Kapitalizmin Küresel Saldırılarına Karşı
İşçi İktidarı İçin Mücadeleye!
Aralık 2011
• AKP baskı politikalarına sarılıyor • Dersim özrü
81
• Depremin kabarttığı rant iştahı • Sosyalistler ve işçi sınıfı /2 • Yalnız kalan devrimin kaderi /2 • Sendikalar kanunu değişiyor
AKP Baskı Politikalarına Sarılıyor Levent Toprak İşçi sınıfı AKP’ye ve temsil ettiği burjuva düzene karşı mücadele yürütmelidir. AKP mevcut konjonktürde Kürt sorunu karşısında çareyi baskıları arttırmakta ve otoriterleşmekte gören, işçi sınıfını da neoliberal saldırılar çerçevesinde hedef tahtasına koymuş bir burjuva iktidardır.
A
KP son dönemde Kürt hareketini bastırmayı ve yalnızlaştırmayı hedefleyen ağır bir baskı kampanyası yürütüyor. Özellikle hareketin kadrolarının “KCK üyesi olmak” suçlamasıyla hedef tahtasına konduğu bir süreç yaşanıyor. Hedef tahtasında olan yalnızca doğrudan Kürt hareketi değil. Başta sosyalistler olmak üzere Kürt halkının haklı davasına destek veren diğer tüm kesimler de benzer biçimde tehdit altında. KCK operasyonları olarak adlandırılan polis baskınları ve tutuklama dalgasından demokrat aydınlar da nasiplerini alıyorlar. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu gibi aydınların tutuklanması bu süreçte ciddi bir aşamayı işaret ediyor. Son olarak da bu baskı dalgası Öcalan’ın avukatlarını hedef aldı. Avukatlara yöneltilen temel suçlama Öcalan’ın mesajlarını Kandil’e iletmek. Oysa bunu bizzat yapan, hükümetin kontrolündeki devlet birimleri idi. Devlet ve PKK arasındaki görüşmelere ilişkin geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan belgeler bunu açıkça gösteriyor. Devlet kendi yaptığı şeyi utanmaz ve ikiyüzlüce suç sıfatıyla başkalarının üzerine atıyor. Böylece daha Ramazan günlerinde sözü edilen binlerce kişilik listenin adım adım hayata geçirildiği görülüyor. Hükümet yalakası kimi medya kalemlerine göre bu listenin daha devamı da var ve yeni tutuklamalar kapıda. Bu polisiye baskı dalgasına elbette ağır bir ideolojik sindirme kampanyası eşlik ediyor. Başta hükümetin ve Gülen ce-
maatinin medya organları olmak üzere burjuva medyanın neredeyse tamamı arsız bir yalan, dezenformasyon, çarpıtma operasyonu yürütüyorlar. Haklı ile haksız arasındaki temel ayrımın tümüyle karartıldığı bir ortamda, bir yazarın da dikkat çektiği gibi, Kürt hareketine sövme konusunda adeta tüm medyayı saran koca bir kompozisyon yarışması var. Dizginlerinden boşanmış tam bir ilkesizlik ve pişkinlik hali yaşanıyor. Medyanın sayısı kabarık onursuz kalemleri gerdan kırıp göz süzerek devlete hizmet aşkına kapılmış durumda. Değişik gazetelerde yer alan haber kılığındaki kara propaganda metinleri neredeyse satırı satırına aynı kalemden çıkmış gibi. Medya polis ve savcılığın bir alt şubesi olarak çalışıyor ve bu birimlerden aldığı metinleri neredeyse hiç dokunmadan yayınlıyor. Yine de tüm bunlar hükümet için yeterli olamıyor. Burjuva medyadaki tek tük çatlak sese bile tahammül edemiyor hükümet. Nitekim geçenlerde bu konudaki rahatsızlığını bir kez daha kusan başbakan, KCK operasyonlarını eleştiren bazı liberal yazarlara “kendinizi gözden geçirin” diyerek gözdağı vermeyi ihmal etmedi. Şoven burjuva medyanın tüm gayretkeşliğine rağmen başbakandan takdirname yerine “tekdirname” alması kara mizah filmlerine özgü bir ironi olsa gerek. İşin aslı, açıktan verilen sayısız mesajla yetinmeyen hükümet doğrudan kendisinin sesi olmayan medyayı da akorda getirmek için zaten bir
1
Aralık 2011 • sayı: 81
marksist tutum
toplantı düzenlemişti. Devletlerine daha iyi nasıl hizmet edebileceklerini öğrenmek için okul çocuğu heyecanıyla toplantıya koşturan genel yayın yönetmenleri, esas duruş gösterirken ne gibi hatalar yaptıklarını öğrenmek için sordukları sorularla otosansür tarihine yeni katkılar yaptılar. Bu hazin ve de vahim tablo hiç kuşkusuz bir gülmeceden fazlasına işaret ediyor. Marksist Tutum sayfalarında evvelce de dikkat çekildiği üzere, işçi sınıfı ve Kürt halkı üzerinde baskıların arttığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. O nedenle bu dönemin niteliğini bir kez daha vurgulamak, sapla samanı karıştırmamak ve net bir bakış açısı ortaya koymak önem taşıyor.
Kürt sorunu AKP’nin (ve onunla koalisyon halindeki Gülen cemaatinin) sistemli bir baskı politikasına yönelmesinin dolaysız nedenini Kürt sorununu çözme konusundaki aczi oluşturuyor. Bu noktanın altı kalın biçimde çizilmelidir. Kürt sorununun derinliği ve ağırlığı karşısında kendinden öncekiler gibi havlu atan bir burjuva hükümet daha kendisini baskı politikalarının cazibesine kaptırmış durumdadır. Ancak bu baskı politikalarının altında aynı zamanda çok daha derin ve kapsamlı süreçler yattığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu bağlamda Arap ve Ortadoğu coğrafyasında patlak veren yeni isyan ve değişim süreci tayin edici niteliktedir. İsyan dalgasının Suriye’ye sıçraması egemenler katında alarm zillerinin çalması anlamına gelmiştir. Çünkü bu süreç bir yandan Suriye Kürdistanı’nda Irak Kürdistanı’ndakine benzer bir kalkışma ve devletleşme sürecini doğurma potansiyeli taşımaktadır. Öte yandan, bölgedeki halk isyanlarına dönük dünya genelindeki sempatinin yarattığı özel meşruiyet temelinde Türkiye’de de Kürt halkının benzer bir aktif kitle isyanı sürecine girmesini beraberinde getirebilecek dinamikleri güçlendirmektedir. TC egemenlerinin Suriye konusunda kardeşlik ve bahar
2
rüzgârları havasından çok hızlı biçimde kaba bir saldırganlık tutumuna geçmesi bu temeldeki korku ve telâşın bir ifadesidir. Türkiye’deki Kürt hareketinin tüm baskı ve engellemelere rağmen seçimlerde elde ettiği başarıyı da hesaba katan TC egemenleri, umduklarını bulamamanın öfkesi ve telâşı içinde bir kitlesel sindirme politikasına geçmekte gecikmediler. Yukarıda belirtilen etmenler açık biçimde Kürt hareketinin lehine bir durum yaratmaktaydı ve egemenler açısından bu havanın kırılması mutlak bir zorunluluk haline gelmişti. Aksi takdirde Kürt hareketine dayatmaya çalıştıkları güdük “çözüm”ün işlemesi mümkün olmayacaktı. Bu nedenle genel olarak eli güçlenen Kürt hareketinin geriletilmesi gerekiyordu. Bugün yaşanan baskı dalgası dolaysız anlamda buradan güdülenmektedir. Ortadoğu’daki kaynama ve bölgeye ABD emperyalizminin yeni bir şekil verme süreci kısa vadede sonlanmayacaktır. Bununla bağlantılı olarak TC egemenlerinin de bu süreçte girişmek istedikleri emperyalist maceraların önündeki olası her türlü muhalefeti bastırmak istedikleri açıktır. Bu yeni baskı döneminin kısa sürede sona ermeyeceğini görmek önem taşıyor. Düzene karşı mücadele veren devrimciler bu gerçeği ısrarla vurgulamak durumundadırlar.
Dünya çapında otoriterleşme ve gericilik eğilimi Öte yandan tüm bu sürecin aynı zamanda kapitalizmin dünya çapındaki derin bunalımının ve buna eşlik eden emperyalist hegemonya savaşının genel bağlamı içinde cereyan ettiğini unutmamak gerekiyor. Kapitalist kriz ve emperyalist savaş süreci dünya çapında genel bir otoriterleşme ve gericilik dalgası doğurmaktadır. Dünya genelinde egemen burjuvazi hem ekonomik-sosyal haklara saldırıyor ve bu noktada geniş işçi sınıfı kitlelerini daha zor yaşam koşullarına itiyor, hem de bu kitlelerin saldırılara karşı mücadelesini önlemek ya da etkisizleştirmek için politik baskı mekanizmalarını pekiştiriyor. Terör bahanesi altında hemen tüm ülkelerde özgürlükler kısıtlanıyor, yeni baskı yasaları çıkıyor ve düzene muhalif hareketlerin kriminalize edilmesi yönünde güçlü bir süreç işletiliyor. Yakın zamanda Associated Press tarafından yapılan uluslararası bir araştırma, yetersiz olmakla birlikte, buna ilişkin bazı anlamlı veriler ortaya koymuş durumda. Dünya nüfusunun %70’ini kapsayan 66 ülkede yapılan bu araştırmaya göre, 2001’den bu yana bu ülkelerde 119 bin kişi “terör eylemi” şüphelisi olarak tutuklanmış ve 35 bini “terörist” olarak hüküm giymiş. Üstelik bu sayıların hem bilgi alınamayan birçok ülkenin varlığı, hem de bilgi alınan ülkelerin tam doğru verileri sunmasının pek olası olmaması nedeniyle
sayı: 81 • Aralık 2011
son derece eksik sayılar olduğu malûm. Araştırma 11 Eylül’den bu yana tüm dünyada terör karşıtı yasaların sertleştirildiğini ve bu çerçevede yapılan tutuklamaların önceki döneme göre belirgin biçimde arttığını açıkça tespit ediyor. Otoriterleşmeyi somutlayan bu gibi olguların yanı sıra, burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkeler başta olmak üzere ırkçı ve göçmen düşmanı akımların güçlendiği de bir başka açık gerçek. Göçmenlere yönelik olarak hem doğrudan devlet baskısı hem de bu akımların baskı ve saldırıları artıyor. İdeolojik planda bu ırkçılık kendisini en çok İslam düşmanlığı (İslamofobi) biçiminde gösteriyor. Müslümanlar aşağılanıyor ve dışlanıyorlar. Esasen şu an dünyanın genel bir emperyalist savaş süreci içinde olması kendi başına bir otoriterleşme ve gericilik kaynağı. Sadece son on yıl içinde milyonlarca insanın bu savaş sürecinde canını yitirmiş olması, keza milyonların açlık, yoksulluk ve mahrumiyete mahkûm hale gelmesi bu genel gericilik eğilimini çarpıcı biçimde özetliyor. Öte yandan savaşlar her zaman olduğu gibi otoriter önlemlerin en temel bahanesidir. O yüzden “terör” sorunu savaş kavramı eşliğinde ele alınmakta ve “terörle savaş” genel bir ifade kalıbı haline gelmektedir. Bilindiği gibi, bir ülke savaştaysa orada özgürlüklerin kısıtlanması normal karşılanmaya ve özgürlük talepleri de lüks olarak görülmeye başlanır. Tüm bunlara son günlerde kendisini gösteren bir başka olguyu da eklemek mümkün. Kapitalist krizin görece ağır biçimde seyrettiği Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş hükümetlerin yerini, seçilmemiş teknokratlardan oluşan hükümetler almış durumda. Bunun burjuva demokrasisinin sınırları dışına doğru bir taşma, bir otoriterleşme biçimi olduğu açıktır.
Yeni yetme egemenlerin iktidar sarhoşluğu AKP’nin baskıcı politikalara hız vermesinin bir yüzünde de, artık iktidarın merkezine yerleşmiş ve ipleri büyük oranda eline almış olması gerçeği yer almaktadır. Türkiye’de egemen sınıf içinde uzun süredir devam eden çatışma kesin olarak sona ermemişse de, AKP cenahının ağır bastığı yeni bir denge oluşmuş durumdadır. 12 Eylül anayasa değişikliği referandumu, 12 Haziran seçimleri ve Ağustos ayındaki son YAŞ süreci ile birlikte AKP üst yargıyı önemli ölçüde eline geçirmiş, siyasi gücünü pekiştirmiş ve askeri bürokrasiyi de zapturapt altına almıştır. İçine pek sızılamamışsa da, ordunun eli kolu yine de önemli
marksist tutum
ölçüde bağlanmıştır. Dolayısıyla bir ölçüde parçalı ya da topal iktidar hali genel anlamda son bulmuştur. Şimdi AKP (Gülen cemaatiyle birlikte) “âlemin efendisi” konumundadır. Bu bağlamda, onun, özel durumu nedeniyle sahip olduğu kısmi demokratik barut bitmiştir. Bu kısmi demokratik barut esasen askeri-bürokratik vesayetin aktif varlığı temelinde mevcut idi. Bu vesayetin belinin esas itibariyle kırılmış olması bu barutun da bitmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’deki demokrasi sorununun bir yönünü oluşturan bu vesayet sisteminin tasfiyesi hiç şüphesiz önemsiz değildir. Bir aşamadır. Ancak demokrasi sorununun bundan ibaret olmadığı da bir sır değildir. Bıraktık bunun işçi sınıfı açısından yetersiz olmasını, liberaller bile bunu yeterli bulmuyorlar. Nitekim AKP’nin demokratik barutunun tükenmesi ve baskıcılığının mazeret bulunamayacak ölçüde ve sistemli biçimde artması liberal yazarların da giderek tepkisini çekmeye başladı. KCK operasyonlarının Zarakolu ve Ersanlı’ya kadar uzanması bu kesimdeki kaygı ve tepkileri daha da arttırdı. AKP’nin statükocu yapıyı kırmasını desteklemiş olan söz konusu yazarlar, birbiri ardına hükümete yönelik eleştiriler ve uyarılar yapıyorlar. Örneğin Hasan Cemal, Erdoğan’ın “O arkadaşların KCK konusunda kendilerini gözden geçirmeleri lazım” yollu tehdidine cevaben yazdığı yazıya “Emrin olur sayın Başbakan” başlığını verdi. Yazıda “güç şımarıklığı”ndan, “iktidar yozlaşması”ndan, “muhafazakâr otoriterleşme”den söz etti. Benzer nitelikte değinmeler Cengiz Çandar gibi isimlerden tutun, hükümet ve cemaat borazanı olarak çalışan gazetelerde yazan Ali Bayramoğlu ve Şahin Alpay gibi kalemlerden de geldi. Bu arada hükümet yalakası ve muhafazakâr kalemşorlar da boş durmayıp liberalleri hizaya çekmeye uğraşıyorlar. Örneğin Gülen cemaatinin basındaki başlıca sözcüsü konumundaki Hüseyin Gülerce artık “liberallerle bir yol ayrımı”na gelindiğini yazdı. Diğer bazıları da liberallerin AKP’yi “tuzağa düşürmeye” çalıştığını ve hükümetin bun-
3
marksist tutum
ların taleplerini zinhar dikkate almaması gerektiğini yazıyorlar. AKP’nin (ve Gülen cemaatinin) yeni ulaştığı iktidar konumuyla liberallere eskisi kadar ihtiyaç duymadığı açık. Liberaller ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasiye ve onların genel ideolojisi olan Kemalizme karşı yürütülen yıpratma savaşının öncü kolu olarak işlev görmekteydiler. Bürokrasinin geleneksel mevzileri büyük oranda fethedilince, meşruiyet açısından arkasına saklanılan bu öncü kola duyulan ihtiyaç eskisi kadar yoğun olmayacaktır. Ancak, liberal eğilim her ne kadar Türkiye’de güçlü bir maddi tabana dayanmıyorsa da entelektüel bir basınç odağı oluşturmakta. Tam da bu nedenle olsa gerek, Erdoğan bunları tümüyle dikkate almazlık edemiyor ve KCK operasyonlarını eleştiren bu kesimlerin üzerine yükleniyor ve onları eleştirel değerlendirmelerinden vazgeçmeye zorluyor. Liberaller ve muhafazakârlar arasındaki bu çatlak ne ölçüde derinleşeceğini ve muhafazakârların liberal kalkandan yoksun kalmasıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilemeyiz. Şu aşamada önemli olan, bu çatlağın AKP’nin iktidarın merkezine yerleşmesi ve kısmi demokratik barutunun bitmesinin bir sonucu olduğunu tespit etmektir. Her halükarda bu süreç, demokratik kültür ve değerler açısından Kemalistlerden pek de farklı olmayan muhafazakârların liberal maskelerinin düşmesine katkıda bulunması ve politik netleşme açısından hayırlı bir gelişmedir. AKP’nin ve onun etrafında kümelenmiş güçlerin artık “askeri vesayet” ve “darbe tehdidi” gibi bahanelerinin kalmaması politik arenanın netleşmesi ve AKP’nin baskıcı niteliğinin emekçi kitlelerce görülmesine daha uygun bir zemin yaratması bakımından önemlidir. AKP artık kitleleri kandırmak açısından önemli bir araçtan yoksundur.
“Dinci gericilik”, “İslamcı faşizm” vs. AKP’nin yürüttüğü baskı politikalarının hangi dinamikler üzerinde yükseldiğini yukarıda ortaya koymuş bulunuyoruz. Bunlar tespit ve analiz edilmesi zor olan şeyler değildir. Bununla birlikte Kemalistler ve sosyalist solun bir kesimi son dönemde artan baskıların AKP’nin “dinci gericiliğinin”, “İslami faşizminin” vb. sonucu olduğu düşüncesini işliyorlar. Oysa artan baskıların AKP’nin sözde İslamcılığı ya da “dinci gericiliği” ile ilgisi bulunmamaktadır. Esasen, dünya çapında burjuva düzenin otoriterleşme eğilimleriyle paralel biçimde, Türkiye somutunda Ortadoğu süreçleri ve Kürt sorununun iç/dış veçheleriyle ilişkili bir süreçtir söz konusu olan. Hal böyleyken “İslami faşizmden” ya da “dinci gericilikten” dem vurmak ciddiyetle bağdaşmamaktadır. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının AKP’ye ve onun baskıcılığına karşı mücadele etmek için Kemalist ve Stalinist önyargılardan beslenen zorlama politik argüman ve tutumlara ihtiyacı yoktur. Bu tür bir arayış içinde olanlar, tüm id-
4
Aralık 2011 • sayı: 81
dialarına rağmen, gerçekte yalnızca Marksizmin dışına, küçük-burjuva sosyalizminin alanına düştüklerini ortaya koymaktadırlar. Söz konusu çevreler AKP’nin baskıcılığını sanki Türkiye’de geçmişten nitelik olarak çok farklı, çok özel bir baskıcılık olarak göstermeye çabalıyorlar. Oysa bunun Türkiye koşullarında ortalama bir sağ burjuva partinin baskıcılığından nitelik olarak ayrışan bir yanı yoktur. AKP Batı’daki Hıristiyan-demokrat partilerin ya da ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin Müslüman Türkiye koşullarındaki bir karşılığı gibidir. Böyle bir partiyi faşizm ya da şeriat özlemi içinde bir parti gibi sunmak yanıltıcıdır. Marksistler bu tür nitelemeler konusunda ciddi olmak zorundadırlar. Türkiye’de şu aşamada bir olağanüstü burjuva rejimin varlığından söz edilemez. Baskılar olağan burjuva parlamenter rejim çerçevesinde artmaktadır. Bu baskılar AKP olmasaydı da düzen muhaliflerinin yaşamaya devam edecekleri baskılardır. Kapitalizmin genel yapısı ve Türkiye’deki hâkim politik gelenekler bu baskı eğilimini üretmektedir ve bu baskıcı yapının bir parçası olarak AKP de onun bir taşıyıcısıdır. Ancak AKP’nin iktidarını, söz gelimi Nazi partisinin iktidara gelişi gibi görmek bilimsel bir tahlil olamaz. AKP sadece bugünün Türkiye ve dünyasında iktidar olmuş ortalama sağcı bir burjuva partinin konumuna gelmiştir. Söz gelimi Kürt hareketini bastırmaya ve yalnızlaştırmaya dönük politikaların AKP öncesi dönemde olmadığını kim iddia edebilir? Öte yandan, AKP’nin statükocu ve darbeci Kemalist güçlere yönelik hamle ve baskıları ile Kürtlere, işçilere ve sosyalistlere yönelik baskılarını aynı kefeye koymak bir başka sorunlu eğilimdir. Anılan burjuva kesimlere bir tür ilericilik vehmeden bir anlayışın sakat yaklaşımı söz konudur burada. Oysa devrimciler bu ayrımı kesin bir biçimde yapmalıdırlar. AKP her şeyi aynı çuvala koymaya çalışsa da, devrimciler buna ısrarla karşı durmalıdır. Bu baskıları aynı çerçeveye yerleştirmek, AKP ile aynı ipte dans etmektir ve bu devrimci sosyalistlerin işi olamaz. Sol maskeli kimi Ergenekoncular bunu yapmaya çalışarak arada Ergenekoncuları da mağdur ve mazlum konumuna sokmaya çalışıyorlar. Bu tuzağa asla düşülmemelidir. İşçi sınıfı bu tür tuzaklara düşmeksizin AKP’ye ve onun artık ta göbeğinden temsil ettiği burjuva düzene karşı mücadele yürütmelidir. AKP mevcut dünya ve Türkiye şartlarında Kürt sorunu karşısında çareyi baskıları arttırmakta ve otoriterleşmekte gören bir burjuva iktidardır. Aynı iktidar işçi sınıfını da özellikle neoliberal saldırılar çerçevesinde hedef tahtasına koymuş bir iktidardır. Dahası bu iktidar neticede kardeş Suriye halkının canının yanacağı yeni emperyal maceralara soyunmuş vaziyettedir. Devrimci işçi sınıfının burjuva AKP iktidarına karşı mücadele etmek için çok sebebi vardır. Ama bu mücadele beyaz Türklerin küçük-burjuva önyargılarını okşayarak verilemez. Bu mücadele ancak proleter sınıf temelinde ve Marksist bir perspektifle verilebilir.
Dersim Özrü ve Onuru Kurtarma Meselesi! Adil Aksu Dersim çıkışıyla bir yandan statükocu güçlere gözdağı verilirken, bir yandan da AKP’nin elde ettiği üstünlüğün kabul edilmesi gerektiği mesajı verilmektedir. Bu çıkış, aynı zamanda Kürt siyasetine dönük yürütülen operasyonu kamuoyunun dikkatinden kaçırmayı, gündemi değiştirmeyi ve bu arada son dönemde eleştirileri artan liberallerin de gardını düşürmeyi hedefliyor.
T
ürkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1937-38 döneminde Dersim’de bir katliama imza attığı bizzat başbakan Erdoğan tarafından itiraf edildi. Erdoğan resmi arşivlere dayanarak, Dersim’de 13 bin 806 kişinin katledildiğini, on binden fazla insanın zorunlu göçe tâbi tutulduğunu, binlerce kız çocuğunun evlâtlık verildiğini söyledi. “Tarihle yüzleştiklerini, karanlıkları aydınlattıklarını” ileri sürdü ve “eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” dedi. Ardından CHP adına özür dilemesi için Kemal Kılıçdaroğlu’na seslenen Erdoğan, “bir Dersimli olarak onur duyuyorum diyorsun ya, hadi onurunu kurtar bakalım” diye seslendi. Kılıçdaroğlu’nun titrek ve gülünç cevaplarıyla ilerleyen pespaye söz düellosu, Dersim mağdurları açısından herhangi bir olumlu somut sonuç doğurmaksızın devam ediyor. Aslında başbakan Erdoğan’ın Dersim Katliamı konusunda CHP’ye yönelik ilk çıkışı değil bu! Erdoğan’ın ilk hamlesi referandum ve seçim öncesine denk gelmişti. Kürt sorununda “açılım” kararı alan AKP, meclisteki görüşmelerde CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in sarf ettiği “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleri üzerine, CHP’nin Dersim Katliamındaki rolünü tartışmaya açmıştı. Erdoğan miting meydanlarında Kılıçdaroğlu’na yüklenmiş, gerçeklerle yüzleşmesini ve CHP’nin kirli geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini söylemişti. Ayrıca Dersim üzerinden statükocu güçlere yüklenmiş ve demokrat pozlar takınmıştı. Erdoğan’ın bu ilk çıkışı CHP’deki statükocu zihniyeti epeyce köşeye sıkıştırmış ve Alevi Kürtlerin bir bölümünün düzenle hesaplaşmasının önünü açmıştı. Fakat CHP bildik tutumundan geri adım atmamış, ne Öymen istifa etmiş ne de Kılıçdaroğlu CHP’nin Dersim Katliamındaki rolü dolayısıyla “özür” dilemişti. Erdoğan ve hükümetiyse Dersim Katliamını meydanlarda kullandıkları bir polemik düzeyinde tutmuş ve hiçbir ciddi adım atmamıştı. Dahası
çöken “açılım” stratejisi yerine “milli birlik ve beraberlik” söylemi tutturulmuş, Dersim kenti de dâhil olmak üzere birçok Kürt kentinde askeri operasyonlara AKP eliyle hız verilmişti. Erdoğan’ın ikinci Dersim açıklamaları, dışarıda Suriye’ye yönelik tehditlerin alenen tırmandırıldığı, içeride Kürt siyasetçileri üzerinde tutuklama terörünün bir kez daha yoğunlaştığı konjonktüre denk geldi. Öncesinde Dersim Katliamının yıldönümü vesilesiyle Dersim dernekleri, sendikalar ve sosyalist partiler yıllar yılı savundukları talepleri yeniden gündeme getirdiler. Dersim arşivlerinin açılması, Dersim isminin iade edilmesi, katledilen Dersim önderlerinin mezar yerlerinin belirlenmesi ve devletin Dersim halkından özür dilemesi gerektiği, basın açıklamaları, yürüyüş ve toplantılarla dile getirildi. Fakat bütün bu talepleri hem AKP hem de CHP üç maymunu oynayarak görmezden geldi, sessiz kaldı. Bardağı taşıran son damla, CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün, “Dersim’de katliam yapıldı ve Atatürk’ün bilgisi vardı” şeklindeki açıklaması oldu. Aygün bu açıklamayı yapar yapmaz CHP’de bilindik statükocu koro sesini yükselterek Aygün’ün susturulmasını ve “istifa” etmesini istedi. Başbakan bu gelişmeler üzerine İl Başkanları toplantısında Dersim Katliamında CHP’nin rolünü yeniden gündeme getirdi ve AKP’nin yıpranan imajını parlatmak üzere yeni bir fırsat yakalamış oldu. Bu Dersim çıkışıyla devlet içindeki ağırlıkları büyük ölçüde geriletilen statükocu güçlere bir gözdağı verildiği, AKP’nin elde ettiği üstünlüğün kabul edilmesi gerektiği, aksi takdirde Dersim benzeri olaylar üzerinden daha ağır darbeler vurulacağı mesajının verildiğini de belirtmek gerekiyor. Diğer taraftan bu çıkışın, Kürt siyasetine dönük yürütülen operasyonu kamuoyunun dikkatinden kaçırmayı, gündemi değiştirmeyi ve bu arada son dönemde eleştirileri artan liberallerin de gardını düşürmeyi hedeflediğini belirtelim.
5
marksist tutum
Statükocu Kemalist çevreler ilkinde olduğu gibi ikincisinde de Erdoğan’ın açıklamalarını “bu milli birlik ve bütünlüğe indirilen bir darbedir” hezeyanları içinde eleştirdiler. Bu cenahtan yükselen eleştirilerde, “özürle” birlikte Cumhuriyete, Atatürk’e, CHP’ye düşmanlığın körükleneceği ileri sürüldü. Bu çevrelere göre devletin şerefli geçmişine gölge düşürülmüş, leke sürülmüştür. Onlara göre devlet Dersim’de katliama girişmemiş, tersine “çıbanbaşı” diyarına medeniyet götürmüştü! Dersim’de katledilenler emperyalist güçlerin maşaları, vatan haini şakilerdi! “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemine sarılan bu kesimler, tarihsel gerçeklerin üzerini örtmeye devam ediyorlar. Tarihsel gerçeklerden ölümüne korkan, gerçekler karşısında kafalarını devekuşu misali toprağın altına gömen bu devletlû beyler, Dersim Katliamı konusunda resmi politikalara yönelik en ufak eleştiriye dahi tahammül edemiyorlar. Diğer yandan burjuva liberallerin bir kısmı Erdoğan’ın açıklamalarına mal bulmuş mağribi gibi atıldılar. Bu açıklamaları, devletin faşist, kanlı geçmişiyle yüzleşmek, ileri demokrasi bayrağına sahip çıkmak olarak nitelendirdiler ve coşkuyla alkışladılar. Dersim’den sonra özür sırasının nice acılar yaşamış, kıyımlardan geçirilmiş Alevi, Ermeni, Rum ve Yahudilere geldiği beklentisi içine girdiler. Oysa Erdoğan’ın Dersim hamlesi kuru bir özrün ötesine geçmiş değildir. Dokuz yıllık iktidarı boyunca Erdoğan hükümeti, Dersim Katliamı konusunda atılabilecek asgari adımları bile atmamıştır. Genelkurmay arşivi başta olmak üzere devletin bütün gizli arşivleri başbakanın elinin altında bulunuyor. Neden arşivler açılmıyor ve tarihsel gerçekler gün yüzüne çıkartılmıyor? Neden Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin yöneticilerinin sorumluluğu açıklanmıyor? Neden Dersim halkının talepleri karşılanmıyor? Neden sadece Kılıçdaroğlu ve CHP eleştirilerek, AKP kendi üzerine düşeni yapmıyor? Neden “literatürde varsa” denilerek gönülsüzce ve yarım ağız “özür” dilenerek sorumluluktan kaçınılıyor? Aslında bu ve daha nice sorunun cevabı çok açık: Türkiye’deki burjuva rejim karanlık ve kirli bir miras üzerinde yükseldiği için düzen güçleri asla gerçek bir hesaplaşmaya giremez. Burjuva egemenliğin tarihi, dünüyle bugünüyle baskı ve katliamlar üzerine kuruludur. Bu topraklarda yaşayan gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler kimliklerinden dolayı tüm burjuva hükümetlerin baskısı altında katliamlara uğradı, susturuldu ve yok edilmeye çalışıldı. Bugün Dersim’dekiler de dahil olmak üzere Kürt halkına kan kusturan Erdoğan’ın hükümeti değil midir? Geçmişle yüzleştiğini iddia eden başbakanın Kürt sorununda izlediği siyaset, ormanları yakmak, yol geçişlerini engellemek için barajlar inşa etmek, askeri operasyonlarla dağı taşı bombalamak, kimyasal silahlar kullanarak Kürt gerillalarını vahşice katletmektir. Seçimlerde kitlelerden yüksek oylar almış Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinden altısı hâlâ meclise sokulmuyor. DTP’den sonra BDP de kapatılma tehlikesiyle karşı kar-
6
Aralık 2011 • sayı: 81
şıya bırakılıyor. BDP’li siyasetçiler, BDP’ye üye olanlar, seçim çalışmalarına katılanlar dahi tutuklanarak siyasal mücadeleden kopartılıyorlar. KCK bahane edilerek başlatılan gözaltı dalgalarında bütün Kürtler hedef tahtasına oturtuluyor. Avukatlardan yazarlara, gazetecilerden belediye başkanlarına kadar kim varsa uyduruk delillerle zindanlara dolduruluyor. Böylesi bir dönemde “özür” dileyen Erdoğan’ın izlediği siyasetin tek parti dönemindeki CHP’nin izlediği siyasetten ne farkı vardır? Askeri bürokrasi eliyle kurulan burjuva cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kürt kentleri siyasi abluka altına alınmış ve dağlar taşlar bombalanmıştı, bugün de Kürt halkına siyasetin önü tıkanıyor ve askeri operasyonlardan medet umuluyor. Başbakan Erdoğan ve AKP, Dersim Katliamını diline dolayarak, CHP’ye yüklenip sözde “demokrat” imajını tazelerken, aslında tarihsel gerçeklerin kenarından dolanmaya çalışmaktadır. İnönü’yü veya üçüncü dereceden sorumlu olabilecek bakanları, Genelkurmay’ı, emniyet müdürlerini hedef tahtasına oturtmak, sorunun temelini görmemek anlamına gelir. Dersim şahsında Kürt sorunu ve Alevi inancı hakkındaki devletin resmi ideolojisi inatla gözlerden gizleniyor. Mustafa Kemal’in Dersim Katliamı konusunda verdiği emirler, sessizlik içinde geçiştiriliyor. Oysa Dersim Katliamı, 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıllık dönemde Kürt halkı üzerinde estirilen Hitlervari tedip ve tenkil operasyonlarının son halkasıydı. 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1926-30 Ağrı ve 1937-38 Dersim Katliamları tam kadro Kemalist devletin hükmü altında hayat buldu. Burjuva cumhuriyetin baskıcı ve katliamcı politikalarını rehber edinen sonraki hükümetler, geçmiş dönemi aratmayacak uygulamaları devam ettirdiler. Baskı ve asimilasyon, köy yakmalar ve yargısız infazlar devletin sıradanlaşan uygulamalarına dönüştü. Ancak Kürt halkının 1990’lardan itibaren geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde kitleselleştirerek yükselttiği mücadele burjuva hükümetleri köşeye sıkıştırdı ve tavizler verilmeye başlandı. Kürt kimliği, dili, kültürü üzerindeki baskılar bu mücadele sayesinde zayıflatıldı. Fakat burjuva devlet atması gereken gerçek adımları atmaya hâlâ rıza göstermiyor ve Kürt halkının haklı taleplerini zor yoluyla bastırmaya çalışıyor. Son olarak AKP hükümeti de “Kürt sorunu yoktur” incisini yumurtlayarak, tekrar inkâr söylemine dönme işareti vermiştir. Kürt halkını ezen burjuva devlet diğer yandan işçi ve emekçilere saldırmaktan da geri durmuyor. Halkların katili olan burjuva düzen, işçi ve emekçilerin hayatını da cehenneme çeviriyor. Siyasal ve ekonomik haklar budanıyor. Toplum bir bütün halinde burjuva rejimin darbelerine maruz kalıyor. Bu abluka Kürt ve Türk emekçilerin ortak mücadeleleriyle parçalanacak. Gerçek insanlık onurunu kurtaracak olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Burjuvazinin katliamcı, baskıcı ve zorba düzeni işçi sınıfının Kürt halkına uzatacağı enternasyonalist kardeşlik eliyle parçalanacaktır.
