Siyasal Baskılara, Katliamlara, Haksız Savaşa Karşı Mücadeleyi Yükselt! Ocak 2012
• Kürt operasyonu tam gaz sürüyor • Batı demokrasisi ve “derin devlet”
82
• Sosyalizm asıl şimdi /1 • Yalnız kalan devrimin kaderi /3 • Kapitalist Avrupa’nın bunalımı • Bilim ne yana düşer hocam?
Siyasal Baskılara, Katliamlara, Haksız Savaşa Karşı
Mücadeleyi Yükselt! K
ürt halkına karşı yürütülen askeri operasyonlarda, devlet yeni bir katliam gerçekleştirdi. Şırnak Uludere’nin Irak sınırında mazot kaçakçılığı yapan Kürt köylüleri üzerine Türk ordusuna ait uçaklardan bomba yağdırıldı. 28 Aralık Çarşamba günü gece saat 22.30 sularında F-16 savaş uçaklarıyla gerçekleştirilen saldırıda, çoğu 15-19 yaşlarında 36 Kürt genci katledildi, 17’si ise kayıp. Ordunun en üst kademesinin bilgisi dâhilinde gerçekleşen bu vahşeti, dünyaya Kürt haber ajansları duyurdu. Milliyetçi-şovenist sermaye medyası uzun saatler suskun kaldı. En sıradan olayı bile canlı yayınlarla abartarak aktaran medyanın, sıra Kürt halkına karşı devletin işlediği suçlara gelince ağzından çıt çıkmaması, burjuva medyanın yalan, çarpıtma ve karartmaya dayalı haber anlayışını bir kez daha çarpıcı biçimde göstermiştir. Medyanın suskun olduğu esnada Genelkurmay Başkanlığı yazılı bir açıklama yaptı. Savaş uçaklarının Irak’ın kuzeyindeki Sinat-Haftanin bölgesini vurduğunu iddia eden Genelkurmay, insansız uçaklarla aldığı istihbarat üzerine ateş emri verildiğini söyledi. Oysa Genelkurmay’ın açıklamalarının tersine, vahşi saldırı Kuzey Irak’ta değil, Şırnak Uludere yakınlarındaki Roboski Köyü civarında gerçekleşmişti. Yine Genelkurmay’ın dezenformasyonunun aksine, katledilenler PKK’li değil, jandarmanın bilgisi dahilinde küçük çaplı sınır kaçakçılığı yapan Kürt köylüleriydi. Katledilen yakınlarının cenazesini almak için topla-
nan köylüler, büyük acılar içinde katliamı lanetlediler. Bombardımanda katledilenlerin çoğunun gençler ve öğrenciler olduğunu açıklayan köylüler, yakınlarının ekmek parası bulmak, okul masraflarını karşılamak için sınır boyunca kaçakçılık yapmak zorunda kaldıklarını söylediler. Barış ve Demokrasi Partisi Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, “çok açık bir katliam” olarak değerlendirdiği saldırıya karşı, halkı tepki göstermeye çağırdı ve BDP olarak 3 gün yas ilan ettiklerini duyurdu. Bu katliam AKP hükümeti tarafından yeniden azdırılan savaş politikalarının kaçınılmaz bir sonucudur. İçişleri Bakanının şiirde, resimde, güzelleştirme derneklerinde bile “terör” gördüğü faşist zihniyetle hareket edildiği sürece, bu katliamların sayısı da kapsamı da büyüyecektir. Bütün bölgeyi ateşe verebilecek olan bu politikalara derhal son verilmeli ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı tanınmalıdır. Askeri operasyonlarla bombalanan Kürt köylerinde, nice insan katledildi. Bu ve benzeri katliamlara imza atan devlet ve hükümet yetkilileri şimdiye dek yaptıklarının hesabını hiç vermediler. Halkların kardeşliğinin savunucusu olan Kürt ve Türk işçi ve emekçiler, zalimlerden er geç yaptıklarının hesabını soracaklardır. Kürt halkının acısını yürekten paylaşıyor ve tüm işçileri, emekçileri, izlenen savaş politikalarının karşısına dikilmeye ve Kürt halkının yanında olmaya çağırıyoruz.
1
Kürt Operasyonu Tam Gaz Sürüyor Zehra Aras
G
eçtiğimiz günlerde devletin bir bürokratından Kürtleri sindirme ve yıldırma politikalarına katkıda bulunacak zalim bir öneri geldi. Van Valisi sokaklarda eylem yapan çocukların ailelerinden alınmasını önerdi. Bu çocuklar Çocuk Esirgeme Kurumu’nun “Sevgi Evleri”ne yerleştirilmeliymiş! Kürt ana-babalara savrulan tehdit açıktır: “Kimliğinden vazgeç, çocuklarının polisi ol, yoksa evladını elinden alırım!” Sokaklarda eylem yapan binlerce Kürt çocuğuna devletin el koyması mümkün değil elbette. Hesap, devletin zalim ellerini birkaç yüz çocuğa uzatması, milyonlarca Kürdün, çocuklarını kaybetmek korkusuyla yıldırılması… Bir diğer örnek talep de Adana Emniyet Müdürlüğü’nden geldi. Sokakları dar gecekondu mahallelerinde suç ve suçluyla mücadele etmekte zorlanıyorlarmış. Bu yüzden Emniyet Müdürlüğü, bu gecekondu bölgelerine kentsel dönüşümde öncelik verilmesini istiyor. Yani “bir an önce bu mahalleler yıkılsın buralarda yaşayanlar da dağılsın, başka yerlere göç etsin” deniliyor. Köyleri yakılıp yıkılmış, yerleşim yerleri boşaltılarak şehirlere göç ettirilmiş, Adana’nın ve diğer illerin dar sokaklı yoksul mahallelerine yerleşmiş insanlara şu mesaj veriliyor: “Sizi kentsel dönüşümün hedefi yaparız. Uslu durmaz, taleplerinizde ısrar ederseniz evinizi başınıza yıkarız!” Adana Emniyet Müdürü de bir süre önce molotof kokteylinin “likit bom-
2
ba” olarak kabul edilmesini talep etmişti. Birkaç şişe benzinle polis saldırısını püskürtmek öyle ağır bir suç sayılsın ki, kimse kendini polise karşı savunmayı göze alamasın! Molotof kokteyli likit bomba sayılırsa kitlenin üzerine ateş açan polisin de katliam yapması kolaylaşacak: “Ellerinde bomba vardı, ateş ettim!” Genelkurmay’ın hazırladığı raporlardan birinin içinde geçen bazı öneriler geçtiğimiz günlerde açığa çıktı. 1996’da yazılan bu rapor, nüfus artış hızı yüksek olan Kürtlerin 2010 yılında Türkiye nüfusunun %40’ına, 2025 yılında ise %50’sine ulaşacağını öngörüyor ve bunu engellemek için 3’ten fazla çocuk yapan Kürt ailelere cezai yaptırım uygulanmasını öneriyor. Önerinin sunulduğu Bakanlar Kurulu toplantısında DYP Diyarbakır milletvekili ve Devlet Bakanı Salim Ensarioğlu öneriye muhalefet ediyor ve öneri paketi Genelkurmay’a iade ediliyor. Ancak Ensarioğlu tehdit telefonları almaya başlıyor ve nihayetinde şüpheli bir trafik kazasında ağır yaralanıyor. Hangi etnik kesimin kaç çocuk yaptığını hesaplayıp “Kürtler çoğalıyor” diye panikleyen generaller, ırkçılığın ve ayrımcılığın tipik paranoyasını yaşıyorlar. Farklı halkların birlikte yaşadığı Anadolu coğrafyasını tek kimlikli hale getirmeye çalışıyorlar! Doğan her Kürt çocuğu ırkçı devletlûları endişelendiriyorken, çocukların ailelerinden alınmak istenmesine ya da yüzlerce çocuğun hapse tıkıl-
sayı: 82 • Ocak 2012
masına şaşırmamak gerekiyor.
Saldırılar aralıksız devam ediyor Devlet “çocuklarınızı elinizden alırız” tehdidiyle Kürt aileleri korkutmaya çalışırken, her gün onlarca kişinin tutuklandığı operasyonlarla da Kürt hareketini sindirmeye uğraşıyor. Bunun için her türlü yalana başvuruluyor. Hakkari’de devlet, BDP’li yöneticileri hapse atmak için ilginç bir delil uyduruyor. Güya bir vatandaş polise ihbar e-postası gönderiyor. Bu “sıradan vatandaş” sözde KCK üyesi 17 BDP yöneticisinin tam listesini isim ve soyadlarıyla birlikte polise bildiriyor. İhbar e-postasında yazan isimlerden biri “Saim”. Bu kişiyi herkes “Sami” ismiyle tanıyor, sadece nüfus cüzdanında “Saim” yazıyor. Bir diğer ihbar edilen isim de “Fahri Işık”. Nüfus cüzdanında yanlışlıkla “Fahri İşik” diye yazılmış. Yani devlet kayıtlarında soyadı “İşik” diye geçiyor. İşte bu “sıradan vatandaşın” polise gönderdiği 17 kişilik listede herkesin ismi resmî kayıtlarda ifade edildiği gibi yazılmış. E-postanın sıradan vatandaş tarafından değil, yine bir devlet görevlisi tarafından yazıldığı, uydurma delil yaratıldığı bariz! Amaç Kürt siyasetçileri hapse tıkarak Kürtleri iradesiz kılmak ve yıldırmak olunca, devlet her türlü taklayı atıyor. Şu anda yasal alanda siyaset yürüten binlerce Kürt siyasetçi halen hapiste tutuluyor, üstelik çoğunun haklarında bir iddianame bile yok. Dalga dalga yürütülen operasyonlarla Kürtlerin sesi soluğu kısılmak isteniyor. KCK adı altında yürüyen operasyonlarda önce belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri tutuklanarak BDP’nin yerel hizmetleri baltalandı. BDP’li il ve ilçe başkanları tutuklanarak, Kürtlere siyaset alanı daraltıldı. Bu saldırı dalgası aynı zamanda hapse atma tehdidiyle korkutarak Kürtlerin mücadele azmini ve cesaretini kırmak, iradesizleştirmek ve siyasetten uzak tutmak amacını taşımaktadır. KCK operasyonları kapsamında aydınlar da tutuklandı. Hem topluma hem de Kürt halkının haklı davasını destekleyen aydın kesimlere gözdağı veriliyor. Prof. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu da tutuklananlar arasında. Devlet bu operasyonlarla, Kürtlerin ve aydınların düşüncelerini hizaya sokmaya uğraşıyor. Aksi halde hapsediyor. Bir diğer tutuklama dalgasında hedef avukatlar oldu. 33 avukat tutuklanarak Kürtlerin savunma yapmaları ve adalet aramaları daha da güçleştirildi. Üstelik bu avukatlar daha önce devletin izni ve bilgisi dâhilinde Öcalan’la görüşüp, yine devletin isteğiyle Öcalan ile görüşme notlarını medyaya duyuruyordu. Görüşmeler baştan sona devletin denetimi altında yapılıyor ve tüm konuşmalar kayıt altına alınıyordu. 10 yıldan uzun bir süredir tamamen devletin çerçevesini belirlediği biçimde yapılan avukat görüşmeleri birden bire suç oldu. Avukatlar Öcalan ile PKK arasında mesaj taşıyormuş. İyi de bu mesaj taşıma işini bizzat MİT ajanları da üstleniyor. Üstelik devlet Öcalan ile PKK arasında haberleşmenin ve fikirsel alışverişin kendi bilgisi ve
marksist tutum
denetimi dahilinde sürdürülmesi için avukatlara misyon biçmemiş miydi? 10-12 senedir suç olmayan, bilakis devletin önünü açık bıraktığı bu görüşmelerin şimdi “suç” olduğu ilan edildi. 33 avukat KCK davasına dâhil edilerek tutuklandı. Bu tutuklamalarla devlet kendi yasalarını da, hukukunu da çiğneyebileceğini, sözüne ise asla güvenilmemesi gerektiğini tekrar ortaya koymuş oldu. Son olarak Kürtlerin gazete ve haber ajanslarına baskın yapıldı. Yine KCK bahanesiyle 36 gazeteci tutuklandı. Amaç Kürtlerin basın ve iletişim kanallarına darbe vurmak, devletin emirlerinden bağımsız yayın yapan Kürt basınının sesini kesmek!
Devletin sertleşme politikası sonuç verecek mi? Devletin korkutma-eziyet-yıldırma politikaları Kürt halkını “verilecek birkaç kırıntıyla yetinecek” hale getirmek için yürütülüyor. Dağlarda bombalar ve kimyasal silahlar, kentlerde polis operasyonları ve tutuklamalar… Kürt kitlelerine yönelik sindirme harekâtı tüm hızıyla sürüyor. Ortadoğu’da emperyalist hegemonya kavgası kızışıyor. Suriye Kürtlerinin önümüzdeki dönemde Irak’taki gibi bir statü edinme ihtimali TC’yi daha da saldırganlaştırıyor. Ancak bu saldırı dalgasının devletin istediği sonucu vermeyeceğinin sinyalleri de ortaya çıkıyor. 36 basın emekçisi tutuklanınca yüzlerce kişi Dicle Haber Ajansını ve Özgür Gündem gazetesini arayıp gönüllü muhabirlik yapmayı teklif etti. 33 avukat tutuklanınca yüzlerce avukat tutuklamaları protesto etti. Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı tutuklanınca onlarca aydın BDP’nin siyaset akademisinde ders vermek için gönüllü oldu. BDP’nin il ve ilçe örgütlerinde tutuklanan BDP yöneticilerinin yeri, seçilen yeni yöneticilerle dolduruldu. Devlet son 4 ayda dağlarda 300 “terörist” öldürdüğünü söyleyerek PKK’yi bitirmekten söz ediyor. Sanki son 30 yılda 40 bin Kürdün katledilmesiyle bu haklı isyan bastırılabilmiş gibi? Gerçekte dağdan gelen her ölüm haberi Kürtlerin öfkesini daha da arttırıyor. Cenazeler büyük kitle gösterilerine dönüşüyor. Kürt kimliğini sahiplenen milyonlarca insan bunca baskı ve zulme rağmen korkmuyor, yılmıyor, sinmiyor, geri adım atmıyor. İşte bu yüzden devlet yöneticilerinden daha da canice öneriler geliyor: Kürtleri yıldırmak için çocuklarını ellerinden almak, çocuklarını hapse atmak, evlerini başlarına yıkmak, sürgün etmek, çocuk doğurmalarına sınır koymak, siyasetçilerini hapse atmak, hapse atacak kanıt yoksa kanıt imal etmek veya komplo düzenlemek, gerillaları kimyasal silahla katletmek. Ama hepsi beyhudedir. On yıllardır süren zorbalığa, işkenceye, katliama, tehdide rağmen milyonlarla ayağa kalmış bir halkı bu yöntemlerle sindirmek artık mümkün değildir. Türk devleti binlerce Kürdün daha kanını akıtabilir, ancak ezilen Kürt halkının haklı taleplerini karşılamaksızın bu isyanı bastıramayacaktır.
3
Batı Demokrasilerinde “Derin Devlet” Olmaz mı? Kerem Dağlı
Almanya’da yaşanan güncel gelişmeler, “derin devlet” konusunda liberallerin savundukları bir yanlışı daha açık etmiştir. Liberaller, “derin devlet” veya kontr-gerilla gibi olguların daha ziyade Türkiye gibi demokrasisi “tam gelişmemiş” ülkelere has bir maraz olduğunu savunurlar. Bu tezlerini ispat için de genellikle gelişmiş kapitalist demokrasileri, Norveç, İsveç gibi İskandinav ülkelerini örnek verirler. Oysa gerek Norveç’te gerekse de şimdilerde Almanya’da yaşananlar bu tezi de yeteri kadar çürütmüştür.
A
lmanya’daki neo-Nazi cinayetlerinin ardından ortaya çıkan “derin devlet” bağlantıları, beraberinde ciddi bir tartışmayı da gündeme getirdi. Almanya uzun yıllardır göçmenlere dönük ırkçı saldırıların en yoğun yaşandığı Avrupa ülkelerinden birisiydi, fakat Alman devletinin genel tutumu olayları münferit vakalar gibi gösterip geçiştirmek yönündeydi. “Almanya’nın Susurluk skandalı” benzetmesi de yapılan son gelişmeler ise yaşananların hiç de münferit vakalar olmadığını, neo-Nazi çetelerinin ve faşist hareketin arkasında çok ciddi bir devlet yapılanması ve desteği olduğunu açıkça göstermiş oldu. Kuşkusuz bu tablo Marksistler açısından yeni veya bilinmeyen bir durum değildir. Aksine Marksistler her daim burjuva devletin bu tür faşist yapılanmalarla ilişki içinde olduğunu, hatta bunları bizzat devletin besleyip büyüttüğünü ve ihtiyaç duyduğunda devrimcilere ve işçilere karşı kullandığını bilirler. Kendilerini demokrasi şampiyonu ilan edenler dâhil olmak üzere tüm burjuva devletlerin bu konudaki sicili pisliklerle ve kirli ilişkilerle doludur. Nazi faşizmini dünyaya getirmiş olan Alman burjuvazisi ve devleti de bu anlamda en sabıkalı devletlerden birisidir. Her ne kadar II. Dünya Savaşı sonrasında güya şaşaalı denazifikasyon (Nazilerden arınma) programları uygulanmış ve uluslararası mahkemelerde ünlü Naziler yargılanmışsa da, gerçekte faşist kadroların devletin içine sindikleri ve gerçek anlamda bir temizlik yapılmadığı, bilakis ABD ve
4
Almanya’nın bu kadroları bolca kullandıkları bilinmektedir. Bu hakikatten hareketle bakıldığında baştan belirtmek gerekir ki, bugünün Almanya’sında “dönerci cinayetleri” davası vesilesiyle ortalığa saçılan gerçekler henüz buzdağının su üstündeki kısmı kadardır. Alman devletinin asıl yüzünün çok daha karanlık olduğu, neo-Nazi denilen faşist çetelerle çok daha içli dışlı olduğu ve daha önemlisi çoğu durumda bu çetelerin bizzat devlet tarafından örgütlendiği ve kullanıldığı açıktır. Buna rağmen gerek Alman devletinin gerekse de parlamentonun ve yargının gayreti, süreci olabildiğince az zararla atlatıp tekrar hiçbir şey olmamış gibi işini yürütebilmek yönündedir. Hükümetin ve devletin tepkisi başlarda her zamanki gibi olayı geçiştirmeye dönük iken, iş büyüyünce bu kez de gösterişli soruşturma komisyonları ve “Nazizmle mücadele büroları” vb. kurarak kendilerini aklamaya dönük bir hal almıştır. Ama bunların göstermelik girişimler olduğunu, birkaç kişinin kamuoyunun öfkesini bastırmak için kurban verileceğini ve ardından da olayın örtbas edilmeye çalışılacağını iyi biliyoruz. Bu apaçık duruma rağmen liberallerin ve burjuva solcuların burjuva demokrasisini aklamak amacıyla, Alman devletinin ve hükümetinin girişimlerini öven ve bu yolla sonuç alınacağı yanılsamasını yaratmaya çalışan yaklaşımlarına asla prim verilmemelidir. Onlar, gerçekleri tüm
sayı: 82 • Ocak 2012
çıplaklığıyla ortaya her koyduğunda burjuva demokrasisini aklamak amacıyla Marksistleri eleştirmeye çalışırlar. Marksistlerin olaylara “komplocu” bir anlayışla yaklaştığını ve fazladan “kötümser” olduklarını söylerler. Örnekler çoktur. ABD emperyalizmi 11 Eylül olaylarını kendi planları doğrultusunda kullanmaya çalıştığında Marksistlerin söyledikleri komploculukla yaftalanmaya çalışıldı. Afganistan ve Irak işgali gündeme geldiğinde söylenenler (emperyalist savaşın tüm bölgeyi ve dünyayı alevleri içine alacağı) duymazdan gelindi. 2008’de patlak veren ekonomik kriz için yapılan Marksist tahliller “fazla karamsar” bulundu ve “Marksistler zaten hep aynı şeyleri söylüyorlar” diyerek geçiştirilmeye çalışıldı. Yani hemen her seferinde Marksistler gerçekleri ve eğilimleri önceden görüp söyledikleri halde, bahsi geçen çevreler tarafından gelişmeleri doğru okuyamamakla, olaylara hep kötümser bakmakla, komploculukla vs. suçlandılar. Ve her seferinde de tarih Marksistleri haklı çıkardı. Benzer bir durum “derin devlet” konusunda da yaşanmıştır. Marksistler “derin devlet” denen olgunun burjuva devletten bağımsız ve onun dışında bir şey olmadığını, bir anlamda hiçbir burjuva devletin “derin devletsiz” veya kontr-gerilla vb. yapılanmalar olmaksızın varolamayacağını söylemişler, buna karşılık liberal ve burjuva sol çevreler ise (dertleri kapitalizmin tasfiyesi olmadığından) kapitalizmin düzeltilmesi gereken kötü yanlarına bir örnek olarak gördükleri “derin devlet” yapılanmalarının bir daha geri gelmemecesine temizlenebileceğini iddia etmişler ve sosyalistleri de bu yönde mücadele etmemekle suçlamışlardır. Oysa Marksistlerin savundukları şey, “derin devlet” vb. yapılanmaların temizlenmesi yahut bunların hesabının sorulması için mücadele etmek gerekmediği değil, burjuvazinin bu temizliği hiçbir zaman tam anlamıyla ve kalıcı biçimde yapmayacağı, bu yüzden de işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin basıncı olmadan çok fazla ilerleme kaydedilemeyeceğidir. Türkiye’den örnek vermek gerekirse, Ergenekon davasında izlenen süreç bunu apaçık ortaya koymuştur. AKP hükümetine bel bağlayan liberaller hüsrana uğrarken, Marksistler bir kez daha haklı çıkmışlardır. Ayrıca Almanya’da yaşanan güncel gelişmeler, “derin
marksist tutum
devlet” konusunda liberallerin savundukları bir yanlışı daha açık etmiştir. Liberaller, “derin devlet” veya kontrgerilla gibi olguların daha ziyade Türkiye gibi demokrasisi “tam gelişmemiş” ülkelere has bir maraz olduğunu savunurlar. Bu tezlerini ispat için de genellikle gelişmiş kapitalist demokrasileri, Norveç, İsveç gibi İskandinav ülkelerini örnek verirler. Oysa gerek Norveç’te gerekse de şimdilerde Almanya’da yaşananlar bu tezi de yeteri kadar çürütmüştür. Gelişmeler bir kez daha Marksistlerin, özellikle son yıllarda, bir bütün olarak kapitalist düzenin gittiği yön hakkındaki öngörülerini doğrulamıştır. Ekonomik kriz ve emperyalist savaş koşullarında tüm kapitalist devletler giderek daha baskıcı ve olağanüstü rejimleri andıran politikaları hayata geçirmektedirler. Sınıf hareketinin genel anlamda canlanması da burjuvazinin korkusunu arttırmakta ve bu eğilimi güçlendirmektedir. Bu yüzden de Avrupa’da genel olarak faşist hareket güçlenmekte, ırkçılık yükselmekte, Almanya’daki neo-Nazi çetelerine benzer faşist çetelerin saldırıları artmaktadır. Avrupa’nın pek demokratik (!) burjuva devletleri ise sözde faşizmi ve ırkçılığı lanetlerken, el altından olabildiğince bunları desteklemekte ve sınıf mücadelesinin daha da kızışacağı günlere hazırlık yapmaktadırlar.
“Dönerci cinayetleri” davasının ortaya çıkardığı gerçekler Şimdi Almanya’da yaşanan güncel gelişmelere biraz daha yakından bakalım. Geçtiğimiz Kasım ayında iki neoNazi, kiralamış oldukları karavanda ölü olarak bulundular. Banka soygunundan dolayı aranan bu iki neo-Nazinin ölümü için polisin ilk açıklamaları olayın bir intihar eylemi olduğu yönündeydi. Ancak yanmış olan karavanda kamuoyunda “dönerci cinayetleri”1 olarak bilinen ırkçı cinayetlere ilişkin bolca delil bulundu. Deliller arasında Almanya’nın iç istihbarat servisi olarak bilinen Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) tarafından verilmiş olduğundan şüphelenilen sahte pasaportlar da vardı. Ardından, bu iki neo-Naziyle aynı evi paylaşan kadın da, delilleri yok etmek maksadıyla evini kundakladıktan sonra polise teslim oldu. Evde, 2007 yılında bir Alman kadın polisin öldürülmesinde kullanılan silahla birlikte, öldürülecek kişilerin isimlerinin yer aldığı ölüm listeleri, bol miktarda neo-Nazi propagandası içeren doküman, polis ya da istihbarat birimleri tarafından hazırlanmış sahte kimlikler bulundu. Başlangıçta ifade vermeyi reddeden bu neo-Nazi kadının ceza indiriminden yararlanmak üzere konuşmaya başlaması ve kamuoyunun da konunun üzerine gitmesiyle birlikte gerçekler birbiri ardına açığa çıkmaya başladı.
5
marksist tutum
Almanya’da polis korumasında yapılan neo-Nazi gösterilerinden biri
Her üç neo-Nazi de “Nazi Yeraltı Örgütü” adlı bir faşist çeteye üyeydiler. Bu çete, 8 Türk ve 1 Yunanlının öldürülmesi vakalarına ek olarak bir Alman polis memurunun öldürülmesi, banka soygunları, çeşitli ırkçı saldırılar gibi pek çok olayı gerçekleştirmiş olan bir yapılanmaydı. Karavanda ve evde bulunan sahte kimliklerin ancak polis veya istihbarat birimlerince verilmiş olabileceği şüphesiyle işin üzerine gidildiğinde, bu kimliklerin AKT tarafından verildiği ortaya çıktı. Ayrıca AKT, bu üç neo-Naziyi uzun zamandır biliyordu ve ilişki halindeydi. Böylece çeşitli suçlardan dolayı yıllardır aranan bu faşistlerin nasıl olup da yakalanmadan ve ellerini kollarını sallayarak dolaşabildikleri de anlaşılmış oluyordu. Ancak daha da önemlisi, AKT’nin bu çete içinde ajanlarının olduğunun ortaya çıkması oldu. Soruşturma derinleştikçe yine AKT ajanı olan bir şahısın, bu çetenin işlediği saldırı ve cinayetlerin birçoğunda olay mahallinde bulunduğu anlaşıldı. Hatta medyada yer alan haberlere göre, bu ajanın kimliğinin ortaya çıkmasıyla birlikte cinayetler serisi bıçak gibi kesilmişti. Ancak AKT ile neo-Nazi çeteleri arasındaki bağlantılar bunlarla da sınırlı değildi. “Nazi Yeraltı Örgütü” adlı hücre, aslında Thüringen Heimatschutz (Thüringen Anayurdu Koruma Örgütü) adlı bir çatı yapılanmasının parçasıydı. Almanya’nın önemli eyaletlerinden birisi olan Thüringen, ırkçı ve neo-Nazi yapılanmaların da merkezi konumundaydı. Bu örgütün lideri ise bir AKT ajanıydı. AKT’nin bu neo-Nazi örgütüne önemli miktarda para yardımında bulunduğu da medyada yer alan bilgiler arasındaydı. Paralar faşist yapılanmaları güçlendirmek için kullanılıyordu. Bu çatı örgütü, sadece neo-Nazi çetelerine kadro yetiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda faşist siyasetin lider kadrolarının yetiştirildiği bir okul işlevi de görüyordu. Thüringen eyaleti, neo-Nazi gruplarının düzenlediği festivaller ve bu festivallere tüm dünyadan faşist hareketin önde gelen isimlerinin katılması dolayımıyla uluslararası neo-Nazi hareketinin de merkezi konumundaydı. Almanya’da tartışmanın büyümesi ve gündemi ciddi biçimde işgal etmesi üzerine meclis bir araştırma komisyonu kurdu ve komisyonda istihbarat görevlilerinin yer almayacağını duyurdu. Ancak gerçekte bu Almanya’da ya-
6
Ocak 2012 • sayı: 82
şanan ilk vaka değildi. Medyada birbiri ardına araştırma raporları yayınlanmaya başlayınca, AKT ve benzeri gizli polis servisleriyle neo-Nazi grupları arasında sanılandan çok daha ciddi bağlantılar bulunduğu da göz önüne çıkmış oldu. Oysa daha birkaç yıl öncesine kadar devletin istihbarat birimlerinin raporlarına dayanarak yaptığı açıklamada, içişleri bakanı Almanya’da “sağcı terör yapısı” olmadığını ileri sürüyor ve meydana gelen ırkçı saldırıların da münferit vakalar olduğunu savunuyordu. Raporlara göre, AKT tarafından bu örgüte yapılan yardımlar, 90’larda devletin neo-Nazi gruplara yaptığı yardımların sadece bir örneğini oluşturmaktadır. İstihbarat servisinin faşist çeteler içindeki ajanları bir yandan göçmenlere karşı ırkçı saldırıları organize ediyor, diğer yandan da farklı neo-Nazi gruplarıyla bağlar kurarak faşist hareketi merkezileştirmeye çalışıyor, NPD (Almanya Milliyetçi Demokrasi Partisi)2 içinde çalışarak partinin radikalleşmesi için uğraşıyorlardı. Bu ajanlar yayınevleri kurmaktan müzik gruplarına menajerlik yapmaya, gazete ve web sitelerinde yazı yazmaya kadar faşist hareketin hemen her kademesinde görev almaktadırlar. Bunlar tüm bu eylemlerini AKT’yle koordineli biçimde gerçekleştirdiklerini, zaman zaman açılan soruşturmalarda itiraf etmişlerdir. Ancak AKT’nin ajanlara sağladığı koruma yüzünden, açılan tüm davalar ve soruşturmalar bir şekilde hasıraltı edilmiş ve kamuoyundan gizlenmiştir. Bunun en bariz örneği de, bugün gündeme konu olan üç faşistin, 1998’de evlerinde bomba imal etmeye çalışırken polis baskını sonucu yakalanmaları ama durum apaçık olmasına ve onca delil bulunmasına rağmen soruşturmanın örtbas edilmesidir. Alman devletinin koruması sayesinde bu azılı faşistler pek çok kez eylem öncesinde veya sonrasında yakalandıkları halde tutuklanmamış ve serbest bırakılmışlardır. Seri cinayetler işlenmeye başladığında da polis cinayetleri ciddi biçimde araştırmamış ve münferit vakalar gibi göstererek soruşturmaları kapatmıştır. Üstelik Alman istihbaratının icraatları küçük faşist hücrelere ajan sokmaktan ibaret değildir. 2002 yılında NPD aleyhinde açılan kapatma davasında, partinin üst düzey yöneticilerinin (iddialara göre parti genel başkanı dâhil olmak üzere) pek çoğunun AKT ajanı olduğu ortaya çıkmıştır. İstihbarat servisi, mahkemenin istediği ajan listesini “ulusal güvenlik” gerekçesiyle vermeyi reddetmiştir. Bunun üzerine dönemin sosyal demokrat hükümeti, duruşmanın basına ve kamuoyuna kapalı yürütülmesi şartıyla listenin verilmesini talep etmiştir. Bu koşulda devam eden davada, NPD’nin 200 civarındaki yöneticisinden 30’unun AKT adına çalıştığı anlaşılmıştır. Hatta istihba-
sayı: 82 • Ocak 2012
rat servisi, hedefinin bu sayıyı ikiye katlamak olduğunu da itiraf etmiştir. Sosyal demokrat hükümet ve mahkeme, ajanların gizliliğini ve görevlerinin devamını onaylamıştır. Dava düşürülmüş ve Almanya’da faşist hareketle devlet arasındaki bağların açığa çıkmasının önü de kapatılmıştır. İş o boyutlardadır ki, bir Sosyal Demokrat Parti (SPD) vekilinin ağzından şu sözler dökülüvermiştir: “Eğer gizli ajanların kimliklerini ifşa edersek, gizli servisi kapatmamız gerekir.”
