Sermaye Topyekûn Saldırıyor! Birleşik Mücadeleye! Şubat 2012
• AKP: içeride savaş, dışarıda savaş • AKP’nin Kürt politikası
83
• Sosyalizm asıl şimdi /2 • Kapitalizm çıkmazda /1 • Arap halklarının isyanından dersler • Sınırların yarattığı tutsaklık ve “kaçakçılık”
AKP: İçeride Savaş, Dışarıda Savaş İlkay Meriç
AKP hükümeti artan bir ivmeyle hayata geçirdiği saldırgan politikalarla, içeride ve dışarıda giderek bir savaş hükümetine dönüşüyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun bir parçası olarak Libya’da gecikerek üstlendiği rolü Suriye’ye yönelik tehditlerle devam ettiren, Irak’ta mevcut hükümetin altını oymaya çalıştığı için son günlerde başbakan Maliki tarafından açıkça uyarılan ve Irak’taki Şii ağırlıklı iktidar üzerinden aslında İran’a da mesaj veren AKP hükümeti, Kürt sorununda izlediği savaşçı politikayı da pekiştiriyor.
A
KP hükümeti artan bir ivmeyle hayata geçirdiği saldırgan politikalarla, içeride ve dışarıda giderek bir savaş hükümetine dönüşüyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun bir parçası olarak Libya’da gecikerek üstlendiği rolü Suriye’ye yönelik tehditlerle devam ettiren, Irak’ta mevcut hükümetin altını oymaya çalıştığı için son günlerde başbakan Maliki tarafından açıkça uyarılan ve Irak’taki Şii ağırlıklı iktidar üzerinden aslında İran’a da mesaj veren AKP hükümeti, Kürt sorununda izlediği savaşçı politikayı da pekiştiriyor. Aralıksız sürdürülen askeri operasyonlarda Genelkurmay’ın açıklamasına göre son altı ayda 490 PKK militanı katledilirken, Kürtlere, sosyalistlere, demokrat aydınlara yönelik polis operasyonları da hız kesmeden devam ettiriliyor. En kapsamlısı “KCK operasyonu” adı altında yürütülen bu saldırı dalgasında son bir yılda binlerce Kürt cezaevlerine atılmıştır. BDP parti binalarından belediyelere, KESK genel merkezinden gazete ve derneklere kadar pek çok kuruma düzenlenen polis baskınları sonucunda, sadece son bir buçuk ayda 500’ü aşkın gözaltı ve 400’ü aşkın tutuklama gerçekleştirilmiştir.1 Erdoğan bu saldırı dalgasını, “ülkemizde illegaliteye asla yer olmayacak, biz her şeyi yerin üstünde görmek istiyoruz” diyerek savunurken, bir taraftan da emrindeki polis ve yargıya yerin üstündeki muhalif başları ezme em-
rini vermektedir. Bir zamanlar Tansu Çiller hükümetinin, Genelkurmay’la işbirliği halinde, Kürt işadamlarına yönelik hazırlayıp hayata geçirdiği ölüm listelerinin yerini şimdi AKP hükümetinin hazırladığı “KCK” listeleri almıştır. BDP il ve ilçe yöneticilerini safdışı bırakarak Kürt hareketinin tabanıyla tepesi arasındaki aktarma kayışlarını koparmak ve böylece kitle seferberliğinin önünü kesmek isteyen AKP hükümeti, izlediği bu politikayla legal siyasetin sınırlarını her geçen gün biraz daha daraltmakta ve Kürtlere eğer “devlet Kürdü” olmayı kabul etmiyorlarsa ya dağa çıkma ya da kimliğini inkâr etme dışında bir seçenek bırakmamaktadır. Burjuva ideologların “güvenlik devleti” kodlamasıyla yumuşatmaya çalıştıkları bu savaşçı politika Uludere’de tam bir katliamla sonuçlanmıştır. Çoğu çocuk yaşlardaki 34 Kürt köylü, TC’nin savaş uçaklarıyla bir saate yakın bir süre boyunca aralıksız bombalanarak katledilmiştir. Üstelik aradan haftalar geçmesine rağmen ne Genelkurmay ne de hükümet bu katliamın sorumlularının ortaya çıkarılması ve cezalandırılması yönünde bir adım atmıştır. Esad’a “halkına zulmeden liderin meşruiyeti yoktur” diyerek yüklenen, Şimon Peres’e “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye diklenen, İsrail’in Mavi Marmara baskınında öldürdüğü Türkler için özür dilememesini diplomatik sorun haline getiren Erdoğan ve AKP hükümeti, katledilen
1
marksist tutum
Şubat 2012 • sayı: 83
dirmeye başlamışlardır. Bu arada, hükümete verdiği destekle öne çıkan fakat son dönemlerde hükümete eleştiri dozunu yükselten Mehmet Altan’ın Star gazetesinden atılması, iktidarın müttefik liberaller karşısında bile ne kadar tahammülsüzleştiğinin çarpıcı bir göstergesidir.
Burjuva yargının seçici “örgüt körlüğü”
Kürtlerin ailelerinden lütfedip bir özür bile dilememiştir. Aksine, hükümet, “operasyon kazası” olarak yansıttığı bu vahşete tümüyle geleneksel devlet refleksiyle yaklaşmış, zapturapt altına aldığı burjuva medyanın da katkılarıyla olayı örtbas etmeye girişmiştir. 12 Eylül soruşturmasının Evren ve Şahinkaya’nın müebbet hapsinin istendiği bir davaya dönüştürülmesi, İlker Başbuğ’un tutuklanması ve Yaşar Büyükanıt’a yönelik inceleme başlatılmasının tam da bu gündemin üstüne gelmesi hiç de tesadüf değildir. Özellikle şimdiye dek desteğini aldığı liberal kesimler tarafından eleştiri bombardımanına tutulduğu ve uluslararası arenada ciddi bir imaj kaybına uğradığı her olaydan sonra makyaj kabilinden bu tür hamlelerde bulunması, AKP hükümeti için klasik bir taktiğe dönüşmüştür. Ergenekon davasının çeşitli aşamalarından da alışkın olduğumuz üzere, AKP, şimdiye dek bu tür durumlarda gündemi hızlı bir şekilde değiştirerek, liberallerin de büyük desteğiyle, mağduru, demokratı oynayacak bir tiyatro sahnesi kurmayı ve devletin kirli geçmişiyle hesaplaşıldığı izlenimini yaratarak imaj tazelemeyi başarmıştı. Ancak Uludere katliamının önemli bir dönemeç noktası olduğu inkâr edilemez. Bu katliam ve sonrasında takınılan tutumlar, uzun bir süre boyunca AKP’nin gerçek yüzünün gizlenmesine büyük katkılar sağlayan liberalleri bile zıvanadan çıkarmıştır. Bu olaydan sonra liberaller, AKP’nin geleneksel politikalara uyum sağlayarak devlet partisi haline dönüşmekte olduğunu çok daha sert ifadelerle dillen-
2
AKP hükümetinin Uludere katliamında sergilediği devletçi refleksleri Denktaş’ın ölümünde de tekrarlamasına fena halde içerleyen liberaller için en büyük şok kuşkusuz ki Hrant Dink davası oldu. Beş yıldır süren bu davada savcının “cinayeti Ergenekon örgütünün Trabzon şubesi işledi” yolundaki mütalaası aslında davanın ulaşabileceği azami sınırı oluşturuyordu ve böyle bir karar çıkması halinde suç Ergenekon denilen yapıyla sınırlanıp asıl örgüt yani devlet aklanmış olacaktı. Ancak mahkeme heyeti bu kadarını bile fazla buldu ve devletin “iyi çocuklar”ını koruyarak katliamda hiçbir örgüt izine rastlamadı! Kürtlerden sosyalistlere, öğrencilerden akademisyenlere, belediye başkanlarından gazetecilere binlerce kişiyi gözünü kırpmadan terör örgütü üyeliğiyle suçlayan “bağımsız yargı”, telefon konuşmalarıyla, itiraflarla, bilumum belgeyle organize bir cinayet olduğu sabit olan Hrant Dink suikastında “örgüt” bulamama körlüğüne yakalandı. Ogün Samast ve Yasin Hayal haricindeki 17 kişiyi tüm dünyanın gözünün içine baka baka beraat ettiren “yüce mahkeme”, katledilmesinin beşinci yıldönümüne denk getirilen son duruşmada, Hrant’ın “milliyetçi hassasiyetleri yüksek” iki genç tarafından münferiden öldürüldüğüne hükmetti. Emniyeti, MİT’i ve jandarmasıyla bu suikasttaki rolü açıkça belli olan burjuva devlet, böylelikle Ogün Samast’ın yakalandığı günden bu yana bir arpa boyu yol almamakta direnen “adil yargı”sı aracılığıyla da asıl katilleri aklayıp bütün suçu iki tetikçiye yükledi. Bu arada Erhan Tuncel gibi sıradan bir polis muhbiri bile feda edilmeyip beraat ettirilerek, bu davanın en tepedeki sorumlulara dek tüm suçluların cezalandırılmasıyla sonuçlanmasını isteyen milyonlarca insanla açıktan dalga geçildi. Beş yıllık dava süreci ve sonucunda alınan karar, Hrant Dink’i katleden aygıtın liberallerin iddia ettikleri gibi devlete sızmış illegal bir yapı değil burjuva devletin ta kendisi olduğunu, AKP’nin de bu devletin koruyucusu, kollayıcısı ve suç ortağı olduğunu bir kez daha ispat etmiştir. 19 Ocak 2007’de gerçekleştirilen suikastı izleyen süreçte emniyet müdürlerini, MİT görevlilerini ve Jandarma komutanlarını cezalandırmak yerine terfi ettiren AKP hükümeti, hakikati örtbas etme ve asıl katilleri aklama operasyonunda devletin asli güçleriyle sıkı bir ittifak halinde olmuştur. Rakel Dink, eşinin katledilmesinin ardından ona sahip çıkarak Agos gazetesinin önüne akan kalabalıklara, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diye sesleniyordu. AKP hükümeti, kendisine yönelik tehditleri etkisiz hale getirmek için
sayı: 83 • Şubat 2012 Beş yıllık dava süreci ve sonucunda alınan karar, Hrant Dink’i katleden aygıtın liberallerin iddia ettikleri gibi devlete sızmış illegal bir yapı değil burjuva devletin ta kendisi olduğunu, AKP’nin de bu devletin koruyucusu, kollayıcısı ve suç ortağı olduğunu bir kez daha ispat etmiştir.
uzun bir süre boyunca bu karanlığı sorgulayacakmış gibi pozlar kesti. Bu bağlamda Hrant Dink cinayeti de devletten bağımsızlaştırılıp “Ergenekon terör örgütü” adı verilen bir “çete”nin hükümeti yıpratmak için organize ettiği bir eylem olarak gösterildi ve tüm dava süreci boyunca AKP tarafından demokratlık taslama aracı olarak kullanıldı. Bu algının yaratılmasında hükümete destek veren liberallerin payı da oldukça büyük oldu. Ne var ki, AKP, Hrant Dink davası da dahil olmak üzere bu tip kritik konularda attığı tüm adımlarda, kendisine yönelik bir tehdit görmediği müddetçe devletin koruyucusu olduğunu fazlasıyla kanıtladı. Hrant Dink davası aynı zamanda, burjuva devlet aygıtının kirli işlerinin açığa çıkartılıp karanlıkların aydınlatılması işinin o devletin dişlisi olan burjuva hükümetler tarafından yerine getirilmesini ummanın hamhayal olduğunu da bir kez daha göstermiştir.
“Partnerler” arası sürtüşme Son sürece dikkatlice bakıldığında, Kemalist statükocu bürokrasinin gücünü ve etkisini kıran, böylece güçler dengesini değiştirerek rahatlayan AKP’nin, liberal yol arkadaşlarına da artık eskisi gibi ihtiyaç duymadığı görülmektedir. Emperyalist Ortadoğu politikalarını büyük oranda ABD’yle eşgüdümlü bir şekilde sürdüren, Kürt sorununda devletin geleneksel çizgisine geri dönen, neo-liberal ekonomik-sosyal politikaları tam gaz hayata geçiren AKP, daha önce ters düştüğü burjuva kesimlerle arasını belirgin şekilde düzeltmiştir. AKP karşıtı burjuva medyanın
marksist tutum
çok büyük bir kesimi de iktidarın gücüyle terbiye edilerek hizaya sokulmuştur. Ancak AKP’nin iktidarın merkezine oturmasıyla birlikte bu kez değişik İslamcı çevrelerle arasında ikbal kavgası baş göstermiştir. Bu noktada Fethullah Gülen cemaati ile sürtüşmeler özellikle öne çıkıyor. AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana başta polis olmak üzere devlet aygıtı içinde önemli bir kadrolaşma düzeyine ulaşan ve iktidardan daha fazla pay isteyen Gülencilerle AKP arasında belirgin bir itişme yaşandığı görülüyor. Bu kesimin sözcülerinden Emre Uslu, yaşanan sürtüşmeyi açıkça dile getirenler arasındadır: “AKP hükümeti gittikçe tabanıyla çelişen ve kendi etrafına doluşmuş yalakalardan oluşan bir kesimden başka kimseyi dinlemiyor. Bilgi ve liyakatin yerini yalakalığın, hakkaniyetin yerini kayırmacılığın, vefanın yerini nankörlüğün aldığı bir yönetim anlayışından umutlu olmak için saf olmak gerekiyor. Dahası, AKP iktidarında hemen her adım artık 2014 planlarına göre atılmaya başlandı. Parti içindeki üç ekip kendi adamlarının başbakan olması için kıyasıya çalışma yapıyor. Dolayısıyla artık Tayyip Erdoğan’ın AKP’si için ‘topal ördek’ demek yanlış olmaz. Bu durumda AKP’den reformcu ajandayı bir kenara bırakın ülkenin normal gidişatına müdahale etmesini beklemek bile iyimserlik olur.” Uslu, AKP’nin partner değiştirme sürecine girdiğini söyleyip bundan duydukları rahatsızlığı da dillendirmektedir: “AKP partner değiştirme sürecine girmiş gibi görünüyor. Daha düne kadar AKP’ye küfreden adamları AKP’nin iktidar sahipleriyle aynı karede daha sık görmeye başladık. Candaş medya artık ‘onu at beni al’ mesajlarıyla AKP’ye sağdan yaklaşıyor ve AKP de bu zarfı boş göndermiyor. Dikkat ediniz AKP’ye yönelik dost acı söyler eleştirileri son dönemlerde hep ‘yandaş’ kategorisine konan medya organlarından gelmeye başladı. Hatta bu eleştirileri nedeniyle işini kaybedenler oldu. AKP ile dünkü düşmanları aynı şarkıyı söylemeye başladı. Özellikle siyasal iktidarın partner değiştirme dönemleri kolay zamanlar değildir. Bu süreçte çok harala gürele çıkar bu nedenle de 2012 çok kolay geçecek gibi görünmüyor.” (Taraf, 21.01.2012) Gülencilerin çeşitli köşe yazarları aracılığıyla yüksek sesle dile getirdikleri rahatsızlığın asıl nedeni, hiç kuşku yok ki, iktidardan daha fazla pay almak istedikleri halde belli ki birtakım dengeler yüzünden bu arzularına ulaşamamış olmalarıdır. Fethullah Gülen ve şürekâsı, AKP’nin statükoyla uzlaştığı, reformların hız kestiği ve demokratikleşmenin askıya alındığı yönündeki söylemlerini geçtiğimiz Eylül ayından bu yana giderek daha sert bir şekilde öne çıkarmaktadır. Elbette, Kürt sorununda ve Ortadoğu’da en azgın savaşçı çizgiyi savunan, Beşir Atalay’ı “açılımcı”lıkla suçlayıp İdris Naim Şahin’i yere göğe sığdıramayan, sosyalistlere yönelik olarak MHP’den farklı bir dil kullanmayan bu kesimin, tüm bu karşı çıkışlarının temelinde liberallik ya da demokratlık yattığını düşünmek ahmaklık olur. Bu
3
Şubat 2012 • sayı: 83
marksist tutum
çıkışlar, öncelikle, gerekli yasal dönüşümler yapılmadığı için gücü nihai olarak kırılmayan Kemalist asker-sivil bürokrasinin yarattığı tehdidin tam olarak bertaraf edilmemesinden duyulan endişeden kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra, Gülenci kanat, hedefledikleri devlet mevkilerinin tamamını ele geçirmek nasip olmadan AKP’nin birkaç yıl içinde ANAP’ın kaderini paylaşarak iktidardan düşmemesi için Erdoğan’ı kadim partnerleriyle birlikte “doğru yolda” yürümeye davet etmektedir. Ancak Erdoğan ekibi belli ki hem iktidarının hem de devletin bekası için, uzlaşmacı politikayı daha isabetli bulmaktadır. Tüm politika farklılıklarına ve iktidar kavgalarına rağmen bütün bu kesimlerin burjuvazinin kopmaz bir unsuru olduğu, işçi sınıfına ve ezilen Kürt halkına saldırırken her birinin domuz topu gibi birleştiği ve aralarındaki anlaşmazlıkları bir kalemde geriye ittikleri unutulmamalıdır.
Dış politikada da savaşçı çizgi AKP hükümeti Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununda eski ve yeni partnerleriyle el ele vererek savaşçı politikaya sarılırken, dış politikada da benzer bir hat izlemektedir. Libya’da açıktan üstlenilen savaşçı rol, uzun süredir Suriye’ye yönelik olarak çok daha saldırgan bir çizgide devam etmektedir. Suriye’deki gelişmelerin özellikle Kürtlerle bağıntılı olarak Türkiye burjuvazisini yakından ilgilendirdiği de açıktır. Dergimizin Aralık sayısında şunları yazmıştık: “İsyan dalgasının Suriye’ye sıçraması egemenler katında alarm zillerinin çalması anlamına gelmiştir. Çünkü bu süreç bir yandan Suriye Kürdistanı’nda Irak Kürdistanı’ndakine benzer bir kalkışma ve devletleşme sürecini doğurma potansiyeli taşımaktadır. Öte yandan, bölgedeki halk isyanlarına dönük dünya genelindeki sempatinin yarattığı özel meşruiyet temelinde Türkiye’de de Kürt halkının benzer bir aktif kitle isyanı sürecine girmesini beraberinde getirebilecek dinamikleri güçlendirmektedir. TC egemenlerinin Suriye konusunda kardeşlik ve bahar rüzgârları havasından çok hızlı biçimde kaba bir saldırganlık tutumuna geçmesi bu temeldeki korku ve telâşın bir ifadesidir.” (Levent Toprak, AKP Baskı Politikalarına Sarılıyor) Şimdilerde, bu korku ve telâşın TC egemenlerini ve onların temsilcisi AKP hükümetini Suriye muhalefetiyle Kürt sorunu temelinde gizli anlaşmalar yapmaya ittiği de ortaya çıkıyor. Lübnanlı yazar Mahmud el Fakih, AKP’nin geçtiğimiz Eylül ayında Suriye Ulusal Konseyi lideri Burhan Galyun’la, Suriye Kürtlerini ve PKK’yi hedef alan bir anlaşma yaptığını yazdı.2 Altı maddeden oluşan bu anlaşmaya göre, yeni kurulacak Suriye hükümeti, PKK’nin Suriye topraklarında faaliyet göstermesine izin vermeyecek; yeni anayasada Kürtleri tanımayacak; Kürt partilerinin rolünü zayıflatmak için ne gerekirse yapacak; Türkiye’nin Kürt hareketine yönelik her türlü kamuoyu
4
oluşturma çabasının yanında olacak ve gerektiğinde Suriye sınırları içerisinde “teröristleri” izlemek için Türkiye’ye izin verecek. Türk devleti de Suriye sınırları içerisindeki Kürt bölgesinde “teröre” karşı Suriye hükümetine yardım edecek. Görüldüğü üzere, Kürt hareketinin Türkiye’de de Suriye’de de etkisiz hale getirilmesi konusunda, AKP ile Suriye Ulusal Konseyi arasında derin bir işbirliği söz konusudur. Bu işbirliği kuşkusuz sadece Kürt sorununda değildir. Başını Müslüman Kardeşler’in çektiği ve burjuva muhalefeti temsilen ortaya çıkan Suriye Ulusal Konseyi’nin Türkiye topraklarında oluşturulmasına ve sürgünde hükümet gibi varlık göstermesine izin veren TC devleti, bu oluşumu iktisadi, askeri ve siyasi açıdan desteklemektedir. Bugün gelinen noktada Dışişleri Bakanı Davutoğlu, BM’nin Suriye’ye yönelik alacağı bir müdahale kararına Türkiye’nin de destek vereceğini açıktan ifade etmiştir. Suriye’ye emperyalist müdahalenin İran’a yönelik bir savaşı da tetikleyeceği, bununla sınırlı kalmayıp Irak’ı ve hepsinden önemlisi Rusya’yı da devreye sokacağı düşünülürse, yanı başımızda nasıl bir cehennem kazanının kaynatılmakta olduğu daha net anlaşılır. Büyük emperyalist güçlerle ittifak halindeki TC egemenleri, ateşi mezhep farklılıklarının körüklenmesiyle beslenen bu kazana kendi sınıfsal çıkarları gözlüğünden bakarken, onun içinde cayır cayır yakılacak olanlar Arabıyla, Türküyle Kürdüyle, Farsıyla bölgenin her milletten emekçileri olacaktır. Burjuvazi, işçi sınıfına, Kürt halkına ve bölgemizdeki kardeş halklara yönelik saldırgan politikalarını pervasızca tırmandırırken, bu kanlı gidişi ancak enternasyonalist bir ruhla ayağa kalkan ve devrimci mücadele bayrağını yükselten işçi sınıfı durdurabilir. Burjuvazinin yaktığı savaş ateşini kurtuluş ateşine dönüştürmek için görev başına!
_____________________ 1
13 Ocakta 17 ilde eş zamanlı olarak gerçekleştirilen geniş kapsamlı operasyonlarda, aralarında eski BDP milletvekili Fatma Kurtulan, eski DEHAP genel başkanı Tuncer Bakırhan ve KESK genel merkez uzmanı İsmet Aslan’ın da bulunduğu 30’u aşkın insan tutuklanmıştır. Ne tesadüftür ki aynı gün yapılan kazılarda sözde PKK’ye ait “çok güçlü patlayıcılar” bulunmuş ve burjuva medya, baskın haberini, polis tarafından servis edilen bu haberle yan yana yayınlamıştır. Hükümet tarafından hedef haline getirilen Leyla Zana’nın evinin de arandığı ve bilgisayarına el konulduğu bu operasyonda polis basını olarak davranan burjuva medya, birkaç gün sonra gerçekleştirilen ve 7 kişinin gözaltına alındığı ikinci operasyonu da manipülasyonlar ve yalanlar eşliğinde vermiştir. Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı ve ANF başta olmak üzere nerdeyse tüm haber sitelerinde yer alan görüşme notları, polis-savcılık işbirliğiyle, “özel kurye ile gönderilen şifreli talimat” olarak addedilmiştir. Bu soytarılık sadece medyaya bu şekilde servis edilmekle kalmamıştır. Kurtulan ve Bakırhan’a hâkimin yönelttiği “Öcalan’ın avukatlarıyla görüşme notları size mail olarak gelmiş, neden okudunuz” sorusu bile, bu davanın nasıl bir tiyatro oyunu olduğunu net bir şekilde göstermektedir.
2
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=42157
Hrant Dink’in Gerçek Katilleri Serbest! Adil Aksu
H
rant Dink, 19 Ocak 2007’de, Agos gazetesi önünde arkadan sıkılan kurşunlarla alçakça katledilmişti. Dink, hayatını zalim ve kıyıcı burjuva devletin baskıcı politikalarıyla mücadeleye adamış sosyalist bir Ermeni aydınıydı. Faşist devlet güçleri, baskı ve tehditlere boyun eğmeyen Dink’i organize bir cinayetle yok etmeye karar verdiler ve bu planı hayata geçirdiler. Cinayet sonrasında katiller karakolda, medyada, mahkeme koridorlarında kahraman edasıyla karşılandı, korundu ve kollandı. 17 Ocak 2012 tarihinde görülen davanın son duruşmasında mahkemenin sadece azmettirici Yasin Hayal’i ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırmakla yetinmesi, arka plandaki ilişkileri sorgulamaması bu durumu apaçık göstermiş oldu. Dava sürecinde devlet tüm kurumlarıyla, gerçekleri örtbas etmeye ve sorumluluğu iki faşist gencin üzerine yıkmaya çalıştı. Mahkeme, Hrant Dink’in katledilmesinde birinci dereceden sorumluluğu olan askerlere, polislere ve bürokratlara dokunmadı, hatta bunları duruşmalara çağırma zahmetine dahi girmedi. Oysa Yasin Hayal, “bizi Emniyet’ten kumanda ettiler” diyerek yumağın kirli ucunu açığa vurmuştu. Emniyetse mahkemeye gönderdiği yazıda, sanıkların örgüt bağıyla değil “arkadaşlığa dayalı bir grup” olarak hareket ettiklerini belirtti. Emniyetin bu beyanı davanın sonu baştan belli olan bir komediden öteye
geçmeyeceğinin ilk habercisiydi. 25 duruşmaya yayılan uzun dava süreci boyunca Hrant Dink’in avukatlarının çabalarıyla yol almaya çalışıldı. Hrant Dink’in gerçek katillerinin açığa çıkartılıp yargılanması için eylemler, yürüyüşler, basın açıklamaları düzenlendi. Ermeni halkına yönelik kanlı katliamların, antidemokratik uygulamaların ve günümüzde halen varlığını sürdüren baskıların hesabının verilmesi için toplumsal bir duyarlılık yaratılmaya çalışıldı. Hrant Dink’in hayatını adadığı halkların kardeşçe bir arada yaşaması, sömürü ve baskı boyunduruğundan kurtulması eskisine nazaran daha geniş kitlelerin talebi haline geldi. Mahkemenin kararını vermesinden sadece iki gün sonra Hrant Dink için yapılan anmaya on binlerin katılması, yürüyüş boyunca “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarının haykırılması, adaletsizliğe ve şovenizme duyulan öfkenin kitlesel bir dışavurumuydu. Ancak bu kitlesel tepkiye rağmen, devlet ırkçı tutumunu her vesileyle açığa vurdu. Duruşmalar boyunca ırkçıfaşist zihniyet her fırsatta kendini gösterdi. Ogün Samast ve Yasin Hayal gibi katillerin avukatlarının Ermenilere yönelik “Allah hepsini Hrantlarına kavuştursun!”, “kuduz Ermeniler” sözlerine mahkeme seyirci kaldı. Hrant’ın bir sözünü istediği gibi yorumlayıp onu mahkeme kapılarında süründürmeye çalışan “bağımsız yargı”, bu sözler için suç
5
marksist tutum
duyurusuna gerek olmadığına karar verildi. Mahkeme katillerin telefon görüşmelerinin, banka hesap kayıtlarının, kredi kartı ekstrelerinin incelenmesi talebini de reddetti. Dink ailesinin avukatları, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) kayıtlarının incelenmesini dava boyunca talep etti. Fakat TİB “özel hayatın gizliliği” gibi uydurma gerekçelerle kayıtları mahkemeye sunmadı. Avukatların ısrarlı talepleri üzerine TİB’in nihayet mahkemeye sunduğu kayıtları, bu kez mahkeme hâkiminin “incelemek için yeterli zaman yok” gerekçesiyle dikkate alınmadı ve davanın arka planını aydınlatacak önemli deliller görmezden gelindi. Cinayetin işlendiği yerdeki kamera görüntüleriyse, Emniyet tarafından silinerek deliller karartıldı. Davanın seyrini etkileyecek olay gününe ait Akbank Pangaltı şubesinin kamera kayıtlarına rağmen mahkeme “olay gününe ait hiçbir kayıt” olmadığını ileri sürebilmiştir. Ogün Samast’ın babası oğlunun jandarma komutanıyla ilişkisi olduğunu açıkladığı halde mahkeme Dink avukatlarının baba Samast’ın tanık olarak dinlenme talebini reddetmiştir. Dink ailesinin avukatları duruşmalar boyunca bu cinayette sorumluluğu olan devlet görevlilerinin dinlenmesini talep ettiler. Ancak örneğin cinayetin işleneceği bilgisine önceden sahip olan ve gerekli tedbiri almayan Albay Ali Öz, Trabzon Emniyet İstihbarat Müdürü Reşat Altay, Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul eski Emniyet İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın tanık olarak dinlenmeleri talebi “dosyaya yenilik getirmeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. Dink’i vuranlar iki kendini bilmezmiş! Ortada “örgütlü suç” yokmuş! Mahkeme bu kararla kendisinden beklenen rolü layıkıyla oynadığını gösterdi. Bu davanın böyle bitmemesi, devletin pisliklerini örtmesine engel olunması, tepeden aşağıya tüm sorumlulardan hesap sorulması, halkların kardeşliğine inanan emekçilerin, sosyalistlerin, aydınların sürdürecekleri mücadeleye bağlıdır. Hrant Dink’in katledileceği bilgisine devletin ilgili bütün kademeleri çok önceden sahipti. Agos Gazetesi önünde yapılan ırkçı gösteriler, Hrant Dink ve ailesinin aldığı ölüm tehditleri, Emniyet ve Jandarma’ya ulaştırılan sayısız ihbar bu durumu kanıtlıyordu. Bizzat Ogün Samast, Yasin Hayal ve Erhan Tuncel çeşitli tarihlerde yaptıkları açıklamalarla bu durumu itiraf ettiler. Örneğin Erhan Tuncel, Hrant Dink’in Yasin Hayal tarafından öldürüleceğini 2006 yılında polise bildirdiğini, Trabzon Emniyet Müdürlüğünün de bu durumu Ankara ve İstanbul Emniyetine rapor ettiğini açıkladı. Dolayısıyla telefon kayıtlarından kamu ilişkilerine, ihbar mektuplarından Agos önünde yapılan faşist eylemlere kadar Hrant Dink cinayetinin planlanan ve örgütlenen bir cinayet olduğu orta-
6
Şubat 2012 • sayı: 83
ya çıkmıştı. Buna rağmen mahkeme, katilleri yönlendiren devlet görevlileri hakkında hiçbir araştırma ve soruşturma yapmamıştır. AKP hükümeti dava boyunca ikiyüzlü bir siyaset izlemiş, kendine demokratlığı ve şovenizmi bir kez daha açığa çıkmıştır. AKP, tetikçi ve azmettiriciyi yakalamakla övünmekten başka hiçbir şey yapmadı. Başbakanlığa bağlı MİT, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı dava boyunca gözlerini, kulaklarını gerçeklere kapattı. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın mahkemeyi yönlendiren “cinayetin siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş” açıklamasına ilişkin soruşturma açacağına, Cerrah’ı Osmaniye Valisi yaparak ödüllendirmiştir hükümet. Aynı hükümet, iki MİT mensubu ile Hrant Dink’e ayağını denk almasını öğütleyen yardımcısına sahip çıkan İstanbul Valisi Muammer Güler’i de AKP milletvekili yaparak ödüllendirmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 16 Ağustos 2010 tarihinde Azerbaycan’a giderken, “Hrant Dink maalesef gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybetti” açıklamasında bulunmuştu. Oysa Cumhurbaşkanı’nın itiraf ettiği alınmayan gerekli tedbirlerin alınmasından bizzat başında olduğu devlet sorumludur. Fakat söz konusu “bir Ermeni” olunca tedbir almaya, devletin harekete geçmesine, hesap vermesine ne hacet var! Çünkü yıllardır değişmeyen zihniyete göre “bu memlekette Türk olmayanların tek hakkı vardır: Türklere hizmetçi, köle olma hakkı”! Resmi ideolojinin bu görüş etrafındaki konumlanışı devletin her kademesinde, hükümette, muhalefette, yargıda, medyada, üniversitelerde kısacası hemen her tarafta hâkim durumdadır. Hrant Dink cinayetinde bir kez daha görüldü ki Ermenilik, Kemalist olsun, faşist olsun, İslamcı olsun tüm düzen kanatlarının gözünde bir aşağılama ve nefret öğesi olarak kalmaya devam ediyor. “Çıbanbaşı” bir Ermeni öldürüldü diye Müslüman mahallesinde kim niye kılını kıpırdatsın?! Dolayısıyla kurban Ermeni olunca düzen güçleri arasında sıkı bir ittifak baş gösteriyor. Dink’i vuranları sözde yargılayan mahkeme, davayı skandal bir karara imza atarak sonuçlandırdı. Dink’i vuranlar iki kendini bilmezmiş! Ortada “örgütlü suç” yokmuş! Mahkeme bu kararla kendisinden beklenen rolü layıkıyla oynadığını gösterdi. Hâkim Rüstem Eryılmaz’ın, dava sonrasında basına verdiği demeçte, “örgüt yok denemez ancak var demek için de yeterli delil yok” açıklamasında bulunması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bu açıklamaları nedeniyle hâkim ve savcı hakkında soruşturma başlatması, komedinin üstüne tuz biber ekti. Bir kez daha görüldü ki, adalet için ne düzenin yargı aygıtına ve ne de genel olarak devlet aygıtına asla bel bağlanamaz. Bu davanın böyle bitmemesi, devletin pisliklerini örtmesine engel olunması, tepeden aşağıya tüm sorumlulardan hesap sorulması, halkların kardeşliğine inanan emekçilerin, sosyalistlerin, aydınların sürdürecekleri mücadeleye bağlıdır.