Depremin Kabarttığı Rant İştahı İlkay Meriç Emekçiler için yaşamsal ihtiyaç olan konut, burjuvazi için kârlı bir meta anlamına gelmekte, dolayısıyla amaç toplumsal ihtiyacın karşılanması değil daha fazla kâr olarak kendini göstermektedir. Bu uğurda, dayanıklılık, sağlamlık, sosyal gereksinimler, estetik gibi unsurlar tümüyle bir yana bırakılırken, çevrenin, ormanların, su havzalarının, tarım alanlarının korunması gibi hassasiyetler de göz ardı edilmektedir.
V
an’da 23 Ekim ve 9 Kasımda yaşanan iki büyük deprem, 644 insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve evsiz kalmasına yol açtı. Birincisi Erciş’te büyük bir yıkıma yol açan, ikincisi ise Van merkezindeki binalarda ağır hasar yaratan bu depremler sonrasında yüz binlerce emekçi, burjuva devletin ihmali ve sorumsuzluğu yüzünden kışı, -15 dereceyi bulan dondurucu soğukta, çadırlarda ya da naylon barakalarda geçirmeye mahkûm bırakıldı. On binlerce insan Van’ı terk etmek zorunda kalırken, on binlercesi barınma, yemek, ısınma, hijyen gibi temel yaşamsal ihtiyaçlardan tümüyle yoksun bir durumda kendi kaderine terk edildi. Soğuk, hastalık, yetersiz beslenme ve sobalardan çıkan çadır yangınları nedeniyle Van’dan birbiri ardına çocuk ölüm haberleri geliyor. Ancak Eylül ayında yaşanan sel sonrasında 12 kişinin yaşamını yitirdiği Rize’yi Bakanlar Kurulu kararıyla derhal afet bölgesi ilan eden Erdoğan, Van’ı afet bölgesi ilan etmekten kaçınıyor. Uzunca bir süre “o durumda oraya bir çivi bile çakılamaz, halk mağdur olur” yalanının ardına sığınarak afet bölgesi ilanına karşı çıkan Erdoğan, nihayet ağzındaki baklayı çıkardı ve hükümetin gerçek çekincesini
itiraf etti: “Paralar BDP’li belediyeye gider!” Böylece AKP hükümetinin, afet bölgesi ilan edilmesi durumunda kentin yeniden imarı için BDP’li belediyeye aktarılacak kaynağın önünü kesmek amacıyla yüz binlerce insanı dondurucu kış soğuğunda mağdur etmekten çekinmeyecek kadar çıkarcı ve şoven bir zihniyete sahip olduğu bir kez daha görüldü. Neo-liberalizmin fikir babalarından Milton Friedman, “bir felâket sonrasında her türlü politikayı rahatlıkla uygulayabilirsiniz” diyordu. Bunu gayet iyi bilen burjuvazi, Ecevit’in başbakanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin işbaşında olduğu 1999 depremi sonrasında deprem bahanesiyle özel iletişim vergisi başta olmak üzere ek vergiler getirmekle yetinmemiş, emeklilik yaşını ve prim gün sayısını arttıran yeni sosyal güvenlik yasasını da emekçiler acılarıyla meşgulken bir geceyarısı yürürlüğe koymuştu. Van halkının çığlıklarına kulaklarını tıkayan, bu duruma isyan eden yoksul emekçileri provokatör ilan eden ve üzerlerine gazıyla, copuyla polisini salan AKP hükümeti de, bu felâketi sermaye açısından ranta dönüştürme girişimlerinde hiç zaman kaybetmedi. Tayyip Erdoğan,
7
marksist tutum
12 Haziran seçimlerinin ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığına terfi ettirdiği eski TOKİ Genel Müdürü Erdoğan Bayraktar’la el ele, “kentsel dönüşüm” adı altındaki rantsal dönüşüm planlarını yeniden büyük bir iştahla gündeme getirdi. Bayraktar, bu bağlamda kentsel dönüşüm yasasının, yapı denetimleri yasasının, yabancılara gayrimenkul satışını serbest kılan yasanın ve 2B alanlarının satışını sağlayan yasanın en kısa zamanda çıkarılacağını açıkladı. Bunun yanı sıra, kentsel dönüşümün tamamlanabilmesi için 400 milyar dolarlık bir kaynağa ihtiyaç olduğunu ve bunun “Depreme Hazırlık Hesabı” adı altında oluşturulacak bir fondan karşılanacağını duyurdu. Büyük inşaat şirketlerini daha da semirtecek devasa büyüklükteki bu fon, dolaysız suçlu durumundaki inşaat şirketlerinden ya da genel olarak kapitalistlerden alınacak katkı paylarından değil de emekçilerin sırtına yüklenen vergilerden oluşturulacak. Bayraktar’ın açıkladığı tasarıya göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından afet riski taşıdığı ilan edilen alanlardaki bütün taşınmazlar yeni yasanın kapsamı içine girecek. Kentsel dönüşüm bölgesinde riskli binaları belirleme ve her türlü inşaatı yapma ya da yaptırma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığında olacak. Bakanlık burada isterse TOKİ’yi devreye sokacak ve “işlemleri hızlandırmak için” ihale kanununu devre dışı bırakarak ihaleye çıkacak. Yani hükümete yakın olanlar başta olmak üzere büyük inşaat şirketlerine gün doğacak. Bayraktar, bu açıklamaları yaparken yalnızca İstanbul’da yıkım kararı alınmış 14 bin konut olduğunu dile getirdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ise ilk etapta “acil” durumda olan 50-60 bin binaya müdahale edileceğini duyurdu. Sadece bu sayılar bile, burjuvaziye depremi fırsat bilerek açılan rant kapısının büyüklüğünü net bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Burjuvaziye rant, emekçilere sürgün planı Büyük inşaat şirketleri hükümetin atmaya hazırlandığı adımlar karşısında ellerini ovuştururken ve bankaların yeni konut kredisi olanakları nedeniyle yüzleri gülerken, on binlerce emekçiyi her açıdan çileli günler bekliyor. Hükümet, düzgün ve depreme karşı güvenli konutlar inşa etme amacı güttüğünü söyleyerek emekçileri kandırmaya çalışıyor. Ancak şimdiye kadar yapılan uygulamalar kazın ayağının hiç de öyle olmadığını kanıtladığı gibi, yasa tasarısı da aynı yoldan daha kararlı bir şekilde gidileceğini gösteriyor. Zaten Erdoğan da artık itiraz kabul etmeyeceklerini ve iktidarı kaybetme pahasına bunu yapacaklarını söyleyerek, yıkımların nasıl bir seyir izleyeceğini açıkça ifade ediyor. Tasarıya göre, konutları Hazine’ye ait arsalar üzerinde bulunanlara yalnızca enkaz bedeli ödenecek. Tapulu bina ya da konutu bulunan hak sahiplerine ise üç seçenek dayatılacak. Bu seçeneklerden biri, çürük binanın yıkılması
8
Aralık 2011 • sayı: 81
ve zemin müsaitse yerine aynı yerde yapılacak yeni konutlardan verilmesi. Ancak bu, tıpkı Sulukule ve diğer “ketsel dönüşüm” uygulamalarında da yaşandığı gibi, daire başına yeni bir daire verilmesi şeklinde olmayacak. TOKİ ya da Bakanlık yıkılan konutun değerini tespit edecek ve hak sahibinden bu değer ile yeni yapılacak konutun değeri arasındaki fark talep edilecek. Örneğin mevcut eve 70 bin lira, yeni yapılacak eve 120 bin lira değer biçildiğinde aradaki 50 bin liralık farkın enflasyon oranında artacak aylık taksitlerle 20 yıl gibi bir sürede ödenmesi istenecek. Hak sahipleri bu teklifi kabul etmezse ya da yıkılan evin bulunduğu zemin yapılaşmaya müsait değilse bu kez evin değeri peşinata sayılarak TOKİ’nin başka bölgelerdeki konutlarından biri verilecek. Aradaki farksa yine taksitler halinde tahsil edilecek. Hak sahibi tekliflerden ikisini de kabul etmezse konutu devletin biçtiği bedel ödenerek kamulaştırılacak. Bu seçeneklerin tümünün yoksul emekçileri çok zor durumda bırakacağı açıktır. Bu durumdaki emekçilerin büyük çoğunluğunun 50-80 bin lirayı bulacak fark bedelini ödeyerek bulundukları bölgede yapılacak lüks konutlarda oturmaları olanaksızdır. Borçlandıkları takdirde ise site giderleri vb. dikkate alındığında her ay asgari ücrete yakın bir para ödemek zorunda kalacaklardır. Dolayısıyla, büyük bir bölümü düzenli geliri olmayan ya da düşük ücretli işlerde çalışan işçi ve emekçilerden oluşan bu insanların söz konusu giderleri karşılamaları mümkün değildir. Ancak bu, kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız diyen burjuva hükümetin umurunda değildir. Bugün ilk etapta yıkılacağı söylenen binaların neredeyse tamamı, konumları itibariyle çok kıymetli araziler haline gelen yoksul mahallelerindeki evlerden oluşuyor. Amacın buralardaki eski evleri yıkarak içindeki yoksul emekçileri depreme dayanıklı binalara kavuşturmak olmadığıysa yaşanan örneklerden biliniyor. Asıl amaç, yoksul emekçileri kentin dış bölgelerine sürerek bu mahalleleri yüksek gelirliler için lüks konutlarla donatmaktır. Şimdiye dek, büyük kentlerin çeşitli mahallelerinde emekçilerin direnişi nedeniyle gerçekleştirilemeyen yıkımlar-sürgünler, şimdi takviye yasaların verdiği güçle gerçekleştirilmeye çalışılacak. Nitekim bunun ilk örnekleri gelmeye başladı. İstanbul’un ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi de yıkımlara kısa sürede girişileceğini duyurdu. Etrafı yüz binlerce dolarlık konutlarla kuşatılan ve 1200 kişinin yaşadığı bölgede emekçilerin güçlü direnişi nedeniyle yıkımı gerçekleştirilemeyen Dikmen Vadisi’nde, belediye yoksul emekçileri zorla evlerinden çıkartıp burayı yıkmaya girişeceğini açıkladı. Gerek TOKİ gerekse belediyeler, konutların çürüklüğünden, depreme dayanıksızlığından söz ederken nedense sürekli olarak, büyük inşaat şirketlerinin göz diktiği gecekondu bölgelerini ya da kentin içinde kalmış ve arsaları alabildiğine kıymetlenmiş yoksul mahallelerini gözümüzün içine sokuyorlar. Bu tip yerlerdeki yapıların
sayı: 81 • Aralık 2011
çoğunun kaçak olduğunu ve bunların depreme karşı önlem için yıkılmak istendiğini söylüyorlar. Sanki ruhsatlı olunca binalar depreme karşı dayanıklı oluyorlarmış gibi! Sormak gerekmez mi, Kocaeli’de, Van’da, Erciş’te yıkılan ya da ağır hasar alan okullar, hastaneler ve diğer devlet binaları kaçak mıydı? Bu yüzden mi yıkıldılar? Elbette hayır, Türkiye’de ruhsatların çoğunun sadece bir kâğıt parçasından ibaret olduğu gayet iyi bilinir. Nitekim yüksek deprem riskiyle karşı karşıya olan İstanbul’da 1,6 milyonu aşkın bina, 4 milyonu aşkın konut var ve önemli bir bölümü ruhsatlı olmasına rağmen bunların yarısından fazlasının riskli durumda olduğu söyleniyor. Örneğin, “Bizim yaptıklarımız da dahil, İstanbul’da 1998’den önce yapılan binalar Van’da yerle bir olan binalardan daha da kötü durumda” diyen Ali Ağaoğlu, “Tüm inşaatlarda deniz kumu kullanıldı. Üstelik sadece beton değil, demir de kötü kalitedeydi. Bu yüzden 2000’li yıllardan önce inşa edilen neredeyse tüm binalar kötü malzemeyle inşa edildi” itirafında bulunuyor. Dumankaya İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Halit Dumankaya da onu destekliyor: “İstanbul’da konut stokunun büyük bir bölümünü oluşturan 1970’li yıllarda yapılmış binalar maalesef o günkü koşullarda kullanılan malzeme kalitesinin düşüklüğü sebebiyle yıkılıp yeniden yapılmayı gerektirecek kadar çürük. Biz de dahil tüm firmalar maalesef o dönemde böyle binalar yaptık. Ama şu an günümüz koşullarında bu binaları gerektiği gibi dönüştürecek tüm imkânlara sahibiz. Zararın neresinden dönsek kârdır.” Peki, “o gün çürük binalar yaptık, şimdi çok kaliteli binalar yapıyoruz” diyen bu pişkin büyükbaşlardan hesap soruluyor mu? Bu tarz yüz binlerce riskli bina için acil yıkım kararı alınıyor mu? Hayır! Aksine, yoksul emekçi mahalleleri “çöküntü alanı” ilan ediliyor ve TOKİ’nin ve büyük inşaat firmalarının yeni projelerine arsa yaratmak için
marksist tutum
buralara göz dikiliyor. Üstelik TOKİ’nin inşa ettiği konutlar da tam bir kast sistemini yansıtıyor. Gelir gruplarına göre ayrılan ve bölgesel olarak da birbirinden mutlak biçimde yalıtılan projelerle, kentin yoksullardan gasp edilen en güzel yerlerinde zenginler için pahalı ve lüks konutlar inşa edilirken, düşük gelirlilere dağ başlarında düşük kaliteli konutlar reva görülüyor. Gecekondular ya da yoksulların oturduğu tarihi semtler gündeme geldiğinde yapıların depreme dayanıksızlığından, kalitesizliğinden, plansızlığından, ruhsatsızlığından söz eden AKP hükümeti, öte yandan, birbiri ardına çıkardığı yasalarla kuralsız, sınırsız, denetimsiz vahşi bir yapılaşmayı adeta teşvik etmektedir. Bakan Erdoğan Bayraktar, Van’daki depremin hemen ertesinde, hiç utanmadan, ruhsat alma sürecini basitleştirip, yapı denetiminde beyan esasına geçeceklerini söylemiştir. Gerçekleştirecekleri yasal düzenlemelerin ardından iki ayda ruhsat alamayan müteahhitlerin doğrudan bakanlığa müracaat edebileceği, haklılarsa ruhsatları bakanlığın vereceği, imarları da bakanlığın yapacağı “müjdesini” vermiştir. AKP’nin inşaat sektörüyle bu derece yakından ilgilenmesinin kuşkusuz çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bunların başında, hazine arazilerinin satışının büyük bir gelir kaynağı oluşturması gelmektedir. Bir başka önemli husus, inşaat sektöründe yoğun olarak varlık gösteren yandaş sermaye gruplarına kaynak aktarmaktır. Bunun yanı sıra, bu sektördeki faaliyet pek çok alt sektörü de harekete geçirdiği için, AKP hükümeti inşaat sektörünün büyümesini özellikle teşvik etmeye çalışmaktadır. Bu yılın ikinci çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 8,8 büyürken, inşaat sektöründe yüzde 13,2’lik bir büyüme yaşanmıştır. Bir kriz döneminden geçildiği ve işsizliğin alabildiğine yükseldiği bu konjonktürde hükümetin inşaat sektörüne gösterdiği yakın ilginin bir nedeni de bu sektörün emek yoğun bir sektör olması ve vasıfsız işgücüne yaygın iş olanağı sunması nedeniyle işsizliğin geçici de olsa düşürülmesinde önemli bir role sahip olmasıdır. Örneğin Türkiye’de inşaat sektöründe istihdam edilenlerin oranı ortalama %6 civarında olup, bu oran geçtiğimiz Temmuz ayı itibariyle ilk kez 7,5’e (1,86 milyon kişiye) çıkmıştır. İnşaat projelerini siyasi reklâm malzemesi olarak başarıyla kullanan ve inşaat sektörüne dayalı bir ekonomik büyüme modelini esas alan AKP hükümetinin bu amaçla kullandığı en büyük araçsa TOKİ’dir. AKP’nin işbaşında
9
marksist tutum
olduğu dokuz yılda çeşitli yasal düzenlemelerle faaliyet alanı genişletilen, yetkileri ve kaynakları alabildiğine arttırılan, kent planlarını dikkate almadan uygulamalar yapma yetkisi tanınan TOKİ, kamu ihale kanunundan, mali denetim ve yapı denetimi kanunlarından da muaf kılınmıştır. 2003-2010 yılları arasında, 81 il ve 800 ilçedeki 2162 şantiyede 516 binden fazla konut üretmekle övünen bu kamu kurumu, aynı zamanda ülkenin en büyük müteahhitlik şirketi haline gelmiştir. Olağanüstü yetkilerle donatılmış ve ipleri merkezi hükümetin eline verilmiş böylesi bir kurumun ürettiği projelerde iktidar partisine ve çevresindekilere yüksek rant gelirleri ya da siyasi getiri sağlama kaygısını gözetmemesi mümkün olabilir mi?
Emekçilerin gasp edilen barınma hakkı ve katledilen doğa İşçi sınıfının tarihsel mücadelelerinin yarattığı basıncın sonucu olarak Birleşmiş Milletler sözleşmelerine de dâhil edilen ve en temel insan haklarından biri sayılan barınma hakkı, kapitalizm altında ne yazık ki daha nicesi gibi sözde hak olarak kâğıt üstünde kalmaktadır. Emekçiler için yaşamsal ihtiyaç olan konut, burjuvazi için kârlı bir meta anlamına gelmekte, dolayısıyla amaç toplumsal ihtiyacın karşılanması değil daha fazla kâr olarak kendini göstermektedir. Bu uğurda, dayanıklılık, sağlamlık, sosyal gereksinimler, estetik gibi unsurlar tümüyle bir yana bırakılırken, çevrenin, ormanların, su havzalarının, tarım alanlarının korunması gibi hassasiyetler de göz ardı edilmektedir. Kentler ve kasabalar, insanların sağlıklı ve güvenli yaşadıkları, yeşil alanlarıyla, sağlıklı su ve enerji kaynaklarıyla, düzgün altyapısıyla planlı yaşam mahalleri olabilecekken, aksine her türlü sorunun üst üste yığıldığı beton yığınlarına dönüşmüşlerdir. Arsa yetersizliği bahanesiyle her geçen gün gökyüzüne doğru birkaç kat daha fazla yükselen onlarca katlık binalar, gayri insanilik kusmaktadır. TOKİ’nin sözde barınma sorununu çözmek üzere ürettiği “konut siloları” da, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında üretilen ve çoğunlukla göçmenler, düşük ücretli işçiler ve işsizler tarafından kullanılan garabetlerin modernize edilmiş hallerinden ibarettir. Planlamadan bütünüyle uzak, boş bulunan ya da boşaltılan tüm arazileri bu tür garabetlerle doldurma perspektifiyle sürdürülen korkunç yapılaşma, su havzalarının ve kentlerin akciğerleri olan ormanların sınırına dayanmaktadır. Zaten AKP’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığını 11 yaşından beri inşaatçı olmakla övünen birine teslim etmesinin kendisi bile, ormanların, su havzalarının feda edilerek kentlerin beton yığınına dönüştürülmesinde sınır tanınmayacağı anlamına gelmiyor mu? Emekçilerin barınma hakkını gasp eden burjuvazi, AKP hükümeti eliyle, çılgın projelerin konusu haline getirdiği, milyonlarca dolarlık kulelerle kentin siluetini, trafiğini, görselliğini, tarihini allak bullak ettiği
10
Aralık 2011 • sayı: 81
İstanbul’u da, “küresel marka haline getirmek” adı altında pazarlamanın telâşı içindedir. Bu arada yoksul emekçiler sanayiyle birlikte kent dışına sürülmekte, onlardan arındırılan arsalarla rant pastası alabildiğine büyütülmektedir. Sanayinin İstanbul dışına itilmesi, Tekirdağ, Çorlu, Kocaeli, Adapazarı gibi yerleşim yerlerindeki tarım arazilerinin, su kaynaklarının, ormanların talan edilmesiyle sonuçlanmakta, aynı plansız yapılaşma, çevre tahribatı ve çarpık kentleşme sorunları bu bölgeleri de esir almaktadır. Vatandaşlarının barınma sorununu güvenli, konforlu, insanın sosyal doğasıyla, yerleşim yerlerinin tarihsel ve kültürel dokusuyla ve çevreyle uyumlu konutlarla ve yaşam alanlarıyla çözme sorumluluğu olan devlet, kalem kalem vergileri toplarken tüm azametiyle boy gösteriyor, ancak toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeye gelince ortada görünmüyor. AKP hükümetinin ucuz konut sağlama adına konut siloları ürettirdiği TOKİ de, milyonlarca yoksul emekçinin ihtiyacını karşılamaktan alabildiğine uzak bir anlayışa sahiptir. Yukarıda saydığımız kriterlerin hiçbir şekilde yerine getirilmemesi bir yana, TOKİ’nin ürettiği projeler tümüyle ev sahipliği mantığı üzerine inşa edilmiştir. Yerel yönetimlerin ve TOKİ’nin hazine arazilerine yönelik konut inşa projelerinde kiralık konut uygulamasına yer verilmesi gündeme dahi alınmamıştır. Bu tür öneriler karşısında “devlet ev sahipliği mi yapsın” türünden çıkışların geleceğinden eminiz, ancak bu çıkışları yapması beklenenlerin “devlet müteahhitlik mi yapsın” şeklindeki itirazlarını nedense hiç duymuyoruz. Konut üretimini ve pazarlamasını son derece kârlı bir sektör haline getiren burjuvazi, bankaları, emlak şirketleri, inşaat firmaları ve bizzat devleti aracılığıyla, “herkesin ev sahibi olabileceği yanılsamasını” alabildiğine körüklemektedir. Oysa kapitalist sistemde “herkesin ev sahibi olması”, gerçekleşmesi olanaksız bir düştür. Kapitalizm engeli kaldırıldığında ise barınma sorununun çözümünün önünde herhangi bir maddi engel kalmayacaktır. Üretenin de yönetenin de emekçiler olduğu, kârı değil toplumsal ihtiyaçları esas alan bir sistemde, konut sorununun herkesin hayatı boyunca bir eve çakılı kalması şeklinde çözülmeyeceği de açıktır. Geleceğin sosyalist toplumunda, dünyanın farklı bölgelerini görmek, buralarda tatil yapmak için nasıl ev sahibi olmak gerekmeyecekse ve bu ihtiyaç kamusal barınma olanaklarıyla karşılanacaksa, insanların yaşamlarını sürdürdükleri konutlar da, oturanın kullanma hakkına sahip olduğu, her türlü ihtiyaçla uyumlu ve konforlu konutlar olacaktır. Bunun maddi olanakları bugünden fazlasıyla mevcuttur. Tek engel, bu olanakları tekelinde toplayan ve özel mülkiyet prangasıyla onlara ket vuran burjuvazi ve onun sömürü sistemidir. Milyarlarca emekçinin örgütlü ve birleşik bir güçle bu engeli ortadan kaldırması ise sanıldığından çok daha kolaydır. Yeter ki işçiler, emekçiler, ev sahibi olmak için harcadıkları umarsız çabanın küçük bir kısmını bu mücadeleye harcasınlar!
D
evlet, ezilen ve sömürülen çoğunluğun, azınlık durumundaki egemen sınıf tarafından baskı ve denetim altında tutulması için var olmuştur. Kapitalist sistemde egemen sınıfı oluşturan burjuvazi ise bu aygıtı çok daha yetkinleştirmiştir. Egemen sınıf pozisyonuna yükselen burjuvazi hapishaneleriyle, ordusuyla, polisiyle, yasalarıyla mevcut devleti tahkim etmiş ve iktidarını baki kılmak için işçi sınıfının devrimci mücadelesini engellemeye çalışmıştır. Değişen koşullara göre burjuvazi kimi zaman elindeki araçlarda birtakım güncellemeler yapmış, kimi zaman da baskı araçlarına yenilerini eklemiştir. Siyasi, ekonomik, toplumsal ilişkileri tarif eden yasalar kapitalizmi ayakta tutan araçlardan biridir. Her burjuva devlet ihtiyacına göre bu yasaları belirler, değiştirir, kaldırır veya yenilerini ekler. Ceza kanunu, iş kanunu, sendikalar kanunu, borçlar kanunu, terörle mücadele yasası vb. adlar altında sayısız yasa mevcuttur. Örneğin Türkiye’deki yasa sayısı 2011 yılı itibariyle 14 bine ulaşmış bulunuyor. Yasaların çokluğu sadece burjuva devletin bürokratik yapısından kaynaklanmamaktadır. Kitleleri denetim altında tutmak, düşünce ve eylemlerinin sınırlarını belirlemek ve kapitalist düzenin sınırlarını aşmasını engellemek amacıyla hemen her konuda yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Yasalara uymayanlar ise para veya hapis cezası ile cezalandırılırlar. Hatta bazı ülkelerde bazı yasaları çiğnemenin cezası ölümdür. Verilen cezaların önemli bir amacı da “suçu” işlemeyenleri de sindirmektir. Örneğin sadece poşulu olduğu için tutuklanan Cihan Kırmızıgül, hakkında hiçbir kanıt olmadığı halde “terörle mücadele” yasaları ve uygulamaları yüzünden iki yıldır ce-
Burjuvazi “Terörle Mücadele” Adı Altında Saldırıyor Suphi Koray 11
marksist tutum
zaevinde. Bu tip örnekler geniş kitlelerde derin bir korku oluşmasına sebep olmaktadır. Böylelikle, burjuva ideolojisiyle yoğrulmuş dimağların, sorgusuz sualsiz her denileni yapması, “başıma bir iş gelir” korkusuyla haksızlıklara karşı mücadeleden caydırılması hedeflenmektedir. Yasaların içeriğini belirleyen son tahlilde sınıflar arasındaki güç dengesidir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin seyrine göre yasalar daha demokratik veya anti-demokratik bir niteliğe bürünebilir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda, demokratik hak ve özgürlüklerin kaderi de burjuvazinin insafına kalır. İçinden geçmekte olduğumuz dönem gibi, kapitalizm derin bir krizin içerisinde debelenmekte ise, burjuvazi işçi sınıfının mücadelesini engellemek için saldırılarını hızlandırır. Bu saldırılarına kılıf uydurarak kitleleri kandırır. Bu kılıf son yıllarda “terörle mücadele” olmuştur. Marksist Tutum sayfalarında bu durum uzun zamandan beri yazılmaktadır: “Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan «terörle mücadele yasaları»nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı «terör» örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. «Uluslararası terör»ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, Ağustos 2005)
Türkiye’de “terörle mücadele” Uluslararası baskıların basıncı altında “demokratikleşiyoruz” görüntüsü vermek isteyen TC egemenleri, komünizm propagandası ve örgütlenmeye yasak getiren 141 ve 142. maddeleri kaldırdı. Ancak örgütlü sosyalist mücadeleye izin vermek istemeyen ve 12 Eylül faşist diktatörlüğünün ardından ilk kez belini doğrultmaya başlayan sosyalist hareketin önünü kesmeyi amaçlayan burjuva düzen, doğan boşluğu gidermek için, 1991 yılında, devrimci harekete dönük yasakları Terörle Mücadele Yasası (TMY) adı altında devam ettirdi. Bu yasaya dayanarak, 90’lı yılların ilk yarısında, yüzlerce devrimci yargısız infazlarla katledildi, işkencelerden geçirilip zindanlara tıkıldı. Sosyalist basın üzerinde terör estirildi, dergiler, kitaplar yasaklandı, dernekler kapatıldı… Ancak bu yasa sadece sosyalist hareketi hedef almıyor, aynı zamanda o yıllarda yükseliş içinde olan Kürt hareketini de hedef alıyordu. En temel demokratik talepler dahi bu kanun kapsamında suç addediliyor ve bu “suçları” işleyenler ağır cezalara çarptırılıyorlardı. Devletin uygula-
12
Aralık 2011 • sayı: 81
malarını eleştiren, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkan veya Kürt halkının mücadelesini destekleyen hemen her görüş “terör” adı altında suç kapsamına alınıyordu. İyi bilinen bir örnektir, İsmail Beşikçi Kürt sorunu üzerine yazdığı kitaplardan dolayı TMY ve TCK’ya göre defalarca yargılandı ve yaşamının 17 yılını hapiste geçirmek zorunda kaldı. Üstelik halen yargılanmaya devam ediyor. TMY’ye göre devlete karşı dillendirilen her düşünce, yapılan her eylem suç olarak kabul ediliyordu. Yasanın meşhur 8. maddesi şöyleydi: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılamaz. Yapanlar hakkında 1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve 100 milyon liradan 300 milyon liraya kadar ağır para cezası hükmolunur. Bu suç yayın yolu ile işlenirse, ayrıca sahipleri ile sorumlu müdürlerine para cezasının yarısı uygulanır ve 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası hükmolunur.” İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda, demokratik hak ve özgürlüklerin kaderi de burjuvazinin insafına kalır. İçinden geçmekte olduğumuz dönem gibi, kapitalizm derin bir krizin içerisinde debelenmekte ise, burjuvazi işçi sınıfının mücadelesini engellemek için saldırılarını hızlandırır. Bu saldırılarına kılıf uydurarak kitleleri kandırır. Bu kılıf son yıllarda “terörle mücadele” olmuştur. “Kürdistan” sözcüğünü kullanmak, Kürtçe şarkı söylemek, basın açıklaması yapmak veya katılmak bu madde uyarınca yargılanmak için yeterliydi. Dönemin Kürt ve sosyalist gazeteleri bu madde yüzünden ağır baskılara maruz kalıyordu. Gazete binaları basılıyor, çalışanlarına baskılar uygulanıyor, tutuklanıyordu. 1992 yılında yayın faaliyetine başlayan Özgür Gündem gazetesi yayında kaldığı iki yıl boyunca envai çeşit baskıya göğüs germek zorunda kaldı. Gazete için çalışan 20 kişi öldürüldü. 250 kadar çalışanı ise gözaltına alınıp tutuklandı. Gazete 1994’te fiilen yayınını durdurmak zorunda kaldı. Mecliste Kürtçe yemin eden DEP milletvekilleri de TMY’nin hışmına uğramışlardı. Önce dokunulmazlıkları kaldırılmış ve TMY’nin 5. maddesi ile hapis cezaları ağırlaştırılarak on yıl TC’nin zindanlarında yatmışlardı.