Sahte anti-faşizm ve Alman devletinin gerçek yüzü Tüm bunlar Alman burjuva devletinin son yıllarda ortaya çıkmış ve arızi denebilecek bir yönü olarak görülemezler. Tarih, daha işin başında, yani II. Dünya Savaşının sona erip de yeni Alman cumhuriyetinin kurulmasından itibaren Nazi artığı faşistlerin binlercesinin devlet içinde nasıl kadrolaştığını ve savaşın galibi emperyalist güçlerin bilgisi dâhilinde olan bu olguya nasıl göz yumulduğunu açıkça gösteriyor. Alman cumhuriyeti yakından incelendiğinde eski Nazilerin hemen her yerde sessizce geri geldikleri görülür, özellikle de yüksek ve orta bürokraside bunu görmek mümkündür. Bunlar partilerde, bakanlık bürolarında, poliste, okullarda, yüksek öğretimde, basında vb. kademelerde kilit pozisyonları tutmuşlardır. Örneğin Nazi döneminde içişleri bakanlığı bünyesinde Yahudilerin toplanması ve kamplara yollanması işine bakan Hans Globke adlı faşist, sonraki dönemde de şansölyenin (başbakan) yanında devlet sekreterliği görevini yürütmüştür. Bu da ona devlet içinde eski Nazilerin kadrolaşmasını sağlamada muazzam bir imkân tanımıştır. En önemlisi de, bugün yaşanan gelişmelerde adını sıkça duyduğumuz AKT’nin ona bağlı olarak kurulmuş olmasıdır. Gizli servis BND’nin (Alman Gizli Servisi) kurucusu ve eski Nazi generali Gehlen de onun hizmetindeydi. Federal Basın Departmanı da Globke’ye bağlıydı. Bu departman medyayı yönlendirmekte kullanılıyordu. BND’nin kurucusu olan Gehlen, Hitler’in önemli adamlarından biri ve SSCB cephesine bakan Nazi istihbarat şefiydi. 1945 yılında elindeki arşivle birlikte ABD’ye teslim oldu. Dönemin Amerikan gizli servisinin şefiyle görüştükten sonra, ABD’nin uluslararası çapta girişeceği anti-komünizm mücadelesinde işe yarayacağı düşünülerek affedildi. 1946’da Almanya’ya geri döndü ve eski Gestapo (Nazi döneminin istihbarat örgütü) ile SS (Hitler’in özel muhafız birliği) örgütünün kadrolarından oluşan Alman İstihbarat Örgütünü kurdu ve başına geçti. İstihdam ettiği eski Nazilere yeni sahte kimlikler verdi. Gehlen’in bu örgütlenmesi, ilerde NATO’nun kurulmasıyla birlikte tüm NATO üyesi ülkelerde girişilecek kontr-gerilla örgütlenmesinin de temellerini oluşturacaktı. Gladio, Özel Harp Dairesi gibi kontr-gerilla örgütlenmelerinin hem fikir ba-
marksist tutum
bası hem de pratikteki örgütleyicisi o olmuştur. Türkiye de dâhil olmak üzere3 pek çok NATO üyesi ülkenin ajanlarını yetiştirmiştir. Bu sayede Almanya da, ABD’nin “soğuk savaş” dönemindeki komünizm karşıtı mücadelesinin Avrupa’daki merkez üssü haline gelmiştir.4 Gehlen’in kurduğu istihbarat örgütü ve kontr-gerilla yapılanmasının ne tür faaliyetler yürüttüğü, ilk kez 1960 yılında 17 bin üyesi bulunan faşist BVJ’ye (Federal Yurtsever Gençlik) yapılan bir operasyonda ortaya çıkmıştır. Alman istihbaratı bu tür faşist gençlik örgütlenmeleri aracılığıyla sosyalistlere karşı provokasyonlar örgütlüyordu. BVJ’nin arkasında işi yürüten ve doğrudan istihbarata bağlı Technischer Dienst (Teknik Hizmetler Birimi) adlı paramiliter bir yapılanma vardı. Soruşturmalar birçok olayı aydınlattığı halde dönemin iktidar partisi (Hıristiyan Demokrat Parti, CDU), Amerikalı yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucu soruşturmaları durdurdu. Ancak 1972’de ülkenin birçok yerinde toprağa gömülü halde silahlar ve çeşitli mühimmat bulunmaya başladı. Hükümet bunun olası bir SSCB saldırısına karşı kullanılmak üzere yapılmış hazırlıkların parçası olduğunu, ama zaten gerek kalmadığı için yok edildiklerini söylese de, 1981’de ülkenin çeşitli yerlerinde muazzam büyüklükte yeraltına gizlenmiş silah depoları bulundu. Bu dönemde de soruşturma engellendi. Tüm Avrupa ülkelerinde Gladio vb. kontr-gerilla örgütlenmelerinin açığa çıkartıldığı dönemde dahi, bir Alman gazeteci kendi ülkesindeki kontr-gerilla için şunları söyleyecekti: “Avrupa’da, şeffaflıktan en uzak, Gladyo’ya en büyük destek veren, başka ülkelerdeki uzantılarıyla bağlantı içinde çalışan tek ülke Almanya’dır.” Savaş sonrası Alman cumhuriyeti kurulurken dışişlerinin kurulması görevi de yine eski bir Naziye, Herbert Blankenhorn’a verilmiştir. Zaten Nazi döneminin diplomatlarının birçoğu da yargılamalardan kurtulmuş durumdaydı ve Blankenhorn onları tekrar işe almakta gecikmedi. Öyle ki, dışişlerine bağlı diplomatların neredeyse %60’ı eski Nazilerden oluşuyordu. Bu diplomatların bağlı olduğu Nazi dönemi dışişlerinin en önemli işi, Almanya dışındaki ülkelerde bulunan Yahudilerin tasfiyesini planlamak ve uygulamak, direniş hareketlerini ezmek amacıyla her türlü kontr-gerilla faaliyetini yürütmekti. Blankenhorn’un Nurmberg’de yargılanmasını da bizzat Alman dışişleri engellemiştir. Bu türden eski Nazilere örnek olarak ekonomi bakanı, ulaştırma bakanı, çeşitli hükümet üyeleri, içişleri bakanlığındaki çeşitli üst düzey bürokratlar, yargı görevlileri ve hâkimler, subayların %40’ı (ki buna generaller de dâhildir), yerel yöneticiler ve belediye başkanları verilebilir. Sanayici ve bankerler ise olduğu gibi kalmıştır zaten… Kısacası, 1945-47 yılları arasında yaşanan sözde denazifikasyon programını, 1948-52 yılları arasında eski Nazilerin yeniden devlet aygıtı içine yerleştirilmeleri dönemi izlemiştir ve denazifikasyon programı da aslında bunun kılıfı haline gelmiştir. 1953’ten bu yana ise eski Nazilerin öncülüğünde devletin ve sağ partilerin içinde (özellikle
7
Ocak 2012 • sayı: 82
marksist tutum
de Hıristiyan Demokrat Parti içinde) ciddi oranda Nazi uzantıları kadrolaşmıştır. Eski Nazilerin önemli bir kısmı CDU’ya katılmış ve böylece aşırı sağ partilerin ve grupların yasaklanmasından etkilenmemişlerdir.
Faşizmle mücadele devrimci işçi sınıfının görevidir Gerek tarihsel veriler gerekse de bugün ortaya saçılan pislikler, Alman devletinin gerçek yüzünü açıkça ortaya koymaktadır. Nazi faşizminin Alman sermayesinin kanlı diktatörlüğü olduğu hatırlanacak olursa, sonrasındaki süreçte sermayeye hizmet etmiş faşistlerin neden korunduğu ve devletin en önemli kademelerine getirildiği de daha rahat anlaşılacaktır. Denazifikasyon programları adı altında Hitler’i ve Nazi dönemini yerden yere vuran, Yahudi soykırımıyla ilgili müzeler kuran, her türlü Nazi sembolünü yasaklayan Alman devleti, gerçekte faşist kadroları kullanmaya devam etmiştir. Burjuva devletteki bu devamlılık bile, burjuva demokrasisi denen şeyin özünde nasıl baskıcı ve kanlı bir diktatörlük olduğunun açık kanıtıdır. Kendini burjuva demokrasisinin güzide örneklerinden biri olarak yutturmaya çalışan Alman devletinin bu özelliği, her burjuva devlet için geçerlidir. ABD’sinden İngiltere’sine, İsveç’inden Norveç’ine kadar tüm kapitalist devletler, özünde aynı karaktere sahiptirler. Almanya örneğinde olduğu gibi faşist çeteleri kullanmak, kontrgerilla örgütlenmeleri oluşturmak vb. metotlar tüm burjuva devletlerin ortak özelliğidir. Yüzündeki sahte demokrasi maskesi, işçi sınıfının devrimci mücadelesini ezmek için burjuvazinin kullandığı zalim, sinsi ve kanlı yöntemleri gizlemeye yetmiyor. Bir yanda küresel düzeydeki ekonomik kriz ve emperyalist kapışmanın basıncı altında kalan, diğer yanda da işçi sınıfının gittikçe artan uluslararası mücadelesinin karşısında korkuya kapılan burjuva devletler, gittikçe daha fazla bu tür yöntemlere ve araçlara ihtiyaç duymaktadırlar. Bu bağlamda faşizm, burjuvazinin başvuracağı en kanlı araç olarak yedekte beklemektedir. Gittikçe artan oranda burjuva devletler faşist çeteleri ve kontrgerilla aygıtlarını kullanmaktadırlar. Adına ister “derin devlet” diyelim ister kontr-gerilla, burjuva devlete içkin bu faşist yapılanmalarla ve genel olarak da faşizmle mücadele, devrimci işçi sınıfı için hayati önemde bir görevdir. Faşizm tehlikesi, sadece daha geri ve demokrasisi zayıf ülkelerle sınırlı değildir. Demokrasi şampiyonu geçinen Batılı devletlerin hepsinde, özellikle de Avrupa’da yükselen faşist hareket günden güne tehditkâr hale gelmektedir. Bugün Almanya’nın gündemine oturan faşist çetelerin uluslararası düzeyde çoğalmaları ve güç kazanıyor olmaları çok dikkat edilmesi gereken gelişmelerdir. Lafa gelince faşizmi lanetleyen burjuva politikacıların sahte söylemlerine rağmen birçok Avrupa ülkesinde faşist partiler ciddi güç kazanmış durumdadırlar. Tüm Avrupa’da
8
devletlerin “derin” kısımlarının faşist hareketle organik bağları mevcuttur. Devlet kademelerinde faşist kadrolaşma hiç de küçümsenecek boyutlarda değildir. Hemen her ülkedeki faşist grupların üyeleri arasında bolca asker emeklisi ve muvazzaf asker bulunmaktadır. Faşist çetelerin büyük bir kısmı illegal örgütlenmelerdir, ama el altından desteklendikleri ve kullanıldıkları için devletin koruması altındadırlar. Yine pek çok Avrupa ülkesinde, neo-Nazi grubu üyelerinin ırkçı saldırılar ve terörist eylemler planladıkları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Avrupalı burjuva devletlerin kendi aralarında işbirliği yapmaları da sözkonusudur. Faşist çeteler komşu ülkelerde eğitilebilmektedir. Bu veriler bir kez daha göstermektedir ki, faşizm belâsıyla mücadelede işçi sınıfının burjuva demokrasisine ve devletine güvenmek gibi bir lüksü yoktur. Bugün Almanya’daki olaylar karşısında Alman devletini faşist çeteleri kullanmakla suçlayan ikiyüzlü Türk egemenler, kendi devletlerinin öncü işçilere, devrimcilere, Kürtlere karşı faşist çeteleri ve terörü nasıl kullandıklarını gözden saklamaya çalışıyorlar. Türk kontr-gerillasının ve faşist hareketinin Almanya’yla nasıl “derin” bağlantılara sahip olduğu da malûmumuzdur. Faşizm öyle kanlı bir belâdır ki, en küçük bir yanılsama ve ona karşı mücadelede en küçük bir zafiyetin telâfisi mümkün değildir. 1980 öncesi süreç ve 12 Eylül faşizmi bu gerçeği Türkiye işçi sınıfına acı derslerle göstermiştir.
____________________ 1
Almanya’da 2000-2006 yılları arasında 8 Türk ve 1 Yunanlının öldürüldüğü seri cinayetler kamuoyunda “dönerci cinayetleri” olarak bilinmektedir. Çünkü öldürülenlerin çoğunluğu Türklerin yoğun yaşadığı semtlerde esnaflık yapan kişilerden oluşmaktaydı. Öldürülen Yunanlı da Türk sanılarak katledilmişti.
2
NPD (Almanya Milliyetçi Demokrasi Partisi), 1964 yılında kurulmuş olan ve Nazi ideolojisini savunan faşist bir partidir. İlk kurulduğu yıllarda ciddi sayılabilecek oranda oy almış, 2002 ve 2007’de kapatma istemiyle hakkında dava açılmış ve fakat her iki dava da, dönemin içişleri bakanının “NPD yasağının şansı yok” sözlerinde de ifade olunduğu üzere, düşürülmüştür. 2004 yılından bu yana tekrar yükselişe geçen bu parti, her türden yasadışı neoNazi ve faşist örgütlenmeye çatı vazifesi görmektedir.
3
MİT müsteşarı Fuat Doğu ve onun yetiştirmesi olan Hiram Abas, Mehmet Eymür gibi istihbaratçılar Gehlen’in ekolündendir. Ayrıca Türkiye’de faşist hareketin tepe kadrolarının yetiştirilmesinde de önemli rolü olmuştur.
4
ABD’nin eski Nazilere ilgisi Gehlen’le sınırlı da değildir. Dönemin ABD otoriteleri bilinçli bir şekilde Nazilere kucak açmışlardır. Eski Nazileri bilim ve istihbarat alanında ciddi oranda kullanmışlardır. Üst düzey Nazi subayları CIA, FBI ve Pentagon için çalışmalar yaptılar. Nazi Almanya’sının bilim adamları NASA’da çalıştılar ve roket teknolojisinin gelişmesinde önemli katkılarda bulundular. İngiliz gizli servisi de bu Nazilerden faydalanma konusunda ABD’den geri kalmamıştır. Bu emperyalist devletler, eski Nazilerin işledikleri insanlık suçlarıyla değil de onların kendilerine ve kapitalist sisteme verebilecekleri hizmetlerle ilgilenmişlerdir.
Ermeni Halkının Acıları ve Egemenlerin Çıkar Çatışması Serhat Koldaş
B
urjuva medyada yine milliyetçi fırtınalar kopuyor. Siyasetçisinden köşe yazarına herkes Fransa’ya ve Sarkozy’ye küfretmek ve bir Ermeni soykırımı yaşanmadığını kanıtlamak için birbiriyle yarışıyor. Fransa’ya sıkılan kallavi tehditlerle, Fransız şirketlerini ve markalarını boykot etme çağrıları gırla gidiyor. Popülist ve lümpen bir dille icra edilen şovenist histeri edebiyatı ağızdan salyalarını saça saça haykırıyor: “Kalleş Fransa, asıl sen Cezayir’de yaptıklarının hesabını ver!” Gerçekten de sömürgeci Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları unutulmamalı. Elbette Türk devletinin ve bugün “Kalleş Fransa” diye şovenist histeriyle höyküren beylerin o dönemde ulusal kurtuluş savaşı veren Cezayir’den yana tutum almadığı da unutulmamalı. 1958’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Cezayir’in bağımsızlığı oylanırken Türkiye çekimser kalmıştı. Türkiye, NATO’daki müttefiki Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarına ve sömürgeciliğine de ses çıkarmamıştı. Ermeni soykırımı gündeme gelince Başbakan Erdoğan ve burjuva yazarlar “Tencere dibin kara, seninki benden kara” misali Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarını dile getiriyor. Her kapitalist devlet kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Mazlumların yaşadığı acılar hiçbir kapitalist devletin umurunda değil! Çirkeflik ise diz boyu! 2001 yılında Fransız meclisi, 1915 döneminde Ermenilere yaşatılanları bir soykırım olarak kabul etmişti. Şimdi kabul edilen tasarı Fransa’nın resmen kabul ettiği soykırımları inkâr etmeyi suç haline getiriyor. Sarkozy hükümetinin desteği %30’lara gerilemiş durumda. Fransa’da yaşayan 500 bin Ermeni’nin desteğini kazanmak 2012’de yapılacak seçimler öncesinde Sarkozy açısından önemli. Ermeni soykırımının zaten kabul edildiği Fransa’da, Er-
menilerin böyle bir yasadan memnuniyet duymalarının da ardında yatan sebepler var. 1970’li yılların sonlarında Ermeni milliyetçisi ASALA örgütünün Türkiye’nin elçiliklerini ve diplomatlarını hedef alan terör eylemleriyle birlikte, Türkiye, iç ve dış kamuoyuna yönelik kapsamlı bir propaganda kampanyası başlatmıştı. Bu kampanyada soykırım inkâr edilmekle kalınmadı, Ermenileri aşağılayan ve yaşadıkları acıları hiçe sayan saldırgan bir dil de kullanıldı. Bu dil bugüne dek özde hiçbir değişikliğe uğratılmadan devam ettirildi. Birkaç yıl önce bugün Ergenekon davasından tutuklu bulunan Doğu Perinçek’in öncülük ettiği ırkçılar ve derin devlet zevatı tarafından “Talat Paşa Komitesi” kuruldu. Ermeni tehcirinin emrini veren İttihatçı Talat Paşa’yı bile sahiplenen bu örgüt, Avrupa’da soykırımı inkâr etmek üzere yürüyüşler düzenleyerek 1915’teki katliamlardan kurtulanların torunlarını rencide etti. Fransa’daki Ermenilerin, soykırımı inkârı hapisle cezalandıran bir yasayı talep etmelerinde, TC devletinin ırkçı söyleminin de, Talat Paşa Komitesinin ırkçı saldırgan üslubunun da payı vardır. Ancak 2006 yılında meclis gündemine gelip reddedilen bu yasanın bugün yeniden gündeme gelmesinin ve kabul edilmesinin tek sebebi Sarkozy hükümetinin oy hesapları ve Fransa’daki Ermeni diasporasının haleti ruhiyesi değildir. Ortadoğu’da kızışan hegemonya kavgasında emperyalist haydut devletlerin birbirleriyle rekabetleri ve çıkar çatışmaları asıl belirleyici faktördür. Geçtiğimiz aylarda Libya meselesi Fransa’yla Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Libya’da Kaddafi rejiminin devrilme sürecinde, Libya’da milyarlarca dolarlık yatırımları olan Türk burjuvazisi ile Kaddafi muhaliflerini destekleyerek Kaddafi sonrası Libya pastasından daha büyük dilimi kapmak için
9
marksist tutum
iştahla saldıran Fransa arasında ipler gerilmişti. Bugün Fransa burjuvazisiyle Türk burjuvazisi arasında süregiden çekişmenin odak noktasının, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgası olduğunu gözardı etmemek gerekiyor. Fransız burjuvazisi bugün Ermenilerin acılarını sömürerek Türkiye burjuvazisini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Türkiye işçi sınıfı, Fransa’nın ya da Türkiye’nin kirli emperyalist çıkarlarına asla taraf olmamalıdır. Fransız burjuvalarının kirli hesaplarını da, Türkiye egemenlerinin inkâra dayalı çirkef propaganda kampanyasının ardına gizlenen çıkarları da açıkça dile getirerek, Ermeni halkına kardeşlik elini uzatmalıdır.
Hrant Dink: Türk ve Ermeni halklarının kardeşlik manifestosu Hrant Dink alçakça bir suikastla katledildiği güne kadar, Ermeni halkının yaşadığı acıların emperyalist çıkarların malzemesi yapılmasına karşı durmuştu. Halkların konuşması ve birbirlerini anlaması için emperyalist devletlerin meclislerinde alınacak kararlara ihtiyaç yoktu. Bilakis bu tür kararlar ve ardındaki kirli hesaplar, gerçekleri gölgeleyen ve halkların birbirlerini anlamasını engelleyen uğursuz bir işlev taşıyordu. 2001 yılında Fransa’da Ermeni soykırımını kabul eden tasarı gündeme geldiğinde Dink şöyle diyordu: “Paris’e gideceğim. Orada Concorde Meydanı’nda bir taşın üzerine çıkacağım ve haykıracağım: ‘1915’te Ermenilere soykırım yapılmamıştır.’ O taşın üzerinden ineceğim, Ankara’ya gelecek Güven Park’ta bir taşın üzerine çıkacağım ve ‘1915’te Ermenilere soykırım yapılmıştır!...’ Fransa bir kolumdan Türkiye öteki kolumdan tutup beni hapse sürüklemek isteyecek. Ama ben düşünce özgürlüğünü savunmaktan bir an bile geri kalmayacağım. Bu benim bir aydın olarak, bir insan olarak namusumdur, ödevimdir, sorumluluğumdur.” Hrant Dink, yurtlarından sürülmüş ve büyük ölçüde yok edilmiş Ermeni halkının sosyalist bir aydınıydı. Bu yüzden 19 Ocak 2007’de devletin kontrgerilla örgütü tarafından katledildi. Türk ve Ermeni halklarının birbirini anlaması ve kardeşleşmesi için verdiği mücadelenin bedelini hayatıyla ödedi.
Türk egemenler neden inkârcı? Ermenilerin 1915’te yaşadığı büyük felâketi Türkiye’deki tarihçiler ve siyasetçiler de dâhil tüm dünya biliyor. Türkiye nüfusunun önemli bir kesimi ise devletin ve şovenist odakların sahtekârca yürüttüğü propagandalarla kandırılıyor. Devlet ve milliyetçi odaklar soykırıma dönüşen tehcir kararının 1 milyona yakın Ermeni’nin yok edilmesiyle sonuçlandığını bildikleri halde alenen yalan söylüyor. Bu kadar bariz olan tarihsel gerçekler utanmazca inkâr ediliyor. Ekonomik ve siyasal çıkarları söz konusu olduğunda
10
Ocak 2012 • sayı: 82
burjuvalar, inkârcılıkta da, sahtekârlıkta da sınır tanımıyorlar. Türkiye egemen sınıfı Anadolu’yu Türkleştirerek halklar mozaiği olan bu coğrafyayı tek kimlikli hale getirmeye çalışan İttihatçı geleneği cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdü. Türkiye’de yaşayan gayrimüslim halkların mülklerine ve topraklarına el koyarak semiren egemenler, hırsızlıklarını örtmek için milliyetçiliğe ve yalan propagandaya sarılıyorlar. Egemenler Anadolu’daki tüm mülkiyeti gasp edebilmek ve tek kimlikli bir devleti tamamen kendi kontrolleri altında tutabilmek için Ermenilerin, Rumların ve Süryanilerin tehcir edilmesiyle ve kırımdan geçirilmesiyle yetinmediler. 2. Dünya Savaşı döneminde, kalan gayrimüslimleri de varlık vergisiyle soydular, çalışma kamplarında emeklerini sömürdüler. 6-7 Eylül 1955’te ticareti tamamen kendi denetimlerine alabilmek için, örgütledikleri faşist sürüleri İstanbul’daki gayrimüslimlerin evlerine ve işyerlerine saldırttılar. Gayrimüslimler korku içerisinde bir kez daha yurtlarından koparak başka ülkelere göç etmek zorunda kaldılar. Mülkiyet ve çıkar uğruna gerçekleştirilen onca zalimliğin ardından Türkiye egemenlerinin kanlı geçmişlerini, Anadolu’nun gerçek tarihini ve çok kimlikli yapısını itiraf etmesi, milliyetçiliğin dayanaklarını zayıflatacaktır. Devletin Ermeni meselesinde, bugüne kadar sistematik bir yalan kampanyası eşliğinde halkı nasıl kandırdığının ortaya çıkması, başka konularda da halka söylediği yalanların sorgulanmasına yol açacaktır. Burjuvazi, Türkiye işçi sınıfını sömürebilmek ve ezilenler üzerindeki siyasi egemenliğini sürdürebilmek için kitleleri milliyetçilikle kandırıyor, uyutuyor, yeri geldiğinde kışkırtıyor. Tarihsel gerçeklerin ve burjuvaların kirli çıkarları için neler yaptıklarının herkesçe bilinmesi sömürü düzenini zora sokar. Ermeni soykırımının kabul edilmesi durumunda, topraklarından sürgün edilmiş Ermenilerin torunlarının gasp edilen arazileri için tazminat talep etmesi de gündeme gelecektir. Açgözlü Türk burjuvazisi gasp ettiği toprak için tazminat vermek istemiyor. Türkiye halklarına yıllardır söylenen yalanlar kadar dış kamuoyuna yönelik yalan kampanyaları da Türk burjuvazisini geri dönülmez bir noktaya getirmiş durumdadır. Kapitalist sömürü düzeni devam ettiği sürece dünya üzerinde katliamlar, kirli çıkarlar ve yalanlar sona ermeyecek. Dünya halklarını barışa ve kardeşliğe götürecek yol burjuva egemenliğine son vermekten geçiyor: “Halklar arasındaki düşmanlıkların aşılması, barış ve kardeşliğin kurulması burjuva milliyetçiliğinin diplomasi ve güç oyunlarıyla asla sağlanamaz. Bu mecradan ancak, geçmişte olduğu gibi kan, şiddet ve daha fazla düşmanlık çıkar. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engel, bu siyaset oyunlarının üzerinde yükseldiği kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizme son verilmedikçe kardeşliğin yolu döşenemez.” (Deniz Moralı, “Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir”, www.marksist.com, Nisan 2005)
Sosyalizm Asıl Şimdi /1 Levent Toprak
S
ınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, özgür bir toplum uğruna mücadelenin tarihi daima inişli çıkışlı olmuştur. Bu mücadelenin ilhamını, amaçlarını, yol ve yöntemlerini ifade eden sosyalist düşünceler de belli dönemlerde rağbet görürken belli dönemlerde gözden düşmüşlerdir. 80’li yıllarda ve özellikle de 90’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist fikirlerin yaşadığı gerileme ise modern sosyalist düşüncenin tarihindeki en büyük geriye savrulma anlamına gelmiştir. Bu dönemde adeta yerden yere vurulan sosyalizm düşüncesi, çoğu kez bilinçli olarak Stalinist diktatörlüklerle bir tutulup bir entelektüel engizisyona maruz bırakıldı. Bu ideolojik haçlı seferiyle kapitalist düzenin efendileri, çöken Stalinizm ucubesini gösterip, asıl can düşmanı belledikleri sosyalist düşünce ve idealleri insanlığın kolektif hafızasından kazımak, onu bir daha dirilmemecesine toprağa gömmek istiyorlardı. İşçi sınıfının büyük bir ricat içinde olması dolayısıyla, doğrusu egemenler bu menzilde epeyce yol katettiler. Oluşan yeni iklimde ağır bir manevi baskıya maruz kalan sosyalistler arasında davadan dönme, mücadele kaçkınlığı ve moral bozukluğu gibi olgular yaygın bir durum olarak ortaya çıktı. Ortam bilumum döneğin cirit atmasına uygundu, bir bakıma gün onların günüydü. Bu zevat, düzenin kaşarlanmış ideoloji memurları ile birlikte antisosyalist haçlı seferinde safa girip sanatlarını icra etmeye koyuldular. Onların hizmetleri düzen için özel bir önem taşıyordu, zira onlar “içeriden” konuşuyorlardı. Bu ideolojik saldırının unsurları olarak, kapitalizmin artık krizlerinden kurtulduğu, dünyada yeni bir barış ve refah döneminin açıldığı, savaş tehlikesinin ortadan kalktığı, işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve hatta tarihin sona erdiği gibi iddialar bolca işleniyor ve sosyalizm fikri de tarihin çöp tenekesine gönderilmek isteniyordu. Bu zorlu karanlık dönemde ancak çok az sayıda sosyalist, akıntıya
karşı sağlıklı bir direnç geliştirebildi. Bir yandan yeni görünümleri içinde kapitalizmin insanlık için yıkıcı sonuçlar üreten doğasının değişmediğinin gösterilmesi, bir yandan da çöken şeyin tahlilinin yapılarak bunun Marksist anlamda sosyalizm ile ilgisinin olmadığının bilimsel temellerde ortaya konması gerekiyordu. Öte yandan tüm mağrur ve ışıltılı görüntüsüne rağmen kapitalizm kriz, savaş ve yoksullaşma gibi temel yıkıcı sonuçlarını gözlerden saklanamaz biçimde er geç ortaya koyacak ve emekçi kitleler de belli bir noktada mutlaka mücadeleye yöneleceklerdi. Karanlık ne denli koyu olursa olsun tarihin yasası gereği sonsuz olamazdı. Nitekim öyle de oldu. 20-25 yıl süren bu gerileme döneminin ardından kabaca 2000 yılı dönemecinden bu yana emekçi kitlelerin sömürücü ve baskıcı kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı yeniden mücadeleye yönelmeye başladığını görüyoruz. Bu anlamda isyan bayrağının yeniden kıpırdanmaya başladığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. 2000’li yıllara girildiğinden bu yana Latin Amerikalı emekçilerin mücadelelerinden tutun, Arap halklarının yaygın isyan dalgasına, Avrupa’daki yaygın grevlere, öğrenci mücadelelerine ve nihayet ABD’yi de içine alan küresel işgal hareketine kadar uzanan geniş bir hareketlilik söz konusu. Kapitalizmin işçi ve emekçileri sefalete ve çileye sürükleyen bunalımlı doğası can yakıcı biçimde belirginlik kazandığı ölçüde bu durumun devam edeceği aşikârdır. Bu dönemin aynı zamanda tüm dünyada sosyalist düşüncelere, Marksizme yönelik yeni bir ilgi yaratmakta olduğuna şüphe yok. Bu sürecin henüz ilk aşamalarında olduğuna ve daha kat edilecek çok yol olduğuna da şüphe yok. Ancak her ne olursa olsun dünya çapında yeni bir tarihsel dönemin başladığı ve önümüzde yeni ve büyük bir sınıf mücadeleleri döneminin uzanmakta olduğu tartışma-
11
marksist tutum
sızdır. Eşitsiz gelişen ve genel olarak henüz erken bir aşamada olan bu yeni dalganın bilimsel sosyalist düşünceye doğru yükselmesinin önünde çeşitli sorunlar olduğunu biliyoruz. Bu sorunlardan birisi ise Stalinizmin yarattığı tahribat nedeniyle sosyalizm fikrinin geniş kitleler nezdinde yaşamış olduğu itibar ve meşruiyet kaybıdır. Bugün sıradan emekçinin gözünde sosyalizm başarısız olmuş, çökmüş bir sistem olarak görünmektedir. Emekçiler sosyalist fikirlerin gerçek özü kendilerine anlatıldığında genellikle bu fikirleri güzel ve soylu fikirler olarak kabul ediyorlar, ama “gerçekleşmesi imkânsız, nitekim SSCB yıkıldı” diyorlar. Bu her sosyalistin bildiği, tecrübe ettiği sıradan bir gerçek. O nedenle hem devrim fikrinin hem de sosyalizm fikrinin gerçek içeriğinin döne döne ön plana çıkarılması büyük bir önem taşıyor. Son günlerde hanedanın lideri Kim Jong-il’in ölümü dolayısıyla Kuzey Kore’den yansıyan manzaralar bunu bir kez daha teyit etmektedir. Milyonların sergilemek zorunda bırakıldığı kitlesel ağlama ayinleri riya dolu bir trajikomedyadan başka bir şey değilken, bu tabloyu ortaya çıkaran bir düzenin sosyalizm olarak anılması, bir yanıyla alçakça, bir yanıyla kahredici bir haksızlıktır. Liberaller ve bilumum düzen yanlıları bu durumu ahlâksızca sömürmekte ve düzen namına buradan meşruiyet devşirmekte tereddüt etmemektedirler. Ancak kapitalizmin yarattığı musibetlerin ağırlığı insanlığın üzerine dalga dalga çöktükçe, yıkım tablosunun korkunç boyutları ortaya çıktıkça ve kitleler de bu düzene tepki vermeye başladıkça, düzen ideologlarının mağrur havasının bozulduğunu, kapitalizmin artık değiştiği yolundaki kibirli safsatanın ve buna eşlik eden küstah tavırların sahnede daha az boy gösterdiğini görüyoruz.
