinin yaşadığı devrim korkusu ve sosyal-demokrat ve Stalinist önderliklerin ihaneti gibi başlıca nedenlerle, işçi sınıfı belli bir dönem devrimci mücadele yolundan saptırılabilmişti. Bu dönemde işçi sınıfı geçmiş mücadelelerinin bir meyvesi olarak çeşitli kazanımlar elde etmiş, ancak bu temelde reformizm ve uzlaşmacılık geçer akçe haline gelmişti. Bu durum devrimci mücadele açısından aslında işçi sınıfının uzunca bir döneme yayılmış yenilgisi anlamına geliyordu. Zira devrimci
marksist tutum
refleksleri törpülenmiş, örgütleri düzene adapte olmuş, reformizm cenderesine hapsolmuştu. Ancak bir yandan kapitalizmin 1970’li yıllarla birlikte yeni bir uzun dönemli tıkanıklık evresine girmesi, bir yandan da SSCB’nin özellikle 1980’li yıllarla birlikte gerilemeye başlaması, bu “sınıflar arası barış” döneminin ekonomik ve politik temelinin aşınması anlamına geliyordu. Nitekim hem eskisi kadar işçi sınıfına taviz verecek rahatlığı kalmayan hem de SSCB’nin gücünü yitirmeye başlaması ve izlediği karşı-devrimci politikalar nedeniyle devrim korkusu da ciddi ölçüde kalkan sermaye, bu dönemde işçi sınıfını hedef alan büyük saldırı programını başlattı. Neoliberalizm bayrağı altında yürütülen bu saldırı programıyla işçi sınıfının tüm bir tarihsel dönem boyunca elde ettiği kazanımlar ve düzenden koparttığı ödünler bir bir geri alınmaya başlandı. İşçi sınıfı yer yer bu saldırılara mevzi direnişler gösterdiyse de, kötürümleşmiş örgütlerinin ihaneti nedeniyle bu direnişler genel nitelik kazanamadı ve saldırının geri püskürtülmesi mümkün olmadı. 1990 dönemecinde SSCB’nin hepten çökmesi burjuvazinin elini daha da güçlendirdi. Bu bakımdan 1990’lı yıllar tam anlamıyla bir karabasan gibi geçti denilebilir. Elbette geri devşirilen kazanımların etkisi bir çırpıda çok can acıtıcı biçimde ortaya çıkmıyordu. Sürecin tedrici olması nedeniyle gitgide yeni normlar oluşuyor ve herkes bu yeni normale yavaş yavaş uyum sağlıyordu. Ancak bunun bir sınırının olacağı, yani niceliğin niteliğe dönüşeceği bir noktaya gelineceği muhakkaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu dönemeç noktasını kabaca 2000 yılı dolayları olarak belirlemek yanlış olmaz. Bu bakımdan diyebiliriz ki, gezegenimiz yeni binyıla girerken aynı zamanda sınıf hareketinin uzun bir geri çekiliş döneminin ardından emekçi kitlelerin yeniden mücadele sahnesine çıktığı bir yükseliş dönemine girmiştir. 2011 yılına girmek üzereyken başlayan Arap halklarının isyan dalgasına kadar, bu süreç 15 Ekimde tüm dünyada önemli bir eylem dalgası yaşandı. 82 ülkede 951 şehirde yüz binlerce insan kapitalizmin yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı tepkilerini ortaya koydular. “Biz %99’uz” sloganını yaygın biçimde benimseyen kitlelerin eylemdeki temel şiarı “işgal et” idi.
9
marksist tutum
inişli çıkışlı biçimde birkaç koldan ilerledi denilebilir. Bir yanda 1999 sonundaki Seattle gösterileriyle başlayan ve devamında birçok emperyalist zirve toplantılarının yapıldığı dünya kentlerinde devam eden “küreselleşme karşıtı” gösteriler zinciri yer aldı. Amerikan emperyalizminin Irak’a yönelik saldırısı öncesi ve sonrasındaki savaş karşıtı büyük gösterileri de genel olarak bu çizgi üzerine yerleştirebiliriz. Diğer yanda ise Seattle’dan hemen bir ay sonra Ekvador’da 2000 yılı Ocak ayında başlayan ve daha sonra yine Ekvador’da 2001 Şubatında ve sonra da 2001 sonunda Arjantin’de patlak veren kitle ayaklanmalarıyla devam eden Latin Amerika’daki devrimci süreç ortaya çıktı. Fakat sınıf mücadeleleri bu iki koldan ibaret kalmadı. Bu iki koldaki mücadeleler 2000’lerin ortalarından itibaren genel olarak hız keserken, bir süre sonra, bunların yanı sıra esasen Avrupa’da mevzi grev ve direnişler ile genel grevlerin sayısında ve sıklığında belirgin bir artış yaşanmaya başladı. Bu mücadeleler özellikle Avrupa’nın güney kuşağı ülkelerinde daha belirgin ve güçlü bir görünüm aldı. Bu noktada özellikle Yunanistan’da oldukça güçlü bir mücadele dinamiğinin belirdiğini vurgulamak gerek. Öte yandan, bu işçi grevleri ve direnişlerinin yanı sıra iki ayrı mücadele dinamiği daha belirmeye başladı: Birincisi, öğrenci hareketinin yeniden canlanması, ikincisi ise yine ileri kapitalist ülkelerde göçmen işçi ve gençlerin ya da onların ağırlıkta olduğu yoksul varoşların öfkeli patlamaları. Bu mücadelelerle geçen yeni binyılın ilk on yılı sonunda ise Arap halklarının geniş bir coğrafyaya yayılan büyük isyan dalgası geldi. Ve özellikle Mısır’da milyonları saran ve çağdaş firavun Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan mücadele, tüm dünyanın nefesini tutarak izlediği ve küresel esin kaynağı oluşturan bir mücadele oldu. Dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, tüm dünyadaki mücadeleler Arap halklarının isyanının ardından yeni bir enerji ve itilim kazanmıştır. Mübarek’in devrilmesi sürecinde kilit bir rol oynayan Tahrir Meydanının işgali bir mücadele formu olarak da örnek teşkil etmeye başlamıştır. Avrupa’da
10
Kasım 2011 • sayı: 80
ve Amerika’da meydanları işgal edenler “her yer Tahrir” diyorlar. Wall Street’in işgal edilmesi şiarıyla hareket edenler de işgal ettikleri parkın adını Tahrir’den esinlenerek Liberty (Özgürlük) olarak değiştirdiler. ABD’deki işgal eylemleri süreci 17 Eylülde Wall Street yakınındaki söz konusu parkta protesto eylemiyle başladı. Önce pek ciddiye alan olmadı. Burjuva medya da bir avuç meczuptan söz edercesine alaycı bir ton kullandı. Ancak birkaç hafta içinde hareket sadece yaygınlaşıp kitleselleşmekle ve ABD’de halkın çoğunluğunun sempatisini kazanmakla kalmadı, 15 Ekimde gerçekleştirilen eylemle küresel bir düzeye de yükseldi. Burada önemli olan nokta tüm dünyada emekçi kitlelerin verdiği mücadelelerin nihayet ABD’ye de ulaşmış olmasıdır. Bu nokta önemlidir, zira kapitalist sistemin ne denli büyük bir kriz içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bir kere ABD, emperyalist-kapitalist sistemin en büyük gücü, ana üssü ve jandarmasıdır. Bu konumuyla işçi sınıfına bazı kırıntılar verebilmekte ve dünyanın geri kalanına göre daha müreffeh bir yaşam standardı sunabilmekteydi. Ayrıca özgün tarihsel nedenlerle ABD’de işçi sınıfının dünyanın geri kalanına ilgisi zayıf olduğu gibi, siyasal işçi sınıfı örgütlülüğü de aynı tarihsel nedenlerle zayıf olagelmiştir. Büyük yanılsamalarla koşullandırılan ve sosyalizm, komünizm sözcüklerinin adeta ürkütücü bir tabu addedildiği Amerikan işçi sınıfının diyarına mücadele ateşinin sirayet etmesi anlamlıdır.
Amerikan kapitalizmi ve işçi sınıfı Aslına bakılacak olursa ABD’de işçi sınıfı Seattle’da 1999 sonunda patlak veren eylemler ile daha erken bir dönemde hoşnutsuzluğunu ortaya koymuştu. Ancak çok geçmeden gelen 11 Eylül saldırılarını bahane eden Amerikan burjuvazisinin başlattığı Afganistan ve Irak savaşları, çıkarılan Yurtseverlik Yasası gibi yasalar vs. ile içeride estirilen terör, tüm siyasal iklimi değiştirerek bunun istim almasını engelledi. Bu bağlamda aslında hatırlanmasında fayda olan bir başka olgu da, yıllar süren bu ertelemenin, daha sonra bir kez daha yaşanmış olmasıdır. 2008’de Obama’nın sahneye çıkması ve yeni bir rüzgâr yaratması, bir kez daha, toplumda birikmekte olan hoşnutsuzluğun gazını boşaltma işlevini görmüştür. Ancak bir yandan savaş süreçlerinin sıcaklığının geçmesi ve asıl önemlisi 2008’de krizin yeni bir mali çöküşle daha da derinleşmesi yeni bir hareketlenme için zemini döşemiştir. Zira kısa sürede boyutu trilyonlarca dolarla ölçülen bu mali çöküş bir yandan hızla bir işsizlik dalgası ve reel ücret kayıplarına yol açarken, diğer yandan ev kredileri, tüketici kredileri, öğrenim kredileri vb. ile çok ciddi ölçülerde borçlandırılmış olan Amerikan işçisinin
sayı: 80 • Kasım 2011
bu borçlarını ödeyemez hale gelmesine yol açtı. Bunlar da yetmezmiş gibi, bütçeden trilyonlarca doları transfer etmek suretiyle bu dev finans tekellerinin imdadına yetişen devlet bunun yükünü elbette işçi sınıfının sırtına bindirecekti. Finans sektörünü kurtarmak adına yapılan harcamalarla ABD’de merkezi devletin borcu 15 trilyon dolar dolayına geldi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de, işçiler şok dalgaları biçiminde hızlı bir yoksullaşma yaşarken bu şirketlerin patronları ve üst düzey yöneticilerinin arsız bir servet içinde yüzmeye devam etmeleri ve devletin de sermayenin devleti olduğunu bu denli açık etmesi işçi kitlelerde ciddi bir tepki doğurdu. Gerçekte son mali çöküş emekçi kitlelerde uzunca bir süredir var olan eşitsizlik hissini yalnızca keskinleştirmiş, belirgin hale getirmiştir. Normal şartlarda sadece “şımarık gençlerin” bir eylemi olarak görülebilecek işgal eylemlerinin, hem de Wall Street gibi dokunulmaz bir mekânın işgalinin genel bir onay görmesi beklenemezken, şimdi bu eylemler halkın çoğunluğu tarafından desteklenmektedir. Zaten eylemcilerin sadece Wall Street civarında değil, ülkenin diğer kentlerinde de işgal ettikleri mekânlardan kısa sürede sökülüp atılamaması ve polisin bu eylemleri ezmek ve dağıtmak için uyguladığı baskının geri tepmesinin temel nedeni budur. Son yapılan yoklamalardan birinde (Time) halkın %54’ünün işgal hareketine olumlu gözle baktığı, %79’unun zenginle fakir arasındaki uçurumun çok fazla arttığını, %68’inin zenginlerin daha fazla vergi vermesi gerektiğini, %71’inin tekellerin yöneticilerinin yargılanması gerektiğini düşündüğü ortaya çıktı. Eşitsizliğin yaklaşık son 30 yıldır tüm dünyada belirgin biçimde artmaya başladığı bir sır değil. Şu anda bu eğilimin temel sonucu olarak, küresel servetin %82’si nüfusun sadece %8,7’sinin elinde. Eşitsizliğin artması yönündeki eğilim ABD’de gelişmiş kapitalist ülkeler arasında çok daha şiddetli biçimde işliyor. Nitekim 1979’dan 2007 yılına kadar ABD’de değişik gelir gruplarının hane gelirlerinin değişimini gösteren grafikte görüldüğü üzere, nüfusun alt %20’lik kesimi ile ortadaki %60’lık kesiminin bu süre zarfında gelirleri yerinde sayarken tepedeki %1’lik kesimin gelirleri roket gibi yükselmiştir. Nüfusun geneli bakımından geçerli olan yoksullaşma elbette öğrenciler için de söz konusuydu. Çoğu geleceğin beyaz yakalı işçisi olan öğrenciler, giderek yükselen yüksek öğrenim masrafları için hem daha uzun süreler boyunca çalışmak hem de artan ölçüde borçlanmak zorunda kalmaya başladılar. Böylece mezun olduklarında ödemekte hayli zorlanacakları ciddi bir borç yüküyle karşı karşıya kalıyorlardı. Üstelik koca bir borç yüküyle mezun olmaları yetmiyormuş gibi, artık iş de bulamamaya başladılar. Şanslı olup da iş bulanlar ise genellikle güvencesiz, düşük ücretli, ağır çalışma koşullarının söz konusu olduğu işlerle yüz yüze gelmeye başladılar. Dünyada son yıllarda çok sayıda ülkede öğrenci eylemlerinde görülen yükselişin temel nedeninin bu olduğu çok
marksist tutum
açıktır. Kapitalist devlet trilyonları şirketleri kurtarmaya cömertçe ayırıp bunun yükünü de yine işçi sınıfının sırtına bindirirken, işçi çocukları için, başka şeylerin yanı sıra, eğitimi de adeta bir lüks durumuna getirmektedir. Esasen işçi sınıfının mücadelelerinin sonucu burjuva devlete dayatılmış bir kazanım olan parasız eğitim hakkı, yukarıda bahsettiğimiz süreç sonrası işçi çocuklarının elinden alınmaya ve eğitim çeşitli düzey ve biçimlerde paralı hale getirilmeye başlanmıştır. Bu süreçle eğitimde eşitsizlik hızla artmış ve emekçi çocuklarının aldığı eğitimin kalitesi de alabildiğine düşürülmüştür. Bugün en ileri kapitalist ülkelerde bile yoksul varoşlarda okuma-yazma bilmeyen sayısız genç bulunmaktadır. ABD’de bu durum özellikle belirgindir.
%99 yetmez, örgütlülük gerek Bu sürecin ortaya çıkardığı önemli hususlardan birisi şu “orta sınıf ” diye adlandırılanların gerçekte işçi sınıfının bir kesiminden başka bir şey olmadığıdır. Kriz sonucu bu kesimler işten atılmış, reel ücretleri ve yaşam standartları düşmüş, borçlarını ödeyemez hale gelmişlerdir. Ve durumun derinleşmesi karşısında işçiler tarihte ne düşünmüş ve yapmışsa, şimdi bu sözde “orta sınıflar” da aynı şeyleri düşünüp yapmaya başlamışlardır. Marksizmin hep söylediği gibi, kapitalizmde tüm ücretliler sermayenin kölesi durumundadır ve sermayenin kaprislerine tâbidir. Görece yüksek ücret ve yaşam standardının kalıcı olması kapitalizmin doğasına aykırıdır. Bu tür hayalleri olanlar şimdi acı gerçeklerle tanışıyor ve sınıf bilincine doğru ilk adım-
11
marksist tutum
ları atıyorlar. ABD’deki eylemlere “biz %99’uz” sloganının damgasını vurması, birçok yerde taşınan dövizlerde “bu sınıf savaşıdır” türü ifadelerin yer alması ve nüfusun çoğunluğunun da bunları onaylaması bunun bir işareti. Sınıfsal ayrışmaya dair çok açık bir bilinç süreci yaşandığı görülüyor. Bunun bir başka ve net göstergesi, Wall Street eylemlerinin başladığı ilk haftada 25 bin kişinin başlıca sendikal federasyon olan AFL-CIO’ya yeni üye olarak katılmasıydı. Benzer bir durum bundan aylar önce Wisconsin’de işçilerin eyalet meclisinde çıkarılmaya çalışılan işçi ve sendika düşmanı yeni yasaya karşı verdiği mücadele sırasında da yaşandı. Bir ay içinde AFL-CIO 20 bin yeni üye kazandı. Geçerken hatırlatalım, Wisconsin’deki mücadele sırasında da işçiler sık sık Tahrir Meydanına gönderme yapıyorlar ve işçi düşmanı eyalet valisini de Hüsnü Mübarek’e benzeterek Scott “Hüsnü” Walker diye adlandırıyorlardı. 15 Ekim gösterileri aslında tüm dünya çapında yaşanan sayısız tepki ve eylemler sürecinin yeni bir aşaması olarak görülebilir. Yalnızca son bir yıllık sürece bakıldığında bile dünyada genel bir isyan ruhunun dolaşmakta olduğunu herkes görebiliyor. İşçi ve emekçi sınıflar içinde yaşadıkları düzende temelden bozuk bir şeyler olduğunu gitgide daha açık biçimde sezinliyor ve tepki veriyorlar. Değişik ülke ve bölgelerdeki hareketlerin kendine özgü yanları olsa da, bu sürecin bir bütün olduğu ve son tahlilde kapitalizmin dünya ölçeğinde özellikle son çeyrek yüzyılda yarattığı derin yıkıma karşı kitlelerin tepkisini ve isyanını ifade ettiği bir gerçektir. Bu bağlamda İspanya’daki hareketin kendisine “Öfkeliler” adını vermesi de manidardır. Bilindiği gibi bu isim Fransız Devrimi sürecinde devrim cephesinin en radikal ve sosyalizme eğilimli unsurlarını oluşturan grubun adıydı. Dolayısıyla bu gösteriler ne gibi yönler ya da zaaflar barındırırlarsa barındırsınlar, son tahlilde dünya ölçeğinde yeni bir tarihsel döneme girilmiş olduğunu bir kez daha tescilliyorlar. Öncelikle anlaşılması gereken nokta burasıdır. Ama şüphesiz altı çizilmesi gereken başka noktalar da
12
Kasım 2011 • sayı: 80
var. Örneğin bunlardan birisi, kapitalizmin zaferiymiş gibi sunulan küreselleşme olgusunun aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi açısından da bazı avantajlar getirdiğidir. Dünyanın artık birbirinden çok daha kolay etkilendiği ve biçimlerin sınır tanımaksızın hızla yayılabildiği zamanlardayız. İletişim ve etkileşim çok daha hızlı ve etkin biçimde gerçekleşebilmekte. Bu durum işçi sınıfının mücadele ve örgütlülüğünün enternasyonal boyutunun önemini daha da artırmaktadır. Bir diğer önemli nokta ise hareketin zaaflarına dairdir. Hareketin genel örgütsüzlüğü ve tutarlı bir politik perspektiften yoksunluğu, benzer tüm durumlarda olduğu gibi ciddi tehlikeler doğurmaktadır. Örneğin tüm bu hareket manipüle edilerek önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerde Obama’nın değirmenine su taşıma noktasına vardırılabilir. Obama’nın harekete hak verir nitelikteki açıklamaları ve bir yandan Demokrat Partinin bir yandan da Demokrat Partiyle içli dışlı sendika ve sendikacıların harekete yaklaşma çabaları bu yolda bir teşebbüs olarak görülmelidir. Bir başka tehlike emperyalist savaş sürecinde yeni bir aşamaya geçiş anlamına gelecek biçimde İran’a yönelik bir girişimin başlatılmasıdır. Bu genel olarak zor bir olasılık olmakla birlikte son yaşanan komplo bir uyarıdır. İçeride sıkışan ABD kapitalizmi, hem savaş ekonomisi yoluyla yeni bir canlanma için, hem de kitleleri, dikkatlerini başka yöne çekmek suretiyle düzenin yedeğine almak için, geçmişte olduğu gibi birtakım komplolara girişebilir. İran’ın güya ABD’deki Suudi Arabistan elçisine yönelik suikast hazırlığı içinde olduğu yönündeki son tezgâh bu yolda bir deneme hevesini en azından bazı kesimlerin taşıdığını göstermektedir. İran’a bir saldırı olmasa bile bu tür sansasyonel komplolar şaşırtıcı olmamalıdır. Seattle’da başlayan sürecin berhava olmasında 11 Eylül eylemlerinin ve takip eden savaş sürecinin önemli bir etmen olduğunu unutmayalım. Son olarak şu önemli noktayı vurgulayalım. Evet, %99 olmanın bilincinde olmak, yani toplumun büyük çoğunluğunun küçük bir azınlık karşısında çıkarları ortak bir bütün oluşturduğunu fark etmek önemli bir şey. Bunun sınıfsal ayrım çizgilerinin varlığının popülarize edilmiş bir anlatımı olduğu açık. Ancak işçi sınıfı açısından asıl odaklanılması gereken nokta şurasıdır: örgütsüz ve perspektiften yoksun bir kitle %99 bile olsa, o küçücük görünen %1’in karşısında güçsüz, dermansız kalabiliyor. O nedenle Marx’ın uzun zaman önce işçi sınıfı için bilimsel temellere dayalı sınıf bilinci ve örgütlülüğün önemini vurgularken dediği gibi: “Bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı, ancak güç birliği ile birleştiğinde ve bilgi ile yönlendirildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir.” (Uluslararası İşçi Birliğinin Kuruluş Çağrısı)
Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları /2 İlkay Meriç
Derinleştirilerek devam ettirilen inkâr ve asimilasyon 1925’te başlatılan ve tüm Kürt coğrafyasında aralıksız devam eden askeri harekâtlar sonucunda, daha Dersim katliamına sıra gelmeden binlerce köy yakılıp yıkılmış, binlerce Kürt katledilmişti. Kürt köylüler eşkıyaya yardım ettikleri gerekçesiyle sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlardı. Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın kimi bölümlerinde verilen sayılar, gerçekleştirilen katliamın boyutuna ilişkin çarpıcı veriler sunmaktadır. Örneğin “Bicar Tenkil Harekâtı” başlıklı bölümde, 1927 yılı sonbaharında Albay Mustafa Muğlalı (daha sonra orgeneralliğe kadar terfi ettirilen, 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüyü kurşuna dizen ve 2004 yılında Kürt halkına nispet yaparcasına adı bu ilçedeki jandarma kışlasına verilen cani) komutasında gerçekleştirilen bu harekâtta, sadece bir ay içinde 280 köyün yakıldığı, 2000’i aşkın Kürdün öldürüldüğü övgüyle dile getirilmektedir. Bu süreçte devlet bir yandan imha harekâtına son sürat devam ederken, öte yandan inkâr ve asimilasyon politikasını da derinleştirilerek hayata geçirmeye çalışıyordu. Genelkurmay’a verilen raporlardan hareketle dönemin Genelkurmay Başkanının mütalaaları arasında yer alan 1930 tarihli aşağıdaki satırlar, Kürtlere ilişkin bu genel politikanın Dersim’e uyarlanmış haliydi: İmha: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellâh (si-
lahlı) kuvvetin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.” Asimilasyon: “Dersim evvelâ koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı; Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen (kademeli olarak) öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”1 İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 Kasımında hazırladığı raporda da ayrıntılı bir imha planının yanı sıra asimilasyona ilişkin şu vurgular vardı: “Dersim’de açılacak mekteplerle istikbalin Dersimlilerini bugünkünden daha medeni yumuşak hale getirmek ve Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Mektepler vasıtası ile Türk lisanı Dersim’de temin edilmelidir.”2 Birkaç yıl sonra Dersim’de onbinlerce Kürt korkunç bir şekilde katledilecek, binlercesi sürgün edilip batıdaki çeşitli illere dağıtılacak ve yukarıdaki raporlarda da öngörüldüğü üzere hızlı bir asimilasyon politikasıyla “Türklük içinde eritme” işlemine girişilecekti. Kürt tarihinin, kimliğinin ve dilinin inkârının doruk noktası, Kürtlerin Türk olduğu yalanının sözde akademik çalışmalarla “kanıtlanmaya” girişilmesiydi. Dünyadaki faşizm rüzgârının da etkisiyle Kemalist rejimin güneş-dil teorisi, Türk tarih tezi gibi çeşitli türden zırvayı piyasaya sürdüğü 1930’lar, Kürt tarihi ve Kürt dili açısından da bilimsel inceleme adı altındaki binbir safsataya itibar edilmeye başlanmasıyla bir dönemeç noktası teşkil edecekti. Artık Kürtler Türk, Kürtçe de bir dil değil “lehçe” sayıla-
13
marksist tutum
caktı. 1930 yılı başlarında, “İskâna Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi Uygulamasına İlişkin” gizli bir genelgeyle valilere şu görevler verilerek asimilasyonun alabildiğine hızlandırılması isteniyordu: - Yabancı lehçelerle konuşan köylerin isim ve nüfuslarını belirlemek; bu tür köylerin küçük olanlarını civardaki Türk köylerine dağıtmak; yabancı lehçeli olanların köy ve mahalle kurmalarını önlemek; yabancı lehçelilerin bulundukları yerlerdeki memurları, mutlaka o yabancı lehçeyi konuşmayan Türklerden seçmek; Türkçe konuşmanın ve “som Türklüğe” mensup olmanın sadece şerefli değil aynı zamanda kârlı bir iş olduğunu göstermek; özellikle kadınlar arasında Türkçenin yaygınlaşmasına çalışmak; Türk kızlarının Türkçe konuşmayanlarla evlendirilmesini teşvik etmek. - Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek. - Kürt, Boşnak, Çerkez, Laz, Âbaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak vs. lakaplar vermemek, bu adlarla anılan köylerin adlarını değiştirmek. Genelge şöyle sona eriyordu: “Özetle (bu nitelikteki unsurların) dillerini, geleneklerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türke düşen milli ve önemli bir görevdir.”3 Görüldüğü gibi, Kürt ve Kürtçe dememek için kırk takla atan Türk egemenler, Kürtleri “Türkçe konuşmayanlar”, Kürtçeyi ise “yabancı lehçe” olarak kodlama yoluna gitmişlerdi. Türkçenin kadınlar arasında yaygınlaştırılmasına vurgu da devam etmekteydi. Bu asimilasyon yöntemine, bir başka asimilasyon yöntemi, Türk kadınların Kürt erkeklerle evlendirilmesini teşvik ederek doğan çocukların dillerinin analarının dillerinde yani Türkçe olmasını sağlama çabası eşlik ediyordu. Bunun yanı sıra, isim ve lakapların Türkçeleştirilmesi uygulamasına da start veriliyordu. 1933’e gelindiğinde, Kemalist rejim şaşalı bir onuncu yıl kutlaması gerçekleştirirken daha önce yurtdışına sürülmüş olan aydınların büyük bir bölümü için af çıkardı, ama aynı aftan sürgündeki Kürt aydınlar yararlandırılmadı. Bu aydınlardan biri olan ve hiçbir zaman ülkesine dönemeyip Şam’da ölecek olan Celadet Alî Bedîrhan onuncu yıl dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e bir açık mektup göndermişti. Kitap halinde de bastığı bu mektupta Bedîrhan, pek çok hususun yanı sıra Kürtlerin taleplerini ve bu halkı asimile etme çabalarının boşa olduğunu da dile getiriyordu:
14
Kasım 2011 • sayı: 80
“(...) Kürdistan çok eski bir tarihsel kavramdır ve milletim Kürtlerin eski bir tarihi, belli bir coğrafyası ve toplumsal bir örgütlülüğü vardır. (…) Resmi bir duyuru ile Kürdistan’ın varlığını, Kürtlerin tarihsel, ulusal, kültürel haklarını tanır ve açıklarsınız, işte o zamandır ki sorunun çözümüne doğru büyük ve önemli bir adım atılmış olur. (...) Paşa Hazretleri, yönetiminiz döneminde Kürdistan sorununu çözmek istiyorsanız; eşyanın tabiatına uygun tek yol budur. (…) Buna rağmen bunca deneyim ve başarısızlıklar göz önünde dururken göstermiş olduğum yol izlenmezse, Başkanlık amacınızın Kürdistan sorununu çözmek değil, tersine Kürdistan yangınını büyütmek olduğu ortaya çıkar. Paşa Hazretleri, Kürtleri eritmek veya esir etmek emin olunuz ki, onları öldürmekten daha zordur. Kürtlerin hürriyeti, tabiattan doğan bir çeliktir. Sadi-i Şirazi’nin dediği gibi, çelikle pençeleşenin sonu elinikolunu yaralamaktır. (...) Her şeye rağmen Müslüman kanı dökerek Müslüman kurşunu ile ölen Anadolu yavrularına acımıyorsanız, biliniz ki Kürdün de damarlarında ölerek, öldürerek dökeceği kan her zaman için bolca mevcuttur.”4 Ancak TC egemenleri Kürt halkının taleplerine kulaklarını tıkayıp bildiklerinden şaşmadılar ve inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını tam gaz devam ettirdiler. Diyarbakır’da Birinci Umum Müfettişliği yapan Abidin Özmen, 1936’da hazırlayıp hükümete sunduğu bir raporda, bölgedeki Kürt nüfusun artış hızının tehlikeli boyutlarda olduğundan söz etmekte, bölgede Türklerin azınlık oldukları gerçeğini dile getirmekte ve çare olarak asimilasyonu önermekteydi: “Türk camiası içinde kaynatmak istediğimiz kimseleri Kürtçe yerine Türkçe diliyle konuşur hale getirmek icap eder. Temsilin (asimilasyonun) yapılması için Kürtçe konuşmak meselesi üzerinde durmak icap eder. Halkevlerinin, bilumum memurların, devlet daireleri ve müesseselerinde çalışan bilumum memur ve müstahdemlerin Kürtçe konuşmalarına katiyen müsaade edilmemelidir. İşi olan köylü Türkçe bilmiyor ise köylü ile Kürtçe konuşmamalı, memur olmayan bir tercüman getirmeye mecbur tutulmalıdır. … Kürtçe konuşanlara karşı maddi
Dersim’den sürgün edilen Kürtler
sayı: 80 • Kasım 2011
ve manevi cezalar uygulanmalıdır.”5 Özmen’e göre, asimilasyona “Kürtlük için çalışanların ortada Kürt bulamaz duruma düşmelerine kadar” devam edilmeliydi. Bunun için de, Kürtçe konuşan memurlar cezalandırılmalı, doğunun belli bölgelerine Türk göçmenler yerleştirilmeli, bölgede Türklük aşılayacak azimli öğretmenler görevlendirilmeli, yatılı okullar kurulmalı, bu okullarda özel müfredat takip edilmeli, Halkevleri güçlendirilerek halka gazete, dergi okutulmalı, köylerde Türkçe konserler verilmeli, Kürtleri istismar eden kişiler seçilip bölgeden çıkarılmalı, her yıl 3 bin kişi batı bölgelerine gönderilerek 15-20 yıllık bir programla bu halk ortadan kaldırılmalıydı!6 Cumhuriyet tarihi boyunca, benzer raporların ve bunların hayat bulduğu kanunların, kararnamelerin ardı arkası kesilmemiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinden bir yıl sonra Bakanlar Kuruluna sunulan ve kabul edilen “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” adlı rapor da inkâr ve asimilasyonun çarpıcı bir örneğini teşkil etmektedir. İşte rapordan bazı pasajlar: “Halihazır İskan Kanununu ve tatbikatını, tesbit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek...” “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete [göçe] mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskan etmek...” “Türkiye’de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskan sahalarına ayırmak...” “Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi... kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânları sağlanması...”, “Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması…”, “Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması…”, “Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.”7 Görüldüğü üzere, memlekette Kürt yoktu, “kendilerini Kürt sanan” ama aslında Türk olanlar vardı! Fakat her ne hikmetse bunların İran ve Irak’ta aynı dili konuştukları insanlar Kürttü! Türk egemenler, 1925’te kabul ettikleri Kürt gerçeğini yıllar ilerledikçe “kendini Kürt sananlar”a evrilterek inkârda yaratıcılıkta sınır tanımıyorlardı.