AKP’nin Kürt Politikası: Kısa Bir Özet Selim Fuat
2
002 yılında mecliste ağırlıklı bir çoğunluk elde ederek hükümete gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin kadroları, özellikle de 28 Şubat sürecini yaşamış olmanın deneyimi sayesinde, hükümeti kazasız belasız sürdürebilmek için dikkatli bir politik hat izlemeleri gerektiğinin farkındaydılar. Bu yüzden de politikalarını hayata geçirirken attıkları her adımda asker-sivil bürokrasinin ilk fırsatta tepelerine binmek için fırsat kolladığının bilinciyle hareket ettiler. Bir yandan burjuvazinin bu statükocu kolunu ajite edecek politik çıkışlar yapmamaya özen gösteriyor, diğer yandan da onların zemin kaybetmesine yol açacak hamleleri etraflarındaki ittifakı güçlendirecek biçimde istikrarla hayata geçiriyorlardı. Statükocuların etkinliğini zamanla kırmayı başaramazlarsa, verilecek tavizlerle uzun süre idare edemeyeceklerini Erbakan hükümetinin başına gelenlerden öğrenmişlerdi. AKP’nin uyguladığı stratejinin temel ayağını “dışa açılma” politikası oluşturuyordu. Yeterli sermaye birikimine sahip burjuvalar için “dışa açılma” küreselleşme sürecinde zaten olmazsa olmaz bir ihtiyaçtı. Yurt içinde işçi sınıfı düşmanı politikalar bir taraftan tavizsiz biçimde uygulanırken “dışa açılma” vizyonuyla da hareket edilmesi, üstelik bunun kitle desteğini sürekli arttırabilen bir partinin siyasal istikrarı altında gerçekleşmesi, AB’ci büyük sermayenin desteğinin alınması açısından yeterliydi. Bu kesim, bir dönem boyunca asker sivil bürokrasinin tepkilerini de hesaba katmakla birlikte, zamanla iktidarın izlediği politik çizgiye genelde uyum sağladı. AKP hükümetine en büyük desteği ise “yeniyetme” İslami burjuvazi veriyordu. Bir yandan işçi sınıfının tepesine hak hukuk gözetmeksizin binmesine izin vererek işçilik maliyetlerini azaltmasını sağlayan, bu sayede de rekabet olanaklarını arttırıp ihracat patlaması ile birlikte hızlı sermaye birikiminin önünü açan, diğer yandan da
AKP hükümeti Kürt ulusal hareketinin örgütlülüğüne karşı yoğun bir saldırı başlatmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmek için sadece operasyonlardan, tutuklamalardan ve ideolojik saldırıdan medet umulmadığı, her türlü mekanizmanın devreye sokulduğu, hapisteki liderleri bir operasyonla yurt dışına çıkarılan Hizbullah’ın yeniden faaliyete geçtiğini duyurmasıyla da anlaşılıyor. TC burjuvazisi topyekûn bir saldırıyla devletin eski politikalarına ideolojik yenilenmeyle birlikte geri dönmüş durumda. Ne var ki, Kürt hareketinin geldiği düzey, parçalanmış Kürt coğrafyasının her bölgesinde yaşanan gelişmeler ve potansiyeller bu politikanın sürekliliğini imkânsız kılıyor.
7
marksist tutum
hükümet olanakları ile ihaleler önüne serilen bu burjuvalar AKP hükümetinin arkasında kararlılıkla durdular. Bu burjuva kesimlerin açık ya da örtülü desteğini arkasına alan AKP “dışa açılma”nın gereği olarak Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirmeye, bunun sonucu olarak da AB’nin önüne koyduğu siyasi şartları yerine getirmeye başladı. Türkiye burjuvazisinin gündemine askeri vesayetin aşılması ve burjuva demokrasisinin Avrupa normlarına ulaştırılması sorunları, her zaman uluslararası ilişkilerin dayatması ile girmişti. Şimdi de sermayenin büyümesinin önündeki engellerin kaldırılması doğrultusundaki ihtiyaçlar burjuvaziyi, kendine özgü çelişkiler yüzünden gelgitli de olsa, bu politikayı desteklemeye sürüklüyordu. Bu durum hem AKP’nin temsilcisi olduğu burjuva kesimlerin güçlenmesini hem de bürokrasinin saldırıları karşısında onun korunmasını sağladı. Askerin siyasi alan üzerindeki etkisinin kırılarak olağan bir parlamenter işleyişin oturtulması doğrultusunda ağır aksak da olsa atılan adımlar, AKP’nin bürokrasi karşısında elini güçlendirdi ve kendisine tehdit oluşturan bu kesimlerin zemin kaybetmesine yol açtı. Bu yüzden AKP, Avrupa Birliği çıpası sayesinde, gemisini uzun süre istediği sularda tutabildi.
AKP’nin Kürt sorunundaki adımları AKP’nin Kürt sorunu konusunda adımlar atmasına bu bağlamdaki zorunlulukları yol açtı. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin sürdürdüğü savaşın giderek Kürt halkını daha fazla etrafında toparlamasının yarattığı basınçla da şekillenen bu süreçte, AKP daha ziyade oyalamayı ve unutturmayı umarak birtakım kültürel hak kırıntılarını Kürtlere “verdi”. İçeriğini nasıl dolduracağına ilişkin hiçbir açıklamada bulunmasa da toplumun konuyu tartışmasını murat ettiğini ifade ederek “Kürt açılımı” denen bir süreci başlattı. Kürt halkının temel taleplerinin es geçildiği bu süreçte, Kürtçe konuşmanın, şarkı söylemenin üzerindeki baskıların azaltılması, Kürtçe bir televizyon kanalının yayına başlaması gibi birtakım göstermelik adımlar atıldı. Ancak bunların daha önceki yönetimlerin söz konusu bile etmediği uygulamalar olması, sanki ciddi bir adım atılıyor izlenimini yaratmakta AKP’ye yardımcı oldu. Kürtleri milletin folklorik bir öğesi, “aynı bağın farklı renkli bir gülü” olarak görmeye hazır, bu yüzden de kimi kültürel hakları tanıyarak Kürtlerin varlığını kabul edebilen bu anlayış, söz konusu yönleriyle Kemalist ideolojik geleneğin dışında görünerek geniş kitlesel destek de sağlayabiliyordu. Ne var ki, bu yaklaşımın Kemalizmle buluştuğu alan daha temel ve belirleyiciydi. Tıpkı Kemalistler gibi AKP’liler de Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarını reddediyor, dolayısıyla Kürtlerin ulusal taleplerinin tam karşısına Kemalistlerle birlikte kararlılıkla dikiliyorlardı. Kürtler kimi bireysel-kültürel hakları alabilirlerdi ama asla ve kat’a “tek devlet”, “tek millet” ve “tek
8
Şubat 2012 • sayı: 83
bayrak”ın parçası olmanın dışında bir talebe tevessül etmemeliydiler. AKP hükümeti böylesi bir çerçeve içerisinde hareket ediyor; bir yandan da bu anlayışın sınırlarına hapsolması mümkün olmayan Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı savaşı yürütüyordu. “İnkâr artık bitti” propagandasıyla Kürtlerin ağırlıklı parçasını yanına çekmeyi umuyor, böylece ulusal kurtuluş hareketinin de etkisizleşeceğini bekliyordu. Buna paralel olarak yürütülen bir çaba da ulusal kurtuluş hareketinin önderliği pozisyonundaki PKK’nin oyalanması ve yönlendirilmesi süreciydi. Çünkü PKK ile süren savaşın şiddetlenmesi çoğu zaman siyasi dengeleri AKP aleyhine bozuyor, henüz yeterince etkisiz hale getirilememiş statükocu asker-sivil bürokrasinin inisiyatif kazanmasına yol açıyordu. Ayrıca sıkıntılarla ilerleyen Avrupa Birliği sürecini de sekteye uğratıyordu. Böylesi durumlarda, AKP tarafından, çatışmanın ateşini düşürecek, PKK’nin eylemlerini durdurmasına yol açacak adımlar atıldı. PKK ve Öcalan’la resmi görüşmeler yapıldı. Hatta bu görüşmelerin yapıldığının kamuoyu tarafından bilinmesi sağlandı. Bu görüşmelerin süren savaşın bitirilmesini sağlamak için yapıldığı söylendi. Otuz yıldır süren savaşta yaşamadığı zulüm kalmayan ve bu yüzden onurlu bir barışın bir an önce sağlanmasını isteyen Kürt halkının umutları büyütüldü.
AKP Kürt hareketini etkisizleştirmeye çabalıyor Ancak gelişmeler AKP’nin Kürtlerin ulusal haklarını kabul etmek gibi bir derdinin olmadığını, onurlu bir barışı hayata geçirecek adımları atmaya kolayına yanaşmayacağını deşifre edecek yönde gerçekleşti. Yapılan görüşmelerde kararlaştırıldığı gibi Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan Türkiye’ye gelen PKK’lilere Kürt halkının gösterdiği teveccüh, AKP’nin gelişmeleri kendi çizdiği çerçevede tutamayacağını fark etmesine yol açtı. 2009 yerel seçimlerinde ve 2011 genel seçimlerinde Kürt hareketinin sağladığı başarılar ise AKP’nin bu korkusunun yersiz olmadığını gösterdi.
sayı: 83 • Şubat 2012
Kürt ulusal hareketinin “barışçı” yöntemlerle etkisiz hale getirilemeyeceğine dair kanaat AKP’nin özellikle yönetici kadrolarında hızlı bir biçimde belirginleşmeye başlıyordu. Bunlar kadar önemli bir başka gelişme de Arap coğrafyasında yaşanan isyan dalgasıydı. Kitlelerin öfkesinin meydanlara taşması ile birer birer devrilen diktatörlerin kaderi, kitle hareketlerinin gücünü bir kez daha herkese göstermişti. Bu dalganın ve onun yarattığı değişim sürecinin Kürtleri de harekete geçireceğine dair korku, Türk egemen sınıfını da etkisi altına aldı. Üstelik Arap ülkelerindekinin aksine Kürtlerin etkin bir örgütlülükleri de mevcuttu. Bu durum, böylesi bir gelişmenin önünü almak için TC burjuvazisini derhal harekete geçmeye sevk etti. Diğer yandan da 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumdaki başarı ve 2011 yazındaki Yüksek Askeri Şura’da generallerin dize getirilmesi, AKP tarafından, asker-sivil bürokrasinin önemli ölçüde baskılandığını gösteriyordu. AKP kadrolarının kendilerine duydukları güven de, bürokrasinin iplerini artık ellerine geçirdiklerine dair bu göstergelerle birlikte giderek artıyordu. Aynı zamanda gelişen yeni konjonktürde Avrupa Birliği zayıflamaya başlamış, kendi iç meselelerine yoğunlaşmış ve ilişkiler de bir hayli tavsamış durumdaydı. Bu yüzden ilerleme raporuna kaydedilecek “açılımlar” yapmanın gereği kalmamıştı. Avrupa Birliği çıpası çekilmiş, başka büyük denizlere yol alınmaya başlanmıştı. Ekonomik krizin yarattığı sarsıntılarla boğuşan Avrupa ülkelerinin aksine son on yıl içerisinde büyük ilerleme gösteren ekonomisi ile Türkiye, bölgesinde daha da etkili olmasını sağlayacak politik atılımları gerçekleştirmenin planlarını yapıyordu. Türkiye, alt-emperyalist bir ülke olarak emperyalist yeniden paylaşım kavgasında daha etkili bir pozisyon edinmesini sağlayacak hazırlıkların içerisindeydi ve paylaşım kavgasının gündemindeki Suriye’ye emperyalist ABD ile birlikte yükleniyordu. Ne var ki, emperyalist emellerini gerçekleştirmek için çaba gösteren Türkiye devletinin bütün bu gayretlerini boşa çıkartabilecek önemli bir unsur vardı: Kürt ulusal hareketi. Bunun farkında olan burjuvazi bir an önce harekete geçip onu etkisizleştirmeye girişti. AKP, açılım politikalarının işe yaramadığını düşünerek bununla daha fazla oyalanmamaya karar verdi. Bu yüzden dümen başka yöne kıvrıldı: Kürt halkının örgütlü hareketini dağıtmak! Yani, Kürt hareketinin bölgedeki etkisini siyaseten ve ideolojik olarak sınırlayamadığı koşullarda, egemen sınıf, bir kez daha savaş politikalarına bel bağlayarak asker ve polisi devreye soktu. İşte bu koşullar altında AKP hükümeti harekete geçti ve Kürt ulusal hareketinin örgütlülüğüne karşı yoğun bir saldırı başlattı. Kitlesel bir sindirme politikası hayata geçirildi. Hareketin kadrolarının binlercesi “KCK üyesi olmak” suçlamasıyla tutuklandı ve tutuklamaların ardı arkası kesilmiyor. Tutuklama harekâtına aynı zamanda kara propagandaya dayalı çarpıtma ve dezenformasyon saldırısı
marksist tutum
da eşlik ediyor. Bu saldırılarla birlikte Kürt hareketinin örgütlülüğünün felç olması ve uzun dönemde AKP üzerinden işlenen “aynı bağın gülüyüz” propagandasının Kürtler üzerinde etki sağlaması umuluyor. Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmek için sadece operasyonlardan, tutuklamalardan ve ideolojik saldırıdan medet umulmadığı, her türlü mekanizmanın devreye sokulduğu, hapisteki liderleri bir operasyonla yurt dışına çıkarılan Hizbullah’ın yeniden faaliyete geçtiğini duyurmasıyla da anlaşılıyor. TC burjuvazisi topyekûn bir saldırıyla devletin eski politikalarına ideolojik yenilenmeyle birlikte geri dönmüş durumda. Ne var ki, Kürt hareketinin geldiği düzey, parçalanmış Kürt coğrafyasının her bölgesinde yaşanan gelişmeler ve potansiyeller bu politikanın sürekliliğini imkânsız kılıyor. AKP’nin statükocu burjuvazinin temsilcilerine karşı yürüttüğü kavga neticesinde iktidara iyice yerleşmesiyle birlikte, “demokratlığının” barutunun kısa sürede tükendiğine de herkes şahit oldu. Bu durum da kendini en açık biçimiyle Kürt sorunu üzerinden ortaya koydu. Has bir burjuva partisi olan AKP’nin, askeri vesayetle kavgası üzerinden geniş kitleler nezdinde yarattığı olumlu etkilerin artık sonuna gelinmiştir. Liberaller ve onların etkisi altındaki kesimler gündüz düşlerinden henüz uyanmamış olsalar da açık gerçek budur.
9
Arap Halklarının İsyanından Dersler Oktay Baran
T
unus’la başlayıp Mısır’la devam eden, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında neredeyse uğramadık durak bırakmayan kitle ayaklanması dalgasının üzerinden bir yıl geçti. Bugün sözkonusu dalga zayıflayarak da olsa halen etkisini korumakta, gelgeç bir olgu olmadığını da kanıtlamaktadır. Onu besleyen toplumsal sorunlardan hiçbiri henüz çözüme kavuşmadığı gibi, bu dalga gerçek devrimlerle sonuçlanmadıkça da bu sorunların çözümü mümkün olmayacaktır. Üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen bu kabarışın bir ölçüde Tunus ve yozlaşmış biçimleriyle de olsa Libya dışında, siyasal yapıda köklü değişimlere yol açtığını söylemek zordur. Dalganın en kitlesel biçimlere büründüğü Mısır, ulaşılan sonuçlar itibarıyla halk kitlelerini en az tatmin eden bir noktaya şimdilik saplanmış görünüyor. Dalganın yayıldığı coğrafyadaki toplumlar benzer özelliklerinin yanı sıra birbirinden oldukça farklı toplumsal yapılara, geçmişlere, gelişkinlik düzeylerine sahiptirler. Ama yine de bu farklılıklar, tüm bu coğrafyada, geniş emekçi kesimlerin iş, ekmek ve siyasal özgürlük taleplerinde ortaklaşmasını engelleyememiştir.
Diktatörlerin gitmesi yetmez, kapitalist sömürüye son! Buradan çıkarılması gereken en temel sonuç, bu dalganın kökeninde, kapitalizmin yarattığı sosyal sorunların ve bu sömürü düzenini otoriter biçimlerle sürdürmek isteyen
10
gerici rejimlere duyulan haklı öfkenin yattığıdır. Gerek ayaklanmaların yaşandığı coğrafyalarda gerekse de diğer ülkelerde burjuvazinin liberal temsilcileri, kitle hareketini sınırlı bir burjuva demokratik değişim çerçevesinde tutmaya çalıştılar. Burjuva liberaller “siyasal özgürlük” sloganıyla sınırlı bir burjuva demokrasisi istiyorlar, onlar açısından “hepsi bu”. Tunus’ta, onlardan biri şunları söylüyordu hareketin başlangıcında: “Bu demokrasinin bir başlangıcı, dışarıdan birinin göreve getirilmesi yerine seçimler sayesinde başkanımızı seçmeyi umuyoruz. Ne yiyecek, ne iş istiyoruz. Onun ve ailesinin sadece gitmesini istiyoruz. Hepsi bu.” Ama kitle hareketi bundan çok daha ötesini talep eden bir sosyal dinamik temelinde yükseliyor. Olayların ilk kıvılcımını çakan, Muhammed Buazizi adındaki genç bir emekçinin pahalılık ve işsizliği protesto etmek için kendisini yakması olmuştu. Emekçi kitleler, iş, ekmek ve özgürlük talepleriyle bu kıvılcımı büyük bir yangına çevirdiler; kapitalist sömürünün tüm sonuçlarına karşı günler boyunca militan bir mücadele yürüttüler. Bu süreçte Tunus’ta 300’den fazla insan yaşamını yitirirken, 700’den fazla insan da yaralandı. Yaralanan emekçilerden biri, isyandan bir yıl sonra, ayaklanmayı gerçekleştirenlerle iktidar koltuklarına kurulanlar arasındaki farkı güzel bir şekilde özetliyor: “Biz olmasaydık, kimse hapisten çıkamazdı. Biz olmasaydık, sürgündekiler ülkelerine geri dönemezdi. Onlar döndüğünde iş zaten bitmişti. Yönetimdekiler ve başbakan, bunu bilmeli. Eğer bizlere hakkımızı vermezlerse başka bir devrim daha olacak. Önceki devrimi taşlarla yap-
sayı: 83 • Şubat 2012
mıştık. Fakat bu sefer taşlardan daha fazlası olacak.” Görülüyor ki, Tunus’ta geçtiğimiz yıl yapılan büyük gösterilerle 23 yıllık Bin Ali diktatörlüğünün sonunu getiren emekçi kitleler, “devrimin sonuçları”ndan hiç de memnun değiller. Emekçilere serbest seçimler yetmiyor, yetemez de. Liberal burjuvazi durumdan memnun gözüküp, geleceğe dair pembe tablolar çizerken, emekçiler, daha gidilecek çok yol olduğunu ve sosyal sorunların hiçbirinin çözülmediğini söylüyorlar. Şöyle diyor içlerinden biri: “Devrim henüz bitmedi. Daha yolumuz var. İşsizlik aynı seviyede. Tunuslular uğruna ölümü göze aldıkları şeyleri henüz elde edemedi.” Mısır ve Tunus’ta geçtiğimiz günler, emekçilerin “devrim kutlamaları”na şahitlik etti. Her iki ülkede de “devrimin yıldönümü” yüzbinlerce insan tarafından kutlandı. Ne var ki, yine her iki ülkede de kitleler verdikleri kahramanca mücadelenin sonucu olarak diktatörlerin devrilmesinin sevincini ve haklı gururunu yaşayıp sokaklara yansıtırken, bir taraftan da bunun ötesinde çok da mesafe kaydedilememiş olmasının doğurduğu tepkiyi ifade ediyorlardı. Bu tepkiler giderek artacak, kitleler aldatıldıklarını ve oyalandıklarını giderek daha fazla bilinçlerine çıkaracak ve gerçek bir toplumsal devrim ihtiyacı giderek daha çok kavranacaktır. “Devrimimiz çalındı, ikinci bir devrime ihtiyacımız var” sözlerinde dillendirilen hissiyat her iki ülkede de giderek yayılıyor.
Devrimci gelişmelerin ulusal sınırları aşan tabiatı Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına yayılan kitle ayaklanmaları dalgasının yalnızca bu bölgeyle sınırlı kaldığını söylemek de pek mümkün değildir. Tunus’tan sonra Mısır’a ve oradan da diğer ülkelere yayılan isyan dalgası, kendisine yakıştırılan “Arap baharı” nitelemesini gerçekte aşmıştır. Bu dalga bölgedeki diğer ulusal grupları da etkilemiştir. Bunların en başında Irak Kürdistanı’nda yoksulluk ve yolsuzluğa karşı Mart ayında ayağa kalkan yoksul Kürt emekçilerini ve İsrail’deki emekçi halkın yoksulluğa karşı, sosyal-adalet ve konut hakkı için günler boyunca sokakları işgal etmesini sayabiliriz. Ama bunların da çok daha ötesinde, çok daha belirgin etkiyi, Akdeniz’in kuzeyindeki ülkelerde, Yunanistan, İtalya ve İspanya’da görmekteyiz. Kapitalist yıkım politikalarına karşı bu ülkelerde sokakları dolduran emekçi kitleler ve devrimci bir arayış içerisindeki gençlik, Tahrir Meydanına atıflarda bulunmaktan, onu selamlamaktan ve ondan esinlenen eylem biçimlerini benimsemekten geri durmamıştır. Dahası “Tahrir etkisi” okyanusu aşarak ABD’ye kadar varmıştır. 2011’in son aylarında ABD’de ortaya çıkan ve açıkça antikapitalist bir çizgide gelişen “işgal et hareketi”, doğrudan Tahrir Meydanına atıfta bulunuyor, onunla dayanışma içinde olduğunu ve onu desteklediğini ilan ediyordu. Tüm bu eylemliliklerde “burası Tahrir” sloganlarının yanı sıra,
marksist tutum
eylem alanlarına “özgürlük meydanı” isminin verilmesi de bu etkiyi doğruluyor. Bu olgu, aynı zamanda, patlak veren isyan dalgasının, gerici Arap rejimlerine karşı biriken siyasal öfkenin çok daha ötesinde, bir toplumsal zemin ve dinamiğe sahip olduğunu da kanıtlıyor. Tüm bunlar insanlığın kurtuluş umudunu proleter dünya devrimi perspektifiyle ele alan Marksistlerin yaklaşımını doğrulamaktadır. Dünya devrimi bir hayal değildir.
Emperyalist komplo mu? İsyan dalgasının başından itibaren yaşanan seferberliğe soğuk bir kuşkuyla yaklaşanlar, Libya’daki gelişmeler ve ardından Tunus ve Mısır’da İslamcıların seçim zaferiyle birlikte kuşkuculuktan açık bir düşmanlık evresine geçmiş bulunuyorlar. Onlara kalırsa, yaşananlar emperyalistlerin bir komplosundan, yeni bir dizayn çalışmasından başka bir şey değildir. Yüzbinleri kapsayan kitle gösterilerini emperyalist bir komplodan ibaret görenlerin, bu emperyalist müdahaleye karşı mevcut gerici rejimleri “antiemperyalist” ilan ederek desteklemeleri kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Ulusalcılık bayraktarlığı yapan sözümona sol çevreler, Libya’da Kaddafi’yi açıktan, Suriye’deki Esad rejimini ise utangaçça savunmaktan geri durmadılar, durmuyorlar. Yarın İran’daki faşizan rejimi de “anti-emperyalist” diyerek destekleyeceklerinden kuşkumuz yok. Emperyalist büyük güçlerin ve hatta Türkiye gibi bölgesel çapta etkinliğini arttırmaya çabalayan yeni yetme emperyalist ülkelerin, gelişen sürece bir noktasında dahil oldukları apaçık bir gerçektir. Kimileri emperyalistlerin bu hareketi durdurmaya çalıştığını iddia ederek gelişen sürecin kendiliğinden doğasına övgüler yağdırmaktadır. Kimileri de, tersine, onun bir komplo olduğunu iddia ederek emperyalistlerin hareketi sınırsızca desteklediğini söylemektedir. Her iki yaklaşım da yanlıştır. Emperyalistlerin, liberallerin iddia ettiği üzere, bölgeye demokrasi ve özgürlük getirmek için müdahale ettiği ise yalanın daniskasıdır. Onların tek gerçek güdüsü emperyalist çıkarlarıdır. Bu çıkarlar doğrultusunda emperyalist güçler, başta da ABD ve AB, Libya’da olduğu üzere açık askeri destekten, Bahreyn’de yaşandığı üzere isyanı askeri olarak ezmeye kadar varan geniş bir yelpazede çeşitlenen tutumlar sergiliyorlar. Ama somut durumda izledikleri çizgi ne olursa olsun, ortak payda, belli kırmızı çizgilerin aşılmamasıdır. Nedir bu çizgiler? Kitle seferberliğinin kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan hedef almaması; bölgede İran’ın etkisini arttırıcı bir çizgiye kaymaması; İsrail’in konumunu sarsacak gelişmelere yol açmaması. Bu koşullar sağlandığı sürece emperyalizm, kitle isyanlarına karşı açıktan cephe almamakta ve hareketi yatıştırıcı, soğutucu, sınırlandırıcı bir çizgi izlemektedir. Bu doğrultuda mevcut hareketi kendi planlarıyla uyumlu hale getirmeye çalıştığı gibi, kendi planlarını da mevcut hareketin doğurduğu gerçekliğe göre gözden geçirdiği muhakkaktır.
11
marksist tutum
Emperyalist büyük güçlerin süreci denetim altında tutarak emekçi kitlelerin kırmızı çizgileri geçmesini engelleme, hareketi manipüle ederek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme çabalarında belli bir başarı kazandığını görüyoruz. Ne var ki bu durum, sözkonusu kitlesel hareketlerin önemini ortadan kaldırmadığı gibi henüz süreç sonlanmış ve son sözler söylenmiş de değildir. Tersine, kapitalist sömürü, emperyalist tahakküm ve alabildiğine baskıcı-otoriter gerici rejimler ortadan kalkmadan, isyan dalgasının kolayca söneceğini düşünmek mümkün değildir. Keza, Kasım ayı ortasında, Mısır’da patlak veren ikinci dalga doğrudan ABD’nin desteklediği Tantavi yönetimini ve orduyu hedef alıyor, askeri cuntanın yönetimden çekilmesini istiyordu. Tek başına bu olgu bile kitle seferberliğinin ABD’nin yeni dizayn çabasından ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Aynı sloganlar “devrimin yıldönümünde” de alanları kapladı. Her ikisinde de ABD destekli Tantavi yönetimi geri adımlar atmak zorunda kaldı; geçici hükümet istifa etti, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012 Temmuzundan önce yapılacağı ve ardından Askeri Konsey’in çekileceği açıklandı; geçtiğimiz ayki gösterilerden sonra ise siyasi tutsakların bir kısmının serbest bırakılacağı ve 31 yıldır kesintisiz olarak devam eden olağanüstü hal uygulamasına son verileceği sözü verildi.
İslamcıların rolü ve anlamı Gelişmeleri emperyalistlerin bir dizayn çalışmasından ibaret görenler, Mısır ve Tunus’ta İslamcıların seçim zaferini de bir kanıt olarak gösteriyorlar. İslamcı hareketleri emperyalizmin itaatkâr bir uşağı olarak görüp gösterdikleri gibi, bu hareketlerin önderlik rolünü de, muhalefetin ilerici devrimci potansiyeller taşımadığının bir delili olarak değerlendiriyorlar. Her iki iddia da bu haliyle yanlıştır. İslamcı hareketlerin emperyalizme karşıt oldukları, anti-emperyalist oldukları düşüncesi ne denli yanlışsa,
12
Şubat 2012 • sayı: 83
onların emperyalizmin basit ve sadık hizmetkârı olduğu düşüncesi de o denli kaba bir düşünce olarak gerçekliği ıskalamaktadır. Her şeyden önce İslamcı hareketler nitelemesi, böylesi bir tezi doğrulayamayacak kadar geniş bir yelpazeyi, heterojen bir bileşimi anlatır. Emperyalizmin açık işbirlikçisi ve ortağı durumundaki İslamcı gruplar ve rejimlerden, emperyalist devletlerle açıkça savaşan İslami gruplara kadar geniş bir yelpazedir sözkonusu olan. Bölgede, yıkılan Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin on yıllar boyunca emperyalizm tarafından açıktan desteklendiğini ve İslami hareketlere karşı laik bariyer olarak görüldüğünü hatırlamakta fayda var. Bugün Mısır ve Tunus’ta seçimlerden zaferle çıkan İslamcı hareketler bu zaferlerini emperyalistlerin desteğine borçlu değiller, ama hiç kuşkusuz iktidarda kalmaları son tahlilde karşılıklı bir uzlaşmaya bağlıdır. Emperyalist Batı, kitlelerin daha ileri gitmemeleri için, İslamcılara katlanmak zorunda olduğunun farkındadır, İslamcılar da ayakta kalabilmek için emperyalistlerden icazet almaları gerektiğinin. Tunus ve Mısır’daki İslamcı hareketler, kendilerini kabul ettirebilmek için katı bir şeriat doğrultusunda adım atmayacaklarına dair emperyalistlere yemin billâh etmekten, kapitalist mülkiyete biat etmekten, piyasaya övgüler düzmekten geri durmuyorlar. AKP modeline hem bu önderlikler hem de ABD tarafından atıfta bulunulması boşuna değildir. İsyan hareketinin başarısıyla ulaşılan seçimlerden İslamcıların zaferle çıkması biz Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Tunus’ta yüzde 50’ye yakın bir çoğunluğu, Mısır’da ise İslamcı grupların toplamda yüzde 70’e yakın bir oy oranını tutturmaları aslında sınıflar mücadelesi tarihinin genel ilkelerinin doğrulanmasından başka bir anlama gelmiyor. Bu sonuçları, isyan hareketini küçümsemek üzere yorumlamanın Marksizmle bağdaşmazlığı ortadadır. İçerden gelişen bir karşı-devrimle faşizan bir molla rejimi çıkartmış olması, İran devrimi gibi, milyonların katıldığı ve gerçek bir halk devrimi nitelemesini hak eden bir devrimin önem ve anlamını boşa çıkarabilir mi? İran’da mollalar devrimin önderliğini ele geçirip onu yıkıma sürüklediyse, bunun suçu kitlelerde değil, onlara proleter devrim doğrultusunda önderlik etmek istemeyen İran Komünist Partisi’nde (TUDEH), ona bu aklı veren Stalinist Sovyet bürokrasisinde ve yetersizlikleri kanıtlanmış dönemin diğer devrimci gruplarında aranmalıdır. Bugünkü Mısır ve Tunus’ta da önderlik boşluğunu İslamcıların doldurması açısından durum benzerlik taşımaktadır. Komünistler kendi görevlerini layıkıyla yerine getirmedikleri ya da getiremedikleri sürece, ayağa kalkan halk kitleleri eninde sonunda, kendilerine yol gösteren ve
sayı: 83 • Şubat 2012
bu doğrultuda inandırıcı bir örgütsel güce sahip olan önderliklerin peşine takılacaklardır. Doğa gibi, devrimci durumlar da boşluk tanımıyor. Komünistler önderlik etme vasfına sahip değillerse, kitleler İslamcıların peşine de takılırlar, emperyalistlerin her türlü manipülasyonuna açık hale de gelirler. Ortadoğu’da sosyalist güçler yıllar boyunca anti-emperyalizm adına kendi burjuvazilerinin peşine takılmış, bu doğrultudaki Bonapartist rejimlerin payandası haline gelebilmişlerdir. Bu ihanet çizgisi, Mısır’da Nasır döneminde apaçıktı, düne kadar Libya’da yürürlükteydi ve bugün halen Suriye’de açıkça sürmektedir. Bu milliyetçi-devletçi yozlaşma içerisinde sosyalist sıfatlı güçler kitlelerden uzaklaşmış ve giderek yok olmuşlardır. Böylelikle emekçi yığınların içinde bulunduğu sefalet koşulları İslamcı hareketler tarafından suiistimal edilebilmiş, çeşitli dayanışma ağları aracılığıyla İslamcı hareketler kendilerini yoksulların derdine deva olarak sunabilmiş ve kitlelerde boş hayaller yaratabilmişlerdir. Benzer süreçlerin Türkiye’de de yaşandığını ve 90’lı yıllardan itibaren İslami söylemli hareketlerin bu temelde genişleyerek güç kazandığını biliyoruz. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceği, kitlelere önderlik edebilmek için her şeyden önce, kitlelerin öncü unsurlarıyla sağlam bağlar kurmuş, deneyimli, kararlı ve yeterli sayıda kadroya ve etkin bir aygıta sahip bir örgütün olması gerektiği bir kez daha açığa çıkmaktadır. Doğru bir program, sağlam bir örgüt, isabetli politika ve taktikler olmadığı sürece kitleler nezdinde haklı hale gelmeye yetmiyor. İslamcılar, isyan başlamadan önce bu konularda diğer politik örgütlere göre daha avantajlı bir konuma sahiptiler. Gecikmeli, duraksamalı ve tereddütlü bir biçimde de olsa geniş kitleleri kendi peşlerine takabilmelerinin anahtarı da bu avantajlı konumlarıdır. Mısır’daki seçimlerde oyların yüzde 47’sini kazanan Müslüman Kardeşler, on yıllardır ciddi bir örgütlenmeye ve geniş yığın bağlarına sahiplerdi. Başlarda pek gönülsüzce ve ağırdan alarak gösterilere katıldılar ama sonuçta en güçlü örgütsel varlığa sahip olarak hareketin kaderini belirledikleri gibi, kaçınılmaz olarak seçimlerin de galibi oldular. İslami sermayenin dünya kapitalizmiyle tam entegrasyonu ve İslamcı hareketin kapitalist temellerde çözülme eğilimini temsil eden Müslüman Kardeşler, seçim sürecinde Nur Partisi’yle rekabet içinde eski “radikal” söylemlerini tekrar parlatmak zorunda kalmış, son zamanlarda terk ettiği “Çözüm İslam’da” sloganına tekrar sarılmıştı. Yine de gerek emperyalist güçlere gerekse de askeri bürokrasiye verdiği sözlerden ötürü Müslüman Kardeşler’in Selefilerle işbirliği yapması beklenmiyor. Radikal ve tehlikeli olmadığını göstererek, ABD’nin olduğu kadar ordunun da kendi yoluna taş koymamasını sağlamak üzere Müslüman Kardeşler, geçtiğimiz yıl boyunca her belirgin sorunda orduyu destekleyen ya da onunla aralarını bozmayacak bir siyasal hat tutturdular. Ve açıkça geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında yükselen ikinci dalgadan uzak durdular.