Taraf gazetesinde sosyalizm tartışması Hal böyleyken şimdilerde Taraf gazetesi sütunlarında bir sosyalizm tartışması patlak vermiş bulunuyor. Geçmişin hızlı Maocu “sosyalistlerinden” Halil Berktay, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle komünizmin tarihsel olarak bittiğini, çökenin sosyalizmin karikatürü değil ta kendisi olduğunu, bir daha başka sosyalizm olmayacağını, insanlığın özgürlük ve sosyal adalet gibi ideallerinin bu kadar komple ve katastrofik bir çöküşten sonra artık bu ad ve kavramlarla ete kemiğe büründürülemeyeceğini ileri sürdü. (Taraf, Solun Hayal Perdesi ve Reel Kürt Hareketi, 26.11.2011) Kendisini hâlâ sosyalist olarak gördüğü için buna içerlemiş görünen Murat Belge, arkadaşına cevap yazarak “ben sosyalist olduğum günlerdeki ruh halimden fazla uzaklaşmak istemiyorum” dedi. Böylece Murat Belge, halen devam etmekte olan tartışma içinde başka birçok kelam etmiş olmakla birlikte, sosyalizmin tarihsel olarak bitip bitmediği sorununa, basit ve kararsızca ifade edilmiş bir kişisel ruh hali ve tercih sorunuymuş gibi yaklaşmış
12
Ocak 2012 • sayı: 82
oldu. Bu şekilde başlamış görünen tartışma, görebildiğimiz kadarıyla daha sonra Nabi Yağcı, Roni Margulies, Zülfü Dicleli, Erol Katırcıoğlu, Cemil Koçak, Hüseyin Ergün, Taha Akyol, Hadi Uluengin gibi isimlerin katılımıyla halen devam etmekte. Bunların yanı sıra TKP’nin haber portalı olan Sol Haber’de de bu tartışmaya ilişkin kısa biriki haber-yorum çıktığını ekleyelim. Tartışmada geçen her hususu burada ele almaya olanak olmadığı gibi, niyetimiz de bulunmuyor. Sadece bazı temel noktalara odaklanmak durumundayız. Bizim bundan muradımız, sosyalist duyarlılıkları genel olarak liberalizmin sığ sularına yöneltme işlevini görmeye aday iddiaların özünü ele almaktır. Biz tam da tarihsel işlevini görmek için elverişli bir dönemin açılmakta olduğu bir zamanda, Marksizmi ve Marksist sosyalizm anlayışını hedef alan argümanlarla hesaplaşmanın anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Liberaller, Türkiye siyasetinde sosyalist solun bazı zaaflı yönleri nedeniyle boşluklar bıraktığı Kemalizm, vesayet sistemi, militarizm, demokrasi sorunu, din sorunu, soykırım sorunu gibi noktaların üzerine giderek kendilerine belli bir saygınlık devşirmiş durumdadırlar. Ancak liberal muhalefet içinde Marksist/sosyalist bir geçmişten gelen ve Marksizm soslu liberal fikirler ileri süren kesimin, genel olarak kapitalizm ve sosyalizm konularında sağa sola ders vermeye kalktığında devirdiği çamlara ve oynaması muhtemel olumsuz role sessiz kalmak düşünülemez. (Bu konuda bkz. Elif Çağlı, Liberal Demokratların Kapitalist Düşleri, www.marksist.com) Onlar dünyadaki yeni kriz ve yükselen mücadele dinamiği bağlamında mücadeleye atılabilecek duyarlı genç kuşakları sosyalizm konusunda iğdiş etme işlevini görüyorlar. Bizi asıl ilgilendiren nokta burasıdır. Görünen odur ki, bu tartışmada Halil Berktay, Zülfü Dicleli ve Cemil Koçak gibi isimler sosyalizmin bittiği konusunda hemfikirler. Buna mukabil Nabi Yağcı ve Murat Belge ise pek kararlı olmayan biçimde buna karşı çıkıyor görünüyorlar, ama öte yandan genel olarak sosyalizmin değil de, “Leninizmin bittiğini” savunuyorlar. Hatta Murat Belge sosyalizm kavramından bile vazgeçmeye hazır. Ayrıca görünüşe göre işçi sınıfı konusunda da ya ümidi kesmişler ya da tereddütlüler. Roni Margulies tartışmada genel olarak devrimci Marksist görüşleri dillendiriyor olmakla birlikte, fazlasıyla uzlaşmacı bir üslup tutturuyor, fırsat buldukça muhataplarına barış çubuğu uzatıyor ve böylelikle devrimci argümanın gücünü düşürüyor, işlevsizleştiriyor. Aslında Halil Berktay tartışmayı somut bir bağlamda ve bu çerçevede somut bir hedefle başlatıyor: Kürt hareketini terbiye etmek ve onu hükümetin politikalarını kabule zorlamak. O Kürt hareketi ile AKP arasındaki mücadelede Taraf ’ın genel çizgisine uygun olarak safını Kürt hareketinin karşısında belirlemiş durumda. Bilindiği gibi Taraf son süreçte savaşın yeniden yükselmesinin ve sözümona yürü-
sayı: 82 • Ocak 2012
mekte olan barış sürecinin berhava edilmesinin sorumlusunun Kürt hareketi olduğunu savunuyor ve bu çerçevede Kürt hareketine cepheden saldırıyor. Birkaçı hariç, Taraf yazarlarının yazılarında ulusal sorun bağlamında ezilenlerin şiddetiyle ezenlerin şiddeti arasında ayrım yapılamayacağı konusu sistematik biçimde işleniyor. Ama bu yanlış fikir savunulurken bile tutarlılık kaygısı güdülmeyerek asıl olarak Kürt ulusal hareketi suçlu konumuna koyuluyor. İşte bu bağlamdan hareket eden Berktay, dostlarından bazılarının ezen ve ezilenin bir tutulamayacağı yönündeki yaklaşımlarına öfke kusup, bunun solculuktan kaynaklandığını söyleyerek sosyalizm tartışması başlatıyor: “bu düşünce sığlığı yüzündendir ki siyaseti de eski teorimizin gölgesinden çıkarıp yeni bir zemine oturtamadık. (…) bir «ideolojik çatı» sorunumuz sürüyor (…). Bunlar belki bir habitus diye tarif edilebilecek yaşam alışkanlıklarından ibaret kaldı. Öyle de olsa, ne demek, siyasete eski “ideolojik çatı” altından bakmak? Arka planda, ne kadar yok desek de silik bir «tarihin yönü» inancı; ne kadar vazgeçtik desek de zayıf bir «devrim» umudu ve «devrimcilik» iddiası hep mevcut.” (age) İşte Berktay’a göre solculuktan kaynaklanan “tarihin yönü”, “devrimcilik” gibi iddialar nedeniyle, örneğin ezilenin, mağdurun şiddete başvurması gibi “kötülükler” mazur görülüyormuş. Demek ki devrim fikrinden, devrim umudundan, tarihin akışının bilimsel anlamda tespit edilebilir birtakım eğilimler ortaya koyabileceği fikrinden vs. kurtulmak gerekiyor. Bunlar bizi büyük felâketlere götürmüş ve o nedenle de artık sosyalizm mümkün değilmiş! Berktay ruhunu düzene satıp ışıltılı kürsülerine kavuşanların ne ilki ne de sonuncusudur. O şimdi geçmişte yapılan hataların güya özeleştirisi kılığı altında, insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, zulümsüz bir toplum özlemine ve bu uğurda mücadeleye niyetlenenlere nefret kusuyor. Kaprisli bir üslupla inkâr etse de gerçek budur. Pek muhtemelen onu bu saldırıya yönelten bilinçaltı dürtü, bitti dediği şeyin şimdilerde yeniden hortlama ihtimalini sezinliyor olmasıdır. Kapitalizmin emekçi kitlelerin yaşamı açısından ifade ettiği sefalet ve zulmün şimdilerde gözlerden saklanamaz biçimde ortaya çıkmasından ve düzenin tarihsel bir bunalım içine sürüklenmekte oluşundan içsel bir rahatsızlık duyuyor. Kendisi tam ömrünün bütün gençlik yıllarını “sosyalizm (!)” yolunda heba ettikten sonra, olgunluk döneminde kapitalizmin ve liberalizmin erdemlerini keşfetmiş ve huzura ermek üzereyken şimdi kapitalizm su koyvermeye başlıyor. Talihsiz bir durum olduğu açık. Tabii Berktay insanlığın ideallerine sahip çıkıyormuş gibi yapmaktan geri durmuyor. Güya, sadece bu ideallerin bir daha sosyalizm adı altında dirilemeyeceğini savunduğunu söylüyor. Yoksa idealler söz konusu olduğunda kendisine laf kondurtmuyor. Ancak bunun son derece samimiyetsiz bir tutum olduğunu görmek zor değil. Örneğin, İngiltere’de grev yapan kamu işçilerini ve Tahrir’de eylem yapan kitleleri örnek gösteren Margulies’i
marksist tutum
“ayaklanmacılık”la eleştirip burun kıvırıyor. Dünyada son dönemde görülen kitle eylemlerini küçümsediğini açıkça belli ediyor. Dahası Berktay derdinin sadece ilkesel olarak şiddet karşıtlığı olmadığını, genel olarak kitlelerin kendi talep ve özlemleri için sokağa dökülmesinden de pek hazzetmediğini açığa vuruyor. Oysa insanlığın “özgürlük ve sosyal adalet ideallerine” bağlı olduğunu söyleyen kişi, işçilerin İngiltere’de kendilerine yönelik saldırılar karşısında genel grev yapmasından ve Mısır’da Tahrir meydanında cesur biçimde diktatörlüğe karşı mücadele yürüten kitlelerin eyleminden ancak mutluluk ve heyecan duyardı. Ve bu durum onun ilgi ve odaklanma alanlarında da kendisini gösterirdi. Oysa pek idealist Berktay yolunu çoktan seçmiş ve bunu tartışmalı hale koyabilecek gelişmeleri yok saymayı tercih ediyor. Aslında Taraf ’ta böyle bir tartışmanın başlamış olmasının, bilumum liberalin bu tartışmaya hevesle dalmasının bir anlamı var. Daha evvel söylediğimiz gibi, kapitalizm tüm yıkıcı sonu ve görünümleriyle ve bu arada tarihte ilk kez olmak üzere bir ekolojik krizi de tetikleyerek, bir tarihsel bunalıma girmiş durumda. Bu yıkım nihayet kitleleri harekete geçirmeye başlamış ve egemenler ve dolayısıyla liberaller “acaba yine mi” diye korkuya kapılıyorlar. Bu durumda “hayır bir daha sosyalizm filan olamaz” fikrini tartışmaya açmaları onlar açısından gayet zamanlı bir hamle. Ancak bu noktada sosyalistlere düşen görev bu ve benzeri tartışmalarda liberallerin gerçek güdülerini açığa vurmakla sınırlı değildir. Başta da belirttiğimiz gibi bu noktada temel görevlerden biri sosyalizmin gerçek içeriğinin ne olduğunu ve SSCB ve benzerlerinde çöken şeyin sosyalizm olmadığını ortaya koymaktır.
Sosyalizm nedir? Sosyalist idealler özü itibarıyla sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana varlığını sürdüren ideallerdir. İnsanlık ilkel sınıfsız toplumdan çıktığından bu yana sınıf ayrımlarından doğan eşitsizliklere ve baskılara karşı daima bir biçimde tepki vermiş, eşitlikçi ve özgür bir toplum özlemini dile getirmiştir. Bunun izleri ta Sümer destanlarına kadar sürülebilir. Bu temelde, kolektivist bir anlayışa, mülk ortaklığına dayanan toplum tasavvurlarına ve kimi zaman da bu tasavvurları esas alan toplumsal hareketlere eskiçağdan beri rastlamaktayız. Örneğin ilk Hıristiyanlığın doğduğu dönemlerde benzer temellerde hareket eden birçok topluluğun olduğu ve esasen Hıristiyanlığın da ilk doğuşu itibariyle bu damarlardan birini temsil ettiği bilinmektedir. Bunların izleri İncil’de bile bulunmaktadır. Spartaküs’ün önderlik ettiği köle isyanında da bu fikirlere sahip unsurların yer aldığı bilinmektedir. Aynı olgu ortaçağa geldiğimizde de görülür. Bir yanda Avrupa’nın göbeğinde köylü isyanları dalgası içinde Thomas Münzer’leri, diğer yanda Osmanlı’da Şeyh Bedreddinleri görürüz. İrili
13
marksist tutum
ufaklı örneklerle bu listeyi uzatmak mümkündür, ama burada gerekli değildir. Modern anlamıyla sosyalizmin tarihi ise Fransız Devrimi dönemine uzanır. İşin aslı modern çağa geçilirken yaşanan hemen tüm devrim süreçlerinde, İngiliz devriminden başlayarak, bu tür eğilimler gözlenir. Fransız devrimi sürecinde Babeuf ’lerle şekillenmeye başlayan modern sosyalist düşünce ise yarım yüzyıl içinde zirvesi Marx olan bir gelişim süreci geçirir ve nihayet Marx ile tüm çağların sosyalist özlemleri modern çağa uygun gerçek bir bilimsel temele kavuşur. Zira kapitalizmle birlikte, artık sosyalist özlemlerin maddi önkoşulları da oluşmaya başlamıştır. Bu kısa tarihsel özetten hemen çıkarılabilecek bir sonuç şudur: Sosyalizm düşüncesi binlerce yıllık geçmişiyle insanlık tarihinde topu topu 65 yıllık bir parantez olan Stalinist bürokratik diktatörlük tecrübesinden çok daha eski ve büyük gerçekliğe sahiptir. Stalinizm her ne kadar Marksizm ve sosyalizm kavramının ardına sığınarak büyük cürümlerini işlediyse de, bunun son tahlilde insanlığın derin özlemlerini ifade eden sosyalizm düşüncesini tümüyle yok edebileceğini düşünmek ancak bir miyopluk olabilir. Hele hele kapitalizmin bugün geldiği nokta sosyalist bir toplumu hem çok daha gerekli hem de çok daha mümkün kılıyorken. Stalinizm her ne kadar Marksizm ve sosyalizm kavramının ardına sığınarak büyük cürümlerini işlediyse de, bunun son tahlilde insanlığın derin özlemlerini ifade eden sosyalizm düşüncesini tümüyle yok edebileceğini düşünmek ancak bir miyopluk olabilir. Hele hele kapitalizmin bugün geldiği nokta sosyalist bir toplumu hem çok daha gerekli hem de çok daha mümkün kılıyorken. Çok değişik kolları ve versiyonları olmakla beraber sosyalizm fikrinin genel olarak içerdiği en temel yönleri, eşitlikçi bir toplum arayışı ve böylesi bir toplum kurmanın mümkün olduğu, insanoğlunun böylesi bir toplum oluşturmaya yetenekli olduğu inancıdır. Sınıflı toplum olgusu ve onun son biçimi olarak kapitalizm varoldukça bundan doğan tüm toplumsal illetler varolmaya devam edecek ve insanlığın sosyalist özlemleri de varlık bulacaklardır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu fikirlerin rağbet görme düzeyi inişler çıkışlar sergilese de sınıflı toplum varoldukça yok olmaları olanaksızdır. Eğer kişi son tahlilde bilincin varlığı değil de varlığın bilinci belirlediğine inanıyorsa, o takdirde sosyalist özlemlerin ve fikirlerin tarihsel olarak bitmeyeceğini kavraması da zor olmayacaktır. Berktay, yaşanan deneyimden sonra sosyalizm denen şeyin bir toplum tasavvuru olarak görülemeyeceğini, tarihsel gerçekliği (“reel sosyalizm”) neyse o olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Yani sosyalizmin uygulaması iddiasıyla tarihte karşımıza Stalinist bürokratik diktatörlükler çıkmışsa, Berktay’a göre sosyalizm denen şey artık
14
Ocak 2012 • sayı: 82
o somut gerçekliktir. Dolayısıyla yaşanan sosyalizm değildi ya da sosyalizme uygun değildi türünden argümanları daha baştan yöntemsel olarak reddetmektedir. Özetle insanların kafasındaki tasavvura değil gerçekliğe bakarım denmektedir. Bu yaklaşım sadece Berktay’a ait olsaydı belki uğraşmaya değmezdi. Ancak Berktay burjuva ideologların nicedir işledikleri ve oldukça yaygın bir düşünceyi dillendirmektedir. Berktay’ın bu savı büyük bir çarpıtma içermektedir. Zira bu savdan çıkan bir sonuç, tarihte büyük dönüm noktaları ve kırılmalar, bu kırılma noktalarından türeyen yol ayrımları, çatallanmaların olamayacağıdır. Berktay’a göre bu çatallanma noktalarında farklı tarihsel olasılık ve alternatif patikalar olamaz. Bunun doğal bir ürünü olarak da tarih hep galiplerin, egemenlerin tarihi olarak görülmelidir. Bunlara karşı verilen mücadelelerin, bunlar ne denli kapsamlı olursa olsun, hükmü harbiyesi yoktur. Onlar gerçeklik katına yükselememektedirler. Gerçeklik yalnızca iktidardır! Oysa örneğin, Marksizmin gerçek devrimci damarı tüm Sovyetler Birliği’nde yaşanan karşı-devrim sürecine kahramanca direnmiş ve canı pahasına mücadele etmiştir. Ve eğer bizler bugün Marksizmin canlı ışığına hâlâ ulaşabiliyorsak bunda onların can pahasına verdiği mücadelenin büyük katkısı vardır. Berktay’ın bakış açısı, onun başka bahislerde savunduğu fikirlerle bağdaşmama pahasına, tarihi adeta şaşmaz bir kaçınılmazlık, bir mukadderat olarak okuma anlamına gelmektedir. Marksizmin yaklaşımının böylesi bir idealizmle zerrece ilgisinin olmadığını uzun uzadıya anlatmaya kalkışmak sadece mürekkep israfı olur. Berktay’ın bir başka çarpıtması da Marx’ta geçekliğin mihengine vurulabilecek bir sosyalizm tasavvuru namına pek bir şey olmadığı savıdır. Yani Berktay hem tasavvur halindeki toplum özlemini kıymetsiz görmekte hem de Marx’ı ayrıntılı bir şema bırakmamakla eleştirmektedir. Oysa Marx (ve Engels) gelecek sosyalist toplum üzerine ayrıntılı resimler çizmekten bilinçli biçimde kaçındılar. Onlar bunun bilimsel bir tutum olamayacağının mükemmelen farkındaydılar. Ancak, mevcut toplum içindeki temel eğilimlerin işaret ettiği kadarıyla geleceğin toplumunun nasıl bir şey olamayacağını ve en özsel, temel çizgileriyle hangi nitelikleri taşıyacağını ortaya koymaktan da geri durmadılar. Yani bilimsel çözümleme ve öngörünün izin verdiği kadarıyla gelecek toplumun niteliği sorununu açıkta bırakmadılar. Tam da bu yaklaşımın bir parçası olarak daha en başta “biz komünizmi geleceğe ilişkin bir reçete olarak değil, bizatihi bugünkü fiili hareket olarak görüyoruz” demişlerdi. Yani geleceğin toplumu bugünkü hareketin gelişimi içinden doğacak ve bu gelişim tarafından şekillendirilecekti. Yukarıda tartıştığımız hususların yanı sıra bir de bu noktadan baktığımızda “sosyalizm bitti” iddiasının sefilliği kendini gösterir. (devam edecek)
Bilim Ne Yana Düşer Hocam, Onur Ne Yana? İlkay Meriç
Toplum önünde saygın şahsiyetler olarak boy göstermelerine rağmen, bilimin gereği olan özgür düşünce, toplumsal çıkar, etik, onur gibi soylu kavram ve tavırlara son derece uzak olan anlı şanlı profesörler, maddi ve manevi çıkar uğruna siyasi otoriteye yaltaklanmaya ne kadar hevesli olduklarını pek çok örnekle kanıtlamışlardır. Bu toprakların tarihine damgasını vuran kapıkulu geleneğine isyan edilmedikçe, egemen sınıfa ruhunu satan bilimci kılığındaki sahtekârların ipliği pazara çıkarılmadıkça, üniversitelerin onurlu bilim insanlarının özgür düşünceye öncülük ettikleri bilim kurumları olması mümkün değildir.
G
eçtiğimiz günlerde Rize Üniversitesi Senatosu, yönetimini üstlendiği kurumun adının “Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi” olarak değiştirilmesi yönünde bir karar aldı ve bu karar YÖK tarafından onaylandı. Rektör Arif Yılmaz kararın oybirliğiyle alındığını açıklarken, öncesinde başbakandan izin aldıklarını da duyurdu. Rize Üniversitesi, AKP hükümetinin 2006 Martında, bir gün içinde kurdurduğu 15 devlet üniversitesinden biriydi. Kuruluşundan beş yıl sonra alınan bu karar Erdoğan’ın harisliğinin ürünü müdür, senato üyelerinin dalkavuklukta sınır tanımamasının eseri midir bilinmez ama, böylece şimdiye dek ilk kez bir senato, kendi üniversitesinin adını değiştirip mevcut başbakanın adını koyma kararı almış oldu.* Ne var ki bu ilk olma durumuna rağmen söz konusu karar hiç de şaşırtıcı değildir. Zira toplum önünde saygın şahsiyetler olarak boy göstermelerine rağmen, bilimin gereği olan özgür düşünce, toplumsal çıkar, etik, onur gibi soylu kavram ve tavırlara son derece uzak olan anlı şanlı profesörler, maddi ve manevi çıkar uğruna siyasi otoriteye yaltaklanmaya ne kadar hevesli olduklarını pek çok örnekle kanıtlamışlardır. 12 Eylül askeri darbesi bu konuda bir turnusol kâğıdı işlevi görürken, o dönemde cuntaya biat etmekte kuyruğa giren kapıkulu profesörler henüz hafızalardan silinmemiştir. Bundan 29 yıl önce Evren’e yaranmak için birbirleriyle yarışanların yerini şimdi ikbal avcılığıyla mevcut iktidara yalakalık edenler alıyor. Rize Üniversitesi Senatosunun ka-
rarının, bir zamanlar Kenan Evren’e verilen fahri profesörlük diplomasının geri alınması yönünde açılan davanın sıcak gündemiyle çakışmış olması da tarihin bir ironisi olsa gerek. Hatırlayacak olursak, 12 Eylül faşizminin en koyu döneminden geçilirken, İstanbul Üniversitesi Senatosu, 2 Aralık 1982’de, Kenan Evren’e “fahri profesörlük” unvanı verilmesine dair bir karar almıştı. İnsanlık onurundan yoksun profesörlerin, hukuku katledip ülkeyi karanlığa sürükleyen bu faşist cellâda “fahri hukuk profesörlüğü” payesi verirken kullandıkları ifadeler ibret vericiydi: “Haiz olduğu ahlâki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tescili için ‘fahri profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Bu kararda imzası olan dönemin İÜ Hukuk Fakültesi dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ, geçtiğimiz aylarda, bir grup avukatın söz konusu unvanın geri alınması için dava açması üzerine yeniden gündeme gelen bu konuya dair şunları söylüyordu: “İdareyi aldılar [darbeyi kastediyor -İM] fakat üniversiteye hiçbir faydası olmadı. Rektörle birlikte ne yapalım diye düşündük. Her yere gidiyor, çağıralım dedik. Eksikleri anlattık. Kendisi ve yaverleri notlar aldı. Diplomayı hazırlamıştık, verdik. O sırada 28 üniversite vardı, 28’inin de rektörü törende vardı. Tüm üniversitelerin rektörleri bize de gelin, biz de verelim dedi. Evren
15
marksist tutum
dönüp, ‘Vaktim yok, hepiniz adına alıyorum’ dedi. Kadro lazımdı. Avrupa’dan kitap alıyorduk, para gerekiyordu. Biz daha ziyade memleketi düşündük. Evren iyi bir adamdı. Şimdi Evren’den unvan geri alınmak isteniyor. Evren ki insanları paşa yaptı, onlar geri alınıyor mu? İyi kötü bir sürü şey oldu. Maziyi kapatmak lazımdır.” (Radikal, 08.10.2011) Yüzü kızarmadan bu sözleri sarf edebilen Altuğ, bu talebin bizzat Kenan Evren’den geldiğinden elbette bahsetmiyordu. Oysa işin gerçeği, fahri profesörlük talebini YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’ya ileten Evren, teklifin kendisinden geldiğinin açık edilmemesini, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin girişimi olarak görünmesini istemiş, bunun üzerine rektörlük derhal harekete geçmişti. Senato toplantısında rektörün “evet oyu kullanın, oybirliği çıksın” baskılarına rağmen üç profesör karara hayır diyerek bu utanca ortak olmadılar. Ancak kararın oy çokluğuyla çıkmasını engelleyemediler. Kararın ardından, Evren’e diplomasını sunmak üzere İstanbul Üniversitesinde bir tören düzenlendi. Birkaç hafta sonra 1402’likler listesine dahil edilerek görevden uzaklaştırılacak olan Profesör Hüseyin Hatemi o günü şöyle anlatıyor: “Okulda hiçbir akademisyen törene alınmadı. Törene yalnız davetliler katılabildi. Hukukçu olarak yalnız senato üyesi vardı. Geri kalanlar devlet erkânı, İstanbul Valisi filandı. YÖK Başkanı İhsan Doğramacı da mor ve çeşitli renklerden oluşan bir cüppe giydi. Hokkabaz cüppesi gibiydi ve zaten o törenden sonra bir daha giymedi. Töreni televizyondan izledim. Bizim için çok acı bir gündü.” Bilim insanı kılığındaki dalkavuklar Evren’e fahri diploma vermek için yarışa girmişken, 12 Eylül faşizminin üniversiteleri her türlü gericiliğin üretim merkezi haline getiren en köklü icraatı, sosyalist ve demokrat öğretim görevlilerinin üniversitelerden uzaklaştırılması oldu. Darbeden bir hafta sonra, faşist cunta, 1402 sayılı Sıkı-
Ocak 2012 • sayı: 82
yönetim Kanununun ikinci maddesine şu fıkrayı eklemişti: “Sıkıyönetim komutanlarının; bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir.” Bu yasaya dayanarak binlerce kamu çalışanının işine son veren faşist cunta, operasyonun üniversite ayağını YÖK eliyle yürütecekti. Sorgusuz sualsiz boyun eğen, beyinleri felçleşmiş gençler yetiştirmek üzere 1981 Kasımında kurulan YÖK, üniversitelerin kışlaya çevrilmesine ve bilime zincir vurulmasına direnen öğretim üyelerini de kıyımdan geçirdi. Bu kıyım 1983 Şubatında çeşitli üniversitelerden 71 öğretim üyesinin görevden alınmasıyla başladı. Tarihe 1402’likler olarak geçecek olan bu öğretim üyelerinin sayısı, daha sonra gelen istifalarla daha da arttı. 1983’te gerçekleştirilen seçimlerle faşist cunta iktidarı Özal’ın başbakanlığındaki ANAP hükümetine terk etti. Rektörlerin cumhurbaşkanı, dekanların ise 12 Eylül’ün ürünü olan YÖK tarafından atandığı, tüm terfi işlemlerinin yine bu kurum aracılığıyla yapıldığı, bilimin yerini dogmalara ve mutlak itaate bıraktığı bu dönemde, üniversiteler tam anlamıyla ticarethaneye dönüştürülürken, üniversite yönetimleri de bu zihniyetteki unsurların eline terk edildi. “Köşe dönmecilik” makbul bir değer olarak tüm topluma empoze edilirken, üniversitelerdeki yozlaşma ve çürüme daha da hız kazandı. Bir diğer kritik dönemeç noktası ise, ordunun bir MGK muhtırası aracılığıyla, Erbakan’ın başbakan, Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu Refah-Yol hükümetini devirmek için gerçekleştirdiği 28 Şubat hükümet darbesiydi. 1997 Şubatındaki bu müdahalenin ardından Genelkurmay’ın karşısında esas duruşa geçen kapıkulu “ilmiye sınıfı”, 12 Eylülden sonra bir kez daha apolet kuşanmıştı. Üniversiteye girişte katsayı uygulaması, türban yasağı gibi on binlerce öğrenciyi mağdur eden kararları derhal hayata geçiren üniversite yönetimleri, askeri emirler karşısındaki bu soysuz boyun eğişi “laiklik savunuculuğu” maskesi ardına gizlemişler, üstelik Kemalistliği ve devletçiliği ilericilik olarak gören sosyalist çevrelerden de alkış almışlardı. Ne var ki, tıpkı 12 Eylül gibi 28 Şubat’ı da alkışla karşılayan Kemalist rektörler, dekanlar, aynı dönemde türban yasağından mağdur olanlardan çok daha fazla sayıda solcu ve Kürt öğrenciye okuldan uzaklaştırma cezası Kenan Evren’in fahri profesörlük diploması töreni yağdırdılar.
16
sayı: 82 • Ocak 2012
marksist tutum
28 Şubat hükümet darbesinden yaklaşık altı yıl sonra, 2002 Kasımında AKP’nin iktidara gelmesi orduyu bir kez daha teyakkuza geçirirken, Genelkurmay menşeli taarruz planlarında en büyük rollerden birini yine akademik camia aldı. Amaç şeriat öcüsüne dayalı bir karşı-propagandayla AKP’nin gücünü zayıflatmak, bu başarılamadığı takdirde de darbeyle iktidardan indirmekti. Bu operasyonda üniversitelere büyük rol biçen Genelkurmay, kapıkulu akademisyenAK KP’ P’ni ’ni n n YÖ YÖK K ve üniive versit ersit itel it eler el ler üze erind dek ekii egem em men enli liğ ğini nin leri bir manipülasyon aracı olarak tesc tesc cil i le lenm nm mesin esinii ta akiibe ben n, güç ç kar arşı şısı ş şı sınd s sı n a ko nd kola ola ayc yca y ca bo boyu yun n eğ ğen n el kullandı, ancak sekiz yıllık bu çabaya ettek öpüc pü ücüle cülerr b bu u kez me evc cutt ikti ik ktida tidara doğ oğru ru kay aykı kılm lmışla ard dır ır rağmen istenen sonuç elde edilemedi. 12 Eylül anayasasının YÖK’ten yüksek yargıya dek tüm üst düzey bürokrasiyi atama, meclisin öğrencilerin üzerine saldırtmayı, öğrencilerin sudan bahafeshetme gibi olağanüstü yetkilerle donattığı cumhurbaşnelerle tutuklanmasına izin vermeyi, hatta gözaltına alınıp kanlığı makamını ele geçirmesinin ardından gücünü iyice serbest bırakılanları kendileri okuldan atmayı ya da uzakpekiştiren AKP hükümeti, ordu, yargı ve üniversite sacalaştırma cezası vermeyi kesintisiz bir şekilde sürdürmekyağı üzerinde yükselen Kemalist statükoya güçlü bir darbe tedirler. İzinsiz basın açıklaması yapmak, halay çekmek, indirdi. Üst yargı organlarının yapısına yönelik değişiklikDeniz Gezmiş anmasına katılmak, slogan atmak gibi eyler sayesinde yargıya, cumhurbaşkanının atama yetkileri lemler halen bu tür ağır cezaların gerekçesi yapılmaktadır. vasıtasıyla ise YÖK’e ve rektörlüklere hâkim olan AKP, Üniversitelerin genel manzarası bu içler acısı durumla Genelkurmay’ı da kontrol altına aldı. malulken, kuşkusuz akademik camiada onurlu ve kişilikli AKP iktidarının 2006 Martında bir günde 15 yeni öğretim üyeleri de bulunuyor. Ancak darbeci generallerin devlet üniversitesi kurmasıyla birlikte, vakıf üniversiteleri düzenlediği Cumhuriyet Mitinglerine akan ordu şakşakçıde dahil olmak üzere üniversite sayısı 93’e çıkarken, o zalarının ya da Erdoğan’ı, Gül’ü ve AKP’li bakanları fakülmandan bu yana her yıl eklenen yeni üniversitelerle birtelerinde ağırlamak için birbirleriyle yarışan kapıkullarılikte bugün toplam sayı 169’a yükseldi. Abdullah Gül’ün nın yanında bunlar ne yazık ki azınlığı oluşturuyorlar. Bu 2007’de cumhurbaşkanlığına gelişini izleyen süreçte gertoprakların tarihine damgasını vuran kapıkulu geleneğine çekleşen bu büyük dönüşüm, aynı zamanda üniversiteisyan edilmedikçe, egemen sınıfa ruhunu satan bilimler üzerindeki hâkimiyeti de beraberinde getirdi. Yeni ci kılığındaki sahtekârların ipliği pazara çıkarılmadıkça, üniversitelerin tümünün yönetim kadrosunun AKP’nin üniversitelerin onurlu bilim insanlarının özgür düşünceye denetimindeki YÖK tarafından oluşturulduğu ve rektör öncülük ettikleri bilim kurumları olması mümkün değilatamalarının bizzat Abdullah Gül tarafından yapıldığı göz dir. önüne alınırsa dönüşümün çapı daha net anlaşılabilir. AKP’nin YÖK ve üniversiteler üzerindeki egemenliği__________________ * nin tescillenmesini takiben, güç karşısında kolayca boyun Bu sonuncusu haricinde, Türkiye’de başbakanlar ya da eğen el etek öpücüler bu kez mevcut iktidara doğru kaycumhurbaşkanlarının adını taşıyan beş devlet üniversitesi bulunuyor. Bunlardan ilki 1957 yılında Erzurum’da kurulan kılmışlardır. Kısa bir süre öncesine kadar apoletliler karAtatürk Üniversitesi, ikincisi 1975’te Malatya’da kurulan şısında esas duruşa geçenler, bu kez AKP iktidarına yalİnönü Üniversitesidir. Geri kalan üç üniversite ise 1992 yılında taklanmaya başlamışlardır. Bu bağlamda, Rize Üniversitesi kurulmuştur: Celal Bayar, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel senatosunun aldığı kararla, bir zamanlar Kenan Evren’e Üniversitesi. 1992’de, Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinin bir günde 22 devlet “fahri profesörlük” unvanı vermek için birbirleriyle yarışan üniversitesinin kuruluşuna imza atmasıyla birlikte, devlet üniversite senatolarının aldıkları kararlar arasında, iktidar üniversitelerinin sayısı 51’e fırlamıştı. Bunlardan biri de dönemin dalkavukluğu bakımından hiçbir fark olmadığı açıktır. başbakanının adına kurulan Süleyman Demirel Üniversitesiydi. 12 Eylül faşizmiyle temelleri atılan değişim doğrultuO ana dek kurulanların aksine, bu kararla birlikte ilk kez, yaşayan sunda, son otuz yıldır üniversite yönetimleri, burjuva siyabir siyasi şahsiyetin adı bir üniversiteye veriliyordu. Bu, tek parti diktatörlüğünün yaşandığı Atatürk ve İnönü dönemlerinde bile si yelpazenin farklı kesimlerinde yer alsalar da cibilliyetleri olmayan bir şeydi. Özal’ın yapamadığını, iktidara gelir gelmez aynı olan ikbal avcılarının, tüccarların, dalkavukların elinDemirel yapmıştı. Şimdi de Erdoğan bir üniversiteye adını dedir. Kimi kesimlerin “ilerici” olarak alkışladıkları bu geverdirterek, sonradan görmeliğe özgü hırsta Demirel’den aşağı rici yönetimler, polisi üniversiteye sokup sosyalist ve Kürt kalır yanı olmadığını bir kez daha kanıtladı.
17
Burjuvazinin 2012 Yılı Bütçesinden Yansıyanlar Hakan Sönmez
Kapitalist sistemde her şeyin seyrini belirleyen sınıf mücadelesidir. Toplanan vergilerden, oluşturulan bütçeden kimin ne kadar pay alacağı da sınıf mücadelesinin durumuna bağlıdır. Bugün için işçi sınıfı örgütsüz ve güçsüz bir durumdadır. Böylesi bir durumda bütçeden aslan payını burjuvazi alırken işçi sınıfına kırıntılar kalmaktadır.
B
urjuva devletin işçi sınıfına yönelik saldırı politikaları eşliğinde 2012 bütçesi meclisten geçti. Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe işçi sınıfının gündemini meşgul etmedi. Oysa bu konu işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir, çünkü bütçeler gerek devletin sınıfsal meşrebinin teşhir edilmesi açısından, gerekse kaynakların sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda nasıl ve ne şekilde kullanıldığını göstermesi açısından önemlidir. Üstelik kriz ve savaş dönemlerinin bütçeleri, işçilerden, emekçilerinden alınan vergilerle militarist harcamaların olabildiğince arttığı, kriz bahanesiyle işçi sınıfının her türlü ekonomik ve sosyal haklarına saldırıldığı, vergilerin batan veya batmakta olan patronlara aktarıldığı bütçelerdir. Burjuva devlet “vergi kutsaldır”, “vergimi veriyorum, vatanımı seviyorum” söylemiyle emekçi kitleleri soyup soğana çevirmektedir. İşçiler için “kutsal” olan vergi, sermaye sınıfına gelince birden kutsiyetini yitirmektedir. AKP hükümetinin hazırladığı 2012 yılı bütçesine baktığımızda kimin ne kadar vergi ödeyeceğini, vergilerin ne şekilde kimlere tahsis edileceğini ve işçi sınıfına yönelik ekonomik ve sosyal saldırıları net bir şekilde görüyoruz. Oluşturulan 2012 yılı bütçesinde gelirler yaklaşık 330 milyar lira iken, giderler 351 milyar liraya çıkıyor. 278 milyar liraya yakın bir vergi geliri öngörülürken, giderlerin yaklaşık 50 milyar lirasını faiz ödemeleri oluşturuyor. Yine bu yıl, 21 milyar liralık bütçe açığı, 29 milyar liralık da faiz dışı fazla bekleniyor. Toplanacak 278 milyar lira verginin yaklaşık 30 mil-
18
yarı işçilerden kesilen gelir vergisinden oluşmaktadır. 158 milyar lirasını ise, ağırlıklı kısmını emekçilerin ödediği KDV ve ÖTV oluşturmaktadır. Her yıl olduğu gibi bu yıl da vergi gelirlerinin büyük bir kısmı, işçi-emekçilerin ödediği dolaylı vergilerden ve işçi ücretlerinden kesilen gelir vergisinden oluşmaktadır. Bu arada, Türkiye ekonomisinin dünyada en hızlı büyüyen ikinci ekonomi olmasıyla övünen patronlar 2011 yılında 23 milyar liralık kurumlar vergisi öderken, bu yıl bu miktar sadece 4 milyarlık bir artışla 27 milyar lira olarak bütçe kalemlerine girmiştir. Oysa büyük bir kısmını emekçilerin ödediği KDV ve ÖTV’nin bütçedeki yıllık artışı 29 milyar liradır. Yani devlet, ettikleri onca kâra rağmen kapitalistlerin vergisini arttırmak yerine, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan emekçilerin sırtına yüklediği dolaylı vergileri arttırmaktadır. Büyüyen Türkiye ekonomisinde işçilerin payına, büyüyen vergiler düşmektedir. Sayıları 1’den 38’e çıkan dolar milyarderi patronların bu kadar az “kutsal” vergi ödüyor olmaları bizleri şaşırtmıyor. Çünkü burjuva devlet, sermaye sınıfının vergi ödememesi için her türlü imkânı sağlıyor. Üç kuruşluk borcu olan vatandaşın gırtlağına sarılan devlet, iş burjuvaziye gelince yatırım, istihdam vb. bahanelerle çeşitli indirimler yaparak sermayeyi vergi yükünden kurtarmış oluyor. Örneğin devletin serbest bölge ilan ettiği yerlere yatırım yapan patronlar altyapı hizmetlerinden ucuza ya da bedavaya yararlanırken vergiden de muaf tutulmaktadırlar. Maliye bakanı Mehmet Şimşek, Ankara Ticaret Odasında
sayı: 82 • Ocak 2012
marksist tutum
yaptığı bir konuşmada patronlara nasıl kıyak yaptıklarını anlatırken, kurumlar üzerindeki toplam vergi yükünün 2002’de yüzde 65 iken şimdi yüzde 34’e kadar indiğini, kurumlar vergisinin yüzde 20 hatta yeni yatırımlar için yüzde 2’ye kadar düştüğünü söylüyor. Ancak işçilerin asgari ücretinden alınan gelir vergisine gelince indirimin “i”sinden söz edilmiyor. Maliye bakanı asgari ücretin vergi dışı bırakılmasıyla ilgili tartışmalara, “Asgari geçim indirimini getirdik. Daha önce asgari ücret üzerinden efektif olarak yüzde 12,8 vergi alınırken, şimdi asgari ücretlinin aile, yani sosyal durumuna göre yüzde 0 ile maksimum yüzde 5,3 oranında vergi alıyoruz” diyerek cevap veriyor. Yani maliye bakanına göre asgari ücretten alınan vergi işçilere ödenen asgari geçim indirimi ile azaltılmış. Bakana hatırlatmak gerekir ki, indirim dediği şey daha önce toplanan fişler karşılığında “vergi iadesi” olarak veriliyor ve gelir vergisinden mahsup ediliyordu. Şimdi değişen ne? Vergi iadesinin adının asgari geçim indirimi olarak değişmesi işçilerin vergi yükünde nasıl bir azalmaya yol açmıştır acaba?