marksist tutum
Bakanlar Kurulunun başında yer alarak yukarıdaki raporu imzalayan darbe hükümetinin başbakanı Org. Cemal Gürsel (daha sonra cumhurbaşkanı olacaktı), yine o yıl yayınlanan bir kitaba (M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabı) yazdığı önsözde de inkârda ısrarı devam ettiriyordu: “[Bu kitap] Doğu Anadolu’da yaşayan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türkten ayrı sayan; bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle saydığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. … Dünya üzerinde ‘KÜRT’ diye adlandırılacak müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. Kürtler yalnız vatandaşlarımız değil soydaşlarımızdır da…. Fakat devam eden kötü idare ve ihmaller, onların kapalı yaşama ihtiyatları, maalesef bu neticeyi doğurmuştur. Türk milletini ve Türk vatanını parçalayarak yok etme sevdasında olanlar, bundan faydalanmanın peşinde koşuyorlar.”8 Darbe hükümetinin inkâr ve asimilasyonu derinleştirmek üzere giriştiği faaliyetlerden biri de “Türkçe olmayan” yer adlarının değiştirilmesine hız vermekti. Bu dönemde on binlerce yer, dağ, nehir vs. adı değiştirilip yerlerine uydurma Türkçe adlar koyuldu. Aslına bakılacak olursa, yer adlarının değiştirilmesi faaliyetine İttihat ve Terakki döneminde başlanmıştı. Enver Paşa, Başkomutan Vekili sıfatıyla 6 Ocak 1916 tarihinde yayınladığı bir genelgeyle, “Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye çevrilmesinin kararlaştırıldığını” duyuruyor ve bunun en kısa zamanda uygulamaya geçirilmesini istiyordu. Bu genelge o dönemde hayata geçirilmeye başlanmıştı. Cumhuriyet döneminde ise, “İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen yerler”e, Kürtçe, Arapça gibi İslam olan fakat Türk olmayan milletlerin diliyle anılan yerler de eklenecekti. Bu amaçla 1957’de, İçişleri Bakanlığı bünyesinde, ordunun ve üniversitelerin de katıldığı Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu kuruldu ve 1959’da İçişleri Bakanlığı’na köy adı değiştirme yetkisi verildi. “Aynı yıl iller bazında yeni yeradı listeleri yayımlanmaya başlandı. Hazırlıklar 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde semeresini verdi. Darbeyi izleyen dört ay içinde 10.000’e yakın yeni köy adı resmi kullanıma sokuldu. 1965’ten önce Türkiye’deki tüm yeradlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bazıları binlerce yıllık tarihe sahip olan 12.000 dolayında köy ve 4.000 dolayında bağlı yerleşim ile binlerce akarsu, dağ ve coğrafi şekil, bürokratik zihniyetin ürünü olan yeni Türkçe adlara kavuştu. Eski adları unutturmak için son derece katı politikalar izlendi. Bu adları (parantez içinde dahi olsa) gösteren haritaların basılması, yurda sokulması ve dağıtılması yasaklandı. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde harita sansür kurulu işlevi gören Harita Genel Komutanlığı oluşturuldu. Türkiye’de her türlü harita basımı ve satışı bu heyetin iznine
15
marksist tutum
bağlandı. Yerel bazda eski adları tanıtan yayınlar, bazen basit bir krokiyi “harita” saymak suretiyle toplatıldı.”9 Çok açık ki, bu korkunç bir kültür katliamıydı ve amaç Anadolu topraklarında “Türke” ait olmayan her şeyi tarihsel bellekten köklü bir şekilde kazımaktı. 20 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi de aynı yoldan ilerleyecekti.
12 Eylül faşizminden bugüne asimilasyon 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskılar doruğa çıkarıldı. Faşist cuntanın şefi Orgeneral Kenan Evren, “Kürtler Orta Asya’dan gelen Türk kavimlerinin bir koludur” diyerek TC’nin inkâr politikasını kararlılıkla devam ettirirken, faşist rejim asimilasyon konusunda çok daha atak davranacaktı. Öyle ki, bundan böyle çarşıda pazarda Kürtçe konuşmak bile gözaltına alınıp işkenceden geçirilmek için yeterli neden sayılacaktı. Faşist cuntanın hazırladığı 1982 Anayasası, “Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz”, “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dille yayın yapılamaz”, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyen maddeleriyle, Kürtçe yasağını anayasal bir yasak haline getiriyordu. Anayasasın sözünü ettiği kanun da 29 Ekim 1983’te yürürlüğe sokuluyordu. Türkçeden Başka Dillerde yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun başlığını taşıyan 2932 sayılı bu kanun, “Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır” diyor ve “Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” ifadesiyle bizzat Kürtçeyi yasaklı hale getiriyordu. Böylece konuşmak, yazmak, yayın çıkarmak, müzik eseri yayınlamak da dahil olmak üzere Kürtçenin kullanımı her alanda yasaklanıyor ve cezai yaptırıma tâbi tutuluyordu. Yaklaşık sekiz yıl boyunca yürürlükte kalan bu yasa 1991 yılında kaldırılıp böylelikle Kürtçenin kullanımının önündeki çok önemli bir engel temizlenmiş olmasına rağmen, TC’nin inkârcı ve asimilasyoncu zihniyeti 90’lı yıllarda da kaskatı bir şekilde devam etmiştir. Hükümetler tarafından zaman zaman “Kürt sorunu çözülüyor” havası yaratacak girişimlerde bulunulsa da, bu dönem esas olarak Genelkurmay merkezli imha ve sürgün politikasının zirvede olmasıyla karakterize olan bir dönemdir. MGK aracılığıyla hükümetlere devlet politikasını empoze eden Genelkurmay, “Kürt yoktur” resmi söylemini ısrarla sürdürürken asimilasyon politikaları da revaçtadır. Örneğin 1994 tarihli bir MGK raporunda, “Kürt dilinin kendi içinde bile büyük lehçe farklılıkları var. Kürt alfabesi olarak ortaya çıkartılan da uydurma. Bu yüzden Kürtçe eğitim gibi kültürel özerkliğe yönelik tedbirlere ge-
16
Kasım 2011 • sayı: 80
rek yoktur” denmekte ve devamında tam da asimilasyona ilişkin tedbirler sıralanmaktadır: “Bölgede yatılı ilköğretim okulları açılmalı”, “Bu okullarda Türk kimliğini geliştirecek ders programları uygulanmalı, bu amaçla müfredat gözden geçirilmeli”, “Nüfus planlaması çok önemli bir konu olarak değerlendirilmeli”, “Altyapı eksiklikleri bir an önce giderilip, radyo ve TV atağına geçilmeli”.10 Yıl 2000. Aralık 1999’daki MGK’da alınan kararlar doğrultusunda hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” ve benzer “tedbirler”: Yatılı bölge okullarının güçlendirilmesi; kadınlara okuma-yazma öğretilmesi; TRT’nin eğitici ve öğretici yayınlarının artırılması…11 Nüfus planlaması adı altında Kürt nüfusun azaltılması çabası, Kürtçenin kullanılmasının çeşitli yasaklarla baskılanması, Kürtçe eğitime izin verilmemesi, yatılı bölge okullarında Türklük bombardımanı altında özel müfredatlı eğitim, kadınlara anadillerini unutturarak Kürt çocukları “Türkleştirilmiş” nesiller olarak garanti altına almak, radyo ve televizyon aracılığıyla resmi propagandanın beyinlere boca edilmesi… Görüldüğü üzere bunlar 88 yıllık TC’nin asimilasyon politikasının en temel ayakları olagelmiştir. Bugün Kürtler çarşıda pazarda Kürtçe konuşabiliyor, Kürtçe kitap, gazete, dergi, CD vs. yayınlar yapılabiliyor olsa da, Türkiye’de Kürtçe eğitim verilen tek bir okul bile bulunmamaktadır. 1982 Anayasasındaki dil yasağına ilişkin maddeler 2001 yılında kaldırılmıştır ama bugün halen resmi kurumlarda ve Meclis’te Kürtçe konuşulamamakta, mahkemelerde Kürtçe savunma yapılamamakta, Kürtçe yer isimlerinin kullanılmasının önündeki fiili engeller devam etmektedir. Türkiye’nin imza attığı uluslararası sözleşmeler gereği 2006 yılında çıkarılan bir kanunla ailelerin çocuklara istedikleri ismi vermelerinin önü açıldıysa da, bu kez de Türkçe alfabede “X, Q, W, Î, Ê” gibi harflerin bulunmaması bahane edilerek Kürtçe isimler engellenmeye çalışılmaktadır.
Genelkurmay’ın 2008 Haziranından itibaren askeri kurumlara astırdığı afiş
sayı: 80 • Kasım 2011
1928 yılında çıkarılan ve Arap alfabesi yerine Türk alfabesinin geçirilmesini hükme bağlayan 1353 sayılı kanun, devletin bütün kurumlarında, şirketlerde, derneklerde, özel kuruluşlarda Türk harflerinin kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Kanun açıktır ki Arap harflerinin kullanımına son vermek üzere düzenlenmişti. Oysa aradan yetmiş yıl geçip de Kürtçenin yazılı olarak kullanımının önündeki yasal engeller kalkınca, dükkân tabelâlarında vs. hiç göze batmayan X, Q, W harfleri, Kürtler kullanınca birden göze batmaya başladı ve 1353 sayılı yasa hatırlanıverdi. Televizyon kanallarının adlarında (Show, Fox vs.) dahi var olup 24 saat gözümüzün önünde olan bu harfler Türkler için sorun sayılmazken, Kürtler için suç unsuru oluşturur oldu. Kürt illerindeki belediye başkanlarının belediyelerin yayınlarında ve ilanlarında bu harfleri kullandıkları için yargılanıp ceza almaları bunun sadece bir örneğidir. Bir başka çarpıcı örnekse, “Kürt açılımı”ndan aldığı cesaretle yeni doğan kızına “Helin Kürdistan” adını koyan ve bu isimle kimlik çıkartmayı başaran bir babanın 8,5 yıl hapse mahkûm edilmiş olması ve halen cezaevinde bulunmasıdır. Bu izansız ve insafsız cezaların örneklerine hemen her gün bir yenisi eklenmektedir. Türk devleti, 1920’lerin başlarından bu yana sistemli bir asimilasyona maruz bırakmasına rağmen Kürt halkını kimliksizleştiremedi, aksine baskılar ulusal bilinci daha da pekiştirip çelikleştirdi. Yukarıda da alıntıladığımız gibi Celadet Alî Bedîrhan bundan 78 yıl önce Mustafa Kemal şahsında devlete seslenerek, neredeyse Kürt hareketinin bugünkü talepleriyle aynı talepleri dile getiriyor ve çözüm yolunu gösteriyordu: Kürdistan’ın varlığının ve Kürtlerin tarihsel, ulusal ve kültürel haklarının resmen tanınması! Bu yol izlenmezse sorunu çözmek bir yana yangının daha da büyüyeceğini ve çok kan akacağını dile getiriyordu. Kürtlerin sesine kulak vermeyen TC, yüz binden fazla insanı katletme pahasına bildiğini okudu. Ancak Kürt halkı 80 yıl öncenin Kürt halkı değildir. Köprünün altından çok sular akmış, 1930-40’ların Kemalist rejiminin
marksist tutum
Kürdistan’ı bilinçli geri bırakma planlarına rağmen ileriki onyıllarda kapitalizm orayı da hallaç pamuğu gibi atmıştır. Son yirmi yılda kırın hızla çözülmesi geri aşiret bağlarını da çözmüş, böylelikle devletin Kürtleri baskı altında tutma mekanizmalarından biri de parçalanmış ve kapitalizmin gelişmesi, okuma-yazma oranının yükselmesi, televizyonun her eve girerek dünyayı insanların yanı başlarına getirmesi, iletişimin tahayyül edilemeyecek ölçüde kolaylaşması, Kürt ulusal bilincinde de patlamalı bir gelişmeye yol açmıştır. Egemenlerin 1930’larda bölgenin sanayileşmesinden, yani kapitalistleşmesinden duydukları korku boş değil ama faydasız bir korkuydu. Egemenler kaçamayacakları bir sorunu gerçekten çözmek yerine imha, inkâr ve asimilasyonla öteliyorlardı sadece. Ama sonunda gerçeklik yüzlerine şamarı indirdi: Bugün milyonlarca Kürt ulusal demokratik haklarını yüksek sesle talep ediyor, Kürtlerin neredeyse tümü kendini Kürt olarak tanımlıyor, Kürtçe konuşmaktan çekinmiyor, biz varız diye bas bas bağırıyor. __________________________ 1
bkz. Faik Bulut, Dersim Raporları, Evrensel Yay., s.237
2
akt. Faik Bulut, age, s.257
3
bkz. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, s.506-509
4
akt. Mehmet Bayrak, age, s. 575-579
5
akt. İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yay., 1990, s.57
6
bkz. Berna Akçura, Devletin Kürt Filmi, s.75-76
7
bkz. Berna Akçura, age, s.82-83
8
akt. Faik Bulut, Kürt Sorununa Çözüm Arayışları, Ozan Yay., s.164
9
Sevan Nişanyan, Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Değiştirilen Yer Adları, TESEV Yay., s.13
10
bkz. Faik Bulut, age, s.240
11
bkz. Baskın Oran, Şark Islahat Planı no:2, www.ba.metu.edu.tr
17
“Demokratik ve Özgür Afganistan” Kan Ağlıyor! Utku Kızılok
A
BD öncülüğündeki emperyalist koalisyonun 7 Ekim 2001’de Afganistan’a başlattığı savaşın üzerinden on yıl geçti. Emperyalist yıkım makinesi NATO günlerce Afganistan’ı en gelişmiş savaş uçaklarıyla bombalarken, Kuzey Afganistan’da egemen olan Taliban muhalifi yerli güçler de karadan taarruza geçmişti. Çok geçmeden ABD ve İngiltere askerleri de bu yerel güçlere katıldı, karadan ve havadan yapılan saldırılarla Taliban yönetimi Afganistan’da iktidardan düşürüldü. Savaş başladıktan bir ay sonra başkent Kâbil’i terk eden, en güçlü olduğu Kandahar’da da tutunamayan Taliban güçleri, Güney Afganistan’ın dağlık bölgelerine ve Pakistan sınırına doğru çekildiler. Ancak savaş devam etti: Emperyalist güçler, savaşın yoğunlaştığı ilk üç ay boyunca büyük bir yıkıma yol açmakla kalmadılar, bunu izleyen on yıllık dönemde Afganistan’da adeta taş üstünde taş bırakmadılar. On binlerce yoksul Afganlı yaşamını kaybederken, çok daha fazlası yaralandı, sakatlandı ve yüz binlerce insan evini terk etmek zorunda kaldı. Zaten iç savaşlarda bitap düşen Afganistan’ın yoksul halkı, emperyalist yıkım sonucunda Ortaçağı aratacak bir yaşama mahkûm edilmiş durumda. Yoksul halk kitleleri Taliban, mevcut iktidar ve emperyalist güçler arasında sıkışmış bulunuyor. İşgal altındaki Afganistan’da emekçi halk işsizlik, açlık ve yoksullukla bo-
18
ğuşmaktadır. Aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen savaş hâlâ devam etmektedir. Savaşın ilk döneminde güç kaybeden Taliban, zamanla tekrar güçlenmiş, yerli ve emperyalist güçlere ağır kayıplar verdirmeye başlamıştır. ABD emperyalizmi 2011’in sonunda askerlerini Afganistan’dan çekeceğini açıklasa da, bu, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Birincisi, ABD askerlerini çekse de NATO’nun Afganistan’dan çekilip çekilmeyeceği belli değildir; ikincisi, emperyalist müdahale sonrasında Afganistan’da yönetime oturtulan yerli güçler (savaş ağaları) ile Taliban arasındaki mücadele devam etmektedir. Dolayısıyla yoksul Afgan halkı için savaş ne yazık ki bitmiş değildir. Daha da önemlisi bu savaş Pakistan’ı da içine alacak şekilde genişletilmeye çalışılıyor. Son aylarda ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditlerini arttırması ve savaş tamtamlarının çalınması bunun bir ifadesidir. 2001’de Bush liderliğindeki ABD, Afganistan’da başlattığı emperyalist savaşın adını utanıp sıkılmadan “kalıcı özgürlük operasyonu” koymuştu. Emperyalist koalisyon güçleri Afganistan’ı uygarlaştıracaklarını, “demokratik ve özgür bir Afganistan” inşa edeceklerini ileri sürüyorlardı. Fakat emperyalistlerin “kalıcı özgürlük” diye kodladıkları aslında içinden çıkılması çok güç toplumsal bir yıkım ve kalıcı acılardan başka bir şey değildi. Kapitalist toplumda ideolojik aygıtları ve devlet aracılığıyla şiddet tekelini
sayı: 80 • Kasım 2011
elinde tutan burjuvazi, hemen her olguyu baş aşağı çevirmekte pek mahirdir. Yalan, riyakârlık ve kapitalist çıkarlar insanlığın evrensel değerleri olarak sunulabilmektedir. Ancak gerçekler tüm çarpıtmalara rağmen haykırmaya devam ediyor: Bugün ortada ne “demokratik” ne de “özgür” bir Afganistan var. Halen emperyalist işgal altında olan Afganistan’da, savaş ağalarına dönüşen büyük aşiret liderlerinin koalisyonuna dayanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan Hamid Karzai önderliğindeki işbirlikçi iktidar, Kâbil’in merkezinde yüksek duvarlarla çevrili “yeşil bölge”de hükümet etmektedir. Göstermelik seçimlerle de “demokrasi” müsameresi sergilenmektedir. Emperyalist işgalin onuncu yılını değerlendiren Batı gazeteleri, Afganistan’da modern bir devletin temellerinin atıldığını söyleyerek savaşı ve yıkımı haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bu emperyalist gazetelere göre, kadınların durumunda ve insan haklarında ilerleme varmış! Bu arsız bir alaycılıktır. 1980’lerde SSCB’yi zayıf düşürmek için İslamcı güçleri destekleyen ABD emperyalizmi, bugün ülkenin o günkünden bile daha geri bir duruma sürüklenmesinin başlıca sorumlularından biridir. O günden beri süren müdahaleler, iç savaşlar ve son on yıldır devam eden emperyalist savaş Afganistan’da her açıdan bir çöküşe neden olmuştur. Ortada ne modern bir devlet yapılanması, ne de modern ekonomik ve toplumsal ilişkiler vardır. “Demokratik ve özgür Afganistan” bu olsa gerek!