AKP hükümeti döneminde yasanın seyri AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren AB’ye uyum kapsamında birçok konuda yeni yasal düzenlemeler yapıldı. TMY de AB uyum yasaları çerçevesinde 2003 yılında elden geçirildi. Yasanın 8. maddesi “düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi” amacıyla yürürlükten kaldırıldı. 8. maddenin kaldırılması olumlu bir gelişme olarak görünse de gerçekte olumlu sonuçları olmadı. Bu madde kaldırılmış olmasına rağmen, HADEP’lilerin bu
sayı: 81 • Aralık 2011
maddeden dolayı aldıkları beş yıllık siyasi yasağın kaldırılması için yaptıkları başvuru Yargıtay tarafından reddedildi. Gerekçe ise şöyle açıklandı: “Anayasa Mahkemesi, bir partinin odak olmasına karar verirken serbestçe takdir edecektir. Mahkeme yasağı, sadece mahkûmiyetlere değil, «Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan propaganda yapmaya» dayandırmıştır. Gerçekte, fiilin konusu açıkça suç olmasa da, odağın oluşmasında değerlendirme konusu olabilir.” Yasa değişmiş olmasına rağmen Yargıtay, “serbestçe takdir edip” yaptıkları suç olmasa da 45 HADEP’linin iptal başvurusunu reddetmiştir. 8. maddenin kaldırılması “düşünce ve ifade özgürlüğü” getirmedi. Çünkü düzen güçleri, sistemin işleyişini sağlayacak başka araçları devreye soktular. Daha yasal değişiklik yapılmadan önce zaten dönemin Adalet Bakanı Çiçek bunu açıklamıştı. Çiçek, “Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi kaldırılıyor mu?” sorusuna, “Evet, bizim taslakta kaldırılıyor. Türk Ceza Kanunu’nda bunu karşılayabilecek 312. madde var.” diye yanıt vermişti. Yasal değişiklikten sonra tam da Çiçek’in dediği oldu. TMY’nin 8. maddesinin yerini önce TCK’nın 159. maddesi, sonrasında ise yeni TCK’nın 301. maddesi aldı. Bu yasalar yüzünden çok sayıda devrimci, Kürt, ilerici aydın yargılandı. TMY’de yapılan değişiklikler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Demokratikleşme adına yapılan değişikliklerden sonra, yasada daha kapsamlı değişiklikler 2006 yılında yapıldı. Bu dönem AB süreci nedeniyle yaşanılan kısmi demokratikleşmenin yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemde hem Kürt hareketine hem sosyalist harekete yönelik operasyon ve baskılar arttı. Gazete binaları, radyolar, sendika ve dernekler basıldı, devrimciler gözaltına alındı. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen bu uygulamaların dayanağını ise sözümona demokratikleşme adına çıkartılan yeni TMY ve TCK oluşturuyordu. 2006 yılında çıkarılan ve halen yürürlükte olan TMY, eskisine rahmet okutur cinsten. Kaldırılan 8. madde geri getirildi. 7. maddeye göre “Terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.” Eski 8. maddeye göre suç kabul edilen fiiller için 3 yıla kadar hapis cezası verilirken, yeni haliyle bu fiillere 7,5 yıla kadar hapis cezası verilebiliyor. Buna göre “terör örgütü propagandası” burjuva yargıç ve savcıların keyfine kaldığı için, herhangi bir basın açıklaması, yazı veya konuşma, hatta şarkı dahi “terör” kapsamına alınıp cezalandırılabiliyor. Örneğin “Kürdistan” kelimesini kullanmak, “Q, W, X” harflerini kullanmak terör propagandası olarak değer-
marksist tutum
lendirilebiliyor. TİHV’nin verilerine göre TCK, TMY ve benzeri yasalardan dolayı yargılananların sayısı 2008’de 308 iken, bu sayı 2009’da 634’e çıkmıştır. 2009’da TMY ile yargılanan 164 kişiye 358 yıl hapis cezası verildi. Bu rakamlar Türkiye burjuvazisinin Kürtlere ve devrimcilere olan saldırılarını arttırdığının ifadesidir. Ayrıca “toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün tamamen veya kısmen kapatılması” ve “örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması” da “terör” kapsamında değerlendirilmektedir. Yani mitinglerde yüzlerini kapatan veya slogan atanlar bu yasaya göre beş yıl hapis cezasına çarptırılabilir. Nitekim bu yasalar, Kürtlerin ve devrimcilerin lehine olan temel demokratik haklar gibi kâğıt üstünde kalmamaktadır. Yasa taş attıkları gerekçesiyle çocukların dahi yıllarca cezaevinde kalmalarına sebep oluyordu. Kurşun sıkan, gaz bombaları atan, katleden kolluk güçlerine taş atarak karşılık veren Kürt çocukları devletin gazabına uğruyordu. Yüzlerce Kürt çocuğu TMY uyarınca ağır ceza mahkemelerinde yargılanıp tutuklandı. 2006-2010 yılları arasında dört bine yakın çocuk gözaltına alındı ya da 2 ilâ 4 yıl arasında cezaevinde kaldı. Kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine çocukların “terörle mücadele” yasası kapsamında yargılanmalarını engelleyen düzenleme yapıldı. Ancak bu düzenlemeden sonra da yüzlerce Kürt çocuk gözaltına alındı. TMY’nin asıl hedefinin Kürt ulusal hareketi ve devrimci hareket olduğu açık. Sayısız Kürt siyasetçisi ve sosyalist “terörle mücadele” adı altında yargılandı, yargılanıyor, cezalandırılıyor. Ancak iş sadece yargılanma ve hapis cezası ile sınırlı kalmıyor. Anayasa mahkemesinin 1999’da iptal ettiği TMY’nin polislere infaz yetkisi veren maddesi daha ağır bir şekilde geri getirildi: “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda «teslim ol» emrine itaat edilmemesi veya silah kullanmaya teşebbüs edilmesi ha-
13
marksist tutum
linde kolluk görevlileri, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler.” Ancak görünen o ki bu sınırsız infaz yetkisi bile devletin kolluk güçlerine yetersiz gelmektedir. Adana emniyet müdürü geçtiğimiz günlerde Molotof kokteylinin hukukta isminin değiştirilerek “likit bomba” olmasını önerdi ve “Molotof kokteyli atanlara gerektiğinde silah kullanılmalı ve gösterici o an vurulmalı” şeklinde bir açıklama yaptı. Nitekim bu ulumalar bir mahkeme tarafından derhal dikkate alınmış ve süren bir davada Molotof kokteyli bomba olarak kabul edilip yargılananlara bu doğrultuda ağırlaştırılmış hapis cezası verilmiştir. Mahkeme ayrıca bu konuda bir yasal düzenleme yapılması gerektiğini de belirterek parlamentoya akıl vermeye soyunmuştur. Tüm bunları sadece faşizan bozuk kafaların ürünü olarak görüp geçiştirmek doğru değildir. Hem ulusal hem uluslararası koşullar nedeniyle burjuvazi, yasalarıyla, kurumlarıyla, yöneticileriyle devleti elden geçirmekte ve savaşa hazırlık yapmaktadır. Üstelik bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir: “Burjuvazi dünya ölçeğinde şiddetli bir sınıf mücadelesine hazırlanmakta ve işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırma yolunda tedbirler almaktadır. Evet, bu anlamda tüm dünyada polis devleti uygulamaları yaygınlaşmaktadır. Bunun en belirgin tezahürü de «terörle mücadele» bahanesiyle çıkarılan sözde anti-terör yasaları ve bu temelde geliştirilen uygulamalardır. Bu tür yasa ve uygulamalarla çeşitli demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmakta ve demokrasinin beşiği diye tanıtılan Avrupa ülkelerinde bile geçmişin büyük mücadeleleriyle elde edilmiş kazanımları hızla aşındırılmaktadır.” (Levent Toprak, “İkinci Cumhuriyet” Tartışmaları, Ekim 2011) “Terörle mücadele” yasaları 11 Eylül’den sonra tüm dünyada demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamak için yoğun bir biçimde yürürlüğe sokuldu. ABD yarattığı “uluslararası terörizm” heyulası ile emperyalist paylaşım
14
Aralık 2011 • sayı: 81
savaşını haklı göstermeye çalıştı. Daha önce geçiremediği “terörle mücadele” yasalarını bir çırpıda meclisten geçirdi. 11 Eylül’den sonra çıkartılan “Patriot Act” (“Yurtseverlik Yasası”) adlı yasa ile “rüyalar ve özgürlükler ülkesi” ABD’nin gerçek yüzü de açığa çıkmış oldu. Bu yasayla demokratik haklar kuşa çevrildi. Polisin yetkileri arttırıldı, sanıkların ve gözaltındakilerin hakları kısıtlandı, fişleme yasal hale getirildi, “terör” şüphelileri için idam kararı bile verebilecek özel askeri mahkemeler kuruldu. Siyasi ve sosyal amaçlarla hükümete karşı eylem gerçekleştirmek, hatta eylem hazırlığı yapmak dahi bu yasaya göre terör eylemi kapsamında değerlendirilmektedir. Benzer yasalar Avrupa ülkelerinde de devreye sokuldu. 27 Aralık 2001 tarihinde AB Konseyi “Terörle Mücadeleye İlişkin Özel Önlemlerin Uygulanmasına Dair Ortak Tutum” adlı kararı aldı. Burada terör tanımı şöyle yapılmaktadır: “Kamuyu ya da uluslararası kuruluşları ve bir ülke ya da uluslararası kuruluşun temel siyasal ve anayasal yapıları ile ekonomik sistemini zarara sokacak biçimde; adam öldürme, rehin alma, kamu ya da hükümet birimlerinde kitlesel yıkım yapma, ulaşım, iletişim sistemlerinde zarar yaratan veya özel ve kamu alanlarında insan yaşamını ve ekonomik faaliyetleri tehlikeye atma, biyolojik, kimyasal, nükleer silahlar ile ateşli ve patlayıcı silah üretme, bunları taşıma ve mali destek sağlama eylemleri terör olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu eyleme katılan, katılanlara yardım eden, bu kişileri doğrudan ya da dolaylı biçimde denetleyen kişi, kuruluş ve birimler de terörist olarak kabul edilmektedir.” Buna göre kapitalizmin yarattığı sefalete, işsizliğe, eşitsizliğe dur demek için başlatılan “işgal et” hareketi bir terör eylemidir. İşçilerin emperyalizmin kurumlarını “zarara sokacak biçimde” çalışamaz hale getirmesi veya grev yaparak ekonomik faaliyetleri tehlikeye atması terör eylemi, bunları yapan işçiler ise terörist olarak tanımlanmaktadır. Açıktır ki hedef, başta devrimci işçi sınıfı olmak üzere her türlü düzen veya rejim karşıtı örgütlü hareketlerdir. “Terörle mücadele” yasasının varlığı işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin önünde büyük bir engeldir. Burjuvazi daha da şiddetlenecek olan sınıf mücadelesine hazırlanmakta, işçi sınıfının kolunu kanadını kırarak güçlü bir pozisyon elde etmeye çalışmaktadır. TMY ve benzeri yasaların kaldırılması için işçi sınıfının mücadele etmesi ve burjuvazinin saldırılarına karşı hazırlık yapması, örgütlenmesi gerekiyor. Aksi takdirde “terörle mücadele” adı altında tüm dünyada emperyalist sistemin terörü daha da yoğunlaşacaktır.
Sosyalistler ve İşçi Sınıfı Arasındaki Güven Bunalımı /2 Kerem Dağlı
Türkiye sosyalist hareketinin karakterini belirleyen tarihsel faktörler Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel arka planının oluşturduğu temel o denli belirleyici olmuştur ki, aradan onyıllar geçmesine rağmen bu durum sosyalist hareketi kötürüm bırakmaya devam etmiş ve hareketin proleter bir sınıf temeline oturmasını büyük oranda engellemiştir. Türkiye’de 50’li yıllara kadar modern anlamda sanayiden ve gelişmiş bir işçi sınıfından bahsetmek olanaklı değildir, fakat sosyalist hareketin ilk oluşum dönemi olması bakımından bu döneme kısaca değinmek faydalı olacaktır. Çünkü sosyalist harekette halen devam eden yanlışların temelleri bu dönemde atılmıştır. Öncelikle şunu tespit edelim: Türkiye sosyalist hareketinin oluşum döneminde işçi sınıfının cılızlığı bu hareketin proleter sınıf temeli kazanmasının önünde nesnel bir bariyer oluşturmuş ve hareket daha emekleme aşamasında Stalinizmin mutlak egemenliği altına girerek sakatlanmıştır. Stalinist temellerdeki bu sakatlanma Kemalist rejime yönelik yanlış tahlilleri de beraberinde getirmiştir. Bu tarihi ve vahim yanlışın sonuçları ve sonuçlarla iç içe geçen sebepleri ise tüm sosyalist harekete damgasını vuracak kadar ciddi olmuştur. Örneğin burjuva cumhuriyetin başlangıcındaki Kürt isyanlarına karşı Kemalist rejimin yanında yer alınmasında, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin “ilerici” sayılıp kutsanmasında, Kemalizmin belkemiği olan ordunun “devrimin dinamik ve zinde gücü” olarak görülmesinde bu eksikliğin-yanlışın rolü büyüktür. Oysa gerçekte Kemalist önderlik açısından durum oldukça netti. Gayet oportünist bir biçimde İngiliz emperyalizmi ile ilişkilere paralel olarak Sovyetler’e yakınlaşılıp uzaklaşılıyor, bu minvalde de sosya-
Sosyalist hareket ciddi bir sorgulamanın içine girerek bünyesindeki Stalinizm ve Kemalizm kalıntılarından kurtulmadan, işçi sınıfıyla yeni ve kalıcı bağlar kuracak adımlar atmadan, önümüzdeki süreçte karşılaşılacak zorluklara ve fırsatlara gereken yanıtı verecek hazırlığı yapamayacaktır. Dünya yeni bir toplumsal bunalımın içine girmiş durumdadır. Burjuvazi bunalımı aşabilmek için işçi sınıfına yönelik saldırıları alabildiğine sürdürmekte, emperyalist savaşın alevlerini yaymaktadır. “Demokrasinin beşiği” Avrupa’da faşist akımlar güçlenmekte ve istisnasız tüm kapitalist ülkelerde olağanüstü rejimleri andıran baskıcı uygulamalar artmaktadır. Ve tüm bunlara işçi-emekçi sınıfların isyanları, ayaklanmaları, ardı arkası kesilmeyen protesto ve öfke dalgaları eşlik etmektedir. Tarih defalarca göstermiştir ki, işçi sınıfının bu yeni uyanışına ancak gerçekten hazır olanlar önderlik edebilecek ve sınıfın muazzam enerjisini sosyalist devrim hedefine kanalize edebilecektir.
15
marksist tutum
list harekete kısmi bir tolerans gösteriliyor veya kafası eziliyordu. Çok kısa bir süreliğine komünistlere müsamahalı davranan Mustafa Kemal, ardından Londra konferansında İngiltere ile uzlaşma olasılığı belirir belirmez Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katlettirmiş, sonra SSCB’yle dostluk anlaşması imzalanınca THİF’in (Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası) kuruluşuna izin vermiş, ardından Lozan zamanı tekrar baskıyı arttırmıştır. 20’lerin ortalarından itibaren Stalinizmin etkisi apaçık belirgin hale gelmiştir. Stalinist ideolojinin etkisindeki sosyalist kadrolar, yine Stalinist Komintern’in yönlendirmesiyle adeta Kemalizmin kucağına itilmişlerdir. Kemalist burjuva rejime yönelik eleştirilerin önü Stalinist Komintern ve SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) tarafından kesilmiş, nihayetinde iş TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi) “desantralizasyon” kararıyla dağıtılmasına kadar vardırılmıştır. Bu karar, Stalinist bürokrasinin genç TC ile kurduğu dostane ilişkilerin bozulmaması amacıyla alınmış, teorik kılıfı da, Komintern’in 1935 yılındaki 7. kongresinde benimsediği sınıf işbirlikçi “faşizme karşı birleşik cephe” formülasyonu olmuştur. Daha sonra TKP genel sekreteri olan Zeki Baştımar, Komintern’de, “o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak desteklenmesine, partiye bağlı gizli işçi sendikalarının ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatının lağvedilerek üyelerinin legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmesine karar verildiğini” söyler.* Başlangıçta Stalinizmin bu tasfiye politikasına karşı TKP içinden bazı itirazlar olmuşsa da, genel olarak Türkiyeli sosyalistlerin Stalinist tahrifat okuluna girmeleri ve bu fikirleri benimsemeleri çok zor olmamıştır. Kemalizmin tepeden ve halkın istemlerini hiçe sayan, hatta kimi direnişleri ezen “devrim”leri ilericilik adına desteklenmiştir. Açıktır ki, 1940’lara kadar TKP’nin yönetici kadrolarında “Kemalist rejimi ileriye itebilme” umudu muhafaza edilmiş ve çalışmaların ana ekseni bu anlayışa göre oluşturulmuştur, ki bu da Stalinist Komintern’in TKP’ye çizdiği perspektifle tamamen uyumludur. Oysa aynı dönemde, CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında ezilen emekçi halk açısından durum farklıydı. Emekçi halk kitleleri Kemalist rejimin ağır baskısını ve sömürüsünü iliklerine kadar hissediyordu. Bir yandan Osmanlı’yı bile aratan ağır vergiler altında inim inim inliyor, öte yandan da gecikmiş kapitalistleşmenin bedeli olan sanayileşme hamlelerinin faturasını ödemek zorunda bırakılıyordu. Kapitalist dünyanın içinde bulunduğu ekonomik kriz de bu yükü ağırlaştırıyor, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarında ciddi bir gerileme yaşanıyor, büyük şehirlerde ardarda grevler patlak veriyordu. CHP ise grevleri yasaklayan kanunlar çıkartıyor, grevci işçileri ağır hapis cezalarına çarptırıyor, işçilerin kurmaya başladığı örgütlerin kontrolünü ele geçirmeye uğraşıyordu. Avrupa’da yükselen
16
Aralık 2011 • sayı: 81
faşizmden ziyadesiyle etkilenen CHP’li yöneticiler faşizan politikaları ardı ardına hayata geçiriyor, milliyetçiliği ve anti-komünizmi alabildiğine körüklüyor, “komünizm propagandası”nı yasaklıyorlardı. 1950 dönemecinde iktidara gelen ve başlangıçta daha liberal bir politik hat güden Demokrat Parti (DP) döneminde de durum pek değişmemiştir. Genel hatlarıyla 60’lara kadar devam eden süreçte Türkiye sosyalist hareketi, devlet tarafından son derece ağır baskılara maruz bırakılmış ve gerek bu yasakçı uygulamaların gerekse de geç kapitalistleşmenin sonucu olan yetersiz sanayileşme ve proleterleşme nedeniyle, işçi sınıfıyla ciddi anlamda bir bağ kuramamıştır. Sosyalist hareket maruz kaldığı bu ağır baskılar nedeniyle örgütsel varlığını koruyamamıştır. Bunun en önemli sonucu ise, 60’lardan itibaren hareketlenmeye başlayan süreçte ortaya çıkan yeni nesil devrimcilerin ve sosyalistlerin, geçmişin deneyimlerinden ve derslerinden mahrum kalması, kendilerine doğru yolu gösterecek bir önderlik bulunmadığı için bir anlamda her şeyi sıfırdan ve el yordamıyla öğrenmek zorunda kalmalarıdır.
Sınıf temeline oturamayan sosyalist hareket Demokrat Partinin iktidara geldiği 50’li yıllardan itibaren, “anti-komünizm” diye kodlanan “Soğuk Savaş” politikası çerçevesinde, burjuva devletin sosyalist harekete karşı baskıları daha da artmıştır. Bu süreç aynı zamanda emperyalist hiyerarşinin başına geçen ABD’nin bu antikomünist çizgiyi tüm kapitalist ülkelerde bizzat kendi uzmanları ve ajanlarıyla ördüğü, kontr-gerilla örgütlenmelerini oluşturduğu ve sosyalist harekete yönelik karşıdevrimci bir saldırıyı “Doğu Bloku” rejimleri yıkılana kadar devam ettirdiği bir süreçtir. Diğer yandan Türkiye kapitalizmi 50’lerden itibaren kapitalist sanayileşme sürecine girmiş ve emperyalizmle bütünleşmeye başlamış, ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist kamptaki yerini almıştı. Ancak bu geçiş DP’nin hükümet ettiği sürece denk geldiği ve CHP de muhalefetini yürütürken popülist-halkçı bir söylem kullanmaya başladığı için, sosyalistlerin Kemalizmle ilgili yanlış kavrayışları daha da pekişti. 27 Mayıs askeri darbesi sosyalistler tarafından olumlu bir şekilde karşılandı, çünkü solun algısı 1920’lerde takılı kalmıştı. Solun gözünde 27 Mayıs’ı gerçekleştiren “genç subaylar” 2. Kuvva-i Milliye hareketinin yürütücüleriydiler. Onlara göre, 20’lerin İngiliz emperyalizminin yerini Amerikan emperyalizmi, eskinin işbirlikçi Damat Ferit hükümetinin yerini DP (ve sonradan AP) hükümetleri almıştı. Bu algı bozukluğu nedeniyle 27 Mayıs darbesi “ikinci Kurtuluş Savaşı” olarak karşılandı. Darbe sonrasında yapılan anayasada yer alan kimi görece demokratik hükümler de bu algıyı kuvvetlendirdi. O kadar ki, 1961’de kurulan TİP binalarını Mustafa Kemal’in posterleri süslüyor, onun “bizi mahvetmek is-
sayı: 81 • Aralık 2011
teyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” şeklindeki sözleri şiar ediniliyordu. Daha ileriki tarihlerde Deniz Gezmişler ve Mahir Çayanlar da mücadelelerini “27 Mayıs’ın başlattığı Kemalist devrimi tamamlamak” söylemine dayandıracaklardı. Sosyalistlerin hafızası adeta kaybolmuş, Kemalistlerin Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurttuğu, komünistleri işkencelerden geçirip hapislerde çürüttüğü, partilerini yasakladığı, devletçilik adı altında işçi sınıfını amansızca sömürdüğü, ezilen halklara nasıl insafsızca zulmettiği bir anda unutulmuştu. Oysa ne Kemalist CHP’nin ne de Amerikancı DP’nin ve onun takipçisi AP’nin (Adalet Partisi) özde birbirinden farkı vardı, sonuçta hepsi de burjuva siyasi partileriydiler ve amaçları burjuva düzeni korumak ve sermayenin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmaktı. 27 Mayıs darbesinden sonra, sınıf hareketinin gelişmesinin önünü açan kısmi hakların verilmesinin sebebi de Kemalistlerin ve CHP’nin ilericiliği-solculuğu değil; sınıf hareketinin ulaştığı düzey, sanayi burjuvazisinin ihtiyaçları, uluslararası alanda yaşanan liberal yönelimler ve darbecilerin kendilerine toplumsal destek yaratma çabalarıydı. Zaten verilen her hakkın bir aması, tanınan her özgürlüğün bir koşulu vardı. Kâğıt üstünde işçilere tanınan haklarda fiilen pek çok zorluk çıkartılıyordu. Grev hakkının kullanılması bunlardan biriydi. Burjuvazinin sınıf hareketini kontrol altında tutmak için kurdurduğu ve Amerikan tipi, devlet güdümlü sendikacılığı Türkiye’ye sokmakta kullandığı Türk-İş, çoğu zaman “kanunsuzdur, komünistlerin parmağı vardır” diyerek grevleri sabote etmeye çalışıyordu. Amerikan emperyalizminin tüm dünyada yürüttüğü anti-komünizm propagandasıyla da uyumlu biçimde AP hükümeti, bir yandan milliyetçiliği körükleyerek diğer yandan da halkın dini duygularını kışkırtarak sosyalistlere karşı adeta bir kampanya başlatacaktı. İslamcı ve faşist unsurlar da bu kampanyanın aktif yürütücüleri arasında yer alacak, böylece AP hükümeti zaten Kemalizmle çelişkisi bulunan muhafazakâr kesimleri halkın gözünde Kemalistlerle ve devletçilikle özdeşleşmiş bulunan sosyalistlere karşı kullanabilecekti. Burjuvazinin bu politika sonucu bir taşla iki kuş vurduğunu söylemek yanlış olmaz. Hem halk kitlelerinin dini duyguları sömürülerek sosyalistler gözden düşürülüyor, hem de sol hareket içinde işçiemekçi kitlelerin dini duygularına karşı yanlış temellerde bir tepki oluşması sağlanarak araya nifak sokulmuş olunuyordu. Sosyalistler, burjuvazinin harekete geçirdiği saldırgan İslamcılık ve faşizm ile yoksul kitlelerin dindarlığı ve muhafazakârlığı arasındaki farkı doğru dürüst algılayama-
marksist tutum
dılar. Bunun sonucunda da Anadolu’nun yoksul emekçi kitleleri ve hatta Kürt köylüleri, çoğu devlet destekli İslamcı cemaatlerin ve tarikatların eline terk edilmiş oldular. TİP’in 1965 seçimlerinde önemli bir başarı elde etmesi ve ardından DİSK’in kurulmasıyla birlikte sınıf hareketinin gelişmesinden iyice ürken burjuvazi, sosyalist hareketi marjinalize edebilmek ve sınıf hareketinin yükselişini engelleyebilmek için, 12 Eylül 1980’e kadar devlet baskısını ve faşist terörü dozunu arttırarak kullanmıştır. Sonuç itibarıyla bakıldığında da amacına ulaşmıştır. Burjuvazinin bu uzun vadeli ve planlı politikasının boşa çıkartılamamasında, sosyalistlerin eski zaaflarına eklenen ve onlardan beslenen yenileri de son derece etkili olmuştur. Bu bağlamda ele almamız gereken ilk örnek TİP’tir. TİP, sosyalist hareketin kitleselleşmesi bakımından ilk örnektir. Sosyalistler 20’lerden bu yana ilk kez TİP sayesinde işçi sınıfının kitlesiyle buluşma olanağı bulmuşlardı. İlk kez TİP sayesinde sosyalizm fikri Türkiye’de sıradan insanların günlük hayatına girebilmişti. Ancak tüm bu olumlu etkilerine rağmen TİP, nihayetinde burjuva sosyalizmini savunan bir partiydi. 1964’te yayınladığı programında yer alan ifadelerden de anlaşılacağı gibi, ne Stalinizmin ve Kemalizmin etkisinden bağışıktı ne de yükselen sınıf mücadelesini devrimci bir kanala akıtacak yönelime sahipti. İşçi ve emekçilerin seçimlerde TİP’e oy vererek iktidara gelebileceğini iddia ediyor, sosyalizmin de bu iktidar altında “kapitalist olmayan kalkınma yolu” izlenerek, yani planlı bir devletçilikle mümkün olacağını, böylece “Atatürk’ün milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleriyle anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirileceği”ni savunuyordu. Zaten TİP’in programı, SBKP’nin tüm ülkelerdeki komünist partilere dayattığı ve sosyalist devrimi belirsiz bir süreliğine rafa kaldıran aşamacı “anti-emperyalist ve demokratik” devrime, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”
17
marksist tutum
Aralık 2011 • sayı: 81
stratejisine ve emperyalizmle uzlaşmak anlamına gelip nice Solun büyük bir kesimi 12 Mart’ı “sol bir darbe” beklendevrimlerin boğulmasına kılıf olan “barış içinde bir arada tisiyle karşıladı. Ancak darbenin ardından gelen yoğun yaşama” politikasına da uygundu. Üstelik bu program, AP baskılar gerçekliğin farklı olduğunu kısa sürede gösterdi. hükümetine karşı yoğun bir muhalefet yürüten CHP’nin 12 Mart darbesi devrimci yükselişin önünü kesememiş, ve onun etkisindeki bürokrasinin arasında esmekte olan kısa bir duraklamaya sebep olmuştur. Bu anlamda bursözde anti-Amerikancı rüzgârdan da fazlasıyla besleniyorjuvazi darbeden istediği sonucu alamamıştır. Fakat 12 du. Devletin has partisi CHP’nin ve Kemalistlerin söyleMart’ın sol üzerinde çok daha farklı ve önemli etkileri mine yerleşen bu anti-Amerikancı milliyetçilik, sosyalistvardır. Her şeyden önce yaşanan kısa duraklama aynı zalerin “yurtsever”liğine de toplumsal bir meşruiyet zemini manda bir sorgulama sürecine dönüşmüştür. “Devrimin hazırlıyor, hatta bazılarının devlet katındaki kimi sivil ve öncüsü kim olacak” tartışması, “devrimin zinde gücü orasker bürokrat takımında kendilerine karşı uyanan sempaduyla el ele vermek” anlayışı önemli oranda sona ermiştir. tiden faydalanarak “sol darbe” hesapları yapmalarına vesile Devrimci hareket içindeki ayrışmalar daha da netleşmiş oluyordu. Sosyalist hareket, işte bu ortamda parlamentove tartışmalar “devrim stratejileri”ne odaklanmaya başlaculukla darbecilik arasında salınmaya başladı ve işçi sınımıştır. Devrim stratejileri silahlı-silahsız, kırdan-kentten, fından uzaklaşmasının bedelini de ağır biçimde ödedi. işçici-köylücü, Sovyetçi-Çinci vb. ayrımlarla tartışılıyor İşçi sınıfı Türkiye’nin tarihinde ilk kez toplumsal düzeve örgütler bu temelde adeta yeniden yapılanıyor, yeni ni değiştirmeye aday bir dinamik olarak politika sahnesine örgütlenmeler ortaya çıkıyordu. Ancak bu sorgulama ve çıkarken ve burjuvazi de yaklaşan bu tehlikeye karşı ciddi hesaplaşmalar gerçekten Marksist bir ideolojik-politik hazırlıklara girişmişken sosyalistler, işçi sınıfının yükselen hattın ortaya konmasına yetecek düzeyde değildi. Çünkü mücadelesini devrimci kanallara akıtacak ve iktidarı alasorgulamalar son derece yüzeysel olmuş, ayrımlar ise tali cak bir perspektiften, örgütlülükten ve hazırlıktan yokkonular üzerinden şekillenmiştir. Bir yanda TİP ve benzesundular. TİP’in fiilen dağılmasıyla sonlanacak tartışmalar ri parlamentarist-legalist akımlar güç kaybederek sürmüş, bu durumu açıkça ele vermekteydi. TİP’in genel başkanı küçük-burjuva radikal gruplar çeşitlenerek ve nicelik olaAybar’ın başını çektiği kanat parlamentarist-reformist rak zenginleşerek güçlenmiş, bunlara Stalinist-reformist bir anlayışla partinin seçimler yoluyla iktidara geleceğini çizgideki TKP’nin atılımı ve DİSK üzerinden sınıf haresavunurken, Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi ve çevreketinde hegemon konuma gelmesi eşlik etmiştir. sinde kümelenmiş aydınlar ise sol Kemalist bir yaklaşımla toplumsal muhalefetin temel dinamiği olarak orduyu göDevrimci sınıf iktidarı perspektifinin yokluğu rüyorlardı. Ordunun ve devlet bürokrasisinin kazanılarak bir darbeyle iktidara gelinebileceğini iddia ediyorlardı. 12 Mart darbesinin devrimci hareketin yükselişini durMihri Belli’nin MDD (milli demokratik devrim) anlayıduramadığını gören burjuvazi, bir başka taktiği kullanmaşı da ikinciden çok farklı değildi. Diğer taraftan, MDD’yi ya karar vermiştir, “sol gösterip sağ vurmak”. Burjuvazinin benimseyen ve büyük ölçüde TİP’in reformizmine ve pasiEcevitli CHP hükümetiyle denediği bu taktik, bugünlerfizmine bir tepki olarak ortaya çıkmış bulunan, esas olarak de Chavez gibi burjuva sol liderlere sempatiyle yaklaşan devrimci üniversite gençliğinin içinde yer aldığı ve hareketin radikalleşmesi gerektiğini, iktidarın ancak gerilla savaşı ve benzer yöntemlerle ele geçirilebileceğini savunan akımlar da ortaya çıkacaktı. Sosyalist devrim ve milli demokratik devrim kavramlarıyla öne çıkan bu iki eğilimin birbiriyle hem ortak hem de farklı yönleri bulunuyordu. Fakat siyasal taktik, örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzları bakımından ciddi farklılıklar olsa da, ideolojik-teorik bakımdan aslında sanıldığı kadar büyük farklılıklar yoktu. Hemen hepsi de gerçekte Stalinizmin icat ettiği devletçi ulusal bir sosyalizm anlayışına sahipti. Yani hiçbirinde kelimenin gerçek anlamında işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmak anlayışı bulunmuyordu. Bu sürecin ardından gelen 12 Mart 1971 1970’lerdeki Ecevit hükümetleri sayesinde burjuvazi solu darbesi karşısında solun tutumu, tıpkı 27 dizginlemeyi başarmıştır. Ve sosyalist hareket maalesef bu Mayıs’ta olduğu gibi son derece yanlış oldu. taktiğe karşı gerekli uyanıklığı gösterememiştir.