Bütçe gelirleri nereye harcanıyor? Bütçe gelirlerinin büyük bir bölümü işçi-emekçilerden alınan vergilerden oluşmasına rağmen, eğitime ve sağlığa, sosyal harcamalara ayrılan pay her yıl düşmektedir. Özellikle neo-liberal politikalarla birlikte işçi sınıfının sosyal ve ekonomik hakları gasp edilmiş, eğitim ve sağlık paralı hale getirilmiş, böylece bütçeden eğitime ve sağlığa ayrılan pay sermaye sınıfına aktarılmıştır. AKP hükümeti, bütçeden eğitim ve sağlığa ayrılan payın arttığından dem vuruyor. Bakan bütçe konuşmasında Milli Eğitim Bakanlığının bütçesini %14,8 arttırarak 39,2 milyar liraya çıkardıklarını söylüyor. Görünüşte bir artış ve iyileştirme varmış gibi duruyor. Oysa her yıl artan öğrenci sayısı, buna bağlı öğretmen, derslik, laboratuar vb. ihtiyacı düşünüldüğünde, bu artışın son derece yetersiz olduğu görülmektedir. Ayrıca eğitime ayrılan payın milli gelire oranı 2010 yılında yüzde 2,7’ye denk gelirken, 2012 yılında da bu oran aynı kalmıştır. Yani Türkiye’ ekonomisi ne kadar büyürse büyüsün eğitime ayrılan pay yerinde saymaktadır. Diğer taraftan eğitim sektörü burjuvazi açısından kârlı ve geleceği parlak bir sektör haline gelmiştir. Sayısı 69’u bulan özel üniversiteler ile sayısı her geçen gün artan özel okullar ve dershaneler, eğitimin fiili olarak paralı hale geldiğini açıkça göstermektedir. Dolayısıyla devlet bütçesinden eğitime ayrılan pay reel olarak düşerken, buradan yapılan kesinti doğrudan sermayeye aktarılmaktadır. Sağlıkta da tablo aynı durumdadır. AKP hükümeti işçilerin, emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını birer birer ellerinden almaktadır. Bunlardan biri de, milyonlarca yoksul emekçinin sağlık güvencesi olan yeşil kart uygulamasının yeniden düzenleme yoluyla kısıtlanmasıdır. Yeni uygulamaya göre 219 TL üzerinde gelire sahip olanlar sağlık hizmetinden
ücretsiz yararlanamayacaklar. Yani milyonlarca yoksulun ücretsiz sağlık hakkı elinden alınıyor, paran yoksa öl deniliyor. Ayrıca muayene ve tedavi sürecinde alınan katkı payları ile sağlık adım adım paralı hale getirilmektedir. Diğer yandan, sermaye hükümeti, 2002 yılında 2,4 milyar lira olan Sağlık Bakanlığı bütçesini on yıl içinde 13,8 milyara çıkardığını, herkese özel hastanelerde tedavi imkânı sağlandığını söylüyor. Ne tezattır ki, sağlığa ayrılan pay bu yılın bütçesinde %16 oranında düşmüştür. Sağlık harcamalarını arttırdık dedikleri şey ise, özel hastaneye giden vatandaşa en eften püften durumlar karşısında bile olmadık tahliller ve tetkikler yapılarak çıkarılan faturanın devlete ödettiriliyor olmasıdır. Böylece bütçeden sağlığa ayrılan pay özel hastaneler aracılığıyla yine sermaye sınıfının cebine aktarılırken, milyonlarca sigortasız işçi-emekçi sağlık hakkından yoksun yaşamaya mahkûm ediliyor. Yine vergi gelirlerinin önemli bir kısmı, faiz giderleri adı altında yerli ve yabancı sermayeye aktarılıyor. Toplanacak 278 milyar liralık verginin 50 milyar lirası, yani yüzde 18’i, borç ve faiz adı altında sermayeye gidecektir. Bu rakamın eğitim, sağlık ve birçok bakanlığın bütçesinin toplamından büyük olması, toplanan vergilerin nereye gittiğinin bir resmidir. Devletin toplanan vergileri sermaye sınıfına akıtmasının kanalları bununla sınırlı değildir elbette. Bütçede sağlığa ayrılan pay düşerken, her yıl olduğu gibi bu yıl da savunma ve silahlanma harcamaları istikrarlı bir şekilde artmayı sürdürüyor. 2012 bütçesinde Milli Savunma
19
marksist tutum
Bakanlığına ayrılan pay yüzde 7,4 arttırılarak 18,2 milyar liraya yükseltildi. Askeri harcamalar sadece bu bakanlığın bütçesiyle sınırlı değildir. Buna Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığını, Emniyet ve MİT’in bütçesini eklediğimizde bu miktar 36 milyarı buluyor. “Savunma ve güvenlik” adı altında yapılan savaş harcamalarının gerçek miktarı ise, ek bütçelerle, Savunma Sanayi Fonundan yapılan harcamalarla vb., bu miktarı kat be kat aşmaktadır. Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi ve emrindeki AKP hükümeti, emperyalist hayallerini gerçekleştirmek için “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganıyla militarist harcamalarını arttırıyor. Genişleyen emperyalist savaş süreci ile bütün burjuva devletler bütçelerinin önemlice bir kısmını silahlanmaya ayırmış durumdadırlar. Bir taraftan Kürt sorununu baskı, inkâr ve imha yoluyla çözmeye çalışan burjuva devlet, diğer taraftan da gözünü Ortadoğu’ya dikmiştir. Bu bağlamda milliyetçilik kışkırtılarak savaşa uygun bir toplumsal zemin yaratılmakta, böylece sosyal harcamalar kısıldığı, vergi yükü arttığı ve yaşam koşulları gittikçe zorlaştığı halde devletin toplanan vergilerin çoğunu militarist harcamalara ayırması emekçilerin dikkatinden kaçırılmaktadır. Krizle birlikte baskılar artmakta, demokrasinin sınırları daralmakta, ırkçılık, milliyetçilik yükseltilmektedir. Örneğin Emniyet Genel Müdürlüğünün bütçesi bir yıl önce 10,5 milyar lira iken, bu yıl 12 milyar liraya yükseltilmiştir. İşçi-emekçilere geldiği zaman kaynak yetersizliğinden dem vuran burjuva devletin, iş baskı aygıtlarını beslemeye geldiği zaman gözü kimseyi görmüyor. Yani emekçi kitlelerin ödediği vergiler yol, su, elektrik olarak değil, bomba, cop, biber gazı olarak geri dönüyor.
Dolaylı vergi soygunu Burjuva devlet emekçilerden topladığı vergileri pervasızca sermaye sınıfına aktarırken, vergi sistemi de büyük bir adaletsizlik üretmektedir. Bu adaletsizliğin önemli bir ayağını da dolaylı vergiler oluşturmaktadır. Dolaylı vergiler, gelir farkına bakılmaksızın herkesten aynı oranda alınan vergilerdir. “Aylık kazancı 500 lira olan bir işçiyle 50 bin lira olan bir kapitalisti ele alalım ve her ikisinin de 50 liralık doğal gaz tükettiklerini varsayalım. Burjuva hükümetin sözcülerine bakacak olursak, ödeyecekleri KDV miktarı her iki ‘vergi yükümlüsü’ için de eşittir: yüzde 18. Ancak bu eşitlik, yalnızca ödenen miktarın yüzdesini ilgilendiren bir eşitliktir ve gerçekte aldatmacadan ibarettir. Devletin saldığı bu dolaylı vergiyi işçinin ve kapitalistin gelirine oranlayacak olursak karşımıza bambaşka bir sonuç çıkacaktır. 50 liralık doğal gaz karşılığında işçi gelirinin yaklaşık yüzde 2’sini KDV olarak ödemekteyken, kapitalist gelirinin sadece yüzde 0,02’sini, yani on binde 2’sini KDV olarak ödemektedir. Bu adaletsizlik, etten süte, sudan elektriğe, telefondan akaryakıta en yaşamsal
20
Ocak 2012 • sayı: 82
ürünlerde aynı uçurumla varlığını korumaktadır. Ödenen KDV, ÖTV türü dolaylı vergilerin gelire oranı işçi yoksullaştıkça artmakta, buna karşılık kapitalist zenginleştikçe azalmaktadır. İşte dolaylı vergilerin adaletsizliği ve soygunun aleniliği!” (İlkay Meriç, Burjuva Devletin Bütçesi ve Vergiler, MT, no:45) Burjuvazi için dolaylı vergiler bulunmaz bir nimettir. Bütçe açığını kapatmak için kaynak hazırdır, dolaylı vergiler! Türkiye OECD ülkeleri içinde en fazla dolaylı vergi toplayan ülkelerin başında gelmektedir. Üstelik en çok dolaylı verginin toplandığı akaryakıt, elektrik, su, doğalgaz, sigara, alkollü içki gibi ürünlere birbiri ardına yapılan zamlarla, ödediğiz KDV ve ÖTV gibi vergiler de otomatik olarak artmaktadır.
Sömürü çarkına çomak sokmak gerek Kapitalist sistemde her şeyin seyrini belirleyen sınıf mücadelesidir. Toplanan vergilerden, oluşturulan bütçeden kimin ne kadar pay alacağı da sınıf mücadelesinin durumuna bağlıdır. Bugün için işçi sınıfı örgütsüz ve güçsüz bir durumdadır. Böylesi bir durumda bütçeden aslan payını burjuvazi alırken işçi sınıfına kırıntılar kalmaktadır. Kuşkusuz işçi sınıfının örgütlü gücünün yüksek olduğu dönemlerde burjuva devlet vergi yükünü işçi sınıfının üstüne bu kadar yıkamamakta, bütçe gelirlerini bu kadar pervasızca egemen sınıfa peşkeş çekememektedir. Burjuva devlet, işçi sınıfının örgütlü gücü karşısında sosyal harcamaları arttırmak zorunda kalmakta, haliyle bütçeden eğitime, sağlıktan ulaşıma vb. daha fazla pay ayırmaktadır. Ne var ki sınıf hareketi zayıflamaya başlayınca sermaye devleti kaşıkla verdiğini kepçeyle almakta gecikmemektedir. Nitekim burjuvazi devrim korkusuyla uyguladığı “sosyal devlet” politikasını devrim korkusu ortadan kalkınca hızla değiştirmiş, uyguladığı neo-liberal politikalarla işçi sınıfının sosyal ve ekonomik haklarına saldırmaya başlamıştır. Nihayetinde oluşturulan bütçe burjuvazinin bütçesidir. Dolayısıyla harcamalar da burjuvazinin çıkarları doğrultusunda olacaktır. Ancak burjuvaziyi besleyen bu bütçenin büyük bölümü işçi-emekçilerden toplanan vergilerden oluşmaktadır. Tezatlık da buradadır. Burjuvazi hem işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyarak onu sömürmekte, hem de ondan topladığı vergilerle ona baskı uygulayan devlet mekanizmasını beslemektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendisinin olmayan, kendisini ezen ve baskı altına alan burjuva devletin finansörlüğünü yapmaktadır. Gerçek çözüm, kapitalist sömürü çarkına çomağı sokmak ve sömürü mekanizmasını yok etmekten geçmektedir. Ancak o zaman insanların sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarının gerçek anlamda karşılandığı bütçeler oluşturulabilir. Bu bütçeyi oluşturacak olan, bizzat iktidarı eline alan işçiler olacak ve kaynaklar savaş için değil emekçilerin parasız eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılacaktır.
Türk-İş Genel Kurulunun Aynasında Sendikal Bürokrasi Ezgi Şanlı
O
tuz beş sendikanın bağlı olduğu Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun 21. Genel Kurulu 8-11 Aralık tarihleri arasında Ankara’da, Türk Metal’e ait Büyük Anadolu Oteli’nde gerçekleştirildi. Genel kurul sonunda Mustafa Kumlu 223 oyla yeniden başkan olurken, Kumlu’nun karşısına Sendikal Güç Birliği Platformu’nun (SGBP) adayı olarak çıkan Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın 127 delegenin oyunu aldı. SGBP’ye bağlı sendikaların toplam delege sayısı 90 civarında olmasına rağmen Öztaşkın’ın 127 oy alması, platform içerisinde yer almayan sendikalardan delegelerin bir kısmının da platforma destek verdiğini gösteriyor. İşçi sınıfının temel demokratik ve ekonomik haklarına yönelik saldırıların iyice arttığı, küresel krizin ağır yükünün işçi sınıfına yıkıldığı bir dönemde gerçekleşen Türk-İş genel kurulu, konfederasyon tabanındaki işçilerin mücadele hedeflerini ve yöntemlerini ortaya koyabildikleri bir zemin olmamıştır. Aksine genel kurulda boy gösterenler patronlar sınıfının temsilcileri, burjuva siyasetçiler ve onların işçi sınıfı içindeki uzantıları olmuştur. Türk-İş genel kurulundan yansıyanlar, ister sendikalı ister sendikasız olsun, tüm işçilerin mücadelesinin ve işçi hareketinin ilerlemesinin önündeki temel engele yeniden işaret etmiştir: Sendikal bürokrasi! Yer olarak şehrin 27 kilometre dışında bir otel seçmekle, tabandaki işçileri genel kurulda istemediğini daha baştan belli eden Türk-İş bürokrasisi, kapılarını sermaye örgütlerinin başkanlarına, işçi düşmanı burjuva partilere sonuna kadar açmıştır. Genel kurulun “konukları” arasında, işçilere dönük saldırılarına iyice hız veren hükümetin temsilcileri Devlet Bakanı Bekir Bozdağ ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, faşist MHP’nin Genel Başkan Vekili Oktay Vural, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Tuğrul Kutadgobilik vardı. Şüphesiz patronlar sınıfının ve onların temsilcilerinin bu genel ku-
İşçi sınıfının temel demokratik ve ekonomik haklarına yönelik saldırıların iyice arttığı, küresel krizin ağır yükünün işçi sınıfına yıkıldığı bir dönemde gerçekleşen Türk-İş genel kurulu, konfederasyon tabanındaki işçilerin mücadele hedeflerini ve yöntemlerini ortaya koyabildikleri bir zemin olmamıştır. Aksine genel kurulda boy gösterenler patronlar sınıfının temsilcileri, burjuva siyasetçiler ve onların işçi sınıfı içindeki uzantıları olmuştur. Türk-İş genel kurulundan yansıyanlar, ister sendikalı ister sendikasız olsun, tüm işçilerin mücadelesinin ve işçi hareketinin ilerlemesinin önündeki temel engele yeniden işaret etmiştir: Sendikal bürokrasi!
21
marksist tutum
rula gösterdikleri ilgi boşuna değildir. Küresel krizle birlikte artan saldırılar, dünya işçi sınıfını belirgin biçimde harekete geçirmektedir. Türkiye sermaye sınıfı ise henüz anlamlı bir dirençle karşılaşmamıştır. Saldırılarını tırmandırdığı bu süreçte önüne çıkacak olası engelleri zayıflatmak, hatta yok etmek arzusundadır. Yıllardır iç içe olduğu sendikal bürokrasiden talebi dikensiz gül bahçesidir. Türkİş, 1952 yılında devlet eliyle kurulduğundan beri burjuvazinin ve siyasi partilerin güdümünde hareket etmiş, işçi sınıfının mücadelesini dizginleyen bir tutum almıştır, bugün de kendisinden beklenen budur. O tarihten bu yana konfederasyon yönetiminin, işçi sınıfını dizginlemek için yaptıklarına birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Türk-İş 1962 yılında, Ankara Tandoğan Meydanı’nda bir miting düzenlemişti. İşçileri meydana döktüğü bu mitingin, işçiler için daha fazla demokrasi ve hak talebiyle ilgisi yoktu. Miting, işçileri “komünizme karşı mücadele etmeye” çağırıyordu. Konfederasyon, kitleleri ücretli köle haline getiren kapitalizme karşı değil, işçi sınıfıyla beraber tüm insanlığın kurtuluşu demek olan komünizme karşı mücadeleyi yükseltme çağrıları yapıyor, işçileri zehirliyordu. Bunu yapan sendikacılar sermaye tarafından baş tacı ediliyordu. Sendikaları milletvekilliği için bir kaldıraç olarak kullanan sendikacılar yeni değildir. 1970 yılında Türk-İş kökenli Adalet Partili milletvekilleri, Türk-İş dışındaki tüm sendikaları ve konfederasyonları etkisiz hale getirecek bir yasa taslağı hazırladılar. Taslak, başka sendikaların örgütlenmesini son derece anti-demokratik maddelerle kısıtlıyordu. O yıllarda Türk burjuvazisi “DİSK’in çanına ot tıkamak” için planlar yapıyordu. Türk-İş bu konuda hükümetin ve patron örgütlerinin en büyük yardımcısıydı. İşçi düşmanı CHP’nin de desteklediği tasarı yasalaştı. İşte bu topraklardaki en görkemli eylem olan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, bu saldırıya karşı gerçekleşti. Türk-İş, bu büyük direnişte işçilerin karşısında, hükümetin yanında yer aldı. Bunun üzerine kendi tabanındaki işçiler de tepkilerini yükselttiler ve sokaklara döküldüler. 20 Temmuz 1974’te Türk ordusunun Kıbrıs’a müdahalesi Türk-İş yönetimi için yeni bir fırsat yarattı. O tarihte sürmekte olan bütün grevler, bu harekâtı ve hükümeti desteklemek için konfederasyon yönetimi tarafından ertelendi. Sendikal bürokrasi bir kez daha, patronlar sınıfının çıkarları için işçilerin mücadelesini baltaladı. Konfederasyon yönetiminin bu marifetleri, 1980 darbesinden sonra Türkİş’i sermayenin “gazabından” koruyacak, kapatılmayan tek “işçi örgütü” olmasını sağlayacaktı. Oysa bu süreçte DİSK kapatıldı ve mal varlığına el konuldu. Yöneticileri tutuklandı. Yüz binlerce mücadeleci işçi ve sendikacının gözaltına alındığı, işkencelerden geçirildiği bu dönemde, Milli Güvenlik Konseyi, Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide’yi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına getirdi. Hatta o dönemde toplu sözleşmeler yasaklandığı halde, Türk-İş üyelerinden aidat toplamaya devam etti.
22
Ocak 2012 • sayı: 82
Darbeden kısa bir süre sonra yeni bir anayasa için hazırlıklara girişildi. Bu hazırlıklara Türk-İş de katıldı. 1982 cunta anayasası, 1961 anayasasının görece burjuva demokratik yönlerini tamamen ortadan kaldırdı. Öyle ki 2821 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu ile 2822 sayılı Grev ve Lokavt Kanunu günümüze kadar işçi sınıfının mücadelesini boğan bir işlev gördü, görmektedir. Tam bu noktada AKP hükümetinin Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde bu kanunları Toplu İş İlişkileri Kanunu olarak değiştirmek istediğini, buna karşılık yeni bir yasa taslağı önerisi hazırlayan Türk-İş’in eski kanunun bütün yasakçı ve anti-demokratik yönlerini koruduğunu hatırlatmakta fayda var. İşçileri en temel haklarından mahrum eden yasaların yılmaz koruyucusunun yine bir işçi sendikası olması nasıl bir ironidir? Son yıllarda toplumdan en çok destek gören eylemlerden biri olan Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişi de, Türk-İş’in üst yönetimi tarafından bastırıldı. İşçilerin mücadele azmi pörsütüldü. Konfederasyon yönetimi, AKP’nin politikalarına uygun davrandı; işçileri polisin şiddeti ve Ankara’nın soğuğu altında kaderine terk etti. İşçiler bu durum karşısında öfkelenmiş ve Ankara’daki 78 günlük eylemlerini bitirdikten sonra da mücadelelerini kendi illerinde sürdürmüşlerdi. 26 Mayıs 2010 günü için alınan genel grev kararı bir saate indirilince ve bu kadarı bile uygulanmayınca, üstelik talepleri de dikkate alınmayınca, Tekel işçileri Türk-İş binasını işgal etmişlerdi. O gün istifası istenen Kumlu, bugün türlü pazarlıklarla delegelerin çoğunluğunun oyunu alarak dört yıl daha konfederas-
sayı: 82 • Ocak 2012
marksist tutum
Yer olarak şehrin 27 kilometre dışında bir otel seçmekle, tabandaki işçileri genel kurulda istemediğini daha baştan belli eden Türk-İş bürokrasisi, kapılarını sermaye örgütlerinin başkanlarına, işçi düşmanı burjuva partilere sonuna kadar açmıştır. İşçiler genel kurula katılıp orada kendilerini ifade edecek zemin bulamazken, patron örgütlerinin orada arzı endam ederek sendikalardan beklentilerini sıralaması, sendika bürokratlarının marifetiyle mümkün olabilmektedir. yonun tepesinde oturmayı garantilemiştir. Genel kurulun çoğunlukla profesyonel ve mücadeleden uzak sendikacılardan oluşması da Kumlu’nun yeniden seçilmesinde etkili olmuştur. Görüldüğü gibi, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasinin gücü kırılamamıştır. İşçi sınıfı hareketinin bastırılmasındaki uğursuz rolü, işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşüşüne paralel olarak belirginleşmiştir. Tüm bu nedenlerle, son genel kurulda, sınıf işbirlikçi yönetime karşı muhalif seslerin çıkmış olması önemlidir. Genel kurul tarihinden altı ay önce varlığını duyuran Sendikal Güç Birliği Platformu, Türk-İş tabanının değişim istediğini vurgularken haklıdır. Platformun, Konfederasyon yönetiminin işçilerin haklarını savunmamasını ve hükümetin güdümünde hareket etmesini eleştirerek mücadele hedefleri belirlemesi olumludur. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde toplantılar düzenleyen Platform, taban inisiyatifini güçlendirmek, sendikal demokrasiyi sağlamak ve işçi haklarına dönük saldırıları püskürtmek için çalışacağını duyurdu. Platform, kıdem tazminatının fona devredilmesi başta olmak üzere, güvencesiz ve esnek çalıştırma gibi saldırıların önüne geçmek için eylemler örgütleyeceğini taahhüt etti. Bu taahhütlerin bir sonucu olarak, Platform bileşenleri genel kurula bazı karar önerileri sundular. Kıdem tazminatının fona devredilmesi saldırısını sessizlikle karşılayan Kumlu yönetimine karşın, bu saldırının “genel grev” nedeni sayılacağına dair karar önerisini kabul ettirdiler. Cezaevlerinde tutuklu bulunan gazeteciler, akademisyenler, bilim adamları ve yazarların serbest bırakılması için mücadelenin yükseltilmesinin yanı sıra, direnişleri devam eden Kampana-Savranoğlu işçilerinin örgütlenme fonundan yararlandırılması kararı da Platformun talebiyle alındı. Şüphesiz bu başlıklar önemlidir ve işçi sınıfının önüne mücadele hedefleri olarak konulmalıdır. Ama gerçekleri görmek için ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz! Genel kurula uzanan süreçte platformu oluşturan sendika yönetimleri, ilan ettikleri mücadele hedefleriyle tutarlı bir
taban çalışması yürütmediklerini ortaya koymuşlardır. Platformdaki sendikalar, örgütlü oldukları işyerlerinde işçileri bilinçlendirmek ve mücadeleye katmak üzere yeterince çaba sarf etmemişlerdir. Oysa işçi sınıfının önüne dikilen devasa sorunların çözülebilmesi ve işçilerin sendikalara güveninin sağlanması için, işçilerin öz örgütlülükleri ve kendi iradelerine dayanan eylemleri gerekir. Başka türlü bir muhalefet, kapalı kapılar ardında kalan bürokratik hesaplaşmalara dönüşmekten kurtulamaz. Kürsüye çıkan bakanların genel kurulda protesto edilmesi burjuva basında öne çıkarılan konuların başında geliyordu. Ancak, işçi sınıfına dönük saldırılarda sınır tanımayan sermayenin (protesto edilen veya edilmeyen) temsilcilerinin oraya çağrılmış olması, kürsünün onlara açılmış olması işçilerin gerçek bir protestosunu hak ediyor. İşçiler genel kurula katılıp orada kendilerini ifade edecek zemin bulamazken, patron örgütlerinin orada arzı endam ederek sendikalardan beklentilerini sıralaması, sendika bürokratlarının marifetiyle mümkün olabilmektedir. Üstelik Türk-İş’i sermayenin saldırıları karşısında sessiz kalmakla suçlayan Sendikal Güç Birliği Platformu, bu şova karşı gereken cevabı verememiştir. İşçilerin, sosyalistlerin kongreye alınması konusunda da Platform üzerine düşeni yapmamıştır. İşçilerin sendikal bürokrasiye karşı taban örgütlülüklerine dayanan güçlü mücadelesi olmadan, sendikaların tepesinde gerçekleşecek değişikliklerin fazlaca bir önemi yoktur. Tabanın işçi sınıfının genel çıkarları çerçevesinde harekete geçirilmediği hiçbir muhalefet hareketi, militan sınıf sendikacılığının hayata geçirilmesine katkı sağlamayacaktır. Bugün işçi sınıfının mücadelesinin canlandırılması ve sermayenin pervasız saldırılarının püskürtülebilmesi için işçileri sendikaların tabanında örgütleyebilecek bilinçli ve militan işçilere, bu işçilere kılavuzluk edecek deneyimli sınıf örgütlerine muazzam ölçüde ihtiyaç vardır. Öncü işçilerin öncelikli görevi mücadeleci sınıf örgütlerini güçlendirmektir. İşçileri bilinçlendirip eğitmek, işçi kitlelerinin mücadele azmini canlandırmak ve sendikal bürokrasiyi ezmek ancak böyle mümkün olacaktır.
23
Tarihsel Deneyim: Yalnız K
Bürokratik rejimin özellikleri SSCB ve benzeri ülkelerde bürokratik egemenlik altında yaşanan süreçte, temel üretim araçlarında kapitalist özel mülkiyete son verildiği, üretim araçlarının devletleştirildiği koşullarda, artık kapitalist işleyişten söz edilemez. İşgücü özel kapitalistlere (ya da kapitalist bir devlete) satılan ve onlar tarafından satın alınan bir meta olmaktan çıkmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla, bunların sermaye olma niteliğine ve dolayısıyla sermaye birikimi sürecine son verilmiş olur; bunun yerine ürünlerin genel birikimi süreci geçer. Artık üretim sürecinin genelde amacı, piyasada daha çok kâr elde etmeye yönelik değişim değerleri üretimi değildir. Bürokratik kumanda ekonomisinin özsel amacı, devlet mülkiyeti temelinde ürünlerin üretimini arttırarak, yeniden üretim için gerekli olan artı-ürün birikimini sağlamaktır. SSCB gibi bürokratik kumanda ekonomisinde, genelleşmiş meta ekonomisi son bulmuş; üretim süreci artıdeğerin üretildiği bir süreç olmaktan çıkmıştır. Bu rejimde üretici kaynakların dağılımı, piyasa ekonomisinin hareket yasalarına (sermayenin piyasada en yüksek kârı elde etmeyi amaçlamasında ifadesini bulan yasalar) göre değil, egemen bürokrasinin tercihlerini yansıtan bir merkezi plana göre gerçekleşir. … Böyle bir durumda, ekonomik işleyişin egemen karakteri, ne özel ne de devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilir. … Bürokratik devlet altındaki “devletçi ekonomi”, kapitalizmin bir çeşidi, “devlet kapitalizmi” olarak nitelendirilemez. Marx’ın Kapital’de çözümlediği gibi, kapitalizm ancak kapitalist rekabetin, –birleşmiş ve tekelleşmiş de olsa– “birçok sermaye”nin var olduğu ve karşısında özgür
24
ücretli emeği bulduğu biçimde yaşayabilir. Oysaki, bürokratik rejimlerde böyle bir durum söz konusu değildir. … Bürokratik rejimde, “ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi” nasıl ifade edilebilir? Devleti mülk edinen bürokrasinin, toplam işgücünü istihdam eden merkezi egemen bir güç olarak, toplumsal emek ürününün dağılımında da tek söz sahibi olmasıyla. Bu durum, yöneten bürokrasi ile yönetilen proletarya arasındaki ilişkileri belirlediği gibi, bürokratik rejimdeki üretim ilişkilerinin de ifadesidir. Ve üzerinde bürokratik rejimin siyasal biçiminin yükseldiği maddi temeldir. … Egemen bürokrasinin amacı, bürokratik devletin varlığını sürdürmek için genişletilmiş yeniden üretim sürecinin çarklarının dönmesini sağlamaktır. … aslında, egemen bürokrasinin çıkarları, kaprisleri ve iç çatışmaları nedeniyle [ekonominin dayandığı bürokratik merkezi planlama] her zaman rasyonel değildir ve en önemlisi üreticilerin gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bürokratik rejimin özü, bürokrasinin üretim koşullarına egemen olması; üretim sürecini işçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından değil, bürokratik devletin korunması ve güçlendirilmesi bakımından düzenlemesidir. … Fakat ürünlerin dağılımında proletarya açısından ortaya çıkan bu olumsuz tabloyu, salt dağılım sürecindeki eşitsizlikler olarak algılayıp, bunun temelinde yatan nedenler üzerine eğilmemek yanlış bir yaklaşım olur. Çünkü, ürünlerin dağılım koşulları, üretim koşullarının dağılımının, yani sınıfların üretim sürecindeki karşılıklı pozisyonlarının dağılımının bir sonucudur. … Üretim araçlarının dağıtımı açısından bürokratik rejim, egemen bürokrasinin devletin mülkiyetindeki üretim araçlarının tasarruf hakkını (nerede, nasıl kullanılacağına karar verme hakkını) kolektif ola-
Kalan Devrimin Kaderi /3 Elif Çağlı
rak tekelinde tuttuğu bir gerçekliği yansıtır. … İşçi devletinde proletaryanın bağrında birleşerek ortadan kalkacak olan “üreten-yöneten” ayrımı, bürokratik rejimde varlığını sürdürür. Proletaryanın nasibine “üretmek”; bürokrasinin nasibine “yönetmek” düşer. İşte bu nedenle bürokratik devlet altında ürünlerin dağılımındaki eşitsizliği açığa vuracak kriter, salt bürokratın maaşıyla işçinin ücretinin karşılaştırılması değil, bu ikisinin üretim koşulları açısından farklı pozisyonlarının karşılaştırılmasıdır. Doğrudan üreticilerin üretim sürecinde “yönetilen” pozisyonlarını sürdürmekte olduğu koşullar altında bunlar, “yöneten” sınıfın yaşaması için gerekli tüketim maddelerini de üretmek zorundadırlar. … bürokratik rejimde, devlet mülkiyeti üzerinde kolektif egemenlik yetkisine sahip olan bürokrasi, proletaryanın toplumsal artı-emeğine el koyan, onu sömüren egemen bir sınıftır. Yani, bürokratik rejimde kapitalizme özgü artı-değer sömürüsü olmasa da, artı-emeğin sömürüsü vardır ve bu rejimler sömürülü toplumlar sınıflaması içinde yer alırlar.