marksist tutum
Kendiliğindenlik, bilinç ve örgütlülük Devrimci durumlar ya da devrimler, bir kişinin, grubun ya da partinin iradi kararıyla başlatılabilecek süreçler değildirler. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı sarsan isyan dalgası, büyük toplumsal kabarışların, ayaklanmaların, devrimci durumların nesnel bir karakteri olduğunu, alttan alta uzun yıllar boyunca mayalanıp biriktiğini ve sonunda nereden ilk kıvılcımını alacağı pek de öngörülemeyen kendiliğinden hareketlerle ortaya çıktığını bir kez daha kanıtlamıştır. Mısır’da geçtiğimiz yılın 25 Ocağında patlak veren isyan dalgası, her ne kadar küçük bir grubun Tahrir Meydanında protesto çağrısıyla başlamış da olsa, ne bu grubun kendisi ne Mübarek rejimi ne de emperyalist devletler, bu çağrının anlamlı bir yanıt bulacağını düşünüyorlardı. Eylemin bir gün öncesinde çağrıyı haber yapan BBC’nin deneyimli Ortadoğu muhabiri, bu eyleme “her zamanki yüzlerden oluşan birkaç yüz kişiden fazlasının katılmayacağını” söylüyordu. Ertesi gün, bir milyondan fazla insan Tahrir’i doldurdu ve üç hafta boyunca oradan ayrılmadılar; geride yüzlerce ölü ve kayıp ile binlerce yaralı bıraktılar ama diktatörlüğü olmasa bile diktatörü devirmeyi başardılar. Çarpıcı bir başka örneği de tarihten verelim. 1917 Ocak ayında tarihin gördüğü en devrimci partiyi inşa etmiş olan ve müthiş bir öngörü ve politik sezgi yeteneğine sahip bulunan Lenin, yurtdışında parti kadrolarına 1905 devrimi üzerine verdiği konferansta, Rus devriminin zaferini kendi kuşağının göremeyebileceğini söylüyordu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, Rusya’da devrim patlak verdi ve iki hafta içinde de Çarlık tarihe karıştı! Devrimlerin ne zaman ve hangi kıvılcımla patlayacağını bilemiyoruz, ama eninde sonunda olacağını biliyoruz. Komünistler açısından meselenin bam teli de burasıdır. Devrimin tarihini önceden söyleyemesek de ona hazırlanmak zorundayız. Bu da her şeyden önce, devrime pratik ve politik olarak önderlik edebilecek yetenekte bir partinin, daha devrim patlak vermeden inşa edilmesini, sınıf mücadelesi içerisinde sınanıp pekişmesini, yeterli kadro ve deneyim birikimine ulaşmasını gerektiriyor. Tüm bunlar uzun yıllara yayılmış planlı ve sistemli bir hazırlık çalışmasının şart olduğu anlamına gelmektedir. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve öz-örgütlülüğü yeterli olgunluğa ulaşmadıkça ve ona yol gösterecek böylesi bir parti var olmadıkça, devrimci durumların başarılı bir devrime dönüşmesi mümkün değildir. Böylesi bir partinin ancak devrim dönemlerinde kurulabileceği şeklindeki düşünceler baştan aşağıya yanlıştır. Hiç kuşku yok ki devrim dönemleri partinin hızla büyümesi ve güç kazanması anlamına gelecektir, ancak unutulmamalı ki bu büyüme hızı hiçbir zaman devrimin büyüme ve olayların gerçekleşme hızına yetişemeyecektir. Dünyaya gözlerini kitleler ayağa kalktığında açan bir partinin, gerekli deneyim ve donanımdan yoksun olması nedeniyle o kitlelere önderlik etme şansı bulunma-
13
marksist tutum
yacaktır. Bugün yaşananlar, Leninist anlayışın bu temel ilkesini acı bir şekilde kanıtlamaktadır. Tunus’ta da Mısır’da da emekçi kitleler milyonlarla ayağa kalktılar. Ama ne bağımsız ve militan öz-örgütlülüklere sahiptiler ne de devrimci komünist bir partiye. Sınıf hareketi o günden bugüne ivme kazanarak gelişmeye devam ediyor. Her iki ülkede de, ama özellikle Mısır’da, bağımsız sendikal örgütlülükler hızla oluştu ve yaygınlaşarak güç kazandı. Geçtiğimiz yaz aylarından itibaren özellikle Mısır’da yüzbinlerin katıldığı grevler örgütlendi ve kazanımlar da elde edildi. Bu eylemlilikleri takiben, Kasım ayında ikinci bir isyan dalgası da patlak verdi. Bugün sınıf hareketi devam ediyor ama sendikal mücadele sınırlarına hapsolmuş durumda. Devrimci sınıf hareketinin politika sahnesinde bir karşılığı ya da en azından güçlü bir karşılığı bulunmuyor. Mübarek’in devrilmesinin ardından yeni sosyalist grupların oluştuğunu biliyoruz, ne var ki, güçsüzlük ve kafa karışıklığı harekete damgasını basıyor. Bu gruplardan biri olan ve yeni kurulan Demokratik İşçi Partisi seçimleri boykot etmiş, onun bölünmesiyle ortaya çıkan “Devrim Sürüyor Koalisyonu” ise seçimlerin ilk turunda ancak yüzde 4 gibi bir oy alabilmiş ve sonraki turda yüzde 1’e düşmüştür.
Kavga sürüyor Mısır’da da Tunus’ta da İslamcı önderliklerin peşine takılan kitleler büyük yanılsamalar içerisindeler. İsyan dalgası diktatörleri devirdi ama diktatörlükler olduğu yerde duruyor. Mısır’dan daha ileri giden Tunus’ta siyasal özgürlüklerin kullanımında fiilen ileri bir adım atılmışsa da, bıraktık toplumsal düzende bir değişikliği, siyasal rejimde bile gerçek bir dönüşüm halen sağlanmış değildir. Mısır’da durum daha da vahimdir. Başta Mübarek olmak üzere, ayaklanmaya taviz olarak gözden çıkarılan birkaç eski kodaman dışında, rejim hem tüm kurumlarıyla hem de aynı kadrolarla varlığını sürdürüyor. Mısırlı bir genç emekçi şunları söylüyor: “Siyasi planda hedeflerin hiçbiri şu ana kadar gerçekleştirilemedi. Aynı rejim hâlâ yönetimde. Aynı işadamları, aynı kamu şefleri, aynı kuruluşlar hiç değişmeden yerlerinde duruyor.” Kitlelerin ekonomik ve sosyal taleplerinin ise kıyısına dahi yaklaşılmamış durumda. Daha da önemlisi, kitlelerde, talepleri doğrultusunda kalıcı bir dönüşüm sağlamak için iktisadi-toplumsal sistemin ve siyasal rejimin köklerine devrimci darbeler indirmek gerektiği bilinci henüz daha tohum halindedir. Hal böyleyken, yaşanan süreci devrim olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bir yıl önce yaptığımız şu değerlendirmelerin doğruluğu ortaya çıkmıştır: “Burjuva medya küresel ölçekte devrim kavramının sulandırılması için uğraş verirken, ne yazık ki, sosyalist solda da bu değirmene su taşıyanlar var. Söz konusu sosyalistler de kitle ayaklanmalarına hemen devrim payesini verdiler. Elbette onlar burjuva medya gibi devrim kavramını ayağa dü-
14
Şubat 2012 • sayı: 83
şürmek için bunu yapmıyorlar. Ama işçi sınıfı üzerinde, sosyalist ideallere sempati duyan gençler üzerinde etkili oldukları ölçüde olumsuz bir işlev görüyorlar. Çünkü bilinç ve örgütlülük unsurunun önemini tümüyle unutturacak tarzda kendiliğindenliği övmek, olmadık yere her kitle kalkışmasına devrim payesi vermek, son tahlilde ya hayal kırıklığını ya da giderek bir kayıtsızlığı besler. Bu kadar çok devrim olup da somut hayatta bu kavramın çağrıştırdığı nitelikte pek fazla değişiklik olmayınca, kendiliğinden ortaya çıkan sonuç devrim kavramının ağırlığını yitirmesi olmaktadır. … Sosyalistlerin kitle kalkışmalarının önemini ortaya koymak ve bunların devrim yolunda ilerletilmesi uğruna mücadele vermek için her kalkışmaya devrim demelerine ihtiyaçları yoktur. Lenin, kendiliğindenliğe övgüler düzmeyi bırakın, bunun yerine kendiliğinden hareket geliştikçe daha da büyüyen görevlerimize odaklanın öğüdünü veriyordu.” (Levent Toprak, Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken, MT, Mart 2011) Gelinen nokta kitleler açısından tatmin edici olmaktan çok uzaktır. En geniş kitleler, bir beklenti içerisindeler. Ama biz biliyoruz ki, kitleleri meydanlara sürükleyen ekonomik ve sosyal sorunların hiçbiri İslamcı olanlar dahil burjuva iktidarlar tarafından çözülemez. Bu sorunlar doğrudan dünya kriziyle bağlantılı ve kapitalizmden kaynaklanan sorunlardır. Daha şimdiden işsizlik oranları azalmak şöyle dursun, varolan belirsizlik ortamı nedeniyle yatırımların azalmasından ötürü daha da artmıştır. İslamcı önderlikler bir taraftan ulusal düzeydeki egemen güçlere ve diğer taraftan da emperyalist güçlere kendilerini kabul ettirme kaygısıyla alabildiğine uzlaşmacı bir çizgi tutturmaya, kazları ürkütmemeye ve açılan ikbal kapılarını heba etmemeye uğraşıyorlar. Bundan başka bir yol izlemeleri de mümkün değildir. Ama bu tutum onları giderek kendi örgütlü tabanlarından da, etkiledikleri emekçi kesimlerden de uzaklaştıracaktır ve daha şimdiden bunun belirtileri ortaya çıkmıştır. Mısır’da güz aylarında patlak veren ikinci dalgaya katılmamışlar, grev eylemlerini açıkça desteklememişlerdir. Bu tutumların özellikle gençlik tabanında önemli kopuşların yaşanmasına yol açtığı söyleniyor. İslamcı partiler iktidara yaklaştıkça, emekçi kitlelerden daha çok uzaklaşacaklardır. Bunun hayal kırıklıklarını ve öfkeyi arttıracağını öngörmek zor değil. Süreç şimdilik zayıflamış da olsa, iniş ve çıkışlarla devam ediyor. Çok büyük bir sarsıntı yaşanmıştır, o sarsıntının artçılarının da olması kaçınılmazdır. Ama dahası kitlelerin enerjisi halen tümüyle tükenmiş değildir; kapitalizm kitleleri sıkıştırmaya ve enerjiyi biriktirmeye devam ediyor. “İkinci bir devrime ihtiyacımız var” hissiyatı giderek belirginleşecektir. Ve kitleler aslında “birincisini” yapamadıklarını fark edip gereğini yerine getirdiklerinde, eğer komünistler de üzerlerine düşen görevleri başarabilirlerse, kurtuluşa giden yol açılmış olacaktır.
Sosyalizm Asıl Şimdi /2 Levent Toprak
Marx’ın sosyalizm anlayışı, insanlığın iyiliğini isteyen bir düşünürün ortaya iyi dilekler manzumesi ya da bir “proje” koyması değildi. Marx önceki diğer sosyalist düşüncelerden farklı olarak kendi sosyalizm anlayışını bilimsel bir tarih yorumuna ve kapitalizm çözümlemesine dayandırıyordu. Onun sosyalizmi, materyalist tarih anlayışı ve kapitalizmin ekonomi-politik eleştirisi ile bir bütünlük arz ediyordu. Dolayısıyla “sosyalizm bitti” diyenin, aynı zamanda materyalist tarih anlayışını da, kapitalizmin Marksist analizini de inandırıcı biçimde çürütmesi gerekir.
Marksist sosyalizm anlayışının temelleri Marx’ın sosyalizm anlayışı, insanlığın iyiliğini isteyen bir düşünürün ortaya iyi dilekler manzumesi ya da bir “proje” koyması değildi. Marx önceki diğer sosyalist düşüncelerden farklı olarak kendi sosyalizm anlayışını bilimsel bir tarih yorumuna ve kapitalizm çözümlemesine dayandırıyordu. Onun sosyalizmi, materyalist tarih anlayışı ve kapitalizmin ekonomi-politik eleştirisi ile bir bütünlük arz ediyordu. Dolayısıyla “sosyalizm bitti” diyenin, aynı zamanda materyalist tarih anlayışını da, kapitalizmin Marksist analizini de inandırıcı biçimde çürütmesi gerekir. Bir kere tarih, her şey gibi insan toplumlarının da değişim geçirdiğini ve hep aynı toplumsal düzen içinde yaşamadığını göstermektedir. İnsanlık, nasıl daha önce ilkel komünal toplumu ve ardından farklı sınıflı toplum biçimleri olarak Asyatik toplumu, antik köleci toplumu, feodal toplumu tecrübe edip aşmışsa, bugün içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplum biçimini de bir gün aşacaktır. Kapitalizmin insanlığın vardığı son durak olduğunu ve dolayısıyla ebediyen var olacağını düşünmek ancak tarih bilincinden yoksun olmanın bir belirtisi olabilir. SSCB’nin çöküşünün ardından “Tarihin Sonu”nu ilan eden Fukuyama, bununla “liberal demokrasinin” insanlığın evriminde daha öteye gidilemeyecek son nokta olduğunu kastediyordu. Ancak bir dönem dünyada büyük fırtınalar koparan bu tezin sahibi Fukuyama bile daha sonra tezinden geri adım atmak zorunda kaldı. Bugün Fukuyama bir alay konusudur.
Demek ki tarihe sadece kuşbakışı bakmak bile kapitalizmin de tarihsel olarak bir sınırı olduğunu fark etmeye yetmektedir. Ancak Marx elbette bu soyut kuşbakışı ile yetinmedi ve kapitalizmi somut olarak analiz ederek onun işleyiş dinamiklerini ve eğilimlerini araştırdı. Marx’ın bulguları arasında konumuz açısından özellikle önemli olanları, sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak artma eğiliminde olması; temelde bu sebeple kâr oranlarının uzun vadede düşme eğilimi göstermesi; bunun da son tahlilde kapitalizmde tıkanmalara ve krizlere yol açmasıdır. Bu krizler de her daim yeniden üretilen kitlesel işsizlik ve yoksulluk benzeri ağır toplumsal sorunları katmerlendirdiği gibi, bazen de savaş gibi çok daha yıkıcı sonuçlar doğurarak insanlığa büyük felâketler yaşatmaktadır. Üstelik krizler tarih ilerledikçe, yani kapitalizm yaşlandıkça, genel olarak daha yıkıcı bir hal almaktadır. Bugün içinde olunan kapitalist kriz de bu gerçekliğin ipuçlarını vermektedir. Nitekim birçok burjuva gözlemci bile bu yönde açıklamalarda bulunmaktadır. Kapitalizmin giderek tüm toplumsal yaşamın çökmesine yol açabilecek yıkıcı bir eğilimi objektif olarak bağrında taşıdığı tartışmasızdır. İşsizlik, sefalet, savaşlar ve şimdilerde bunlara eklenen ekolojik kriz gibi belirtiler, son tahlilde kapitalizmin tarihsel olarak bir sınırı olduğundan başka neye işaret etmektedir? Öte yandan Marx’ın kapitalizmi incelemesinin ortaya koyduğu verilerden biri de, eğer kapitalizmden sonra bir insan toplumu var olacaksa, bunun ancak ve ancak kolektivist temellere dayanan bir toplum olabileceğidir. Çünkü kapitalizm altında üretici güçlerin gelişimi bazı temel ve nesnel eğilimler ortaya koymaktadır ki, bunların tersine
15
marksist tutum
çevrilmesi mümkün değildir. Şöyle ki, kapitalizm altında üretim araçları sürekli merkezileşerek, giderek daha az sayıda elde temerküz eder. Bu, kapitalist açısından ürünlerin daha az maliyetle üretilmesi anlamına gelir. Ancak kapitalist kabuğundan soyacak olursak, ürünlerin daha az insan emeği harcanarak üretilmesi ya da daha az emekle daha çok ürün üretilebilmesi anlamına gelmektedir. Bu da, kapitalist zincirlerden kurtulduğunda, insanın zorunlu çalışma zamanının azaltılması ve serbest zamanının artması anlamına gelmektedir. O serbest zaman ki, Marx insanın gerçek özgürlüğünün zorunlu önkoşulu olduğunu söylemiştir. İnsanoğlu refahını ve serbest zamanını atrtıracak genel tarihsel ilerleme ve kazanımlardan hiç şüphesiz vazgeçmeyecek, hatta aksine serbest zamanını arttırabilmek için bunları daha da geliştirmeye çabalayacaktır. Kapitalizmden sonra gelecek toplum, kaçınılmaz olarak bu yüksek derecede merkezileşmiş üretim araçlarını devralacaktır. Dünya ölçeğinde böylesi komplike ve enteg-
İnsanlık, nasıl daha önce ilkel komünal toplumu ve ardından farklı sınıflı toplum biçimleri olarak Asyatik toplumu, antik köleci toplumu, feodal toplumu tecrübe edip aşmışsa, bugün içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplum biçimini de bir gün aşacaktır. Kapitalizmin insanlığın vardığı son durak olduğunu ve dolayısıyla ebediyen var olacağını düşünmek ancak tarih bilincinden yoksun olmanın bir belirtisi olabilir.
16
Şubat 2012 • sayı: 83
re bir maddi üretim zemininin kırılıp parçalanarak tek tek ellere bölünmesi ve üretim araçları üzerinde yeniden özel mülkiyete dönülmesinin mantıklı olamayacağı açıktır. Bu olsaydı bile bunun tekrar eski bataklığa dönmekten başka bir anlama gelemeyeceği aşikârdır. Bunun yerine toplumun bu üretim araçlarına kolektif olarak sahip çıkmasından ve üretim sürecini kolektif olarak yürütmesinden başka bir çıkar yol yoktur. Yani üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortak olması dışında bir seçenek bizzat maddi tarihsel gelişme tarafından olanaksızlaştırılmaktadır. Marx kapitalizmin kendisinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti gitgide tasfiye etmekte olduğunu tespit ediyor ve komünistlerin bu özel mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanmasının abesliğine işaret ediyordu. İşte “sosyalizm bitti” vaazı verenlerin ya da şüphecilerin burada sadece kısaca özetleyebildiğimiz bu temel noktalara yanıt getirmeleri gerekiyor. Soru şudur: Kapitalizmin işleyiş mekanizmaları ve tarihsel gelişimi hangi eğilimleri ortaya koymaktadır? Ve bu temelde, adını ne koyarsanız koyun, kapitalizm sonrası toplumun ne gibi bazı genel özellikleri olabilir? Berktay gibiler bu sorulara ya hiç temas etmemekte ya da inandırıcı bir cevap verememektedirler. Marksizmin sosyalizm anlayışı bağlamında başka bazı özellikleri de saptamak gerekiyor. Örneğin, sosyalizm tanımı gereği kapitalizmden sonra gelen ve ondan üstün bir düzeni ifade etmektedir. Ne demektir bu? Her şeyden önce, yukarıdaki anlatımdan da anlaşılacağı üzere, zorunlu çalışma zamanını keskin biçimde düşürerek serbest zamanı arttıracak ölçüde daha yüksek bir üretici güçler düzeyidir. Yani çok basit olarak vurgularsak, geri bir zemin üzerinde sosyalizm olamaz. Sözgelimi Küba’daki ya da Kuzey Kore’deki rejimler yukarıdaki tanım gereği sosyalizm olarak adlandırılamaz. Bu noktaya bir başka düzlemden de gelebiliriz. Kapitalizmden daha yüksek bir üretici güçler düzeyi dendiğinde bunun kendiliğinden uluslararası bir düzeyi ifade ettiği anlaşılır. Zira kapitalizm uluslararası işbölümüne dayanan entegre bir dünya ekonomisidir. Onun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi kendiliğinden dünya ölçeğinde tanımlıdır. Son tahlilde, kendi içine kapalı hiçbir ulusal ölçekli ekonomi, uluslararası düzeyde işbölümüne dayalı, yani emek üretkenliği düzeyini bu ölçekte oluşturmuş bir ekonomiden daha yüksek bir üretkenlik düzeyini yakalayamaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. O halde tanımı gereği kapitalizmden daha yüksek bir üretkenlik düzeyini ifade eden sosyalizm, ondan çok daha bütünleşmiş, organik bir dünya ekonomisi anlamına gelmelidir. Tam da bu nedenle başta Marx olmak üzere tüm büyük devrimci Marksistler eserlerinde ve tartışmalarında sosyalizmin ulusal bir fenomen olamayacağını açıkça ve defalarca belirtmişlerdir. Sosyalizmin tek ülkede olabileceği iddiası Stalinizmin sonradan icat ettiği anti-Marksist bir sözde teoridir. Ama ne yazık ki, sosyalistleri okumamakla eleştiren eski Maocu-Stalinist Berktay gibiler dâhil
sayı: 83 • Şubat 2012
olmak üzere, solun büyük bölümü Marksizm diye bu anti-Marksist safsatanın okulunda yetiştiler ve devrimci Marksist akımın eserlerini pek okumadılar, okudularsa da bunu layıkıyla anlamadılar. Marksizmin sosyalizm anlayışının bir temel özelliği daha var. Esasında bu özellik Marksizmin kendine özgü de değildir. İnsanlığın çağlar boyu süregelen özlemlerini ifade eden sosyalizm kavramının, kendiliğinden sınıfsız bir toplum düzenini ifade ettiği açıktır. Marksizm sadece bu kavramın içeriğine bilimsel bir temel kazandırmıştır. Marx’tan başlayarak devrimci Marksist gelenek sosyalizmi çok açık biçimde, bir geçiş döneminden sonra varılacak olan geleceğin sınıfsız toplumunun ilk evresi olarak tarif etmiştir. Oysa Stalinist tahrifat okulu bu temel belirlemeyi de tahrif ederek, devrim anı ile sınıfsız toplum arasındaki geçiş sürecine sosyalizm demiştir. Böylece kapitalizmin yıkıldığı ve özel mülkiyetin devlet eliyle tasfiye edildiği her ülke sosyalizm alanına girmiş oluyordu. Marx’tan başlayarak devrimci Marksist gelenek sosyalizmi çok açık biçimde, bir geçiş döneminden sonra varılacak olan geleceğin sınıfsız toplumunun ilk evresi olarak tarif etmiştir. Oysa Stalinist tahrifat okulu bu temel belirlemeyi de tahrif ederek, devrim anı ile sınıfsız toplum arasındaki geçiş sürecine sosyalizm demiştir. Böylece kapitalizmin yıkıldığı ve özel mülkiyetin devlet eliyle tasfiye edildiği her ülke sosyalizm alanına girmiş oluyordu. Burada kısaca özetlemeye çalıştığımız Marksist sosyalizm anlayışının en genel çizgileri hiç şüphesiz SSCB ve benzeri ülkelerdeki rejimlerin niteliği sorununu açıklığa kavuşturmada her dürüst sosyalist ya da gözlemci için temel bir ölçü oluşturmak durumundadır. Bunlara yok hükmünde muamelesi yapmak en hafif deyimle entelektüel namusla bağdaşmaz.
Biten ne? Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi nasıl ki yirminci yüzyılın bir tarihsel dönem olarak başlangıcı idiyse, 1990 dönemeci de bu tarihsel dönemin bitişini ifade ediyordu. Dünya tarihinde büyük bir parantez açılmış ve kapanmıştı. Tüm bir yirminci yüzyılı belirleyen olgu bu parantezin kendisiydi. 1990 dönemecinde SSCB ve temsil ettiği sistemin çöküşü, her ne kadar Ekim Devriminin ya da daha geniş bir ifadeyle işçi sınıfı devriminin yenilmesi olarak propaganda edilmiş ve geniş ölçüde öyle algılanmışsa da, gerçek bunun tam zıddıdır. SSCB’deki kurulu düzenin çöküşü, gerçekten de Marksizmin ve Marksist sosyalizm anlayışının tersinden kanıtlanmasıdır. Matematikteki “olmayana ergi yöntemi” misali, bir önermenin doğruluğunun, onun tersinin olamayacağını göstermek suretiyle ortaya konuşudur.
marksist tutum
Elbette sağlı sollu liberaller, özellikle de o cenaha iltihak etmiş eskinin solcuları, bunu, çöküşü açıklamak için uydurulmuş bir özürcü sav olarak görecek ve göstereceklerdir. Oysa, çöküş ne kelime, daha en başlarında, bizzat Rus Marksistleri SSCB’deki rejimin Marksist sosyalizm anlayışına karşıt bir öz taşıdığını savundular ve bu temelde can bedeli ödedikleri mücadeleler verdiler. Zaman içinde bu damar çeşitlenerek bugünlere kadar geldi. Bereket versin ki, tarihsel kayıt tüm çıplaklığıyla ortadadır. “İnsanlığın idealleri”yle lafızda değil gerçekte bir derdi olan herkesin sorgulama ve yüzleşmesine açık vaziyettedir. Bu mücadele deneyimi ve devrimci müktesebata samimiyetle ulaşmak isteyen herkes çok derinlere inmeye gerek bile olmadan temel gerçekliği görür: Rusya’da devrimden belli bir süre sonra bir karşı-devrim olmuş ve bu karşıdevrimi ete kemiğe büründüren bir rejim kurulmuştur. 1990’a gelindiğinde çöken de bu karşı-devrimi somutlayan rejim olmuştur. Burada büyük kafa karışıklığı yaratan temel nokta karşı-devrim eseri olan bu rejimin ideolojik planda karakterini saklamayı başararak kendisini devrimin sürdürücüsüymüş gibi sunması olmuştur. SSCB’nin elindeki muazzam ideolojik aygıt sayesinde bu ideolojik kalpazanlık ne yazık ki tutmuş ve geniş kitleler bu masala genel hatlarıyla inandırılmıştır. Bu teorizasyon son tahlilde emperyalist burjuvazinin de pek güzel işine gelmiş ve kitlelere “bakın işte, sosyalizm denen şey bu garabettir” deme imkânı vermiştir. Böylece, birbirlerine düşman olmalarına rağmen, bir yanda dünya kapitalizminin, bir yanda da uluslararası bir süper güç düzeyine yükselmiş modern bürokratik despotizmin otorite sahibi sözcüleri bu konuda bir suç ortaklığına imza atıp ağız birliği etmişlerdir. Bugün SSCB’nin çöküşünün ardından 20 yıl geçmiş bulunuyor. Sosyalist hareketin ağırlıklı bölümünü oluşturan Stalinist akımların devrimci temellerde bir muhasebe yapmaları ve sosyalizmin ne olduğu konusunda inandırıcı bir sorgulamaya girmeleri için fazlasıyla yeterli süre geçmiştir. Ancak söz konusu kesimler ne yazık ki kötü bir sınav vererek, SSCB ve benzerlerinde yaşanan sürecin devrimci bir çözümleme ve muhasebesini yapmaktan büyük oranda kaçınmıştır. Esasen bu durum krizden sağlıklı bir çıkış için bir fırsatın heba edilmesi anlamına geliyordu. Gerçeğin yegâne devrimci ilke olduğu ne yazık ki unutulmuş ya da ihmal edilmiştir. Bu konuda bütününde sosyalist hareket içinde yüzakı denebilecek bir örnek ise Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı çalışmasıdır. Elif Çağlı çalışmasında devrimci eleştirinin doğrultusunu şöyle çiziyordu: “Uluslararası burjuvazinin ‘Marksizm öldü’ çığlıklarıyla, proletaryanın kapitalist sömürüden kurtuluş özlemini karartmaya, yok etmeye çalıştığı bir dünyada devrimci Marksizmin bayrağını yükseltmek yaşamsal önem taşıyor. Bu görevin gereğince yerine getirilebilmesi, bugün her şeyden önce, Stalinist sosyalizm anlayışının yarattığı illüzyonların yerle bir edilmesini ve bu anlayışın somutlanması
17
marksist tutum
anlamına gelen ‘reel sosyalist’ ülkeler deneyiminin gerçek anlamının ortaya konmasını şart koşmaktadır. Bu yapılmadıkça, genelde proletaryanın sosyalizm mücadelesinin üzerine çöken kara bulutların dağıtılması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle proletaryanın sosyalizm mücadelesinin yeniden rayına oturtulabilmesi için, tüm yaşananların anlamının Marksizmin devrimci perspektiflerinin ışığı altında sorgulanması gerekiyor. “Bu sorgulama kuşkusuz ki yeni başlamıyor. Stalinizmin ulusal dar görüşlülüğüne, anti-Marksist çizgisine karşı, daha 1924’lerde Bolşevik-Leninistler başlatmışlardı bu sorgulamayı. Ne var ki, içinden geçmekte olduğumuz dönem, Ekim Devriminden bu yana yaşanan pratiklerin bugün yeniden değerlendirilmesinin önemini azaltmıyor, tersine kat be kat arttırıyor.” (Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.17) Bu düstur üzerinde ilerleyen devrimci eleştiri, Stalinizmin Marksizme ve sosyalizm kavramı üzerine boca ettiği tüm kir ve molozu temizlemeyi başararak, insanlık ideallerine bağlı gerçek entelektüel namusun bir örneğini ortaya koyuyordu. Çağlı öncelikle Marksist sosyalizm anlayışının temel özelliklerini aslına sadık biçimde Marksizmin kurucularının metinleri temelinde tespit edip aydınlatarak SSCB’de yaşanan deneyimin hangi mihenge vurulacağını ortaya koyar. Bu şekilde sosyalizmin kapitalizmi aşan, sınıfsız, devletsiz ve dünya ölçeğinde gerçekleşebilecek bir düzen olduğunu açıklığa kavuşturan Çağlı, bununla kopmaz bir bütünlük oluşturan konular olarak, devrimin ve sosyalizme giden geçiş sürecinin özeliklerini de aynı kılavuz çizgiler üzerinde açıklar ve tüm bu teorik zeminden hareketle tarihsel deneyimin çözümlemesine girişir. “Ekim Devrimiyle doğan ilk işçi devleti, emperyalist kuşatma altında tek başına kalmış ve buna ek olarak (son tahlilde yine bu koşulların ürünü olan) bürokratik bir egemenliğin tehdidi ile yüz yüze gelmişti. Sonuçta bu tehdit gerçekliğe dönüştü. Partide ve devlette egemen olan bürokrasi, Ekim Devriminin amaçlarından tamamen koparak devrimin ilerleyişine son verdi. Ekim 1917’de proleter devrimle başlayan geçiş sürecinin önü bürokratik bir karşı-devrimle kesildi ve işçi sovyetleri iktidarının tasfiyesinden sonra, geçiş süreci tamamen sona erdi. Bürokrasinin egemenliğinde bir ‘ulusal kalkınma’ süreci başladı. Devlet mülkiyetine dayanan ve merkezi planlama sistemi ile ekonomik süreci düzenleyen bürokrasi, kendi egemenliği altında sağlanan sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi ‘sosyalizmin kuruluşu’ olarak ilân etti. Kendi bürokratik planlama mekanizmasını ‘sosyalist planlama’ olarak sundu.” (age, s.167) Kurulan yeni rejimi modern despotik-bürokratik rejim olarak tanımlayan Çağlı bununla, söz konusu rejimin devlet mülkiyetine dayanan sömürücü sınıfların hâkimiyetindeki Doğu despotizmlerine benzerliğine dikkat çekiyordu. Gerçekten de SSCB ve benzerlerinde, dev-
18
Şubat 2012 • sayı: 83
lete sahip olmak suretiyle üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde de kendi kontrol tekelini kuran ve böylece işçi sınıfının yarattığı artı-ürünü sömüren bir bürokrasi şekillenmişti. Yeni ekonomi devlet mülkiyetinin yanı sıra, işçilerin hiçbir söz hakkı ve belirleyiciliğinin olmadığı bürokratik bir merkezi planlamaya dayanıyordu. Devletin, sınıfların, sömürünün, yöneten/yönetilen ayrımının en acımasız biçimde var olduğu bu rejimlerin sosyalizm olarak sunulması tam cinayetti. “Nasıl ki, burjuva diktatörlüğü kendini uzun vadede emekçilere kabul ettirebilmek açısından bir ‘demokrasi’ şalına gerek duymuşsa, bürokratik diktatörlük de bir ‘sosyalizm’ şalına bürünüverdi. Stalinizm, resmi ideolojinin dayanaklarını herhalde ki devrimci Marksizmin perspektiflerinde arayacak değildi. Bu onun için, göz göre göre kendini intihara sürüklemek olurdu. O nedenle, bir zamanlar Marx’ın şiddetle eleştirmiş olduğu Lassalcı küçükburjuva sosyalizm anlayışına dört elle sarılıverdi Stalinizm. Marksizmin dünya devrimi, işçi devleti, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm perspektiflerine ilişkin tüm teorik cephaneliği, Stalinist egemenlik tarafından kuşatma altına alındı. Ve proletaryanın ele geçirmesini olanaksız kılacak her yola başvurularak, bu teorik cephanelik kilit altında tutuldu. Devletleştirilmiş üretim araçlarının kendisine bahşettiği egemenlik sayesinde bürokrasi, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca, kendi egemenliğini proletaryaya ‘sosyalizm’ diye yutturmayı başardı.” (age, s.150) Stalinizmle Marksizmi şu ya da bu biçimde bağdaştırmaya çalışmanın hiçbir sağlam teorik mesnedi olmadığı gibi, bunca deneyim ve birikimden sonra entelektüel namusa sığdırılması da pek mümkün değildir. Gerçek şu ki, Stalinizm, tarihin belli bir döneminde var olmuş ve işçi sınıfının özgün mekanizmalarla sömürüsüne dayanan bürokratikdespotik egemen sınıfın kendine has ideolojisidir. O özü itibariyle Marksizmin hilekârca bir inkârıdır. Ancak “Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda ‘kapitalizm sonrası toplumlar’ olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir.” (age, s.168) Sosyalist saflarda devasa bir kan kaybının yaşandığı,
sayı: 83 • Şubat 2012
ağır baskıların ve muazzam bir kafa karışıklığının hüküm sürdüğü günlerde Çağlı’nın çabası, daha birçok noktayı aydınlatan özgün bir tez ortaya koyuyor ve gerçekliğin anlaşılmasına önemli katkıda bulunuyordu. Çağlı’nın ortaya koyduğu çözümün ne denli zorlu çabaların sonucu bir kazanım olduğu belki bugünden yeteri kadar anlaşılmayabilir. Ancak o günlerde sosyalistlerin sergilediği manzaraya bakıldığında bunu anlamak kolaylaşacaktır. Tam da kitabın yazıldığı dönemde, sosyalistlerin önemlice bir bölümü kapitalist düzenin azameti karşısında gözü kamaşarak teslim bayrağını çekiyor ve düzenin erdemlerini keşfetmeye başlıyordu. Bunlar en iyi halde pespaye reformizmi kendilerine yol belliyorlardı. Bir başka bölüm gözlerini ve kulaklarını olan bitene kapatarak Stalinist formülleri yüksek sesle tekrarlayıp iman tazelemeyi çare sanıyordu. Küçük bir kesim de uluslararası düzeyde anti-Stalinist sol hareketin değişik kolları tarafından zaman içinde geliştirilmiş hazır formüllerden birine sarılarak rahata ermeyi ümit ediyordu. Çağlı ise gerçeğin kendisini açık bir zihinle araştırmayı ve ortaya çıkacak sonuçları ikircimsiz savunmayı seçerek bu üç yolun dışında kalmayı ve Marksizmin genellikle ihmal edilen bazı yönlerine de ışık tutarak özgün bir yol açmayı başarmıştır. Buraya kadar anlatılanlar ışığında şunu diyebiliriz ki, SSCB ve benzerlerinde çöken rejimin sosyalizm olduğunu söylemek ne insanlığın çağlar boyu süregelen özlemleriyle ne de Marksizmle bağdaşmaktadır. Stalinizmle Marksizmi şu ya da bu biçimde bağdaştırmaya çalışmanın hiçbir sağlam teorik mesnedi olmadığı gibi, bunca deneyim ve birikimden sonra entelektüel namusa sığdırılması da pek mümkün değildir. Gerçek şu ki, Stalinizm, tarihin belli bir döneminde var olmuş ve işçi sınıfının özgün mekanizmalarla sömürüsüne dayanan bürokratik-despotik egemen sınıfın kendine has ideolojisidir. O özü itibariyle Marksizmin hilekârca bir inkârıdır.