11 Eylül’le başlayan süreç 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere ve ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a, kaçırılan uçaklarla büyük bir saldırı düzenlendi. İntihar dalışı yapan iki uçağın çarpmasıyla İkiz Kuleler çöktü ve yaklaşık üç bin insan hayatını kaybetti. Kulelerin yıkıntılarından henüz dumanlar yükselirken, ABD emperyalizminin sözcüleri dünya medyasının karşısına geçerek saldırıyı El-Kaide’nin düzenlediğini ilan ettiler. ABD Başkanı Bush, dramatik bir ses tonuyla “uzun bir savaş” başlattıklarını açıklıyordu. Bu uzun savaşın ilk hedefi, El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’in yaşadığı Afganistan oldu. Aslında 11 Eylül saldırıları, geçmişe nazaran sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek isteyen ABD emperyalizmi için büyük bir fırsat olmuştur. Zira SSCB’nin dağılmasıyla birlikte muazzam büyüklükte pazar ve yatırım alanları kapitalist sisteme entegre olurken, buralara dönük emperyalist nüfuz mücadelesi de derinden derine ilerlemekteydi. SSCB’nin çökmesi ve iki kutuplu dünya siyasetinin sona ermesiyle diğer emperyalist güçler çok daha açıktan paylaşım alanına inmişlerdi. Henüz zayıf olan ama güçlenen rakiplerini durdurmayı, pazar ve yatırım alanlarını, ama özellikle de enerji yataklarını kontrolü altına almayı amaçlayan ABD emperyalizmi, bu doğrultuda “uzun bir savaş” başlatmıştır. Nitekim Taliban yönetimi Bin Ladin’i üçüncü bir ül-
marksist tutum
kenin yargılamasına razı gelerek onu gözden çıkartmasına rağmen, ABD emperyalizmi Afganistan’a saldırma hedefinden geri adım atmamıştır. ABD finans kapitalinin savaşı yürütmekle görevlendirdiği Cumhuriyetçi Parti yönetimi ve neo-con savaş kurmayı alabildiğine saldırgan bir çizgi izlemekteydi. Hedeflerine doludizgin bir savaşla varmak isteyen ABD emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını ve “uluslararası terörizm”i bahane ederek ve baskın gelerek rakiplerinin yüksek perdeden itiraz etmesinin de önüne geçmişti. Bu saldırganlık ve emperyalist kibir öylesine bir boyut kazanmıştı ki, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Taliban karşısında yanında yer almaması halinde Pakistan’ı taş devrine döndürmekle tehdit edebiliyordu. Hiç kuşku yok ki, ABD’nin istihbarat servisleri göz yummadan El-Kaide’nin 11 Eylül’deki gibi muazzam bir saldırıyı hayata geçirmesi mümkün değildi. Bu hakikat Marksistler için son derece açıktı ve o zaman da dile getirmiştik. Nitekim süreç içinde bu gerçeği kanıtlayan çok daha fazla bilgi ortaya çıkmış bulunuyor. ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırısını kullanarak kendine muazzam bir manevra alanı yaratmıştır. 11 Eylül’le birlikte “terör” ya da “uluslararası terör” emperyalist saldırganlığın ideolojik kılıfı haline getirilmiştir. Savaş makineleri Afganistan’da taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yıkım kusarken, ABD emperyalizmi bu saldırganlığını “El-Kaide terörü” ve “uluslararası terörizm” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışıyordu. Emperyalist saldırganlık “uluslararası terörizm” bahanesine sarılırken, beri taraftan aynı “uluslararası terörizm” bir dış düşman umacısına dönüştürülerek bu sayede içerideki kitleler de pasifize edilmeye başlanmıştır. İki kutuplu dünyada SSCB’nin varlığında vücut bulan dış düşman algısının yerine, bu kez belirsiz, her an her yerden gelebilecek olan “uluslararası terör” algısı geçirilmiştir. Böylece “terör” ya da “uluslararası terör” umacısı, emperyalist savaşın kılıfı ve meşrulaştırıcı aracı haline getirilmiştir. Bundan ötürüdür ki başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, her fırsatta saldırganlıklarını bu umacı üzerinden aklamaya çalışıyorlar. 11 Eylül’den sonra emperyalist hegemonya mücadelesi mertebe yükselterek çok daha fazla sertleşmiş, bölgesel savaşlar yaygınlaşmış ve yürüyen savaşın bir parçası olarak “terör” saldırıları tırmandırılmıştır. Bu bakımdan 11 Eylül, emperyalist hegemonya kavgasında tarihi bir dönemeçtir.
Mücahit El-Kaide ve Taliban neden terörist oldu? 11 Eylül saldırılarını düzenleyenin El-Kaide olduğunu açıklayan ABD emperyalizmi, Ladin’i “büyük şeytan” ve onu barındıran Afganistan’ı ise “şer devleti” ilan etti. Oysa aynı El-Kaide ve Afganistan’da yönetime oturan Taliban 1990’a kadar ABD’nin müttefiki idi. ABD emperyalizmi, Afganistan’daki SSCB işgaline karşı mücadele veren gu-
19
Kasım 2011 • sayı: 80
marksist tutum
rupları desteklemekle kalmamış, CIA ve Pakistan gizli servisi ISI üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerinden cihatçı İslamcıların bir araya getirilmesi, dini-ideolojik ve askeri eğitim verilmesi ve harekete geçirilmesi noktasında büyük bir rol oynamıştı. Meselâ, diğer İslamcı grupların ve daha sonra Taliban’a dönüşecek olan Pakistan’daki Afganlı medrese öğrencilerinin, dini-ideolojik ve askeri açıdan eğitilmesi ve SSCB’ye karşı savaş alanına sürülmesi doğrudan ISI ve ABD gizli servisi CIA’nın işidir. El-Kaide’yi örgütleyecek olan Bin Ladin de Afganistan’a giden cihatçılardan biridir. Fakat muazzam bir zenginliği elinde tutan Suudi bir ailenin oğlu ve Suudi kraliyet ailesine yakın olan Ladin, bu özellikleriyle diğer cihatçılardan ayrılmakta ve öne çıkmaktaydı. “Yeşil kuşak projesi” çerçevesinde başta Suudi Arabistan olmak üzere ABD’nin nüfuzu altındaki Körfez ülkeleri, “komünist” SSCB’ye karşı Afganistan’da savaşan İslamcı gruplara büyük paralar aktarmış ve beslemişlerdir. ISI ve CIA ile birlikte hareket eden Bin Ladin, Afganistan’da cihatçıların beslenmesi için oluşturulan finans kaynaklarının kontrol edilmesi, uluslararası düzeyde cihatçı toplanması, sevk ve idare edilmesi, eğitilmesi, silahlandırılması ve cepheye sürülmesi noktasında etkin bir rol oynamıştır. Böylece Afganistan’a gelen cihatçılar uluslararası bir ağ oluşturmakta ve aslında El-Kaide’nin de temellerini döşemekteydiler. Gerek dünyanın birçok ülkesinden gelen cihatçılar gerekse Pakistan’da örgütlenen ve daha sonra Taliban örgütlenmesi olarak sahneye çıkan güçler yan yana mücadele verdiler ve Ladin de bunların bir parçasıydı. Nitekim SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesi sonrasında başlayan yeni bir iktidar kavgasında, uluslararası cihatçılar ve Ladin Taliban’ın yanında saf tutmuştur. Bölgede etkisini artırmayı arzulayan Pakistan ise, doğrudan kendi mamulü olan Taliban’ı desteklemiş ve Afganistan’da iktidarı ele geçirmesini sağlamıştır. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünya siyasetinde yepyeni bir dönem açıldı. İki kutuplu dünya siyasetinde emperyalizmin SSCB’yi kuşatmak amacıyla geliştirdiği “yeşil kuşak projesi”ne bu yeni dönemde artık ihtiyaç yoktu. Afganistan özelinde ABD emperyalizmi için öncelikli sorun, bu yeni dönemde hem Rusya ve Çin’in arka bahçesi olarak jeostratejik açıdan, hem de enerji yollarının geçiş noktası olması bakımından önemli olan bu bölgeyi yeni yükselen rakiplere kaptırmamaktı. Dolayısıyla son derece geri ekonomik koşulların söz konusu olduğu bu coğrafyanın kargaşa içinde kalması gibi olasılıkları asla dert edinmedi. Ancak Afganistan’daki özel durum bir yana bırakılacak olursa, emperyalizmin bu yeni dönemde farklı bir strateji izlemeye yöneldiğini vurgulamak gereklidir. Kapitalizm, kendisine içkin olanı gerçekleştirerek tam anlamıyla küresel bir düzeye yükseldi ve kapitalist ilişkiler dünyanın her köşesinde hükmünü icra etmeye başladı. Kapitalizme açılan uçsuz bucaksız toprakların emperyalist-kapitalist
20
sisteme derinden entegre edilmesi, pazar ve yatırım alanına dönüştürülmesi başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçlerin gündemine girdi. Dünya görüşleri, yaşama biçimleri ve oluşturdukları siyasal kurumlarıyla Taliban ve El-Kaide tipi İslamcı örgütler, kapitalist piyasanın derinlemesine gelişmesi, ekonominin liberalleşmesi ve buna uygun siyasal bir yapının oluşması bakımından bir engel oluşturuyorlardı. Yani artık ihtiyacı kalmadığı ve üstelik de dönüşüm sürecinde ayak bağı haline geldiği için ABD, Taliban ve El-Kaide’yi karşısına almıştı. ABD’nin Müslüman bir ülke olan Irak’a saldırmasıyla radikal İslamcı örgütler arasında anti-Amerikancı çizgi daha da yükseldi ve eyleme dönüştü. Açılan dönemde ABD emperyalizmi, bir taraftan dünyaya yeniden düzen verme hazırlıklarını sürdürürken, öte taraftan da bunun ideolojik temellerini döşüyordu. Nitekim “medeniyetler çatışması” bu bağlamda geliştirilen ideolojik bir çerçevedir ve hedef emperyalist savaşın üzerini örtmektir. ABD ile arası açılan Taliban, El-Kaide ve diğer radikal İslamcı örgütlerin giriştiği Batı karşıtı eylemler “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırılacak şekilde sunulmuştur. 11 Eylül eylemi ise, Batı toplumunun Müslümanlara karşı kışkırtılması bakımından ABD’nin elinde müthiş bir ideolojik araca dönüşmüştür. Hülasa, tüm bunlardan ötürü bir zamanlar SSCB’ye karşı savaşırken mücahit olarak taltif edilen Taliban ve El-Kaide bu yeni dönemde terörist oluvermişlerdir.
Savaş sürüyor Afganistan’da savaş ve siyasal kargaşa devam ediyor. Emperyalist müdahale sonrasında Karzai başkanlığında kurulan hükümet aşiret önderlerinden meydana gelen bir koalisyondur ve son derece kırılgandır. Sürece savaş ağası haline gelen aşiret liderlikleri arasındaki çelişki ve sürtüşmeler damgasını basmaktadır. Beri taraftan hükümeti oluşturan güçler ile Taliban ve onun arkasındaki örgütlerin kapışması söz konusudur. ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon ise, bir taraftan Karzai yönetimine yol aldırmaya çalışırken, öte taraftan da Taliban’ın artan saldırıları karşısında çıkış aramaktadır. 13 Eylülde Kâbil’de ABD Büyükelçiliğine ve bazı noktalara yapılan saldırıların yirmi saatten fazla sürmesi, Taliban’ın yeniden ne denli güç kazandığının ifadesidir. Uzun bir dönemdir gerek ABD gerekse Karzai yönetimi bu saldırıların arkasında Pakistan’ın olduğunu ileri sürmektedir. Özellikle 20 Eylülde, Afganistan’daki aşiret liderlerini bir araya getirerek çelişki ve çatışmalara son vermek ve siyasal istikrarı sağlamak amacıyla kurulan Yüksek Barış Konseyinin başkanı Burhaneddin Rabbani’nin öldürülmesiyle, Pakistan’a dönük savaş davulları çok daha güçlü çalmaya başlamıştır. 1996’da Taliban tarafından devrilene değin, SSCB’nin işgali sonrasında Afganistan’ın cumhurbaşkanlığını yapan Rabbani önemli bir siyasi figürdü.
sayı: 80 • Kasım 2011
Karzai yönetimi ve ABD emperyalizmi son dönemdeki saldırıların arkasında Taliban’ın denetimindeki Hakkani örgütünün olduğunu ve bu örgütün Pakistan gizli servisi ISI tarafından yönlendirildiğini iddia etmektedir. Emperyalist ABD’nin sözcüleri bu konuda gerçeği elbette bizlerden iyi biliyorlar: Zira SSCB’ye karşı savaşta Hakkani örgütü de ISI’nın ve ABD’nin denetimindeydi. Değişen dönem ve çıkarlar ABD’yi bu örgütlerin karşısına dikerken, Pakistan’ın bu örgütlerle ilişkisi devam etmiştir. Aslında Hindistan’a karşı Müslüman ülkeleri ve örgütleri arkasına yığmak isteyen ve bölgesel çıkar hesapları olan Pakistan, Afganistan’daki olaylara doğrudan müdahil olmuştur. Bu noktada araç olarak İslamcı örgütlerin önemli bir tabanı olan Peştunları da kullanmaya çalışmaktadır. Zira Afganistan’da çoğunluğu oluşturan Peştunların önemli bir kısmı Pakistan’ın kuzeyindeki Veziristan’da yaşamaktadır. Ayrıca gerek işgallerden gerekse iç savaşlardan dolayı Pakistan’a göç etmiş önemli bir Afgan nüfus vardır. Peştun aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı Veziristan bölgesinde Taliban ve diğer İslamcı örgütlerin oldukça güçlü olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Esasında Veziristan bölgesinde önemli bir güç oluşturan bu örgütler, Pakistan’daki egemen güçler dengesinde küçümsenmeyecek bir yer tutmaktadırlar. Karmaşık etnik ve dini yapısı, Hindistan ile husumeti ve devam eden sürtüşmeler, nükleer silaha sahip olmanın getirdiği gerilim, emperyalist güçlerin müdahaleleri ve tüm bunların etkisiyle iyice şiddetlenen egemen sınıf içindeki güç çatışması… Kurulduğu günden beri Pakistan’da çatışmalar durulmamış, egemen sınıf içindeki kavga askeri darbelerle, siyasi suikastlarla günümüze değin gelmiştir. ABD’nin, Afganistan savaşında muazzam bir basınç bindirmesi ve tehditle Pakistan’ı kendi tarafına çekmesiyle egemen güçler arasındaki çatlak ve çatışma biraz daha derinleşmiştir. O dönemde iktidarda olan Pervez Müşerref, iç karışıklığı önlemek amacıyla uzun bir süre dengelere oynamış, ABD ile İslamcı örgütleri aynı anda idare etme-
marksist tutum
ye çalışmıştır. Ancak Afganistan’da tam hâkimiyet sağlayamaması üzerine ABD’nin Pakistan’a dönük baskıları artmış, Müşerref İslamcı örgütlere karşı harekete geçirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki Müşerref yönetiminin İslamcı örgütlere karşı harekete geçmesi içerideki siyasal dengeleri sarsmaya başlamış; içerideki güç çatışması tırmanmış, ABD’nin onayıyla ülkeye dönen ve Müşerref ’in yerine hazırlanan önemli siyasi figürlerden Benazir Butto bir suikastla öldürülmüştür. Ölümünün ardından, Benazir’in oturacağı koltuğa kocası oturmuş ve Müşerref saf dışı bırakılmıştır. Özellikle Bin Ladin’in Pakistan’da ABD tarafından bir operasyonla öldürülmesiyle bu iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş durumda. ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditleri giderek tırmanıyor. ABD, planları dahilinde Pakistan’ın İslamcı örgütleri silahlı mücadeleyi bırakarak Afganistan’daki siyasal sürece katılmaları doğrultusunda sıkıştırmasını ve böylece Afganistan cephesinde kendisini rahatlatmasını istemektedir. Hatta bu noktada Pakistan’a adım attırmak için Afganistan’ı Hindistan ile yakınlaştırmaya çalışmaktan da geri durmamaktadır. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Afganistan ile Hindistan arasında görüşmeler yapılmış ve bazı önemli anlaşmalar imzalanmıştır. Hiç kuşku yok ki bu durum, yani Hindistan’ın Afganistan üzerindeki nüfuzunun şu ya da bu ölçüde artacak olması Pakistan egemenlerini tedirgin etmektedir. Zira Afganistan’ın bu siyasi tercihi Hindistan’ın Pakistan’ı bölgede sıkıştırması ve manevra alanını daraltması anlamına gelecektir. Tam da bundan ötürü, ordu başta olmak üzere egemen sınıf içinden Pakistan’ın Afganistan politikasına itirazlar yükselmeye başlamıştır. Besbelli ki Pakistan egemen sınıfı içindeki çelişkiler keskinleşmektedir. Aslında Afganistan’da ve onun bir yansıması olarak Pakistan’da meydana gelen olaylar, 1990’larla birlikte içine girdiğimiz dönemin karakteristik yapısının bir tezahürüdür. Emperyalist güçler çeşitli örgütleri, kimi ülke gizli servislerini devreye sokmaktan ya da egemen sınıf içi çelişkilerden yararlanarak bir taraf üzerinde kendi nüfuzlarını yaratmaktan ve böylece kendi çıkarları için müdahale etmekten geri durmuyorlar. Bugün savaşın Afganistan sahasına, ABD öncülüğündeki koalisyonun haricinde Rusya ve Çin’in tam da betimlediğimiz biçimde müdahale etmediği düşünülebilir mi? Şu asla unutulmamalı: Kapitalist krizin derinleşerek devam ettiği ve bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaşın sürdüğü bir dönemde, Afganistan’a barış, huzur, özgürlük ve refah geleceğini düşünmek saflık olur.
21
İşçiler Az mı Çalışıyor? Dicle Yeşil
E
nerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın “Cumartesi de mesai yapılsın, mesai saatleri 6’da başlasın” önerisinin ardından patronlar, yıllardır hasretle bekledikleri bu sözleri şiddetle destekleyen açıklamalarda bulundular. Hem enerji tasarrufu açısından hem de verimliliği artıracak bir formül olarak ortaya konan bu parlak fikrin ardından patronlar, “Cumartesi yetmez, Pazar günü de iş günü olsun” dediler. Öyle ya gönüllerinden geçirdiklerini bakan bir çırpıda söyleyivermişti. Taner Yıldız tüm bu sözlerini desteklemek için “biz zaten fiili olarak Cumartesi ve Pazar da çalışıyoruz” diyerek aynı zamanda fiili durumu meşrulaştırmaya çalışmıştı. Böylece bu durum yasallaştırılırken tepki gelmesin isteniyor. Patronlar ve onların temsilciliğini yürüten hükümet, işçilerin adeta bir köle gibi 7 gün/24 saat çalışır hale gelmesini, gece ile gündüz arasındaki sınırın kaldırılmasını istemekteler. İşçilerin dinlenmesi, sosyal faaliyetlere katılması ve kendilerini insan gibi hissetmeleri patronların umurlarında değil. Sağlık Bakanı Recep Akdağ ise meslektaşını destekleyerek, dini yardıma çağırıyor ve erken kalkmanın sağlık açısından ne gibi faydaları olduğunu sıralıyor: “Taner beyin fikri hakikaten çok güzel bir fikir, biyolojik ritim açısın-
22
dan da bu çok doğru. Yani Allah-u Teala gündüzü çalışmak, geceyi de dinlenmek için yaratmış. Burada da toplumun kültürel alışkanlıklarının değişmesi lazım.” İnsan bu ikiyüzlülere gerçekten de şaşırıyor, pes doğrusu! Evet, gündüz çalışıp gece dinlenmek lazım, ama işçiler gündüz de gece de çalışıyorlar. Şimdi buna Cumartesi ve Pazar da eklenmek isteniyor, daha doğrusu bu tatil günleri resmi çalışma günü haline getirilmek isteniyor. Sağlık Bakanının yaptığı açıklamaya baktığımızda, daha sağlıklı bir toplum olabilmemiz için gece vardiyalarının kaldırılması, çalışma saatlerinin de insan sağlığına uygun bir hale getirilmesi gerekir sonucu çıkıyor. Ancak patronlar böyle bir konuyu gündem etmek şöyle dursun bugünkü çalışma saatlerinin de yetersiz oluşundan dem vuruyorlar. Nitekim bu açıklamaların hemen ardından patronlardan “çok çalışmamız lazım” sözleri geldi. Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu “Bu uygulamanın enerjinin tasarruflu kullanılması açısından olumlu olacağını düşünüyorum. Memleketin çok çalışmaya ihtiyacı var. Yunanistan, İspanya gibi mesai saatlerini azaltan ülkelerin durumu ortada. Biz patronlar zaten Cumartesi Pazar demeden çalışıyoruz” diyor. Ağaoğlu
sayı: 80 • Kasım 2011
Şirketler Grubu Başkanı Ali Ağaoğlu ise “Bir patron olarak sadece Cumartesi değil, Pazar günleri de çalışılsın isterim” diye buyuruyor. Özetle bakanın açıklamasıyla birlikte niyetlerini ortaya koyan patronlar, 12 saat yetmez 7 gün/24 saat diyorlar. Halbuki Türkiye’de kamu ve özel sektördeki çalışma süreleri Avrupa ülkelerini sollayarak ön sıralarda bulunuyor. DİSK Araştırma Enstitüsü’nün Mayıs ayında açıkladığı “Çalışma Süreleri” raporuna göre, Türkiye’de işçilerin haftalık çalışma süreleri ortalama 45 saat düzeyinde. Ancak bu süreye zorunlu fazla mesaileri de eklediğimizde haftalık çalışma saatleri 53,7 saat gibi bir rakama çıkıyor. Türkiye bu ortalamasıyla Zimbabwe, Sri Lanka, Tanzanya gibi ülkelerle aynı sıralarda yer alıyor. Avrupa ülkeleriyle kıyasladığımızda ise durumun vahameti daha fazla ortaya çıkıyor. AB’ye üye ülkeler arasında ortalama resmi haftalık çalışma süresi 38,6 saat. Yani 6,4 saat daha fazla çalışıyoruz. Ayrıca Avrupa ülkelerine kıyasla ortalamanın 3 katı fazla mesai yapıyoruz. Ekonomi söz konusu olunca Avrupa ülkelerini örnek veren patronlar, iş çalışma saatlerine gelince “az çalışıp Yunanistan ve İspanya gibi mi olalım” diyerek ikiyüzlülüklerini ortaya koyuyorlar. Bir de bu süreye işe gidişi dönüş sürelerini eklediğimizde çalışma süreleri daha da uzuyor, dinlenme süreleri ya da sosyal faaliyete ayrılan süreler ise iyiden iyiye kısalıyor. Zaten gün ışımadan önce yollara düşen işçiler, çoğunlukla geceleyin evlerine dönmüş oluyorlar. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin hazırladığı rapora göre, Türkiye’de işe gitmek için bir işçi ortalama 45 dakikasını yollarda harcamak zorunda. Bu alanda Türkiye, Güney Afrika ve Japonya’dan sonra 3. sırada yer alıyor. Benzer şekilde ücretli izin, hastalık izni ve yıllık izin süreleri de oldukça sınırlı. Hatta işçiler ya hiç hastalanmıyor(!) ya da hasta da olsa çalışmak zorunda kalıyorlar. 99 dünya ülkesi arasında yapılan araştırmaya göre, Türkiye 14 günlük asgari ücretli izin hakkı ile Fas, Güney Afrika, Kamboçya ve Cezayir gibi ülkelerle aynı kategoride yer alıyor. Ancak hal böyleyken patronlar ve onların sözcüsü olan hükümetlerin nazarında işçiler sürekli yatan, tembel insanlar olarak değerlendiriliyor. Tayyip Erdoğan’ın hem Tekel işçilerine hem Kıbrıslı işçilere atfen, “yatarak para kazanıyorlar”, “bunlar tembel” sözleri bu duruma örnektir. Her fırsatta “Durmak yok yola devam!” diyen AKP hükümeti, işçi sınıfına karşı adeta bir savaş stratejisi izliyor. Taşeronlaştırma, esnek çalıştırma, uzayan iş saatleri giderek yaygınlaştırılıyor, kazanılmış hakların son kırıntısı da elimizden alınmaya çalışılıyor. Günlük çalışma süreleri fiilen ortalama 12 saate çıkmış durumda. Her iki işçiden biri yasal çalışma süresinin üstünde çalışıyor. İşçilerin dinlenmeye, eğlenmeye, çalışma dışında bir hayat yaşamaya zamanı kalmıyor. 1800’lü yılları hatırlatırcasına zor çalışma ve yaşam koşulları altında milyonlarca işçi yaşam savaşı veriyor. Uzun çalışma saatlerine karşı vaktiyle işçiler büyük
marksist tutum
mücadeleler verdiler. 1 Mayıs’ın doğuşuna da neden olan bu mücadeleler sayesinde işçi sınıfı çalışma saatlerini günlük 8 saate indirmeyi başardı. Ancak tüm dünyada çalışma saatleri yeniden yukarıları doğru çekiliyor. Krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek isteyen patronlar, uzun, tempolu çalışmayı dayatıyorlar, düşük ücretler de cabası. Taner Yıldız, Türkiye’nin sürekli büyüyebilmesi için çok çalışmak gerektiğinden söz ediyor. Bu büyümenin ne pahasına olduğunu biliyoruz. Patronların Türkiye’si büyürken, işçilerin Türkiye’si ağır ve uzun çalışma koşullarına, düşük ücretlere, yoksulluğa, sosyal hayattan kopmaya, yetersiz beslenmeye, uykusuzluğa, iş kazalarına, ölümlere ve sakat kalmalara talim ediyor. Beton yığınlarının, makinelerin dişlileri arasında işçilerin yaşamları hiçe sayılıyor. Dinlenmeye, uyumaya, insanın kendisini insan gibi hissedeceği bir zaman dilimine vakit kalmıyor. Yaşam koşulları her geçen gün daha bir ağırlaşıyor ve zorlaşıyor. İş saatlerinin gün ışığına göre ayarlanması değil, iş saatlerinin insan sağlığına daha uygun bir hale getirilmesi gerekiyor. İş saatlerinin kısaltılması, işsizlere iş verilmesi, yolda geçirilen sürelerin de çalışma saatinden sayılması, gece vardiyalarının kaldırılması, iş güvenliği önlemlerinin alınması, sosyal güvencenin tüm işçileri kapsaması gerekiyor. Ancak bu istemler uğruna mücadele edilmediği müddetçe patronlar ve onların emrindeki hükümetler bugün olmasa da yarın çalışma saatlerini daha da uzatmayı ve bunu yasallaştırmayı başaracaklardır.