18
sayı: 81 • Aralık 2011
sosyalistler için öğretici derslerle doludur. Bugünün CHP’sinin, AKP karşısında aldığı yenilginin ardından, Kılıçdaroğlu’nu başa getirip solu yedeğine almaya yönelik bir söylem geliştirmeye çalışması da aynı taktiğin tekrarıdır. Daha doğrusu, Ecevit dönemiyle birlikte “sol” bir hüviyet kazanan CHP’nin bazı klasik söylemlerinin tekrar parlatılması söz konusudur. CHP’yi ilerici görmenin arka planında geçmişten bugüne devam eden Kemalist önyargılar mevcuttur. Dolayısıyla Ecevit döneminde sosyalistlerin düştüğü yanlışlar bugüne ışık tutmakta ve burjuvazi içi kapışmada statükocu-Kemalist kanadın kuyruğuna takılan solun ibretlik durumunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu cenahta sayılabilecek sol partilerin/çevrelerin lafa gelince CHP’yi eleştirmesi ve fakat pratikte CHP’nin ortaya koyduğu politikaları ya da onunla aynı kapıya çıkan politikaları izlemeleri manidardır. 1970’lerdeki Ecevit hükümetleri sayesinde burjuvazi solu dizginlemeyi başarmıştır. Ve sosyalist hareket maalesef bu taktiğe karşı gerekli uyanıklığı gösterememiştir. CHP asla sol bir parti olmadığı gibi, asıl amacının sosyalist hareketin önünü kesmek olduğu da bizzat CHP liderleri İnönü ve Ecevit tarafından dile getirilmiştir. Ama buna rağmen soldan gelen sempati ve destek sayesinde CHP 70’li yıllardaki seçimlerden hep birinci parti olarak çıkmış ve muhalif kesimlerin oylarını (büyük şehirlerdeki işçi sınıfı, varoşlar, Kürt illeri vs.) toplamıştır. Bu desteğin boyutu “anti-emperyalizm ve Yunanistan’daki faşist cuntaya karşı savaşılması” gerekçesiyle Kıbrıs harekâtını desteklemeye kadar varmıştır ki, bu örnek bile yükselen işçi ve sosyalist hareketi içinde (Stalinizm ve Kemalizmden beslenen) küçük-burjuva milliyetçiliğinin ne kadar köklü olduğunun bir göstergesidir. Oysa Ecevit iktidarı işçi sınıfının hiçbir derdine derman olmadığı gibi, faşist hareketin yükselişini de, bizzat devletin organize ettiği kontr-gerilla terörünü de engelleyememiştir. Sosyalistlerin ve devrimcilerin faşist teröre karşı mücadelesi yetersiz kalmış, TİP, TKP, TSİP gibi akımların pasifizmi de bunda etkili olmuştur. Tam da ihtiyaç duyulan bir dönemde işçi ve emekçilerin öz-savunma güçlerinin oluşturulması gibi hayati önlemler alınmamış, faşizme karşı mücadele ağırlıklı olarak küçük-burjuva radikal örgütlere kalmıştır. 1974-1980 arasındaki devrimci ve kitlesel yükseliş döneminde, istisnasız tüm sosyalist örgütler gerçekte birbirinden çok da farklı olmayan ideolojik temellere dayalı yanlış devrim stratejileri geliştirmişler ve bunun bedelini de ağır biçimde ödemişlerdir. 12 Eylül askeri-faşist darbesinin neredeyse hiçbir karşı koyuş olmadan başarıya ulaşmış olması bunun en bariz kanıtıdır. Solun geniş kesimleri, sermayenin işçi sınıfına yönelik artan saldırılarına
marksist tutum
gereken cevapları vermekten uzaktı. Proleter sınıf temeli olmayan sosyalist örgütler, ki çoğunluğu oluşturuyorlardı, faaliyetlerini genel demokratik talepler ve faşizme karşı direnişle sınırlamışlardı. 1975 itibariyle DİSK içinde etkin olmaya başlayan TKP de, reformist çizgisi nedeniyle işçi sınıfını gerçek anlamda iktidar hedefine götüren devrimci bir mücadele çizgisine sokmadı. Oysaki özellikle 1975’ten itibaren giderek militanlaşan bir mücadele hattı DİSK üyesi işçilerde hâkim olmaya başlamıştı ve bu durum DİSK üyesi olmayan işçileri de mücadeleye çekiyordu. 1976 1 Mayıs’ı, DGM direnişi, Profilo direnişi ve nihayet 1977 1 Mayıs’ı, Maden-İş’in MESS grevleri vb. eylemler bu bağlamda önemli örnekler olarak sayılabilir. Hal böyle olunca da burjuvazi oluşturduğu planı adım adım hayata geçirmekte hiç zorlanmadı. DİSK, CHP tarafından ele geçirilerek önce TKP’li kadrolar tasfiye edildi, sonra da diğer devrimci unsurlar etkisiz hale getirildi. Devlet içinde faşist kadrolaşma had safhaya ulaştı. Gerici ve sarı sendikalar yaygınlaştırıldı. DİSK’li işçiler üzerinde ciddi baskılar oluşturuldu. Öncü işçiler toplu halde işten çıkartılmaya başlandı. Her gün onlarca can almaya başlayan ve kitleleri bezdirecek derecede artan faşist terör sonucunda hem askeri darbeye davetiye çıkarıldı, hem de darbe karşısında halkın çoğunluğunun pasif konumda kalması sağlanmış oldu. Bu yüzden de 12 Eylül 1980 günü askerifaşist cunta darbeyle iktidara el koyduğunda Türkiye’de yaprak dahi kımıldamadı. Sosyalist hareketin zaafları 12 Eylül darbesine yönelik ilk yorumlara da yansımıştır. Örneğin sınıf hareketi ve DİSK içinde en etkin parti olan TKP, 12 Eylül rejimini faşist ya da askeri diktatörlük olarak adlandırmamış ve “askersel devinim” olarak adlandırdığı bu rejim karşısında başından itibaren pasif bir tutum takınmıştır. Cuntanın başlangıçta küçük-burjuva radikal gruplara yönelmesini de tezinin bir kanıtı olarak görmüştür. Benzer şekilde “devrimci” DİSK’li sendikacılar da hiçbir direniş göstermeden birer birer gidip cuntaya teslim olmuşlardır. TİP
19
marksist tutum
Aralık 2011 • sayı: 81 1974-1980 arasındaki devrimci ve kitlesel yükseliş döneminde, istisnasız tüm sosyalist örgütler gerçekte birbirinden çok da farklı olmayan ideolojik temellere dayalı yanlış devrim stratejileri geliştirmişler ve bunun bedelini de ağır biçimde ödemişlerdir. 12 Eylül askeri-faşist darbesinin neredeyse hiçbir karşı koyuş olmadan başarıya ulaşmış olması bunun en bariz kanıtıdır.
ve TSİP’in durumu da farklı olmamıştır. Solun çoğunluğunu oluşturan küçük-burjuva radikal gruplar ise, darbe öncesindeki heybetli görünümlerine rağmen karşı koyma fırsatı dahi bulamamışlardır. Sınıf hareketi içinde ciddi bölünmüşlükler yaratan ve çeşitli sebeplere dayanan kafa karışıklıkları da bu yenilgiyi kolaylaştırmıştır.
SSCB’nin çöküşü ve çıkışsızlık Gerek işçi sınıfı gerekse de sosyalist hareket 12 Eylül faşizminin silindiri altında ciddi biçimde ezildi. En önemlisi de, 12 Eylül faşizmi ve öncesinde uygulanamayan 24 Ocak 1980 kararlarının hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlatılmış oldu. Faşizmin düzlediği alanda burjuvazi tüm planlarını bir bir hayata geçirdi. Türkiye ithal ikameci ekonomiden ihracata dayalı ve daha dışa açık bir ekonomi politikasına geçiş yaptı. Özal’la sembolize olan bu süreçte, tüm dünyada esmeye başlayan neo-liberalizm rüzgârları Türkiye’ye de ulaştı ve işçi sınıfına yönelik ağır saldırı politikaları ardarda hayata geçmeye başladı. Sosyalistler ise daha aldıkları bu ağır darbenin etkilerinden kurtulamadan ikinci ve tarihsel bir darbeyle sarsıldılar: o zamana kadar sosyalizmin sembolü olarak görülen SSCB çöktü. Bu ağır yenilgi koşulları Türkiye sosyalist hareketi içinde de ciddi bir dağılma, tasfiye ve panik havasına neden oldu. Önemli bir kısmı zaten 12 Eylül darbesiyle yok edilmiş ya da siyaset dışına düşmüş sosyalist kadrolardan geriye kalanlar da bu çöküşün ağırlığına dayanamayarak mücadelenin dışına düştüler. İşçi sınıfının 1986 Netaş greviyle başlayan ve 1989 Bahar Eylemleriyle, ardından 1991’deki Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşüyle devam eden hareketliliği bile bu dağınıklığın kalıcı biçimde aşılmasına ve toparlanmaya yetmedi. Sosyalist kadroların 1989’daki Kuruçeşme toplantıları örneğinde olduğu gibi çeşitli birleşmeler yoluyla toparlanma çabaları da pek bir işe yaramadı. Güçsüzlerin birliğinden ve ilkesiz birliktelik-
20
lerden güçlü bir hareketin çıkmayacağını bir türlü anlayamayan sosyalistler, birleşme rüyalarıyla avunup durdular. Gerçek anlamda bir hesaplaşmaya ve sorgulamaya girişmeye cesaret edemedikleri için de kan kaybettiler veya kan kaybetmemek adına farklı uçlara savruldular. Bu sebeplerle bazı istisnalar dışında genelde 90’lardaki kısmi toparlanışını değerlendiremeyen sol, bu süreci gerek kendisi gerekse sınıf hareketi için bir kaldıraç haline getiremedi. Ülkenin en büyük sorunlarından biri olan Kürt sorununu da doğru değerlendirememiş, Kürt hareketine ya boyundan büyük misyonlar biçmiş ya da sosyal şoven bir tutumla onu dışlamıştır. Türkiye kapitalizminin ve değişen dünyanın tahlilini de yapamayan sosyalist hareket, ne 28 Şubat sürecinde ne de AKP iktidarı döneminde içine girdiği hatalar sarmalından kurtulabilmiştir. Tüm bunlar bugün önümüzde duran tabloyu ortaya çıkarmıştır. Sosyalist hareket ciddi bir sorgulamanın içine girerek bünyesindeki Stalinizm ve Kemalizm kalıntılarından kurtulmadan, işçi sınıfıyla yeni ve kalıcı bağlar kuracak adımlar atmadan, önümüzdeki süreçte karşılaşılacak zorluklara ve fırsatlara gereken yanıtı verecek hazırlığı yapamayacaktır. Dünya yeni bir toplumsal bunalımın içine girmiş durumdadır. Burjuvazi bunalımı aşabilmek için işçi sınıfına yönelik saldırıları alabildiğine sürdürmekte, emperyalist savaşın alevlerini yaymaktadır. “Demokrasinin beşiği” Avrupa’da faşist akımlar güçlenmekte ve istisnasız tüm kapitalist ülkelerde olağanüstü rejimleri andıran baskıcı uygulamalar artmaktadır. Ve tüm bunlara işçi-emekçi sınıfların isyanları, ayaklanmaları, ardı arkası kesilmeyen protesto ve öfke dalgaları eşlik etmektedir. Tarih defalarca göstermiştir ki, işçi sınıfının bu yeni uyanışına ancak gerçekten hazır olanlar önderlik edebilecek ve sınıfın muazzam enerjisini sosyalist devrim hedefine kanalize edebilecektir. _____________________ * akt. Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, c.2, BDS Yay., 1992, s.126
Sendikalar Kanunu Değişiyor, Sendikalar Ne Yapıyor? Ezgi Şanlı
Ç
alışma Bakanlığı, 1983 yılında yürürlüğe giren 2821 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununun değiştirilmesi için harekete geçmiş bulunuyor. Bu bağlamda Temmuz ayından itibaren birçok patron örgütüyle ve işçi sendikalarıyla görüşmeler yapan Bakanlık, Ekim ayı sonunda hazırladığı Toplu İş İlişkileri Kanunu taslağını kamuoyuna sundu. 1980 askeri darbesinin ürünü olan ve uzun yıllardır işçi sınıfının örgütlenmesinin önüne engeller diken bu kanunlar yeni taslakta da anti-demokratik ruhundan bir şey kaybetmiş değil. Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde bu kanunları gözden geçirmek zorunda kalan Çalışma Bakanlığının hazırladığı yeni kanun taslağı, bu açıdan dikkatle ele alınıp eleştirilmeyi hak ediyor. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, Türkiye işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak, mücadele azmini ve gücünü kırmak için planlanıp hayata geçirilmiş bir darbenin ürünü olan sendikalar kanununun değiştirilmesi acil bir ihtiyaçtır. Bu nedenle bu kapsamdaki tartışmalar önemlidir ve işçilerin, işçi sendikalarının bu tartışmalara etkin bir biçimde katılması, mücadele hedeflerini belirlemesi, taleplerini değişikliklere yansıtması gerekmektedir. Fakat Çalışma Bakanlığının yasalaştırmak istediği taslak ne yazık ki işçi sınıfının yeterince gündeminde değildir. Sendika konfederasyonlarının bu konuya yaklaşımı ise içler acısıdır. Öncelikle planlanan değişikliklere bir bakalım.
Taslakta hangi değişiklikler var? Taslağın dikkat çekici yanlarından bir tanesi, bazıları birleştirilen işkollarının sayısının 28’den 18’e indirilmiş olmasıdır. İşkolu sayısının azaltılması genel olarak olumlu bir şeydir. Bizler işçi sınıfının bölünmesinin her türlü biçimine karşı çıkmalıyız. İşkolu temelinde örgütlenmek yerine tüm işçilerin hiçbir ayrım gözetilmeksizin istedikleri sendikaya üye olabilmesini savunmalıyız. İşçi sınıfının büyük yığınları geniş sendikal birliklerde, güçlü ve birleşik bir mücadele verebilmelidir. Sendikaya üyelikte ve üyelikten ayrılmada noter şartının kaldırılması da taslaktaki birkaç olumlu düzenlemeden biri olarak öne çıkıyor. Yeni taslağa göre sendikaya üye olmak isteyen bir işçinin internet üzerinden gerekli başvuruyu yapması yeterli olacak. Böylece sendikaya üye olmak için noter tasdiki ve noter parası verme zorunluluğu ortadan kalkıyor. Noter şartı hem üye olurken hem de işçinin sendika değişikliği için istifa ederken önüne dikilen bir engeldi. Bu engelin ortadan kalkmış olması olumludur, ancak değişikliklerin geri kalanıyla beraber ele alındığında tek başına bir anlam ifade etmemektedir. 12 Eylül 1980’den beri işçilerin örgütlenmesinin önündeki en büyük anti-demokratik engellerden biri olarak karşımıza çıkan işkolu ve işyeri barajı, darbe ruhunun günümüze kadar taşınmasında etkili oldu. Yürürlükte olan yasaya göre bir işkolunda kurulmuş bir sendika, o işkolun-
21
marksist tutum
daki işçilerin %10’unu ve örgütlemek istediği işyerindeki işçilerin salt çoğunluğunu (yani yarısından bir fazlasını) örgütleyememişse toplu iş sözleşmesi imzalamaya yetkili olamıyor. Bu barajların kaldırılması talebi yıllardır sınıf hareketi tarafından dile getiriliyor. Ancak yeni yasa tasarısında da barajlar tümüyle kaldırılmıyor. Taslakta işkolu barajı binde 5’e indiriliyor. İşyeri barajı ise birden fazla işyeri bulunan işletmeler için %40’a indirilirken, diğerlerinde %50+1 olarak aynen korunuyor.1 Şüphesiz barajların aşağı çekilmesi önemlidir. Ama yeterli değildir. Hükümet barajları aşağı çekmekle övünüyor, demokratlık taslıyor. Oysa on yıllardır, tüm hakları ellerinden alınmış, tüm örgütlülükleri dağıtılmış ve saldırılar karşısında savunmasız bırakılmış olan işçi sınıfının çok daha fazlasına ihtiyaç duyduğu açıktır. AKP hükümeti sadece kendine ve temsil ettiği sınıfa demokrattır. Bu nedenle sendikal yasakları ve barajları, örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmadan, göstermelik değişikliklerle durumu idare etmektedir. AKP 12 Eylül 2010’da yaptığı anayasa değişikliği referandumunda siyasal grev, dayanışma grevi, genel grev gibi grev türleri üzerindeki anayasal yasağı kaldırmıştı. Yasalara göre değişmesi genel olarak daha zor olan anayasadaki yasağın kalkması olumlu bir gelişme idi. Ancak işçilerin söz konusu grev türlerine başvurabilmesinin yasal bir hak olabilmesi için bunun gereği olan yasal düzenlemelerin yapılması ve yasalardaki engellerin kaldırılması gerekiyordu. Şimdiye kadar bu yapılmadığı gibi, burada ele aldığımız taslakta, bu grev türleri açıkça “kanuni olmayan grev” kapsamına sokuluyorlar. Yani anayasal yasağın kaldırılması bir anlamda boşa çıkarılmış oluyor. Yeni yasa taslağında da eski yasada da grev şu şekilde tanımlanıyor: “İşçilerin, topluca çalışmamak suretiyle işyerinde faaliyeti tamamen durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak veya bir örgütün aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdiği karara uyarak işi bırakmalarına grev denir.” Ancak bu tanımlamadan sonra ikinci ve üçüncü bentlerde, grevin kapsamını daraltmak için lazım gelen maddelere başvurulmuş: “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde bu kanun hükümlerine uygun olarak yapılan greve kanuni grev denir. Kanuni grev için aranan koşullar gerçekleşmeden yapılan grev kanundışıdır.” İşçi sınıfının, patronların saldırılarına cevap verebilmek için ellerindeki en önemli silahlardan biri üretimden gelen güçleridir ve grev bu silahın kullanılmasıdır. Patronların dizginsiz kâr hırsı ve sömürüsü karşısında işçilerin elini kolunu bağlamaya çalışan hükümet, bu maddeye dokunmayarak şüphesiz kendi sınıfının çıkarlarına uygun olanı yapmıştır. Patronların, kendi isteklerini karşılamak için her türlü olanağı vardır. Sınırsız maddi güçleriyle “olmaz” diye bir şey yoktur onlar için. Devletler, hükümetler, bakanlar, bürokratlar ve daha birçokları üzerinde sınırsız etkileri vardır. Devlet onların devletidir. Yasa yapıcılar tüm maharetlerini onlar için sergiler. Devlet patronların en bü-
22
Aralık 2011 • sayı: 81
yük örgütlülüğüdür. Bunun dışında hayatın her alanında örgütlüdürler. Sendikalıdırlar. İşveren derneklerine üyedirler. Başları sıkıştığında ortak tutum alabilmeleri için tüm imkânları mevcuttur. Buna rağmen başları işçilerle derde girerse, işçilere doğrultacak gerçek silahları da vardır. Bu sınırsız güç karşısında ise işçinin elindeki araçların sayısı sınırlıdır. İşten atılıp aç kalmaya karşı, üç kuruş sefalet ücretiyle çalışmaya karşı, kısacası başına gelebilecek her türlü olumsuzluğa karşı grev onun temel bir aracıdır. İşte bu gerçeklerin farkında olan Türkiyeli egemenler, yasalarla, işçilerin grev hakkını etkin bir şekilde kullanmalarının önüne geçmiştir. Yasaya göre toplu iş sözleşmesi sürecinde uyuşmazlık olmadan grev yapılamaz. Bugün Türkiye’de toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı 500600 bin civarındadır. Bu da demektir ki, kayıtdışı veya sendikasız çalışan, sendikalı olup da toplu sözleşmeden yararlanamayan ya da toplu sözleşmenin uyuşmazlık aşamasını atlatmayan milyonlarca işçi “kanuni grev” yapamaz. Diyelim ki sendikalı ve toplu sözleşmeden yararlanan işçiler uzun ve engellerle dolu süreci atlatıp grev aşamasına geldiler. Bu sefer de işyerinin giriş ve çıkışlarında en fazla 4’er grev gözcüsü bulundurmaktan başka bir şey yapamazlar. İşyerine giriş çıkışlara karışamazlar. Çadır kuramazlar. İşyeri önünde eylem yapamazlar. Grev doğru uygulanırsa işçi sınıfının okuludur. Her okulda devamlılık esasken, işçilere, grev okuluna devamsızlık dayatılıyor. 12 Eylül öncesinin çadırlı halaylı grev meydanlarının burjuvazide yarattığı korku öylesine güçlü ki, greve çıkan işçiyi evine gönderip pasifize edebilmek için çıkarılan yasalar 31 yıl sonra bile aynen korunuyor. Kanuni grev kapsamı dışındaki grevlere katılmak, bu grevleri teşvik etmek yasada ve taslakta suç olmaya devam ediyor. Ancak taslakta bu suçların cezaları biraz hafifletilmiş durumda. Bazı hapis cezaları idari para cezalarına dönüştürülmüş. Patronlar sınıfı ellerindeki tüm imkânları kullanabilirken, işçilerin ekmekleri için verdikleri kavgada en büyük kozlarını kullanmaları şiddetle cezalandırılıyor. Bu cezaların bir nebze düşürülmüş olması sermayenin ikiyüzlülüğünü iyice ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor. Grevin etkili bir biçimde uygulanmasının önündeki bir diğer engel de patronlara verilen lokavt hakkıdır. Eski yasada var olan lokavt hakkı tasarıda da aynen korunuyor. Türk-İş bürokrasisinin taslağında da bunun aynen geçerli olduğunu ekleyelim. Mevcut yasaya ve yasa taslağına göre, işçilerin greve çıkmasının ardından patron 6 işgünü içinde lokavt ilan edebiliyor. Lokavt ilan edince işyerindeki tüm faaliyeti durdurmak üzere işçilerin işyeriyle ilişkisi kesiliyor. Böylelikle işçilerin grev ilanı etkisizleştirilmeye ve işçilerin gözleri korkutulmaya çalışılıyor. Taslağa ilişkin bir diğer dikkat çekici husus da şudur: Anayasa referandumu öncesinde AKP, işçilerin iki sendikaya birden üye olabileceği propagandasını yapmıştı. Ancak bunun nasıl olacağı net olarak açıklanmamıştı. Kanun
sayı: 81 • Aralık 2011
taslağı bizi bu konuda bir kez daha kafa karışıklığına sürüklüyor. Yeni taslağa göre sendika üyeliğinin tanımlandığı 17. maddenin üçüncü bendi şöyle diyor: “İşçi veya işverenler aynı işkolunda ve aynı zamanda birden çok sendikaya üye olamazlar. Ancak aynı işkolunda ve aynı zamanda farklı işyerlerinde çalışan işçiler birden fazla sendikaya üye olabilirler.” Başlangıçta anlaşılmaz gibi görünen bu hüküm, aslında işçilerin kısa süreli, birden fazla işte çalıştırılacağı esnek çalıştırma düzenine geçmenin hedeflendiğini göstermektedir. Nitekim esnek çalıştırma biçimleri “Ulusal İstihdam Stratejisi”nin köşe taşlarından birini oluşturuyor. Ancak bırakalım iki sendikaya birden üye olanların başına gelecekleri, tek bir sendikaya üye olurken bile işçiler işten atılmaktan korkuyorlar ve bu korku örgütlenme isteğinin ve ihtiyacının önüne geçebiliyor. İşçiler birçok engeli aşarak sendikal örgütlenme çalışmasını başlattıklarındaysa, bunu çok gizli bir şekilde yürütmek zorunda kalıyorlar. Buna rağmen sanki sendikaya üye olan işçi ile işveren arasında bir eşitlik ilişkisi varmış gibi sendika özgürlüğü güvencesi başlığı altında bir madde var: “İşçilerin işe alınmaları; belli bir sendikaya girmeleri veya girmemeleri, belli bir sendikadaki üyeliği sürdürmeleri veya üyelikten çekilmeleri veya herhangi bir sendikaya üye olmaları veya olmamaları koşuluna bağlı tutulamaz.”2 Aynı maddeye göre işçi sendikal faaliyetlere ve hatta işçi kuruluşlarının faaliyetlerine serbestçe katılabilir. Ancak fiiliyatta bu işlerin böyle olmadığını her işçi iyi bilir. Burada güya tarafsız bir yasa ile hakları korunan taraflar eşit değildir.
Sendikalar ne yapıyor? Çalışma yaşamına ilişkin önemli başlıkları içeren bu taslağın işçi sınıfının yeterince gündeminde olmadığını söylemiştik. Peki, bu konuyu işçi sınıfının gündemine taşıması gereken, konunun ilk elden muhatabı olan sendikaların, kanun değişikliğine yaklaşımı nasıl değerlendirilmeli? Bilindiği gibi yasa değişikliği gündeme geldiğinde Çalışma Bakanlığı, işçi ve işveren sendika konfederasyonlarının yöneticileriyle bir araya gelmiş ve “Üçlü Danışma Kurulu” oluşturmuştu. Hak-İş kendisinden beklendiği gibi daha baştan hükümeti destekleyen bir pozisyon aldı. DİSK, Bakanlığın sadece patronların taleplerini dikkate aldığını, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara uygun düzenlemeler yapmadığını, 12 Eylül’ün antidemokratik yasalarını kaldırmadığını gerekçe göstererek görüşmelerden ayrıldı. DİSK’in hazırladığı kanun taslağı diğerlerine göre daha olumlu düzenlemeler içerse de, o da işçi sınıfının ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır. Meselâ, DİSK gibi, mücadele alanlarında kitlesel grevlerle, direnişlerle kurulmuş ve korunmuş bir sendika konfederasyonu hangi saiklerle grev alanlarından işçileri uzaklaştırır? 4 grev gözcüsü dışında geri kalan işçileri “yasal olarak” evlerine yollar? Türk-İş’in taslağı içinse söyleyecek söz bulmak zor.
marksist tutum
1983 yılında yürürlüğe giren kanunlar çok az değişikliğe uğramış ve taslak, 12 Eylül’ün işçi sınıfını dibe vurduran uğursuz prangalarını olduğu yerde bırakmış. Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu, işçilerin mücadelesinin önünü açma korkusundan olacak, Çalışma Bakanlığının önerdiği değişiklikleri bile taslağına geçirmeye cesaret edememiş. Kraldan çok kralcı bürokratlar görevlerini layıkıyla yerine getirmişler. Taslak, yasakçı, anti-demokratik ve örgütlenmeye engel, ama olsun! Bürokratların koltuklarına dokunmuyor ya, gerisi önemli değil Türk-İş bürokratları için! Mücadeleci sınıf sendikacılığını unutup uzlaşmacı “çağdaş sendikacılık” sularında gezinen sendikaların kendilerini bu denli ilgilendiren bir konuda bile işçileri harekete geçirmemeleri şaşırtıcı değildir. Ancak işçi sınıfına musallat olmuş sendikal bürokrasi belâsının büyüklüğü gerçekten şaşırtıcıdır. İşçi sınıfını bu belâdan kurtarabilecek sınıf örgütlülükleri bu nedenle hayati önem taşımaktadır.
Her şey bitti mi? Çalışma Bakanlığının hazırladığı Toplu İş İlişkileri Kanunu taslağı büyük olasılıkla yasalaşacak. Yine büyük olasılıkla, bu süreçte gündemde olan “Ulusal İstihdam Stratejisi” ve kıdem tazminatının fona devredilmesi saldırıları da meclisten geçecek. Yani Türkiye işçi sınıfı açısından önümüzdeki dönem, örgütlenme ihtiyacının daha fazla duyulacağı bir dönem olacak. Bu nedenle, patronların örgütlü saldırılarına, Meclisten tek tek geçen saldırı paketlerine bakıp da her şeyin bittiğini düşünmek doğru değildir. İşçi kitlelerinin tüm haklarının elinden alındığı ve örgütlenmenin önüne çok ciddi engeller dikildiği doğrudur. Ancak nihayetinde yasalar Allah kelamı gibi değişmez şeyler değildir. Burjuva parlamentolarının sürekli değiştirdiği yasaları, mücadele eden işçi sınıfı elbette ki değiştirebilir. İşçi sınıfının kendisini bu denli doğrudan ilgilendiren konularda sessizliğini bozması için sınıf bilinçli, devrimci işçilere çok iş düşmektedir. Kolları sıvayıp mücadeleye ivme vermenin tam zamanıdır.
________________________ 1
DİSK’in hazırladığı taslakta işyeri barajı korunuyor ancak işkolu barajı yok. Türk-İş’in taslağında ise işkolu barajı %10’dan %3’e indirilmiş, bu öneri bakanlık taslağının gerisinde kalmıştır.
2
Toplu İş ilişkileri Kanunu Taslağı, madde 25. Yine bu maddeye göre işçi sendikal nedenlerden dolayı işten atılırsa işe iade davası ve sendikal tazminat davası açabilir. Yeni bir düzenleme olarak sendikal nedenle işten atılmalarda işe iade davası açabilmek için gerekli en az 30 kişilik işyerinde çalışıyor olma ve 6 aylık kıdemi bulunma şartı aranmayacak. Ancak bu küçük iyileştirme işe iade davası açabilmek için 616 lira ödemeyi zorunlu kılan bir başka yeni düzenleme ile büyük oranda boşa çıkarılmaktadır.