Marksizmin ışığı parıldıyor Marksizmin, insanlığın çağlar aşırı özlemleriyle ve insana güveni temel alan tarihsel iyimserlikle uyumlu ışığı tüm gücüyle parıldamaya devam ediyor. Bu gerçeğin önümüzdeki dönemde kendisini çok daha belirgin biçimde göstereceğine inanıyoruz. Son yılların yeryüzünün dört bir yanındaki mücadeleleri ve genel olarak kapitalizm karşıtı düşünceler ile Marksizme dönük ilgi uyanışı bunun açık belirtilerini sunuyor. Dünyayı anlamada ve değiştirmede Marksizmden daha yetkin bir düşünsel araç ortaya çıkmış değildir. Bu bakımdan Marksizm insan düşüncesinin uzun evrim ve birikimler sonucunda vücuda getirdiği nadide bir mücevher gibidir ve onun ışıltısının sonsuza dek boğulması mümkün değildir.* Aslında bizim bu yazıya konu ettiğimiz sosyalizm tartışmasını yapanlar da, iş, günümüz toplumunun sorunlarına çözüm bağlamında somut birtakım öneriler yapmaya
marksist tutum
geldiğinde, Marksizmin birtakım devrimci taleplerini yumuşatarak ve üstelik de kendi keşifleriymiş gibi sunuyorlar. Örneğin Murat Belge’nin içinde bulunduğumuz “yeni” tarihsel döneme ilişkin olarak geliştirilecek siyasal programın ne gibi unsurlar içerebileceğine dair yaklaşımları ve verdiği örnekler bu açıdan ilginçtir. Meselâ Belge’nin büyük bir öncelik verdiği şey “yönetimin toplumsallaştırılması”dır! Önemli bir keşifmiş, yeni bir katkıymış gibi ileri sürülen bu “yönetimin toplumsallaştırılması”, işçi sınıfının bütün büyük devrimci atılımlarında hayatın içinde ortaya koyduğu ve Marksizmin özellikle Paris Komünü deneyiminden sonra programatik somutluk düzeyine yükselttiği işçi demokrasisinin temel ilkesinden başka bir şey değildir. Belge’nin, önerisini anlatırken, Rusya’da işçi sınıfının devrimin ilk dönemlerinde oluşturduğu işçi sovyetleri devletinin zengin pratik ve teorik birikimini tümüyle yok sayması ve buna mukabil “pek başarılı olamadı” diye ekleyerek Yugoslavya Stalinizminin “özyönetim deneyimi”nden örnek vermesi ise, onun sosyalizmin sorunları dendiğinde zihinsel reflekslerinin ne yönde işlediğinin güzel bir ipucudur. Murat Belge ciddi toplumsal sorunlardan birisi olan işsizlik için de bir programatik yaklaşım öneriyor. Nedir Belge’nin önerisi: işgününün kısaltılıp çalışmanın çalışabilir nüfusa bölünmesi! Devrimci Marksizmin hem temel ilke olarak başından beri ortaya koyduğu, hem de birçok programatik metinde yer almış malûm talep! Bıraktık bunu, mücadeleci sendikaların bile savundukları bir talep! Ama Belge sanki bunu, yeni ve çağımıza özgü değişik bir
19
Şubat 2012 • sayı: 83
marksist tutum
öneriymiş gibi, hepsinden önemlisi, Marksizm bunu daha önce akıl edip uğruna mücadele vermemiş gibi anlatıyor. İnsan doğrusu şaşırmadan edemiyor, bunca kerli ferli entelektüel birikimin vardığı nokta bu mudur diye. Eklemeden geçmeyelim, bu tartışmada Murat Belge’yi “sosyalizm namına ne gibi bir program ortaya koyabilirsin ki” diye sıkıştıran Halil Berktay da Belge’nin programatik önerilerine büyük oranda katıldığını söylüyor. Berktay’ın ne denli samimi olduğunu bilemeyiz, fakat asıl önemli olan, Berktay’ın, Belge’nin önerilerinin sosyalist olarak nitelenemeyeceğini ve fakat bir “sol reform partisinin” programı olabileceğini söylemesidir. Burada konu ettiğimiz sosyalizm tartışmasını yapan, kütüphaneler dolusu kitap devirmiş zatların sergilediği kaba tutarsızlıklar ve sığlık da esas olarak devrim düşüncesinden pek hazzetmemenin, devrimci bakış açısından kaçmanın bir sonucudur. Kişi dünya karşında devrimci bir duruş içinde olmadığı sürece ufku dar olmaya, düşüncesi de, bazı alanlarda belki parlak işler görse de, tüm kritik noktalarda topallamaya, felçleşmeye mahkûm olur. Doğrusu bunun Murat Belge için pek sorun teşkil etmeyeceği açıktır. Çünkü politik konumunun özü itibariyle bir Bernsteincı olan Belge, söz konusu önerileri tastamam bir reform tasarımı içerisinde ve “projeci” bir anlayışla dillendirmektedir. Ancak, en azından yukarıda bahsi geçen talepler bağlamında küçük bir sorun var. Şöyle ki, bu talepler bir “sol reform partisinin” programında belki yer alabilir, ama ancak bir aldatmaca, bir hilekârlık olarak! Zira bu talepler gerçek içerikleriyle ancak ve ancak antikapitalist devrimci bir programın tutarlı bileşenleri olabilirler. Örneğin, “yönetimin toplumsallaştırılması”, yani yönetim işlevlerinin tüm topluma yayılması, herkesin yönetime katılması vs., yöneten/yönetilen ayrımının ortadan kalmaya başlaması demektir. Modern bir kapitalist toplumda toplumun ezici çoğunluğunu sömürülen ücretli emekçilerin oluşturduğu düşünülecek olursa, bu durumun sömürücü bir egemen sınıfın varlığıyla bağdaşmayacağı açıktır. Toplumla ilgili tüm temel işlere toplumun bütününün karar vermesi kapitalizm altında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydir. Ya biri ya ötekisi! Bunun gerçekleştirilmeye çalışılması şiddetli sınıf çatışmalarını ve devrimi beraberinde getirecektir, ki bunlar Murat Belge’nin istemediği şeylerdir (“istenmeyen olaylar”!). İşsizlik sorununun çözülmesi konusundaki görünüşte basit talep de son çözümlemede yine aynı noktaya varmaktadır. Kapitalizmde tüm çalışabilir nüfusu tam zamanlı ve tam ücretli iş sahibi yapacak şekilde işgününün kısaltılması sistemin anında çökmesi anlamına gelir. Bir an için böyle bir şeyi tasavvur etmeye çalışalım: olağanüstü ölçüde artan işçi maliyetleri, yere çakılan kârlar ve ye-
20
dek işgücü ordusu olmadığı için pazarlık gücü sonsuz ölçüde artmış bir işçi sınıfı… Hiçbir kapitalist bu koşullarda üretim yapmayacak ve tüm sistem kilitlenecektir. Böyle bir durumda hiç şüphesiz işçiler üretime el koyacaklardır. Buyurun size devrim. Yine “istenmeyen olaylar”! Görüldüğü gibi devrimden kaçış yok. Zaten bütün mesele burada düğümlenmektedir. Burada konu ettiğimiz sosyalizm tartışmasını yapan, kütüphaneler dolusu kitap devirmiş zatların sergilediği kaba tutarsızlıklar ve sığlık da esas olarak devrim düşüncesinden pek hazzetmemenin, devrimci bakış açısından kaçmanın bir sonucudur. Kişi dünya karşında devrimci bir duruş içinde olmadığı sürece ufku dar olmaya, düşüncesi de, bazı alanlarda belki parlak işler görse de, tüm kritik noktalarda topallamaya, felçleşmeye mahkûm olur. Bu dünyadan Kautsky geçmiştir.
*** SSCB’nin çöküşü her ne kadar yaygın bir biçimde sosyalizmin ve Marksizmin ölümü olarak yutturulmaya çalışıldıysa da, gerçekte Marx’ın ve Marksizmin büyük bir yükten kurtulması anlamına gelmektedir. Bugün kapitalizm tam anlamıyla küresel bir sistem haline gelmiştir ve bu durum Marx’ın kapitalizm hakkındaki çözümlemelerine ve öngörülerine çok daha uygun bir kapitalizm tablosu oluşturmaktadır. Bu nedenle Marx’ın kavram ve çözümlemeleri, bugün anlamlarına çok daha yakın bir gerçekliğe tekabül etmektedir. Ya da felsefi bir ifadeyle, bugün kapitalizm kendi kavramına çok daha yakındır. Günümüzde sosyalizme yönelecek yeni kuşakların da Marksizmin hilekâr bir inkârı olan Stalinizmle ya da bir bataklık olan reformizmle değil, aslıyla, yani devrimci Marksizmle buluşmaları önem taşıyor. Dünyanın dört bir yanında patlak veren yeni toplumsal mücadeleler bunu özellikle yakıcı bir görev haline getiriyor. Bu konudaki eksiklik büyük devrimci fırsatların heba olmasına yol açabilir ve aslına bakılacak olursa son yıllarda başlayan yeni sınıf mücadelesi dalgası içinde daha şimdiden bunun örnekleri yaşanmaktadır. Birçok Latin Amerika ülkesinde ve bu arada Mısır ve Tunus’ta devrimci durumlar yaşanmış olmasına rağmen bunlar devrimle sonuçlandırılamamıştır. Elbette henüz yeni bir tarihsel konjonktürün başlarındayız ve bunlar gibi daha birçok devrimci durumların oluşacağı muhakkaktır. Kapitalizmin tarihsel bunalımı insanlığı misli görülmemiş bir yıkıma sürüklemeden önce bu fırsatların başarılı devrimlere dönüştürülmesinin sorumluluğu aslen devrimci Marksistlerin sırtındadır.
______________________ *
Elbette Marksizmin tamamlanmış olduğunu söylemiyoruz. Evrenin sonsuzluğu onu kucaklamaya yönelen insan düşüncesini de daima sonsuz bir serüven durumunda tutar. Bu bakımdan Marksizm de şimdiye kadar olduğu gibi gelişmesini sürdürecektir.
Sağlıkta Sağlıksız Dönüşüm Ezgi Şanlı
A
KP hükümetinin uzun zamandır gündemde tuttuğu Sağlıkta Dönüşüm Projesi çerçevesinde Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulaması 1 Ocak 2012’den itibaren yürürlüğe girmiş bulunuyor. Türkiye’de tüm nüfusun sosyal güvence kapsamına alınması iddiasıyla yasalaştırılan Genel Sağlık Sigortası, sağlık sisteminde köklü değişiklikler içermektedir. Bu değişiklikler işçi ve emekçileri yakından ilgilendirmektedir. Ancak yasanın içeriğinin çarpıtılması kafaları karıştırırken, uygulamada çıkan aksaklıklar da işçi ve emekçileri canından bezdiriyor. Milyonlarca yoksul insana prim ödeme zorunluluğu getiren yasa, bir yığın bürokratik işlemle de adeta çifte cezaya dönüşüyor.
ayrıntılı bir gelir testi uygulanacak. Prim miktarı sadece belgeli gelirler üzerinden belirlenmeyecek. Gelir Testi Yönetmeliğine göre, ev kirası, banka işlemleri, kredi kartı, elektrik-su kullanımı gibi harcamalar da göz önünde bulundurulacak. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından periyodik olarak uygulanacak gelir testi ile kişinin gelirinde saptanacak değişiklikler prim miktarına yansıtılacak. Buna göre geliri 295 ilâ 886,5 lira arasında olanlar aylık 35 lira, 886,5 ilâ 1773 lira arasında olanlar 106 lira, 1773 liranın üstünde olanlar 212 lira prim ödeyecek. Gelir testi yaptırmayanlar, en yüksek prim miktarı olan 212 lira prim ödeyecek.
Genel Sağlık Sigortası neler içeriyor?
“Genel” Sağlık Sigortası herkes için sağlık içeriyor mu?
2012 başında yürürlüğe giren yasaya göre, SGK’lılar ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler dışındaki herkes GSS primi ödemek zorunda bırakılıyor. Geliri brüt asgari ücretin üçte birinin (295 lira) üstünde olanlar prim ödeyecek. 18 yaşından küçük olanlar ile, lise ve dengi okullardaki öğrenciler 20 yaşına kadar, yükseköğretimine devam eden evlenmemiş gençler de 25 yaşına kadar prim ödemeyecek. Eski uygulamaya göre Yeşil Kart ile sağlık hizmeti alabilen 9 milyon kişinin durumu da değişiyor. Çünkü Yeşil Kart uygulaması kaldırılıyor. Buna göre aylık geliri 295 liranın üzerinde olduğu varsayılan 5 milyon Yeşil Kartlı artık prim ödemek zorunda kalacak. Uygulanacak gelir testi sonucunda, geliri düşük bulunan ve prim ödeyemeyecek olan eski Yeşil Kart sahipleri uygulamadan ücretsiz yararlanabilecek. Primlerini devlet ödeyecek. Kimin, ne kadar prim ödeyeceğine karar vermek için
Hükümetin “Sağlıkta Dönüşüm” gibi süslü başlıklarla gündeme getirdiği yasal düzenlemeler temel olarak toplumun tüm kesimlerini kayıt altına almak ve prime bağlamak anlamına gelmektedir. AKP hükümeti, bu düzenlemeleri yaparken amacının “herkese sağlık hizmeti götürmek” olduğunu iddia ediyor. Ancak prim ödemekle yükümlü olacaklar için belirlenen gelir alt sınırı aslında niyetin hiç de herkese sağlık hizmeti götürmek olmadığını ortaya koymaktadır. Aylık geliri 295 liranın üzerinde olan herkesin prim ödemek zorunda bırakılmasının başka türlü bir açıklaması olamaz. Ayda 295 lira ile geçinmek zorunda kalan bir insanın bu primi ödeyemeyeceği ve sağlık hizmetlerinden yararlanamayacağı açıktır. Hastane kapılarından geri çevrilecek ve ödemediği primler için devlete faiziyle borçlanacak insan sayısı arttıkça işçi ve emekçiler açısından yasanın gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.
21
Şubat 2012 • sayı: 83
marksist tutum
Gelir testi ile kişilerin karşı karşıya kaldığı sorular da gerçek amacın herkese sağlık hizmeti vermek olmadığını kanıtlıyor. İnsanların evindeki televizyonun kaç ekran olduğu, hediye olup olmadığı bile soruluyor. Yoksul olduğu ve prim ödeyemeyeceği gün gibi aşikâr olan insanlar, sırf evinde iyi bir televizyon ya da buzdolabı olduğu için prim ödemek zorunda bırakılacaklar. Bir yakınının desteğiyle ayakta durmaya, geçinmeye çalışan insanlar, bu dayanışmanın bedelini ödeyecekler. Mesela, oturduğu evin kirası başkası tarafından ödenen kişilerin kira gideri bile gelir sayılacak. Kişi, kira parasını ailesinin yardımıyla denkleştirdiği için gelir sahibi sayılacak ve prim ödemek zorunda bırakılacak. Ödeyemediğinde ise fiilen sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak ve devlete borçlandırılarak cezalandırılacak.
Sağlıkta dönüşen ne? Sağlıkta Dönüşüm Projesi, sağlık alanındaki temel sorunları iyice açığa çıkarıyor. Kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısı giderek düşüyor. Önleyici sağlık hizmetleri giderek terk ediliyor. Verem Savaş Dispanserleri kapatılıyor. Ana Çocuk Sağlığı merkezlerindeki ücretsiz aile planlaması hizmetleri kaldırılıyor. Sağlık sektöründeki özelleştirmeler hızlanıyor. “Sağlıkta katkı payı” adı altında ilaçlardan yapılan kesintiler ve muayene ücretleri arttırılıyor. Tedavilerde, ameliyatlarda kullanılması gereken birçok malzemenin temini hastaların sırtına yıkılıyor. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “vatandaşın memnun olduğu Sağlıkta Dönüşüm Projesi’ne ideolojik sebeple karşı çıkanlar var, sevsinler sosyalizminizi” diyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Genel Sağlık Sigortası uygulaması için, “sosyal devlet böyle bir şey zaten” diyor. Oysa el ele verip övdükleri bu uygulama hiç kimse
22
için daha kolay ulaşılabilir, tam kapsamlı ve kaliteli sağlık hizmeti vaat etmiyor. Hükümet bu yasayla “prim ödeyin, hastalıklarınızı tedavi edelim” diyor. Bu nedenle uygulama, sağlıksız bir sağlık sistemi olmaktan öteye gidemiyor. Bu gerçekler tüm çıplaklığıyla ortada iken, Bakan Faruk Çelik, Genel Sağlık Sigortası uygulamasının sosyal devletin bir göstergesi olduğunu iddia ediyor. Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile herkesin sağlık hizmeti alma hakkına sahip olacağını öne sürüyor. Bu nasıl “sosyal” devlettir ki, sağlık hizmetini parayla veriyor? Vergilerle boğazına çöktüğü işçi ve emekçiler için hiçbir şeyi ücretsiz karşılamadığı gibi, asgari ücreti 701 lira olarak belirliyor? İnsanlarının yoksul olup olmadığına evdeki buzdolabına göre karar veriyor. Dolar milyarderi olandan da asgari ücretliden de, aynı oranda katma değer vergisi topluyor. Bankalara, şirketlere paket paket yardım yaparken yoksul çoğunluk için kılını kımıldatmıyor. Yoksul olduğu için elektrik faturasını ödeyemeyen engelliyi hapse atıyor. “Patronların üzerindeki yükü hafifletmek” için işçinin üç kuruş ücretine, kıdem tazminatına göz dikiyor. Açıktır ki burjuva devlet sağlıkta dönüşüm kandırmacasıyla, kitlelerin sağlığıyla oynuyor!
“Paran yoksa öl” dayatması Sağlık yalnızca hastalıklardan arınmış olmak durumu değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir. Bu nedenle insani anlamda düşünüldüğünde, sağlık sistemi sadece hastalıkların tanımlanmasına ve tedavisine indirgenemez. Ancak kapitalizm açısından bu mümkün değildir. Önleyici sağlık hizmetleri vermek, insanların sağlıklı bir şekilde yaşayabilecekleri konutlar inşa etmek, nefes alınabilecek, spor yapılabilecek mekânlar oluşturmak, fabrikalarda insanların posasını çıkaran iş saatlerini kısaltmak, doğaya zarar vermemek, insanların ruh sağlığını korumak için rekabet yerine dayanışmayı öne çıkarmak, merhamet ve sevgi gibi insani duyguları köreltmemek kapitalizmin elinden gelmez. Zaten Sağlıkta Dönüşüm yasasıyla arzu edilen de bu yönde bir değişim değildir. Sermaye sınıfının ve temsilcisi AKP hükümetinin sağlık alanındaki düzenlemeleri, prim ödemeyenin sağlık hizmeti alamamasını öngörüyor. Önümüzdeki dönemde “ne kadar prim o kadar sağlık hizmeti” anlayışıyla yeni “dönüşümlerin” gündeme getirilmesi muhtemeldir. Bu da “paran yoksa öl” anlayışının emekçilere çok daha açıktan dayatılması anlamına gelecektir. İşçi sınıfının sağlık konusundaki talebi herkese parasız ve nitelikli sağlık hizmetidir. Ancak AKP hükümetinin cilalayarak sunduğu Genel Sağlık Sigortası milyonlarca yoksul işçi ve emekçinin derdine derman olamaz. Sağlık parayla alınıp satılabilen bir meta olduğu müddetçe herkes için sağlık anlamına gelecek bir sistem de olamaz. Bu nedenle tüm toplumu kapsayan, ücretsiz, kaliteli, kolay ulaşılabilir sağlık hizmeti talebi işçilerin yükseltmesi gereken acil bir mücadele hedefi olmalıdır.
Kapitalizm Çıkmazda /1 Elif Çağlı
Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peşpeşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.
K
apitalizmin günümüzde yaşanan sistem krizi 1929 Büyük Depresyon dönemini bile aşan bir derinlik ve yaygınlıkta seyrediyor. Bu kriz burjuva ideologların uzun bir dönem boyunca kapitalist düzenin geleceğine dair çizdikleri pembe tabloları da paramparça ediverdi. İçinden geçtiğimiz dönemde özellikle belirli bölgelerde art arda patlak veren emperyalist yeniden paylaşım savaşları, “artık savaşlar dönemi geride kaldı, dünya bir barış dönemine giriyor” diyen liberallerin ipliğini iyice pazara çıkarttı. Kapitalist Avrupa Birliği’nin giderek ulusal sınırları yok eden bir Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşeceği iddiasının hepten inandırıcılığını yitirmesi bir yana, AB ekonomik bir birlik olarak bile parçalanmaya yüz tutmuş durumda. Küreselleşmenin ulusal sınırları ortadan kaldırmadığı ve tersine küresel ölçekte kızışan kapitalist rekabetin ulusal çatışma ve sürtüşmeleri büsbütün yoğunlaştırdığı, artık uzun sözü gerektirmeyecek denli açık bir gerçek. Geçmişte yaşananları hatırlayacak olursak, kapitalizmin emperyalist paylaşım savaşlarıyla ilerleyen büyük buhran dönemleri ortaya son derece önemli dersler koymuştu. Bu dersler arasında en önemlisi, kapitalizmin krizlerini, ancak ve ancak, daha da yıkıcı krizleri hazırlama pahasına atlatabileceği gerçeğiydi. Eşyanın doğası gereği böyle bir gidişatın üreteceği sonuç da belliydi. Bu, kapitalist sistemi büsbütün köşeye sıkıştıran büyük bir açmazdan başka bir şey olamazdı. Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peşpeşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp
tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor. Kapitalizm bugün yaşadığı sistem krizini, tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi yine savaş harcamalarını tırmandırarak ve böylece dünyayı ateşe vererek, yeniden paylaşıma konu olan bölgeleri yakıp yıkarak, milyonlarca insanın yaşamını söndürerek atlatmayı deniyor. Bu anlamda, aslında birbirine eklemlenmiş bölgesel yeniden paylaşım savaşlarıyla bütünsel bir zincir oluşturan ve yeni savaş gereçleri ve teknikleriyle sürdürülen bir Üçüncü Dünya Savaşı döneminin içinden geçmekteyiz. Fakat şurası da bir gerçektir ki, dünyanın emperyalist egemenleri yıkıcılıkta, zalimlikte ve kitleleri aldatmaya yönelik hilekârlık ve entrikacılıkta ne denli yol almaya çalışırlarsa çalışsınlar, kapitalist sistemin büyük bunalım dönemlerini atlatabilmek üzere başvurduğu mekanizmalar artık aşınmıştır. Ne var ki, kapitalist gidişatı yeni teknolojik buluşlardan ibaret sananların kapitalist üretim tarzının derinliklerinde mayalanan açmazları kavrayabilmeleri olanaksızdır. Oysa teknik açıdan göz boyamayı ve kimilerinin başını döndürebilmeyi hâlâ başarabilen kapitalist sistem, içsel işleyiş yasalarının ürünü olan ekonomik tıkanıklıklar ve dünya ölçeğinde sınıf savaşlarını tetikleyen köklü sosyal çelişkiler nedeniyle gerçekten de büyük bir çıkmaz içinde. Bu çıkmazın en çarpıcı örneklerinden birini, bir zamanlar kapitalizme yeniden ve yeniden can vermiş olan
23
marksist tutum
kredi mekanizmasının artık krize çare olamayan aşınmış durumu oluşturuyor. Kapitalizm uzun yıllar boyunca işçi sınıfının sömürüsüne dayanan cafcaflı bir tüketim dünyasını kredi mekanizmasını pompalayarak yaşattı. Ne var ki, eşsiz bir kurtarıcı addedilen kredi mekanizması giderek yeni krizleri mayalayan bir canavara dönüştü. Ancak ne kapitalizm kredi mekanizmasından vazgeçebilir ne de kredi mekanizması kapitalizme ölümsüz bir yaşam vadedebilir. Kapitalist ekonomi bir taraftan zenginliği yoğunlaştırıp diğer taraftan yoksulluğu yaygınlaştıran niteliğiyle sürekli olarak toplumsal eşitsizlik üreten ve eşitsizliği ağırlaştıran bir ekonomidir. Kapitalizm bir yanda muazzam boyutlara ulaşan bir üretimle görece bir bolluk zemini yaratıyor, fakat diğer yanda kapitalist üretim ilişkilerinin niteliği gereği bölüşümde geniş kitlelerin payına büyüyen bir yoksulluk düşüyor. Bu derin çelişki, dünya üzerindeki milyonlarca insanın yaşam koşullarının kapitalist düzen altında büyük bir tehdit altında olduğunun ilanıdır. Ayrıca ve en önemlisi, üretici güçlerin ve teknolojinin bugün ulaştığı düzey kapitalist üretim ilişkileriyle bağdaşmıyor. Kapitalizm insanın insan üzerindeki sömürüsünü, toplumsal eşitsizliği ve bundan kaynaklanan toplumsal yozlaşma ortamını ve doğanın katlini öylesine dayanılmaz boyutlara tırmandırmıştır ki, gezegenimiz adeta bir uçurumun kıyısındadır. Kapitalist üretim tarzı bir zamanlar sahip olduğu ilerletici barutunu yitirmiştir. Bu sistem çürümüş, yozlaşmış ve insanlık toplumunu kemiren kapitalist bir belâya dönüşmüştür. Bu durum görmek isteyen gözler için aslında son derece aşikârdır. Oysa bu gerçekliğin ötesinde, insanın insanı sömürmeyeceği, toplumsal baskı ve ezilmişliğin ve eşitsizliğin yeryüzünden silineceği bir geleceğe, sosyalizme ilerlemeyi mümkün kılacak nesnel bir temel yer alıyor. Bu nedenle, dünya işçi sınıfı devrimci bilinçle donanıp örgütlendiğinde insanlık çıkarına olacak muazzam bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilir. İşçi sınıfının bu tarihsel eylemi için gereken hazırlık düzeyi henüz zayıf olsa da, açık ki artık umutsuzluğa da yer olmamalı. Dünya üzerinde yükselen ve işçi-emekçi kitleleri, genç kuşakları ayağa kaldırarak gelişen yeni bir isyan dalgası, kapitalizmi yeryüzünden silip süpürecek tarihsel işçi devriminin koşullarının içten içe mayalandığını haber veriyor. Burjuva ideologları kapitalizmin geleceği konusunda derin endişelere sürükleyen de zaten bu gerçekler değil mi?