23
Tarihsel Deneyim: Yalnız K
1917 Ekiminde, Bolşeviklerin yol göstericiliğindeki proleter kitleler, Rusya’da burjuva hükümeti devirerek iktidarı kendi ellerine aldılar. Büyük fabrikalar ve işçi mahalleleri zaten aylardır işçilerin oluşturmuş olduğu komitelerin denetimindeydi. 25 Ekim günü tüm iktidar işçilerin bir ayaklanma organı olarak kurdukları sovyetlerin (işçi meclisleri) eline geçivermişti. Bu sovyetler yalnızca bir ayaklanma organı olmakla kalmamış aynı zamanda iktidar organı haline gelmişlerdi. Yeni kurulan işçi devleti, bu sovyetlerin koordine olmuş, örgütlenmiş ve merkezileşmiş halinden başka bir şey değildi. Tarih Paris Komününden sonra bir kez daha işçilerin iktidarı kendi özörgütlülüklerine dayanarak ele geçirmelerine şahit oluyordu. Ama bu kez kıtasal bir ülkede ve çok daha kapsamlı olarak. Rusya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi hem dünya proletaryası hem de ezilen halklar arasında büyük bir sevinç, ilgi ve destekle karşılandı. Birinci Dünya Savaşının karanlığında Ekim Devrimi tüm insanlığın üzerine umutları yeşerten bir güneş gibi doğuyordu. Ancak Rusya geri bir ülkeydi ve işçi iktidarının ayakta kalması için Avrupa ülkelerindeki devrimlerle desteklenmesi yaşamsal bir önem taşıyordu. Nitekim devrimin tek bir ülke içerisinde nihai hedefine ulaşamayacağını ve hatta uzun bir süre boyunca yalıtık bir şekilde ayakta kalamayacağını çok iyi bilen Bolşevikler, tüm ümitlerini başta Avrupa olmak üzere dünya devrimine bağlamışlardı. Devrimin ardından Rus burjuvazisinin emperyalist burjuvazi ile birlikte başlattığı iç savaşın en güç günlerinde, Bolşevikler tam da bu bilinçle yeni bir Enternasyonali inşa etmeye girişmişlerdi. Komünist Enternasyonal’i inşa etmeyi başardılar, ama bu dünya partisinin ulusal müfrezeleri henüz kendi ülkelerinde işçi sınıfından yeterli desteği alabilmiş, mücadele içerisinde güçlenebilmiş, sağlam deneyimli ve çelikleşmiş önderlikler yaratabilmiş değillerdi. Savaştan yorgun ve bitkin çıkmış Avrupa’nın her yerinde devrimci patlamalar ve yükselişler gerçekleşmiş olmasına
24
rağmen, bu yükselişler devrimle taçlandırılamadı. Önce Birinci Dünya Savaşı, ardından da üç yıldan fazla süren iç savaş nedeniyle hem Rus ekonomisi çökmüş hem de proletarya büyük ölçüde darbe görmüş, kayıplar vermiş, zayıflamış, dağılmış ve deklase duruma gelmişti. Dünya devriminin bu kısa dönemli geri çekilişine rağmen, zaten geri bir iktisadi zemine yaslanan Rus proletaryasının ve onun devrimci iktidarının daha fazla dayanması mümkün değildi. Rus devrimi, emperyalistlerin ve onun uzantısı durumundaki burjuvazinin saldırısını geri püskürtmüştü ama içeriden bir ihanete ve içeriden yürüyen bir karşı-devrime dayanabilecek durumda değildi. İç savaşın sonlarına doğru yaşanan büyük sıkıntılar eşliğinde ilerleyen bürokratik yozlaşma, Lenin’in ölümü ve parti içerisindeki proleter devrimci kanadın etkisizleştirilmesiyle büyük bir hız kazanarak bürokratik bir karşı-devrim sürecine dönüşmüş ve proletarya siyasal iktidarı kaybetmişti. Siyasal egemenliği kaybeden proletaryanın artık toplumsal ve iktisadi egemenliğinden de bahsedilemezdi, Rus devriminin doğurduğu işçi devleti sona ermişti. Ne var ki, devrimin içeriden yürüyen bürokratik bir karşıdevrimle tasfiye olması, yeni bir olguyu beraberinde getirmişti. İşçi devleti gerçekte yıkılmıştı ama ismen ve şeklen devam ediyordu. İktidara kurulmuş olan bürokrasi, içi ve özü boşaltılan devrimin kimi kurumlarını, sıfatlarını, söylemlerini sürdürmeyi kendi çıkarları açısından gerekli gördü. Böylece dünya komünist hareketinin gündemine bu yeni olguyu kavramak gibi bir sorun girmiş oldu. “Sovyet devletinin niteliği” üzerine yapılan tartışmalar yıllar boyunca komünist hareketi parçalara bölen bir sorun oldu. Bugün halen önem taşıyan bu sorun, tarihsel bir olguyu açıklamaktan ibaret değildir. Sorun, esasta, nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olunduğuyla, nasıl bir işçi devleti hedeflendiğiyle ve bu hedeflere nasıl varılacağıyla ilgili bir sorundur. Kendiliğinden açıktır ki, bu kapsamdaki bir sorun politik mücadelenin neredeyse tüm boyutlarına temel teşkil
Kalan Devrimin Kaderi /1 Elif Çağlı
eden bir sorundur. Bu nedenle, Ekim Devriminin yıldönümünde, bu soruna Marksizm temelinde bilimsel ve özgün bir yanıt üretmiş olan Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı eserinin kimi bölümlerinden seçilmiş bir özetin yararlı olacağını düşünüyoruz.
Proletaryanın tarihsel misyonu İnsanın sınıflı toplumların yarattığı sömürü ve baskılardan kurtuluşu, kendi kendisinin efendisi olabilmesi, doğayı kapitalizmin yıkıcı etkisinden kurtarıp uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu biçimde egemenliği altına alabilmesi, kısacası özgürlüğe kavuşabilmesi ancak dünya sosyalist devrimi ile olanaklı olabilir. … Ulusal sınırlar içine ve ekonomik bakımdan geri bir temele hapsolmuş bir işçi iktidarının, bu yalıtılmışlık durumunun uzun sürmesi halinde yaşama şansı yoktur. Bir ülkede iktidara gelen proletarya, tüm çabasını sosyalist devrimin diğer ülkelere yayılmasına yöneltmelidir. İşçi sınıfının egemenliği, sınıfın tarihsel eylemiyle yarattığı sovyetler iktidarında somutlandığından, uluslararası ölçekte işçi iktidarının kurulması da, “Dünya Sovyetler Cumhuriyeti”nin oluşumunda ifadesini bulacaktır. Böyle bir durum, dünya ölçeğinde kapitalizmin egemenliğine son verildiği bir durumdur. Bir dünya devrimi karakterine sahip bulunan proletarya devriminin bu hedefe doğru ilerleyişi, tek tek ülkelerin, uluslararası kapitalizm zincirinden araya uzun fasılalar, tarihsel dönemler girerek kopartılışı biçiminde gerçekleşemez. Marx ve Engels, dünya devrimi sürecini, birbirini yakından izleyen ve birbirine sıkıca bağlı bir proleter devrimler dizisi olarak öngörmüşlerdir. Tarihsel deneyim, böyle bir ilerleyişin gerçekleşmediği koşullarda kalıcı bir zaferin olanaksızlığını sergileyerek, Marksizmin kurucula-
rının öngörüsünü doğrulamıştır. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi mümkün olsa bile, onun temel görevi, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci güçlerinin yeni ve kalıcı bir atılımı için hazırlanmak olmalıdır. Marksizmin kurucuları, sosyalist devrimin politik başlangıcının, yani proletaryanın politik iktidarı fethedişinin belirli bir ülkede zafer kazanmasının olanaklılığını reddetmemişlerdi; fakat bu devrimin kapalı bir alan içinde (örneğin tek bir ülkede) yalıtılmış olarak uzun bir süre boyunca yaşayabileceğini de hiçbir biçimde öngörmemişlerdi.
Marksizmin tanımladığı işçi devleti bürokrasisiz bir devlettir Sömürücü azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki egemenliğine dayanan burjuva devlet, bu özelliği nedeniyle, devlet işlerinin organizasyonunda pahalı ve karmaşık bir aygıtın varlığını zorunlu kılar. … Oysa işçi devletinde, kamu işlerinin organizasyonu ve yürütümü kökten farklı olmak durumundadır. Bu tarihsel farklılığın en ayırt edici göstergesi, işçi devletinin bürokrasisiz bir devlet olması, yani işçi sınıfının kendisini doğrudan demokrasi olarak örgütlemesidir. Bu özellik, işçi devletinin ana karakteristiği, olmazsa olmaz koşuludur; Marx’ın Paris Komünü deneyiminden hareketle sıraladığı önlemler, yalnızca eski bürokratik-askeri devlet aygıtını yıkmaya değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir aygıtın geçirilebilmesine yöneliktir. … devlet mülkiyetine dayanan proletarya diktatörlüğü döneminde devlet, bir yarı-devlet, bürokrasisiz bir devlet
25
marksist tutum
olmak zorundadır. Eğer ki, pratikte bu zorunluluk yerine getirilememiş ve ortaya bürokrasili bir devlet çıkmış ise, bu koşul altında mülkiyet devlete, devlet de bürokrasiye ait olacaktır. Böylece, devlet mülkiyeti üzerinde tasarruf hakkını elinde tutan bürokrasi, tüm üretimin yönetimini de eline alacağı için, iktisaden de egemen konumda olacaktır. O takdirde işçi sınıfı egemenliğini yitirecek, bürokrasi ise egemen sınıf, yönetici sınıf konumuna yükselecektir. … İşçi devletinin yapılanması, devletin burjuva toplumundaki örgütlenişini kökten değiştirmeye, kamu işlerinin olabildiğince yerel sovyetlere devredilip, mümkün olan en ucuz ve en sıradan işlere dönüştürülmesi prensibine dayanır. Bunun yanı sıra, yine de uzmanlık gerektiren bazı işler varlığını sürdürecektir. Ancak, işçi iktidarının esprisi, bu işlerin hiçbir ayrıcalık ve işçi sınıfı üzerinde “efendilik” yaratmaksızın, işçi seçmenlere karşı sıkı sıkıya sorumlu, her an azledilebilir, değiştirilebilir görevliler tarafından yürütümüne dayanır. Eğer proleter devrimin geri bir ülkeye hapsolması durumunda bu hedefleri yaşama geçirebilecek yeterli ekonomik ve kültürel birikimin olmadığından söz ediliyorsa, o takdirde zaten işçi devletinin yaşayabileceği koşulların henüz gerçekleşmediği ifade ediliyor demektir. … Burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasındaki ayrım asıl olarak şu özde beliriyor: Burjuva devlet yani burjuvazinin diktatörlüğü, en demokratik biçim altında bile, ekonomik özü itibarıyla ancak sömürücü azınlık için demokratik, sömürülen çoğunluk açısından diktatoryal bir devlettir. Proletarya devleti yani proletarya diktatörlüğü ise, sınıf savaşımının çetin koşulları nedeniyle burjuva güçlere yönelik açık baskıya başvurmak zorunda kaldığında bile (iç savaş dönemi vb.), sömürücü azın-
26
Kasım 2011 • sayı: 80
lık için diktatoryal, emekçi çoğunluk için demokratik bir devlet olmak zorundadır. Bu nedenle, işçi demokrasisinin “mazur görülebilir nedenlerle uygulanamadığı” bir işçi devleti kategorisi icat etmek, işçi devleti hedefinden verilmiş bağışlanmaz bir ödün olacaktır. İç savaş, dış tehdit vb. nedeniyle demokratik özü boşaltılmış biçimde de olsa, proletarya diktatörlüğünün yine de yaşamaya devam edebileceğini ileri süren bir anlayış, proletarya diktatörlüğü ereği yerine, bürokratik diktatörlük gerçeğini ikame eder. Sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın, hareketli bir temsil sistemini de içeren doğrudan demokrasisi, işçi devletinin olmazsa olmaz koşuludur. İşçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, ta kendisidir. …
[Kapitalizmden sosyalizme] geçiş dönemi durağan bir dönem değildir Geçiş döneminin kendine özgü üretim ilişkileri olmadığı gibi, bu dönem ne kapitalist ne de sosyalist olarak nitelendirilemez. Başkalaşım döneminin her kategorisi gibi, bu kategori de geçmişten geleceğe değişim, hareket halindedir. Proletarya diktatörlüğünün somut koşullarda dünya ölçeğinde tuttuğu yere, dünya kapitalist sistemi karşısındaki gerçek pozisyonuna bağlı olarak, ya henüz geçmişe (kapitalizme) çok yakın bir durumda olabilir, ya da geleceğe (sosyalizme) doğru önemli bir yol kat etmiş durumda bulunabilir. Bu nedenle, üretim ilişkilerinin dönüşümü açısından geçiş döneminin esas karakteristiği, ancak dünya devriminin gelişkin kapitalist ülkelerde ilerleyişi sayesinde kendini ortaya koyabilir. Bu esas karakteristikle anlatmak istediğimiz olgu, siyasal devrimle kendini egemen kılmış proletaryanın, üretim koşullarının da efendisi konumuna yükselmiş olmasıdır. … Proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi ve üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirmesi durumunda, üretimin maddi koşullarını kendi denetimi altına alacağını belirtmektedir Marx. Bu geçiş dönemine ilişkin çok önemli bir özelliktir. Proletaryanın, kendi devleti aracılığıyla, üretim koşullarının gerçekten efendisi olabildiği bir durum, neyin, ne kadar, nasıl üretileceğine ilişkin planların bizzat egemen proletarya tarafından yapılacağını anlatır. Bu dönemi karakterize eden, yalnızca eski düzenin yıkılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi değildir. Bu dönem aynı zamanda ve esas olarak, kendini “devlet” olarak örgütlemiş proletaryanın, planlı bir ekonomiyi örgütleyerek, toplumsal işbölümünün ve ondan kaynaklanan çelişkilerin ortadan kalkması için maddi ve kültürel gelişmeleri hazırladığı bir dönemdir. Yani bu dönem, sınıfsız topluma özgü üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin döşendiği tarihsel bir dönem olacaktır. Bu dönem aslında, yenilmiş ama henüz yok olmamış kapitalizmle,
sayı: 80 • Kasım 2011
doğmakta olan komünizm arasındaki savaşım dönemidir. Eski toplumdan devralınan sınıflar arasındaki antagonizmalar proletarya diktatörlüğü döneminde giderek ortadan kalkacak; ama alışkanlıklar, kültür vb. anlamında eskinin uzantısı sınıfsal farklılıklar daha uzun bir süre (komünizmin ilk aşamasına dek) devam edecektir. Geçiş döneminin bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon karakterine sahip olmaması ve devrimci dönüşümlerin yaşandığı hareketli bir nitelik taşıması nedeniyle, bu döneme özgü saf biçimler ve kategorilerden söz edilemez. Geçiş dönemindeki ekonomik yaşamı, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin yürütüldüğü, dolayısıyla henüz sınıfsız toplumun özellikleri itibarıyla tanımlanamayan ve geçmişten geleceğe doğru değişim halindeki bir yapılanma süreci olarak algılamak gerekir.
Geçiş dönemi dünya devrimiyle bağlantılıdır Kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle onu tasfiye edecek toplumsal devrimin boyutları da ulusal değil, dünya ölçeklidir. Bu nedenle kapitalizmden komünizme geçiş dönemi gerçek anlamına, siyasal devrimin dünya ölçeğinde başarıya ulaştığı, yani dünya burjuvazisinin siyasal egemenliğine son verildiği bir durumda ulaşabilir. Proletarya diktatörlüğü altında yaşanan geçiş döneminde, yeni toplumsal koşullar aslında yoktan var edilmez. Marx’ın belirttiği gibi, zaten kapitalist gelişmenin üretici güçler düzeyine kazandırmış olduğu toplumsallaşma, ona
marksist tutum
ayak bağı olan kapitalist üretim ilişkileri engelinden kurtarılarak, daha da ileriye doğru özgürce gelişme olanağına kavuşturulur. İşte bu anlamda “sosyalist inşa”, her ne kadar toplumsal devrim aracılığıyla bizzat kendini de değişikliğe uğratan işçi sınıfının bilinçli eseri olacaksa da, bu son tahlilde bir irade sorunu değil, değişim için gereken maddi önkoşulların var olup olmaması sorunudur. … Herhangi bir ülkede burjuva iktidarının yıkılması ve proletarya iktidarının kurulması, henüz ulusal ölçeğin sınırlılığı ile koşullu olmak kaydıyla, tarihsel açıdan kapitalizmden komünizme geçiş yönünde bir hareketin başlaması anlamını taşır. Ancak bu tarihsel hareketin kısmi bir başarı elde edebilmesi bile devrimin uluslararası ölçekte sürekliliğine bağlıdır.
Yalnız kalan devrimin kaderi 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın sömürücü egemen güçleri iktidardan alaşağı edildi. Rusya gibi geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrim, taşıdığı tüm eksikliklerine karşın sovyetlerde örgütlü işçi-yoksul köylü yığınlarına dayanan devrimci bir işçi iktidarının doğumunu müjdeledi. … İlk Sovyet Anayasası, o dönemde Bolşeviklerin doğru kavrayışını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Örneğin, anayasanın düzenlenişinde gerek işçi devletinin geçiciliği hususu, gerekse de ilerde varılması hedeflenen komünizmin alt aşaması olan sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal durum olduğu belirtilmekteydi. RSFSC’yi, Dünya Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonunun yalnızca ilk unsuru olarak kabul eden bu anayasa, aslında işçi demokrasisinin ruhuna uygun genel bir yaklaşımın ürünü oldu. … Ekim Devrimini takip eden günlerde, henüz yaşama gözlerini açan proletarya iktidarının başarılarından söz eden Lenin, birkaç yıl sonra eksikliklere, hatalara (örneğin, kontrol edebildiklerinden daha fazla üretim aracının devletleştirilmesi gibi) dikkat çekmeye başladı. Kaynakları yeterli verimlilikte kullanamadıklarını, henüz üstesinden gelmeyi başaramadıkları ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulabilmek için çok uzun yıllara gereksinim olduğunu ısrarla gündeme getirdi. Öte yandan, Ekim Devriminin hemen sonrasında, eski bürokratik mekanizmanın tamamen yıkıldığından, yerle bir edildiğinden söz eden Lenin’in, çok kısa bir süre sonra işçi sovyetleri devletinin bürokratlaşması tehlikesine dikkatleri çektiği de bilinir. Şurası bir gerçek ki, işçi sovyetleri iktidarı, içinde doğduğu nesnel koşulların bir ürünü olarak, üstesinden kolay kolay gelemeyeceği zayıflıklarla dünyaya gözlerini açmıştı. Dolayısıyla, Ekim Devrimi deneyiminden ders çıkarabilmek için, Sovyet işçi devletine ilişkin övgü dolu sözlerden çok, kısa bir süre sonra onu içten yemeye, çürütmeye koyulan nedenlere dikkat çeken çözümlemelere ihtiyaç vardır.
27
marksist tutum
1918-1921: Sovyetik işçi iktidarının yaşam savaşı Ekim Devrimini takiben devrimci proletarya, iktidarını gerek dıştan emperyalizmin, gerekse içten burjuvazitoprak ağalarının saldırılarına karşı korumak amacıyla çetin bir savaş dönemi yaşadı. Sovyetlerde örgütlü işçi ve yoksul köylü yığınları, devrimin silahlı gücü olan Kızıl Ordu saflarında, 1918-1921 yılları arasında iç savaşla sürdürülen keskin politik mücadeleye aktif katıldılar…. Tarihi kaynaklar, iç savaşta ölen komünistlerin sayısının iki yüz bin civarında olduğunu belirtmektedir. İç savaş süresince Sovyet devleti, savaş komünizmi olarak adlandırılan ekonomik önlemlere başvurdu. … Bu dönem boyunca ücretler ayni olarak ödendi; yiyecek karneye bağlandı ve silahlı işçi birlikleri şehirlere gerekli besin maddelerini, tarım ürününe zorla el koyarak sağlamaya çalıştılar. … Nitekim, ürünlerin bölüşümünün ticari yöntemlerle değil de devlet eliyle yapılması, köylülerin direnciyle karşılaşmış ve tarımda muazzam üretim düşüşüne neden olmuş, kentlerde açlık başlamıştı. Diğer yandan, iç savaşın işçi devletine çıkarmış olduğu fatura da onu tehdit eden bir sonuca işaret etmekteydi. … Proleter sosyalist devrimin başını çeken deneyimli sanayi proletaryası, bir yandan iç savaşta uğradığı kayıplar, diğer yandan kentlerdeki açlık nedeniyle köylere göç etme sonucunda zayıflamıştı. Kentlerde yaşamını sürdüren işçilerin pek çoğu da, karaborsadan, ticaretten kazanç elde etmeye yöneliş vb. gibi nedenlerle, erimekte, dağılmakta ve atomize olmaktaydı. Bu durumda fabrikaları, köyden yeni gelen, denetimsiz yarı işçi-yarı köylü unsurlar doldurmaktaydı. Bu yeni işçiler, büyük sanayi merkezlerinde 1903’lerden 1917’lere uzanan devrimci mücadele döneminin ateşinde pişmemiş, devrimci sınıf bilinci edinmemiş kafalarıyla ve guruldayan boş mideleriyle, Rus despotizminin ataerkil mirasının ürünü bürokratik otoriteye itaatkârlıklarıyla, bürokratik liderlerin yükselişine elverişli bir zemini oluşturmaktaydılar. Diğer yandan sanayi ve tarım üretimindeki muazzam düşüş ve açlık koşulları, yaşayabilmek için bireysel varoluş kavgasını körüklemekteydi. … Bu koşulların bir sonucu olarak, sovyet iktidarının can damarları olan yerel sovyetler işlevlerini yitirmeye başladılar. Öte yandan, iç savaşın sonuna doğru Bolşeviklerin kazanacağının belli olmasıyla birlikte, iktidardaki partinin yaratacağı avantajlardan yararlanma güdüsüyle, kızıl gömlekleri kuşanan çıkarcılar, partinin ve sovyetlerin yönetim kademelerine doluşuyorlardı. Tüm bu faktörlere bağlı olarak, Bolşevik Partisinin üye yapısı kökten bir değişime uğramaktaydı. Olumsuzluklarla yüklü bu tablo göz önünde bulundurulmaksızın, 1917 Ekim Devrimiyle doğan devrimci iktidarı korumak üzere yürütülen iç savaşın gerçek sonucu da doğru değerlendirilemez.