23
Tarihsel Deneyim: Yalnız K
1921-1924: Devletin ve partinin bürokratik yozlaşması Aslında, iç savaşın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan muazzam çöküntü, partinin iç yaşamını da etkilemiş ve Lenin de dahil parti liderliğini pek çok çelişkiye sürüklemiştir. Örneğin, ekonomi ve siyasette aşırı merkezileşmenin, aslında iç savaş koşullarının dayattığı “savaş komünizmi” uygulamalarının sonucu olduğunu ve savaşın sona ermesiyle artık işçi demokrasisinin geliştirilmesine ihtiyaç olduğunu vurgulayan kişi bizzat Lenin’di. Ama öte yandan, gerçekte zorlukların henüz hiç de aşılmamış olması nedeniyle parti içinde söz konusu önlemleri gündeme getirebilmişti. … mevcut koşullar altında patlak veren birçok toplumsal huzursuzluk, partiyi ve kuşkusuz somutta onun önderlerini, Lenin’i, Troçki’yi, işçi devletini bir yıkımdan kurtarabilme umuduyla sert tedbirler almaya yöneltmiştir. Muhalefet partilerinin yasaklanması, Bolşevik Partisi içinde muhalefet hakkının askıya alınması vb. 1921 dönemecinin, olumsuzluklarla yüklü bazı sonuçlarına örnektir. Bu önlemler o an için Sovyet hükümetinin ayakta kalmasını sağlamış olsa bile, devrimi güçlendiren önlemler değildir; tersine onun içinde bulunduğu yalnızlığın, güçsüzlüğün ifadesidir. O nedenle de bu önlemler, bürokratik deformasyonu yaratan nesnel koşulları ortadan kaldırmamakta, tersine bu koşullar orta ve uzun vadede bürokratik deformasyonun çığ gibi büyümesine neden olmaktadır. İşte bu nedenle 1921 dönemeci, devrimci önderlerin istemlerine, iradelerine rağmen bürokratik deformasyonun önlenemediği, tersine bürokratik yozlaşmaya doğru büyüdüğü bir dönemeçtir. …
24
Bu dönemdeki siyasal yaşama bakacak olursak, öncelikle şu gerçeği vurgulamalıyız: Politik rejimin artık tek partiye, Bolşevik Partisine dayandığı koşullar altında, devletle partinin iç içe geçmesi ve sovyetlerin rolünün giderek sönmesi gerçeği, işçi devletinin varlığını tehdit eden tehlikenin boyutlarını sergilemiştir. … Öznel öge bu olumsuz nesnellik karşısında ne derece etkili olabilirdi? Soyut bir tartışma yürütmekten kaçınmak için, öznel ögeyi partiyle özdeşleştirmekten ve partiyi de soyut bir varlıkmış gibi ele almaktan kaçınmak gerekir. Son derece güç koşullar, devasa problemlerle yüz yüze bulunulan bir noktada, en has devrimci önderlerin bile sayısız hata yapabileceği gerçeğini bir yana bırakacak olursak, bakılması gereken asıl yer şudur: Partideki devrimci önderliğin varlığını da garanti altına alabilecek düzeyde güçlü, bilinçli, örgütlü bir devrimci proleter gövde var mıdır? Bu yoksa, “şunlar yapılmalıydı” temennisi havada kalacak ve hatta bunların bir kısmını olsun yapabilecek devrimci önderliğin, yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceği sorun olacaktır. 1917’de barikatların ardında devrimci bir coşkuyla kaynaşmış sanayi proletaryasının, birkaç yıl sonra deklase olması ne anlama gelmektedir? Bu durumun, Ekim Devrimiyle doğan sovyetik işçi devletinin, artık sosyal temelinden yoksun kaldığına işaret ettiği tartışma götürmez. … Aslında, Bolşevik Partisi içinde devrimi geriletici öznel faktörlerle, ilerletmekten yana olanlar kesin bir çatışma içindeydi. Geriletici öznel faktörler, Rus proletaryasının Bolşevik öncü birikiminin iç savaşta çok büyük bir kırıma uğraması nedeniyle partinin iç yapısının değişmesinde, eski deneyimli işçilerden boşalan yerleri deneyimsiz, genç
Kalan Devrimin Kaderi /2 Elif Çağlı
köylülerden gelme yeni bir işçi kuşağının doldurmasında, artık iktidarı temsil eden bir partide iktidarın nimetlerinden yararlanmayı düşleyen bürokratik eğilimlerin boy vermesinde, partiye iktidarın ganimetlerinden yararlanmak isteyen küçük-burjuva unsurların doluşmasında ve tüm bu geriliğin üzerinde yükselen Stalin tipi liderlerin öne çıkmaya başlamasında somutlanabilir. İlerletici öznel faktörler ise, geri bir ülkede, dünya devriminin çıkarlarına bağlı Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerle ve sayıları azalmış bile olsa devrimi yaşatmak için çırpınan deneyimli Bolşevik savaşçılarla sınırlanmaktadır. Kısacası, tablo birinciden yana ağır basmaktadır. … Bu noktada bakılması gereken yer, ulusal ölçekte devrimin korunması için partinin neyi yapıp neyi yapmadığından çok, proleter devrimin dünya devrimi kapsamında ilerleyemediği koşullarda, bürokratikleşme belâsının önlenmeye muktedir olunamayacağı gerçeğidir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi ve tüm dikkatin ulusal ölçekle sınırlı bir devrim koruyuculuğuna çevrilmesi, dünya devrimi anlayışından verilmiş affedilmez bir ödün olur. … Buradan çıkan sonuç şudur: Dünya ölçeğinde nesnel koşulların olgunlaşmış olması durumunda, proleter devrimi yaşatabilmenin ve koruyabilmenin son tahlilde yegâne garantisi, dünya proletaryasının devrimci enternasyonalist bilinci ve devrimci hazırlık düzeyidir. Ama bu da, devrim patlak verdikten sonra değil, öncesinde yürütülmesi gereken örgütlü bir mücadeleye bağlıdır. Bu görev ancak, dünya devrimini hedefleyen ve proleter yığınları bu perspektifle eğiten bir devrimci enternasyonalist önderlik varsa başarılabilir. Ekim Devrimi başladığında ise böyle bir önderlik yoktu. … III. Enternasyonal’in kuruluşuna kadar geçen uzun
yıllar boyunca, uluslararası proleter hareket, dünya devrimi anlayışına bağlı, ihtilalci bir enternasyonal önderlikten yoksun kaldı. Tüm bu faktörler, Avrupa proletaryasının, Ekim Devrimiyle başlayan süreçteki pasif durumunun nedenlerini açıklamaktadır. Sovyetlerde 1921’den 1924’e ilerleyen süreçte, Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisinin kendini proletaryanın vasisi durumunda bulması ve Sovyet iktidarını kurtarmaya çabalaması, gerçekliğin bir yüzünü oluşturur. … Rusya gibi, ekonomik ve kültürel gerilik temelinde yalnızlaşan bir devrimci kalede, devrimci iktidarın korunması zorunluluğundan doğmuş olsa bile, işçi sovyetleri iktidarının giderek tek parti iktidarına dönüşmesi, partinin yönetiminin kimlerin elinde olduğu ve olacağı sorununu yaşamsal bir sorun haline getirmektedir. Nitekim 1924’lere ilerlendikçe, Lenin ve onun gibi düşünen önderlerin tüm çabasına rağmen, parti örgütlenmesinde iplerin yükselen bürokrasinin eline geçtiği ve bu nedenle de Sovyet kurumlarının bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmekte olduğu gözlenecektir.
1924-1928: Bürokratik karşı-devrim süreci Bu sürecin özgünlüğü şuradadır: Yalnızca eskinin artığı bürokratlardan değil, daha da önemlisi, Sovyetlerin ve partinin içinde palazlanan yeni efendilerden oluşan bir bürokrasi artık mutlak egemenliğini kurmak üzere ilerlemektedir. Bu, olası bir burjuva karşı-devriminden farklı olarak, dıştan değil içten yürüyen bir karşı-devrim sürecidir. Yani bu süreçte proletarya, eski sınıf düşmanının (burjuvazinin) açık bir saldırısıyla değil, Bolşevik Partisinde ve sovyet kurumlarında konumunu güçlendi-
25
marksist tutum
ren bürokrasinin marifetiyle siyasal iktidardan uzaklaştırılmaktadır. Görünürde parti örgütleri ve sovyet kurumları şeklen varlığını muhafaza etmekte, fakat gerçekte bu organlar işçi iktidarının yaşam göstergesi olmaktan çıkmaktadır. Sovyet kurumlarının ve Bolşevik Partisinin içini bürokrasinin egemenliği doldurmakta, işçi devleti böylece tasfiye olmaktadır. Kuşkusuz böyle bir süreç tamamlandığında, bürokrasi sovyetlerin biçimsel varlığını muhafaza etmeye devam etmiş bile olsa, artık bir işçi devletinin olmazsa olmaz koşulu olan sovyetik devlet yapılanmasından (bürokrasisiz devlet, bir işçi demokrasisi olarak devlet) söz etmek mümkün olmayacaktır. Kısacası, yükselen bürokrasinin partide ve sovyetlerde mutlak hakimiyetini kurmasıyla, işçi devleti kesin olarak son bulmuş olacaktır. İşte, Lenin’in ölümüyle Bolşevik Partisi içinde Stalin hizbinin artık pervasızca yürüttüğü iktidar kavgası, proletaryaya karşı yeni bir sınıf olarak yükselen bürokrasinin verdiği egemenlik mücadelesidir. Diğer partilerin ortadan kaldırıldığı, Bolşevik Partisiyle devletin iç içe geçtiği ve sınıfın deklase halde bulunduğu koşullarda, bürokrasinin iktidar kavgası, proletaryanın tarihsel çıkarlarını savunan Bolşevik-Leninistlere karşı yürütülen parti içi entrikalarda ve tasfiyelerde somutlanmaktadır. Bu durum bürokratik karşı-devrim sürecinin özgünlüğünün dışavurumunu oluşturmaktadır. … 1924-1928 arasında yürüyen bürokratik karşı-devrim sürecinde bürokrasi, Bolşevik Partisini kendi egemenlik aygıtı olarak yeniden örgütlemiştir. Lenin döneminde, bürokratik yozlaşmayla mücadele etmek amacıyla, partiye iktidarın nimetlerinden yararlanmak için üşüşen ikbal avcılarına karşı çeşitli temizlik kampanyaları yürütülürdü. Oysa onun ölümüyle birlikte Stalin partinin kapılarını bu türden unsurlara açmıştır. Lenin’in mücadele arkadaşı eski Bolşevikleri partiden tasfiyeyle uğraşan Stalin, bu iş için gereken desteği, proletaryanın bilinçsiz geri kesimlerinden, eski Menşevik unsurlardan, köylülerden ve yükselen bürokrasiden almıştır. … Sanayi kentlerinde burjuvazinin siyasal ve ekonomik varlığının ezildiği, fakat işçi sınıfının egemenliğinin de son bulduğu koşullarda, parti ve devlet kademelerinde egemenliğini kuran Sovyet bürokrasisi, bir bürokratik kast oluşturmanın ötesine geçerek, yükselen yeni bir sınıf oldu. Devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde kolektif olarak tasarruf hakkına sahip olan ve dış ticaretteki devlet tekelini yöneten Sovyet bürokrasisi, işte bu maddi temele dayanarak egemen bir sınıf niteliğine yükseldi. Siyasal iktidar mücadelesinin parti içindeki çatışmalı süreçte somutlandığı bir durumda, partiyi tümüyle ele geçiren Stalinist Sovyet bürokrasisi, böylece bürokratik karşı-devrimi işçi sınıfına karşı kazandı. Bu sonuç bürokrasi açısından, karşı-devrimci uygulamalarını uluslararası ölçekte de yaygınlaştırabileceği çok önemli bir mevziyi ele geçirmesi anlamına gelmekteydi. Çünkü iktidardaki tek parti egemenliğine ve artık bürokrasinin çıkarlarını koruyacak nitelikte
26
Aralık 2011 • sayı: 81
örgütlenmiş Sovyet devletine dayanan Sovyet bürokrasisi, kendini “devrimci merkez” ilân ederek dünya komünist hareketi üzerinde de hegemonya kurabilecekti. Stalinist bürokrasi, içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almanın yolunu tuttu. … Sovyet bürokrasisi, dünya devriminin ilerleyişi “tehlike”sinden kendini korumak sayesinde varlığını sürdürebilirdi. Çünkü uluslararası proletaryanın kazanacağı yeni sovyetik mevziler, Sovyetler Birliği’nde egemen bürokrasinin iktidarının tepesinde sallanan bir Demokles kılıcı olabilirdi ancak. Bu nedenle, nasıl ki proleter devrim ancak bir dünya devrimi olarak ilerleme şansına sahipse, bürokratik karşı-devrim de uluslararası düzeyde dayanaklarını döşemek için dünya devrimini engellemek ve böylece bürokrasinin egemenliğini garanti altına almakla yükümlüydü. Sovyet bürokrasisinin dünya devrimine duyduğu tepki, onun kendi devletini tıpkı burjuva devletin yapılanmasında olduğu gibi, ulus-devletin çıkarlarını savunma temelinde yapılandırmasında somutlandı. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını dile getiren hedef devrimin sürekliliği iken, bürokrasinin çıkarlarını dile getiren hedef, uluslararası istikrar ve ulus-devletin güvenliğinin en başa alınmasıydı. Sovyet bürokrasisi, bu temelde bir statükonun kurulup, bunun dünya ölçeğinde korunmasına çalışmak üzere kendi resmi devlet ideolojisini yarattı. … kendini devlet olarak örgütleyen bürokrasi, bir
Stalin’in Bolşevik-Leninistleri, Troçki’yi partiden tasfiyesi (1927) bürokratik karşı-devrimin Sovyetler Birliği’ndeki zaferini simgelerken; “tek ülkede sosyalizm” anlayışının Kominternce kabul edilmesi (1928) de bu zaferin dünya komünist hareketindeki yansımasıdır.
sayı: 81 • Aralık 2011
kez toplumun karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de artık yeni bir ideoloji yaratır. “Tek ülkede sosyalizm” efsanesi, dünya proletaryasının tarihsel çıkarlarının yerine, Sovyet bürokrasisinin kendi bencil ulusal çıkarlarını geçirebilmek amacıyla dört elle sarıldığı bir “ideoloji”dir. Bu ideoloji, Sovyet bürokrasisi için dünya devrimi fikrinden uzak durmanın, onun sorumluluğundan kaçmanın bahanesiydi. … Bürokratik karşı-devrim, doğası gereği, uluslararası komünist hareket içinde de karşı-devrimci bir saldırı olarak örgütlenmiş ve yürütülmüştür. Bu nedenle, Stalin’in Bolşevik-Leninistleri, Troçki’yi partiden tasfiyesi (1927) bürokratik karşı-devrimin Sovyetler Birliği’ndeki zaferini simgelerken; “tek ülkede sosyalizm” anlayışının Kominternce kabul edilmesi (1928) de bu zaferin dünya komünist hareketindeki yansımasıdır. O halde, 1928 yılı Sovyet bürokrasisinin bürokratik karşı-devrimi kazandığını ve Sovyet devletinin artık bürokrasinin devletine dönüştüğünü açığa vuran tarihsel bir dönemeç noktasıdır. Bundan sonra gelişen süreç ise, kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlüğün kendini pekiştirmek üzere fiili duruma denk düşen hukuksal düzenlemelere girişeceği bir süreç olacaktır. Egemen bürokrasinin devleti bu süreçte, Ekim Devriminden arta kalan ne varsa bunları da işçi sınıfının elinden çekip almaya, tasfiyeyi tamamlamaya koyulacaktır. Bu nedenle, 1928’lerden 1936 Anayasasının kabulüne ve “Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulmuş bulunduğu”nun ilânına dek geçen süreç, totaliter rejimin kurumlaşması ve stabilizasyonu özelliğiyle sivrilecektir. … Son olarak da bir başka gerçeğin altını olanca netliği ile çizmek gerek: Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşı-devrim süreci uzanmaktadır.
Bürokratik diktatörlük altında “geçiş dönemi” son bulur Yaşanan deneyimin de ortaya koyduğu gibi, işçi sınıfının kapitalizmden komünizme doğru ilerleyen tarihsel hareketi, ancak ve ancak onun doğrudan egemenliği altında mümkün olabilir. Bu siyasal egemenlik, özünü egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın oluşturduğu işçi devletinde somutlanabilir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin ayırt edici özelliği, siyasal iktidarı fethederek kendini egemen kılan proletaryanın, üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirerek, kendini üretim koşullarının da efendisi konumuna yükseltmiş olmasıdır. … Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğ-
marksist tutum
maması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. … işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür. Bu bakımdan, proletaryanın gerçek anlamda iktidara gelemediği ve daha başından bürokratik diktatörlüklerin kurulduğu ülkelerde “geçiş dönemi”nin başladığından zaten söz edilemeyeceği açıktır. Fakat bunun yanı sıra, 1917 Ekim Devrimiyle siyasal iktidarı fetheden ve böylece kapitalizmden komünizme tarihsel geçişi başlatan Rus proletaryasının verdiği örnek vardır. Ancak, Sovyet devletinin bürokratik devlete dönüşümüyle birlikte, bu ülkede de geçiş döneminin zorunlu koşulu (işçi demokrasisi) ortadan kalkmış ve kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona ermiştir. İşçi demokrasisinin olmadığı koşullarda işçi devletinden, işçi devletinin olmadığı koşullarda da, geçiş döneminin varlığından söz etmek olanaksızdır. Demek ki, bu toplumlar “sosyalist” olarak tanımlanamayacağı gibi, bunların, “geçiş dönemini yaşayan toplumlar” olarak tanımlanması da mümkün değildir.
Bürokratik devletin ideolojisi Sömürülü toplumlarda devletin, kendisini resmi bir ideoloji ile toplum karşısında tanımlaması genel bir olgudur. … Bürokrasinin devleti, … kendi çıkarlarını yansıtan resmi bir ideoloji yarattı. “Stalinizm” olarak adlandırdığımız bu resmi ideoloji, yalnızca Sovyetler Birliği sınırları içinde değil, Sovyetler Birliği’ndeki iktidardan aldığı büyük güçle, uluslararası komünist harekette de egemen kılındı. Kısacası, bu resmi ideoloji, kendi hegemonyası döneminde “sosyalizm” adına kurulan tüm iktidarlara şu ya da bu oranda damgasını bastı, onlara kendi bürokratik egemenlik sistemini aşıladı, bunu yerleştirdi. … Marx’ın ifade ettiği gibi, “toplumsal artı-ürünü denetleyenin sonuçta tüm toplumu da denetleyeceği” kuralı işlemiş ve bürokrasi, politik ve ekonomik açıdan gerçek bir egemen güç olarak proletaryanın karşısına dikilmiş oldu. Bürokrasinin her şeyden önce proletarya karşısında egemenliğini sürdürebilmesi için, gerektiğinde açık baskıya başvurmanın yanı sıra, ideolojik hegemonyasını kurabileceği, pekiştirebileceği ve sürdürebileceği bir argümana ihtiyacı vardı. Bürokrasinin ideolojik hegemonyasının aracı olan bu argüman, “tek ülkede sosyalizm” çarpıtması oldu. (devam edecek)
27
Türk-İş Kongresi, Sendikal Bürokrasi ve İşçi Sınıfı Utku Kızılok
T
ürkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş yeni bir kongreye hazırlanıyor. 8-11 Aralıkta yapılacak Türk-İş kongresi, geçen senelere nazaran daha sert tartışmaların yaşanacağı bir kongre olacak gibi gözüküyor. Türk-İş içindeki on muhalif sendikanın oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu, mevcut yönetimin karşısına alternatif bir liste çıkartmaya hazırlanıyor. Temmuz ayında “demokratik, mücadeleci ve güçlü yeni bir sendikal hareket için” başlığıyla bir bildiri yayınlayarak kendini duyuran Sendikal Güç Birliği Platformu, genel düzeyde işçi hareketinin önündeki sorunlara dikkat çekiyor ve Türk-İş yönetimini eleştiriyor. Hiç kuşku yok ki, ortaya çıkan muhalefeti bir araya getiren ve motive eden şey esas olarak kongre sürecidir. Burjuva siyasal arenada yaşanan tepişme ve saflaşmanın bu kongreye de yansıyacağı açıktır. Bugünkü Mustafa Kumlu önderliğindeki Türk-İş bürokrasisi, adeta AKP hükümetinin bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak Kumlu yönetiminin açıktan AKP’nin yandaşı olması ve işçi sınıfına dönük saldırılara sessiz kalması, daha önceki yönetimlerin ya da bürokratların mücadeleci olduğu anlamına gelmiyor. Türk-İş kurulduğu günden itibaren devlet güdümlü bir sendika olmuştur. Daha baştan bürokratik bir aygıt olarak örgütlenen ve işçi hareketini kontrol görevi verilen Türk-İş’in başına geçen tüm yönetimler, burjuva hükümetler ve partilerle şu ya da bu biçimde içli dışlı olmuşlardır. Kumlu öncesi yönetimlerin, meselâ Bayram Meral yönetiminin statükocudevletçi kesimlerin siyasal platformunda hareket etmesi bu gerçeği gözler önüne sermektedir. 28 Şubat’ta “post modern” denilen askeri darbeye alkış tutan Bayram Meral önderliğindeki Türk-İş bürokrasisinin, işçi hareketi içinde nasıl bir rol oynadığı malûmdur. Fakat burjuva siyasetine dâhil olarak onu işçi hareketine taşıyan yalnızca Türk-İş’in tepe bürokrasisi değildir. Türk-İş’e bağlı sendikaların ezici
28
çoğunluğunun genel merkez yöneticileri, Hak-İş ve DİSK bürokratları da burjuva siyasetinin uzantıları konumundadırlar. Özetle bugün sağıyla soluyla burjuva siyaseti, sendikal bürokrasi üzerinden ne yazık ki işçi hareketi içinde etkili olmaktadır. Bu tablo, işçi hareketinin önünde nasıl bürokratik bir engel olduğunun çarpıcı bir ifadesidir. İşçi sınıfının örgütlülüğünün ve bilinç düzeyinin gerilediği dönemlerde sendikalardaki bürokratikleşme oldukça baskın hale gelir. Nitekim 12 Eylül faşist askeri darbesiyle işçi sınıfının devrimci örgütlülükleri ezilmiş, militan işçi hareketi sendika ve kadrolarıyla birlikte tasfiye edilmiştir. İşçi hareketinde yaratılan bu kırılma, SSCB’nin çökmesi ve uluslararası düzeyde sınıfsal güç dengelerinde burjuvazi lehine yaşanan değişimle birleşerek sendikalardaki bürokratikleşmeyi güçlendirmiştir. Günümüzde bürokratikleşme öylesine yaygınlaşmış bulunuyor ki, sendikal bürokrasinin yarattığı kültür, alışkanlıklar ve çıkar ilişkileri işyeri temsilciliklerine kadar inmiş durumdadır. Yukarıdan aşağıya sendikaların her kademesinde ve işyerlerinde sendikal bürokrasinin denetimi söz konusudur. Meselâ, işyeri temsilcilerini bile genel olarak sendika yönetimleri atamakta, seçimlerin olduğu işyerlerinde ise sendikacılar kendi denetimleri altına aldıkları kişileri temsilci seçtirmekte, işçiler süreçten dışlanırken, tabandaki demokratik girişimler boğulmaktadır. Sendikal bürokrasi, sendikaları kendi işyerleri/şirketleri gibi görmektedir. Hiç kuşkusuz bu noktada, sendika konfederasyonları ya da sendika genel merkez yöneticileri ile daha alt kademe sendikacılar arasında önemli farklar bulunuyor. Ancak özde değişen bir şey olmamaktadır. Sendikal mevki, korunması gereken önemli bir ayrıcalık sunmaktadır. Dolayısıyla yeni sendikacı seçilen bir işçi bile, tabanın denetimi olmadığı için bir süre sonra bürokratik alışkanlıkları ve ilişkileri özümsemekte, işçilerden kopmakta ve kendi kişisel çıkarları temelinde hareket etmektedir.
sayı: 81 • Aralık 2011
Durum bu olunca, konfederasyon ve sendika genel başkanları, işçi hareketinin imkânlarını da kullanarak burjuva siyasetine dâhil olup kendilerine yer (milletvekilliği gibi) açmaya çalışırken, daha alt kademe sendikacılar ise, konumlarını koruma ve daha üstlere tırmanmanın derdine düşmekteler. Bu nedenle, işçi sınıfına dönük saldırıları geri püskürtme mücadelesi sendikal bürokrasinin umurunda olmamaktadır. Tabandan basınç bindiğinde ise, yasak savma kabilinden, gaz alıcı eylemler örgütlemekten ileri gidilmemektedir. Türk-İş özeline dönersek, Kumlu önderliğindeki bürokratik yönetimin sınıf işbirliğinde bir hayli ileri gittiğini görürüz. Sendikalar yasasının değiştirilmesi görüşmelerinde Türk-İş’in önerdiği taslak, bürokrasinin bu sınıf işbirlikçi tutumunun ibretlik bir vesikasıdır. Türk-İş’in hazırladığı taslağın Çalışma Bakanlığı’nınkine göre daha yasakçı olması örneği, bürokrasinin nasıl bir ihanet içinde olduğunu gözler önüne seriyor. Türk-İş bürokrasisi, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması doğrultusunda değil, tersine, 12 Eylül’ün ürünü olan yasakçı düzenlemelerin korunması yönünde mücadele etmektedir. Örneğin, tüm sektörlerde grev yasaklarının kaldırılması için mücadele vermek gerekirken, Türk-İş, burjuva hükümetten de ileri giderek “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grev yapılamayacak sektörlerin sayısını artırmaktadır. Türk-İş bürokratlarının sunduğu taslak, aynı burjuva devlet gibi, toplu sözleşmenin tıkanmasıyla çıkılan grevler haricindeki tüm grevleri “kanunsuz grev” ilan ederek ceza yağdırmaktadır. İşçi sendikalarının başına çöreklenen bürokratlar, işçi hareketindeki canlanmanın önünü kesmek ve böylece koltuklarını korumak amacıyla işkolu ve işyeri barajına da kökten karşı çıkmamaktalar. İşçi hareketi tarihinde bir hak değil suç olarak görülen lokavt bile Türk-İş taslağında bir hak olarak sunulup meşrulaştırılmaktadır! “Torba yasa” saldırısı karşısında sessiz kalan Kumlu yönetimi, kıdem tazminatının gaspını başa alan pakete de karşı çıkmamakta ve böylece AKP hükümetinin hiçbir engele takılmadan işçi sınıfına saldırmasına geçit vermektedir. Görüldüğü üzere, Türk-İş’in mevcut yönetiminin işbirlikçi karakteri ayan beyan ortadadır. Ancak işçi sınıfının kazanılmış haklarına ne ilk kez saldıran AKP hükümetidir ve ne de buna ilk kez karşı çıkmayan şimdiki Türk-İş bürokratlarıdır. Emeklilik yaşının uzatılması, parasız sağlık hakkına darbe vurulması, özelleştirme, sendikasızlaştırma ve diğer tüm kapitalist neo-liberal saldırılar karşısında, başta Türk-İş yönetimleri olmak üzere bir bütün olarak sendika bürokrasisi sessiz kalmış, işçi sınıfı mücadeleye çekilmemiştir. Bürokrasi, kendi mevki ve ayrıcalıklarını korumayı esas alan bir politika gütmüş ve bu kapsamda burjuva hükümetlerle pazarlıklara girişmiştir. Meselâ, 1990’larda Tekel’in özelleştirilmesi gündeme geldiğinde sendika bürokrasisi, iç siyasal gelişmeleri de kullanarak hükümetlerle yürüttüğü pazarlıklar sonucunda Tekel’in özelleştirilmesini bir süreliğine erteletmiştir. Bu meyanda,
marksist tutum
“Tekel vatandır satılamaz” türü milliyetçi sloganlarla işçiler tümüyle beklemeye itilmiştir. Lakin sermayenin ihtiyaçları baskın gelince AKP döneminde Tekel özelleştirilmiş, işçiler işten atılırken sendika da tasfiye edilmiştir. Eğer bu hakikatler gözden kaçırılırsa, burjuva siyasal arenada yürüyen taraflaşmanın gözüyle gelişmelere bakılır; bu durumda, işçi sınıfına dönük saldırıların tek başına esas sorumlusu AKP gibi gözükürken, CHP kayrılır ve sorunun kaynağının kapitalizm olduğu gerçeği görmezden gelinir. Burjuvazi işçi sınıfına dönük saldırıları şu ya da bu parti eliyle yürütebilir, ama gerçek sorumlunun kapitalizm olduğu akıllardan çıkartılmamalıdır. Bir kez daha vurgulayalım: Türk-İş tepe bürokrasisinin ne mal olduğu yeterince açıktır. Ancak bugün muhalefet olarak ortaya çıkan ve mücadeleden dem vuran sendika yöneticilerinin, işçi hareketinin bugüne kadar ilerletilememiş olmasında hiç mi sorumluluğu yoktur? Bu sendika yönetimleri kapitalist saldırıları geri püskürtmek için üzerlerine düşen görevleri yapmışlar mıdır? Bununla birlikte, Sendikal Güç Birliği Platformu’nu meydana getiren şu ya da bu sendika yönetiminin niteliğinden ve bu platformu oluşturan sendikacılar arasındaki farklılıklardan bağımsız olarak, açıklanan bildiride dile getirilen hususlar anlamlıdır. Bu bildiride sendikal hareketin kan kaybettiğine, güçsüzleştiğine ve güvensizleştiğine dikkat çekilerek; sendikaların demokratikleştirilmesinden, tabanın söz ve karar sahibi olmasından, emeğin hakları için siyasal alana müdahaleden ve bu kapsamda sosyal-siyasal platformlar yaratmaktan, işçiler arasında mesleki ayrımlara son veren birleşik bir mücadeleden, sınıf dayanışmasından, işçi sınıfına dönük saldırılara karşı durulacağından, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele edileceğinden söz edilmektedir. Tüm bu hususlar önemlidir ve bunların hayata geçirilebilmesi için kapsamlı bir mücadele vermek gereklidir. Ancak söz konusu muhalefetin temel zaafı da bu noktada açığa çıkmaktadır. Zira kâğıt üzerinde ortaya konan program işçi tabanına yaslanmamaktadır. Güç Birliği, kongreye dönük olarak bazı kentlerde yaptığı toplantıların ötesine geçerek işçi tabanını söz konusu program doğrultusunda harekete geçirmiş değildir. Sormak gerekmez mi: işçileri harekete geçirmek için ne bekleniyor? Türk-İş kongresinin ötesine taşan bir mücadele hedefi ve anlayışı gereklidir. Eğer Sendikal Güç Birliği Platformu ve onun bileşenleri gerçekten de işçi sınıfının canını yakan saldırılara dur demek ve işçi hareketindeki tıkanıklığı, sendikalardaki uyuşukluğu ve bürokratik tutuculuğu aşmak istiyorlarsa, militan sınıf sendikacılığı anlayışı temelinde işçi kitlelerini harekete geçirmelidirler. Sendikaları ve kendilerini işçilerin denetimine açmalı, sendikaların kapılarını devrimci işçilere kapatmamalıdırlar. Aksi takdirde, olumluluklar içeren söz konusu program kâğıt üzerinde kalmaktan ileri gitmeyecektir.
29
Milli Eğitim: Irkçı Devletin Asimilasyon Yuvası Zehra Aras
Milli Eğitim sistemi düzenin baskıcı, ırkçı, tekçi, asimilasyoncu yapısını yansıtıyor. Eğitim sistemi, genç nesillerin beynini yıkayarak sömürü düzeninin çıkarları doğrultusunda şekil vermenin temel araçlarından biridir.
Y
aşadığımız topraklar tarihsel olarak Türk, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi pek çok halka, etnik ve dinsel topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Anadolu’nun kadim halklarının yanı sıra, yaşanan göçler nedeniyle de çok kimlikli ve çok kültürlü bir halklar mozaiği olan bu toprakların renkleri ırkçı-milliyetçi devlet politikalarıyla soldurulmuş, TC sınırları dahilinde yaşayan halklar yok sayılmaya, bazen de yok edilmeye çalışılmıştır. TC devleti, kuruluşundan bu yana bu topraklarda yaşayan Türk olmayan halkları “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” karşı tehdit olarak görmüş ve sistematik bir asimilasyon politikası izlemiştir. Farklı kimlikleri yok etmek ve zorla Türkleştirmek, devletin resmi politikası olagelmiştir. TC Anayasası’nın 3. maddesi devletin resmi dilini Türkçe olarak dayatmış ve Türkçe dışındaki dillerin anadil olarak öğretilmesini yasaklamıştır. Anayasa’nın 42. maddesine göre “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”. Siyasi Partiler Kanunu da Türkiye’de “azınlıklar bulunduğunu ileri sürmeyi” ve “Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymayı” bölücülük saymakta ve yasaklamaktadır. Anayasa Mahkemesi bu hükümlere dayanarak defalarca parti kapatmıştır. Lozan Antlaşması gereği sadece Ermenilerin, Rumların ve Musevilerin “azınlık” statüsü tanınmış, Kürt, Laz, Ro-
30
man ve diğer halklara azınlıklara tanınan haklar bile tanınmamış, tüm bu halklar kendi okullarını açma hakkından bile mahrum bırakılmıştır. Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda okullarda İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi diller öğretilebilirken, milyonlarca Kürdün yaşadığı bu topraklarda Kürtçe eğitim dili olmak bir yana yabancı dil olarak bile okutulmamış, hatta üniversitelerin filoloji bölümlerinde onlarca farklı dil için bölüm açılırken Kürtçe yasaklı dil olmaya devam etmiştir. Lozan Antlaşmasıyla azınlık statüsü tanınmış olan halklar da asimilasyon politikalarından nasibini almıştır. Azınlık okullarına kayıt yaptırabilmek için Türk vatandaşı olmak zorunludur. Örneğin Türkiye’de yaşayan 15 bin Ermenistan vatandaşının çocuklarını Ermeni okullarına göndermesi yasaktır. Öte yandan bir gayrimüslim azınlık mensubu, çocuğunu diğer bir gayrimüslim azınlığın okuluna gönderemiyor. Devlet okullarına da özel okullara da Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden kaynak aktarılıyor ancak azınlık okullarına tek kuruş yok! Gayrimüslimlerin nüfusu azalıyor. Azınlık vakıflarının bütçeleri yeterli olmadığından azınlık okulları zor duruma itiliyor.