Gerçeklerden kaçış yok Yaşanan krizin yaygınlığı ve derinliği burjuva basında yer alan haberlere bile o denli yoğun şekilde yansıyor ki, bu konuda rakamlar ve istatistikler içinde boğulmaya hiç mi hiç gerek yok. Durum apaçık ortada. Kapitalist sistemin hegemon gücü ABD bile ardı ardına gelen ekono-
24
Şubat 2012 • sayı: 83
mik sarsıntılarla boğuşuyor. Yine, önde gelen emperyalist ülkelerden İngiltere’de çift dipli resesyondan söz ediliyor. Burjuva düzen cephesinde kapitalizmin gidişatı hakkında yoğunlaşan endişelere Türkiye’den de bir örnek verilebilir. Bu bağlamda, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın şu sözleri hatırlanabilir: “Önümüzdeki dönemde herkesin çok çok ihtiyatlı hareket etmesi gerek. … Hiçbir şey sürpriz olmamalı bu dönemde. ‘Ya biz bu kadarını da beklemiyorduk’ dememeli kimse. … İçinden geçmekte olduğumuz dönem son yüzyılın hiçbir dönemi ile mukayese edilemeyecek karmaşıklıkta bir dönem.” Bu tür açıklamalar, ekonomik ve sosyal yaşamda ortaya çıkan muazzam değişim ve altüstlüklerin basıncı altında artık gerçeklerden kaçış yollarının birer birer kapandığını kanıtlıyor. Oysa geçtiğimiz tüm dönemler boyunca burjuva ekonomistleri kriz gerçeğini ve kapitalizmin yapısal sorunlarını gözlerden gizleyecek nice teoriler icat ettiler. Kapitalizmin sistemik hastalığı olan aşırı üretim krizleri gerçeğini itiraftan kaçındılar ve krizlerin finansal sorunlardan ya da ekonominin iyi yönetilmemesinden kaynaklandığına dair argümanlar geliştirdiler. Ne var ki günümüzde yaşanan krizin ürkütücü boyutları, kapitalizmin ürünü olan muazzam ekonomik ve toplumsal problemlerin üstünün yalnızca eski tip yavelerle örtülmesini imkânsız kılıyor. O yüzden bugün burjuva âlem kapitalizmin geleceği konusunda yeni yanılsamalar yaratacak argümanlar imal etme telaşı içindedir. Örnekse, gerçek kapitalizmin aslında bugünkü vahşi sistem olmadığı ve sosyal adaleti sağlayacak vicdanlı bir kapitalizmin mümkün olabileceği yolunda şişirilen yalan
sayı: 83 • Şubat 2012
balonlarını hatırlatabiliriz. Kapitalizmin tüm can yakıcı yönleriyle işçi ve emekçi kitlelerin gözünde lime lime teşhirini önlemeye çalışanlar, sorunun kapitalizmden değil de onun “vicdansız” şekilde uygulanmasından kaynaklandığı propagandasını yürütüyorlar. Pepsi Cola tekelinin dünya başkanı Indra Nooyi’nin açıklaması bu çerçevede çarpıcı bir örnek oluşturuyor: “Kapitalizm aslında iyi bir şey. İnsanlardaki yeteneklerin, vasıfların ortaya çıkmasını sağlayan bir araç. Öte yandan kapitalizmin vicdanlı olması lazım. Vicdanını kaybeden kapitalizm beraberinde felaket getirir. Wall Street’te bugün protesto edilen kapitalizm değil. Vicdanını kaybetmiş kapitalizm...” Tarihsel açıdan umutsuz bir tükeniş noktasına sürüklenen tüm toplumsal formasyonların başına geldiği üzere, kapitalist sistem de artık geleceğe dair umut verememektedir. Kapitalizm, isyan ve öfke ateşi içinde neredeyse tüm dünyada peşpeşe dalgalar halinde sokaklara taşan kitleleri yatıştıracak reform kapasitesine de sahip değildir. Bu durum dünya burjuvazisini daha yıkıcı, daha gaddar ve o kadar da daha yalancı tutumlara sürüklemektedir. Gerçekte böylesi momentler egemen sınıfların güçlülüğüne değil, tarihsel çıkışsızlığına ve aczine işaret ederler. Mezarlıktan geçerken ıslık çalarak korkusunu bastırmaya çalışan kişi misali, Pepsi Cola’nın başkanı Nooyi de, kitlelerin bizzat kapitalist sisteme karşı değil de “vicdanını kaybetmiş bir kapitalizm”e karşı ayaklandığı nakaratında teselli arıyor. Oysa dünya üzerindeki işçileri ve emekçileri yıllarca inanılmaz bir sömürü, yoksulluk, baskı ve acı sarmalında süründüren bu kapitalizmden başka bir kapitalizm olmadığı, olamayacağı son derece açık ve bilimsel bir gerçektir. Bugün kapitalizmin derin krizinin dölyatağında yaşanan ilginç bir eğilim de, sistemin tarihsel sarsıntısının burjuva ideologların bir bölümünde yaratmış olduğu umutsuzluktur. Yaşanan krizden kolay kolay çıkılamayacağının anlaşılmasıyla birlikte, daha önce kapitalizme kriz olgusunu yakıştıramayan burjuva ideolog ve sözcülerin önemli bir kısmı artık krizin uzayacağı konusunda kötümser kâhinlere dönüşmüştür. Örneğin Nobel ekonomi ödüllü ünlü ekonomist Joseph Stiglitz ses getiren bir makalesinde, ABD’de ve AB ülkelerinde her şeyin kötüye gideceğine işaret ediyor. Stiglitz en iyimser tahminin uzun bir ekonomik durgunluk dönemi olabileceğini dile getirirken, aslında dünya kapitalist sisteminin karanlık durumunu itiraf etmiş olmaktadır. Yine dünyaca ünlü para spekülâtörü Soros, Avrupa’daki krize dayalı olarak küresel ekonomideki belirsizlik ve kötü gidişatın isyan ve sosyal çatışmaları arttıracağı uyarısında bulunmaktadır. Pek çok önde gelen ekonomist, yaşanan krizin dünyayı saran küresel bir kriz olduğu noktasında birleşiyor.
marksist tutum
Gerçekten de günümüzde yaşanan kapitalist sistem krizi, Amerika ve Avrupa’nın gelişkin ekonomilerini derinlemesine içine alarak ve tüm dünyada devasa bir sorunlar yumağı, özellikle de işsizlikte önlenemez bir yükseliş yaratarak seyrediyor. Bu durumun en çarpıcı sonucu, gelir dağılımında geçmiş dönemlerle kıyas kabul etmez düzeydeki muazzam bozulmadır. Bunun yanı sıra, genelde bütün kapitalist ülkelerde bütçe açıkları büyüyor ve kamu kaynaklarının büyük tekel ve bankaları kurtarma operasyonlarına tahsis edilmesi nedeniyle sosyal harcama fonları kırpıldıkça kırpılıyor. Sistemin önde gelen emperyalist ülkelerini bile, burjuvaziyi ürküten bir ekonomik durgunluk ve enflasyon eğilimi teslim almış durumdadır. Bu nedenle, bir zamanlar piyasa ekonomisine methiyeler düzmekte yarışan ekonomistler de artık ekonomiye devlet müdahalesinin zorunluluğu üzerine ahkâm kesmektedirler. Yaşanan büyük kriz kapitalist sistemin güçlü addedilen emperyalist ülkelerinde büyük şirket ve banka iflaslarıyla kendini açığa vurduğunda, geçmişte kaldı denilen devlet müdahaleleri zaten yeniden gündeme getirilmiştir. Kimi ekonomi yazarları bu durumu devletçi kapitalizmin modern bir versiyonuna geçiş olarak tanımlıyor. Kimileri de, artık kriz koşullarında insanlara rehberlik edebilecek tek unsurun kanun koyucular olduğunu ve bunun da “sosyalizmi çağrıştırdığını” dillendiriyor. Kapitalist sistemin motor gücü ABD ekonomisinin içine düştüğü ürkütücü finans krizine bakıp, bilinen şekliyle Amerikan kapitalizminin sonuna gelindiğini ilan eden ekonomi profesörleri de mevcuttur. Bu gibi örneklere, ekonominin finanslaşmasından artık finansın sosyalistleşmesine geçiş dönemi yaşandığı saptamaları eşlik etmektedir. Burjuva ideolog ve ekonomistlerden günümüzde sık sık sosyalizm sözcüğünü işitir hale gelmek de tarihin bir cilvesi olsa gerek! Burjuva âleme mensup bazı yazarlar bugünlerde Marx’a o kadar hak verir olmuşlardır ki, bu itiraf eğiliminin bir adım ötesi neredeyse sınıfsal bir intihar durumunu akla getirecektir. Tarihsel örneklerden hatırlanacağı üzere, sınıfsal intihar durumu, çürümüş bir sosyo-ekonomik sistemin bazı entelektüel unsurlarının kendi sınıflarının geleceğinden umudu kesen bir ruh haline bürünmelerini anlatır. Dahası buna, tutarsızlıklarla bezeli biçimde bile olsa, bu tür unsurların ezilen sınıfların toplumsal davasına hak vermeye başlamalarını da ekleyebiliriz. İşte günümüzde bu çerçevede ortaya çıkan belirtiler, sisteme dair derin bir ideolojik bunalımın geliştiğinin göstergesidir. Bu bunalım en açık biçimde, yıllarca kapitalizmin savunuculuğunu yapmış olan yazar ve düşünürlerin bir bölümünün artık kapitalizme inançlarını yitirmekte olduklarını ele veren yaklaşımlarından anlaşılıyor. Böylesi alışılmadık durumlar, Ekim Devrimi örneğinde olduğu gibi, dünyayı dipten sarsan büyük devrim dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki bazı belirtileri de dikkatle yorumladığımızda, benzer bir tarihsel döneme girildiğini ve kapitalizmin ölüm çanlarını çalmaya başlayan bir dev-
25
marksist tutum
rimci durumun tüm dünya ölçeğinde gelişmekte olduğunu görebiliyoruz.
Marx haklı çıktı Kapitalizmin derinleşerek açığa vuran yapısal hastalıkları karşısında artık neredeyse Marx’ı anmadan bir gün bile geçmez hale geldi. Öyle ki, “dünyanın üzerinde Marx’ın hayaleti dolaşıyor” ya da “Marx’ın kapitalizm hakkındaki kehanetleri gerçekleşiyor” benzeri başlıklar şimdilerde sıklıkla burjuva basında yer alıyor. Burjuva cephede niyet her ne olursa olsun, bu durum aslında Marx’ın kapitalist sistemin işleyişini bilimsel temellerde çözümlemiş bir büyük devrimci olduğunun kaçınılmaz itirafıdır. Kapitalizmin eninde sonunda ölmeye yazgılı olduğunu derin analizleriyle gözler önüne seren Marx, ekonomik yükseliş dönemlerinde burjuva yazarlar ve ideologlar tarafından tukaka edilmeye çalışılmış olsa da, tarih affetmiyor! İşte böyle intikamını alıveriyor… Toplumsal yaşamın sürprizlerle dolu devrimci diyalektiği bu olsa gerek. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Sovyetler Birliği’nin çöküşü döneminde sosyalizmin ve Marksizmin ebediyen öldüğü ilan edilir ve dünya burjuvazisi kapitalizmin ölümsüzlüğü üzerine neşeli nutuklar icra ederken, tarihin köstebeği yerin altını bambaşka bir yönde kazmayı sürdürmüştür. Günümüz dünyası artık kapitalizmin can çekişme sancılarına, Marksizmin haklılığına ve sosyalizmin gerekliliğine işaret eden belirtilerle dönüyor. Marksizmin kendisine yöneltilen apansız saldırılara rağmen her defasında tekrar tekrar kanıtladığı üstünlüğü boşuna değildir. Çünkü Marksizm, insanlığın dünya denen gezegendeki tarihsel serüveninin bilimsel çözümlemesini yapabilen ve insanın gerçek özgürleşmesinin tarihsel koşullarını açıklayan tek bilimsel ve devrimci dünya görüşüdür. Bünyesinde pek çok çatışmalı yön barındıran kapitalist üretim tarzı, genişleyen üretim ile kitlelerin daralan satın alma gücü arasındaki çelişki temelinde yol alır. Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak, sabit sermaye büyürken toplam sermayenin ücretlere yatırılan kısmı görece azalır. Keza kapitalist üretim tarzı ekonomik büyümenin yaratıcısı olan işçi sınıfını devasa büyütür, ama bu sınıfın iş bulabilen bölümünü ve sınıfın kapitalist bölüşümden aldığı payı ise küçültür. Kapitalistler işçi sayısındaki azalmanın artı-değer üretiminde yaratacağı düşüşü, çalıştırdıkları işçiler üzerindeki sömürü derecesini yoğunlaştırma yoluyla telafi etmeye çalışırlar. Ne var ki, bu alanda bile kapitalist ekonominin sınırlandırıcı yasaları işler ve ortalama kâr oranı düşme eğilimi sergiler. İşte içerdiği bu gibi iç çelişkileriyle kapitalizm bizzat kendi açmazını yaratan bir sistemdir. Marx’ın dediği gibi, kapitalist üretim sürekli olarak kendi özünden kaynaklanan engeller yaratır ve bu engellerin üstesinden gelmeye çalışarak yol alır. Ama bunu da
26
Şubat 2012 • sayı: 83
ancak, söz konusu engelleri daha heybetli ölçekte üretip önüne dikerek başarabilir. Bu bakımdan kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. Sermaye birikim sürecinde yaşanan tıkanıklıkların temelinde pek çok içsel faktör yer alır ve bunlar birbirleriyle diyalektik etkileşim içindedirler. Örneğin Marx’ın önemle işaret ettiği ve Engels’in de kapitalist krizlerin önkoşulu olduğunu belirttiği eksik tüketim olgusu, kapitalizmin kaçıp kurtulamadığı aşırı-üretim bunalımlarının temelinde yatan gerçekliktir. Kapitalizm, geniş kitlelerin en zorunlu ihtiyaç maddelerini satın almaya gücü yetmezken üretimin kâr beklentisiyle “aşırı-üretime” dönüştüğü kaotik bir sistemdir. Kapitalist üretim tarzının hizmetindeki teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, örneğin yeni teknolojinin becerileri siparişlerin takibine, stok kontrolüne ve kesimsel üretim planlarına ne kadar olanak sağlarsa sağlasın, kapitalizm kitlelerin ih-
tiyacı için üretim yapan planlı bir ekonomi değildir ve asla da olamaz. Bu sistem, büyük tekellerin, holdinglerin, çokuluslu kartellerin daha çok kâr elde etmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet ettiği ve dolayısıyla birbirlerinin planlarını baltalamaya çalıştığı anarşik bir yapıya sahiptir. Günümüzde yaşananların apaçık ortaya koyduğu üzere, kapitalizmin yeni teknolojiler sayesinde aşırı-üretim sorununu çözüp bu bunalım kaynağından kurtulabileceği yolundaki iddialar tamamen dayanaksızdır. Kapitalist ekonominin içerdiği çelişkili yönlerin çatışması ve bu çatışmanın kendini kapitalist bunalımlarla dışa vurması kaçınılmazdır. Birbiri ardı sıra gelen sanayi çevrimleriyle ilerleyen kapitalist ekonomide yaşanan periyodik krizler, bu üretim tarzının taşıdığı iç çelişkilerin patlamalı ve geçici çözümleridir. Kapitalizmin krizleri konusu
sayı: 83 • Şubat 2012
üzerinde daha önce uzun boylu durduğumuz için (bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum) burada çarpıcı bir vurgulamayla yetinelim. Kapitalizmin yaşadığı bir aşırı üretim krizini atlatıp ekonominin şu ya da bu ölçüde yükselişe geçmesi, aslında yeni bir aşırı üretim krizinin mayalanmaya başlaması anlamına gelir. Böylece kapitalist işleyiş uzun dönemde giderek daha yıkıcı bunalımları hazırlayan ve yeniden dengeye getirici mekanizmaları da giderek tehlikeli biçimde aşındıran bir tarihsel eğilim sergiler. Kapitalist sistemin uzun dalgalar şeklinde yaşadığı büyük bunalım dönemleri bu tarihsel eğilimin işleyişini ortaya koymaktadır. Bu dönemlerin ilk örneğini Birinci Dünya Savaşına ön gelen tarih kesiti oluştururken, ikincisi 1929 buhranını içeren ve ardından İkinci Dünya Savaşının patlak verdiği dönemdir. Birinci tarihsel örnekte kapitalizm içinde debelendiği büyük bunalımdan, serbest rekabetçi denilen aşamadan emperyalist aşamaya yükseliş temelinde yaşadığı yapısal dönüşümlerle kurtulmaya çalışmıştır. Ne var ki kapitalist sistemde gerçekleşen bu yapısal dönüşümler, emperyalistleşme çabası içindeki ülkelerin rekabetini muazzam ölçekte arttırmış ve dolayısıyla dünyaya bir barış ve huzur dönemi getirmemiştir. Tam tersine, dünyanın çeşitli ülkeleri ve bu ülkelerde yaşayan halk toplulukları kapitalistlerin azgın rekabetinden kaynaklanan Birinci Dünya Savaşı felaketiyle yüz yüze gelmişlerdir. Kapitalist sistem ikinci büyük bunalım döneminde ise birincisinde olduğu derecede güçlü bir yapısal dönüşüm fırsatına sahip olmamıştır. O dönemde belli başlı kapitalist ülkelerde yaşanan, emperyalist ilişkilerin daha yaygınlaşıp derinleşmesi ve emperyalist aşamaya yükselmiş bulunan ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya gibi kapitalist ülkeler arasında cereyan eden kıran kırana rekabet mücadelesidir. Kapitalizmin bu ikinci büyük bunalım döneminin ürünü olan İkinci Dünya Savaşı, adeta birincisinin yarım bıraktığı kapitalist yıkıcılığı bir adım daha ileriye taşımıştır. Ve sonuçta kapitalizm bu ikinci büyük bunalım dönemini, insanlık açısından birincisinden çok daha yıkıcı olan ve milyonlarca insanı ölüme sürükleyen bir emperyalist yeniden paylaşım savaşıyla atlatabilmiştir. Bu tarihsel örnekler, kapitalizmin büyük bunalım dönemlerini atlatma çabasının yıkıcı özünü yeterince gözler önüne seriyor. Dahası ve asıl önemlisi de, kapitalizmin bunalımlarını atlatabilme bakımından başvurabileceği yapısal dönüşüm olanaklarının giderek zayıfladığına işaret ediyor. Yapısal dönüşüm olanakları zayıfladığı ölçüde de, emperyalist ülkeler çok daha kızgın bir rekabet temelinde dünyayı geçmiş dönemdekilerden misliyle vahşi emperyalist savaşlara sürüklüyorlar. Altı çizilmesi gereken bu hususlar, içinden geçtiğimiz tarihsel kesitte yaşanmakta olan kapitalist sistem krizinin içerdiği özellikleri de ele veriyor. Günümüzde kapitalizm, dünya ülkelerinin emperyalizmin hiyerarşisi ve hegemonyası altında birbirlerine eşitsiz fakat karşılıklı karmaşık ilişkilerle bağlandığı küresel
marksist tutum
(global) bir sistemdir. Böyle bir sistemde kapitalizmin hastalıkları alabildiğine bulaşıcıdır ve bir yerde patlak veren krizin etkilerinin dalga dalga diğerlerini de içine alması kaçınılmazdır. Kısacası kapitalizmin globalleşmesi, burjuvazinin bu nesnellikten yola çıkarak yürüttüğü globalizm propagandasında iddia ettiği gibi sisteme istikrar ve huzur getirmemiştir. Tam tersine, globalleşen kapitalizm, krizlerden kaçıp kurtulmanın ve krizlerin yıkıcı etkilerini periferi ülkelere ya da daha az gelişmiş bölgelere ihraç ederek merkez emperyalist ülkeleri rahatlatmanın artık olanaksız hale geldiği bir uç olgunlaşma noktasına, yani bir çürümüşlük doruğuna ulaşmıştır. Kapitalizmin globalleşmesi, burjuvazinin bu nesnellikten yola çıkarak yürüttüğü globalizm propagandasında iddia ettiği gibi sisteme istikrar ve huzur getirmemiştir. Tam tersine, globalleşen kapitalizm, krizlerden kaçıp kurtulmanın ve krizlerin yıkıcı etkilerini periferi ülkelere ya da daha az gelişmiş bölgelere ihraç ederek merkez emperyalist ülkeleri rahatlatmanın artık olanaksız hale geldiği bir uç olgunlaşma noktasına, yani bir çürümüşlük doruğuna ulaşmıştır. Yeri gelmişken bir kez daha belirtelim ki, küreselleşme ya da diğer deyişle globalleşme kapitalizmin emperyalizmden sonra gelen yeni bir aşaması değildir. Küresel kapitalizm ve bu temelden yükselen kapitalist ilişkiler, bizzat emperyalist kapitalizmin iyice olgunlaşmış ve dolayısıyla da köhnemiş halidir. Artık kapitalizmin geçmişte olduğu şekilde büyük bir yapısal dönüşüm yaşayarak sistem krizini atlatabilme, bir başka üst aşamaya yükselerek feraha çıkma benzeri bir şansı yoktur. Olup olabileceğiyle kapitalist sistem işte budur, bundan öte ve farklı bir başka kapitalizm olmayacaktır. Tüm bu gerçekler, kapitalizmin günümüzde yaşadığı büyük kriz döneminden çıkma çırpınışının yarattığı ve daha da yaratacağı yıkıcı sonuçlara işaret ediyor. Dünyamız kapitalizmin elinde kaldığı sürece geçmişte yaşananlardan çok daha şiddetli rekabet savaşlarına, militarizmin ve burjuva gericiliğin çok daha vahşi bir yükselişine ve insanlığa öncekilerden misliyle felaket getirecek emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına sahne olacak. Fakat diğer yandan kapitalizmin yeterince olgunlaşıp köhnediği ve bu düzenin yerini üretici güçlerin toplumsallaşma düzeyine uygun yeni bir düzene bırakmasının nesnel açıdan zorlayıcı hale geldiği de bir gerçek. Zaten dünya ölçeğinde kendini ortaya koyan toplumsal huzursuzluk ve kaynama hali de bu durumun bir yansıması. Ancak kapitalist toplumdan sosyalist topluma kendiliğinden bir geçiş olmayacak. Bu geçiş, dünya üzerindeki işçi-emekçi kitlelerin tarihe damgasını basacak düzeye yükseltilmiş devrimci eylemini gerektiriyor. (devam edecek)
27
Nijerya’da İsyan Dicle Yeşil
K
apitalist krizin derinleşmesiyle grev, direniş ve işgal eylemleri tüm dünyada patlamalı şekilde ilerliyor. Burjuvazinin tankına, copuna, gazına aldırmadan alanlara çıkan işçiler dünya meydanlarını mücadele şarkılarıyla inletiyor. Yıllarca ayaklarına pranga olan korkularını ve kendilerine olan güvensizliklerini bir kenara fırlatıp atıyor. “Ekmek” talebini yükseltenler bir süre sonra “hükümet istifa” sloganını haykırıyor. “Biz %99’uz, ya siz?” sorusu, kapitalist sistemin çelişkisini orta yere seriyor. Bu sistem bizim sistemimiz değil diyen tek tük sesler birleşiyor ve hep bir ağızdan söylenen bir şarkı gibi işçi sınıfının aklına ve yüreğine kazınıyor. Henüz burjuvaziyi iktidardan edecek bir örgütlülüğe ve önderliğe sahip olmasa da birbirine eklenen mücadeleler geleceğin sınıfsız ve sömürüsüz toplumuna doğru giden süreci mayalıyor. Enternasyonal marşının sözleri her yanı kaplıyor. Mısırlı işçiler İspanyalı işçilere, Yunanlı işçiler ABD’li işçilere enternasyonal mücadelenin selamını taşıyor. 2011 yılı birbirini takip eden zincirleme mücadelelerle sona ererken sınıf mücadelesinin barometresi yükselmeye devam etti. Yeni yılın ilk günlerinde de Nijerya’da işçi ve emekçilerin öfkesi tarih sahnesindeki yerini aldı. Nijeryalı işçi ve emekçi kardeşlerimiz hükümetin 1 Ocak itibariyle petrol ürünlerine yönelik sübvansiyonları kesme saldırısına karşı isyana durdu. Sübvansiyonların kesilmesiyle petrol fiyatları iki kat arttı. Bu artış ekmekten ete ve süte kadar tüm temel gıda maddelerine yansıdı. 160 milyonluk nüfusun büyük bir çoğunluğunun günde 2 doların altında
28
bir gelirle yaşamaya çalıştığı Nijerya’da temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları astronomik rakamlara çıktı. 9 Ocakta Nijerya Emek Kongresi ve Nijerya Sendikalar Kongresi’nin çağrısıyla ülkede genel grev ilan edildi. Ancak bu grev sendikaların beklediğinden daha hızlı bir biçimde yayılarak tüm ülkeyi sardı ve sendikacıların da kontrol edemediği bir ayaklanma hareketine dönüştü. 9 Ocaktaki grevde 7 milyondan fazla sendikalı işçi iş bıraktı. 10 milyondan fazla insan sokaklara döküldü. Hükümet her zaman ve her yerde olduğu gibi sokağa çıkan işçi ve emekçileri “ayak takımı”, “bir grup kendini bilmez serseri güruh” olarak nitelendirdi. Ülkeyi felç eden grevi “anarşi” olarak tanımlayan hükümet grevi bastırmak için devlet terörünü tırmandırmakta bir beis görmedi. Hükümet, greve katılacak kamu emekçilerini de maaş vermeyeceklerini söyleyerek tehdit etti. Yetmedi. Kano şehrinde kontrolü sağlayamayan hükümet sokağa çıkma yasağı ilan etti. Sökmedi. Lagos, Benin, Abuja’da sokağa çıkan milyonlar hükümetin istifa etmesini, saldırının geri çekilmesini talep etti. Grevler boyunca işçi ve emekçiler petrol tesislerini işgal ettiler. Ana yolları trafiğe kapattılar. Ülkedeki zenginlerin yaşadığı adalara giden yollar kesildi. Okullar, hastaneler çalışmadı. Uçuşlar iptal edildi. Meydanları zapt etmeye çalışan kitleler meydanların isimlerini değiştirerek tıpkı Mısır’da olduğu gibi “özgürlük meydanı” adını verdiler. Nijeryalı işçi ve emekçiler 8 gün boyunca sokakları terk etmediler. Sokaklarda barikat kuran işçi ve emekçiler katliamları, gözaltıları ve tutuk-
sayı: 83 • Şubat 2012
lamaları protesto ettiler. Tahrir Meydanından yükselen sloganlar Nijeryalı emekçilerin de diline dolandı. “Devrim hemen şimdi!”, “Onların silahları var, bizimse yüreğimiz!”, “Hükümet istifa!” İç savaşa da hazırız diyen bir isyancı, “Hiçbir şeyden korkmuyorum. Artık sizden de korkmuyoruz, eğer istediğiniz buysa savaşa da hazırız. Sizinle kanımızın son damlasına kadar savaşacağız. Bunun olduğunu göreceksiniz. Bu, insanları sokağa çıkmaya ve sizinle yüzleşmeye itecek. Hiçbir zaman huzurlu olamayacaksınız. Göreceksiniz!” diyerek meydan okuyordu burjuvaziye. Nijerya’nın kuzeyinde Müslümanlar, güneyinde ise Hıristiyan nüfus çoğunlukta. Dini temelde bölünmeyi kışkırtarak grevin gücünü zayıflatmaya çalışan hükümetin tüm ayak oyunlarına karşılık işçiler kardeşlik içerisinde birbirleriyle dayanışma içinde bulundular. Aynen Tahrir Meydanında olduğu gibi aralarındaki hiçbir suni ayrıma bakmaksızın düşmana karşı ortak tavır sergilediler. Grevler esnasında namaz kılan göstericilerin etrafında Hıristiyan işçiler nöbet tuttu. Kiliselere saldırı olmasın diye 2 bin Müslüman kiliselerin etrafında gönüllü olarak nöbete durdu. İşçiler, patronlar sınıfının aralarında yarattığı suni ayrımları yok ederek, dayanışma ruhu içerisinde mücadeleye atıldılar. Ortak mücadelenin sonucunda hükümet geri adım atmak zorunda kaldı ve benzin fiyatlarını %30 oranında azaltacağını açıkladı. Hükümetle görüşme masasına oturan sendikalar işçi sınıfının ekonomik taleplerinin karşılanması noktasında yalnızca hükümetin sınırlı geri adımıyla yetindiler. Sağlam ve kararlı bir duruş sergilemediler. Kıvrak sendika bürokrasisi, Nijerya’da da ustalığını sergiledi. Radikal İslamcı Boko Haram (“Batı Eğitimi Haramdır”) örgütü ve Hıristiyan örgütlerin saldırılarını bahane eden sendika bürokrasisi, hükümetin “teröre karşı mücadele” bahanesine arka çıkarak protestoları birçok bölgede durdurdu. Tüm bu isyan süresi boyunca 16 kişi katledildi, 600’den fazla insan yaralandı, birçoğu tutuklandı. Nijerya yasaları polislere protestocuları bastırmak üzere dizlerini hedef alarak vurma izni veriyor. Yasaya uygun davranan polisler de 16 kişiyi kafalarından değil ama dizlerinden vurarak katlettiler! Ülkede terör estiren devlet, kendisine karşı yükseltilen muhalif sesleri bastırmak üzere her türlü yola başvurdu. Sahraaltı Afrika’nın 2. büyük ekonomisi ve aynı zamanda kıtanın en büyük ham petrol üreticisi olan Nijerya, dünyada ham petrol ihracatında da beşinci sırada bulunuyor. Ancak tüm bu zenginlikler çok küçük bir azınlığın elinde birikmiş durumda. Ülkede işsizlik oranı yüzde 50 civarında. Nüfusun yarısı, yani tam 80 milyon insan, temiz su kaynaklarına ulaşamıyor. Nüfusun yüzde 70’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ortalama bir işçi ücretinin
marksist tutum
alım gücü 1970 yılına göre yüzde 35 azalmış durumda. Buna karşılık Nijerya’da günde 2 milyon varil petrol üretiliyor. Nijerya’nın doğal kaynakları üzerinde Royal Dutch Shell, ExxonMobil, Total, Eni ve Chevron gibi petrol tekellerinin hâkimiyeti bulunuyor. Ülkede bulunan 6 petrol tekelinden yalnızca bir tanesi olan Shell-Nijerya 2010 yılında 8,15 milyar dolar kâr elde etti. Emperyalist kan emiciler Nijerya’nın doğal kaynakları ve işgücü üzerindeki sömürülerini arttırmak istiyorlar. Nitekim hükümetin sübvansiyonları kaldırma saldırısını açıklaması, geçtiğimiz ay bir IMF yetkilisinin Nijerya’ya ziyaret etmesinin hemen ardından gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan ABD, petrol ithalatının %10’unu Nijerya’dan yapıyor. Eylemlerin hemen ardından Obama’nın görevlendirdiği bir yetkili Abuja’daki güvenlik sorununu konuşmak üzere Nijerya’yı ziyaret etti. Kısa bir süre sonra birbiri ardına patlayan bombalar yüzlerce kişinin ölmesine neden oldu. Tüm bu karmaşadan aşırı İslamcı örgütü sorumlu tutan hükümet, grevcilerin sokağa çıkmasını da engellemiş oldu. İşçi sınıfının mücadele tarihinin hep gösterdiği gibi egemenler işçilerin mücadelesini kırmak için onlar arasındaki ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları istismar etmeye çalışmışlardır. Ya da son yıllarda özellikle öne çıkarılan “terör” bahanesi kullanılmaktadır. Nijeryalı işçi-emekçiler grev süreci içinde bu konuda gösterdikleri duyarlı tavrı daha da geliştirerek sürdürmek zorundadırlar. Egemenlerin provokasyonlarını boşa çıkarabilmek için bu şarttır. Tüm dünyayı saran mücadele dalgasının Nijerya gibi Afrika kıtasının kilit önemde bir ülkesine de uğradığı bugünlerde, mücadelenin kazanımlarla ilerleyebilmesi ve düşmanın daha öte saldırılarına karşı hazırlıklı olabilmek için işçilerin birliğini örmek büyük önem taşıyor. Nijerya’da işçi sınıfının elde edeceği kazanımlar diğer Afrikalı emekçilerin mücadelesi için özellikle ilham ve cesaret kaynağı olacaktır.
29
Sınırların Yarattığı Tutsaklık ve “Kaçakçılık” Utku Kızılok Bu topraklarda, geleneksel sınır kaçakçılığının tarihi kahır ve acıyla bezelidir. Bu tarih, yoksul köylülerin ve sınır kentlerindeki işsizlerin umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, patlayan mayınlarda parçalanarak ölmelerini, sakat kalmalarını, geride kalanların ise acı çekmesini yazıyor. Ortak bir coğrafyada yaşayan insanlar arasına sınırlar çeken, geleneksel ticaret yollarını kapatan ve onları “kaçakçı” durumuna düşüren burjuva ulus-devletlerdir.