Tarihsel kazanım mı? İşçi sınıfının bürokratik rejimde “yönetilen” sınıf olma konumunu sürdürmesi, en çarpıcı yansımasını kaçınılmaz olarak bürokratik devletin çalışma rejiminde bulmaktadır. Bürokratik devlet altında çalışma hakkının yasalarla “güvence” altına alınmış olması, yasal olarak işsizliğe son verilmiş bulunması, bu durumu proletaryanın “tarihsel bir kazanımı” olarak ilân etmek için yeterli değildir. Bürokratik devlet altında işçi sınıfının sahip olduğu “iş güvencesi”, proletaryanın kendi devleti sayesinde sahip olabileceği gerçek iş güvencesi ile karıştırılmamalıdır. Bu
ikisini aynı şey olarak görüp özdeşlemek, proleter devrimin gerçekleşmediği fakat daha baştan bürokratik bir egemenliğin kurulduğu koşullarda da devlet mülkiyetini işçi sınıfının tarihsel kazanımı olarak değerlendirmek anlamına gelecektir. Böylesi bir yaklaşım, bürokratik devletin işçi sınıfını içine düşürdüğü pozisyonu (despotik-bürokratik devletin işçisi), proleter devrimin tarihsel kazanımlarıyla (proletaryanın egemen sınıf, kendi kendisinin efendisi olması) bir tutmak anlamına gelecektir. Bu durumda proleter devrimin gerekliliği fikri sararıp solacak, böyle bir devrim olmadan da, işçi sınıfının salt devlet mülkiyeti sayesinde pekâlâ tarihsel bir kazanım elde edebileceği düşüncesi güç kazanacaktır. Devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimde, işçi sınıfının kapitalizmde sahip olamayacağı bir istihdam imkânı elde ettiği doğrudur. … “İstihdam güvencesi”, devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimlerin egemenliklerini sürdürebilmelerinin koşuludur. Çünkü bürokratik devlet, statükoyu koruyabilmek, işçi sınıfını hareketsiz durumda tutabilmek için yapısal olarak bazı tavizlere dayanmak zorundadır. Ama, işçi sınıfının kendisine yabancılaşan bir devlet karşısında her türlü sendikalaşma, grev vb. hakkının elinden alındığı, ücret ve çalışma koşullarının tek taraflı olarak egemen bürokrasi tarafından belirlendiği bir çalışma rejimini “tarihsel kazanım” olarak değerlendirmenin akla uygun bir nedeni de bulunmamaktadır. Aslında kavranması gereken gerçeklik şudur: İşçi sınıfının egemen olmadığı ve kendini egemen bürokrasinin devletine karşı korumak için gerekli demokratik haklardan da yoksun bulunduğu bir durumda, yine de toplumsal istikrarı koruyabilmenin özel bir yolu olmalıdır. İşte bürokratik rejimlerde işçi sınıfına sağlanan “iş güvencesi”nin, düşük kirala-
25
marksist tutum
rın, parasız sağlık hizmetlerinin, parasız kreş, eğitim, genel kapsamlı bir emeklilik hakkının vb. nedeni, bürokrasinin işçi sınıfına duyduğu bağlılık (!) değil, bu zorunluluktur.
Bürokrasi devletlû bir sınıftır Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, devlet bürokrasisinin devleti mülk edindiğini, devletin bürokrasinin “özel mülkiyeti” olduğunu belirtir. Bu durum, örneğin kapitalist toplumda devlet bürokrasisine ayrıcalıklı bir konum bahşetmiş olsa da, bürokrasiyi bağımsız bir sınıf katına yükseltmez. … Marksist yaklaşım, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde egemen olanın üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan unsurlar olacağını belirler. Bu tür toplumlarda siyasal alan belirli koşullar altında görece bağımsız bir güç kazansa da, son tahlilde iktisadi alana bağımlıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan sınıflı toplumlarla, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altında bulunduğu sınıflı toplum biçimi (tarihsel bir kategori olarak Asyatik toplum biçimi) arasındaki ayrımın odak noktasında devlet sorunu yer almaktadır. Birinci gruba giren toplumsal biçimlenmelerin tümünde, devlet toplum karşısında ne denli “bağımsız” bir görünüme bürünürse bürünsün, son tahlilde iktisaden egemen olan sınıfın, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan sınıfın devletidir. İkinci grupta yer alan toplumsal biçimlenmede ise, iktisadi alanla siyasi alan iç içe geçmiş ve egemenlik sorunu “devletin sahipliğinde” somutlanmış olmaktadır. … [Bu] toplumsal biçimlenmede, devleti yani siyasal erki elinde tutan, iktisadi erki de elinde tutacaktır. Böyle bir durumda, devleti mülk edinme konumu, iktisadi açıdan egemen olanı belirleyecektir. Proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının egemen pozisyonunu açıklamaktaki temel kalkış noktasını, tam da bu gerçeklik oluşturur. Marksizm, proletaryanın siyasal devrimle kendini siyasal açıdan egemen konuma yükseltmesinin hemen ardından, temel üretim araçlarının devletleştirilmesine girişerek, kendini iktisaden de egemen sınıf olma pozisyonuna yükseltmesini şart koşar. Çünkü, bu üretim araçlarının burjuvazinin özel mülkü olmaya devam ettiği bir durumda, proletaryanın kazandığı siyasal egemenliği elinde tutabilmesi yalnızca bir hayal olabilir. Proletaryanın egemenliğini sürdürebilmesi, ancak ve ancak, işçi devletinin temel üretim araçlarının mülkiyetini tekeline alması sayesinde olanaklıdır. Fakat, işte tam da burada bir başka yaşamsal sorun öne çıkmaktadır. Eğer ki devlet, proletaryanın bizzat kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği bir yapılanmaya değil de, kendisini proletarya yerine ikame eden yeni efendilerin (bürokrasinin) örgütlenmesine dayanıyorsa, artık işçi sınıfının ne siyasal ne de iktisadi egemenliğinden söz edebilmek olanaklı değildir. Çünkü, iktisadi egemenliğin kaynağı olan mülkiyetin devlet mülkiyetine dayandığı bir durumda, devleti mülk
26
Ocak 2012 • sayı: 82
edinen güç, hem siyasal hem de iktisadi erkin sahibi olacaktır. … bürokratik rejimlerde, devlet bürokrasinin mülküdür. Bu nedenle bu bürokrasi, siyasal ve iktisadi açıdan erkin sahibi bulunan, egemen bir sınıftır. Toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş, örgütlü kolektif bir gücü temsil etmektedir. Üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin tasarruf hakkına kolektif olarak sahip bulunan, “kolektif sömürücü” bir egemen sınıftır bürokrasi. … Üretim araçlarının devletleştirilerek varlıklı sınıfların egemenlik koşullarına son verildiği bir durumda, bürokrasinin son tahlilde “bağımlı” olacağı varlıklı bir sınıf var mıdır? Kuşkusuz yoktur. Peki, yine aynı koşullarda, devleti mülk edinmiş bulunan bu bürokrasi, son tahlilde proletaryaya “bağımlı” olan bir sosyal güç, bir kast olarak tanımlanabilir mi? Böyle bir tanımlamanın yapılabilmesi için, proletaryanın bürokrasiyi kendine bağımlı kılacak egemenlik kaynağını elinde tutuyor olması gerekirdi. Fakat proletarya, özel mülkiyet sahibi bir sınıf olmadığına göre, onun görüp görebileceği tek mürüvvet, bir anlamda “devleti mülk edinmek” yani kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemek olabilirdi. Bu da bir işçi devletinin fiilen varoluşundan, mevcut devlet yapılanmasının bizzat proletaryanın siyasal egemenliğinde somutlanmasından başka hiçbir şey olamazdı. … Batı gelişme çizgisinde ortaya çıkan sınıflı toplumlarda (köleci, feodal, kapitalist), egemen sınıfa bağımlı toplumsal bir tabaka olarak kalan bürokrasinin, bağımsız bir sınıf
Proletarya gerçekleştireceği devrimle siyasal egemenliği ele geçirmesinin hemen ardından temel üretim araçlarını devletleştirerek iktisaden de egemen sınıf pozisyonuna yükselmek zorundadır. Aksi takdirde siyasal egemenliği elinde tutması mümkün değildir.
sayı: 82 • Ocak 2012
oluşturabildiğine dair tarihsel örnekleri bize yalnızca Doğu toplumları sunmaktadır. Eski Asyatik toplumların tarihsel evrimini incelediğimizde görmekteyiz ki, burada bürokrasi bağımsız bir sınıf oluşturabilmiş ve hatta despotik devleti yöneten egemen bir sınıf konumuna yükselebilmiştir. Doğu’da ya da eski Asyatik üretim tarzlı toplumlarda karşılaşılan bu özgünlük, Batı’ya nazaran “istisnai” bir gelişim çizgisi olarak görülmüş olsa da, aslında insan topluluklarının tarihsel evriminde ve erken uygarlıkların doğuşunda özellikle daha ağırlıklı bir yer tutmaktadır. … İşte Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler, temel üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin sonuçları açısından, yukarıdaki satırlarda dile gelen gerçeklikle benzeşmektedir. Her ikisinde de ortak nokta, “alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez” olan devlet mülkiyetidir. Bu devlet mülkiyeti sayesinde egemenlik sürdüren bir devletlû sınıfın (yönetici seçkinler) varlığıdır söz konusu olan. Tıpkı eskinin Asyatik hükümranlıklarında olduğu gibi, yakın zamanların despotik-bürokratik diktatörlüklerinde de (örneğin SSCB’de), siyasal otorite olduğu sürece “o hak” (devlet mülkiyeti üzerindeki egemenlik hakkı) vardır ve onunla durur. O hak olmadı mı siyasal otorite de yok olur, ya da siyasal otorite yok oldu mu o hak da yok olur. SSCB ve benzerlerinde, bürokrasisinin üretim araçları üzerinde devleti temsilen egemenlik hakkı oluşmuştu. Bürokrasinin iktisadi egemenliğinin kaynağı da buradan geliyordu. … “Modern” despotik-bürokratik rejimlerde devletin ideolojisi, tarihsel çağların farklılığı nedeniyle, elbette ki eski dönemlerde olduğu gibi “dinsel” ve “ilâhi” argümanlara değil, başka bir şeye dayandı. Doğu despotik toplumlarında devlet ideolojisine egemen olan dinsel mistisizm, bürokratik devletlerde yerini, günün koşullarına uygun bir mite, “tek ülkede sosyalizm” mitine bırakmıştı. Fakat her ikisinde de ortak olan nokta, devletlû sınıfın “statüko”yu korumaya verdiği önemdi. Örneğin, bu gereksinim Osmanlı’da “nizam”ın korunması adı altında ifade bulmuştu. … Onun için Osmanlı idarecileri ve yazarları hep “düzen” (nizam)dan söz ederler. Onun zıddı, devletin yok olması demektir. … Bu örnekleri verişteki maksadımız, Sovyetler Birliği ve benzeri sosyo-ekonomik formasyonların, eski dönemlerin despotik-Asyatik üretim tarzıyla bire bir örtüştüğü biçiminde bir iddiada bulunmak değildir. Ancak yine de böyle bir benzetmeye ihtiyaç duymamızın nedeni, tarihte devlet mülkiyetine dayanan egemen sınıfların ve bu egemenlik tarzı sayesinde artı-ürünün dağılımını düzenleyen sosyo-ekonomik formasyonların yer aldığını hatırlatmak içindir. … Devlet mülkiyetine dayanan üretim ilişkileri, bir bakıma eskiye ait olan bir egemenlik tarzının (doğu despotizminin), bu kez endüstri çağında, devlet mülkiyetinin koşullandırdığı üretim ilişkileri formları altında yeniden zuhur etmesi gibi görünmektedir. O nedenle modern çağ-
marksist tutum
da ortaya çıkan bu durum sanki bir anakronizm gibidir.
Bürokratik rejimin geleceği yoktur Büyük bir tarihsel deneyim olarak, Ekim Devrimi ve sonrasında yaşananlardan bir ders çıkartmak istersek, özetle şunları söylemek mümkündür: 1917 Rusya’sı gibi görece geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin yalıtılması sonucunda işçi devleti son bulur ve bürokratik bir egemenlik kurulursa, kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona erer. Bundan böyle, ekonomik gelişmenin bürokratik egemenliği pekiştirdiği, onun ayakta durmasını sağlayan yeni bir süreç işlemeye başlar. Bürokratik egemenlik altında sağlanan ekonomik gelişme, dünya devriminin ilerletilmesi bir yana, bu ilerleyişin önündeki başlıca öznel engeli oluşturur ve kendisine benzer bürokratik egemenliklerin doğmasına neden olabilir. O halde, geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin, ileri ülkelerdeki devrimlerle beslenmemesi durumunda, işçi iktidarının yıkılması ve başlamış olan toplumsal devrimin sona ermesi kaçınılmazdır. … Stalinistler yıllarca, Sovyet ekonomisinin bunalımsız bir ekonomi olduğunu, “mademki sosyalizm bunalımsız bir ekonomidir ve Sovyetler Birliği de sosyalisttir; o halde Sovyetler Birliği ekonomisinde bunalım olamaz” yollu bir totoloji ile savunageldiler. Ne var ki, kapitalist sistemin bunalım mekanizmasından farklı olsa da, gerek daha önceleri kendini hissettiren ve gerekse Gorbaçov döneminde olanca yıkıcılığıyla dışa vuran derin bir kriz bu görüşün sakatlığını açığa çıkarıverdi. Ekonomik bunalımlar, kişilerin uygulamalarına göre doğup, kayboluveren alicengiz oyunları değildir. Bunlar nesnel olgulardır… … üretici güçlerin uluslararası düzeyde toplumsal nitelik kazandığı bir çağda, ekonominin dünyasal işleyiş ve ilişkilerinden koparak, ulusal düzeyde uzun vadeli bir gelişmeyi sağlamak mümkün değildi. … Lenin’in ve Troçki’nin işaret ettiği gibi, “kaçıp kurtulmanın” olanaksız olduğu bir nesnellik vardı: Dünya kapitalist sisteminin varlığı ve bindirdiği basınç! [SSCB’de yaşanan çöküş], devrimci Marksizm açısından bilinmeyen ve beklenmedik bir “sürpriz” değildi. Tersine, gezegenimizde kapitalist sistemi aşacak toplumsal dönüşümün, ancak işçi sınıfının dünyasal ölçekteki atılımının bir sonucu olabileceğini gösteren tarihsel maddeci çözümlemenin doğrulanmasından ibaretti. Öte yandan bizzat yaşamın kendisi, bürokratik rejimlerin, dünya kapitalist sisteminin ekonomik üstünlüğü ve yayılma potansiyeli karşısında son tahlilde çözülmeye yazgılı olduğunu ortaya koydu. … … yalın gerçek şudur: Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının
27
marksist tutum
tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir. Tarihsel açıdan bürokrasinin iktidarının, dünya devriminin ilerleyişinin kaderine bağımlı ve onun üzerinde etkili olan bir geçmişi olmuştur. Bürokratik egemenlik, dünya devriminin ilerleyişinin durduğu ve yeni yükselişlerin önünün de egemen bürokrasiler tarafından kesildiği koşulların ürünüdür. Ve bürokratik rejimler, ya proleter devrimin dünya ölçeğindeki yeni bir atılımıyla yıkılmaya ya da bunun gerçekleşmediği koşullarda, eninde sonunda dünya kapitalizmi tarafından çözülerek son bulmaya yazgılıdırlar. … … bürokratik diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkelerde, proletaryanın siyasal iktidarı fethetmesi durumunda başlayabilecek bir anti-bürokratik devrimin kapsamı ise şöyle ifade edilebilir: Bir egemen sınıf olan bürokrasiyi iktidardan alaşağı etmek; eski bürokratik devlet aygıtını parçalamak; bürokratik rejimin işleyişine son vermek; ekonominin planlanmasının doğrudan işçi sovyetleri tarafından örgütlenmesini fiili bir gerçekliğe dönüştürmek; böylece siyasal ve iktisadi egemenliğin bizzat proletaryaya ait olmasını sağlayarak kapitalizmden komünizme geçiş sürecini başlatmak! Bu kapsamdaki bir devrimin, yalnızca “politik devrim” tanımı içine sığdırılmak istenmesi, onun gerçek boyutlarıyla çelişecektir. Çünkü Marksist açıdan, yürürlükteki egemen üretim ilişkilerini dönüşüme uğratmak üzere ilk adımında siyasal iktidarı fethetmek zorunda olan devrim, aslında bütünsel kapsamı itibarıyla toplumsal bir devrimdir.
[Devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır] Kendi tarihini yapan insanlık, yanlışlarını düzeltmeye koyularak ilerler. Ancak bu ilerleyiş, hiçbir zaman kendiliğinden olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Devrimlerin patlak vermesi için Marksizm zorunlu değildir ama proleter devrimlerin başarılabilmesi ve ilerleyebilmesi için, proletaryayı devrimci Marksist bilinçle donatacak bir önderliğin varlığı zorunludur. Bugüne dek yaşanan deneyim Marksizmin değil, onun inkârı olan bir “sosyalizm” anlayışının çöküşünü sergiliyor. Ancak Stalinizmin çöküşü, devrimci Marksizmin kendiliğinden bir yükselişini getirmiyor. Fakat, kapitalizmin dayanılmaz sonuçları var oldukça, Marksizmin haklılığı,
28
Ocak 2012 • sayı: 82
çağımızın toplumsal çelişkilerinin proletaryadan, ezilenlerden yana çözümlenmesindeki zorunluluğu, yeniden ve yeniden gün ışığına çıkacaktır. Marksizmin kurucuları, önlerinde uzanan 20-30 yılın sorunlarıyla sınırlamamışlardı kendilerini. Onlar, koskoca bir tarihsel çağın, kapitalizme son verecek ve sınıfsız topluma geçişi mümkün kılacak proleter devrimler çağının sorunları ve perspektifleri üzerine eğildiler. Kapitalizm bir dünya sistemi düzeyine yükselerek, tüm dünyayı çepeçevre birbirine bağlamadıkça, Marx ve Engels’in geleceğe ilişkin teorik öngörülerinin derin içeriği yeterince kavranamadı. Ancak Marx ve Engels’in ölümünden günümüze uzanan süreçte, devasa bir dünya sistemi haline gelen, tüm ulusların kaderini birbirine bağlayan, ulusal sınırları gericileştiren, emek ve sermayeyi dünya ölçeğinde birbirinin karşısına diken kapitalist gelişme nedeniyle, onların geleceğe yönelik öngörüleri, günümüzde, geçmişte olmadığı düzeyde canlı ve derinden kavranabilir hale gelmiştir. …
Rosa, koşulların dayatması altında Bolşeviklerin istemeden yapmış oldukları hataların anlaşılabilir olduğunu, fakat “Rusya’da yapılan bütün hataların, teoriye kazandırılmış yeni bilgiler olduğunu iddia ettikleri zaman, uğrunda savaşıp acılara katlandıkları enternasyonal sosyalizme kötü hizmet etmiş” olacaklarını belirtiyordu. Onun işaret ettiği tehlike, Stalinizmin egemenliği kurulduğunda gerçekliğe dönüştü. Ekim Devrimini değerlendiren satırlarında Rosa, koşulların dayatması altında Bolşeviklerin istemeden yapmış oldukları hataların anlaşılabilir olduğunu, fakat “Rusya’da yapılan bütün hataların, teoriye kazandırılmış yeni bilgiler olduğunu iddia ettikleri zaman, uğrunda savaşıp acılara katlandıkları enternasyonal sosyalizme kötü hizmet etmiş” olacaklarını belirtiyordu. Onun işaret ettiği tehlike, Stalinizmin egemenliği kurulduğunda gerçekliğe dönüştü. İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, Rusya’da işçi sınıfının iktidarına son veren Stalinizm eliyle tamamen çarpıtıldı ve bürokrasinin düzeni uzun yıllar boyunca “sosyalizm” olarak teorize edildi. Böylece gerçeklerin yerini yalan almış ve gerçek yaşamdaki olumsuzlukların üstü bir sis ve hayal perdesiyle örtülmüştü. Yıllarca sosyalizmin üstünlüğü olarak sunulan şey, işte bu hayal perdesi olmuştu. Ve şimdi tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi paramparça etti. Bu yırtılış karşısında, olayın şokunu hâlâ atlatamayanlar, tüm dikkatlerini acı bile olsa gerçeğe çevirecekleri yerde, parçalanan hayal perdesine gözyaşı döküyorlar. Oysa bu devrimci bir tutum değildir. Dünyayı değiştirebilmek için, gerçeği, yalnızca gerçeği bilmeye ve somut gerçekler temelinde harekete geçmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım ki, devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır, en yararlı olan şey ise içten ve açık gerçektir.
Baskı Politikaları Öğrencileri de Hedef Alıyor Suphi Koray
İ
zmir’de Ege Üniversitesindeki bir açılışa katılan Egemen Bağış’ı, iki öğrenci yumurta atarak protesto etti. Bakan, öfkeyle öğrencilere kızmadığını söylese de öğrenciler gözaltına alındılar. Öğrencilerden birisi serbest bırakılırken diğerinin tutuksuz yargılanması devam ediyor. Bakan ertesi gün yaptığı bir konuşmada olayı değerlendirirken ise “hamdolsun, rafadan demokrasiyi olgun demokrasi haline getirmeye başladık” dedi. Öğrenci protestosuna maruz kalan başka bir isimse Enerji Bakanı Taner Yıldız oldu. Bilindiği üzere, genelde protestocu öğrenciler korumaların ve polislerin müdahalesine maruz kalırlar ve sonunda yaka paça gözaltına alınırlar. Ancak bu defa tablo biraz farklıydı. Yıldız, korumalarının öğrenciyi tartaklamasına “müdahale” edip yanına çağırarak konuşmaya çalıştı. Bakanın bu tavrı burjuva medyada örnek davranış olarak sunuldu. Sadece bu iki vakaya yüzeysel bir bakış resmin bütününü görmemizi engeller. Devrimci öğrencilere karşı iktidarın tavrını enine boyuna incelediğimizde, meselenin içyüzünün resmedilmeye çalışılandan çok farklı olduğunu görürüz. AKP, iktidarın merkezine oturmasıyla birlikte son süreçte baskı politikalarına hız verdi. Hem Kürt hareketi, hem devrimciler, hem de bunlara destek sunan kesimler sindirilmeye çalışılıyor. Baskı politikalarının arttığının bir göstergesi de cezaevlerinde tutuklu bulunan öğrenci sayısıdır. Cezaevlerinde TMY’den yargılanan 500’ün üstünde öğrenci bulunuyor. İki bakan da bu gerçeği gizlemeye çalışıyor. Oysaki ne olgun bir demokrasiye sahibiz, ne de bütün protestolar egemenler tarafından böyle “olgunlukla” karşılanıyor! Hükümet temsilcileri yeri geldiğinde demokrasi nutukları atıp demokratik taleplere ve eylemlere karşı ol-
madıklarını dillendirseler de, demokratik haklarını kullanmak isteyen öğrenciler eylemlerde polisin baskılarına, tacizine, copuna, biber gazına maruz kalıyorlar. Polisin başladığı işi ise devletin savcısı, yargıcı, rektörü, dekanı tamamlıyor. Taleplerini duyurmak için eylem yapan öğrenciler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, okuldan atılıyorlar. Demokratik taleplerin ne kadar hoşgörüyle karşılandığını anlamak için birkaç örnek yeterli. İki üniversite öğrencisi Roman “açılımı” kapsamında gerçekleştirilen çalıştayda “Parasız Eğitim İstiyoruz, Alacağız” pankartı açtıkları için tutuklandı. Parasız eğitim taleplerini dile getiren öğrenciler 19 ay boyunca tutuklu olarak yargılandılar ve geçtiğimiz Ekim ayında serbest bırakıldılar. 15 yılla yargılandıkları dava ise hâlâ devam ediyor. Yani anayasa güvencesi altına alınmış olan eğitim hakkının parasız olmasını istemenin bedeli 15 yıl. Yargının takdire şayan değerlendirmesi bununla da sınırlı kalmadı. Yargılama süreci daha devam ederken iki öğrenciye suçlu yaftası çoktan yapıştırılmıştı bile. Öğrencilerin arkadaşlarının serbest bırakılması için imza toplamalarından rahatsız olan Edirne savcısı, kampanyayı düzenleyen öğrencilerin “suçu ve suçluyu övmek” fiilinden yargılanmalarını istedi. Parasız eğitim talep etmenin yanı sıra Deniz Gezmiş anmasına katılmak, basın açıklamasına katılmak, poşu takmak, Lenin’in kitabını bulundurmak, hatta ve hatta şemsiye bulundurmak örgüt üyeliğine ve suçu ve suçluyu övme iddiasına kanıt olarak sunulabiliyor. Bunlar 2000’lerin başındaki “ideolojik halay” ve “kamu malına zarar verme potansiyeli taşımak” gibi iddiaları hatırlatıyor. Üstelik bu “ağır” suçlara biçilen cezalar on yılları bulabiliyor. Gencecik insanlar belki de en güzel yıllarını cezaevlerinde geçirmek zorunda kalıyorlar. Uzun tutukluluk süre-
29
marksist tutum
leri yüzünden yıllar hapiste geçebiliyor.
Hopa davası Geçtiğimiz Mayıs ayında Hopa’da HES karşıtı bir eylemde polisin sıktığı biber gazı sonucu emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmişti. Aynı gün bu polis vahşetini protesto etmek için Ankara’da bir eylem gerçekleştirildi. Çok sayıda öğrencinin de katıldığı bu eyleme polis sert biçimde müdahale etti. Bir grup polis tek başına yakaladığı Dilşat Aktaş’ı öldüresiye dövdü. Bu saldırı sonucu kalça kemiği kırılan Aktaş, bir de Erdoğan’ın “kadın mıdır, kız mıdır” şeklindeki hakaretamiz sözlerine maruz kalmıştı. Hopa ve Ankara’da Lokumcu’nun öldürülmesini protesto eylemine katılanlardan 37’si Haziran ayı içerisinde tutuklandı. 7 kişi hakkında TMY’nin 7. maddesinden “terör örgütü” propagandası yapmak suçundan dava açıldı. Buna kanıt olarak öne sürülen ise marşlar, sloganlar ve sol yumruğun kaldırılması oldu. Hatta bazı öğrenciler içerde saçları kestirilen arkadaşlarına destek amacıyla saçlarını kestirdiklerinde, “bunlar saçlarını tanınmamak için kestirmişlerdir” gerekçesiyle tutuklandılar. Gözaltına alınan üniversite öğrencilerine yönelik işkence daha polis otobüsündeyken başlamıştı. Bir öğrenci yaşadıklarını şöyle tarif ediyor: “Uyutmama, annenize, babanıza hakaretler, küfürler, haya burma, nefessiz bırakma, kask ile vurma, üzerinize oturma… Bunlar bana yapılanlar. Sol yanımda oturan gencin sağ kulak zarı patladı. Sağ yanımda oturan uzun saçlı avukatın saçlarından tutup kafasını demir tutaçlara vurdular.” Ankara’daki Hopa protestoları yüzünden tutuklu bulunanların tümü 9 Aralıktaki ilk duruşmada serbest bırakıldı. Sonraki günlerde Hopa’da tutuklananlar da serbest bırakıldılar. Ancak devrimci öğrencilerin cezalandırması sadece yargı tarafından yapılmıyor. Üniversitelerde YÖK cenderesi hâlâ varlığını koruyor. Yükseköğretimde uygulanan disiplin yönetmeliği yargıdan çok daha hızlı işliyor. Henüz yargının “suçlu” ilan etmediği öğrenci, üniversite tarafından disiplin yönetmeliğini ihlal ettiği gerekçesiyle okuldan uzaklaştırılabiliyor ya da atılabiliyor. Okul idaresi savcılığın iddiasını hükümmüş gibi mütalaa ediyor ve öğrenciyi sorgusuz sualsiz okuldan uzaklaştırıyor. Nitekim Hopa davasında yargılanan öğrencilerin, ya okuldan uzaklaştırılarak ya da atılarak eğitim hakları ellerinden alındı.
Sıra öğrencilerde AKP tüm toplumsal muhalefeti olduğu gibi öğrenci hareketini de bastırmak, denetim altına almak istiyor. Bu yüzden “basın açıklamasına katılmak” gibi en temel demokratik bir hak bile savcıların iddianamelerine “terör örgütü” üyeliğine delil olarak gösterilebiliyor. Amaç öğrencileri sindirmek, düzenin sınırlarına hapsetmektir. Çünkü üniversiteler toplumun barometreleri gibidir. Kapitalist
30
Ocak 2012 • sayı: 82
sistemin doğurduğu öfke bu alanda daha erken açığa çıkabilir. Son yıllarda dünyanın çok sayıda ülkesinde öğrenci eylemlerinin artması da bunu göstermektedir. 500’ün üstünde öğrencinin cezaevlerinde olması AKP’nin zoraki ve kendine demokratlığının bir başka kanıtıdır. İktidardaki yerini sağlama aldığı oranda AKP’nin demokratlığa ihtiyacı kalmamıştır. AKP de iktidarın merkezine ilerledikçe diğer burjuva politik akımlar gibi statükoculaşmıştır, farklı seslere tahammülü de giderek azalmaktadır. Öğrenciler “terör örgütü” üyeliği veya propagandasını yapma iddiasıyla tutuklanıyorlar. TMY ve benzeri yasalarla hedeflenen, devrimci hareketin ve işçi sınıfının örgütlenmesinin önüne geçmektir. İçişleri Bakanının son sözleri bir anlamda itiraftır: “Terörü besleyen arka bahçe var, propaganda var. Terörü masum ve haklı gösterme gayreti var. Bir kısmı bu yapıyı görmüyor, göremiyor. Birileri de bildiği halde saptırma yaparak, kendine göre gerekçeler göstererek, makulleştirerek destek veriyor. Makalesine, fıkrasına, şiirlerine yansıtıyor. Resim yaparak tuvaline yansıtıyor. Hızını alamıyor. Görev alan askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize ediyor… Arka bahçe dernektir. Eğitim merkezidir. Güzelleştirme derneğidir, düşünce üretme merkezidir. Üniversitede bir kürsüdür. Bir sivil toplum kuruluşudur.” Bu faşist anlayışa göre şiir de resim de “terör” propagandası yapmaktadır ve bütün siyasi kurumlar birer “terör örgütüdür”. Herkes evinde otursun, sadece seçim günlerinde oy kullansın, haksızlıklara, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı kimse sesini çıkarmasın. İstedikleri budur! AKP’nin öğrencilere karşı yürüttüğü tutuklama furyasını eleştirirken “örgütsüzlük” fikrini aşılayan anlayışlara karşı da uyanık olmak gerekiyor. Özellikle Hopa davası her kesimde bir tepki doğurdu ve bu tepkinin 9 Aralıkta mahkeme önünde eyleme dönüşmesi öğrencilerin serbest bırakılmaları için bir basınç yarattı. Tutuklu öğrencilere destek vermek için öğrencilerin suçsuz olduklarını anlatmak isteyen kimi köşe yazarları, öğrencileri örgütsüz, uslu çocuklar gibi takdim ettiler. Oysaki şu anda cezaevlerinde tutuklu bulunan öğrenciler BDP ya da sosyalist parti ve kurumların üyeleri ya da sempatizanları. Örgütlenmeye engel olan TMY ve TCK’yı, bu yasaları uygulayanları eleştirmek yerine, “bu çocuklar bu yasaları çiğnemedi” diyen şefkatli baba rolündeki liberallerin düşünceleri de tutarlı demokratlıktan uzaktır. Örgütlenmek ne suçtur, ne de burjuva yasalarına göre suç sayılsa bile kötülenecek bir şeydir. Örgütlülük işçi sınıfı hareketinin ve gençlik hareketinin en büyük gücü ve silahıdır. Bu anlamda örgütlenmenin önünde çok büyük engel oluşturan “anti-terör” yasalarına karşı mücadele etmek önemlidir. Örgütlü bir işçi sınıfı hareketi olmadığı için, güçlü bir öğrenci hareketi de ortaya çıkmıyor. Bu yüzden öncelikli görev örgütlenmenin önündeki bütün engellerin kaldırılması için mücadeleyi yükseltmek, her alanda işçi sınıfının örgütlülüğünü güçlendirmektir.
M
ilenyumla birlikte, kapitalizmin olağan çevrimsel krizlerin boyutunu aşan bir tarihsel krize girdiği ve bu krizden kolayına bir çıkışın olmayacağı saptamasını yapmıştık. O günden bu yana ekonomi iniş çıkışlar gösterse de, içine girilen kriz genel olarak derinleşiyor. Kapitalist ekonomi yerlerde sürünürken, emperyalist rekabet kızışıyor, askeri çatışmalar yayılıyor, demokratik hak ve özgürlükler giderek askıya alınıyor, ırkçılık ve faşist eğilimler güçleniyor. Tüm bunlara, yükseliş dönemlerinde oluşturulan uluslararası kapitalist kurumların giderek çatırdamaya başlamasını da eklemek gerekiyor. Krizin can yakıcılığı arttıkça, büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetin de dozu artıyor, eski ittifaklar parçalanıyor ve yeni ittifak arayışları güç kazanıyor. Bugün artık globalizm şampiyonları ya kendi köşelerine çekildiler, ya farklı yalanlar tezgâhlamakla meşguller ya da fosluğu ortaya çıkmış tezlerine körü körüne ibadet etmeye devam ediyorlar. Sahi, globalizmin gözbebeği Avrupa Birliği’nden, onun parasal ortaklığının ifadesi olan avrodan geriye kalan nedir? Hani Avrupa Birliği, ulus-devletin, krizlerin, savaşların ve faşizmin aşılmasının somut kanıtı ve geleceğin sembolü, nüvesiydi? Kapitalizm sürdüğü müddetçe tüm bu güzel düşlerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu, sözkonusu olguların kapitalizmin doğasından kaynaklandığını, onun içsel çelişkilerinin ürünü olduklarını, bunlardan kapitalizm çerçevesinde kaçıp kurtulmanın olanaksız olduğunu savunan Marksistler
Kapitalist Avrupa’nın Bunalımı Oktay Baran
31
marksist tutum
bugün bir kez daha haklı çıkıyorlar. Hiç kuşku yok ki, önünü açmaya ve ilerlemeye çalışan kapitalizm bu çelişkileri aşmanın olanaklarını da doğurmakta ve hatta o yönde yine çelişik adımlar da atmaktadır. Ne var ki, tarihsel önemdeki kriz dönemleri, kapitalizmin tüm pisliğini ve asli doğasını olanca çıplaklığıyla sergilemektedir. Emperyalist kapitalizm krizdir, savaştır, siyasal gericiliktir.