28
Kasım 2011 • sayı: 80
Sovyet iktidarı iç savaştan yıkılmadan çıkmış gibi görünür. Avrupa’da beklenen proleter devrimin imdada yetişmemesi nedeniyle yalnız kalan Sovyet kalesinin, emperyalist kuşatmaya ve içteki burjuva-toprak ağası saldırılarına karşı korunması başarılmıştır. Fakat bu ne pahasına bir zaferdir? … İç savaşın sonunda atomize olmuş bir işçi sınıfı, işgalci orduları topraklarından kovalar kovalamaz kendi küçük topraklarının mülkiyet derdine düşen yoksul köylüler ve açlığın yarattığı kaosla baş başa bulunan Bolşevik Partisi. Gerçeklik budur ve parti devrimi ilerletecek sosyal temellerinden yoksun kalmış, çaresizlik içindeki bir öncü güç durumundadır. Böyle bir ortamda devrimi korumak için çırpınan öncü –liderlerin iradelerinden ve niyetlerinden bağımsız olarak– istese de istemese de, kendini devrimci sınıfın vasisi konumunda buluvermiştir. Devrimci proleter kitlelerin savaş ve açlık koşulları altında kırıldığı, yorulduğu, dağıldığı bir ortamda, hiç değilse dünya devrimi yardıma yetişene dek Ekim Devrimini korumayı başarmak sorumluluğuyla harekete geçen Lenin, Troçki gibi devrimci önderler ve Bolşevik devrimciler, bir anlamda proleter sınıfın öncü kesiminin yerine kendilerini ikame etmiş gibidirler. Onların zorunluluklar nedeniyle başvuracakları önlemler, her ne kadar içinde bulunulan koşullarda onları suçlamayı mümkünsüz kılıyorsa da, bu durum sosyalist devrimin ilerlemesine uygun bir tarihsel örneği de asla oluşturmamaktadır. … 1917 Ekim Devrimiyle yaşama gözlerini açmış bulunan işçi devleti, Avrupa devriminin imdada yetişmemesi halinde doğabilecek tehlikelere değinmiş olan devrimci önderlerin sözlerini doğrular biçimde büyük bir tehdit altındadır. Lenin’in konuşmalarında ve yazılarında dile getirmekte olduğu bürokratikleşme olgusu, içinde bulunulan ekonomik ve kültürel gerilik koşullarında, ölümcül bir hastalık gibi tüm bünyeyi sarmaktadır. Devrimin ilk döneminin olağanüstü zorluklarıyla boğuşulduğu günlerde, siyasal iktidarı elde tutmak amacıyla yapılmış olan “başarı” vurguları bir yana bırakılacak olursa, Sovyet Devleti’nin zayıflığının daha devrimden bir iki yıl sonra bizzat Lenin tarafından dile getirilmekte olduğu görülecektir. … Ekonomik zorluklar nedeniyle yeniden göreve çağrılan eski burjuva uzmanların ve Çarlık bürokratlarının doğuracağı bürokratlaşma tehlikesinin önüne, onların başına Bolşevik komiserlerin dikilmesiyle geçilebileceği düşünülmüştü. Ne var ki sonuç, umulanın tam tersi oldu. Bolşevik komiserler, burjuva uzmanları ve Çarlık bürokratlarını yeni rejimin ideallerine uyduracak yerde, bu uzman ve bürokratlar, onları kendilerine uydurmuşlardı. (devam edecek)
Ekim Devriminin Kadın Kahramanları Zehra Aras
D
evrim ezilenlerin bayramıdır diyordu Marx. Büyük Ekim Devrimi işçilerin, yoksul köylülerin, ezilen ulusların ve elbette emekçi kadınların tarih sahnesine fırladıkları muazzam bir toplumsal fırtınaydı. Kollontay Ekim Devriminin kadınlarını şöyle anlatıyor: “Başlarında eşarp (çok nadiren kızıl bir bandana), eski bir etek, yamalı bir kışlık ceket… Genç ve yaşlı, kadın işçiler ve asker eşleri, köylü kadınlar ve kentli yoksul ev kadınları. Daha nadiren, o günlerde çok daha nadirdi, büro işçileri ve profesyonel meslek sahibi kadınlar, eğitimli ve kültürlü kadınlar. Fakat Ekim zaferinde kızıl bayrak taşıyanlar arasında aydın kesimden kadınlar da vardı; öğretmenler, büro çalışanları, lise ve üniversitelerdeki genç öğrenciler, kadın doktorlar. Onlar, diğerkâm, neşeli ve kararlı bir şekilde yürüdüler. Gönderildikleri her yere gittiler. Cepheye de mi? Evet, bir asker kepi taktılar ve Kızıl Ordu savaşçısı oldular. Eğer kırmızı kol bantları takıyorlarsa, Gatçina’da Kerenski’ye karşı Kızıl Cepheye yardım etmek için ilkyardım istasyonlarına gidiyorlardı. Ordu haberleşmesinde de görev aldılar. Çok büyük bir şey oluyor ve bizler hepimiz ‘tek bir devrim çarkının küçük dişlileriyiz’ inancıyla dolu olarak neşe içinde çalışıyorlardı.” 1871’de Paris Komünü saflarında savaşan kadın mili-
tan Louise Michel, Komün’ün yenilgisinin ardından çıkarıldığı karşı-devrim mahkemesinde erkek yoldaşlarıyla eşit biçimde ölmeyi talep etmiş, savcının yüzüne şöyle haykırmıştı: “Mademki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı isterim! Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım.” 18. ve 19. yüzyıl devrimlerinde toplumsal mücadelelerde yeni yeni yer almaya başlayan kadınlar, hiç değilse karşıdevrim tarafından öldürülürken eşit kabul edilmeyi talep ediyorlardı. İnsanlık özgürleşme yolunda ilerleyebilmek için ne büyük bedeller ödüyor! Rus Devriminin kadınları, tarihin en devrimci partisinin inşasında ter akıtmış, otokrasinin sonunu getiren Şubat devriminin kıvılcımını 8 Mart gösterileriyle çakmış, Ekim fırtınasının ve zorlu iç savaş yıllarının fedakâr militanları olarak, eşitliği ve özgürlüğü kazanma yolunda gerçekleştirilen tarihsel atılımların parçası haline gelmişlerdir. Kadının cinsel, sınıfsal ya da ulusal ezilmişliğinin ortadan kaldırılmasının toplumsal bir devrim sorunu olduğunu kavrayan kadınlar Ekim Devriminin saflarında savaştılar. Devrimin binlerce adsız kahramanını unutmayacağız. Bir de adlarını devrim tarihine kazımış kadın militanları!
29
Kasım 2011 • sayı: 80
marksist tutum
Nadejda Konstantinovna Krupskaya Narodnikler Çar 2. Aleksandr’a suikast düzenleyince çok sayıda devrimci tutuklandı. Onlardan biri de henüz 10 yaşındaki Krupskaya’nın öğretmeniydi. Krupskaya hapse düşen öğretmeni sayesinde devrimcilere sempati duymaya başlamış ve öğretmen olmaya karar vermişti. 1890’da işçilerin eğitimi için kurulan okullardan birinde öğretmenlik yaparken işçilerle birlikte gidip geldiği bir dernekte Marksizmle tanıştı. 1894’te de Lenin’le tanıştı. 1895’te Lenin ve arkadaşlarıyla birlikte “İşçilerin Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni kurdular. Krupskaya örgütün yayınları için yazılar kaleme alıyor, illegal yayınların işçilere dağıtılmasında ve fabrikalara yönelik ajitasyonda sorumluluk üstleniyordu. 1896’da örgütün yürüttüğü başarılı bir tekstil grevinin ardından tutuklandı. Lenin’le birlikte Ufa’da sürgündeyken aynı yerde kalabilmek için Lenin’le nikâhlandılar. Krupskaya, Avrupa sürgünlüğü sırasında Lenin’in özel sekreteri gibi çalışıyor, Iskra’nın illegal dağıtım ağının örgütlenmesi ve denetlenmesinde önemli sorumluluklar üstleniyor, Lenin’in Rusya ile yazışmalarını düzenliyor, Rusya’dan gelen mektuplar ve habercilerden derlediği taze bilgilerle, orada olup bitenleri günü gününe Lenin’e aktarıyordu. Bolşeviklerin Avrupa’da yayınladıkları hemen hemen tüm yayınların, esas olarak da Vperyod (İleri) ve Proletari (Proleter) gazetelerinin yazı kurullarında görev alan Krupskaya’nın örgütçü rolü esas olarak bu dönemde ortaya çıktı. Sürgünden döner dönmez, gençlik çalışmasında sorumluluk üstlendi. Gençlik içindeki teorik ve pratik çabaları, işçi sınıfının taze ve dinç güçlerinin Bolşevik Parti saflarında örgütlenmesini sağladı. Gençlik ve kadın çalışmalarının bir işçi çalışması olarak şekillenmesini savunan Krupskaya, “6 saatlik işgünü ve gece mesailerine son!” taleplerinin öne çıkarılmasını sağladı. Lenin’in uğradığı suikast sonrası sağlık durumunun kötüleştiği dönemlerde başucunda hep Nadya vardı. Yaşamının son yıllarında Lenin’in politik yaşamın dışına düşmemesinde de Krupskaya’nın çok önemli bir rolü oldu.
Aleksandra Kollontay Varlıklı bir ailede dünyaya gelen Kollontay neden komünist olduğunu şöyle açıklıyordu: “1200 erkek ve kadın işçinin çalıştırıldığı ünlü büyük Krengolm dokuma fabrikasına yaptığım ziyaret benim yazgımı belirledi. İşçi kitlesi böylesine korkunç biçimde köleleştirilmişken ben mutlu, huzurlu bir yaşam sürdüremezdim. Bu hareketin içinde yer
30
almalıydım.” (Kollontay, Özgür Bir Kadın Komünistin Otobiyografisi, Belge Y., s.14) 1905 devrimi sırasında ve sonrasında partinin kadın sorununa ilişkin politika geliştirmesinde Kollontay’ın önemli katkıları oldu. Kollontay burjuva feminizmine de vuruyordu. 1917 yılında Lenin’in parti programında işçi iktidarına yönelme doğrultusunda değişiklik öneren Nisan Tezlerini ilk destekleyen de oydu. Parti yayınlarına makaleler yazdı. Devrim döneminde partinin en iyi ajitatörlerinden biri olarak öne çıktı. Nisanda Sovyet Yürütme Kurulu’nun ilk Krupskaya kadın üyesiydi. Kadınların devrime örgütlenmesinde önemli rol oynadı. Kollontay devrimin ardından Sovyetler’in ilk kadın elçisi oldu. Kadının özgürleşme mücadelesini Komünist Enternasyonal’in saflarına taşıdı.
Natalia Sedova Troçki’nin ikinci eşi Natalia Ivanovna Sedova, Rus Devriminde aktif olarak rol almış bir militandı. Marksizmde kültür sorunu ile ilgili makaleler yazdı. Ekim Devriminden sonra işçi devletinin sorunlarının çözülmesi noktasında önemli görevler üstlendi. Stalinist karşı-devrimin Troçki’yi sürgün etmesi üzerine hayat arkadaşı Sedova da Troçki’yle aynı kaderi paylaştı. Bolşevik-Leninist hareketin lideri eşi Troçki, hareketin öndeki unsurlarından biri olan oğlu Lev Sedov ve politikaya uzak durarak doktorluk yapan diğer oğlu Sergei Sedov, Stalin’in ajanları tarafından katledildiler. Sedova, Troçki suikastından sonra da sürgün olarak Meksika’da yaşamaya ve sürgündeki diğer devrimcilerle ilişkiler kurmaya devam etti. Komünist inançlarla sürdürdüğü ömrünün son yıllarında Troçki’nin biyografisini yazdı. İspanya’daki Bolşevik-Leninist seksiyonla da yakın ilişkiler sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Troçki’nin görüşlerini sahiplendiğini ileri süren IV. Enternasyonal’in yürütme komitesine de bayrak açtı. Troçki sonrası Troçkist hareketi, hatalarını düzeltmekten kaçınmakla, ölü formüllere takılıp kalmakla, Stalinist devlete işçi devleti sıfatı yakıştırmakla, dolayısıyla da Troçki’nin görüşlerini dondurarak devrimci Marksizmden uzaklaşmakla eleştirdi.
sayı: 80 • Kasım 2011
marksist tutum
ki içerisindeydi. Bolşevik fikirlerle donanan Anna, Tkaç (Dokumacı) dergisinin editörlüğünü de yürütüyordu.
Maria Ilyiniçna Ulyanova
Aleksandra Kollontay (sağda)
Nihayet 9 Mayıs 1951’de sert eleştiriler içeren bir mektup kaleme alarak IV. Enternasyonal’den istifa etti. Natalia Sedova, Ekim Devrimi öncesinde de sonrasında da, eşinin ve oğullarının katledilmesinin ardından da devrimci Marksizme olan inancını yitirmedi. Devrimci mücadele azmi ve inancıyla yaşadı ve 23 Ocak 1962’de bu inançla yaşama veda etti.
Anna Ilyiniçna Yelizarova Lenin’in kız kardeşi Anna 1864’te doğdu. 1 Mart 1887’de Çar’a suikast hazırlığında bulunmak suçuyla ağabeyi Aleksandr ile birlikte tutuklandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. Bu, tutuklamalarla, hapislerle ve sürgünlerle geçen profesyonel devrimci yaşamının başlangıcıydı. Anna 1912-14 yılları arasında Bolşevik Partinin yayın organı Pravda Prosveşçe ve Rabotnitsa (kadın işçi) yayınları için çalıştı. “Kadın İşçi” dergisinin uzun süre editörlüğünü yaptı. Parti için maddi yardım fonu oluşturma işinde ve parti yayınlarının ülkeye sokulmasının örgütlenmesinde çalıştı. Parti yöneticilerinin çoğu yurtdışında bulunduğu için yurtdışındaki merkez komiteyle yazışmalar oldukça kısıtlıydı. “Dzhems” kod adını kullanan Anna Ilyiniçna, Lenin Sibirya’da sürgündeyken partiyle Lenin’in bağını kuran tek kişiydi. Kitapların satır aralarına görünmez mürekkeple mektuplar yazıyordu. Onun sayesinde Lenin Petrograd, Moskova ve diğer şehirlerdeki parti komiteleriyle iletişimini sürdürebildi. Anna Şubat devriminin hemen öncesinde tutuklanmıştı, ayaklanan halk sayesinde özgürlüğüne kavuştu. Pravda’nın sekreteri olarak işe koyuldu. Kent ve kır işçileriyle ve askerlerle iliş-
1878 yılında doğan Maria’nın devrimcilik yaşamı 18 yaşındayken Petersburg’a gelmesiyle başladı. Ağabeyi Lenin’in yolundan yürüyen Maria, 21 yaşındayken sürgün edildi. Sürgünün ardından Moskova’ya gelerek yeniden işe koyuldu. 1901’de tutuklanıp tekrar sürgün edildi. Sürgün edildiği Samara’da da otokrasiye karşı mücadelesini sürdürdü. Sürgünden döndüğünde polis tarafından adım adım izleniyordu. Ülke içinde faaliyet yürütemez hale gelince yurtdışına Lenin’in yanına gitti. Bolşevik Partiyi yaratma mücadelesinde Lenin’in yanında yer aldı. Marx’ın Kugelman’a Mektupları’nı çevirdi. 1910 yılında Saratov’a gitti ancak tekrar sürgün edildi. Sürgün edildiği Volokta’da demiryolu işçilerinin Bolşevik Partiye örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Ekim Devriminin ardından parti yayın organı Pravda’nın sekreterliğini üstlendi. Gazetenin yazı kurulu üyesi olarak “işçi kadın” sayfasını hazırlıyor, işçi ve köylü kadınların sorunlarına eğiliyordu. Sovyet Kontrol Komisyonu’nda sovyet örgütlerinin faaliyetlerindeki hataların düzelmesi için çalıştı. 1937’de sınıfının davasına bağlı komünist bir militan olarak hayat koşusunu tamamladı.
Yelena Dmitriyevna Stassova Devrimci parti çalışması değişik tipte ve yetenekte militanları kolektif bir çalışma içerisinde organik bir bütünün parçaları haline getirir. Böyle bir örgütlülük içerisinde militanların saklı potansiyelleri açığa çıkar. Yelena Stassova, uygun işe uygun insanı seçebilmek gibi parti örgütlenmesi açısından hayati değer taşıyan niteliklere sahip bir devrimciydi. Parti militanlığı insana kapitalistlerin hayal bile edeme-
Troçki ve Natalia Sedova
31
Kasım 2011 • sayı: 80
marksist tutum
yecekleri üstün ahlâki özellikler kazandırır. Öne çıkmadan davaya hizmet edebilmek, davaya adanmış bir hayat sürdürmek, zihnini, kavrayışını, her şeyini parti çalışmasına sunmak… İşte Yelena bu özellikleri taşıyan saygıdeğer bir komünistti. Yelena, Lenin’in zorlu yeraltı çalışması yıllarında yan yana çalıştığı disiplinli bir yoldaşı, Parti Merkez Komitesi sekreteri olarak davasına hizmet etti. Kollontay yoldaşı Stassova’yı şöyle anlatıyor: “Birçok önemli işin sorumluluğunu taşırdı, o fırtınalı günlerde bir yoldaş sıkıntıya ya da üzüntüye düşecek olursa daima ilgilenir … ve elinden gelen her şeyi yapardı. Tümüyle çalışmaya dalmıştı ve daima görevinin başındaydı. Daima görevinin başında, ama asla ön sıraya, ön plana çıkmadan. İlgi odağı olmaktan hiç hoşlanmazdı. Derdi kendisi değil, davaydı.”
Klavdia Nikolayeva
Inessa Armand
Konkordia Samoilova
Bolşevizm saflarına katılan en ilginç karakterlerden biri de hiç şüphesiz Inessa Armand’dır. 1874’te Paris’te doğan Inessa, burjuva kültürünü edinmiş sanatçı bir aileden geliyor. Bir tekstil fabrikatörünün oğluyla evlenip Moskova’ya yerleşen ve 5 çocuk doğuran Armand, işçi kadınlar için bir okul açmasına izin verilmemesi üzerine otokrasiyi sorgulamaya başladı. 1903’te RSDİP’e katılan Armand 1904’te 30 yaşındayken eşini terk edip feminist harekete katılmak üzere İsveç’e gitti. Bu süreçte Lenin, Troçki ve diğer Rus devrimci liderlerinin eserlerini okuyan Armand nihayet Bolşeviklere katılmaya karar verdi. 1905 Haziranında tutuklandı, birkaç ay sonra 1905 devriminin patlak vermesiyle özgürlüğüne kavuştu. 1907’de illegal propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderildi. 1910’da Paris’te Lenin, Zinovyev ve Kamanev gibi sürgündeki Bolşevik liderlerle tanıştı. Batı Avrupa’daki tüm Bolşevik grupları koordine eden Yurtdışı Örgütlenme Komitesi’nin sekreterliğini üstlendi. 1912’de Rusya’ya dönen Armand Bolşeviklerin Duma seçimlerine yönelik kampanyasının örgütlenmesine katıldı. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine Brüksel’de toplanan II. Enternasyonal konferansına Lenin, Armand’ı gönderdi. 1915 Martında Rabotnitsa (Kadın İşçi) dergisinin editörleri Krupskaya, Kollontay ve Armand, Bern’de toplanan Sosyalist Kadın Konferansına katıldılar. Ekim Devriminin ardından Moskova sovyetinin yönetici bir üyesiydi. Komünist Partide ve sendikalarda kadınların eşitliğini sağlamaya dönük örgütlenmeler yaptı. 1920’de Komünist Kadınlar Enternasyonal Konferansının toplanmasını sağladı ve başkanlığını yürüttü. Zorlu iç savaş yılları boyunca durup dinlenmeden devrimci faaliyetini sürdüren Armand 1921 yılında koleradan öldü. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesine tutkuyla bağlanan Armand, bunun yegâne yolunun işçi sınıfının devrim mücadelesi olduğunu kavradığı için hem burjuva köklerinden kopmayı, hem de burjuva feminizmiyle yollarını ayırmayı başarmıştı.
Devrimci parti çalışmasının yarattığı karakterlerden biri de Konkordia Samoilova idi. Varlığını işçi sınıfının kurtuluşuna fedakârca adayan Samoilova, sade görünümü ve etkileyici konuşmasıyla kadın işçilerin güvenini ve sevgisini kazandı. Leningrad’da kadın işçi hareketinin yaratıcılarından biri olarak tarihe geçti. Disipline çok önem veren Samoilova, bunu yaşam biçimi haline getirmişti ve etrafındaki yoldaşlarının da alınan kararlara uymasını beklerdi. İşte bu özellikleri sayesinde mücadeleyi başarıya taşıyan ve hayranlıkla anılan Konkordia Samoilova devrimin unutulmaz kahramanlarından biridir.
32
Nikolayeva, 1908’de henüz 16 yaşındayken Bolşevik Partiye katıldı. Uzun yıllar matbaa işçiliği yaptı. Defalarca tutuklandı. Hapiste ve sürgünde geçirdiği yıllar iradesini çelikleştirdi. Vologda’da sürgündeyken bir keten bezi fabrikasının işçilerine yönelik örgütlenme faaliyeti yürüttü. 1917 Şubat Devrimi başlayınca Petrograd’a dönebildi. Emekçi kadın gazetesi Kommunitska’nın kalbi haline geldi. Emekçi kadınlar arasında parti örgütlenmesini omuzladı. Komünist Parti Merkez Komitesinin çalışan kadınlar bölümüne başkanlık etti. Kadın işçilerin, asker eşlerinin ve köylü kadınların partiye çekilmesi gerektiğini söylüyor, bunun için çabalıyordu.
Varvara Nikolayevna Yakovleva 1884’te Moskova’da doğan Varvara, orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. 20 yaşında Bolşevik Partiye katıldı. 1917’de parti merkez komitesi üyeliğine adaydı. Yeni kurulan işçi devletinin gizli servisinde yöneticiydi. 1918 Ekiminde Almanlarla barış imzalanmasına karşı çıkan sol kanat komünistler arasında yer aldı. 1922’de eğitim halk komiserliğini üstlendi. 1923 sol muhalefetinde yer alan Yakovleva işçi devletinin bürokratik yozlaşmasına ve karşıdevrimle yok edilmesine karşı verilen mücadelede yerini aldı. Stalinist bürokratik karşı-devrim onu terörist bir gruba üye olma iftirasıyla tutuklayıp 20 yıl hapse mahkûm etti. Ancak karşı-devrim, Moskova barikatlarında devrim için dövüşmüş bu kararlı devrimcinin yaşamasına müsaade etmeyecekti. İkinci Dünya Savaşı sırasında Oryol merkez cezaevinde vurularak infaz edildi. 1958 yılında haksız yere suçlandığı kabul edilerek itibarı iade edildi. Ekim Devriminin kadın karakterlerinin yaşam öyküleri ciltler dolusu yazılmayı hak ediyor aslında. Ama biliyoruz ki bu kadın kahramanlar, kitap sayfalarından ziyade, dünya devrimini zafere taşıyacak işçi kuşaklarının ve kadın militanların mücadelelerinde yaşayacaklar.