A
ralık ayının son günlerinde, Şırnak Uludere’de, Türkiye-Irak sınırının sıfır noktasında, savaş uçakları 34 köylüyü bombalayarak paramparça etti. 34 yoksul Kürt köylüsünün parçalanan bedenleri toplanmış ve battaniyelere sarılarak öylece karlara bırakılmıştı. Tüm masumluğuyla toprağı örten beyaz karların üzerinde cansız bedenler uzanırken, etraflarını kahırlı, şaşkın, çaresiz, ama bir o kadar da öfkeli Kürt köylüleri çevirmişti. Kadınlı erkekli insanlar dövünüyor ve ağıtlar yakarak ağlıyorlardı. Bu acı manzara, Kürt halkına dönük zulmün simgelerinden biri olan ve toplumsal bellekte yer tutmaya devam eden “33 Kurşun” vakasını yeniden gündeme getirdi. Ahmed Arif, yıllar öncesinden, sabahın ayazında dağların eteğinde karlara serili Roboski köylülerini anlatıyordu sanki: “Vurulmuşum/ Dağların kuytuluk bir boğazında/ Vakitlerden bir sabah namazında/ Yatarım/ Kanlı upuzun…/ Vurulmuşum / Düşüm, gecelerden kara / Bir hayra yoranım çıkmaz/ Canım alırlar ecelsiz / Sığdıramam kitaplara/ Şifre buyurmuş bir paşa/ Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız” Katledilen Roboski köylüleri arasında lise öğrencileri de vardı ve çoğunun yaşı 12 ilâ 30 arasındaydı. Katırların sırtında, 50 ilâ 100 lira karşılığında Irak’tan mazot ve sigara getirmek üzere gittikleri “kaçak”tan dönüyorlardı. Nice “kaçakçı” gibi onların da umutları sönüp karanlığa karıştı. Bu katliamla birlikte kaçakçılık olgusu yeniden gündeme geldi. Katliam karşısında AKP’yle birlikte saatlerce susan ve üç maymunu oynayan burjuva medya, Kürt halkına, onun yaşadıklarına, yoksulluğuna yabancı olduğu gibi, kaçakçılık olgusuna da yabancı. Burjuva medyanın ulusal-
30
cı ve faşist kalemşorları, köylülerin kaçakçılık yaptığını ve sınırı ihlal ettiklerini söyleyerek katliamı meşrulaştırmaya çalışmaktan geri durmuyorlar. Bu minval üzere yapılan yorumlar, Kürtlerin zaten hep “kaçakçı” olduğu, sınır tanımayacak kadar küstahlaştıkları, üstelik büyük paralar kazandıkları ve ölümü hak ettikleri noktasına kadar vardırılıyor. “Sosyal medya” denen alanda şovenizm dalgasını yükselten faşist güruha, Hürriyet gazetesinin beyaz Türk faşistlerinden Yılmaz Özdil gibileri de rüzgâr üfleyerek malzeme sundular. Özdil, katliama uğrayanlarla alay edercesine, “Babası eşek. Anası attır. Eşek, atı becerir. Katır doğar” cümleleriyle başladığı yazısına, köylülerin kaçakçılıktan ne denli büyük paralar kazandığını anlatarak devam ediyordu: “Entel barların romantik tayfası ‘50 liracık için canını tehlikeye atmak zorunda kalan masum köylü’ filan diyor ama... Haftada iki sefer yaptığında, ayda 15 bin lira kazanıyor o masum!” Meğer yoksul Kürt köylüleri kaçakçılıktan ne paralar kazanıyormuş da haberimiz yokmuş! Faşist Özdil, birkaç kalem oynatarak herkesi aydınlatıyor ve yoksul Kürt köylüleriyle dayanışma içine girme gafletinde bulunanların gözünü gerçeğe açıyor! Şurası açık ki, ister kendine “çağdaş”, “cumhuriyetçi”, Atatürkçü desin, isterse muhafazakâr, mütedeyyin, Müslüman desin, egemenler sömürülenler, yoksullar ve ezilenler karşısında daima çıkar ve suç ortaklığında birleşirler. İttihat ve Terakki’nin giriştiği Ermeni kırımının, Cumhuriyeti kuranlarla AKP’ye kadar aynı kaba inkâr, aynı lafebeliği ve aynı riyakârlıkla savunulması bu nedenledir. Bir parçası olduğu “TC’nin şanlı tarihine” kanlı bir katliam yazan AKP’nin ve onun
sayı: 83 • Şubat 2012
marksist tutum
fında da aynı halklara mensup ve çoğu birbiriyle akraba insanlar yaşamaktadır. Bu sınırlar o kadar keyfi bir şekilde çizilmiştir ki, sınırın Türkiye tarafında kalan köylülerin tarlaları Suriye, Irak ve İran tarafında kalmıştır. Sınırın öte yanında kalan köylüler için de aynı şey geçerlidir. O güne kadar iç içe yaşayan halklar ya da akrabalar sınırlarla birlikte, sınırların tutsağı haline gelmişlerdir. Bu sınırların bölge insanı için anlaşılması ve kabul edilmesi hiç de kolay olmamıştır. Öyle ki kimi köylerde su kuyuları sınırın öte tarafında kaldığı için, su ihtiyaçlarını karşılamak isteyen köylüler her gün her saat “sınır ihlali” TC’nin savaş uçakları Uludere’de 34 Kürt köylüyü yaparak “suç işlemek” zorunda kalmışlardır! bombalayarak paramparça etti. Katledilen köylülerin cansız Travmalara yol açan sınırlara ve parçalanmışbedenlerini akrabaları katırlarla köylerine taşıdı. lığa rağmen bölge insanı, karşılıklı ekonomik ve sosyal ilişkiye devam etmiştir. Sınırlar aşımedyasının katliam karşısında aldığı tutum bu gerçeği bir lıp tarlalar işlenirken, kız alıp vermeler, ortak kez daha gözler önüne sermiştir. Ermeni soykırımı mesedüğünler ve ekonomik ilişkiler zayıflayarak da olsa sürlesinde ya da Uludere katliamı karşısında takınılan tutum müştür. Ancak ilerleyen süreçte toprak sorunu, bizzat köyve dil aynıdır: Bu egemenlerin dilidir! Egemenlerin dili lüler tarafından karşılıklı el değiştirmelerle çözülmüştür. hakikatin çarpıtılması ve yeniden oluşturulması, tarihin Çizilen sınırlar uzun bir süre kesinleştirilemediği için inkârı, yalan dolan, riyakârlık üzerine kuruludur. “sınır” sorunları devam etmiştir. Meselâ Suriye, Irak ve Eğer geleneksel anlamda kaçakçılıktan söz ediyorsak İran sınırları içinde kalan Kürt aşiretlerinin yaylaları ve bu, sınırda yaşayan yoksul köylülerin on yıllardır canları yazlık evleri Türkiye sınırlarında kalmıştı. Ya da aşirete pahasına giriştikleri küçük ölçekli kaçakçılıktır. Ama bir bağlı köylerin bir kısmı Türkiye sınırında, diğer bir kısmı de milyar dolarların döndüğü silah, uyuşturucu, organ vb. ise karşı tarafta yer alıyordu. “33 Kurşun” vakasının yakaçakçılığı var ki, bu kaçakçılık kapitalist ve emperyalist şandığı Van Özalp’te de benzer bir durum söz konusuydevletlerden, onların istihbarat örgütlerinden ve büyük du. Ağrı İsyanı bastırıldıktan sonra, 19 Ağustos 1930’da sermayeden bağımsız da değildir. Yoksul köylülerin işsizKutur nahiyesi İran’a bırakıldı ve burada yaşayanlar Saray lik ve açlığa bir çare olarak başvurmak zorunda kaldıkları adını alan ilçeye ve köylerine yerleştirildiler. Başta Milan küçük ölçekli kaçakçılık üzerine şehir efsaneleri kuranlar, aşireti olmak üzere aşiretlerin bir kısmı İran’da, geri kalan nedense bu hakikat karşısında ağızlarını açmıyorlar. kısmı ise Türkiye sınırları içinde kalacaktı. Bu bölünmeye Bu topraklarda, geleneksel sınır kaçakçılığının tarihi rağmen ekonomik ve sosyal ilişkiler sürdü, ancak bu ilişkikahır ve acıyla bezelidir. Bu tarih, yoksul köylülerin ve ler şimdi “kaçakçılık” damgası yemekte ve “suç” sayılmaksınır kentlerindeki işsizlerin umutsuzluğunu, çıkışsızlıtaydı. Tüm sınır bölgelerinde olduğu gibi burada da mülki ğını, patlayan mayınlarda parçalanarak ölmelerini, sakat idare, yani kaymakam, jandarma komutanları vs. kaçakçıkalmalarını, geride kalanların ise acı çekmesini yazıyor. lık üzerinden önemli ölçüde rüşvet elde etmekteydi. Lakin Ortak bir coğrafyada yaşayan insanlar arasına sınırlar çeVan Özalp’te durum bambaşka boyutlar kazanmıştır. ken, geleneksel ticaret yollarını kapatan ve onları “kaçakGüya kaçakçıların ve İran sınırından içeri girip çapul çı” durumuna düşüren burjuva ulus-devletlerdir. Giriştiği yapanların İran topraklarında izini sürmek amacıyla yarı emperyalist paylaşım savaşında yenik düşen Osmanlı resmi bir örgütlenmeye gidilmiştir. Ancak bizzat kaymaİmparatorluğu parçalandığında, Ortadoğu’da yeni devletkam ve subaylar bu örgütlenme üzerinden İran tarafınler ortaya çıktı ve bu devletlerin sınırları yapay bir şekilde da kalan Kürt aşiretlerin sürülerini gasp etmekten geri çizildi. Kürt halkının üzerinde yaşadığı topraklar, emperdurmazlar. Milan aşiretinden olan ve üstelik de İran’da yalist güçlerin de müdahaleleriyle dört ayrı devlet taraTürkiye lehine çalışan Mehmedi Mısto’nun iki bin koyufından paylaşıldı ve o güne kadar bir arada ve yan yana nuna el konur. Mısto, kaymakama bir mektup göndererek yaşayan insanlar sınırlarla birbirinden kopartıldı. Kürtlerle koyunlarının geri verilmesini rica etmesine karşılık olarak, birlikte, Arapları ve Süryanileri de saymak gerekiyor. Yani “gelip karını da koynundan alırız” yanıtını alır. Bu küstah ortaya çıkan ulus-devletlerin yapay sınırları, hem halkları ve ağır cevap üzerine Mısto adamlarıyla Türkiye sınırını hem de akrabaları birbirinden ayırdı, böldü. Bugün kageçer ve bir sürüye el koyarak İran’a sürer. Olayların çetçakçılık olgusunun geliştiği topraklar esas olarak Türkiye, refilleşmesiyle birlikte durum, “Rus askerleri sınırı geçti” Suriye, Irak ve İran sınırlarıdır ve bu sınırların her iki taraibaresiyle Ankara’ya bildirilir. Hükümet General Mustafa
31
marksist tutum
Muğlalı’yı yetkilerle donatarak müfettiş olarak Van’a gönderir. Tarih 1943’ün Temmuzudur ve İkinci Dünya Savaşı tüm yıkıcılığıyla sürmektedir. SSCB’nin de desteğiyle İran’da kurulacak Kürt Mahabat Cumhuriyetine giden süreç başlamıştır. Kürt bölgelerinde müthiş bir kaynama söz konusudur. İçeride Kürt halkının mücadelesini bastıran ve kontrol altına alan Türkiye egemenleri, gelişmeler karşısında oldukça tedirgindirler. Zira küçük bir kıvılcımın Türkiye’yi de içine alan bir Kürt isyanına dönüşebileceğini hissederler. İşte bundan ötürüdür ki, Kürt köylülerine ağır bir gözdağı verilmek istenmiştir. Ceza olarak da, Mehmedi Mısto’ya yardım ettikleri gerekçesiyle Milaningiz (Değirmiköy) köyünden toplanan 33 kişi, Mustafa Muğlalı’nın emriyle bir dağ başında, hiçbir yargılama olmadan kurşuna dizilmiştir. Bu katliamın unutulmamasında ve toplumsal bellekte yaşatılmasında Ahmed Arif ’in 33 Kurşun şiirinin önemli bir rolü vardır. Ahmed Arif, şiirinde yalnızca katliamı hikâye etmekle kalmaz, aynı zamanda sınırın iki yakasındaki insanların ilişkilerini, dostluklarını ve sınırın anlamsızlığını da mısralarına döker. Şu mısralar çok manidardır: “Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız/ Karşıyaka köyleri, obalarıyla/ Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu/ Komşuyuz yaka yakaya/ Birbirine karışır tavuklarımız/ Bilmezlikten değil, fıkaralıktan/ Pasaporta ısınmamış içimiz/ Budur katlimize sebep suçumuz/ Gayrı eşkiyaya çıkar adımız/ Kaçakçıya/ Soyguncuya/ Hayına...” Sınırları koyanlar, yüzyıllar boyu birlikte yaşayan insanları o sınırlara tutsak etmek istemişlerdir. Fakat Ahmed Arif ’in de vurguladığı gibi, insanların içi bir türlü ısınmaz bu sınırlara ve pasaporta. Bu yüzdendir ki burjuva devletlerin yapay sınırları ile halklar her zaman bir çatışma içinde olmuştur. Halklar ve akrabalar arasında yapay sınırlar çeken egemenler, insanlara çok büyük acılar çektirmişlerdir ve çektirmeye de devam etmekteler. Kaçakçılığı yaratan etmenlerin başında kapitalizmin yarattığı yapay sınırlar gelmektedir. Doğal hayatlarına, geleneksel ekonomik ve sosyal ilişkilerine devam eden toplulukları bölen ve onların ilişkilerini pasaporta tâbi tutan, bunu tanımayanları da “kaçak” olarak damgalayan burjuva devletlerdir. Kaçakçılık olgusunu yaratan ikinci etmen ise işsizlik ve yoksulluktur. İnsanların doğal ekonomik ve sosyal ilişki-
32
Şubat 2012 • sayı: 83
lerini parçalayan burjuva devletler, bu insanların yoksulluklarına bir çare bulmamışlardır. Türkiye egemenleri, sınırında yaşayan köylülere toprak vermeyerek onları derin bir yoksulluğa mahkûm etmişlerdir. Çağdaşlaşmak ve Batılılaşmakla pek övünen Kemalist elit, uçsuz bucaksız toprakları elinde tutan eşrafla, ağalarla işbirliği yaparken, “efendi” köylüyü kaderine terk etmiştir. Geleneksel ticaret yolları kapatılan, topraksız, işsiz ve çaresiz kalan köylülerin ve sınırdaki kent yoksullarının “kaçağa” gitmekten başka çaresi yoktur. “Sırtta” adını alan ve insan sırtında yapılan kaçağın yanı sıra, bir de hayvanlarla gidilen kaçak vardır. Tütün, palamut, pekmez, kesilmiş ve işlenmiş ağaç götüren köylüler; çeşitli türde kumaş, gaz, tuz, sigara kâğıdı, ampul, lamba fitili, kâğıt getirmektedirler. Sınırların belli belirsiz olduğu, henüz yeterli “güvenlik” önlemlerinin alınmadığı ve mayınların döşenmediği ilk yıllarda kaçaklık nispeten rahattır ve köylüler ihtiyaçlarını bu yolla karşılamaktadırlar. Daha da önemlisi bu ilk dönemde kaçak, aslında sınırın her iki yakasında akrabalar arasında yapılan basit bir mübadeleden öteye geçmemektedir. Ancak Soğuk Savaş’ın kızışmaya başladığı 1950’lerle birlikte sınır önlemleri oldukça arttırılır. Emperyalistkapitalist sistemin uç karakolu olan Türkiye, SSCB’nin nüfuzuna giren Suriye’ye ve Irak sınırına mayın ve tel örgüleri döşemeye başlar. Türkiye’de kapitalist gelişme temposunun hızlandığı bu yıllarda, Anadolu’da tüccarlar öne çıkmaktadır. Suriye’den ve Irak’tan getirtilen gümrüksüz ve ucuz malların ya da petrol ürünlerinin satışından tüccarlar epey kâr elde ederler. Meselâ Antep’in tarihi çarşılarında ve pazarlarında kaçaktan gelen mallar büyük bir yer tutar. Özellikle ipekli kumaş ve hazır giyim ürünleri Antep üzerinden Malatya ve Kayseri’ye kadar ulaşır. Bu durum ve sınıra mayın döşenmesi ve böylece geçişlerin ölüm riskini de beraberinde getirmesi, kaçakçılık olgusuna başka bir boyut kazandırır. Daha önce ihtiyaçlarını karşılamak için küçük ölçekli kaçakçılık yapan köylüler, ölüm riskini bizzat üstlenerek tüccarlar için mal getirmeye başlarlar. Bunlara “yükçü” denir. Ortaya çıkan renaslar (Kürtçede rehber, kılavuz) ise sınırdaki mayınları temizlemede, yol açmada, kaçakçılara öncülük etmede uzmanlaşırlar. “Yükçü”lerin yanı sıra, kendisi için mal getirip satan ve zengin olmayı hayal eden kaçakçılar da vardır. Kaçakçılık Türk edebiyatında ve sinemasında da yankısını bulmuştur. Kaçakçılar Arasında 25 Gün adlı röportaj-öyküsünde Yaşar Kemal, Antep kaçakçılarını anlatır. Yaşar Kemal, bizzat kaçakçı kılığında Antep kaçakçıları arasında 25 gün kalır ve yükçü olarak sınırı geçerek Halep’e kadar gider, mal götürür. Kaçakçıları anlatırken, işsizliği, çaresizliği, umudu ve umutsuzluğu da an-
sayı: 83 • Şubat 2012
latır. İşsizlikten ötürü neredeyse kaçakçı olmayan yoktur: “Neden sonra öğrendim ki, bu kahvede oturanların yarısı, öbür kahvede oturanların tümü ve bu Antep şehrinin yüzde otuzu kaçakçıymış.” Anlattığı çileli insanlar umut doludurlar. Kaçakçı Adanalı Hasan kılığında Suriye’ye gitme planları yapan Yaşar Kemal, bir kaçakçının hayalleri karşısında şaşırıp kalır: “Şimdi, şimdi bir kere gideriz Suriye’ye... Sende beş yüz, bir iki yüz de ben bulurum. Bir dönüşte etti bin dört yüz... Bir daha etti mi iki bin sekiz yüz. Bir daha bir daha... İki sene sonra zenginiz. Gözleri yaşarıyor. Her şeyi gördüm de, türlü türlü ağlayanları, sevda için, keder için, ölüm için ağlayanları gördüm de umudun insanları ağlattığını ne görmüşlüğüm, ne de duymuşluğum vardır.” Mayın tarlaları ve jandarma kurşunları işsizlik ve açlık kırbacı altındaki kaçakçıları durduramaz. Mayın ve jandarma kurşunu yüzlerce insanın canını almış ve bir o kadarını da sakat bırakmıştır. Adanalı kaçakçı Hasan’a ihtiyar bir kaçakçının anlattıkları, yoksullar için ölümün ne kadar da ucuz olduğunun, nasıl da bir hiç uğruna öldüklerinin resmidir: “Kaçakçılık, bir kılıcın keskin ağzıdır. Yürüyebilir misin yavrum? Bir parça ekmek için gidiyorlar ölüme. Ben, kendimi bildim bileli, şu hudutta, en az birkaç bin kişi düştü bu ölüm ağına.” Ancak temel geçim kaynağının kaçakçılık olması yoksullara başka bir çare bırakmaz, binler ölmesine rağmen yenileri ölüm tarlalarına yürümeye devam eder. Sınır kentlerine çeşitli ürünler taşıyan kaçakçılar, sınır köylerinde de toprağı ve sürüleri elinde tutan ağalar için çalışırlar. Topraksız ve çaresiz köylü, çocuklarının karnını doyurmak için, ağaların sürülerini mayınlı tarlalardan geçirir, ölür, sakat kalır. Türk sinemasına aşk filmlerinin damgasını vurduğu 1960’ların başında Yılmaz Güney, Lütfi Akad’ın yönetmenliğinde Hudutların Kanunu adlı filmle, kaçakçı köylülerin ıstırabını sert bir şekilde gözler önüne serer. Kemalist bürokrasi ve kentli elitin hayal dünyasında yarattığı temiz, duru, yeşiller içinde beyaz evlerde yaşayan, tarlalarında üreten köylülerin aksi bir dünya resmedilir Hudutların Kanunu’nda. İşsizliğin ve yoksulluğun sonucu olan çıkışsızlık, kaçakçı ölümlerinin derin bir kahırla kabullenilmesini getirir. Mayın tarlasında patlama sonucunda ya da jandarma kurşunuyla ölen kaçakçılar, öldükten sonra kimliksizleşirler. Jandarma baskısından kurtulmak ve böylece kaçak yolunu açık tutmak isteyen köylü, kendi ölüsünü tanımazlıktan gelir ve acısını içine gömer. Ölen kaçakçının ailesinin ve köylülerinin içi kan ağlamasına rağmen, köy meydanlarında teşhir edilen kaçakçı ölüsünün kimliği saklanır. Bu kahreden gerçek birçok öykü ve filme de konu olmuştur. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Yol, Sadık Şendil’in senaryosunu yazdığı İsyan filmleri ve Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan adlı öyküsü bu acı durumu çarpıcı bir şekilde betimler. Sınırda köylülerin yaptığı kaçakçılık Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Suriye, Irak ya da İran sınırında yaşa-
marksist tutum
yan köylülerin hayatında da kaçakçılık önemli bir yer tutar. İranlı yönetmen Bahman Gobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı filminde betimlediği olaylar, kaçaklığın nedenlerine ve Uludere’de katledilen 34 köylünün hikâyesine ışık tutmaktadır. Filmde, İran’ın Irak sınırında yaşayan ve yaşamlarını kaçakçılık yaparak kazanan Kürt köylülerinin hikâyesi anlatılmaktadır. Filmi son derece çarpıcı kılan şey, olayların bir kurgu değil tümüyle gerçek olmasıdır. Filmin konusunun geçtiği köy gerçekten de kaçakçı köyüdür. Daha da önemlisi filmde oynayanlar oyuncu değil, köyde yaşayan ve kaçakçılık yapan köylülerdir. Filmin başrolünde yer alan Eyüp adlı çocuk kendi hayatını oynamaktadır. İran’dan Irak’a katır ve insan sırtında çeşitli mallar götürülmekte ve ihtiyaç duyulan mallarla geri dönülmektedir. Çocukların da içinde yer aldığı kaçakçıların çoğu yükçüdür, ya sırtlarında ya da katırlarında tüccarların mallarını taşımaktadırlar. Eyüp ile sırtında yük taşıyan başka bir çocuk arasında geçen şu diyaloglar, kaçakçılığı turist gezisine çıkmak gibi algılayanların suratına bir şamar gibi inmelidir: -Katır almadın mı? -Yok, babam ve katırı mayına basıp öldüler. -Toprağın var mı? -Evet çok. -Neden ekmiyorsun? -Her yerde mayın var. -Mayınları temizleyemez misin? -Çok var. Bu mayınlar Irak-İran savaşı sırasında döşenmiş ve köylüler topraklarından edilmiştir. Köylünün toprağını işlenemez hale getiren İranlı egemenler, karınlarını doyurmak amacıyla kaçağa çıkan köylülere pusu kurup kurşun yağdırmaktan da geri durmazlar. Kürt halkını dört parçaya bölen Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın egemenleri, onu sınırlara tutsak etmekle kalmamış, etrafını mayınlarla çevirmiş, toprağını kullanılamaz hale getirmiş, işsizlik ve yoksulluğa mahkûm etmiştir. Türkiye’de ya da İran’da kaçakçılığın nedeni işsizlik ve çıkışsızlıktır, insanların başka bir çaresinin olmamasıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmaya girişen ve bu kapsamda köyleri yakıp yıkan, meralara çıkışı yasaklayan, hayvancılığı ve tarımı öldüren Türk devleti, yoksul Kürt köylülerine kaçakçılıktan başka bir yol bırakmamıştır. Kaçakçılık olgusu ve yaşanan acılar burjuva devletlerin çizdiği sınırların anlamsızlığını da gözler önüne sermektedir. Türk, Kürt, Arap, Fars, Süryani ve diğer halkların birbirleriyle sorunları yoktur. Sınırları çizen, halkları ve akrabaları ayıran, kaçağı yaratan, milliyetçilik temelinde halkları birbirine düşüren burjuva devletlerdir. Şu bilinmelidir ki, kapitalizm alaşağı edilmeden dünyaya barış ve huzur gelmeyecektir. Sınırların olmadığı, insanların kaçakçı durumuna düşmediği, işsizliğin ve yoksulluğun baskısının yerini müreffeh bir toplum yaşamının aldığı bir dünya ancak sosyalizmle mümkündür.
33
Ortadoğu’da G Değişen Dengeler ve Hamas-El Fetih Yakınlaşması Serhat Koldaş
34
eçtiğimiz Aralık ayında, Hamas lideri Halid Meşal’in Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderlik seçimlerini organize edecek komiteye katıldığı açıklandı. Bu gelişme, Hamas’ın FKÖ’ye katılma yolunda önemli bir adım atması olarak yorumlanıyor. FKÖ, en büyük bileşeni El Fetih olan bir cephe örgütü. FKÖ liderlik seçimlerinden uzun süre önce Hamas’ın böyle bir adım atması, El Fetih ile Hamas yönetimi arasında ortak hareket etme doğrultusunda bir uzlaşmaya varıldığını düşündürüyor. 2007’de Hamas ile El Fetih arasında çıkan çatışmalar sonucu Filistin fiilen ikiye bölünmüştü. Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da ise El Fetih iktidara el koymuştu. Son aylarda iki örgüt Mısır’ın başkenti Kahire’de görüşmeler sürdürüyordu. Tam da Arap halklarının isyan dalgasının Ortadoğu’da dengeleri altüst ettiği ve emperyalist paylaşım çekişmelerinin yoğunlaştığı bir dönemde yürüyen görüşmelerde, geçmişte kıyasıya çekişen ve iktidar kavgasını silahlı çatışmaya kadar sertleştiren iki örgüt uzlaşma yönünde mesafe kat etti. Bu uzlaşma sürecinden rahatsız olan İsrail yönetimi iki örgütün anlaşmasını engellemek için çeşitli manevralara girişiyor. İsrail, Hamas’ın dâhil olacağı bir Filistin hükümetini tanımayacağını ilan ederek FKÖ’yü Hamas’tan uzak tutmaya çalışıyor. FKÖ ise Hamas’ın desteğini alarak masada daha güçlü oturacağını biliyor. İsrail son haftalarda Hamas’ı destekleyen seçilmiş 5 Filistinli milletvekilini tutukladı. İsrail’in hesabı, ipleri gerdiği Hamas’ın El Fetih’i İsrail’le görüşmeleri durdurmaya zorlamasını sağlamak.
sayı: 83 • Şubat 2012
Hamas’ın radikal-uzlaşmaz çizgisi, İsrail’in sürdürdüğü çözümsüzlük politikasının bahanesi olarak kullanıldı.
Hamas’ta değişen ne? Hamas 1987’de ilk intifadanın başlangıcında, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütünün Filistin kanadı olarak kurulmuştu. 1988’de yayınladığı siyasi programında Filistin’in Müslüman olmayanların kuşattığı bir ülke olmasına izin vermeyeceğini söylüyor, Filistinli Müslümanları, İsrail’i Filistin’den kovmak üzere kutsal bir savaş vermeye çağırıyordu. Aynı yıl FKÖ’nün İsrail’in varolma hakkını tanıması ve talebini İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi ile sınırlandırması, FKÖ ile Hamas’ı çatışmaya sürükledi. Hamas’ın kuruluş amacı, İsrail’in kurulduğu 1948 yılı öncesinin İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni kapsayan coğrafyası üzerinde Filistin İslam Devleti kurmak idi. Hamas El Fetih’i İsrail ve ABD karşısında uzlaşmacı davranmakla suçluyordu. Hamas’ın askerî kanadı İzzeddin El Kassam Tugayları 1993-2005 yılları arasında İsrailli askerleri ve sivilleri hedef alan çok sayıda intihar saldırısı gerçekleştirdi. ABD’nin hamiliğinde El Fetih’in sürdürdüğü barış görüşmelerinin yıllar boyu hep sonuçsuz kalması, bu arada İsrail’in işgal ettiği bölgelerde sürekli yeni Yahudi yerleşim bölgeleri oluşturması kitlelerin El Fetih’e duyduğu güveni yıldan yıla zayıflattı. Uğradıkları haksızlığa karşı öfke ve isyan duygusuyla dolu Filistinli kitleler nezdinde, daha uzlaşmaz ve savaşçı bir politika izleyen Hamas umut haline geldi. 2006 seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin parlamentosunda 76 vekilliği Hamas, 43 vekilliği ise El Fetih kazandı. İki örgüt arasındaki iktidar kavgası, silahlı çatışmalara ve Filistin yönetiminin Gazze ve Batı Şeria olarak fiilen ikiye bölünmesine yol açmıştı.
marksist tutum
Arap halklarının isyan dalgası, Mısır’da ABD ve İsrail işbirlikçisi Mübarek rejimini devirirken, Hamas’ın Filistin kolunu oluşturduğu Müslüman Kardeşler örgütünü iktidar konumuna soktu. Mübarek Hamas’a Mısır’da yaşam hakkı tanımıyordu. Müslüman Kardeşler ise “kardeş örgüt” Hamas’a kucak açtı. Müslüman Kardeşler Ortadoğu’da emperyalist paylaşım kavgasını ve dengeleri gözeten, kendisini iktidarda tutacak pragmatist bir politika izliyor. Müslüman Kardeşler hem Mübarek döneminin artığı generallerle hem de ABD emperyalizmiyle uzlaşmaya dönük bir politika izliyor. Hamas ile El Fetih arasındaki görüşmelerin Mısır’ın başkenti Kahire’de yürümesi tesadüf değildir. İktidar aşamasına gelmiş Müslüman Kardeşler’in Hamas üzerinde “ılımlılaşması” yönünde etkide bulunduğu yadsınamaz. Hamas, Müslüman Kardeşler’in Mısır’da seçimleri kazandığı resmen ilan edilince, kendisini Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Filistin kolu olarak tanımladı. Hamas’ın en önemli destekçilerinden biri olan Suriye’deki Esad rejiminin sallanması da Hamas’ı politika değiştirmeye yönlendiren önemli bir faktördür. Müslüman Kardeşler’in Suriye kolu Esad rejimine muhalefet ediyor; üstelik Batı’nın desteğini de arkasına alarak. Suriye’de Esad rejimi son demlerini yaşarken Esad’a sırtını dönen Arap dünyasının Hamas’ı Esad’la ilişkileri dolayısıyla sıkıştırması örgütün üzerinde önemli bir basınç oluşturdu. Hamas’ın politika değişikliğinin en bariz kanıtlarından biri, yıllardır merkezi Suriye’nin başkenti Şam’da olan Hamas’ın Suriye’den çekilmesidir. 2001 yılından beri Suriye’de sürgün olarak yaşayan Hamas lideri Halid Meşal’in Şam’da bulunan siyasi bürosundaki tüm faaliyetleri durdurduğu, hatta Meşal’in Suriye’ye dönmeme kararı aldığı gelen haberler arasında. Meşal günlerini daha ziyade Katar, Mısır ve Türkiye’de geçiriyor. Hamas’ın Türkiye’de resmi bir büro açacağı, hatta merkezini Türkiye’ye taşıyabileceği haberleri basına yansıdı. Filistin sorununu kullanarak Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım sofrasında kendisine daha fazla yer açmaya heveslenen Türkiye burjuvazisi Hamas ile işbirliğini geliştirmeyi arzu ediyor. Geçtiğimiz Ocak ayında Gazze şeridindeki Filistin yönetiminin Başbakanı Haniye birkaç bakanıyla birlikte Türkiye’ye geldi. Hamas’ın Türkiye’de resmi bir büro açacağı, hatta merkezini Türkiye’ye taşıyabileceği de basına yansıyan haberler arasında.
35
marksist tutum
Bu konuda Abdullah Gül’e yöneltilen soruya Gül “Hamas da Filistin’de, özellikle Gazze bölgesinde seçimlere girmiş, halkın oyuyla seçimleri kazanmış oradaki önemli bir siyasi oluşumdur. Türkiye’nin temasları da bildiğiniz gibi eskiden beri devam etmektedir. Bu çerçevede çeşitli ziyaretler de olmaktadır. Ama bu ziyaretler neticesinde işbirliğinin boyutları nereye varır bu ileride görülecek bir şeydir” yanıtını verdi. Filistin sorununu kullanarak Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım sofrasında kendisine daha fazla yer açmaya heveslenen Türkiye burjuvazisi Hamas ile işbirliğini geliştirmeyi arzu ediyor. Geçtiğimiz Ocak ayında Gazze şeridindeki Filistin yönetiminin Başbakanı Haniye birkaç bakanıyla birlikte Türkiye’ye geldi. İsmail Haniye, Ocak ayı içerisinde sadece AKP ve hükümet çevreleriyle değil, CHP ve diğer muhalefet partileriyle de görüştü. Arap halklarının isyanı sonucu şekillenen yeni konjonktürde, Hamas ile İran arasındaki ilişkiler de soğuma sürecine girdi. ABD Suriye ve İran’ı sıkıştırmaya çalışırken Mısır’ın devreye girmesi ve Müslüman Kardeşler’in bölgede üstlenmeye giriştiği rol, dengeleri değiştirdi. İran bölgedeki Hamas kozunu yitiriyor. İsrail’de yayınlanan Haaretz Gazetesi, İran’ın geçen Ağustos ayından beri yardımlarını azalttığını ve geciktirdiğini, bu yüzden Hamas’ın maddi güçlükler yaşadığını, Türkiye’nin Hamas’a yılda 300 milyon dolarlık yardım sözü vererek İran’ın yerini almaya çalıştığını iddia etti. Gazete, AKP hükümetinin İsmail Haniye’ye Hamas ile El Fetih arasındaki uzlaşma sürecine yardımcı olma sözü verdiğini de yazdı. Bölgedeki emperyalist devletlerden biri olarak kurtlar sofrasındaki yerini güçlendirmeye heveslenen Türkiye’nin son yıllarda Filistin sorunundan kendi çıkarları için yararlanma çabası dikkate alındığında İsrailli gazetenin iddiaları hiç de yabana atılır cinsten görülmüyor. İsrail, Filistin, Suriye ve İran’ın sıcak çatışmalara sürüklenme tehlikesinin günden güne arttığı emperyalist savaş konjonktürü, bölgedeki Mısır ve Türkiye gibi ülkeler ve Suriye ile arasına mesafe koyan Arap dünyası Filistinli iki örgütü uzlaşmaya zorluyor. Ancak bu birliktelik, İsrail işgaline karşı daha güçlü bir direniş sergilemek üzere gerçekleştirilmiş bir birliktelik değil.