Borç krizi mi? Yunanistan’la başlayan, ardından İrlanda ve Portekiz’i yıkıma sürükleyen ve bugün tüm Güney Avrupa’yı cenderesine alan kriz, AB’yi bir ölüm-kalım testine tâbi tutuyor. Bu bağlamda AB’nin kendisi kadar globalizm ideolojisinin de çöküşe sürüklendiği tescillenmiş oluyor. Burjuvalar, krize kapitalizmin krizi dememek için her seferinde yeni adlandırmalar bulmaya çabalıyorlar. Bugün “borç krizi” adını verdikleri kriz, Avrupa’nın çeperindeki görece küçük ekonomilerden sonra, avro bölgesinin dördüncü büyük ekonomisi İspanya ve üçüncü büyük ekonomisi İtalya’yı sallamaya başlamıştır. Sırada bölgenin Almanya’dan sonra ikinci büyük ekonomisi olan Fransa’nın olduğu ise sır değildir. Bunun olmaması için Fransız burjuvazisi diğer ortaklarıyla birlikte adeta çırpınmaktadır. Yunanistan’la başlayan, ardından İrlanda ve Portekiz’i yıkıma sürükleyen ve bugün tüm Güney Avrupa’yı cenderesine alan kriz, AB’yi bir ölüm-kalım testine tâbi tutuyor. Bu bağlamda AB’nin kendisi kadar globalizm ideolojisinin de çöküşe sürüklendiği tescillenmiş oluyor. Sözkonusu kriz, aslında bizim kapitalizmin tarihsel krizi olarak nitelediğimiz sürecin veçhelerinden biridir. Neoliberal paradigmanın gereği olarak kapitalist devletler, kamu harcamaları için gerekli kaynakları burjuvaziden daha fazla vergi alarak değil, giderleri kısarak ve açığı da özelleştirmeler ve dış borç yoluyla kapatarak yaratmaya çalışıyorlar. Ne var ki hem kapitalist devletin kitleler nezdindeki meşruluğunu koruma gereğinin hem de oy kaygılarının bir sonucu olarak kamu harcamalarının belli bir düzeyin ötesinde kısılması, burjuva hükümetler açısından politik bir risk anlamı taşıyor. Devletin elindeki satılabilecek varlıkların sınırlı olması da özelleştirmeler yoluyla sağlanan kaynağın geçici ve sınırlı olduğu anlamına geliyor. Bu durumda geriye sınırsız gibi gözüken, ucuz yani düşük faizli kredi yoluyla (dış borçlanma) açığı kapatma seçeneği kalıyor. İşler tıkırındayken, yani kapitalist ekonomi yükselişte, faizler düşük ve ülkenin kredibilitesi yüksekken bu yola başvurmak sorunsuz gözükür. Ama heyhat, kapitalizm krizlerden asla kurtulamaz. Kriz canavarı eninde sonunda kapıya dayanır ve işler tersine döner. Ekonomik
32
Ocak 2012 • sayı: 82
faaliyet durma noktasına gelir, tedirginlik ve güvensizlik artar, ucuz kredi muslukları kapanır, ekonomik durgunluktan ötürü devletin vergi gelirleri azalır, giderler ve açık büyümeye başlar. Zayıf olanlar için sonuç iflastır. Normal dönemlerde bir sorun oluşturmaz gözüken kredi (borç) mekanizması, kriz döneminde felâketlerin kaynağı olarak görülür. Oysa bugün söz edilen borç krizi, yaşanan sorunun temel sebebi değil, olsa olsa daha büyük ölçekli krizin bir dışavurumudur. Kredi mekanizmaları, kapitalizmin sorunlarını geleceğe havale etmenin araçlarıdırlar. Kredi mekanizmasının çökmesi, geçmişte geleceğe ertelenmiş sorunların devasa bir yığın halinde bugün karşımıza çıkması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu sarmaldan kalıcı ve gerçekçi bir çıkışın yolu, daha sağlam bir kredi mekanizması kurmak, borçlanma kurallarını sıkılaştırmak, devlet bütçeleri üzerinde daha sıkı denetim kurmak vs. değildir. Tek gerçekçi çıkış, ekonomiyi krize sürükleyen gerçek nedenin yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin tasfiye edilmesinden geçmektedir.
Son AB zirvesinin açığa vurdukları Aralık ayı başında yapılan AB liderleri zirvesi, burjuva ideologların da belirttiği üzere tarihi önemde bir zirvedir. Zirveyi önceleyen haftalarda, AB’nin büyük güçleri olan Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki tartışmalar, zaman zaman karşılıklı tehditlere kadar varmıştı. Birçok burjuva yorumcu bu şiddetli tartışmalara rağmen zirveden bir uzlaşma çıkacağını, aksi takdirde AB’nin de avronun da sonuna gelindiğinin tescil olacağını söylüyordu. Kısmen haklı, kısmen haksız çıktılar. Hem bir uzlaşma hem de bir ayrışma yaşandı! Artık tek bir AB’den bahsetmenin pek mümkün olmadığı tescillenmiş durumda. Almanya-Fransa planı olarak kabul edilen kararlar uyarınca, bundan böyle AB ülkeleri çok daha sıkı bir bütçeye sahip olmak zorundalar. Buna göre, normal dönemlerde yıllık bütçe açıklarının gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) yüzde 0,5’ini geçmesine izin verilmeyecek, resesyon dönemlerinde ise bu oran en fazla yüzde 3 olacak.1 Benzer şekilde, devlet borçları GSYH’nin yüzde 60’ını geçemeyecek.2 Aslında benzer koşullar daha önce Maastricht koşulları olarak AB’ye girme şartı diye konulmuştu. Ne var ki, bu şart, pek hayata geçirilmedi ya da çifte standartlı bir şekilde uygulandı. Bugün ise sözkonusu koşullar hem zaten üye olan ülkeler için öngörülüyor hem de sıkı bir denetim ve yaptırıma tâbi tutuluyor. Üye ülkeler bu “mali kuralı” kendi anayasalarına koymak zorunda olacaklar; bu doğrultuda düzenlemeleri Avrupa Adalet Divanı denetleyecek. Bütün AB ülkeleri yıllık bütçelerini tasarı halinde önce AB Komisyonunun denetimine tâbi kılacaklar, koşullara uymayanlar bütçeyi tekrar düzenlemek zorunda kalacaklar, aksi takdirde yaptırımlara uğrayacaklar. AB Komisyonu, üye ülkelere, bu mali kuralı tutturabileceği bir “ekonomik program” dayatabilecek. Bir
sayı: 82 • Ocak 2012
başka deyişle, avroyla sağlanan parasal birlik şimdi koordine edilmiş bütçelerle mali birliğe doğru ilerletilmek isteniyor. Gelinen noktada, burjuvazi açısından para birliğini mali birliğe doğru ilerletmek, krizin etkilerini azaltabilmek, daha iyi bir planlama yapabilmek vb. için bir zorunluluk olarak gözüküyor. Ancak bunun sağlanabilmesi için çeşitli ekonomilerin birbirleriyle kıyasıya bir tekelci rekabet içerisinde olması değil, birbirlerinin zayıf yanlarını tamamlayabilecek bir dayanışma içerisinde olmaları gerekir. İşte tam da bu tür noktalarda emperyalist güçler arasındaki rekabet kendi varlığını hatırlatarak kapitalizmin nasıl çelişik eğilimlerle yol almak zorunda kaldığını gösteriyor. Bir tarafta ulusal sınırları çoktan aşmış bir dünya ölçekli kapitalist üretim ve uluslararası işbölümü gerçekliği; diğer tarafta halen varlığını koruyan ve kriz ve savaş dönemlerinde sermaye için güvenilir bir liman işlevi gören ulusdevletin yarattığı somut engeller. Dananın kuyruğu da burada kopuyor. Örneğin “bütçe hakkı” (hele de İngilizler tarafından) ulusal egemenliğin göstergelerinden biri sayılıyor. Dahası mali birlik doğrultusunda somut bir adım atılması başarılabilse dahi, bu durum, mevcut krizin ve genel olarak krizlerin ortadan kalkması anlamına gelmeyeceği gibi, olsa olsa AB’nin kapitalist çelişkilerini daha da sertleştirecek ve özellikle kriz dönemlerinde iç çatışmayı daha da körükleyecektir. Nitekim birliği oluşturan ülkeler arasında tam bir para birliği sağlanamadığı gibi, avro bölgesini oluşturan ekonomilerin yapılarında da önemli farklılıklar mevcuttur. Kapitalist temelde siyasal bir birliğe ulaşılamayacak oluşunun zemininde yatan nesnelliğin bir boyutu da budur.
Hayaller ve gerçekler: Ulus-devlet aşılıyor mu? Dünya para piyasasının en büyük aktörü olan İngiltere, kendi finansal kurumlarının korunması için istediği muafiyetleri elde edemediğinden bu anlaşmayı açıkça reddetti.3 Böylelikle para piyasalarını Almanya’ya kolayına teslim etmeyeceğini göstermiş oldu. Bu durumu Alman Die Welt gazetesinin yazarı Alan Posoner espriyle şöyle özetliyor: “Avrupa şimdi Almanca konuşabilir ama piyasalar İngilizce konuşuyor.” Bazı AB üyesi ülkeler ise anlaşmaya soğuk baktıklarını ve ancak kendi ulusal parlamentoları kabul ederse onay verebileceklerini belirttiler. Bu doğrultuda alınan kararların hayata ne zaman ve nasıl geçirilebileceği pek de belirli değil. Dahası bu kararların tek tek tüm üye ülkeler tarafından onaylanıp onay-
marksist tutum
lanmayacağı ya da bugün onaylansa bile yarın tekrar reddedilmeyeceğinin hiçbir garantisi bulunmuyor. AB üyesi ülkeler içerisinde bu birliğe karşı çıkan siyasal eğilimlerin hem güçlü olduğu hem de giderek güç kazandığı da bir diğer gerçek. Kaldı ki, bıraktık mali birliği, 27 AB ülkesinden 10 tanesi ortak para kullanımını bile kabul etmemiş durumdalar. Dolayısıyla mali birliğin başarılması durumunda bile bunun en iyi ihtimalle kısmi ve daha küçük ölçekli bir birlik olacağı, yani Avrupa içerisinde birden çok “birlik”in olacağı açıktır. İşin aslı şu ki, AB ülkelerinin çoğu çok zor durumda ve bunlar gerektiğinde mali yardım alabilmek için Almanya’nın dikte ettiği koşulları kabul eder gözükmek zorundalar. Bir başka deyişle, Brüksel Anlaşması, aslında Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğünün tescil edilmesi anlamına geliyor. Anlaşma hayata geçirilirse, AB üyeleri artık mali konularda üye olma sıfatıyla eşit oy hakkına sahip olamayacaklar, yaratılan ortak kurtarma fonlarında ne kadar payları olacaksa o kadar söz sahibi olacaklar! Yani, demokrasicilik oyunu sona erecek ve kapitalizmin çıplak gerçekliği ortaya çıkacak: parayı veren düdüğü çalar! Bu ise birden çok büyük para sahibinin olduğu Avrupa’nın, kâğıt üzerindeki eşit haklar palavrasının kaldırılıp bir tarafa konulmasıyla bir kez daha kutuplaşma yoluna gireceğini gösteriyor. Aşıldığı iddia edilen ulus-devlet olgusu, en güçlü ulus-devletlerin şahsında Avrupa sahnesinde bir kez daha arzı endam ediyor. İngiliz başbakan Cameron, her şeyden önce kendi ülkesinin burjuvazisinin çıkarlarını korumak gerektiği konusunda son derece açık konuşuyor: “Bize diyorlar ki: Diğer 26 üye gibi sen de kendi ülkenin çıkarlarını düşünme, gel bu anlaşmaya imza at. … Peki benim ülkemin çıkarları için yanlış bir karara imza atmış olmayacak mıyım?” Bu tür seslerin giderek yükseleceğini biliyoruz. IMF gibi uluslararası burjuva kurumların yetkilileri de bu nedenle, varılan anlaşmanın bir an önce
33
marksist tutum
hayata geçirilmesi için somut adımlar atılmasını, muğlaklıkların giderilmesini ve detaylı bir takvimin çıkarılmasını talep ediyorlar. Burjuvazinin dünya ölçeğinde önemli haftalık dergilerinden Time soruyor: “daha yüksek hedefler uğruna, uluslar, ne kadar para ve ulusal hükümranlıklarının ne kadarını feda etmeye hazırlar? Avronun ve simgesi olduğu barışçıl birleşik Avrupa hayalinin ayakta kalması bu soruya verilecek cevaba bağlı olabilir.” (Michael Schuman, Time, 27/11/2011) Doğru soru! Yanıtı tarih veriyor: Kriz zamanlarında çok da fazlasını değil! Globalizmin şampiyonlarından Mehmet Altan gibilerse, tüm bu gerçeklerin anlamını kavramaz gözükerek hayal âleminde yaşamaya devam ediyorlar: “AB liderleri İngiltere’yi devre dışı bırakarak sıkı bütçe kuralları üzerinde anlaşmış gözükmekte. Artık ulusal bütçeleri Brüksel onaylayacak. Bu, ulus-devleti aşma konusunda bir devrim. Tek bir Merkez Bankası olan AB üyesi ülkelerin farklı maliye politikaları ve farklı bütçeleri vardı. Şimdi bu, Almanya’nın basBrüksel Anlaşması, aslında Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğünün tescil edilmesi anlamına geliyor. Anlaşma hayata geçirilirse, AB üyeleri artık mali konularda üye olma sıfatıyla eşit oy hakkına sahip olamayacaklar, yaratılan ortak kurtarma fonlarında ne kadar payları olacaksa o kadar söz sahibi olacaklar! Yani, demokrasicilik oyunu sona erecek ve kapitalizmin çıplak gerçekliği ortaya çıkacak: parayı veren düdüğü çalar! tırmasıyla bitiyor. Tek para politikası, tek maliye politikası... Tek Merkez Bankası, tek bütçe... Eskisi, ulus-üstü bir birlik anlayışıyla temelden çelişiyordu, şimdi düzelecek... Ayrıca... Küresel kriz, ‘ulus-devlet’ mantığıyla hareket eden ama ‘ulusüstü’ bir birlik üyesi olan ülkelerin çelişkilerini de gidermekte... … AB için endişeli değilim, tam tersine gerçek bir ‘birliğe’ doğru gidildiği için mutluyum.” (Mehmet Altan, Star, 10/12/2011) İngiltere’yi dışarıda bırakan ve Almanya’nın bastırmasıyla sağlanan bir “birliğe gidiş”! Böylesi bir gidişatın hiç de “barışçıl, demokratik ve refah içindeki” bir Avrupa’ya değil de savaşa doğru olduğunu anlamak için I. ve II. Dünya Savaşlarının Avrupa’daki kutuplarının hangi ülkeler olduğunu hatırlamak yeter aslında. İngiltere’nin para birliğinin dışında olmasının yanı sıra şimdi de son anlaşmayı reddetmesi, diğer ülke burjuvazilerini hayli öfkelendiriyor. Hem kendini yükümlülüklerin dışında tutup hem de AB kurumlarının karar organlarında söz hakkının olmasına karşı öfkeli sesler giderek yükseliyor. Bugün AB’ye Avrupa’da barışın sürdürülmesi misyonunun da atfedildiğini biliyoruz, nitekim AB’nin ilk tohumu olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu İkinci Dünya Savaşından sonra kurulurken, dönemin en önemli sanayi hammaddeleri olan kömür ve çelik üzerinden doğabilecek ihtilafların Avrupa’da yeniden bir savaşa yol açmaması he-
34
Ocak 2012 • sayı: 82
deflenmişti. AB’nin içindeki merkezkaç eğilimlerin güçlenmesi, onun dağılması ya da birden çok büyük parçaya bölünmesinin, Avrupa’da yeniden büyük bir savaş tehlikesini alabildiğine arttıracağı çok açıktır.
Avrupa’da savaş mümkün değil mi? Liberaller AB’nin savaş tehlikesini bertaraf ettiği hayalini sürdürüyorlar. İşin acı tarafı ise onlardan etkilenmiş olsun ya da olmasın kimi Avrupalı sosyalist çevrelerin de aynı hayallere kapılmış olmasıdır. Bu gibilere bakılırsa Avrupa burjuvazisi geçmişten ders almıştır, modern savaş aygıtları o denli yıkıcı hale gelmiştir ki burjuvazi Avrupa’da bir savaşı göze alamaz vs. Elli yıllık barış ve burjuva demokrasisi dönemi besbelli ki Avrupa sosyalistlerini fazlasıyla çürütmüştür. Gerçekler bu oportünist tez ve hayallerden farklı konuşuyor. Alman başbakanı Merkel, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada, son krize ve doğurduğu sorunlara değinerek Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşından bu yana “muhtemelen en zor zamanı” yaşadığını belirtiyor. “Avro bir döviz kurundan öte bir şeydir. Avro Avrupa’da birliğin ve son yarım yüzyıllık barış, özgürlük ve refahın bir sembolüdür” diyen Merkel, sözlerini, “eğer avro çökerse kimse Avrupa’da barışın bir elli yıl daha süreceğini hayal etmesin” şeklinde tamamlıyor. Bu konuşma AB zirvesinden önce yapılmıştır ve kuşkusuz Alman planını kabul ettirmek doğrultusunda basınç yaratmak gibi bir hedefi de vardır. Ama bundan ibaret değildir. Nitekim burjuva liderlerin kendi aralarındaki rekabet mücadelesinde savaş tehdidini bir kez daha koz olarak kullanmaya başladıklarını görüyoruz. Avrupa’nın durumu giderek 1930’lara benzemeye başlıyor. Bu paralelliği burjuva ideologlar da sıklıkla kullanmaya başladılar. Financial Times yazarlarından biri şunları söylüyor: “Avrupa’da ciddi ve ağır bir ekonomik kriz riski büyüktür. Dış borçların ödenmemesi ve Avrupa’da tek para biriminin parçalanması tehlikesi büyüyor; onunla birlikte, bankaların çökmesi, halkın panik içine girmesi, derin durgunluklar ve kitlesel işsizlik tehlikesi de… 1930’lardan çıkartılması gereken ders şu ki, küresel bir kriz demokrasileri zayıflatıp, yeni radikal politik güçlerin yükselişine yol açmakta, böylelikle de süreç içerisinde uluslararası çatışma riskini doğurmaktadır.” (Gideon Rachman, 28/11/2011) Aralık ayında görev süresi dolan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Jean-Paul Costa da, yaptığı muhasebe kabilinden değerlendirmede, ekonomik krizin insan haklarını tehdit ettiğini ve Avrupa’nın 1930’lu yılları yeniden yaşamasının mümkün olduğunu belirtiyor. Avrupa için 1930’lu yıllar, faşizmin en karanlık çağı ve hummalı bir militarizasyonla savaşa hazırlık dönemiydi. Şunları söylüyor Costa: “1930’lu yıllarda yaşananlar yeniden yaşanabilir. Çok ciddi ekonomik ve sosyal kriz, aşırı işsizlik, iktidarı ele geçiren otoriter rejimler ve sonuç olarak da savaş. Milletler Cemiyeti’nin çöküşü, barıştan savaşa, uluslararası
sayı: 82 • Ocak 2012
organizasyondan silahlı çatışmaya geçiş. Bu felaket senaryosu. Yeniden gerçekleşebileceğini düşünebiliriz, malzemesi hazır.” (Radikal, 2/11/2011) Görüyoruz ki bu tarz ifadeler yalnızca politikacılara has değil ve kuru gürültü ya da tehditten ibaret olarak da algılanamaz. Kimileri içtenlikle uyarıda bulunurken, kimileri de bu vesileyle Avrupa kamuoyunu yeni bir militarist yükseliş dönemine psikolojik olarak hazırlamaktadırlar.
Avrupa’da faşizm tehlikesi geçti mi? Bu hazırlığın diğer bir boyutunu da, son dönemde Avrupa’da yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin artık doğrudan katliamlar düzeyine yükselmiş olması gerçeğinde görebiliriz. Norveç’in ardından Belçika ve İtalya gibi ülkelerde güpegündüz girişilen katliamlar, Avrupalı emekçileri, “elli yıldır” unuttukları şiddete ısındırmayı amaçlayan girişimlerdir. Hiçbirimiz güvende değiliz! İşte yaratılmak istenen ruh hali budur. Böylelikle yeni emperyalist savaşların kan ve ölüm dolu havasının olduğu kadar, olası işçi ayaklanmalarının benzer faşist katliamlarla bastırılmasının da kanıksanabileceği bir ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Bu girişimlerin arkasında birkaç meczubun olduğuna inanmak aptallık olacaktır. Kuşku yok ki, bu katliamları gerçekleştirenler insanlıktan nasibini almamış ve akli dengelerini yitirmiş insanlardır. Ama onları organize edenlerinin akıllarının gayet yerinde olduğunu biliyoruz. Şüphesiz burjuvazinin uzun vadeli stratejik aklıdır sözkonusu olan. Son günlerde açığa çıkan belge ve bilgilerden, Almanya’da son on yılda 200’den fazla göçmen işçiyi öldüren, onlarca göçmen evini kundaklayan neo-Nazi örgütlerinin Alman derin devlet aygıtlarıyla nasıl içli dışlı oldukları, bizzat onlar tarafından kontrol edilip finanse edildikleri, görmek isteyen tüm gözler için yeterli açıklıkla ortaya çıkmıştır. Krizin ağırlaşmasıyla birlikte, toplum ve siyaset giderek radikalleşir, burjuva siyasi merkez zayıflar, uç eğilimler güç kazanır. En demokratik geçinen Avrupa ülkelerinde bile son dönem yapılan tüm seçimlerde faşist partilerin güçlenmiş olduğunu görüyoruz. Faşizmi küçük-burjuvazinin sivil hareketi olarak gören kimi sosyalist çevrelerin, burjuvazinin Nazizmden ders çıkardığı ve küçük-burjuvazinin de eridiği iddiasıyla Avrupa’da faşizm tehlikesi bulunmadığı yönündeki tez-
marksist tutum
lerinin gerçeklikten ne denli uzak olduğu ortadadır. Faşist hareket kendisi için gerekli kitle tabanını yalnızca lümpen proletarya içerisinde değil, iyi eğitimli ve işsiz kalmadan önce iyi gelir sahibi “orta sınıfta” da fazlasıyla bulabilmektedir. Devrimci bir alternatifin yokluğunda, ekonomik kriz ve onun doğrudan ve dolaylı sonuçları toplumun alt ve orta tabakalarını aşırı sağa ve faşizan eğilimlere itiyor. Burjuva medya ve politikacılar giderek daha sağ bir söylem geliştiriyorlar. Kaldı ki, faşizmin ancak sivil bir kitle hareketi yoluyla iktidara gelebileceği düşüncesi, şabloncudur, dogmatiktir ve dolayısıyla yanlıştır. Geçmişteki Yunanistan, İspanya, Portekiz deneyimlerinin yanı sıra Şili ve Türkiye örnekleri, faşizmin doğrudan ordu aracılığıyla da iktidara yerleşebildiğini göstermektedir. En demokratik geçinen Avrupa ülkelerinde bile son dönem yapılan tüm seçimlerde faşist partilerin güçlenmiş olduğunu görüyoruz. Faşizmi küçükburjuvazinin sivil hareketi olarak gören kimi sosyalist çevrelerin, burjuvazinin Nazizmden ders çıkardığı ve küçük-burjuvazinin de eridiği iddiasıyla Avrupa’da faşizm tehlikesi bulunmadığı yönündeki tezlerinin gerçeklikten ne denli uzak olduğu ortadadır. Görüyoruz ki, Avrupa burjuvazisi, egemenliğini sürdürmek için parlamenter demokrasiyi giderek bir tarafa bırakmakta, daha otoriter rejimlere hazırlanmaktadır. “Demokrasi içerisinde krize çözüm mümkün mü” sorusunun giderek daha yaygın bir biçimde tartıştırılmasının nedeni de budur. Bugün, ekonomik krizin derin bir toplumsal ve siyasal bunalımı tetikleyerek devrimci bir durumu olgunlaştırdığı Yunanistan’da daha şimdiden parlamenter işleyiş gerçekte askıya alınmıştır. Yunanistan’da Avrupa burjuvazisinin açık dayatmasıyla bir teknokratlar hükümeti kurulmuş ve parlamento göstermelik bir hale gelmiştir. Halkın yönetime göstermelik bile olsa katılmasına tahammül edemiyorlar, onun kâğıt üzerindeki bir oy hakkıyla bile burjuva politikalarını etkilemesine katlanamıyorlar. Uluslararası burjuvazi doğrudan kendi atadığı yöneticilerle yönetmeye girişiyor. Aynısı İtalya için de geçerlidir. Bu hükümetlerin temel gündeminin, işçi sınıfının kalan tüm haklarına derin ve kapsamlı bir saldırı olduğu iyi bilinmektedir. Bu haklara dönük bir saldırının ciddi siyasal baskıları da berabe-
35
Ocak 2012 • sayı: 82
marksist tutum
rinde getireceği gün gibi ortadadır. Yunanistan’da sözkonusu hükümetin nereye evrileceğini belirleyecek ana faktör kitlelerin mücadelesi olacaktır. Eğer kitleler iki yıldır sürdürdükleri mücadeleyi daha da ileri taşıyabilirlerse bu hükümeti devirebilirler. Ama eğer bu mücadele tüm militanlığına karşın başarıya ulaşamazsa o zaman bu hükümet faşist ya da yarı-faşizan bir rejime geçiş hükümeti rolü oynayabilir. Troçki’nin o güzel betimlemesini hatırlamak faydalı olacaktır: Faşizm, devrim yapmaya girişmiş ama becerememiş proletaryanın ödediği diyettir. Geçtiğimiz yıl, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in bir çözüm bulamamaları durumunda “bu ülke demokrasilerinin çökme tehlikesiyle” yani askeri darbelerle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Eldeki tüm veriler, geçtiğimiz aylarda, Yunanistan’da bir faşist askeri darbenin kıyısından dönüldüğünü göstermektedir. Geçtiğimiz Mayıs ayında Alman Bild gazetesinde, CIA raporuna atıfta bulunularak, emekçilerin protestolarının daha da büyüyüp kontrol dışına çıkması durumunda bir askeri darbenin gündemde olduğu yazılmıştı. Birkaç ay sonra, Savunma Bakanı Panos Beglitis, ordunun “devlet içinde devlet olduğunu” söyleyerek generalleri anti-demokratik girişimlerden uzak durmaları konusunda uyarmış, ardından bir gecede genelkurmay başkanı ve tüm kuvvet komutanları da dahil olmak üzere 16 general görevden alınmıştı. Bu gelişmeden bir hafta önce ise Batı medyasında, Yunanistan’a yardım için “Avroları kanalizasyona akıtmaktansa, askeri bir darbeyi finanse etmek ve sorunu bu biçimde çözmek Almanya açısından çok daha bilgece olur” diyebilecek kadar pervasızlaşan makaleler kaleme alınıyordu. En çok ses ve tepki getireni de, büyük burjuva iş âleminin önde gelen dergilerinden Forbes’ta Tim Worstall imzalı “Gerçek bir Yunan Çözümü: Askeri Darbe” başlığını taşıyan makaleydi. Worstall, finans çevrelerinde, Yunanistan’daki durumun tek gerçek çözümünün bir askeri darbeden geçtiği yönünde “pek de hoş olmayan espriler”den bahsederek belli ki eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürüyordu.
Mücadele bitmedi, yeni başlıyor! Milenyumla birlikte içine girdiğimiz süreç giderek derinleşip yaygınlaşan bir krizle karakterize oluyor. 2008 güzünde ABD’deki çöküşün ardından Avrupalı yetkililer kriz bizi etkilemez demişlerdi. Bugün Avrupa’nın ne hale geldiği ortadadır. Kriz salt iktisadi, mali tedbirlerle geçiştirilemeyecek kadar derindir. Çoktan siyasal bir kriz boyutuna ulaşmıştır. Yunanistan başta olmak üzere en zayıf halkalarda devrimci yükselişler sözkonusudur. Avrupa burjuvazisinin yıllara yayılan saldırısına rağmen bu saldırının tüm Avrupa ülkelerinde aynı derecede etkili sonuçlar aldığını söylemek mümkün değil. Halen birçok Avrupa ülkesinde işçi hareketi ve onun sendikal düzeydeki örgütlülüğü güçlü. Bu durum Avrupa proletaryasının
36
halen savunacağı birçok mevzi olduğu anlamına geliyor. Türkiye burjuvazisinin son yirmi yıllık dönemde saldırıp sonuç aldığı başlıkların önemli bir kısmı bazı Avrupa ülkelerinde halen burjuvazinin varmak istediği hedefleri oluşturuyor. Çalışma koşullarının ağırlaştırılması, emeklilik yaşının yükseltilip maaşların düşürülmesi, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin tasfiyesi, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılıp hukuki güvenceye alınması, iş güvenliğinin tasfiyesi, sendikaların tasfiyesi ya da tümüyle etkisiz hale getirilmesi, devlete ait işletmelerin özelleştirilmesi… Burjuva demokrasisi çerçevesinde iktidara gelen hükümetler artık Avrupalı egemenlere yetmiyor. Burjuva siyaset alanında bu gelişmelerin karşılığı, parlamenter işleyişin askıya alınması, olağanüstü rejimlere geçiş, Bonapartist ve faşizan eğilimlerin güçlenmesidir. Tüm bunları burjuva devletler arasında artan gerilimler, şiddetlenen emperyalist rekabet ve güçlenen militarist eğilimler tamamlıyor. Tüm bu adımların Türkiye’de önemli ölçüde atıldığını biliyoruz. Türk burjuvazisinin bu adımları kolayına atabilmesinin en önemli nedeni hiç kuşku yok ki, 12 Eylül faşizmiyle, devrimci hareketin ağır bir biçimde ezilmesi ve böylelikle işçi sınıfının sendikal hareketinin de kolaylıkla etkisiz hale getirilebilmiş olmasıdır. Bu adımları atmak isteyen Avrupa burjuvazisi de bugün aynı yolun eşiğindedir ve faşizan eğilimlerin artmasının temel nedeni de budur. Burjuva demokrasisi çerçevesinde iktidara gelen hükümetler artık Avrupalı egemenlere yetmiyor. Berlusconi’ninki gibi aşırı sağcı/faşist gruplarla işbirliği içerisindeki sağcı hükümetler bile burjuvazinin saldırı hırsını tatmin etmiyor. Burjuva siyaset alanında bu gelişmelerin karşılığı, parlamenter işleyişin askıya alınması, olağanüstü rejimlere geçiş, Bonapartist ve faşizan eğilimlerin güçlenmesidir. Tüm bunları burjuva devletler arasında artan gerilimler, şiddetlenen emperyalist rekabet ve güçlenen militarist eğilimler tamamlıyor. Avrupa için son elli yılın barış, demokrasi, özgürlük ve “refahı” bir nostaljiye dönüşmüştür. Avrupa işçi sınıfının önünde duran sosyalist devrim görevidir. _______________________ 1
2010 yılında 27 AB ülkesinden 23’ünde bu oran yüzde 3’ü aşmıştı.
2
Bu oran birkaçı hariç neredeyse tüm AB ülkelerinde saptanan yüzde 60 sınırının çok üstünde. Öyle ki, bu oran Yunanistan’da %190, İtalya’da %120 civarında.
3
Dünya günlük para ticaretinin büyüklüğü 4 trilyon dolar civarındadır. Bunun 1,5 trilyon doları doğrudan döviz alım satımından, kalanı ise türev işlemlerinden oluşuyor. Bu ticaretin yüzde 37’si İngiltere’de, yüzde 18’i ABD’de ve yüzde 6’sı Japonya’da gerçekleştiriliyor.