“Şüpheli” Asker Ölümleri Aylin Dinç
E
kim ayında bir asker daha ana ocağına dönemeden militarizme kurban verildi. Askerlik yaptığı Kıbrıs’ta bir arkadaşıyla tartıştığı gerekçesiyle ceza verilen ve “disko” diye adlandırılan disiplin koğuşunda gardiyan erler tarafından dövülen, susuz bırakılan, güneş altında kelepçeyle bekletilen er Uğur Kantar fenalaşıp 2,5 ay yoğun bakımda kaldıktan sonra öldü. Oğullarının ölümünü kabul etmeyen ve buna tepki gösteren aile bir de evlerini basan 20 kişilik bir Ülkücü faşist grubun bıçaklı, sopalı saldırısına maruz kaldı. Komşuların şikâyeti üzerine eve gelen polisler 80 yaşındaki dedeyi bile dövmekten çekinmeyen grubun kaçmasına göz yumarak bu saldırının organize olduğunu ispatlamış oldular. Özellikle eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in “bir erimizi alnının ortasından vurduk” demesinden sonra, çocuklarını şüpheli bir şekilde kaybeden aileler dava açmaya başladılar. Artık aileler hesap soruyor. Hem şüpheli bir şekilde ölen çocuklarının hesabını soruyorlar hem de çatışmalarda ölenleri neye bedel olarak verdiklerini sorgulayarak, “şehit” diye cenazesi eve gönderilen fidanları için “bu vatana feda etmiyorum” diyebiliyorlar. İntihar ettiği iddia edilen oğullarının ölümlerinin gerçek nedenini öğrenmek için ordunun peşini bırakmıyorlar. Ama askeri bürokrasi kendine yakışanı yapıp en fazla birkaç haftada düzenlenen bir otopsi raporunu nerdeyse bir yıl boyunca bazı ailelere göndermiyor, aileler tehdit edilerek, yıldırılarak bu işin peşini bırakmaları sağlanmaya çalışılıyor. Aralık 2010’da ailesine beş gün sonra izne geleceğini söyleyen er Cüneyt Kızılarslan “mevziye koşarken” vurularak öldürüldü. Cenazesi ailesine gösterilmeden gömüldü. Cenaze töreninde Adana valisi İlhan Atış gazetecilere, “askerimiz şehit ama nasıl olduğu konusunda bir şey diyemeyiz” diyordu. Ama bir yıl sonra generallerin “çok özel” bir toplantısında cinayetin nasıl işlendiği itiraf edilecekti. Alnının ortasından vurularak öldürülen er Cüney
Kızılarslan’ın annesi hesap soruyor: “Ben oğlumu eve tabutla dönsün diye askere göndermedim!” Bir şüpheli “askeri zayiat” da Batman’dan. Tam da Ermeni katliamının 96. yıldönümü olan 24 Nisanda şüpheli bir şekilde gerçekleşen ölümünü TSK’dan önce arkadaşlarının haber vermesiyle öğreniyor Ermeni Sevag Şahin’in ailesi. Annesi oğlunun ölümünden sonra şöyle diyor: “TSK, oğlum askere gittiğinde ‘oğlunuz bize emanet’ diye mektup göndermişti. Emanet böyle mi korunur? Üstelik özel bir emanetti; az sayıda kalan Ermenilerin özel emanetiydi. Sonuç olarak, oğlumun 24 Nisanda kaza kurşunu ile öldüğüne inanmıyorum. Kaldı ki, ‘kaza kurşunu’ açıklaması bir şey ifade etmiyor. Çünkü rütbelilerin esas işi kazaları önlemek olmalı. TSK bir açıklama yapmak durumunda.” Mustafa Metin, 2004 yılında, Adapazarı’nda bağlı olduğu Piyade Tugayı’nda hayatını kaybetti. Cenazesi ailesine önce “suda boğuldu”, sonra “iple intihar etti” denilerek teslim edilmişti. Kendini iple astığı iddia edilen erin taburdan gönderilen sivil kıyafetlerinin üzerinde kan lekesine rastlandı. Mustafa’nın arkadaşı olduğunu söyleyen biri ailesine şu bilgileri veriyor: “Çocuğunuzu öldüresiye dövdükleri sırada üzerinde sivil elbiseler vardı, sonra onu bir malzeme deposuna götürdüler. Burada, bir üniforma giydirdiler ve intihar süsü vermek için astılar. Ardından, sivil kıyafetlerini attılar. Onlar gittiklerinde, ben elbiseleri topladım ve size ulaşması için gizlice çantasına koydum.” Mardin Nusaybin İlçe Jandarma Komutanlığı piyade bölüğünde askerlik yapan Doğubeyazıtlı Nesim Tarhan’ın ailesine oğlunun görev yaparken intihar ettiği haberi veriliyor. Babası, “Biz kesinlikle oğlumuzun intihar ettiğine inanmıyoruz. Gece oğlumuzla konuştuk. Gayet normal bir hali vardı. Herhangi bir sorunu yoktu, biz çocuğumuzun öldürüldüğünü düşünüyoruz” diyor. Nesim Tarhan’la birlikte aynı köyden beş erin daha intihar ettiği iddiası, askeri bürokrasinin işçi, emekçi, Kürt çocuklarına
33
marksist tutum
karşı taşıdıkları hıncın ne boyutta olduğunu gösteriyor. Geçtiğimiz Eylül ayında Maraş’ta şüpheli bir şekilde ölen (babası siyasi tutuklu olan) er Eren Özel’in ailesine oğullarının önce intihar ettiği, daha sonra ise bu ifade değiştirilerek vurulduğu söylendi. Aile gerçeği öğrenmek için 2. Ordu Komutanlığı önünde komutanlarla görüşmek isteyince polisler duruma müdahale ettiler, aile de oğullarının tabutuna sarılmış olan bayrağı nizamiyedeki askerlere verdi. Anne Zeynep Özel, “Ben oğlumu davul zurnayla gönderdim. Cenazesini aldım. Hiçbir anne bunu hak etmiyor. Sorumlular ortaya çıkarılsın. Oğlumun kanı yerde kalmasın” dedi. “Birileri hesap versin” diyerek tepki gösteren Amca Mahmut Özel, oğulları askerde ölen tüm ailelere “birleşelim” çağrısında bulunuyor. “Bunların bir hesabının olması gerek. Birileri hesap versin. Bir daha çocuklar ölmesin. Fakat her zaman yoksulların çocukları ölüyor. Askeri Morgun kapısında ‘Cennet Kapısı’ yazıyor. Bu cennet kapısından niye hep yoksulların çocukları geçiyor? Genelkurmay Başkanının, Başbakanın çocukları niye geçmiyor? Madem cennet kapısı paşaların çocukları geçsin. Biz böyle cennet istemiyoruz” derken de her şüpheli asker ölümünde yüreği yananların duygularına tercüman oluyor. İnsan Hakları Derneğinin açıkladığı bir rapora göre son 20 yılda 2 tabura yakın asker şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Raporlarda 1991 ile 2001 yılları arasındaki 815, bundan sonraki 10 yıllık süreçte de 527 askerin “şüpheli” bir şekilde hayatını kaybettiği belirtiliyor. Sanki herhangi bir malzemeymiş gibi “Askeri zayiat” olarak TSK listelerinde yer alan asker ölümlerinin gerçek nedenleri ailelerine bildirilmiyor. Bu ölümler genellikle “kaza kurşunu”, “intihar”, “yüksekten düşme”, “elektrik ya da yıldırım çarpması”, “trafik kazası”, “eğitim sırasında mühimmat patlaması”, “yılan sokması” veya “kalp krizi” diye bildiriliyor. Peki şüpheli intihar vakaları dışındaki intiharlardan ordu sorumlu tutulmayacak mı? İntihar eden erlerin psikolojisinin bozuk olduğunu söyleyen TSK, intihara eğilimli gençleri mi askere alıyor yoksa sapasağlam gelen gençlerin psikolojilerini bozacak bir ortam mı yaratıyor? Bir askerle yapılan röportaj yanıta ışık tutuyor: “Urfalı bir arkadaşım vardı. Tek kelime Türkçe bilmezdi. Çok dayak yediğine şahit oldum. Hep ceza verilirdi ona. Komutanlar en son sırt çantasına taş doldurmuştular. Onunla spor yaptırıyordular, o çantayla içtimaya çıkardı. Akşam uyuyana kadar çantayı çıkarmak yasaktı. Bu eziyetin tek nedeni de Türkçe bilmemesiydi.” Askerdeyken etnik kimliğinden dolayı baskıya uğramadığını söyleyen bu asker neden uğramadığını da şöyle ifade ediyor: “İlginçtir askerliği Ağrı’da yaptım ama bölüğümüzün yüzde doksanı Kürttü. Bilinçli bir şekilde bizi oraya göndermiştiler. Çatışma çıksa ölen iki taraf da Kürt olacaktı. Bölüğümüzün çoğunluğu Kürt olunca fazla sorun da çıkmadı.” (akt. M. Aydın, Kışlalarda Etnik Ayrımcılık ve İntiharlar, www.savaskarsitlari.org)
34
Kasım 2011 • sayı: 80
Kürt oldukları için, Türk olmadıkları için, Türkçe bilmedikleri için, solcu oldukları için, komutanın aşağılanmalarına tepki gösterdikleri için her fırsatta gözünün üstünde kaşın var denerek cezalandırılan sağlam gelmiş kaç erin psikolojisi bozulmaz? Eğitim sırasında sürekli küfür yiyen, aşağılanan, buna tahammül edemeyince hastanelik oluncaya kadar dövülen, kışlada olanların dışarı aktarılmaması için tehdit edilen, sürekli ceza verilerek askerliğini uzatmakla tehdit edilen, kimliğine dönük hakaretlere uğrayan kaç erin psikolojisi sağlam kalır? Disko denilen gün yüzü görmeyen tek kişilik hücrede, yediği bir ton dayağın ardından haftalarca bitler içinde yapayalnız geçirilen günlerden sonra yürüyemeyecek hale gelen bir genç, bir de uzun süre diğer erlerin onunla konuşması yasaklandığında ne kadar sağlam kalabilir? Çarşı izninin kaldırıldığı, ailelerin görüşlerinin engellendiği askerler ne kadar süre sağlam psikolojiye sahip olabilir? Evlatlarının etini de kemiğini de “yüce Türk subayına” teslim eden aileler, oraya gönderdikleri çocuklarını aynen verdikleri gibi mi geri alıyorlar? Askerden döndükten sonra uzun süre hiçlik duygusundan kurtulamayan, kendisine ricayla söylenenler karşısında bile neredeyse hazrola geçip selam çakan, her cümlesinin sonunda “komutanım” diye hitap etmemek için büyük bir uğraş veren binlerce gencin psikolojisinin sağlam olduğunu kim iddia edebilir? “Şüpheli asker ölümlerinin” araştırılmasını ve sonuçlarının biran önce kamuoyu ile paylaşılmasını isteyen BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık, son 20 yılda şüpheli ölen askerlerin çoğunun Kürt olmasına dikkat çekti. 1991-2001 yılları arasındaki şüpheli asker ölümlerinin, Kürt halkına dönük yürütülen topyekun bir savaşın bir parçası olduğu ortada. Kürt halkına karşı kin ve nefret kampanyaları yürüten ordu bürokrasisi, ailesinden kopardığı gençleri katlederek de intikam alıyor. Kürt halkına karşı savaşmak istemeyen Memduh Argöz’ün ölümü de bu örneklerden biri. Çatışmalara katılmamak için bedenini ateşe veren gencin yanmış bedeni ailesine teslim edildiğinde vücudunda iki kurşun vardı. Savaş cephesine piyon olarak süremedikleri için, kendini öldürmüş bir bedenden bile intikam alma yoluna gidilmişti. Milliyetçilik şırıngasıyla zehirlenen Türk gençleri kışlalara gidene kadar askeri bürokrasinin kanlı yüzünü göremediler. Kürtleri ve azınlıkları yok sayan egemen zihniyet, kışlalarda topladığı tüm gençleri, düzene başkaldırmayan, amirlerinden, patronlarından korkan insanlara dönüştürmeye çalıştı. Kişilikleri ezilen gençler aynı zamanda haksız savaşta piyon olarak ileri sürülerek binlercesi yok edildi. Şimdi savaş yeniden tırmandırılıyor ve her gün gelmeye başlayan yeni ölüm haberleri anaların-babaların yüreklerini dağlıyor. Bu savaşta ruhunu, kişiliğini, bedenini kaybetme riski yaşayanların artık bu savaşa yüksek sesle karşı çıkması gerekiyor. Her iki halkın çektiği acıların sona ermesinin yolu, savaşa derhal son verilerek Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasından geçiyor.
Steve Jobs Efsanesi Selim Fuat
A
pple şirketinin patronu Steve Jobs 5 Ekim günü öldü. Ölümü beklendiği gibi büyük bir etki yarattı. Burjuva medyanın en küçüğünden en büyüğüne tüm birimlerinde Jobs üzerine yazılar yazıldı, programlar yapıldı. Bu yoğun bombardıman sayesinde, yeri doldurulamayacak bir dehanın, yaratıcı bir gücün, bir vizyonerin aramızdan ayrıldığını tam anlamıyla idrak edebildik! Onsuz bir dünyada yaşıyor olsaydık nelerden mahrum kalacağımızı, “bir başına” tasarlayıp patentini aldığı ürünlerin ne denli estetik ve yaşam öyküsünün bizler için ne kadar önemli bir yol gösterici olduğunu kavradık! Ne de olsa onun sayesinde Macintoshlarla tanışmıştık. Imac, Ipod, Iphone ve Ipad onun harika tasarımcılığı sayesinde hayatımıza girmişti. Her ne kadar henüz dünyada yaşayan insanların büyük bölümü için bu “icat”lar ulaşılabilir olmasa da, Steve Jobs bunları yaratmıştı işte. Üstelik ilk şirketini külüstür minibüsünün satışından elde ettiği parayla evinin garajında kuran, sonrasında yokluklar içinde dünyaya getirdiği Apple’dan ayrılmak zorunda kalan, ama yılmayan, Pixar diye adı sanı bilinmeyen bir şirketi satın alıp Walt Disney gibi uluslararası bir tekelin en büyük hissedarı olmayı başaran, nihayet kendisinden sonra çöküşe geçen Apple’a dönüp onu batmaktan kurtarıp en yukarılara taşıyan bu adamın hikâyesi etkilemeyecek de ne etkileyecekti insanı?
Zaten siyasetçilerden, sanatçılara hatta ticari rakiplerine kadar herkes onun kaybının telafi edilemez olduğunu karşı çıkma cesareti gösteremeyeceğimiz bir açıklıkla bizlere hissettirdiler: “O tek başına insanlığı daha mükemmel yapabilen biriydi.” Kapitalizmin ideologlarının anlatmayı sevdiği türden masallar bunlar. Bir yanıyla, “ne kadar kötü koşullar içinde bulunuyor olursan ol, yeterince çaba gösterir ve yaratıcı fikirler üretirsen en yükseklere bile çıkabilirsin” diye özetlenebilecek bireysel kurtuluş hayalini vaaz eden; diğer yanıyla da milyonda bir gerçekleşse de, bu yükselişin söz konusu olabilmesi için hayatları harcanan milyonların varlığını gözlerden kaçıran sözlerle dolu bu masallar. Üstelik pompalanan mitin çağrıştırdıklarının aksine Steve Jobs insanlık için büyük buluşlar yapan bir bilim insanı ya da mucit de değildi. Dünyanın en büyük şirketlerinden birinin kurucu patronuydu sadece. Şirketin ürettiği ürünlerde, kapitalizmde üretilen bütün metalarda olduğu gibi, sayısız kişinin emeği vardı. Okumuş bir işçi soruyor şiirinde: Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/ Kitaplar yalnız kralların adını yazar. / Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? / Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, / kim yapmış Babil’i her seferinde? diyordu Brecht. Steve Jobs’un yaratıcılığının ürünü olduğu söylenen cihazlara methiyeler düzenler de ne o ürünleri Çin’deki fabrikalarda ağır koşullar altında
35
marksist tutum
üreten işçilerden ne de Silikon vadisinde Jobs’un dillere destan baskısı altında “onun” ürünleri için çalışan mühendislerden, tasarımcılardan bahsediyorlardı. Elbette ne de o cihazların kapitalist koşullarda çoğunlukla insanı kendisine köle eden arzu nesneleri olmaktan başka bir işe yaramadığından!
Steve Jobs ışıltısını kimlerin ferinin sönmesine borçlu? Birçok Apple ürünü, Çin’deki fabrikalarda, Tayvan merkezli bir elektronik firması olan Foxconn tarafından üretiliyor. Foxconn’un fabrikalarında ise tüm dünyada bir milyona yakın işçi çalışıyor. Apple’ın haricinde Dell, HP, Intel ve Sony gibi markaların da üretimi Foxconn tarafından yapılıyor. Bu şirketin özellikle Çin’de bulunan fabrikalarındaki çalışma koşulları ise kapitalizmin “vahşi” addedilen dönemindeki koşullarından farksız. Foxconn, Çin’deki fabrikalarında, daha kolay “disipline edilebildikleri” ve denetlenebildikleri için genç ve özellikle kadın işçileri çalıştırmayı tercih ediyor. Çoğunun yaşı 24’ün altında olan işçiler saati ortalama 50 cent (yaklaşık 85 kuruş) civarında bir ücretle günde 10 ile 15 saat arasında mesailerle çalışıyorlar. İşçilerin 24 saat süren vardiyaları ise istisna değil. On dakikalık iki aradan başka hiçbir molanın verilmediği montaj bantlarında çoğunluğu ayakta çalışan işçiler fabrikanın özel yatakhanelerinde kalmak zorundalar. Zaten orada kalmazlarsa ellerine geçen para ile geçinmeleri mümkün değil. Ayrıca işçilerin dışarıda “gereksiz” vakit geçirmelerini önlemek için banka, lokanta, alışveriş merkezi gibi yerler de fabrika içerisine inşa edilmiş. Yaşam alanlarının içerisinde bulunduğu durum da içler acısı. Örneğin 14 işçinin küçücük odalarda kaldığı yatakhanelerde işçiler yıkanmak için plastik kovaların içine sıcak su doldurup süngerle temizleniyorlar. ABD’deki Ulusal Emek Komitesi’nin hazırladığı bir
Kasım 2011 • sayı: 80
rapora göre, 2007 ve 2008 yıllarında, işçiler haftada ortalama 80,5 saat çalışıyordu. Kapitalist krizin iyice derinleştiği 2009’dan itibarense çalışma süreleri ortalama 68 saate düştü. Yani işçiler kriz döneminde de aşırı uzun saatler çalıştırılmaya devam edildiler. Bu durumu işçilerin sözleri de açıkça ortaya koyuyor: Foxconn’da çalışan bir işçi, Reuters haber ajansına, “Foxconn’da yönetim tamamen insanlık dışı. İşçilere insan muamelesi yapılmıyor” diyor. Bir başka işçi de çalışma koşulları yüzünden içine düştüğü ruh halini, “Boş bir hayatım olduğunu hissediyorum; kendimi bir makine gibi çalışmak zorunda hissediyorum” sözleri ile ifade ediyor. İşçilerin bu koşullar karşısında ortaya koydukları tepkiler sözlerden ibaret değil. Örgütlenmeyi henüz sağlayamayan işçilerin bir kısmı çaresizliğin yarattığı ruh hali ile intihara yöneliyor. Foxconn fabrikalarında geçen yıl sadece Mart ve Mayıs ayları arasında 11 işçi fabrika binasından kendini atarak artarda intihar etti. Yıl sonunda bu sayı bilindiği kadarıyla 17’ye ulaştı. 30 civarında işçinin intihar girişimi ise son anda önlendi. Şirket yöneticileri için işçilerin içinde bulunduğu koşullar kadar yaşamları da o denli önemsiz ki, bu durum onlar tarafından olağan bulunuyor. Foxconn Yönetim Kurulu Başkanı Terry Guo, “540 bin çalışanımız var. Uzmanlara sorduk, intihar oranı gayet normal bir seviyedeymiş. Bu kadar büyük bir çalışan kitlesi içinde, intihar gibi görünen bu olayların yadırganmaması gerekir” sözleriyle her şeyin normal olduğuna inanmamızı istiyor. Terry Gou ayrıca, “Şirketimizin işçi çalıştırma politikaları doğrudur. İntiharlar, çalışanlarımızın kişisel hayatlarındaki sorunlarından kaynaklanıyor” sözleriyle de örgütsüz işçiler karşısında bir kapitalistin ne denli pervasızlaşabileceğinin örneğini vermektedir. İşlerini yaptırdığı şirketin işçileri çaresizlikten kendilerini fabrikanın yüksek binalarından atarken, bizim “insanlığı daha mükemmel yapabilen” Steve Jobs’umuz buradaEllerinde “ÖlüPad” imzalı dövizleri taşıyan IPad üreticisi işçiler, kendilerini ölüme sürükleyen çalışma koşullarını protesto ederek IPad müşterilerini işçilerin durumuna duyarlı olmaya çağırıyorlar
36
sayı: 80 • Kasım 2011
marksist tutum
ki çalışma şartlarını övüyor ve Foxconn için “bu fabrika oldukça güzel bir yer” diyordu. Jobs’un CEO olarak da görev yaptığı Apple şirketinin açıklamasında ise, “İntiharlar nedeniyle büyük üzüntü duyuyoruz. Foxconn’un üst yönetimiyle yakın temas halindeyiz. Konuyu büyük bir ciddiyetle ele aldıklarına inanıyoruz” demekle yetiniliyordu. Konuyu büyük bir “ciddiyetle” ele alan Foxconn ise çalışma saatleri, yaşam koşulları gibi konuların temeline hiç girmeden çözümlerini üretti: fabrikanın etrafına işçiler kendilerini binalardan attığında ölmesin diye örülmüş fileler gerildi. Böylece bunalan işçiler fabrika dışında intihar edecek, şirketin de imajına halel gelmeyecek diye düşündü İşçiler makine değildir, özsaygıları vardır! herhalde yöneticiler. Molalar sırasında işçiler “rahatlasınlar” diye şarkıcılar, dansçılar da işe alındı. İşçiler İşte milyonlarca insanı bu koşullara maruz bırakan bir çalışırken müzik yayını yapılmaya başlandı. Bunun yanı mekanizmayla Steve Jobs bizim hayran olmamız istenen sıra 2 bin psikiyatr ve psikolog fabrikalarda istihdam edilo işleri başardı. Tasarladığı cihazların kapitalist piyasada di. İşçiler 50 kişilik gruplara ayrıldılar ve psikologlar gözeyaşam bulması için Foxconn’daki bu çalışma koşulları zotiminde sosyalleşmeleri sağlanmaya çalışıldı. En ilginci de, runluydu. İşçileri inanılmaz baskı altına alan bu sömürü 4 ay boyunca hiç kimsenin intihar etmemesi şartıyla maçarkı olmasa Iphone, Ipod, Imac ve Ipad de olmayacakaşlara zam yapıldı. Ayrıca işe yeni başlayanlar da artık intı. Fiyatları yeterince düşük olamayacağı için bu ürünler tihar etmeyeceklerine dair bir belge imzalıyorlar. Böylece yaygın bir şekilde satılamayacak, dolayısıyla Steve Jobs intihar edenler için işletmenin ödediği 12-13 bin dolar cidiye bir efsane de hayat bulamayacaktı. Velhasıl-ı kelam, varındaki tazminat derdi de ortadan kalkmış oluyor! milyonlarca işçinin ferleri söndürülmüş olmasaydı ölesiye Foxconn’daki işçilerin yaşadıkları bunlarla da sınırlı deçalışma koşullarıyla, Steve Jobs da böylesine ışıltılı durmağil. Bir grup işçi de Apple’ın sipariş ettiği ekranların üreyacaktı kapitalist vitrinlerde. timinin zehirlenmelerine yol açtığını ifade ediyor. İşçiler, Steve Jobs şahsında oluşturulan efsane kapitalist ideoçalışırken soludukları havanın içinde kimyasal buharların lojinin birey eksenli temellerinden kaynaklanıyor. Kapida bulunduğunu, bu durumun zehirlenmeye ve hastatalist ekonominin bireyi geliştirecek ve yaratıcılığını artnede müşahede altına alınmaya neden olduğunu söylütıracak bir sistem hatta yegâne sistem olduğu yalanına yorlar. Nitekim 2009 yılında Suzhou şehrinde kurulu kan versin diye böylesi efsaneler yaratılmaya ve mümkün Wintek fabrikasında 137 işçinin “hekzan” maddesinden olduğunca çok anlatılmaya çalışılıyor burjuva medya tarazehirlendiği resmileşmiş durumda. Kimyasalların buharını fından. Yine burjuva medya, kolektivist temellerde ortaya soluduktan sonra sersemlemiş ve uyuşmuş bir hale gelen çıkacak daha verimli, daha yaratıcı bir üretim sürecinin işçiler, sonunda yürüyemez olmuşlar. Kadın işçiler altı ayyerine, bireyin dehasını, olağanüstü çabasını öne çıkartıdan fazla hastanede yatmak zorunda kalmışlar. ABC News yor. Ne var ki tüm bu parlatma çabaları apaçık gerçeğin Avustralya televizyon kanalına konuşan bir kadın işçi, üzerini örtemiyor: Kapitalist üretim işçilerin yıkımı üze“Başlangıçta semptomlar oldukça açıktı. Ellerim uyuşmuştu. rinden yükselir! Zorlukla yürüyor veya koşuyordum” diyor. Bir diğeri, şirkeSteve Jobs kişisel dünyası, zekâsı, becerileri ile belki de tin kimyasalların insan vücuduna zararlı olduğunu bildiği pırıltılı hoş bir insandı. Her ne kadar, hastalığı sırasında halde daha fazla kazanç uğruna bu maddeyi kullanmaktan ihtiyaç duyduğu karaciğer naklinde, listelerde öne geçmek vazgeçmediğini söylüyor. Bir başka kadın işçi de “Ben işive tüm eyaletlerin listesine yazılmak için ABD’nin tüm min başına geri döndüm, ancak belirtileri hâlâ görüyorum. eyaletlerinde evler alıp şirketler kurması tersini gösterse Bacaklarım hâlâ ağrıyor. Bu, hayatımın geri kalan süresi bode! Kişilerin bireysel özellikleri ne olursa olsun, kapitalist yunca bana eşlik edecek. Çok acı verici” diyerek durumunu üretim ilişkileri varlığını sürdürürken tüm kapitalistler anlatıyor. toplumun kanını emen vampirlerden başka bir şeye benApple cihazlarının üretimi sırasında fabrika işçilerinin zemezler. Onlar, Steve Jobs gibi, hem milyonlarca işçinin zehirlenmesi bu olayla da sınırlı değil. 2010 yılında da, dayanılmaz koşullarda yaşamasına neden olurlar hem de Apple’ın logolarını cilalama işini yürüten Yun Heng metal özel mülkiyet prangasıyla üretim araçlarının sınırsızca gefabrikasında 8 işçi aynı maddeden zehirlenerek ciddi şekillişmesinin ve bilginin özgürce paylaşılmasının önünde dede hastalanmıştı. vasa bir engel oluştururlar.
37
Mısır’da Halkları Birbirine Kırdırma Girişimleri Gülhan Dildar
M
ısır’da Mübarek döneminin kalıntılarının tasfiye edilmesine dönük eylemler devam ederken, bir taraftan da Müslüman kitleler Hıristiyan Kıptilere karşı kışkırtılıyordu. Ekim ayı başlarında Kıptilere dönük saldırılar arttı. Binlerce Kıpti Hıristiyan meydanlara dökülerek ordu ve polisin hesap vermesi talebinde bulunarak, uygulanan ayrılıkçı politikalara karşı çıktı. Binlerce kişi, “devrimimiz gasp ediliyor” diyerek demokrasi ve adalet istediklerini meydanlarda haykırdılar. Mısır’da yeni bir anayasanın yapılması gündemdeyken, Müslüman ve Hıristiyan halkların karşı karşıya getirilmesi dikkat çekiyor.
Kıptilere dönük saldırıların ortaya çıkışı Aswan bölgesindeki bir kilisenin kundaklanmasını protesto eden Kıptiler, saldırıdan sorumlu tuttukları Aswan valisi Mustafa el Seyid’in görevden alınması için 9 Ekimde protesto gösterisi yaptılar. Kıptiler protestolarını, Hıristiyan karşıtı yayınlar yapan devlet televizyonu önünde oturma eylemiyle devam ettirmek istediler. Hıristiyanlar
38
devlet televizyonu binasının önüne doğru, “Halk Mareşal Tantavi’nin devrilmesini istiyor” sloganlarıyla yürümeye başladılar. Mübarek’in devrilmesinin ardından Askeri Konsey tarafından yönetilen Mısır’da, orduyu hedef alan bu sloganlara bazı Mısırlı Müslümanlar da destek verdi. Ne var ki devlet televizyonu binası önünde oturma eylemi yapan eylemciler sivil giyimli provokatörlerin silahlı ve sopalı saldırılarıyla karşılaştılar. Hemen ardından ise askeri araçlar protestocuların üzerine sürüldü. Çok sayıda insan araçların altında kalarak ve açılan ateş sonucunda yaşamını yitirirken, yüzlercesi yaralandı. Ordu ve polisin baskılarıyla yılmayan kitle yapılan saldırılara karşılık verdi. Ortalık adeta savaş alanına dönerken, çatışmalar Kahire’nin Tahrir Meydanına kadar uzandı. Olaylar sonucunda onlarca kişi tutuklanarak eylemler sonlandırılmaya çalışıldı. Ancak, ertesi gün yapılan cenaze törenlerine binlerce insan katılarak, “Hain Tantavi, Kıptilerin kanları bu kadar ucuz değil!” diye sloganlar atıp, askeri cuntanın başkanı Mareşal Tantavi’nin görevden azledilmesi çağrısında bulundu. Yakınlarının matemi-
sayı: 80 • Kasım 2011
marksist tutum
ni tutanlar ölümlerden sorumlu tuttukları orduyu öfkeyle suçladılar. Önce paramiliter çetelerin saldırısına uğradıklarını, ardından polisin ateş açtığını, daha sonra da askeri araçların üzerlerine sürüldüğünü ifade ettiler.