Ufukta çözüm görünüyor mu? El Fetih Birleşmiş Milletler’in ve emperyalist güçlerin çözümüne bel bağlamış durumda. İsrail ise bugüne kadar BM kararlarını hiçe sayarak Filistin sorununu çözümsüzlüğe havale etme politikası izliyor. BM Güvenlik Konseyi’nin İsrail’e yaptırım uygulamasını ise en başta ABD engelliyor. Bölgede at oynatan egemen devletlerin hiçbiri Filistin halkının çıkarlarını düşünerek hareket etmiyor. İsrail çözümsüzlük politikası ile Filistin işgalini ve işgal altındaki bölgelerde yeni Yahudi yerleşim birimlerinin alanını genişletmeyi sürdürüyor. Filistin halkına karşı
36
Şubat 2012 • sayı: 83
yürütülen kirli savaş, İsrail’deki Siyonist-militarist rejime kan pompalıyor. Bu kirli savaş sayesinde İsrail işçi sınıfı kontrol altında tutulabiliyor. Bölgedeki İsrail’e rakip güçler de Filistin sorununu ve Filistinli örgütleri, kendi çıkarları doğrultusunda bir araç haline getirmeye çalışıyorlar. İran, Suriye, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ya da Mısır gibi devletler, Filistin halkının çektiği acıları sömürerek bölgede etkinliklerini arttırmaya çalışıyor. ABD emperyalizmi de Filistin sorununu yeri geldiğinde İsrail’i kontrol altında tutmak üzere kullanıyor. Erdoğan gibi burjuva liderlerin Filistin halkını sahiplenir gözükmek üzere attıkları hamasi nutuklara aldanılmamasını sağlayacak kadar uzun ve acılı bir tarih yaşandı Filistin topraklarında. Filistin sorunu, kapitalist devletlerin ezilen ulusların acılarını umursamadığını 60 yılı aşkın bir süredir ispat ediyor. Erdoğan gibi burjuva liderlerin Filistin halkını sahiplenir gözükmek üzere attıkları hamasi nutuklara aldanılmamasını sağlayacak kadar uzun ve acılı bir tarih yaşandı Filistin topraklarında. Filistin sorunu, kapitalist devletlerin ezilen ulusların acılarını umursamadığını 60 yılı aşkın bir süredir ispat ediyor. Kapitalizm var olduğu sürece ulusal ve etnik sorunlar yeniden ve yeniden üretilecek. Emperyalist güçlerin kapışma alanlarında ise bu tür sorunlar ezilenlere çok daha ağır bedeller ödetecek. Kapitalizm var olduğu sürece ulusal ve etnik sorunlar yeniden ve yeniden üretilecek. Emperyalist güçlerin kapışma alanlarında ise bu tür sorunlar ezilenlere çok daha ağır bedeller ödetecek. “Özlemlerine kavuşmak Filistinli işçi ve emekçilerin kendi ellerindedir. Bu yolda onların en temel görevi, bu mücadelenin önderliğini kendi kaypak ve uzlaşmacı burjuvalarının elinden almak ve ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluş mecrasına sokmaktır. (…)Tüm halkların ve azınlıkların ayrılma hakları da dâhil olmak üzere bütün demokratik haklarını güvence altına almış, gönüllü birlik temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasına yol açacak bir Ortadoğu devrimi olmaksızın, bölgedeki sorunlar yumağına kalıcı, yaşayabilir, adil ve demokratik bir çözüm bulmak olanaksızdır. Bu ise ancak işçi sınıfının enternasyonalist bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesiyle mümkündür. Biz enternasyonalist komünistlere düşen görev, böyle bir örgütlülüğü enternasyonal düzeyde gerçekleştirmek ve bu bilinci tüm dünya işçi sınıfına taşımaktır. Her iki halkın ve tüm bölge halklarının en büyük özlemlerinden biri olan savaşsız ve sömürüsüz bir düzen, ancak işçi sınıfı bunun için savaşırsa gelecek!” (Zeynep Güneş, “Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım”, Eylül 2003, www. marksist.com)
Kuzey Kore Nedir, Ne Değildir? Suphi Koray
K
uzey Kore’nin “sevgili lideri” Kim Jong-il 17 Aralıkta öldü. Böylece 1948’den beri bürokratikdespotik bir rejimle yönetilen Kuzey Kore’nin Jong-il sayfası kapanmış oldu ama Kim hanedanının iktidarı halen devam ediyor. 1948’den 1994 yılına kadar yönetim Jong’un babası Kim il Sung’un tekelindeydi. Şimdi ise Jong-il’in yerine oğlu Jong-un geldi. Kuzey Kore liderinin ölümüyle birlikte ülkedeki “komünist” rejim yeniden tüm dünyanın gündemine girmiş oldu. Bu türden olayları ideolojik bir propaganda malzemesi olarak kullanan burjuvazinin saldırılarına karşı, Kuzey Kore’nin hem ne olduğunu hem de ne olmadığını doğru kavramak gerekiyor. Kore toprakları yüzyıllar boyunca Çin, Japon, Moğol saldırılarına ve istilalarına maruz kaldı. 18. yüzyıldan itibaren Batılı sömürgeciler de Kore’yi kolonileştirmeye çalıştılar. Ancak Korelilerin dışa kapalılık politikası bunun önünde engel oluşturuyordu. 1856’da Fransız misyoner rahipler öldürülünce Fransa bir savaş gemisi gönderdi. Ancak Koreliler saldırıyı geri püskürtmeyi başarabildiler. Sonraki yıllarda Kore’yi istilaya gelen bir ABD gemisi yakılarak ABD’nin gönderdiği gemiler de geri püskürtüldü. Ancak Kore’nin dışa kapalılık politikası kapitaliz-
min yayılmacı politikasına uzun süre dayanamadı. 1876 yılına kadar Japonya ile yapılan ticaret bile çok sınırlıyken 1882’de bu durum değişmeye başladı. Kral Gojong 1882 yılında “Doğu ahlâkı, Batı teknolojisi” şiarıyla yeni bir döneme geçildiğini duyurdu. 1876’da Japonya’nın Kore’de daha geniş imkânlarla ticaret yapmasına olanak tanıyan dostluk anlaşmasının bir benzeri 1882’de ABD ile imzalandı. 1886’ya gelindiğinde aynı anlaşmalar Fransa, İngiltere, Rusya ve Almanya ile de imzalanmıştı. Kore üzerinde özellikle Japonya’nın nüfuzu giderek artıyordu. Köylüler arasında huzursuzluk yükseliyordu. 1894’te başlayan köylü ayaklanmasını bastırmak üzere Çin birlikleri Kore’ye girdi. Bunun üzerine nüfuzunu kaybetmek istemeyen Japonya da askerlerini Kore’ye gönderdi. Japonya ve Çin arasındaki bu savaşı Japonya kazandı. Böylece Kore’nin yüzyıllarca bağımlı olduğu Çin’in yerini Japonya alıyordu. Nihayetinde 1910 yılında Kore resmen Japonya’nın sömürgesi haline geldi. Kapitalizmin emperyalizm çağının kuralları Kore’de de aynı şekilde işledi. Japonya’nın yönetimi altında Kore’de fabrikalar, demiryolları, köprüler inşa edilip altyapı geliştikçe ulusal burjuvazinin bağımsızlık talepleri de ortaya çıkmaya başladı.1919 yılında yapılan bağım-
37
marksist tutum
sızlık gösterilerine katılan binlerce kişi tutuklandı ya da idam edildi. Japon yönetimi din ve basın özgürlüğünde kısmi iyileştirmeler yapsa da, asimilasyon politikasına devam etti. Okullarda Japonca eğitim mecburi kılındı, Japon isimleri özendirildi, Koreliler Japon ulusal dini Şintoizme geçirilmeye çalışıldı. 2. Dünya Savaşının patlak vermesi ve savaşın sonunda Japonya’nın yenilmesi Kore’nin geleceğini de belirledi. 38. paralele göre ülke Güney ve Kuzey olmak üzere ikiye bölündü. Kuzey’de Sovyetler Birliği’nin hamiliğinde bugünkü Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) kuruldu. Güney’de ise ABD’nin hamiliğinde Kore Cumhuriyeti devleti kuruldu. 1950’de emperyalizmin böldüğü ülkeyi birleştirmek için Kuzey Kore ordusu halkın da desteğini alarak Güney Kore topraklarına girdi ve kısa sürede başkent Seul’a kadar ulaştı. Kore’yi tamamen kaybetmek istemeyen ABD Birleşmiş Milletler’den apar topar çıkardığı bir kararla diğer kapitalist ülkelerin birliklerinin de yer aldığı bir orduyu Kore’ye gönderdi. Türkiye’nin de asker göndererek ABD emperyalizminin yanında saf tuttuğu bu savaşta, iki milyon Koreli katledildi. Savaşın sonunda harabeye dönen topraklarda bölünmüşlük de tescillenmiş oldu.
Kuzey Kore SSCB’nin himayesindeki Kim il Sung önderliğinde kurulan KDHC daha baştan Stalinist tipte örgütlenen bürokratik bir diktatörlüktü. KDHC’yi “Anti-Japon Ulusal Birlik Cephesi” kurmuştu ve cephenin içerisinde, adından anlaşılacağı üzere, yerli burjuvazinin de yer alması savunuluyordu. Bu cephe Stalinist “halk cephesi” anlayışının bir örneğiydi aynı zamanda. Japon işgaline karşı bağımsızlık mücadelesi veren bu cephe, dönemin iki büyük gücünden biri olan SSCB’ye sırtını dayamayı tercih etmişti. Hem SSCB’deki bürokratik sistem, hem de onun ideolojisi olan Stalinizm Kuzey Kore’ye uyarlandı. Bu tip ülkelerin yapısını Elif Çağlı Marksizmin Işığında kitabında şöyle açıklıyor: “Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bürokratik devletin kumandası altında oluşmuş bir sosyo-ekonomik formasyon, kapitalizmden komünizme geçiş dönemiyle hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen kendine özgü karakteri temelinde irdelenmesi gereken bir fenomendir. İşçi sınıfının iktidarını bürokrasiye kaptırdığı, ya da zaten hiç iktidara gelmediği ve devletin daha baştan bürokratik tarzda kurulduğu ülkelerin tümünde, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin temel koşulunun varlığından söz edebilmek olanaksızdır.”1 Bu temel koşulun “proletaryanın devrimci diktatörlüğü” olduğunu söyledikten sonra, işçi demokrasisinin bir seçenek değil bir zorunluluk olduğunun altını çiziyor: “İşçi demokrasisinin olmadığı koşullarda işçi devletinden, işçi devletinin olmadığı koşullarda da, geçiş döne-
38
Şubat 2012 • sayı: 83
minin varlığından söz etmek olanaksızdır. Demek ki, bu toplumlar «sosyalist» olarak tanımlanamayacağı gibi, bunların, «geçiş dönemini yaşayan toplumlar» olarak tanımlanması da mümkün değildir.”2 Kuzey Kore’de işçi demokrasisinin olmadığı, daha kuruluş yıllarında Sung’un sözlerinden de anlaşılmaktadır. Sung birçok konuşmasında ve yazısında içerisinde ulusal burjuvazinin de olduğu birleşik cephe ile demokratik bir halk cumhuriyeti kurmaktan bahseder. “Halk cephesi”, “demokratik halk cumhuriyeti” gibi kavramlar Stalinizmin ürünleridir. Asya’dan Afrika’ya ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok ülkede, ulusal kurtuluş hareketlerinin başını çeken örgütler emperyalizme karşı Sovyetler Birliği’nin desteğini alabilmek için bu kavramlara sarılmışlar, kendilerini “sosyalist” olarak pazarlamışlardır. İşçi sınıfının hem nicelik hem de nitelik olarak çok zayıf olduğu bu ülkelerde, küçük-burjuva hareketler önderliğinde Stalinist bürokratik diktatörlükler kurulmuştur. İşçi sınıfının toplumsal etkinliği ne kadar zayıfsa, bu ülkelerdeki garabet de o ölçüde artmıştır. Kuzey Kore örneğinde bu garabet en uç boyutlarına varmıştır. 1946’da Sung’un bizzat verdiği rakamlara göre halk komitelerinde yer alanların sadece %5,7’si işçiydi. Bugünkü Kuzey Kore garabetinin sınıfsal arka planı işte burada yatmaktadır.
Tek ülkede “hanedan sosyalizmi” Marksizm, sosyalizmin ancak dünya çapında mümkün olabileceğini öngörmüştür. Günümüz dünyasında sermayenin ve üretimin uluslararası niteliği bunu fazlasıyla haklı çıkardığı gibi, tek ülkede sosyalizmin kurulmasının da imkânsız olduğunu göstermektedir. Üstelik Ekim Devriminden sonra Rusya’da yaşananlar bunu olumsuzundan kanıtlamıştır. Devrimci proletarya 1917’de iktidarı ele geçirdikten sonra, Avrupa’da beklenen devrimin gerçekleşmemesiyle devrim Rusya topraklarına hapsoldu. Devrimi uluslararası arenaya taşıyamayan proletarya, iktidarını da bürokrasiye kaptırdı. Her egemen sınıfın bir ideolojisi vardır. Rusya’da karşı devrimle iktidara gelen bürokrasinin ideolojisi de Stalinizm, yani tek ülkede sosyalizmdi. Çünkü nasıl ki işçi sınıfının iktidarını korumasının tek yolu dünya devrimi idiyse, bürokrasinin iktidarını korumasının tek yolu da dünya devrimini engellemekti. İşte bu yüzden tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği düşüncesi Stalinist bürokrasi tarafından üretilip tüm dünya işçi hareketine pazarlandı. Kuzey Kore de hamisinin izinden yürüdü. KDHC anayasasının birinci maddesi şöyledir: “KDHC bütün Kore halkının çıkarlarını temsil eden bağımsız bir sosyalist devlettir.” Böylesi bir rejime sosyalist demek, sosyalizmi karalamaktan başka bir şey olamaz. Bu bakımdan Kuzey Kore ve benzerlerinin sosyalizme vurdukları darbe, burjuvazinin anti-komünizm propagandasından çok daha ağır tahribata yol açmıştır. Ne siyasal özgürlük, ne yaşam ko-
sayı: 83 • Şubat 2012
marksist tutum
Kuzey Kore’nin kurucu lideri Kim il Sung, Stalin’e rahmet okutacak bir kişi kültü yaratmıştır. Kişi kültü yeni ölen Kim Jong-il’de de aynen devam ettirildi. Jong Sovyet Birliği’nde doğmasına rağmen, gizli bir direniş kampında doğduğu söyleniyor. Hatta doğumunda şimşeklerinyıldırımların çaktığı, aysberglerin çatladığı, parlak gökkuşaklarının göğe yükseldiği anlatılıyor. Akla zarar efsaneler Jong öldüğünde de devam etti. Devlet televizyonu cenaze sırasında ağaçların dallarına tünemiş olan kuşları göstererek, sadece insanların değil doğal hayatın da yasta olduğunu söyledi. şulları, ne de refah düzeyi bakımından ileri kapitalist ülkelerin yanına dahi yaklaşamayan bu bürokratik devletler kendilerini sosyalist ilan ettiği ölçüde, maalesef dünya işçi sınıfı sosyalizmden uzaklaşmıştır. Kuzey Kore rejimi ilerleyen yıllarla birlikte tam bir garabete dönüşmüştür. Kurucu lider Kim il Sung, Stalin’e rahmet okutacak bir kişi kültü yaratmıştır. Anayasanın girişinde paragraflar boyunca övülen Sung, yere göğe sığdırılamıyor: “Kim il Sung dahi bir teorisyen, dahi bir sanat önderi, daima muzaffer, çelik iradeli bir kumandan, büyük bir politikacı ve devrimci, büyük bir insandı.” İşte bu “büyük insan”, “büyük teorisyen” Marx’ı, Engels’i, Lenin’i aştığını iddia ediyor, Marksizmin çağı yakalayamadığını, dolayısıyla güncellenmesi gerektiğini savunuyordu. Nitekim bu “dâhiyane” fikirlerini Juche adını verdiği “felsefe” ile taçlandırıyordu. Kuşkusuz Marksizm dogmatik bir ideoloji değildir, tersine günün koşullarına ve sorunlarına göre yeni çözümler üretebilme kapasitesine de sahiptir. Ancak “yüce lider”in Juche’si Marksizmle taban tabana zıt ve bürokrasinin egemenliği için ihtiyaç duyduğu eklektik bir saçmalıktır. Juche “kendi kendine yeterlilik” manasına geliyor. Buradan da anlaşılacağı üzere amaç “tek ülkede sosyalizm” düşüncesini Kore’ye uyarlamaktır. Sung’un oğlu Jong’un şu sözleri başka söze gerek bırakmıyor. “Juche Marksizm-Leninizmin basit bir kalıtımı ya da gelişimi olarak görülmemelidir; yeni ve orijinal bir düşünce olarak görülmelidir… Marksizm-Leninizmin sadece dünya görüşü açısından değil sosyalizm ve komünizm teorisinde de sınırlılıkları var.”3 Güya bu sınırlılıkları aşan Juche’yi överek babasını yücelten Jong, bir taraftan da kendisini yüceltmiş oluyordu. Babasını “ulusun güneşi” olarak tarif ederken, aslında ilerleyen yıllardaki başkanlığına hazırlık yapıyordu. Koltuğunu sağlama almak isteyen Kim, bunun “bilimsel”
teorisini de geliştiriyordu: Her şeyin merkezine insanı koyan Juche düşüncesine göre, lider tarihte en belirleyici role sahiptir; sosyalizme giden yolda üretici güçlerin gelişiminin, sınıfsal ilişkilerin ve çelişkilerin önemi yoktur, önemli olan parti lideridir! İşte size bilimsel teori! Kuzey Kore’nin üç dönemdir babadan oğula geçen bir hanedanla yönetilmesi, bu rejimin sosyalizmle en küçük bir ilişkisi bile olmayan akla ziyan bir garabet olduğunu gösteriyor. Devletin resmi tarihi ve pratikteki uygulamaları da aklı başında olanlara bu saçmalığın mükemmel örneklerini veriyor. Bu “sosyalizm”de eğitim sistemi tamamıyla beyin yıkama seanslarıyla dolu. Kreşlerde baba ve oğul Kimlere ibadetle başlayan tanrılaştırma, ilkokul müfredatında 304 saat, lisede ise 567 saatlik derslerle devam ediyor. Ülkenin her tarafı Sung’un heykelleriyle dolu. Başkentteki devasa heykelin önüne geldiğinizdeyse saygıyla eğilmek zorundasınız. Üstelik bunlar yetmezmiş gibi her evde “büyük liderin” bir portresinin asılması da zorunlu. Kişi kültü yeni ölen Jong’da da aynen devam ettirildi. Sovyet Birliği’nde doğmasına rağmen, gizli bir direniş kampında doğduğu söyleniyor. Hatta doğumunda şimşeklerin-yıldırımların çaktığı, aysberglerin çatladığı, parlak gökkuşaklarının göğe yükseldiği anlatılıyor. Dört yaşında bir Japonya haritasına mürekkep döktüğünde, Japonya’da fırtınalı yağmurlar başlamış. Akla zarar efsaneler Jong öldüğünde de devam etti. Devlet televizyonu cenaze sırasında ağaçların dallarına tünemiş olan kuşları göstererek, sadece insanların değil doğal hayatın da yasta olduğunu söyledi. Bıraktık kuşları, aslında insanların Jong’un ölümüne gerçekten üzüldüğünü söylemek çok zor. Ekranlara yansıyan yas görüntülerinin zorlama olduğu oldukça belli. Bu insanlar devlet tarafından ağlatılıyorsa vay o sosyalist devletin haline; yok eğer kendiliklerinden ağlıyorsa vay o
39
Şubat 2012 • sayı: 83
marksist tutum
toplumun haline! Şaka bir yana kitlesel ağlama seanslarına katılanlar üzüntüden değil korkudan ağlıyorlar. Bazı karelerde gülen insanlar ya da ağlamaya zorlayan memurlar görülebiliyor. Nitekim baba Song’un ölümünde olduğu gibi, Jong’un ölümünden sonra da, yeteri kadar ağlamayanlara hapis cezaları verilmeye başlanmıştır. Yeni lider Kim Jong-un için de çalışmalar hızlı başladı. Ağabeyi Disneyland’ı görmek için Japonya’ya girerken yakalanınca babasının gözünden düşmüştü ve tahtın Jongun’a kalacağı belli olmuştu. Jong-un’a asker olmamasına karşın, generallik rütbesi verildi. Devlet televizyonunun yayınladığı, yeni lideri anlatan belgeselde Jong-un’un ne kadar yetenekli olduğu askeri görüntüler eşliğinde anlatıldı. Anlaşılan sadece devlet başkanlığı görevi değil, babasının ve dedesinin dehası da kendisine geçmiş!
Kuzey Kore’yi savunmak? Kaz adımlarıyla yürüyen askerlerin omzu kalabalıkların huzuruna çıktığı askeri törenlerden, devlet aygıtını mutlaklaştıran anayasasından, devlet başkanlığının Kim hanedanlığının tekelinde olduğu yönetim biçiminden, eğitim sisteminden, Jong-il’in cenaze töreninden, kısacası her yerinden rezalet akan bu Asyatik despotizmin çağdaş versiyonunu tepesindeki bürokratlardan başka kimse savunabilir mi? Maalesef, savunanlar var. SSCB yıkıldıktan sonra bile, geçmişiyle hesaplaşamayan, hâlâ tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu iddia eden ulusalcı “sosyalistler” sözüm ona emperyalizm karşıtlığı ve sosyalizm adına bu kutsal görevi ifa ediyorlar. Benzerlerinin en uç örneği olan bu despotik diktatörlüğü sosyalizm adına savunmak sosyalizme en büyük hakarettir. Komünizm herkesin refah içerisinde özgürce yaşadığı sınırsız, sınıfsız bir sistemdir. Oysa Kore’de özgürlükten veya refahtan söz etmek mümkün değil. SSCB’nin yıkılmasından sonra mali destekten yoksun kalan ülkede, doğal
40
afetlerin de etkisiyle, 1998-99 yıllarında kıtlık ve açlık baş gösterdi. Despotik-bürokratik sınıf lüks içinde yaşarken, halkın büyük çoğunluğu yoksulluk içinde yaşıyor. Bütün bu yoksulluğa rağmen iktidardaki bürokrasi egemenliğini sürdürmek için devlet bütçesinin önemli bir kısmını orduya ve silahlanmaya ayırıyor. Kuzey Kore hakkında anlatılanların bir kısmının burjuva medyanın abartması olduğu muhakkak. Nasıl ki Kore devlet televizyonu kuşların toplanmasını liderlerine saygı olarak resmediyorsa, burjuva medya da Kuzey Kore’de yaşananları komünizmi karalamak için kullanıyor. Ancak ortada bir gerçeklik var ki, burjuva medya hiçbir şey demese de, Kuzey Kore’nin çizdiği tablo bıraktık sosyalizmi, sıradan bir kapitalist ülkenin bile gerisindedir. Kuzey Kore’de kapitalizmi kat be kat aşan bir sistemin olduğunu iddia etmek en hafifinden körlüktür. Sırf ABD’nin şer ekseninde diye bu ülkeyi savunmak, anti-emperyalist bir siyaset değil küçük-burjuva siyasettir. Bazıları Kuzey Kore’yi açıktan savunurken, bazıları da utangaç bir şekilde savunuyor. Sırf kendisine komünist diyor diye, anayasasında “sosyalizm” geçiyor diye bir ülke sosyalizm adına savunulabilir mi? Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler savunularak sosyalizm savunulmuş olunmuyor, tersine sosyalizme zarar veriliyor. Marksizmin Işığında’nın son cümleleri bu konudaki doğru yaklaşımı net bir biçimde ortaya koyuyor:
“İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, Rusya’da işçi sınıfının iktidarına son veren Stalinizm eliyle tamamen çarpıtıldı ve bürokrasinin düzeni uzun yıllar boyunca «sosyalizm» olarak teorize edildi. Böylece gerçeklerin yerini yalan almış ve gerçek yaşamdaki olumsuzlukların üstü bir sis ve hayal perdesiyle örtülmüştü. Yıllarca sosyalizmin üstünlüğü olarak sunulan şey, işte bu hayal perdesi olmuştu. Ve şimdi tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi paramparça etti. Bu yırtılış karşısında, olayın şokunu hâlâ atlatamayanlar, tüm dikkatlerini acı bile olsa gerçeğe çevirecekleri yerde, parçalanan hayal perdesine gözyaşı döküyorlar. Oysa bu devrimci bir tutum değildir. Dünyayı değiştirebilmek için, gerçeği, yalnızca gerçeği bilmeye ve somut gerçekler temelinde harekete geçmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım ki, devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır, en yararlı olan şey ise içten ve açık gerçektir.”4 _______________________ 1 2
Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., 1. baskı, s.141 Elif Çağlı, age, s.142
3
Kim Jong-il, “Sosyalizmin İdeolojik Kuruluşundaki Bazı Problemler Üzerine”, Kore İşçi Partisi Merkez Komitesinde yapılan 30 Mayıs 1990 tarihli konuşma.
4
Elif Çağlı, age, s.261
Kapitalizm İntihara Sürüklüyor Aylin Dinç
“İşsizlik intihar ettirdi”, “Kredi kartı borcu intihar ettirdi”, “Sevdiği kızı işsiz olduğu için vermediler, intihar etti”, “Öğretmen olarak atanamadığı için intihar etti”, “İşsizlik cinnet getirtti”… İşsiz kaldığında yalnızca kendi canına kıymakla kalmayıp ailesini de katledenler gazetelerin üçüncü sayfalarında okunmaya alışılmış hikâyeleriyle birbirlerine öylesine benzemeye başladı ki! Tüm dünyada giderek artan işsizlik insan sağlığını ciddi oranda tehdit ediyor. Depresyona girip cinnet getirip ailesini katleden, intihar eden insanların sayısı giderek artıyor.
Ekonomik kriz intihar ettiriyor! İngiliz tıp dergisi Lancet’in yaptığı bir araştırma, Yunanistan’da da sağlığın alarm zilleri çaldığını, hastalıkların ve intiharların arttığını söylüyor (NTV, 11 Ekim 2011). Yunanlılar eskisi gibi sağlık hizmeti alamıyor ve bütçe kesintileri nedeniyle tıbbi yardım alanların sayısı %40 azalmış durumda. Hastalıklarla beraber intihar vakaları da giderek artıyor. Aynı derginin 2007-2009 yılları arasında 10 ülkedeki intihar oranlarını ele alarak yaptığı bir değerlendirmeye göre, Yunanistan’da intihar oranı %17, İrlanda’da %12, İngiltere’de %10, Letonya’da %17 civarında seyrediyor. Dergi hiç de az olmayan bu intihar oranlarının en önemli sebeplerinden birinin ekonomik krizin bu ülkelerdeki can yakıcı etkisi olduğunu söylüyor. Ekonomik krizin daha düşük seyrettiği belirtilen Avusturya’da intihar oranları %5 civarında. Bu araştırmayı yapan ekipten Dr. David Stuckler, “Ekonomik krizden önce intihar oranları düşüyordu; ancak daha sonra incelenen Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde yükselişe geçti. Bu artışların mali krizle bağlantılı olduğu hemen hemen kesin” diye belirtiyor. (Bia haber merkezi-11 Temmuz) Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre her yıl 20 milyon civarında insan intihar girişiminde bulunuyor ve bunların 1 milyonu yaşamına son veriyor. Bu rakamlara göre her 3 saniyede 1 kişi intihar girişiminde bulunuyor. Her yıl 20 milyon civarında insanın yaşamına son vermek istemesinin bu insanların ailelerinde yarattığı travma dikkate alınırsa, bundan etkilenen insan kitlesinin büyüklüğü daha net ortaya çıkar. ABD’de yılda 730 bin kişi intihara teşebbüs ediyor ve 32 bin kişi bunun sonucunda hayatını kaybediyor. Tüm Avrupa’daki intihar vakası 58 bin civarında. Bu ra-
41
marksist tutum
kam, yıl içinde trafik kazalarında ölenlerden daha fazla. Türkiye’de psikiyatri alanında yetkili uzmanlar, son 30 yılda intihar edenlerin sayısının %440 oranında arttığını, son 10 yılda 25 bin kişinin intihar ettiğini söylüyorlar. İntihar oranlarının gelişmiş kapitalist ülkelerin oranlarından daha düşük olmasına rağmen aradaki farkın hızla kapandığına dikkati çekiyorlar. Son veriler Türkiye’de her yıl yaklaşık 2800 kişinin intihar ettiğini gösteriyor. Bu sayı trafik kazalarında ölenlerin yarısı kadar.
İşsizlik intihar ettiriyor! İşsizliğin, hem kadınların hem erkeklerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediği artık saklanamayan bir gerçeklik. Türkiye Psikiyatri Derneği Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Doğan Yeşilbursa, ekonomik krizin insanların ruh sağlığı üzerinde ağır tahribat yaptığını ve intihar riskini 2-3 kat arttırdığını söylüyor. Yeşilbursa’nın önleyici tedbir olarak önerileri var: İşsizlik yardımının miktarı, kapsamı ve süresi arttırılmalı, işsiz kalanlara ruhsal destek üniteleri kurulmalı, sağlık hizmetlerinden alınan katkı payları ve ilaç yüzdeleri kaldırılmalı… Ruhsal sorunların ve intihar oranlarının ciddi boyutlara ulaştığını gören uzmanlar artık bu vakaların önemlice bir bölümünün nedeninin ekonomik kriz, işsizlik ve yoksulluk olduğunu görmezden gelemiyorlar. Bu sorunlara çözüm bulunmadığı sürece de bunun giderek artacağını görüp buna çözümler üretilmesini istiyorlar. Talepler doğru olmakla beraber, çözüm burjuvaziden beklenmekte. Oysa burjuvazi bıraktık bu sorunlara çözüm bulmayı, bu sorunları daha da büyüte-
Şubat 2012 • sayı: 83
cek saldırı paketleri hazırlamakta. Kıdem tazminatına dönük saldırı planlarıyla patronların üzerindeki yükü kaldırarak kâr iştahını arttıranların işçilere ne olacağını düşünmelerini bekleyebilir miyiz? “İyi niyetli” uzmanlar olanlara üzüledursunlar, sorunun boyutu bellidir ve çözüm işçilerin örgütlü mücadelesinden geçmektedir.
Güvencesizlik intihar ettiriyor! İşsizlik arttıkça işçiler “ne iş olursa yapma” kaygısıyla vasıfları dışındaki işlere de koşturuyorlar. İş bulamayanlar intihar çukuruna düşüyor. Üniversite diploması artık işsizler ordusunda en öne geçmeye yarıyor. Kendi alanında iş bulamayan yüz binlerce üniversite mezununun aşındırmadığı kapı yok. Mezun olduktan sonra mutlaka iş bulacağına inananların sayısı parmakla sayılıyor artık. Avukatlar staj sömürüsüne tâbi olduktan sonra işe başlıyor, öğretmenler yeterli değilsin denilerek KPSS barajına takılıyor. KPSS sınavı icat edildikten bu yana ataması yapılmadığı için 27 öğretmen intihar etti. Üniversite eğitimi işsizliğin ilacı değil artık. Milyonlarca üniversite mezunu işsiz. Aradan geçen işsiz yıllar artık üniversite mezununu “alanım olması şart değil, ne iş olursa yaparım” noktasına getiriyor. Üniversite okudu diye kendini işçi sınıfının parçası olarak görmeyenler kapitalizmin tokadını yedikten sonra hayatta kalma mücadelesi verirken artık hangi işi yapacağına bakmıyor, yeter ki faturalar ödensin! Ama 5-10 kişinin alınacağı bir iş için binlerce kişi kapıda biriktiğinden, işçi sınıfının çalışan kesiminin bir parçası da bir türlü olunamıyor!
Değer verilmediğini hissetme intihar ettiriyor! İşsiz kalan kişi bir süre sonra ailenin şiddetli basıncını yaşamaya başlıyor. Hemen iş bulmasının zorunlu olduğu yönündeki baskılar işçiyi bunaıma sürüklüyor. Uzun süreli işsizlik aile ilişkilerinin giderek düşmanca ilişkilere dönüşmesine yol açıyor. Kendine değer verilmeyen kişi bir süre sonra buna katlanamaz hale geliyor ve psikolojik olarak çöküntüye uğruyor. Yoksulluk, açlık, kronik hale gelen kavgalar, tartışmalar, intharı ve aile içi şiddeti tetikliyor. İntihar eden kişiler bazen tüm ailelerini, bazen geride bıraktığında yaşamının nereye doğru gideceğinden endişe duyduğu çocuklarını da öldürerek yok ediyorlar kendilerini. Aylarca, yıllarca işsiz kalıp değer verilmeyen, sürekli işsiz kalmanın hesabı sorulan, beklenti içine sokulan, sık sık işsizliğinden dolayı suçlanan, aşağılanan kişi, yararsız olduğuna kendini ikna ettikçe giderek derin bir depresif ruh haline doğru ilerler. İntihar oranlarının giderek artması bize şunu gösteriyor, toplumda sorunlar giderek artıyor ve bunu çözemeyen insanların yaşamla bağları kopuyor.