Devlet politikası: ırkçılık, asimilasyon, inkâr! TC egemenleri, asimilasyoncu eğitim politikalarını gayet bilinçli olarak yürütmektedirler. TC, uluslararası
sayı: 81 • Aralık 2011
sözleşmelerin azınlık haklarını ilgilendiren kısımlarına da çekince koymaya devam etmektedir. Avrupa Birliği’ne katılmak üzere devletin imzaladığı uluslararası sözleşmeler de asimilasyon politikasını değiştirmemiştir. Osmanlı’nın son dönemine dek nüfusun önemli bir kısmını oluşturan gayrimüslim halklar, büyük baskılara ve ayrımcılığa tâbi tutulmuşlardı. 1890’larda ve 1915’te yaşanan Ermeni kırımları ve 1923-24’te gerçekleşen nüfus mübadelesiyle birlikte gayrimüslimler küçük birer azınlık haline geldi. Ancak egemenler için bu da yeterli olmadı. Irkçı politikaların sürdürülmesi sonucu gayrimüslim nüfusu yıldan yıla azaldı. 1930-31 yıllarında Türkiye’de azınlık okulu sayısı 117 iken, 1995-96 yıllarında bu sayı 34’e düşmüştür. Azınlık okullarında müdür yardımcısının “Türk kökenli” olması zorunlu kılınmış, böylece azınlık okulları üzerinde devlet denetimi tesis edilmiştir. 2007 yılında AB’ye uyum için makyaj tazelenmiş ve “Türk kökenli” müdür yardımcısı kuralı kaldırılmıştır. Bu tür durumlarda kanunu değiştirip uygulamayı değiştirmeme taktiği TC’nin devlet geleneğine gayet uygundur. İmajı düzeltmek için kanun değiştirilmiş ama yönetmelik kanuna uygun olarak değiştirilmemiştir. Böylece devlet eski durumu fiilen devam ettirebilmektedir. Azınlıkların anadilde eğitim haklarını savunması “terör suçu” kapsamında cezalandırılmaktadır. TC, anadilde eğitim hakkı için imza toplayan öğrencileri bile üniversitelerden atıp cezaevlerine doldurdu. Hangi hükümet gelirse gelsin devletin, azınlıkların anadilde eğitim görme haklarına ilişkin ırkçı zihniyeti değişmemiştir. 2008 yılında Diyarbakır Barosu Başkanı, Tayyip Erdoğan’a Kürtlerin anadilde eğitim haklarının tanınması gerektiğini söylediğinde, Erdoğan “sadece Kürt kökenli vatandaşlar yok. Çerkezler, Lazlar var. Başkaları isteyince ne olacak?” yanıtını vermiştir. Ezilen halkların en doğal haklarını talep etmesi sorun olarak görülüyor. Türkiye halklar mozaiğidir. Toplum çok kimliklidir. Çok kimlikli bir coğrafyada tek kimlikliliği dayatan ırkçı, asimilasyoncu bir rejim halklara zulümden başka ne sunabilir? “Başkaları isteyince ne olacak?” sözü, devletin demokrasi maskesinin altındaki çirkin yüzünü resmediyor. Azınlık haklarını tanımama ve asimilasyonda ısrar, Erdoğan tarafından da tasdik edilmiştir. Aynı Erdoğan Almanya’da yaptığı konuşmalarda asimilasyonun insanlık suçu olduğunu söylüyor, kendisini bu suçun dışındaymış gibi göstermek için rol kesiyor. AKP uluslararası kamuoyuna, Türkiye’de azınlık haklarında demokratikleşme yönünde olumlu gelişmeler yaşandığı imajını vermeye çalışıyor. Gerçekler ise çizilen imajla gizlenemeyecek kadar çarpıcı. AKP hükümetleri döneminde de ırkçı, tekçi, asimilasyoncu eğitim politikaları aynen devam ettirildi. 2004 yılında Eğitim-Sen, tüzüğünde “bireylerin anadillerinde eğitim ve kültürlerini geliştirme hakkı”na yer verdiği için Genelkurmay’ın başvurusu üzerine kapatma davasıyla karşı karşıya kaldı. Sendika 2005 yılında kapatıl-
marksist tutum
Kürt halkı anadilde eğitim hakkını istiyor mamak için tüzüğünden anadilde eğitim ve kültürünü geliştirme hakkına ilişkin ifadeleri çıkarmak zorunda kaldı. Anadilde eğitim için imza kampanyası yürüten öğrenciler gözaltına alındı ve 30 kadar öğrenci tutuklandı. AB kriterleri gereği azınlıkların kendi dillerinde kurs açması yasal hale geldi gelmesine, ancak Kürtçe kurs yetkisi almak için başvuranlara izin vermemek için bin dereden su getirildi. Kursun pencerelerinin kaç santimetre olduğu ölçülüp “pencereler standartlara uymuyor” denilerek izin verilmediği bile olmuştur. “Yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle, getirilen özgürlüklere öylesine tuzaklar hazırlanıyor ki, bu hakları kullanabilmek neredeyse deveye hendek atlatmak kadar imkânsız hale geliyor. Kürt halkının en demokratik haklarından biri olması gereken Kürtçe eğitim hakkı, sözde yeni yasalarla tanınmış oluyor. Ama küçük bir farkla, Kürtçe eğitim olarak değil, Kürtçe öğretim olarak! Yani Kürt çocukları okullarda hâlâ kendi anadillerinde eğitim alma hakkından yoksunlar. Ama Kürt yetişkinleri, Kürtçe öğreten kurslara giderek kendi anadilleri olan Kürtçeyi öğrenebilirler! Bu denli soytarılık çok az ülkeye nasip olmuştur. “Bu kursların, özel kurslar yönetmeliğine uygun olup olmadığını teftiş etmek üzere gönderilen müfettişler ise akla hayale gelmeyecek eksiklikler bulup, gerekli onayları vermiyorlar. İlk başvuruda bulunan kurs, dershanedeki kapıların olması gerekenden 5 cm daha dar olduğu gerekçe-
31
Aralık 2011 • sayı: 81
marksist tutum
siyle gerekli izni alamadı. (…) Adana’da kurulan bir başka Kürtçe kursu ise, binadaki pencerelerin olması gerekenden 0,2 cm daha dar olduğu gerekçesiyle gerekli izni alamadı. Üstelik aynı bina eskiden İngilizce kursu olarak kullanılıyordu! Müfettişlerin 0,2 santimetrelik bir uzunluğu bu kadar hassas şekilde ölçme becerisine şaşmamak elde değil!” (Özgür Doğan, Özgürlüğün Santimetresi, Nisan 2005, www.marksist.com)
Yoksullara, sürgün Kürtlere, “ötekilere” okul haram! Eğitimde ayrımcılık denilince sınıfsal eşitsizliğin eğitimde nasıl bir ayrımcılık yarattığına değinmemek olmaz. 2006 yılı verilerine göre, temel ve zorunlu eğitim alması gereken 6-14 yaşları arasında 945 bin çocuk hiçbir okula devam edemiyor. Yüz binlerce çocuk karınlarını doyurabilmek için atölyelerde ve tarımda mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre, bir yandan okula devam eden öte yandan mevsimlik işçi olarak çalışan on binlerce çocuk var. Bu çocuklar okula geç başlıyorlar ve dönem bitmeden okuldan ayrılarak aileleriyle birlikte mevsimlik işçilik yapacakları bölgelere gidiyorlar. Mevsimlik işçi olarak çalışan ailelerin ezici çoğunluğunu Kürt illerinde yaşayan yoksul Kürt aileleri oluşturuyor. Bu aileler yılın belli dönemlerinde gündelikçi işçi olarak çalışmak üzere Akdeniz ve Karadeniz illerine gidiyorlar. Eğitim-Sen’in görüştüğü 11 yaşındaki bir kız çocuğu şunları anlatıyor: “Ben pamuğa gitmemizi istemiyorum ama paramız yok, bu yüzden çalışmak zorundayız. Geldiğimde okulda önceleri arkadaşım olmuyor. Benimle oynamak istemiyorlar. Dersleri anlamakta zorlanıyorum. Çok çalışmam gerekiyor. Ama görmediğim şeyleri anlamak çok zor oluyor. Yardım eden arkadaşlarım da olmuyor. Sen tembelsin, okula geç geldin, sınıfta kalacaksın diyorlar. O zaman ben çok üzülüyorum. Ben gitmeseydim çalışkan olurdum.
32
Sınıfta kalmazdım. Tam öğrenirken gidiyoruz. Sonra anlamıyorum.” Devletin 90’lı yıllarda yaktığı ve boşalttığı 3 binin üzerindeki Kürt köyünden zorunlu göçe tâbi tutulmuş milyonlarca Kürt köylüsünün büyük çoğunluğu göç ettikleri kentlerde sefalet koşullarında yaşıyor. Göç Edenlerle Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇ-DER) tarafından yapılan araştırmaya göre zorunlu göçe maruz kalmış çocukların Diyarbakır’da %34’ü, Batman’da %78’i, İstanbul’da %41’i, Van’da %56’si, İzmir’de %34’ü ve Mersin’de %50’ü hiç okula gidememiş durumda. Roman ailelerin çocuklarında da okula gitme oranı ortalamanın altında kalıyor. Bazı Roman mahallelerinde okul bulunmaması, ekonomik güçlükler ve yoksul aile çocuklarının çalışmak için okulu bırakması, Roman çocukların okula gitme oranını düşürüyor. İstanbul’da Romanların yaşadığı bazı bölgelerde Romanların evleri kentsel dönüşüm rantı uğruna yıkılıyor ve aileler yerlerinden ediliyor. Evlerinden edilen Roman ailelerin çocukları yeni gittikleri yerlerde okula devam edemiyorlar.
Milli Eğitim’in ırkçı dili Milli Eğitim ders kitapları ırkçı içeriğiyle genç kuşakları zehirliyor. Genç beyinlere “milli şuur” diye ırkçılık zerk ediliyor. Kitaplarda Türk ırkını yücelten ve Türk olmayan halkları düşman belleten bir dil kullanılıyor. Yalanlar üzerine kurulu bir resmi tarih kurgusu öğrencilere ders olarak veriliyor. Bu paranoyak kurgu içerisinde herkes Türklere düşman! Ulus kavramının ortaya çıkışı ve toplumların ulus devletler kurması son 250 yıla ait bir olgu. Ancak Milli Tarih Osmanlı’yı bile bir “Türk devleti” imiş gibi anlatıyor. Hatta bin yıllar içerisinde kurulan 16 devletin “Türk devleti” olduğuna dair zırvalıklar bile ders olarak anlatılıyor. Henüz insan topluluklarının kavimler olarak yaşadığı, ulusların tarih sahnesine çıkmadığı dönemlerde “Türk devletleri” icat edecek kadar bilim dışı bir anlayışla, nesillerdir bu ülkenin insanlarının beyinleri yıkanıyor devlet tarafından. Milli Tarih ders kitapları yıllardır tarihi gerçekleri tamamen tersyüz etti. “Türkleri katleden Ermeniler”, “ezeli düşman Yunanlılar”, “arkadan vuran Araplar”, “sıcak denizlere inmek için pusuya yatmış fırsat kollayan Ruslar”, “dışarıdan kışkırtılan Kürtler”, “etrafı düşmanlarla çevrili ülke” kurgularıyla gerçeklik algısını yitirmiş ırkçı ve paranoyak nesiller yetiştirilmeye çalışıldı. Geçtiğimiz aylarda devlet, milli düşmanlar listesine Süryanileri de ekledi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 10. sınıf öğrencilerini “eğitmek” için hazırladığı Milli Tarih ders kitabında Süryanileri hedef alan iftiralar sıralanmış. “Lozan Antlaşması’na
sayı: 81 • Aralık 2011 Devletin farklı kimlikleri ve inançları inkâr ve asimilasyona dayalı politikaları milyonlarca Alevinin, Bektaşinin ve Caferinin inanç ve ibadetlerini yok sayıyor. Alevi ailelerin çocukları okulda Alevi olduklarını gizlemek zorunda kalabiliyor.
göre Süryaniler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayıldılar. ... Süryani göçü ekonomik nedenlerle son yıllarda artmıştır. Batı’nın ekonomik refahı içinde yaşamak için o devletlerin siyasi ve dini çıkarlarına alet olmaktadırlar.” Şu ifadeye bir bakın: “Süryaniler TC vatandaşı sayıldılar.” Bu toprakların binlerce yıllık kadim halklarından biri olan Süryanilerin, anlaşma yüzünden TC vatandaşı sayılmış bir nevi “sözde vatandaş” olduğu genç beyinlere işleniyor. Milli Tarih ders kitabından ırkçı salyalar saçılıyor. Devletin resmi ders kitabı rezil bir iftiraya başvurarak Süryanilerin hain, düşman ve potansiyel suçlu olduğunu ilan ediyor: “Özellikle yurtdışına göç eden Süryaniler, Batı’nın ekonomik refahı içinde yaşamak için o devletlerin siyasi dini çıkarlarına alet olmaktadır.” Bugün Avrupa’da yaşayan yüz binlerce Süryani’nin ekonomik çıkarları uğruna “o devletlerin” siyasi dini çıkarlarına alet olduğunu ileri sürebilmek için hasta ruhlu paranoyak bir ırkçı olmak gerektiği düşünülebilir. Ancak bu iddiaların ve iftiraların yeni basılan Milli Tarih ders kitabında yer alması, meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Süryanilere yönelik kin ve nefret dilinin neden geliştirildiğinin ipuçları yine ders kitabında yer alıyor: “1915’te sözde Süryani soykırımı yapıldığı söylenmektedir. Süryaniler 1. Dünya Savaşı’nda Rusları destekleyerek taraf olmuşlardır. Süryanilerle mücadele savaş şartları içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla soykırım söz konusu değildir.” Yani “öldürdük ama savaş şartları içerisinde” deniliyor. Bu yalan formatını biz gayet iyi tanıyoruz. Bu iddia Ermeni kırımı gündeme geldiğinde ileri sürülen resmi söylemin birebir aynısıdır. Çünkü 1915’te Anadolu’da Ermenileri yok etmek üzere başlatılan kırımdan Hıristiyan oldukları için Süryanilerin de nasiplerini aldığı son dönemlerde giderek daha fazla dile getiriliyor.
marksist tutum
Devlet halkın inançlarına da burnunu sokuyor Devletin resmi din politikası din ve devlet işlerini ayırmak ve dini cemaatleri devletten, devleti de dini inançlardan bağımsız kılmak üzerine kurulmamıştır! Bilakis ceberut devlet, kuruluşundan itibaren halkın inançlarına burnunu sokmuştur. Halkın neye nasıl inanması gerektiğini belirlemeye çalışarak dini siyasi çıkarlarına alet etmek egemenlerin işine gelmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı siyasi otoritenin emirleri doğrultusunda fetvalar vermektedir. İmamların vaazlarında cemaate ne söylemeleri gerektiği devlet tarafından belirlenmektedir. İmamların cenaze törenlerinde bile ne söyleyeceği siyasi otorite tarafından standartlaştırılmıştır. Mezar başlarında devlet, vatan, millet, bayrak, polis, ordu, şehitler kutsanmakta, cenazelerinin başında acı çeken insanlara bile ne için dua etmeleri gerektiği devlet tarafından dikte edilmektedir. “Laiklik” adı altında yürütülen devletin resmi din politikası elbette eğitim sisteminde de yansımasını bulmaktadır. Zorunlu din dersleri Sünni Hanefi İslam inancını temel alarak hazırlanmıştır. Bu derslerden sadece Hıristiyanlar ve Museviler muaf tutulmuş, farklı inanç ve mezheplerden çocuklara Sünni Hanefi İslam inancını öğrenmek dayatılmıştır. Türkiye’de Sünni olmayan mezhepler de Sünni Hanefi inancına dayalı zorunlu din eğitimi dayatmasından nasibini almaktadır. Devletin farklı kimlikleri ve inançları inkâr ve asimilasyona dayalı politikaları milyonlarca Alevinin, Bektaşinin ve Caferinin inanç ve ibadetlerini yok sayıyor. Alevi ailelerin çocukları okulda Alevi olduklarını gizlemek zorunda kalabiliyor. Devlet, egemenlerin düzenini sorgulayamayan ve eleştiremeyen, bilim dışı zırvalıklarla ve yalanlarla beyni dumura uğratılmış kuşaklar yetiştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Eğitim sistemi ırkçı zırvalıklardan, yalanlardan, asimilasyoncu zihniyetten, her türlü ayrımcılıktan arındırılmalı, herkese nitelikli, bilimsel, demokratik ve parasız eğitim olanağı sağlanmalıdır. Ezilen halklara anadilde eğitim hakkı koşulsuz tanınmalıdır. Milli Eğitim sistemi düzenin baskıcı, ırkçı, tekçi, asimilasyoncu yapısını yansıtıyor. Eğitim sistemi, genç nesillerin beynini yıkayarak sömürü düzeninin çıkarları doğrultusunda şekil vermenin temel araçlarından biridir. Devlet, egemenlerin düzenini sorgulayamayan ve eleştiremeyen, bilim dışı zırvalıklarla ve yalanlarla beyni dumura uğratılmış kuşaklar yetiştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Eğitim sistemi ırkçı zırvalıklardan, yalanlardan, asimilasyoncu zihniyetten, her türlü ayrımcılıktan arındırılmalı, herkese nitelikli, bilimsel, demokratik ve parasız eğitim olanağı sağlanmalıdır. Ezilen halklara anadilde eğitim hakkı koşulsuz tanınmalıdır.
33
Kadına Yönelik Şiddetin Kaynağı Kapitalist Düzendir Aylin Dinç 34
“Sayın Bakan... adım N.Ç, 13 yaşındayım. ...7 ay boyunca bana tecavüz ettiler. Bana ve mağdur olmuş bütün genç kızlara bunu yapan suçlulara çok ama çok büyük ceza verilsin istiyoruz. Öyle bir olay kızınızın başına gelse ne düşünürsünüz. Tecavüz lafını duyunca ölmekten başka bir şey düşünmeyeceksiniz ve her gün için için ağlayacaksınız. Öyleyse bizi de bir çocuğunuz olarak kabullenin.” Bakana bu mektubu yazan N.Ç.’nin yıllarca süren davası geçtiğimiz günlerde sonuçlandı. Yargıtay 14. Ceza Dairesi Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 26 sanığa “15 yaşından küçük kızla rızasıyla birlikte olmak” suçundan 4 yıl 2 ay ceza veren kararını onayarak tecavüzcülerin hepsine “iyi hal” indirimi yaptı. Yalnızca iki kişi “iyi hal” indirimi almadı: Bu işi organize eden kadınlar! N.Ç. 2002 yılında, Mardin’de, aralarında yüzbaşı, kaymakamlık yazı işleri müdürü, Ziraat Odası Başkanı, okul müdür yardımcısı, bakanlık çalışanı gibi devlet memurlarının, muhtar ve korucuların da bulunduğu çok sayıda kişinin aylarca tecavüzüne maruz kalmıştı. O sırada 13 yaşında olduğu söyleniyordu, fakat N.Ç.’nin dört yıl bakımını üstlenen Taksim Çocuk ve Gençlik Merkezi’nin eski müdürünün Sabah gazetesine yaptığı açıklamaya göre N.Ç. tecavüze uğradığı sırada 13 değil 11 yaşında idi. Bu gerçeklere rağmen yargı yukarıda sözünü ettiğimiz kararı verdi. Tecavüzcülerin konumları, güçlüden, ezenden yana olan burjuva yargının verdiği kararın neden şaşırtıcı olmadığını gösteren durumlardan biri. Yargı kadına yönelik şiddet, cinsel saldırı, cinayet meselelerinde yalnızca cinsiyetçi davranmıyor, güçlüyü de koruyor! Olaydan sonraki 9 yıl boyunca uyuma problemi yaşayan, buhranlar, krizler, mide krampları geçiren, intihara meyilli bir çocuk için yargı, “ne yaptığını biliyordu” diyerek onu bu hale sokanlara “iyi hal” indirimi yapabildi. Tecavüzcüleri bu işten en az zararla kurtarmaya çalışarak, faturayı aylarca ve defalarca tecavüz edilen çocuğa kesti. KESK Amed Şubeler Platformu Kadın Komisyonu
sayı: 81 • Aralık 2011
üyelerinin, N.Ç. davasında Yargıtay’ın almış olduğu karara yönelik açıklamaları anlamlıdır: “Hrant Dink’i öldüren 17 yaşındaki Ogün Samast işlediği nefret suçunu kendi rızasıyla işleyemeyecek kadar çocuk olarak değerlendirip öyle yargılanırken, 13 yaşındaki N.Ç. 26 kişiye «rıza» gösterecek kadar yetişkin kabul ediliyor. Asıl suçu işleyenler yerine N.Ç. cezalandırılıyor.” N.Ç.’nin avukatı ve manevi annesi Eren Keskin, davadan çıkan kararı, “hâkimler, tecavüz suçuna ortak oldular” sözleriyle değerlendirirken, bu tür vakaların sıklıkla yaşanmasını da şöyle açıklıyor: “Her şeyden önce, kendisinin de bir «savaş mağduru» olduğunu biliyor! N.Ç. olayı sadece «küçük yaştaki çocuğa cinsel saldırı» olayı değildir. Tüm savaşlarda olduğu gibi bizzat devletin Kürdistan’da planlı ve programlı olarak uyguladığı bir «savaş yöntemidir!» N.Ç. gibi yüzlerce belki binlerce çocuk, bu sektöre kurban edilmişlerdir.” (Özgür Gündem, 15 Kasım 2011) Kürt illerinde devlet güçleri Kürt halkı üzerinde her türlü zulmü uyguladı, dilini, kimliğini yok etmeye çalıştı, direnenlerin bedenini yok etti. Kadınlara da cinsel açıdan saldırmaktan geri durmadı. Gözaltında tecavüzler artık asker ve polisin doğal hakkı gibi olmuşken, küçücük Kürt kızları da bu süreçte istismar edildi. Kürt illerindeki kadınlar aynı zamanda düzen güçlerinin de baskı, taciz ve tecavüzüne uğrarken, kadınlara dönük şiddet yaşadığımız topraklarda tüm kadınları tehdit eden bir gerçekliktir. Kadın hareketinin geçmişe oranla güçlenmesi ve Avrupa Birliği kriterlerinin zorlamalarıyla, kafa yapısı değişmemiş ve bu konudaki değişiklikleri içine sindirmemiş egemenler, biçimsel olarak yasalarda değişiklik gereğini karşılarında buldular. 1 Haziran 2005’de
marksist tutum
Türk Ceza Kanununun cinsiyetçi ve kadını aşağılayan maddelerinde değişiklikler yapıldı. Kadının tecavüzcüsüyle evlenmesini sağlayarak tecavüzcüyü aklayan maddelerin yanı sıra, “ırz”, “namus”, “ahlâk”, “ayıp”, “edebe aykırı davranış” gibi ifadeler de temizlendi. O tarihten sonra, eskiden kadın cinayetlerinde “namus, töre vb.” gerekçelerle cinayet işleyenlere ağırlaştırılmış hapis cezası verileceğini bilen erkekler, “namusumu temizledim” söylemi yerine “ağır tahrik” söylemini kullanmaya başladılar. Kanunda çocuklara yönelik cinsel istismara ilişkin olarak “çocuğun rızası” kavramı kaldırıldığı halde, hâkimler bildiklerinden şaşmayıp, en son N.Ç. davasında olduğu gibi fiiliyatta eski uygulamalara devam ediyorlar. Yine kanunda “namus cinayetleri”nde ceza indirimi yapılmasına neden olan “haksız tahrik” maddesi değiştirilmesine, töre cinayetlerinin insan öldürme olarak düzenlenmiş olmasına rağmen, hâkimler eski maddelere göre karar alabilmektedirler. Yargı sistemi cinsiyetçi yaklaşımların örnekleriyle doludur. Eşi askere gittikten sonra hakkında dedikodular çıkmaya başlayan Nurcan için akrabaları tarafından infaz kararı alınır. Ailede yaşı küçük bir erkek katil adayı olarak seçildikten sonra karar uygulamaya sokulur. 11 el ateş edildiği halde ölmeyen Nurcan hastanede olanları anlatır. Nurcan’ı öldürme teşebbüsünü Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi “yöredeki inanışların bir sonucu” olarak değerlendirip suçlulara ceza indirimine gider. Kararın gerekçesi, “aile olaya tepki vermeseydi toplum tarafından dışlanırdı” olarak açıklanır. Kadının boşanmak istemesi, çocuğunun velayetini almak istemesi, günde iki kere banyo yapması, çocuklarıyla alışveriş yaparken saat sorması, erkekleri hiddete ve şidde-
35
marksist tutum
te sürükleyebilmektedir. Ve erkek egemen bir zihniyete sahip olan yargı, tüm bunları erkeklerin cezalandırılmasında hafifletici neden olarak ileri sürmektedir. Bu haksız indirimleri de ceza yasasına dayandırmaktadır. Bir mahkeme, alışveriş merkezinde iki çocuğuyla beraber dolaşan karısını “cilveli bir şekilde saat sordu” gerekçesiyle 15 yerinden bıçaklayarak katleden kocaya verilen ağırlaştırılmış müebbet cezasını, “sanığın haksız tahrik altında cinayet işlediği ve pişmanlık duyduğu gerekçesiyle” 20 yıla indirmiştir. Peki kâtil kadın olduğunda nasıl bir sonuç çıkıyor karşımıza? Rabia’nın hikâyesi buna yeterince cevap veriyor. 13 yaşında tecavüze uğradığında baba zoruyla tecavüzcüyle evlendirilen Rabia, 13 yıl boyunca tecavüzcüsü tarafından şiddete uğruyor. Boşanma davası açıyor, tehditler yüzünden vazgeçiyor. En sonunda dayanamayıp 2 çocuğuyla baba evine dönüyor. Kocası, babasının evine gelip dövmeye başladığında Rabia babasının silahıyla tecavüzcüsünü öldürüyor. Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığında avukatlarının ağır tahrik ısrarına rağmen 24 yıl ceza veriliyor. Katillere “iyi halden” ceza indirimi yapan hâkimleriyle; şiddete uğrayan kadını şiddete uğradığı evine geri gönderirken “aileni mi parçalayacaksın?” diyebilen, tecavüzcüleri yakalamaktan aciz polisleriyle; işyerinde çalışan kadını taciz etmeyi kendinde hak gören yöneticileriyle; eşini kendi malı gibi gören erkekleriyle kapitalizm, erkeğin kadından üstün ve onun sahibi olduğu düşüncesini toplumun bilinçaltının derinliklerine yeniden ve yeniden işliyor. Rakamlar, kadınlara dönük şiddetin ve cinayetlerin özellikle “demokrasi havarisi” kesilen AKP iktidarı döneminde arttığını gösteriyor. 2002’de 66 kadın cinayeti yaşanırken, bu sayı yıldan yıla artarak 2008’de 806’ya kadar yükseldi. 2009’un ilk yedi ayında 953 kadın öldürülmüştü. Her gün ortalama 5 kadın öldürülüyor ve her 10 kadından 4’ü şiddete uğruyor. Kadın cinayetleri 2002’den bu yana %1400 oranında artmış durumda. Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanununda değişiklikler yapılmasına rağmen kadınların uğradığı şiddet artarak devam ediyor. Korktuğu için şikâyetçi olamayan kadınlar da var. Şiddete, tacize, tecavüze uğrayan kadınların büyük bir kısmı karakola ve mahkemeye güvenmediğinden ya da toplumsal baskıya göğüs geremediğinden bunu saklamak ve bu acıyla yaşamak zorunda kalıyor. Şikâyette bulunanlar karşılarında olayın ciddiyetine göre davranan, kendisini muhatap alan, en temel insan hakkının suiistimal edildiğini hesaplayarak hareket eden yetkililer bulamıyor. Siirt’teki bir ilköğretim okulunda, hem öğrenciler, hem okul müdür yardımcısı, hem de esnaf tarafından uzun bir süre tecavüze uğrayan kız kardeşlerin yaşadıkları buna örnek. Okulun rehberlik öğretmenine anlatıldıktan sonra savcılığa yansıyan bu olayda, dava kısa bir süre sonra basına kapatıldı ve kayıp-
36
Aralık 2011 • sayı: 81
lara karışan zanlı okul müdürü bu olaydan sonra ameliyat olduğu ve maaşını düzenli olarak çektiği halde her ne hikmetse bir türlü bulunamadı. Devlet, kadına yönelik şiddeti engellemeye çalışan bir tutum yerine, kadınların ölmesini seyreden, destekleyen, teşvik eden pozisyonuyla karşımızda duruyor. Cinayet davalarında “haksız tahrik indiriminin” kaldırılmasını, şiddete uğrayan ve tehdit edilen kadınların karakollardan evlerine gönderilmemesini, tüm yasal haklarını kullanabilmelerini, sığınma evlerinin sayısının 38’den 3800’e çıkarılmasını, kadın danışma merkezlerinin açılmasını, can güvenliği nedeniyle kent değiştiren kadınların kimlik, barınma, geçinme sorunlarının çözülmesini ve şiddet olaylarında kadını koruyan “koruma programlarının” oluşturulmasını talep eden kadın örgütlerinin bu taleplerine rağmen, devlet bunların bir kısmını dahi yerine getirme gayretinden uzaktır. Devlet, korumamakla, karakollardan eve göndermekle kalmıyor, cinayeti işleyen erkeklerin cezalarını da indirerek bu tür cinayetleri teşvik etmiş oluyor. Kadınlara ise, “kocanın istediği bir yaşamı kabul etmezsen sonun böyle olur” denmiş oluyor. 2010 yılının Aralık ayında kendisini öldürmekle tehdit eden eşini şikâyet ederek koruma talep eden Ayşe Paşalı, talep ettiği koruma sağlanmadığı için sokak ortasında kocası tarafından öldürülmüştü. Kadına yönelik şiddetin kaynağında, erkek egemenliğin devamının garantisi olarak boy gösteren kapitalizm yatıyor. Katillere “iyi halden” ceza indirimi yapan hâkimleriyle; şiddete uğrayan kadını şiddete uğradığı evine geri gönderirken “aileni mi parçalayacaksın?” diyebilen, tecavüzcüleri yakalamaktan aciz polisleriyle; işyerinde çalışan kadını taciz etmeyi kendinde hak gören yöneticileriyle; eşini kendi malı gibi gören erkekleriyle kapitalizm, erkeğin kadından üstün ve onun sahibi olduğu düşüncesini toplumun bilinçaltının derinliklerine yeniden ve yeniden işliyor. Bu düzende kadınların şiddete uğramaktan kendilerini koruyabilmeleri ve şiddete son verebilmeleri mümkün değildir. Kapitalizm, pek çok şeyin yanı sıra, kadınlara hak ettikleri insanca yaşamı sağlamaktan aciz olduğu için de yıkılmayı kat be kat hak ediyor. Bu sistem kadınların iki kat fazla ezilmesine yol açarken, kendini üstün gören erkeğin de elinden insanlığını alıyor. Kendini ayrıcalıklı gördüğü için, korunduğu için, kendisine kulluk edilmesi gerektiğini düşündüğü için bir başkasına şiddet uygulayan bir insan, insanlıktan çıkmıştır. Kapitalist düzen devam ettikçe ne kadınlar ne de erkekler huzurlu bir yaşam sürdürebileceklerdir. Cinsler arasında dayanışmaya, paylaşıma ve sevgiye dayalı, eşit temelli ilişkilerin tüm topluma yayılmasının tek bir yolu var: bunu yaratacak bambaşka bir dünya! Bu da ancak böyle bir dünya için verilen mücadelede kadınlar en önde olduğunda gerçekleşecektir. Haydi kadınlar, mücadeleye, en öne!