Yaşanan olaylar neye işaret ediyor? Yıllardır bir arada yaşayan halklar bugün birbirlerine karşı kışkırtılmaya çalışılıyor. Hıristiyanlara karşı gerçekleştirilen bu saldırı ilk değildir. Geçen Mayıs ayında da bir Kıpti kilisesine düzenlenen saldırıda 12 kişi, Mart ayında ise Tahrir Meydanı’nda Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki çatışmalarda 13 kişi hayatını kaybetmişti. Özellikle son aylarda Hıristiyanlara yönelik ayrımcılık artmaya başlamıştır. Özellikle devlet kanalı eliyle yapılan yayınlarda Müslümanlar Hıristiyanlara karşı kışkırtılmakta ve iktidar radikal İslamcıların gerçekleştirdiği saldırılara göz yummaktadır. Devlet eliyle örgütlenen faşist çeteler provokasyon gerçekleştirmekte, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ayrılık yaratılmaya çalışılmaktadır. Aslında öteden beri gelmekte olan bu ayrımcılığa örnek olarak, Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişin tanınması ama Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçişin kabul edilmemesi ve farklı dinden olanların evlenmelerinin yasak olması verilebilir. 85 milyon nüfusu olan Mısır’ın yüzde 10’unu Kıpti Hıristiyanlar oluşturuyor. Ocak ayında işsizliğe, yoksulluğa ve Mübarek diktatörlüğüne karşı başlayan halk isyanı, azgın devlet terörüne rağmen kararlılıkla devam etmişti. Tahrir Meydanında toplanan ve günlerce eylemlerine devam eden binlerce emekçinin içerisinde her iki dine de mensup insanlar mevcuttu. Hatta hatırlayacak olursak, meydanlara dökülen kitlelere saldıran polise karşı Hıristiyanlar ve Müslümanlar ortaklaşa karşı koymuşlardı. Yıllardır baskı rejimleri altında inleyen halkların ortak hareket etmesinin önüne geçmeye çalışan egemen güçler her zaman yaptıkları gibi uğursuz rollerini oynuyorlar. Din, mezhep vb. ayrımlar kaşınarak, kitlelerin taleplerini ortak mücadeleleriyle hayata geçirmelerinin önüne geçilmek isteniyor. Şu an iktidarda olan Yüksek Askeri Konsey, şimdiye kadar bekçiliğini yaptığı Mübarek rejimiyle arasına mesafe koymuş gibi yaparak ve kendisinin geçmiş baskıcı rejimlerden farklı olduğu izlenimi yaratarak halkı aldatmaya çalışıyor. Ancak Mübarek devrildikten sonra yaşanan olaylar ordunun gerçek yüzünü ve neye hizmet ettiğini gözler önüne sermeye başlamıştır. 28 Kasımda yapılacak olan seçimlerde kitlelerin ortak hareket etmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Levent Toprak’ın şu sözleri, kitlesel örgütlü bir hareketin olmadığı koşullarda nasıl bir “demokrasinin” olacağını ortaya koyuyor: “Orduyu doğrudan doğruya sıkıştıracak yeni ve daha güçlü bir kitlesel kabarış söz konusu olmadıkça, ortaya ordu vesayetinin parlamento şalıyla örtüldüğü ve bunun ‘demokrasi devrimi’ diye pazarlandığı
Tahrir Meydanında toplanan ve günlerce eylemlerine devam eden binlerce emekçinin içerisinde her iki dine de mensup insanlar mevcuttu. Meydanlara dökülen kitlelere saldıran polise karşı Hıristiyanlar ve Müslümanlar ortaklaşa karşı koymuşlardı.
güdük bir yapılanmanın çıkması olasılığı yüksek olacaktır.” (Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken, MT, no:72) Mısır başbakanı Essam Şerif, ülke halkına “sükûnet” çağrısında bulunuyor, Mısır’da Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki sürtüşmelerin “ülke güvenliğine tehdit oluşturduğunu” söylüyor. Yaşanan olaylardan kendileri sorumlu değilmiş gibi bir de halkı sükûnete çağırıyorlar. Olayların kontrolden çıkmasından korkuyor olacaklar ki, ayaklanan Kıptilerin eylemlerini vahşi saldırılarla bastırmaya çalışıyorlar. Fırsattan istifade eden egemenler derhal gece sokağa çıkma yasağı ilan etmiş ve sıkıyönetim uygulamışlardır. Marksist Tutum sayfalarında defalarca vurgulandığı üzere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının ayaklanmasını bir devrimle taçlandıracak güçlü bir örgütlülük ve devrimci bir önderlik ne yazık ki henüz yoktur. Bu nedenle de kendiliğinden bir hareketin varacağı nokta bellidir. Mısır’daki Kıpti ve Müslüman emekçilerin, demokratik bir anayasa talebi de dahil olmak üzere Mübarek’i devirirken ortaya koydukları tüm taleplerin hayata geçmesini sağlamak için, her türlü ayrımı bir kenara koyarak örgütlenip birlikte hareket etmeleri gerekiyor.
39
marksist tutum
Kasım 2011 • sayı: 80
“Adım Rami, Filistinliyim” A
nkara’da bir kitap fuarında dolaşırken, küçük bir sandalyeye oturmuş, bilgisayarda bir şeyler karıştıran, esmer tenli bir genç dikkatimi çekiyor. Yavaşça yanına yaklaşıp merhaba diyorum. Bakışlarını üstüme çevirerek karşılık veriyor: Merhaba. Ve tanışıyoruz. “Adım Rami, Filistinliyim” diyor. Hemen sohbet etmeye başlıyoruz Filistinli dostumuzla. Ailesini, kardeşlerini, arkadaşlarını ve en çok da doğup büyüdüğü toprağına olan özlemini anlatmaya başlıyor. Siyonist İsrail’in başlarına yağdırdığı bombaları, kurşunların ortasında büyüyen çocukları, savaşta ölen militanları, yoksulluklarını öfkeli bir sesle anlatmaya koyuluyor.
Rami, Filistin’deki çocukluğunu anlatıyor Küçük sıcak bir evimiz vardı. Annem her sabah erkenden kalkar kahvaltımızı hazırlar ve yanaklarımızdan öperek bizi uyandırırdı. Kardeşlerim ve ben “sıcak” yataktan bir türlü çıkmak istemezdik. Babam çoğu zaman gergindi. Evde huzursuzluk çıkarır, dayanamaz kendini sokağa atardı. Bir duvarı vardı, kurşunlarla delik deşik edilmiş, is kokan bir duvar. Kardeşlerimle babamı o duvarın dibinde eli çenesinde düşünürken görürdük hep. Bir yerlerden bulup bir kâğıdın içine iliştirdiği tütünü çektikçe başında dumanlar dans ederek mavi gökyüzüne yükselirdi. Kahır ve kederi kahrederdi babamı. Annem, ev işleriyle uğraşırken sürekli dışarı çıkıp bizlere seslenirdi. Başımıza kötü şeyler gelmesinden çok korkar, silah sesini duyduğunda fırlar siper ederdi kendini.
40
Geçimimizi evin önünde yetiştirdiğimiz küçük sebzelikten ve yapılan uluslararası yardımlardan sağlıyorduk. Sağlık ihtiyaçlarımızı devletin kısıtlı olanaklarından karşılamaya çabalıyoruz. Top oynarken İsrail’in attığı bombalardan çukur olmuş ve içi su dolu bir meydanda delirmiş gibi koşuştururduk. Topladığımız boş mermi kovanlarını diğer arkadaşlarımla yıkık bir evin odasında toplardık. Zamanla burası doldu taştı kovanlarla. Sonunda topladığımız boş mermi ve bomba parçalarının ne vahşi bir oyuncak olduğunu arkadaşlarımızın paramparça olmuş bedenlerini görünce anlamaya başladık. Filistin’de yaşamak için çok şansınız yok. Her an başınızın üzerinde bir karartı görebilirsiniz. Kuş sandığınız bu gölgenin bomba olma ihtimali çok yüksek. Filistin’de sağ kalanların, kutsal bir güç tarafından korunan kişiler olduğu söylenir.
“Okul dönemlerinde tüm imkânlarımı zorladım” Filistinli çocuklar ve gençler öfke kusuyorlar Siyonist İsrail’e. İsrail’in politikalarından dolayı insanlar bitkin düşmüş artık. Şehitlerimizin cenazelerinde analarımızın ağıtlarını duymaktan gençliğimizi yaşayamıyoruz. Hepimiz Filistin için bir şeyler yapmak istiyoruz. Kimimiz intifadada yer alıyor, kimimiz yurtdışında bir üniversite kazanıp oraya gitmek için çabalıyor. Daha çok Mısır’da bulunan Al Azhar Üniversitesi tercih ediliyor. Siyonist İsrail’in öğretmenlerimizi alıkoymasından
sayı: 80 • Kasım 2011
dolayı eğitimimiz sık sık kesintiye uğruyor, bir haftalık sınavlar iki aylık bir sürede ancak yapılabiliyor. Katil İsrail, birçok arkadaşımızı ve öğretmenimizi öldürdü, binlercesini tutuklayarak eğitimden alıkoydu. Bu şartlar altında ben ve benim gibi biraz “şanslı” olanlar buralara okumaya geliyor.
İstanbul’da öğrencilik yılları ve Filistin’deki aileyle haberleşme Ben üniversiteyi kazandığımda ailem mutluluktan çılgına dönmüş gibiydi. Şimdi yolculuk sırası bendeydi. Filistin Eğitim Bakanlığı’nın yardımlarıyla İstanbul Üniversitesi’ne yerleştirildim. Burada Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu’na kayıt yaptırdım. Daha sonra cemaat yardımlarıyla bir eve alındım. İstanbul güzel bir şehir. Fakat buralar çok karmaşık. Derslerden başınızı alıp şöyle bir dolaşayım deme zamanınız kalmıyor gibi. Ailemin de bu şehirde yanımda olmasını çok isterdim. Onlara olan özlemimi ve hasretimi Filistin’de kısıtlı olan telefon ve internet üzerinden gidermeye çalışıyorum. Okulumu iyi bir şekilde bitirmek ve Filistin’e dönmek için çok çabaladım. Şimdi okul bitti ve dönüş için yollar arıyorum. Her gün ölümle burun buruna olan halkıma hizmette bulunmak en büyük hayalim şu an.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler beni çok sevindirdi Son yıllarda Mısır ve Tunus’ta patlak veren isyanlar nedeniyle eve dönüş yollarım kısmen kapandı. Buradaki ayaklanmalar bizim oralarda da coşkuyla karşılanmış. Türkiye’de okuyan Filistinli öğrenciler olarak facebook üzerinden haberleşerek bu gelişmeleri takip etmeye başladık. İsrail halkının ayaklanmasını çok istiyoruz. Bu savaşın durması oralardaki katillerin başlarından defedilmesiyle mümkün görünüyor. Daha sonraları Hamas ve El Fetih’in birlikte hareket etmesi doğru bir karar bence. Artık insanlar gerçek anlamıyla eskisi gibi yaşamak istemiyorlar. Ağlamak istemiyoruz, ağıtlar yakmak istemiyoruz artık! Yoksulluk ve savaşlar bu coğrafyayı yaşlandırdı.
Türkiye’de de yaşamak çok zor Özellikle ilk dönemlerimde devlet tarafından yapılan tüm yardımlara karşın, birçok sıkıntıyla karşılaştım. İyi bir Türkçeye sahip olamamam kendimi ifade etmemde sıkıntılar yaşattı. Bir yere rehber olmadan gezmeye gidemiyorsun. Sonra hayatına birileri giriyor ve arkadaş oluveriyorsunuz. Bu durum tedirginliğinizi biraz olsun gideriyor. Okulda Türkçemi geliştirdim ve şimdi sizinle sohbet edebiliyorum. Biz Filistin’de kendimize yetecek kadar üretim yapamadığımızdan dışarıdan gelen yardımlarla yaşıyoruz demiştim. Türkiye’de de yoksulluk oldukça fazla görünüyor. Işıklı caddeleri ve modern lüks evleri olmasına rağmen, kıyıda kalmış, bir yerlere fırla-
marksist tutum
tılmış insanlara da tanık oldum. En işlek yerlerde çöpleri karıştırıp yaşamaya çalışanlar var…
Sizleri Filistin’e beklerim Sohbetimizin sonlarına doğru yaklaşırken, Rami bütün içtenliğiyle elimi sıkıca tutuyor ve bizleri düşlediği bir “Özgür Filistin”e beklediğini söylüyor. Bunu ifade ederken de ekliyor; “Filistin bir gün mutlaka özgür olacak, Filistin halkı kazanacak!” diyor. Özgür bir Filistin’in kurulması için bölge halklarının savaş tacirlerine karşı güçlü bir mücadele yürütmesi, kardeşlik bağlarını güçlendirmesi gerekiyor. Savaşı ancak örgütlü halkın durdurabileceği çok açık. Emperyalistlerin kanlı elleriyle sınırları çizilen, paramparça edilmiş bir Ortadoğu’ya karşı, işçi sınıfının gönüllü birliğiyle kurulmuş bir Ortadoğu’nun benimsenmesi gerekiyor. Rami’ye bu konu hakkında daha detaylı bilgiye sahip olması için İlkay Meriç’in “Ortadoğu’ya Barış İşçi İktidarıyla Gelecek!” yazısını ve www.marksist.com sitesindeki yazıları okumasını tavsiye ederek ayrılıyorum yanından. Şöyle yazıyordu Meriç; “Ne var ki, Filistin’de ulusal sorunun ortadan kalkması, sefalet içerisindeki emekçi sınıfların sorunlarının otomatik olarak ortadan kalkmasını getirmeyecektir. Bundan çok daha önemlisi, on yıllardır savaşsız, kansız geçecek barış dolu günlere duydukları özlemle yaşayan Filistin halkının ve diğer Ortadoğu halklarının bu özlemlerine kavuşması, burjuvazinin egemenliğindeki bir Ortadoğu’da olanaksızdır. İşte tam da bu nedenledir ki, emperyalist senaryoların sahneye koyulmasında her gün yeni bir aşamayla karşı karşıya kaldığımız Ortadoğu’da, proleter devrim, bugün her zamankinden daha yakıcı ve daha hayati bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. Ya burjuva önderliklerin egemenliği altında her gün yüzlerce insanın hayatını yitirdiği, sefalet tablosunun gittikçe daha da derinleştiği, kan gölüne dönmüş bir Ortadoğu, ya da işçi ve emekçilerin yürütecekleri devrimci bir mücadeleyle, demokratik temellerde ve gönüllü birlik temelinde kuracakları bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu! Bugün Ortadoğu halklarının önünde, son derece netleşmiş olan bu iki seçenek dışında bir başka seçenek bulunmuyor. Tüm Ortadoğu’da devrimci Marksistlerin başlıca görevi, işçi-emekçi kitleleri bu gerçekler doğrultusunda ortak mücadeleye sevk edecek bir örgütlülüğü yaratmaktır.” (Marksist Tutum, Ağustos 2006) İşçi sınıfı devrimcilerine düşen görevlerden biri de, kapitalistlerin arzularını kursağına tıkmak ve kapitalist sistemi yeryüzünden silmek için azimli ve çalışkan bir biçimde örgütlenmek. Unutmayalım ki kılavuzluğuna sığındığımız Marksist Tutum buzu kırmış yolu göstermiştir bizlere. Yolumuz Marksizmin ışığıyla aydınlanan işçi sınıfının devrimci yoludur. Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru
41
Okurlarımızdan A
Kara-Yüzler Bienali!
lmanya’da bir süredir Nazilere destek veren büyük sermaye kesimlerinin adları açıklanıyor. BMW, Deutsche Bank, Boss ve diğerleri faşistlere verdikleri destekle batmaktan kurtulmuş ve sermayelerine sermaye katmışlar. Kimisi orduya kredi vermiş, kimisi tekstil ürünleri veya otomobil satarak krizden çıkabilmiş. Sermaye sınıfının kanlı diktatörlüğü olan faşist yönetimler dünyanın hemen her ülkesinde işçi sınıfını ezerek sermayenin önünü açmışlardır. 12 Eylül 1980 faşist darbesini yaşayan Türkiye’de de bu durumun aynısı gerçekleşti. Türkiye’de bugünlerde Koç Holding’in sponsorluğunda Uluslararası İstanbul Bienali yapılıyor. Koç Holding bu vesileyle bol bol sanat, estetik, güzellik vurgusu yapıyor. Oysa Türkiye’de 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen faşist askeri darbenin baş destekçilerinden birisi aynı Koç Holding’den başkası değildi. Holdingin başı Vehbi Koç darbeden kısa süre sonra (3 Ekim 1980’de) Kenan Evren’e bir mektup yolluyor ve yolladığı mektupta sermaye sınıfının niyetlerini açıklayıp tarihe önemli bir not düşüyor. Koç, mektubuna bütün sermaye sınıfının içinde bulunduğu korku ve panik havasını yansıtarak başlıyor: “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkartılmalıdır.” Gerçekten de ilerleyen aylar hatta haftalarda mahkemeler yüzlerce düzmece yargılamayla işçileri ve devrimcileri suçlu buldu, hatta yaşlarını büyüterek darağaçlarında astı. Diyarbakır Cezaevi insanlık dışı uygulamaların merkezi oldu. Mektubunda Koç, korkularına değindikten sonra ikinci büyük tehlikeye işaret ediyor: “İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar
asgari hata ile çıkartılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindeler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.” DİSK’i kapatmak yetmez, militan işçilerin sendikalara sızmasını da önlemeniz gerekir diyor Koç, faşist generale. İşte bu nedenle 1982 anayasası grev yasakları getirdi, sendikal örgütlülüğün önüne engeller dikti, sendika üyeliğini zorlaştırdı. Noter şartı, ülke ve işyeri barajı ile işçilerin örgütlenmesi önünde nice engeller konuldu. Koç 1980 öncesinde işçilerin örgütlü mücadelelerinin, grev ve direnişlerinin ne denli güçlendiğini bizzat görmüştü ve şimdi generallerin arkasına geçerek akıl veriyor, yönlendiriyor ve avuçlarını ovuşturuyordu. Koç mektubunun son bölümünde ise şöyle diyor: “Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” Aslında kimin kimin emrine amade olduğu belliydi! Faşist generaller, “komünistlerin, Kürtlerin, Ermenilerin ve birtakım politikacıların işini görün” şeklindeki “rica”yı emir telakki edip, büyük sermayenin arzularını derhal yerine getireceklerdi. Sermayeyle cunta arasındaki bu işbirliği neticesinde bütün toplum üzerinde faşist baskı kuruldu. İnsanlar katledildi, köyler boşaltıldı, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü yok edildi. Sermaye sınıfının generallerden istediği dikensiz gül bahçesi hazırlandı. BMW gibi Koç Holding de faşist rejimin kazananları arasındaydı, işçi ve emekçilerle Kürt halkı ise kaybedenlerdendi. Koç Holding şimdi işçi ve emekçilerin sırtından kazandığı paraların bir kısmını sanat işlerine ayırıyor. Faşist cuntayla birlikte toplumu nasıl bir cendere içinde sıktığını unutturmaya çalışıyor. O ve onun gibi burjuvalar ne yaparlarsa yapsınlar kanlı geçmişi işçi sınıfından ve büyüyecek mücadelesinden gizleyemeyecektirler. İşçi sınıfı ve yok sayılan halklar ayağa kalkacak, sermaye sınıfının tarihte işlediği bütün suçların hesabını soracaktır. O zaman uluslararası “kara-yüzler” bienalleri düzenlenecek, başköşede ise Koçlar ve benzerleri olacaktır!