“Rus Baharı” mı? Utku Kızılok
R
usya’da 4 Aralıkta yapılan meclis (Duma) seçimlerini bir kez daha Vladimir Putin liderliğindeki Birleşik Rusya Partisi kazandı. Ne var ki bir önceki seçimde %64 oy olan Putin, bu seçimde oylarını ancak %50’ye yaklaştırabildi. Rusya Komünist Partisi ise, uzun bir süreden sonra oylarını yeniden arttırarak yaklaşık %20 ’ye çıkardı. KP’nin ana muhalefet partisi haline gelmesi, diğer küçük partilerin de oylarını artırmasıyla Putin’in partisi Duma’da güç kaybetti. 450 sandalyeli Duma’da 315 vekille temsil edilen Birleşik Rusya’nın vekil sayısı 238’düştü. Hiç kuşku yok ki, Putin’in %15 civarında oy kaybetmesi, KP’nin ve diğer partilerin oylarını yükseltmesi, yoksulluk sarmalından çıkamayan, küresel krizle birlikte bir darbe daha yiyen emekçi kitlelerdeki huzursuzluğun bir yansımasıdır. Seçimlerden sonra Moskova ve Petersburg’da on binlerce kişinin katıldığı gösteriler oldu. Seçimlere hile karıştırıldığını ve seçimlerin yenilenmesi gerektiğini söyleyen kitleler, Putin’i ve diktatörlüğü istemediklerini haykırdılar. Batı basını ise bu gösterileri abartarak sundu ve “Rus Baharı mı başlıyor?” sorusunu sordu. Eylemler bu minvalde haberleştirildi ve tartışma konusu yapıldı. Batılı burjuva medya, seçim sonuçlarına dönük protestoların bir “Rus Baharı”na dönüşmesini, yani Putin’in gitmesini arzuluyor. Peki, Batılı burjuva medya Rusya’daki seçimleri ve demokrasiyi çok mu önemsiyor? Bunun böyle olmadığını ve “Rus Baharı”ndan beklentilerin başka olduğunu biliyoruz. Emperyalist hegemonya mücadelesi kapsamında Batılı emperyalist güçler, seçimlere hile karıştırıldığını ve Rusya’da demokrasi olmadığını ileri sürerek Rusya’yı sıkıştırmaya çalışıyorlar. Nitekim Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gözlemcileri seçime hile karıştırıldığı hükmüne varırken, ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton seçimin “ne adil ne de hür olduğunu” dile getirdi. Bu açıklamaların bir riyakârlık olduğunu söylemeye hacet var mı? Bütün mesele şu ki, Batılı ya da Doğulu olsun emperyalist güçler, müttefik diktatörlük rejimlerini şirin gösterirken, rakiplerini, “demokrasi” ve “özgürlük” adına sıkıştırmaya çalışırlar. Putin diktatörlüğünü diline dolayan Clinton, ABD’nin Mübarek diktatörlüğünü yıllarca bağrına basması, Ortadoğu’nun en totaliter rejimlerinden olan Suudi Arabistan’ın en yakın müttefiki olması ve “Wall Street’i İşgal Et” eylemcilerine dönük vahşi polis saldırısı üzerine tek kelam etmiyor. Putin ise, protestoların ABD’nin işaretiyle gerçekleştirildiğini, Rus siyasetini yabancı ülkeler lehine etkilemek için çalışanlardan hesap sorulacağını söyleyerek muhalefete gözdağı veriyor. Burjuva çerçevede dahi demokratik hakların kullanılmasına izin vermeyen rejimler, baskı ve zorbalığı meşrulaştırmak amacıyla halk kitlelerinin tepkilerini kolayından “yabancıların” oyunu olarak damgalamaktalar. Batılı emperyalist güçlerin, Rusya’daki burjuva muhalif kesimleri desteklediği, bu kesimlere paralar akıttığı açıktır. Ancak bu durum, ne Putin rejiminin zorbalığını haklı kılar ne de kitlelerin demokratik hak ve özgürlük istemlerinin haklılığına halel getirir. SSCB’nin dağılmasından sonra, ilk kez bu denli kitlesel gösteriler yapılmaktadır ve açıktır ki bu gösteriler toplumdaki hoşnutsuzluğun bir yansımasıdır. Lakin söz konusu gösterilerin çapının ve sınıfsal niteliğinin, bu haliyle bir “Rus Baharı”na, yani Putin’in alaşağı edilmesine yol açmayacağını da belirtmek gerekiyor. Rusya’da 10 Aralıkta gerçekleşen ilk büyük gösteriye 50 bine yakın insan katılmış, sonraki gösterilerde bu sayı daha da büyümüştür. Son olarak 24 Aralıkta Moskova’da yapılan protestolarda ise yaklaşık 100 bine yakın gösterici
37
Ocak 2012 • sayı: 82
marksist tutum
OY YOK!
yer almıştır. SSCB’nin çökmesinden sonra ilk kez bu denli kitlesel gösterilerin olması anlamlıdır. Fakat Rusya gibi büyük bir ülkede 20 yıl boyunca bu düzeyde gösterilerin örgütlenememesi, aslında toplumun ne denli örgütsüzleştiğinin ve baskı altına alındığının çarpıcı bir ifadesidir. Şu an gösterilere katılanlar esas olarak burjuva ve küçükburjuva kimi muhalif kesimlerdir. İşçi sınıfı kesimlerinin büyük parçalar halinde ve örgütlü olarak bu eylemlere katıldığını söylemek şimdilik mümkün değildir. Ancak işsizlik, derinleşen yoksulluk, ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarından ötürü işçi sınıfı hoşnutsuzdur. SSCB’nin çökmesi sonrasında işçi sınıfı büyük bir yıkım yaşamıştır. Stalinist bürokratik diktatörlük altında inim inim inletilen işçi sınıfı, burjuva ideologların pembe hayaller çizdiği kapitalizm altında da iliklerine kadar sömürülmeye devam etmiştir. Kapitalizme geçiş sürecinde devlet mülkiyeti, burjuvalaşan bürokrasi tarafından tam anlamıyla yağmalanmış, ekonomi çökmüş ve işçi sınıfı Stalinist bürokrasinin sus payı olarak vermek zorunda kaldığı kimi haklarını da yitirmiştir. Kapitalizme geçişle birlikte ürünlerin fiyatları fahiş miktarlarda artmıştır. Devlet mülkiyeti kapsamındaki işyerleri el değiştirdiği ya da çalışamaz hale geldiği için işçi sınıfı kitleler halinde işsizliğin kucağına atılmıştır. Proletarya parasız eğitim, sağlık, ulaşım ve konut gibi haklarını yitirmekle kalmamış, bir de işsizlik, yükselen fiyatlar ama düşük tutulan ücretler karşısında alım gücünü kaybederek açlık ve derin bir yoksulluğa itilmiştir. Bunlara, altyapısı dökülen ve insan yaşamını tam bir çileye dönüştüren kentlerdeki çökme durumunu da eklemek gerekiyor. Son on yıl içinde Rus ekonomisinde ciddi bir büyüme olmasına rağmen, işçi sınıfının durumunda fazlaca bir değişiklik olmamıştır. Küresel ekonomik krizle birlikte işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları giderek ağırlaşmıştır. Tüm bunların bileşiminin bir sonucu olarak işçiler, kurtulmak istedikleri Stalinist bürokratik diktatörlüklerdeki yaşam koşullarını arar hale gelmişlerdir. Aslında bu durum, geçmişe dönmekten ziyade kapitalizme duyulan tepkinin bir dışa vurumudur. Nitekim çalışma ve yaşam koşullarından hoşnutsuz olan kitleler, bu hoşnutsuzluk-
38
larını KP’ye oy vererek ortaya koymuş bulunmaktalar. Özellikle sanayi bölgelerinden KP’ye mühim miktarda oy gitmesi, işçi sınıfının tepkisinin cisimleşmesinin bir ifadesidir. Ancak eski bürokratlardan biri olan Zuganov liderliğindeki KP’nin, komünistlikle ve Bolşeviklikle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Devletçi, milliyetçi ve bürokratik bir anlayışa sahip olan KP bir düzen partisidir. Elbette işçi kitleleri KP’yi işçiden yana zannederek ona oy vermekteler. Lakin bu bir yanılsamadır ve bu yanılsamaya karşı mücadele vermek gerçek Rus komünistlerinin görevidir. KP’ye verilen oylar, şüphesiz emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. Ancak hoşnutsuzluğun tek ifadesi bu değildir. Seçimlerin durumlarında değişime yol açmayacağını düşünen geniş emekçi kitlelerin umutsuzluğu, katılım oranının düşüklüğünde de kendini göstermiştir. Seçimlere katılım oranı çarpıcı bir şekilde düşerek %50’de kalmıştır (2007’deki seçimlerde bu oran %63 idi) ve Putin’in aldığı oylar aslında tüm seçmenlerin yarısını değil dörtte birini temsil etmektedir. Bu oran Putin’e yönelik beklentilerin önemli ölçüde azaldığını ortaya koymaktadır ki, bu da hoşnutsuzluğun bir başka göstergesidir. Bütün diktatörler gibi Putin’in de seçimlere hile karıştırdığı, bu sayede oylarının daha düşük görünmesini engellediği, meselâ %50 gibi psikolojik bir eşikte tutmak, içeride ve dışarıda konumunu güçlendirmek istediği muhakkaktır. Lakin muhalefetin ve Batılı emperyalist güçlerin ileri sürdüğü üzere, Putin’in oylarını büyük ölçüde hile yoluyla elde ettiği savı, Rusya’nın gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. 2004’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerini Putin %71 oyla kazanmıştı ve bu yüksek sonuç pek de şüpheyle karşılanmamıştı.1 Zira Putin’in geniş halk kitleleri nezdinde itibar gördüğü bir hakikatti ve bu siyasal alanda yansımasını da buluyordu. Meseleye daha bir netlik kazandırmak için bunun nedenlerini açalım. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle Rusya’da muazzam bir siyasi boşluk oluştu: Merkezi devlet otoritesi zayıfladı ve adeta işlemez hale geldi, merkezkaç kuvvetler güçlendi ve özerk cumhuriyetlerde (Çeçenistan gibi) ulusal isyanlar başladı. Siyasi otoritenin zayıflaması ve ekonominin durma noktasına gelmesiyle Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlığını ilan eden ülkeler, emperyalist-kapitalist güçlerin nüfuz mücadelesinin alanı haline geldi. İki kutuplu dünyada ABD ile birlikte uluslararası siyaseti belirleyen Rusya’yı, tabiri caizse artık kimse takmıyordu. Çivileri sökülen devletin burjuva temellerde örgütlenmesi, güçlendirilmesi ve kapitalist işleyişin oturtulması Rus egemenlerinin önündeki temel sorundu. SSCB’nin çökmesi olağanüstü koşullar yarattı ve söz konusu sorunları çözmekle yüz yüze kalan Rus egemenler, daha baştan Bonapartist bir rejim örgütlediler.2 Gelişmiş bir burjuvazinin olmadığı, bürokrasiden bozma burjuvazinin ise devlet mülkiyetini yağmalamakla meşgul olduğu bir ortamda, kapitalizm adına sorunları çözecek tek güç
sayı: 82 • Ocak 2012
olarak bürokrasi kalıyordu. Zira yalnızca bürokrasinin sürekliliği vardı. Bürokrasinin tepesinden gelen ve geniş yetkilerle donatılan Boris Yeltsin, her ne kadar sivil ve bağımsız bir imaj çizmeye çalışsa da, gerçekte, belirleyici tek siyasi güç olan bürokrasiye dayanmaktaydı. Ancak devleti kurtarma ve burjuva düzeni oturtma göreviyle karşı karşıya kalan Rus bürokrasisi ve Boris Yeltsin, bu görevinde kararsız davranışlar sergilemiştir. Emekçi kitleler baskı altında tutulurken, karmaşayı arttıran ve ulaştıkları ekonomik güç sayesinde kendi kişisel otoritelerini devletin yerine geçirme yönünde hareket eden türedi burjuva oligarklar denetim altına alınmamış, alınamamışlardır. Çürüyen bürokrasi tepeden tırnağa rüşvete batmış, devlete ait işyerlerinin içinin boşaltılmasına dâhil olarak ve merkezkaç güçlerle çıkar birliği yaparak merkezi otoriteyi bizzat sarsmıştır. Böylece Bonapartist rejim kendi içinden oyulurken, bürokrasiyi ve merkezkaç güçleri demir yumruğu altına alması gereken Boris Yeltsin, “sarhoş”luklarıyla gündeme gelmiş ve ancak bir Bonapart düşüğü olabilmiştir. Bu olağanüstü rejimin siyasi ve ekonomik istikrarı sağlayabilmesi için aradan on yıl geçmesi gerekti. 2000’lerin başında Boris Yeltsin’in halefi olarak devlet başkanı seçilen Putin, Bonapartist rejimin kurumsallaşmasında büyük bir rol oynadı. Rus gizli istihbaratından gelen Putin de bürokrasinin derin bir parçasıdır ve devlet aygıtının yapısını çok iyi bilmektedir. Putin oldukça otoriter bir kişiliğe sahiptir. Onun bu kişisel özelliği ve sert politik tutumu, devleti güçlendirmeyi ve kapitalist işleyişi yerleştirmeyi amaçlayan burjuva klikler tarafından da desteklenmiştir. Çeçenistan ve Dağıstan’daki ulusal mücadeleleri acımasızca kanla bastıran Putin, Rusya içindeki özerk cumhuriyetleri doğrudan merkezi otoritenin denetimine sokmayı başarmıştır. Bu süreçte, devlet başkanlığı yetkilerini daha da artırarak halk tarafından seçilen bölge valilerini kendine bağlamıştır. Merkezi otoriteyi güçlendiren ve bürokrasiyi büyük ölçüde denetimi altına alan Putin’in en önemli icraatlarından biri de, muazzam bir zenginliği elinde tutan oligark burjuvalara büyük darbeler indirmesi, ekonomik güçlerini kırması, kimi zaman bunlara ait işyerlerini devletleştirmesi ve hatta onları cezaevine atmasıdır. Basın ve muhalefet susturulmuş, toplum her yönden kurumsallaşan Bonapartist rejimin denetimi altına alınmıştır. 2000’li yıllar boyunca, özellikle petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki yükselişe bağlı olarak Rus ekonomisinin önemli bir büyüme kaydetmesi, Putin’in konumunu güçlendirdi ve politikalarını daha rahat bir şekilde hayata geçirmesinde kaldıraç oldu. Rusya şu anda da dünyada, petrol ihracatında birinci, doğalgaz ihracatında ise ikinci sıradadır. Rus ekonomisinin büyümesi ve güçlenmesi kapitalist işleyişin yerli yerine oturmasında önemli bir etken olmuştur. Merkezi devlet otoritesinin güçlenmesi, iç siyasette istikrarın sağlanması, ekonominin büyümesi, kapitalist piyasa işleyişinin oturması ve ordunun modernize edilmesi kendisini uluslararası siyasal alanda da hissettir-
marksist tutum
di ve Rusya emperyalist hegemonya mücadelesinde kutup başlarından biri olarak öne çıktı. Uluslararası siyasal alanda itibarsızlaşan Rusya, Putin’le birlikte yeniden itibar görmeye başlarken, büyük Rusya ülküsü canlandı ve milliyetçiliği yükselecek bir zemine kavuşmuş oldu. Bu tablo, ekonomik, siyasal ve sosyal karmaşadan bitap düşen, kendini maddi ve manevi açıdan değersiz hisseden örgütsüz emekçi sınıflar tarafından Putin’in neden desteklendiğini gözler önüne sermektedir. Bu tablonun önemli bir bileşeni de şudur: Putin, acımasızların karşısında yoksulun ve zayıfın yanında yer alan bir “kurtarıcı” ve bir “baba” rolü oynamaktadır. Bu bağlamda, 2009’un yazında yaşanan bir örnek çarpıcıdır: İşçilerin ücretlerini vermeyen bir patronu azarlayan, onu bencillikle suçlayan, hamamböceği benzetmesi yapan, ücretler ödenmediği takdirde fabrikanın devletleştirileceğini söyleyen Putin, işçilerin ücretlerinin verilmesini içeren bir sözleşmeyi patrona zorla imzalatmıştır. Üstelik bunu yaparken televizyon kanallarını da yanına almış ve şovunu naklen emekçi kitlelere duyurmaktan geri durmamıştır. Burjuva düzeni ihya ya da tahkim ederken, işçilerin ağzına bir parmak bal çalmak ne de olsa Bonapartlığın şanındandır. Putin, kelimenin gerçek anlamıyla bir Bonapart olarak yükselmiş ve tam da bundan ötürü Rusya’nın acımasız çarlarından Korkunç İvan’la özdeşleştirilmiştir. Rusya’da kurulan Bonapartist rejim, bürokratik diktatörlükten kapitalizme geçişte çivileri sökülen devleti burjuva temellerde örgütlemeyi, ekonomik ve siyasi karmaşaya son vermeyi başarmıştır. Bu rejim burjuva sistemin, geçen 20 yıl içinde gelişen burjuva ve küçük-burjuva sınıfın kökleşmesini de sağlamış bulunuyor. Nitekim burjuva muhalefetin sokağa inmesi, gösterilere katılan insanların sayısının artması, Putin’in reformlardan dem vurması bunun bir yansımasıdır. Günümüzde, Rusya işçi sınıfı örgütsüz olabilir ama bu umutsuz olmayı gerektirmez. Bir asra damgasını basan ve insanlığın ileriye doğru yürüyüşünde büyük bir meşale yakan 1917 Ekim Devrimini yapan işçilerin torunları, bir gün mutlaka yaralarını sarıp yeniden ayağa kalkacaklardır. Kapitalizmin gidişatı ve uluslararası düzeyde yükselen sınıf mücadelesi o günlerin o kadar da uzak olmadığını muştuluyor. İşte o zaman burjuvaların “Rus Baharı” değil, işçi sınıfının uluslararası devrim baharı başlayacaktır: Aynı 1917 Ekimindeki gibi! _____________________ 1
2000’den 2008’e kadar devlet başkanlığı yapan Putin, Rus anayasasında bir kişinin iki defa üst üste devlet başkanlığı yapamayacağı hükmü olduğu için, üçüncü kez aday olmadı ve bir plan çerçevesinde yerini başbakan Medvedev’e bıraktı ve kendisi de başbakan oldu. 2012’de Putin yeniden devlet başkanlığına aday olacak.
2
Bonapartizm konusunda bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay. Ayrıca Rusya’daki Bonapartist süreç hakkında bkz: Serhat Koldaş, Yeltsin’den Putin’e Rus Bonapartizmi, MT, no 53
39
Hoş geldin 7 Milyarıncı Bebek, Yaşama Sırası Sende! Selim Fuat
S
araybosna’da 12 Ekim 1999 günü doğan ve sembolik olarak, yaşayan 6 milyarıncı insan ilan edilen Adnan Neviç 12. doğum gününü daha yeni kutlamışken, Birleşmiş Milletler örgütünün Nüfus Birimi bir açıklamada bulundu. Bu açıklamaya göre 31 Ekimden bu yana yeryüzü üzerinde nefes alıp veren insan sayısı 7 milyarı aştı. Neolitik çağda 10 milyon civarında olduğu tahmin edilen dünya nüfusu, 10 bin yılda 500 milyona yükselmiş, son 350 yılda ise 500 milyondan 7 milyara ulaşmıştı. Birleşmiş Milletler’in nüfus biriminin yaptığı çalışmalara göre, artış bu hızla devam ederse dünya nüfusunun 2030 yılında 10 milyara, 2070 yılında da 20 milyara ulaşması bekleniyor. 17. yüzyıl ortalarına kadar son derece yavaş artan dünya nüfusunun kısa aralıklarla bu denli yükselmesi, bir yandan insanı şaşırtırken diğer yandan da bu hızlı yükselişin temelinde kapitalizmin üretici güçleri muazzam düzeylerde geliştirmesinin olduğunu göstermektedir. Beklenebileceği gibi insan nüfusunun 7 milyara ulaşması haberi burjuva medyanın genelinde yer aldı ve nüfustaki bu artışın dünyayı felâkete sürüklediği yolundaki yorumlar son derece yaygın bir şekilde görülür oldu. Dünya nüfusundaki bu artışın, gıda güvenliği, su ve diğer doğal kaynakların sürdürülebilirliği açısından büyük tehdit oluşturacağı söylendi. Bu gidişle şehirlerde hayatın artık yaşanmaz hale geleceğinden, içecek temiz su bulunmayacağından, çevrenin büyük bir yıkıma uğrayacağından dem vuruldu. Bu yaklaşımlar esasen Yeni Malthusçuluk denen ve insan nüfusunun insanlık ve doğa için bir tehdit oluşturduğunu iddia eden gerici görüşler temelinde ifade ediliyor. Bu görüşleri savunanlara göre doğal kaynaklar kısıtlı olduğundan, dünya eninde sonunda üzerindeki nüfusu besle-
40
yemez hale gelecek ve nüfustaki artışın önüne geçilmezse bu durum nihayetinde büyük bir yıkıma yol açacak. Ne var ki bu görüşler aslında hiç de yeni değil ve Marx ve Engels tarafından uzun zaman önce eleştirilip geçersizleştirilmiş düşünceler. Ancak, kendi yarattıkları sorunların kaynağını işçilerin ve diğer yoksulların bilinçsizce üremesi olarak göstermek ikiyüzlü burjuvazinin her zaman işine geliyor. Her dönemde kendi müşterisini fazlasıyla bulmuş olan bu yalan halen itibar görmeye devam ediyor. Bu yüzden Malthus’u ve onun görüşlerini çürüten bilimsel sosyalizmin iki büyük ustasının görüşlerini hatırlamakta fayda var.
Malthusçu düşüncelere karşı Marksist tutum Malthus 18. yüzyılın sonlarında yaşamış bir İngiliz papazdır. Ancak ilgi alanı ilahiyatla sınırlı değildir. Aynı zamanda klasik iktisat ekolünün fikirlerini de taşıyan Thomas Robert Malthus, 1798’de yazdığı “Toplumun Gelecek Gelişmesine Etkileri Yönünden Nüfus İlkeleri Üstüne Deneme” adlı eserinde; toplumdaki açlık ve yoksulluğun, insan ve hayvanların nüfusunun geometrik dizi kuralına uygun şekilde artması karşısında, besinlerin ancak aritmetik dizi kuralına uygun olarak arttırılabilmesinden kaynaklandığını savunur. Yani nüfus (2, 4, 8, 16, 32, 64) biçiminde artarken, besinler (1, 2, 3, 4, 5, 6) biçiminde artar; örneğin 2 birim sayıda insan varken besin miktarı 1 birim ise insan sayısı 64 birime çıktığında besin miktarı sadece 6 birim olacaktır. Malthus’a göre bu durum beslenme olanakları (geçim araçları) ile nüfus arasındaki dengeyi bozar. Bu yüzden de sefaletin nedenlerini ekonomik ve sosyal düzende aramak doğru değildir! İki yüzyıldan fazla süredir bu görüşler burjuvalar ta-
sayı: 82 • Ocak 2012
rafından yoksulluğun, kıtlığın ve çevresel felâketlerin sebebini izah etmede kullanılıyor. Malthus’un bu fikrinin siyasetteki karşılığı da burjuvalar açısından kıymetlidir. Çünkü Malthus, geliştirdiği nüfus öğretisi ile, toplumun gelecekte daha iyi duruma gelmesinin eşitsizliği azaltan herhangi bir süreç yoluyla olamayacağını, yaptığı hesaplamalarla kanıtladığını ileri sürmüştür. Bu yüzden Malthus, piyasanın yoksullar üstünde yaptığı acımasız etkiyi hafifletecek önlemlere açık biçimde karşı çıkar. Malthus’a göre, açlık ve yoksulluğa çare bulmaya uğraşmak yanlıştır. Açlığa çözüm bulmak, nüfusun daha da artmasına yol açacağından açlıkla mücadele edilmemelidir. Yoksullara yapılacak yardımlar, onların ahlâki düşkünlükleri nedeniyle nüfusun daha hızlı artmasına neden olacağı için bu yardımların kaldırılması gereklidir. Malthus’un görüşlerinin bilimsel dayanaktan yoksunluğunu gösteren temel olgu, geçim araçlarının artışının aritmetik dizi kuralına göre gerçekleştiği düşüncesinin bir efsane olmasıdır. İnsanın müdahale etmediği soyut bir durumu varsayarsak bitki ve hayvan toplulukları için bu kurala yakın kimi durumlarla karşılaşılabilir elbette. Ancak üretim faaliyetini gerçekleştirebilen insan evladı için neden böyle bir kısıtlılık söz konusu olsun ki? Zaten yüzyıllar içerisinde bu durum defalarca kanıtlandığı, örneğin besin üretiminde muazzam gelişmeler olabildiği için yeni Malthusçular, Malthus’un “kısa dönemde” yanıldığını kabul etmek zorunda kalıyorlar. Ama uzun dönemde haklı çıkacağını, eninde sonunda dünyanın aşırı nüfusu besleyemeyeceğini ileri sürerek görüşlerini savunmayı deniyorlar. Engels Malthus’un görüşlerinin işçi sınıfı için ne anlam ifade ettiğini şu sözlerle açıklar: “Bu öğretinin yaratıcısı Malthus, nüfusun geçim araçları üzerinde sürekli bir baskı yarattığını öne sürmekte, üretim arttıkça nüfusun da aynı oranda arttığını ve nüfusun varolan geçim araçlarının ötesinde çoğalma eğiliminin, yoksulluğun ve tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemektedir. Çünkü insanların sayısı pek çok olunca, bunların şu ya da bu yolla ortadan kaldırılmaları gerekir: Ya bunlar şiddet yoluyla öldürülmelidirler, ya da açlıktan ölmelidirler... Bu düşünce çizgisinin vardığı sonuç, bu fazlayı oluşturanlar yalnızca yoksullar olduğuna göre, açlıktan ölmelerini kolaylaştırmak, bu durumun çaresiz olduğuna ve bir tüm olarak sınıfları için çoğalmanın mutlak bir asgaride tutulmasından başka bir kurtuluş yolu olmadığına inandırmak dışında, onlar için yapacak başka bir şey yoktur. Ya da eğer bu işe yaramayacak olursa, her işçi sınıfı ailesinin iki-üç çocuğa sahip olmasına izin verilen ve fazlasının acı çektirmeden öldürülmelerinin sağlanması yolundaki ‘Marcus’un önerisi gibi, yoksul çocuklarını acı çektirmeden öldürecek bir devlet kurumunun kurulması her zaman iyidir. Yardımseverlik büyük bir suçtur, çünkü bu, fazla nüfusun çoğalmasına yol açar.”1 Marx da, Malthus’a dayanarak nüfus planlaması çağrısı yapan burjuvazinin ikiyüzlülüğünü anlatır: “Burjuvazi, işçinin varlığını bir asgariye indirgedikten
marksist tutum
sonra, onun üreme sayısını da bir asgariye indirgemek ister. Ama burjuvazinin sözlerinde ve öğütlerinde, fazla bir ciddiyet olmadığı şundan bellidir: Birincisi: Modern sanayi, erginlerin yerine çocukları çalıştırmakla, çocuk dünyaya getirenlere gerçek bir prim uygulamış oluyor. İkincisi: Büyük sanayi, fazla-üretim anları için, işi olmayan işçilerden kurulu bir yedek orduya sürekli olarak gereksinme duyar. Burjuvazinin, işçilere karşı, başlıca amacı, genel olarak emek-metasını mümkün olduğu kadar ucuza ele geçirmek değil midir? Bu da, ancak, bu metanın arzı, talebine oranla mümkün olduğu kadar fazla olursa, yani olabildiği kadar fazla nüfus varsa elde edilmez mi? Demek ki, fazla nüfus burjuvazinin çıkarınadır ve burjuvazi, işçilere, yerine getirmesinin olanak dışı olduğunu bildiği iyi bir öğüt verir. Sermaye, ancak işçileri çalıştırarak çoğalabildiğine göre, sermayenin çoğalması, proletaryada bir artışı içerir ve görmüş olduğumuz gibi, sermaye ile emek arasındaki ilişkilerin niteliğine uygun olarak, proletarya, göreli olarak, daha da hızlı bir biçimde çoğalmaktadır. “Bununla birlikte, yukarda anılan, doğal yasa demekten pek hoşlandıkları teori, yani nüfusun geçim araçlarından daha çabuk artması teorisi, burjuvazinin vicdanını rahatlatması, onun katı yürekliliğini ahlâki bir görev haline getirmesi, toplumsal sonuçları doğal sonuçlar haline dönüştürmesi ve son olarak da, proletaryanın açlıktan kırılmasını diğer doğa olayları karşısındaki aynı serinkanlılığıyla, küçük parmağını bile oynatmadan seyretme fırsatını burjuvaziye sağlaması ölçüsünde burjuvazi tarafından, son derece olumlu karşılanmıştır; öte yandan, bu teori, burjuvanın, proletaryanın yoksulluğunu sanki onun kendi kabahati imiş gibi kabul edip cezalandırmasına olanak verir. Proletarya, aklını kullanarak, doğal içgüdüsünü frenlemekle ve ahlâki denetimiyle, doğal yasanın kötü gelişmesini önleyebilir.”2 Engels Malthus’u istihdam araçları kavramının yerine geçim araçları kavramını geçirmekle suçlar. Oysa istihdam araçları geçim araçları değildir. Kapitalist üretimin gelişmesi daha az sayıda işçiyle aynı işin yapılmasını sağladığı için aynı miktarda iş için istihdam edilen işçi sayısı giderek düşer. Bu yüzden nüfusun baskısı esasen istihdam araçlarının üzerindedir, geçim araçlarının değil. Çünkü üretici güçlerdeki en küçük bir ilerleme bile geçim araçlarının derhal artmasına yol açar. Zaten Malthus’un hesabı, gıda ve tarımsal üretimdeki üretici güçlerin olağanüstü gelişimi sayesinde, üretim kapasitesinde geometrik artışların da ötesinde hızlı büyümenin yaşanmasıyla boşa çıkmıştır. Bugün üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, yeryüzündeki insan sayısından çok daha fazlasının yeterli ölçülerde geçim aracına sahip olabilmesini sağlayabilecek düzeydedir ama kapitalist ilişkiler bunun gerçekleşmesine izin vermemektedir. Kapitalist üretimin sınırlarını insanların gerçek ihtiyaç düzeyleri, yani Engels’in deyimiyle “aç karınlar” değil, satın alıp para ödeyebilecekler belirlediği için, burjuva toplum daha fazla üretmek istemiyor. Ya da rekabet yüzünden
41
Ocak 2012 • sayı: 82
marksist tutum
“satılabilecekten” daha fazla ürettiğinde de bunları ihtiyacı olan “aç karınlara” ulaştırmıyor. Örneğin her gün 1 milyara yakın insan yatağına aç girmek durumunda kalırken, satılamayan sütler boş arazilere dökülebiliyor. “Fazla nüfus” böylelikle sefalete, yoksulluğa, ölüme terk ediliyor. Sonra da Malthusçulardan bunun onların kaderi olduğu sözlerini duyuyoruz. Engels, ayrıca, Malthus görüşlerinde haklı olsa bile bundan kapitalizmin yıkılması gereğinden başka bir sonuç çıkmayacağını söyler: “Bu teori ve bir bütün olarak iktisat sayesinde dikkatimiz, yeryüzünün, insanlığın üretici gücüne çekilmiştir ve bu ekonomik umutsuzluğun üstesinden geldikten sonra, aşırı nüfus korkusundan artık tamamen kurtulduk. Bu teoriden toplumsal bir dönüşüm için en güçlü ekonomik savlar çıkarıyoruz. Üstelik Malthus, tamamen haklı olmuş olsa bile, bu dönüşüme derhal girişilmesi gerekiyordu; çünkü Malthus’un aşırı nüfusa karşı en kolay ve etkili önlem olarak öne sürdüğü, üreme içgüdüsünün ahlâkın dizginlenmesi, ancak böyle bir dönüşüm ve bu dönüşümün kitlelere getirdiği eğitim ile sağlanabilir. Bu teori sayesinde, biz, insanın en ağır bir biçimde aşağılanmasını, onun rekabete olan bağımlılığını görmüş olduk. Bu, bize, özel mülkiyetin, son tahlilde, üretilişi ve yok edilişi de yalnızca talebe bağlı olan insanı nasıl bir meta haline getirdiğini, rekabet sisteminin bu yoldan milyonlarca insanı nasıl katlettiğini ve halen de katletmeye devam ettiğini gösterdi. Bütün bu gördüklerimiz ve bütün bunlar, bizi, özel mülkiyeti, rekabeti ve çıkar karşıtlığını ortadan kaldırarak insanın aşağılanmasına son vermeye itiyor.”3
Nüfus kapitalizmde “sorun”dur Sınıfların ortadan kalktığı bir toplumsal düzende, insan özgür bir üretici konumuna yükselecek, üretim araçlarının gelişmişlik düzeyiyle özgür insanın zekâsı ve yeteneği birleştiğinde ise insana ve doğaya yabancı olmayan bir üretim muazzam boyutlarda gerçekleşecektir. Geçim araçlarının yeterli düzeylerde sağlanabilmesi üretici güçlerin bugünkü kapasitesi ile bile mümkündür. Ama çok daha ötesinde üretim yapabilmek de mümkündür. Bunun önündeki tek engel kapitalist üretim ilişkileridir. Nüfus “sorunu” da tüm diğer “sorunlar” gibi kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önüne dikilmesinin sonucudur. Yoksa tükettiğinden çok daha fazla üretebilme kapasitesine sahip tek canlı olan insanın dünya üzerindeki sayısı neden bir sorun olsun? Kendi gereksinmesinden çok daha fazlasını üretebilen emekçiye, toplumun onun gereksindiği her şeyi seve seve verebilmesi de gerekir. Ancak bu akla uygun durum kapitalizm için yerine getirilmesi mümkün olmayan bir taleptir. Biz Marksistler ise bu durumu kapitalizmde birbiriyle çelişki içerisinde bulunan fazla nüfus ile fazla zenginliği kaynaştırarak ortadan kaldırabileceğimizi biliyoruz. Dünya onunla uyum içerisinde gerçekleşecek bir üre-
42
tim faaliyetiyle bugünkünden çok daha fazla bir insan nüfusuna ev sahipliği yapabilecek zenginliğe sahiptir. Yine de her şeye rağmen, nüfus artışının insan ve doğa açısından tehdit yaratacak boyutlara ulaşmasının teorik olarak mümkün olduğunu kabul edelim. Bu durumda, çok açıktır ki, komünist toplumun üretimi dünya ölçeğinde planlayan gelişkin ve bilinçli insanı, nüfusu da planlayacak önlemleri kolayca alacaktır. Komünist düzende yaşayacak özgür üretici insanlar, bu planlamanın hangi koşullarda, hangi araçlarla ve hangi biçimlerde gerçekleştirileceğine en sağlıklı biçimde karar vereceklerdir. İşçi sınıfının komünist ozanı Nazım Hikmet çok bilinen bir şiirinde, hoş geldin bebek yaşama sırası sende senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma ince hastalık yürek enfarktı kanser filan işsizlik açlık filan tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını kuraklık falan karasevda ayyaşlık filan polis copu hapisane kapısı falan senin yolunu gözlüyor atom bombası falan hoş geldin bebek yaşama sırası sende senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan diyor ve kapitalist toplumda doğan her işçi çocuğu için karşılaşılacak güçlükleri, zorlukları anlattığı kadar, bunları alt etmenin tek gerçek yolunu da gösteriyordu. Umutsuz biçimde yok olan küçük-burjuvazinin ve geleceğinden umutsuz burjuvazinin dünyaya bakışında karamsarlıklar olmasını ve onların moralsizliklerini anlayabiliriz. Ancak büyüyen, örgütlendikçe güçlenen ve yeni toplumu kurabilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfı için karamsar olmayı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Kara çiçek, polis copu, atom bombası işçilere ne ile dövüşmeleri gerektiğini hatırlatıyor sadece. Yeni doğan her işçi çocuğuna bu bilinçle hoş geldin demeli, onun yolunu gözleyen sosyalizmin mücadelesine katılması için işçi sınıfı bilinciyle onu yetiştirmeliyiz. Dünyanın nüfusunun artması bizim sorunumuz değildir. Bizim sorunumuz kapitalizmin milyarlarca işçiye reva gördükleridir. Bizim sorunumuz kapitalist üretim tarzının doğada yarattığı büyük tahribattır. Biz geleceğin toplumunu milyarlarca işçi ile birlikte daha özgür milyarlarca insanı yetiştirmek için hep beraber kuracağız. _______________________ 1
Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi”, 1844 Elyazmaları içinde, Sol Yay., 1. baskı, s.423
2
Marx ve Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yay., 1. baskı, s.130
3
Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi”, age, s.427
Okurlarımızdan
Mücadelemiz Sömürü Düzeni Son Bulana Dek Sürecek G
ece uyandım, dışarısı karanlıktı. İki katlı ranzanın alt katındaydım. Koğuşun ışıkları her zamanki gibi açıktı. Saatim üç kırkı gösteriyordu. Benim saatim on dakika ileriydi. Yıllar önce işe geç kalmamak için saatimi on dakika ileri almıştım. Yani saat üç buçuktu. Yedi buçuk ay önce tutuklandığımda da düzeltmemiştim saati. Saatin takvimi 19 Aralık gününü gösteriyordu. Uyuyan arkadaşlarımı uyandırmamak için sessizce yataktan kalkıp lavaboya gittim. Üst ve alt kapılardaki iki nöbetçi dışında herkes uyuyordu. Üst yatakhane kapısındaki nöbetçi demir kapının dibine oturmuş, kulağı maltada, kitap okuyordu. Aşağı yemekhane kapısındaki nöbetçinin ise kulağı kapıda, gözü televizyondaydı. Sesi iyice kısık olan televizyondaki altyazıyı işaret ederek, kısık sesi ve Karadenizli şivesiyle “he, he cephanelik var” dedi. Ben de sesi kısık televizyona yaklaşıp altyazıyı okudum. Sürekli geçilen altyazı şöyleydi: “Devlet cezaevlerini denetleyemiyor, teröristlerin elinde ağır makineli silahlar, toplar var.” Nöbetçi ile göz göze geldiğimizde ikimiz de aklımızdan geçenleri sessizce söylemeye başladık: “Bir de bizde silah yok diyorsunuz. Peki, bu ne? Bundan daha tehlikeli silah var mı? Virüs bu virüs!” Bunlar cezaevi müdürünün sözleriydi. Bir gün önce cezaevi müdürü ve yardımcıları, yüzden fazla gardiyanla bir baskınla koğuş araması yapmışlardı. Gardiyanların hepsinin elinde kalın demirler vardı. Her zaman olduğu gibi, bizi havalandırmaya çıkardılar, koğuş ve yemekhaneyi aradılar. Sonra üzerimizi ve demir çubuklarla her santimine vurarak havalandırmayı aradılar. Arama sırasında biz tutsaklardan da iki kişi yatakhanede, iki kişi yemekhanede onların yanında oluyordu. O gün ben de arama sırasında yatakhanede olan iki kişiden biriydim. Yatakları, battaniyeleri, yastıkları, elbiseleri, her şeyi didik didik aradılar. Cezaevi müdürü sarı renkteki bezi görünce “bu ne, buraya nasıl girdi?” diye sordu. Biz de “o, cezaevinin verdiği çarşaf” dedik. Müdür, “biz sarı, kırmızı ve yeşil renkleri ne veriyoruz, ne de içeri sokuyoruz. Size
bunu dışarıdan getirmişler” dedi. “Yo çarşaf maviydi, soğan kabuğuyla kaynattık sarı oldu” dedik. Deliye dönen müdür gardiyanlara emirler yağdırmaya başladı. Gardiyanlar kitapları sayfa sayfa arıyordu. Müdür kitapları iyice süzdükten sonra, Karl Marx’ın Kapital kitabının ilk cildini eline alıp önce tartar gibi yaptı, sağına soluna baktı. Sonra bize doğru dönerek “bir de utanmadan bizde silah yok diyorsunuz. Peki, bu ne? Bundan daha tehlikeli silah var mı?” diye elinde tuttuğu kalın kitabı gösterdi. İşte bana ve nöbetçi arkadaşa sabahın üç buçuğunda aynı şeyi düşündürten şey, cezaevi müdürünün bu sözleriydi. 4-6 nöbetçileri zamanından önce kalkmış, nöbeti devralmak için gelmişlerdi. Gecenin sessizliğinde maltada, dışarıdaki rüzgârın uğultusu duyuluyordu. Saat dörde doğru yatağıma döndüm. Soğuğun ardından sıcak yatakta uykuya dalmışım. Aradan sadece bir saat geçmişti. Nöbetçinin “saldırı var” çığlıklarıyla yataktan fırladık. Herkes uyanmıştı. Koğuşun sürgülü kapısı sonuna kadar açıktı. Malta, silahlı askerler ve eli sopalı gardiyanlarla doluydu. Hepsinin yüzünde gaz maskeleri vardı. Alt kapıya koştum. Muhtemel bir saldırıya karşı yaptığımız hazırlıklarda benim görev yerim yemekhane kapısıydı. Yemekhane nöbetçisi baygındı. İki arkadaş onu yukarıya taşıyordu. Diğer arkadaşlar, plastik masa ve sandalyelerle barikat kurmaya çalışıyorlardı. Maltada bir toz bulutu vardı. O sıra maltadan koğuşa doğru bir kez daha kömür tozuna benzer bir şey attılar. Hepimiz öksürmeye başladık. Atılanın ne olduğunu bilmiyorduk ama sanki etimiz bıçakla kesiliyor, kesilen yerlere de sanki buzlu tuz basılıyordu. Devlet, biz siyasi tutsakların elinde “ağır silahlar, toplar ve tanklar” olduğu yalanına toplumu inandırmak için her yolu deniyordu. Oysa bizim elimizde patates soyacak bıçak bile yoktu. Çatal-kaşık saplarını bıçak diye kullanıyorduk. Bunları da her aramada elimizden alıyorlardı. İşin gerçeği, bedenlerimizden başka barikat edecek bir silahımız yoktu. Bedenlerimizi siper ederek “devrimci irade teslim alınamaz” diye haykırıyorduk. Cezaevi müdürleri, albay, vali, kaymakam cezaevinin çatısına sıra sıra dizilmişlerdi. Vali, iyi papaz rolünü oynuyordu. “Bakın burası eski püskü bir cezaevi. Yeni yapılan cezaevleri tertemiz. Kutu gibi yerler. Vallahi ben oralara cezaevi diyemiyorum” diye bizi direnmekten vazgeçirmeye çalışıyordu. Müdür, valinin elinden aldığı megafondan “hepiniz öleceksiniz” diye kin kusuyordu. Albay askerlere emirler yağdırıyor, onları sıraya girmeye zorluyordu. Silahların namlularını bize doğrultmaları ve ateş emrine hazır olmaları talimatını veriyordu. Bize “elinizi kaldırın teslim olun, yoksa hepiniz öleceksi-
43
Okurlarımızdan niz” diye tehditler savuruyordu. Biz de hep bir ağızdan “ölümden öte köy yok, kanımızı akıtsanız da teslim olmayacağız” diye haykırıyorduk. 26 Aralığa kadar dünyayla bağımız tamamen kopartıldı. Elektrik olmadığı için televizyon izleyemedik. Günlerce gazete verilmedi. Avukat görüşüne çıkarılmadık. Ailelerimizle zaten beş aydır görüşemiyorduk. 26 Aralık akşamı, 6 arkadaşımızın ismi okundu. Biz hâlâ yatakhane bölümünden aşağı yemekhaneye inemiyor, havalandırmaya çıkamıyorduk. İsimlerin neden okunduğunu sorduğumuzda, gardiyanlar, “Rahşan affı çıktı. Bu yasa yardım-yataklık suçundan yatanlara vuruyor” dediler. Bizi inandırmak için elektrikleri açtılar. Televizyonu açtığımızda “Rahşan affı çıktı. Şunları kapsıyor, bunları kapsamıyor” haberleri geçiyordu. Tahliyesi gelen arkadaşlar buruk bir sevinç yaşadılar. Biz onları dışarı uğurlarken, “mücadele sizi bekliyor, haydi kolay gelsin” demiştik. 2001 Şubatında da biz mahkemeye çıkarıldık. Mahkeme “tutuksuz yargılamak üzere” tahliyemize karar verdi. Buruk bir sevinç yaşayarak vedalaştık geride kalan arkadaşlarla. Koğuştan çıkarken, arkadaşlardan biri “benim için yapacaklarını unutma” diye arkamdan seslendi. Şimdi, 19 Aralık katliamının üzerinden 11 yıl geçmiş olsa da, o günlerde yaşadıklarımız benim için çok taze. Neredeyse her ayrıntısı hafızamda ve bu ayrıntılar ömrümün sonuna kadar silinmeyecek. Tahliyemizden birkaç gün önce birlikte volta attığımız müebbetlik bir arkadaş, “bizi soranlara, mücadelemiz sömürü düzeni
son bulana dek sürecek de” diye tembihlemişti. 67 sene cezası olan diğer bir kavga arkadaşının ricasını da hatırlıyorum. “Dışarı çıktığında, fırından buğusu tüten sıcak bir ekmek, bir paket üçgen peynir, büyük bir bardak da çay al. Vapurla karşıya geç. Vapurun kıç tarafında otur, ye. Martılara ekmek atarken ‘Bekle Bizi İstanbul’ şiirini okumayı da ihmal etme benim için” demişti. Aradan 11 sene geçti. Bazen sıcak bir ekmeğin kokusu, bazen ayağımı bastığım toprak, seyrettiğim bir deniz manzarası, kokladığım bir çiçek bana o günleri ve birlikte kaldığım arkadaşlarımı hatırlatıyor. Onların kimisi hâlâ “içeride”, kimisi “dışarıda”, kimisi de artık aramızda değil. Ama uğruna savaştıkları ve bedel ödedikleri insanlığın kurtuluş mücadelesi devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında kitleler başka bir dünyanın mümkün olduğu gerçeğinin farkına varıyor. Tıpkı dostlarımın düşlediği gibi. Tıpkı beraber kurduğumuz düşler gibi. Mücadele dostlarımın benden istediklerini yaptım. Çiçek ektim. Vapura bindim. Martılara ekmek attım. Şiirler okudum. Geriye gerçekleştirilememiş tek bir istekleri kaldı. Tek bir isteğimiz… Katliamlarıyla, barbarlığıyla, cezaevleriyle ve tüm pislikleriyle kapitalizmin yok edilmesi ve yerine sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması. Mücadelemiz sömürü düzeni son bulana dek sürecek. Böyle bir dünyayı kendi ellerimizle yaratacağız. Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
Siz Buna Cezaevi mi Diyorsunuz?