42
sayı: 83 • Şubat 2012
Depresyon intihar ettiriyor! İşsizlik, yoksulluk, güvencesizlik umutsuzluk yaratıyor. Umutsuzluk tek başına kalmış bireyi hızla yıkıma sürükler. Kapitalizm insanlara bireyciliği özendirir. “Birey olmak iyidir” diyen kapitalizm tek tip insan yaratır: Sorunlarını çözemeyen, sorunların altında ezilen, kendi sorunlarının sahip olduğu sınıfın sorunları olduğunu fark edemeyen, kendini işiyle, işinin niteliği ile aldığı ücretin miktarıyla tanımlayan birey, toplumda saygınlık gören bir işinin olması için çırpınır durur. Sosyal bir varlık olmasının koşulu nerdeyse işinin olmasına bağlıdır. İşsiz kişi yalnızlaşır. Çünkü toplumda arkadaşlıklar, dostluklar, iyi aile ilişkileri kişinin işine, kazandığı paraya, sosyal statüsüne göre değişir. Ne kadar paran varsa o kadar “dostun” vardır kapitalizmde. Ama bu dostlukların gücü ve miktarı sahip olduğun maddi imkânların sınırlılıkları kadardır. Aileye yeterince para getirmeyen bir kişinin değeri, getiren birine oranla daha düşüktür. Yalnız kalan, sorunlarına çözüm bulamayan, borç batağına girip alacaklılarından kaçamayan, yaşamını idame ettiremeyen, beklediği çözümlere bir türlü ulaşamayan, bildiği işler dışında işlerde çalışamayan, iş bulamayan kişi depresyona girer. Depresyona girdiğinin farkında olanın sağlık güvencesi varsa bir psikiyatrist ile karşı karşıya gelme şansı var. Sağlık güvencesine sahip olmayıp yaşadığı derin bunalımın ne olduğunu, kendisini nereye doğru götüreceğini fark edemeyenlerse hem kendilerine hem de başkalarına zarar verme potansiyeline sahiptir. Peki sağlık kuruluşlarına başvurmak psikolojik sorunlarının kaynağı olan nedenleri ortadan kaldırıyor mu? Elbette hayır! Araştırmalar, ekonomik kriz dönemlerinde antidepresan ilaç kullanımının arttığını ortaya koyuyor. Ancak bu ilaçlar sorunu çözmek yerine, kişiyi uyuşturup sorunları üzerine düşünmemesini sağlıyor, o kadar.
İş koşullarının dayanılmaz olması intihar ettiriyor! İş koşulları ağır, çalışma saatleri uzun olan, işyerinde hakarete, aşağılanmaya maruz kalan, hakları verilmeyen işçiler de intihar edebiliyor. İşin yoğunluğundan dolayı başka bir işçiyle sohbet edemeyen, arkadaşlık kuramayan, evde geçirdiği saatlerde yalnızca uyumaya zaman bulan işçiler bir süre sonra en temel insani paylaşımları gerçekleştiremedikleri, makineye dönüştükleri için depresyona girip intihara eğilimli olabiliyorlar. Çin’deki 300 bin kişinin çalıştığı Foxconn fabrika-
marksist tutum
Yaşadığı sorunların kapitalist düzenden kaynaklandığının, bunların bireysel değil sınıfın tümünün yaşadığı kolektif sorunlar olduğunun farkında olmayan bir işçi işsiz kaldığında umutsuzluğa kapılır ve kendini yalnızlık çukurunda bulur. Örgütlü mücadeleye inanmayan, bu mücadelenin bir parçası olamayan insan için bir çıkış noktası yoktur. Yaşam içinde önümüze çıkan sorunlar karşısında yalnızca iki seçeneğimiz vardır: Ya o soruna tepkisiz kalıp sağlıksız yaşamaya devam etmek, ya da o sorunların ortadan kalkması için çalışmak ve insan olmak!
sında 18 saatlik yoğun çalışma ve kötü muamele nedeniyle 2010 yılında 13 işçi intihar etmişti. Bu fabrikada 22 yaşındaki bir kadın işçi: “Boş bir hayatım olduğunu düşünüyorum ve kendimi bir makine gibi çalışmak zorunda hissediyorum” derken çalışma koşullarının onu yaşayan bir ölüye çevirdiğini anlatıyordu aslında. Kâr derdinde olan Foxconn yönetimi ise, iş koşullarını iyileştirmek yerine, işçilerin kendilerini fabrikanın çatısından yere atarak intihar etmelerini engellemek için fabrikanın dış duvarına zemine çakılmayı engelleyen ağlar germeyi tercih etmiş ve işe aldığı işçilere intihar etmeyeceğine dair bir sözleşme imzalatmıştı.
Örgütsüzlük öldürür! Yaşadığı sorunların kapitalist düzenden kaynaklandığının, bunların bireysel değil sınıfın tümünün yaşadığı kolektif sorunlar olduğunun farkında olmayan bir işçi işsiz kaldığında umutsuzluğa kapılır ve kendini yalnızlık çukurunda bulur. Örgütlü mücadeleye inanmayan, bu mücadelenin bir parçası olamayan insan için bir çıkış noktası yoktur. Sorunları gören, yaşayan bir insanın bu sorunlara karşı ne yapılması gerektiğine dair bir fikri yoksa, sorunlar karşısında gözlerini kapamak, kulaklarını tıkamak, duyarsızlaşmak, dolayısıyla insan olmaktan çıkmaktan başka seçeneği yoktur. Yaşam içinde önümüze çıkan sorunlar karşısında yalnızca iki seçeneğimiz vardır: Ya o soruna tepkisiz kalıp sağlıksız yaşamaya devam etmek, ya da o sorunların ortadan kalkması için çalışmak ve insan olmak! Örgütlü insan sorunları mücadeleyle aşabileceğine inanır. Bunun için inatla, sabırla çalışır. Kapitalizm insanlığı ve doğayı tam anlamıyla yok etmeden örgütlenelim ve biz onu yok edelim.
43
Okurlarımızdan Erzurum Cezaevinden Yeni Yıl Mesajı Not: Bu şiirim tüm düşdaş yüreklilere yeni kavga yılı armağanımdır…
Erzurum Cezaevindeki devrimci tutsakların yeni mücadele yıllarını kutluyor, onlardan aldığımız yeni yıl mesajlarından birini, bir devrimci tutsağın umut dolu resmi eşliğinde sizlerle paylaşıyoruz: Merhabalar sevgili Marksist Tutum emekçileri, Palandöken’in eteklerinden, ayazları içinden, umudumuzun güneşi, parçası yüreğimden kopardığım aydınlık ve sımsıcak selam ve sevgilerimi yolluyorum. Her birinizi olanca coşkumla sımsıkı kucaklayıp öpüyorum. Yeni kavga yılınızı komünarca coşkumla selamlayıp kutluyorum. Yeni kavga yılının her yönüyle eskisinden daha iyi ve güzel günlere vesile olamasını dilerken, çalışmalarınızda başarılarınızın artarak devamını temenni ediyorum. Dünya komünü düşümüzü gerçek kılmak için, dünyanın dört bir yanında inanç ve kararlılıkla çalışan, mücadele eden tüm düşdaşlarıma sonsuz başarılar… Her yeni yıl yeni umutların ebe-
Düş-tü Gözlerine Havada yağmur Dışarıda ot kokusu Sarhoş bir rüzgâr eteklerime dolanıyor Kılıç olmuş gözlerin yollarımı kesiyor Benim ise başım dönüyor… Yakamoz düştü gözlerine Bir martı havalandı yüreğimden Ay’ı ben miydim gözlerinin Yuvası sen miydin martılarımın…
si olur…. 2012’nin de hepimiz için özgür ve düşlediğimiz yarınlara bir adım daha yaklaştığımız yıl olmasını umut ediyorum… Nice sevda güzelliğinde yeni yıllar sizlerin olsun! 2012 yılı boyunca; başarı, sağlık, direnç ve umutla kalın! Komünarca selamlar Sevgilerimle
Gerçeğin Peşinde… Önce soru sormamayı öğrettiler. Sonra da gerisini… Ağzını açtığında kapamanı, yürümek istediğinde durmanı, koşmak istediğinde uslu olmanı, ağladığında susmanı, güldüğünde susmanı, konuşmak istediğinde susmanı söylediler. Akşam olmadan gelinmeliydi eve çünkü sokaklar tehlikeliydi. Tanımadığımız insanlarla konuşmamalıydık çünkü insanlar tehlikeliydi. “Sen kızsın, sen anlamazsın” denildi, “sen erkeksin, ablanın namusu senin namusun” denildi. Erkeksen sevgilin olabilirdi ama kız kardeşinin sevgilisi olamazdı, namussuzluktu. Peki, senin kız arkadaşın bir başkasının kız kardeşi değil miydi? Herkes bilirdi bunu ama yine de susardık. Neden? Kimsenin aklından sorular geçmiyordu çünkü en başta yasaklanmıştı soru sormak. Aklım isyan ediyor öğrendikçe gerçekleri, daha önce anlatılmayanlara. En iyi Kürt ölü Kürttür diyerek bir halkı sevmemeyi öğrettiler, Türkün Türkten başka dostu yoktu.
44
Buzdan kılıçlara asi kardelendi düşümüz Umudun güneşine gülümseyen Baharı getirmek için gidenlerimiz Issız koyaklarda kır çiçeği oldular Zemheri hasatlara aldırmadan Çiseliyordu gece yıldızları Kar altında mağma yüreğimize Aşk için dövüşmek küçültmez sevenleri Sevdayı büyütmek için büyümeli sevdalıları… H.S.
Çocuk oyunlarımıza bile sıçratılmıştı planlı ırkçılaştırma. 1-2-3’ler yaşasın Türkler, 4-5-6 Polonya battı, 7-8-9 Almanya domuz, 10-11-12 İtalya tilki, 13-1415 Amerika kalleş… Yalanlarla kuşatılmış hayatımızda gerçeği söylemeye çalışanları dışladık. Dışkı denizinde yüzüyorduk ama temizmiş gibi davranıyorduk. Her şeyi kılıfına uydurmayı başardık, hatta kılıflar yaptık içinde yalanlarımızı saklayacağımız. Kitaplar yalanlarla yazıldı, eğitim sistemi yalanlar öğretti. Bilimsel keşifler, doğru bildiğimiz yalanlar ortaya çıkar diye saklandı... Şimdi bir bir ortaya çıkıyor saklanan gerçekler. Biz köşe bucak kaçıyoruz yüzümüze çarpan gerçeklerden. Hâlâ yalancı renklerle boyuyoruz yüzlerimizi. Daha ne kadar direneceğiz peki, ne kadar kalacak yüzümüze yapışan sülükler? Değişmek zor mu bu kadar? Bu kadar zor mu insanca yaşamak? İnsan olmak! Öğrenmek istiyorsa insan gerçekleri, önce her şeye “neden” sorusuyla başlamalı. Gerçekler inadına duruyor yerinde, biz biraz kıpırdasak insan olmak için, gerçeklere ulaşmak hiç de zor değil. Nasıl mı? Sadece bir sözle başlayacak, gerisi bize kalmış: Merhaba... Yenibosna’dan bir işçi
Okurlarımızdan Kayıp Gülüşler Bir geçim telaşıdır bizimki Ölümü hiçe sayıp düşeriz yollara Ayaklarımız buz tutar Bedenimiz ayaza meydan okur “Kaçakçılık” yaparız Bazen elli kişiyiz bazen iki yüz Bugün kaç kişi çıktık “kaçağa” bilmiyorum Ben vardım, Cihan vardı on altısında, Vedat, Nevzat, Hamza, Selam, On yedisinde Serhat vardı En küçüğümüz Şıvan, Mehmet ve Orhan’dı Haylazdılar keratalar,oyuna koşar gibi gelirlerdi “kaçağa” Bugün kazandığımız parayla Umut alacaktık kendimize kardeşimize şeker... Annemize verecektik bir kısmını Babamıza cıgara alacaktık Tam dönüş yolundayken Askerler Roboski’de önümüzü kestiler Beklettiler bir süre soğukta Sonra bıraktılar Annem,
asker görürsen korkma oğlum, bir şey yapmazlar size demişti Korkmuştum onlardan Yüzlerinde kin vardı, nefret akıyordu Az ilerde bir uğultudur koptu Gökten ateş yağıyordu üstümüze. Birden karardı gözlerim; ayaklarıma baktım yoktular Mehmet’e baktım son kez çırpınıyor bedeni Şıvan’a haykırmak istedim sesim çıkmıyordu... Boğuk gökyüzüne bakarken yüreğimize çakıldı bombalar Kaybettim gülüşlerimi son kez bakarken hayata Bu topraklarda yaşamlar bir paçavra gibi dağılır rüzgârda Düşman pusu kurar genç yaşlı demeden Islıklar bombalara karışır, silah sesleri ağıtlara Rüzgârlar olanca gücüyle acı taşır anaların yüreğine Kardeşler unutmayın bizi Kayıp gülüşlerimizin sorun hesabını Yanlarına kalmasın cellâtların Son kez gülüşlerimizin iziyle hoşcakalın.... Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru
Güzel Günler Göremeyen Çocuklar S
ınıf başkanı Gizem… Hepimiz izledik, güldük ve sonra üzüldük acı sonuna. Üzüldük, çünkü bir şekilde tanımıştık onu, evimizin içine girmişti, sınıftaki arkadaşlarına sitem ettiği bir videoyla. Çok şey konuşuyordu orada, gülüyorduk küçük yaştaki bu isyanına... Ama anlıyorduk onu. Yoksul evlerin çocuklarıydık biz de tıpkı onun gibi. Pazar günleri banyo günüydü bizim evlerimizde de, her daim sıcak suyumuz olamazdı. Güzel ayakkabıları olan arkadaşlarımızı biraz özenerek, biraz da çocukça kıskançlık besleyerek izlerdik. O ayakkabıları kendi ayağımızda hayal ederdik. Gündüzleri sofra örtüsü yapılan, geceleri perde diye cama gerilen çarşafımızı anımsadım Gizem’e dair yazıları okuyunca. Babamın kolunu fabrikada makineye kaptırdığı geceyi anımsadım, babasının inşaattan düştüğünü yutkunarak anlattığını izleyince. “Ya babam ölürse?” diye kalbimin sesini dışarıdan duyabildiğim geceyi anımsadım. Bir teneffüs vakti oyun oynarken birden yırtılan ayakkabılarımı hatırladım. Arkadaşlarım görmesin diye kendimi paralamıştım oysa ben onun aksine. Belki de onu gözümde bu kadar cesur kılan buydu. Çünkü çocuklar utanır ve gizlenemez tarafını bilmez yoksulluğun. Hep imrenerek bakarlar arkadaşlarının güzel ayakkabılarına, belli etmeme çabasıyla. Ama farklıydı Gizem. Hiç gocunmadan haykırıyordu “benim botlarımın altı delik, ayaklarım hep ıslandı okula gelirken. Derya’nın botları ne güzel. Benim de olsaydı keşke ama benim babam alamıyor, çok çalışıyor ama alamıyor” diyerek. Öyle garip hissettirdi ki bu haykırış beni. Tam da böyle olmalı diyordum bizim çocuklarımız. Ezilmeden, bükülmeden tokat gibi çarpabilmeliydi içindekileri. Şimdiden böyle haykıran bir çocuk, büyüdüğünde kavganın en önünde yer alacak, hep soracak adaletsizliği ve hep baş kaldıracak… Ama yaşayamadı Gizem. Yoksulluk onun botlarının altındaki delikten sızarak tüm bedenine işledi ve alıp götürdü. Pazar gününe sıkıştırılan banyonun keyfini yaşamak istemişti ablasıyla birlikte ve şofben tüpünden çıkan gazdan zehirlendi her ikisi de. Birkaç gün sonra da ablası gitti peşinden. Hiçbir şey yaşayamadılar kısacık ömürlerinde: “Beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, göçüp gittiler bu her dalı yemiş dolu dünyadan.” Geriye küçücük bedeninden taşan kocaman yüreği kaldı. Öyle ya en civan yürekliyim diyen bile çıkıp da tüküremez bir kaymakamın kalıbına! Geriye işçi babasının kızına alamadığı güzel ayakkabıların azabı, annesinin hiçbir teselliyle dinemeyecek acısı ve tekrar tekrar onu hatırlayacağımız güzel görüntüleri kaldı. Evet, mücadeleci bir ruh taşıdığı her halinden belli olan Gizem gitti aramızdan, ama göremediğimiz daha nicesi var ayakkabısının altı delik, yüreğinden zerre kadar korku sızmayan çocuklarımızdan. Yokluğu bilen ya da başkalarının yokluğunu kendininmiş gibi içinde hisseden bir sürü yumruk var. Bu yumruklar, yitip giden Gizemlerin yaşayamadığı her şeyin hesabını soracakları günü bekliyorlar! Kocaeli’den bir kadın petrokimya işçisi
45
Okurlarımızdan
Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi 1
2 Eylül askeri faşist darbesinin baskı, işkence ve insanlık dışı uygulamalarının en çok kendini hissettirdiği Diyarbakır 5 Nolu Cezaevine değinmek istiyorum. Son günlerde gerek sivil toplum örgütleri tarafından düzenlenen sempozyumlarla, gerek o işkenceli günleri bizzat yaşamış insanların anlatımıyla, gerekse de hakkında yazılan kitaplar, çekilen belgesellerle sıkça gündeme geldi Diyarbakır Cezaevi. İnsanı, bunlar gerçekten yaşanmış mı, bu işkenceleri yapanlar insan olabilir mi dedirten bir işkence merkezidir bu cezaevi. Benim bu günlerde okuduğum bir kitapta dikkatimi çeken, bu cezaevinde yapılan birçok işkencenin içinde bir de zorla marşlar ezberletilmesi ve bunun askeri disiplin içinde tutsaklara söyletilmesi oldu. Bu marşların içinde İstiklal Marşı da bulunuyormuş. Bu marş söyletme işkencesinin dikkatimi çekmesindeki sebep, biz o yaşlarda ilkokul öğrencileriydik, yani 1980’li yıllarda ilkokul, ortaokulda okuyan çocuklardık. Mahallelerimize nereden, nasıl geldiği belli olmayan, şimdi 30’lu, 40’lı yaşlardaki çoğu kişinin hatırlayacağı bir “oyunumuz” vardı. Bir arkadaşımızın arkasından sessizce eğilerek yaklaşır, elimizle onun yumurtalıklarını sıkar ve “istiklal marşını oku” derdik. Bazen de “tersten” diye eklerdik. Bizim çocuk bilincimize masum bir şaka olarak yerleşen bu “oyunun” o dönem Diyarbakır Cezaevinde, Kürtleri Türkleştirme politikası olarak uygulanan işkence çeşitlerinden bir tanesi olduğunu, büyük ihtimalle bizim mahallelerimize de bu cezaevinden çıkıp geldiğini bilmiyordum. Diyarbakır Cezaevinde çok sayıda mahkûm işkence ve ağır şartlar altında hayatını kaybetti. Tarih er ya da geç halklara yapılan zalimlikleri gün yüzüne çıkartıyor. Bize okullarda öğretilen sahte tarihlere inat gerçekler tek tek ortaya çıkacak, çıkıyor. Halkın devrimci çocukları, halklarının yüreğindeki yerini alıyor. Maltepe’den bir Marksist Tutum okuru
46
Denktaş İçin Dökülen Gözyaşları Ç
ok uzun zamandır Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunamadı. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, birbirleriyle bir sorunları olmadığı halde, onyıllardır küçücük bir adada, bir çitin iki tarafında yaşıyorlar. Kıbrıs, Türk ordusunun 1974’teki işgal harekâtıyla ikiye bölünmüş ve Türkiye ve Yunanistan yıllardır hep kendi konumlarını güçlendirmek için Kıbrıslı Türklerle Rumları birbirlerine karşı kışkırtmışlardır. Ada halkını yıllarca birbirine düşman eden kişilerin başında gelen bir isimse 13 Ocakta öldü: Rauf Denktaş!
Denktaş’ın ölümüyle birlikte burjuvazi ve medyası gözyaşlarına boğuldu. Bazıları işi daha da abartıp “babamız öldü”, “gerçek lider”, “halkını canından çok seviyordu” gibi laflar ettiler. “Devlet kurucusu” diye adı geçen adam hangi devleti kurdu acaba? Söz konusu devlet Kıbrıs ise eğer, bizim bildiğimiz Kıbrıs kurulmadı, bölündü. Ve Denktaş bu bölünme işinde başrolü üstlenmiştir. 30 yıldır Türkiye’nin kirli işlerinin yapıldığı bir üs haline dönmüştür Kıbrıs. Denktaş ise, bir taraftan TC’nin valisi gibi davranırken, bir taraftan da kontr-gerilla örgütlenmesinin, uyuşturucu trafiğinin, kara para aklamanın, kumarhanelerin, mafyanın merkezi haline getirilmiş bu adanın kaymağını yemiştir. Bu adam nasıl oluyor da bir kahramanmış gibi topluma “baba” diye yutturuluyor? Ada halkının barış içinde birarada yaşamasının önündeki önemli engellerden biri olan Denktaş, yıllardır faşist güçlerin yanında yer aldığı gibi, Kıbrıslı işçilerin, emekçilerin taleplerine hep kulak tıkamıştır. Bundan dolayı Denktaş burjuvazinin “baba”sıdır! İşçi sınıfının bu ölüm karşısında gözyaşı dökmesini gerektirecek en ufak bir neden yoktur. Ama burjuvazi her türlü yanlış yönlendirmede pek mahirdir. Kendi adamlarını utanmadan biz işçilere “baba” diye pazarlıyorlar. Apple’ın kan emici kurucusu, ölümüyle birlikte bir anda kahraman olmuştu. Hemen her ülkede bu ve benzeri tonla örnek vardır eminim. İşte Denktaş da bu şekilde kahramanlaştırılmaya çalışılan örneklerden biridir. İstanbul’dan bir işçi
Okurlarımızdan 2
“Komutanım da Terörist Çıktı!”
6. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Ergenekon terör örgütü” davası kapsamında gözaltına alınıp, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Bütün burjuva medya, bu olayı “cumhuriyet tarihinde bir ilk” olarak yazdı ve haber yaptı. Toplumun da gündemine oturan bu olay gerçekten de önemliydi. Geçen gün çalıştığım fabrikada haberi gören genç işçilerden birinin tepkisi aynen şu oldu: “Vay be, komutanım da terörist çıktı!” Evet, ordu içinde bu tip darbe planları yapıldığını ve bu darbe planları doğrultusunda milliyetçilik zehri kullanılarak katliamlar organize edildiğini yıllardır anlatan devrimciler var. Ancak işçilerin çoğu bu anlatılanlara bir türlü inanmak istemiyor. Çünkü TSK, bu işleri en son yapacak kurum olarak öğretilir bizlere. Şimdi burjuvazi içerisindeki iktidar kapışmasından kaynaklı olarak, televizyonlar bu “paşa”ların neler yaptığını az da olsa anlatmaya başlayınca, insanların kafalarında bugüne kadar bildikleri altüst oluyor. Mevlana’nın da söylediği gibi, “bozuk düzende sağlam çark olmaz”. Burjuva güçlerin iç kapışmaları sonucu olan bu ve bunun gibi tutuklamalar şaşırtıcı olmamalı. AKP hükümeti de bu olaylar içersinde kendisini sütten çıkmış ak kaşık havasına sokuyor. Peki, şu an ordu büyük oranda hükümetin güdümüne girmiş durumda olmasına rağmen, katliamlar devam etmiyor mu? 12 yaşındaki çocukların kafalarına bombalar yağdırılmıyor mu? AKP hükümeti de tıpkı diğer burjuva hükümetler gibi katliamcıdır.
Aslında burjuva medya insanlara bir yandan da “devletin masum olduğu ancak kurumlar içerisindeki bazı art niyetli kişilerin bulunduğu” ve “adalet karşısında herkesin eşit olduğu” yalanını pompalamaya çalışıyor. Olayın ardından cumhurbaşkanı da “hukuk karşısında her insanın eşit olduğunu” söylemişti. Peki, gerçekten öyle mi? Gerçekten bir patronla bir işçi adalet karşısında eşit mi? “Kapitalist düzende yaşıyoruz ve bu sınıflı toplumda “hukukun üstünlüğü”, “eşitlik”, “adalet”, “özgürlük” kavramları yalandan başka bir şey değildir… Kapitalist toplumda burjuva adaletin herkese eşit davranması ve gerçek anlamda adil olması mümkün değildir. Bu düzende güçlü olan burjuvazidir ve hukuk da, yargı da onun çıkarları temelinde işlemektedir. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin çıkarlarını koruyan adil bir yargı ancak işçi sınıfının iktidarı altında işleyebilir. O zamana kadar adalet mülk sahiplerinin adaleti olmaya devam edecektir.” (Gülhan Dildar, Polis Terörü ve “Hukukun Üstünlüğü” Yalanı, 28 Aralık 2011, www. marksist.com) Mücadeleci işçiler ve emekçiler olarak, asla burjuvaların kendi çıkar kapışmalarında taraf olmamalıyız. Aksine her kapışmada onların gerçek yüzünü insanlara teşhir etmek zorundayız.
Esenyurt’tan bir deri işçisi
Yeni Anayasa Hazırlıkları ve Emekçiler
A
nayasa değişikliği uzun bir dönem tartışma konusu olmuş ve nihayetinde referanduma sunulmuştu. Önemli bir oy farkıyla 12 Eylül darbecilerinin anayasasının değişmesi gerektiğine kanaat getirilmişti. 30 yıldır, üzerinde birçok değişiklik yapılsa da, gerçekte yasakçı özünü, yani 12 Eylül kalıntılarını tümüyle koruyan bir anayasa ile yönetildik. Her şeyin yasak olduğu, suç sayıldığı anayasa maddeleri yüzünden binlerce devrimci, mücadeleci işçi suçlu muamelesi gördü. Şüphesiz ki 12 Eylül anayasasının değiştirilmesini savunmak kadar doğal bir şey olamaz. Şimdilerde yeni bir anayasa için hazırlıklar yürütülüyor. Neyle karşı karşıya olduğumuzu hep birlikte göreceğiz. Eski anayasa kadar geri ve dar bir düzeyde olmayacağı kesinse de, ezilenlerin yıllardır yüksek sesle dile getirdikleri düzeyde demokratik bir anayasanın yapılmayacağı da bir başka gerçektir. Toplumun ihtiyaç ve beklentileri dikkate alınacak mı sorusunu yanıtlamak için yeni anayasayı kim hazırlıyor bir bakmak gerekir. İşçi sınıfı gerekli örgütlülüğe sahip olmadığı için ne yazık ki bu anayasa hazırlığında geri
planda kalmaktadır. Haliyle hazırlanacak yeni anayasa burjuvazinin ve onun temsilcilerinin eline kalmıştır. Bu anayasayı esas belirleyecek olan işçi sınıfı ve onun örgütleri değil burjuvazinin temsilcileri olacaktır. Haliyle yıllarca bizleri çok komik asgari ücretlere mahkûm edenlerden, sürekli milliyetçiliği ve kirli savaşı körükleyenlerden, azınlıklar üzerinde asimilasyon politikaları uygulayanlardan, emperyalist savaşta pay kapmak için çırpınanlardan, çalışma koşullarını daha da ağırlaştırıp bizlere kölelik koşullarını dayatanlardan, emekçilerin çıkarlarını kollayan demokratik bir anayasa yapmalarını beklemek çok saflık olur herhalde. İşçi sınıfının büyük bir kesimi anayasanın değişmesi için evet oyu kullanmıştır. Fakat bu yeni anayasanın içeriği nasıl olacak, içinde işçilerin haklarını da güvenceye alacak şeyler var mıdır, bunu takip etmemektedir. Oysa işçi sınıfı yasa yapıcıları kendi insafına bırakmayıp mutlaka üzerlerinde bir baskı hissettirmelidir. Bu da ancak bu sorumluluğu hissedip sınıf örgütlerinde örgütlenerek mümkün olacaktır. Kıraç’tan bir işçi
47
Okurlarımızdan
Paran Yoksa Sağlık da Yok İ
şçiler olarak bu kadar ağır şartlarda çalıştığımız halde patronların saldırısı bitmiyor. Bizden önceki işçi kardeşlerimizin kazandığı haklar birer birer elimizden alınıyor. Bunların başında sağlık hakkımız geliyor. Bugün sağlık parasız gibi görünse de bu bir yalandan ibaret. Eğer sağlık parasız olsaydı bu kadar özel hastane olmazdı. Üstelik özel hastaneler muazzam kârlar elde ediyorlar ve her geçen gün yeni özel hastaneler açılıyor. Ben de yıllardır sigorta primi ödeyen bir işçiyim. Sık sık hastaneye gitme durumum olmadı bugüne kadar. Fakat birkaç aydır dişimden dolayı hastaneye gidip gelmekteyim. Dişimin bir tanesi çürüdüğü için çekilmesi ve yerine yenisinin takılması gerekiyor. Ancak yeni dişin takılması için benim 3 bin lira para vermem gerekiyormuş, çünkü sigorta bu tedaviyi karşılamıyor. Asgari ücretin 659 lira olduğu yerde bir işçi de o kadar para ne gezer? Eğer dört buçuk ay yemeden, içmeden, kira ödemeden yaşarsam o kadar parayı ancak biriktirebilirim. 3 bin liram olmadığı için sağlam üç dişimin çekilmesine mecbur kalıyorum. İşte size parasız sağlık! Onca sene sigorta primi ödedim ancak bir dişimi bile yaptıramıyorum. Üstelik çektiğim kuyruk sırası eziyeti, gidip gelmem de cabası. Kayıt sırasında beklerken önümdeki bir kişiye 2014 yılına randevu verdiler. Kendi derdime mi yanayım, vatandaşınkine mi? Yahu 2014 yılına kim öle kim kala. Bir de utanmadan Türk devleti sosyal hukuk devletidir diyorlar. Bunun neresi sosyal, neresi hukuk? Eğitimi, sağlığı, ulaşımı parasız yapmayıp patronların
cebini dolduran devlet nasıl benim devletim olsun? Oysa sağlık hakkı en doğal hakkımız değil midir? Eminim, hastane kuyruklarında bekleyip üç dört yıl sonraya randevu alan insanlar da bunu düşünüyordur. Fakat örgütsüz olduğumuz için kimse bir tepki vermiyor, çaresiz bu duruma razı oluyor. Sağlık hakkımız elimizden alınıyor. Paran varsa tedavi var, paran yoksa öl deniyor. Peki neden örgütlenmiyoruz, neden korkuyoruz? Mücadele edersek, örgütlenirsek başımıza bir şey gelmesinden mi korkuyoruz? Peki her gün yüzlerce insan hastalıktan, açlıktan, iş kazlarından, yoksulluktan ölmesi bizi korkutmuyor mu? Mücadele bizleri bekliyor, örgütlendikçe en doğal hakkımız olan parasız sağlık, eğitim, ulaşım haklarımıza sahip olabilir ve bu ücretli kölelik düzenine bir son verebiliriz. Esenler’den bir işçi
Nineleri İş Aramak Zorunda Bırakan Bir Düzen İ
şe yetişmek için bindiğim minibüs tıklım tıklım dolmuştu. Yanımda oturan arkadaşım kalktı ve yaşlı bir kadına yer verdi. Kadının yüzüne baktım. Eski püskü kıyafetlerine ve yaşına rağmen al yanakları ve ışıltılı çekingen gözleriyle çok güzel görünüyordu. Ben onun gençken ne kadar güzel olabileceğini düşünürken o bana saati sordu. “Dokuza yirmi var” dedim. “Tüh” dedi kaygıyla, “geç kaldım.” “Nereye geç kaldın teyze, hastaneye mi gidiyorsun” diye sordum. Anlatmaya başladı. İş aramaya gidiyormuş. Bu arada eski işyerine de uğramayı ve eski patronundan iş istemeyi düşünmüş ama saat ilerlediği için uğrayamayacakmış. Ona üzülmüş. Çok şaşırdım. “Teyze, sen kaç yaşındasın, nasıl iş arıyorsun?” diye sordum. 70 yaşındaymış. Kapı kapı dolaşıp temizlik işi arayacakmış Maltepe’de. Oğlu iş kazası geçirmiş, çalışamıyormuş. Gelini 10 günlük bebeğiyle evde kalmak zorundaymış. Çalışmak ona düşmüş. “Ne iş olsa yaparım, ortalığı süpürürüm, bulaşık
48
yıkarım. Yeter ki doğalgazımızı kesmesinler, o kadarcık para kazansam yeter. Dünden beri hiçbir şey yemedim. Ama önemli olan torunum. O daha 10 günlük bir bebek. Doğalgazı keserlerse çok üşür.” Bunları anlatırken bir ara “sen gençsin, belki ekmeğini taştan çıkarıyorsun, bu anlattıklarıma inanmazsın belki” diyerek başını önüne eğdi. Nasıl inanmam teyze? Adına kapitalizm denilen bu sömürü düzeninde bir avuç insanın serveti büyüsün diye milyarlarca insan yoksullukla cebelleşmiyor muyuz? İşsizlikle, açlıkla ve mahrumiyetlerle sınanmıyor muyuz? 70 yaşında ninelerin aç kalmadığı, iş aramak zorunda olmadığı, bebeklerin üşümediği bir dünyada yaşamak istiyorum. Benim gibi düşünenlerin çok olduğunu biliyorum. Ama böyle bir dünya rüyalarda inşa edilmiyor. Kimse böyle bir dünyayı altın tepsiyle sunmayacak bize. Biz işçilere böyle bir dünya kazandıracak olan kendi ellerimiz ve alınterimizdir. Gebze’den bir işçi