Organize İşler Bunlar! Soner Güven
B
u topraklarda çok yaygın kullanılan bir deyim vardır: “Her şeyi devletten beklemeyin.” Bununla kastedilen devletin imkânlarının ve gücünün her şeye yetmeyeceği, biraz da “fedakârlık” yapmak gerektiğidir. Mesela Van’da deprem olursa devlet çadır yetiştiremez! Depremzedelere bir tas sıcak çorba ulaştıramaz! On binlerce insanın öldüğü korkunç bir depremden sonra 12 yıl boyunca deprem vergisi toplamayı başarır ama bu devletten bu paraları doğru yerde, doğru ihtiyaçlar için kullanmasını bekleyemeyiz! Bu devlet asgari ücretlinin, işçinin eline geçen ücretten gani gani vergi keser. Bu da yetmez yediği ekmekten, içtiği sudan, kullandığı tuzdan, şekerden, tükettiği her şeyden bir daha vergi keser. Kesilen bu vergiler için devlet, “ödediğiniz vergiler size elektrik, yol, su olarak dönecek” der. Ancak devlet ve onun hükümetleri bu parayı emekçilerin ihtiyacı için kullanmaz. Aynı devlet, parası olanlar için gemileri dağdan aşırır, imkânsızı başarır, her türlü organizasyonu yapar, ama sıra iliklerine kadar sömürülen, parası olmayan yoksul insanlara gelince bıraktık iyi bir organizasyon yapmayı, iyi ve kaliteli bir hizmet sunmayı, parmağını bile kıpırdatmaz. Devlet, AKP hükümeti ve Diyanet İşleri Başkanlığı, 23 Ekimde gerçekleşen Van depreminden yalnız iki gün sonra, binlerce depremzede eksi 20 derecede donarken,
Arabistan’ın iki ayrı kentinde, kurduğu klimalı ve her tür konfora sahip çadır kentte, 60 bin hacı adayını ağırladı. Mekke ve Medine’de gerçekleşen organizasyonda bakalım neler varmış: Diyetisyenler kontrolünde sabahları çorba, akşamları üç çeşit olmak üzere 60 bin kişiye sıcak yemek, Tarhanadan yaprak sarmasına kadar özel isteklerin not edilip karşılanması, Yemekleri mahalline taşımak için 15 kamyon, salt bu yemek hizmeti için tahsis edilmiş 780 personel, Kadınlara hizmet için 299 özel kadın görevli, Toplamda tam 4580 personel, yaşlı ve hastalar için tam 5000 kişi kapasiteli klimalı çadırlar, toplam 420 personelli, biri 50, diğeri 150 yataklı hastane, her an hizmete hazır 25 ambulans, Yaşlı ve hastaların bir yerden bir yer gidebilmesi için 250 otobüs, insanların özel eşyalarını taşımak için her biri 23 tonluk 50 tır, İnsanları aydınlatıp ferahlatmak için farklı programlar içeren 400 eğitim toplantısı ve hatta yöreye gelen özel konuklara hizmet etmek için papyonlu garsonlar, isteyene özel, yöresel yemekler. Bunlar hizmetlerin bir kısmını oluşturuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı hacca götürdüğü insanlardan kişi başına
37
marksist tutum
yaklaşık 2500 TL alıyor. Devlet, eğer varlıklılarsa binlerce kişiye klimalı çadırlarda hizmet sunar. Ama eğer yoksullarsa, deprem vergisi diye 40 milyon liralarını iç etmesine rağmen, depremlerde ölmelerine seyirci kalır. Yetmez soğuktan öldürür. Aynı devlet ve AKP hükümeti, yoksullardan topladığı vergileri yoksulların ihtiyacı için kullanmadığını, onlara hizmet götürmediğini ve hatta onlar için parmağını bile kıpırdatmadığını Van ve Erciş depremlerinde bir kez daha gösterdi. Van depreminin ardından insanlar moloz yığınına dönen binaların altındaki yakınlarını elleriyle, tırnaklarıyla kurtarmaya çalışıyorlardı. Müteahhitlerin kâr uğruna demirinden, çimentosundan çaldığı binlerce bina çöktü. 644 insan enkaz altında can verdi. Yüzlerce insan yaralandı. On binlerce insan evsiz barksız kaldı. Kızılay deprem bölgesine battaniye göndermekle övünüyor. Fakat gönderildiği söylenen çadırlar ve battaniyeler Van valiliğinin binasının bahçesinde tutuluyor. Yeterli görevli yok. Bir organizasyon yok. Soğuktan biraz olsun korunmak için bir çadır, birkaç battaniye yok. Kuyrukta bekleyen insanları “siz gidin, biz size sonra haber veririz” diye elleri boş geri gönderiyorlar. Başbakan Erdoğan, Van depreminden günler sonra dalga geçer gibi “24 saat geç kaldık” diyerek aczini ve samimiyetsizliğini ortaya koyuyordu. On binlerce depremzede kışın soğuğunda dondurucu bir geceyi daha ölmeden atlatabilmek ve sabahı edebilmek için mücadele verirken aynı Başbakan, “İnşallah Ağustos ayına kadar TOKİ kalıcı konutları bitirecek” diyor. “Yaza kadar ölmeyin, size kalıcı konut yapacağız” diye dalga geçiyor onlarla. Aradan bunca zaman geçti ama Van’da binlerce insan hâlâ sıcak bir eve ve bir tas sıcak çorbaya muhtaç, çaresizlik içinde ama devlet başka organizasyonlarla meşgul. Elektrikli ve tüplü sobaların tutuşturduğu çadırlarda şimdiye kadar altısı çocuk yedi kişi yanarak can verdi. 6,5 yaşında olan Öznur Örgün isimli kız çocuğu soğuktan öldü. Öznur’ un annesi Pakize Örgün, “Depremde ölmedik, canımızı son anda kurtardık. Ancak şimdi soğuktan kızım öldü. Çaresiziz. İkiz kızlarımın da soğuktan öleceğinden korkuyorum. İkisi de rahatsızlandı, hastaneye kaldırdık. Eğer sahip çıkan olmazsa ikiz kızlarım da so-
38
Aralık 2011 • sayı: 81
ğuktan ölecek. Deprem öldürmedi ancak soğuk hava ve yaşadığımız kötü şartlardan ölmekten korkuyorum” diyor. Onlarca çadırda bir tek görevli ve küçücük bir yangın söndürme tüpü bile yok. Bir itfaiye işçisi çıkan yangınlar hakkında, “Van itfaiyesinin sadece 4 tane yangın söndürme aracı var. Bu çadırların hepsi naylon, hiçbiri elektrikli veya tüplü soba kurmaya uygun değil. Bir çadırda yangın çıktığında biz buraya yetişene kadar küle dönüyor. Hemen çadırın yanında hortum elinde beklesen ancak müdahale edersin. Sayımız belli. Nasıl yetişelim?” diyor. Barınacak, başlarına yıkılmayacak sıcak bir ev, sıcak bir tas çorba, çamaşırlarını, bulaşıklarını yıkayacak, çeşmesi suyu akan bir musluk depremzedelerin istedikleri. Ama devlet bu en basit insani ihtiyaçları organize etmiyor. BDP, işçi örgütleri, duyarlı sendikalar, duyarlı emekçiler bölgeye tonlarca yardım malzemesi gönderdi. Ama devlet, yardımların ihtiyacı olanlara ulaştırılmasını engelledi, engelliyor. Giden çadır, battaniye ve tonlarca gıda maddesi Kızılay’ın depolarında çürütülüyor. 1999 Gölcük depreminde de duyarlı insanlar, işçiler emekçiler deprem bölgesine tonlarca çadır, battaniye ve tonlarca gıda maddesi göndermişti. Ama devlet bir organizasyon yapmadığı gibi yardıma giden insanları deprem bölgesine bile sokmuyordu. Devlet ortalıkta olmadığı için insanlar yakınlarının cenazelerini boş buldukları yerlere mezar kazarak gömüyordu. Üç çocuğunu ve eşinin cansız bedenini gömen bir kişi “günler geçti, gelen yok, giden yok. Eşimi ve üç çocuğumu kendim gömdüm. Hani devlet nerede?” diye isyan etmişti. Binlerce depremzede aç ve susuzken, tonlarca ekmek ve gıda maddesi depolarda çürütülmüştü. Aradan geçen onca seneden sonra manzarada bir değişiklik yok! Bu devlet binlerce kilometre uzakta, başka bir ülkede, iki ayrı kentte kurduğu 60 bin kişi kapasiteli çadırları istese Van ve Erciş’te de kurabilir. Depremzedelere aynı hizmetleri sunabilir. Ama bunu yapmaz. Kapitalizm altında yoksullar hep yok sayılacak, onlardan hep alınacak. Sermaye sahipleriyle yoksullar asla eşit olmayacak. İşte bu yüzden organize adaletsizliğe karşı tek çare, dünyanın tüm işçileri olarak birleşmek ve gerçekten organize olmaktır.
12 Eylül Faşizminin Mengeleleri Gülhan Dildar
12
Eylül darbesi işçi sınıfı hareketine karşı yapıldı ve onun örgütlerini ve devrimcileri ağır baskılarla sindirdi. On binlerce devrimci tutsak işkence tezgâhlarından geçirildi. Fiziki işkence ile devrimci tutsakları yıldıramayan burjuva egemen güçler, bu kez de iradelerini teslim alabilmek için onları sistematik bir yöntemle kobay olarak kullandılar. Yıllarca cezaevlerinde tutulan devrimci tutsaklar, rızaları olmadan ve durumdan habersiz bir şekilde kobay olarak kullanıldılar. Üzerinden on yıllar geçmiş olsa da o dönemi yaşayanlar, hâlâ baskı ve işkence koşullarını tam olarak hafızalarından silebilmiş değiller. Ruhunu kapitalist kâr düzenine satmış sözde bilim adamları aracılığı ile yüzlerce devrimci tutsak üzerinde “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” deneyleri yapıldı. Bunun yanı sıra, henüz patenti alınmamış ilaçlar, radyoaktif elementler yine devrimci tutsaklar üzerinde denendi. Mamak, Metris, Erzurum gibi dönemin cezaevlerinde işkenceci doktorlar, bir insanın falakaya ne kadar dayanabildiğini, ortalama kaç cop vurulması gerektiğini devrimci tutsaklar üzerinde test etmiştir. Cezaevlerinde kobay olarak kullanılan, üzerlerinde çeşitli deneyler uygulananların unutamadığı bir isim de Turan İtil. Bu tür deneyleri yapan doktorların başını çeken Prof. Dr. Turan İtil, CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı’nın kurucularındandır. Bizzat bu vakıf eliyle, devrimci tutsaklar üzerinde Alman faşist doktorlarından Josef Mengele’yi çağrıştıran deneyler yapılmıştır. Bu yüzden de o dönemi yaşayanlar Turan İtil için “12 Eylül’ün Mengele’si” diyorlar.
12 Eylül cuntacı generalleri geçmiş deneyimlerden faydalanmışlardır Cuntacı generaller, hiç kuşkusuz 12 Eylül kanlı diktatörlüğünde ABD, Almanya, Japonya gibi emperyalist-
kapitalist ülkelerin geçmiş “parlak” deneyimlerinden faydalanmaktan geri durmamıştır! 12 Eylül’ün karanlık günlerinde uygulanan benzer deneyler geçmişte savaş tutsaklarına, askerlere, Alman faşizmi döneminde toplama kamplarında tutulan Yahudilere uygulanmıştır. Almanya’da faşizm döneminde, Mengele gibi faşistlerin başını çektiği ekipler, toplama kamplarında akıl almaz yöntemlerle sözde “bilimsel araştırmalar” yapmışlardır. İnsan aklının ve vicdanın almayacağı yöntemleri “Ölüm meleği” olarak bilinen Nazi doktoru Mengele’nin yaşayan kurbanlarından biri olan İzak Ganon şöyle anlatıyor: “25 Mart 1944 yılında akşamüzeri Hitler’in muhafız birliği olarak bilinen SS ve Yunan polisi evimize geldi. Bizi güzel bir yolculuğa çıkaracaklarını söylediler. İki hafta sonra Polonya’daki Nazi kampı Auschwitz’e vardık. Annem ve 5 kardeşim gaz odalarına gönderildi. Ben ise Dr. Josef Mengele’nin ölüm deneylerini yaptığı Auschwitz-Birkenau’ya gönderildim. Bir masanın üzerine yatırılıp sıkıca bağlandıktan sonra Mengele içeri girdi. Narkoz yapmadan karnımı yardı ve tek böbreğimi keserek eline aldı. Böbrek onun elinde başı kesilmiş bir tavuk gibi kıvranıyordu. Ben ise acıdan avazım çıktığı kadar bağırıyordum.” Bu ölümcül deneyler sonrasında hiçbir ağrı kesici verilmeden insanlar toplama kamplarında çalıştırılıyor, soğuk su içinde bekletilerek ciğerlerinin fonksiyonları gözlemleniyordu. Böylece, insanın kanını donduran bu insanlık dışı deneylerle insanların acıya ve soğuğa ne kadar dayandıkları test edilmiş oluyordu. İşte tüm bu vahşetin adı “bilimsel araştırma” oluyordu. Bu “bilimsel araştırmalar”da ilaç tekellerinin rolünü unutmamak gerekir: “Faşist kasaplar toplama kamplarında bu vahşeti olanca hızıyla sürdürürken, günümüzün «saygın» ilaç firmalarından Bayer gibi tekeller de
39
marksist tutum
bu kanlı oyundaki yerlerini almayı ihmal etmemişlerdir. O dönemde BASF ve Höchst kimya devleriyle birlikte IG Farben kartelinin bir parçası olan Bayer firması, Auschwitz toplama kampının yakınlarında bir üretim tesisine sahipti. Bu tesiste, toplama kampından getirilen 25 bine yakın insan ölümüne çalıştırılıyor ve en fazla 3-4 ay sonra da gaz odalarına gönderiliyorlardı. Üstelik gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehiri de bu tesislerde, birkaç ay sonra aynı gazla katledilecek insanlar tarafından üretiliyordu. Bayer firması, Auschwitz’de görev yapan «ölüm meleği» Mengele’nin çalışmalarını denetliyor ve yönlendiriyor, deneylerden elde edilen bilgileri de kendisine saklıyordu. Yani faşizmin her türlü canavarlığı gibi, bu deneyler de aslında kapitalist tekellere verilen hizmetten başka bir şey değildi. Zaten bu örnek, Bayer tekelinin ilk icraatı da sayılmazdı. Firma asıl çıkışını, I. Dünya Savaşı esnasında Alman ve ABD ordularına kimyasal silahlar ve gazlar üreterek yapmıştı. Bu silahların hepsi de I. Dünya Savaşında kullanıldılar ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açtılar. Bayer tekelinin bu icraatları halen de devam etmektedir. Bünyesindeki üst düzey yönetim kademelerinde uzun yıllar boyunca Nazi döneminden kalma savaş suçlusu faşistleri çalıştıran bu tekelin sicili oldukça kabarıktır.” (Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında, MT, Ocak 2008) Ne yazık ki insanlığın kapitalizmin deneme tahtasında olma durumu henüz sona ermemiştir. Benzer “bilimsel araştırmalar” bugün de yapılmaktadır. Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) nöroloji bölümünde, hareket bozukluğu (diskinezi) rahatsızlığı nedeniyle birliklerinden tedavi amaçlı GATA’ya gönderilen erler üzerinde yapılan izinsiz deneyler buna örnektir. Erler kendi üzerlerine elektroşok uygulandığını ve kendilerinin haberleri olmadan kobay olarak kullanıldıklarını şöyle anlatıyorlar: “2008’de Amasya’da kısa dönem askerlik yapıyordum. Epilepsi şüphesiyle 16 gün GATA’da yattım. O şok bana da uygulandı. Bize tedavi amaçlı olduğunu söylediler. Görüntüleri televizyonda izledikten sonra şok oldum. Elektrik verilmesinden sonra kasılma olunca kameraya çektiler. «Görüntüleri heyete, profesörlere sunacağız» dediler. (…) Ayak ve el bileklerine kablo bağlanıp elektrik verilince hoplatıyordu. 1 saat 45 dakika sürdü. Deney olduğunu bilmiyorduk. Komutanlarımıza itimat ettik, buna mecburduk. Emrettiler, biz de yerine getirdik.” (B.T., Şanlıurfa) Kapitalist düzenin kölesi olmuş anlı şanlı “bilim adamlarının” gerçek yüzleri, neye hizmet ettikleri ortadadır. 12 Eylül darbesinin bir karabasan gibi işçilerin, öğrencilerin, devrimcilerin üzerine çöktüğü süreçte, tutsaklara cuntacıların zindanlarında insanlık onurunun yok sayıldığı testler uygulanıyordu. CIA destekli Prof. Dr. İtil ve Prof. Dr. Ayhan Songar gibi isimlerse bu sözde “bilim adamlarının” başını çekiyordu. Böylece kapitalist devlet, faşizmin iktidarda olduğu,
40
Aralık 2011 • sayı: 81
hiçbir kural tanımadığı koşullarda uygulanan deneylerle devrimci tutsakların iradelerini kırmaya çalışılıyor, adeta psikolojik bir savaş veriliyordu. Sözde bilim adamlarının deney sonuçlarında elde ettikleri “bilimsel sonuçlar” kapalı kapılar ardında yapılan seminerlerde NATO’ya ve devlet yetkililerine sunuluyor, devrimciler küçümseniyor, alçaltılmaya çalışılıyordu. Prof. Turan İtil, “araştırma”sının sonucunda, “terörist” dediği devrimciler için şu yorumda bulunuyordu: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.” Prof. İtil’in sunum yaptığı “terör semineri”nde ise şu kararlar alınıyordu: “Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5-6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur. Sağcı ve solcu teröristlerin aynı koğuşta bulundurulmaları olumlu sonuçlar verir. Hapishanede disiplinli bir eğitim verilmeli. Özellikle Atatürk ilke ve inkılâpları eksenli bir eğitim yürütülmeli.” (Bahadır Özgür, Radikal, 13.11.2011) 1985’te Hafize Zehra İtil Vakfı, tutukluları kobay olarak kullanmakla suçlanmış, ne var ki Sağlık Bakanlığı ve TBMM’nin incelemeleri sonucunda bu suç tespit edilmiş olmasına rağmen, ortada bunu engelleyen yasa yok denilerek olay kapatılmıştır. Ayrıca, tutsakların tanıklıkları dönemin muhalif yayınlarında yer almıştır. İnsanların izinsiz olarak deneylerde kullanılmaları suç olmasına rağmen bugün Turan İtil gibiler henüz yargılanabilmiş değildir. On binlerce devrimci tutsağın işkenceden geçirilmesinin, katledilmesinin, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılmasının hesabını ancak örgütlü bir işçi sınıfı sorabilir. “Dünyanın neresinde olursa olsun, iktidara geldiği tüm ülkelerde, faşizm, bir karabasan gibi tüm toplumun üzerine çökerken, bir yandan da toplumla bağlarını koparmak üzere zindanlara kapattığı devrimcileri, en insanlık dışı uygulamalarla yıldırmaya, iradelerini kırmaya ve bilinçlerini teslim almaya çalışır. Böylece hem devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi hem de nedamet getirenleri örnek göstererek emekçi kitlelerin gelecek güzel günlere olan umudunu yok etmeyi amaçlar. Ne var ki, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de faşizm bütün gaddarlığına rağmen ne bu umudu tümüyle yok etmeyi ne de gerçek devrimcilere boyun eğdirmeyi başarabilmiştir.” (Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i, MT, Eylül 2007)
Kapitalizm İnsanı Delirtiyor Ilgın Çevik
R
uh sağlığı, “kişinin kendisi ve çevresiyle sürekli bir uyum içinde olması” olarak tanımlanıyor. Çevremize bir bakalım, duyduklarımıza, gördüklerimize, yaşadıklarımıza… Tüm bunlara uyum sağlamak kolay şey mi? Olup biten birçok şey akıl sınırlarını aşmıyor mu? Her birimiz hayatta kalmak için gerim gerim gerilmiyor muyuz? Her gün birçoğumuz “yeter artık delireceğim” demiyor muyuz? Çelişkiler yumağı kapitalist sisteme uyum sağlayamayanlar bir ip gibi kopuveriyor adeta. Bu rekabetçi, akıldışı sisteme uyum sağlayamayanlar aklını kaçırıyor. Uyum sağlamanın bedeli ağır oluyor. Sabahın köründe tıklım tıklım otobüslerde tek ayak üzerinde giderken ve araba galerilerinin önünden geçerken aklınız hiç karışmıyor mu? Uyum sağlamak için olanlara çoğu kez “kader” denilip geçilmiyor mu? İnsan delirmemek için fizyolojik, psikolojik çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir. Savaşın ardından yaşananları unutmak gibi; unutamayanların vay haline! Depremde sadece yoksulların evlerinin yıkılıp, ölülerin yoksullar olduğunu gördüğünde, insan “kader” diyerek akıl sağlığını korumaya çalışır. Görmeye katlanamadığı kimi durumlarda geçici körlükler yaşar. Bomba atan bir asker acaba hangi savunma mekanizmasını devreye sokuyor? Çocuklar, kadınlar, analar, gençler bombalarla paramparça olurken, o “vatan için” deyip kendine söylenen en büyük yalana inanarak aklını korumaya çalışıyor. Yaşanan bütün insanlık dışı yöntem ve uygulamalarda insanlık psikolojik, fizyolojik tahribata uğruyor. Eh! İnsan bu, beklenmedik bir anda kırılıveriyor. Sonra ruhumuz, aklımız hastalanıyor. Vardiyalardan sabaha karşı dönen annelerin çocukları “ayrılık anksiyetesi” yaşıyorlar. Etrafında sürekli bir koşuşturma, sınav sistemi, rekabete maruz kalan gençlerden bazıları “panik atakla” erkenden
41
marksist tutum
buluşmuş oluyor. Çok yoğun işsizlik korkusu “depresyona”, “obsesyona” davetiye çıkartıyor. Çalışma koşullarının ağırlığı, sosyal paylaşımların azalması, doğadan kopartılmamız “manikleri”, “histerikleri” sokaklara salıyor. Gençlerin gelecek kaygısı kollarında jilet izlerine dönüşerek “mazoşist” eğilimleri besliyor. Aile içi şiddet ve geçimsizliğin çocuklarda “psikosomatik hastalıklara” neden olduğu bilinen bir gerçek. Kapitalist sistemin krizlerinde batanların ve işsizlerin daha çok yakalandığı hastalık “alkolizm”. Kapitalist sistemin moda salgınına tutulan zayıf kadınlar “anoreksia nevroza” hastalığına yakalanıyorlar.
Ya mücadele edeceğiz ya da delireceğiz! Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verileri, her 5 kişiden birinin ruhsal sağlığının bozuk olduğunu, depresyondaki kişi sayısının her geçen gün arttığını gösteriyor. Akıl ve ruh sağlığına ilişkin sorunlar intiharın en belirgin nedenini oluştururken, dünyada her yıl 800 bin kişi intihar ediyor. Ruhsal hastalıklardan kaynaklı acil servilere başvurular sürekli bir artış içinde. WHO, bireylerin tedavi olanaklarına erişimlerini kolaylaştırmak üzere acilen uygulamaya konulması gereken 5 aşamalı önlemler paketi öneriyor: WHO’nun önerileri arasında kamu sağlığı gündemine ruh sağlığının dahil edilmesi, tedavi masrafları için fon sağlanması, ruh sağlığı merkezlerinin mevcut durumunun düzeltilmesi, kişinin temel kontrollerine ruh sağlığının dahil edilmesi de bulunuyor. Sağlık Bakanlığının açıklamalarına göre, yeryüzündeki her 100 kadından 10’u, her 100 erkekten 6’sı depresyonda. Ne var ki ülkelerin sağlık bakanlıklarının bütçelerinden ruh sağlığına ayrılan pay yüzde 1’den az. WHO gibi kapitalist kurumların bu sorunları özel-
42
Aralık 2011 • sayı: 81
likle gündeme getirmelerinin ve üzerinde durmalarının en önemli nedenlerinden biri ruhsal hastalıkların ekonomik ve sosyal “yük getirmesi” ve bu hastalıklardan mustarip işçilerin çalışamayacak durumda olması. Çözüm noktasında kapitalist kurumların ve devletlerin başarılı olmadıkları ve olamayacakları da ortada. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı Manisa, Elazığ, Bakırköy gibi ruh sağlığı hastanelerinin zamanla kaldırılıp psikiyatri bölümlerinin tüm hastaneler bünyesine dağıtılmasını hedefliyor. Daha çok psikiyatrist, hemşire, doktor olsa hasta sayısı azalacakmış gibi bir hava da yaratılıyor. Oysa sorunun kaynağı olduğu yerde duruyor: İnsanı çileden çıkaran kapitalist sistem! Kapitalist sistemde bireyler çevre ve toplumdan soyutlanarak iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu zihniyet sonucunda, sorun yaşayanlara daha çok antidepresan ilaç dayatılıyor. Toplum yarı uyur hale getirilerek tepkileri dizginlenmeye, sorunun kaynağı görmezden gelinmeye çalışılıyor. Nice psikiyatrist hastasını, “iyileştin, artık terapiye gerek yok” deyip uğurlarken, biliyor aslında başka bir gün yeniden geleceğini. Çünkü hiçbiri hastasına dikensiz gül bahçesi vaat edemiyor. Toplumsal koşullar iyileşmeden, hastaların büyük bir bölümünün toplumsal dengesizliklere yeniden yenik düşüp hastalanacağı aşikârdır. Akıl sağlığı bozuklukları kabuklu irinli bir yara gibidir. İltihabı kurutmadan geçmez. İşsizliği, yoksulluğu, savaşları, rekabeti, kârı kaldırmadan iltihap kurutulamaz. Ya bir gün kayış kopacak ve biz de bu istatistiklerin içinde sayısal bir veri haline dönüşen bir “deli” olacağız ya da aklımızı, insanlığımızı korumak için mücadele edeceğiz. Eskiden delileri iyileşmeleri için doğaya ormana çıkartırlarmış. Sakin sessiz ortamlarda müzikle buluştururlarmış. Ruhunu dinlesin, karışan aklı berraklaşsın diye. Şimdilerde ise yeşile hasret, demir ve beton yığınlarının arasında, demir, trafik, insan gürültüsü içinde bireysel olarak mutlu olmaya çalışıyor insan. Olamadığı ortada. 365 günde sadece 20 gün izinli olmak, hatta hiç izinsiz çalışmak… Neden yaşıyorum, kimin için çalışıyorum sorularını sormaya başladıysanız dikkat! Ya delilik sınırlarındasınız ya da mücadelenin eşiğindesiniz! İşte bu yüzden bugün en güvenilir ve mutlu insanlar en çok mücadele eden insanlardır. Çözüm, bireyde ve bireysel çare arayışlarında değil, toplumu değiştirmekte. Bizi hasta eden, sömüren, insan olmaktan çıkartan, delirten kapitalist sistemi yıkmak için örgütlenmekte.
sayı: 81 • Aralık 2011
marksist tutum
Sınıf Mücadelesi Keskinleşiyor
K
apitalist kriz her geçen gün biraz daha derinleşiyor. Sistem krizi derinleştikçe patronlar sınıfının ve siyasi temsilcilerinin biz işçilerin ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına dönük saldırıları da daha da pervasızlaşıyor. İşçi sınıfının mücadelelerle kazanılmış birçok haklarına dönük saldırılar gerçekleşiyor. Çalışma sürelerinden çalışma biçimlerine, ücret durumundan sendikal örgütlülüklere kadar birçok konuda saldırılarla karşı karşıya tüm dünyada işçi sınıfı. Kıdem tazminatı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, sendikalaşma, emeklilik yaşı yükseltilmesi gibi birçok sorunda üst üste saldırı paketleri düzenleyen burjuvazi, işçi sınıfının çalışma koşullarını 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sındaki insanlık dışı koşullara geri döndürdü. Burjuvazinin saldırılarına karşı birçok ülkede çeşitli eylemlerle tepkiler konuldu, konuluyor da. Dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü kontrol eden ABD burjuvazisinin saldırılarına karşı “işgal et” eylemleri gerçekleştirilirken, Avrupa ülkelerinde işgal ve sokak eylemleri, genel grevler yaşanırken, Arap ülkelerinde emekçiler yıllardır iktidarda olan diktatörleri devirdiler. Türkiye’de son yıllara baktığımızda patronlar sınıfının saldırıları devam ederken, işçi sınıfı cephesinde eylemlilikler, grevler ve direnişlerde bir artış yaşanıyor. ABD ve AB ülkelerindeki kadar keskinleşen bir sınıf mücadelesinin yaşanmıyor olması bu topraklardaki işçi sınıfının halinden memnun olduğu anlamına gelmiyor.
Sınıfsal bilinç ve örgütlülük düzeyi belirliyor mücadelelerin keskinliğini. Gelinen süreç gösteriyor ki tüm dünyada işçiler, emekçiler üzerlerindeki ölü toprağını atmaya başlıyor. Bugün burjuva ideologlar çeşitli basın programlarında “Marx haklı mıydı?” diyorlarsa, bu, yaşanan süreci değerlendirirken gelişmelerin sadece burjuvazi cephesindeki değil işçi sınıfı cephesindeki toplumsal sonuçlarına da bakmak zorunda kaldıkları içindir. Kriz bir daha yaşanmaz, kapitalizm nihai toplumsal sistemdir diyen ideologlar, dünya bugün kriz, savaşlar ve toplumsal altüst oluşlarla sarsılırken, yanıldıklarını görüyorlar. Krizleri kapitalizmin kendi işleyiş yasası yaratmaktadır. Rekabete, sömürüye dayalı bir sistem olan kapitalizm kendini krizlerle var edebilmektedir. Kapitalizm tarihine baktığımızda her kriz döneminde milyonlarca işçinin işsiz kaldığını, çalışma koşullarının, ücretlerinin, sosyal haklarının kötüye gittiğini görmekteyiz. Çünkü krizi az zararla atlatmak isteyen patronun ilk yapacağı şey işçi çıkarmak, kalan işçilerle aynı düzeyde üretim yapabilmek için çalışma süresini uzatmak, ücretleri düşürmek, sosyal hakları vermemek vs. olmaktadır. Bugün içinde bulunduğumuz süreç krizin derinliğinin artması şeklinde somutlanmaktadır. Sendikalı çalışan işçi sayısı her geçen gün azalırken sendikalı işyerleri neredeyse istisna durumuna gelmiştir. Patronlar SSK, yemek ve servisi bile lütuf olarak görmektedirler. Özellikle özel sektörde sekiz saat çalışma yapan işyeri kalmamış denecek düzeydedir. 10-12 saat çalışma normal hale gelmiştir. Emeklilik yaşı yükseltilmiş, mezarda emekli olunacak düzeye getirilmiştir. “Esnek çalışma” nedeniyle işçinin dinlenebileceği tatil günü kalmamıştır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri maliyetli oluyor diye ya göstermelik uygulanmakta ya da hiç uygulanmamaktadır. İş cinayetleri her gün daha da artmaktadır. İşçiye ödenen ücret açlık sınırının altında olduğu için işçinin sosyal yaşamı ev ile iş yeri arasında gidip gelmekten ibaret olmuş durumdadır. Ancak kapitalist krizler devrimci dönüşümleri de yaratmaktadır. Dünya krizle sarsılırken, dünyanın zembereği boşanırken, biz işçi-emekçiler insanın insanı sömürmediği, her şeyin insan için üretildiği bir dünya kurmak için mücadele etmeliyiz. Sayıca “biz %99uz”, bir de sınıf bilinciyle donanıp, örgütlü mücadeleye atılırsak kapitalist sistemi tarihin çöp sepetine gönderebiliriz. Bu hayal değil! Çünkü 1871’de Paris Komünarları, 1917’de Rus işçileri biz işçi sınıfının ne yapmamız gerektiğinin yolunu gösterdiler. Onların açtığı yolda dünya işçi sınıfı olarak yürümeli, patronlar sınıfına ve onların düzenine karşı örgütlenmeli, sınıfımızın kızıl bayrağını daha yukarıya taşımak için mücadeleyi yükseltmeliyiz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Esenyurt’tan bir işçi
43
Okurlarımızdan T
“Kaliteli” Tutsaklık!
ürkiye Kalite Derneği (Kal-Der) İzmir şubesi tarafından düzenlenen 2011 yılı Ege Bölgesi Yerel Kalite Ödülleri yarışmasında kamu kategorisinde “yılın en başarılı ekibi ödülü” İzmir 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumuna verildi. Gün geçmiyor ki devrimcilere ve ezilen Kürt halkına yönelik yeni saldırılar olmasın, gün geçmiyor ki cezaevlerindeki politik tutsakların sayısı artmasın. Bu baskılar yetmezmiş gibi bir de utanmadan “En kaliteli zindan” ödülü veriyorlar. Bu “ödül” o zindanlarda hayatlarını kaybeden, ömürlerini o zindanlarda türlü işkencelere maruz kalarak geçiren onca insana saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu ödülün verilmesinden sonra Ceza İnfaz Kurumu Müdürü Ayhan Çapacı şu yüzsüz açıklamayı yapıyor: “Geleneksel manada cezalandırma suçludan intikam almakla sınırlıdır. Günümüz anlayışı suçluyu rehabilite etmeyi, meslek, zanaat sahibi yapmayı, topluma faydalı bireyler olarak geri kazanmayı amaçlamaktadır.” F tipi cezaevlerine hapsedilen politik tutsaklar 10 metrekarelik bir alanda yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Tabii buna yaşamak denirse. F tipi cezaevlerinin amacı devrimcileri yalnızlaştırmak, onları örgütsüzleştirmektir. Devletin rehabilitasyon dediği budur. Cezaevi müdürü buna “topluma kazandırmak” diyor. O zindanlardan insanların cansız bedenleri çıkıyor. Bu mudur topluma kazandırmak? İşte devletin “topluma kazandırma” anlayışı: Devrimcileri ve Kürtleri parçala, yalnızlaştır, hücrelere tık ve öldür! İşte F tipi cezaevleri de bunun en iyi araçlarından bir tanesi. Bu kalite ödülü, zalimlerin zulmüne alkış tutmaktır. İnsanların hayatlarının söndüğü yerlere başka hangi anlayış kalite ödülü verebilir? Ne yazık ki işçi sınıfının zalimlere hesap soracak kadar örgütlü olmadığı yerde tarihi zalimler yazıyor, ödülleri zalimler dağıtıyor.