Kenan Evren ve Vehbi Koç
42
Sarıgazi’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan Burjuva devletin zindanlarında ağır hastalıklara yakalanan yüzlerce devrimci tutsak, bilinçli bir zulüm politikasıyla tedaviden mahrum bırakılıp ölüme itiliyor. Burjuvazi devrimcileri düzmece mahkemelerle onlarca yıl hapse mahkûm etmekle yetinmeyip bir de bu yolla intikam alıyor. Ancak bütün bu canice uygulamalar devrimcileri yıldırmıyor, yıldıramaz. Devrime olan inancıyla ciğerinin acısına dayanma direngenliği gösteren bir devrimci tutsaktan aldığımız mektubun ekindeki şiiri, ona ve tüm devrimci tutsaklara komünist selamlarımızla yayınlıyoruz:
Kızıl Gülüşlü Yürekler yer ve göğün güneş ile semaha duruşuyla orak ile çekiç birleşir kızıl bir bayrak olur ve yeryüzüne güneş bir başka doğar tüm insanların ömrüne 17 Ekiminde yeni bir yaşam kurar Büyük Lenin ve tüm insanlığa armağan eder kusursuz ve pürüzsüz bir şekilde
Lenin’i bilmeli Lenin’den öğrenmeli ve onu ruhun derinliğinde yaşamalı ben soğuk gecelerde sessizce güneşin doğuşunu beklerdim sevginin ışığı yansır karanlıklar ülkesine yaşamak ışıklar altında ve özgürce proletarya vicdanıyla yönetilecek eşit bir dünya özlemiyle kızıl güller çağlar boyunca yüreklerinde özgürlük sevdasını taşıyarak
geldiler nasıl unutulur kızıl gülüşlü yürekler benim yüreğimde her sabah yeni umutlara açıyor karanfiller Lenin’in inancıyla umudun direnç gülleri şafağın tan kızıllığında yürü sarıl aydınlık günlere dalga dalga büyüyecek devrimin şahdamarı bilge ve kızıldır proletarya müfrezesi büyür sevgi
ırmağında akar güneşe doğru
ve sömürülen tüm hayatlar
acılar işçinin emekçinin ve ezilen halkların yüreğinden sökülüp atılacak
haydi kalkın Marksizmin ve Leninizmin ilkeleriyle cennete çevrilmiş bir yeryüzü yaratmak için
gelecek güneşli ve özgür günlere dair işçiler emekçiler kadınlar ezilen
sınıf mücadelesini yükseltelim ve hakim sınıfların köhnemiş kötülüklerinden
kurtulmuş mutluluğun anahtarı evrensel yüce güzellik Marx ve Lenin’in düşünceleriyle bütünleşmiş kutsal özgürlük artık sizlerindir yeter ki umuda akmasını bilelim
Erzurum H Tipi Cezaevinden Azad
43
Okurlarımızdan
Pardon Ama Neyin Güncellenmesi Bu Zamlar? G
ündemde dönüp dolaşan zam haberlerine her gün neredeyse bir yenisi ekleniyor ve bazı zat-ı muhteremler de meydana çıkıp “bunlar zam değil, güncelleme yapıyoruz” diyor! Biz işçi-emekçiler için geçinmek zaten yeterince zorken bir de üst üste yapılan zamlarla yaşam koşullarımız daha da zorlaşıyor. Doğalgaza, elektriğe, gıda ürünlerine, sigaraya, alkole, ulaşıma, cep telefonlarına ve daha pek çok ürüne uygulanan zamlarla ve vergilerle en temel ihtiyaçlarımız üzerinden devlet, gelirini kat be kat artırırken bize de kat be kat yoksulluk düşüyor ve daha da düşecek. Türk-İş’in yaptığı açıklamaya göre Eylül 2011 yoksulluk sınırı 2939,45 liraya, açlık sınırı da 902,41 liraya yükseldi. Peki, büyük çoğunluğumuzun maaş diye aldığı asgari ücret ne kadar? Bütün bir ay boyunca süren uzun çalışma saatleri, iş kazaları, meslek hastalıkları, mesailerden kaynaklı yaşadığımız psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklarımız, yorgunluklarımız toplamında elimize geçen net miktar tamı tamına 658,95 TL. Ne büyük bir ücret değil mi? Bu ücretle hem oturduğumuz evin kirasını, hem elektrik, su, telefon hem de gıda alışverişimizin faturalarını kolaylıkla ödeyebilirmişiz gibi bir de üstüne yapılan zamlar eklenince durum daha da vahim bir hal alıyor. Erdoğan, partisinin Kızılcahamam’daki “18. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı”nda yaptığı açıklamalarda zamları şöyle savunmuş: “Kardeşim sigarayı içmezsin olur biter. Alkolü biraz daha az tüketirsin olur biter. Ne olacak. Kalkıp da Porsche kullanacağına, lüks 2000 silindirin üzerinde kullanacağına Fiat kullan, düşür harcamayı. Ülkenin cari açık sorunu var. İşi sıkı tutmazsak biz de Yunanistan’ın durumuna mı düşelim? Eşeği sağlam kazığa bağlayacağız.” Yani güya bizim sağlığımızı düşü-
nüyor “sayın başbakan”, o yüzden sigara içmeyin, alkolü az kullanın diyor, masraf olmasın diye de daha düşük marka araba kullanın diyor. Oysa bizi düşündüğü için söylemiyor bunları, bizi güçsüz gördüğü için söyleyebiliyor. Sanki yapılan zamlar sadece sigaraya, alkole yani “sağlığa zararlı” ürünlere yapılmış gibi bahsediyor, oysa bizim temel tüketim maddelerimize aylardır sessiz sedasız yapılan zamlar yeteri kadar cüzdanımızı boşaltıyor, üstelik o cüzdan bir türlü dolmak bilmezken. Sanki bizler ultra lüks Porsche marka arabalara binebiliyormuşuz gibi bir de daha düşük marka otomobilleri tercih edin diyor bize. Oysa biz tıklım tıklım dolan belediye otobüslerinde, banliyö trenlerinde, metroda her gün tıkış tıkış yolculuk yapmak zorunda bırakılıyoruz, üstelik bu “müthiş” öneriyi sunanlar sayesinde ulaşım fiyatları da her geçen gün artmaya devam ediyorken. Sanki yaratılan cari açığın sorumlusu biziz de üzerimize düşeni yapacağız. Bu açık bizim değil sizin açığınız beyler! Tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi bu borçlar, bu açıklar siz yönetenlerin borcu ve yine Yunanistan’da olduğu gibi burada da “eşeği sağlam kazığa” bağlayamayacaksınız. Bizler yaşamı üretenler olarak hak ettiğimiz şekilde “insanca” yaşamak istiyoruz. Ürettiklerimizi kullanmak istiyoruz, o yüzden bizi tembihlemek yerine buyurun biraz da siz “fedakârlık” yapın. Ultra lüks evlerde oturmaktan, son model arabalara binmekten, en pahalı restoranlara gidip en pahalı yemekleri yiyip içkileri içmekten, bol yıldızlı otellerde tatil yapmaktan, astronomik maaşlarınızdan, lüks harcamalarınızdan, vazgeçin. Buyurun biraz da siz “fedakârlık” yapın ve silahlara yatırım yapmaktan, sermayelerinizi büyütüp cüzdanlarınızı bizden çaldıklarınızla doldurmaktan, her şeye zam yapmaktan, dünyanın, doğanın dengesini kâr hırsınıza yem yapmaktan, milyonlarca işçiyi güvencesiz çalıştırıp her an işten atılma korkusuna itmekten vazgeçin. Bunları elbette burjuvaziden ve onun devletinden istemenin bir gerçekliği yok, olamaz da. Ama bunları istediğimiz kesinlikle “gerçek”. Bunun yolu da örgütlenmekten, haklarımız için mücadele etmekten geçiyor. Dünyayı var edenler olarak bizim olanı yalnızca bizler mücadele edersek kazanabiliriz. Yapılan saldırılara dur diyecek tek güç örgütlü işçi sınıfının gücüdür. Hacettepe Üniversitesi’nden bir işçi
44
Okurlarımızdan Bir İnsan Öldürmenin Bedeli 15 Bin Lira, 24 Ay Taksitle! 2
0 Mayıs 2010 tarihinde bir trafik polisi motosikletle Maltepe Sahil yolunda giderken 19 yaşındaki Selin Tiryaki’ye ve arkadaşı Ozan Algün’e çarpmıştı. Kazada Selin Tiryaki yaşamını yitirmiş ve arkadaşı da yaralanmıştı. Selin Tiryaki’nin ölümüne neden olmaktan yargılanan polis Hüseyin Sarıçiçek’in davası sonuçlandı. Dava sonuçlandı, ama nasıl sonuçlandı? Açıklanan sonuç gerçekten insanın içini acıtıyor. İnsan kendi kendine sinirleniyor, “kahrolsun, adalet bu mu?” diyor. Ama ne yazık ki, bu düzende adalet budur. Kartal 2’inci Ağır Ceza Mahkemesinde 15 yıl hapis istemiyle yargılanan polise 2 yıl 1 ay hapis cezası verildi. Evet, yanlış okumadınız polise verilen ceza 2 yıl 1 ay. Durun daha bitmedi. Bir de verilen bu cezayı mahkeme 24 ay taksitle ödemek üzere 15 bin 200 lira para cezasına çevirdi. Mahkemenin bahanesi ise yeterli MOBESE görüntüsünün bulunmaması ve bilirkişi tarafından gönderilen raporda, olay yerinde fren izi bulunmaması. Bundan dolayı, hem ölen gencecik Selin’i, hem de yaralanan arkadaşını mahkeme asli kusurlu bulmuştu. Burada mantığın almadığı birkaç soru var. MOBESE görüntüleri nasıl olur da yetersiz olur? Her yer kameralarla donatılmış durumda. Hele ki Maltepe Sahil yolu gibi merkezi bir yerde nasıl görüntü olmaz? İnsanın inanası gelmiyor. Tüm bunlar bir tarafa bir insanın hayatının değeri 15 bin lira mı? Ve de üstüne üstlük bu parayı taksite bölüyorlar. Bu nasıl adalettir? İşte böyle “adaletli” bir düzende yaşıyoruz. Bir insanın ölümüne neden olan adama taksitle ceza veriyorlar. Ölüme neden olan kişi polis olunca adalet de bu oluyor. Ama sıra devrimcilere geldiğinde, bu mahkemeler tarafından haksız yere yıllarca hapis cezası veriliyor. Bu insanlar ne katil ne hırsız ne de tecavüzcüdür! Tek suçları haksızlıklara karşı geliyor olmaları, emekçilerin insanca yaşamalarını istemeleridir. Ama işte bu düzen ve bu düzenin adaleti emekçilerin insanca yaşamasını istemiyor. Benzer bir “adalet” Kürtler için de işletilmektedir. Son süreçte KCK davası kapsamında 7 binin üzerinde Kürt gözaltına alındı ve 3 binden fazlası tutuklandı. Daha nice devrimciler ve Kürtler haksız yere hapislerde yattılar ve yatıyorlar. Tüm bunların sorumlusu bu kapitalist düzendir. Düzen böyle bataklık, çamur bir düzen olunca adaleti de çamur oluyor. Devrimcilere ve Kürtlere yapılan tüm bu baskılara karşı durmalı, insanca yaşayacağımız bir dünya için sosyalist mücadele bayrağını daha da yükseltmeliyiz. Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir deri işçisi
Devletler Söz Verir Ama Tutmazlar G
azete okurken bir yazı ilgimi çekti. Ayşe Hür’ün Taraf gazetesinde yayımlanan yazısının başlığı “Türkler söz verir ama tutmaz (mı)?” Bu yazıyı okuduğumda aynı fabrikada birlikte çalıştığım işçi arkadaşlarımın Kürt kardeşlerimiz hakkındaki düşünceleri geldi aklıma. Bunca zamandır biz işçilere egemenler sadece kendilerinin istediği, kendilerinin yazdığı düzmece bir tarihi gösterdiler. Arap ve Ermeni kardeşlerimizin düşman olduğu öğretildi. Kürt kardeşlerimiz ise terörist ve bölücü olarak gösterildi. Yani bu topraklar üzerinde yaşayan Türk işçi-emekçilere ezen ulusun milliyetçiliği aşılandı. Bu da geçmişten günümüze kadar aynı mantık(sızlık)la ilerledi. Ayşe Hür yazısında Osmanlı’nın çöküş yıllarında Arap ve Ermenilere karşı verilen sözlerin tutulmadığından ve Osmanlı egemenlerinin sözlerini tutmadıkları gibi Ermenilere yaptıkları soykırımdan bahsediyor. Yazı, cumhuriyetin ilanından sonra güya kabuk değiştiren ama aslında aynı zihniyetle hareket eden Kemalistlerin de Kürtlere verdikleri sözleri tutmadığını ve “söz verme” politikasının böylece günümüze kadar aynı şekliyle devam ettiğini belirtiyor. Kürtlere özerklik sözü verip de sözünü tutmayan Kemalistlerin, İstiklal Mahkemelerini kurup 15 Kasım 1937’de altı arkadaşıyla birlikte Seyit Rıza’yı katlettiği de yazının devamında ayrıca yer buluyor. Yazının sonunda Ayşe Hür, AKP hükümeti de “İttihatçılar ve Kemalistler gibi Kürtlerin taleplerine kulaklarını tıkarsa sonumuz hayırlı olmaz” diyerek duyduğu endişeyi dile getiriyor. Bugünün koşullarını düşündüğümüzde AKP hükümeti uzun zamandır Kürt sorununu “çözme” iddiasında olduğunu dile getirerek birtakım adımlar attığını ileri sürüyor. Ama ilerleyen süreçle birlikte bir kez daha görüyoruz ki egemen güçler bu sorunun gerçek anlamıyla çözüme kavuşmasından, bizim ve Kürtlerin anladığının dışında bir anlam çıkarıyor. AKP hükümeti de, Kürt sorununda, miras olarak aldığı “söz verme” mantığıyla hareket ediyor. Bunun yansımalarını gerek KCK davalarında gerekse Kürt öğrencilerin yol ortasında polis kurşunuyla öldürülmesinde görebiliyoruz. Kürt hareketine yönelik yükselen saldırı politikalarına karşı halkların kardeşliği vurgusunun yapılması böylesi dönemlerde daha da anlamlı ve zorunlu hale gelmektedir. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Sincan Organize’den bir metal işçisi
45
Okurlarımızdan
İş Kazası Değil, Bunun Adı Cinayet! P
atronların daha fazla kâr etme arzuları her geçen gün binlerce işçinin iş kazalarında katledilmesine neden oluyor. Ne yazık ki bu ürküten tablo 2011 yılında da değişmedi. Yine iş kazalarında binlerce işçi ya sakat kaldı ya da hayatını kaybetti. Yani kısacası bir sürü ocağa ateş düştü, yürekler dağlandı. Dünyada milyonlarca işçi iş kazaları ya da meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yaptığı araştırmalara göre her yıl 360 milyonun üzerinde işçi iş kazası geçiriyor. 160 milyon işçi ise yaptığı iş nedeniyle meslek hastalığına yakalanıyor. Yaklaşık olarak 2,3 milyon işçi iş kazası ve meslek hastalıklarından dolayı yaşamını yitiriyor. Bu da her gün 1 milyon işçinin iş kazası yaşadığı anlamına geliyor. Yani dünyada her gün ortalama 5 bin 500 işçi iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle ölüyor. Elbette ki bu sayıları duyduğumuzda aklımızda bulundurmamız gereken önemli bir husus vardır. O da bunların yalnızca kayıtlı olanlardan ibaret olduğudur. Bunun içine bir de kayıt dışı çalışanları, örtbas edilen iş kazalarını eklediğimizde gerçeklerin bu sayıların çok çok üstünde olduğunu görürüz. Türkiye’de bu durum biz işçiler için çok daha vahimdir. İş kazaları konusunda Avrupa’da birinciliği kimseye kaptırmayan Türkiye, dünyada da üçüncü sıradadır. Türkiye’de her 6 dakikada bir iş kazası meydana geliyor. SGK verilerine göre Türkiye’de 2009 yılında, 1171 işçi hayatını kaybetti. 1668 işçi de bir daha çalışamayacak şekilde sakat kaldı. Kayıt dışı işgücü oranının %40’ın üzerinde olduğunu düşündüğümüzde ise bu sayılar devede kulak kalır. Yani bu sayılara buzdağının görünen kısmı demek de doğru olur. Sadece 2011’de meydana gelen iş kazalarına şöyle bir göz atacak olursak gerçekleri daha iyi kavramış olacağız. 2011 yılının daha ilk aylarında Ankara’da OSTİM’de meydana gelen patlamada tam 20 işçi hayatını kaybetmiş, birçoğu da yaralanmıştır. Yine 10 Şubat 2011’de AfşinElbistan Termik Santrali’ne kömür çıkarılan alanda meydana gelen göçükte toplam 13 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirdi. Sadece 1 Ocak ile 7 Haziran arasında geçen birkaç aylık sürede bile madenlerde meydana gelen iş kazlarında 39 maden işçisi hayatını kaybederken, 73 maden işçisi de yaralandı. Bu yürek yakan iş kazaları o kadar çok ki saymakla bitirmek mümkün değil. Peki, iş kazalarında milyonlarca işçi hayatını kaybederken, sakat kalırken şu soruyu sormak gerekmez mi: İş kazaları biz işçilerin kaderi mi? İş kazalarında ölmek, sakat kalmak birilerinin söylediği gibi gerçekten bizim alınyazımız mı? Bu soruyu sorduktan sonra da yanıtı aslında çok uzaklarda aramaya gerek yok. Şöyle bir düşünmemiz, cevabını bulmamıza yetecektir mutlaka. Patronlar tarafından maliyeti yükselttiği gerekçesi ile gerekli iş güvenliği önlemleri alınmıyor. Kısacası biz işçilerin hayatları onların umurunda bile değil. Gözünü kâr hırsı bürümüş patronların umurunda olan tek şey kâr etmek. Bunu da biz işçilerin hayatlarını hiçe saymak pahasına yapmaktan geri durmuyorlar. Sonrasında da suçu yine işçilerin üzerine yıkıyorlar. Onlara göre işçiler cahildir, gerek-
46
li iş güvenliği önlemlerini hiçe sayarlar, dikkatsiz çalışırlar ve bütün iş kazaları bunlardan kaynaklanır! Bu yalanları yayma işini de burjuva medyanın tam desteği ile koro halinde yapıyorlar. İşçiler patronların kâr hırsı yüzünden öldüğü ya da sakat kaldığı için bunun adına iş kazası değil, iş cinayeti ve ölüme teşebbüs demek daha yerinde olacaktır. Çünkü çalıştığımız fabrikalarda, işletmelerde ölüm kol geziyor. Kısacası biz işçileri güvencesiz çalışmaya, kötü çalışma koşullarına mahkûm eden patronlar ve onların bu kâr düzenidir. İşte tam da bu yüzden iş kazalarında ölmek, sakat kalmak biz işçilerin kaderi değildir. Bu gidişata dur demek, önüne geçmek pekâlâ mümkündür. Bunun yolu da işçi sınıfının birliğinden, örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Biz işçiler bir araya gelmeli ve patronların suratına nasırlı ellerimizle yumruğumuzu indirmeliyiz. Ancak o zaman tüm bunların önüne geçebiliriz. Gebze’den bir kadın işçi
Geldiğinde O Saat Fabrikalar yaparız Onlar el koysunlar diye ürettiklerimize biz gece gündüz çalışırken Saraylar, köşkler, konaklar inşa ederiz Onlar otursunlar diye kondularımız başımıza yıkılırken Restoranlar, barlar, cafeler yaparız Onlar yesinler diye yiyeceklerin en lezizini biz açken Dev gökdelenler, alışveriş merkezleri kurarız Onlar gitsinler diye biz yanına yanaşamazken “Adalet” sarayları inşa ederiz en büyüğünden Onlara adalet dağıtsın diye hâkimleri, avukatları bize cezalar yağdırırken Zindanlar yaparız tip tip alfabenin tüm harflerinden Onlar tıksınlar diye kahkahalarla bizi içeri Ama geldiğinde o saat Yaptığımız gibi sarayları, fabrikaları, zindanları Biliriz devrimleri yapmayı da Geri almak için asalaklardan tüm verdiklerimizi Ve vurup tekmeyi kıçlarına “Üreten biziz yöneten de biz olacağız” demek için! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Okurlarımızdan
Acının Rengi Yok! Ö
lüm bütün acımasızlığıyla çöküyordu gecenin karanlığına. Karanlık, yürekleri de kulaklar gibi sağır etmişti. Rüzgâr çok uzaklardan getiriyordu kimsenin tanımadığı gözyaşlarını. Ama gözyaşları söndürmeye yetmedi bu zamansız yangını. Dilleri ve renkleri farklıydı, hani seslenseler de anlayamazdık ya... Onlar tanımıyorlardı bu şehrin kenar mahallelerinde, tıpkı kendileri gibi yaşayan insanları. Burası sadece bir duraktı ve gizlendikten sonra tekrar başlayacaktı sonu bilinmeyen yolculuk. Tanıdıkları tek şey, umut etmek, kurtulmaktı yaşamın çekilmezliğinden. Tanıdıkları tek şey, bugün yeryüzünde milyonlarca insanın tanıdığı yoksulluk ve sefaletti. Bundan kurtulmak istiyorlardı ve kurtuldular arkalarında büyük acılar bırakarak. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’un Sultangazi ilçesindeki bir gecekonduda çıkan yangında aralarında Afganların da olduğu 7 göçmen yaşamını yitirdi. Türkiye üzerinden Avrupa’ ya geçmek için beklerken bir gece yarısı üzerlerine kilitlenmişti demir kapı. Kilitli kapının ardında yangın çıkmış ve başka bir çıkış yolu bulamadıkları için banyoya sığınan umut yolcuları burada dumandan zehirlenerek hayatlarını kaybetmişti. Yıllardır taşıdıkları adlarıyla değil de “mülteci” diye anılıyorlardı gazetelerde ve televizyonlarda. İnsan tacirlerinin eline düşmüşlerdi. Yasal olmayan yollardan bu ülkeye girmişlerdi ve daha birçok sebep vardı onlar için. Sanki ölüm böyle insanlar için normalmiş gibi anlatılıyordu. Evet, onlar uzaklardan geliyorlardı ama her şeye rağmen insanlardı ve doymak istiyorlardı. Kim bilir nasıl kucaklaşmışlardı sevdiklerinden ayrılırken? Onlarla en son aydınlıklara bakarak hangi düşleri kurmuşlardı? Uğurlarken analar evlatlarını, hıçkırıklarını kim duymuştu. Arkalarından sallanan eller nasıl hüzün yüklüydü acaba? Hangi teselliyle avutmuşlardı yüreklerini küçücük çocukların da yola düşmüşlerdi,
doğdukları ama doymadıkları topraklardan? Kim anlatabilecek geride kalanlara bir lokma ekmek için hiç de hak edilmeyen bir ölümü? Ve bu topraklara ekilen acılar yağmurlar altında boy verirken kim derecek şimdi? Daha ne kadar devam edecek umudumuza kan doğrayan eller? Nereli olduğumuzun ne önemi var ki? Kimimiz farklı ülkelerden çıkıyoruz yola, kimimiz ise farklı evlerden. Çıkış sebebimiz hep aynı. Bizi bekleyen boğazlara bir lokma ekmek ve gelecek götürmek. Ama maalesef cansız bedenlerimiz dönüyor acıdan yıkılmış evlerimize. Bu acıların hiçbirisi bize yabancı değil, bize yabancı olan tek şey insan gibi yaşamak. İnsan gibi yaşayabileceğimiz dünyayı ancak biz işçiler var edebiliriz. Çekilen bütün acıların öfkesiyle güneşe doğru yola çıktık dünyanın dört bir yanından. Bir gün güneş bütün insanlık için doğacak ve gönül acısından gayrısı yaşanmayacak. Gazi Mahallesi’nden bir işçi
Bambu Ağacının Nasıl Yetiştirildiğini Biliyor muydunuz?
Ç
inliler önce ağacın tohumunu ekiyor, toprağı suluyor ve gübreliyorlar. Tohumun ekildiği yerde birinci yıl bir şey çıkmaz. Tohumun ekildiği yer tekrar sulanıp gübrelenir. Çinliler bambu tohumunun filizini görmek için beş yıl boyunca tohumun ekildiği yeri sulayıp, gübreleyip filizin beşinci yılın sonunda dışarı fışkırmasını sabırla beklerler. Bambu tohumu inatçıdır, 5 yıl boyunca toprağın altında kalmaya ihtiyacı vardır, ama kendisine verilen suyu ve gübreyi verenden de sabır ister. Beşinci yılın sonunda ne olur biliyor musunuz? O bambu tohumu beş yıl boyunca onu bekleyene sabrının meyvelerini öyle bir verir ki, yeşermeye başladığı andan itibaren bir buçuk ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 30 metre boyuna ulaşır.
Demek ki bambu tohumu ancak onun nasıl yeşerdiğiyle ilgili doğru bilgiye sahip olanların, sabırlı olanların ve o tohuma su ve gübre taşımaktan yüksünmeyenlerin elinde ağaca dönüşebilir. Peki tohumu beğenmeyenlerin, “bu tohumdan bir şey olmaz” diyenlerin, tohumu ekmeyi sürekli erteleyenlerin, ona su ve gübre vermeyi ihmal edenlerin ellerinde hayat bulabilir mi? Bambu ağacıyla işim olmaz, kullanmam, zaten yetiştirmem diyenler için değil bu yazılanlar. Yaşamı güzelleştirmek için emek verenler, tohum ekmek isteyenler için güzel bir örnektir bambu ağacının yetişmesi. Sarıgazi’den bir işçi
47
Okurlarımızdan H
“İnsan Gibi Taşınmak İstiyoruz”
er gün olduğu gibi bugün de, sabah durakta işe gitmek için otobüs bekleyen yüzlerce insan var. İş saati olduğu için durağa gelen otobüsler dolu geliyor, işe geç kalanlar saatine bakıyor, herkes anlaşmış gibi “otobüsün arka tarafı bomboş” diye öfkeyle hareket eden otobüsün arkasından bakıyor. Otobüs hareket ediyor, bedeni dışarıda bir ayağı otobüsün basamağında biri “bir kişi kaldı, bir adım daha” diye zorlamaya devam ediyor. Otobüs şoförleri hep aynı sözü söyler: “Beyler birbirimize yardımcı olalım.” Minibüs şoförlerinin bir eli korna düğmesinin üzerinden hiç kalkmaz. Bir de durakta bekleyen insanların gözünün içine bakarlar. Oysa minibüse binmek isteyen herkes zaten binecek çünkü işine geç kalıyor. Durak karınca yuvasının çıkışı gibi. Bir otobüs geliyor, herkes o otobüse doğru koşuyor. Ben de sonunda otobüse binebildim. Leylek gibi tek ayak üzerinde durmaya çalışıyordum. Aklıma önceden E-5 üzerinde bir otobüs durağındaki yazı geldi: “İnsan Gibi Taşınmak istiyoruz.” Kimin yazdığını bilmiyorum. Ama ben de aynen o yazıyı yazan gibi düşünüyorum. Evet, İNSAN GİBİ TAŞINMAK İSTİYORUZ! İki durak sonra şoför durdu ve inecekler için bütün kapıları açtı. İneceklere yol vermek için indim. Geri bindiğimde iki ayağım birden yere basabiliyordum. Yerde otobüse bin-
meye çalışan çok insan vardı. Bir de tekerlekli sandalyeli birbirine çok benzeyen iki kardeş vardı. İki yürüyemeyen genci anne ve babaları tekerlekli sandalyeleriyle birlikte otobüse bindirmeye çalışıyordu. Daha doğrusu bindiremiyorlardı. Çünkü kapıların girişini bölen demir yüzünden tekerlekli sandalye geçmiyordu. Üç kişinin yardımıyla çocuklardan birini sandalye ile bindirdiler. Çocuklardan biri yerde diğeri otobüste, şoför kapıyı kapatmadan hareket etti. Çocuğu ve eşi yerde kalan adam, “hop, hop çocuk dışarda kaldı. Hastaneye götürüyoruz” diye bağırıyordu. Arka taraftan biri, “ya kaptan işe geç kaldık, hadi kardeşim hadi” diye çıkıştı. Anne binemeyen çocukla kaldı. Otobüs hareket etti, her kafadan bir ses çıkıyordu. Yıllardır hep duyduğum sözler, herkes bir başkasını ya da şoförü suçluyordu. Kimse “Neden insan gibi taşınmıyoruz? Niye ulaşım ücretsiz değil? Zaten otobüsler bizden kesilen vergilerle alınmadı mı?” demiyordu. Kendi kendime “hani bizden kesilen vergiler bize yol, su, elektrik olarak geri dönecekti, peki biz niye bir daha hem para ödüyoruz hem de böyle balık istifi sıkış tepiş taşınıyoruz?” dedim. Kimse “evet ya biz de senin gibi düşünüyoruz” demedi. Aklımda otobüse bindirilemeyen engelli genç, gözümün önünden duraktaki “İnsan gibi taşınmak istiyoruz” yazısı geçiyordu. Ön kapıdan indim. Orta kapıdan üç kişinin yardımıyla tekerlekli sandalyeli genci babası üç-dört kişinin yardımıyla indirdiler. Bu keşmekeşi milyonlarca işçi her gün yeniden ve yeniden yaşıyor. Oysa herkesin oturarak rahat rahat yolculuk yapıp işine, evine, hastaneye veya gezmeye gitmesine yetecek kadar otobüs de metrobüs de var. İnsanlığa her gün bu işkenceyi uygulayan, para musluğunun başında bekleyen, gözü paradan başka bir şey görmeyen, kârdan gayrı bir amacı olmayan patronlardır. İnsan gibi taşınmak, insan gibi çalışıp, insan gibi yaşamak için işçisi, işsizi, engellisi, yaşlısı mücadele etmeliyiz. Bugün insan gibi taşınmak için mücadele etmezsek yarın otobüsün içinde kalan az sayıdaki koltukları da söküp kamyon kasasında hayvan taşır gibi taşırlar bizi! Pendik’ten bir işçi
İ
Kapitalizmin Bunalımı!
şsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, emperyalist savaşlar… Kapitalizmin insanlığa yaşattığı acılar saymakla bitmez. Bu sistem içinde yaşamak çok zor. Hayatta kalsan bile sağlam bir kafayla hayatını devam ettirmek daha da zor. Her geçen gün anti-depresan ilaçları kullananların sayısı artıyor. İntihar vakalarını duymadığımız gün yok. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkladığı rakamlara göre yılda bir milyon insan intihar ederek hayatına son veriyor. İş sadece bununla kalmıyor tabii ki. Yılda 20 milyon insan ise intihar girişiminde bulunuyor. Yani tüm bu rakamları toparlayacak olursak, her 3 saniyede bir kişi intihar girişiminde bulunuyor ve dakikada bir kişi intihar sonucu hayatını kaybediyor. Son 30 yılda ise intihar oranı yüzde 440 artmış durumda. Tüm bu rakamlar kapitalizmin nasıl bir hal aldığını ve insanlığı ölüme götürdüğünü gösteriyor. Kapitalizm denilen bu illet sistem insanlık üzerindeki baskısını her geçen gün arttırıyor. Özellikle son yıllardaki cinnet ve intihar olayları tesadüf de-
48
ğildir. Bizzat kapitalizmin insanlık üzerinde oluşturduğu psikolojik tahribatın eseridir. Fabrikalarda bedenlerimizi sömürdükleri yetmiyormuş gibi, ruhumuzu da kemiriyorlar. İşte tüm bunlar bu kapitalist sistemin insanlığın üzerinde yaptığı vahşice uygulamaların ürünüdür. Türkiye’de yılda ortalama 2800 kişi intihar ediyor. Dünya ekonomisinin en gelişmiş ülkelerinden biri olan Çin’de ise yılda 287 bin kişi intihar ediyor. İşte o burjuvaların bahsettiği “insancıl kapitalizm” bu olsa gerek. Her yaptıkları kötülüğe bir insancıl kulp takıyorlar. Ama bizler biliyoruz ki, tüm yaşananların sebebi “vahşi kapitalizm”den başkası değildir. Artık kanserleşmiş olan bu sistemden kurtulmamız gerekiyor. Kapitalizmin yerine barış dolu, açlığın, yoksulluğun, savaşların olmadığı, insanların her şeyi eşitçe paylaştığı bir sistem kurmak mümkün. Kapitalizme karşı sosyalist mücadeleyi güçlendirip bu canavarı öldürelim. Tuzla’dan bir deri işçisi