E
rgenekon davası kapsamında tutuklu bulunan askerlerden 66’sı Hasdal cezaevinden Hadımköy’e nakledildi. Daha önce 1. Zırhlı Tugay Komutanlığı olarak kullanılan kışla, cezaevine dönüştürüldü. Bu restorasyon için tam tamına 1 milyon TL harcanmış. Cezaevinin özelliklerini duyunca, cezaevi değil de lüks bir dinlenme tesisi olduğunu düşünebilirsiniz. Bunu düşünmeniz de çok normal. Çünkü hiçbir fark bulamazsınız. Bakın lüks cezaevinde ya da “tatil beldesinde” neler var? 18 subay, 16 astsubay ve 20 uzman çavuş misafirhanesi olmak üzere toplam 54 oda bulunuyor. Her odada yatak ve oturma alanları, banyo-tuvalet, LCD televizyon, mini bar, buzdolabı ve klima var. Ayrıca açık ve kapalı spor alanları, tenis kortları, golf sahası, kapalı yüzme havuzu, revir, kapalı kondisyon salonu, sauna, şok havuzu ile jakuzi de bulunuyor. Bitti mi? Bitmedi. “Paşalarımızın” canları sıkılmasın diye bilardo, briç, bezik gibi oyun ve eğlence imkânlarıyla birlikte, her türlü içki ve meşrubatın servis edildiği gazino ve stresten uzak kalmak için mesire ve yürüyüş için ye-
44
şil alanlar da unutulmamış. Tutuklu generallere verilen yemeklerde de yok yok… Yemeklerin yanında ayrıca özel soslar vs. de veriliyor. Bunları duyduğumda devrimci tutsakların hangi şartlar altında hücrelere tıkıldığını ve oralarda hayatlarına nasıl devam ettiklerini düşündüm. Ergenekon sanıkları cezaevi diye lüks içinde yaşarken, tek istekleri, insanların özgür, eşit ve sömürüsüz yaşadığı bir dünya olan devrimci tutsaklar, bugün F tiplerinde 11 metrekarelik odalarda tutuluyor, fiziki ve psikolojik işkencelere maruz kalıyor. Cezaevlerinden yansıyan bu iki farklı görüntü, aslında bu dünyanın küçük bir örneği gibi. Generaller burjuvazinin bir parçasıdırlar. İşçiler açlık sefalet içinde yaşarken, patronlar zevk-i sefa sürüyorlar. Hem de bizlerin sırtlarından kazandıklarıyla. Artık bu asalakları sırtımızdan atma vakti gelmiştir. Güzel bir dünya için mücadele eden tüm devrimci tutsakların özgür kalması için mücadele edelim. Tüm devrimci tutsaklar derhal serbest bırakılsın! Tuzla’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan Erdoğan’dan Esad’a “Demokrasi ve Özgürlük” Dersi O
rtadoğu’daki sınıf kardeşlerinin ördüğü isyan zincirine bir halka daha ekleyerek aylardır mücadele eden Suriyeli emekçileri, Baas rejimi katlederek durdurmaya çalışıyor. Ancak yükselen mücadele Beşar Esad’ı köşeye sıkıştırmış durumda. Suriyeli diktatörün baskının dozunu artırarak saldırması ve eylemleri kanla bastırma girişimleri karşısında Türk devleti de, diğer emperyalist güçler de, Beşar Esad’a istifa etmesi çağrısında bulunuyorlar. Zorba diktatörün geri çekilmeyeceğini ve ölene kadar savaşacağını söylemesi üzerine Tayyip Erdoğan eski dostu olan Esad’a tepkisini şu şekilde ifade etti: “Kendi halkına karşı ölene kadar savaşmak kahramanlık değil korkaklıktır. Kendi halkına karşı ölene kadar savaşan birini görmek istiyorsan, Nazi Almanyasına bak, Hitler’e bak, Mussolini’ye bak, Romanya’nın Çavuşesku’suna bak. Eğer bunlardan ders almıyorsan kendi halkına karşı silah doğrultan ve 32 gün önce hiçbirimizin arzu etmediği şekilde aynen senin kullandığın ifadeleri kullanan ve öldürülen Libya liderine bak, daha fazla kan dökmeden artık o koltuktan çekil.” Beşar Esad’a “demokrasi ve özgürlük” dersi veren Erdoğan, konu Kürtler olunca kendi halkına karşı savaşmanın en zorba yöntemlerini uygulamaktan kaçınmıyor. İnkâr ve imha yöntemiyle baskı altında tutulmak istenen Kürtler terörist ilan ediliyor. Türk devleti onlara karşı otuz yıldır tanklarla, toplarla, ölümcül silahlarla donanmış savaş uçaklarıyla saldırıyor. Buna rağmen Erdoğan, şimdi isyancı kitleleri aynı söylemle katleden Esad’ı canilikle suçlamakta, yapılanları kabul edilemez ilan etmektedir. Suriye’deki halk isyanını kanla bastırmaya çalışan Beşar Esad’ın anti-demokratik uygulamalara başvurmasını Nazi Almanya’sına benzeten ve sonunun Libya lideri Kaddafi gibi olacağı uyarısında bulunan Erdoğan’ın amacı elbette Suriye halkının demokrasi ve özgürlüğe kavuşması değildir. Halkların gerçekten özgürlüğünü istemek ne Erdoğan’ın ne de diğer emperyalist haydutların isteği olabilir. İnsanlığın özgürlük mücadelesi yolunda atılacak en büyük adım, isyan eden kitlelerin mücadelelerini kendi ülkelerinde kuracakları işçi iktidarıyla taçlandırmaları ve bu iktidarların dünya devrimine ilerlemesi olacaktır. Yaşasın dünya devrimi! Beylikdüzü’nden bir metal işçisi
Çikolata Yemenin Tadı
H
er gün televizyonlarda onlarca çikolata reklâmı yayınlanır. “Hayatın Tadı”, “Sınırsız enerji”, “Gençleştirir, güzelleştirir, mutluluk verir” gibi sloganlarla çikolatanın marifetleri anlatılır. Bu propagandaya maruz kalan bir insanın çikolata tüketmemesi neredeyse imkânsız hale getirilir. Gerçekten de güzeldir çikolata, insanın ağzını tatlandırır. Güzellik ve mutluluk vermesi ise, malını satmaktan ve kâr elde etmekten başka bir şey bilmeyen çikolata tekellerinin kandırmacası. Kapitalistler için çikolata sektörü oldukça kârlı bir sektör ve 90 milyar dolar gibi bir pazara sahip. Ama kimse bu çikolataların nasıl ve kim tarafından üretildiğinden bahsetmiyor. Mutluluktan bahseden televizyon reklâmları, çikolata üreten 800 bin çocuk işçiden söz etmiyor. Dünyanın en büyük kakao üreticisi Fildişi Sahilleri’nde, kakaonun yüzde 90’ı çocuk işçiler tarafından üretiliyor. BBC haberine göre, çikolata tekellerinden Nestle ve diğer birçoğu, çikolata üretiminde çocukların çalıştırılmasının önüne geçileceğine dair söz vermiş ancak geçen sürede hiçbir adım atılmamış. Çocuklar sadece ucuz işgücü olarak kullanılmakla kalmıyor, aynı zamanda köle olarak satılıyor. Zaten kapitalist tekellerden çocuk işçi çalıştırmamaları beklenecek bir durum da değil. Onların bu kadar kâr elde etmelerinin bir nedeni de çocukların ucuz işgücü. Çocukların ölmesi, hastalanması, köle olarak satılması umurlarında değil.
Bu örnekler kapitalizmin nasıl da çürüdüğünü açıkça ortaya koymuyor mu? Nasıl da iğrenç bir tezgâh işliyor! Bir taraftan en ağır koşullarda çalışan çocuklar ve onların sırtından kazanılan paralar, diğer taraftan çikolata tekellerinin “çocuklar sütle büyüsün, çikolata yesin, mutlu olsun” reklâmları. Patronlar ve onların yalan makinesi medya ne kadar yalan üretirse üretsin gerçekler eninde sonunda ortaya çıkıyor. İşçiler kapitalizmin yalanlarına karşı örgütlendiklerinde, patronlara karşı mücadele ettiklerinde, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya umudunu her geçen gün daha yakın kılıyorlar. Bugün bütün dünyada işçi sınıfı patronların yarattığı ekonomik krizin bedelini ödememek için örgütlenmekte ve mücadele bayrağını yükseltmektedir. İşçiler örgütlendikçe ve mücadele ettikçe kapitalizmin pisliklerinden, bencilliğinden arınmakta, arındıkça mutlu olmaktadır. İşçi sınıfı bu sömürü düzenine yıkıcı darbesini vurduğunda, gülücükler içinde ellerinde çikolata ile koşuşan çocuklar ve yetişkinler olarak çikolata yemenin tadı ve hazzı bir başka olacak.
Esenyurt’tan bir işçi
45
Okurlarımızdan Büyüyen Türkiye mi, Patronların Sömürüsü mü? P
atronlar işçi sınıfının kanını emerek, sömürüyü katmerleştirerek, semirdikçe semiriyorlar. Sermayelerinin büyümesini sanki herkes zenginleşmiş gibi yutturmaya çalışıyorlar. Bu konuda sürekli istatistikler açıklanıyor, Türkiye’nin dünyanın 16. büyük ekonomisi olduğu, dolar milyarderi sayısının 38’e çıktığı ve gurur duymamız gerektiği söyleniyor. Ama gerçekler öyle demiyor. Açlık sınırının, yani dört kişilik bir ailenin mutfak masrafının 900 lira, yoksulluk sınırının 3000 lira olduğu bir ülkede asgari ücret 659 lira ise nasıl bir büyümedir söz konusu olan? Yine istatistiklerden gidersek, büyüyen tek şeyin patronların sömürüsü olduğu görmüş oluruz. İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odasının “1000 Büyük Sanayi Firması ve Türkiye Ekonomisinin Gerçekleri” adlı araştırmasına göre, Türkiye’nin ilk 1000 büyük sanayi firması, 2010 yılında, çalıştırdıkları kişi başına 12 bin 178 lira kâr etti. 1998 yılında bu miktar 577 lira imiş. Yani devasa bir artış söz konusu. Üstelik de geçen sürede 500 bin kişi işten atılmış. İşte gurur tablosu! Neredeyse beş içinin işini bir işçiye yaptırarak, milyonlarca insanı kapsayan bir işsizler ordusu yaratarak, en ağır iş koşullarında biz işçileri çalıştırarak semiren 1000 büyük patron. Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi de esnek çalıştırma, taşeronlaştırma, kölelik büroları, bölgesel asgari ücret, deneme sürelerinin uzatılması ve kıdem tazminatının tırpanlanması gibi saldırı başlıkları olan bir paketi yasalaştırmak istiyorlar. Yani sömürü daha da katmerleşecek, Türkiye dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olacak ve bizden yine gurur duymamız istenecek. Örneğin Amerika’da sokaklarda yaşayan 40 milyon evsiz var. Sokaklarda yaşayan bu Amerikalıların, ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisi, en güçlü ülkesi olmasından gurur duyması kadar abes bir şey olabilir mi? İşte bu abesliktir bizlere yutturulmaya çalışılan. Aslında büyük oranda da başarılı
Türkiye Keyif Sürüyor! P
atronlar sınıfı tarafından dünyanın en çok takip edilen dergilerinden biri olan Amerikan Time dergisi Kasım sayısında Erdoğan’ı kapak yaptı. Dergide, Erdoğan’ın İslamcı kökenli olduğu, ayrıca laik, demokratik olduğu ve ülkesini bölgesel bir güç haline getirdiği söylenmiş. Arap coğrafyasındaki rolünden de bahsedilen Erdoğan’ın, buralardaki ülkelerde en çok hayranlık duyulan kişi olduğu da yazılmış. Ama benim en çok dikkatimi çeken bölümler şunlar oldu: “Erdoğan, Türkiye’nin uluslararası saygınlığını çok fazla arttırdı, her şeye gücü yeten askeri dizginledi, kişi başı geliri üçe katlayan ve girişimcilerin önünü açan ekonomi politikalarını takip etti ve birçok yönden Batı yanlısı konumunu korudu. Demokratik ve ekonomik açıdan yükselen ve uluslararası arenada hayranlık duyulan bir ülke olarak Türkiye, yıllardır altında yaşadıkları otoriter yönetim ve
46
olunuyor. Örgütsüzlük koşullarında işçi sınıfının gözü milliyetçilikle kör edildiği için, var olan temel çelişki de görülemez oluyor. Bizleri açlığa, yoksulluğa mahkûm eden patronlar ortada dururken, bizler ya yanımızdaki işçi kardeşimizi düşman olarak görüyoruz ya da başka ülkedeki işçi kardeşlerimizi.
İşçileri gururlandıracak şey örgütlenmektir, hakkını söküp almasını bilmektir. Biz işçiler için gurur tablosu oluşturacak şey, patronları dize getiren grev, direniş ve eylemlerin sayısının, sendikal ve siyasal örgütlülüğün gücünün artmasıdır. Grev yasağını delerek o yasağı patronların başına geçiren Kavel işçilerini, 15-16 Haziran 1970’de patronları korkudan İstanbul’u terk etmek zorunda bıraktıran işçileri duydukça, bir taraftan gururlanıyoruz diğer taraftan cesaretle kavgamıza sarılıyoruz. Sınıf tarihimizin bize verdiği cesaretle kavgamıza sahip çıkalım, patronların daha fazla bizleri sömürmesine izin vermeyelim, örgütlü gücümüzü ve mücadelemizi büyütelim. Kıraç’tan bir işçi
yoksulluktan sıyrılmakta olan insanlar açısından dayanılmaz cazibeye sahip.” Yazıda, Türkiye’nin Ortadoğu’da siyasi bir keyif sürdürdüğüne de değinilmiş. Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada yükselen bir güç olduğu gerçek. Fakat bunun nasıl olduğuna hiç değinilmemiş. Arap ülkelerindeki diktatörlere akıl vermekten geri durmayan Erdoğan ve Türkiye burjuvazisi, işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkı üzerindeki baskıları tırmandırıyor. Birbiri ardına açıklanan ekonomi paketleri kimlere yarıyor? İşçi ve emekçilerin çalışma saatlerinin arttığına, ücretlerinin düştüğüne, çalışma koşullarının giderek daha da kötüleştiğine bakılırsa artan kişi başı gelirler biz işçileri değil, yalnızca patronları kapsıyor. Çünkü Türkiye’nin keyfini sürdüğü söylenen ekonomik güç bizlerden çalınanlarla oluyor. O yüzden de eğer ortada keyif sürülen bir şeyler varsa, biz işçiler bunlardan hep mahrum kalmaktayız. “Türkiye büyüyor” söylemlerine kanıp işçilerin de haklarının büyüdüğünü zannetmeyelim, haklarımız için örgütlenelim! Kaynaşlı’dan bir Marksist Tutum okuru
Okurlarımızdan S
Bedelli Askerlik Kimler İçin Çıkarıldı?
on günlerde bedelli askerlik gündemdeydi. “Devlet büyüklerimiz” bu yasanın geçmesi için çok çaba harcadılar ve nihayet geçirdiler meclisten. 29 yaş ve üstü kişiler otuz bin lira verip askerliği yapmış sayılacak. Otuz bin “liracık” veremeyen işçiler de kuzu kuzu askerliğin yolunu tutacak. İşçilerin büyük bölümü asgari ücrete ya da biraz üstüne çalışıyor. Karnını zor doyuruyor, bu parayı vermesi imkânsız zaten. Bu yasa çıkarken işçiler için çıkarılmadı. Yasayla devlet yine zenginlere bir güzellik yaptı. Patronların yani ensesi kalın olanların çocukları için çıkardı. Şimdi fakir fukara insanların çocukları dururken zengin züppeleri mi gidip askerlik yapsın? Kuru ağaca selam versin? Bakar mısınız adalete, bu nasıl adalet? Çevremdeki işçi arkadaşlarıma soruyorum bedelli askerlik hakkında ne düşünüyorsunuz diye. Verilen cevapların hepsi şöyle: “Çok saçma bir yasa. Ben param yok diye askere gideceğim, hatta bok yoluna gideceğim. Madem öyle askere gittiğimizde de bize otuz bin
S
lira versinler, askerlik yapmamızın bedeli de bu olsun.” Bedelli askerliğin parasını işçiler veremez. Alınan ücret ortada, işçi emekçi insanları bu durumdan uzak tutmamak için bankalar bedelli askerlik kredisi vermek üzere işlemlere başladılar. İnşaat sektöründe de kampanya başlatma planları yapılıyor: Bedelli askerlik parasını yani otuz bin lirayı biz ödeyelim, size yüz elli bin liraya ev verelim, ev sahibi olun! Ne kadar düşünceli insanlar var değil mi dostlar? Devlet bu yasayı çıkarırken önce kendi çıkarını epeyce düşündü, sonra da işçilerin önüne sürdü. Resmen tuzak, bu tuzağa düşen bir işçinin borcu ne zamana biter kim bilir. İşçi kardeşlerim, bu düzende kim güçlüyse onun borusu öter. Bugün patronlar sınıfı egemen olduğu için devlet de patronların çıkarlarına göre yasalar çıkarıyor. Eğer işçi sınıfı olarak örgütlenip bu köhnemiş düzeni yıkarsak, o zaman bizim kendi yasalarımız da bizim çıkarlarımızı güdecek. Beylikdüzü’nden bir kadın işçi
Hani Bu Vatanı Çok Seviyordunuz?
on zamanlarda bedelli askerliğin gündeme gelmesiyle birlikte ister istemez bu soruyu soruyoruz. On yıllardır gençlerimiz daha hayatlarının baharında askerlikte yaşamını yitiriyor. Kimisi asker törenleriyle karşılandı, kimisi güya eğitim zayiatı oldu, kimisi denek olarak kullanıldı, kimisi de tüm bu yaşananlara akıl erdiremediği için psikolojik bunalıma sürüklendi. Omuzlarda “en büyük bizim asker” nidalarıyla askere gönderilenler, kışlalara teslim olur olmaz tekmelerin tokatların hedefi oldu, hem de hiç olmadık yere. Özellikle yıllardır süren kirli savaşın olduğu bölgelerde bir anda adam öldüren, insanlara kurşun sıkan bir katile dönen işçi çocukları büyük travmalar yaşadı yıllarca. Anaların yüreğine ateş düşerken toplumun bağrında derin yaralar açıldı, teselli olarak elde kalan ise “vatan sağ olsun” oldu. Kadıköy’de oturan ve faturalarını ödeyemedikleri için elektrikleri kesilen “şehit” ailesine sormak gerekir, vatan ne demek diye? Ya da 20 yaşında oğlunu yitiren analara. Dolsun kasaları ağaların, artsın sayısı milyarderlerin, topraklar peşkeş çekilsin para babalarına, evlerimiz başımıza yıkılıp gökdelenler dikilsin yerine, denizler ormanlar kiralansın, her şeye vergi gelsin, çalışma saatleri artıp ceplerimiz boşaltılsın, hakkını arayanlar suçlu olsun, farklı kimlikler reddedilsin, ama vatan sağolsun! Bedelliyle birlikte bir kez daha görmüş olduk ki, Türkiye’nin kaymağını yerken vatanlarını “çok seven” kapitalistler ve onların uşakları, iş acısını çekmeye gelince yoksul çocuklarını öne sürmekteler. Bugün bedelli askerliğin kimin için çıkartıldığı açıkça ortadadır. 30 bin lira bir işçi çocuğu için çok iyi paradır ve zaten 30 yaşına kadar askere gitmeyenlerin sa-
yısı son derece azdır. Zengin çocukları ise hem askere zaten çok geç gidiyorlar, hem de bedelli ile bundan da kurtulmuşlardır. 30 bin lira bir iş adamı için çok komik bir paradır. Onlar işçilerden gasp ettikleri bu parayı bedel olarak verirken, biz işçi-emekçi çocuklarının kaderine yine savaşlar ve ölümler düşmektedir. Bu uygulama tam bir çifte standart ve zengini kayırma uygulamasıdır. Fabrikalarda kanımızı emenler, cepheye de işçi çocuklarını sürmektedir. Burjuvazinin vatanı paradır. İşçilerin vatanı ise tüm dünyadır. Yeter ki aramızdaki çitleri kaldıralım, tüm bu haksızlıklara karşı işçilerin uluslararası mücadele birliğini pekiştirelim. İşte o zaman esas bedeli burjuvaziye işçiler ödetecektir! Sefaköy’den bir işçi
47
Okurlarımızdan Emekçiler Söz Konusu Olunca “Devlet Baba” Zorba Kesiliyor! 17
Ağustos depremiyle binlerce ev yıkılmıştı. Hasar alan ama yıkılmayan evlerin boşaltılması, orada yaşayan insanların güvenli konutlara yerleştirilmesi gerekiyordu. Onun yerine depremzedeler kaderine terk edildi. Aradan 12 sene geçip de yeni depremler ve yeni can kayıpları olunca devletin aklına bir fikir geldi: Depremi yaşayan Sakaryalıları hasarlı evlerinden çıkarabilmek için elektriklerini ve sularını kesmek! 1300 binanın elektriği ve suyu kesilince depremzedeler mecbur kalıp evlerinden çıkacaklardı. Sonra nereye mi gidecekler? Devlet bu sorunla ilgilenmiyor! Binlerce Sakaryalı ise çaresizlik ve öfke içinde sorunlarına çözüm bekliyor. Deprem kuşağında olduğumuzu bilen devlet, depremden önce zaten hiçbir önlem almamıştı. Bu yüzden 60 binden fazla insan ölmüş, bir o kadarı da yaralanmıştı. Bugünden geriye bakınca, devlet depremde ölmeyip sağ kalanlar için ne yaptı peki? Depremde yıkılan binaları yapan inşaat şirketlerini ve müteahhitleri cezalandırdı mı? Depremzedelere sağlam ve yaşanabilir konutlar sağladı mı? Bir daha ölümler yaşanmasın diye önlem aldı mı? Almadı, aslında devletin bunların hiçbirini yapmaya vakti olmadı! Çünkü devlet 12 yıldır deprem vergisi toplamakla çok meşguldü. Başka işleri de vardı. Otomobil ve akaryakıt şirketleri mutlu olsun diye uğraşıyor, duble yollar yapıyordu. Bir de depremde yıkılmayan hasarlı evlerin elektriğini suyunu kesmekle meşguldü. Her şeyi de devletten beklemek doğru olmaz değil mi? Hangi bir işe yetişsin! Devletin 12 senedir topladığı deprem vergileriyle duble yol yapması da babalığındanmış! “Evin babası nasıl evin ihtiyaçlarına karar verip gelirini buna
Ölüyoruz Ama Neden? O
henüz 24 yaşındaydı. Gencecik taptaze bir işçiydi. 30 Kasım gecesi, kaldığı hastanede can verdi. Anılarımda onun nasırlı elleri var. Mala tutmaktan, tuğla taşımaktan nasır tutmuştu elleri. Küçük yaşta çalışmaya başlamıştı elleri. Ölüm haberi ilk geldiğinde “Volkan’ı deprem öldürdü” dediler. Önce inanamadım. Çocukken tarlalarda beraber koşturduğum, beraber hayvan otlatmaya gittiğim kuzenim nasıl ölebilirdi. Son görüşmemde, yapmayı planladığı bir sürü hayali vardı. Parasızlıktan ara verdiği okulunu bitirecekti, evlenecekti ve daha neler neler… Tıpkı birçok işçi gibi o da birçok şeyi sadece hayal etmişti. Şimdi düşünüyorum Volkan ve daha niceleri gerçekten depremden mi öldüler, yoksa yine egemenlerin kâr hırsına mı kurban oldular? Bu soruyu biz işçiler kendimize sormalıyız. Çünkü her “doğal” felâkette nedense sadece biz işçiler ölüyoruz. Yani depremler,
48
göre harcarsa, devlet de öyle yapar.” Bunlar devletin Bakanının sözleri! Devlet bizim babamızmış! “Babamız” düşünmüş taşınmış, asıl ihtiyacımızın depremde ölmemek için sağlam evler değil de duble yol olduğuna karar vermiş. Böyle baba olmaz olsun!
Bu kadar maskaralık yeter! On binlerce insanı göçük altında bırak, ölmeyip sağ kalanlar için parmağını bile kıpırdatma, sonra da ölmediklerine kızar gibi onları cezalandır. 80 yaşında insanları, okul çağında çocukları bile karakışın ortasında soğukta ve karanlıkta bırak. İşte devletin gerçek yüzü bu! Bizden toplanan vergilerin kanımızı emen, canımızı alan patronlara peşkeş çekildiği yeter! Çektiğimiz eziyet, ödediğimiz bedeller yeter artık! Depremin ve devletin enkazı altında kalmaktansa, insan gibi, hak ettiğimiz gibi yaşamak için elimizi taşın altına koyup mücadele etmeyi öğrenmeliyiz. Kartal’dan bir işçi
seller hep bizim canımızı alıyor. Peki, neden biz ölüyoruz da patronlar sınıfından kimsenin evi yıkılmıyor, onlardan birileri ölmüyor? Bu rastlantı olamaz, değil mi? Çünkü bizlerin evleri az ve kötü malzemeyle yapılırken, onlar kendi evlerini en iyi malzemeyle yaptırıyorlar. Hayatı üreten bizim ellerimizken, ellerimizi onların uzun yaşaması için kullanıyoruz. Zaten sistemi onlar kurduğu için onların yaşamasına olanak sağlıyor. Böylesi bir sistemde, böylesi yaşamak değil. Biz ölürken, bizden beslenen asalakların refah içinde yaşaması kabul edilir bir şey değil. Ben depremi en acı haliyle yaşamış Vanlı bir işçiyim. Ama biliyorum ki bu kadar canı alan deprem değil kapitalist sistemdir. Patronların kâr hırsı yüzünden ölüyoruz. Bu sistem var oldukça ölmeye de devam edeceğiz. Artık kabuklarımızdan çıkalım ve bu bize yapılanların hesabını soralım. Bunu da ancak örgütlenerek başarabiliriz. Bahçelievler’den bir sağlık işçisi