F tipi zindanlarda tutsak edilenler, sömürü düzenini ortadan kaldırıp insanlığa yaraşır bir dünya ve onurlu bir yaşam yaratmak isteyenlerdir. Söyleyin, bunu istemek kötü bir şey mi? Aksine, bu olmadan insan insanlığına kavuşabilir mi? Onun için devrimci tutsaklara sahip çıkalım ve devrimci mücadeleyi yükseltelim. Tüm politik tutsaklar serbest bırakılsın. Bu topraklardaki esas suçlular, katliam yapanlar, onca devrimciyi ve Kürtleri öldürenlerdir. Onlar yargılanmalı ve zindanlara atılmalıdır! Bu da ancak ve ancak devrimci mücadele bayrağını yükseltirsek olabilir. Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
44
“Adalet Tecelli Ediyor”
D
eniz Feneri davasından tutuklu bulunan dokuz sanıktan altısı “tutukluluğun cezaya dönüştüğü ve delil karartma şüphesinin ortadan kalktığı” gerekçesi ile serbest bırakıldılar. Mahkeme başkanı, soruşturmanın 2008 yılından beri devam ettiği, şüphelilerin birçok kez yurtdışına gidip geldikleri, bu nedenle kaçma ihtimallerinin bulunmadığı ve tanıklar üzerinde de baskı kurma ihtimallerinin olmadığı savunusu ile tahliyeleri onadı. Burjuva hukukun adaletinin nasıl işlediğini çok yakın zamanda salıverilen Hizbullah kadrolarından da hatırlıyoruz. Kürt halkına yaptıkları katliamlar ayan beyan ortadayken aynı hukuk sistemi, koruma altına aldığı Hizbullahçıları ilk fırsatta serbest bırakmıştır. Ama aynı adalet, sıra devrimcilere ve Kürtlere geldiğinde nedense kaplumbağa hızı ile ilerliyor. 1789’da kabul edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin dokuzuncu maddesi “suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar herkesin masum olduğu”nu söyler. “Masumiyet karinesi” olarak da bilinen bu madde, kişinin masumiyetini ispatlamakla yükümlü olmadığını, aksine suçu ispatlama yükümlülüğünün iddiacıya düştüğünü söyler. Yani görülen davada suçluluğu ispatlanamayan kişi derhal serbest bırakılmalıdır. Ne var ki Türk “adaleti” masumiyet karinesini hiçe sayıyor. CMK’nın ağır ceza mahkemelerini ilgilendiren suçlarda tutukluluk sürelerini 5 yıla çıkartan 102. maddesi ve terör suçlarında bu süreyi iki katına (10 yıl) çıkartan 252. maddesi sıra devrimcilere ve Kürtlere geldiğinde son gününe kadar kullanılıyor. Tutukluluk süresince dışarı ile bağları neredeyse kesilen politik tutsaklar işkenceye de maruz kalıyorlar. Bunun en yakın örneğini Roman Çalıştayı’nda “Parasız Eğitim İstiyoruz, Alacağız” pankartı açtıkları için 19 ay tutuklu kalan Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer yaşadılar. Parasız eğitim gibi oldukça meşru talepleri için 19 ay tutuklu kalan öğrenciler, burjuvazinin burjuva hukuk ölçütleri dâhilinde bile ne kadar “adaletli” olduğunu gözler önüne seriyor. Sınırlı yasal haklarımızı kullanma yolunda dahi biz işçi-emekçileri zorlukların beklediğini biliyoruz. Burjuva hukukunun derdimize deva olmayacağını sayısız örneklerle yaşıyoruz. Asıl kalıcı kazanımlar işçi sınıfının burjuvaziye ve onun aygıtlarından biri olan burjuva hukukuna karşı vereceği enternasyonal mücadele ile mümkün olacaktır. Ankara’dan bir sağlık emekçisi
Okurlarımızdan Afrika Halkı Ekmeğe, Ete, Süte Doydu mu?
D
aha düne kadar Somali haberleri gündemden düşmüyor, başbakan ve yaverleri timsah gözyaşlarıyla Somali’ye akın ediyor, bizlerden bağış istiyorlardı. Şimdi bakıyorum da bir anda yardım kampanyaları durdu, Somali arka plana düştü. Acaba Afrika halkı ekmeğe, ete, süte doydu mu? Tabii ki hayır, on yıllardır Somali ve Afrika kıtası büyük bir yağma altında ve bu yağma sürdüğü sürece de doymayacaktır. Oakland Enstitüsü adlı düşünce kuruluşunun yayınladığı bir araştırmaya göre (böyle açıklamasalar da) Afrika kıtası tam bir yağma altında. Rapordaki veriler emperyalist ülkelerin Afrika topraklarını nasıl yağmaladıklarını gösteriyor. Somali’de elmas yatakları, ton balığı ve petrol kaynakları emperyalist haydutlarca yağmalanırken ve diğer Afrika ülkelerinde de açlık ve yoksulluk had safhada iken, bu topraklarda dünyayı doyurmaya dönük ürünler üretilmektedir. Meselâ bu hazırlanan raporda çarpıcı bir gerçeğe değiniliyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden Etiyopya’da, 500 bin hektar arsayı hektar başına 9 dolara kiralayıp, ihracat için bir yılda bir milyon ton pirinç üreteceğini söyleyen dolar milyarderleri var. Bu sadece bir örnek. Diğer ülkelerin de bundan aşağı kalır yanı yok. Kimi buğday, kimi pirinç, mısır, bioyakıt vs. üretiyor. Afrika’nın nehirleri bu özel şirketler yani emperyalist haydutlar tarafından yağmalanmakta, milyonlarca hektarlık alanlar nehirler aracılığıyla sulanmakta, Afrika halkının bahtına ise kıtlık, kuraklık, açlık düşmektedir. Bugün emperyalist zincirin halkasına yeni yeni ekle-
nen Türkiye ve benzeri ülkelerse oradan pay kapabilmek, kendilerine alan açabilmek için can atmaktadır. Burjuvazi Somali’nin açlığını, Afrika’nın yardıma muhtaçlığını kullanarak ve biz işçi-emekçilerin duygularını sömürerek hem cebimizdeki üç kuruşları yardım adı altında toplayarak kendisine sermaye yaratıyor hem de bizleri kendi suçuna ortak ettiği yetmezmiş gibi bir de gerçekleri görmemize engel oluyor. Evet, bugün Afrika’da insanlar açlıktan ölürken oradan milyonlarca ton bakliyatın yanı sıra değerli madenler de emperyalist şirketlerin cebine kâr olarak geri dönmektedir. Belki olur mu böyle şey diye sorabiliriz kendi kendimize fakat bunun cevabını kendi hayat deneyimimiz verir aslında. Her gün işyerlerimizde milyarlar değerinde ürün üretiriz, örneğin binlerce tişört dikeriz ama bir tanesini dahi alamayız, istesek en fazla bir defaya mahsus o da nadiren verirler, izinsiz aldığımız zaman da adımız hırsız olur. Sözün kısası eğer ki bugün dünyada açlık, kıtlık ve kuraklık varsa bunun esas sebebi bizlerin tembel olması ya da insanlara yetecek ürün olmaması değil emperyalist şirketlerin açgözlü kâr hırsıdır. Yeryüzündeki bu cennetten bizler de eğer ki insan gibi faydalanmak ve bu açgözlü haydutların paylaşım kavgasının kurbanı olmak istemiyorsak işçi sınıfının örgütlülüğünü güçlendirmeliyiz. Burjuvazinin bu çirkin yüzünü teşhir etmeli ve gerçek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu görmeli ve göstermeliyiz. Kıraç’tan bir işçi
Emperyalistler Afganistan’da Aradıklarını Buldular! A
BD emperyalizmi planları doğrultusunda Ortadoğu’da emekçilere eziyet çektirmeye devam ediyor. Afganistan’da ve Irak’ta yüz binlerce insanı katlederken, bahanesi aynıydı: Bu ülkelere “özgürlük” ve “demokrasi” götürmek! Bu söylemler koskocaman bir yalandır. Afganistan’da yaşanan son gelişmeler bu yalanları bir kez daha açığa çıkarmıştır. Amerikan Jeolojik Araştırma kuruluşunun (USGS) uzun zamandır Afganistan çöllerinde yaptığı keşif çalışmaları sonuç verdi. Jeologlar güneyde yer alan çöllerde yaklaşık bir milyon tonluk bir maden rezervi keşfettiler. Aralarında lantan, seryum ve neodimyum gibi nadir elementlerin de bulunduğu bu rezerv sayesinde Afganistan, nadir bulunan yeraltı zenginliklerine sahip ülkeler arasında altıncı sıraya yerleşmiş oldu. Modern teknolojilerde kullanılan elementlerin bulunduğu bu maden yatakları, şu anki tüketim göz önüne alındığında dünyanın 10 yıllık gereksinimine yetiyor. USGS jeologları, bu tespitin bölgede sadece üç günlük keşifle yapıldığına, dolayısıyla asıl miktarın çok daha büyük olabileceğine dikkat çekiyor. Bu keşifler, ABD emperyalizminin 11 Eylülden sonra terörü bahane ederek neden Afganistan’ı işgal ettiğinin bir başka ifadesidir. Yaklaşık 10 yıldır ABD askerleri Afganistan’da terör estiriyor. ABD Afganistan’a girdiği ilk günden beri
yeraltı zenginlikleri başta olmak üzere tüm kaynakların peşinde. Bilim adamları bu zenginlikler dünyaya 10 yıl yeter diyor. Peki bu elementler insanlığın daha iyi yaşabilmesi için mi kullanılacak, yoksa emperyalistlerce silah teknolojisi için mi kullanılacak? ABD, Afganistan’a insanlık adına keşif yapmak ve teknoloji üretmek için mi gitti? Kesinlikle hayır! Sadece ve sadece burjuvaziye yeni bir pazar alanı açmak, tüm zenginliklere el koymak ve kârına kâr katmak için Afganistan’ı işgal etti. Pek muhterem “bilim adamlarının” da dediği gibi, araştırmalara son hızıyla devam edilecek. Yani ABD ordusu daha birçok masum insanı öldürecek, evsiz bırakacak ve işçiler-emekçiler yoksulluğun, sefaletin pençesinde sürüklenmeye devam edecekler. Emperyalist ülkelerin niyeti, ne pahasına olursa olsun sermayelerini büyütmek ve egemenlik alanlarını genişletmektir. Barış, demokrasi ve özgürlük onlardan beklenemez. Biz işçi ve emekçilerin görmesi gereken de budur. Bu haksız savaşları kim yürütürse yürütsün, Türkiye burjuvazisi de dâhil, hepsine karşı çıkmalıyız. İşte tam da bu noktada enternasyonal dayanışmayı yükseltmek çok önemlidir. Emperyalizme karşı ancak enternasyonal bir örgütlenmeyle, bütün dünyadaki işçilerin birlikteliği ile mücadele edebiliriz. Aydınlı’dan bir deri işçisi
45
Okurlarımızdan V
Depremzedeye de Gaz ve Cop!
an’da ne yazık ki 7,2’lik depremden 17 gün sonra, acılar daha tazeyken 5,6’lik depremle yüreklerimiz kora döndü. Yine aynı kara tabloyu, yine devletin hiçbir önlem almadığını görüyoruz. Yaşanan birinci depremden sonra, halka evlerine dönmeleri için çağrıda bulunan devlet yetkilileri utanmazca “az çatlak varsa girin, zaten Van’da bir daha deprem olmaz” diye açıklamalar yapmışlardı. Bu ne biçim insanlıktır ki halkı bile bile ölüme gönderiyorlar. Devlet kışlık çadır temin edip tüm riskli evlerdeki halkı güvenli yerlere yerleştirmek yerine, ölümün kucağına itiyor. AKP’nin billboard reklâmları geliyor aklıma ve sormadan edemiyorum. Billboardlara boy boy resimler asıp AKP şöyle yol yaptı, şöyle binalara imza attı, daha güçlü Türkiye diye reklâm ve şov yaparken çok güçlüydünüz de, aynı gücünüzü neden Van’da göremiyoruz? Bizden gasp ettiğiniz vergi adı altındaki haraçlarla neden orada bir an önce önlem almayı denemiyorsunuz? Belki gereksiz konuşmalarınızdan daha faydalı olursunuz! Depremin ardından bölgeye gelen Van Valisi Karaloğlu, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Sağlık Bakanı Recep Akdağ ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’dan oluşan devlet yetkililerini dinlemeyen bölge halkı, “Vali dediği için binalara girenler yaşamlarını kaybetti! Vali istifa!” diyerek gelenleri protesto edince buna bile tahammül edemeyip oradan ayrıldılar. Hemen ardından polisler depremzedelere biber gazı ve coplarla vahşice saldırdılar. Madem oradaki halkı dinlemeyecektiniz niye geldiniz? Derdiniz neydi? Yine her zamanki gibi yalanlarınızı mı anlatacaktınız? Bir sözlü protestoya bile tahammül edemeyip
sizin için var olan polisi, acıyla kıvranan depremzedelere vahşice saldırtmakta buluyorsunuz çareyi. Aynı zamanda olay yerinde arama çalışmaları yapan kurtarma ekipleri biber gazının etkisiyle çalışmalara ara vermek zorunda kaldılar. Belki de bir insanın daha hayatının kurtarılması engellenmiş oldu.
Arkadaşlar, televizyon kanallarında bu görüntüleri ve açıklamaları izlerken çok öfkelendim. Biz işçiler neden bu durumdayız? Neden hâlâ bu asalak sınıfın bizi her şekilde öldürmesine izin veriyoruz, neden ölenler hep biz oluyoruz? Ölümlere dur demek ve insana yakışır bir toplumda yaşayabilmek için bir araya gelmekten başka çözüm yolu yok. Bu sistem artık tahammül edilemez derecede çürümüş durumda. O bizi çürütmeden, bizim onu tarihin çöp tenekesine yollamamızın zamanı gelmedi mi? Marksist Tutum okuru bir işçi
Kendileri Yönetseler Bütün Halklar Bir Olur!
B
u topraklarda yıllardır toplumun belirli kesimleri karşı karşıya getirilip birlik olunmasının önüne geçildi. Bu topraklarda birçok halk inkâr ve imha politikalarının kurbanı oldu. Hafızamızı ve tarihi biraz gözden geçirdiğimizde Ermenilerin, Alevilerin, gayri Müslimlerin, Kürtlerin tarihin belirli dönemlerinde yok sayıldıklarını, baskı altına alındıklarını, imha edildiklerini ve egemen devlet eliyle asimilasyon politikalarına maruz kaldıklarını bilmeyen yoktur. Bugün burjuvazinin iktidar partisi AKP, CHP’nin Dersim katliamıyla yüzleşmesinden bahsediyor. Oysa bu burjuva devletin arşivleri halka açıklansa, izlenen politikalar, halklar mozaiğinin nasıl yok edildiği, halkların katliamlarla, baskılarla nasıl asimile edilmeye çalışıldığı ortaya çıkacaktır. Bugün CHP’ye geçmişle yüzleş diyen AKP hükümeti kendi yaptıklarıyla yüzleşecek mi? Burjuva siyasetçiler kendilerinin değil başkalarının gerçeklerle yüzleşmesini istiyorlar. Otuz yıldan fazladır süren Kürt halkına dönük baskı, inkâr ve imha politikalarının bir parçası da AKP hükümeti değil mi? Kürt sorununda çözüm için adım attığını söyleyen iktidar partisi AKP, KCK operasyonları adı altında bugün binlerce Kürdü gözaltına aldı, binlercesini tutukladı. Bununla yüzleşebilecek mi? Kürt halkının iradesi olan milletvekilleri, parti yöneticileri tutuklandı. Hani demokratik bir cumhuriyette yaşıyorduk, hani kitlelerin iradesi önemliydi, hani siyasal özgürlük vardı? Milyonlarca insanın ira-
46
desi olan milletvekillerini ve belediye başkanlarını tutukla, sonra da “siyaset mecliste yapılır sokakta değil” de! Askeri operasyonlar devam ediyor. Yıllardır devletin uyguladığı imha politikaları ve askeri operasyonlar nedeniyle on binlerce insan kurşunlanarak, asit kuyularına atılarak, “faili meçhul”lere kurban edilerek yok edildi. Binlerce köy yakıldı, binlerce insan yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Dili yok sayılan halk kendi anadilini konuştuğu için cezaevine atıldı, yıllarca işkence gördü. Düne kadar yok sayılan bir halkın bugün varlığından bahsediliyor; kültürel değerlerinden, siyasi iradesinden bahsediliyor. Bunca yaşanmışlıkların ve yaşananların hesabını kim verecek, kim bununla yüzleşecek? Bütün burjuva devletlerin tarihi gibi Türkiye’nin tarihi de katliamlarla, baskılarla, asimilasyonla dolu. Demokrasiden, özgürlüklerden dem vuran egemen sınıf ve onun siyasi temsilcileri hem geçmişte hem de bugün yaşananlardan sorumludur. Bunca yaşanmışlıkların hesabı egemen sınıf ve onun nezdinde cisimleşmiş olan devletten sorulmalıdır. Ezilen halkların, ezilen mezheplerin, ezilen tüm toplum kesimlerinin ve işçi-emekçilerin yaşamış oldukları baskıların, zulümlerin, ölümlerin hesabını sormak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Unutmayalım; Kendileri Yönetseler Bütün Halklar Bir Olur! Esenyurt’tan bir işçi
Okurlarımızdan Hayatın Temeli Çalışmak! Ç
alışmak insan yaşamının vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsanlar ancak çalıştığında ve ürettiğinde kendilerini ve yaşamlarını anlamlı hissederler. Çünkü bir işte çalışmak ve üretmek, biz insanları doğadaki diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. Ama çalışmanın insana kattığı şeyler, içinde yaşadığımız sömürü düzeninde bir işkenceye dönüşmektedir. Biz işçiler işsizlik, açlık ve yoksulluk kırbacı altında fabrikalara gönderiliyoruz. Kendi istemlerimiz doğrultusunda üretmediğimiz ve ürettiklerimizi ortaklaşa paylaşmadığımız için çalışmak bıktırıcı bir hale dönüşüyor. Hiç kuşkusuz bunda uzun ve yorucu çalışma saatlerinin rolü de çok büyüktür. Bugün işçiler günlerinin çoğunu çalışarak geçiriyorlar. Ömrümüz, yalnızca karnımızı doyurmak için (eğer ona da doymak denirse) çalışmakla tükeniyor. Üstelik her geçen gün çalışma saatleri uzatılıyor, çalışma temposu hızlandırılıyor ve ücretler asgari ihtiyaçlarımızı dahi karşılamıyor. İşte böyle bir dünyada çalışmak ve üretmek anlamlı bir faaliyet olmaktan çıkıyor. Hayatın temeli olan çalışmak kapitalizmde işçiler için gönüllü yapılan bir iş değildir. İçinde yaşadığımız toplumda çalışmak, emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçiler için zorunluluktur. Zira işçilerin patronlar gibi birikmiş servetleri yoktur. Sabahın köründe yorgun ve uykusuz kalkıp işyerinin yolunu tutuyoruz. İşbaşı zili çalar çalmaz, nerdeyse tüm işçiler şu cümleyi söylüyor: “Lanet olsun bu işe, akşam olsa da eve gitsem.” Aslında bu şekilde kahreden işçiler sömürü düzeninde çalışmanın ne demek olduğunu da anlatmış oluyorlar. Çünkü kapitalist ekonomik zor altında çalışıyoruz. Ürettiğimiz ürünlerimiz üzerinde hiçbir denetimimiz yok. Ürettiğimiz ürünler bizim emeğimizin ürünleri değilmiş gibi, pazarda bambaşka bir şekilde, para vererek almamız gereken bir meta olarak karşımıza dikiliyorlar. Yani bu sistem bizi emeğimize de yabancılaştırıyor. Bu düzende, hayatın temeli olan çalışmak öylesine bir işkenceye dönüşüyor ki, işçiler, yalnızca işten çıktıklarında rahat bir nefes alabiliyor ve kendilerini insan gibi hissediyorlar. Ölü ve biçimsiz hammaddelere emeğiyle hayat veren işçilerin yaşamı, çalışma koşullarının zorluğundan kaynaklı olarak biçimsizleşip bozuluyor. Bir taraftan üretim faaliyeti sürecinde işçiler emeklerini katarak çok değerli maddeler üretiyorlar, öbür yandan ise kendi yaşamları ucuzlaşıp değersizleşiyor. Zenginler için güzellikler üretirken, kendimiz için sefalet ve cehalet üretiyoruz. İşçi kardeşler, şöyle etrafımıza bir baktığımızda aslında dünyanın en önemli faaliyetini yaptığımızı görürüz. Yaşamı yeniden ve yeniden var eden, toplumun üretken ve çalışkan temel sınıfı işçi sınıfıdır. Ama asalaklar sınıfı olan patronlar bu düzende her şeyin sahibi oluyorlar. Bu asla kader değildir, patronlar örgütlü oldukları için bugün güçlüler. Biz işçiler örgütlenip patronların düzenini değiştirdiğimizde, işte o vakit insanlık da biz işçilerin kurtuluşuyla özgürleşecek, özürleşmesinin yolu açılacak. Sınıfların ve sömürünün olmadığı özgürlük dolu bir dünyada, ne çalışmak zorlamayla olacak ne de insan ürettiklerine yabancılaşacak. O zaman insanlar özgürce ve tutkuyla çalışacak. Çünkü o zaman üretim insanlık için yapılacak ve bunun sahibi tüm insanlık olacak. Haydi, böyle bir dünyayı kurmak için kapitalizme karşı örgütlenelim! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir işçi
Önce Kalite mi Gelir Yoksa İnsan mı?
Ç
alıştığımız fabrikaların duvarlarında asılı uyarı levhaları dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Aslında bana kalırsa birçoğunun asılmasının sebebi yasal zorunluluktur. Örneğin, birçok işyerinde patronlar iş güvenliği ile ilgili uyarı levhaları astırırken, güvenlik önlemlerini “maliyetli” olduğu gerekçesiyle almazlar. Alınmayan işçi güvenliği önlemleri yüzünden dünyada en çok iş kazası yaşanan ülke konumuna yükseldik. Bazı uyarı levhaları da vardır ki zihinlere kazınmak istenen mesajlarla dolu. Bizzat patronun mesajlarını taşır bu tür levhalar. Meselâ “Önce Kalite” levhası. Belki ilk bakışta çok masumane görünebilir. Şöyle bir düşünelim; patronlar tabiatıyla ürünlerin kaliteli bir şekilde çıkmasını ister, biz işçiler de fabrikada yaptığımız işi, en iyi şekilde yapmaya çabalarız. Fakat bu çaba ne pahasına gerçekleşiyor? Oldukça yorucu ve uzun süren çalışma temposuna, kalitesiz yemeklere, ara dinlenme molalarının olmayışına, düşük ücretlere, zorunlu mesailere ve artan baskılara rağmen. Yani patronlar ürettiğimiz ürünlere değer veriyorlar, bize değil. İnsana değil de üretilen metaya değer veren patronlar bu düşüncelerini bize de kanıksatmak için türlü yollar deniyorlar. İşte astıkları şu levhalar bunun en çarpıcı örnekleridir: “Önce Kalite: Kalite Yoksa Müşteri de Yok”, “Önce Kalite: İşçinin Verimlisi Ürünün Kalitelisi”, “Önce Kalite: Kalite İnsanın Kendisine Olan Saygısıdır”, “Önce Kalite: Kalite Yükselirse Maliyetler Azalır”. Başımızı her kaldırdığımızda bu tür “masum” levhalar karşımıza çıkıyor ve bir süre sonra bu levhalarda yazanları sanki kendi düşüncemizmiş gibi algılamaya başlıyoruz. Bu tür sinsi hamlelerle patronlar, bizlerin yalnızca yaptığımız işi ve kalitesini düşünmemizi sağlıyorlar. Böylelikle fabrikalardaki kötü çalışma koşullarına ya da aldığımız düşük ücretlere pek kafa yormaz hale geliyoruz. Soralım kendimize; otomotiv sektöründe çalışan kaç işçinin yaşamı kalitelidir ya da ihtişamlı binalar diken kaç işçi kaliteli bir yaşam sürüyor? Cevabı çok uzaklarda aramaya gerek yok, kendi yaşamlarımıza baktığımızda gerçeklik suratımıza ağır bir tokat gibi inecektir. Dostlar, biz işçiler patronlara muazzam zenginlikler üretirken kendimize yalnızca yoksulluk üretiyoruz. Patronlar örgütsüz oluşumuzdan kaynaklı bizleri kötü çalışma ve yaşam koşullarına mahkûm etmiş bulunuyorlar. “Önce kalite” derken insana değer vermiyorlar. “Önce kalite” demek, işler kaliteli olsun demek değildir yalnızca; esas önemli olan metalardır, onlara bir zarar gelmesin, işçilerin başına bir iş gelmesi, meselâ iş kazası geçirmeleri, ölmeleri sakat kalmaları ya da hastalanmaları çok önemli değildir demektir. Patronların sinsi oyunlarına gelmemek için ne yaptığını iyi bilen, hakkını yedirtmeyen, mücadele eden işçiler haline gelmeliyiz. Gebze’den bir işçi
47
Okurlarımızdan
İ
Uydu Bizim Halimizi de Görüyor mu Kaptan?
Patronlar Mars’a Gitmeyi Hayal Ederken!
G
şten yorgun argın çıkıyor, trafik çilesine maruz kalıyoruz. Bazen işte mi, trafikte mi daha çok yoruluyoruz bilemiyoruz. Geçen gün, trafikte daha çok yoruluyoruz dedirten bir gün oldu. İşten çıktıktan sonra durağa gelen ilk Halk Otobüsüne bindim. Güzel güzel giden otobüs 15 dakika sonra yavaşlamaya ve hatta hiç hareket etmemeye başladı. Tıklım tıklım otobüste her yaştan yorgun argın insanlar vardı. Bir müddet sonra otobüsün camları açıldı, oflamalar puflamalar yükselmeye başladı. Trafikte bir an her yanımız taksi, minibüs, kamyon, servis arabalarıyla dolmuş, ortada hareketsiz duruyoruz hep birlikte. O anda birkaç kişi otobüsün kapısını açtırdı ve inip sigara içe içe yürümeye başladı. Otobüsün içinde dalgın dalgın duran, dudaklarını bıçak açmayan insanlar birden bire hareketlenmeye başladı. Oflayıp puflayanlar arasında çekine çekine ilk soruları sormaya başlayanlar oldu: “Nedir bu trafik, kaç saattir bekliyoruz?”, “Kaza mı var, ne oldu?” Deneyimli birkaç kişi trafiğin durumuna ilişkin tahminlerde bulundu. “Şimdi açılır” diye ortamı rahatlatanlar da bir müddet sonra sıkılıp, yerinde duramamaya başladı. Trafik çilesi katlandıkça katlandı. İşte o andan itibaren otobüsün içi de iyice kaynamaya başladı. Hepimiz hep bir ağızdan konuşuyor, soru soruyor, tahmin yürütüyorduk. Birkaç kişi telefona sarılmış, trafik dedikodusunu başka kulaklara aktarıyordu, fakat karşıdan biz de trafikteyiz gibi cevaplar veriyorlardı. Ön tarafta ayakta olan biri koltuğunda boş boş oturan şoföre “bu otobüs hattında sabah saatlerinde otobüs gelmiyor, kaç defadır işe geç kalıyorum, neden” diye sordu? Şoförler normalde böylesi soruları derhal geçiştirirken bu kez başladı detaylı cevap vermeye: “Şoför yazan saatte durağa gelmek zorunda. Gelmezse ceza yer. Siz o saatteki şoförü İETT’ye şikâyet edin. Şikâyet etmek hakkınızdır. Hem eskisi gibi de değil, hemen sizinle ilgilenirler. 150 lira para cezası da derhal kesilir, emin olun. Bakın artık eskisi gibi değil. Belediye bizi uzaydan, uydudan izliyor. Hangi duraktayız, hızımız nedir, her şeyi izliyorlar anlayacağınız.” Bu durumu birkaç defa daha tekrarlayan şoföre başka bir yolcu hepimiz adına güzel bir soru sordu: “Peki kaptan, o uydu bu otobüsün içindeki sıkış tıkış halimizi de görüyor mu?” Belediyesi de olsa, uydusu da olsa herhalde bizleri görmemeye yeminliler. Bizi görecek ve yardım edecek olan yine bizleriz. Fabrikada, trafikte, mahallede aynı çileye maruz kalanlar bizleriz. O halde gözlerimizi açmalı ve bizden saklanan gerçekleri görmeliyiz hep birlikte.
eçenlerde internetten haberlere bakarken bir gezi haberi çok ilgimi çekti. Sizinle de paylaşmak istiyorum. Haberde ABD’nin yapmış olduğu ve 35 milyar dolar harcanacak olan dev roketten bahsediliyordu. Bu roket sayesinde Mars gezegenine 2030 yılında gezi yapılabilecek ve 3 milyon dolar karşılığında Mars gezisi mümkün olabilecekmiş. Bir tarafta 3 milyon dolarla Mars’a gitmeyi hedefleyen milyonerler, bir diğer tarafta gecesini gündüzüne katarak o milyon dolarları onlara kazandıran işçiler. Yazıyı okurken aklıma ilk bunlar gelmişti. Biz işçiler bıraktım Jüpiter’i, Mars’ı, koskoca bir yaz geçti, bir tatile bile gidemedik. Tatile gitmek için hem zamanın hem de paran olacak. Biz geceli gündüzlü patronlara çalışıyoruz. Bunun karşılığında çok düşük ücretler alıyoruz. Ne tatile gidecek paramız ne de zamanımız kalıyor. Ama bizim çalıştığımız fabrikaların patronları için, sırtımızdan kazandıkları milyonlarla Mars’a gezintiye gitsinler diye roket yapılıyor. Roket için 35 milyar dolar gibi dev bir bütçe ayrılmış durumda. Bu paralar eğitim, sağlık, ulaşım gibi ihtiyaçlara yatırılmak yerine, patronların gezegenler arası seyahat gibi lüks harcamalarına ayrılıyor. Artık dünyadaki 5 hatta 7 yıldızlı oteller onlara yetmiyor. Gezegenler arası seyahat etmek istiyorlar. Onlar Mars’tayken gözleri arkada kalmayacak, çünkü biz onların fabrikalarında, işyerlerinde onların milyonlarına milyon katmak için çalışıyor olacağız! Bir yandan çalışıp, bir yandan ev kirası, elektrik, su faturasını nasıl ödeyeceğimizi düşüneceğiz. Örgütsüz olduğumuz için zaten çok uzun saatler boyunca çalışıyoruz. Bir de fazla mesailere kalmak zorunda kalacağız. Bu gidişata dur diyelim. Dünyayı daha yaşanabilir kılmak mümkün. Örgütlenirsek ve emeğimize sahip çıkarsak böyle bir dünyayı kurmak mümkün. Biz fabrikalarda karnımızı doyurabilmek için çalışıp cefa çekiyoruz. Patronlarsa bizim sırtımızdan kazandıkları milyonlarla, belki birçoğumuzun ismini bile bilmediği Mars gezegeninde tatil yapmayı, sefa sürmeyi hayal ediyorlar. Onların bu hayallerini gerçek kılmak üzere çalışmak yerine kendi hayallerimizi süsleyen bir dünya kurmak için örgütlenelim ve emeğimizin sömürülmesine izin vermeyelim.
Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Aydınlı’dan bir tekstil işçisi
48